HAC SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure ile İlişkisi: 4

Surenin Muhtevası: 4

Surenin Fazileti: 4

Takvanın (Allah Teala'dan Korkmanın) Emredilmesi 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi 5

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 6

İnsanın Ve Bitkilerin Yaratılmasıyla Öldükten Sonra Dirilmeye Delil Getirilmesi 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetler Arası İlişki 8

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Batılla Mücadele, Tereddütlü İman, Salih Müminlerin Mükâfatı 10

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi 11

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 13

Peygambere Yardım Edilmesinden Ümitsiz Olanın Durumu Ve Apaçık Mucizelerin İndirilmesi 14

Kelime ve İbareler: 14

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Ümmetler Arasında İlâhî Hüküm Verilmesi, Kâinattaki Her Şeyin Allah'ın İzzetine Boyun Eğmesi 15

Belagat: 15

Kelime ve İbareler: 15

Ayetler Arası İlişki 15

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Kâfirlerin Ve Müminlerin Amellerine Karşılık Verilmesi 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 17

Nüzul Sebebi 18

Ayetler Arası İlişki 18

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Mescid-i Haram'a Girmeyi Engellemek.. 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi 20

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Beytullah'ın Yerinin Belirlenmesi, Beytullah'a Hacca Gitmenin Emredilmesi 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Nüzul Sebebi 22

Ayetler Aeası İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 24

Allah'ın Yasaklarına Saygı Gösterilmesi 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki 28

Açıklaması 29

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Kurbanlıkları Keserken Besmele Çekilmesi, Etlerinden Yenilmesi Ve Başkalarına Da Yedirilmesi 33

I'râb: 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Nüzul Sebebi 33

Ayetler Arası İlişki 34

Açıklaması 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Allah'ın Müminleri Müdafaa Etmesi, Savaşın Meşru Kılınmasının Sebepleri 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 37

Nüzul Sebebi 37

Ayetler Arası İlişki 37

Açıklaması 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Geçmiş Ümmetlerin Helak Olmalarından İbret Alınması 42

Kelime ve İbareler: 42

Ayetler Arası İlişki 43

Açıklaması 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Hz. Peygamberin (S.A.) Vazifesinin Belirlenmesi 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 46

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklaması 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 46

Vahyin Muhkem Kılınması Ve Şeytanlardan Korunması, Garanîk Kıssası 47

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 47

Nüzul Sebebi 48

Açıklaması 49

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

Nefislerini Müdafaa Etmek İçin Savaşan Muhacirlere Allah'ın Zafer Ve Cennet Vaadi 51

Kelime ve İbareler: 52

Nüzul Sebebi 52

Ayetler Arası İlişki 52

Açıklaması 52

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Allah Teala'nın Kudretinin Delilleri 53

Belagat: 54

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 55

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 56

Her Ümmetin Kendisine Uygun İbadet Yolu Ve Usulü Vardır. 57

Belagat: 57

Kelime ve İbareler: 57

Nüzul Sebebi 58

Ayetler Arası İlişki 58

Açıklaması 58

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 59

Müşriklerin Bazı Batıl İnançları Ve Onlara Sinekle Meydan Okunması 60

Belagat: 60

Kelime ve İbareler: 60

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 62

Kesin Hükümler. 63

Belagat: 63

Kelime ve İbareler: 63

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 64

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67


Rahman ve Rahim Olan Allah 'm Adıyla

 

HAC SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

İçinde İbrahim Halil'in (a. s.) diliyle "İnsanlar içinde haccı ilân et." emrine uyularak insanlara Hac farizası ilân edildiği için bu sureye "Hac Suresi" adı verilmiştir.

Hz. İbrahim (a. s.) Beyt-i Atîk'i (Kabe-i Muazzama'yi) bina ettikten sonra bu ilânı yaptı. Sesi dünyanın her köşesine ulaştı. Hatta sulblerdeki nutfelere ve rahimlerdeki doğacak yavrulara bile ulaştı. Bu sese kulak verenler: "Leb-beyk Allahümme lebbeyk!" diye cevap verdiler. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin başlangıcı ile önceki surenin sonu arasında gayet açık bir ir­tibat ve uygunluk bulunmaktadır.

Cenab-ı Hak bundan önceki Enbiya Suresi'ne "Gerçek vaad yaklaştı. Bir de görürsün ki o gün küfredenlerin gözleri yuvalarından fırlamıştır." ayetinde kıyametin yaklaşmış olduğunu ve kıyametin dehşetini beyan ederek son ver­miştir.

Bu surenin başında ise insanın çeşitli merhalelerde yaratılışı, yer ve gök­lerin emsalsiz bir şekilde yoktan var edilmesi ile Allah'ın, insanı öldükten son­ra tekrar yaratmaya kadir olduğuna, Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine delil getirilmiştir. Sonra Allah'ın helak ettiği zalim kasaba halklarının durumuna ve peygamberleri yalanlamaları sebebiyle uğradıkları bu belâlardan ibret alın­masına dikkat çekilmiştir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure Medenî sure olup, haccın farz oluşu ve hac menasikini, cihadın meşru oluşunu ve zafere ulaşmanın esaslarını ihtiva etmesine rağmen; Allah'a iman, Allah'ı bir tanıma (tevhid), öldükten sonra dirilme, buna delil getirme ve amellere karşılık verilmesi gibi Mekkî surelerin konularına benzer konulardan da söz etmektedir.

Sure duygulan tahrik eden, kıyametin dehşetinden ve şiddetinden korku veren ayetlerle başladı.

Daha sonra da öldükten sonra dirilmenin delillerinin beyan edilmesi, kıyametin kopması, iyilerin nimet yurduna ve kâfirlerin cehennem ateşine konulması gibi bazı kıyamet sahnelerinin beyan edilmesi, hiçbir istikrarı veya yönü bilinmeyen dengesiz münafıkların kayba uğradıklarının ilân edilmesi konularına geçti.

Sonra Mescid-i Haram'm mukaddes olduğunu, haccm farz oluşunu ve fay­dalarını, haccm yasaklarını ve mukaddesatını, haccın menasikini ve kurban­larını beyan etti.

Bunun ardından da savaşın farz oluşunun sebepleri, düşmanlara karşı zaferin esasları hakkında ikna edici hususlar, bunun yanında peygam­berimizin (s. a.) kavminden gördüğü eziyetlere ve kendisini yalanlamalarına karşılık yapılan teselli ifadeleri geldi. Allah'ın helak ettiği zalim kasabaların halklarının durumunun tarif edilmesi... İyi akibetin takva sahiplerine ait oluşu... Peygamberin (s. a.) vazifesinin "müjdelemek ve uyarıcılık" olduğunun belirlenmesi... Kur'anı yalanlayanların cehennemle uyarılması... Salih amel iş­leyenlerin cennet ve nimetle müjdelenmesi... Muhacirlere Allah'ın lütfunun ve mükâfatının ne derece olacağının ortaya konması hususlarını zikretti.

İlâhî hikmet bundan sonra gece ile gündüzün, yeryüzü ile gökyüzünün yaratılması, diriltme ve öldürme gibi ilâhî kudretin delilleri, kâinatın bütün gizli yönlerinin tam olarak bilinmesi, hesaba çekme, insanlar arasında karar ve hüküm verme noktasının sadece Allah'a ait oluşu konularını ele aldı. Sonra da kâfirlerin Allah'ın ayetlerinden ne derece uzak oluşları, kızgınlığın yüzlerin­den açıkça okunması... Onların tapındıkları varlıkların insanı yaratmak şöyle dursun, bir sivrisinek bile yaratamayacakları hususunda onlara meydan oku­ması... Onların şirklerinin kaynağı, kalplerinin Allah'ı hakkıyla takdir etmek­ten yoksun oluşu üzerinde durdu. Zira Allah'ın ilâhî risaleti en kâmil şekilde tebliğ etmek için meleklerden ve beşerden elçiler gönderdiği-göndereceği bilin­mektedir.

Sonra da tekrar müminlere üç özlü farzı yani namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek ve Allah yolunda hakkıyla cihad etmek farzlarını emretmek gibi şer'î hükümleri beyan etmeye döndü. Bunun ardından da İslâm'ın hoşgörülü olduğunu, dinin zorluk değil kolaylık olduğunu hatırlattı. Sonra da onlara Al­lah'ın dinine, Kur'an'a ve İslâm'a sarılmalarını emretti. Peygamberin kıyamet gününde ümmetine şahit olacağını, ümmetinin de daha önceki ümmetler için peygamberlerinin kendilerine Allah'ın daveti ve teşriini tebliğ ettiğine şahit olacağını, bu özelliğin bu ümmet için yüce bir meziyet olduğunu beyan etti. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Azîzî diyor ki: Bu sure en acayip ve hayret verici surelerden biridir. Bu sure hem gece hem gündüz, hem seferde hem ikamet halinde, hem Mekke'de hem Medine'de, hem barışta hem savaşta, hem muhkem hem müteşabih olarak indirilmiştir. [4]

 

Takvanın (Allah Teala'dan Korkmanın) Emredilmesi

 

1-  Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Zira kıyametin sarsıntısı büyük bir şey­dir.

2-  Onu gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği çocuğundan geçer. Her hamile kadın çocuğunu düşürür. Sen insanları sarhoş görürsün. Aslında on­lar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı şiddetlidir.

3- İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisiz­ce Allah hakkında mücadele eder, her azgın şeytanın ardına düşer.

4-  Şeytan hakkında yazılmıştır ki, kim şeytanı dost edinirse o onu saptırır ve onu cehennem azabına sürükler.

 

Belagat:

 

"Sen insanları sarhoş görürsün." ifadesi teşbih-i beliğdir. Burada benzet­me edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani insanlar şiddetli dehşet sebebiyle sarhoş gibidirler.

"Her azgın şeytanın ardına düşer." ifadesinde istiare yapılmıştır. Şeytan lafzı azgın, taşkın ve Allah'a karşı inatçı kimse için kullanılmıştır.

Ona cehennem azabının yolunu gösterir." ayetinde tehekküm (alaylı) üs­lûbu vardır. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey insanlar!" Ey Mekkeliler! Ey diğer insanlar! "Rabbinizden korkun." O'na itaat etmek suretiyle O'nun azabından sakının.

"Zira kıyametin sarsıntısı" mecazî olarak her şeyi sarsması demektir. Zel­zele (deprem), Yeryüzünün şiddetle sarsılması demektir. Bir görüşe göre, bu sarsıntı gerçekten olacak, bunun ardından güneşin batıdan doğması olayı mey­dana gelecektir. Bunun kıyamete nispet edilmesi bu sarsıntının kıyamet alâmetlerinden biri olması sebebiyledir.

"... büyük bir şeydir." insanları rahatsız eden dehşetli bir olaydır. Bu bir çeşit ceza ve azaptır. İnsanların bu dehşetli olayı akıllarıyla tasavvur etmeleri ve bundan emniyete kavuşmanın takva elbisesine bürünmekle olacağını bil­meleri için insanların kıyametin fecaatinden korkmalarını emretti.

"Onu" o sarsıntıyı "gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği çocuğundan geçer" onu unutur. Bu sarsıntı emzikli kadına çocuğunu unutturur. Zühul, keder, acı ve benzeri aniden meydana gelen bir olay sebebiyle dehşete kapılıp bir şeyi unutma demektir. Burada maksat kıyametin dehşetini tasvir etmek ve insanın en sevdiği şeyle ilgisini keseceğine işaret etmektir.

"Her hamile kadın" karnındaki "çocuğunu düşürür. Sen insanları sarhoş görürsün." Şiddetli korku sebebiyle sanki onlar sarhoş gibidirler. Halbuki ger­çekte "Aslında onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı şiddetlidir." Yani o azabın dehşeti onları perişan eder, akıllarını ve temyiz gücünü giderir, dolayısıyla onlar bu azaptan korkarlar.

"İnsanlardan öylesi vardır ki bilgisizce Allah hakkında mücadele eder," "Melekler Allah'ın kızlarıdır," "Kur'an ilklerin masallarıdır" der. Öldükten son­ra dirilmeyi ve toprak olmuş kemiklerin tekrar yaratılmasını inkâr eder. Bu mücadelesinde ve bütün hallerinde inatçı, fesatçı "her azgın şeytanın ardına düşer."

Onun hakkında "Şeytan hakkında yazılmıştır ki: "kim şeytanı dost edinir­se" ona uyarsa, "şeytan o kimseyi saptırır." Yani kendisini dost edinen kimseyi saptırması onun üzerine takdir edilmiştir. Zira o bunun üzerine yaratılmıştır. "Ve onu cehennem azabına sürükler" onu cehenneme davet eder. Cehenneme götürecek amellere sevkeder. [6]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey insanlar!.", "Onu gördüğünüz zaman..." 1. ve 2. ayetlerin nüzul sebebi: Bu iki ayet Benî Mustalık Gazvesi'nde geceleyin nazil olmuş, peygamberimiz (s. a.) de bu ayetleri ashabına okumuştu. Rasulullah (s. a.) bu geceden başka bir gecede bu kadar çok ağlar halde görülmemişti. İnsanlar ise ya ağlıyorlar ya da oturmuş düşünceli ve mahzun bir halde idiler.

"İnsanlardan öylesi vardı ki..." 3. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, İbn Ebî Hatim anlatıyor: Ebu Malik "İnsanlardan öylesi vardır ki bilgisizce Allah hak­kında mücadele eder." ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu ayet Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. [7]

 

Açıklaması

 

Allah kullarına takvayı emrediyor ve onlara kıyametin dehşeti, sarsın­tıları ve ahiretin durumları hakkında karşılaşacaklarını bildiriyor ve şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Zira kıyametin sarsıntısı büyük bir şey­dir. " Ey âdemoğulları! Rabbinize itaat etmek ve O'na isyan etmemek suretiyle

O'nun cezasından sakının. Zira kıyametin sarsıntısı yahut insanlar kabirlerin­den kalkmadan önce kıyamet koptuğu zamanki şiddetli hareket çok korkunç­tur. Meydana gelmesi çok dehşetlidir.

Buna şu ayetler de delildir: "Yeryüzü kendisinden gelen şiddetli bir sarsıntı ile zelzeleye uğratıldığı zaman ve yeryüzü bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman..." (Zilzal, 99/1-2);

"Yerle dağlar yerlerinden kaldırılıp da birbirine bir çarpma ile hepsi toz haline geldiği zaman..." (Hakka, 69-14-15);

"Yeryüzünün bir sarsıntı ile sarsıldığı, dağların didik didik parçalandığı, hepsinin dağılıp toz haline geldiği zaman..." (Vakıa, 56/4-6).

Bu günün özellikleri şunlardır:

1- "O sarsıntıyı gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği çocuğunu unutur." O gün o sarsıntı sebebiyle emzikli kadın bebeğini unutur. Ayette geçen "el-murdıa" kelimesi çocuğunu emziren, çocuğuna meme veren kadın demektir, "el-murdı"' ise emzirmeye hazırlıklı olan yahut emzirmese bile emzirme durumunda olan demektir. "Emzirdiği çocuğunu" ya da emzirmeyi "unutur".

2- "Her hamile kadın çocuğunu düşürür." Dehşetin, korkunun şiddeti sebebiyle hamile kadın karnındaki yavrusunu düşürür.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Emzikli kadın çocuğunu emzirmekten gafil kalır, hamile kadın karnındaki çocuğunu vakti tamam olmadan düşürür.

3- "Sen insanları sarhoş görürsün." İnsanları korkudan dolayı sarhoş gibi görürsün. Onlar gerçekte ve hakikatte içki içip sarhoş olmuş değildirler. Fakat şiddetli azap onların akıllarını ve ayırd etme gücünü kaybettirir.

Bu şiddetli uyarıya rağmen bazı insanlar öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar ve bilgisizce Allah katında mücadele ediyorlar. İnsanlardan bir kısmı Allah'ın sıfatları ve fiilleri hakkında, öldükten sonra dirilmeye ve başka husus­lara kadir oluşu hakkında doğru bir bilgi olmaksızın ve doğru bir akıl olmak­sızın tartışırlar. Bu batıl yoldaki mücadelesinde azgın ve inatçı şeytanın iz­lerine uyar. O hak yolda mücadele etmez, sadece batıl yolda mücadele eder.

Daha önce de beyan edildiği gibi denilmiştir ki: Bu ayet Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Nadr mücadeleci bir kimse idi. Nadr:

- Melekler Allah'ın kızlarıdır. Kur'an öncekilerin masallarıdır. Allah çürümüş ve toprak olmuş insanları diriltmeye, kadir değildir, diyordu.

Bu ayet -Keşşafta denildiği gibi- Allah için caiz olmayan hususlarda, caiz olmayan sıfat ve fiillerde hiçbir ilme müracaat etmeden, hiçbir hüccete ve doğ­ru burhana uymadan mücadele eden, ne yaptığını bilmeyen, hakla batılı ayırd edemeyen herkes hakkında umumidir.

Ayet mefhumu itibariyle haklı mücadelenin caiz olduğuna delâlet etmek­tedir. Haklı mücadele bilerek ilimle yapılan ve "Onlarla güzel bir şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125) ayetinde murad olunan mücadeledir.

Batıl mücadele ise "Sana ancak mücadele ile vurdular." (Zuhruf, 43/58) ayetiyle murad edilen mücadeledir.

"O kendi üzerine şunu takdir etti ki: Kim şeytanı dost edinirse onu (hak yoldan) saptıruçaktır..." Cenab-ı Hak şeytana uyan, onu kendisine dost ve yar­dımcı kılan herkesi dalâlete düşüreceğine ve o kimsenin şeytanı dost edin­mesini, kendisine cennet yolundan sapmak, ateşe yönelmek ve cehenneme ulaşmaktan başka fayda vermeyeceğine karar verdi.

Kastedilen mana şudur: Şeytana uymak dünyada sapıklığa, ahirette ise cehennem azabına götürür. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Şeytana uyan kimse için şeytanın o kimseyi cennetten sapıtacağı, onu cehenneme sürükleyeceği kararlaştırılmıştır. Bu ayet şeytana tabi olanlara bir tehdit niteliğindedir. [8]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları ifade etmektedir:

1- Son derece tehlikeli kıyamet gününün dehşetinden sakınmak için, tak­va yani ilâhî emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmak duygusu ile bezen­menin vacip oluşu.

2-  Kıyametin kopması ve kıyametin nefse tesiri pek şiddetlidir. Hatta kıyamet sarsıntısı şefkat dolu anneye emzikli çocuğunu unutturur, anne kar­nındaki cenini düşürür ve bütün insanları gerçekte içkiden dolayı sarhoş ol­madıkları halde şiddetli korku sebebiyle sarhoş gibi kılar.

3- Allah'a şirk koşan kimse Allah'ın sıfatları ve fiillerinde öldükten sonra diriltmeye, öldürdükten sonra can vermeye kadir olması hususunda batıl yolla ve doğru olmayan bir bilgi ile mücadele eder. O bu mücadelede inatçı şeytan­lara uyar. Kim de şeytanlara uyarsa ve onları dost edinirse şeytanlar onu şaş­kınlığa ve cehennemde sapıklığa düşürürler. Elinden tutup ahirette cehennem azabına götürürler. Bu da bilgisizlik üzerine kurulan batıl mücadelelerin haram olduğuna, Allah'ın şeytanın adımlarına uymaktan sakındırdığına delâlet etmektedir.

Hak yolda mücadeleye gelince, bu mücadele ilim üzerine kuruludur. Bu da caizdir, yasak değildir. [9]

 

İnsanın Ve Bitkilerin Yaratılmasıyla Öldükten Sonra Dirilmeye Delil Getirilmesi

 

5- Ey insanlar! Eğer dirilmekten şüphe ediyorsanız (şunu iyi bilin ki) biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da belirsiz bir vakte kadar rahim­lerde tutuyor, sonra da sizi bebek olarak dünyaya getiriyoruz. Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz. Kiminiz ölüyor, kiminiz (kemale erip) hayatın en kötü devresine ulaşıyor. Ar­tık bilgi durumundan sonra (hiçbir şeyi) idrak edemez oluyor. Sen yer­yüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirir.

6- Bundan dolayı Allah haktır, ölüleri O diriltecektir. O her şeye kadirdir.

7- Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır. Al­lah kabirlerde olanları diriltecektir.

 

Belagat:

 

"... harekete geçer ve uyanır" ifadesi istiare-i tebeiyyedir. Burada yeryüzü uyuyan kimseye benzetilmiştir. Yeryüzü, üzerine yağmur yağmasıyla harekete geçer. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey insanlar!" Ey Mekkeliler ve onların durumunda olanlar. "Eğer tekrar dirilmekten" onun mümkün olduğundan ve ona güç getirileceğinden "şüphe ediyorsanız" şunu iyi bilin ki, "sizi" babanız Âdem'i ve meniyi meydana getiren gıda maddelerini "topraktan yarattık." Yani yaratılışınızın başlangıcına ve as­lınız Hz. Adem'e bakın ki bu durum sizin şüphenizi izah etsin. "Sonra onun neslini nutfeden" meniden "yarattık." Meni azlığı sebebiyle nutfe adıyla adlan­dırılmıştır. Nutfe "natf' kelimesinden alınmıştır. Natf dökülme ve damlama demektir. Sonra da pıhtılaşmış kandan sonra da belli belirsiz yaratılış şekilleri verilmiş ya da henüz şekil verilmemiş hiçbir noksanlık veya ayıp olmaksızın gayet düzgün, yaratılışı tam yahut eksik olan "bir çiğnem et parçasından yarattık."

"Böylece" yaratılıştaki bu tedricî gelişim ile kudretimizin ve hikmetimizin mükemmel olduğunu "açıklıyoruz." Ve bununla yaratmanın başlangıcı ile tekrar diriltmeye delil getiriyoruz. Rahimlerde tutmayı "dilediğimizi belli bir vakte" doğum vaktine "kadar" en azı 6 ay genellikle 9 ay ve en fazla uzman­ların görüşüne göre 1 sene olan hamilelik müddetinin sonuna kadir "rahim­lerde tutuyor, sonra da" annelerinizin karnından "sizi bebek olarak dünyaya getiriyoruz."

"Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz." Yani sonra size ömür veriyoruz, böylece kuvvet ve akılda kemale eriyorsunuz. Bu da 30-40 yaşları arasıdır. "el-Eşedd" kuvvet, akıl ve temyizde mükemmelliktir. Bu kelime "şid­det" kelimesinin çoğuludur. Zemahşerî diyor ki: Bu kelime müfredi bulun­mayan el-esde, el-katûd ve el-ebatîl kelimeleri gibidir.

"Kiminiz ölüyor" kemale erişmeden önce can veriyor, "kiminiz de" kemale erip "hayatın en kötü devresine" ağır yaşlılık ve bunaklık, konuşma gibi düşük bir seviyeye "ulaşıyor." "Artık bilgi durumundan sonra hiçbir şeyi idrak edemez oluyor." Çocukluk anlarındaki gibi akıl geriliği ve anlayış azlığı durumuna dönüyor, bildiğini unutuyor, tanıdığını tanımaz hale geliyor.

İkrime "Kur'an okuyan bu duruma düşmez." demiştir. Bu ayet insanın çeşitli şekillerdeki merhaleler ve birbirine zıt durumlarla karşı karşıya gel­mesiyle öldükten sonra dirilmenin mümkün olacağına ikinci bir delildir. Zira buna kadir olan bunun benzerlerine de kadir olur.

"Sen yeryüzünü kupkuru" ölü, bitkisiz "görürsün. Fakat biz oraya su indir­diğimiz zaman" yeryüzü bitkilerle donanarak "harekete geçer, kabarır" yükselir, artar, su ve bitki ile şişer "her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirir."

"Bundan dolayı" yani insanın yaratılışının başlangıcından yeryüzünü ihya edilmesine kadar zikredilen hususlar sebebiyle "Allah haktır." Bizzat sabit ve değişmeyen, varlığı hak olan, daimî olandır. Çünkü hak olan Haktır.

"Ölüleri diriltecektir." Yani O ölüleri diriltmeye kadirdir. Aksi takdirde ölü nutfeyi ve ölü toprağı ihya etmezdi. "O her şeye kadirdir." Zira O'nun kudreti bizzat kendindendir. Kim bazı ölüleri diriltmeye kadir ise o kimse bütün ölüleri diriltmeye kadirdir.

"Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır. Allah kabirlerde olanları" hilaf kabul et­meyen vaadinin gereği olarak "diriltecektir." [11]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak müşrikler hakkında öldükten sonra dirilme, haşir ve neşir meselesinde bilgisizce mücadeleyi naklettikten ve bunu yapanları zemmettik­ten sonra öldükten sonra dirilmenin varlığına delâlet eden insanın ve bitkinin yaratılması merhalelerini getirdi.

Burada birincisi için: "Biz sizi topraktan yarattık" buyurdu. Diğer ayetler­de ise şöyle buyurdu: "De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecektir." (Yasin, 36/747; "Onlar "Bizi tekrar kim yaratacakmış." diyeceklerdir. De ki: Sizi ilk defa yoktan var eden yaratacaktır." (İsra, 17/51).

İkincisi -bitkilerin yaratılması- hakkında ise: "Sen yeryüzünü kupkuru görürsim..." buyurmuştur. [12]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenin tutumunu zikrettikten sonra ilk defa yaratma şeklinde müşahede ettiği hususların tekrar yaratmaya kadir olduğuna delil oluşunu zikretti ve şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Eğer tekrar dirilmekten şüphe ediyorsanız..." Yani ey öldük­ten sanra dirilmeyi inkâr eden insanlar, tekrar dirilmenin mümkün olduğun­dan ve kıyamet günü bunun olacağından şüphede iseniz yaratılışınızın başlan­gıcına bakın. Başlangıcına kadir olan varlık insanın uğradığı şu yedi mer­halelerin delaletiyle tekrar diriltmeye de kadirdir:

1- "Biz sizi topraktan yarattık." Yani sizin aslınız olan Adem'i topraktan yarattık. Meniyi meydana getiren maddeleri su ve topraktan oluşan bitkiler­den yarattık.

2- "Sonra nutfeden..." Yani sonra topraktan oluşan gıdalardan meydana gelen meni vasıtasıyla normal doğumlar meydana geldi.

3- "Sonra kan pıhtısından..." Yani sonra nutfe Allah'ın izniyle 40 gün son­ra yoğun veya donuk bir kan parçasına yahut kırmızı kan pıhtısına dönüşür.

4- "Sonra da belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık." Yani son­ra bu kan pıhtısı et parçası olur. Bu et parçası ya tam bir halde oluşur. Yani şekli, duyguları ve beden azalarının planlaması tam olur. Ya da tamam-lanamaz ve henüz şekillenmeden önce yahut şekillendikten sonra kadın onu düşürür. Yahut şekli, duygu organları noksan olarak doğum meydana gelir.

Razî diyor ki: "Belli belirsiz bir çiğnem et parçası" ifadesinin insan olacak kimse için kullanılmış olması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak ayetin başında: "Sizi biz yarattık." buyurmaktadır. Bu da "belli belirsiz bir çiğnem et parçası" ifadesinin düşük çocuk için kullanılma ihtimalini uzak kılmaktadır.

Kısaca: "Mukhallaka "kendisinde hiçbir eksiklik ve hiçbir ayıp bulun­mayan yaratılışı tam olan düzgün et parçası "Gayri mukhallaka" ise ayıplı, kusurlu ve tam olarak yaratılmamış et parçasıdır.

"Size beyan etmemiz için..." Yani size mükemmel kudretimizi ve hik­metimizi beyan etmemiz için ve böylece öldükten sonra dirilmenin mümkün ol­duğuna delil saymanız için sizi bu çeşit bir tedricî şekille yarattık. Zira beşeriyeti önce topraktan, sonra da ikinci olarak su ile toprak arasında hiçbir uygunluk olmadığı halde nutfeden (meniden) yaratmaya muktedir olan, aralarındaki açık farklılığa rağmen nutfeyi de kan pıhtısı haline getiren, daha sonra da kan pıhtısını et parçası, et parçasını kemik haline getiren başlangıçta olduğu gibi tekrar yaratmaya muktedirdir. Hatta bu -Zemahşerî'nin dediği gibi- daha da basittir.

5-  "Sonra da sizi bebek olarak dünyaya getiriyoruz." Sonra sizi an­nelerinizin karnından beden, akıl ve duygulan zayıf yavrular olarak çıkarırız. Sonra her yavru gelişir; Allah ona yavaş yavaş güç ve kuvvet verir.

6-  "Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz." Bedenî ve aklî gücünüz kemale eriyor, nihayet gençliğin baharında kemal derecesine ulaşıyorsunuz.

7- "Kiminiz ölüyor, kiminiz de hayatın en kötü devresine ulaşıyor." Yani siz­den bir kısmınız henüz olgunluk çağına erişmeden yahut gençlik ve kuvvetlilik halinde ölüyor. Bir kısmınız da yaşlılık ve çöküntü, kuvvet, akıl ve anlayış zayıflığı ve bunaklık yaşına kadar ulaşıyor. Nihayet eskiden çocuklukta olduğu gibi güçsüz, aklı basit, anlayışı az, bildiği şeyleri unutmuş hale dönüyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kime uzun ömür verirsek onu yaratılış­ta geriletiriz." (Yasin, 36/68).

Kısaca: Yaratılışın uğradığı bu zikredilen merhaleler ölüm ve diğer durumların insanın başına gelmesi her şeye kadir ve her şeye hâkim olan, mahlûkatı yoktan var eden, sonra onları tekrar diriltecek olan, akla ve kıyasa göre tekrar diriltmek yoktan var etmekten daha basit gelen yaratıcının "Al­lah'ın" varlığına kesin bir delildir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah sizi bir güçsüzlükten yaratan, sonra bu güçsüzlüğün ardından size kuvvet veren, sonra da bu kuv­vetin arkasında tekrar güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O dilediğini yaratır. O herşeyi gayet iyi bilen ve her şeye kadir olandır." (Rum, 30/54).

Bundan sonra Cenab-ı Hak öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna insanın yaratılmasına benzeyen bitkilerin yaratılış şekli ile ikinci delili zikret­ti. Şöyle buyurdu:

"Sen yeryüzünü kupkuru görürsün." Yani ey insan, düşündüğün zaman yeryüzünü ölü, kuru, çorak ve bitkisiz görürsün. Biz yeryüzüne yağmur suyu ve benzerlerini yağdırdığımız zaman yeryüzü bitki ile harekete geçer, ölümün­den sonra canlanır. Gittikçe bitkiler artar. Su ve bitkilerle yeryüzü yeşerir, kabarır, yükselir.

Daha sonra her çeşit bitki ve ekinlerden gayet güzel, süslü, hoş ve kokulu, güzel manzaralı, değişik renk, tat, koku, şekil ve yararları bulunan meyve, seb­ze ve bitkiler çıkarır. Hiçbir bitkinin yeşermediği kupkuru ve ölü toprağı dirilt­meye kadir olan elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir.

Bu anlatılanların şu beş sonucu vardır:

1- "Benden dolayı Allah haktır." Size şu beyan ettiğim insan, hayvan ve bitkilerin yaratılışı, her yaratığın bir halden diğer hale geçişi Allah'ın hiç şüp­he bulunmayan değişmez, engel olunmayan, kaybolmayan, yaratıcı, yönetici, dilediğini yapan hak varlık oluşu sebebiyledir. Onun dışındaki bütün yaratık­lar güçsüz ve zayıftırlar. Bu belirtilen şeylerden hiçbirini yapamazlar. Bu da yaratma hususunda tek olan yaratıcının varlığına delâlet etmektedir.

2- "Ölüleri O diriltecektir. "İnsanı, hayvan ve bitkiyi dirilttiği ve ölü toprak­tan canlı bitkileri yeşerttiği gibi ölüleri diriltmeye kadir olan ilâh da Odur. Bu ifade bu eşyaları meydana getirmekten âciz olmayan kimse nasıl ölüleri tekrar diriltmekten âciz olabilir? diye bir uyarıdır.: "Bunları dirilten ölüleri de diril­tecektir. Şüphesiz ki O her şeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).

3- "Şüphesiz O her şeye kadirdir." Allah her şeye muktedirdir. Bu belirtilen hususlarda ve diğer mümkün olan şeylere kadir olan Allah yok olduktan, çürüdükten sonra cesetleri tekrar diriltmeye kadirdir. Bütün malûmatı bilmek­tedir: "De ki: Onları ilk defa yoktan var eden tekrar diriltecektir. O bütün yaratıkları gayet iyi bilir." (Yasin, 36/79).

4- "Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır." Şunu iyi bilin ki ölüleri diriltmeye kadir olan kıyamet gününü de getirmeye kadirdir. Kıyamet Allah'ın size vaad ettiği gibi hiç seksiz şüphesiz mutlaka olacaktır.

Yedinci ayet, altıncı ayete mana yönünden olmasa da lafız yönünden at-fedilmiştir. Burada mutlaka bunu tazmin edecek gizli bir fiile ihtiyaç vardır. Bu da "vel-ya'lemû (bilsinler ki)" fiilidir.

5- "Allah kabirlerde olanları diriltecektir." Şunu yakinen bilin ki Allah kabir ehlini diriltecektir. Onlar kabirlerinde çürümüş kemikler olduktan sonra tekrar onları yaratacak, ikinci defa mahşer, hesap, sevap ve ceza günü için on­ları var edecektir.

Kısaca; insan, hayvan ve bitkinin yaratılış merhalelerinin beyan edilmesi Cenab-ı Hakkın mümkün olan herşeye kadir olduğuna, bütün malûmatı bil­diğine delildir. Bu tekrar diriltmenin mümkün, kıyametin de takdir edilmiş ol­duğunu ispat etmektedir. [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kur'an'ın indirilmesinin gayesi akide hususunda üç ana esasın ispat edil­mesidir:

- Allah'ın birliği, O'nun kemal sıfatlarıyla tavsif edilmesi ve bütün noksan­lıklardan tenzih edilmesi.

-  Öldükten sonra dirilmenin ve uhrevî hayatın ve bu hayatta bulunan sevap ve azabın ispat edilmesi.

-  Olağanüstü mucizelerle vahyin, peygamberlerin risalet ve nübüvvet­lerinin ispat edilmesi.

Bunun için Kur'an'da ayetler ikinci noktaya delil getirmek için zikredil­miştir.

1- Cenab-ı Hak insan, hayvan ve bitkiyi ölümden ve yokluktan sonra dün­yaya getirmeyle öldükten sonra dirilme, kıyamet ve ölülerin diriltilmesine delil getirdi.

Kim insanın aslını topraktan yaratmışsa, sonra da kaynağı topraktan meydana gelen ve gıda olan sudan yaratmışsa, sonra da onu gözetip en güzel şekilde yaratmışsa, sonra da tekrar onu güçsüz kılmışsa, bu kimse o insanı tekrar yaratmaya, var etmeye ve meydana getirmeye kadirdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Bir şeyi dilediği zaman O'nun emri sadece ol demesi ve o şeyin de oluver-mesidir." (Yasin, 36/82).

Sünnet yaradılış merhalelerini açıklamıştır. Buharî ve Müslim'in Sadi'lerinde Abdullah b. Mes'ud'dan (r. a.) nakledilmektedir: Bize Rasulullah (s. a.) anlattı. O doğru sözlü ve sözü tasdik edilen kişidir. Buyurdu ki:

"Sizden birinizin anne karnında yaratılışı 40 gündür. Sonra aynı müddet kadar bir sürede kan pıhtısı olur. Sonra aynı müddet kadar sürede et parçası olur. Sonra melek gönderilir. Ona ruhu üfler ve dört kelime ile emrolunur. Bun­lar rızkının yazılması, eceli, ameli, şakı veya said oluşudur."

Hadisin bir başka rivayeti şöyledir: "Sizden birinizin ana karnında yaratılışı 40 gün nutfe, sonra 40 gün kan pıhtısı, daha sonra 40 gün et parçası şeklinde olur. Sonra melek gönderilir. Melek ona ruhu üfler." Yani ceninin ilk merhaleleri dört aydır.

İbni Abbas diyor ki: Dört aydan sonraki on gün içinde ona ruh üflenir. Kocası vefat eden kadının iddeti de aynı şekilde dört ay on gündür.

Dikkat edilmelidir ki, yaratma ve tasvir etmenin meleğe nispet edilmesi hakikî değil, mecazîdir. Üfleme Allah'ın ruhu ve hayatı yaratmasının sebebidir. Yaratma sadece Allah'ın kudreti ve yaratıcı gücüyledir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizi biz yarattık. Sonra da size şekil verdik." (Araf, 7/11).

"O size şekil verdi ve en güzel şekli verdi." (Gafir, 40/64); "Biz sizi toprak­tan yarattık." (Hacc, 22/5).

Meni maddesinin kadının yumurtalıklarıyla buluşması esnasındaki hayat bitkisel ve hücresel bir hayat olmaktadır.

Alimler cenine hareket verici ruhun üflenmesinin 120 gün sonra -yani dört ay tamamlandıktan ve beşinci ay girdikten sonra- olduğunda ihtilâf etmemiş­lerdir.

Bu sebeple nutfe Kurtubî nin dediği gibi yakîn olarak hiçbir şey değildir. Rahimde bir araya gelmeden kadının onu dışarı atmasına dair hiçbir hüküm gerekmez. Erkeğin sulbünde iken de böyledir. Meni kan pıhtısı haline geçince nutfenin rahimde istikrar bulduğunu, yerleştiğini ve çocuğun meydana gelmesi merhalelerinden ilk merhalenin başlamış olduğunu anlamış oluruz. Kan pıh­tısı ve ondan sonraki et parçası durumu hamilelik durumudur. Rahim bu şekil­de temizlenir. İddet bununla biter. O kadına ümm-i veled hükmü sabit olur. Bu İmam Malik ve ashabının mezhebinin görüşüdür.

Şafiî diyor ki: Kan pıhtısını düşürmenin hiçbir değeri yoktur. İtibar sadece şekil ve planlama belirince olur. Yani dört ay önce yaratılan et parçasının atıl­ması ile olur.[14] İbni Zeyd diyor ki: Yaratılan et parçası yani başı, elleri ve ayak­ları yaratılmış olan demektir.

İmam Malik (r.a.) diyor ki: Kadının karnına vurarak et parçası, kan pıh­tısı veya çocuk olduğunu bildiği bir şeyi atması sebebiyle kadına "gurre" gerekir.[15]

İmam Şafiî diyor ki: Çocuğun yaratılışından bir şey belli oluncaya kadar hiç bir şey gerekmez.

İmam Malik diyor ki: Cenin düşer ama ağlamazsa "gurre" gerekir. Cenin düştüğünde ağlarsa İmam Malik ve İmam Şafiî'ye göre buna karşılık tam bir iıyet gerekir.

Kadı İsmail kadının iddetinin düşük yapmakla sona erdiğini zikretmiştir. Zira bu da hamileliğin sona ermesidir.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Hamilelerin müddeti doğumlarının sona er­mesiyle biter." (Talak, 65/4).

İbnü'l-Arabî diyor ki: Yaratılmış olmadığı müddetçe ceninle ilgili hiçbir îruküm verilmez. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz sizi topraktan, aznra nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra da yaratılmış ve yaratılmamış et parçasından yarattık. "[16]

2-  İnsanın zikredilen yaradılış merhalelerinde Allah Tealâ'nın kudretinin nükemmel olduğuna açık bir delil ve kesin bir beyan yer almaktadır.

İnsanın bebek olarak doğması sonra gençlik yaşında cesedinin aklının ve kuvvetinin kemâle ermesi hususundaki Allah'ın gözetimi şükür, takdir ve jîratıcmın hakkını bilmeyi gerekli kılan bir nimettir.

Sonra da ihtiyarlığa ve saçmalama olmaksızın yaşlılığa ya da saçmalama ie birlikte yaşlılara reddetmekte Allah'ın mahlûkatmda mutlak tasarrufuna delâlet eden ibret ve öğütler vardır.

Nesaî'nin Sa'dden rivayet ettiği hadis-i şerife göre Peygamberimiz (s. a.) şeyle dua ediyordu: "Allahım cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım. Hayatın en rezil durumuna düşürülmekten sana sığınırım. Dünyanın fitnesinden ve kabir azabından sana sığınırım."

3-  Öldükten sonra dirilmeye en kuvvetli delil ölü topraktan bitkilerin y&ratılmasıdır. Allah ölü toprağı yağmur yağdırdığı zaman topraktan, güzel şekilli, güzel renkli, hoş kokulu ve lezzetli meyve ve sebzeler çıkarır.

4- İnsanın ve bitkinin yaratılması Allah'ın sebebiyle meydana gelir. Bunun meydana gelmesinin hakiki sebebi O'dur. O olmasaydı bunların varlığı bile «tmişünülemezdi. Zira Allah haktır, sabittir, vardır. O ölüleri ve takdir edilenleri diriltmeye kadirdir. O hikmet sahibidir, sözünden asla dönmez. O kıyameti ve öldükten sünra diriltmeyi vaad etmiştir. O vaad ettiğini mutlaka yerine getirecektir. O her şeyi bilendir. Yeryüzünün değişik köşelerinde, ya da deniz­lerin diplerinde yahut yırtıcı hayvanların karınlarında veyahut herhangi bir yerde bulunan dağınık insan zerrelerini toplamaya kadirdir. [17]

 

Batılla Mücadele, Tereddütlü İman, Salih Müminlerin Mükâfatı

 

8- İnsanlardan bir kısmı bilgisi, hidaye­ti ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışma çıkarır.

9- Allah yolundan saptırmak için bir ta­raflarını eğip büker (büyüklük taslar). Dünyada rezillik onadır. Biz ona kıya­met günü yakıcı azabı tattırırız.

10- Bu senin kendi ellerinle yaptıkların­dan dolayıdır. Yoksa Allah kullarına karşı hiç de zalim değildir.

11- İnsanlardan bir kısmı da Allah'a bir uçurum kenarında ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.

12- O Alah'ı bırakıp kendisine zararı ve­ya faydası dokunmayacak olan şeylere yalvarır. İşte derin sapıklık budur.

13-   O kendisine zararı faydasından da­ha yakın olan putlara yalvarır. (Putlar ise) ne kötü dost, ne kötü arkadaştır.

14-   Şüphesiz ki Allah iman eden ve sa-lih amel işleyenleri altlarından ırmak­lar akan cennetlere koyar. Allah şüphe­siz dilediğini yapar.

 

Belagat:

 

"Bir tarafını eğip bükerek..." ifadesi kibirlenme ve büyüklük taslamaktan kinayedir.

"Ellerinle yaptıklarından dolayıdır." ifadesi mecaz-i mürseldir. Çünkü hay­rı ve şerri yapan eldir.

"Allah'a bir uçurum kenarında ibadet eden kimse" ibaresi istiare-i temsi-liyyedir. Münafıkların içinde bulundukları dinî yöndeki dengesizlikleri ibadet etmek için bir uçurum kenarında duran kimsenin durumuna benzetilmektedir.

"Eğer kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner." Burada gayet güzel bir mukabele sanatı vardır. [18]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanlardan bir kısmı bilgisi", incelemesi gerçeği öğrenmeye ulaştıran doğru istidlali "ve aydınlatıcı kitabı" hakkı ortaya koyan vahiy "olmaksızın Allah hakkında tartışma çıkarır".

"Allah yolundan saptırmak için" imanı bırakıp böbürlenerek, inkâr edip büyüklük taslayarak Kur'an'dan yüz çevirerek, boynunu çevirerek"büyüklük taslar. Dünyada rezillik" azap, horlanma ve zillet "onadır." Meselâ böyle bir tartışma çıkaran Ebu Cehil, Bedir günü öldürüldü. "Biz ona kıyamet günü ya­kıcı azabı" ateşle yakmayı "tattırırız."

"Bu, senin kendi ellerinle yaptıklarından dolayıdır." Burada başka âzâlar yerine elleri kelimesi kullanıldı. Çünkü pek çok davranışlar ellerle yapılır. Bu­rada iltifat yoluyla yahut kavi murad edilerek gelmiştir. Yani kıyamet günü öy­le kimseye: "Bu rezillik ve azaba uğrama işlediğin küfür ve masiyetler sebebiy­ledir." denilir. "Yoksa Allah, kullarına karşı hiç de zalim değildir." Yani Allah hiçbir kimseye zulmedecek değildir. Kullarına günahsız olarak azap etmez. O onlara amellerine göre karşılık verir. "Zallâm (çok zulmedici)" kelimesindeki mübalağa kulların çokluğu sebebiyledir.

"İnsanlardan bir kısmı da Allah'a bir uçurum kenarında" yani dinin bir yö­nünde sebatsız bir şekilde "ibadet eder." Bu teşbihle münafıkların durumu, bir da­ğın kenarında dengesiz duran kimsenin durumuna benzetilmektedir. Yahut bir ordunun kenarında durup zafer hissedince duran, aksi takdirde kaçan kimsenin durumuna benzetilmektedir. Yani bu kimse ibadet yönünden bir zaaf içindedir. "Eğer kendisine bir hayır" sağlık, canında ve malında esenlik "dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ" mihnet, hastalık ve malında musibet "gelirse yüz üstü döner." küfre döner ve irtidat eder. "Dünyayı da" dünya hakkında ümit ettiği şeyleri kaybettiği için ve irtidat etmesi sebebiyle dokunulmazlığını kaldırdığı için dünya malını da küfür ve amellerinin boşa gitmesi sebebiyle "ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." Zira onun gibi hezimet yoktur.

"O Allah'ı bırakıp kendisine zararı veya faydası dokunmayacak olan şeyle­re yalvarır. İşte derin sapıklık budur." Yani bu çeşit dua (ibadet) gayeden ve haktan uzak derin bir sapıklıktır.

"O kendisine zararı faydasından daha yakın olana (putlara) yalvarır." Ayetteki "le-men" zaidedir. Yani diyor ki: Her ne kadar onun hayaline göre fay­da elde edeceğini zannetse de o putlara tapmakla elde ettiği zarar daha çoktur. Zarar, dünyada öldürülmeye lâyık olmak, ahirette ise azaba uğramaktır. Fayda ise, şefaat ve putları Allah'a vesile kılmaktır. "Onlar" yani putlar "ne kötü dost, ne kötü arkadaştır!"

"Şüphesiz Allah iman eden" farz ve nafile olarak "salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Allah şüphesiz" salih tevhid ehline sevap vermek, kendine itaat edene ikramda bulunmak, müşriki cezalandırmak ve kendine isyan edeni küçük düşürmek gibi "dilediğini" her şeyi "yapar." [19]

 

Nüzul Sebebi

 

"İnsanlardan bir kısmı Allah hakkında tartışma çıkarır." ayeti Ebu Cehil hakkında inmiştir. Allah onu dünyada rezillik, zillet ve horlanma ile korkut­muş o da Bedir günü öldürülmüştür. Yahut yine Bedir günü öldürülen Nadr b. Haris hakkında inmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu 1. ayette olduğu gibi bu gö­rüştedirler.

"İnsanlardan bir kısmı da Allah'a dinin bir bölümü ile ibadet eder" 11. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, Buharî, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Adam Medine'ye geliyor, müslüman oluyordu. Bundan sonra hanımı erkek evlât dün­yaya getirir, atının da yavrusu olursa: "Bu güzel bir dindir." diyordu. Hanımı erkek evlât dünyaya getirmez, atının yavrusu olmazsa: "Bu kötü bir dindir." di­yordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "İnsanlardan bir kısmı da Allah 'a bir uçu­rum kenarında ibadet eder." ayetini indirdi.

İbni Merdüveyh, Atıyye tarikiyle İbni Mes'ud (r.a.)'dan naklediyor: Yahu­dilerden biri müslüman oldu. Gözünü, malını ve evladını kaybetti. Bundan do­layı İslâm'dan uğursuzluk duydu. Ben bu dinimden hayır bulamadım. Gözüm, malım gitti. Çocuğum öldü, dedi. Bunun üzerine "İnsanlardan bir kısmı da Al­lah 'a bir uçurum kenarında ibadet eder." ayeti nazil oldu. [20]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak daha önce geçen "İnsanlardan bir kısmı Allah hakkında bil­gisizce taştışma çıkarır ve her azgın şeytanın ardına düşer." (Hac, 22/3) ayetin­de küfür ve masıyet ehline ve şeytanlarına tabi olan taklitçi cahillerin durumu­nu zikrettikten sonra burada kendilerine tabi olunan küfür ve dalâlet davetçi-lerinin şer ve bidat reislerinin durumunu anlattı.

Allah'ın tevhidi hakkında hüccet ve sahih bir burhan olmaksızın bu müca­dele ve tartışmada bulunanların durumunu beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak inançları istikrara kavuşmamış olan maddî menfaat maksadıyla Medine'ye ge­len bedevi gurubundan imanda dengesiz ve tereddütlü münafıkların durumu­nu açıkladı.

Münafıkların ibadet durumu ile mabudları olan putların durumu açıklan­dıktan sonra Allah Tealâ müminlerin ibadet şeklini ve onların ibadet ettikleri Cenab-ı Hakk'ın vasfını beyan etti. Birincinin (münafıkların) ibadeti hatadır, doğru değildir. Taptıkları putlar da ne zarar verebilir, ne de faydaları dokuna­bilir. Müminlerin ibadetleri ise hak ve hakikattir. Onların mabudu kendilerine en büyük mükâfat olan cenneti veriyor. [21]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler "İnsanlardan bir kısmı Allah hakkında bilgisizce tartışma çıka­rır ve her azgın şeytanın ardına düşer." ayetinde sözü geçen taklitçi, bilgisiz, sapık gurubun durumunu beyan ettikten sonra üç gurup insanın durumunu beyan etmektedir:

Buradaki birinci gurup dalâlet davetçileri, küfür ve bid'at reisleridir. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnsanlardan bir kısmı bilgisi, hidayeti ve aydınla­tıcı bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışma çıkarır."

Yani bazı kimseler Allah'ın tevhidi, fiilleri ve sıfatları hakkında doğru bir akıl, açık bir nakil olmaksızın; sadece mücerret görüş ve nefsî arzuyla mücade­le etmektedirler.

"Allah 'in yolundan saptırmak için bir taraflarını eğip büker." Yani hakka davet edildiğinde kibirlendiği için kabul etmez ve onunla mücadele eder. Nite­kim Cenab-ı Hak Lokman'm oğluna söylediği sözü nakleder: "İnsanlara yana­ğını çevirme." (Lokman, 31/18). Yani insanlara karşı kibirlenip onlardan yüz çevirme.

Bu çeşit kimsenin hedefi ve akıbeti müminleri kendileri için en hayırlı yol olan Allah'ın dininden uzaklaştırmaktır, "li-yudüle" kelimesindeki lâm ya lâ-mu'1-akıbettir; çünkü bunu kastetmemektedir. Yani, nihayet bu çeşit kimsenin sonu Allah'ın yolundan sapan kimselerden olmaktır. Yahut bu "lâm" lâmü't-ta'lildir. Yani sebep bildiren lamdır. Zemahşerî diyor ki: Bu, mücadele etmesi­nin, tartışma çıkarmasının sebebini bildirmektedir. Onun mücadelesi dalâlete sebep olunca sanki dalâlet onun asıl amacı olmaktadır:

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu çeşit kimsenin cezasını belirterek şöyle bu­yurdu:

"Dünyada rezillik onadır. Biz ona kıyamet günü yakıcı azabı tattırırız." Ya­ni onun dünyadaki azabı rezil, rüsvay olmak, horlanmak ve zillete uğramaktır. Meselâ bu durumda olan Ebu Cehil, Bedir'de öldürüldü. Ahirette ise yakıcı cezası cehennem azabına maruz kalmak yahut ateşte yakılmaktır.

"Bu senin kendi ellerinle yaptıklarından dolayıdır. Yoksa Allah kullarına karşı hiç de zalim değildir." Onun uğradığı dünya rezilliği ve ahiret azabı işle­diği küfür ve masıyetlerdir. Allah facirlere ceza verme ve salihlere mükâfat verme hususundaki adaleti gereği ona bu şekilde muamelede bulunacaktır. Çünkü Allah kullarına zulmetmez.

Yahut bu kimseye azarlama ve tehdit olarak şöyle denilecektir: "Tutun onu. Sürükleyerek ta cehennemin ortasına götürün. Sonra tepesinin üstüne o kaynar su azabından dökün. Tat bakalım. Çünkü sen çok ulu, çok değerli bir ki­şisin. Şüphesiz ki bu şüphe duyduğunuz bir şeydir." (Duhan, 44/47-50).Adalet ayetinin benzeri de şudur: "Bu, kötülük edenleri yaptıklarına karşılık cezalan­dırması, güzel amel işleyenlere de daha güzeliyle mükâfat vermesi içindir." (Necm, 53/31).

Kısaca: Bu ceza haktır, küfür ve büyük günah işleme sebebiyle adalettir.

İkinci gurup ise bedbaht olan dalâlet ehlidir. Onlar şüphe, nifak, çıkar ve maddî menfaat peşinde olanlardır. Onlar: "Allah'a bir uçurum kenarında iba­det eder." Yani insanlardan bazıları Allah'a şüphe içinde ve dinin bir tarafıyla ibadet eder, kalbiyle ibadet etmezler. Tıpkı bir vadinin kıyısında duran yahut yenilgiyi hissettiği anda kaçmak için ordunun bir kenarında duran kimse gibi onun imanı tereddütlüdür, kalbi mutmain değildir. Bu dine güveni yoktur, niyeti de sadık değil, ibadette samimi ve ihlâslı değildir. Bunlar münafıklardan bir guruptur.

"Eğer kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar..." Yani İslâm'a girince kendisine ganimet, mal, hayvanlarının yavrulaması ve evlât sahibi ol­ması gibi maddi bir hayır gelirse bu dinden razı olur, gönlü huzura erer. Eğer hastalık isabet eder, hanımı evlât sahibi olmaz, hayvanları yavrulamazsa yani mal ve canda eksiklik hissederse, yahut gelirlerde ve mahsulâtta azalma ve yok olma hissederse irtidat eder ve kâfir olur. İşte bu münafıklığın ta kendisi­dir.

"Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." Bu kimse hem dünyayı hem ahireti kaybetmiştir. Ne dünyanın izzet, şeref ve ganimetini elde eder, ne de ahiretin sevabından istifade edebilir. Çünkü bu kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiştir. Bu kimse ahirette son derece perişanlık ve horlanma içerisinde bulunacaktır. İşte bu hiç benzeri bulunmayan gayet açık bir kayıptır, yahut bu çok büyük bir yenilgi, büyük bir zarardır.

Bu zararın ve kaybın büyüklüğünü tekit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O Allah'ı bırakıp kendisine zararı veya faydası dokunmaya­cak olan şeylere yalvarır." Yani Allah'tan başka putlar ve diğer şirk koşulan sahte tanrılara tapar, onlardan medet bekler, yardım ister ve rızık talep eder. Bu putlar kendilerine tapmazsa zarar veremezler, taparsa da ahirette hiçbir yaran dokunmaz.

"İşte derin sapıklık budur." Yani bu irtidat ve bu putlara tapınma dalâlete derinliğine batma ve doğru yoldan çok uzaklaşmadır.

Cenab-ı Hak daha sonra bu hususu bir defa daha te'kit ederek şöyle bu­yurdu: "O kendisine zararı faydasından daha yakın olan putlara yalvarır. (Put­lar ise) ne kötü yardımcı, ne fena arkadaştır!" Yani o kimse kendisine ahiretten önce dünyadaki zararı daha yakın olan putlara yalvarır. Ahirette ise zararı muhakkaktır, kesindir. O ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır! Yahut kâfir kendisini cehenneme sokan putlara tapmakla zarar ettiğini iyice anlayınca: Bu putlar ne kötü dost, ne kötü yardımcıdır! Ne kötü arkadaş ve ne kötü yakındır! der.

Üçüncü gurup ise kalpleriyle iman edip imanlarını fiilleriyle tasdik eden mes'ut ve muttaki kişilerdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki Allah iman eden ve salih amel işleyenleri altlarından ırmak­lar akan cennetlere koyar." Yani Allah Tealâ imanlarında samimî olan, salih ameller, ibadet ve taatler işleyen, haramları terk eden kişileri ağaçları altın­dan ırmaklar akan cennet bahçelerine sokmakla mükâfatlandırır.

"Allah şüphesiz" taat ehline ikram edip sevap vermek, masiyet ehlini kü­çük düşürmek ve lütfundan mahrum etmek gibi "dilediği her şeyi yapar." Her şeyi muradına ve mutlak iradesine uygun olarak yapar. O'nun kazasını redde­decek ve hükmünü engeleyecek hiçbir güç yoktur. Müminleri cennete, kâfirleri de cehenneme koyar. [22]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususları ifade etmektedir:

1- Nadr b. Haris hakkında tekrar ayetler inmesi: Nadr'ın, daha önce geçen ayette (Hac 22/3) öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiği bildirilmekte, bu ayette (Hac, 22/8) ise peygamberliği ve Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini inkâr ettiği bildirilmektedir. Onun hakkında on küsur ayet nazil olduğu da söylen­miştir.

Nadr'ın sözlerinden biri: "Melekler Allah'ın kızlarıdır." sözüdür. Bu, Allah Tealâ hakkında bir mücadeledir. Burada ise Onun Kur'an'dan ve haktan yüz çevirdiği, büyüklük taslayarak ve kibirlenerek şımarık bir eda ile boynunu çe­virdiği şeklinde tavsif edilmiştir. Onun sonu mücadele etme ve Allah Tealâ'nm dininden saptırma olmuştur.

Dünyadaki cezası kıyamete kadar müminlerin dilinde çirkin bir hatıra ile anılması şeklinde bir zillet ve horlanmadır. Bedir günü öldürülmüştür. Ahiret-te ise küfür ve masıyete uygun olarak cehennem ateşine girer. Rabbin hiç kim­seye zulmetmez. Bu ayette Allah Tealâ'nın, babalarının küfrü sebebiyle çocuk­lara azap etmeyeceğine delil vardır.

Yine verilecek cezanın insanın kendi ameli ve davranışı sebebiyle olduğu­na delil vardır. Allah, insanı kendi davranışından başka bir şeyle cezalandırır-sa bu sırf zulüm olur. Bu da Kur'an'ın nassına (açık ifadesine) aykırıdır.

2- Kalpteki iman ulu dağlar gibi olmalıdır, herhangi bir zararın meydana gelişinden veya bir menfaatin ortadan kalkmasından etkilenmemelidir.

Mal ve ganimet gibi maddî menfaatin meydana gelmesini bekleyen, mal ve mahsulâttaki eksilme gibi maruz kaldıkları musibetlerden üzülen maddeci münafıklar dünyayı kaybedenlerdir. Onların ganimette ve övgüde hiçbir nasip­leri yoktur. Onlar ahireti de kaybettiler. Ahirette onlara sevap yoktur. Bilâkis irtidat etmeleri ve küfre dönmeleri sebebiyle onlara daimi ceza vardır.

Küfre dönen fayda veya zararı dokunmayan putlara, ahirette zararı fayda­sından çok olan putlara tapar. Çünkü o ibadetiyle cehenneme girer. Ondan asla fayda elde etmez.

Yahut kâfir -müslümanların görüşüne göre- zararı faydasından çok olan putlar için: "Bu benim mabudum ve tanrımdır. Bu yardım etme hususunda ne kötü bir dosttur. Ne kötü bir arkadaştır." diyecektir.

3- Allah dilediğine sevap verir, dilediğine azap eder. Allah'ın doğru vaadi ve lütfü sebebiyle müminlere cennet, daha önce kararlaştırdığı adaleti sebebiy­le kâfirlere de cehennem vardır. Yoksa Rabbin fiili kulun fiili sebebiyle değildir.

4-  Ayetlerde müşriklerin, münafıkların ve müminlerin ahiretteki durum­ları hakkındaki karşılaştırma ne muazzamdır! Akıllı olan ahiret âleminde ta­mamen aklanmak için iman safına yönelen kişidir. Aptal olan, cahil yahut inatçı veya laubali olan bulanık inançta, onun bozukluğu ve pisliğinde kalan ve adalet gereği cezasını bulan insandır. Hesapta hiçbir haksızlık yapılmaz. [23]

 

Peygambere Yardım Edilmesinden Ümitsiz Olanın Durumu Ve Apaçık Mucizelerin İndirilmesi

 

15-  Kim dünyada da ahirette de pey­gambere Allah'ın asla yardım etmeye­ceğini sanıyorsa yukarıya bağladığı ipe kendini asıp sonra ipi kessin (kendini boğsun). Bir düşünün bakalım, bu hile­si kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?

16-  İşte böylece biz onu apaçık ayetler olarak indirdik. Allah, şüphesiz diledi­ğini doğru yola eriştirir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kim dünyada da ahirette de peygambere Allah'ın asla yardım etmeyeceği­ni sanıyorsa..." Yani Allah peygamberine dünya ve ahirette mutlaka yardım edecektir. Kim bunun hilafını zannediyor yahut öfkesinden dolayı Allah'ın pey­gamberine yardım etmemesini bekliyorsa..."yukarıya bağladığı ipe kendini asıp, sonra bu ipi kessin." Yani evinin tavanına bir ip assın ve bu ipi oraya ve boynuna sıkıca bağlasın. Sonra yerden nefeslerini kesmek suretiyle kendini boğsun. Bundan murad öfkesini yahut telâşını gidermek hususunda gazap ve­ya öfke ile dolu olan kişinin yapacağı her şeyi yapmak suretiyle bütün gücünü sarfetsin. Nihayet evinin tavanına bir ip bağlasın ve kendini assın. Bu ifade in­tihara davet etmek değildir.

"Bir düşünün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?" Kendi kendine tasavvur etsin. Acaba Peygamberimize yardım edilmesi hususundaki bu hilesi onun öfkesini giderebilecek mi? Mana şudur: Bundan duyduğu öfke ile boğulsun. Bu mutlaka gereklidir.

"İşte böylece biz" önceki ayetleri indirdiğimiz gibi "onu" yani geriye kalan Kur'an'ı "apaçık" son derece açık berrak "ayetler olarak indirdik. Allah, şüphe­siz" doğru yola erişmesini "dilediğini doğru yola eriştirir." Allah kendisini hida­yete ulaştırmak istediği kimseleri hidayete ulaştırmak yahut hidayet üzerinde sabit kılmak için Kur'an'ı bu şekilde apaçık indirmiştir. [24]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, batıl yolda mücadele eden müşriklerin, münafıkların ve ni­hayet müminlerin durumunu beyan ettikten sonra şu iki hususu ortaya koydu.

Dünya ve ahirette Allah'ın Rasulullah'a (s.a.) yardımda bulunmayacağını zannedenlerin bu kanaatlerini boşa çıkarmak için, bu konuda mücadele eden­lerin ümidini kırmak için dünya ve ahirette Allah'ın Rasulullah'a (s.a.) yardım­da bulunduğunu, Kur'anı hakkı ve doğruyu gösteren apaçık ayetler olarak in­dirdiğini, beyan etti. [25]

 

Açıklaması

 

Kim dünyada Peygamber'e Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına bir ip assın. Sonra onunla kendini boğsun. Sonra da kendi ken­dine düşünsün ve tasavvur etsin: Bu yaptığı davranış Allah'ın Rasulüne yar­dım edilmesinden dolayı duyduğu öfkesini bakalım yatıştıracak mı? Hayır. As­la!

Ayette boğulmak "ipi kesmek" olarak adlandırılmıştır. Zira kendini boğan hayatını kesmektedir. Darağacı kurma şeklindeki davranışı da alaylı bir ifade olsun diye "hile" olarak adlandırıldı. Çünkü bu davranışıyla kıskandığı kimse­ye (Rasulullah'a) değil kendine hile yapmaktadır. Yahut bu davranışı bir hile gibidir. Zaten bundan başka bir davranış da yapamamaktadır.

Ebu Cafer en-Nahhas diyor ki: Bu ayet hakkında söylenen en güzel tefsir­lerden biri şudur: Ayetin manası: Kim Allah'ın Hz. Muhammed'e (s.a.) asla yar­dım etmeyeceğini zannediyorsa ve kendisinin ona verilen yardımı kesmeye ha­zırlandığını söylüyorsa yukarıya ulaşacak bir yol, bir çare arasın. Sonra da ha­zırlandığı şekilde ona gelen yardımı kessin. Daha sonra da şöyle bir baksın: Bu hilesi ve çaresi onun öfkelendiği Allah'ın Rasulüne yaptığı yardımı engelleyebi­lecek mi? Bu sözün manası şudur: Bu gibi bir davranışı yapmak suretiyle hile yapamaz ve çare bulamazsa bu ilâhî yardımı kesmeyi de başaramaz.

Her iki manaya göre de Yüce Allah mutlaka dinine, kitabına ve Rasulüne hiç şüphesiz yardım edecektir. Öfkeli kişiler dilediklerini yapsınlar.

"işte böylece biz Kur'anı apaçık ayetler olarak indirdik." Yani önceki ayet­leri indirdiğimiz gibi biz Kur'an'ın tamamını ibret alacaklar ibret alsınlar diye manalarına delâleti gayet açık ayetler olarak indirdik.

"Allah şüphesiz dilediğini doğru yola iletir." Zira Allah iman edeceklerini, indirdiği kitabına iman etmeye hazır olduklarını gayet iyi bildiği kimseleri doğru yola iletir ve muvaffak kılar. [26]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet Peygamberimiz (s.a.) ile düşmanları arasındaki durumu kesin çizgilerle ayırmaya delâlet etmektedir.

Allah Tealâ -hiç şüphesiz- Rasulüne yardım edecek, dinini, kitabını ve davetini te'yid edecek, düşmanlann hilelerini boşa çıkaracak, tamahlarını kese­cek, hilelerini boyunlarına çevirecektir. Dolayısıyla bundan sonra İslâm daveti­ni boşa çıkarma ümitleri olmayacaktır:

"Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Pey­gamberini doğruluk rehberi Kur'an ve hak din ile gönderen O'dur." (Saf, 61/9).

"Doğrusu biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şa­hitlerin şahitlik edeceği günde yardım ederiz." (Gafir, 40/51).

Yine Allah Rasulünü (s.a.) vahyi ile ve insanlar anlasın diye apaçık olarak ona indirdiği Kur'an ile te'yid edecektir. Bu şekilde "Allah şüphesiz dilediğini doğru yola iletir."

Kurtubî diyor ki: Cenab-ı Hak hidayetin varlığını iradesine bağlı kıldı. Zi­ra hidayete erdiren O'dur, O'ndan başka hidayete erdiren yoktur.

Zemahşerî ve Beyzavî diyor ki: Zira Allah iman edeceklerini bildiği kimse­leri hidayete erdirir yahut iman edenleri hidayet üzerine sabit kılar. [27]

 

Ümmetler Arasında İlâhî Hüküm Verilmesi, Kâinattaki Her Şeyin Allah'ın İzzetine Boyun Eğmesi

 

17-  İman edenler, Yahudiler, Sabiîler, Hristiyanlar, Mecusiler ve Allah'a şirk koşanlar arasında Allah kıyamet günü kesin hüküm verecektir. Zira Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.

18-  Göklerde ve yerde olan varlıkların; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanların; insanların bir çoğunun Al­lah'a secde ettiğini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak etmiş­tir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükselte­bilecek kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yapar.

 

Belagat:

 

"Allah'ın alçalttığı kimse" ve "Onu yükseltebilecek kimse yoktur." cümleleri arasında tezat sanatı vardır. [28]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İman edenler, Yahudiler, Sabiîler," ki bunlar Yahudi ve Hristiyanlar ara­sında bir fırkadır; yahut bunlar meleklere tapan ve Zebur okuyan kimselerdir.

"...Hristiyanlar ve Mecusiler" Güneş, Ay ve ateşe tapan ve Nur (ışık) ve Zulmet (karanlık) şeklinde hayır ve şer için birer ilâh bulunduğunu söyliyen-lerdir.

"... ve Allah'a şirk koşanlar" yani putperestler "arasında" haklıyı haksız­dan ayırıp ortaya çıkarmak için müminler cennete, başkalarının da cehenneme girmesi için "Allah aralarında kıyamet günü kesin hüküm verecektir." "Zira Al­lah" amellerinden "her şeyi hakkıyla görüp bilendir." müşahede bilgisi ile bilen­dir. Onunla ilgili her şeyi gözetendir.

"Göklerde ve yerlerde olan yaratıkların; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaç­lar ve hayvanların," secde ettiğini yani kendisinden istenilen şeye boyun eğdi­ğini görmüyor musun? Bu Allah'ın iradesine boyun eğmek ve emre amade ol­mak suretiyle secde etmektir. Ayrıca insana mahsus olan kendi cüzi iradesiyle ve tercihiyle secde etme şekli vardır, "ve insanların bir çoğunun" da ibadet ve itaat secdesi şeklinde "secde ettiğini görmüyor musun?"

Ayette geçen "kesir" kelimesi gizli fiilin failidir yahut kendisinden sonraki mukabili olan cümlenin delâlet ettiği bir mübtedadır. Haberi ise "Hakka lehüs-sevâb" şeklinde takdir edilen cümledir. Burada zikredilen "insanların çoğu" na­mazda secdedeki huşûda çok bulunmaları sebebiyle müminlerdir.

"İnsanların birçoğu da azabı hak etmiştir." Onlardan bir çoğuna da azap kararlaştırılmıştır. Bunlar da kâfirlerdir. Çünkü onlar iman şartıyla Allah'a secde edip boyun eğmekten imtina etmişlerdir.

"Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek kimse yoktur." Yani Allah so­nunda bedbahtlık kazanacağını (kâfir olacağını) bildiği için kimi şakî (bedbaht, kâfir) kılmışsa ona değer verebilecek, onu mes'ut kılabilecek kimse yoktur. 'Şüphesiz Allah" küçük düşürmek ve değerli kılmak gibi "dilediği şeyi yapar." [29]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetlerle önceki ayetler arasında umumî ve hususî irtibatlar bulun­maktadır.

Umumî irtibat, Cenab-ı Hakk'm müşriklerin, münafıkların ve müminlerin durumlarını zikrettikten sonra burada da haklıyı haksızdan ayırt etmek için tepsinin aralarında hüküm vereceğini beyan etmesidir.

Hususî irtibat ise, Cenab-ı Hakk'm geçen ayette dilediğini doğru yola eriş­tireceğini, kimi doğru yola eriştirmeyeceğini beyan etmesidir.

Bunun ardından ikinci ayette çeşitli dinlere mensup insanların itilâf et­memeleri gerektiğini, çünkü bütün âlemlerin Onun hâkimiyet ve kudretine bo­yun eğdiğini, isteyerek veya istemeyerek O'nun azametine secde ettiğini beyan etti. [30]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah (kıyamet günü) kendisine ve peygamberlerine iman edenler, lahudiler, Hristiyanlar, Museviler, Allahla birlikte O'ndan başkasına tapan müşrikler gibi çeşitli din ve inanışların arasında kesin hüküm verecektir. Onla-ıtn aralarında adaletle hükmedecek, iman edenleri cennete, küfredenleri de ce­henneme sokacaktır. Zira Cenab-ı Hak onların emellerini görmekte, söz ve dav­ranışlarını tespit etmekte, kalplerini ve kalplerinde gizlediklerini gayet iyi bil­mektedir. "..Allah'a secde ettiğini görmüyor musun?" Her şeyin isteyerek veya istemeyerek Allah'ın azametine secde ettiğini, Ona boyun eğdiğini bilmiyor musun? Her şeyin secdesi Ona ait özel bir şekilde olur. Göklerde bulunan var­lıklar yani melekler yeryüzünde bulunan varlıklar; insanlar ve cinler, ulvî alemden Güneş, Ay ve yıldızlar, süflî alemden ağaçlar ve bütün hayvanlar, sevaba lâyık pek çok insanlar O'na secde ederler. Yahut Allah'a isteyerek, tercih . ve bu şekilde ibadet etmek üzere secde ederler. Bundan imtina eden, çekinen ve böbürlenenlerden pek çoğu da cezayı hak etmişlerdir. Cenab-ı Hak bu varlıkları açıkça belirtmiştir. Çünkü Allah terk edilip bu varlıklara tapılmıştır.

Cenab-ı Hak da bu varlıkların yaratıcıya secde ettiklerini, bunların Rablerine itaat edip emre hazır olduklarını Allah Tealâ'ya boyun eğdiklerini beyan etmiş­tir.

Allah kimi alçaltırsa onu şakî, bedbaht kılar. Yahut imana istidadı olmadı­ğı için kimi küfür ve bedbahtlık ile alçaltırsa hiçbir kimse ondan bu alçaklığı gideremez, hiçbir kimse onu mesut, bahtiyar, mümin kılamaz. Çünkü bu iş Al­lah'ın elindedir. Dilediğini muvaffak kılar, dilediğini rezil eder.

Allah kulları hakkında "alçaltma ve değer verme gibi hususundan diledi­ğini yapar." Onun takdirini geri çevirecek, Onun hükmünü değiştirecek hiçbir güç yoktur. Bu ayetin benzeri ayetler çoktur. Meselâ: "Onlar Allah'ın yarattığı eşyanın gölgelerinin Allah'a boyun eğip secde ederek, sağa sola vurmasını gör­mezler mi?" (Nahl, 16/48); "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbih etmesini anlayamazsınız." (İsra,17/44).

İradenin mutlak olarak Allah için kullanılmasına gelince, İbni Ebi Hati-min Hz. Ali (r.a) den naklettiği şu hadis bunu açıklamaktadır: Hz. Ali'ye:

-Şurada bir adam var, "irade" hakkında konuşuyor, dediler Hz. Ali (r.a.):

-Ey Allah'ın kulu! Allah seni senin dilediğin şekilde mi, kendi dilediği şe­kilde mi yarattı? diye sordu. Adam:

-Tabi kendi dilediği şekilde, diye cevap verdi. Hz. Ali:

-Allah sana senin dilediğin zaman mı hastalık verir yoksa kendi dilediği zaman mı hastalık verir? dedi. Adam:

-Tabi kendi dilediği zaman, dedi. Hz. Ali: Allah sana kendi dilediği zaman mı şifa verir, yoksa senin dilediğin zaman mı? diye sordu. Adam:

-Tabi kendi dilediği zaman, diye cevap verdi. Hz. Ali:

-Allah seni kendi dilediği yere mi koyar, yoksa senin dilediğin yere mi? di­ye sordu. Adam:

- Tabi kendi dilediği yere, diye cevap verdi. Hz.Ali:

-  Bundan başka söyleseydin şu gözlerinin bulunduğu kafanı vururdum, dedi. [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Birinci ayet Allah Tealâ'nm çeşitli inanç ve dinlere mensup kimseler ara­sında kesin hüküm vereceğine işaret etmektedir. Bunlar:

- Allah ve Resulüne iman eden müminler,

- Yahudiler (H.z. Musa'nın (a.s.) dinine mensup kimseler),

- Sabiîler (Yıldızlara tapanlar),

- Hristiyanlar (H.z. İsa'nın (a.s.) dinine mensup olanlar),

- Museviler (Alemin iki asıl şeyden, Nur ve zulmetten meydana geldiği kanaatinde olan ateşperestler).

- Müşrikler (Putlara tapan Araplar) v.d.

Bu altı gruptan beşi şeytanın, biri Rahman'mdır. Cenab-ı Hak bunların arasında hüküm verecektir. Kâfirlere cehennem, müminlere cennet vardır. Şüphesiz ki Allah Tealâ yaratıkların amellerine, hareketlerine ve sözlerine va­kıftır.

İkinci ayet ise yıldızlar, cansız varlıklar, bitkiler, insanlar ve hayvanlar­dan oluşan ulvî ve süflî alemde bulunan bütün varlıkların boyun eğme ve tesli­miyet secdesi içinde bulunduklarını, zayıflık ve kuvvetlilik, sağlık, hastalık, güzellik-çirkinlik gibi bütün hususları Allah Tealâ'nın tedbir ve tayin ettiğine boyun eğdiklerini, O'nun azameti, hakimiyeti ve kudretine itaat secdesi ettikle­ri kalbin ve aklın gördüğüne, bildiğine delâlet etmektedir.

Müslim, Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadisini nakle­diyor: Ademoğlu secde ayetini okuduğu zaman şeytan ağlayarak ayrılır ve şöy­le der : "Yazık! Ademoğluna secde etmekle emrolundu, o da secde etti. Dolayısıy­la cennet onun oldu. Ben ise secde etmekle emrolundum, imtina ettim. Cehen­nem de benimdir."

Kötü istidatı sebebiyle Allah kimi küfür ve bedbahtlıkla alçaltmışsa hiçbir kimse onu alçaklıktan kurtaramaz. Kendileri azabı hak etmiş olanları da hiç kimse bu düşüklükten kurtaramaz, onu şerefli kılamaz.

Kıyamet gününde sevap ve ceza suretiyle ikram etme ve alçaltına hakkına sahip olan tek varlık Allah Tealâ'dır. Mutlak iradenin Allah'a ait olduğunu be­yan etmekten murad ise kâfirlerin sonunun cehennem olması, hiçbir kimsenin buna itiraz edememesidir. [32]

 

Kâfirlerin Ve Müminlerin Amellerine Karşılık Verilmesi

 

19- İşte bu iki gurup, Rableri hakkında münakaşa eden (mümin-kâfir) iki ha­sım guruptur. İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir. Başlarının üstünden kaynar sular dökülür.

20- Bununla karınlarında olanlar ve de­rileri eritilir.

21- Ayrıca onlar için demirden topuzlar vardır.

22- Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteseler tekrar oraya döndürülürler. Yakıcı azabı ta­dın bakalım!

23-  Şüphesiz ki Allah iman edip salih amel işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar orada al­tın bilezikler ve inciler takınırlar. Ora­daki elbiseleri de ipektendir.

24-  Onlar sözlerin güzelini söylemeye irşad edilmişlerdir ve sonsuz hamde lâ­yık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişler-dir.

 

Belagat:

 

"Onlara ateşten elbiseler biçilir." Elbisenin, sahibini kuşattığı gibi cehen­nem ateşinin onları kuşatmasından istiaredir. [33]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte bu iki gurup" Bu iki guruptan murad, müminler ve kâfirlerdir, "el-Hasm (hasım)" kelimesi tek kişi için de, gurup için de kullanılır. "Rableri hak­kında "yani O'nun dini hakkında yahut O'nun zatı ve sıfatları hakkında "mü­nakaşa eden iki hasım guruptur." Hasım başkasına görüşüyle karşı olan kişi­dir. Gurup veya zümreler bu şekilde tavsif edilmişlerdir. Sanki, işte bu iki gu­rup veya zümre birbirleriyle hasım olan, çekişen iki guruptur, denilmektedir.

"Onlara ateşten elbiseler biçilir." Yani giyecekleri elbiseler takdir edilir. Bundan murad, elbisenin vücudu kuşatması gibi onları kuşatacak olan ateşler­dir.

"Başlarının üstünden kaynar sular dökülür." Ayette geçen el-hamîm keli­mesi, sıcaklığın son derecesine ulaşmış kaynar su demektir.

"Bununla" bu kaynar su ile "karınlarında olanlar ve derileri eritilir." Son derece kaynar olduğu için derilerine tesir ettiği şekilde karınlarında olan or­ganlarına da tesir eder. Derileri kızartılıp eritildiği gibi bağırsakları da eritilir.

"Ayrıca onlar için" dövülmeleri için "demirden topuzlar" demir topuzlar ve­ya kamçılar "vardır."

"Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından," şiddetli üzüntüsün­den kurtulmak "çıkmak isteseler," tekrar topuzlarla "oraya döndürülürler." Kendilerine: "Yakıcı azabı" yakıcılığın son derecesine varan azabı "tadın baka­lım!" denilir.

"... Onlar (müminler) orada altın bilezikler ve inciler takınırlar." Ayette ge­çen esâvir, esvira kelimesinin çoğuludur. Esvira da sivar kelimesinin çoğulu­dur. Yani esavir çoğulun çoğuludur (cem'ul-cem1). Sivar ise kadınların bilekleri­ne taktıkları altın v.b. halka, bilezik demektir.

Lü'lü', denizde sadefin içinden çıkartılan parlak, kıymetli taş demektir.

"Oradaki elbiseleri de ipektendir." Halbuki ipek dünyada erkeklere haram­dır.

"Onlar sözlerin güzelini söylemeye irşad edilmişlerdir." Bu, "Lâ ilahe illal-~ah" kelime-i tevhididir. Yahut "Bize verdiği vaadinde sâdık olan Allah'a ham-iolsun." (Zümer, 39/74) şeklindeki sözleridir. Veyahut cennetliklerin birbirle-~iyle olan konuşmalarıdır.

"Onlar sonsuz hamde lâyık olan Allah'ın yoluna" övgüye lâyık olan yola ani İslama veya Cennet yoluna yahut âdâb-ı muaşeret usulüne "eriştirilmiş-erdir." En doğru mana: Zatı övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna yahut neticesi vgü olan cennet yoluna eriştirilmişlerdir. [34]

 

Nüzul Sebebi

 

"İşte bu iki grup..." 19. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Buharı ve Müs-m, Ebu Zer'den rivayet ediyorlar: Bu ayet Hz. Hamza, Ubeyde ve Hz. Ali ile Vtbe, Şeybe ve Velid b. Utbe hakkında yani Bedir savaşı başlangıcında müba-rezeye kalkan iki gurup hakkında nazil olmuştur.

Hakim de Hz. Ali'nin şu sözünü naklediyor: "Bu ayet bizim hakkımızda Bedir günü yaptığımız mübareze sebebiyle nazil oldu: İşte bu iki gurup Rableri -akkında münakaşa eden (mümin-kâftr) iki hasım guruptur..."

Yine Hakim, Hz. Ali'den (r.a.) yaptığı bir başka rivayette şunu nakleder: Su ayet Bedir günü mübareze yapan Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Haris ile Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia ve Velid b. Utbe hakkında nazil olmuştur.

İbni Cerir, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Bu ayet müminlere:

-  Biz Allah'a sizden daha lâyıkız, kitabımız daha eskidir, peygamberimiz sizin peygamberinizden daha öncedir, diyen Ehl-i Kitap ile,

- Biz Allah'a sizden daha lâyıkız. Biz hem Muhammed'e hem de sizin pey­gamberinize iman ettik. Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettik, diyen Müminler hakkında nazil oldu. [35]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Altı gurubu beyan edip bunlar arasında Allah'ın adaletle hüküm vereceği­ni ifade ettikten sonra burada bunların iki zümre halinde tasnif edilmesi zikre­dilmiştir.

- İman zümresi

- Küfür zümresi

Daha sonra da bunların kendi aralarında, en doğru yolda olanın kim oldu­ğu şeklindeki karşılıklı konuşmaları ve her iki zümrenin nimet veya azap şek­lindeki son durumları anlatıldı. [36]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, dini, zatı ve sıfatları hakkında münakaşa eden iki tarafın tar­tışmalarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu iki gurup Rableri hakkında münakaşa eden (mümin-kâfir) iki ha­sım guruptur." Yani beyanları daha önce geçen çeşitli din ve inanç mensupları birbirinden ayrı özelliklere sahip iki ana gurupturlar:

- Müminler gurubu,

- Daha önce geçen çeşitli dinlere tabi olan kâfirler gurubu.

Bunlar Rableri hakkında ve Onun dini hususunda mücadele ve münakaşa ettiler. Her biri kendisinin hak yol üzerinde olduğuna ve hasmının batıl üzerin­de olduğuna inanıyor, gayretini, davranışını ve düşüncesini bu temel üzerine kuruyordu.

Gerçek şudur ki bu iki gurubun sonu gayet açıktır. Birinci gurup olan kâ­firlerin cezası şudur: "İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir." Kâfirleri cehen­nem ateşi kıskıvrak kuşatır. Burada azabın şiddetine ve bunların durumları­nın basitliğine işaret olmak üzere, elbisenin sahibini kuşatması gibi kendileri­ni kuşatan cehennem ateşinden elbiseler biçilmiş olması misali verilmektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak başka yerlerde de şöyle buyurur: "Onlara cehennem­de ateşten yatak, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır." (A'raf, 7/41); "Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/50).

"Başlarının üstünden kaynar sular dökülür. Bununla karınlarında olanlar ve derileri eritilir." Yani başlarından aşağıya karınlarındaki bağırsakları erite­cek, derilerini kızartacak derecede kaynamış su dökülür; bu su içlerini dışları­nı yakar.

İbni Cerir, Tirmizî, Ebî Hatim ve Abd b. Humeyd, Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler. "Kaynar su-başlarının üzerine dökülür. Beyine sirayet eder. Nihayet karın boşluğuna varır. Karındaki organları siler süpürür. Sonunda ayaklarına varır. İşte eritme budur. Sonra vücut eski haline döndürülür."

"Ayrıca onlar için demirden topuzlar vardır." Yani demirden tokmaklar ve­ya kırbaçlar vardır. Bunlarla onların yüzlerine, başlarına, azalarına ve vücut­larına vurulur.

İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer bir dağa bu demir topuzlar­dan biriyle vurulsa dağ paramparça olur, sonra tekrar eski haline dönerdi. Eğer cehennem irinlerinden bir kova dünyaya dökülse bütün dünya ehlini pis koku kaplardı."

"Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteseler..." Aza­bın ve üzüntünün şiddetli olması sebebiyle cehennemden kaçmak istediklerin­de tekrar eski hallerine döndürülürler ve onlara: "Yakıcı azabı, bu cehennemin yakıcı azabını tadın!" denilir.

Fudayl b. Iyad diyor ki: Allah'a yemin ederim ki oradan çıkmayı bile düşü­nemezler. Çünkü ayakları zincirli, elleri bağlıdır. Fakat alev onları kaldırır, tokmaklar da tekrar yerlerine döndürür.

"Yakıcı azabı tadın bakalım!" ifadesinin manası "Onlara: Dünyada yalan­layıp durduğunuz ateşin azabını tadın! denir." (Secde, 32/20) ayetinde de oldu­ğu gibi şudur: Onlar hem sözle hem amelî olarak azab edilerek horlanırlar.

Kâfirlerin kötü durumları ve içinde bulundukları azap, işkence, yakıcı ateş ve zincirler beyan edildikten sonra Allah Tealâ cennetliklerin güzelliğini anlatarak şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki Allah iman edip salih ameller işleyenleri..." yani ibadet ve ta-atte bulunanları, münkerlerden kaçınanları ağaçlarının, köşklerinin altından, yanlarından ırmaklar akan yüksek cennetlere koyar, onları istedikleri makam­lara yükseltir.

"Onlar orada altın bilezikler ve inciler takınırlar." Yani onların takmacak-.an takılar ellerindeki altın bilezikler olacak yahut incilerle süslenmiş altın bi­lezikler olacaktır. İnciler verilir, bu incilerle başlarını, alınlarını süslerler.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri bir ha-iis-i şerifte: "Müminin takısı abdest suyunun ulaştığı yere kadardır." buyur­muştur.

"Oradaki elbiseleri de ipektendir." Yani cehennemlikler kendileri için biçi­len -ateşten- elbiseleri giyerken cennetlikler de dünyada erkeklere giyilmesi iaram olan ipek elbiseleri giyerler. Bunu bir başka ayet te'kid etmektedir: "On­arın oradaki elbiseleri ipektir." (Fatır, 35/33).

"Onlar sözlerin güzeline irşad edilmişlerdir." Yani güzel söze eriştirilmiş-.erdir. Bu da kelime-i tevhiddir. Yahut cennete girerken söyleyecekleri: "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah 'a hamdolsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi amellerde bulunanların mükâfatı ne gü­zelmiş! " (Zümer, 39/74). şeklindeki sözleridir. Yahut meleklerin kendilerine se­lâm vermeleridir. Bu da başlarına vurulan, azarlanan ve kendilerine "Yakıcı azabı tadın" denilen cehennemliklere karşı cennetliklere yapılan bir ikramdır.

"Onlar sonsuz hamde lâyık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişlerdir." Yani övülen yola yahut verdiği nimetler ve lütuflarına karşılık Rablerine şükrede­cekleri yere, yahut süsleriyle ve davranışlarıyla Rablerini razı kılacak güzel bir çizgiye irşad edilmişlerdir. Daha doğru mana şudur: Bizzat övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna, yahut neticesi övgüye lâyık olan cennet yoluna eriştirilmişler-dir. [37]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ahirette müminlerin ve kâfirlerin durumu şudur:

Daha önce zikri geçen beş guruptan biri olan kâfirlere her taraflarını kap­layacak olan ateşten elbiseler yapılmış, dikilmiştir. Yani ateş onları tam mana­sıyla kuşatır, başlarının üzerinden cehennem ateşiyle kaynayan aşırı derecede sıcak su dökülür. Bu su karınlarındaki bağırsaklarını ve yağlarını eritir, derile­rini kızartıp yakar. Zira deriler erimez. Her şeye lâyık olan husus yapılır. Onlar demirden ağır topuzlarla dövülür ve sürüklenirler.

Ateş onları fırlatıp ve içindekileri en yüksek bölüme atıp da onlar ateşten çıkmak istediklerinde cehennem zebanileri onları topuzlarıyla yerlerine döndü­rürler ve onlara: "Yakıcı azabı tadın bakalım!" derler. Tatmak, tadı idrak edile­cek şekilde bir şeye dille temasta bulunmaktır. Burada anlatılmak istenen acı­yı idrak etmeleridir.

Müminlere gelince, onlara gelecek çeşitli nimetler vardır. Bunlardan biri, altın bileziklerle süslenmeleri ve taçlarını süsleyecekleri inciler takınmalarıdır.

Kuşeyrî diyor ki: Burada murad edilen mana bileziklerin incilerle tezyin edilmesidir. Cennette başka hiçbir karışım bulunmaksızın saf halis inciden ya­pılmış bileziklerin bulunması da uzak bir ihtimal değildir. Kurtubî diyor ki: Kur'an'm zahir ifadesi ve açık nassı da bu manadadır.

Müminlerin giyecekleri elbiseler ve yararlanacakları yataklar ve örtüler ipektir. Cennet ipeği dünyadakinden çok çok değerlidir.

Müminler güzel sözlere irşad olunurlar. İbni Abbas diyor ki: Yani "Lâilâhe illallah", "el-Hamdülillah" sözlerini kastetmektedir. Nitekim onlar Allah'ın yo­luna da irşad edilmişlerdir. Bu ise dünyada Allah'ın dini olan İslâm'dır.

Ahirette sözün güzeli, elhamdülillah'tır. Çünkü müminler yarın: "Bizi bu­na eriştiren Allah'a hamdolsun" (A'raf, 7/43); "Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun" (Fatır, 35/34) diyeceklerdir. Cennette boş söz ve yalan yoktur. Bü­tün söyledikleri güzel sözdür. Onlar cennette Allah'ın yoluna yani İslâm'a ya­hut cennetin yoluna irşad edilmişlerdir. Zira cennette Allah'ın emrine aykırı olan hiçbir şey yoktur. Denilmiştir ki: Güzel söz, Allah tarafından gelecek güzel müjdelerdir.

İpek ve altını ziynet olarak kullanmak dünyada erkeklere haram, kadınla­ra helâldir. Yemek ve içmek için altın ve gümüş kaplardan yararlanmak ise ka­dın ve erkek herkese mutlak olarak haramdır.

Nesaî, Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet ediyor: "Kim dünyada ipek giyerse ahirette onu giyemez. Kim dünyada içki içer­se ahirette onu (Cennet şarabını) içemez. Kim altın ve gümüş kaptan yer ve içer­se ahirette ondan içemez." Sonra Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "Bun­lar cennet ehlinin elbisesi, cennet ehlinin şarabı ve cennet ehlinin kaplarıdır."

Bundan mahrum olmak İbni Ömer'in (r.a.) Peygamberimiz'den (s.a.) riva­yet ettiği şu hadisin delaletiyle sadece tevbe bulunmadığı durumdadır. "Kim dünyada içki içer sonra bundan tevbe etmezse ahirette bundan mahrum olur."

Tevbe meydana gelmezse bu hadisin zahirine göre cennete girse bile bun­lar ona haram olur. Bunun delili de Ebu Davud et-Tayalisî'nin Müsned 'inde Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Kim dünyada ipek gi­yerse ahirette onu giyemez. Cennete girerse bile cennet ehli ipek giyecek o kimse giyemiyecektir."

İçki içip de tevbe etmeyen, altın ve gümüş kaplarını kullanıp da tevbe et­meyen de böyledir. Ancak bu bir ceza değildir. Çünkü cennet ceza yurdu değil­dir. Orada hiçbir şekilde ayıplama yoktur.[38]

 

Mescid-i Haram'a Girmeyi Engellemek

 

25- Şüphesiz inkâr edenlere, mukim mi­safir bütün insanları kendisinde eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan ve Al­lah'ın yolundan alıkoyanlara ve orada (Mescid-i Haram'da) zulümle haktan sapmaya yeltenen kimseye biz acıklı bir azap tattıracağız.

 

Belagat:

 

Ayette geçen "el-âkif ve "el-bâd" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Zira "el-âkif şehirde oturan (mukim) "el-

bâd" ise çölde, taşrada oturan demek­tir. [39]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz inkâr edenlere" orada devamlı ahirette oturan "mukim" ve badi-yeden gelen "misafir bütün insanları kendisinde" ibadet yeri ve Hac merasimi yeri olarak "eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan" Mekke'den "ve Allah yolun­dan alıkoyanlara" Allah'ın dinini ve O'na itaat etmeyi engelleyenlere -ki 'es-sadd' engellemek demektir. Fiil sigası bu engellemenin devamlı oluşunu ifade eder- "ve orada" Mescid-i Haram'da "zulümle" haksızlıkla, yani hizmetçiyi azarlamak bile olsa yasaklanan bir şeyi irtikâp etmek suretiyle zulmetmek se­bebiyle "haktan sapmaya" orta yoldan ve doğru yoldan yüz çevirmeye "yelte­nen kimseye biz acıklı bir azap tattıracağız." Yani acıklı bir azabın bir kısmını bulacaktır. [40]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Bu ayet Ebu Süfyan b. Harb ve adamlarının Hu-deybiye günü Rasulullah (s.a.) ve ashabını Mescid-i Haram'dan alıkoymaları üzerine nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) umre ihramına girmiş, onlarla savaş­mayı uygun görmemişti. Sonunda gelecek yıl dönmek üzere sulh yaptılar.

"Orada (Mescid-i Haram'da) zulümle haktan sapmaya yeltenen kimse..." ayetine gelince: İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Peygamberi­miz (s.a.) Abdullah b. Üneys'i biri muhacir, diğeri ensardan iki kişiyle seriyye olarak gönderdi. Bunlar nesep hakkında birbirlerine karşı böbürlendiler. Ab­dullah b. Üneys kızdı, ensariyi öldürdü. Sonra da İslâm'dan dönüp Mekke'ye kaçtı. Onun hakkında bu ayet indi. [41]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kâfirler ve müminlerin varacakları son durumlarını beyan ettikten sonra Allah Tealâ Beytullah'ın yüce değerini ve kendilerinin Beytullah'm koruyucula­rı olduklarını iddia etmelerine rağmen Hac ve Umre menasikini eda etmek için oraya girilmesine engel olan müşriklerin gayet korkunç bir küfür içinde olduk­larını anlattı. [42]

 

Açıklaması

 

Allah'ı ve Rasulünü inkâr edenler bu inkârcılıklarıyla birlikte Allah'ın yo­lundan ve aslında insanlar içinde Mescid-i Haram'a en lâyık olan ve oraya gel­mek isteyen müminleri Mescid-i Haram'dan alıkoymakta, oraya girilmesine engel olmaktadırlar. Halbuki Allah Tealâ burayı namaz kılmak, ibadet etmek, tavaf etmek, hac ve umre vazifesini yerine getirmek için bütün insanlara ait kıldı. Bu hususta insanlardan orada mukim olanlar, badiye halkı (taşradan, çölden gelen) ve uzaklardan gelen misafir eşittir.

Kim orta yoldan, hak yoldan saparak herhangi bir kötülüğü yapmak ister­se; orada bunun zulüm ve haksızlık olduğunu bilerek ve kasıtlı olarak büyük günahlardan bir günaha yeltenirse biz kıyamet günü ona acıklı bir azabı tattı­racağız.

Mücahid diyor ki: Ayette geçen "bi-zulmin" ifadesi "Orada kötü bir amel iş­ler," demektir. İbni Ebî Hatim diyor ki: Harem bölgesinin özelliklerinden biri şudur: Orada şerre niyetli, azimli olan kimse, o şerri işlemese de cezalandırılır.

İbni Ebî Hatim, Ya'la b. Ümeyye'den Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyur­duğunu rivayet ediyor: "Mekke'de yiyeceklerin ihtikârı, haksız rekabet için de­polanması ilhaddır (haddi aşmaktır)."

Bu bir çeşit zulümdür. Zira bu "ilhad" ve "zulüm" kelimeleri küfürden kü­çük günahlara kadar bütün günahları ihtiva etmektedir. Bu yerin çok muhte­rem olması sebebiyle Allah Tealâ orada kötülüğe niyet etmeye bile tehditte bu­lundu. Kim bir kötülüğe niyet eder, o kötülüğü işlemezse bundan dolayı hesaba çekilmez. Ama Mekke bundan müstesnadır.

Kısaca: Ayet bütün günah çeşitlerini içine almaktadır. Harem bölgesinde kötülüğe niyet edip de bunu işlemeyen kimse de cezalandırılmaktadır.

Nitekim Allah Tealâ Harem-i bütün insanlara açık bir ibadet yeri kılmış­tır. Şehirli ile bedevi, mukim ile misafir, Mekkeli ile Afakî ayırımı yapılmaksı­zın bütün insanlar arzda eşittirler. [43]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet şu hususlara işaret etmektedir:

1- Mekke Hareminde, Mekkeli olan-olmayan bütün insanlara ibadet hürri­yeti verilmesi: Bu da insanların Beytullah'ta hac yapmasına engel olan kimse­nin inançsızlardan olduğuna işaret etmektedir. Zira Allah, haccın farz oluşunu hemen bu ayetten sonra zikretmiştir.

2- Mekke'de aşırı giderek ve zulmederek masiyet işleyen yahut orada şer­re niyet eden her kimseye bunu işlemese de kıyamet günü şiddetli, acıklı bir azap vardır. İnsan Mekke'de niyet ettiği masıyetlerden dolayı onları işlemese de ceza görecektir.

İmam Ahmed diyor ki: Abdullah b. Ömer, Abdulah b. Zübeyr'e gelerek şöy­le demiştir: Ey İbni Zübeyr! Allah'ın hareminde ilhada girmekten sakın. Çünkü ben Rasulullah'tan (s.a.) şu hadisini işittim: "Şüphesiz ki Kureyş'ten bir adam orada ilhada düşecek (haktan sapacak) olsa, (onun günahları insan ve cinlerin günahlarıyla tartılsa) bu kişinin günahı ağır gelirdi."

Mekke evleri hakkında imamların görüşleri:

a) Hanefîler bu ayette Mescid-i Haramdan murad edilen Mekke'dir demiş­lerdir. İbni Mace ve Darakutni'nin rivayet ettikleri şu hadisi delil göstererek Mekke evlerinin satılması ve kiralanmasının caiz olmadığına bu ayeti delil ge­tirmişlerdir. Alkame b. Nadli diyor ki:

"Rasulullah (s.a.), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a.) vefat ettiler. Mekke şeh­rine o zaman "Sevaib (terkedilmişyer)" deniyordu." Eve ihtiyacı olan Mekke'de oturur, ihtiyacı olmayan başkalarını oturturdu.

Abdullah b. Amr -Abdurrezzak'ın rivayetine göre- şöyle diyordu: "Mekke evlerinin satılması ve kiraya verilmesi helâl değildir. Kim Mekke evlerinin ücre­tinden bir şey yerse ateş yemiş olur."

Yine Abdürrezzak İbni Cüreyc'in şu sözünü naklediyor: Atâ, Harem bölge­sinde kiralamadan nehyediyordu.

b) İmam Şafiî (r.a.) ise Mekke evlerinin mülk edinilebileceği miras olabile­ceği ve kiralanabileceği kanaatine varmıştır. Delili Buharı ve Müslim'deki Üsa-me b. Zeyd (r.a.) hadisidir: Usame diyor ki:

- Ya Rasulallah! Yarın Mekke'deki evinde mi kalacaksın, dedim. Peygam­berimiz (s.a.) de:

- Akîl bize ev mi bıraktı, dedi.

İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte müelliflerinin yine Üsame'den rivayet ettik­lerine göre Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Kâfir müslümana, müslü-man kâfire mirasçı olmaz."

Yine Hz. Ömer'in (r.a.) Safvan b. Ümeyye'den Mekke'de bir ev satın alıp 4.000 dirhem karşılığı onu cezaevi olarak tahsis ettiği sabit olmuştur.

c) İmam Ahmed Hanbel: Delilleri bir arada cem' edip orta yolu tutarak şöyle demiştir: Mekke evleri mülk edinilebilir, miras olabilir, ancak kiralanamaz.

Bu ihtilâfın kaynağı, Mekke'nin nasıl fethedildiği meselesidir. Mekke Fet­hi savaşla mı fethedildi? Böyle fethedildi ise Mekke ganimet malı olur. Fakat Peygamberimiz (s.a.) Mekke'yi taksim etmedi. Mekke halkına ve onlardan son­ra gelenlere olduğu gibi bıraktı. Tıpkı Hz. Ömer'in (r.a.) Sevadül-Irak arazisin­de yaptığı gibi. Buna göre Mekke evleri satılamaz ve kiralanamaz. Kim buraya daha önce geldiyse o daha lâyık olur. İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve İmam Evzaî bu görüştedirler.

Yoksa Mekke'nin fethi barış yoluyla mı olmuştur? İmam Şafiî bu görüşte­dir. Buna göre toprakları, evleri sahiplerinin elinde kalır, mülklerinde diledik­leri şekilde tasarrufta bulunurlar.

İmam Şafiî "ülkelerinden çıkartılanlar..." (Hac, 22/40) ayetini delil olarak zikretmektedir. Bu ayette ülkeleri kendilerine nispet edilmişlerdir.

Ayrıca Peygamberimiz (s.a.) Mekke'nin fethi gününde İmam Ahmed ve Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Kim kapısını kaparsa emniyet içindedir. Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse em­niyet içindedir."

Şuna da dikkat edilmelidir ki, Allah Tealâ hiçbir kimseyi "Masıyete niyet etmek" sebebiyle muaheze etmemiştir. Ancak Mescid-i Haram "Kim orada zu­lümle haktan sapmaya yeltenirse..." beyanının yer aldığı ayet-i kerimenin dela­letiyle, bunun dışındadır.

Çünkü Mescid-i Haram gönüllerin temizlenme, tevbe etme, arınma, gü­nahlardan tamamen kurtulma ve Allah'a yönelme yeridir. [44]

 

Beytullah'ın Yerinin Belirlenmesi, Beytullah'a Hacca Gitmenin Emredilmesi

 

26-  Bir zaman biz İbrahim'e Kabe'nin yerini gösterip şöyle vahyettik: "Bana hiçbir şeyi şirk koşma. Beytimi tavaf edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için temizle.

27- İnsanlar için de haccı ilân et. Gerek yaya olarak, gerekse uzak yollardan gelen yorgun binekler üzerinde sana gelsinler.

28- Böylece onlar kendileri için bir ta­kım faydalı hususları bizzat görsünler. Allah'ın kendilerine rızık olarak verdi­ği hayvanlar üzerine (onları kurban ederken) belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin, yok­sula ve fakire yedirin.

29-  Sonra bedenî kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler. Beyt-i Atîk'i (Kabe'yi) tavaf etsinler."

 

Belagat:

 

"Amlk", "atık" ve "sehîk" kelimelerinde bedî ilminde hoş karşılanan seci yapılmıştır. [45]

 

Kelime ve İbareler:

 

Hatırla hani "Bir zaman biz İbrahim'e" Kabe'yi bina etmesi için "Beytin" yani Kabe'nin "yerini gösterip" belirleyip beyan ettik. Kabe, Hz. Nuh (a.s.) za­manındaki tufandan beri kaldırılmıştı. İbrahim'e "şöyle vahyettik:"

"... Beytimi tavaf edenler, kıyam edenler" yahut orada oturanlar "rükû ve secde edenler" namaz kılanlar "için" her türlü pisliklerden ve putlardan "temiz­le."

"İnsanlar için de haccı ilân et." Davet etmek suretiyle hacca çağır.

"Gerek yaya olarak" Yani yürüyerek... Ayetteki "ricâlen" râcil kelimesinin çoğuludur; tacir ve tüccar, kaim ve kıyam kelimeleri gibi; "gerekse uzak yollardan gelen yorgun binekler" yolculukta yorulmuş ve zayıflamış arık develer "üzerinde sana gelsinler."

"Böylece onlar kendileri için" ahiretteki dinî faydalar, ticaret suretiyle dünyevi faydalar gibi "bir takım faydalı hususları bizzat görsünler" yaşasınlar.

"Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği" bayram günü ve sonrasında hedy ve kurban olarak kesilen "hayvanların üzerine belirli günlerde" Zilhic-ce'nin ilk 10 gününde, yahut Arafe gününde, yahut Kurban Bayramı günleri olan Teşrik günlerinde "Allah'ın adını ansınlar."

"Siz de bunlardan" kurban etlerinden "yeyin." Cahiliyet ehlinin âdeti olan kurban etini yemenin mahzurlu olduğu inancına muhalif olarak Cenab-ı Hak bunu mubah kıldı. Bu izin nafile ve müstahap olan, adak olmayan kurban hak­kındadır.

"Yoksula ve fakire yedirin." Ayette geçen "el-bais" kelimesi sıkıntı ve darlık içinde bulunan kimse demektir. Fakir ise muhtaç olandır. Buradaki emir farz oluşu ifade eder.

"Sonra bedenî kirlerini gidersinler." Tırnaklarını kesmek, saçlarını kısalt­mak ve koltuk altı kıllarını yolmak gibi temizlik gereklerini yapsınlar. Burada muracf ecfıfen, saç/an kısaltmak ve tırnakları kesmektir.

"Adaklarını yerine getirsinler." Haclarında adadıkları hedy ve kurban gibi adaklarını, borçlarını eda etsinler. "Nezr (adak)" insanın kendine borç kıldığı -ibadet cinsinden- vacip olan hususlardır.

"Beyt-i Atık'i" yani Kabe'yi "tavaf etsinler." Yani ihramdan tam anlamıyla çıkmak için farz olan tavafı yani tavaf-ı ifada'yı yapsınlar. Çünkü bu tavaf di­ğer kirleri gidermekle beraber zikredilmiştir. Burada zikredilen veda tavafıdır da denilmiştir. Atîk, kadim, eski, tarihî demektir. Zira Beytullah insanların ibadeti için tayin edilen ilk Allah evidir. [46]

 

Nüzul Sebebi

 

"İnsanlar için de Hacc'ı ilan et." 27. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İb-ni Cerir, Mücahid'in şu sözünü naklediyor: müminler hac esnasında bineğe bin­miyorlardı. Allah "Gerek yaya olarak gerekse .... yorgun binekler üzerinde sana gelsinler." ayetini indirdi. Onlara yanlarına azık almalarını emretti. Hac yolun­da bineğe binmek ve ticaret yapmak hususunda izin verdi. [47]

 

Ayetler Aeası İlişki

 

Allah Tealâ müşriklerin Mescid-i Haram'a engel olma tavırlarını zikrettik­ten sonra Beytullah'ın değerini beyan etmeyi ve bu davranışlarından dolayı müşrikleri azarlamayı murad etti. Zira onu bina eden babaları İbrahim (a.s.) idi. İbrahim (a.s.) tavaf edenler ve namaz kılanlar için Kabe'yi temizlemekle, dinî ve dünyevî bir takım faydaları elde etmeleri için insanları hacca davet et­mekle emrolunmuştu. [48]

 

Açıklaması

 

İnsanlara şunu hatırlat ey Muhammedi Bir vakit biz İbrahim'e ibadet için müracaat edeceği bir merci olsun diye Kabe nin yerini göstermiştik, onu irs, ad etmiş ve Kabe'yi bina etmesi için izin vermiştik.

Vaktin hatırlatılmasından maksat müşriklerin ibret almaları ve putlara tapmaktan vazgeçip bir olan gerçek din ve hüküm koyucu Allah'a ibadete yö­nelmeleri için bu büyük olayın meydana gelişini hatırlatmaktır.

Burada ilk gününden itibaren Allah'ın birliği, hiçbir ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet edilmesi üzerine kurulan bir yerde Allah'a şirk koşanla­ra karşı tehdit ve azarlama yapılmaktadır.

Yine bu ayette "Beyt-i Atık" i ilk bina edenin Hz. İbrahim (a.s.) olduğuna, Kabe'nin Hz. Nuh'tan (a.s.) sonra kaldırılıp izi kaybolduktan sonra Hz. İbra­him'e (a.s.) kadar bina edilmediğine delil vardır.

Nitekim Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Ebu Zer'den (r.a.) şöyle bir ha­dis nakledilmektedir:

- Ya Rasulallah! İlk olarak hangi mescit yapıldı? diye sordum. Peygamberi­miz (s.a.)

- Mescid-i Haram, dedi.

- Sonra hangisi? dedim, Efendimiz (s.a.):

- Beytü'l-Makdis, dedi.

- Aralarındaki müddet ne kadar? dedim. Efendimiz:

- 40 senedir, dedi.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk Al­lah evi Mekke'de bulunan mübarek olan ve bütün âlemler için hidayet kaynağı olan Kâbedir" (Al-i İmran, 3/96); "İbrahim'e ve İsmail'e:, tavaf edenler, orada oturanlar, rükû ve secde edenler için Beytimi temizleyin, diye emrettik." (Baka­ra, 2/125).

"..Bana hiçbir şeyi şirk koşma..." Yani ona şöyle dedik: Onu sadece benim adıma bina et. İbadet hususunda benim yaratıklarımdan hiçbir kimseyi bana ortak koşma. Beytimi şirkten, putlardan, heykellerden ve etrafına atılan her çeşit pisliklerden temizle. Onu hiçbir ortağı bulunmayan tek olan Allah'a iba­det edenler için halis eyle. Onu tavaf edenler ibadeti sadece Allah Tealâ'ya ait kılsınlar. Ondan başka hiçbir yerde bunun gibisi olmasın. Namaz kılıp dua eden Allah için, rükû edip secde eden Allah için yapsın.

Tavafla namaz bir arada zikredilmiştir. Çünkü bu iki ibadet sadece Bey-tullah'a mahsustur. Tavaf Beytullah'm etrafında olur, namaz da Beytullah'a doğru kılınır.

Ayette geçen el-kâimûn; namaz kılanlardır. Allah Tealâ burada namazın rükünlerinden en önemlilerini zikretti. Bunlar da kıyam, rükû ve sücuddur.

"İnsanlar içinde haccı ilân et." Yani onları sana bina etmeni emrettiğimiz bu beyti haccetmeye davet ederek çağır. Yaya olarak, yürüyerek ve uzak yoldan gelen arık yorgun develer, binekler üzerinde gelsinler.

"Ezan ve te'zîn" namaz için yapılan duyuruya benzer yüksek sesle yapılan ilândır. Burada murad edilen mana, insanlar içinde Allah'ın kendilerine haccı farz kıldığını ve onları bunu eda etmeye davet ettiğini ilân etmektir.

Rivayete göre: Hz. İbrahim (a.s.) haccı ilân etmekle emrolunduğunda:

- Ya Rabbi! Benim sesim nereye ulaşır? dedi. Cenab-ı Hak: Sen ilân et. Ulaştırmak bana aittir, buyurdu.

Hz. İbrahim Halilullah (a.s.) da Ebu Kubeys Dağı'na çıkıp:

-  Ey insanlar! Allah size cennette mükâfat olarak vermek için ve sizi ce­hennem azabından korumak için bu beytini haccetmeyi emretti. O halde siz de haccı eda edin, diye nida etti. Bunun üzerine erkeklerin sulbünde ve kadınların rahminde olanlar: "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk" diye bu davete icabet etti­ler.[49]

Bu harikulade bir mucizedir. Allah Tealâ Hz. İbrahim'in (a.s.) sesini yer ve gökyüzünün her tarafında bulunanlara ulaştırmaya kadirdir.

Bu ayet Cenab-ı Hakkın Hz. İbrahim'den (a.s.) haber verdiği ayet gibidir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) duasında şöyle demişti: "Allahım! İnsanların kalp­lerini onlara meylettir!." (İbrahim, 14/37).

Ehl-i İslâmdan hiçbir kimse yoktur ki Kabe'yi görmeye ve tavafa hasret duymasın. İnsanlar her taraftan ve her ülkeden oraya yönelirler.

"Gerek yaya ve gerekse yorgun binekler üzerinde." ayeti gücü yeten kimse­nin yaya olarak haccetmesinin binekte haccetmekten daha efdal olduğuna delil olarak getirilebilir. Çünkü ayette yayalar önce zikredilmiştir. Bu da onlara önem verildiğine, himmetlerinin kuvvetli, azimlerinin şiddetli olduğuna delâlet eder.

İbni Abbas diyor ki: Kaybettiğim hiçbir şeye üzülmüyorum. Ancak yaya olarak haccetmeyi isterdim. Çünkü Allah: "Sana yaya olarak gelsinler." buyu­ruyor.[50]

Alimlerin çoğunluğunun görüşü Rasulullah'a (s.a.) uyarak binekle haccet­menin daha efdal olduğu şeklindedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) mükemmel bir kuvvete sahip olmakla birlikte binekle haccetmiştir.

Hacıların gelişi Beytullah'a olduğu halde "Sana gelsinler" ifadesinin kulla­nılması Hz. İbrahim'in (a.s.) davetçi olduğuna ve onun bundan sonra da önder olduğuna işaret etmek içindir. Bu ifade ile Hz. İbrahim'e (a.s.) şeref bahşedil­miştir.

Cenab-ı Hak daha sonra hacca davet edilmesinin sebep ve hikmetini be­yan ederek şöyle buyurdu:

"Böylece onlar kendileri için birtakım faydalı hususları bizzat görsünler..." Yani onlar kendileri için Allah'ın rızasına nail olmak gibi dini yararlara ve kur­ban, ticaret gibi dünyevî yararlara ve bu büyük toplantıdaki tanışmaya bizzat şahit olsunlar diye onları hacca davet et. Bu ifade hacda ticaret yapmanın caiz olduğuna delildir.

Ayrıca Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar üzerine hamd, şükür tekbir ve teşbih ile sena ederek Allah'ın adını ansınlar. Bu da belirli günlerde, İmam Malik, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Kurban bayramının üç veya dört günü, İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî'ye gö­re Zilhicce'nin ilk 10 günü Allah'ı zikretmek suretiyle olur.

Allah'ın adım zikretmek hamd ve şükür manasında ise buradaki "alâ" edatı sebep bildirmek için kullanılmış olur.

Zemahşerî Allah'ın adını zikretmenin kurban kesmekten kinaye olduğu görüşündedir. Zira Ehl-i İslâm kurban kestikleri veya hayvan boğazladıkları zaman Allah'ın adını mutlaka zikrederler. Buna göre "alâ" edatı istilâ (üzeri­ne) manasında kullanılmış olmaktadır.

Burada ayrıca Allah'a kendisiyle yaklaşılacak ibadetlerde asıl maksadın Allah'ın adının zikredilmesi olduğuna işaret vardır. Bu üslûp şirksiz olarak sa­dece Allah'ın zikredilmesinin en büyük maksat olduğunu açıklamak, rızkın ve­rilmesinin şükrü teşvik etmek için, bu ibadetle Allah'a yaklaşmak için ve infak noktasında kullara kolaylık olması içindir.

Sonra Allah Tealâ "mubah" bir emir olarak kurban etlerinden yenmesini emrederek şöyle buyurdu: "Siz de bunlardan yeyin. Yoksula ve fakire yedirin." Yani kurbanlar üzerine Allah'ın adını zikredin, etlerinden yeyin, sıkıntı ve dar­lığa düşen yoksula, muhtaç fakire yedirin.

Kurbanlardan yemek zikredildiği gibidir. Çünkü Cahiliyet ehli kurbanla­rından yemiyorlardı.

Zemahşerî diyor ki: Bu emirde fakirlerle eşitlik ve onlara yardımcı olmak, alçak gönüllü davranmak manası olduğu için bu emrin mendup olması da caiz­dir. Buradan hareketle fakihler imkân sahibi kimsenin kurbanından sadece üç­te bir miktarını yemesini müstahap görmüşlerdir.

Sabit olan rivayete göre Rasulullah (s.a.) hedy kurbanını kestikten sonra her deveden bir parça etin kesilip pişirilmesini emretti. Kendisi de bundan ye-yip, çorbasından içti.

İmam Şafiî'nin mezhebine göre kurban etinden yemek müstehap, yedir­mek vaciptir. Eğer hepsini yedirirse caizdir ve emir yerine getirilmiş olur.

"Siz de yiyin" ifadesiyle bu kurbanlardan yemenin mubah olduğunu vur­gulamak için 2. şahıs kullanılarak iltifat sanatı yapılmıştır.

Cenab-ı Hak daha sonra temizliği, adak ve tavafın yerine getirilmesini emrederek şöyle buyurdu:

"Sonra bedenî kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbeyi ta­vaf etsinler."

Bu üç vacip vücup ifadesiyle emredilmiştir. Yani tırnaklarını kesip saçları­nı traş etmek suretiyle bedenlerindeki kirleri gidersinler. Allah Tealâ'ya yak­laşmak için ibadet ve taat cinsinden adaklarını yerine getirsinler. Ayette geçen "nezir", insanın kendi kendine edasını vacip kıldığı adaktır.

Ayrıca haccın rükünlerinden biri olan farz tavafını (tavaf-ı ifada'yı) yerine getirsinler. Bir başka tefsire göre burada zikredilen tavaf veda tavafıdır denil­miştir. Beyt-i atik, kadîm olan beyttir. Yani Kâbe-i Muazzama, ibadet için tayin edilen en eski, en kadîm Allah evidir. [51]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu konulara işaret etmektedir:

1- Kâbe-i Müşerrefe'nin yahut Beyt-i Haram'm Allah Tealâ'nın emriyle ve İbrahim Halil'in eliyle bina edilmesinin iki hedefi vardır:

Birincisi: Allah Tealâ'nın birliğinin ilân edilmesi ve şirk lekelerinden uzak halisane tevhidin izhar edilmesi.

İkincisi: Beytullah'ın bütün put ve heykellerden, pisliklerden, küfür ve bid'at görüntülerinden ve bütün necaset ve kanlardan temizlenmesi.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Artık murdar putlardan kaçı­nın." (Hac, 22/30).

Doğru olan görüşe göre burada ve gelecek ayette hitap Hz. İbrahim aley-hisselâmadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a.) değildir.

2- "İnsanlar için de haccı ilân et." ifadesi haccın farz olduğunu bildirmek­tedir. Bu da Hz. İbrahim (a.s.) zamanında da haccın farz olduğuna delâlet et­mektedir. Eğer bu farz oluş aynen kalmış, daha sonraki bir peygamber zama­nında neshedilmemişse bizim şeriatımızdaki hac ile ilgili emirler bu farzoluşu te'kit etmiş olmaktadır. Eğer bu farz oluş arada neshedilmiş ise hac "Heyetler Yılı" diye bilinen Hicretin 9. yılında: "Oraya gitmeye yol bulabilenlerin   (gücü yetenlerin) Beytullah'ı haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97) ayetiyle bizim üzerimize farz olmuştur.

Hicretin 6. yılında inen "Haccı da Umreyi de Allah için tam yapın." (Baka­ra, 2/196) ayeti farz kılmakta açık değildir. Zira burada bu iki ibadete başladık­tan sonra tamamlanması vaciptir manasına gelme ihtimali de vardır. Buna gö­re bu iki ibadete başlamak farz olmaz.

Peygamberimiz'in (s.a.) hicretten önce yaptığı iki hac ise nafile olup Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatı üzere eda edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.) daha sonra hicretin 10. yılında Veda haccı yapmıştır. Bu hac farz olan İslâm haccı idi.

Peygamberimiz (s.a.) haccın farz olduğu hicretin 9. yılında hacca teşebbüs etmedi. Çünkü o zaman henüz nesî' (ayların zamanlarının geciktirildiği) zama­nı olup haccın gerçek vakti değildi. Nihayet Zilhicce ayının ilk on günü yıl içeri­sindeki gerçek yerine gelip de istikrar bulacaktı. Peygamberimiz (s.a.) bu gün­lerin onuncu yılda gerçek yerine döneceğini gayet iyi biliyordu. Bundan dolayı haccı Allah'ın insanlara hac yapmasını farz kıldığı gerçek vaktinde yapılmış ol­sun diye onuncu yıla bıraktı. Zaman karışık olduğu müddetçe dokuzuncu sene (hac emiri olarak) hacceden Hz. Ebubekir (r.a.) veya bir başkasının haccında herhangi bir mahzur yoktu.

Hz. İbrahim'in (a.s.) Ebu Kubeys Dağı üzerinde haccı ilân edip sesinin bü­tün cihanın ufuklarına ulaştırılması mucizedir. Allah, Hz. İbrahim'in (a.s.) se­sini dilediği her yere ulaştırmaya kadirdir.

İbni Ebî Şeybe, İbni Cerir, İbni Münzir'in, -sahihtir kaydıyla- Hâkim'in ve Beyhakî'nin Sünen'inde İbni Abbas'tan şu rivayeti nakletmektedirler:

Hz. İbrahim (a.s.) Beytullah'ın binasını bitirince:

- Ya Rabbi! Binayı tamamladım, dedi. Cenab-ı Hak:

- İnsanlar içinde haccı ilân et, buyurdu. Hz. İbrahim: -Benim sesim nereye ulaşır? dedi. Cenab-ı Hak:

- Gel, ilân et. Ulaştırmak bana aittir, buyurdu. Hz. İbrahim:

- Ya Rabbi?.. Nasıl söyliyeyim? diye sordu. Cenab-ı Hak:

- De ki: "Ey insanlar?.. Allah size Beyt-i Atîk'i haccetmenizi farz kıldı." Bu­nun üzerine bunu yer gök ehli duydular. Görmüyor musun ki dünyanın her kö­şesinden telbiye getirerek bu sese icabet ediyorlar.

3- "Gerek yaya ve gerekse... yorgun binekler üzerinde sana gelsinler." ifadesi insanların yaya ve binekle Beyti haccetmeye icabet etme vaadidir. Bu ayette yaya veya binekli olarak haccetmekten her birinin caiz olduğuna delil vardır. Bu konuda hiçbir ihtilâf yoktur. İhtilâf bu iki şekilden hangisinin daha faziletli olduğundadır:

Hacc'da yürümedeki nefse gelen zorluk sebebiyle, İbni Macenin Sünen'in-de Ebu Said el-Hudri'den gelen "Peygamberimiz ve ashabı Medine'den Mek­ke'ye yürüyerek haccetiler." şeklindeki hadisi ve az önce geçen İbni Abbas hadisi sebebiyle Malikîlerden bazıları yürüyerek haccetmenin daha faziletli olduğu görüşündedirler.

Aralarında İmam Malik'in de bulunduğu cumhur ise Peygamberimiz'e (s.a.) uymak için harcama fazla olduğundan ve binek hazırlığı yapılmasıyla hac şeârini ta'zim olduğu için binekle yapılan haccm daha efdal olduğu kanaatine varmışlardır.

Ancak sadece ayette "yaya yürüyenlerin" önce zikredilmesi efdal oldukları­na delâlet etmez. Çünkü vav'la yapılan atıf, tertibi gerekli kılmaz. Ayrıca yaya­ların bineklilerden önce zikredilmesi insanların emre uymakta süratle davran­malarına işaret etmek içindir. Hatta hacc'da yaya, binekte olanı geçebilecek duruma gelmektedir.

İmam Ahmed ve bir gurup alimin mezhebine göre Beyt-i Haramı görünce eller kaldırılır. Bunun delili İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet edilen Peygamberi-miz'in (s.a.) şu hadisidir: "Yedi yerde eller kaldırılır: Namaza başlarken, Beytin karşısında, Safa ve Mervede, Arafat ve Müzdelife vakfelerinde ve iki cemrede (şeytan taşlarken)."

4- "Böylece onlar kendileri için bir takım menfaatlere şahit olsunlar." ayeti hacc'da ticaretin caiz olduğuna delâlet etmektedir.

Mücahid diyor ki: Ayette geçen menfaatler Allah'ı razı kılacak dünya - ahi-ret işleri ve ticarettir.

"Rabbinin lütfundan rızık aramanızda bir günah yoktur." (Bakara, 2/198) ayetinin delaletiyle fakihler hac yolculuğundan asıl maksat ticaret olmadığı müddetçe hacıların ticaret yapmalarının kerahetsiz olarak caiz olduğunu açık 3İr ifade ile belirtmişlerdir. Ayette geçen "fadl (lütuf)" kelimesi ihtilafsız "tica--etf" demektir.

"Bir takım menfaatler" ibaresi hacc'm hikmetine ve hacc'ın din ve dünyada büyük yararlar ihtiva ettiği için meşru kılındığına delâlet eder. Bundan dolayı iacc menasiki zikir, dua ve ibadet hususunda en muazzam Allah korkusu ve ihlâs manzaralarındandır. Hacc menasiki dünyanın aldatıcı güzelliği ve ziyne­tinden sıyrılmaya delâlet eder. Dünyanın geçici arzularına ve basit süslerine makumamaya davet eder. Ayrıca rahmet, ihsan, adalet, eşitlik ve işbirliğine se­bep olur. Zira insanlar yolculuklarında birbirleriyle yardımlaşır, birbirlerine lahmetle muamele eder ve bu büyük kongrede birbirleriyle tanışır, eşit olurlar, Ünreci ile idare edilen, zenginle fakir arasında bir fark kalmaz. Sonra hacc es­liden ve şu anda Hicaz halkının geçim şartlarına yardımcı olmaktadır.

5- Malikîler "Belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar." ayetine binaen medy1 kurbanının geceleyin kesilmesinin caiz olmadığı görüşündedirler. Çünkü Ctenab-ı Hak kurban kesmeyi zaman zarfıyla geceleri değil gündüzleri tayin et­miştir. Gerçek olan "gün" kelimesinin hem gündüz için hem de "gece ve gündü­zün toplamı" için kullanıldığıdır. Malikîlerin dışındakiler de karanlık sebebiyle hata olma ihtimaline binaen gece kurban kesmenin mekruh olduğu görüşünde­dir.

Ayette geçen "belirli günler" İmam Malik, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Nahr günleridir. Bu da bayramın ilk üç günüdür. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî'ye göre Zilhiccenin ilk 10 günüdür. Bu günler belirli günlerdir. Zira müs-jümanlar bu günleri tanıyıp değerlendirmeye gayret ederler.

Nahr (kurban kesme) günleri Hanefiler ve Malikîlere göre üç gündür: Zil-hicce'nin 10. 11. ve 12. günleridir. İmam Şafiîye göre dört gündür: 10. 11. 12. 13. günlerdir.

Birinci görüş sahabeden bir gurup tarafından rivayet edilmiştir.

İkinci görüş Beyhakî'nin Cübeyr b. Mut'imden rivayet ettiği Peygamberi-e'in (s.a.): "Bütün teşrik günleri Kurban kesme günüdür." şeklindeki hadisi-delâleti ile sabittir. Bu günler de bayramın ilk dört günüdür. Fakat İmam Ahmed bu hadisi "zayıf görmektedir.

Bayramın birinci günü kurban kesme vakti İmam Malik'in görüşüne göre imamın namazından ve kurbanı kesmesinden sonradır. İmam Ebu Hanife'ye namazı bitirdikten sonradır. İmamın kurbanını kesmesi beklenmez. İmam Şafiî'ye göre namaz vakti girdikten ve iki hutbe miktarı bekledikten sonradır.

İbni Abdilberr diyor ki: Buharî ve Müslimin Bera b. Azib'den (r.a.) rivayet ettiği Peygamberimiz'in "Kim namazdan önce kurban keserse bu koyun etdir." hadisine binaen şehir halkından olduğu halde namazdan önce kurbanını kesen kimsenin kurban kesmemiş sayılacağı hakkında alimler arasında bir ihtilâf bilmiyorum. (Yani bu konuda görüşbirliğine varmışlardır.)

Badiye (çöl, taşra) halkına ve imamı olmayanlara gelince: İmam Malik mezhebinin meşhur kavline göre bu kimseler imamın yahut kendilerine en ya­kın olan imamın kurban kesmesini gözetirler. Hanefîler ise şöyle demişlerdir. Fecirden sonra kurban kesmeleri onlar için yeterlidir.

6- "Siz de bu kurban etinden yeyin." ayetinden, kurban etinden yemenin mubah olduğu murad edilmektedir. Bu ayet: "İhramdan çıktığınızda avlanın" (Maide, 5/2) ve "Namazı bitirdiğiniz zaman yeryüzüne dağdın." (Cum'a, 62/10) ayetleri gibidir.

Yahut bu ayetten murad mendup ve müstehap oluşudur. Bundan dolayı kişinin hedyinden ve kurbanından yemesi, çoğunu sadaka olarak dağıtması müstehaptır. Tamamını sadaka olarak vermesi ve tamamını yemesi de Malikî-lere göre caiz görülmüştür. Bu durum cahiliyet halkının kurban etini yemeyi mahzurlu görmek âdetlerine muhaliftir. Ayetin nassı kurban etinden yemeyi mubah saymış yahut fakirlere yardım kasdıyla bunu mendup görmüştür.

Fakat kurban etlerinden yemenin caiz oluşu her kurban hakkında genel bir cevaz değildir. Çünkü ceza kurbanının etinden yemesi sahibine ittifakla ca­iz değildir. Nafile kurbanın etinden yemek ise ittifakla caizdir.

Temettü ve Kıran kurbanına gelince Şafiîler diyor ki: Bu mecburî bir kur­bandır (demü cebr). Bundan dolayı sahibinin bundan yemesi caiz değildir.

Hanefilerin görüşüne göre bu şükür kurbanıdır. Bu sebeple Hanefîler aye­tin zahiri ile amel ederek bu kurban etinden sahibinin yemesini mubah gör­müşlerdir. Zira traş olma sırası cemerat ve kurbandan sonraya tayin edilmiştir. Bu fiillerin terettüb ettiği kurban sadece temettü ve kıran kurbanıdır. Zira di­ğer kurbanları kesmek bu fiillerden önce de sonra da caizdir. Bu da ayette ge­çen kurbanın temettü ve kıran kurbanı olduğuna delâlet etmekledir.

Yine sabit olduğuna göre Peygamberimiz (s.a.) Veda haccında sevk ettiği kurbanın etinden yemiştir. Efendimiz (s.a.) alimlerin tercih ettiği görüşe göre kıran haccı yapmıştı. Kurban etinden zenginlere yedirmek caiz olunca kurba­nın sahibinin de zengin bile olsa yemesi caiz olmaktadır.

İmam Malik mezhebinin meşhur görüşüne göre kurban sahibi kefaret kur­banlarından üç kurbanın etinden yiyemez:

- Avlanma cezası olarak kesilen kurban,

- Yoksullara ait adak kurbanı,

- Hastalık sebebiyle kesilen fidye kurbanı. Bunun dışmdakilerden vacip de olsa nafile de olsa mahalline ulaşınca yiyebilir. Yemesi caiz olmayan kurbandan yerse -Malikîlerce tercih edilen görüşe göre- yediğinin karşılığını sadaka olarak verir. Zira sadece eti yemekle haddi aşmıştır. Bir başka görüşe göre, bü­tün bir hedy ceza olarak verir.

7- "Yoksula ve fakire yedirin." ayetinin zahiri kurbanlardan fakirlere ye­dirmenin vacip olduğu şeklindedir. İmam Şafiî de bu görüştedir.

İmam Ebu Hanife diyor ki: Bu menduptur, çünkü kurban etidir. Kurbanda kan akıtmakla ibadet gerçekleşmiş olur, etinden fakirlere yedirmek ise men­duptur.

Alimlerin çoğuna göre kurban ve hedy sahibinin üçte birini sadaka olarak vermesi, üçte birini yedirmesi, üçte birini de kendisinin ve ev halkının yemesi müstehaptır. Bu paylaştırma İmam Malik'in mezhebinde sabit olmamıştır.

Cumhurun görüşüne göre hitap umumî olduğu için mukîmin kurban emri­ne muhatap olması gibi seferî de kurban emrine muhataptır. İmam Ebu Hani-fe'ye göre seferî bu emre muhatap değildir. İmam Malik'e göre seferî olan hacı­ların Mina'da kurban kesmeleri istenmez. İmam Malik bu kimselerin üzerine kurban vacip olduğu görüşünde değildir.

8 Bu konudaki ayetin nassı sadece yeme ve yedirmeye izin verdiği için hedy kurbanlarından bir şeyin satılması caiz değildir. Ayrıca Buharî ve Müs­lim'in Hz. Ali'den   (r.a.) rivayet ettiği şu hadis buna delâlet etmektedir: "Pey­gamberimiz (s.a.) bana deve kurbanı önünde durmamı emretti ve şöyle buyur­du: Derilerini, örtülerini v.s ayır, kurban kesene bundan bir şey verme." dolayı­sıyla kurbandan bir şey satmak caiz değildir.

9- "Sonra bedenî kirlerini gidersinler." ayeti halg (saçları tamamen traş et­me) veya taksir (saçları kısaltma) şeklinde yapılan ihramdan şartlı çıkışın (et-tahallülü'l-esgâr) vacip olduğuna delildir.

10- "Adaklarını yerine getirsinler." ayeti de adağın kurban, hedy veya baş­ka bir çeşit olsa da yerine getirilmesinin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Bu ifade adağı tam manasıyla yerine getirmek için adak kurbanından yemenin ca­iz olmadığına delâlet etmektedir. İhramda iken avlanmanın cezası ve hastalık fidyesi de böyledir. Zira yapılması istenen bu adağın eti veya başka bir şeyle il­gili hususların eksik olmaksızın yerine getirilmesidir. Eğer bundan yerse ona tam bir hedy kurbanı (yahut tercih edilen görüşe göre yediğinin karşılığını sa­daka vermek) gerekir.

Masıyet adağı yerine getirilmez. Bunun delili İmam Ahmed'in Cabir'den rivayet ettiği: "Allah'a masıyet olan adak yerine getirilmez." hadisi ile İmam Ahmed ve Kütüb-i Süte müelliflerinin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri: "Kim Allah'a itaat etmeyi adarsa O'na itaat etsin (adağını yerine getirsin). Kim O'na isyan etmeyi adarsa O'na isyan etmesin (yani bu çeşit adağını yerine getirme­sin). " hadisidir.

11- "Kâbeyi tavaf etsinler." ayeti bu tavafın şart olduğuna delâlet etmekte­dir. Bundan murad haccın rükünlerinden biri olan Tavaf-ı ifadadır. Taberî di­yor ki: Bu hususta müfessirler arasında hiçbir ihtilâf yoktur.

Hacc'da üç önemli tavaf vardır:

- Kudüm (ilk geliş) tavafı,

- Farz tavafı (tavaf-ı ifada),

- Veda tavafı.

Kudüm tavafı cumhura göre sünnettir, Malikîlerdeki sahih olan görüşe gö­re ise vaciptir. Veda tavafı bunun aksinedir: Malikîlere göre müstahap, cumhu­ra göre vaciptir.

Tavaf-ı ifada ise farz olup haccm rüknüdür. "Beyt-i Atîk'i (Kabe'yi) tavaf et­sinler. " ayetine binaen alimlerin ittifakıyla bu tavaf olmadan hac tamamlanmış olmaz. [52]

 

Allah'ın Yasaklarına Saygı Gösterilmesi

 

30-  İşte kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse bu Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır. (Kur'anda haram oldukları) okunanlar dışındaki hayvan­lar sizlere helâl kılınmıştır. Artık o murdar putlardan kaçının. Yalan söz­den de kaçının.

31- Allah'ın muvahhidleri olun. O'na or­tak koşanlardan olmayın. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini kuşlar kapmış veya rüzgâr kendisini ıssız bir yere sürüklemiş olduğu (kimse) gibidir.

32-  İşte kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara saygı gösterirse şüphesiz ki bu kalplerdeki takvadandır.

33-  Bunlardan (kurbanlıklarda) belirli bir müddete kadar sizin için menfaat­ler vardır. Sonra varacakları yer Beyt-i Atik (Kabe civarı) dır.

34-  Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine (bunları ke­serken) Allah'ın adını ansınlar diye biz her ümmet için kurban kesme hükmü koyduk. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O halde sadece O'na teslim olun. Sen mü­tevazı ve ihlâslı olanları müjdele.

35-  Onlar, Allah anılınca kalpleri titre­yen, uğradıkları musibetlere sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine rı­zık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.

 

Belagat:

 

"Murdar putlardan kaçının. Yalan sözden kaçının." ifadesinde aynı fiil tekrar kullanılmak suretiyle te'kit yapılmıştır. Buna ıtnâb denilir. Her bir hük­mün tek başına durumuna itina göstermek için yapılır.

"Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini kuşlar kapmış (kimse) gibidir." ifadesi teşbih-i temsilidir. Çünkü vech-i şebeh (benzetme yönü) birden fazla şekilden alınmıştır. "Veya rüzgârın ıssız bir yere sürüklemiş olduğu kimse gibidir." ifadesi de teşbih-i temsilidir. Atıf harfi olan "ev" ya "harra" fiili­ne ya da "fe-tahtafühû" fiiline atıftır. [53]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte" durum böyledir. Bu kelime ve benzerleri iki cümle arasını ayırmak için kullanılır. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: "Bu böyle... Şüphesiz haddi aşan az­gınlar için de kötü bir akıbet vardır." (Sad, 38/55).

"Kim Allah'ın yasaklarına" hükümlerine ve çiğnenmesi helâl olmayan di­ğer hususlara "saygı gösterirse..." Ta'zinı, şeriatın vazifelerinin vacip olduğunu bilip gereğiyle amel etmektir. Hurumât (Allah'ın yasakları) hürmet (yasak) ke­limesinin çoğuludur.

f Zeyd b. Eslem'den rivayet ediliyor: Hurumât beş tanedir: Ka'be-i Haram, Mescid-i Haram, Beled-i Haram, Şehr-i Haram ve Meş'ar-i Haram. Kelâmcılar diyorlar ki: Nafileler Allah'ın yasakları muhtevasına girmez.

"Bu, Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır." Ta'zim (saygı) göster­mek Allah'ın yasaklarını gözetmek ve korumak gerektiği bilindiği için ahirette-ki sevap açısından daha hayırlıdır.

\ "Size ölü hayvan eti ve...ve... haram kılınmıştır." (Maide, 5/3) ayetinde ha­ram kılındığı "Okunanlar dışındaki hayvanlar" boğazlandıktan sonra etlerinin yenilmesi "size helâl kılınmıştır." O halde Bahîra ve Sâibe gibi Allah'ın haram kılmadığı şeyleri siz de haram kılmayın. (Buradaki istisna munkatı'dır, mutta­sıl da olması mümkündür.)

"Artık o murdar putlardan" pisliklerden kaçınıldığı gibi "kaçının." Bu, put­ları ta'zim etmeyi nehyetmek ve putlara tapmaktan nefret ettirmekte son dere­ce mübalağalı bir ifadedir. Ayette geçen rics, pislik demektir. Yani putlara tap­maktan kaçının. "Evsan" ise heykel manasmdaki "vesen" kelimesinin çoğuludur. Puta "vesen" denilmiştir. Çünkü put da bir yere dikilir, yerinde sabit kalır, ora­dan ayrılmaz. Puta hayvan şeklinde olduğu zaman "timsal" adı da verilmiştir.

"Yalan sözden de kaçının." Yani telbiyenizde Allah'a şirk koşmaktan yahut yalan yere şahitlikte bulunmaktan sakının.

Ayette geçen "zûr" yalan ve sapma demektir. Bu ifade tahsisten sonraki ta'mim ifadesidir. Zira putlara tapmak gerçekte, sapmanın başıdır. Sanki Ce-nab-ı Hak ilâhî yasaklara saygı göstermeye teşvik edince bunun ardından put­lara saygı göstermekten ve Allah böyle hükmetti diyerek Allah'a iftirada bu­lunmaktan nehyetti.

"Allah'ın muvahhidleri olun." Allah'a ihlâsla ibadet eden, müslüman ve Allah'ın dininden başka bütün dinlerden yüz çeviren kimseler olun. Ayette ge­çen "hunefâ", hanîf kelimesinin çoğuludur; hanif ise batıl dinden hak dine meyi eden kimseler demektir.

"O'na ortak koşanlardan olmayın." Bu ifade, önceki cümleyi te'kit etmek içindir.

"Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini derhal kuşların kaptığı veya rüzgârın kendisini" kurtulma ümidi olmayan "ıssız bir yere sürük­lediği kimse gibidir." Çünkü Şeytan onu dalâlete atmıştır.

Ayetteki "ev (veya)" harfi Bakara süresindeki (2/19) "yahut yağmur" aye-tindeki gibi tercih manasında veya çeşitlilik ifade etmek içindir. Çünkü müş­riklerden asla kurtuluşa eremiyecek olanlar da vardır. Onlardan tevbe ile fakat çok uzak bir ihtimal olarak kurtulması mümkün olanlar da vardır.

"İşte" durum budur. "Zalike (işte)" kelimesi mahzuf mübtedanm haberidir. "Kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara" yani Allah'ın dinine veya haccın farz­larına yahut hac ibadetinin yapıldığı yerlere veyahut haccın önemli işaretlerin­den olan kurbanlara "saygı gösterirse.." Burada geçen "şeâir" kelimesi alâmet manasmdaki "şeîre" kelimesinin çoğuludur. Bununla kurbanlar murad edilir. Bunun ta'zim edilmesi kurbanın güzel, semiz, pahası kıymetli cinsten seçilme-sidir. Bunların ziynet veya basit yara gibi işaret olması sebebiyle şeâir adı ve­rilmiştir.

"Şüphesiz ki bu" Harem'e güzelleştirmek ve semizletmek üzere hediye edi­len kurbanlık hayvanların ta'zim edilmesi "kalplerdeki takvadandır." Zira bun­lara ta'zim gösterilmesi kalpleri muttaki olan kişilerin amellerindendir. Bu ilâ­ve kelimeler hazfedilmiş, sadece kalpler zikredilmiştir. Zira kalpler takva ve fücurun kaynağıdır. "Bunlarda" kurbanlıklarda "belirli bir müddete" boğazla-nıncaya "kadar" bunlara binmek ve zarar vermiyecek şekilde üzerinde yük ta­şımak gibi "sizin için menfaatler vardır. Sonra varacakları yer" boğazlanmaları helâl olan yer "Beyt-i Atik'tir." Yani onun civarıdır. Bundan murad bütün Ha­rem bölgesidir.

"Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine" bunları bo­ğazlarken "Allah'ın adını ansınlar diye biz her ümmet için" daha önce geçen her din ehli için Allah Tealâ'ya yaklaşmak için "kurban kesme hükmü" veya ibadet yerleri "koyduk."

"Mensek" mekân ismidir. Nüsük ve mensek aslında mutlak olarak ibadet demektir. Hac fiilleri hakkında kullanılması yaygınlaşmıştır. "O halde sadece o'na teslim olun." O'na boyun eğin. "Sen" itaatkâr, huşu sahibi ve "mütevazi olanları müjdele."

"Onlar Allah anılınca kalpleri titreyen" Allah'tan korkan "uğradıkları mu­sibetlere" belâlara "sabreden" namazı vakitlerinde "dosdoğru kılan, Allah yo­lunda harcayan" sadaka veren "kimselerdir".[54]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler daha öncesi ile açık bir şekilde irtibat halindedir. Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'e (a.s.) hac için nida etmesini emrettikten sonra

Allahan ahkâmını şeriatını ve dolayısıyla hac menasikini tazim etmenin seva­bını, haram olduğu istisna edilenler dışındaki hayvanların kesilmesini ve etle­rinin mubah olduğunu açıkladı.

Bunun ardından putları ta'zim etmekten, Allah'a iftira etmekten, şahitlik­leri eda etmekte yalan söylemekten nehyetmeyi, Allah'a şirk koşanların helak olacaklarını zikretti. Sonra da bu mukaddes esasları ta'zim etmenin takvanın alâmetleri ve esaslarından olduğunu ve kurbanları kesme mahallinin Mek­ke'de Harem bölgesi Allah Teâla'ya yaklaşmalarına vesile olacak kurbanları bulunduğunu zikretti. [55]

 

Açıklaması

 

"İşte, kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse..." Bunlar, hac menasikini eda ederken emredilen bu taatlerin bol sevaplarıdır. Kim, masiyetlerden ve ha­ramlardan kaçınmak ve emirlere sarılmak suretiyle vücubunu bilerek ve gere­ğiyle amel ederek Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse buna karşılık bol se­vap alır. Sevap her iki husus hakkında birlikte olur: Taatleri işlemek, yasaklar­dan kaçınmak yahut haramları terk etmek.

Hurumât (Allah'ın yasakları) hürmet kelimesinin çoğuludur. Hürmet ise Allah'ın hacc'da ihramlı iken haram kıldığı; münakaşa, cima, günah işleme, av­lanma gibi nehyedilen her şeydir. Bunların ta'zimi bunlardan kaçınmak sure­tiyle olur.

Bir başka görüşe göre hurumât, hacc'daki ve diğer ibadetlerdeki her çeşit emirlerdir. Bir diğer görüşe göre sadece hac menasikidir. Bir diğer görüşe göre ise bunlar beş haramdır: el-Mescidül-Haram, el-Beytül-Haram (Kabe), el-Meş'airül-Haram, el-Beledül-Haram, eş-Şehrul-Haram.

Bunlara ta'zim günahlardan kaçınmak suretiyle olur. Bu konuda yapılan haksız tecavüzler de günah cümlesindendir.

"Bu Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır." cümlesinin zamiri ta'zime racidir. Yani bu hususlara ta'zim etmek, Allah Tealâ katında garantili olan sevabı almaya sebeptir. Buna göre "hayır" kelimesi tafdil babından olmaz.

"Kur'an'da okunanlar dışındaki hayvanlar sizlere helâl kılınmıştır." Ey in­sanlar! Maide Suresi'ndeki ayette ve diğer ayetlerde belirtilen ve istisna edilen, ölü hayvan eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvan eti v.s dışındaki hayvanları boğazlamak ve etini yemek size mubah kılınmıştır. Cahi-liyet ehlinin kendilerine haram kıldığı Bahîra, Şaibe, Vasile ve Hami gibi hay­vanlar size haram kılınmamıştır.

"Okunan" ifadesinden fiil-i müzarinin zahir manası olan gelecekte inecek ayetler murad edilmemiştir. Bilakis daha önce inen ayetler murad edilmiştir. Müzari fiille ifade edilmiş olması bu okunan ayetlerin devamlı hatırda tutul­ması ve dikkate alınması gerektiğine işaret etmek içindir.

Müstesna ile hayvanlardan bazılarının haram kılındığı murad edilmişse istisna muttasıldır. Müstesna ile kan, domuz eti ve başkaları da murad edilmisse b\j istisna munkatı'dır. Tercih edilen görüş birinci görüştür» Mİ3İÛU ya­saklarına saygı göstermenin Harem bölgesinde hac ve umre menasikini eda ederken avlanmaktan kaçınmak hükmü verildiği gibi diğer hayvan etlerinden sakınmak gerektiği şeklinde meydana gelebilecek yanlış bir anlayışı ortadan kaldırmak için bu cümle bir ara cümlesi olarak gelmiştir.

"Artık o murdar putlardan kaçının." Yani o pis putlardan sakının. Putlar, bunları çirkin göstermek ve nefret ettirmek için "murdar" olarak vasıflandırıl­mıştır. Yani putlara tapmaktan uzaklasın. Bu murdar bir şeydir. Putlardan uzaklaşmaktan murad onlara tapmaktan ve onları ta'zim etmekten sakınmak­tır. Bu durumu te'kit etmek için bizzat kendisinden uzaklaşmayı emretti.

Bu cümle "Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse... " ayetiyle irtibat ha­lindedir. Yani Allah'ın yasaklarına saygı göstermekte hayır ve Allah rızası var­sa ve Allah'ın yasak ettiği şeylerden sakınmak Allah'ın yasaklarına saygı gös­termek ise, putlardan kaçının, onlara ta'zim etmeyin. Cahiliyet halkının yaptı­ğı gibi putlar için kurban kesmeyin.

'Yalan sözden sakının. Allah'ın muvahhidleri olun. O'na ortak koşanlar­dan olmayın." Yani yalandan, batıldan ve yalan yere şahitlikten uzak durun. Bütün bunlar "yalan söz" ibaresi altına girer. Daha güzeli yalan yere şahitliği de ihtiva etmesi için umumi ifade kullanılmasıdır.

İmam Ahmed, Ebu Davud ve başkalarının İbni Mes'ud'dan (r.a.) naklettik­leri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) -üç defa-: "Yalan yere şahitlik Allah'a şirk koşmaya eşit sayılmıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur.

Allah'ın muvahhidleri olarak, dinde ihlâslı kimseler olarak, batıldan yüzçevirenler olarak, Hakka yönelmek ve Allah'a hiçbir kimseyi şirk koşma­mak üzere bu emirlere sımsıkı sarılın.

Daha sonra dalâleti, helaki, hidayetten uzaklaşması hususunda müşrik için şirkten kaçınmanın gerekli, şart olduğunu kararlaştıran bir ara cümle ile misal vererek şöyle buyurdu: "Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o..." Yani kim Allahla birlikte başka bir ilâh tanır, O'ndan başkasına taparsa büyük bir hüs­rana uğramış, açık bir helake düşmüş olur. O bu şirkiyle gökyüzünden düşüp de yırtıcı kuşların kendisini derhal kaptığı yani paramparça ettiği ve her biri­nin bir parça koparıp aldığı ve tamamen helake uğrayan kimse gibidir. Yahut rüzgârın savurduğu, helak edici ıssız, kurtuluş olmayan bir yere sürüklediği kimse gibidir. Bu iki temsilî teşbihten maksat şirkin durumunu, çirkinliğini göstermek ve şirkten nefret ettirmektir.

Cenab-ı Hak bundan sonra mukaddes kıldığı esaslara saygı göstermenin sebebini zikretti:

"İşte kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara saygı gösterirse şüphesiz ki bu kalplerdeki takvadandır."

İşte durum böyledir. Kim kurbanlara (Harem'e hedy olarak kesilen kur­banlıklara) bunları semiz, dolgun ve pahalı olanlardan seçmek suretiyle değer verirse; yahut kim Allah'ın emirlerine ve hac menasikine ve dolayısıyla İbni Abbas'ın dediği gibi güzel yetiştirmek ve semizletmek suretiyle kurbanlıklara değer verirse şüphesiz bunlara değer vermek, saygı göstermek kalplerinde tak­va olanların davranışlarındandır.

Bu ilâve kelimeler hazfedilmiştir. Keşşafta zikredildiği gibi bunlar olma­dan mana doğru olmaz.

İbnü'l-Arabî "şeâir" hakkında şöyle diyor: Doğru olan bu kelimenin kur­banlık deve manasında olmasıdır.

Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.) 100 deveyi hedy kurbanı olarak kesti. Aralarında burnunda altından bir halka bulunan Ebu Cehil'in devesi de vardı.

İmam Ahmed ve Ebu Davud Abdullah b. Ömer'den (r.a) naklediyorlar: Hz. Ömer bir "necip" deveyi kurban kesmek istedi. Buna mukabil Hz Ömer'e 300 dinar teklif etti. Hz Ömer Peygamberimize geldi:

-Ya Resulallah ! Ben hedy kurbanı olarak bir necib deveyi kesmek istiyo­rum. Buna mukabil bana 300 dinar verildi. Bunu satıp parasıyla deve alayım mı? Peygamberimiz (s.a.):

- Hayır, onu kes, buyurdu.

İbni Ömer kurbanlık develeri -pahalı Mısır kumaşı- "kabatl" ile örtülmüş halde getirir, etlerini ve üzerlerindeki örtüleri sadaka olarak dağıtırdı.

"Bunlarda (kurbanlıklarda) belirli bir müddete kadar sizin için menfaatler vardır." Yani sizin için kurbanlıklarda belirli bir müddete yani kesilinceye ka­dar sütleri, yünleri, kıllarından binek olarak kullanılmasında faydalar vardır. Etlerinden yenilir ve sadaka olur.

Kurbanlıklara -büdn veya hedy ismi verilip kurban olarak belirlendikten sonra bile- binmek caizdir. Buharı ve Müslim'in Sa/uMerinde Enes'ten (r.a.) ri­vayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) kurbanlık bir deveyi süren birini gördü, Ona:

- Deveye bin, dedi. O adam:

- O kurbanlık devedir, dedi. Efendimiz (s.a.) ikinci ve üçüncü defa o şahsa:

- Deveye bin, kendine yazık etme, buyurdu.

"Sonra varacakları yer Beyt-i Atiktir." Yani sonra hedyin kurban edileceği yere, Beyt-i Atîk'e yani Kabe'ye yani Harem bölgesine varacaklardır. Zira bü­tün Harem, Beyt-i Haram hükmündedir.

Nitekim Cenab-ı Hak: "Kâbeye ulaşacak bir kurbanlıktır..." (Maide, 5/95); "Kurbanlık olarak tahsis ettiğiniz hayvanları yerine ulaşmaktan alıkoyanlar..." (Fetih, 48/25) buyurmaktadır.

Buna göre ayette "sümme (sonra)" kelimesiyle atfedilen cümle tam bir cümle olmaktadır. Bununla kurbanlara saygı gösterilmesi ve belirli bir müddet onlardan istifade edilmesi beyan edildikten sonra kurbanların kesilecekleri yer (Harem bölgesi) beyan edilmektedir.

Kâbe-i Muazzama'nın "Beyt-i Atık" olarak tesmiye edilmesinin sebebini, Buharı Tarihinde, ayrıca rivayet ettikleri Peygamberimizin (s.a) şu hadisi beyan etmektedir: "Allah O'na "Beyt-i Atîk" ismini verdi. Çünkü onu diktatörler­den azad etti. Oraya hiçbir diktatör hakim olamadı."                                 ;

Cenab-ı Hak bundan sonra da kurban kesilmesinin meşruiyetini ve bütün dinlerde Allah adına kan döküldüğünü bildirerek şöyle buyurdu:

"Biz her ümmet için kurban kesme hükmü koydurduk." Biz daha önce ge­çen her din için Allah Tealâ'ya yaklaşmak için kesmek üzere kurban hükmü koyduk. Kurban sadece Hz. Muhammed (s.a.) ümmetine has bir şey değildir. Her ümmette kurban kesme vardır. İbnü'l-Arabî'nin dediği gibi doğru olan gö­rüşe göre, "mensek" ibadet ve Allah'a yaklaştıran amellerdir.

"Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye..." Yani biz kurbanı boğazlarken yani kesmeye başlarken Allah'ın adını anmaları için ve kendilerine verdiğimiz nimetlere şükretmeleri için kur­ban hükmünü koyduk.

Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde Enes'ten (r.a.) sabit olan şu hadis bu manayı te'yit etmektedir: "Rasulullah'a (s.a.J boynuzlu, gayet güzel iki koç ge­tirildi. Efendimiz (s.a.) besmele çekti ve tekbir getirdi. Ayağını da kurbanları üzerine koydu."

İmam Ahmed ve İbni Mace, Zeyd b. Erkam'dan rivayet ediyor: Peygambe-rimiz'e:

- Ya Rasulallah?.. Bu kurbanlar nedir? dedi. Peygamberimiz (s.a.):

- Babanız İbrahim'in sünnetidir, dedi. Ben de:

- Bunlardan bize ait olan ne var? dedim. Efendimiz (s.a.):

- Her kılına bir "hasene" sevap var, buyurdu. Ben de.

- Peki ya yünü? diye sordum. Efendimiz (s.a.):

- Yününden her kıla bir "hasene" vardır, buyurdu.

"Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır, o halde sadece O'na teslim olun. Sen müteva-zi ve ihlâslı olanları müjdele." Yani mabudunuz birdir. Peygamberlerin şeriat­ları çeşitli olsa bile, birbirlerini neshetseler bile hepsi tek olan, ortağı bulunma­yan Allah'a kulluk etmeye davet ederler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz senden önce hiçbir pey­gamber göndermedik ki, ona: "Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25).

"Sizin ilâhınız..." ifadesi sadece yüce isminin zikredilmesi şeklindeki önce­ki ayetin sebebini bildirme mesabesindedir. Zira Allah Tealâ'nm "ulûhiyet" sıfa­tıyla tahsis edilmesi kurbanlara Onun isminden başka bir ismin zikredilme­mesini gerekli kılar. Ayette "Sizin ilâhınız birdir." buyurmayıp "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." buyurması Allah Tealâ'nm zatında ve ulûhiyetinde tek olduğu­nu ifade etmek içindir.

İlâh bir olunca sadece O'na teslim olun. O halde sadece Ona kullukta bu­lunmak, O'na teslim olmak ve bütün hükümlerde O'na boyun eğmek gerekir.

Ey Peygamber! Allah için huşu duyan mütevazi kullarıma bol sevap ile müjde ver. Ayette geçen "muhbitîn" dümdüz, seviyesi yüksek olmayan toprak manasına gelen "habt" kelimesinden gelmektedir.

Burada hitabın Peygamberimiz'e (s.a.) çevrilmesinin sırrı, ulûhiyetin aza­metini, kullara emir ve nehiy vermek makamındaki hakim gücünü ortaya koy­maktır. Mükellefiyet durumu bitince amel işleyen ihlâslı kullarına yaptığı va­adi bildirmek için hitabı Peygamberimize (s.a.) yöneltti.

Bu ihlâslı kulların dört vasfı vardır:

1-  Allah anıldığı zaman korku ve huşu duymaları: "Onlar Allah anılınca kalpleri titreyen kimselerdir." Yani Allah'ın adı anıldığı zaman bundan kalpleri ürperir.

2-  Musibetlere karşı sabırlı olmaları: "Uğradıkları musibetlere sabreder­ler. " Yani Allah Tealâ'ya taat hususunda elem ve meşakketlere tahammül eder­ler.

3- Namazı dosdoğru kılmaları: "Onlar namazı dosdoğru kılanlardır." Yani namazlarını vakitlerinde Allah Tealâ'ya huşu ile birlikte, erkânları ve şartları tam olarak eda ederler.

4- Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden Allah yolunda harca­maları: Onlar Allah'ın kendilerine verdiği helâl rızkın bir kısmını ailelerine, yakınlarına, fakirlere ve muhtaçlara infak ederler. Allah Tealâ'nın koyduğu sı­nırları muhafaza ederek yaratılmışlara güzellikle muamele ederler.

Bunlar münafıkların sıfatlarının hilâfmadır. Çünkü münafıklar bunların tamamen aksi sıfatlara sahiptirler.

Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Gerçek müminler ancak Allah adı anıldığı zaman kalpleri ürperen, O'nun ayetleri okunduğu zaman imanları ar­tan, sadece Rablerine tevekkül eden kimselerdir." (Enfal, 8/2);

"Allah sözlerin en güzeli olan Kur'anı ayetleri birbirine benzeyen, karşılık­lı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an dan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar." (Zümer, 39/23). [56]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümleri ifade etmektedir:

1- Allah'ın yasaklarına saygı göstermek; yani hac fiilleri ve diğer emirlere uymak, nehiylerden kaçınmak Allah katında bunlardan herhangi bir şeyi hafi­fe almaktan daha hayırlıdır ve Allah nezdinde sevap ve mükâfata sebeptir. Zi­ra emirlerin derhal yerine getirilmesi hürmeti, nehiylerin de terk edilmesi, el çekilmesi hürmeti vardır.

2- Kur'an'da haram oldukları zikredilen ölü hayvan eti, ağaç parçasıyla vurularak öldürülen hayvan eti ve benzerleri müstesna deve, sığır ve koyun gi­bi hayvanların etlerinden yemek mubahtır.

3-  Putlara ve heykellere tapmaktan kaçınmak vaciptir. Çünkü bunlar murdardır, yani pis şeylerdir. Bunlar hükmî necaset ile necis sayılırlar.

"Vesen" tahta, demir, altın, gümüş v.b. madenlerden yapılan heykel demek­tir: Araplar böyle heykeller diker ve bunlara taparlardı. Hristiyanlar ise haç di­ker, ona tapar ve saygı gösterirler. O da aynen heykel gibidir.

4- Yalan sözden kaçınmak vaciptir. Zûr, batıl ve yalan demektir. Bu cahili-yet ehlinin telbiyelerine karıştırdığı batıl sözler gibidir. Cahiliyet ehli telbiye getirirken: "Lebbeyk. Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak sana ait olan ortak müstesna. Sen ona da, onun sahip olduğu şeylere de maliksin." diyorlardı. Yine bu ifade cahiliyet ehlinin Bahire ve Sevâib hayvanları hakkında: "Bunlar ha­ramdır, Haram kılınması Allah tarafındandır." demelerini de, ayrıca yalan ye­re şahitliği de ihtiva eder.

Ayette yalan yere şahitliğe tehdit vardır. Fakat yalancı şahidin ta'zir edile­ceğine delâlet eden bir husus yoktur. Zira bu ayet sadece yalancı şahitliğin ha­ram olduğuna işaret etmektedir. Yalancı şahit ancak kamu haklarının korun­ması ve bozgunculuk çıkaranlara engel olunması için yöneticinin izlediği metod olan siyaset-i şer'iyye ve maslahat-ı âmme (kamu yararı) açısından ta'zir edile­bilir. Bu Malikîlerin ve İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in görüşüdür.

Buharı ve Müslim'in Sa/ıiMerinde Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: "Büyük günahların en büyükleri, Allah'a şirk koşmak, anne-babaya isyan etmek, yalan yere şahitlik yapmak ve yalan sözdür." Rasu-lullah (s.a.) o sırada yaslanmış durumdaydı. Doğrulup oturdu ve bu sözünü o kadar tekrarladı ki biz keşke sussa (tekrarlamasa) dedik.

5- Allah'a ibadette ihlâs ve O'nun emri üzerine istikamette olmak gerekli­dir. "Allah'ın muvahhidleri olun." sözünün manası müstakim, müslüman ve hakka meyleden, batıl dini terk eden kimseler olun demektir.

6- Allah'a şirk koşan kesinlikle helak olacaktır, ahiretini kaybetmiştir. Bu kimse kıyamette kendi nefsi için hiçbir şeye sahip olamayacak, kendi nefsinden zararı ve azabı gideremiyecek olan kimsedir. Bu kişi gökten düşen ve kendi nefsini müdafaa edemeyecek durumda olan kimse mertebesindedir. Bunun so­nu ya kuşların pençeleriyle parçalanmak yahut rüzgârın savurup kurtulma ümidi bulunmayan uzak ıssız bir yere sürüklemesi suretiyle helak olmaktır.

7- Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara (yani İbni Abbas ve Mücahid'den ri­vayet edildiği ve İbnü'l-Arabînin sahihtir dediği gibi Kabe'ye hediye olarak sev-kedilen kurbanlık hayvanlara yahut bütün hac menasikine) değer göstermek takvanın alâmetlerinden ve esaslarmdandır. Bunlara değer vermek kurbanlık­ları semiz, güzel ve pahalı olanlardan seçmekle olur. Takva, emirlere uymaya ve nehiylerden kaçınmaya sebep olan haşyet, ürperme ve Allah korkusudur. İhlâs, takva ve haşyet hali kişinin ahiret saadetine ulaşması için bu dünyada erişmek istediği son noktadır.

Ayette takvaya teşvik edilmekte ve buna önem vermek için gayretler kam­çılanmaktadır.

8- Binmek, sütünü sağmak, yününü almak v.s gibi hususlarda kesilme vaktine kadar kurbanlık hayvanlardan yararlanmak caizdir. Bu konuda mez­heplerin hükmü şöyledir:

a) Şafiîler ayetteki "belirli vakti" kurban kesim vakti olarak tefsir etmişler ve hiçbir mecburiyet olmasa da ancak ihtiyaç sebebiyle kurbanlıktan yararlan­mak caizdir, demişlerdir. İhtiyaç yoksa caiz değildir. Evlâ olan bütün yararlanı­lan şeylerin sadaka olarak verilmesidir. Fakat kurbanlıktan istifade ettiği şe­yin karşılığını vermesi gerekmez. Ancak kurbanlığa binmek hususunda kıyme­tini açık bir şekilde düşürmesi hali müstesnadır. Şafiîlerin delili İmam Ahmed, Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri (müttefekun aleyh olan): "Kurbanlık bile olsa ona bin." hadisi ile Ebu Davud'un rivayet ettiği Cabir hadisidir: "Başka bir binek buluncaya kadar işaretlenmiş kurbanlığa binin (yani binebilirsiniz)".

b) Hanefiler ayette geçen "belirli müddet"i kurbanlığın tayin edilmesi ve hedy olarak adlandırılması vakti olarak tefsir etmektedirler. Kurbanlığı sev-kettikten sonra zarurî olmadıkça ondan yararlanmak caiz değildir.

Hanefîlerin delili İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin rivayet ettiği: "Cabire hedye (kurbanlık hayvana) binmenin hükmü soruldu. Cabir: Ra-sulullah'm (s.a.) hedy hakkında: "Başka bir binek buluncaya kadar mecbur ka­lırsan meşru ölçüler içerisinde ona bin." buyurduğunu işittim, dedi." hadisidir. Dolayısıyla cevaz zaruret haline mahsustur. Hadis mukayyettir (bir şartla ka­yıtlıdır). Bu mukayyet hadis Enes'ten (r.a.) rivayet edilen mutlak hadisin hük­münü ortadan kaldırır. Zaruret olmazsa istifade edilen hususun tazmin edil­mesi vacip olur. Zira bu fakirlerin hakkı olmuştur. Dolayısıyla kıymetin karşılı­ğı onlara ödenecektir.

c) Maliki mezhebinde meşhur olan görüş şudur: Kurbanlık develere bin­mek ve kıllarından yararlanmak, yavrularının ihtiyacından fazla bile olsa sü­tünden yararlanmak mekruhtur. Bu görüş Hanefîlerin görüşüne yakındır.

d) Bazı alimler de Peygamberimiz'in (s.a.): "Ona bin." hadisine binaen kur­banlık develere binmenin vacip olduğu kanaatine varmışlardır. İmam Ahmed, Ishak b.Raheveyh ve ehl-i zahir bu hadisin zahirini almışlardır. Ancak bu du­rum Peygamberimiz'in (s.a.) fiiline aykırıdır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) hedy devesine binmemiş, başkasını da bindirmemiştir.

9- Haccın şeâiri, Arafat ve Müzdelifede vakfe, cemrelerde taş atmak, kur­ban kesmek, tavaf-ı ifada ve sa'y etmektir. Kurban kesmek sadece Harem böl­gesinde sahihtir. Zira Cenab-ı Hak onun mahallini Beyt-i Atîk olarak tahsis et­miştir. Atâ diyor ki: Yani hedy Mekke'de nihayet bulur.

10- Her ümmet için kurban ibadetinin tayin edilmiş olduğunun bildirilme­si gönülleri bu hayırlı fiile meylini teşvik etmek, Allah'a yaklaşma (kurbet) ve­silesi olan bu ibadete önem vermektir.

Burada putları için kurban kesen, kurbanlarını keserken besmeleye başka şeyler karıştıran cahiliyet ehlinin bunu kendiliklerinden ve sırf nefsî arzuları ve hevâlarına uymak için yaptıklarına işaret edilmektedir. Zira Allah'ın bütün şeriatları ibadetin sadece Allah için ve sadece O'nun adıyla olduğu, zira insan­ların sadece tek bir ilâhı bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

11- Rızık veren, hüküm koyan ve dinî mükellefiyetleri tayin eden tek ilâh olan Allah'tır. O'na itaat etmek, hükmüne boyun eğmek, kurbanı O'nun adına kesmek, kurban kesme anında O'nun isrojjoj sikyetmeh-, J^^-Ks^. vj^»,^ ,„ ya başkasıyla birlikte değil sadece O'nun adına kesmek vaciptir.

"Biz her ümmet için kurban kesme hükmü koyduk." ayetinin zahirinde, kurban keserken Allah'ın adının zikredilmesinin vacip olması, Allah'ın bir tek ılduğuna itikat edilmesinin vacip olması ve amelde sadece Allah'a yönelme «anasında O'na teslim olmanın manası bulunmaktadır.

12- Müminlerden alçakgönüllü ve huşu sahibi olan ihlâslı kimselere bol sevap müjdesi verilmiştir. Daha önce geçtiği gibi ayette bunların dört vasfı yer almaktadır. Bu vasıflar şunlardır.

-  Yakînî imanları kuvvetli olduğundan ve kendileri Rablerini huzurunda -TTiiş gibi gözettikleri için Allah adı anıldığı zaman korku ve ürperme içinde alurlar.

- Musibetlere ve ibadetlerin zorluklarına karşılık sabrederler.

- Bedenî mükellefiyetlerin en önemlisi olan namazı dosdoğru kılarlar.

-  Allah'ın lütfundan kendilerine nzık olarak verdiği şeylerden -Allah yo­lunda- infak ederler. Ki bu da malî mükellefiyetlerin en önemlisi olan Zekât farzı ile nafile sadakaları içine almaktadır.

Allah adı anıldığı zaman korkup ürperen, Allah'ın vaîdi ve azabı hatıra geldiği zaman ve diğer hallerde Allah'ın vaadine sadık bir şekilde inanan mümin huzur ve rahatlık içerisinde olur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır. "Onlar iman edip kalpleri Allah'ın zikriyle huzur bulanlardır. İyi bi­lin ki kalpler Allah 'm zikriyle huzur bulur." (Ra'd, 13/28).

Dolayısıyla mümin Allah'ın vaadini hatırlar, rahmetini ve affının genişli­ğini düşünürse kalbi huzur bulur, ruhu sükûnete erer. Bu sebeple iki ayet ara­sında hiçbir çelişki yoktur.

Yine bu ayetten şöyle bir mana da anlaşılmaktadır: Takva, Allah korkusu, zorluklara karşı sabır, namaza devam, fakirlere merhamet edip iyilikte bulun­mak Allah Tealâ'nın rızasını kazanmaya vesilede en önemli hususlardır. [57]

 

Kurbanlıkları Keserken Besmele Çekilmesi, Etlerinden Yenilmesi Ve Başkalarına Da Yedirilmesi

 

36- Biz kurbanlık develeri sizin için Al­lah'ın (dininin) nişaneleri kıldık. On­larda sizin için hayır vardır. (Kurban­lıklar) sıra sıra dizildiklerinde onların üzerine (kesim vakti) Allah'ın adını anın. Yanları üstü düştükleri (can ver­dikleri) zaman da onlardan yeyin. Ka­naatkar fakire ve isteyen yoksula da yedirin. Biz şükretmeniz için o hayvan­ları sizin emrinize verdik.

37- Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz. Ancak sizin takvanız O'na ulaşır. İşte böylece Allah bunları sizin emrinize verdi ki si­zi hidayete erdirdiği için Allah'ı yücel-tesiniz. (Habibim) Sen iyi amel işleyen­leri müjdele.

 

I'râb:

 

"Len yenâle" fiili "len tenâle" şeklinde de okunmuştur. "Len yenâle" şeklin­de müzekker olarak okuyan da cemaat (çokluk) manasını murad etmiş olur. [58]

 

Belagat:

 

"el-kâni" "vel-mu'terr" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Çünkü "kâ­nı" kanaatkar olan, el açmayan "mu'terr" ise isteyen, dilenen demektir.

"Muhsinln" ile önceki ayetteki "muhbitîn" kelimelerinde güzel bir seci var­dır. [59]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz kurbanlık develeri sizin için Allah'ın nişaneleri" Allah'ın dininin alâ­metleri "kıldık."

Ayette geçen "büdne" kelimesi "bedene" kelimesinin çoğuludur. Tıpkı "se­mere" kelimesinin çoğulunun "sümür" ve "sümr" olması gibi. Bedene, bedeni büyük olduğu için özellikle erkek veya dişi deveye denir. İsimde olmasa da hü­kümde sığır deve ile aynı manadadır. Bunun delili Kütüb-i Sitte müelliflerinin Cabir'den rivayet ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisidir: "Deve yedi kişi namına, sığır da yedi kişi namına (kurban kesilir)."

"Onlarda sizin için hayır vardır." Dünyada menfaat, ahirette ise ecir var-iır. Yani sizin için kurbanlarda dinî ve dünyevî yararlar vardır.

"Sıra sıra dizildiklerinde..." yani elleri ve ayakları dümdüz, ayakta sıra sı­ra durduklarında... Ayette geçen "savaff, "saffe" nin çoğuludur. "Savafine" şek­linde de okunmuştur.

Bu kelime "Safenel-ferasü" ifadesinden alınmıştır ki bu ibare "üç ayak üzerinde durdu" demektir. Zira deve ön ayaklarından birini büker, üç ayağı üzerine durur. Yine "sevafiyen" şeklinde tenvinle ve sav'afiye' şeklinde de okun­muştur. Yani sadece Allah rızası için halisane manasındadır.

"Yanları üstü düştükleri zaman..." Kesildikten sonra yere düştükleri va­kit... Bu ifade can vermekten kinayedir. "Onlardan" etlerinden dilerseniz "ye-yin. Kanaatkar fakire" verilenle kanaat eden, istemeyen ve el açmayan fakire 've isteyen yoksula da" dilenen, el avuç açan kimseye de "yedirin."

"Biz o hayvanları sizin emrinize verdik." Ayakta boğazlanmasını tarif etti-âimiz gibi büyüklüklerine ve güçlü-kuvvetli olmalarına rağmen bu hayvanları, boyun eğerek götürülmek ve boğazlanmak suretiyle sizin emrinize verdik.

"Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah 'a ulaşmaz." Yani O'na yükselmez. "Ancak sizin takvanız O'na ulaşır." Yani sizden O'na imanla birlikte halis, salih amel yükselir.

"Sizi hidayete erdirdiği için" dininin alâmetlerini ve haccm menasikini si­ze irşad edip gösterdiği için "Allah 'ı yüceltesiniz."

Habibim "Sen iyi amel işleyenleri" muvahhid ve Allah için ihlâslı kulları "müjdele." [60]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kurbanların ne etleri ne de kanları..." 37. ayetin nüzul sebebi ile ilgili :larak, İbni Ebî Hatim, İbni Cüreyc'ten naklediyor. Cahiliyet ehli Beytullah'ı develerin etleri ve kanlarıyla boyuyorlardı. Peygamberimiz (s.a.) ashabı: Biz Beytullah'ı boyamaya onlardan daha lâyığız, dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah 'a ulaşmaz." ayeti­ni indirdi. [61]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kurbanlık hayvanlarla Allah'a yaklaşmaya teşvik ve tavsiyeden sonra Ce-nab-ı Hak büyüklüğü ve faydalı yönlerinin çokluğu sebebiyle kurbanlık devele­ri özellikle zikretmiştir. [62]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ, Beytü'l-Haram'a hediye edilen develeri Allah'a yaklaşmaya büyük bir vesile kılmakla kullarına lütufta bulunmaktadır. Hatta bunlar Bey-mllah'a hediye edilen en faziletli kurbanlardır.

"Biz kurbanlık develeri sizin için Allah'ın nişaneleri kıldık." Biz kurbanlık develeri -ve aynı şekilde sığırları- Allah'ın dininin alâmetlerinden ve Ona ita­atin delillerinden kıldık. Onların Harem bölgesinde boğazlanmasında ahirette büyük bir sevap, dünyada ise üzerine binmek, sütünü almak ve etleriyle fakir­lere büyük bir yarar vardır.

"el-Büdn" kelimesi İmam Ebu Hanife ile sahabe ve tabiînden bir gurup ali­me göre hem deve hem de sığır için kullanılır. Müslim, Cabir'in (r.a.) şu sözünü rivayet etmiştir: Biz bir bedeneyi (büyük baş hayvanı) yedi kişi namına kurban etmiştik. Cabire "Peki ya sığır?" denildi. Sığır da bedeneden (büyük baş hay­vanlardan) değil midir? dedi. İbni Ömer (r.a.): "Biz bedene olarak deve ve sığırı biliriz." demiştir.

Şafiîlerin mezhebine göre ise "büdn" kelimesi gerçekte sadece deve için kullanılır. Onun sığır için kullanılması mecazdır. Dolayısıyla bir kimse bedene kurban etmeye adak adaşa sığır onun yerine geçmez. Ayrıca "savaff ve "ve-cebet cunûbühâ" kelimeleri de buna delildir. Zira hayvanın ayakta boğazlanma­sı özellikle deve için alışılagelen bir âdettir. Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.): "Bedene yedi kişi, sığır yedi kişi namına kesilir." hadisi de bu manayı te'yit etmektedir. Zira atıf ayrılığı gerektirir. Daha önce geçen Cabir ve İbni Ömer'in sözleri de bu ikisi (deve ve sığır) hakkındaki hük­mün birliğini murad ettiği şeklinde yorumlanır. Lügat yönünden açık ve daha doğru olan ifade de budur.

"(Kurbanlıklar) sıra sıra dizildiklerinde onların üzerine Allah'ın adını anın." Yani kurbanlık develer elleri ayakları aynı hizada, ayakta dizildiklerin­de keserken "Bismillahi vallâhu ekber, Allâhümme minke ve ileyke" diyerek Al­lah'ın adını anın.

"Yanları üstüne düştükleri zaman da onlardan yiyin. Kanaatkar fakire ve isteyen yoksula da yedirin." Yani yere düşünce ve ruhu çıkınca yahut can verin­ce onların etinden yemek size mubah olur. Onlardan ister el açmayan, kanaat­kar, isterse el açıp isteyen fakirlere yedirmek sizin üzerinize borçtur. Yani ye-yin ve yedirin.

"Onlardan yiyin." emri mubah kılma emridir. İmam Malik diyor ki: Bu müstehaptır. Bazı alimler ise vaciptir, demişlerdir. Zahir olan görüş onlardan yemenin vacip olmadığı şeklindedir. Zira selef alimleri bu hedy kurbanlarından bir şeyi yemenin vacip olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sadece cahi-liyet ehlinin hedy kurbanlarından yemek hususunda çekinmeleri âdetini orta­dan kaldırmak için ifade edilmiştir. Burada anlatılmak istenen kurban etinden yemenin mubah veya mendup olduğudur.

"Kanaatkar olan fakire ve isteyen yoksula yedirin." ifadenin zahiri -daha önce geçtiği gibi- hedy kurbanından fakirlere yedirmenin vacip olduğu şeklin­dedir. İmam Şafiî bu manayı almış ve kurban etinden fakirlere yedirilmesini vacip saymıştır.

İmam Ebu Hanife ise fakirlere yedirmenin mendup olduğu kanaatine var­mıştır. Çünkü kurbanda ibadet kan akıtmakla gerçekleşir. Etinden fakirlere yedirmek ise umumî hükmü üzerine yani mendup olarak aynen devam eder.

"Biz o hayvanları sizin emrinize verdik. Umulur ki şükredersiniz." Yani hayvanları boğazlamak, etinden yemek ve fakirlere yedirmek hususunda hayır olarak zikredilen sebeplerle yahut bu gibi bir emirle bu hayvanları büyüklükle­rine ve güçlü-kuvvetli olmalarına rağmen sizin emrinize verdik. Onları size bo­yun eğer, binmek, sağmak ve boğazlamak gibi isteklerinize ve arzularınıza tes­lim olur halde kıldık. Böylece verdiği nimetlerine karşı Allah'a yaklaşmak ve amelde ihlâslı olmak suretiyle Allah'a şükredersiniz.

Kısaca, bu nimet şükür ve hamdi gerektiren değerli bir nimettir.

Cenab-ı Hakk'm "şükretmeniz için" kavli önceki cümlenin sebebini bildir­mektedir. "Lealle" kelimesi arzu edilen neticenin beklenilmesi yani "recâ" ifade eden "umulur ki" manasında değildir. Çünkü bu Allah için imkânsızdır. Zira iş­lerin neticelerini bilmemek anlamındadır. Dolayısıyla buradaki "lealle" "... için" manasında olup sebep bildirmektedir.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Onlar kendileri için bizzat kudretimizin ese­ri olarak yarattığımız hayvanları görmüyorlar mı? Üstelik o mallara sahiptir­ler. Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Bazılarına binerler, bazıları­nın da etini yerler. Kendileri için bu hayvanlarda daha nice faydalar ve içecek­ler var. Hiç şükretmezler mi?" (Yasin, 36/71-73).

Cenab-ı Hak daha sonra bu hayvanları boğazlamanın hedefini zikrederek şöyle buyurdu:

"Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz." Yani Allah size bu hedy ve kurbanları kesmeyi bunları boğazlarken O'nu anmanız için meşru kıldı. Kurbanların etlerinden veya kanlarından hiçbir şey, hiçbir za­man Allah'a ulaşmaz. O'na ancak takva ve ihlâs ulaşır, O'na salih ameller yük­selir. Cahiliyet ehli kurbanları ilâhları için kestiklerinde ilâhları üzerine o kur­banların etlerinden koyar, onların üzerine kurbanların kanlarından sürerlerdi. Müslümanlar da onlar gibi yapmak istediler. Bunun üzerine "Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz." ayeti indi.

Allah Tealâ daha sonra hayvanları insanların emrine verip boyun eğdirdi­ğini tekrar zikretti. Zira tekrarda şükre ve Allah'ı sena etmeye ve Onun aza­meti ve büyüklüğünü tanımaya sebep olacak nimeti hatırlatma vardır. Buyur­du ki:

"İşte böylece Allah bunları sizin emrinize verdi ki sizi hidayete erdirdiği için O'nu yüceltesiniz. Bunun için Allah bu hayvanları sizin emrinize verdi. Ya­hut böylece sizin emrinize verdi ki sizi dinine ve şeriatına sevdiği ve razı oldu­ğu yola irşad ettiği ve sevmediği şeylerden sizi nehyettiği, zararlı olan ve fay­dalı olmayan şeylerden razı olmadığı için Allah'a şükredersiniz ve O'nu ta'zim edersiniz."

Daha sonra da hidayet ve hak yol üzerinde olanlara şu kavliyle vaadde bu­lundu:

"İyi hareket edenleri müjdele." Ya Muhammed?.. Amellerinde iyi davranan­ları, Allah'ın hadlerini yerine getirenleri, kendilerine meşru kılman hususlara tabi olanları, Allah'ın emirlerine itaat edenleri, Rabbi (c.c.) tarafından getirdi­ğin ve kendilerine tebliğ ettiğin hususlarda seni tasdik edenleri müjdele! [63]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar alınmaktadır:

1- Diğer hayvanlardan hedy kurbanı olması caiz olduğu halde sadece deve­lerin kurban edildiğinden bahsedilmesi hedy kurbanı olarak develerin sığır ve koyundan daha efdal olduğuna delâlet etmektedir. Şu ayet de buna delildir: "Ey iman edenler! Allah 'm nişanelerine, (mukaddes olan)   haram aya, hediye edilen kurbanlığa, kurbanlık hayvanlara takılan gerdanlıklara ve Rablerinden lütuf ve rıza  talep ederek Kabe'ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin." (Ma-ide, 5/2).

Bedenenin deve için kullanılması, üzerinde ittifak edilen bir husustur. Sı­ğır için kullanılmasına gelince, bu hususta daha önce geçen iki görüş vardır:

- İmam Ebu Hanife'nin "sığır için kullanılabilir" şeklindeki görüşü.

 - İmam Şafiî'nin "sığır için kullanılamaz" şeklindeki görüşü.

Doğru olan, lügatte sığır için "bedene" kelimesi kullanılamadığı, ancak şer-'î manada kullanılabileceğidir. Müslim'in Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet et­tiği sahih hadis buna delildir: Rasulullah (s.a.) bize kurbanlıklarda ortak olma­nızı emretti. "Bedene yedi kişi namına, sığır yedi kişi namına kesilir."

2- Ayette geçen "savaff (sıra sıra dizildiklerinde)" ifadesine binaen devele­rin ayakta ve bir ayakları bağlı olarak kurban edilmeleri menduptur. Kesildik­ten sonra canları iyice çıkmadan etlerini yemek caiz değildir.

Bazı imamlar ayetin zahirini alarak kurban üzerine besmele çekilmesini vacip kabul etmişlerdir. Doğru olan mendup olmasıdır. Buradaki emir mendup olarak, yahut şükür ve sena olduğu şeklinde te'vil edilir.

Hedy ve kurbanların Kurban bayramının birinci günü (yevmü'n-nahr) fe­cirden önce kesilmesi ittifakla caiz değildir. Fecir vakti girince Mina'da kurban kesmek helâl olur. Diğer beldelerdeki kurbandan farklı olarak hacıların o gün imamın kurban kesmesini beklemeleri gerekmez.

Kurban kesme yeri bütün hacılar için Mina, bütün umreciler için Mek­ke'dir. Hacı Mekke'de, umreci Mina'da kurban kesse hiçbir beis yoktur.

4- "Ondan yiyin." ifadesi mendup manasında emirdir. Kurtubî diyor ki: Bütün alimler diyorlar ki: İnsanın kendi hedy kurbanından yemesi müstehap-tır. Bunda hem ecir hem de emre ittiba vardır. Zira daha önce geçtiği gibi cahi-liyet ehli kurbanlarından yemiyorlardı.

İmam Şafiî diyor ki: Nafile kurbanın etinden yemek müstehap, yedirmek ise vaciptir. Vacip olan kurbanların etinden yemek ise daha önce geçtiği gibi, caiz değildir.

Buna göre kurban etinden yemek hakkındaki emrin zahiri, bunun ya mendup ya da mubah olmasıdır. Yedirmek hususundaki emrin zahiri ya İmam Şafiî'nin dediği gibi vacip ya da İmam Ebu Hanife'nin dediği gibi menduptur.

5- Kurbanlık koyun veya büyük baş hayvanı keserken önceki ayette geçen "Üzerlerine Allah'ın adını anın." ayetine binaen besmele çekilmesi ve burada geçen "Sizi hidayete erdirdiği için Allah'a tekbir getiresiniz." ayetine binaen tekbir getirilmesi gerekir.

İbni Ömer (r.a.) hedy kurbanı olarak deve keserken bu ikisini birlikte ya­pardı. Rasulullah (s.a.) beyazı siyahından daha beyaz, boynuzlu iki koç kurban etti. Onun bu kurbanları kendi eliyle kestiğini gördüm. Ayağını kurbanın yan­larına koydu. Hem besmele çekti, hem de tekbir getirdi.

Ebu Sevr besmelenin vacip olduğunu bildirdi. Diğer alimler de bunu müs-tehap kabul ettiler. Malikîler kurban keserken besmele esnasında Peygamberi-miz'e (s.a.) salavat getirilmesini mekruh görmüşlerdir. Derler ki: Bu makamda sadece Allah zikredilir. İmam Şafiî ise kurban anında bunu caiz görmüştür.

Cumhur kurban kesenin: "Allahım! Benden kabul eyle" şeklindeki ifadesi­ni cazi görmüşlerdir.

İmam Ebu Hanife bunu mekruh saymıştır. Hz. Aişe'den (r.a.) gelen sahih hadis ona reddiye sayılabilir. Bu hadiste şu ifade yer almaktadır: Sonra şöyle dedi:" Bismillah Allahım! Muhammed'den, Muhammed'in âlinden ve Muham-med ümmetinden kabul eyle!" Ve kurbanını kesti.

İmam Malik: "Allahım bu kurban sendendir ve sanadır." şeklindeki sözü mekruh saymış ve "Bu bid'attır." demiştir. Malikîlerden İbni Habib ile Hasan-ı Basrî, Ebu Davud'un Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet ettiği: "Peygamberimiz (s.a.) kurban kesme anında: Allahım bu kurban sendendir. Muhammed ve üm­meti adına senin için (kurban edilmiş) tir. Bismillah, Allahu ekber" dedi ve kur­ban kesti." hadisine binaen bunu caiz görmüşlerdir. Belki de bu hadis İmam Malik'e ulaşmamıştır.

6-  Kurbanların ne etleri ne de kanları Allah'a hiçbir zaman ulaşmaz. An­cak kulların takvası O'na ulaşır. Allah da bunu kabul eder, nezdine yükseltir ve onu kabule lâyık görür.

Allah Tealâ kullarına bedenen bizden daha büyük ve azalarıyla daha kuv­vetli develeri boyun eğdirmek, tasarruf etme imkânı sağlamakla lütufta bulun­muştur. Böylece insanlar, göründüğü şekilde idare edilmediğini bilecektir. Bu ancak hükmünde galip olan kudret sahibi Allah'ın iradesiyle yerine gelmekte­dir. Ayrıca yaratıklar her şeye hakim olan gücün sadece Allah olduğunu ve O'nun kulları üstünde ezici bir güce sahip olduğunu bileceklerdir.

7- Ayetteki: "Sizi hidayete erdirdiği için Allah'ı yüceltesiniz. (Habibim) sen iyi amel işleyenleri müjdele." ifadesinde takva, Allah Tealâ'ya şükretmek ve amelde Allah (c.c) rızası için ihsan sahibi olmak hiçbir kimsenin ihmal etmesi caiz olmayan en önemli şer'î görevlerdendir. Burada kurbanın hükmüne de kısaca temas etmemiz yerinde olacaktır.

İmam Ebu Hanife, İmam Süfyan es-Sevrî -ve zayıf bir rivayete göre- İmam Malik nisaba malik olan kimseye kurbanın vacip olduğu kanaatine varmışlar­dır. İmam Ebu Hanife'ye göre bu kişi seferi değil mukim olmalıdır. Bunun delili İmam Ahmed ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) merfû olarak rivayet et­tikleri. "Kim imkân bulur da kurban kesmezse sakın musallamıza yaklaşma­sın. " hadisidir.(ı)

Tirmizî, İbni Ömer'in (r.a.) şu sözünü nakletmektedir: Rasulullah (s.a.) on sene kurban keserek (Medine'de) ikamet etti.

Cumhur'un ve (Mina'da hacda bulunanlar dışındakiler için) Malikîlerin görüşü kurban vacip değil müstehap bir sünnettir.

Bunun delili hadiste yer alan: "Malda zekâttan başka hiçbir hak yoktur." ifadesi ile Peygamberimizin (s.a.) ümmeti adına kurban kesmiş ve böylece on­lardan vücubu düşürmüş olmasıdır. Peygamberimiz (s.a.): "Kurban babanız İb­rahim'in sünnetidir." buyurmuştur.

Ebu Serîha diyor ki: Ben Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e komşu idim. İnsan­lar kendilerine uyarlar korkusuyla kurban kesmiyorlardı.

Buharî hariç diğer Kütüb-i Süte müellifleri Ümmü Seleme'den rivayet edi­yorlar: Rasulullah (s.a.) buyurdular ki: "Zilhicce hilâlini gördüğünüz zaman ve sizden biriniz de kurban kesmek isterse saçını ve tırnaklarını tutsun (kesme-sin)."™

Bu hadiste kurban isteğe bağlı kılınmaktadır. İsteğe bağlı kılınması vacip oluşa aykırıdır.

İmam Ahmed, Hakim ve Darakutnî İbni Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedirler. "Üç şey vardır ki bunlar, bana farz size nafiledir: Vitir, kurban kesmek ve kuşluk namazı. "(3)

Tirmizî rivayet ediyor: "Ben kurban kesmekle emrolundum. O size sünnet­tir. "

1- Lâkin bu hadiste garip'lik derecesi vardır. İmam Ahmed bu hadisi "münker" olarak kabul etmiştir.

2- Hadis zayıftır. İbni Mace, Fatıma bt. Kays'tan rivayet etmiştir.

3- Hadis zayıftır. Hâkim bu hadis hakkında sükût etmiştir. İsnadında zayıf bir ravi vardır. Nesaî ve Derakutnî bu raviyi zayıf görmüşlerdir. [64]

 

Allah'ın Müminleri Müdafaa Etmesi, Savaşın Meşru Kılınmasının Sebepleri

 

38-  Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Zira Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sev­mez.

39- Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (cihat etmeleri için) izin verildi. Şüphesiz ki Allah on­lara yardım etmeye elbette kadirdir.

40-  Onlar sadece "Rabbimiz Allah'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içle­rinde Allah'ın adı çokça anılan mescit­ler yıkılırdı. Allah dinine yardım eden­lere mutlaka yardım eder. Şüphesiz Al­lah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir.

41- O müminlere yeryüzünde imkân ve iktidar verdiğimiz zaman onlar namaz­larını dosdoğru kılar, zekâtlarını verir­ler, iyiliği emrederler, kötülüğü engel­lerler. Bütün işlerin sonu Allah'a dö­ner.

 

Belagat:

 

"Son derece hain" anlamındaki "havvân" ve "çok nankör" anlamındaki "ke-fur" fa'âl ve fe'ûl vezinlerinde mübalağa sigalarıdır.

"Saldırıya uğrayanlara izin verildi." cümlesinde siyakın delâlet ettiği ha-zif vardır. Yani saldırıya uğrayanlara savaşmaları için izin verildi, demektir.

"Sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için" cümlesinde zemme benzeyen medhi te'kit vardır. Yani onların sadece bu günahı vardır demektir. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder." Yani onları güzelce savu­nur, korur. "Yüdâfı'u' kelimesi "yedfe'u" şeklinde de okunmuştur. Buna göre müşriklerin belâsından korur, demektir.

"Zira Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez." "Hav-van" emanetinde oldukça hain olan yani çok hain olan kimseler, "kefûr" ise O'nun nimetine nankörlük eden kimseler, yani müşriklerdir. Ayetin manası, "Allah onları cezalandırır." demektir. Mübalağa sigası müşriklerin içinde bu­lundukları durumu beyan etmek içindir.

Müşrikler tarafından "Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları se­bebiyle" yani kâfirlerin kendilerine zulüm yapmaları sebebiyle savaşmaları için "izin verildi." İzin verilen husus savaşmalarıdır. Cümlenin siyaki ona de­lâlet ettiği için hazfedilmiştir. "Yukâtilûne" şeklinde de okunmuştur. Yani onlar düşmanları olan müşriklerle savaşırlar, demektir.

"Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir." Allah kâfirlerin onlara eziyet etmesine engel olmayı vaad ettiği gibi onlara yardım etmeyi de vaad etmiştir.                                                                      ^?

"Onlar sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri" bu hak sözü söyledikleri "için haksız yere" çıkarılmaya hiçbir haklı gerekçe olmaksızın "yurtlarından" Mekke'den "çıkarıldılar."

"Eğer Allah" müminleri kâfirlerin üzerine musallat kılmak suretiyle "in­sanların bir kısmının diğerleriyle engellemeseydi" ruhbanlara ait "manastırlar" Hrıstiyanlara ait "kiliseler" ve Yahudilere ait "havralar..." Yahudiler içlerinde namaz kıldıkları için burada "salevât" adıyla anılmıştır. Yahut aslı İbranice sa-lûta salevât şeklinde Arapçalaştırılmıştır."..ı;e içlerinde Allah'ın adı çokça anı­lan " yukarıda zikredilen yerlerle birlikte "mescitler" yani müslümanların ma-bedleri ki bütün yeryüzü Peygamberimiz (s.a.) için mescit sayılmış, toprağı te­miz kılınmıştır. Müşriklerin din mensuplarına hakim ve galip olmasıyla tahrip edilir "yıkılırdı." Yani harap olma sebebiyle de ibadet kesilirdi.

"Allah kendine" yani dinine "yardım edenlere mutlaka yardım eder." Allah muhacirleri ve ensarı Arap diktatörlerine, Acem kisraları ve Rum Kayserlerine musallat etmek suretiyle vaadini yerine getirmiş, onların yerlerini ve yurtları­nı müslümanlara miras kılmıştır.

"Şüphesiz Allah kavidir, azizdir." Kavî, her şeye dolayısıyla onlara yardım etmeye kadir olan demektir. Aziz ise hakimiyetinde ve kudretinde sarsılmaz kendisini hiçbir güç yenemez demektir.

"Bütün işlerin sonu" ahirette "Allah'a döner." [66]

 

Nüzul Sebebi

 

"Şüphesizki Allah iman edenleri..." 38. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, rivayet edilmiştir ki bu ayet müminler Mekke'de çoğalıp kâfirler onlara eziyet edip de bir kısmı Habeşistan diyarına hicret edince Mekke müminlerinden ba­zıları eline geçirdiği bazı kâfirleri öldürmek, komplo kurmak ve tuzak kurmak istedi. Bunun üzerine bu ayet indi.

"Saldırıya uğrayan müminlere..." 39. ayetin nüzul sebebi ile ilgili alarak İmam Ahmed, -hasen hadistir kaydıyla- Tirmizî, Nesaî, -sahih hadistir kaydıyla- Hâkim ve İbni Sa'd, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: "Peygamberimiz ıs.a.) Mekke'den çıkınca Hz. Ebubekir (r.a.): Peygamberlerini çıkardılar. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.. Mutlaka helak olacaklar." dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (cihat etmeleri için) izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadir­dir. " ayetini indirdi. [67]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak kâfirlerin müminleri Allah'ın dininden ve Mekke'ye girmek­ten alıkoyduklarını zikrettikten ve ardından hac menasikini ve bu hacda bulu­nan dünya ve ahiret faydalarını beyan ettikten sonra hemen bunun peşinden 3u engellemeyi ortadan kaldıran ve haccı yapma imkânını temin eden hususu yani Allah'ın müşrikler belâsını, problemini kaldırdığını ve savaşa izin verdiği­ni; mukaddesatı savunma, güçsüzleri himaye etme ve müminlerin Allah Te-alâ'ya ibadet etmelerine imkân verme gibi savaşın meşru kılınmasının sebeple­rini ve buradaki hikmeti açıklamakla birlikte beyan etti. [68]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder." Yani Allah kendisine te-%-ekkül eden, sığınan kullarını şerli kimselerin şerrinden, facirlerin tuzakların­dan korur. Onları muhafaza eder, himayesi altına alır, düşmanlarına karşı on­lara yardım eder.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz biz rasullerimize ve anan edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka yardım edeceğiz." (Gafir, 40/51).

Bir başka ayette şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a tevekkül ederse Allah O'na yeter. Allah emrini mutlaka yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü koymuş-'îur."(Talak, 65/3).

"Yûdafi 'u" kelimesi müfâ'ale sigasında olup ya korumak hususunda müba­lâğa ifade etmek için (yani çok iyi korur manasında) yahut sadece fiilin tekrarı­na delâlet etmek için (yani devamlı korur manasında) kullanılır. Müfâ'ale si-şası fiilin tekrarına delâlet eder.

"Zira Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez." Yani Allah Tealâ ahdinde, misakında ve emanetinde hıyanet eden, nimetleri itiraf etmeyip inkâr eden kimseyi sevmez.

Bundan maksat şudur: Müminler Allah'ın sevgili dostlarıdır. Allah bunla­rın düşmanlarını cezalandıracaktır. Bu ifade vaad ve tehdidin sebebini bildir­mektedir. Zira "sevmemek" cezayı gerektiren buğzdan kinayedir. Emanete hıya­net etmek ya bütün emanetlere hıyanet etmek yahut Allah'ın emanetleri olan emirleri ve nehiylerinde hıyanet etmektir.

Bu ayet ya zımnen bir tehdittir. Cenab-ı Hakk'm hac ayetlerinden önce zikrettiği Mescid-i Haram'dan alıkoyanların akıbetini beyan etmektedir. Böylece kelâm "Şüphesiz inkâr edenler insanları Allah 'ırı yolundan ve Mescid-i ha­ramdan alıkoyanlar..." (Hac, 22/25) ayetiyle irtibat halinde olmaktadır.

Ya da bu ayet müşriklerin kendilerini engellemelerinden sonra mukaddes Haremi görmeye susayan müminlere bir vaaddir. Böylece kelâm öncesiyle doğ­rudan irtibat halinde olmaktadır.

Çünkü müşrikler Allah'ın Rasulünü çok sevdiği öz vatanından çıkarttılar. Peygamberimiz Mekke'den çıkarken Mekke'ye doğru yönelip: "Allah'a yemin ederim ki Ey Mekke! Sen Allah 'm beldeleri içinde bana en sevimli olan yersin. Sen Allah'ın beldeleri içinde Allah'a en sevimli olan yersin. Senin halkın beni senden çıkarmasalardı asla çıkmazdım." demişti.

Görünen odur ki, bu ayet (Hac, 22/38) Allah tarafından bir vaad ve müminlere Allah'ın yardımı, onları düşmanlara karşı hakim kılma müjdesidir. Bunun zımnında şiddetli bir korkutma ve müşriklere kahrolacakları, rezil-rüsvay olacakları tehdidi vardır. Ayrıca cihadın meşru kılınmasına hazırlık ve baş­langıç yapılacaktır.

"Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi." Saldırıya uğrayan müminlere müşriklerin kendilerini mallarından ve yurtlarından çıkarmaları, bazılarına vurmak ve yaralamak suretiyle zulmet­meleri sebebiyle savaş için izin verildi. Müminler dövülmüş, başı yarılmış bir şekilde Peygamberimiz'e (s.a.) geliyor şikayette bulunuyorlar, Peygamberimiz (s.a.) de onlara sabırlı olmalarını emrediyor ve şöyle diyordu: "Ben henüz onlar­la savaşmakla emrolunmadım." Nihayet hicret etti. Hicretin ikinci yılında bu ayet nazil oldu.

Bu ayet İbni Abbas, Hz. Aişe, Mücahid, Dahhak Urve b. Zübeyr, Zeyd b. Eşlem, Mükatil, Katade ve Zührî gibi seleften pekçok alimin görüşü olarak sa­vaşı nehyeden 70 küsur ayetten sonra savaşa izin hakkında inen ilk ayettir. Bu gayet açıktır. Daha önce zikri geçen nüzul sebebi bunu te'yit etmektedir. Bu ayet ilahî müdafaa ve yardımdan sonra zikredilmiştir.

İbni Cerir, Ebul-Âliyye'den naklediyor: Savaş hakkında inen ilk ayet "Si­zinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190) ayetidir.

Hakim, el-İklil'de bu konuda inen ilk ayet "Şüphesiz Allah müminlerden nefislerini Cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,9/lll) ayetidir, demekte­dir.

Cumhura ait birinci görüşe göre "izin verildi." ayetinden maksat savaşın mubah ve meşru oluşudur. Burada izin verilen gerçekten savaşın kendisidir, cümlenin siyakı buna delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Burada zikri geçen kim­selerden murad yurtlarından haksız yere çıkarılmaları vasfının delaletiyle "Muhacirler" dir.

Bazılarına ait ikinci görüşe göre murad edilen mana daha önce verilmiş olan savaş izninin savaşın meşru oluşu sebeplerini beyan etmek için hazırlık olarak hikâye edilmesidir.

ce kelâm "Şüphesiz inkâr edenler insanları Allah'ın yolundan ve Mescid-i ha­ram'dan alıkoyanlar..." (Hac, 22/25) ayetiyle irtibat halinde olmaktadır.

Ya da bu ayet müşriklerin kendilerini engellemelerinden sonra mukaddes Harem'i görmeye susayan müminlere bir vaaddir. Böylece kelâm öncesiyle doğ­rudan irtibat halinde olmaktadır.

Çünkü müşrikler Allah'ın Rasulünü çok sevdiği öz vatanından çıkarttılar. Peygamberimiz Mekke'den çıkarken Mekke'ye doğru yönelip: "Allah'a yemin ederim ki Ey Mekke! Sen Allah'ın beldeleri içinde bana en sevimli olan yersin. Sen Allah 'm beldeleri içinde Allah 'a en sevimli olan yersin. Senin halkın beni senden çıkarmasalardı asla çıkmazdım." demişti.

Görünen odur ki, bu ayet (Hac, 22/38) Allah tarafından bir vaad ve müminlere Allah'ın yardımı, onları düşmanlara karşı hakim kılma müjdesidir. Bunun zımnında şiddetli bir korkutma ve müşriklere kahrolacaklan, rezil-rüs-vay olacakları tehdidi vardır. Ayrıca cihadın meşru kılınmasına hazırlık ve baş­langıç yapılacaktır.

"Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi." Saldırıya uğrayan müminlere müşriklerin kendilerini mallarından ve yurtlarından çıkarmaları, bazılarına vurmak ve yaralamak suretiyle zulmet­meleri sebebiyle savaş için izin verildi. Müminler dövülmüş, başı yarılmış bir şekilde Peygamberimiz'e (s.a.) geliyor şikayette bulunuyorlar, Peygamberimiz (s.a.) de onlara sabırlı olmalarını emrediyor ve şöyle diyordu: "Ben henüz onlar­la savaşmakla emrolunmadım." Nihayet hicret etti. Hicretin ikinci yılında bu ayet nazil oldu.

Bu ayet İbni Abbas, Hz. Aişe, Mücahid, Dahhak Urve b. Zübeyr, Zeyd b. Eşlem, Mükatil, Katade ve Zührî gibi seleften pekçok alimin görüşü olarak sa­vaşı nehyeden 70 küsur ayetten sonra savaşa izin hakkında inen ilk ayettir. Bu gayet açıktır. Daha önce zikri geçen nüzul sebebi bunu te'yit etmektedir. Bu ayet ilahî müdafaa ve yardımdan sonra zikredilmiştir.

İbni Cerir, Ebul-Âliyye'den naklediyor: Savaş hakkında inen ilk ayet "Si­zinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190) ayetidir.

Hakim, el-îklil'de bu konuda inen ilk ayet "Şüphesiz Allah müminlerden nefislerini Cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,9/lll) ayetidir, demekte­dir.

Cumhura ait birinci görüşe göre "İzin verildi." ayetinden maksat savaşın mubah ve meşru oluşudur. Burada izin verilen gerçekten savaşın kendisidir, cümlenin siyakı buna delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Burada zikri geçen kim­selerden murad yurtlarından haksız yere çıkarılmaları vasfının delaletiyle "Muhacirler" dir.

Bazılarına ait ikinci görüşe göre murad edilen mana daha önce verilmiş olan savaş izninin savaşın meşru oluşu sebeplerini beyan etmek için hazırlık olarak hikâye edilmesidir.

'Yukatelûne" şeklinde meçhul fiil olarak okunursa bu ayet savaş hakkında men ilk ayettir, denilse de denilmese de onların üzerine fiilen meydana gelen savaş ve saldırıyla tavsif edilmeleri gerçek manadadır. Zira müşriklerin savaş­maları ve onlara eziyet ve saldırıda bulunmaları her durumda meydana gelmiş olmaktadır.

Bu fiil "yukatilûne" şeklinde malûm fiil olarak okunduğunda bu ayet savaş -lakkmda inen ilk ayet değildir denirse, onların savaşla tavsif edilmeleri yine rerçek manada olmaktadır. Ancak bu ayet cihad hakkında inen ilk ayettir de­nirse bu durumda onların savaşla tavsif edilmeleri ya mana olarak veya savaş istemeleri takdiriyle olmaktadır. Yani onlar müşriklerle savaşmak istiyorlar ve bu konuda azamî gayret sarfediyorlar, demektir. Yahut gelecekte müşriklerden meydana gelecek durumu göz önünde canlandırmak istemeleri şeklindedir.

Her neyse ayetten murad savaşa verilen iznin sebebini açıklamaktır. Bu da zulüm ve eziyeti engellemektir. Zira müşrikler Rasulullah'a (s.a.) manevî ve bedenî eziyetlerin çeşitli şekilleriyle eziyette bulunmuşlardı. O'nu şairlikle, si­hirbazlıkla, kâhinlikle ve mecnun olmakla itham etmişler, başına toprak at­mışlar, Rabbinin huzurunda secdede iken omuzlarının üzerine deve işkembesi bırakmışlardı.

Sakîf kabilesi idarecileri çoluk-çocuğu kışkırtmışlar, nihayet Rasulullah'a 's.a) taş atıp O'nu kanlar içerisinde bırakmışlar ve ayakları kana bulanmıştı.

Müşrikler Peygamberimiz'e (s.a.) tabi olanlara da O'na yardımcı olanlara da eziyette bulunmuşlardı. Onları dövmek, sopa ile vurmak, öldürmek, Mek­ke'de Batha denilen yerde güneşin kızgın sıcağında tutmak gibi işkencelere ta­bi tutmuşlardı. Taşları göğüslerinin üzerine koyuyorlar, onları dinlerinden dön­dürmeye çalışıyorlardı. Ama bütün bu işkenceler sadece onların akidelerine ıs­rarla sarılmalarını artırıyor, onlardan sadece: "Allah birdir! Allah birdir!" sözü çıkıyordu.

Müslüman olarak şehit olursam hiç aldırış etmem.

Allah yolunda can vermem ne şekilde olursa olsun.

Cenab-ı Hak bundan sonra o işkenceye uğrayıp ezilen, hor görülen insan­lara yardım vaadinde bulunarak şöyle buyurdu.

"Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir." Yani sadece Al­lah hiç savaş olmaksızın mümin kullarına yardım etmeye kadirdir. Fakat O kullarından kendine itaat yolunda gayretlerini sarfetmelerini istemektedir. İş­te o zaman onlarla beraber olacak, yardımıyla onları teyit edecektir. Gerçekten bu vaadini yerine getirmiş, onları aziz kılmış, düşmanlarını helak etmiştir. Bu görüş İbni Kesir'in görüşüdür.[69]

Bundan maksat nıüslümanlara dünyanın bir imtihan ve deneme dünyası olduğunu, cihad ve mücadeleye yeterliliklerini ve şahsiyetlerini ispat etmeye davetli olduklarını, verilecek mükâfatın yapılacak amelle orantılı olduğunu bil­dirmektir.

Müfessirlerden pek çoğu "Bu ayet bir yardım vaadidir. Önceki ayette yer alan müminlerin müdafaa edileceği vaadine bir tekittir. Önceki vaadden sade­ce düşmanlarının ellerinden kurtulma manası anlaşılmamalı, bilakis kendileri­nin düşmanlara karşı zafere ulaştırılacakları vaadi anlaşılmalıdır." şeklinde te­lakki etmişlerdir.

Ancak savaşın meşru kılınması hicretten sonraya ve uygun olan bir vakte bırakılmıştır. Çünkü müminler Mekke'de azlık idiler. Müşriklerin sayısı daha çoktu. Eğer henüz sayıları onda birden az oldukları halde müminlere savaş emredilseydi bu durum onlara ağır gelirdi.

Daha sonra Cenab-ı Hak o müminlerin durumunu şu ayette tavsif etti: "Onlar sadece "Rabbimiz Allah 'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından çı­karıldılar. "

O saldırıya uğrayan müminler müşriklerin haksız yere Mekke'den çıkart­tıkları ve Medine'ye göç etmek zorunda bıraktıkları kimselerdir. Bunlar Hz. Muhammed (s.a.) ve Onun ashabıdır. Onların kendi kavimlerine karşı hiçbir kötülükleri olmamıştı. Onların, hiçbir ortağı bulunmayan Allah'a ibadet et­mekten başka suçları da yoktu.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar Rabbiniz olan Allah'a iman ettiğiniz için Rasulü ve sizi (yurtlarınızdan ) çıkarıyorlar." (Mümtehine, 60/1).

"Onlar müminlere sadece müminlerin her şeye galip, övülmeye lâyık olan Allah'a iman etmeleri sebebiyle kin duymaktadırlar." (Buruc, 85/8).

Savaşın meşru kılınmasının bu ilk sebebi, Müslümanların haksız yere va­tanlarından kovulmalarıdır.

Cenab-ı Hak bundan sonra ikinci bir sebep zikretmiştir. Bu da yeryüzünde ibadet hürriyetini müdafaa etmek ve mukaddes yerleri himaye etmektir. Bunu şu ayette beyan etmiştir:

"Eğer Allah insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi..." İşte beşe­riyet arasındaki dengeyi korumak için Allah'ın koyduğu etki-tepki kanunu bu­dur. Savaş, ibadet yerlerini himaye etmek ve ibadet hürriyeti prensibini ikrar etmek için meşru kılınmıştır.

Ayetin manası şudur: Allah bir kavimle diğer kavme engel olmasaydı ve insanların başkalarına kötülük işlemelerine mani olmasaydı, varlığı ve mukad­desatı korumak üzere savaş meşru kılınmasaydı ister ruhbanların, Hristiyan-ların, Yahudilerin mabedleri, isterse Allah'ın adı çokça zikredilen müslümanla-rın mabedleri olsun yıkılırdı.

Ayette ibadet yerleri zikredilirken azdan çoğa, dar olandan geniş olana in­tikal dikkat çekmektedir. Zira mescitler cemaat bakımından daha çok, ibadet yönünden daha doğru, maksat yönünden daha halistir. Manastırlar ve kiliseler ayette mescitlerden önce zikredilmişlerdir. Zira onlar daha eskidirler. Bazı alimler şöyle demişlerdir: Bu azdan çoğa nihayet mescitlere varıncaya kadar bir terakkidir. Mescitleri mamur edenler daha çoktur, orada ibadet edenler da aa çoktur ve bunlar sahih maksat sahipleridir.[70]

"Allah dinine yardım edenlere mutlaka yardım eder." Yani Allah kelime-i tevhidi yüceltme ve dininin sancağını yükseltme yolunda savaşanları yardı-anıyla mutlaka te'yid eder. "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar. İnkâr edenlere gelince, yüzüstü sürünsün onlar! Allah onların amellerini de boşa çıkarmıştır." Muhammed, 47/7-8).

"Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir." Allah kendi yolunda cihad eden taat ehline yardım etmeye kadir olan mutlak kuvvet sahi­bidir. O asla ezilmeyen ve hiçbir kimsenin yenemeyeceği en güçlü varlıktır. Ce-nab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlar mutlaka yardım göreceklerdir. Şüphesiz galip gelecek olan da bizim ordumuzdur." (Saffat, 37/171-173); "Allah: Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz ki Al­lah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir." (Mücadele, 58/21).

Bundan sonra Cenab-ı Hak yardıma lâyık olan muhacir müminlerin vasıf­larını şu şekilde belirtti:

"O müminlere yeryüzünde imkân ve iktidar verdiğimiz zaman..." Yani Al­lah'ın kendilerine insanlar üzerinde hakim olmalarını hazırladığı ve âlemler arasında kendilerine nüfuz verdiği o müminlere yeryüzünde imkân tanıdığı ve kendilerine iktidar verdiği zaman onlar şu dört şeyi yerine getirirler:

- Farz olan namazı en mükemmel şekilde kılmak,

- Farz olan zekâtı vermek,

- Ma'rufu (şer'an emredilen ve aklen güzel olan iyi amelleri) emretmek,

- Münkerden (şer'an yasak olan ve aklen çirkin olan amellerden) nehyet-mek,

Müminler Allah'ın tevhidine ve O'na itaat etmeye davet olundular, şirkten nehyolundular ve şirk ehliyle mücadele ettiler.

Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Allah içinizden salih amel işleyenlere ke-ikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine ge-'iği gibi, kendilerini de yeryüzünde mirasçı kılacak, kendileri için razı olup iği dinlerini iyice yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra emniyete uşturacaktır..." (Nur, 24/55).

Bu ayet (Hac, 22/41) geleceğin gaybî haberlerinden ve Allah -rızasına nail kıldığı- muhacirleri yeryüzünde yerleştirir ve dünyayı önlerine yayarsa bu du­rumda onların üzerinde bulunacakları yoldan ve dinin emrini nasıl yaşayacak­larından haber vermektedir.[71]

"Bütün işlerin sonu Allah 'a döner." Yani bütün işlerin varacağı yer Allah  hükmüdür. Kulların yaptıklarına karşılık verilecek sevap ve ceza konusunda Allah'ın takdiridir. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Hayırlı netice tak­va sahiplerinindir." (A'raf, 7/128). Burada Allah Tealâ'nm dostlarına yardım et­me ve onların davalarını yüceltme şeklindeki vaadi tekit edilmektedir.

Kim Yahudiler ve diğer düşmanlara karşı zafer elde etmeyi düşünüyorsa Muhacirlerin ve ilk mücahidlerin sarıldıkları bu dört vasıfla amel etsinler.

Bu ayetlerin özü: Müminler, Allah'a kulluk etmekten başka insanlara kar­şı hiçbir günahı olmadığı halde zulme uğradıkları için kendilerine savaş helâl kılınmıştır. Onlar yeryüzünde hakim oldukları zaman namazı dosdoğru kılar (ve diğer görevleri yerine getirirler). [72]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler aşağıdaki nurlu hükümlere dikkat çekmektedir:

1- Allah Tealâ birinci ayette müminleri müdafaa etme, onları koruma, şer­lilerin şerrinden ve facirlerin tuzaklarından himaye etme, düşmanlarına karşı onlara yardım etme vaadi verdi. Sonra da açık bir yasaklama ile hıyanet, gad­darlık ve nimetlere nankörlükten nehyetti.

2- Allah Tealâ kâfirlerin eziyetlerini ve saldırılarını engellemek için, nefsi değerli ve kıymetli olan hayat hakkını müdafaa etmek için savaşa ehil olanlara savaşmalarını mubah kıldı.

Dahhak diyor ki: Rasulullah'm (s.a.) ashabı Mekke'de kâfirler kendilerine eziyet ettikleri zaman onlarla çarpışmak için izin istediler. Bunun üzerine Al­lah şu ayeti indirdi: "Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sev­mez. " Peygamberimiz (s.a.) hicret edince de: "Saldırıya uğrayan müminlere zul­me uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi." ayeti indi. Bu ayet -önceki alimlerin dedikleri gibi- Kuranda bulunan "Kâfirlerden yüz çevirme, onları terketme ve müsamaha etme" şeklindeki bütün ayetleri neshetmektedir. Bu ayet savaş hakkında inen ilk ayettir.

Kureyşliler Müslümanlara işkence etmiş, hatta onları dinlerinden döndür­meye gayret etmiş, onları yurtlarından sürmüşlerdi. Müslümanlardan bir kıs­mı dini için işkence görmüş, bir kısmı da çeşitli ülkelerde gurbete çıkmış yahut ülkelerinden kaçmıştı. Bir kısmı Habeşistan'a sığınmış, bir kısmı Medine'ye hicret etmiş, diğer bir kısmı ise eziyetlere sabretmişti.[73]

Kısaca: Müslümanlara zulme uğramaları sebebiyle savaş izni verilmiştir. Mekke müşrikleri onlara son derece şiddetli eza ve cefa yapıyorlardı. Müslü­manlar ya dövülmüş, ya başı yarılmış durumda Peygamberimiz'e (s.a.) gelip uğradıkları zulmü anlatıyordu. Efendimiz (s.a.) de onlara: "Sabredin. Ben he­nüz savaşla emrolunmadım." diyordu. Nihayet hicret etti. Allah Tealâ da bu ayeti indirdi. Bu ayet 70 küsur ayette savaş nehyedildikten sonra savaşa izin verilen ilk ayettir.[74]

Bu ayette -Mu'tezileye aykırı olarak- mubah kılınmanın da şeriatın emir­lerinden olduğuna delil vardır. Zira "izin verildi" ifadesinin manası mubah kı­lındı demektir. Bu lafz da lügatte her yasak olan şeyin sonradan mubah kılın­masını ifade etmek için konulmuş bir lafızdır.

3- Müşriklerin müminlere zulmetme şekillerinden biri onları kendi vatan­larından herhangi bir haklı sebeple değil sadece "Rabbimiz tek Allah 'tır." de­meleri sebebiyle çıkarmalarıdır. Zira putperestler Müslümanları sadece Allah'ı bir tanımaları sebebiyle yurtlarından çıkarmışlardır.

Bu ayette ikraha, zorlamaya tabi tutulan kimsede mevcut olan fiilin bunu zorlayan kimseye nispet edilmesinin caiz olduğuna delil vardır. Zira Allah Te-alâ: "Hani inkâr edenler O'nu çıkarmıştı." (Tevbe, 9/40) ayetinde olduğu gibi çı­karmayı kâfirlere nispet etti. (Yani Cenab-ı Hak "müminler kâfirlerin zulmü .fadesi yerine" "müminler haksız yere yurtlarından çıkarıldılar" ifadesini kul­lanmıştır.)

4- Savaşın meşru kılınmasının sebeplerinden biri, mukaddesatı ve ibadet yerlerini korumaktır. Eğer Allah Tealâ'nm peygamberlere ve müminlere meşru kıldığı düşmanlarla çarpışma olmasaydı şirk ehli önemli işleri ele geçirir, anar­şiyi yaygınlaştırır, ibadet yerlerini yıkar, her ümmette ve toplumda Hakka kar­şı galip gelirlerdi.

Bu da cihadın çeşitli ümmetlere verilen eski bir emir olduğuna, şeriatların nfaadla geçerli kılındığına, tevhid sancağının cihadla yükseltildiğine, ıslah ha­reketinin kalkınma ve medeniyet çekirdeğinin cihadla ortaya çıktığına, din --irriyeti alâmetlerinin cihadla yerleştirildiğine, sağlam ahlâk ve beşerî terbiye t taslarının cihadla ortaya konduğuna delâlet etmektedir.

5- Bu ayet zimmîlerin (İslâm ülkesinde cizye vergisini ödemek şartıyla ya­sayan gayri müslimlerin) kiliselerinin, havralarının ve ateşgedelerinin yıkıl-

— aması hükmünü ihtiva etmektedir. Fakat zimmîlerin eskiden bulunmayan ini bir şey yapmalarına yahut binalarında enine veya yüksekliğine ilâve yap-

— alarma müsaade edilmez. Müslümanların da bu mabedlere girmeleri ve ora-: c. namaz kılmaları uygun değildir. Zimmîler bir ilâve yaptıklarında binalan-z_m yıkılması vacip olur. Mescidin binasının yeniden yapılmak üzere yıkılması caizdir. Hz. Osman (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) mescidinde bu şekilde bir ııygulama yapmıştır.

6- Allah Tealâ mutlak kuvvete ve sonsuz kudrete sahiptir, her şeye galip­tir, son derece güçlüdür, çok değerlidir. Yüce şerefe sahiptir. Dinine ve peygam-ierine yardım edene hükmünde ve şeriatında yardım eder. Hiç bir güç Allah'ın rûeünü ezemez, hiçbir kimse Ona galip gelemez. Bilakis her şey Onun huzu-~^nda zelildir. Ona muhtaçtır. Mutlak kudrete sahip ve aziz (her şeye galip)

ı,an Allah kimin yardımcısı ise o kimse zafere erer, O'nun düşmanı da ezilme­ye mahkûm olur.

7- Müslümanlar cihadlannda yapılanma, şeref, medeniyet, ıslah ve düzelt­me davetçileridir. Eğer dünyada iktidar ellerinde olursa şu dört vasfa sahip

iimriar:

- Namazı dosdoğru kılmak,

- Zekâtı vermek,

- Hayırlı olan şeyi, iyiliği emretmek,

- Sırî şer o\an VötvAügü yasaklamak..

Süheyl b. Abdillah der ki: Emri bil-ma'ruf ve nehyi anil-münker suJtana ve sultanla görüşen alimlere farzdır. Halkın sultana emri bil-maruf yapma vazife­si yoktur. Bu zaten Sultanın asıl görevidir, ona farzdır. Halkın alimlere emri büma'ruf yapma vazifesi de yoktur. Çünkü hüccet onlara vacip olmuştur.

8- "Bütün işlerin sonu Allah'a döner." ayeti gereği olarak müminlerin ha­kimiyeti ve mülke sahip olmaları hiç şüphesiz gerçekleşecektir. Bütün işler so­nunda Allah Tealâ'ya dönecektir. Mülkü asla sona ermeyen sadece Yüce Allah-tır. [75]

 

Geçmiş Ümmetlerin Helak Olmalarından İbret Alınması

 

42-  Seni yalanlıyorsa, (bil ki) onlardan önce Nuh, Âd, Semud kavmi de (pey­gamberlerini) yalanlamıştı.

43- İbrahim kavmi ve Lût kavmi de...

44- Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Musa da yalanlanmıştı. Ben kâfirlere (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım. Benim onları hiçe almam nasılmış (bir bak)!

45- Biz nice zalim kasabaları helak et­tik. Bunların duvarları (yıkılan) tavan­larının üstüne çökmüştür. Nice kör ku­yular ve nice bomboş kalan muhteşem saraylar vardır!.

46-  Onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı? Böylece düşünecek kalpleri yahut işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, ama asıl göğüsler­deki kalpler kör olur.

47-  Onlar senden azabın hemen gelme­sini istiyorlar. Allah vaadinden asla caymaz. Gerçekten Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.

48- Nice zalim kasabalara (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) ya­kaladım. Dönüş ancak banadır!

 

Kelime ve İbareler:

 

"Seni yalanlıyorlarsa..." ayeti Peygamberimiz'e (s.a) bir teselli olup kavmi Kendisini yalanlıyorlarsa da onun bu yalanlama hususunda yalnız olmadığını âmidinnektedir. Zira onun kavminden önceki kavimler de peygamberlerini ya-liOBİamışlardı.

"Onlardan önce Nuh kavmi," Hûd'un (a.s.) kavmi olan "Âd" Kavmi ve Sa­lih'in (a.s.) kavmi olan "Semûd kavmi, İbrahim kavmi ve Lût kavmi," Şuayb (a.s.) kavmi olan "Medyen halkı peygamberlerini yalanlamıştı."

"Musa da yalanlanmıştı." Hz. Musa'yı kavmi olan İsrailoğullan değil, Kıb-tîler yalanlamıştı. Bu sebeple ayet ifadeyi değiştirdi, fiil meçhul olarak kulla­nıldı. Zira onu yalanlayan Kıbtîlerdi. Ayrıca onun kavminin yalanlaması daha feci idi.

"Ben kâfirlere önce mühlet verdim." Kendilerine verilen cezayı ertelemekle onlara fırsat tanıdım. "Sonra da onları" azapla "yakaladım" yani helak ettim. "Benim onları hiçe almam" nimeti mihnete, hayatı helake ve mamur hallerini harap hale çevirmek suretiyle onları inkâr edip tanımamam "nasılmış bir bak!" "Nasıl" sorusuyla sormak, durumu ispat içindir. Yani bu soru tarzı durumu is­pat için kullanılmış olup bununla taaccüp murad edilmektedir.

"Biz" halkı inkârları sebebiyle "nice zalim kasabaları" halkını helak etmek suretiyle "helak ettik." "Bunların" kasabalardaki evlerin "duvarları" yıkılan "tavanlarının üstüne çökmüştür." Halkının ölmesi sebebiyle terk edilmiş "Nice kör kuyular ve nice" bomboş kalan "muhteşem saraylar" ki bunları sahiplerin­den alarak boşalttık.

"Onlar" yani Mekke kâfirleri "hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı?" Bu ifade onların helak olanların akibetlerini görüp ibret almaları için sefere çıkmalarını teşvik etmektedir.

"Böylece düşünecek" düşünülmesi gerekeni idrak edecek ve kendilerinden önceki yalanlayan kavimlere inen azaplarla istidlal edip basirete kavuşmaları­na sebep olacak "kalpleri olsun."

"Yahut işitecek" vahiyden işitilmesi gerekenleri işitip eserleri müşahede edilen kavimlerin durumundan ibret almaya vesile olması için duyan "kulakla­rı olsun."

"Gerçek şudur ki:" Buradaki "feinneha" kelimesindeki zamir ya kıssaya ra-cidir yahut fiilin tefsir ettiği mübhem kelimedir. Yani bu zamir zamir-i şandır.

"Gözler kör olmaz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." Yani kalpler ib­ret almaktan uzak kalır. Yani eksiklik onların duyularında değil, sadece nefsî arzularına uymak ve taklide dalmak suretiyle akıllarını kötüye kullanma hu-susundadır. Burada (sudur=göğüsler) kelimesinin zikredilmesi te'kit içindir.

İbni Abbas ve Mukatil diyorlar ki: "Kim bu dünyada âmâ ise..." ayeti indi­ği zaman İbni Ümmi Mektum: Ya Rasulallah! Ben bu dünyada âmâyım. Ahi-rette de âmâ mı olacağım? dedi. Bunun üzerine "Gerçek şudur ki gözler kör ol­maz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." ayeti indi.

"Onlar senden" vaad edilen "azabın hemen gelmesini istiyorlar." "Allah' verdiği haberin dönmesi imkânsız olduğu için azabı indirme "vaadinden asla caymaz." Onlara vaad ettiği azap bir müddet sonra olsa bile mutlaka gelecek­tir. Fakat Allah çok sabırlıdır, cezada acele etmez.

"Gerçekten Rabbinin yanındaki" azap sebebiyle ahiret günlerinden "bir gün sizin" dünyada "saydıklarınızdan" saydığınız günlerden "bin yıl gibidir." Bu ifade O'nun sabrının ve teennisinin sonsuzluğunu beyan etmektedir.

Bu ayet "Eğer doğru söyleyenlerden isen tehdit ettiğin azabı bize getir." Araf, 7/70) diyen Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Bir başka görüşe gö­re: Bu ayet "Allahım! Eğer bu (Kur'an) senin nezdinden indirilmiş bir hak (ki­tap) ise gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver." (En-fal, 8/32) diyen Ebu Cehil b. Hişam hakkında inmiştir.

"Nice" sizin gibi halkı "zalim kasabalara" size mühlet verdiğim gibi önce mühlet verdim. Sonra da onları azabımla yakaladım. Dönüş ancak banadır." Yani hepsi benim hükmüme döneceklerdir. [76]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ, kâfir ve müşriklerin müminleri haksız yere yurtlarından çı­kardıklarını, müminlere onlarla savaş yapma hususunda izin verildiğini, Hasu-j ve müminlere kâfirlere karşı yardıma nail olma garantisi verdiğini beyan et-iıkten sonra bunun ardından Rasulullah'ın (s.a.) kavminden kendisine muhale­fet edenlerden kendisinin ve müminlerin yalanlama ve benzeri şekillerde gör-iüğü eziyetlere karşı sabretme hususunda Rasulullah'ı (s.a.) teselli etme ma­damında bazı hususları zikretti. [77]

 

Açıklaması

 

"Seni yalanlıyorlarsa..." Ya Muhammed ! O müşrikler seni yalanlıyorsa bil ki sen bu hususta tek ve peygamberlerin ilki değilsin. Bu geçmiş ümmetlerin ae âdeti idi.

Mekke müşriklerinden önce Nuh kavmi, Hud'un (a.s.) kavmi olan Ad kav­ini, Salih'in (a.s.) kavmi olan Semud kavmi, İbrahim (a.s.) kavmi, Lût (a.s.) kavmi, Şuayb'ın (a.s.) kavmi olan Medyen halkı da peygamberlerini yalanla­mışlardı.

Hz. Musa'nın (a.s.) kendilerine gönderildiği Kıbtîler de paygamberlerinin getirdiği açık mucizelere ve berrak delillere rağmen peygamberlerini yalanladı-

|iar.

Ben de kâfirlerden azabı bir müddet daha erteledim. Bunu benim nezdim-belirli bir vakte bıraktım. Sonra da onları azap ve ceza ile yakaladım ve he-I iiiic ettim. Benim onları yok etmek suretiyle tanımamam ve onları cezalandır-Jmıeain nasılmış bir bak!

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak "Musa kavmi de yalanladılar" buyurmadı. Zi-Hz. Musa'yı kavmi olan İsrailoğulları yalanlamadı. Onu yalanlayanlar onun ıı."nünden ayrı olan Firavun ve Firavunun kavmi Kıbtîlerdi.

Bir kimseye uygulanan muamele onun benzerine de uygulanır. Ben senin iTminden olan yalanlayıcılara emsaline muamele ettiğim şekilde muamele edeceğim. Ben onlara mühlet versem de onlar hakkındaki vaadimi mutlaka gerçekleştirecğim. "Şüphesiz ki Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir." (Buruc, 85/12). O halde azabın derhal gelmesini bekleme.

Seleften bazı alimlerin görüşlerine göre, Firavun'un kavmine söylediği "Ben sizin yüce Rabbinizim" sözü ile Allah'ın helak etmesi arasında 40 sene geçmişti.

Buharî ve Müslim'in Sabitlerinde Ebu Musa el-Eş'ari'nin (r.a.) rivayet et­tiği Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi yer almaktadır: "Şüphesiz ki Allah zali­me mühlet verir. Nihayet onu yakalayınca serbest bırakmaz." Sonra Efendimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "İşte bazı zalim kasabaları (azapla) yakaladığı zaman Rabbinin yakalaması böyledir. Zira O'nun yakalaması acıklı ve şiddetlidir."

İşte geçmiş ümmetlerin yalanlama âdetleri böyledir. Cezaya gelince bu da Cenab-ı Hakk'm buyurduğu şekildedir.

"Biz nice zalim kasabaları helak ettik..." Nice halkı zalim olan yani pey­gamberlerini yalanlayan kasabaları helak ettik. Sonunda onların yurtlarının duvarları yıkılan tavanlarının üzerine çökmüştür. Yani evleri yıkıldı, hayatları söndü. Yahut tavanları aynı halde ve sağlam vaziyette durmakla birlikte evler bomboş kaldı.

Nice kör kuyular kaldı. Yani artık onlardan su çekilmez oldu. Su almak is­teyenler sebebiyle önceleri kuyu başında izdiham varken artık oralara kimse gelmez oldu. Nice muhteşem saraylar yıkıldı yahut içindekiler yok olunca öyle­ce kaldı.

Ayette geçen "meşîd" kireçle boyanmış yahut binası yüksek demektir.

Ayetin toplu manası şudur: Nice kasabaları helak ettik. Nice kuyuları sa­hipsiz, kör bıraktık ve nice muhteşem sarayları boş bıraktık. Önceki "muatta­la" kelimesi delâlet ettiğinden saraylar için "hali (bomboş)" kelimesi terk edil­di. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Zalim olan nice kasabaları toptan yok ettik." (En­biya, 21/11).

Sonra Cenab-ı Hak insanların olanlardan ve gördüklerinden ibret almala­rı zaruretine dikkatleri çekti ve şöyle buyurdu: "Onlar hiç yeryüzünde dolaşmı­yorlar mı? Böylece düşünecek kalpleri yahut işitecek kulakları olsun."

Bu ifade yolculuğa, düşünüp ibret almaya, basiretle tefekkür etmeye teş­viktir. Yani onlar ülkelere yolculuğa çıksalar ya! Böylece geçmiş kavimlerin akibetlerinden ibret alsınlar, olanları gözleriyle görsünler, onların bıraktıkları izlere şahit olsunlar, akıllarıyla sonuçlarını düşünsünler, haberlerini kulakla­rıyla işitsinler. Böylece gerçeklere vakıf olsunlar. Sebeplere muttali olsunlar, sırlan idrak etsinler. Müşahede ettikleri ve gördükeri şeylerden ibret alsınlar içinde bulundukları şirkten ve Rasulullah'ı (s.a.) yalanlamaktan vazgeçsinler, kendilerini yaratan Rablerine dönsünler.

Cenab-ı Hak ayrıca onlara kâinatta varlığına ve birliğine delâlet eden delil ve burhanları da ortaya koydu.

"Gerçek şudur ki: Gözler kör olmaz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör almr." Yani, gözleri kör oldukları için değil, sadece basiretleri köreldiği için dü-finmediler, ibret almadılar ve incelemediler. Körlük, gözlerin kör olması değil-dk. Asıl körlük gözleri sağlam olduğu halde basiretin körelmesidir. Zira onlar fikri güçlerini ve akıllarını kullanmadılar, işlerin gerçek yapısını araştırmadı­lar ve ibretlere nüfuz edemediler.

Razî şöyle demektedir: Bu ayet aklın, bilginin ta kendisi olduğuna, bilgi­sin de yerinin kalp olduğuna delâlet etmektedir. Zira "kendisiyle düşünecek kalpler" den maksat ilimdir, "kendisiyle düşünecek" ifadesi kalbin bu düşünme-je bir araç olduğuna delâlet etmektedir.[78]

Ayette aklı kalbe izafe etmiştir. Zira işitme duyusunun mahalli kulak ol-inğu gibi aklın mahalli de kalptir.

Cenab-ı Hak onların içinde bulundukları yalanlamayı açıkladı ve onların asabın gelmesiyle alay eden, taşkınlık yapan ahmak bir topluluk olduklarını «kretti ve şöyle buyurdu:

"Onlar senden azabın derhal gelmesini istiyorlar." Allah'ı, kitabını, pey­gamberini ve ahiret gününü yalanlayan o haddi aşan kâfirler onları korkuttu­run azabın hemen gerçekleşmesini istiyorlar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yine bir zaman onlar: Allah 'im! Eğer bu (Kur'an) senin nezdinden indirilmiş bir hak (kitap) ise gökten üzerimi-2u taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver, demişlerdi." (Enfal, 8/32);

"Kâfirler: Ey Rabbimiz!. Hesap gününden önce payımıza düşen azabı he-mengönder, derler." (Sad, 38/16).

"Allah vaadinden asla caymaz." Azap hiç şüphesiz gelecektir, inecektir. Zi­ra Allah onlara verdiği vaadden dönmez. Bu vaad de kıyametin kopması, Al-ah'ın düşmanlarından intikam alması, dostlarına ikramda bulunmasıdır. Al­lah'ın onlara vaad ettiği şey bir müddet sonra bile olsa mutlaka onların başına gelecektir.

"Gerçekten Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibi­dir." Yani şüphesiz Allah hilim sahibidir, acele etmez. O'nun hilminden ve uzun müddetleri kısa saymasındandır ki O'nun nezdinde bir gün sizin saydığınız gönlerden bin sene gibidir. Yani Rabbinin nezdinde ahirette onlara inecek azap gönlerinden bir günün azabının şiddeti dünya günlerinden bin seneye eşit olur. Onlar Rabbinin-azabına göre neredeler? Mahlûkatma göre bin sene O'nun hük­müne göre bir gün gibidir. O gayet iyi bilmektedir ki intikam almaya muktedir­dir. Ertelese, geciktirse ve mühlet verse de hiçbir şeyi ihmal etmez.

Bu ayet şu ayet gibidir: "Gökten yeryüzüne inen, emirleriyle bütün işleri idare edip yürüten O'dur. Sonra o işlerin neticesi (şudur): Sizin saydığınız yıl­larla bin yıl eden bir günde O'na yükselip arz edilir." (Secde, 32/5).

Kısaca: Onlar ahiretin azabının durumunu, azabın bu vasıflarını bilselerdi derhal gelmesini istemezlerdi. Allah'ın hikmeti mühlet verilmesini gerekli kıl­mıştır.

Müddet uzasa da, mühlet verilmesini ve fırsat tanınmasını te'kit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Nice zalim kasabalara (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım. Dönüş ancak banadır."

Yani pek çok kasabaya Allah mühlet vermiş ve onların azabını, helak ol­masını geciktirmiştir. Halbuki onlar zulümde -yani küfür ve masiyette- devam ettiler. Bu erteleme ile aldandılar. Sonra da onlara yani o kasabaların halkına azabı indirdim.

Azabın geciktirilmesi ihmal babında değil imhal (mühlet verme) babm-dandır. Nitekim sahih hadiste gelmiştir ki: "Şüphesiz ki Allah zalime mühlet verir. Nihayet onu yakalayınca hiç bırakmaz. [79]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir.

1- Hz. Muhammed'in (s.a.) risaletindeki başarısı önce kavminin eziyetine karşı sabırlı olmasına bağlıydı. Bunun için Rabbi ona sabır ibretleri verdi. Bu ayetler ona bir teselli ve takviye idi. Ondan önce de yalanlanan peygamberler vardı. Allah -burada- bunlardan yedisini zikretti. Bu peygamberler Allah'ın ya­lanlayanları helak etmesine kadar sabretmişlerdi. Ona düşen de o peygamber­lere tabi olup sabretmesi idi.

2- Allah'ın hikmetinden ve hilminden biri de peygamberlerini yalanlayan, Rablerini inkâr edip haddi aşan o kâfirlere vereceği cezayı ertelemesi, sonra onları cezalandırması idi. Böylece onlara verilen ceza ibret alacaklar için ibret vesilesi, düşünüp inceleme vesilesi oluyordu: Onların içinde bulundukları ni­metlerden azap ve helake düşmeleri değişikliği nasıl oluyordu?

Kureyş'ten olan yalanlayıcılara da böyle yapılacaktır. Benzeri davranışta bulunana akıl, âdet ve adalet gereği benzeri muamele yapılır.

3- "Kâfirlere (önce) mühlet verdim." ayeti Cenab-ı Hakk'm Peygamberi­miz'in (s.a.) kavmine de -toptan helak olma azabı hariç- geçmiş diğer kavimlere yaptığı muameleyi yapacağına delâlet etmektedir. Cenab-ı Hak bu ümmete düşmanlarını öldürme imkânı tanıyıp onlara yeryüzünde sebat ihsan ettiyse de Hz. Muhammed'in (s.a.) kavmini toptan helak etmeyecektir.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Toptan helak olma azabının bu ümmette geriye bı­rakılmasının sebebi şudur: Bu azap iki şarta bağlıdır:

Birincisi: Allah katında küfrün bir sınırı vardır. Bu sınıra ulaşana azap edilir. Bu sınıra ulaşmayana azap edilmez.

İkincisi: Allah bir kavimden hiçbir kimsenin iman etmeyeceğini bilmeden o kavme azap etmez.

Bu iki şart meydana gelince, yani bir kavim küfürde bu sınıra ulaşır ve Al­lah da o kavimden hiçbir kimsenin iman etmeyeceğini bilirse bu durumda pey­gamberlere emreder. Onlar da ümmetlerine beddua ederler. Allah onların bu bedduasını kabul eder ve onlara toptan helak olma azabını indirir.

İşte "Rasul ümidini kestiği zaman." ifadesinde anlatılmak istenen budur. Yani Peygamber kavminin hakka icabet etmesinden ümidini kestiği zaman de­mektir. Cenab-ı Hakkın Hz. Nuh'a (a.s.) vahyi şu idi: "Gerçek şudur ki: Kav­minden daha önce iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir." Ce-□ab-ı Hak bir kavme azap indirdiği zaman "Emrimiz (azap emri) geldiği zaman Hud'u kurtardık." ayetinin delaletiyle müminleri kurtarır.

4- Nice kasabalar zulüm -yani küfür- üzere devam ederlerken Allah onları helak etmiştir. Onların evleri yıkılan tavanlarının üstüne çökmüştür. Yahut ıs­sız kalmıştır. Ayrıca kuyuları da gelenlerden ve su çekenlerden mahrum, yük­sek sarayları harap olmuş veya bomboş kalmıştır. Ünsiyetin yerini yalnızlık, anıranın yerini fakirlik almıştır.

Burada öğüt, ibret ve hatıra vardır. Ma'siyete bulaşmaktan, Allah Te-alâ'nın emir ve nehiylerine aykırı davranma neticesine düşmekten sakındırma rardır.[80]

5- "Onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı?" ayeti Allah'ın küfürleri ve zu­lümleri sebebiyle helak ettiği eski ümmetlerin bıraktığı izlerden ibret almaya açık bir teşvik vardır. İnsanlar bunlardan ibret alırlarsa duyuları, idrakleri ve akıllarından gerçekten istifade etmiş olurlar. Eğer ibret almazlarsa bu güç ve enerjileri, bu nimetleri kullanmamış olur, dolayısıyla azaba lâyık olurlar.

Kim dünyada kalbini İslâm'dan köreltirse o ahirette cehennemdedir.

6- İnsanlar ahiret azabının durumunu bilselerdi ve oradaki azap günü­nün, şiddeti sebebiyle dünya senelerinden bin sene gibi olduğunu bilselerdi bu azabın derhal gelmesini istemezlerdi. Zira Allah azabı indirme hususundaki vaadinden caymaz.

Zeccac diyor ki: Müşrikler azabın derhal gelmesini talep ettiler. Allah on­lara kendisinin hiçbir şeyi kaldırmayacağını bildirdi. Bu azabı dünyada Bedir Gönü indirdi.

İkrime de şöyle diyor: Onlar azabın kısa günlerde derhal gelmesini iste­dikleri zaman Allah onlara bu azabı uzun günlerde indireceğini bildirdi.

Ferra ise şöyle diyor: Bu onların ahiretteki azabının çok uzun olacağına bir tehdittir.

Kısaca: Bu ayet kıyamet gününe inanmadıkları için hakkı yalanlayarak ve alaylı bir tarzda derhal azabın gelmesini isteyen müşriklere bir reddiye ve aza­lan meydana geleceğinin kesin bir duyurusudur.

7- Pek çok kasabaya sapıklıklarına rağmen Allah önce mühlet vermiş, son­ra da onları azapla yakalayıvermiştir. Dönüş ancak Allah'adır. Hüküm ve tak­dir etme hususunda dönülecek ve son varılacak yer Allah'tır. [81]

 

Hz. Peygamberin (S.A.) Vazifesinin Belirlenmesi

 

49- De ki: Ey insanlar! Ben sizin için sa­dece apaçık bir uyarıcıyım.

50-  İman edip salih ameller işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır.

51- Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bıra­kacakmış gibi (fesat çıkarmaya) gayret edenlere gelince, onlar da cehennemlik-

 

Belagat:

 

"İman edip salih amel işleyenler" ile "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bıra­kacakmış gibi fesat çıkarmaya gayret edenler" ibareleri arasında mukabele sa­natı vardır. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"De ki: Ey insanlar!." Mekkeliler ve başkaları "Ben sizin için sadece apaçık bir uyarıcıyım." Uyarım -korkutmam- gayet açıktır. Ben aynı zamanda mümin­ler için müjdeciyim.

Ayette iki gurup yani müminler ve kâfirler zikredildiği ve "sizin için" ifa­desiyle hitap bütün insanlar için umumi olduğu halde sadece korkutma üzerin­de durulmuştur. Zira sözün başı ve gelişine göre müminler ve onlara verilecek sevap, düşmanları olan müşriklerin öfkesini artırmak içindir

"İman edip salih amel işleyenlere" kendilerinden doğabilecek günahlar için "mağfiret ve bol rızık" yani cennet "vardır". Herşeyin mükemmeli bütün yük­sek özellikleri bir arada toplayan değerli olan şeklidir.

"Ayetlerimiz hakkında" Kur'an-ı Kerim hakkında reddetmek, iptal etmek, sihirdir ve efsanedir diyerek dil uzatmak suretiyle "bizi âciz bırakacakmış gibi" bizimle yarış edercesine ve bize galip gelecekmiş gibi yani öldükten sonra diril­meyi ve cezayı inkâr ettikleri halde bizim kendilerini serbest bırakacağımızı zannederek fesat çıkarmaya "gayret edenlere gelince: Onlar da cehennemliktir­ler. " Yani yakıcı ateşe lâyıktırlar.

Ayette geçen "muâ'cizln" kelimesi "mu'cizîn" şeklinde de okunmuştur. Bu­na göre manası başkalarını iman etmekten alıkoyanlar demektir. [83]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ müşriklerin ahirete inanmamaları sebebiyle azabı yalanlamak ve onunla alay etmek için azabın derhal inmesini istediklerini beyan ettikten sonra, bunun ardından Rasulullah'm (s.a.) vazifesini açıkladı. Onun vazifesi uyarmak ve korkutmak idi. O uyarı için gönderilmişti. Onların bununla alay etmeleri onu engellemeyecektir. [84]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ Peygamberine (s.a.) kâfirler kendisinden azabın meydana gel­mesini, derhal inmesini istedikleri zaman onlara şöyle söylemesini emretmek­tedir:

Ey azabın acilen gelmesini isteyen müşrikler! Allah beni size şiddetli bir azabın öncesinde uyarıcı olarak gönderdi. Sizin hesabınızdan bana hiçbir şey toktur. Bilakis sizin işiniz Allah'a kalmıştır: Dilerse size azabı derhal indirir, illerse bunu erteler. Dilerse kendisine tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. O dilediğini, istediğini ve ihtiyar ettiğini hiç şüphesiz yerine getirir. Buyuruyor M: "Allah hükmeder. O'nun hükmünü reddedecek hiçbir kimse yoktur. O hesabı süratli olandır." (Ra'd, 13/41).

Benim görevim uyarmayı ihtiva ettiği gibi müjdelemeyi de ihtiva etmekte-ür. Bu durum şu iki şekilde söz konusu edilmektedir:

1- "îman edip salih ameller işleyenlere mağfiret ve bol rızık vardır." Yani kalpleri inanan ve bu imanlarını amelleriyle tasdik edenlere geçmişte işledikle­ri günahlar için mağfiret, isterse güzel amellerinden az bir şey olsun güzel bir sevap, genişliği yeryüzü ve gökyüzü genişliğinde cennet vardır. Bol ve değerli -ızık Allah'ın şu ayetinde vasıflarını bildirdiği cennettir. "Orada canların çekti-t: ve gözlerin hoşlandığı her türlü nimet vardır. Sîz orada ebediyyen kalacaksı-:az."(Zuhrııff 43/71).

Peygamberimiz (s.a.) cenneti İmam Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî ve Hni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadisiyle tavsif etmiş­tin "Cennette daha önce hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetler vardır."

2- "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakacakmış gibi (fesat çıkarmaya) gay-nt edenlere gelince, onlar da cehennemliktirler. "Ayetlerimizi ortadan kaldırma­ya ve din davetini reddedip yalanlamaya gayret edenler ve insanları Hz. Pey­gamber'e (s.a.) uymaktan alıkoyanlar, bunu yaparken de bizi âciz bırakacakla­rını ve bizim emrimizden ve onları dirilteceğimizden kaçacaklarını ve bizim kendilerine muktedir olamayacağımızı zannedenlere gelince, bunlar da yakıcı ve acıklı olan, azabı ve işkencesi şiddetli olan cehennem ehlidirler. Orada daimî surette kalacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnkâr eden se Allah'ın yolundan alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle (hak ettik­leri) azabı kat kat artırırız." (Nahl, 16/88). Devamlılık cihetiyle onları "cehen-tem'in sahipleri diyerek" bir şeyin sahibine benzetmiştir. [85]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar ortaya çıkmaktadır:

1- Rasulün vazifesi korkutma ve müjdelemedir. Kendisine isyan edenleri cehennemle korkutmak ve itaat edenleri cennetle müjdelemektir.

2- Salih ameller -ibadet ve taatler- işleyen müminlere cennet, günahlar­dan mağfiret ve ilâhî rıza vardır.

3- İnatçı olan ve öldükten sonra diriliş olmadığını ve Allah'ın kendilerine güç yetiremiyeceğini zanneden kâfirlere devamlı surette ebedî olarak kalacak­ları alevli ateş vardır. [86]

 

Vahyin Muhkem Kılınması Ve Şeytanlardan Korunması, Garanîk Kıssası

 

52-  Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir takım şüpheler atmış olmasın. Fakat Al­lah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir. Sonra Allah kendi ayetlerini muhkem kılar. Allah her şeyi en iyi bi­lendir, sonsuz hikmet sahibidir.

53- Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunan­lar ve kalpleri katılaşanlar için bir im­tihan (vesilesi) kılar. Şüphesiz zalimler derin bir muhalefet içindedirler.

54- Ayrıca kendilerine ilim verilenler de bunun (Kur'an'ın) Rabbin tarafından gelen bir Hak (kitap) olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden bağlan­sınlar. Şüphesiz ki Allah iman edenleri doğru yola iletir.

55-  İnkâr edenler kendilerine kıyamet ansızın gelinceye kadar veya kısır (hay­rı dokunmaz) bir günün azabı çatınca-ya kadar Kur'an'dan şüphe içinde kalır­lar.

56- O gün mülk Allah'ındır. Onların ara­larında O hüküm verir. İman edip salih ameller işleyenler "Naim" cennetlerin-dedirler.

57-  İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayan­lara hakir düşüren bir azap vardır.

 

Belagat:

 

"Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki..." ayetindeki "er-sdnâ" ve "rasul" kelimeleri arasında cinaslı iştikak sanatı yapılmıştır.

"Allah şüpheleri derhal giderir." ve "Allah kendi ayetlerini muhkem kılar." ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Şüphesiz zalimler" ifadesinde zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. As-lolan "ve innez-zalimîn" yerine "ve innehüm" denilmesidir. Bu ifade kâfirlerin zulüm ve düşmanlık yaptıklarına hüküm vermektedir.

"Yahut kendilerine kısır bir günün azabı gelinceye kadar..." ayetindeki "aA:îm=kısır" kelimesinde istiare yapılmıştır. Kendisinden sonra hiçbir gündüz veya gecenin bulunmadığı kıyamet günü zamanının sona ermesi sebebiyle gün­düzlerin peşinden gelen, böylece gecelerin evlâdı mertebesinde bulunan dünya günlerinin aksine gece doğurmayan gün olduğundan evlât doğurmayan kısır bir kadına benzetilmiştir. [87]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki..." Rasul, tebliğ ile emrolunan nebidir. Yahut daha sahih olan görüşe göre Allah'ın kendisini yeni bir şeriatla gönderdiği ve insanları bu şeriata davet eden kimsedir. Nebi ise ra-sulden daha genel bir ifadedir. Nebi tebliğle emrolunmayan peygamberdir. Ya­hut daha sahih görüşe göre Hz. Musa (a.s.) ile Hz. İsa (a.s.) arasında gelen İs-railoğulları peygamberleri gibi Allah'ın kendisini geçmiş bir şeriatçı tasdik et­mek üzere gönderdiği peygamberlerdir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz (s.a.) ümmetinin alimlerini onlara benzetmiştir. Buna delâlet eden bir hususda şu­dur: "Efendimiz'e (s.a.) peygamberlerin sayısı soruldu: Peygamberimiz (s.a.)

- Yüz yirmi dört bin peygamber vardır, buyurdu.

- Bunlardan "rasul" olan kaç tanedir? diye soruldu.

- Üç yüz on üç (gibi kalabalık bir guruptur) buyurdu."

"... o" peygamber "bir şey temenni ettiği" okuduğu "zaman şeytan onun ar­zusuna" onun okuduğu ayetler arasına "bir takım şüpheler atmış olmasın." Ya­ni şeytan peygamberin kendilerine gönderildiği kavmin hoşuna gidecek bir ta­kım şüphe ve vesveseleri bu ayetler arasında ortaya atar.

"Fakat Allah şeytanın verdiklerini" şüphe ve vesveseleri "derhal giderir." Bunları izale eder, yok eder. "Sonra Allah kendi ayetlerini muhkem kılar." Yani sağlamlaştırır. "Allah her şeyi" insanların durumlarını ve şeytanın zikredilen şüphe ve vesveseleri ortaya attığını "en iyi bilendir." Onlara yaptıklarında "son­suz hikmet sahibidir." Dilediğini yerine getirir.

"Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık" şüphe ve nifak "olanlar ve kalpleri katılaşanlar" yani hakkı kabul etmemek hususun­da katı kalpli olanlar "için bir imtihan" deneme ve tecrübe vesilesi "kılar. Şüp­hesiz zalimler" yani kâfirler "derin bir muhalefet içindedirler." Haktan uzakla­şarak karşı muhalefet içindedirler.

"Ayrıca kendilerine ilim" yani tevhid inancı ve Kur'an "verilenler" yahut taassup ve inattan uzaklaşmış ilim ehli "de bunun" yani Kur'an'm "Rabbin ta­rafından gelen" Allah tarafından inen "bir hak" kitap "olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden bağlansınlar." Yani gönülleri huzur bulsun, boyun eğsin ve neslim olsunlar. "Şüphesiz ki Allah iman edenleri en doğru yola iletir." Sırat-ı müstakim en sağlam yoldur, İslâm dini yahut insanları hakka ulaştıran doğru düşüncedir.

"İnkâr edenler kendilerine kıyamet" yahut ölüm veyahut kıyametin alâ­metleri "ansızın gelinceye kadar veya kısır bir günün" yani şiddetli olduğu se­bebiyle diğer günlerden ayrılan bir günün "azabı çatıncaya kadar ondan" yani Kur'an-ı Kerim'den "şüphe içinde kalırlar."

"Kısır günden murad ya Bedir günü gibi kâfirlerin öldürüldükleri savaş günüdür. Zira öyle günlerde kadınların çocukları öldürülür, anneleri kısır gibi çocuksuz kalırlar. Ya da bu günden maksat hayır getirmeyen, kısır rüzgâr gibi Mçbir hayrı dokunmayan gün demektir. Yahut o gün gecesi bulunmayan kiya­set günüdür.

"O gün" yani kıyamet günü yahut kâfirlerin şüphelerinin ortadan kalktığı gân..."Mülk" hakimiyet ve tasarruf sadece "Allah'ındır. Onların " kâfirlerle müminlerin "arasında O" yani Allah "hükmeder. İman edip salih ameller işle­yenler naîm cennetlerindedirler."

"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara ise" küfürleri sebebiyle horlayıcı, şiddetli "hakir düşüren bir azap vardır."

Dikkat edilirse birinci cümlede yani "iman edip salih ameller işleyenler..." ayetinde "haber" kısmında "fa" harfi kullanılmazken ikinci cümlede yani "in­kâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar..." ayetinde getirilmesi müminlerce cennet-krie verilen mükâfatın Allah Tealâ tarafından verilen bir lütuf olduğuna ve kâ­firlerin cezasının da amellerinden dolayı olduğuna işaret vardır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak "Onlar azap içindedir." buyurmamış, "Onlara azap vardır." buyur­muştur. [88]

 

Nüzul Sebebi

 

Müfessirlerden bir çoğu burada -bu ayetlerin tefsirinde- "Garanik kıssası" m ve Mekke'den Habeşistan'a hicret edenlerden pek çoğunun bu olay sebebiyle Mekke müşriklerinin İslâm'a girdiklerini zannederek Mekke'ye döndüklerini zikretmişlerdir.

Müfessirler, İbni Kesir'in ifade ettiği gibi hiçbiri sahih tarikle müsned da­nk gelmeyen, sadece "mürsel" senedlerle gelen çeşitli rivayetler zikretmişler-

Bu rivayetlerden biri İbni Ebî Hatim, İbni Cerir ve İbnü'l-Münzir'in Said i. Cübeyr'den naklettiği şu rivayettir: Peygamberimiz (s.a.) kalabalık bir mec-J5ste oturmuş o gün Allah tarafından kendisine bir ayet gelmemesini, dolayısıy-]a kavminin o gün kendisinden uzaklaşmasını temenni etmişti. Bunun üzerine: Batmakta olan yıldıza yemin ederim ki..." (Necm, 53/1) ayeti ve devamı indi. Peygamberimiz (s.a.) bu ilk ayetten "Şimdi siz ilâh olarak Lât'ı, Uzza'yı ve di-

1~ İbni Kesir, III/229.

ğer üçüncüleri olan Menat'ı mı görüyorsunuz?" (Necm, 53/19-20) ayetine kadar okudu.

Hemen bunun ardından şeytan: "Bunlar güzel yüzlü meleklerdir. Bunların şefaat etmeleri umulur." ifadesini söyledi.[89]

Peygamberimiz de bu iki cümleyi aynen söyledi. Sonra devam ederek bu surenin tamamını okudu. Daha sonra surenin sonunda secde etti. Onunla bir­likte bütün mecliste bulunanlar da secde ettiler.

Müşrikler de Muhammed, bugünden önce bizim tanrılarımızı böyle güzel­likle anmadı, demişler, Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte secde etmişlerdi. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi: "Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir takım şüpheler atmış olmasın..."

Velid b. Mugîre yerden toprak alıp alnına götürüp ona secde etti. Yaşlı bir kimseydi. Akşam olunca Cebrail Peygamberimiz e (s.a.) geldi. Efendimiz (s.a.) de sureyi ona arz etti. Bu iki cümleye gelince Cebrail: "Ben sana bu iki cümleyi getirmedim." dedi.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi: "(Ey Muhammed) Müşrikler Kur'anın dışında başka şeyler uydurarak bize karşı iftirada bulunman için se­ni, sana vahyettiğimiz Kur'an'dan ayırmaya çalışıyorlar. İşte o zaman seni dost edinirler. Eğer seni azimli ve sebatlı kılmasaydık nerde ise onlara az da ol­sa meyledecektin Eğer onlara biraz olsun meyletseydin, dünya ve ahiretin aza­bını sana kat kat tattırırdık. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bula­mazdın. " (İsra, 17/73-75).

Peygamberimiz'in (s.a.) kederli hali devam etti. Nihayet "Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir takım şüpheler atmış olmasın." (Hac, 22/52) ayeti nazil oldu.

İbnü'l-Arabî ve Kadı Iyaz şöyle demişlerdir: Bu rivayetler batıldır, aslı yoktur.[90]

Razî diyor ki[91]: Tahkik ehli âlimler: "Bu rivayet batıldır, uydurmadır." de­mişler; Kur'an, sünnet ve aklî delille buna delil getirmişlerdir.

Kur'an delili şu ayetlerdir: "De ki: Onu (Kur'anı) kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip değilim. Ben de ancak bana vahyolunana tabi oluyorum." (Yu­nus, 10/15).

"O, kendi arzusu ve hevasından konuşmaz. Onun her konuştuğu (Allah ta­rafından) vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir." (Necm, 53/3-4).

"Eğer o Muhammed (kendiliğinden) bazı sözler uydurup da bizim söyledi­ğimizi iddia etseydi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da can damarını keser-::*." (Hakka, 69/44-46).

Ayrıca eğer Peygamberimiz (s.a.) yukarıda belirtilen Necm süresindeki ayetten (53/20) sonra: "İşte bunlar güzel yüzlü meleklerdir. Bunların şefaat et­eleri umulur." ifadesini okusaydı Allah'a yalan isnat edilmiş olurdu. Bunu da ıiçbir müslüman söyleyemez.

Sünnetten delile gelince: Muhammed b. İshak b. Huzeyme'ye bu kıssa so-rjddu: "Bu kıssa zındıkların uydurmasıdır." diye cevap verdi. Beyhakî: "Bu kıs-fa nakil yönünden sabit değildir" demiştir. Ayrıca Buharî'nin Sahihteki rivaye-::ne göre Peygamberimiz (s.a.) Necm suresini okumuş, bu secdede Müslüman--ît ve müşrikler, insanlar ve cinler secde etmişlerdi. Bu rivayette "Garanîk ha­lisi" yoktur.

Aklî delillere gelince: Bu bir kaç yönden incelenebilir: Kim Rasulullah'm Cs.a.) putlara ta'zim ettiğini caiz görürse bu kimse kâfir olur. Zira zarurat-ı di-:ayyeden biri de onun bütün gayretinin putları reddetmek olduğudur.

Razî diyor ki: Delillerin en kuvvetlisi şudur: Biz bunu caiz görürsek Onun şeriatına -yani Allah'ın şeriatına- olan güven kalkmış olur, hükümlerin ve şer'î esasların her birinde de bunu caiz görmüş oluruz. Böylece Cenab-ı Hakk'ın: Ey Rasul! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun -.saletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan (onların şerrinden) korur." (Maide, 5/67) ayeti iptal edilmiş olur. Zira aklen vahyin eksik olması ile vahye ilâve yapılması arasında hiçbir fark yoktur.

Böylece Garanîk kıssasının uydurma olduğunu özlü bir şekilde anlamış olduk. [92]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerin nüzul sebebinde geçen ifadelerden anlaşılmıştır ki, Garanîk kıssası zındıkların uydurduğu uydurma ve yalan bir kıssadır. Bunun için ayetlerin pek çok müfessirin yaptığı tefsire muhalif olarak daha başka bir şekilde tefsir edilmesi gerekir.

Şeytanın ortaya attığı sözlerin duyulan lafızlar olup bu sebeple fitnenin meydana geldiği hususunda hiçbir ihtilâf yoktur. Ancak alimler bu şeytanın or­taya atış şekli hususunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat kesin olan husus Peygam­berimiz (s.a.), kendisinin masum olduğuna delâlet eden önceki ayetlerin delale­tiyle amel edilerek, kendisinin hevasından konuşmayacağından hareketle, şey­tanın ortaya attığı sözlerde ona uymadı. Nitekim şeytanın vesvese ile söylediği sözler onun lisanıyla tekrar edilmemiştir.

Bu ayetlerin en güzel te'vili Kurtubî'nin ifade ettiği gibi: Peygamberimiz Ista.) Rabbinin emrettiği şekliyle Kur'an'ı tertil üzere okuyor, kıraati esnasında -güvenilir ravilerin kendisinden rivayet ettikleri gibi- ayetlerin arasını ayırı-yordu. Böylece şeytanın bu sekteleri gözetmesi ve buraya uydurduğu bazı kelimeleri Peygamberimiz'in (s.a.) nağmesini taklit ederek sokması mümkün oluyordu. Böylece ona yakın olan kâfirler bunu işitiyor, bunu Peygamberimiz'in (s.a.) sözünden zannedip bu durumu yayıyorlardı. Bu sureyi daha önce Allah'ın indirdiği şekilde ezberledikleri için ve Peygamberimiz'in (r.a.) putları kötüle­mek ve ayıplamak hususundaki durumunu gayet iyi bildikleri için bu durum Müslümanlar yanında bir kusur sayılmıyordu.[93]

Buna göre ayetin manası: "Ya Muhammedi Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki, o Allah kelâmını okuduğu zaman şeytan onun kıra­atine ve tilâvetine bazı sözler ve batıl vesveseler atmasın." şeklindedir. "Hiçbir rasul veya nebi" ifadesi "rasul" ve "nebi'nin birbirlerinden ayrı olduğuna delildir. Aralarındaki fark Keşşaf müellifinin dediği gibi rasul nebilerden olup mucize ile birlikte kendisine kitap indirilen kimsedir. Nebi ise rasulden ayrı olup kendisine kitap indirilmeyen, ancak insanları kendinden önceki Peygam­berin şeriatına davet etmekle emrolunan kimsedir, (bk. Kelime ve ibareler)

"Fakat Allah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir. Sonra Allah kendi ayetlerini muhkem kılar." Yani Allah şeytanın verdiği vesveseleri ve bazı kâfir­lerin sarıldıkları hurafeleri ortadan kaldırır. Sonra ayetlerini muhkem, sağlam ve sabit kılar. Karalama, bozma, ilâve etme ve eksikliği kabul etmez.

Bu durum, bugün bazı papazların İslam prensipleri ve esasları içerisine bazı yalan ve şüpheleri sokma, gerçekleri ters yüz etme, olayları değiştirme ve bazı ayetleri sahih olmayan bir şekilde te'vil etme teşebbüslerine benzemekte­dir. Sonra bu çirkin gayretler dağılacak, bu iftiralar güvenilir müslüman alim­ler ve başkaları vasıtasıyla çürütülecek ve bu okul kitapları ve bildirilerdeki yabancı ve sokma fikirler karanlığa gömülecektir.

"Allah her şeyi en iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Yani Allah her şe­yi, peygamberine vahyettiği hususları, meydana gelecek iş ve olayları gayet iyi bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O takdirinde, yaratmasında, emrinde ve fiil­lerinde hikmet sahibidir. Tam hikmet, sonsuz hüccet O'nundur. İftira edeni ifti-rasıyla cezalandırır. Hak müminler için açık seçik ortaya çıkar. Münafıkların gönüllerindeki karanlık dağılır.

İşte Allah'ın iki gurubun durumu hakkında açıkladığı gerçek de budur:

1- "Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık bu­lunanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan vesilesi kılar." Yani şeytanın verdiği vesveseleri kalplerinde şüphe, şirk, küfür ve nifak bulunan münafıklar için ayrıca şeytan bazı kelimeleri ortaya atınca sevinen ve bunun şeytandan ol­duğu halde Allah tarafından gelen sahih ayetler olduğuna inanan müşrikler ve katı kalpli inatçı Yahudiler için imtihan ve deneme vesilesi kılar.

"Şüphesiz zalimler derin bir muhalefet içindedirler." Yani o kendi nefisleri­ne zulmeden münafık ve kâfirler, haktan ve doğrudan uzak, isyan ve Allah Te-alâ ve Rasulüne karşı muhalefet içindedirler.

2- "Ayrıca kendilerine ilim verilenler de bunun (Kur an m) Rabbin tarafından gelen bir hak olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden bağlansınlar." Yani hakkı batıldan ayırd edebilecek faydalı ilme sahip olan, Allah ve Rasulü-ne iman edenler sana vahyettiğimiz kitabın Rabbinin ilmiyle ve himayesiyle indirdiği ve onu başka şeylerin karışmasından koruduğunu, Rabbinden gelen doğru, değişmez, hak kitap olduğunu bilsinler. Böylece onu tasdik etsinler, ona boyun eğsinler, kalpleri ona bağlansın, gönülleri onunla ürpersin, onun ahkâ­mı, adabı ve şeriatıyla amel etsinler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bu (Kur'an) çok değerli bir kitaptır. Ona batıl ne önünden, ne de arkasından sokulabilir. O sonsuz hik­met sahibi ve son derece övgüye lâyık olan (Allah) tarafından indirilmiştir." "Fussüet, 41/41-42).

"Şüphesiz ki Allah iman edenleri doğru yola iletir." Yani Muhakkak ki Al­lah, Allah'a ve Rasulüne iman edenleri dünya ve ahirette esaslı bir yola irşad eder. Dünyada onları hakka ve hakka uymaya irşad eder. Onları batıla karşı akmak, dinde müteşabih (manası zor ve karışık) olan hususları doğru bir şe­kilde te'vil etmek (yorumlamak), mücmel (fazla açıklanmamış) hususları açık bir şekilde belirtmek suretiyle batıldan kaçınmaya muvaffak kılar. Ahirette ise soları cennet derecelerine ulaştıran doğru yola iletir, onları cehennemin alt de­rekelerinden korur.

Birinci gurubun akibeti Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olur: "İnkâr eden-~Dir kendilerine kıyamet ansızın gelinceye kadar veya kısır (hayrı dokunmaz) bir g-jnün azabı çatıncaya kadar Kur'an'dan şüphe içinde kalırlar."

Kâfirler bu Kur'an'dan veya Rasulullah'tan şek ve şüphe içinde kalırlar.

Yahut kâfirler kendilerine kıyamet -yahut kıyamet alâmetleri veyahut ciüm- hiç hissetmeksizin ansızın gelinceye kadar veya kısır bir günün -yani kı-jamet gününün yahut Bedir günü gibi yıkıcı bir savaş gününün- azabı gelip ça­tıncaya kadar kendilerine Kur'an okunduğu zaman şeytanın kalplerine attığı vesveselerden kuşku içindeydiler. Burada kıyamet küfürlerinin son noktası sa­yılmış, onların ancak kıyamet alâmetlerini görünce zorunlu olarak iman ettik­leri belirtilmiştir.

Ayette kıyamet günü "akim (kısır)" sıfatıyla tavsif edilmiştir. Zira o gün­cen sonra gece yoktur. Yahut savaş günü "akim" olarak tavsif edilmiştir. Zira.o gün annelerin çocukları öldürülür, anneler -çocuksuz kalacakları için- sanki hiç «Doğurmayan kısır kadınlar gibi olurlar. Yahut savaşçılara "savaşın çocukları" lakabı verilmiştir. Öldürüldükleri zaman bu gün mecaz yoluyla kısır olarak tavsif edilmiş olur.

İbni Kesir diyor ki: Her ne kadar Bedir günü onların tehdit edildiği şeyler cümlesinden olsa da, birinci görüş -yani "kısır gün" den maksadın "kıyamet gü-rnu" olması- doğru olan görüştür. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak: "O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm verir." buyurmuştur.

Ayetten murad şudur: Kâfirler helak oluncaya kadar küfürlerinde devam ederler, iman etmezler. "O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm merir." Yani amellerin karşılığının verildiği sevap ve ceza günü olan kıyamet gününde hakimiyet ve tasarruf tek olan ve ezici güce sahip olan Allah'ındır. Al­lah onların aralarında hakla hükmeder. O son derece adil hüküm vericidir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O din gününün (ceza gününün) sahibidir." (Fatiha, 1/4).

"O gün gerçek hâkimiyet rahman olan Allah'ındır. O gün kâfirler için çok zor bir gündür. " (Furkan, 25/26).

Hükmün neticesi her iki grubun amellerinin karşılığını beyan ederken or­taya çıkmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"iman edip salih ameller işleyenler Naim cennetlerindedir." Yani kalpleri iman eden, Allah'ı, Rasulünü ve Kur'anı tasdik eden, Allah Tealâ'nın emirleri­ne itaat edip nehiylerinden kaçınmak suretiyle salih amellerden bildiklerinin gereği ile amel eden; kalpleri, sözleri ve amelleri birbirine uygun olan kimseler için değişmeyen ve sürekli olan ebedî Naim cennetleri vardır.

"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara hakir düşüren bir azap vardır." Yani kalpleri hakkı reddedip inkâr eden, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı yalanlayan, peygamberlere karşı çıkan, onlara tabi olmayıp kibirlenen kimselere Rableri nezdinde hakka karşı böbürlenmelerine ve Kur'an ayetlerinden yüz çevirmele­rine mukabil zelil kılıcı ve küçük düşürücü bir azap vardır.

Nitekim bir ayette: "Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremiyenler şüphe­siz rezil ve perişan olarak cehenneme gireceklerdir." (Gafîr, 40/60) buyurulmak-tadır. [94]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Bu ayetler "Seni yalanlıyorlarsa..." ayetinden sonra Allah Tealâ'nın Ra-sulüne yaptığı ikinci bir tesellidir. Yani Ey Habibim! Kâfirlerin şeytanın diliyle tekrarlayıp durdukları sözlere üzülme, bundan üzüntü duyma. Bunun benzeri senden önceki nebi ve rasullere de yapılmıştır.

2- Bu ayet (Hac, 22/52) vahyin muhkem (koruma altında ve sağlam) kılmı­şına, Allah Tealâ'nın kitabının şeytanın vesveseleri, iftiraları ve hurafelerinden korunup himaye edildiğine delâlet etmektedir. Zira şeytan Kur'an-ı Kerim ayetleri yahut Peygamberimiz'in (s.a.) hadisleri arasına bir şey ilâve ederse, Allah şeytanın ortaya attığı sözleri iptal eder, ayetlerini muhkem ve sabit kılar.

Cenab-ı Hakk'ın "temenni etti" ifadesi "okudu ve tilâvet etti" "Onun arzu­su" ifadesi ise "Onun kıraati ve okuması" demektir.

Buharî, bu konuda İbni Abbas'ın (r.a.) şu sözünü naklediyor. Peygamber­imiz (s.a.) bir söz söylerse şeytan onun bu sözüne ilâvede bulunur. Allah şeyta­nın ortaya attığı bu sözü iptal eder.

Ayetin manası şudur: Peygamberimiz (s.a.) bir söz söylediği zaman şeytan hile yoluyla onun sözlerine bir şeyler ilâve eder, şöyle der: "Allah'tan sana gani­met vermesini niyaz etsen, böylece müslümanlar imkân sahibi olsa." Halbu ki Allah Tealâ salâh halinin başka bir şekilde olduğunu bilir ve şeytanın ifadesini rcal eder. Yani burada murad edilen mana insanın kendi kendine düşünmesi­ni-. Nahhas diyor ki: Bu ayet hakkında söylenen hususların en güzeli, en yük­seği, en değerlisi budur.

3- Şeytanın ortaya vesvese atmasında bir hikmet vardır. Bu da bunun mü--afik ve müşrik guruplarını imtihan etme vesilesi olmasıdır. İşte münafık ve — üşrikler kendi nefislerine zulmeden kimselerdir. Zalimler (müşrikler) ise ihti-if. isyan, Allah (c.c.) ve Rasulünü sıkıntıya sokma tavrı içerisindedirler.

4- "Böylece Allah şeytanın attığı şüpheleri... bir imtihan vesilesi kılar." aye­ti hakkında Sa'lebî şöyle diyor: Bu ayette şeytanın vesvesesi sebebiyle yahut calbin meşguliyeti anında peygamberlerin de yanılması ve hata etmesinin caiz : Iduğuna delil vardır. Peygamber de yanılabilir, sonra uyarılır ve nihayet doğ--ı olana döner. İşte "Fakat Allah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir. Son-~ı Allah kendi ayetlerini muhkem kılar." ayetinin manası budur.

Ancak hata herhangi birimizin hatası ölçüsünde olur. Ama müşriklerin Peygamberimiz'e (s.a.) nispet ettikleri: "İşte bunlar yüce şefaatçilerdir." cümlesi ~evgamberimiz'e (s.a.) yalan isnat etmektir. Çünkü burada putları ta'zim et­ek vardır. Bu da peygamberler için caiz değildir. Meselâ: Biraz Kur'an oku­nup arkasından şiir okuması ve: "Hata ettim. Onu da Kur'an zannettim." de-~esi caiz değildir.

5- Şeytanın vesvesesinin diğer bir hikmeti: Kur'an ayetlerinden muhkem -Anların hak ve sahih olup Allah tarafından sabit olduğunu müminlerin bil­meleri, dolayısıyla ona iman etmeleri, kalplerinin ürperip sükûnete kavuşma­sıdır. Şüphesiz ki Allah müminleri doğru yola iletir, yani onları hidayet üzerine sabit kılar.

6- Kâfirler Kur'an'dan veya dinden şüphe içindedirler. Din, doğru yolun ta kendisidir. Yahut Rasulullah'tan veyahut şeytanın Hz. Muhammed (s.a.) diliyle artaya attığı Peygamberimiz'in (s.a.) söylemediği vesveselerden şüphe içinde­dirler. Kâfirler, "O'na ne oluyor, putları önce güzellikle zikrediyor, sonra da on­lardan dönüyor" diyorlar.

Bu şüphe ister-istemez iman etme vakti gelinceye kadar devam edecektir. 3u vakit ya kıyamet günü, ya ölüm ya Bedir gibi savaş günüdür. Bu da kısır hayrı dokunmaz) bir gün olacaktır.

Bize göre "kısır gün" ün tefsirinde tercih edilen görüş bunun kıyamet günü olduğudur. Dahhak diyor ki: Gecesi olmayan bir günün azabıdır. Bu gün de kı­yamet günüdür.

Razî diyor ki: Bu görüş daha evlâdır. Çünkü Allah Tealâ'nın hem "Küfre­denler şüphe içinde olmaya devam ediyorlar." buyurup hem de bundan murad edilen mananın Bedir günü olması caiz değildir. Zira bilinmektedir ki o müş­rikler Bedir gününden sonra şüpheye düşmüşlerdir. Burada bu kelime ile "es-aâatü" kelimesi arasında da lüzumsuz tekrar yoktur. Çünkü "es-sâatü" kıyametin başlangıç halinden sayılır. "Kısır gün (el-yevmü'l-akîm)" ise kıyamet günü­nün ta kendisidir. Nitekim ayette ilk olarak kıyametin zikredilmesi, ikinci ola­rak da bu günün azabının zikredilmesi yer almaktadır. Ayrıca "es-sâatü" keli­mesiyle murad edilenin her bir kimsenin ölüm vakti olması, "Kısır günün aza­bı" tabiriyle de kıyametin murad edilmesi muhtemeldir.^)

7- Mülk ve hakimiyet kıyamet gününde hiç tereddütsüz Allah'ındır. Kulla­rı arasında amellerin karşılığının verilmesine hükmeden Odur. Hükmünün kararı şu olacaktır: Salih ameller işleyen müminler Naim cennetlerindedir. Kur'anın ayetlerini yalanlayan kâfirler ise (tevbe etmezlerse) hakîr düşüren bir azap içinde olacaklardır.

"O gün mülk tamamen Allah'ındır." ayeti "kısır gün" ün kıyamet günü ol­duğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir. [95]

 

Nefislerini Müdafaa Etmek İçin Savaşan Muhacirlere Allah'ın Zafer Ve Cennet Vaadi

 

58- Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Al­lah güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüp­hesiz Allah rızık verenlerin en hayırlı-sıdır.

59-  Elbette Allah onları memnun kala­cakları bir yere (cennete) koyacaktır. Şüphesiz ki Allah her şeyi en iyi bilen­dir, çok lütufkârdır.

60-  İşte kim kendisine yapılan zulme misli ile karşılık verirse sonra tekrar saldırıya uğrarsa elbette Allah ona yar­dım edecektir. Şüphesiz Allah çok affe­dicidir, çok bağışlayıcıdır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah yolunda hicret edip de" yani Allah'a taat uğrunda vatanlarını terk ederek Mekke'den Medine'ye göç edip de "sonra" cihad yolunda "öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla " cennetle "rızıklandırır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." Verenlerin en efdalidir. Zira O hesapsız nzık verir.

"Elbette Allah onları memnun kalacakları" razı olacakları "bir yere" bir nakama yani cennete "koyacaktır. Şüphesiz ki Allah" onların niyetlerini ve hâllerini "en iyi bilendir," Onlara ceza vermede "çok lütufkârdır." Onlara ceza verme hususunda acele davranmaz.

"İşte" durum böyledir yahut işte sana anlattığımız durum budur. Mümin­lerden "kim" müşrikler tarafından "kendisine yapılana" yani zulme "misli ile karşılık verirse" yani onlar haram ayda savaş yaptığı gibi o da ona karşılık ve­rir savaşırsa, karşılık vermede ileri gitmezse yani zalime zulmü kadar karşılık verirse "sonra da" müşrikler tarafından "saldırıya uğrarsa" yani evinden çıka­rılmak suretiyle zulme uğrarsa "elbette Allah ona yardım edecektir."

"Şüphesiz Allah" müminleri "çok affedicidir," haram ayda savaşmak zo­runda kaldıkları için de "çok bağışlayıcıdır." Burada af ve mağfirete teşvik et­me yoluyla tariz yapılmıştır. Çünkü Allah Tealâ mükemmel kudretine rağmen affetmekte ve bağışlamaktadır. Başkaları ise buna daha lâyıktır. Yine burada O'nun cezaya muktedir olduğuna işaret edilmektedir. Zira bir şeyin zıddına (ce­zalandırmaya) muktedir olmayan affetmekle tavsif edilmez. [96]

 

Nüzul Sebebi

 

"İşte kim kendisine yapılan zulme..." 60. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, Mukatil'den naklediyorlar: Bu ayet Pey-gamberimiz'in (s.a.) gönderdiği bir seriyye hakkında nazil oldu. Müşriklerle 2 Muharrem'de karşılaşmışlardı. Müşrikler birbirlerine şöyle dediler: Muham-med'in ashabıyla çarpışın. Zira onlar haram ayda savaşmayı haram sayarlar. Sahabîler onlara Allah adına teklifte bulundular. Allah aşkına kendilerine sa­vaş açmamalarını, zira kendilerinin haram ayda savaşı helâl kabul etmedikle­rini anlattılar. Fakat müşrikler bu teklifi reddettiler. Müslümanlarla çarpıştı­lar, saldırıda bulundular. Müslümanlar da çarpışmaya girdiler ve onlara galip geldiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Mücahid de bu ayetin Mekke'den Medine'ye hicret için yola çıkan müşrik­lerin takip edip onlarla savaştıkları bir gurup müslüman hakkında nazil oldu­ğunu rivayet etti.

Ayetin zahir ifadesi genelleme ifade etmektedir. [97]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kıyamet günü mülkün ve hakimiyetin tamamen kendine ait olduğunu, mümin ve kâfir kulları arasında kendisinin hüküm vereceğini, müminleri cennetlere koyacağını zikrettikten sonra hemen bunun ardından mücahid muhacirlere yaptığı değerli vaadini zikretti. Sonra da hicret etmek ve vatanından ayrılmak zorunda bırakılan ve kendilerine savaş açılan, bu suretle saldırıya uğrayan ve kendi nefislerini korumak için çarpışan kimselere verilen kıymetli vaadi zikretti. [98]

 

Açıklaması

 

"Allah yolunda hicret edip de..." Allah yolunda muhacir olarak yola çıkan, Allah'ın rızasını kazanmak için ve O'nun nezdindeki lütuflara talip olarak va­tanlarını ve ülkelerini terk edenler ve sonra da cihad yolunda öldürülenler, ya­hut hiçbir savaş yapmaksızın yataklarında eceliyle ölenler bol ecir ve güzel öv­gü elde ettiler. Allah onlara cenneti bahşedecek ve cennetten lütfuyla onları rı-zıklandıracaktır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin ve lütufta bulunanların en ha-yırlısıdır. Dilediğine hesapsız olarak verir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kim evinden Allah ve Rasulü için hicret etmek gayesiyle çıkar da sonra ona ölüm gelirse şüphesiz ki onun mükâ­fatı Allah'a aittir." (Nisa, 4/100).

Bu "güzel rızık" Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu şekildedir: "Elbette Allah onları memnun kalacakları bir yere (cennete) koyacaktır..." Allah yolunda hicret enlen bu mücahidleri elbette razı olacakları değerli bir makama -cennete- koyacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer o kimse Allah'ın rahme-ame yaklaştırılanlardan ise, onun için huzur, güzel rızık ve Naim cenneti var->âar~ (Vakıa, 56/88-89).

Şüphesiz ki Allah niyetleri, maksatları ve durumları bilir. O çok lütufkâr- Yani onların kendisine hicret etmeleri ve sadece kendisine tevekkül etmele­ri sebebiyle lütfeder, günahlarını affeder, bağışlar. O yalanlayanlara cezayı der-kal indirmez. Böylece onlara tevbe, Allah'a yönelme ve iman etme fırsatı bırakır.

"İşte kim kendisine yapılan zulme misli ile karşılık verirse..." İşte öldürü­len, veya ölen muhacirlere verilen vaadin yerine getirileceği hususunda sana anlattıklarımız bunlardır. Kim haksız yere öldürülürse yahut müşriklerden ■Biininlere saldırılırsa sonra da bu mümin hicret etmeye ve vatanından aynl-ınıuçya zorlanırsa ve ona savaş açılırsa elbette Allah ona çok kuvvetli bir şekilde «aidim edecektir. "Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır." Yani Al­lak müminlere müsamaha eder, kendilerine lâyık olan amelleri terk ettikleri

n onların hatalarını bağışlar. Burada insanlar suçluyu affetmeye teşvik «örnektedir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kim müsamaha gösterip barışırsa amam mükâfatı Allah'a aittir." (Şûra,42/40); "Sizin affedici olmanız takvaya da-pıc yakındır." (Bakara, 2/237). Burada af ve mağfireti zikretmesi sebebiyle Al­m ceza vermeye kadir olduğuna delâlet vardır. Zira daha önce de açıkladığı­mız gibi, zıddına -yani cezalandırmaya- muktedir olan afla tavsif olunabilir. [99]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler insanlardan iki sınıfın özelliklerine işaret etmektedir:

- Muhacirler,

- Nefislerini müdafaa etmek için çarpışanlar.

Muhacirler: Allah Tealâ'ya ibadet ve taatı sevdikleri için ve O'nun rızasını kazanmak istedikleri için yurtlarını, vatanlarını ve mallarını terk edip Mek­ke den Medine'ye göç edenlerdir. Bu kimseler ister cihad esnasında öldürülsün­ler, isterse hiçbir çarpışma olmadan ölsünler, bunlara Allah tarafından büyük bir lütuf, umumî bir ikram ve güzel rızık yani cennet vardır. Cenab-ı Hak bunu şu sözüyle te'kit etmiştir: "Elbette Allah onları memnun kalacakları bir yere (cennet'e) koyacaktır." Allah onların niyetlerini gayet iyi bilir, onlara ceza ver­me yerine lütufta bulunur.

Allah yolunda öldürülen kimse -ister muhacir olsun ister olmasın- şehittir, Rabbi nezdinde diridir, rızıklanır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler, Rableri nezdinde rızıklanırlar." (Al-i İmran, 3/169).

Bu ayet-i kerime Allah yolunda eceliyle ölen kimseye -ister muhacir olsun ister olmasın- rızık verileceğini, Allah'ın kendisine ihsanının büyük olacağını ihtiva etmektedir.

Enes'ten rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah yolunda öldürülen (şehit) ile, Allah yolunda çarpışmadan ölen kimse, her ikisi ecirde ortaktırlar. "(1)

Nefislerini müdafaa edip çarpışanlara gelince, kâfirlerin üzerlerine saldır­maları sebebiyle, Allah onlara dünyada yardım vaad etmiştir. Allah müminle­rin günahlarını ve haram ayda çarpışmalarını affetmiş, bu kusurlarını örtmüş­tür.

"Kim kendisine yapılan saldırıya saldırı ile karşılık verirse..." ayetinde her iki fiil şeklen aynı olduğu için saldırının cezası saldın olarak adlandırılmıştır. "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şura, 42/40) ve "Kim size tecavüz ederse siz de ona size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele edin." (Bakara, 2/194) ayetleri de böyledir. [100]

 

Allah Teala'nın Kudretinin Delilleri

 

61- Bu, gerçektir. Zira Allah geceyi gün­düze katar, gündüzü geceye katar. Al­lah her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür.

62- Bu, gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Müşriklerin O'ndan baş­ka yalvardıklari şeyler ise batılın ta kendisidir. Allah çok yüce ve çok bü­yüktür.

63- Allah'ın gökten su indirdiğini ve bu­nunla yeryüzünün yemyeşil olduğunu görmüyor musun? Şüphesiz ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdar­dır.

64-  Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şüphesiz ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, son derece övgüye lâ­yıktır.

65- Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi ve O'nun emriyle denizlerde seyreden ge­mileri sizin hizmetinize verdiğini, ken­disinin izni olmadan yere düşmesin di­ye göğü tuttuğunu görmüyor musun? Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.

66-  Size hayat veren, sonra öldüren, sonra da sizi tekrar diriltecek olan sa­dece O'dur. Doğrusu insan çok nankör­dür.

 

Belagat:

 

"Allah'ın yeryüzünde olan herşeyi ... sizin hizmetinize verdiğini görmüyor ~nusun?" ayeti nimetlerin sayılmasıyla insanları minnette bırakmak içindir. Soru takrîr (gerçeği tesbit ve tasvip) içindir. "... Öldüren, sonra sizi tekrar diril­tecek olan..." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Doğrusu insan çok nankördür." Mübalağa sıgasıdır. Yani nankörlükte çok ileri gider demektir. [101]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bu gerçektir. Zira Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar." Bu ilâhî yardım Allah'ın gece ve gündüzü eksiltip artırmak suretiyle birbirine kat­maya kadir olması, bazı işleri diğer işlere hakim kılmaya kadir olması hasebiy-ledir.

"Allah her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür." Mümin ve kâfir kullarının sözle­rini işitir. Onlardan sadır olan hareketleri de çok iyi görür.

"Bu gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir." Mükemmel kudret ve ilim şeklindeki bu vasıf ve ilâhî yardım Allah'ın kendi nefsiyle değişmez, varlı­mı sadece kendisiyle kaim mutlak hak olması sebebiyledir. Zira O'nun varlığı­nın vacip ve tek oluşu O'nun dışında var olan herşeyin başlangıcının O olması­nı, O'nun zatını ve zatının dışmdakileri gayet iyi bilmesini gerekli kılar. Yahut O ilâhlığı sabit olandır. Buna da ancak her şeye kadir ve herşeyi bilen tek var­lık Aayîk ola^nhr.

"Müşriklerin O'ndan başka" ilâh olarak "yalvardıkları şeyler" yani putlar ise zail olacak aslında yok sayılan yahut ilâhlığı geçersiz olan "batılın ta kendi­sidir. Allah çok yüce" kudretiyle her şeyden yüksek "ve çok büyüktür." Kendisi­nin ortağı bulunmasından müstağnidir. Şanı O'ndan daha yüce, hakimiyeti O'ndan daha büyük hiçbir şey yoktur. Kendinden başka herşeyi küçültür.

"Allah'ın gökten su indirdiğini ve bununla yeryüzünün yemyeşil olduğunu görmüyor musun?" Allah'ın gökyüzünden yağmur yağdırdığını bilmiyor mu­sun? Bu istifham takrir (tespit ve tasvip etmek) içindir.

Bu sebeple "fe-tusbıhu" merfu kılınmış "enzele" üzerine atfedilmiştir. Zira istifhama cevap olmak üzere mansup olsaydı yeşillenmenin olmadığına delâlet ederdi... Burada mazi sigası yerine "tusbıhu" şeklinde müzari sigası kullanıl­ması yağmurun tesirinin bir müddet devam ettiğine delâlet etmek içindir.

"Şüphesiz ki Allah" kullarına "lütfü bol olandır." O'nun ilmi veya lütfü de­ğerli ve basit her şeye ulaşır. Bitkileri yeşertmek de bu kabildendir. "Her şey­den haberdardır." Zahirî ve batmî tedbirlerle, kulların yağmurun gecikmesi anındaki endişeleri gibi kalplerinde olan duygulardan haberdardır.

"Göklerde ve yerde" yaratık ve mülk olarak "ne varsa hepsi O'nundur. Şüp­hesiz ki Allah müstağnidir." Zatı hiçbir şeye muhtaç değildir. "Son derece övgü­ye lâyıktır." Sıfatları ve fiilleriyle Ona hamdetmek vaciptir.

"Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi ve O'nun emriyle O'nun izniyle" yolcu­luk ve taşıma için "denizlerde seyreden gemileri sizin hizmetinize verdiğini... " görmüyor musun? Yani yeryüzünde bulunan bütün her şeyi size hizmete boyun eğmiş, sizin menfaatinize hazır halde kıldığını bilmiyor musun?

"... kendisinin izni" O'nun iradesi "olmadan yere düşmesin diye gökyüzü­nü" çok sağlam ve tutarlı bir şekilde yaratmak suretiyle "tuttuğunu görmüyor musun?" Kıyamet günü onun dilemesiyle gök parçalanacaktır. Burada gökyü­zünün kendi kendine durduğu görüşüne reddiye vardır.

"Şüphesiz Allah" yeryüzünde olanları insanların emrine vermek, gökyüzü­nü tutmak, kullarına kudretinin delillerini hazırlamak, onlara menfaat kapıla­rını açmak ve kendilerinden çeşitli zararları gidermek suretiyle "insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir."

Siz cansız varlıklar ve nutfe halinde iken "Size hayat veren, sonra" ecelle­riniz bitince sizi "öldüren sonra da" öldükten sonra ahirette "sizi diriltecek olan sadece O'dur."

"Doğrusu insan çok nankördür." Açık olduğu halde nimetleri inkâr eder, Allah Tealâ'yı bir olarak kabul etmeyi reddeder. [102]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah müminlere zaferi ihsan etmek için kudretinin muazzam oldu­ğunu zikrettikten sonra; geceyi gündüze, gündüzü geceye katmak, gece ve gün­düzü yaratmak, gece ve gündüzde tasarrufta bulunmak, gece ve gündüz mey­dana gelen olayları bilmek, bitkileri yeşertmek için yağmur yağdırmak, gökle­ri, yeri ve o ikisinde bulunan varlıkları yaratmak, yeryüzünde olan herşeyi ve gemileri insanın hizmetine sunmak, yere düşmesin diye göğü tutmak, can ver­mek, öldürmek ve tekrar diriltmek gibi sonsuz kudretinin delillerini zikretti. [103]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ bu ayetlerde sonsuz kudretine ve geniş ilmine çeşitli deliller getirdi. Her şeye kadir olan, her şeyi bilen yardım etmeye de kadirdir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

1- "Bu, gerçektir. Zira Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar..." "Sani önceki ayette zikredilen ilâhî yardım Allah'ın her şeye kadir olması sebe­biyledir. Zira O geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Yani birini artırır­ken, diğerini eksiltir. Birine birkaç saat ilâve ederken diğerinden bu kadar ek­siltir. Bazan kışın olduğu gibi gece uzar, gündüz kısalır, bazan da yazın olduğu gibi gündüz uzar gece kısalır. Buna kadir olan mazluma yardım etmeye, itaat edene sevap vermeye, asi olana ceza vermeye elbette kadirdir.

"Allah her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür." Bu Allah'ın her duayı veya her sözü çok iyi işitmesi, her ameli veya her hali çok iyi görmesi, yerde ve gökte hiçbir şeyin O'na gizli kalmaması sebebiyledir.

Bunun manası şudur: Yüce Allah mahlûkatmda dilediği gibi tasarruf eden bir yaratıcı, hükmünü değiştirecek bir güç bulunmayan yegâne hüküm verici­dir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye ka­dirsin. Sen geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Sen ölüden diriyi ;ıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın." (Al-i İmran, 3/26-27).

Bu yüce kudretin sebebi de şu ayette belirtilmiştir: "Bu gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Müşriklerin O'ndan başka yalvardıkları şeyler ise batılın ta kendisidir." Yani yukarıda geçen kâmil kudretin ve tam ilmin Allah'a ait olduğu şeklindeki vasıflar Allah'ın hakkın ta kendisi olması, varlığı kendi­siyle kaim değişmez, eşi, benzeri ve ortağı bulunmaz bir varlık olması sebebiy­ledir.

Yani O, varlığın yegâne kaynağıdır. O, ibadet ancak kendisine lâyık olan gerçek ilâhtır. Çünkü O, ulu hakimiyet sahibidir. Her şey O'na muhtaçtır, O'nun huzurunda boyun eğmeye mahkûmdur. Müşriklerin O'ndan başka yal­vardıkları, taptıkları ilâhlar, putlar, heykeller ve Allah'tan başka kendisine ta­pılan her şey batılın ta kendisidir. Hiçbir şey yapmaya muktedir değildirler. Ne zarar ne de fayda verebilirler. Bunlar âciz ve zayıftırlar, kadir olan Rablerine bağlılık için yaratılmışlardır.

"Allah çok yüce ve çok büyüktür." Yani Allah Tealâ kudreti ve azametiyle her şeyden yücedir. Kendisinin ortağı olmasından uzak, çok büyüktür. O ken­disinden daha azametli bir varlık olmayan muazzam bir varlıktır. Şanı kendi­sinden daha üstün olan bulunmayan yücedir. Kendisinden daha büyük olma­yan bir büyüktür. O'ndan daha aziz ve hakimiyeti O'ndan daha büyük hiçbir varlık yoktur. Nitekim şöyle buyuruyor. "O çok yücedir, çok uludur." (Bakara, 2/255); "O çok büyüktür, yüceler yücesidir." (Ra'd, 13/9).

Anlatılmak istenen husus şudur: Putperest kimselerin ve benzerlerinin her şeyi elinde tutan ve her şeye kadir olan varlığa (Allah'a) ibadet etmeyi terk edip de ne kendisi için, ne de başkaları için fayda ve zarar verebilen varlıklara tapmaları nasıl doğru olabilir?

2- "Allah 'in gökten su yağdırdığını ve bununla yeryüzünün yemyeşil oldu­ğunu görmüyor musun1?" Yani ey bu hitabın muhatabı olan kişi! Allah'ın rüz­gârları gönderdiğini, bunların bulutları harekete geçirdiğini ve üzerinde bitki bulunmayan kuru ve çorak toprağa yağmur yağdırdığını ve bu toprağın kuru ve verimsiz halinden sonra gayet güzel renkli ve gayet hoş şekillerdeki bitki ve çiçeklerle yemyeşil, güzel bir manzaraya büründüğünü bilmiyor musun?

Halil diyor ki: Ayetin manası: "Dikkat et! Allah gökten su indirip yeryüzü şöyle şöyle oldu." demektir.

"Şüphesiz ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." Yani Allah çok merhametlidir, kullarına lütufla muamele edendir. Onların geçimlerini dü­zene koyar, ilmi ve lütfü her şeye ulaşır. Yeryüzünün her tarafında olan ne ka­dar küçük olursa olsun en küçük tanelere varıncaya kadar her şeyi bilir. Mah-lûkatmın istifade edeceği şeylerden, menfaaatlerinden ve durumlarından ha­berdardır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O iradesiyle onların menfaatlerini ger­çekleştirir.

Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Lokman'ın (a.s.) şu sözünü nakletmektedir: "Yavrum! Yaptığın şey bir hardal tanesi ağırlığı kadar olsa, bir kayanın içinde gizlenmiş olsa da Allah mutlaka onu meydana çıkarır. Şüphesiz Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." (Lokman, 31/16).

"Gerek yerde gerekse gökte zerre kadar bir şey dahi Rabbinden gizli değil­dir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın. " (Yunus, 10/61).

3- "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şüphesiz ki Allah hiçbir şe­ye muhtaç değildir, son derece övgüye lâyıktır." Yerde ve göklerde bulunan her şey yaratık, mülk ve kul olarak Allah'ındır.

Yani bütün her şey O'nun yarattığı, O'nun mülkü ve O'na kuldur. O'nun emrine boyun eğmiş, teslim olmuştur. Bunlarda O dilediği gibi tasarruf eder. O £endisi dışındaki her şeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. O'nun hu-nırunda kuldur. Bu, herşeyi kaplayan ilâhî kudretin başka bir delilidir.

4- "Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi... sizin hizmetinize verdiğini görmü­yor musun?" Ey insanoğlu! Allah'ın hayvan, cansız varlıklar, maden, ekin ve meyveler gibi insanların çeşitli işlerinde yararlanmaları için yerin içinde ve dı­şında bulunan her şeyi sizin emrinize verdiğini bilmiyor musun?

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir."

"... ve O'nun emriyle denizlerde seyreden gemiler." Yani Allah bir ülkeden diğer bir ülkeye, bir bölgeden diğer bir bölgeye yürütmesi ve hizmete amade •olmasıyla yolcu ve eşyayı taşımak için denizlerde seyir halinde olan gemileri -izin hizmetinize vermiştir. Böylece ihtiyaç maddeleri ile faydalı malzemelerin alışverişi yapılır, insanlar birbirleriyle yardımlaşarak geçimlerini temin eder-Ler. Bununla ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri gerçekleştirirler.

"Kendisinin izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmüyor **ıusunV Yani Allah gökyüzünü içinde bulunan gezegen ve yıldızlarla birlikte yer çekimi kuvvetiyle herbirine ait değişmez bir yörünge tahsis etmek suretiyle iradesi ve dilemesiyle korumaktadır. Dileseydi gökyüzüne izin verir, o da yere düşer ve yerde bulunanların tamamı helak olurdu.

Fakat O lütfunun, rahmetinin ve kudretinin gereği olarak kendisinin izni ve emri olmaksızın yere düşmesin diye göğü tutmaktadır. Bu kıyamet günü siacak, o gün yıldızlar düşecek ve semalar çatlayacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gökyarddığı zaman... Yıiclız-itzr dağılıp döküldüğü zaman..." (İnfitar, 82/1-2).

Eğer bu hassas sistem olmasaydı yıldızlar birbirleriyle çarpışır, yeryüzü Tisainde bulunanlarla birlikte helak olurdu.

"Şüpûestz Attaû msanJara çok şeföatâ ve çok merûametödır. " Yâni Allah "sala zulmetmelerine rağmen insanlara karşı çok şefkatli ve çok merhametli-rr. Onlara yerin ve göğün güzelliklerini vermiş ve onları kendisinin varlığı ve Terliğini kâinattaki açık ayetlerin delaletiyle anlamalarına irşad etmiştir.

5- "Size hayat veren, sonra öldüren, sonra da sizi tekrar diriltecek olan sa-iex O'dur." Sizi yoktan var eden, zikre değmeyecek bir şey halinden sizi yara­ttı, ecelleriniz ve ömürleriniz bitince de bir örtü ve nimet sayılan ölümle sizi iûdıiren, sonra da kıyamet günü sizi tekrar diriltecek olan O'dur.

Burada ifade için münasip sigalarm tercih edildiği dikkati çekmektedir. Zira önce mazi sigası ile ifade etti. Çünkü olay tamamlanmış ve meydana gel­miştir. Sonra beklenen merhale olan ölüme, sonra da ahiret alemindeki yeni hayata işaret etti.

"Doğrusu insan çok nankördür." Yani insan Allah'ın nimetlerini çok inkâr eder. Bu nimetlerin değerini takdir etmez. Allah'tan başka sahte ilâhları terk edip Allah'a ibadete ve Onu bir olarak tanımaya yönelmez. Bu ayet tıpkı şu ayet gibidir: "Şüphesiz insan Rabbinin nimetlerine karşı pek nankördür." (Adi-yat, 100/6).

Bu ayetin benzeri ayetler de vardır: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz ölüler idiniz, sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecektir. Niha­yet O'na döndüreleceksiniz." (Bakara, 2/28).

"De ki: Allah size can verir, sonra öldürür, daha sonra geleceğinde şüphe ol­mayan kıyamet gününde sizi bir araya toplar." (Câsiye, 45/26). [104]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerin konusu Allah Tealâ'nm mükemmel kudretine ve Onun mü­kemmel ilmine delil getirmektir. Bu deliller şunlardır:

1- Allah'ın sonsuz kudretinin alâmetlerinden biri gece ve gündüzün yaratı­cısının kendisi olması, gece ve gündüz tasarrufta bulunmasıdır. Dolayısıyla O'nun gece ve gündüz meydana gelen olayları bilmesi lâzımdır. Cenab-ı Hak her şeye kadir ve her şeyi en iyi bilen varlık olduğuna göre kullarından diledi­ğine yardım etmeye de kadirdir. Hikmet ve maslahata uygun hareket eder. O bütün sözleri işitir, bütün davranışları görür. Zerre ağırlığınca hiçbir şey hatta karıncanın yürümesi bile O'na gizli kalmaz. O her şeyi bilir, duyar ve görür.

2- Allah'ın her şeye kadir olduğu şeklinde az önce beyan edilen bu vasıf değişmesi veya yok olması imkânsız olan, varlığı kendisiyle var olan (Vacibül-vücud) ve hak olanın hak olduğunu bildirmek içindir.

Vaad ve vaîd verir. O hakkın sebebidir. Onun dini haktır. Ona ibadet hak­tır. Müminler de haktır. Hakkın vaad verme hükmüyle müminler gerçekten Al­lah'ın yardımına hak kazanırlar.

Putlara gelince, onlar asla tapılmaya lâyık varlıklar olamazlar. Allah kud­retiyle her şeyden yüksektir, eş ve ortaklardan yücedir. Zalimlerin söyledikleri ve Onun zatına yakışmayan sıfatlardan münezzehtir. Allah çok büyük ve çok yücedir. Yani azamet, celâl ve büyüklük sıfatlarıyla mevsuftur. Kendisinin her­hangi bir ortağı bulunması imkânsız ulu bir varlıktır.

3- Allah'ın mükemmel kudretinin delillerinden biri yağmurun yağdırılma­sı, her göze ve her gönle hoş gelecek gayet güzel yeşil bitkilerin yeşertilmesidir. Buna muktedir olan ölümden sonra yeniden hayat vermeye de kadirdir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her sınıftan gü­zel güzel bitkiler bitirir." (Hac, 22/5).

"Yeryüzü yemyeşil olur." ifadesi yağmurun yağmasının ardından derhal : ırkilerin çıkmasını ve genellikle bu şekilde devam etmesini anlatmaktadır.

"Şüphesiz ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." ayeti hakkm-ia İbni Abbas şöyle diyor: Yüce Allah kulun yağmurun gecikmesi anında içinde

İmlunduğu Ümitsizlik halinden haberdardır, kullarına verdiği rızıklarla lütfü

k>l olandır.

4- Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar yaratık, mülk ve kul olarak Allah'ındır. Hepsi O'nun idaresine ve eşsiz tasarrufuna muhtaçtır. Şüphesiz ki Allah her şeyden müstağnidir, övgüye en lâyık olandır. O hiçbir şeye muhtaç feğildir. O her haliyle hamde lâyıktır. Her şey O'na boyun eğmiştir. O'nun ta­sarrufundan çıkması imkânsızdır. O her şeyden hatta hamd edenlerin hamd et­melerinden bile müstağnidir. Çünkü O bizzat kâmil olan varlıktır. Bizzat kâmil ilan varlık her işte kendisinin dışındaki her şeyden müstağni olur.

5- Allah'ın kudretine, rahmetine ve lütfuna delâlet eden pek çok nimetleri nardır. Bunlardan biri hayvanlar, bitkiler, nehirler gibi kullarının muhtaç oldu­ğa yeryüzünde bulunan her şeyi kullarının hizmetine vermiş olmasıdır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin ap/i yaratan O'dur." (Bakara, 2/29).

Gemileri seyir halinde sizin hizmetinize veren de Allah'tır. Yüce Allah bu-jwuyor ki: "Denizde gemilerin Allah'ın rahmetiyle seyrettiğini görmüyor mu-mm? İşte böylece Allah size (varlığının) delillerini gösteriyor. Şüphesiz bunlarda sabredenler ve şükredenler için nice ibretler vardır." (Lokman, 31/31). Gemilerin Hizmetimize verilmesi suyun ve rüzgârın geminin seyrine yardımcı olmasıdır.

Kendisinin izni olmadan yere düşüp insanları helak etmesin diye göğü tu­tan Allah'tır. Gök O'nun iradesi ve emriyle düşebilir. Şüphesiz Allah insanlara tahsis ettiği bu varlıklarda çok şefkatli ve çok merhametlidir.

6- İlâhî kudretin delillerinden biri de hayat verme ve öldürmedir. Nutfe îualinde iken bizi yaratan, sonra ecellerimiz bitince öldüren, sonra da hesap gö­rülmesi için, sevap ve ceza için bizi diriltecek olan Allah'tır. Fakat insan Al­lah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden bu açık delilleri inkâr etmektedir.

İbni Abbas diyor ki: Bu ayetle Esved b. Abdilesed, Ebu Cehil b. Hişam, As h. Hişam ve müşriklerden bir gurup murad edilmektedir.

Daha evlâ olan görüş ise bu ifadenin -Razî'nin dediği gibi- bütün inkarcıla­rı içine almasıdır. Zira insana çoğunlukla hakim olan görüş nimetlere karşı -ankörlüktür. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kullarımdan hakkıyla iiikreden pek azdır." (Sebe, 34/13).

"Doğrusu insan çok nankördür." ifadesi insanı nankörlükten uzaklaştır­makta ve onu şükre teşvik etmektedir. [105]

 

Her Ümmetin Kendisine Uygun İbadet Yolu Ve Usulü Vardır

 

67- Biz her ümmete bir ibadet yolu ver­dik. Onlar da o şeriata göre amel etmiş­lerdir. O halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler. Sen Rabbine davet et. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir hida­yet üzerindesin.

68-  Eğer seninle münakaşa ederlerse, de ki: "Allah yaptıklarınızı en iyi bilen­dir."

69- Allah kıyamet günü, ayrılığa düştü­ğünüz hususlarda aranızda hüküm ve­recektir.

70- Allah'ın gökte ve yerde olan her şeyi gayet iyi bildiğini bilmiyor musun? Şüphesiz ki, bu bir kitapta sabittir. Gerçekten bu Allah'a pek kolaydır.

 

Belagat:

 

"Seninle asla çekişmesinler." ifadesi nehy olup bununla nefy murad edil­miştir. Yani onların seninle çekişmeleri uygun değildir. Hak ortaya çıkmış ve hakkın delilleri ortaya konulmuştur. [106]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz her ümmete bir ibadet yolu" ve ibadet şekli "verdik. Onlarda ona göre hareket etmişlerdir." onunla amel etmişlerdir.

"O halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler." Yani din hususunda -yahut kurban konusunda- seninle çekişmeleri uygun değildir. Zira onlar "Al­lah'ın öldürdüğü sizin öldürdüğünüzden yenmeye daha lâyıktır." diyorlardı.

Zira bunlar ya cahil ve inatçıdırlar, ya da senin dinin çekişme kabul etme­yecek kadar açık ve nettir.

"Sen Rabbine" yani O'nun dinine, tevhide ve O'na ibadete "davet et. Şüp­hesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." Hakka giden doğru yol yahut sağlam bir din üzerindesin.

"Eğer" hak ortaya çıktığı ve hüccet açıklandığı halde din hususunda "se­ninle münakaşa ederlerse,   de ki: Allah" batıl mücadele v.b. "yaptıklarınızı en bilendir." Buna karşılık sizi cezalandıracaktır. Bu içinde yumuşaklık bulu- bir tehdittir.

"Allah kıyamet günü" her gurubun diğerinin görüşüne aykırı fikir ortaya ataması suretiyle "ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hüküm verecektir." Jünyada hüccet ve ayetlerle hakkı beyan ettiği gibi kıyamet gününde de sevap «e ceza vererek müminlerle kâfirlerin arasını ayıracaktır.

"Allah'ın gökte ve yerde olan her şeyi gayet iyi bildiğini" hiçbir şeyin O'na fgafi kalmadığını "bilmiyor musun?" Bu istifham  takrir (yani tespit ve tasvip etmek) içindir.

"Şüphesiz ki bu " zikredilen hususlar "bir kitapta" Levh-i Mahfuzda "sa-MBir" meydana gelmeden önce kaydedilmiştir. Biz bunu bildiğimiz ve bunu ko­ruduğumuz için onların durumu seni endişelendirmesin.

"Gerçekten bu" zikredilen hususları bilmek ve bunu tamamen kuşatmak «e Levh-i Mahfuzda tespit etmek "Allah'apek kolaydır." basittir. Zira bunu bil- zatının gereğidir. [107]

 

Nüzul Sebebi

 

Denilmiştir ki: Bu ayet {"Biz her ümmete bir şeriat verdik...") Huza'a kabi-İİUBiinden olan kâfirlerin kurbanlar hakkında münakaşa etmeleri sebebiyle na­sıl olmuştur.

Bunlar müminlere dediler ki: Siz kendiniz boğazladığınız kurbanları yi-jnraunuz, Allah'ın boğazlamış sayıldığı kendiliğinden ölen hayvanları yemiyor-sauıiuz? Yahut size ne oluyor ki, kendinizin öldürdüğü hayvanları yiyorsunuz «a, Allah'ın öldürdüğü hayvanları yemiyorsunuz? Allah'ın öldürdüğü sizin bı­çaklarınızla öldürdüğünüzden yemeye daha lâyıktır.

Ayet bu münakaşa sebebiyle indi. [108]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ nimetlerini bir bir sayıp da kullan içinde Allah'ı inkâr edenler w nimete şükretmeyenler bulunmasına rağmen kendisinin kullarına karşı çok şeftatli ve çok merhametli olduğunu beyan ettikten sonra; görevlendirme şek­lindeki nimetlerini zikrederek şöyle buyurdu: "Biz her ümmete -hususi- bir şeri-■x verdik." Bu ayette kendilerinin icat ettiği bir takım sahte şeriatlara sarılma-.an sebebiyle Peygamberimiz (s.a.) ile tartışan kimseler sakmdınlmaktadır.

Cenab-ı Hak daha sonra hak din üzerine sebat edilmesini emretti. Allah'ın layaınet gününde kulları arasında hüküm vereceğini beyan etti. [109]

 

Açıklaması

 

"Biz her ümmete bir şeriat verdik. Onlar da o şeriata göre amel etmişler-tmr." Cenab-ı Hak her kavme  zaman ve mekânın gerekleriyle ayrıca değişim, gelişim ve insan aklının olgunlaşması gibi ilâhî kanunlarla uyumluluk arz e-den kendisiyle amel edecekleri bir kulluk sistemi yani şeriat ve ibadet tarzı, gayet üstün bir metot verdiğini bildirmektedir.

Bundan dolayı Cenab-ı Hak maddeye sımsıkı bağlanma hastalığını tedavi etmek için Hz. Musa'ya bir parça şiddetli hükümleriyle Tevrat'ı indirdi. Daha sonra da ruhu tedavi etmek, sevgiyi yaygınlaştırmak, sadece bir takım görün­tülere, şekillere ve merasimlere önem verme yerine dinin özüne önem vermek esaslarıyla birlikte Tevrat'ın hükmünü tamamlayıcı olarak İncil'i indirdi.

İnsan aklı olgunlaşınca da hak düsturunun esaslarını iyice yerleştirmek, madde ile manaya aynı derecede önem vermek, ilmin standartlarına ağırlık vermek ve aklı kullanmak üzere Kur'an'ı indirdi. Böylece "İslâm" bütün insan­lığı kaplayan, medeniyet esaslarını koyan ilk din oldu ve O'nun şeriatı bütün şeriatlar arasında orta yolu tutan şeriat oldu. Ondan önceki dinler geldikleri zamanla uyum sağlayan dinlerdi.

"O halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler." Şeriatlardaki sürek­li gelişim bu ise ya Muhammed senin muasırlarının din hususunda münakaşa etmeleri uygun değildir. Zira her ümmet için geldiği zamana uygun hususî bir şeriat vardır. Sonra eski mensuplarına has olan, rolünü tamamlayan ve artık amel edilmesi geçerli olmayan bu eski Şeriatları ortadan kaldırmak üzere Kur'an gelmiştir.

Ya Muhammed! Sen onların seninle çekişmelerinden etkilenme. Bu seni üzerinde bulunduğun haktan çevirmesin. Dinin üzerinde sarsılmayan ve yu-muşamayan bir sebatkârlıkla sebat eyle. Bu ayetle anlatılmak istenen Rasulul-lah'm (s.a.) gayretini heyecanlandırmak ve O'nun dininde daha fazla sebatkâr olmasını temin etmektedir.

"Sen Rabbine davet et. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." Sen o münakaşa edenleri ve başkalarını yani bütün insanları Rabbinin yoluna ve hak dine davet et. Çünkü sen dünya ve ahiret saadetine ulaştıran açık doğ­ru bir yol üzerindesin. Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah 'm ayetleri sana indiril­dikten sonra sakın kâfirler sana engel olmasınlar. Sen Rabbine davet et, sakın müşriklerden olma." (Kasas, 28/87).

"Eğer seninle münakaşa ederlerse de ki: Allah yaptıklarınızı en iyi bilen­dir." Yani onlar bu delilleri bırakıp hak ortaya çıktıktan sonra münakaşa ve batılla mücadele yoluna dönerlerse tehdit ve vaîd yoluyla onlara şöyle de: Allah sizin yaptıklarınızı da benim yaptıklarımı da gayet iyi biliyor. Herkese ameliy­le karşılık verecektir. "Seni yalanlıyorlarsa onlara de ki: Benim yaptığım bana sizin yaptığınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41);

"O, ayetleri üzerinde yaptığınız taşkınlıkları çok iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter." (Ahkaf, 46/8). Zira delillerin açıklanmasından sonra ancak bu çeşit tehdit ve sakındırma vardır. Bu sebepledir ki Cenabı Hak şöyle buyurmuştur:

Allah kıyamet günü ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hüküm verecektir." Allah kıyamet gününde inanç ve din hususunda ihtilâf ettiğiniz konu­larda sizden olan müminlerle kâfirler arasında cennetle cehennem, sevap ile ceza arasında kesin bir karşılık verir. Birincisi kabul edenlere, ikincisi reddedenleredir. O zaman hakkı batıldan, haklıyı haksızdan ayırırsınız.

Kısaca: Ayetler Allah'ın şeriatına ve dinine davette devam etmeyi, gösterişçilerin mücadelesine ve geri kalanların da engellemesine aldırış etmeden insanlar arasında ayırım yapmamayı emretmektedir. Zira davetçi gayet açık hak yol üzerinedir.

Nitekim Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: "İşte bunun için sen onları davet et. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heva ve heveslerine uyma. Onlara de ki: Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim kılmakla emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda hiçbir mesele yoktur. Allah bizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O'nadir." (Şûra, 42/15).

Daha sonra Cenab-ı Hak mahlûkatı ve yaratılmadan önce bütün kâinatı mükemmel manada bildiğini iyilik yapanla kötülük yapanların lâyık oldukları durumları bildirerek şöyle buyurdu:

"Ey Rasulüm!. Hitap her ne kadar Ona ise de murad edilen bütün insanlardır. Sen gayet iyi biliyorsun ki Allah'ın ilmi göklerde ve yerde olan her şeyi ihata eder. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz. Allah Tealâ varlıkları henüz daha meydana gelmeden bilir. Bunu Levh-i Mahfuz'da yazmıştır. Kıyamete kadar olacak her şeyin yazılması ve bunun kâmil bilgisi ve Kıyamet günü kullarının arasında hüküm vermesi Onun için basittir, kolaydır. [110]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Geçmiş ümmetlerden her bir ümmete kendi zamanları için geçerli bir şeriat vardır. Yani her asırda şeriat vardı. Halihazırda önceki ümmetlere ait Tevrat ve İncil şeriatına sarılmak açık bir hatadır. Çünkü Kur'an kendinden önceki şeriatları neshetmiştir.

2- İnsanlar Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (s.a.) ile münakaşa ettikleri gibi batıl yolla münakaşa ederlerse mümin: "Allah -küfür ve yalanlama gibi- sizin yaptıklarınızı gayet iyi bilir." desin.

Bu, Allah tarafından kavminin inatçılığından korumak maksadıyla kavmiyle mücadele etmekten yüz çevirmek için Peygamberine verilen bir emirdir. İnatçıya verilecek cevap yoktur. Çünkü onlar, münakaşayı kaldırma gayretlerinden sonra yine mücadele etmek isterlerse onlara şu cevap verilsin: Allah sizin amellerinizi ve bu amellerin çirkinliğini ve buna karşılık lâyık olduğunuz cezayı gayet iyi bilir. Sizi o cezalandıracaktır. Bu bir vaid ve uyarıdır. Ancak yumuşak ve tatlı bir şekilde yapılmıştır.

3- Peygamberimiz (s.a.) ile kavmi arasında, hak-batıl nedir, o gün bilinme­si için dinî konularda ihtilâfa düştükleri hususlarda müminlerle kâfirlerin ara­sında hükmedecek olan Allah'tır.

Kurtubî diyor ki: Bu ayette inatla ve sırf çekişme arzusuyla münakaşa eden kimseye reddiye hususunda Allah'ın kullarına öğrettiği "Böylesine cevap verilmemesi ve bununla münazara edilmemesi" şeklinde güzel bir edep anlatıl­maktadır.

4- Peygamberimiz (s.a.) ve Ondan sonraki müminler Allah'ın hak dinine davet etmelidirler. Çünkü bu din gayeye ulaştıran açık ve dosdoğru bir yoldur. Allah'a, Onun birliğine ve Ona ibadete davet eden hiçbir kimsenin kusurlara önem vermemesi ve mücadelecilerin mücadelesine ve davetin önünde durup engelleme teşebbüslerine aldırış etmemesi gerekir.

5- Allah, insanların durumlarını ve ihtilâfa düştükleri hususları bilir. Alemde cereyan edecek bütün olaylar Allah nezdinde Ümmül-Kitap'ta yani Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Yer ve gökte olanların tamamını bilmek ve ayrılığa düşenler arasında hüküm vermek Allah Tealâ'ya çok basittir.

Müslim'in Sahihinde Abdullah b. Amr'dan Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu sabit olmuştur. Allah mahlûkatm miktarlarını gökleri ve yeri ya­ratmadan elli bin sene önce yarattı. O'nun arşı suyun üzerinde idi.

Sürtenlerde sahabeden bir gurup tarafından Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu yer almaktadır: "Allah'ın yarattığı ilk şey "kalem" dir." Allah ona:

- Yaz, dedi. Kalem:

- Ne yazayım diye sordu. Kalem:

-  Olacak olan şeyleri yaz, dedi. Kalem de kıyamet gününe kadar olacak her şeyi yazdı.

Kullarının yaptığı her şeyi Allah aynen yaptıkları şekilde gayet iyi bilir. Yaratmadan önce bu kimsenin kendi tercihiyle itaatkâr olacağını bilir. Cenab-ı Hak bunu kendi nezdinde yazdı. Her şeyi ilmiyle kuşattı. Bu O'na göre çok basittir. [111]

 

Müşriklerin Bazı Batıl İnançları Ve Onlara Sinekle Meydan Okunması

 

71-  Onlar Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indir­mediği, kendilerinin de haklarında hiç­bir bilgileri olmadığı şeylere taparlar. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.

72-  Onlara açık açık ayetlerimiz okun­duğu zaman kâfirlerin yüzlerinden in­kârlarını anlarsın. Neredeyse ken­dilerine ayetlerimizi okuyanların üze­rine saldıracaklar. De ki: Size bundan daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş, Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir.

73-  Ey insanlar! Size bir misal verildi, şimdi onu dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız hepsi bir araya top-lansalar da bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak ol­sa, bunu ondan geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de!

74-   Onlar Allah'ı  lâyıkıyla  takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir.

75- Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, her şeyi görendir.

76-  O onların geçmişini de, geleceğini de bilir. Bütün işler ancak Allah'a dön­dürülür.

 

Belagat:

 

"... Kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın." ayetinde istiare vardır. İsmi onların yüzlerinden kötü bir şey karşısında olduklarına, çirkin bir hareket jdediklerine delil çıkarabilirsin.

"Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız... bir sinek bile yaratamazlar." ayeti temsildir. Yani kâfirlerin Allah'tan başka taptıklarının misali tek bir sineği yaratamayan putların misalidir. Bu hususa mesel denilmesi sıfatı bazı temsillere benzetmek içindir. [112]

 

Kelime ve İbareler:       

 

"Onlar" yani müşrikler "Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil" onlara ibadet etmenin caiz olduğuna delâlet eden işitilen hiçbir burhan "indirmediği, kendilerinin dahi haklarında hiçbir bilgilen" yani bu bil­gi ister aklın zarureti ile yahut aklın delil getirmesiyle olsun, onların ilâh ol­duklarına dair hiçbir aklî hüccetleri "olmadığı şeylere" yani putlara "taparlar." Şirk koşmak suretiyle zulmeden "zalimlerin" onların görüşlerini kabul edecek yahut azabı engelleyecek "hiçbir yardımcıları" hiçbir destekleyiceleri "yoktur."

"Onlara açık açık" gerek inançlara ve ilâhî hükümlerine delâleti Kur'an­dan "ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını" yani bu ayetleri inkâr ettiklerini, yahut suratlarının asılması ve yüzlerinin şişmesi gibi çirkin durumu yahut hoş görmeme, surat asma ve kin ve kızgınlığa delil olacak şekilde bu ayetlerin onlara olan tesirini görürsün. Bu haktan son derece nefret ettikleri içindir. Bu da bilgisizliğin son derecesidir. Buna işaret etmek üzere "küfredenler" kelimesi zamir yerine konulmuştur.

"Yestûne (saldıracaklar)" yani şiddetli kinleri sebebiyle onlara hücum edecekler demektir.

"De ki: Size bundan" ayetlerimizi okuyanlara kin duymanızdan ve size okunan Kur'an'dan daha çok nefret edeceğiniz, sizin için "daha kötü bir şey haber vereyim mi?" Bu "Ateştir." Sanki "Bu nedir?" diye sorana cevap mahiyetindedir. "Allah onu kâfirlere vaad etmiştir." Onların varacakları yer orasıdır. "O" yani cehennem ateşi "ne kötü bir dönüş yeridir."

"Ey insanlar!" Ey Mekkeliler ve ey diğer insanlar! "Size bir misal verildi." Size garip bir hal veya gayet güzel bir kıssa açıklandı. Bu bazı temsillere ben­zediği için buna "mesel" ismini verdi. Mesel, teşbih ve temsil demektir.

"Şimdi onu" verilen misali yahut onun açıklamasını gayet iyi düşünerek ve ibret alarak "dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız" yani tap­tığınız putlar yaratmak için "bir araya toplansalar da" küçüklüğüne rağmen "bir sinek bile yaratamazlar" bunu yaratmaya muktedir olamazlar. Yani bir araya gelip toplansalar, birbirlerine yardım etseler bile buna güçleri yetmez. Ya yalnız başlarına nasıl bunu yapabilirler?

"Eğer sinek onlardan bir şey" koku ve zaferan gibi bir şey "kapacak olsa bunu ondan kurtaramazlar" Âciz oldukları için bunu ondan geri alamazlar. O halde nasıl Allah Tealâ'ya ortak isnat edip taparlar? Bu garip karşılanacak bir durumdur. Bunu bir misalle ifade etmiştir. "İstenen de âciz, isteyen de!" Tapan da âciz, tapılan da!

"Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler." O'nu hakkıyla ta'zim edemedi­ler. Zira kendisinden sineği uzaklaştıramayan ve ondan kurtulamayan âciz varlıkları O'na ortak koştular.

"Allah mutlak kuvvet sahibidir." Bütün mümkün olan varlıkları yarat­maya kadirdir. "Her şeye galiptir."

"Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer." belirler. "Şüphesiz Al­lah her şeyi işitendir, her şeyi görendir." Allah onların sözlerini işitir, bütün her şeyi idrak eder. Cebrail, Mikail, İbrahim, Muhammed (a.s.) gibi elçi edineceği kimseleri gayet iyi bilir.

"O onların geçmişini de geleceğini de gayet iyi bilir." Yani daha önce yap­aklarını ve daha sonra yapacaklarını, öne aldıklarını ve geriye bıraktıklarını gayet iyi bilir.

"Bütün işler" sonunda "Allah'a döndürülür." Yani bütün işlerin dönüş nok­tası O'nadır. Çünkü O bizzat bunların sahibidir. O peygamber seçmek gibi yaptığı işlerden sorumlu değilâir. Ama onlar sorumludurlar. [113]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kendisinin her şeyi gayet iyi bildiğini açıkladıktan sonra müş­riklerin Allah'tan başka şeylere tapınmalarının naklî veya aklî bir delile dayanmadığını beyan etti. Müşrikler bilgisizlikleri ve ahmaklıklarıyla birlikte hakka ve hakkın deliline irşad edildiklerinde ve kendilerine Kur'an okunduğu zaman yüzlerinde kin ve gazap belirir, Kur'an okuyana ve kendilerine nasihat­te bulunana hücum etmeye yönelirlerdi. Fakat onların başına gelecek cehen­nem azabı ayetler okunduğu zaman meydana gelen üzüntülerinden daha büyüktür.

Müşriklerin hiçbir hüccet ve hiçbir bilgi olmaksızın Allah'tan başka put­lara taptıklarını beyan edince onların bu sözlerinin batıl olduğuna ve Allah'ın azametini bilmediklerine delâlet eden hususları zikretti. Sonra da ilahiyat konularından "nübüvvetle (peygamberlikle)" ilgili konulara geçti. Allah'ın, en yeterli ve en uygun olduğunu bildiği insanlardan ve meleklerden elçiler seç­tiğini beyan etti. "Allah peygamberliği nereye vereceğini gayet iyi bilir." (En'am, 6/124). [114]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler müşriklerin bilgisizliklerine, inkarcılığına ve basitliklerine delâlet eden bazı batıl inançlarını dile getirmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyur­maktadır:

1- "Onlar Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indir­mediği, kendilerinin dahi haklarında hiçbir bilgileri olmadığı şeylere taparlar." Yani o müşrikler Allah'tan başka ilâhlara taparlar. Onlara tapmak hususunda ne aklî, ne de naklî delilleri vardır. Allah da onlara tapınma hususunda hiçbir hüccet veya burhan indirmemiştir. Naklî ve sem'î delilden maksat ve "Allah kendileri hakkında hiçbir delil indirmemiştir." ifadesiyle anlatılmak istenen budur.

Onların aklî hiçbir delilleri de yoktur. "Kendilerinin de onların haklarında hiçbir bilgileri yoktur." ifadesiyle murat edilen budur.

Bu konuda kabul edilebilecek hiçbir delil olmayınca bu davranış babaları ve geçmişi taklit etmek yahut bilgisizlik veya şüphecilikten başka bir şey değil­dir. Bunların hepsi de batıldır.

Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim hakkında hiçbir delil olmadığı hal­de Allah'la birlikte bir başka ilâha taparsa onun hesabı ancak Rabbinin nez-dindedir. Kâfirler elbette kurtuluşa eremezler." (Müminûn, 23/117).

1- Ayette kâfirin kendisinin kâfir olduğunu bilmeden de kâfir olabileceğine işaret edilmektedir. Ayrıca bilgisizlik üzerine kurulu taklitçiliğin de fasit ol­duğuna delil vardır.

"Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur." Yani kendi nefislerine zulmeden kâfirlerin başlarına gelecek azap ve ceza hususunda Allah'a karşı kendilerine yardım edecek hiçbir yardımcıları yoktur.

2- "Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın." Yani müşriklere Kur'an ayetlerini ve Allah'ın birliğine, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun değerli peygamberlerinin hak ve ger­çek olduklarına apaçık delâlet eden hüccet ve delilleri zikrettiğin zaman on­ların yüzlerinde kin ve kızgınlık alâmeti belirir, kalpleri kin ve nefretle dolar.

"Neredeyse kendilerine ayetlerimizi okuyanların üzerine saldıracaklar." Yani az kalsın kendilerine Kuranın sahih delilleriyle hüccet getirenlere hücum edecekler, ellerini ve dillerini kötülükle onlara uzatacaklar. Bu onların kalp­lerinin küfürle kaynadığına, bilgisizlik, inatçılık ve inkarcılığın onlara hakim olduğuna nihayet bunu tedavi etmekten ümitsiz olup peygamberlere ve müminlere karşı isyankâr olduklarına delâlet etmektedir.

"De ki: Size bundan daha kötü bir şeyi haber vereyim mi? Ateş. Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir." Yani ya Muhammed! O müşriklerin tehdidine karşılık şunu söyle: Size şu kalbinizi dolduran kininiz­den daha kötüsünü haber vereyim mi? Bu Allah'ın kâfirlere vaad ettiği cehen­nem ateşidir. Onun azabı ve işkencesi sizin dünyada Allah dostları olan müminleri korkuttuğunuz şeylerden daha şiddetli, daha ağır ve daha büyük­tür. Sizin iddianız ve arzunuza göre fiilen müminlere yaptığınız eziyetlerden daha büyüktür. O ne kötü bir dönüş yeridir. Cehennem sığmak ve makam olarak sizin için ne kötüdür! Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Gerçekten orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir." (Furkan, 25/66).

Daha sonra Cenab-ı Hak putları tahkir etmeye ve onlara tapanların beyinsizliklerine ve onların iddialarına göre Allah'a eş ve benzer olan putların durumlarını beyan etmeye dikkat çekti ve şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Size bir misal verildi. Şimdi onu dinleyin." Yani sizin Al­lah'tan başka taptığınız putlar ve ortaklar tek bir sineği yaratmaya muktedir değildirler. Hatta bu iş için bütün bu mabudlar toplanıp işbirliği yapsalar bile...

İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den (r.a.) -merfû olarak- şu hadis-i kudsiyi rivayet etmektedir: "Benim yarattığım gibi yaratmaya teşebbüs edenden daha zalim kim olabilir? Haydi onlar yarattığım gibi bir mısır tanesi veya bir sinek yahut bir yılan yaratsınlar, bakalım!"

Buharî ve Müslim bu hadisi başka bir lafızla rivayet etmişlerdir: "Allah Tealâ buyurdu ki: Benim yarattığım gibi yaratmaya teşebbüs edenden daha zalim kim olabilir? Haydi Onlar bir mısır tanesi, bir arpa tanesi yaratsınlar, bakalım!"

"Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa bunu ondan geri alamazlar. îs-teyen de âciz, istenen de!" Yani onlar tek bir sineği yaratmaktan aciz oldukları gibi bundan da kötüsü onlar o sineğe karşı çıkmak ve ona galip gelmekten de âcizdirler. Sinek Allah'ın mahlûkatınm en zayıfı olduğu halde sinek onlardan bir şey alacak olsa ondan bunu kurtarmaya muktedir olamazlar. Bunun içindir ki Cenab-ı Hak: "İsteyen de âciz, istenen de!" buyurdu. Yani isteyen varlık yani kendisine tapılan sahte tanrı istenen sinekten bir şey geri almaktan âcizdir. Yahut puta tapan da güçsüz, kendisine tapılan put ta güçsüzdür.

Bu onların bilgisizliklerine ve ahmaklıklarına delâlet etmektedir. Çünkü kul genellikle mabuddan fayda elde etmeyi yahut zararın engellenmesini bek­ler. Puta tapan kendisi için hiç bir şey gerçekleştirmez. Bu da putun hakîr bir varlık olduğuna ve güçsüzlüğüne, ona tapan kimsenin de ahmaklığına delâlet eder. Böyle birşeyin ibadette Allah'ın benzeri sayılması nasıl doğru olabilir?

Daha sonra Cenab-ı Hak onların boş şeylerle uğraştığını, bilgisizliklerini ve Allah Tealâ'nın hakkını lâyıkıyla tanımadıklarını te'kit ederek şöyle buyurdu:

"Onlar Allah'ı lâyıkıyla takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah mutlak kuv­vet sahibidir, her şeye galiptir." Yani onlar güçsüzlükleri sebebiyle sineğe bile karşı koyamayan bu cansız mahluklar gibi varlıklara Allah'la birlikte tapınca onlar Allah'ın kıymetini ve azametini bilemediler, O'nu hakkıyla ta'zim edemediler.

O kudreti ve kuvvetiyle her şeye kadir olan, her şeyi yaratan, mutlak kuv­vet sahibi ve her şeye kadir olan; her şeyden üstün olan, her şeyi ezebilen, her şeye galip olan Allah'tır. İzzeti, azameti ve hakimiyeti sebebiyle o yenilmez ve engellenmez. İbadet ve tazime lâyık olan Odur.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan bir kaçı şunlardır: "Bütün varlık­ları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bu O'na pek kolaydır." (Rum, 30/27);

"Şüphesiz ki Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir. Yoktan var eden de, tek­rar dirilten de sadece O'dur." (Burûc, 85/12-13);

"Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Al­lah'tır. " (Zâriyat, 51/58).

Daha sonra Allah Tealâ'nın beyanı peygamberlikle ilgili konulara geçti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer." Yani Allah vahyi peygamberlere bildirmek için meleklerden elçiler seçer. Bu ilâhi mesajı kullara iletmek için de dilediğine göre ve iradesine uygun olarak insanlardan elçiler seçer.

Denilmiştir ki: Velid b. Mugire: "Kur'an bizim içimizden birine inseydi ya!" demiş, bunun üzerine bu ayet inmiştir.

"Şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi görendir." Yani kullarının söz­lerini işitir, onları görür, peygamberlik için seçilmeye lâyık olan kimseleri gayet iyi bilir.

"O onların geçmişini de geleceğini de bilir." Yani meleklerin, peygamber­lerin ve mükelleflerin geçmiş durumlarını da, gelecek durumlarını da tam bir ilimle bilir. Ona onların durumundan hiçbir şey gizli kalmaz.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gaybı O bilir, kimseye gaybı göstermez. Ancak peygamber olarak seçtiği kimse bunun dışındadır. Çünkü Al­lah, seçtiği peygamberin önüne ve ardına gözetleyici koyar. Bu, peygamberlerin Rablerinin emirlerini tebliğ ettiklerini bilmesi içindir. Allah onların ne yaptık­larını bütün incelikleriyle bilir. O her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 72/26-28).

"Bütün işler sonunda ancak Allah'a döndürülür." Yani kıyamet gününde bütün işlerin dönüşü Allah'adır. Ondan başkasının ne emir verme, ne de yasak koyma hakkı vardır.

Bu tam kudrete, ilâhlık ve hakimiyetin sadece Allah'a ait olduğuna işaret­tir. Allah Tealâ'nm "...bilir" ifadesi ve "Bütün işler sonunda Allah'a dön­dürülür. " ifadesi topluca günaha teşebbüsü reddetmeyi ihtiva etmektedir. [115]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Kureyş kâfirleri gibi putperestler Allah'tan başka sahte tanrılara tap­maktadırlar. Onların hiçbir aklî ve naklî delilleri yoktur. Bu sebeple Rableri onları şu ayetle tehdit etmiştir: "Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur."

2- Küfür, inatçılık ve böbürlenmenin o kâfirlerin gönüllerine iyice yerleş­mesi kendilerine Kur'an ayetleri dokununca onları son derece kızgınlık, asık suratlılık ve kin içerisine düşürmüştür. Neredeyse kendilerine karşı Kur'an ayetlerini delil getirenlere şiddetle hücum etmeye kalkışmakta, onlara kötülükle ellerini ve dillerini uzatmaktadırlar.

3- Allah Peygamberine (s.a.) onların tehdidine şu sözle karşılık vermesini emretti: Size müminleri korkutmanızdan ve onlara hücum etmenizden ve bu dinlediğiniz Kur'an'dan daha kötüsünü, daha şiddetlisini, daha çok nefret edeceğiniz şeyi bildireyim mi? Bu, cehennem ateşi, azabı ve işkencesidir. Allah cehennemi kıyamet gününe inanmayanlara vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir. Varacakları cehennem ateşi ne kötü bir yerdir. Bu, Kur'an okuyanlara saldırmalarına karşı onlara bir tehdittir.

4- Allah kâfirlerin ve putların durumu için bir misal vermiştir. Zira Allah Tealâ'mn onlara misal verme şeklindeki hüccetleri onların zihinlerine daha yakındır. Bu gerçekte misal değildir. Sadece onların sıfatları ve durumlarm-daki gariplik ve hayrete düşürme sebebiyle bu sıfatları yaygın bazı atasözleri ve vecizelere benzetmek üzere bu misale "mesel" adı verilmiştir.

Ayetin manası: Onlar Allah için bir misal verdiler, onların sözlerini din­leyin. Yani kâfirler Allah'tan başka şeylere tapındıkları için Allah'a bir misal verdiler. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Onlar bana ibadet etmek hak­kında -iddialarına göre- bana benzer şeyler ortaya koydular. Bu benzeme haberini siz dinleyin. Buna göre misal verenler kâfirlerdir.

Yahut mana şu şekildedir: Ey insanlar! Bu bir sinek bile yaratmaya gücü yetmeyen, sinek ondan bir şeyi çekip alırsa bunu ondan kurtaramayan sahte ilâhlara ibadet edenlerin misalidir. Yani burada misal veren Allah'tır.

Manada daha ince ifade şöyledir: Allah (c.c.) kendisinden başka şeylere tapanlara bir misal verdi. Yani Allah size ve sizin taptıklarınıza bir misal ver­miştir. Dolayısıyla "mesel" hem tapanı hem de tapılanı içine almaktadır.

5- Verilen misal şudur: Allah'tan başka taptığınız Kabe civarında bulunan ve sayıları 36O'ı bulan putlar tek bir sineği bile yaratmaya muktedir değildir­ler. Bu putlar sinek kendilerinden -putların üzerine sürdükleri koku ve za'ferandan- birşey almak istediği zaman kendilerini savunamazlar.

İsteyen de (yani put) âciz ve güçsüzdür, istenen de (yani sinek) âciz ve güç­süzdür. Yahut puta tapan da, kendisine tapılan put da âcizdir. İsteyen, yani bu puta yaklaşmak isteyen putperest kişi, istenen ise kendisine yaklaşılmak is­tenen put demektir.

6- O müşrikler bu âciz putları Allah'a ortak koşmaları sebebiyle O'nu hak­kıyla ta'zim etmediler. Halbuki O her şeye kadirdir, ezici bir güce sahiptir, mut­lak kuvvet sahibidir, yenilmeyen ve engellenemeyen bir güç sahibidir. Kim onu mağlup etmeye cür'et edebilir?

7- Vahyi peygamberlere bildirmek için aracı olan meleklerin seçiminde, ilâhî mesajı   insanlara tebliğ etmek için insan cinsinden gönderilen peygam­berlerin seçiminde mutlak tercih hakkı Allah Tealâ'ya aittir.

Ayette anlatılmak istenen şudur: Allah risaleti tebliğ etmek için Hz. Muhammedi (s.a.) seçti. Onun Muhammedi (s.a.) göndermesi yeni çıkan bir durum değildir.

Şüphesiz ki Allah kullarının sözlerini gayet iyi işitir. Yarattıklarından risaleti için tercih ettiği kişileri gayet iyi bilir. O onların önce yaptıkları ve son­ra yapacakları her şeyi en iyi bilendir. Bütün işler sonunda yalnız Ona döner. O kullarına amellerine göre karşılık verir. [116]

 

Kesin Hükümler

 

77-  Ey iman edenler! Rükû edin, sec­deye varın. Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.

78-   Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O (dini için) sizi seçti. Bu dinde O size dinde hiçbir güçlük yüklemedi. Bu atanız İbrahim'in dinidir. Daha önce de, bu Kur'an'da da sizi O "müslüman-lar" diye isimlendirdi. Böylece Peygam­ber size şahit olsun, siz de bütün insan­lara   şahit   olasınız.   O   halde   siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. Sizin dostunuz O'dur. O ne güzel dost­tur ve ne güzel yardımcıdır!

 

Belagat:

 

"Rükû edin, secdeye varın" emirleri mecaz-i mürseldir. "Cüz" kullanılarak "küll" murad edilmiştir. Rükû ve secde namazın en önemli rükünlerinden ol­ması itibariyle "namaz kılın" denmiş gibidir.

"Rükû edin, secdeye varın. Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin" cüm­lesinde "has" olana itina edilmesi için "umum" ifade eden kelime "husus" ifade eden kelimeden sonra zikredilmiştir. [117]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın." Yani namaz kılın, "Rabbinize ibadet edin" O'nu bir tanıyın, diğer ibadetlerle O'na kullukta bulunun "ve hayır işleyin." Nafile ibadetler, sıla-i rahim ve güzel ahlâk gibi yaptığınız ve terk et­tiğiniz haramlar gibi sizin için hayırlı ve faydalı olan şeyleri yapın "ki kur­tuluşa eresiniz." Yani siz bütün bunları kurtuluşu ümid ederek, ondan da tam emin olmayarak yapın.

I Bu ayet içerisinde bulunan secde emri sebebiyle ve Peygamberimiz'in (s.a.): "Hac suresi iki secde ile faziletli kılınmıştır. Bu iki secdeyi yapmayan bu sureyi okumasın." hadis-i şerifi sebebiyle Şafiîlerce secde ayetidir.

"Allah yolunda" O'nun rızası için dininin düşmanlarına karşı "hakkıyla," sırf Onun rızası için "cihad edin." "Hak" kelimesi "cihad" kelimesine mübalağa olmak üzere izafe edilmiştir. Meselâ "Falan hakkıyla âlimdir." denilmesi gibi. 'Cihad" kelimesi zamire genişlik olması sebebiyle yahut cihadın sadece Allah için yapılması sebebiyle izafe edilmiştir.

Cihad, düşmanla mücadele hususunda bütün gayreti sarf etmektir. Cihad üç çeşittir:

- Kâfirler vb. açık düşmanla yapılan cihad,

- Şeytanla yapılan cihad,

- Nefis ve nefsî arzulara karşı yapılan cihad. Bu, cihadın en büyüğüdür.

Beyhakî Cabir'den (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz'e (s.a.) bir gurup mücahit geldiler. Efendimiz (s.a.):

-  Hayırlı bir şekilde geldiniz. Küçük cihaddan büyük cihada geldiniz, buyurdular. Denildi ki:

- Büyük cihad nedir? Efendimiz (s.a.):

- Kulun nefsî arzularıyla cihad etmesidir, buyurdu.

Yine Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet edildiğine göre Tebuk gazvesinden dönünce şöyle buyurdular: "Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük." ^

"Sizi O seçti." Dini için ve dinine yardım için sizi seçti. Burada cihadın gerekli olduğuna ve onun sebebine işaret vardır. "Bu dinde o size bir güçlük" size ağır gelecek hususları yüklemek suretiyle darlık, zorluk ve meşakkat "yük-lemedi." Seferde dört rekâtlı namazları iki rekât kılmak, teyemmüm, zaruret halinde ölü hayvan eti yemek, hasta ve yolcunun oruç tutmama ruhsatı gibi hususlarda zarurî durumlarda size kolaylıklar getirdi. Burada hiçbir kimsenin mükellef olduğu hususlarda özrü bulunmayacağına ya azimet, ya da ruhsat olacağına işaret edilmektedir.

Peygamberimiz (s.a.) İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadisinde şöyle buyurmuştur: "Size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiği müddetçe onu yerine getirin."

"Bu atanız İbrahim'in dinidir." Yani onun şeriatıdır. Hz. İbrahim'in (a.s.) müslümanlar için baba sayılması Peygamberimiz'in (s.a.) atası olması sebebiy­ledir. O da ümmetinin ebedî hayatının sebebi olması dolayısıyla ümmeti için baba gibidir. Yahut Arapların çoğu O'nun zürriyetindendir. Dolayısıyla baş­kalarına galebe çaldılar.

"Daha önce de" Kur'an'dan önceki geçmiş kitaplarda da "hunda da" bu Kur'an'da da "sizi O, müslümanlar" diye isimlendirdi." Buradaki O zamiri "Al-lahu semmaküm" şeklindeki kıraat sebebiyle Allah'a racidir. Yahut "min zür-riyetina ümmeten muslimeten leke" ayetinin delaletiyle İbrahim'e (a.s.) racidir.

"Böylece Peygamber size" tebliğ etti diye kıyamette "şahit olsun." Bu ayet Peygamberin masum oluşu sebebiyle kendi nefsi lehine şahitliğinin kabul edil­diğine delâlet etmektedir.

1- Hadisin tahriri için ve "zayıflık derecesi için Keşfü'l-Hafa kitabına bakınız.

"Siz de" Rasulullah'm size tebliğde bulunduğu şeklinde "bütün insanlara şahit olasınız." Yani siz insanların aleyhine peygamberlerinin kendilerine teb­liğde bulunduğu şeklinde şahitler olunuz.

"O halde siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin." Allah sizi çeşitli lütuf ve şereflerde tahsis ettiği için çeşitli taatlerle Allah'a yaklaşın. "Allah'a samimiyetle bağlanın." Bütün işlerinizde Allah'a güvenin. Sadece O'ndan yar­dım isteyin. "Sizin dostunuz O'dur." Sizin yardımcınız ve işlerinizi üstlenen O'dur. "O ne güzel dosttur ve ne güzel yardımcıdır!" Zira yardımda ve dostlukta Onun benzeri yoktur. Bilâkis gerçekte O'ndan başka hiçbir yardımcı yoktur. [118]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak önce ilahiyat sonra da peygamberlikle ilgili konular hakkın­da ifade buyurduktan sonra şeriat ve hükümler hususunda dört yönden beyan­da bulundu:

1- Emredilen kişilerin belirlenmesi: Bunlarda mükelleflerdir. "Ey iman edenler!"

2- Emredilen vazifelerin kısımları. Bunlar da dört vazifedir: Namaz, sadece Allah'a ibadet, hayır işleme ve cihad.

3- Bu emirlerin kabulünü gerekli kılan hususlar. Bunlar da üç noktada toplanır: Seçilmiş olmak, bu vazife ve şeriatların Hz. İbrahim (a.s.) şeriatı ol­ması. Kur'an'da ve daha önceki kitaplarda sizin "Müslümanlar" olarak adlan­dırılmanız.

4- Bu vazifenin namaz kılma, zekât verme, Allah'ın dinine sarılma yani O'ndan yardım isteme ile te'kit edilmesi.[119]

 

Açıklaması

 

Bu emirler Allah Tealâ'ya olan bağlılığı kuvvetlendirme, nefsi tezkiye et­me, düşmanlarla cihad etme, Allah'ın şeriatı ve dinindeki sosyal adalet kalesi­ni ikame etme amacı taşıyan ilâhî mükellefiyet emirleridir.

"Ey iman edenler!." Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik eden ve ahiret gününe iman edenler! Rükû (Allah Tealâ huzurunda eğilme) ve sucud (insanın en şeref­li azası olan yüzüyle Allah'ın huzurunda yer kapanması) gibi hususiyetleri ih­tiva eden farz kılman namazı eda edin. Hac menasiki, oruç vb. ibadetlerle O'na kullukta bulunun. Rabbinizi razı kılacak ve sizi Ona yaklaştıracak nafile ibadetler, sıla-i rahim, güzel ahlâk gibi hayırlı fiilleri işleyin.

Bu İslâm'daki her fazileti içine alır. "Hayır işleme" bütün mükellefiyetler için umumî bir ifade olup kulun Rabbiyle olan irtibatını, insanların birbirleriy­le olan ilişkilerini düzeltme manası taşımaktadır. Bu sebeple ayet nefsî tezkiye ve içtimaî ıslah derecelerinin en ulvî olanlarını bir arada toplamıştır. Allah'ın emrettiği her şey hayırdır. Bundan dolayı bu emrin sebeplerini beyan etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Böylece kurtuluşa eresiniz." Yani kurtuluşa nail olmanız için... Yahut Al­lah nezdindeki sevaba ve nza-i İlâhî'ye nail olmakla kazanç ve kurtuluşu ümid ederek bu amelleri işleyin.

Mümin şahsiyeti hazırlamak ve onu tezkiye etmeyi bir kez daha vur­gulamak, mümin cemaatı düşmanlarının hilelerinden korumak için Allah cihadı emretti ve şöyle buyurdu:

"Allah yolunda hakkıyla cihad edin." Yani Allah'ın dinine yardım yolunda, Allah'ın rızasını kazanmak için sırf Allah için, içine riya bulaşmadan, kınayanın kınamasına aldırış etmeden hakkıyla cihad edin. Allah için cihad, Allah yolunda ve O'nun dini için yapılan cihaddır. Evlâ olan cihadın, her çeşidi ihtiva eden umumî manada kullanılmış olmasıdır.

Cihad -daha önce beyan ettiğimiz gibi- üç çeşittir:

- Nefisle ve nefsî arzularla cihad,

- Şeytanla cihad,

- Haddi aşan kâfirler ve korkak münafıklarla cihad. Son cihad şekli malla, dille ve canla olur.

Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Nesaî, İbni Hıbban ve Hakim, Enes'ten (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin."

Dille cihad ikna edici deliller ortaya koymak, hitabet ve medya vasıtasıyla olur. Canla yapılan cihad haddi aşanlara karşı silahla yapılan cihaddır. Müs­lümanlara farz-ı kifayedir. Gayeyi gerçekleştirdiği müddetçe bir kısım müs-lümanm bunu yapması yeterlidir. Aksi takdirde idarecinin görüşüne göre umumî seferberlik ilân edilir.

Nefisle cihad görünen düşmanla cihad etmenin temel taşıdır. Peygam-berimiz'in (s.a.) daha önce geçen hadiste tavsif ettiği gibi nefisle cihad en büyük cihaddır. Bu sebeple her müslümana farz-ı ayn olmuştur.

Zulüm ve bid'at ehliyle cihad etmek de her mükellef müslümana gücünün yettiği kadar farzdır. Nitekim Rasulullah (s.a.) Ahmed b. Hanbel, Müslim ve dört Sünen sahibinin Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerif­te şöyle buyurmuşlardır: "Sizden kim bir münker (haram) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, (değiştirsin) buna da gücü yetmezse kalbiyle (buğzetsin). Bu imanın en zayıf şeklidir."

Bu ayetin benzeri şu ayet de vardır: "Eğer dileseydik her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik. O halde sen kâfirlere uyma. Kur'anla onlara karşı büyük bir cihada giriş." (Furkan, 25/51-52).

Ayet muhkem olup "Allah'tan gücünüz yettiği kadar korkun." (Tegabün, 64/16) ayetiyle mensuh değildir.

Buradaki "hakkıyla cihad" ifadesinden maksat imkân ve güç sınırını aşan son gaye değildir. Bundan maksat Allah'ın dinini yüceltmek, şeriatını te'yit etmek için ihlâslı olmak, kuvvet, azîmet ve sabır zırhı ile zırhlanmak, ganimet ve dünyevî zevkler gibi maddî arzulardan uzak kalmaktır.

"Hakka cihâdihi" ifadesinde "hak" kelimesinin "cihâd" kelimesine izafe edilmesi daha önce de beyan ettiğimiz gibi sıfatın mevsufa izafe edilmesi kabilindendir. "Cihâdihi" kelimesinde "cihâd" in zamire izafe edilmesiyle muzafın sadece muzafun ileyhe ait olması murad edilmektedir. Bu da cihadın Allah için ve O'nun dini uğruna yapılmasıdır.

Cenab-ı Hak bundan sonra cihadla emrolunmanın sebeplerini zikretti. Bunlar da üç çeşittir:

1- "Sizi o seçti." Yani, ey ümmet! Bu vazifeyi görmek ve yerine getirmek için Allah ümmetler arasından sizi seçti. Size lütufta bulundu ve şeref verdi. Size en değerli peygamberi, en mükemmel fakat ağır olmayan şeriatı verdi. Bundan dolayı şöyle buyurdu:

"Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi." Yani bu dini dar, zor ve ağır kıl­mamış, bilakis kolay ve basit kılmıştır. Size taşıyamayacağınız yükleri yük-lememiş, ağır gelecek hiçbir görev vermemiştir. Bu cihadın vacip olduğunu ve himaye etmeniz için sizi seçtiği dinini korumak için bir te'kittir.

Bu ayet sorulabilecek bir soruya cevap niteliğindedir. Bu soru: "Allah tarafından görevlendirilme ve seçilme Allah'ın o kulunu şereflendirmesi demektir. Fakat bu nefse ağır gelen zor bir görev midir?" şeklindeki bir soru olabilir.

Allah Tealâ buna şu ayette cevap verdi: "Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi."

Ancak şer'î vazifelerde kaldırılan zorluk, güçlük ve sıkıntı derecesine ulaşan ve normal olmayan aşırı zorluktur. Bilinen ve normal sayılan zorluk bu vazifelerden kaldırılmamıştır. Hatta mükellefiyet ancak böyle bir külfetle ger­çekleşir. Zira mükellefiyet külfet ve zorluk bulunan bir vazifenin yüklenilmesi demektir. Bundan da hiçbir mükellefiyet uzak değildir. Fakat bu nefse kolay gelen basit bir husustur, nefis rahatsız olmadan buna tahammül eder.

Meşakkat ve zorluğun kaldırılması ve kolaylık şekilleri ibadetler, yiyecek­ler ve muamelelerde genel bir kaidedir.

İbadetlerde: Yolculukta dört rekâtlı (farz) namazlar kısaltılır, iki rekât olarak kılınır. Halbuki namaz kelime-i şehadetten sonra İslâm'ın en muazzam şartıdır. Savaş durumunda korku namazı (salâtül-havf) bazı imamlara göre -hadiste geldiği gibi- bir rekât olarak kılınır. Yine bu namaz normal şekilde ve binekte kılınabilir, kıbleye dönülerek ve kıbleye dönülmeksizin kılmabilir. Yol­culukta kılınan nafile namaz da böyledir. Hem kıbleye hem de başka tarafa (vasıtanın gidiş istikametine doğru) kılınabilir. Hastalık sebebiyle namazda ayakta durmak sakıt olur. Dolayısıyla hasta, oturarak, uzanarak, yatarak hat­ta ima ile namaz kılar. Ramazan orucunda mazeret sebebiyle yolcu, hasta, çok yaşlı, hamile ve emzikli kadınların oruçlarını tutmamaları caizdir.

Yiyeceklerde: Zaruret anında (ölüm korkusuyla) ölü hayvan eti, kan, domuz eti v.b. haram kılman şeylerden yemek ve içmek caizdir.

Muamelât hususunda: İhtiyaç veya zaruret sebebiyle bazı tasarruflar caiz kılınmıştır.

İşte bu şekilde bazı farz ve vaciplerde ruhsatlar ve hafifletmeler meşru kılınmıştır.

Bunun için İmam Ahmed b. Hanbel'in Cabir'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr tevhid dini ile gönderildim."

Peygamberimiz (s.a.) Yemene emir olarak gönderdiği Muaz ve Ebu Musa'ya hitaben -Buharî ve Müslim'in rivayetine göre-: "Müjdeleyin, nefret et­tirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın." demiştir.

Bu manadaki ayetler pek çoktur. Meselâ Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 2/185);

"Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme." (Bakara, 2/286).

"Gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun." (Tegabün, 64/16).

2- "Bu, atanız İbrahim'in dinidir."'Yani siz tevhid inancı, müsamahakârlık ve şirkten uzaklaşma hususunda atanız İbrahim'in (a.s.) dini gibi olan dininize uyun, ona sarılın.

"Millet" ten murad asıl itikadı hükümlerdir. Bu hükümler bizim şeriatımızda da Hz. İbrahim'in (a.s.) şeriatında da birdir. Hatta bunlar bütün şeriatlarda birdir.

Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Nuh'a emrettiği, sana vahiyle bildirdiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimiz: "Dini ayakta tutun. Onda ihtilâfa düşmeyin." emrini Allah size de emretti." (Şûra, 42/13);

"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka hibçir ilâh yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım". Enbiya, 21/25).

Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler baba bir kardeşlerdir." Yani insanlar ayrıdır, şeriatleri farklıdır.

Buharî, Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler baba bir kardeşlerdir." Yani imanları aynıdır, şeriatleri farklıdır.

Burada özellikle Hz. İbrahim'in (a.s.) zikredilmesi tevhid ve müsamahakârlık hususunda her iki şeriat arasındaki benzerlik ve Arapların çoğunun Hz. İbrahim (a.s.) neslinden gelmesi sebebiyledir. Dolayısıyla Araplar Hz. İbrahim'i (a.s.) sevmektedirler. Sevgi de O'nun şeriatına ve babaları Hz. İb­rahim'in (a.s.) şeriatının aynısı olan Hz. Muhammed'in (s.a.) şeriatına sımsıkı sarılmaya sebeptir.   Hz. İbrahim'i (a.s.) Rasulullah'm (s.a.) atası olması sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) O'nun ümmetinin de atası sayılır. Zira bir rasulün ümmeti O'nun evlâdı hükmündedir.

Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine, hakka yönelen ve müşriklerden ol­mayan İbrahim'in dinine şevketti.." (En'am, 6/161).

3- "Daha önce de bu Kur'an da da sizi O "müslümanlar" diye isimlendir­di."

Yani sizi Allah -diğer bir görüşe göre Hz. İbrahim- daha önceki kitaplarda ve Kur'an'da müslüman olarak isimlendirdi.

İbni Kesir, zamirin Allah'a raci olduğunu söyleyip birinci manayı tercih ederek: Doğru olan budur, demiştir. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizi o seçkin kıldı. Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi." Bir kıraatte ise "Size Allah "müslümanlar" diye isim verdi." denilmektedir.

Zamirin Hz. İbrahim'e (a.s.) raci olduğu kanaatinde olanların delili şu ayettir: "Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olan (müslüman) kıl. Soyumuz­dan da sana teslim olan (müslüman) bir ümmet meydana getir." (Bakara, 2/128).

"Böylece Peygamber size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahit olasınız." Yani Rasul Muhammed'in (s.a.) kıyamet günü size gönderilen hükümleri tebliğ ettiğine dair sizin üzerinize şahit olması için, sizin de peygamberlerin Rab-lerinin ilâhî mesajını insanlara tebliğ ettiklerine dair şahit olmanız için biz sizi bu şekilde bütün ümmetler nezdinde adaletiyle şahit tutulacak hayırlı, adaletli ve orta yolu tutan bir ümmet kıldık.

Rasulün onlar için şehadeti, kıyamet günü Allah nezdinde onları tezkiye etmesi ve ayrıca geçmiş ümmetler aleyhine şahitlik yaptığınızda sizin âdil ol­duğunuza dair Rasulün şahitlikte bulunmasıdır.

Rasulullah'ın (s.a.) ümmet üzerine şehadetinin kabul edilmesi bu üm­metin müslüman ümmet olarak adlandırılması hükmünün sebebidir.

Kıyamet günü Peygamberin şahitliğinin kabul edilmesi ümmetinin şahit­liği konusunda Peygamberimizi (s.a.) ve ümmetini şereflendirme vardır. Zira Allah Tealâ Rasulünün ümmetine tebliğ yaptığı iddiası hususunda O'nu tasdik eder. Ümmetini de diğer ümmetlere şahitlik yapması hususunda ehil kılar.

Bu ümmetin diğer ümmetler üzerine şahitlik yapması kabul edilmiştir. Zira bu ümmet peygamberlerden hiçbiri hakkında ayırım yapmamaktadır. Ön­ceki ümmetlerin haberlerini de Kur'an'dan öğrenmektedir.

Rivayete göre önceki ümmetler ve peygamberleri getirilir. Peygamberlere:

-  Siz ümmetlerinize tebliğde bulundunuz mu? diye sorulur. Peygamberler de:

- Evet, onlara tebliğ ettik, derler ama ümmetleri bunu inkâr ederler.

Sonra bu ümmet (ümmet-i Muhammed) getirilir. Bu ümmet önceki üm­metlere tebliğ yapıldığına şahitlik yaparlar. Önceki ümmetler ümmet-i

Muhammed'e hitaben:

- Siz nereden anladınız? derler. Ümmet-i Muhammed:

-  Biz bunu Allah Tealâ'nın sadık peygamberinin diliyle bize nakledilen Mtabından öğrendik, derler.

Ümmet-i Muhammed'e verilen bu muazzam nimete karşılık ve bu nimete şükretmenin vacip olması sebebiyle Allah bu ümmetten ibadetine devam et­mesini ve kendi dinine sarılmasını istedi ve şöyle buyurdu:

"O halde siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın." Yani bu değerli nimete bunun şükrünü yerine getirerek sarşılık verin. Farz ve vacip kıldığı şeylerde Allah'a itaat etmek ve haram kıl-iığını terk etmek suretiyle Allah'ın sizin üzerinizdeki hakkını eda edin.

Bu hususta en önemli emirlerden biri namazı dosdoğru kılmak, yani rükünlerine ve şartlarına uygun olarak tam bir huşu ve Allah'a tam bir tes­limiyetle namazı eda etmektir. Namaz sizinle Rabbiniz arasındaki bir irtibat­tır.

Bir başka emir, gönlü ve malı temizleyen Allah'ın yardıma hak kazanan yaratıklarına verilmesi farz olan ve bir iyilik olan zekâtın verilmesidir. Zekât karşılıklı işbirliği, dayanışma ve kardeşliğin delilidir.

Bütün işlerinizde Allah'ın yardımını isteyin ve O'na iltica edin. Allah'a samimiyetle bağlanmak, Ona güvenmek. O'na iltica etmek, bütün sıkıntıları gidermek hususunda Onun muazzam kuvvetinden yardım istemek demektir. O size düşmanlık edenlere karşı sizin yardımcmızdır.

Mevlâ, koruyan, yardım eden, mülkün gerçek sahibi olan ve yaratan demektir.        

"O ne güzel dosttur ve ne güzel yardımcıdır." Yani O sizin işlerinizi üst­lenen ne güzel dost, yardımı muazzam ve desteği kâmil olan ne güzel yardım­cıdır. O Allah Tealâ'dır ve özellikle medhe lâyık olandır. [120]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hac suresinin sonunda yer alan bu ayetler ilk bakışta çeşitli dinî, itikadî ve içtimaî mükellefiyetleri bir arada toplamakta, şeriatın hükümlerini kuşat­makta, dinin direği olan namaz emrine özel itina göstermekte, ibadetlerin genel emri içinde namazın da talep edilmesi ile yetinmemektedir.

Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:

1- Dört şeyin farz oluşu:

a) En önemli rükünleri arasında rükû ve sücud bulunan namaz,

b) Sadece Allah'a ibadet edip başkasına ibadet etmemek,

c) Rükû, sücud ve diğer ibadetleri ibadet şekliyle yerine getirmek,

d) Sıla-i rahim ve güzel ahlâk gibi hayırları işlemek.

Alimler "Secdeye varın" ifadesi hususunda bu namaz secdesi midir, yoksa tilâvet secdesi midir? diye ihtilâf etmişlerdir.

Şafiîler ve Hanbelîler: Bu tilâvet secdesidir, demişlerdir. Zira lafzı başka bir manaya çevirecek bir sebep olmaksızın hakikî manası üzerinde hamledil-mesi mümkündür. Sücudun manası alnı yere koymaktır.

İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Menduveyh ve -"Sünen" kitabın­da- Beyhakî, Ukbe b. Âmir'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyur­duğunu rivayet etmişlerdir: "Hac suresi iki secde ile fazilet kazanmıştır. Kim bu iki secdeyi yapmazsa bunları okumasın."

Ebu Davut, İbni Mace, Darakutnî ve Hakim'in Amr ibnil-As'tan (r.a.) nak­lettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) ona Kur'an'da 15 secde okutmuştu. Bun­lardan üçü "mufassal" surelerde idi. Hac suresinde ise iki secde vardı.

Hanefiler ve Malikîler ise bu ayetin secde ayeti olmadığı görüşündedirler. Zira secdenin rükû ile birlikte zikredilmesi bundan murad edilenin namaz sec­desi olduğuna delildir. Nitekim "Rükû edenlerle birlikte rükû ve secde et (namaz kıl)." (Al-i İmran, 3/43) ayeti de bu manadadır.

Ayrıca Übeyy b. Ka'b'dan (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.) işittiği secde ayetlerini saydığı ve Hac suresinde bir secde saydığı rivayet edilmiştir. Ukbe ve Amr hadisleri ise zayıftır.

Bu görüşe göre ayette murad edilen husus farz namazdır. Rükû ve sücud namazın şerefli bir ibadet olduğuna işaret etmek için özellikle zikredilmiştir.

Ayetin tefsiri ve ayetten hüküm çıkarma hususunda izlediğim yol da budur.                            

2-  Cenab-ı Hakk'a ibadetin -yani O'nun emirlerine imtisal etmenin- vacip oluşu.

3- Farz olduğu şer'an sahih olan emirler dışındaki hayırları işlemeye teş­vik edilmesi.

4- Cihadın her üç şekliyle farz oluşu: Nefsî arzularla ve nefisle cihad... Şeytanla cihad ve onun vesveselerini kovalamak, zulüm ve bid'at ehliyle cihad... Bunların hepsi her müslüman kişiye farz-ı ayndır.

Tirmizî ve İbni Hıbban'm Fudale b. Ubeyd'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) buyurmuştur: "Mücahid Allah rızası için nefsiyle cihad eden kimsedir."

İmam Ahmed, İbni Mace, Taberanî ve Beyhakî'nin Ebû Ümame'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cihadın en faziletlisi zalim idarecinin huzurunda âdil olan sözü söylemektir."

"Sizden kim bir münkeri görürse...ırhadisini daha önce zikretmiştik.

Kâfirler ve münafıklara karşı hüccet ve beyan ile, yahut kılıç ve kalkan gibi savaş aletleriyle cihad etmek de farzdır. Bu müslüman cemaat üzerine farz-ı kifayedir. Maksat gerçekleştiği, düşman kovulduğu, müslümanlarm mal­ları ve ırzları güvence altına alındığı müddetçe bir kısım müslümanlarm bu cihadı yerine getirmeleri yeterlidir.

Ancak bu gerçekleştirilmezse savaşa muktedir olan herkese cihad farz-ı ayın olur. Bu durum savaşlarda insan unsuruna itimat etmek zarurî ve esas bir durum olduğu zamandır.

Savaş araçlarının geliştiği günümüzde ise müslümanlarm tek bir bomba veya modern kitle imha vasıtalarıyla ekin gibi biçilmemesi için meselâ tek bir cephede toplanmaları doğru değildir.

Bu durumda devlet reisi düşmanların elinde var olan silâhları kar­şılayacak şekilde modern silâhları temin ettikten sonra maslahatı gerçekleş­tirecek şekilde ve ihtiyaca göre durumu inceleyip karar verir.

5- Belirtilen bu yükümlülüklerin konulmasının üç sebebi vardır:

a) Dini müdafaa etmek ve emrine sarılmak için bu ümmetin seçilmiş ol­ması. Bu ifade cihad etme emrini tekit etmektedir. Yani cihad etmeniz size vacip olmuştur. Zira Allah sizi bunun için seçmiştir. Bu te'kit ve teşvike ilâve olarak Allah güçlükleri -yani şer'î taleplerde insanlardan darlık ve sıkıntıyı-kaldırmıştır. Bu pek çok hükümde genel bir prensiptir. Allah'ın bu ümmete verdiği kolaylıklardandır.

Katade diyor ki: Bu ümmete üç hususiyet verilmiştir ki bunlar ancak pey­gamberlere verilen hususlardır.

-  Peygambere: "Yürü git, sana hiçbir güçlük yoktur." denilir. Ama bu üm­mete de: "O size dinde hiçbir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) denmiştir.

-  Peygamber ümmeti üzerine şahittir. Ama bu ümmete de "Siz de bütün insanlara şahit olasınız..." (Hac, 22/78) denilmiştir.

-  Peygamber'e "İste, ne istersen sana verilecek" denmiştir. Bu ümmete de: Bana dua edin ki size icabet edeyim." (Gafir, 40/60) denilmiştir.

Güçlüğün kaldırılması İslâm şeriatının üzerine kurulu olduğu esaslardandır.

Alimler diyor ki: Güçlüğün kaldırılması kolaylığı ancak şeriat metodu üzerine istikamette olan kimseye aittir. Yol kesicilere, hırsızlara ve had cezası işleyenlere güçlük ve zorluk vardır. Onlar dinden ayrılmakla kendi nefislerine zorluk yüklemiş olmaktadırlar.

b) Bizim milletimizin (şeriatımızın), bütün Arapların atası sayılan Hz. İb­rahim'in (a.s.) şeriatıyla aynı olması.

c) Allah'ın bizi geçmiş kitaplarda ve Kur'an'da "müslümanlar" olarak ad­landırması.

6- Rasulullah'm (s.a.) ümmetine Allah'ın şeriatının hükümlerini tebliğ et­tiğine dair şahitliği kabul edilecektir. O'nun şahitliğinin kabul edilmesi üm­metinin "müslümanlar" olarak adlandırılması hükmünün adil olmasının sebe­bidir.

Bu ümmetin diğer ümmetler üzerine peygamberlerinin kendilerine tebliğ­de bulunduklarına dair yapacakları şahitliğin kabul edilmesi de bu ümmetin müslüman ümmet olarak adlandırılmasının sebebidir. Bu iki şahitliğin kabul edilmesi Peygamberimizi (s.a.) ve O'nun ümmetini şerefli kılmaktadır.

7- Müslüman ümmetin diğer ümmetler üzerine şahitlik yapmasının kabul edilmesi farzları eda etmek ve haramlardan kaçınmak suretiyle şükrü gerek­tiren muazzam bir nimettir.

Bu şükür vazifelerinden en önemlileri namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Allah'a samimiyetle bağlanmak yani Ona güvenmek, kötülüğü engel­leme hususunda O'nun muazzam kudretinden yardım dilemektir.

Zira Allah bizim gerçek sahibimiz ve yaratıcımız dır. Bizi koruyan ve himaye edendir. Düşmanlarımıza karşı bize yardım edendir. [121]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/135.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/135.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/135-136.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/136.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/137.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/137-138.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/138.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/138-140.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/140.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/141.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/141-142.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/142-43.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/143-145.

[14] Kurtubî, XII/8.

[15] Gurre; ceninin (ana karnındaki çocuğun) diyeti olup normal diyetin yirmide biri kadarıdır, yani 50 dinardır.

[16] S-jaaü'\-Arabî,Ahkâmü'l-Kur'an,IU/1261.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/145-148.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/149-150.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/150.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/151.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/151.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/151-153.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/154.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/155.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/156.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/156.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/156-157.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/158.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/158-159.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/159.

[31] İbni Kesir, III/211.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/159-160.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/160-161.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/162.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/162-163.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/163-164.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/164.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/164-166.

[38] Kurtubi, XII/30.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/166-167.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/168.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/168.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/168.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/169.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/169.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/169-171.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/172.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/172-173.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/173.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/173.

[49] Kurtubî, XXI/38. Bu hadisi İbni Ebi Şeybe, İbni Cerir, İbni Münzir, sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhakî Sünen'inde rivayet etmiştir.

[50] Hadisi İbni Sa'd, İbni Ebî Şeybe ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/174-177.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/177-182.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/183-184.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/184-185.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/185-186.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/186-190.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/190-193.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/194.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/194.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/194-195.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/195.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/195.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/195-198.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/198-200.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/201.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/201-202.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/202-203.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/203.

[69] İbni Kesir, III/225.

[70] İbni Kesir, III/226.

[71] Zemahşerî, 11/350.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/203-208.

[73] İbnul-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1285.

[74] Razî, XXIII/39.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/208-210.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/211-213.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/213.

[78] Razî, XXIII/45.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/213-216.

[80] Razî, XXIII/42.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/216-217.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/218.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/218.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/219.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/219.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/220.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/221-222.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/222-223.

[89] Şeytanın ifadesinde yer alan "tilkel-Garanîku'1-ulâ" cümlesindeki Garanık ya putlardır, yahut da meleklere işarettir. Yani bunlar şefaatçidirler. Zira Allah'ın müşriklerden naklettiği gibi kâfirler putların ve meleklerin Allah'ın kızları olduğu inancını taşıyorlardı. [Garanik Arapça'da "güzel kızlar" manasındadır.]

[90] İbnü'l-Arabî, Ahkamul-Kuran, III/1288-1290; Kurtubî, XII/82.

[91] Razî, XXIII/50.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/223-225.

[93] Kurtubî, XII/82-83.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/225-228.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/228-230.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/231-232.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/232.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/232.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/232-233.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/233-234.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/235.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/236-237.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/237.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/237-240.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/240-241.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/242.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/242-243.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/243.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/243.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/243-245.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/245-246.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/247-248.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/248-249.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/249.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/249-252.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/252-253.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/254.

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/254-256.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/256.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/256-261.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/261-264.