Rahman ve Rahim Olan Allah 'm Adıyla
İçinde
İbrahim Halil'in (a. s.) diliyle "İnsanlar içinde haccı ilân et."
emrine uyularak insanlara Hac farizası ilân edildiği için bu sureye "Hac
Suresi" adı verilmiştir.
Hz.
İbrahim (a. s.) Beyt-i Atîk'i (Kabe-i Muazzama'yi) bina ettikten sonra bu ilânı
yaptı. Sesi dünyanın her köşesine ulaştı. Hatta sulblerdeki nutfelere ve
rahimlerdeki doğacak yavrulara bile ulaştı. Bu sese kulak verenler:
"Leb-beyk Allahümme lebbeyk!" diye cevap verdiler.
[1]
Bu
surenin başlangıcı ile önceki surenin sonu arasında gayet açık bir irtibat ve
uygunluk bulunmaktadır.
Cenab-ı
Hak bundan önceki Enbiya Suresi'ne "Gerçek vaad yaklaştı. Bir de görürsün
ki o gün küfredenlerin gözleri yuvalarından fırlamıştır." ayetinde
kıyametin yaklaşmış olduğunu ve kıyametin dehşetini beyan ederek son vermiştir.
Bu
surenin başında ise insanın çeşitli merhalelerde yaratılışı, yer ve göklerin
emsalsiz bir şekilde yoktan var edilmesi ile Allah'ın, insanı öldükten sonra
tekrar yaratmaya kadir olduğuna, Allah Tealâ'nın varlığına ve birliğine delil
getirilmiştir. Sonra Allah'ın helak ettiği zalim kasaba halklarının durumuna ve
peygamberleri yalanlamaları sebebiyle uğradıkları bu belâlardan ibret alınmasına
dikkat çekilmiştir.
[2]
Bu
sure Medenî sure olup, haccın farz oluşu ve hac menasikini, cihadın meşru
oluşunu ve zafere ulaşmanın esaslarını ihtiva etmesine rağmen; Allah'a iman,
Allah'ı bir tanıma (tevhid), öldükten sonra dirilme, buna delil getirme ve
amellere karşılık verilmesi gibi Mekkî surelerin konularına benzer konulardan
da söz etmektedir.
Sure
duygulan tahrik eden, kıyametin dehşetinden ve şiddetinden korku veren
ayetlerle başladı.
Daha
sonra da öldükten sonra dirilmenin delillerinin beyan edilmesi, kıyametin
kopması, iyilerin nimet yurduna ve kâfirlerin cehennem ateşine konulması gibi
bazı kıyamet sahnelerinin beyan edilmesi, hiçbir istikrarı veya yönü bilinmeyen
dengesiz münafıkların kayba uğradıklarının ilân edilmesi konularına geçti.
Sonra
Mescid-i Haram'm mukaddes olduğunu, haccm farz oluşunu ve faydalarını, haccm
yasaklarını ve mukaddesatını, haccın menasikini ve kurbanlarını beyan etti.
Bunun
ardından da savaşın farz oluşunun sebepleri, düşmanlara karşı zaferin esasları
hakkında ikna edici hususlar, bunun yanında peygamberimizin (s. a.) kavminden
gördüğü eziyetlere ve kendisini yalanlamalarına karşılık yapılan teselli
ifadeleri geldi. Allah'ın helak ettiği zalim kasabaların halklarının durumunun
tarif edilmesi... İyi akibetin takva sahiplerine ait oluşu... Peygamberin (s.
a.) vazifesinin "müjdelemek ve uyarıcılık" olduğunun belirlenmesi...
Kur'anı yalanlayanların cehennemle uyarılması... Salih amel işleyenlerin
cennet ve nimetle müjdelenmesi... Muhacirlere Allah'ın lütfunun ve mükâfatının
ne derece olacağının ortaya konması hususlarını zikretti.
İlâhî
hikmet bundan sonra gece ile gündüzün, yeryüzü ile gökyüzünün yaratılması,
diriltme ve öldürme gibi ilâhî kudretin delilleri, kâinatın bütün gizli
yönlerinin tam olarak bilinmesi, hesaba çekme, insanlar arasında karar ve hüküm
verme noktasının sadece Allah'a ait oluşu konularını ele aldı. Sonra da
kâfirlerin Allah'ın ayetlerinden ne derece uzak oluşları, kızgınlığın yüzlerinden
açıkça okunması... Onların tapındıkları varlıkların insanı yaratmak şöyle
dursun, bir sivrisinek bile yaratamayacakları hususunda onlara meydan okuması...
Onların şirklerinin kaynağı, kalplerinin Allah'ı hakkıyla takdir etmekten
yoksun oluşu üzerinde durdu. Zira Allah'ın ilâhî risaleti en kâmil şekilde
tebliğ etmek için meleklerden ve beşerden elçiler gönderdiği-göndereceği bilinmektedir.
Sonra
da tekrar müminlere üç özlü farzı yani namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek ve
Allah yolunda hakkıyla cihad etmek farzlarını emretmek gibi şer'î hükümleri
beyan etmeye döndü. Bunun ardından da İslâm'ın hoşgörülü olduğunu, dinin zorluk
değil kolaylık olduğunu hatırlattı. Sonra da onlara Allah'ın dinine, Kur'an'a
ve İslâm'a sarılmalarını emretti. Peygamberin kıyamet gününde ümmetine şahit
olacağını, ümmetinin de daha önceki ümmetler için peygamberlerinin kendilerine
Allah'ın daveti ve teşriini tebliğ ettiğine şahit olacağını, bu özelliğin bu
ümmet için yüce bir meziyet olduğunu beyan etti.
[3]
Azîzî
diyor ki: Bu sure en acayip ve hayret verici surelerden biridir. Bu sure hem
gece hem gündüz, hem seferde hem ikamet halinde, hem Mekke'de hem Medine'de,
hem barışta hem savaşta, hem muhkem hem müteşabih olarak indirilmiştir.
[4]
1-
Ey insanlar! Rabbinizden
korkun. Zira kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.
2-
Onu gördüğünüz zaman her
emzikli kadın emzirdiği çocuğundan geçer. Her hamile kadın çocuğunu düşürür.
Sen insanları sarhoş görürsün. Aslında onlar sarhoş değildirler. Fakat
Allah'ın azabı şiddetlidir.
3- İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah hakkında mücadele
eder, her azgın şeytanın ardına düşer.
4-
Şeytan hakkında yazılmıştır ki,
kim şeytanı dost edinirse o onu saptırır ve onu cehennem azabına sürükler.
"Sen
insanları sarhoş görürsün." ifadesi teşbih-i beliğdir. Burada benzetme
edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani insanlar şiddetli dehşet sebebiyle
sarhoş gibidirler.
"Her
azgın şeytanın ardına düşer." ifadesinde istiare yapılmıştır. Şeytan lafzı
azgın, taşkın ve Allah'a karşı inatçı kimse için kullanılmıştır.
Ona
cehennem azabının yolunu gösterir." ayetinde tehekküm (alaylı) üslûbu
vardır.
[5]
"Ey
insanlar!" Ey Mekkeliler! Ey diğer insanlar! "Rabbinizden
korkun." O'na itaat etmek suretiyle O'nun azabından sakının.
"Zira
kıyametin sarsıntısı" mecazî olarak her şeyi sarsması demektir. Zelzele
(deprem), Yeryüzünün şiddetle sarsılması demektir. Bir görüşe göre, bu sarsıntı
gerçekten olacak, bunun ardından güneşin batıdan doğması olayı meydana
gelecektir. Bunun kıyamete nispet edilmesi bu sarsıntının kıyamet alâmetlerinden
biri olması sebebiyledir.
"...
büyük bir şeydir." insanları rahatsız eden dehşetli bir olaydır. Bu bir
çeşit ceza ve azaptır. İnsanların bu dehşetli olayı akıllarıyla tasavvur
etmeleri ve bundan emniyete kavuşmanın takva elbisesine bürünmekle olacağını
bilmeleri için insanların kıyametin fecaatinden korkmalarını emretti.
"Onu"
o sarsıntıyı "gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği çocuğundan
geçer" onu unutur. Bu sarsıntı emzikli kadına çocuğunu unutturur. Zühul,
keder, acı ve benzeri aniden meydana gelen bir olay sebebiyle dehşete kapılıp
bir şeyi unutma demektir. Burada maksat kıyametin dehşetini tasvir etmek ve
insanın en sevdiği şeyle ilgisini keseceğine işaret etmektir.
"Her
hamile kadın" karnındaki "çocuğunu düşürür. Sen insanları sarhoş
görürsün." Şiddetli korku sebebiyle sanki onlar sarhoş gibidirler. Halbuki
gerçekte "Aslında onlar sarhoş değildirler. Fakat Allah'ın azabı
şiddetlidir." Yani o azabın dehşeti onları perişan eder, akıllarını ve
temyiz gücünü giderir, dolayısıyla onlar bu azaptan korkarlar.
"İnsanlardan
öylesi vardır ki bilgisizce Allah hakkında mücadele eder," "Melekler
Allah'ın kızlarıdır," "Kur'an ilklerin masallarıdır" der. Öldükten
sonra dirilmeyi ve toprak olmuş kemiklerin tekrar yaratılmasını inkâr eder. Bu
mücadelesinde ve bütün hallerinde inatçı, fesatçı "her azgın şeytanın
ardına düşer."
Onun
hakkında "Şeytan hakkında yazılmıştır ki: "kim şeytanı dost edinirse"
ona uyarsa, "şeytan o kimseyi saptırır." Yani kendisini dost edinen
kimseyi saptırması onun üzerine takdir edilmiştir. Zira o bunun üzerine
yaratılmıştır. "Ve onu cehennem azabına sürükler" onu cehenneme davet
eder. Cehenneme götürecek amellere sevkeder.
[6]
"Ey
insanlar!.", "Onu gördüğünüz zaman..." 1. ve 2. ayetlerin nüzul
sebebi: Bu iki ayet Benî Mustalık Gazvesi'nde geceleyin nazil olmuş,
peygamberimiz (s. a.) de bu ayetleri ashabına okumuştu. Rasulullah (s. a.) bu
geceden başka bir gecede bu kadar çok ağlar halde görülmemişti. İnsanlar ise ya
ağlıyorlar ya da oturmuş düşünceli ve mahzun bir halde idiler.
"İnsanlardan
öylesi vardı ki..." 3. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, İbn Ebî Hatim
anlatıyor: Ebu Malik "İnsanlardan öylesi vardır ki bilgisizce Allah hakkında
mücadele eder." ayeti hakkında şöyle demiştir: Bu ayet Nadr b. Haris
hakkında nazil olmuştur.
[7]
Allah
kullarına takvayı emrediyor ve onlara kıyametin dehşeti, sarsıntıları ve
ahiretin durumları hakkında karşılaşacaklarını bildiriyor ve şöyle buyuruyor:
"Ey
insanlar! Rabbinizden korkun. Zira kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.
" Ey âdemoğulları! Rabbinize itaat etmek ve O'na isyan etmemek suretiyle
O'nun
cezasından sakının. Zira kıyametin sarsıntısı yahut insanlar kabirlerinden
kalkmadan önce kıyamet koptuğu zamanki şiddetli hareket çok korkunçtur.
Meydana gelmesi çok dehşetlidir.
Buna
şu ayetler de delildir: "Yeryüzü kendisinden gelen şiddetli bir sarsıntı
ile zelzeleye uğratıldığı zaman ve yeryüzü bütün ağırlıklarını çıkardığı
zaman..." (Zilzal, 99/1-2);
"Yerle
dağlar yerlerinden kaldırılıp da birbirine bir çarpma ile hepsi toz haline
geldiği zaman..." (Hakka, 69-14-15);
"Yeryüzünün
bir sarsıntı ile sarsıldığı, dağların didik didik parçalandığı, hepsinin
dağılıp toz haline geldiği zaman..." (Vakıa, 56/4-6).
Bu
günün özellikleri şunlardır:
1- "O sarsıntıyı gördüğünüz zaman her emzikli kadın emzirdiği
çocuğunu unutur." O gün o sarsıntı sebebiyle emzikli kadın bebeğini
unutur. Ayette geçen "el-murdıa" kelimesi çocuğunu emziren, çocuğuna
meme veren kadın demektir, "el-murdı"' ise emzirmeye hazırlıklı olan
yahut emzirmese bile emzirme durumunda olan demektir. "Emzirdiği
çocuğunu" ya da emzirmeyi "unutur".
2- "Her hamile kadın çocuğunu düşürür." Dehşetin, korkunun
şiddeti sebebiyle hamile kadın karnındaki yavrusunu düşürür.
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Emzikli kadın çocuğunu emzirmekten gafil kalır, hamile kadın
karnındaki çocuğunu vakti tamam olmadan düşürür.
3- "Sen insanları sarhoş görürsün." İnsanları korkudan dolayı
sarhoş gibi görürsün. Onlar gerçekte ve hakikatte içki içip sarhoş olmuş
değildirler. Fakat şiddetli azap onların akıllarını ve ayırd etme gücünü
kaybettirir.
Bu
şiddetli uyarıya rağmen bazı insanlar öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar
ve bilgisizce Allah katında mücadele ediyorlar. İnsanlardan bir kısmı Allah'ın
sıfatları ve fiilleri hakkında, öldükten sonra dirilmeye ve başka hususlara
kadir oluşu hakkında doğru bir bilgi olmaksızın ve doğru bir akıl olmaksızın
tartışırlar. Bu batıl yoldaki mücadelesinde azgın ve inatçı şeytanın izlerine
uyar. O hak yolda mücadele etmez, sadece batıl yolda mücadele eder.
Daha
önce de beyan edildiği gibi denilmiştir ki: Bu ayet Nadr b. Haris hakkında
nazil olmuştur. Nadr mücadeleci bir kimse idi. Nadr:
-
Melekler Allah'ın kızlarıdır. Kur'an öncekilerin masallarıdır. Allah çürümüş ve
toprak olmuş insanları diriltmeye, kadir değildir, diyordu.
Bu
ayet -Keşşafta denildiği gibi- Allah için caiz olmayan hususlarda, caiz olmayan
sıfat ve fiillerde hiçbir ilme müracaat etmeden, hiçbir hüccete ve doğru
burhana uymadan mücadele eden, ne yaptığını bilmeyen, hakla batılı ayırd
edemeyen herkes hakkında umumidir.
Ayet
mefhumu itibariyle haklı mücadelenin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Haklı
mücadele bilerek ilimle yapılan ve "Onlarla güzel bir şekilde mücadele
et." (Nahl, 16/125) ayetinde murad olunan mücadeledir.
Batıl
mücadele ise "Sana ancak mücadele ile vurdular." (Zuhruf, 43/58)
ayetiyle murad edilen mücadeledir.
"O
kendi üzerine şunu takdir etti ki: Kim şeytanı dost edinirse onu (hak yoldan)
saptıruçaktır..." Cenab-ı Hak şeytana uyan, onu kendisine dost ve yardımcı
kılan herkesi dalâlete düşüreceğine ve o kimsenin şeytanı dost edinmesini,
kendisine cennet yolundan sapmak, ateşe yönelmek ve cehenneme ulaşmaktan başka
fayda vermeyeceğine karar verdi.
Kastedilen
mana şudur: Şeytana uymak dünyada sapıklığa, ahirette ise cehennem azabına
götürür. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Şeytana uyan kimse için şeytanın
o kimseyi cennetten sapıtacağı, onu cehenneme sürükleyeceği kararlaştırılmıştır.
Bu ayet şeytana tabi olanlara bir tehdit niteliğindedir.
[8]
Bu
ayetler şu hususları ifade etmektedir:
1- Son derece tehlikeli kıyamet gününün dehşetinden sakınmak için, takva
yani ilâhî emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmak duygusu ile bezenmenin
vacip oluşu.
2-
Kıyametin kopması ve kıyametin
nefse tesiri pek şiddetlidir. Hatta kıyamet sarsıntısı şefkat dolu anneye
emzikli çocuğunu unutturur, anne karnındaki cenini düşürür ve bütün insanları
gerçekte içkiden dolayı sarhoş olmadıkları halde şiddetli korku sebebiyle
sarhoş gibi kılar.
3- Allah'a şirk koşan kimse Allah'ın sıfatları ve fiillerinde öldükten
sonra diriltmeye, öldürdükten sonra can vermeye kadir olması hususunda batıl
yolla ve doğru olmayan bir bilgi ile mücadele eder. O bu mücadelede inatçı
şeytanlara uyar. Kim de şeytanlara uyarsa ve onları dost edinirse şeytanlar
onu şaşkınlığa ve cehennemde sapıklığa düşürürler. Elinden tutup ahirette
cehennem azabına götürürler. Bu da bilgisizlik üzerine kurulan batıl
mücadelelerin haram olduğuna, Allah'ın şeytanın adımlarına uymaktan
sakındırdığına delâlet etmektedir.
Hak
yolda mücadeleye gelince, bu mücadele ilim üzerine kuruludur. Bu da caizdir,
yasak değildir.
[9]
5-
Ey insanlar! Eğer dirilmekten şüphe ediyorsanız (şunu iyi bilin ki) biz sizin
aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan,
sonra da belirsiz bir vakte kadar rahimlerde tutuyor, sonra da sizi bebek
olarak dünyaya getiriyoruz. Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz.
Kiminiz ölüyor, kiminiz (kemale erip) hayatın en kötü devresine ulaşıyor. Artık
bilgi durumundan sonra (hiçbir şeyi) idrak edemez oluyor. Sen yeryüzünü
kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer,
kabarır, her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirir.
6-
Bundan dolayı Allah haktır, ölüleri O diriltecektir. O her şeye kadirdir.
7-
Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır. Allah kabirlerde olanları diriltecektir.
"...
harekete geçer ve uyanır" ifadesi istiare-i tebeiyyedir. Burada yeryüzü
uyuyan kimseye benzetilmiştir. Yeryüzü, üzerine yağmur yağmasıyla harekete
geçer.
[10]
"Ey
insanlar!" Ey Mekkeliler ve onların durumunda olanlar. "Eğer tekrar
dirilmekten" onun mümkün olduğundan ve ona güç getirileceğinden
"şüphe ediyorsanız" şunu iyi bilin ki, "sizi" babanız
Âdem'i ve meniyi meydana getiren gıda maddelerini "topraktan
yarattık." Yani yaratılışınızın başlangıcına ve aslınız Hz. Adem'e bakın
ki bu durum sizin şüphenizi izah etsin. "Sonra onun neslini nutfeden"
meniden "yarattık." Meni azlığı sebebiyle nutfe adıyla adlandırılmıştır.
Nutfe "natf' kelimesinden alınmıştır. Natf dökülme ve damlama demektir.
Sonra da pıhtılaşmış kandan sonra da belli belirsiz yaratılış şekilleri verilmiş
ya da henüz şekil verilmemiş hiçbir noksanlık veya ayıp olmaksızın gayet
düzgün, yaratılışı tam yahut eksik olan "bir çiğnem et parçasından
yarattık."
"Böylece"
yaratılıştaki bu tedricî gelişim ile kudretimizin ve hikmetimizin mükemmel
olduğunu "açıklıyoruz." Ve bununla yaratmanın başlangıcı ile tekrar
diriltmeye delil getiriyoruz. Rahimlerde tutmayı "dilediğimizi belli bir
vakte" doğum vaktine "kadar" en azı 6 ay genellikle 9 ay ve en
fazla uzmanların görüşüne göre 1 sene olan hamilelik müddetinin sonuna kadir
"rahimlerde tutuyor, sonra da" annelerinizin karnından "sizi
bebek olarak dünyaya getiriyoruz."
"Daha
sonra siz en güçlü çağınıza eriyorsunuz." Yani sonra size ömür veriyoruz,
böylece kuvvet ve akılda kemale eriyorsunuz. Bu da 30-40 yaşları arasıdır.
"el-Eşedd" kuvvet, akıl ve temyizde mükemmelliktir. Bu kelime
"şiddet" kelimesinin çoğuludur. Zemahşerî diyor ki: Bu kelime
müfredi bulunmayan el-esde, el-katûd ve el-ebatîl kelimeleri gibidir.
"Kiminiz
ölüyor" kemale erişmeden önce can veriyor, "kiminiz de" kemale
erip "hayatın en kötü devresine" ağır yaşlılık ve bunaklık, konuşma
gibi düşük bir seviyeye "ulaşıyor." "Artık bilgi durumundan
sonra hiçbir şeyi idrak edemez oluyor." Çocukluk anlarındaki gibi akıl
geriliği ve anlayış azlığı durumuna dönüyor, bildiğini unutuyor, tanıdığını
tanımaz hale geliyor.
İkrime
"Kur'an okuyan bu duruma düşmez." demiştir. Bu ayet insanın çeşitli
şekillerdeki merhaleler ve birbirine zıt durumlarla karşı karşıya gelmesiyle
öldükten sonra dirilmenin mümkün olacağına ikinci bir delildir. Zira buna kadir
olan bunun benzerlerine de kadir olur.
"Sen
yeryüzünü kupkuru" ölü, bitkisiz "görürsün. Fakat biz oraya su indirdiğimiz
zaman" yeryüzü bitkilerle donanarak "harekete geçer, kabarır"
yükselir, artar, su ve bitki ile şişer "her sınıftan güzel güzel bitkiler
bitirir."
"Bundan
dolayı" yani insanın yaratılışının başlangıcından yeryüzünü ihya
edilmesine kadar zikredilen hususlar sebebiyle "Allah haktır." Bizzat
sabit ve değişmeyen, varlığı hak olan, daimî olandır. Çünkü hak olan Haktır.
"Ölüleri
diriltecektir." Yani O ölüleri diriltmeye kadirdir. Aksi takdirde ölü
nutfeyi ve ölü toprağı ihya etmezdi. "O her şeye kadirdir." Zira
O'nun kudreti bizzat kendindendir. Kim bazı ölüleri diriltmeye kadir ise o
kimse bütün ölüleri diriltmeye kadirdir.
"Kıyamet
hiç şüphesiz kopacaktır. Allah kabirlerde olanları" hilaf kabul etmeyen
vaadinin gereği olarak "diriltecektir."
[11]
Cenab-ı
Hak müşrikler hakkında öldükten sonra dirilme, haşir ve neşir meselesinde
bilgisizce mücadeleyi naklettikten ve bunu yapanları zemmettikten sonra
öldükten sonra dirilmenin varlığına delâlet eden insanın ve bitkinin
yaratılması merhalelerini getirdi.
Burada
birincisi için: "Biz sizi topraktan yarattık" buyurdu. Diğer ayetlerde
ise şöyle buyurdu: "De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecektir."
(Yasin, 36/747; "Onlar "Bizi tekrar kim yaratacakmış."
diyeceklerdir. De ki: Sizi ilk defa yoktan var eden yaratacaktır." (İsra,
17/51).
İkincisi
-bitkilerin yaratılması- hakkında ise: "Sen yeryüzünü kupkuru
görürsim..." buyurmuştur.
[12]
Allah
Tealâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenin tutumunu zikrettikten sonra ilk
defa yaratma şeklinde müşahede ettiği hususların tekrar yaratmaya kadir olduğuna
delil oluşunu zikretti ve şöyle buyurdu:
"Ey
insanlar! Eğer tekrar dirilmekten şüphe ediyorsanız..." Yani ey öldükten
sanra dirilmeyi inkâr eden insanlar, tekrar dirilmenin mümkün olduğundan ve
kıyamet günü bunun olacağından şüphede iseniz yaratılışınızın başlangıcına
bakın. Başlangıcına kadir olan varlık insanın uğradığı şu yedi merhalelerin
delaletiyle tekrar diriltmeye de kadirdir:
1- "Biz sizi topraktan yarattık." Yani sizin aslınız olan
Adem'i topraktan yarattık. Meniyi meydana getiren maddeleri su ve topraktan
oluşan bitkilerden yarattık.
2- "Sonra nutfeden..." Yani sonra topraktan oluşan gıdalardan
meydana gelen meni vasıtasıyla normal doğumlar meydana geldi.
3- "Sonra kan pıhtısından..." Yani sonra nutfe Allah'ın izniyle
40 gün sonra yoğun veya donuk bir kan parçasına yahut kırmızı kan pıhtısına
dönüşür.
4- "Sonra da belirli belirsiz bir çiğnem et parçasından
yarattık." Yani sonra bu kan pıhtısı et parçası olur. Bu et parçası ya
tam bir halde oluşur. Yani şekli, duyguları ve beden azalarının planlaması tam
olur. Ya da tamam-lanamaz ve henüz şekillenmeden önce yahut şekillendikten
sonra kadın onu düşürür. Yahut şekli, duygu organları noksan olarak doğum
meydana gelir.
Razî
diyor ki: "Belli belirsiz bir çiğnem et parçası" ifadesinin insan olacak
kimse için kullanılmış olması gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak ayetin başında:
"Sizi biz yarattık." buyurmaktadır. Bu da "belli belirsiz bir
çiğnem et parçası" ifadesinin düşük çocuk için kullanılma ihtimalini uzak
kılmaktadır.
Kısaca:
"Mukhallaka "kendisinde hiçbir eksiklik ve hiçbir ayıp bulunmayan
yaratılışı tam olan düzgün et parçası "Gayri mukhallaka" ise ayıplı,
kusurlu ve tam olarak yaratılmamış et parçasıdır.
"Size
beyan etmemiz için..." Yani size mükemmel kudretimizi ve hikmetimizi
beyan etmemiz için ve böylece öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna delil
saymanız için sizi bu çeşit bir tedricî şekille yarattık. Zira beşeriyeti önce
topraktan, sonra da ikinci olarak su ile toprak arasında hiçbir uygunluk
olmadığı halde nutfeden (meniden) yaratmaya muktedir olan, aralarındaki açık
farklılığa rağmen nutfeyi de kan pıhtısı haline getiren, daha sonra da kan
pıhtısını et parçası, et parçasını kemik haline getiren başlangıçta olduğu gibi
tekrar yaratmaya muktedirdir. Hatta bu -Zemahşerî'nin dediği gibi- daha da
basittir.
5-
"Sonra da sizi bebek
olarak dünyaya getiriyoruz." Sonra sizi annelerinizin karnından beden,
akıl ve duygulan zayıf yavrular olarak çıkarırız. Sonra her yavru gelişir;
Allah ona yavaş yavaş güç ve kuvvet verir.
6-
"Daha sonra siz en güçlü
çağınıza eriyorsunuz." Bedenî ve aklî gücünüz kemale eriyor, nihayet
gençliğin baharında kemal derecesine ulaşıyorsunuz.
7- "Kiminiz ölüyor, kiminiz de hayatın en kötü devresine
ulaşıyor." Yani sizden bir kısmınız henüz olgunluk çağına erişmeden yahut
gençlik ve kuvvetlilik halinde ölüyor. Bir kısmınız da yaşlılık ve çöküntü,
kuvvet, akıl ve anlayış zayıflığı ve bunaklık yaşına kadar ulaşıyor. Nihayet
eskiden çocuklukta olduğu gibi güçsüz, aklı basit, anlayışı az, bildiği şeyleri
unutmuş hale dönüyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kime uzun ömür
verirsek onu yaratılışta geriletiriz." (Yasin, 36/68).
Kısaca:
Yaratılışın uğradığı bu zikredilen merhaleler ölüm ve diğer durumların insanın
başına gelmesi her şeye kadir ve her şeye hâkim olan, mahlûkatı yoktan var
eden, sonra onları tekrar diriltecek olan, akla ve kıyasa göre tekrar diriltmek
yoktan var etmekten daha basit gelen yaratıcının "Allah'ın"
varlığına kesin bir delildir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah sizi bir güçsüzlükten yaratan, sonra
bu güçsüzlüğün ardından size kuvvet veren, sonra da bu kuvvetin arkasında
tekrar güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O dilediğini yaratır. O herşeyi gayet
iyi bilen ve her şeye kadir olandır." (Rum, 30/54).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğuna insanın
yaratılmasına benzeyen bitkilerin yaratılış şekli ile ikinci delili zikretti.
Şöyle buyurdu:
"Sen
yeryüzünü kupkuru görürsün." Yani ey insan, düşündüğün zaman yeryüzünü
ölü, kuru, çorak ve bitkisiz görürsün. Biz yeryüzüne yağmur suyu ve
benzerlerini yağdırdığımız zaman yeryüzü bitki ile harekete geçer, ölümünden
sonra canlanır. Gittikçe bitkiler artar. Su ve bitkilerle yeryüzü yeşerir,
kabarır, yükselir.
Daha
sonra her çeşit bitki ve ekinlerden gayet güzel, süslü, hoş ve kokulu, güzel
manzaralı, değişik renk, tat, koku, şekil ve yararları bulunan meyve, sebze ve
bitkiler çıkarır. Hiçbir bitkinin yeşermediği kupkuru ve ölü toprağı diriltmeye
kadir olan elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir.
Bu
anlatılanların şu beş sonucu vardır:
1- "Benden dolayı Allah haktır." Size şu beyan ettiğim insan,
hayvan ve bitkilerin yaratılışı, her yaratığın bir halden diğer hale geçişi
Allah'ın hiç şüphe bulunmayan değişmez, engel olunmayan, kaybolmayan,
yaratıcı, yönetici, dilediğini yapan hak varlık oluşu sebebiyledir. Onun
dışındaki bütün yaratıklar güçsüz ve zayıftırlar. Bu belirtilen şeylerden
hiçbirini yapamazlar. Bu da yaratma hususunda tek olan yaratıcının varlığına
delâlet etmektedir.
2- "Ölüleri O diriltecektir. "İnsanı, hayvan ve bitkiyi
dirilttiği ve ölü topraktan canlı bitkileri yeşerttiği gibi ölüleri diriltmeye
kadir olan ilâh da Odur. Bu ifade bu eşyaları meydana getirmekten âciz olmayan
kimse nasıl ölüleri tekrar diriltmekten âciz olabilir? diye bir uyarıdır.:
"Bunları dirilten ölüleri de diriltecektir. Şüphesiz ki O her şeye
kadirdir." (Fussilet, 41/39).
3- "Şüphesiz O her şeye kadirdir." Allah her şeye muktedirdir.
Bu belirtilen hususlarda ve diğer mümkün olan şeylere kadir olan Allah yok
olduktan, çürüdükten sonra cesetleri tekrar diriltmeye kadirdir. Bütün malûmatı
bilmektedir: "De ki: Onları ilk defa yoktan var eden tekrar
diriltecektir. O bütün yaratıkları gayet iyi bilir." (Yasin, 36/79).
4- "Kıyamet hiç şüphesiz kopacaktır." Şunu iyi bilin ki ölüleri
diriltmeye kadir olan kıyamet gününü de getirmeye kadirdir. Kıyamet Allah'ın
size vaad ettiği gibi hiç seksiz şüphesiz mutlaka olacaktır.
Yedinci
ayet, altıncı ayete mana yönünden olmasa da lafız yönünden at-fedilmiştir.
Burada mutlaka bunu tazmin edecek gizli bir fiile ihtiyaç vardır. Bu da
"vel-ya'lemû (bilsinler ki)" fiilidir.
5- "Allah kabirlerde olanları diriltecektir." Şunu yakinen
bilin ki Allah kabir ehlini diriltecektir. Onlar kabirlerinde çürümüş kemikler
olduktan sonra tekrar onları yaratacak, ikinci defa mahşer, hesap, sevap ve
ceza günü için onları var edecektir.
Kısaca;
insan, hayvan ve bitkinin yaratılış merhalelerinin beyan edilmesi Cenab-ı
Hakkın mümkün olan herşeye kadir olduğuna, bütün malûmatı bildiğine delildir.
Bu tekrar diriltmenin mümkün, kıyametin de takdir edilmiş olduğunu ispat
etmektedir.
[13]
Kur'an'ın
indirilmesinin gayesi akide hususunda üç ana esasın ispat edilmesidir:
-
Allah'ın birliği, O'nun kemal sıfatlarıyla tavsif edilmesi ve bütün noksanlıklardan
tenzih edilmesi.
- Öldükten sonra dirilmenin ve uhrevî hayatın
ve bu hayatta bulunan sevap ve azabın ispat edilmesi.
- Olağanüstü mucizelerle vahyin, peygamberlerin
risalet ve nübüvvetlerinin ispat edilmesi.
Bunun
için Kur'an'da ayetler ikinci noktaya delil getirmek için zikredilmiştir.
1- Cenab-ı Hak insan, hayvan ve bitkiyi ölümden ve yokluktan sonra dünyaya
getirmeyle öldükten sonra dirilme, kıyamet ve ölülerin diriltilmesine delil
getirdi.
Kim
insanın aslını topraktan yaratmışsa, sonra da kaynağı topraktan meydana gelen
ve gıda olan sudan yaratmışsa, sonra da onu gözetip en güzel şekilde
yaratmışsa, sonra da tekrar onu güçsüz kılmışsa, bu kimse o insanı tekrar
yaratmaya, var etmeye ve meydana getirmeye kadirdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
"Bir
şeyi dilediği zaman O'nun emri sadece ol demesi ve o şeyin de
oluver-mesidir." (Yasin, 36/82).
Sünnet
yaradılış merhalelerini açıklamıştır. Buharî ve Müslim'in Sadi'lerinde Abdullah
b. Mes'ud'dan (r. a.) nakledilmektedir: Bize Rasulullah (s. a.) anlattı. O
doğru sözlü ve sözü tasdik edilen kişidir. Buyurdu ki:
"Sizden
birinizin anne karnında yaratılışı 40 gündür. Sonra aynı müddet kadar bir
sürede kan pıhtısı olur. Sonra aynı müddet kadar sürede et parçası olur. Sonra
melek gönderilir. Ona ruhu üfler ve dört kelime ile emrolunur. Bunlar rızkının
yazılması, eceli, ameli, şakı veya said oluşudur."
Hadisin
bir başka rivayeti şöyledir: "Sizden birinizin ana karnında yaratılışı 40
gün nutfe, sonra 40 gün kan pıhtısı, daha sonra 40 gün et parçası şeklinde
olur. Sonra melek gönderilir. Melek ona ruhu üfler." Yani ceninin ilk
merhaleleri dört aydır.
İbni
Abbas diyor ki: Dört aydan sonraki on gün içinde ona ruh üflenir. Kocası vefat
eden kadının iddeti de aynı şekilde dört ay on gündür.
Dikkat
edilmelidir ki, yaratma ve tasvir etmenin meleğe nispet edilmesi hakikî değil,
mecazîdir. Üfleme Allah'ın ruhu ve hayatı yaratmasının sebebidir. Yaratma
sadece Allah'ın kudreti ve yaratıcı gücüyledir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizi biz yarattık. Sonra da size şekil
verdik." (Araf, 7/11).
"O
size şekil verdi ve en güzel şekli verdi." (Gafir, 40/64); "Biz sizi
topraktan yarattık." (Hacc, 22/5).
Meni
maddesinin kadının yumurtalıklarıyla buluşması esnasındaki hayat bitkisel ve
hücresel bir hayat olmaktadır.
Alimler
cenine hareket verici ruhun üflenmesinin 120 gün sonra -yani dört ay
tamamlandıktan ve beşinci ay girdikten sonra- olduğunda ihtilâf etmemişlerdir.
Bu
sebeple nutfe Kurtubî nin dediği gibi yakîn olarak hiçbir şey değildir. Rahimde
bir araya gelmeden kadının onu dışarı atmasına dair hiçbir hüküm gerekmez.
Erkeğin sulbünde iken de böyledir. Meni kan pıhtısı haline geçince nutfenin
rahimde istikrar bulduğunu, yerleştiğini ve çocuğun meydana gelmesi
merhalelerinden ilk merhalenin başlamış olduğunu anlamış oluruz. Kan pıhtısı
ve ondan sonraki et parçası durumu hamilelik durumudur. Rahim bu şekilde
temizlenir. İddet bununla biter. O kadına ümm-i veled hükmü sabit olur. Bu İmam
Malik ve ashabının mezhebinin görüşüdür.
Şafiî
diyor ki: Kan pıhtısını düşürmenin hiçbir değeri yoktur. İtibar sadece şekil ve
planlama belirince olur. Yani dört ay önce yaratılan et parçasının atılması
ile olur.[14] İbni Zeyd diyor ki:
Yaratılan et parçası yani başı, elleri ve ayakları yaratılmış olan demektir.
İmam
Malik (r.a.) diyor ki: Kadının karnına vurarak et parçası, kan pıhtısı veya
çocuk olduğunu bildiği bir şeyi atması sebebiyle kadına "gurre"
gerekir.[15]
İmam
Şafiî diyor ki: Çocuğun yaratılışından bir şey belli oluncaya kadar hiç bir şey
gerekmez.
İmam
Malik diyor ki: Cenin düşer ama ağlamazsa "gurre" gerekir. Cenin
düştüğünde ağlarsa İmam Malik ve İmam Şafiî'ye göre buna karşılık tam bir iıyet
gerekir.
Kadı
İsmail kadının iddetinin düşük yapmakla sona erdiğini zikretmiştir. Zira bu da
hamileliğin sona ermesidir.
Cenab-ı
Hak buyuruyor ki: "Hamilelerin müddeti doğumlarının sona ermesiyle
biter." (Talak, 65/4).
İbnü'l-Arabî
diyor ki: Yaratılmış olmadığı müddetçe ceninle ilgili hiçbir îruküm verilmez.
Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz sizi topraktan, aznra
nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra da yaratılmış ve yaratılmamış et
parçasından yarattık. "[16]
2-
İnsanın zikredilen yaradılış
merhalelerinde Allah Tealâ'nın kudretinin nükemmel olduğuna açık bir delil ve
kesin bir beyan yer almaktadır.
İnsanın
bebek olarak doğması sonra gençlik yaşında cesedinin aklının ve kuvvetinin
kemâle ermesi hususundaki Allah'ın gözetimi şükür, takdir ve jîratıcmın hakkını
bilmeyi gerekli kılan bir nimettir.
Sonra
da ihtiyarlığa ve saçmalama olmaksızın yaşlılığa ya da saçmalama ie birlikte
yaşlılara reddetmekte Allah'ın mahlûkatmda mutlak tasarrufuna delâlet eden
ibret ve öğütler vardır.
Nesaî'nin
Sa'dden rivayet ettiği hadis-i şerife göre Peygamberimiz (s. a.) şeyle dua
ediyordu: "Allahım cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım.
Hayatın en rezil durumuna düşürülmekten sana sığınırım. Dünyanın fitnesinden ve
kabir azabından sana sığınırım."
3-
Öldükten sonra dirilmeye en
kuvvetli delil ölü topraktan bitkilerin y&ratılmasıdır. Allah ölü toprağı
yağmur yağdırdığı zaman topraktan, güzel şekilli, güzel renkli, hoş kokulu ve
lezzetli meyve ve sebzeler çıkarır.
4- İnsanın ve bitkinin yaratılması Allah'ın sebebiyle meydana gelir.
Bunun meydana gelmesinin hakiki sebebi O'dur. O olmasaydı bunların varlığı bile
«tmişünülemezdi. Zira Allah haktır, sabittir, vardır. O ölüleri ve takdir
edilenleri diriltmeye kadirdir. O hikmet sahibidir, sözünden asla dönmez. O
kıyameti ve öldükten sünra diriltmeyi vaad etmiştir. O vaad ettiğini mutlaka
yerine getirecektir. O her şeyi bilendir. Yeryüzünün değişik köşelerinde, ya da
denizlerin diplerinde yahut yırtıcı hayvanların karınlarında veyahut herhangi
bir yerde bulunan dağınık insan zerrelerini toplamaya kadirdir.
[17]
8-
İnsanlardan bir kısmı bilgisi, hidayeti ve aydınlatıcı bir kitabı olmaksızın
Allah hakkında tartışma çıkarır.
9-
Allah yolundan saptırmak için bir taraflarını eğip büker (büyüklük taslar).
Dünyada rezillik onadır. Biz ona kıyamet günü yakıcı azabı tattırırız.
10-
Bu senin kendi ellerinle yaptıklarından dolayıdır. Yoksa Allah kullarına karşı
hiç de zalim değildir.
11-
İnsanlardan bir kısmı da Allah'a bir uçurum kenarında ibadet eder. Eğer
kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ gelirse yüz
üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.
12-
O Alah'ı bırakıp kendisine zararı veya faydası dokunmayacak olan şeylere
yalvarır. İşte derin sapıklık budur.
13- O kendisine zararı faydasından daha yakın
olan putlara yalvarır. (Putlar ise) ne kötü dost, ne kötü arkadaştır.
14- Şüphesiz ki Allah iman eden ve sa-lih amel
işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Allah şüphesiz
dilediğini yapar.
"Bir
tarafını eğip bükerek..." ifadesi kibirlenme ve büyüklük taslamaktan
kinayedir.
"Ellerinle
yaptıklarından dolayıdır." ifadesi mecaz-i mürseldir. Çünkü hayrı ve
şerri yapan eldir.
"Allah'a
bir uçurum kenarında ibadet eden kimse" ibaresi istiare-i temsi-liyyedir.
Münafıkların içinde bulundukları dinî yöndeki dengesizlikleri ibadet etmek için
bir uçurum kenarında duran kimsenin durumuna benzetilmektedir.
"Eğer
kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ gelirse yüz
üstü döner." Burada gayet güzel bir mukabele sanatı vardır.
[18]
"İnsanlardan
bir kısmı bilgisi", incelemesi gerçeği öğrenmeye ulaştıran doğru istidlali
"ve aydınlatıcı kitabı" hakkı ortaya koyan vahiy "olmaksızın
Allah hakkında tartışma çıkarır".
"Allah
yolundan saptırmak için" imanı bırakıp böbürlenerek, inkâr edip büyüklük
taslayarak Kur'an'dan yüz çevirerek, boynunu çevirerek"büyüklük taslar.
Dünyada rezillik" azap, horlanma ve zillet "onadır." Meselâ
böyle bir tartışma çıkaran Ebu Cehil, Bedir günü öldürüldü. "Biz ona
kıyamet günü yakıcı azabı" ateşle yakmayı "tattırırız."
"Bu,
senin kendi ellerinle yaptıklarından dolayıdır." Burada başka âzâlar
yerine elleri kelimesi kullanıldı. Çünkü pek çok davranışlar ellerle yapılır.
Burada iltifat yoluyla yahut kavi murad edilerek gelmiştir. Yani kıyamet günü
öyle kimseye: "Bu rezillik ve azaba uğrama işlediğin küfür ve masiyetler
sebebiyledir." denilir. "Yoksa Allah, kullarına karşı hiç de zalim
değildir." Yani Allah hiçbir kimseye zulmedecek değildir. Kullarına
günahsız olarak azap etmez. O onlara amellerine göre karşılık verir.
"Zallâm (çok zulmedici)" kelimesindeki mübalağa kulların çokluğu
sebebiyledir.
"İnsanlardan
bir kısmı da Allah'a bir uçurum kenarında" yani dinin bir yönünde
sebatsız bir şekilde "ibadet eder." Bu teşbihle münafıkların durumu,
bir dağın kenarında dengesiz duran kimsenin durumuna benzetilmektedir. Yahut
bir ordunun kenarında durup zafer hissedince duran, aksi takdirde kaçan
kimsenin durumuna benzetilmektedir. Yani bu kimse ibadet yönünden bir zaaf
içindedir. "Eğer kendisine bir hayır" sağlık, canında ve malında
esenlik "dokunursa bundan huzur duyar. Başına bir belâ" mihnet,
hastalık ve malında musibet "gelirse yüz üstü döner." küfre döner ve
irtidat eder. "Dünyayı da" dünya hakkında ümit ettiği şeyleri
kaybettiği için ve irtidat etmesi sebebiyle dokunulmazlığını kaldırdığı için
dünya malını da küfür ve amellerinin boşa gitmesi sebebiyle "ahireti de
kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." Zira onun gibi hezimet yoktur.
"O
Allah'ı bırakıp kendisine zararı veya faydası dokunmayacak olan şeylere
yalvarır. İşte derin sapıklık budur." Yani bu çeşit dua (ibadet) gayeden
ve haktan uzak derin bir sapıklıktır.
"O
kendisine zararı faydasından daha yakın olana (putlara) yalvarır."
Ayetteki "le-men" zaidedir. Yani diyor ki: Her ne kadar onun hayaline
göre fayda elde edeceğini zannetse de o putlara tapmakla elde ettiği zarar
daha çoktur. Zarar, dünyada öldürülmeye lâyık olmak, ahirette ise azaba
uğramaktır. Fayda ise, şefaat ve putları Allah'a vesile kılmaktır.
"Onlar" yani putlar "ne kötü dost, ne kötü arkadaştır!"
"Şüphesiz
Allah iman eden" farz ve nafile olarak "salih amel işleyenleri
altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Allah şüphesiz" salih tevhid
ehline sevap vermek, kendine itaat edene ikramda bulunmak, müşriki
cezalandırmak ve kendine isyan edeni küçük düşürmek gibi "dilediğini"
her şeyi "yapar."
[19]
"İnsanlardan
bir kısmı Allah hakkında tartışma çıkarır." ayeti Ebu Cehil hakkında
inmiştir. Allah onu dünyada rezillik, zillet ve horlanma ile korkutmuş o da
Bedir günü öldürülmüştür. Yahut yine Bedir günü öldürülen Nadr b. Haris
hakkında inmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu 1. ayette olduğu gibi bu görüştedirler.
"İnsanlardan
bir kısmı da Allah'a dinin bir bölümü ile ibadet eder" 11. ayetin nüzul
sebebi ile ilgili, Buharî, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Adam Medine'ye
geliyor, müslüman oluyordu. Bundan sonra hanımı erkek evlât dünyaya getirir,
atının da yavrusu olursa: "Bu güzel bir dindir." diyordu. Hanımı
erkek evlât dünyaya getirmez, atının yavrusu olmazsa: "Bu kötü bir
dindir." diyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "İnsanlardan bir kısmı
da Allah 'a bir uçurum kenarında ibadet eder." ayetini indirdi.
İbni
Merdüveyh, Atıyye tarikiyle İbni Mes'ud (r.a.)'dan naklediyor: Yahudilerden
biri müslüman oldu. Gözünü, malını ve evladını kaybetti. Bundan dolayı
İslâm'dan uğursuzluk duydu. Ben bu dinimden hayır bulamadım. Gözüm, malım
gitti. Çocuğum öldü, dedi. Bunun üzerine "İnsanlardan bir kısmı da Allah
'a bir uçurum kenarında ibadet eder." ayeti nazil oldu.
[20]
Cenab-ı
Hak daha önce geçen "İnsanlardan bir kısmı Allah hakkında bilgisizce
taştışma çıkarır ve her azgın şeytanın ardına düşer." (Hac, 22/3) ayetinde
küfür ve masıyet ehline ve şeytanlarına tabi olan taklitçi cahillerin durumunu
zikrettikten sonra burada kendilerine tabi olunan küfür ve dalâlet
davetçi-lerinin şer ve bidat reislerinin durumunu anlattı.
Allah'ın
tevhidi hakkında hüccet ve sahih bir burhan olmaksızın bu mücadele ve
tartışmada bulunanların durumunu beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak inançları
istikrara kavuşmamış olan maddî menfaat maksadıyla Medine'ye gelen bedevi
gurubundan imanda dengesiz ve tereddütlü münafıkların durumunu açıkladı.
Münafıkların
ibadet durumu ile mabudları olan putların durumu açıklandıktan sonra Allah
Tealâ müminlerin ibadet şeklini ve onların ibadet ettikleri Cenab-ı Hakk'ın
vasfını beyan etti. Birincinin (münafıkların) ibadeti hatadır, doğru değildir.
Taptıkları putlar da ne zarar verebilir, ne de faydaları dokunabilir.
Müminlerin ibadetleri ise hak ve hakikattir. Onların mabudu kendilerine en
büyük mükâfat olan cenneti veriyor.
[21]
Bu
ayetler "İnsanlardan bir kısmı Allah hakkında bilgisizce tartışma çıkarır
ve her azgın şeytanın ardına düşer." ayetinde sözü geçen taklitçi,
bilgisiz, sapık gurubun durumunu beyan ettikten sonra üç gurup insanın durumunu
beyan etmektedir:
Buradaki
birinci gurup dalâlet davetçileri, küfür ve bid'at reisleridir. Ce-nab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "İnsanlardan bir kısmı bilgisi, hidayeti ve aydınlatıcı
bir kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışma çıkarır."
Yani
bazı kimseler Allah'ın tevhidi, fiilleri ve sıfatları hakkında doğru bir akıl,
açık bir nakil olmaksızın; sadece mücerret görüş ve nefsî arzuyla mücadele
etmektedirler.
"Allah
'in yolundan saptırmak için bir taraflarını eğip büker." Yani hakka davet
edildiğinde kibirlendiği için kabul etmez ve onunla mücadele eder. Nitekim
Cenab-ı Hak Lokman'm oğluna söylediği sözü nakleder: "İnsanlara yanağını
çevirme." (Lokman, 31/18). Yani insanlara karşı kibirlenip onlardan yüz
çevirme.
Bu
çeşit kimsenin hedefi ve akıbeti müminleri kendileri için en hayırlı yol olan
Allah'ın dininden uzaklaştırmaktır, "li-yudüle" kelimesindeki lâm ya
lâ-mu'1-akıbettir; çünkü bunu kastetmemektedir. Yani, nihayet bu çeşit kimsenin
sonu Allah'ın yolundan sapan kimselerden olmaktır. Yahut bu "lâm"
lâmü't-ta'lildir. Yani sebep bildiren lamdır. Zemahşerî diyor ki: Bu, mücadele
etmesinin, tartışma çıkarmasının sebebini bildirmektedir. Onun mücadelesi
dalâlete sebep olunca sanki dalâlet onun asıl amacı olmaktadır:
Bundan
sonra Cenab-ı Hak bu çeşit kimsenin cezasını belirterek şöyle buyurdu:
"Dünyada
rezillik onadır. Biz ona kıyamet günü yakıcı azabı tattırırız." Yani onun
dünyadaki azabı rezil, rüsvay olmak, horlanmak ve zillete uğramaktır. Meselâ bu
durumda olan Ebu Cehil, Bedir'de öldürüldü. Ahirette ise yakıcı cezası cehennem
azabına maruz kalmak yahut ateşte yakılmaktır.
"Bu
senin kendi ellerinle yaptıklarından dolayıdır. Yoksa Allah kullarına karşı hiç
de zalim değildir." Onun uğradığı dünya rezilliği ve ahiret azabı işlediği
küfür ve masıyetlerdir. Allah facirlere ceza verme ve salihlere mükâfat verme
hususundaki adaleti gereği ona bu şekilde muamelede bulunacaktır. Çünkü Allah
kullarına zulmetmez.
Yahut
bu kimseye azarlama ve tehdit olarak şöyle denilecektir: "Tutun onu.
Sürükleyerek ta cehennemin ortasına götürün. Sonra tepesinin üstüne o kaynar su
azabından dökün. Tat bakalım. Çünkü sen çok ulu, çok değerli bir kişisin.
Şüphesiz ki bu şüphe duyduğunuz bir şeydir." (Duhan, 44/47-50).Adalet
ayetinin benzeri de şudur: "Bu, kötülük edenleri yaptıklarına karşılık
cezalandırması, güzel amel işleyenlere de daha güzeliyle mükâfat vermesi
içindir." (Necm, 53/31).
Kısaca:
Bu ceza haktır, küfür ve büyük günah işleme sebebiyle adalettir.
İkinci
gurup ise bedbaht olan dalâlet ehlidir. Onlar şüphe, nifak, çıkar ve maddî
menfaat peşinde olanlardır. Onlar: "Allah'a bir uçurum kenarında ibadet
eder." Yani insanlardan bazıları Allah'a şüphe içinde ve dinin bir
tarafıyla ibadet eder, kalbiyle ibadet etmezler. Tıpkı bir vadinin kıyısında
duran yahut yenilgiyi hissettiği anda kaçmak için ordunun bir kenarında duran
kimse gibi onun imanı tereddütlüdür, kalbi mutmain değildir. Bu dine güveni
yoktur, niyeti de sadık değil, ibadette samimi ve ihlâslı değildir. Bunlar
münafıklardan bir guruptur.
"Eğer
kendisine bir hayır dokunursa bundan huzur duyar..." Yani İslâm'a girince
kendisine ganimet, mal, hayvanlarının yavrulaması ve evlât sahibi olması gibi
maddi bir hayır gelirse bu dinden razı olur, gönlü huzura erer. Eğer hastalık
isabet eder, hanımı evlât sahibi olmaz, hayvanları yavrulamazsa yani mal ve
canda eksiklik hissederse, yahut gelirlerde ve mahsulâtta azalma ve yok olma
hissederse irtidat eder ve kâfir olur. İşte bu münafıklığın ta kendisidir.
"Dünyayı
da ahireti de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur." Bu kimse hem dünyayı hem
ahireti kaybetmiştir. Ne dünyanın izzet, şeref ve ganimetini elde eder, ne de
ahiretin sevabından istifade edebilir. Çünkü bu kimse Yüce Allah'ı inkâr
etmiştir. Bu kimse ahirette son derece perişanlık ve horlanma içerisinde
bulunacaktır. İşte bu hiç benzeri bulunmayan gayet açık bir kayıptır, yahut bu
çok büyük bir yenilgi, büyük bir zarardır.
Bu
zararın ve kaybın büyüklüğünü tekit etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "O Allah'ı bırakıp kendisine zararı veya faydası dokunmayacak
olan şeylere yalvarır." Yani Allah'tan başka putlar ve diğer şirk koşulan
sahte tanrılara tapar, onlardan medet bekler, yardım ister ve rızık talep eder.
Bu putlar kendilerine tapmazsa zarar veremezler, taparsa da ahirette hiçbir yaran
dokunmaz.
"İşte
derin sapıklık budur." Yani bu irtidat ve bu putlara tapınma dalâlete
derinliğine batma ve doğru yoldan çok uzaklaşmadır.
Cenab-ı
Hak daha sonra bu hususu bir defa daha te'kit ederek şöyle buyurdu: "O
kendisine zararı faydasından daha yakın olan putlara yalvarır. (Putlar ise) ne
kötü yardımcı, ne fena arkadaştır!" Yani o kimse kendisine ahiretten önce
dünyadaki zararı daha yakın olan putlara yalvarır. Ahirette ise zararı
muhakkaktır, kesindir. O ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır! Yahut kâfir
kendisini cehenneme sokan putlara tapmakla zarar ettiğini iyice anlayınca: Bu
putlar ne kötü dost, ne kötü yardımcıdır! Ne kötü arkadaş ve ne kötü yakındır!
der.
Üçüncü
gurup ise kalpleriyle iman edip imanlarını fiilleriyle tasdik eden mes'ut ve muttaki
kişilerdir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz
ki Allah iman eden ve salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan
cennetlere koyar." Yani Allah Tealâ imanlarında samimî olan, salih
ameller, ibadet ve taatler işleyen, haramları terk eden kişileri ağaçları altından
ırmaklar akan cennet bahçelerine sokmakla mükâfatlandırır.
"Allah
şüphesiz" taat ehline ikram edip sevap vermek, masiyet ehlini küçük
düşürmek ve lütfundan mahrum etmek gibi "dilediği her şeyi yapar."
Her şeyi muradına ve mutlak iradesine uygun olarak yapar. O'nun kazasını reddedecek
ve hükmünü engeleyecek hiçbir güç yoktur. Müminleri cennete, kâfirleri de
cehenneme koyar.
[22]
Bu
ayetler şu hususları ifade etmektedir:
1- Nadr b. Haris hakkında tekrar ayetler inmesi: Nadr'ın, daha önce geçen
ayette (Hac 22/3) öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiği bildirilmekte, bu
ayette (Hac, 22/8) ise peygamberliği ve Kur'an'ın Allah tarafından
indirildiğini inkâr ettiği bildirilmektedir. Onun hakkında on küsur ayet nazil
olduğu da söylenmiştir.
Nadr'ın
sözlerinden biri: "Melekler Allah'ın kızlarıdır." sözüdür. Bu, Allah
Tealâ hakkında bir mücadeledir. Burada ise Onun Kur'an'dan ve haktan yüz
çevirdiği, büyüklük taslayarak ve kibirlenerek şımarık bir eda ile boynunu çevirdiği
şeklinde tavsif edilmiştir. Onun sonu mücadele etme ve Allah Tealâ'nm dininden
saptırma olmuştur.
Dünyadaki
cezası kıyamete kadar müminlerin dilinde çirkin bir hatıra ile anılması
şeklinde bir zillet ve horlanmadır. Bedir günü öldürülmüştür. Ahiret-te ise
küfür ve masıyete uygun olarak cehennem ateşine girer. Rabbin hiç kimseye
zulmetmez. Bu ayette Allah Tealâ'nın, babalarının küfrü sebebiyle çocuklara
azap etmeyeceğine delil vardır.
Yine
verilecek cezanın insanın kendi ameli ve davranışı sebebiyle olduğuna delil
vardır. Allah, insanı kendi davranışından başka bir şeyle cezalandırır-sa bu
sırf zulüm olur. Bu da Kur'an'ın nassına (açık ifadesine) aykırıdır.
2- Kalpteki iman ulu dağlar gibi olmalıdır, herhangi bir zararın meydana
gelişinden veya bir menfaatin ortadan kalkmasından etkilenmemelidir.
Mal
ve ganimet gibi maddî menfaatin meydana gelmesini bekleyen, mal ve mahsulâttaki
eksilme gibi maruz kaldıkları musibetlerden üzülen maddeci münafıklar dünyayı
kaybedenlerdir. Onların ganimette ve övgüde hiçbir nasipleri yoktur. Onlar
ahireti de kaybettiler. Ahirette onlara sevap yoktur. Bilâkis irtidat etmeleri
ve küfre dönmeleri sebebiyle onlara daimi ceza vardır.
Küfre
dönen fayda veya zararı dokunmayan putlara, ahirette zararı faydasından çok
olan putlara tapar. Çünkü o ibadetiyle cehenneme girer. Ondan asla fayda elde
etmez.
Yahut
kâfir -müslümanların görüşüne göre- zararı faydasından çok olan putlar için:
"Bu benim mabudum ve tanrımdır. Bu yardım etme hususunda ne kötü bir dosttur.
Ne kötü bir arkadaştır." diyecektir.
3- Allah dilediğine sevap verir, dilediğine azap eder. Allah'ın doğru
vaadi ve lütfü sebebiyle müminlere cennet, daha önce kararlaştırdığı adaleti
sebebiyle kâfirlere de cehennem vardır. Yoksa Rabbin fiili kulun fiili
sebebiyle değildir.
4-
Ayetlerde müşriklerin,
münafıkların ve müminlerin ahiretteki durumları hakkındaki karşılaştırma ne
muazzamdır! Akıllı olan ahiret âleminde tamamen aklanmak için iman safına
yönelen kişidir. Aptal olan, cahil yahut inatçı veya laubali olan bulanık
inançta, onun bozukluğu ve pisliğinde kalan ve adalet gereği cezasını bulan
insandır. Hesapta hiçbir haksızlık yapılmaz.
[23]
15- Kim dünyada da ahirette de peygambere
Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa yukarıya bağladığı ipe kendini
asıp sonra ipi kessin (kendini boğsun). Bir düşünün bakalım, bu hilesi
kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?
16- İşte böylece biz onu apaçık ayetler olarak
indirdik. Allah, şüphesiz dilediğini doğru yola eriştirir.
"Kim
dünyada da ahirette de peygambere Allah'ın asla yardım etmeyeceğini
sanıyorsa..." Yani Allah peygamberine dünya ve ahirette mutlaka yardım
edecektir. Kim bunun hilafını zannediyor yahut öfkesinden dolayı Allah'ın peygamberine
yardım etmemesini bekliyorsa..."yukarıya bağladığı ipe kendini asıp, sonra
bu ipi kessin." Yani evinin tavanına bir ip assın ve bu ipi oraya ve
boynuna sıkıca bağlasın. Sonra yerden nefeslerini kesmek suretiyle kendini
boğsun. Bundan murad öfkesini yahut telâşını gidermek hususunda gazap veya
öfke ile dolu olan kişinin yapacağı her şeyi yapmak suretiyle bütün gücünü
sarfetsin. Nihayet evinin tavanına bir ip bağlasın ve kendini assın. Bu ifade
intihara davet etmek değildir.
"Bir
düşünün bakalım, bu hilesi kendisini öfkelendiren şeye engel olabilir mi?"
Kendi kendine tasavvur etsin. Acaba Peygamberimize yardım edilmesi hususundaki
bu hilesi onun öfkesini giderebilecek mi? Mana şudur: Bundan duyduğu öfke ile
boğulsun. Bu mutlaka gereklidir.
"İşte
böylece biz" önceki ayetleri indirdiğimiz gibi "onu" yani geriye
kalan Kur'an'ı "apaçık" son derece açık berrak "ayetler olarak
indirdik. Allah, şüphesiz" doğru yola erişmesini "dilediğini doğru
yola eriştirir." Allah kendisini hidayete ulaştırmak istediği kimseleri
hidayete ulaştırmak yahut hidayet üzerinde sabit kılmak için Kur'an'ı bu
şekilde apaçık indirmiştir.
[24]
Cenab-ı
Hak, batıl yolda mücadele eden müşriklerin, münafıkların ve nihayet müminlerin
durumunu beyan ettikten sonra şu iki hususu ortaya koydu.
Dünya
ve ahirette Allah'ın Rasulullah'a (s.a.) yardımda bulunmayacağını zannedenlerin
bu kanaatlerini boşa çıkarmak için, bu konuda mücadele edenlerin ümidini
kırmak için dünya ve ahirette Allah'ın Rasulullah'a (s.a.) yardımda
bulunduğunu, Kur'anı hakkı ve doğruyu gösteren apaçık ayetler olarak indirdiğini,
beyan etti.
[25]
Kim
dünyada Peygamber'e Allah'ın asla yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına
bir ip assın. Sonra onunla kendini boğsun. Sonra da kendi kendine düşünsün ve
tasavvur etsin: Bu yaptığı davranış Allah'ın Rasulüne yardım edilmesinden
dolayı duyduğu öfkesini bakalım yatıştıracak mı? Hayır. Asla!
Ayette
boğulmak "ipi kesmek" olarak adlandırılmıştır. Zira kendini boğan
hayatını kesmektedir. Darağacı kurma şeklindeki davranışı da alaylı bir ifade
olsun diye "hile" olarak adlandırıldı. Çünkü bu davranışıyla
kıskandığı kimseye (Rasulullah'a) değil kendine hile yapmaktadır. Yahut bu
davranışı bir hile gibidir. Zaten bundan başka bir davranış da yapamamaktadır.
Ebu
Cafer en-Nahhas diyor ki: Bu ayet hakkında söylenen en güzel tefsirlerden biri
şudur: Ayetin manası: Kim Allah'ın Hz. Muhammed'e (s.a.) asla yardım
etmeyeceğini zannediyorsa ve kendisinin ona verilen yardımı kesmeye hazırlandığını
söylüyorsa yukarıya ulaşacak bir yol, bir çare arasın. Sonra da hazırlandığı
şekilde ona gelen yardımı kessin. Daha sonra da şöyle bir baksın: Bu hilesi ve
çaresi onun öfkelendiği Allah'ın Rasulüne yaptığı yardımı engelleyebilecek mi?
Bu sözün manası şudur: Bu gibi bir davranışı yapmak suretiyle hile yapamaz ve
çare bulamazsa bu ilâhî yardımı kesmeyi de başaramaz.
Her
iki manaya göre de Yüce Allah mutlaka dinine, kitabına ve Rasulüne hiç şüphesiz
yardım edecektir. Öfkeli kişiler dilediklerini yapsınlar.
"işte
böylece biz Kur'anı apaçık ayetler olarak indirdik." Yani önceki ayetleri
indirdiğimiz gibi biz Kur'an'ın tamamını ibret alacaklar ibret alsınlar diye
manalarına delâleti gayet açık ayetler olarak indirdik.
"Allah
şüphesiz dilediğini doğru yola iletir." Zira Allah iman edeceklerini,
indirdiği kitabına iman etmeye hazır olduklarını gayet iyi bildiği kimseleri
doğru yola iletir ve muvaffak kılar.
[26]
Birinci
ayet Peygamberimiz (s.a.) ile düşmanları arasındaki durumu kesin çizgilerle
ayırmaya delâlet etmektedir.
Allah
Tealâ -hiç şüphesiz- Rasulüne yardım edecek, dinini, kitabını ve davetini
te'yid edecek, düşmanlann hilelerini boşa çıkaracak, tamahlarını kesecek,
hilelerini boyunlarına çevirecektir. Dolayısıyla bundan sonra İslâm davetini
boşa çıkarma ümitleri olmayacaktır:
"Müşrikler
istemeseler de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini doğruluk
rehberi Kur'an ve hak din ile gönderen O'dur." (Saf, 61/9).
"Doğrusu
biz peygamberlerimize ve iman edenlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik
edeceği günde yardım ederiz." (Gafir, 40/51).
Yine
Allah Rasulünü (s.a.) vahyi ile ve insanlar anlasın diye apaçık olarak ona
indirdiği Kur'an ile te'yid edecektir. Bu şekilde "Allah şüphesiz
dilediğini doğru yola iletir."
Kurtubî
diyor ki: Cenab-ı Hak hidayetin varlığını iradesine bağlı kıldı. Zira hidayete
erdiren O'dur, O'ndan başka hidayete erdiren yoktur.
Zemahşerî
ve Beyzavî diyor ki: Zira Allah iman edeceklerini bildiği kimseleri hidayete
erdirir yahut iman edenleri hidayet üzerine sabit kılar.
[27]
17- İman edenler, Yahudiler, Sabiîler,
Hristiyanlar, Mecusiler ve Allah'a şirk koşanlar arasında Allah kıyamet günü
kesin hüküm verecektir. Zira Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir.
18- Göklerde ve yerde olan varlıkların; Güneş,
Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanların; insanların bir çoğunun Allah'a
secde ettiğini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak etmiştir.
Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek kimse yoktur. Şüphesiz Allah
dilediği şeyi yapar.
"Allah'ın
alçalttığı kimse" ve "Onu yükseltebilecek kimse yoktur."
cümleleri arasında tezat sanatı vardır.
[28]
"İman
edenler, Yahudiler, Sabiîler," ki bunlar Yahudi ve Hristiyanlar arasında
bir fırkadır; yahut bunlar meleklere tapan ve Zebur okuyan kimselerdir.
"...Hristiyanlar
ve Mecusiler" Güneş, Ay ve ateşe tapan ve Nur (ışık) ve Zulmet (karanlık)
şeklinde hayır ve şer için birer ilâh bulunduğunu söyliyen-lerdir.
"...
ve Allah'a şirk koşanlar" yani putperestler "arasında" haklıyı
haksızdan ayırıp ortaya çıkarmak için müminler cennete, başkalarının da
cehenneme girmesi için "Allah aralarında kıyamet günü kesin hüküm
verecektir." "Zira Allah" amellerinden "her şeyi hakkıyla
görüp bilendir." müşahede bilgisi ile bilendir. Onunla ilgili her şeyi
gözetendir.
"Göklerde
ve yerlerde olan yaratıkların; Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve
hayvanların," secde ettiğini yani kendisinden istenilen şeye boyun eğdiğini
görmüyor musun? Bu Allah'ın iradesine boyun eğmek ve emre amade olmak
suretiyle secde etmektir. Ayrıca insana mahsus olan kendi cüzi iradesiyle ve
tercihiyle secde etme şekli vardır, "ve insanların bir çoğunun" da
ibadet ve itaat secdesi şeklinde "secde ettiğini görmüyor musun?"
Ayette
geçen "kesir" kelimesi gizli fiilin failidir yahut kendisinden
sonraki mukabili olan cümlenin delâlet ettiği bir mübtedadır. Haberi ise
"Hakka lehüs-sevâb" şeklinde takdir edilen cümledir. Burada
zikredilen "insanların çoğu" namazda secdedeki huşûda çok
bulunmaları sebebiyle müminlerdir.
"İnsanların
birçoğu da azabı hak etmiştir." Onlardan bir çoğuna da azap
kararlaştırılmıştır. Bunlar da kâfirlerdir. Çünkü onlar iman şartıyla Allah'a
secde edip boyun eğmekten imtina etmişlerdir.
"Allah'ın
alçalttığı kimseyi yükseltebilecek kimse yoktur." Yani Allah sonunda
bedbahtlık kazanacağını (kâfir olacağını) bildiği için kimi şakî (bedbaht, kâfir)
kılmışsa ona değer verebilecek, onu mes'ut kılabilecek kimse yoktur. 'Şüphesiz
Allah" küçük düşürmek ve değerli kılmak gibi "dilediği şeyi
yapar."
[29]
Bu
ayetlerle önceki ayetler arasında umumî ve hususî irtibatlar bulunmaktadır.
Umumî
irtibat, Cenab-ı Hakk'm müşriklerin, münafıkların ve müminlerin durumlarını
zikrettikten sonra burada da haklıyı haksızdan ayırt etmek için tepsinin
aralarında hüküm vereceğini beyan etmesidir.
Hususî
irtibat ise, Cenab-ı Hakk'm geçen ayette dilediğini doğru yola eriştireceğini,
kimi doğru yola eriştirmeyeceğini beyan etmesidir.
Bunun
ardından ikinci ayette çeşitli dinlere mensup insanların itilâf etmemeleri
gerektiğini, çünkü bütün âlemlerin Onun hâkimiyet ve kudretine boyun eğdiğini,
isteyerek veya istemeyerek O'nun azametine secde ettiğini beyan etti.
[30]
Yüce
Allah (kıyamet günü) kendisine ve peygamberlerine iman edenler, lahudiler,
Hristiyanlar, Museviler, Allahla birlikte O'ndan başkasına tapan müşrikler gibi
çeşitli din ve inanışların arasında kesin hüküm verecektir. Onla-ıtn aralarında
adaletle hükmedecek, iman edenleri cennete, küfredenleri de cehenneme
sokacaktır. Zira Cenab-ı Hak onların emellerini görmekte, söz ve davranışlarını
tespit etmekte, kalplerini ve kalplerinde gizlediklerini gayet iyi bilmektedir.
"..Allah'a secde ettiğini görmüyor musun?" Her şeyin isteyerek veya
istemeyerek Allah'ın azametine secde ettiğini, Ona boyun eğdiğini bilmiyor musun?
Her şeyin secdesi Ona ait özel bir şekilde olur. Göklerde bulunan varlıklar
yani melekler yeryüzünde bulunan varlıklar; insanlar ve cinler, ulvî alemden
Güneş, Ay ve yıldızlar, süflî alemden ağaçlar ve bütün hayvanlar, sevaba lâyık
pek çok insanlar O'na secde ederler. Yahut Allah'a isteyerek, tercih . ve bu
şekilde ibadet etmek üzere secde ederler. Bundan imtina eden, çekinen ve
böbürlenenlerden pek çoğu da cezayı hak etmişlerdir. Cenab-ı Hak bu varlıkları
açıkça belirtmiştir. Çünkü Allah terk edilip bu varlıklara tapılmıştır.
Cenab-ı
Hak da bu varlıkların yaratıcıya secde ettiklerini, bunların Rablerine itaat
edip emre hazır olduklarını Allah Tealâ'ya boyun eğdiklerini beyan etmiştir.
Allah
kimi alçaltırsa onu şakî, bedbaht kılar. Yahut imana istidadı olmadığı için
kimi küfür ve bedbahtlık ile alçaltırsa hiçbir kimse ondan bu alçaklığı
gideremez, hiçbir kimse onu mesut, bahtiyar, mümin kılamaz. Çünkü bu iş Allah'ın
elindedir. Dilediğini muvaffak kılar, dilediğini rezil eder.
Allah
kulları hakkında "alçaltma ve değer verme gibi hususundan dilediğini
yapar." Onun takdirini geri çevirecek, Onun hükmünü değiştirecek hiçbir
güç yoktur. Bu ayetin benzeri ayetler çoktur. Meselâ: "Onlar Allah'ın
yarattığı eşyanın gölgelerinin Allah'a boyun eğip secde ederek, sağa sola
vurmasını görmezler mi?" (Nahl, 16/48); "Hiçbir şey yoktur ki Allah'ı
teşbih etmesin. Fakat siz onların teşbih etmesini anlayamazsınız."
(İsra,17/44).
İradenin
mutlak olarak Allah için kullanılmasına gelince, İbni Ebi Hati-min Hz. Ali
(r.a) den naklettiği şu hadis bunu açıklamaktadır: Hz. Ali'ye:
-Şurada
bir adam var, "irade" hakkında konuşuyor, dediler Hz. Ali (r.a.):
-Ey
Allah'ın kulu! Allah seni senin dilediğin şekilde mi, kendi dilediği şekilde
mi yarattı? diye sordu. Adam:
-Tabi
kendi dilediği şekilde, diye cevap verdi. Hz. Ali:
-Allah
sana senin dilediğin zaman mı hastalık verir yoksa kendi dilediği zaman mı
hastalık verir? dedi. Adam:
-Tabi
kendi dilediği zaman, dedi. Hz. Ali: Allah sana kendi dilediği zaman mı şifa
verir, yoksa senin dilediğin zaman mı? diye sordu. Adam:
-Tabi
kendi dilediği zaman, diye cevap verdi. Hz. Ali:
-Allah
seni kendi dilediği yere mi koyar, yoksa senin dilediğin yere mi? diye sordu.
Adam:
-
Tabi kendi dilediği yere, diye cevap verdi. Hz.Ali:
- Bundan başka söyleseydin şu gözlerinin bulunduğu
kafanı vururdum, dedi.
[31]
Birinci
ayet Allah Tealâ'nm çeşitli inanç ve dinlere mensup kimseler arasında kesin
hüküm vereceğine işaret etmektedir. Bunlar:
-
Allah ve Resulüne iman eden müminler,
-
Yahudiler (H.z. Musa'nın (a.s.) dinine mensup kimseler),
-
Sabiîler (Yıldızlara tapanlar),
-
Hristiyanlar (H.z. İsa'nın (a.s.) dinine mensup olanlar),
-
Museviler (Alemin iki asıl şeyden, Nur ve zulmetten meydana geldiği kanaatinde
olan ateşperestler).
-
Müşrikler (Putlara tapan Araplar) v.d.
Bu
altı gruptan beşi şeytanın, biri Rahman'mdır. Cenab-ı Hak bunların arasında
hüküm verecektir. Kâfirlere cehennem, müminlere cennet vardır. Şüphesiz ki
Allah Tealâ yaratıkların amellerine, hareketlerine ve sözlerine vakıftır.
İkinci
ayet ise yıldızlar, cansız varlıklar, bitkiler, insanlar ve hayvanlardan
oluşan ulvî ve süflî alemde bulunan bütün varlıkların boyun eğme ve teslimiyet
secdesi içinde bulunduklarını, zayıflık ve kuvvetlilik, sağlık, hastalık,
güzellik-çirkinlik gibi bütün hususları Allah Tealâ'nın tedbir ve tayin ettiğine
boyun eğdiklerini, O'nun azameti, hakimiyeti ve kudretine itaat secdesi ettikleri
kalbin ve aklın gördüğüne, bildiğine delâlet etmektedir.
Müslim,
Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şu hadisini naklediyor: Ademoğlu
secde ayetini okuduğu zaman şeytan ağlayarak ayrılır ve şöyle der :
"Yazık! Ademoğluna secde etmekle emrolundu, o da secde etti. Dolayısıyla
cennet onun oldu. Ben ise secde etmekle emrolundum, imtina ettim. Cehennem de
benimdir."
Kötü
istidatı sebebiyle Allah kimi küfür ve bedbahtlıkla alçaltmışsa hiçbir kimse
onu alçaklıktan kurtaramaz. Kendileri azabı hak etmiş olanları da hiç kimse bu
düşüklükten kurtaramaz, onu şerefli kılamaz.
Kıyamet
gününde sevap ve ceza suretiyle ikram etme ve alçaltına hakkına sahip olan tek
varlık Allah Tealâ'dır. Mutlak iradenin Allah'a ait olduğunu beyan etmekten
murad ise kâfirlerin sonunun cehennem olması, hiçbir kimsenin buna itiraz
edememesidir.
[32]
19-
İşte bu iki gurup, Rableri hakkında münakaşa eden (mümin-kâfir) iki hasım
guruptur. İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir. Başlarının üstünden kaynar
sular dökülür.
20-
Bununla karınlarında olanlar ve derileri eritilir.
21-
Ayrıca onlar için demirden topuzlar vardır.
22-
Onlar ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteseler tekrar oraya
döndürülürler. Yakıcı azabı tadın bakalım!
23- Şüphesiz ki Allah iman edip salih amel
işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar orada altın
bilezikler ve inciler takınırlar. Oradaki elbiseleri de ipektendir.
24- Onlar sözlerin güzelini söylemeye irşad
edilmişlerdir ve sonsuz hamde lâyık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişler-dir.
"Onlara
ateşten elbiseler biçilir." Elbisenin, sahibini kuşattığı gibi cehennem
ateşinin onları kuşatmasından istiaredir.
[33]
"İşte
bu iki gurup" Bu iki guruptan murad, müminler ve kâfirlerdir,
"el-Hasm (hasım)" kelimesi tek kişi için de, gurup için de
kullanılır. "Rableri hakkında "yani O'nun dini hakkında yahut O'nun
zatı ve sıfatları hakkında "münakaşa eden iki hasım guruptur." Hasım
başkasına görüşüyle karşı olan kişidir. Gurup veya zümreler bu şekilde tavsif
edilmişlerdir. Sanki, işte bu iki gurup veya zümre birbirleriyle hasım olan,
çekişen iki guruptur, denilmektedir.
"Onlara
ateşten elbiseler biçilir." Yani giyecekleri elbiseler takdir edilir.
Bundan murad, elbisenin vücudu kuşatması gibi onları kuşatacak olan ateşlerdir.
"Başlarının
üstünden kaynar sular dökülür." Ayette geçen el-hamîm kelimesi,
sıcaklığın son derecesine ulaşmış kaynar su demektir.
"Bununla"
bu kaynar su ile "karınlarında olanlar ve derileri eritilir." Son
derece kaynar olduğu için derilerine tesir ettiği şekilde karınlarında olan organlarına
da tesir eder. Derileri kızartılıp eritildiği gibi bağırsakları da eritilir.
"Ayrıca
onlar için" dövülmeleri için "demirden topuzlar" demir topuzlar
veya kamçılar "vardır."
"Onlar
ne zaman cehennem azabının sıkıntısından," şiddetli üzüntüsünden
kurtulmak "çıkmak isteseler," tekrar topuzlarla "oraya döndürülürler."
Kendilerine: "Yakıcı azabı" yakıcılığın son derecesine varan azabı
"tadın bakalım!" denilir.
"...
Onlar (müminler) orada altın bilezikler ve inciler takınırlar." Ayette geçen
esâvir, esvira kelimesinin çoğuludur. Esvira da sivar kelimesinin çoğuludur.
Yani esavir çoğulun çoğuludur (cem'ul-cem1). Sivar ise kadınların bileklerine
taktıkları altın v.b. halka, bilezik demektir.
Lü'lü',
denizde sadefin içinden çıkartılan parlak, kıymetli taş demektir.
"Oradaki
elbiseleri de ipektendir." Halbuki ipek dünyada erkeklere haramdır.
"Onlar
sözlerin güzelini söylemeye irşad edilmişlerdir." Bu, "Lâ ilahe
illal-~ah" kelime-i tevhididir. Yahut "Bize verdiği vaadinde sâdık
olan Allah'a ham-iolsun." (Zümer, 39/74) şeklindeki sözleridir. Veyahut
cennetliklerin birbirle-~iyle olan konuşmalarıdır.
"Onlar
sonsuz hamde lâyık olan Allah'ın yoluna" övgüye lâyık olan yola ani İslama
veya Cennet yoluna yahut âdâb-ı muaşeret usulüne
"eriştirilmiş-erdir." En doğru mana: Zatı övgüye lâyık olan Allah'ın
yoluna yahut neticesi vgü olan cennet yoluna eriştirilmişlerdir.
[34]
"İşte
bu iki grup..." 19. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Buharı ve Müs-m,
Ebu Zer'den rivayet ediyorlar: Bu ayet Hz. Hamza, Ubeyde ve Hz. Ali ile Vtbe,
Şeybe ve Velid b. Utbe hakkında yani Bedir savaşı başlangıcında müba-rezeye
kalkan iki gurup hakkında nazil olmuştur.
Hakim
de Hz. Ali'nin şu sözünü naklediyor: "Bu ayet bizim hakkımızda Bedir günü
yaptığımız mübareze sebebiyle nazil oldu: İşte bu iki gurup Rableri -akkında
münakaşa eden (mümin-kâftr) iki hasım guruptur..."
Yine
Hakim, Hz. Ali'den (r.a.) yaptığı bir başka rivayette şunu nakleder: Su ayet
Bedir günü mübareze yapan Hz. Hamza, Hz. Ali ve Ubeyde b. Haris ile Utbe b.
Rabia, Şeybe b. Rabia ve Velid b. Utbe hakkında nazil olmuştur.
İbni
Cerir, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Bu ayet müminlere:
- Biz Allah'a sizden daha lâyıkız, kitabımız
daha eskidir, peygamberimiz sizin peygamberinizden daha öncedir, diyen Ehl-i
Kitap ile,
-
Biz Allah'a sizden daha lâyıkız. Biz hem Muhammed'e hem de sizin peygamberinize
iman ettik. Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettik, diyen Müminler
hakkında nazil oldu.
[35]
Altı
gurubu beyan edip bunlar arasında Allah'ın adaletle hüküm vereceğini ifade
ettikten sonra burada bunların iki zümre halinde tasnif edilmesi zikredilmiştir.
-
İman zümresi
-
Küfür zümresi
Daha
sonra da bunların kendi aralarında, en doğru yolda olanın kim olduğu
şeklindeki karşılıklı konuşmaları ve her iki zümrenin nimet veya azap şeklindeki
son durumları anlatıldı.
[36]
Allah
Tealâ, dini, zatı ve sıfatları hakkında münakaşa eden iki tarafın tartışmalarını
haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"İşte
bu iki gurup Rableri hakkında münakaşa eden (mümin-kâfir) iki hasım
guruptur." Yani beyanları daha önce geçen çeşitli din ve inanç mensupları
birbirinden ayrı özelliklere sahip iki ana gurupturlar:
-
Müminler gurubu,
-
Daha önce geçen çeşitli dinlere tabi olan kâfirler gurubu.
Bunlar
Rableri hakkında ve Onun dini hususunda mücadele ve münakaşa ettiler. Her biri
kendisinin hak yol üzerinde olduğuna ve hasmının batıl üzerinde olduğuna
inanıyor, gayretini, davranışını ve düşüncesini bu temel üzerine kuruyordu.
Gerçek
şudur ki bu iki gurubun sonu gayet açıktır. Birinci gurup olan kâfirlerin
cezası şudur: "İnkâr edenlere ateşten elbiseler biçilir." Kâfirleri
cehennem ateşi kıskıvrak kuşatır. Burada azabın şiddetine ve bunların
durumlarının basitliğine işaret olmak üzere, elbisenin sahibini kuşatması gibi
kendilerini kuşatan cehennem ateşinden elbiseler biçilmiş olması misali
verilmektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak başka yerlerde de şöyle buyurur: "Onlara cehennemde ateşten
yatak, üstlerine de (ateşten) örtüler vardır." (A'raf, 7/41);
"Gömlekleri katrandandır. Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/50).
"Başlarının
üstünden kaynar sular dökülür. Bununla karınlarında olanlar ve derileri
eritilir." Yani başlarından aşağıya karınlarındaki bağırsakları eritecek,
derilerini kızartacak derecede kaynamış su dökülür; bu su içlerini dışlarını
yakar.
İbni
Cerir, Tirmizî, Ebî Hatim ve Abd b. Humeyd, Ebu Hureyre'den (r.a.)
Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler. "Kaynar
su-başlarının üzerine dökülür. Beyine sirayet eder. Nihayet karın boşluğuna
varır. Karındaki organları siler süpürür. Sonunda ayaklarına varır. İşte eritme
budur. Sonra vücut eski haline döndürülür."
"Ayrıca
onlar için demirden topuzlar vardır." Yani demirden tokmaklar veya
kırbaçlar vardır. Bunlarla onların yüzlerine, başlarına, azalarına ve vücutlarına
vurulur.
İmam
Ahmed b. Hanbel, Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer bir dağa bu demir topuzlardan
biriyle vurulsa dağ paramparça olur, sonra tekrar eski haline dönerdi. Eğer
cehennem irinlerinden bir kova dünyaya dökülse bütün dünya ehlini pis koku
kaplardı."
"Onlar
ne zaman cehennem azabının sıkıntısından çıkmak isteseler..." Azabın ve
üzüntünün şiddetli olması sebebiyle cehennemden kaçmak istediklerinde tekrar
eski hallerine döndürülürler ve onlara: "Yakıcı azabı, bu cehennemin
yakıcı azabını tadın!" denilir.
Fudayl
b. Iyad diyor ki: Allah'a yemin ederim ki oradan çıkmayı bile düşünemezler.
Çünkü ayakları zincirli, elleri bağlıdır. Fakat alev onları kaldırır, tokmaklar
da tekrar yerlerine döndürür.
"Yakıcı
azabı tadın bakalım!" ifadesinin manası "Onlara: Dünyada yalanlayıp
durduğunuz ateşin azabını tadın! denir." (Secde, 32/20) ayetinde de olduğu
gibi şudur: Onlar hem sözle hem amelî olarak azab edilerek horlanırlar.
Kâfirlerin
kötü durumları ve içinde bulundukları azap, işkence, yakıcı ateş ve zincirler
beyan edildikten sonra Allah Tealâ cennetliklerin güzelliğini anlatarak şöyle
buyurdu:
"Şüphesiz
ki Allah iman edip salih ameller işleyenleri..." yani ibadet ve ta-atte
bulunanları, münkerlerden kaçınanları ağaçlarının, köşklerinin altından,
yanlarından ırmaklar akan yüksek cennetlere koyar, onları istedikleri makamlara
yükseltir.
"Onlar
orada altın bilezikler ve inciler takınırlar." Yani onların takmacak-.an
takılar ellerindeki altın bilezikler olacak yahut incilerle süslenmiş altın bilezikler
olacaktır. İnciler verilir, bu incilerle başlarını, alınlarını süslerler.
Nitekim
Peygamberimiz (s.a.) Buharı ve Müslim'in rivayet ettikleri bir ha-iis-i
şerifte: "Müminin takısı abdest suyunun ulaştığı yere kadardır."
buyurmuştur.
"Oradaki
elbiseleri de ipektendir." Yani cehennemlikler kendileri için biçilen
-ateşten- elbiseleri giyerken cennetlikler de dünyada erkeklere giyilmesi iaram
olan ipek elbiseleri giyerler. Bunu bir başka ayet te'kid etmektedir: "Onarın
oradaki elbiseleri ipektir." (Fatır, 35/33).
"Onlar
sözlerin güzeline irşad edilmişlerdir." Yani güzel söze
eriştirilmiş-.erdir. Bu da kelime-i tevhiddir. Yahut cennete girerken
söyleyecekleri: "Bize verdiği vaadinde duran ve bizi bu yere varis kılan
Allah 'a hamdolsun. Cennette istediğimiz yeri yurt edinebiliyoruz. İyi
amellerde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş! " (Zümer, 39/74). şeklindeki
sözleridir. Yahut meleklerin kendilerine selâm vermeleridir. Bu da başlarına
vurulan, azarlanan ve kendilerine "Yakıcı azabı tadın" denilen
cehennemliklere karşı cennetliklere yapılan bir ikramdır.
"Onlar
sonsuz hamde lâyık olan Allah'ın yoluna eriştirilmişlerdir." Yani övülen
yola yahut verdiği nimetler ve lütuflarına karşılık Rablerine şükredecekleri
yere, yahut süsleriyle ve davranışlarıyla Rablerini razı kılacak güzel bir
çizgiye irşad edilmişlerdir. Daha doğru mana şudur: Bizzat övgüye lâyık olan
Allah'ın yoluna, yahut neticesi övgüye lâyık olan cennet yoluna
eriştirilmişler-dir.
[37]
Ahirette
müminlerin ve kâfirlerin durumu şudur:
Daha
önce zikri geçen beş guruptan biri olan kâfirlere her taraflarını kaplayacak
olan ateşten elbiseler yapılmış, dikilmiştir. Yani ateş onları tam manasıyla
kuşatır, başlarının üzerinden cehennem ateşiyle kaynayan aşırı derecede sıcak
su dökülür. Bu su karınlarındaki bağırsaklarını ve yağlarını eritir, derilerini
kızartıp yakar. Zira deriler erimez. Her şeye lâyık olan husus yapılır. Onlar
demirden ağır topuzlarla dövülür ve sürüklenirler.
Ateş
onları fırlatıp ve içindekileri en yüksek bölüme atıp da onlar ateşten çıkmak
istediklerinde cehennem zebanileri onları topuzlarıyla yerlerine döndürürler
ve onlara: "Yakıcı azabı tadın bakalım!" derler. Tatmak, tadı idrak
edilecek şekilde bir şeye dille temasta bulunmaktır. Burada anlatılmak istenen
acıyı idrak etmeleridir.
Müminlere
gelince, onlara gelecek çeşitli nimetler vardır. Bunlardan biri, altın
bileziklerle süslenmeleri ve taçlarını süsleyecekleri inciler takınmalarıdır.
Kuşeyrî
diyor ki: Burada murad edilen mana bileziklerin incilerle tezyin edilmesidir.
Cennette başka hiçbir karışım bulunmaksızın saf halis inciden yapılmış
bileziklerin bulunması da uzak bir ihtimal değildir. Kurtubî diyor ki: Kur'an'm
zahir ifadesi ve açık nassı da bu manadadır.
Müminlerin
giyecekleri elbiseler ve yararlanacakları yataklar ve örtüler ipektir. Cennet
ipeği dünyadakinden çok çok değerlidir.
Müminler
güzel sözlere irşad olunurlar. İbni Abbas diyor ki: Yani "Lâilâhe
illallah", "el-Hamdülillah" sözlerini kastetmektedir. Nitekim onlar
Allah'ın yoluna da irşad edilmişlerdir. Bu ise dünyada Allah'ın dini olan
İslâm'dır.
Ahirette
sözün güzeli, elhamdülillah'tır. Çünkü müminler yarın: "Bizi buna
eriştiren Allah'a hamdolsun" (A'raf, 7/43); "Bizden üzüntüyü gideren
Allah'a hamdolsun" (Fatır, 35/34) diyeceklerdir. Cennette boş söz ve yalan
yoktur. Bütün söyledikleri güzel sözdür. Onlar cennette Allah'ın yoluna yani
İslâm'a yahut cennetin yoluna irşad edilmişlerdir. Zira cennette Allah'ın
emrine aykırı olan hiçbir şey yoktur. Denilmiştir ki: Güzel söz, Allah
tarafından gelecek güzel müjdelerdir.
İpek
ve altını ziynet olarak kullanmak dünyada erkeklere haram, kadınlara helâldir.
Yemek ve içmek için altın ve gümüş kaplardan yararlanmak ise kadın ve erkek
herkese mutlak olarak haramdır.
Nesaî,
Ebu Hureyre'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet ediyor:
"Kim dünyada ipek giyerse ahirette onu giyemez. Kim dünyada içki içerse
ahirette onu (Cennet şarabını) içemez. Kim altın ve gümüş kaptan yer ve içerse
ahirette ondan içemez." Sonra Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular:
"Bunlar cennet ehlinin elbisesi, cennet ehlinin şarabı ve cennet ehlinin
kaplarıdır."
Bundan
mahrum olmak İbni Ömer'in (r.a.) Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet ettiği şu
hadisin delaletiyle sadece tevbe bulunmadığı durumdadır. "Kim dünyada içki
içer sonra bundan tevbe etmezse ahirette bundan mahrum olur."
Tevbe
meydana gelmezse bu hadisin zahirine göre cennete girse bile bunlar ona haram
olur. Bunun delili de Ebu Davud et-Tayalisî'nin Müsned 'inde Ebu Said el-Hudrî'den
rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Kim dünyada ipek giyerse ahirette
onu giyemez. Cennete girerse bile cennet ehli ipek giyecek o kimse
giyemiyecektir."
İçki
içip de tevbe etmeyen, altın ve gümüş kaplarını kullanıp da tevbe etmeyen de
böyledir. Ancak bu bir ceza değildir. Çünkü cennet ceza yurdu değildir. Orada
hiçbir şekilde ayıplama yoktur.[38]
25-
Şüphesiz inkâr edenlere, mukim misafir bütün insanları kendisinde eşit
kıldığımız Mescid-i Haram'dan ve Allah'ın yolundan alıkoyanlara ve orada
(Mescid-i Haram'da) zulümle haktan sapmaya yeltenen kimseye biz acıklı bir azap
tattıracağız.
Ayette
geçen "el-âkif ve "el-bâd" kelimeleri arasında tezat sanatı
vardır. Zira "el-âkif şehirde oturan (mukim) "el-
bâd"
ise çölde, taşrada oturan demektir.
[39]
"Şüphesiz
inkâr edenlere" orada devamlı ahirette oturan "mukim" ve
badi-yeden gelen "misafir bütün insanları kendisinde" ibadet yeri ve
Hac merasimi yeri olarak "eşit kıldığımız Mescid-i Haram'dan"
Mekke'den "ve Allah yolundan alıkoyanlara" Allah'ın dinini ve O'na
itaat etmeyi engelleyenlere -ki 'es-sadd' engellemek demektir. Fiil sigası bu
engellemenin devamlı oluşunu ifade eder- "ve orada" Mescid-i Haram'da
"zulümle" haksızlıkla, yani hizmetçiyi azarlamak bile olsa yasaklanan
bir şeyi irtikâp etmek suretiyle zulmetmek sebebiyle "haktan
sapmaya" orta yoldan ve doğru yoldan yüz çevirmeye "yeltenen kimseye
biz acıklı bir azap tattıracağız." Yani acıklı bir azabın bir kısmını
bulacaktır.
[40]
İbni
Abbas (r.a.) diyor ki: Bu ayet Ebu Süfyan b. Harb ve adamlarının Hu-deybiye
günü Rasulullah (s.a.) ve ashabını Mescid-i Haram'dan alıkoymaları üzerine
nazil olmuştur. Rasulullah (s.a.) umre ihramına girmiş, onlarla savaşmayı
uygun görmemişti. Sonunda gelecek yıl dönmek üzere sulh yaptılar.
"Orada
(Mescid-i Haram'da) zulümle haktan sapmaya yeltenen kimse..." ayetine
gelince: İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Peygamberimiz
(s.a.) Abdullah b. Üneys'i biri muhacir, diğeri ensardan iki kişiyle seriyye
olarak gönderdi. Bunlar nesep hakkında birbirlerine karşı böbürlendiler. Abdullah
b. Üneys kızdı, ensariyi öldürdü. Sonra da İslâm'dan dönüp Mekke'ye kaçtı. Onun
hakkında bu ayet indi.
[41]
Kâfirler
ve müminlerin varacakları son durumlarını beyan ettikten sonra Allah Tealâ
Beytullah'ın yüce değerini ve kendilerinin Beytullah'm koruyucuları
olduklarını iddia etmelerine rağmen Hac ve Umre menasikini eda etmek için oraya
girilmesine engel olan müşriklerin gayet korkunç bir küfür içinde olduklarını
anlattı.
[42]
Allah'ı
ve Rasulünü inkâr edenler bu inkârcılıklarıyla birlikte Allah'ın yolundan ve
aslında insanlar içinde Mescid-i Haram'a en lâyık olan ve oraya gelmek isteyen
müminleri Mescid-i Haram'dan alıkoymakta, oraya girilmesine engel
olmaktadırlar. Halbuki Allah Tealâ burayı namaz kılmak, ibadet etmek, tavaf
etmek, hac ve umre vazifesini yerine getirmek için bütün insanlara ait kıldı.
Bu hususta insanlardan orada mukim olanlar, badiye halkı (taşradan, çölden
gelen) ve uzaklardan gelen misafir eşittir.
Kim
orta yoldan, hak yoldan saparak herhangi bir kötülüğü yapmak isterse; orada
bunun zulüm ve haksızlık olduğunu bilerek ve kasıtlı olarak büyük günahlardan
bir günaha yeltenirse biz kıyamet günü ona acıklı bir azabı tattıracağız.
Mücahid
diyor ki: Ayette geçen "bi-zulmin" ifadesi "Orada kötü bir amel
işler," demektir. İbni Ebî Hatim diyor ki: Harem bölgesinin
özelliklerinden biri şudur: Orada şerre niyetli, azimli olan kimse, o şerri
işlemese de cezalandırılır.
İbni
Ebî Hatim, Ya'la b. Ümeyye'den Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet ediyor: "Mekke'de yiyeceklerin ihtikârı, haksız rekabet için depolanması
ilhaddır (haddi aşmaktır)."
Bu
bir çeşit zulümdür. Zira bu "ilhad" ve "zulüm" kelimeleri
küfürden küçük günahlara kadar bütün günahları ihtiva etmektedir. Bu yerin çok
muhterem olması sebebiyle Allah Tealâ orada kötülüğe niyet etmeye bile
tehditte bulundu. Kim bir kötülüğe niyet eder, o kötülüğü işlemezse bundan
dolayı hesaba çekilmez. Ama Mekke bundan müstesnadır.
Kısaca:
Ayet bütün günah çeşitlerini içine almaktadır. Harem bölgesinde kötülüğe niyet
edip de bunu işlemeyen kimse de cezalandırılmaktadır.
Nitekim
Allah Tealâ Harem-i bütün insanlara açık bir ibadet yeri kılmıştır. Şehirli
ile bedevi, mukim ile misafir, Mekkeli ile Afakî ayırımı yapılmaksızın bütün
insanlar arzda eşittirler.
[43]
Bu
ayet şu hususlara işaret etmektedir:
1- Mekke Hareminde, Mekkeli olan-olmayan bütün insanlara ibadet hürriyeti
verilmesi: Bu da insanların Beytullah'ta hac yapmasına engel olan kimsenin
inançsızlardan olduğuna işaret etmektedir. Zira Allah, haccın farz oluşunu
hemen bu ayetten sonra zikretmiştir.
2- Mekke'de aşırı giderek ve zulmederek masiyet işleyen yahut orada şerre
niyet eden her kimseye bunu işlemese de kıyamet günü şiddetli, acıklı bir azap
vardır. İnsan Mekke'de niyet ettiği masıyetlerden dolayı onları işlemese de
ceza görecektir.
İmam
Ahmed diyor ki: Abdullah b. Ömer, Abdulah b. Zübeyr'e gelerek şöyle demiştir:
Ey İbni Zübeyr! Allah'ın hareminde ilhada girmekten sakın. Çünkü ben
Rasulullah'tan (s.a.) şu hadisini işittim: "Şüphesiz ki Kureyş'ten bir
adam orada ilhada düşecek (haktan sapacak) olsa, (onun günahları insan ve
cinlerin günahlarıyla tartılsa) bu kişinin günahı ağır gelirdi."
Mekke
evleri hakkında imamların görüşleri:
a) Hanefîler bu ayette Mescid-i Haramdan murad edilen Mekke'dir demişlerdir.
İbni Mace ve Darakutni'nin rivayet ettikleri şu hadisi delil göstererek Mekke
evlerinin satılması ve kiralanmasının caiz olmadığına bu ayeti delil getirmişlerdir.
Alkame b. Nadli diyor ki:
"Rasulullah
(s.a.), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.a.) vefat ettiler. Mekke şehrine o zaman
"Sevaib (terkedilmişyer)" deniyordu." Eve ihtiyacı olan Mekke'de
oturur, ihtiyacı olmayan başkalarını oturturdu.
Abdullah
b. Amr -Abdurrezzak'ın rivayetine göre- şöyle diyordu: "Mekke evlerinin
satılması ve kiraya verilmesi helâl değildir. Kim Mekke evlerinin ücretinden
bir şey yerse ateş yemiş olur."
Yine
Abdürrezzak İbni Cüreyc'in şu sözünü naklediyor: Atâ, Harem bölgesinde
kiralamadan nehyediyordu.
b) İmam Şafiî (r.a.) ise Mekke evlerinin mülk edinilebileceği miras
olabileceği ve kiralanabileceği kanaatine varmıştır. Delili Buharı ve
Müslim'deki Üsa-me b. Zeyd (r.a.) hadisidir: Usame diyor ki:
-
Ya Rasulallah! Yarın Mekke'deki evinde mi kalacaksın, dedim. Peygamberimiz
(s.a.) de:
-
Akîl bize ev mi bıraktı, dedi.
İmam
Ahmed ve Kütüb-i Sitte müelliflerinin yine Üsame'den rivayet ettiklerine göre
Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Kâfir müslümana, müslü-man kâfire
mirasçı olmaz."
Yine
Hz. Ömer'in (r.a.) Safvan b. Ümeyye'den Mekke'de bir ev satın alıp 4.000 dirhem
karşılığı onu cezaevi olarak tahsis ettiği sabit olmuştur.
c) İmam Ahmed Hanbel: Delilleri bir arada cem' edip orta yolu tutarak
şöyle demiştir: Mekke evleri mülk edinilebilir, miras olabilir, ancak
kiralanamaz.
Bu
ihtilâfın kaynağı, Mekke'nin nasıl fethedildiği meselesidir. Mekke Fethi
savaşla mı fethedildi? Böyle fethedildi ise Mekke ganimet malı olur. Fakat
Peygamberimiz (s.a.) Mekke'yi taksim etmedi. Mekke halkına ve onlardan sonra
gelenlere olduğu gibi bıraktı. Tıpkı Hz. Ömer'in (r.a.) Sevadül-Irak arazisinde
yaptığı gibi. Buna göre Mekke evleri satılamaz ve kiralanamaz. Kim buraya daha
önce geldiyse o daha lâyık olur. İmam Malik, İmam Ebu Hanife ve İmam Evzaî bu
görüştedirler.
Yoksa
Mekke'nin fethi barış yoluyla mı olmuştur? İmam Şafiî bu görüştedir. Buna göre
toprakları, evleri sahiplerinin elinde kalır, mülklerinde diledikleri şekilde
tasarrufta bulunurlar.
İmam
Şafiî "ülkelerinden çıkartılanlar..." (Hac, 22/40) ayetini delil
olarak zikretmektedir. Bu ayette ülkeleri kendilerine nispet edilmişlerdir.
Ayrıca
Peygamberimiz (s.a.) Mekke'nin fethi gününde İmam Ahmed ve Müslim'in Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Kim
kapısını kaparsa emniyet içindedir. Kim Ebu Süfyan'ın evine girerse emniyet
içindedir."
Şuna
da dikkat edilmelidir ki, Allah Tealâ hiçbir kimseyi "Masıyete niyet
etmek" sebebiyle muaheze etmemiştir. Ancak Mescid-i Haram "Kim orada
zulümle haktan sapmaya yeltenirse..." beyanının yer aldığı ayet-i
kerimenin delaletiyle, bunun dışındadır.
Çünkü
Mescid-i Haram gönüllerin temizlenme, tevbe etme, arınma, günahlardan tamamen
kurtulma ve Allah'a yönelme yeridir.
[44]
26- Bir zaman biz İbrahim'e Kabe'nin yerini
gösterip şöyle vahyettik: "Bana hiçbir şeyi şirk koşma. Beytimi tavaf
edenler, kıyam edenler, rükû ve secde edenler için temizle.
27-
İnsanlar için de haccı ilân et. Gerek yaya olarak, gerekse uzak yollardan gelen
yorgun binekler üzerinde sana gelsinler.
28-
Böylece onlar kendileri için bir takım faydalı hususları bizzat görsünler.
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine (onları kurban
ederken) belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin, yoksula
ve fakire yedirin.
29- Sonra bedenî kirlerini gidersinler.
Adaklarını yerine getirsinler. Beyt-i Atîk'i (Kabe'yi) tavaf etsinler."
"Amlk",
"atık" ve "sehîk" kelimelerinde bedî ilminde hoş karşılanan
seci yapılmıştır.
[45]
Hatırla
hani "Bir zaman biz İbrahim'e" Kabe'yi bina etmesi için
"Beytin" yani Kabe'nin "yerini gösterip" belirleyip beyan
ettik. Kabe, Hz. Nuh (a.s.) zamanındaki tufandan beri kaldırılmıştı. İbrahim'e
"şöyle vahyettik:"
"...
Beytimi tavaf edenler, kıyam edenler" yahut orada oturanlar "rükû ve
secde edenler" namaz kılanlar "için" her türlü pisliklerden ve
putlardan "temizle."
"İnsanlar
için de haccı ilân et." Davet etmek suretiyle hacca çağır.
"Gerek
yaya olarak" Yani yürüyerek... Ayetteki "ricâlen" râcil
kelimesinin çoğuludur; tacir ve tüccar, kaim ve kıyam kelimeleri gibi;
"gerekse uzak yollardan gelen yorgun binekler" yolculukta yorulmuş ve
zayıflamış arık develer "üzerinde sana gelsinler."
"Böylece
onlar kendileri için" ahiretteki dinî faydalar, ticaret suretiyle dünyevi
faydalar gibi "bir takım faydalı hususları bizzat görsünler"
yaşasınlar.
"Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği" bayram günü ve sonrasında hedy ve kurban
olarak kesilen "hayvanların üzerine belirli günlerde" Zilhic-ce'nin
ilk 10 gününde, yahut Arafe gününde, yahut Kurban Bayramı günleri olan Teşrik
günlerinde "Allah'ın adını ansınlar."
"Siz
de bunlardan" kurban etlerinden "yeyin." Cahiliyet ehlinin âdeti
olan kurban etini yemenin mahzurlu olduğu inancına muhalif olarak Cenab-ı Hak
bunu mubah kıldı. Bu izin nafile ve müstahap olan, adak olmayan kurban hakkındadır.
"Yoksula
ve fakire yedirin." Ayette geçen "el-bais" kelimesi sıkıntı ve
darlık içinde bulunan kimse demektir. Fakir ise muhtaç olandır. Buradaki emir
farz oluşu ifade eder.
"Sonra
bedenî kirlerini gidersinler." Tırnaklarını kesmek, saçlarını kısaltmak
ve koltuk altı kıllarını yolmak gibi temizlik gereklerini yapsınlar. Burada muracf
ecfıfen, saç/an kısaltmak ve tırnakları kesmektir.
"Adaklarını
yerine getirsinler." Haclarında adadıkları hedy ve kurban gibi adaklarını,
borçlarını eda etsinler. "Nezr (adak)" insanın kendine borç kıldığı
-ibadet cinsinden- vacip olan hususlardır.
"Beyt-i
Atık'i" yani Kabe'yi "tavaf etsinler." Yani ihramdan tam
anlamıyla çıkmak için farz olan tavafı yani tavaf-ı ifada'yı yapsınlar. Çünkü
bu tavaf diğer kirleri gidermekle beraber zikredilmiştir. Burada zikredilen
veda tavafıdır da denilmiştir. Atîk, kadim, eski, tarihî demektir. Zira
Beytullah insanların ibadeti için tayin edilen ilk Allah evidir.
[46]
"İnsanlar
için de Hacc'ı ilan et." 27. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İb-ni
Cerir, Mücahid'in şu sözünü naklediyor: müminler hac esnasında bineğe binmiyorlardı.
Allah "Gerek yaya olarak gerekse .... yorgun binekler üzerinde sana
gelsinler." ayetini indirdi. Onlara yanlarına azık almalarını emretti. Hac
yolunda bineğe binmek ve ticaret yapmak hususunda izin verdi.
[47]
Allah
Tealâ müşriklerin Mescid-i Haram'a engel olma tavırlarını zikrettikten sonra
Beytullah'ın değerini beyan etmeyi ve bu davranışlarından dolayı müşrikleri
azarlamayı murad etti. Zira onu bina eden babaları İbrahim (a.s.) idi. İbrahim
(a.s.) tavaf edenler ve namaz kılanlar için Kabe'yi temizlemekle, dinî ve
dünyevî bir takım faydaları elde etmeleri için insanları hacca davet etmekle
emrolunmuştu.
[48]
İnsanlara
şunu hatırlat ey Muhammedi Bir vakit biz İbrahim'e ibadet için müracaat edeceği
bir merci olsun diye Kabe nin yerini göstermiştik, onu irs, ad etmiş ve Kabe'yi
bina etmesi için izin vermiştik.
Vaktin
hatırlatılmasından maksat müşriklerin ibret almaları ve putlara tapmaktan
vazgeçip bir olan gerçek din ve hüküm koyucu Allah'a ibadete yönelmeleri için
bu büyük olayın meydana gelişini hatırlatmaktır.
Burada
ilk gününden itibaren Allah'ın birliği, hiçbir ortağı bulunmayan tek olan
Allah'a ibadet edilmesi üzerine kurulan bir yerde Allah'a şirk koşanlara karşı
tehdit ve azarlama yapılmaktadır.
Yine
bu ayette "Beyt-i Atık" i ilk bina edenin Hz. İbrahim (a.s.)
olduğuna, Kabe'nin Hz. Nuh'tan (a.s.) sonra kaldırılıp izi kaybolduktan sonra
Hz. İbrahim'e (a.s.) kadar bina edilmediğine delil vardır.
Nitekim
Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde Ebu Zer'den (r.a.) şöyle bir hadis
nakledilmektedir:
-
Ya Rasulallah! İlk olarak hangi mescit yapıldı? diye sordum. Peygamberimiz
(s.a.)
-
Mescid-i Haram, dedi.
-
Sonra hangisi? dedim, Efendimiz (s.a.):
-
Beytü'l-Makdis, dedi.
-
Aralarındaki müddet ne kadar? dedim. Efendimiz:
-
40 senedir, dedi.
Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuştur: "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk Allah evi
Mekke'de bulunan mübarek olan ve bütün âlemler için hidayet kaynağı olan
Kâbedir" (Al-i İmran, 3/96); "İbrahim'e ve İsmail'e:, tavaf edenler,
orada oturanlar, rükû ve secde edenler için Beytimi temizleyin, diye
emrettik." (Bakara, 2/125).
"..Bana
hiçbir şeyi şirk koşma..." Yani ona şöyle dedik: Onu sadece benim adıma
bina et. İbadet hususunda benim yaratıklarımdan hiçbir kimseyi bana ortak
koşma. Beytimi şirkten, putlardan, heykellerden ve etrafına atılan her çeşit
pisliklerden temizle. Onu hiçbir ortağı bulunmayan tek olan Allah'a ibadet
edenler için halis eyle. Onu tavaf edenler ibadeti sadece Allah Tealâ'ya ait
kılsınlar. Ondan başka hiçbir yerde bunun gibisi olmasın. Namaz kılıp dua eden
Allah için, rükû edip secde eden Allah için yapsın.
Tavafla
namaz bir arada zikredilmiştir. Çünkü bu iki ibadet sadece Bey-tullah'a
mahsustur. Tavaf Beytullah'm etrafında olur, namaz da Beytullah'a doğru
kılınır.
Ayette
geçen el-kâimûn; namaz kılanlardır. Allah Tealâ burada namazın rükünlerinden en
önemlilerini zikretti. Bunlar da kıyam, rükû ve sücuddur.
"İnsanlar
içinde haccı ilân et." Yani onları sana bina etmeni emrettiğimiz bu beyti
haccetmeye davet ederek çağır. Yaya olarak, yürüyerek ve uzak yoldan gelen arık
yorgun develer, binekler üzerinde gelsinler.
"Ezan
ve te'zîn" namaz için yapılan duyuruya benzer yüksek sesle yapılan
ilândır. Burada murad edilen mana, insanlar içinde Allah'ın kendilerine haccı
farz kıldığını ve onları bunu eda etmeye davet ettiğini ilân etmektir.
Rivayete
göre: Hz. İbrahim (a.s.) haccı ilân etmekle emrolunduğunda:
-
Ya Rabbi! Benim sesim nereye ulaşır? dedi. Cenab-ı Hak: Sen ilân et. Ulaştırmak
bana aittir, buyurdu.
Hz.
İbrahim Halilullah (a.s.) da Ebu Kubeys Dağı'na çıkıp:
- Ey insanlar! Allah size cennette mükâfat
olarak vermek için ve sizi cehennem azabından korumak için bu beytini
haccetmeyi emretti. O halde siz de haccı eda edin, diye nida etti. Bunun
üzerine erkeklerin sulbünde ve kadınların rahminde olanlar: "Lebbeyk
Allahümme Lebbeyk" diye bu davete icabet ettiler.[49]
Bu
harikulade bir mucizedir. Allah Tealâ Hz. İbrahim'in (a.s.) sesini yer ve
gökyüzünün her tarafında bulunanlara ulaştırmaya kadirdir.
Bu
ayet Cenab-ı Hakkın Hz. İbrahim'den (a.s.) haber verdiği ayet gibidir. Nitekim
Hz. İbrahim (a.s.) duasında şöyle demişti: "Allahım! İnsanların kalplerini
onlara meylettir!." (İbrahim, 14/37).
Ehl-i
İslâmdan hiçbir kimse yoktur ki Kabe'yi görmeye ve tavafa hasret duymasın.
İnsanlar her taraftan ve her ülkeden oraya yönelirler.
"Gerek
yaya ve gerekse yorgun binekler üzerinde." ayeti gücü yeten kimsenin yaya
olarak haccetmesinin binekte haccetmekten daha efdal olduğuna delil olarak
getirilebilir. Çünkü ayette yayalar önce zikredilmiştir. Bu da onlara önem
verildiğine, himmetlerinin kuvvetli, azimlerinin şiddetli olduğuna delâlet
eder.
İbni
Abbas diyor ki: Kaybettiğim hiçbir şeye üzülmüyorum. Ancak yaya olarak
haccetmeyi isterdim. Çünkü Allah: "Sana yaya olarak gelsinler." buyuruyor.[50]
Alimlerin
çoğunluğunun görüşü Rasulullah'a (s.a.) uyarak binekle haccetmenin daha efdal
olduğu şeklindedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) mükemmel bir kuvvete sahip
olmakla birlikte binekle haccetmiştir.
Hacıların
gelişi Beytullah'a olduğu halde "Sana gelsinler" ifadesinin kullanılması
Hz. İbrahim'in (a.s.) davetçi olduğuna ve onun bundan sonra da önder olduğuna
işaret etmek içindir. Bu ifade ile Hz. İbrahim'e (a.s.) şeref bahşedilmiştir.
Cenab-ı
Hak daha sonra hacca davet edilmesinin sebep ve hikmetini beyan ederek şöyle
buyurdu:
"Böylece
onlar kendileri için birtakım faydalı hususları bizzat görsünler..." Yani
onlar kendileri için Allah'ın rızasına nail olmak gibi dini yararlara ve kurban,
ticaret gibi dünyevî yararlara ve bu büyük toplantıdaki tanışmaya bizzat şahit
olsunlar diye onları hacca davet et. Bu ifade hacda ticaret yapmanın caiz
olduğuna delildir.
Ayrıca
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği deve, sığır ve koyun gibi hayvanlar
üzerine hamd, şükür tekbir ve teşbih ile sena ederek Allah'ın adını ansınlar.
Bu da belirli günlerde, İmam Malik, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Kurban
bayramının üç veya dört günü, İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî'ye göre
Zilhicce'nin ilk 10 günü Allah'ı zikretmek suretiyle olur.
Allah'ın
adım zikretmek hamd ve şükür manasında ise buradaki "alâ" edatı sebep
bildirmek için kullanılmış olur.
Zemahşerî
Allah'ın adını zikretmenin kurban kesmekten kinaye olduğu görüşündedir. Zira
Ehl-i İslâm kurban kestikleri veya hayvan boğazladıkları zaman Allah'ın adını
mutlaka zikrederler. Buna göre "alâ" edatı istilâ (üzerine)
manasında kullanılmış olmaktadır.
Burada
ayrıca Allah'a kendisiyle yaklaşılacak ibadetlerde asıl maksadın Allah'ın
adının zikredilmesi olduğuna işaret vardır. Bu üslûp şirksiz olarak sadece
Allah'ın zikredilmesinin en büyük maksat olduğunu açıklamak, rızkın verilmesinin
şükrü teşvik etmek için, bu ibadetle Allah'a yaklaşmak için ve infak noktasında
kullara kolaylık olması içindir.
Sonra
Allah Tealâ "mubah" bir emir olarak kurban etlerinden yenmesini emrederek
şöyle buyurdu: "Siz de bunlardan yeyin. Yoksula ve fakire yedirin."
Yani kurbanlar üzerine Allah'ın adını zikredin, etlerinden yeyin, sıkıntı ve
darlığa düşen yoksula, muhtaç fakire yedirin.
Kurbanlardan
yemek zikredildiği gibidir. Çünkü Cahiliyet ehli kurbanlarından yemiyorlardı.
Zemahşerî
diyor ki: Bu emirde fakirlerle eşitlik ve onlara yardımcı olmak, alçak gönüllü
davranmak manası olduğu için bu emrin mendup olması da caizdir. Buradan
hareketle fakihler imkân sahibi kimsenin kurbanından sadece üçte bir miktarını
yemesini müstahap görmüşlerdir.
Sabit
olan rivayete göre Rasulullah (s.a.) hedy kurbanını kestikten sonra her deveden
bir parça etin kesilip pişirilmesini emretti. Kendisi de bundan ye-yip,
çorbasından içti.
İmam
Şafiî'nin mezhebine göre kurban etinden yemek müstehap, yedirmek vaciptir.
Eğer hepsini yedirirse caizdir ve emir yerine getirilmiş olur.
"Siz
de yiyin" ifadesiyle bu kurbanlardan yemenin mubah olduğunu vurgulamak
için 2. şahıs kullanılarak iltifat sanatı yapılmıştır.
Cenab-ı
Hak daha sonra temizliği, adak ve tavafın yerine getirilmesini emrederek şöyle
buyurdu:
"Sonra
bedenî kirlerini gidersinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbeyi tavaf
etsinler."
Bu
üç vacip vücup ifadesiyle emredilmiştir. Yani tırnaklarını kesip saçlarını
traş etmek suretiyle bedenlerindeki kirleri gidersinler. Allah Tealâ'ya yaklaşmak
için ibadet ve taat cinsinden adaklarını yerine getirsinler. Ayette geçen
"nezir", insanın kendi kendine edasını vacip kıldığı adaktır.
Ayrıca
haccın rükünlerinden biri olan farz tavafını (tavaf-ı ifada'yı) yerine
getirsinler. Bir başka tefsire göre burada zikredilen tavaf veda tavafıdır
denilmiştir. Beyt-i atik, kadîm olan beyttir. Yani Kâbe-i Muazzama, ibadet
için tayin edilen en eski, en kadîm Allah evidir.
[51]
Bu
ayetler şu konulara işaret etmektedir:
1- Kâbe-i Müşerrefe'nin yahut Beyt-i Haram'm Allah Tealâ'nın emriyle ve
İbrahim Halil'in eliyle bina edilmesinin iki hedefi vardır:
Birincisi:
Allah Tealâ'nın birliğinin ilân edilmesi ve şirk lekelerinden uzak halisane
tevhidin izhar edilmesi.
İkincisi:
Beytullah'ın bütün put ve heykellerden, pisliklerden, küfür ve bid'at
görüntülerinden ve bütün necaset ve kanlardan temizlenmesi.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Artık murdar putlardan kaçının."
(Hac, 22/30).
Doğru
olan görüşe göre burada ve gelecek ayette hitap Hz. İbrahim aley-hisselâmadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a.) değildir.
2- "İnsanlar için de haccı ilân et." ifadesi haccın farz
olduğunu bildirmektedir. Bu da Hz. İbrahim (a.s.) zamanında da haccın farz
olduğuna delâlet etmektedir. Eğer bu farz oluş aynen kalmış, daha sonraki bir
peygamber zamanında neshedilmemişse bizim şeriatımızdaki hac ile ilgili
emirler bu farzoluşu te'kit etmiş olmaktadır. Eğer bu farz oluş arada
neshedilmiş ise hac "Heyetler Yılı" diye bilinen Hicretin 9. yılında:
"Oraya gitmeye yol bulabilenlerin
(gücü yetenlerin) Beytullah'ı haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir
hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97) ayetiyle bizim üzerimize farz olmuştur.
Hicretin
6. yılında inen "Haccı da Umreyi de Allah için tam yapın." (Bakara,
2/196) ayeti farz kılmakta açık değildir. Zira burada bu iki ibadete başladıktan
sonra tamamlanması vaciptir manasına gelme ihtimali de vardır. Buna göre bu
iki ibadete başlamak farz olmaz.
Peygamberimiz'in
(s.a.) hicretten önce yaptığı iki hac ise nafile olup Hz. İbrahim'in (a.s.)
şeriatı üzere eda edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.) daha sonra hicretin 10.
yılında Veda haccı yapmıştır. Bu hac farz olan İslâm haccı idi.
Peygamberimiz
(s.a.) haccın farz olduğu hicretin 9. yılında hacca teşebbüs etmedi. Çünkü o
zaman henüz nesî' (ayların zamanlarının geciktirildiği) zamanı olup haccın
gerçek vakti değildi. Nihayet Zilhicce ayının ilk on günü yıl içerisindeki
gerçek yerine gelip de istikrar bulacaktı. Peygamberimiz (s.a.) bu günlerin
onuncu yılda gerçek yerine döneceğini gayet iyi biliyordu. Bundan dolayı haccı
Allah'ın insanlara hac yapmasını farz kıldığı gerçek vaktinde yapılmış olsun
diye onuncu yıla bıraktı. Zaman karışık olduğu müddetçe dokuzuncu sene (hac
emiri olarak) hacceden Hz. Ebubekir (r.a.) veya bir başkasının haccında
herhangi bir mahzur yoktu.
Hz.
İbrahim'in (a.s.) Ebu Kubeys Dağı üzerinde haccı ilân edip sesinin bütün
cihanın ufuklarına ulaştırılması mucizedir. Allah, Hz. İbrahim'in (a.s.) sesini
dilediği her yere ulaştırmaya kadirdir.
İbni
Ebî Şeybe, İbni Cerir, İbni Münzir'in, -sahihtir kaydıyla- Hâkim'in ve
Beyhakî'nin Sünen'inde İbni Abbas'tan şu rivayeti nakletmektedirler:
Hz.
İbrahim (a.s.) Beytullah'ın binasını bitirince:
-
Ya Rabbi! Binayı tamamladım, dedi. Cenab-ı Hak:
-
İnsanlar içinde haccı ilân et, buyurdu. Hz. İbrahim: -Benim sesim nereye
ulaşır? dedi. Cenab-ı Hak:
-
Gel, ilân et. Ulaştırmak bana aittir, buyurdu. Hz. İbrahim:
-
Ya Rabbi?.. Nasıl söyliyeyim? diye sordu. Cenab-ı Hak:
-
De ki: "Ey insanlar?.. Allah size Beyt-i Atîk'i haccetmenizi farz
kıldı." Bunun üzerine bunu yer gök ehli duydular. Görmüyor musun ki
dünyanın her köşesinden telbiye getirerek bu sese icabet ediyorlar.
3- "Gerek yaya ve gerekse... yorgun binekler üzerinde sana
gelsinler." ifadesi insanların yaya ve binekle Beyti haccetmeye icabet
etme vaadidir. Bu ayette yaya veya binekli olarak haccetmekten her birinin caiz
olduğuna delil vardır. Bu konuda hiçbir ihtilâf yoktur. İhtilâf bu iki şekilden
hangisinin daha faziletli olduğundadır:
Hacc'da
yürümedeki nefse gelen zorluk sebebiyle, İbni Macenin Sünen'in-de Ebu Said
el-Hudri'den gelen "Peygamberimiz ve ashabı Medine'den Mekke'ye yürüyerek
haccetiler." şeklindeki hadisi ve az önce geçen İbni Abbas hadisi
sebebiyle Malikîlerden bazıları yürüyerek haccetmenin daha faziletli olduğu
görüşündedirler.
Aralarında
İmam Malik'in de bulunduğu cumhur ise Peygamberimiz'e (s.a.) uymak için harcama
fazla olduğundan ve binek hazırlığı yapılmasıyla hac şeârini ta'zim olduğu için
binekle yapılan haccm daha efdal olduğu kanaatine varmışlardır.
Ancak
sadece ayette "yaya yürüyenlerin" önce zikredilmesi efdal olduklarına
delâlet etmez. Çünkü vav'la yapılan atıf, tertibi gerekli kılmaz. Ayrıca yayaların
bineklilerden önce zikredilmesi insanların emre uymakta süratle davranmalarına
işaret etmek içindir. Hatta hacc'da yaya, binekte olanı geçebilecek duruma
gelmektedir.
İmam
Ahmed ve bir gurup alimin mezhebine göre Beyt-i Haramı görünce eller
kaldırılır. Bunun delili İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet edilen Peygamberi-miz'in
(s.a.) şu hadisidir: "Yedi yerde eller kaldırılır: Namaza başlarken,
Beytin karşısında, Safa ve Mervede, Arafat ve Müzdelife vakfelerinde ve iki
cemrede (şeytan taşlarken)."
4- "Böylece onlar kendileri için bir takım menfaatlere şahit
olsunlar." ayeti hacc'da ticaretin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Mücahid
diyor ki: Ayette geçen menfaatler Allah'ı razı kılacak dünya - ahi-ret işleri
ve ticarettir.
"Rabbinin
lütfundan rızık aramanızda bir günah yoktur." (Bakara, 2/198) ayetinin
delaletiyle fakihler hac yolculuğundan asıl maksat ticaret olmadığı müddetçe
hacıların ticaret yapmalarının kerahetsiz olarak caiz olduğunu açık 3İr ifade
ile belirtmişlerdir. Ayette geçen "fadl (lütuf)" kelimesi ihtilafsız
"tica--etf" demektir.
"Bir
takım menfaatler" ibaresi hacc'm hikmetine ve hacc'ın din ve dünyada büyük
yararlar ihtiva ettiği için meşru kılındığına delâlet eder. Bundan dolayı iacc
menasiki zikir, dua ve ibadet hususunda en muazzam Allah korkusu ve ihlâs
manzaralarındandır. Hacc menasiki dünyanın aldatıcı güzelliği ve ziynetinden
sıyrılmaya delâlet eder. Dünyanın geçici arzularına ve basit süslerine
makumamaya davet eder. Ayrıca rahmet, ihsan, adalet, eşitlik ve işbirliğine sebep
olur. Zira insanlar yolculuklarında birbirleriyle yardımlaşır, birbirlerine
lahmetle muamele eder ve bu büyük kongrede birbirleriyle tanışır, eşit olurlar,
Ünreci ile idare edilen, zenginle fakir arasında bir fark kalmaz. Sonra hacc esliden
ve şu anda Hicaz halkının geçim şartlarına yardımcı olmaktadır.
5- Malikîler "Belirli günlerde Allah'ın adını ansınlar."
ayetine binaen medy1 kurbanının geceleyin kesilmesinin caiz olmadığı
görüşündedirler. Çünkü Ctenab-ı Hak kurban kesmeyi zaman zarfıyla geceleri
değil gündüzleri tayin etmiştir. Gerçek olan "gün" kelimesinin hem
gündüz için hem de "gece ve gündüzün toplamı" için kullanıldığıdır.
Malikîlerin dışındakiler de karanlık sebebiyle hata olma ihtimaline binaen gece
kurban kesmenin mekruh olduğu görüşündedir.
Ayette
geçen "belirli günler" İmam Malik, Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre Nahr
günleridir. Bu da bayramın ilk üç günüdür. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî'ye
göre Zilhiccenin ilk 10 günüdür. Bu günler belirli günlerdir. Zira müs-jümanlar
bu günleri tanıyıp değerlendirmeye gayret ederler.
Nahr
(kurban kesme) günleri Hanefiler ve Malikîlere göre üç gündür: Zil-hicce'nin
10. 11. ve 12. günleridir. İmam Şafiîye göre dört gündür: 10. 11. 12. 13.
günlerdir.
Birinci
görüş sahabeden bir gurup tarafından rivayet edilmiştir.
İkinci
görüş Beyhakî'nin Cübeyr b. Mut'imden rivayet ettiği Peygamberi-e'in (s.a.):
"Bütün teşrik günleri Kurban kesme günüdür." şeklindeki
hadisi-delâleti ile sabittir. Bu günler de bayramın ilk dört günüdür. Fakat
İmam Ahmed bu hadisi "zayıf görmektedir.
Bayramın
birinci günü kurban kesme vakti İmam Malik'in görüşüne göre imamın namazından
ve kurbanı kesmesinden sonradır. İmam Ebu Hanife'ye namazı bitirdikten
sonradır. İmamın kurbanını kesmesi beklenmez. İmam Şafiî'ye göre namaz vakti
girdikten ve iki hutbe miktarı bekledikten sonradır.
İbni
Abdilberr diyor ki: Buharî ve Müslimin Bera b. Azib'den (r.a.) rivayet ettiği
Peygamberimiz'in "Kim namazdan önce kurban keserse bu koyun etdir."
hadisine binaen şehir halkından olduğu halde namazdan önce kurbanını kesen
kimsenin kurban kesmemiş sayılacağı hakkında alimler arasında bir ihtilâf
bilmiyorum. (Yani bu konuda görüşbirliğine varmışlardır.)
Badiye
(çöl, taşra) halkına ve imamı olmayanlara gelince: İmam Malik mezhebinin meşhur
kavline göre bu kimseler imamın yahut kendilerine en yakın olan imamın kurban
kesmesini gözetirler. Hanefîler ise şöyle demişlerdir. Fecirden sonra kurban
kesmeleri onlar için yeterlidir.
6- "Siz de bu kurban etinden yeyin." ayetinden, kurban etinden
yemenin mubah olduğu murad edilmektedir. Bu ayet: "İhramdan çıktığınızda
avlanın" (Maide, 5/2) ve "Namazı bitirdiğiniz zaman yeryüzüne
dağdın." (Cum'a, 62/10) ayetleri gibidir.
Yahut
bu ayetten murad mendup ve müstehap oluşudur. Bundan dolayı kişinin hedyinden
ve kurbanından yemesi, çoğunu sadaka olarak dağıtması müstehaptır. Tamamını
sadaka olarak vermesi ve tamamını yemesi de Malikî-lere göre caiz görülmüştür.
Bu durum cahiliyet halkının kurban etini yemeyi mahzurlu görmek âdetlerine
muhaliftir. Ayetin nassı kurban etinden yemeyi mubah saymış yahut fakirlere
yardım kasdıyla bunu mendup görmüştür.
Fakat
kurban etlerinden yemenin caiz oluşu her kurban hakkında genel bir cevaz
değildir. Çünkü ceza kurbanının etinden yemesi sahibine ittifakla caiz
değildir. Nafile kurbanın etinden yemek ise ittifakla caizdir.
Temettü
ve Kıran kurbanına gelince Şafiîler diyor ki: Bu mecburî bir kurbandır (demü
cebr). Bundan dolayı sahibinin bundan yemesi caiz değildir.
Hanefilerin
görüşüne göre bu şükür kurbanıdır. Bu sebeple Hanefîler ayetin zahiri ile amel
ederek bu kurban etinden sahibinin yemesini mubah görmüşlerdir. Zira traş olma
sırası cemerat ve kurbandan sonraya tayin edilmiştir. Bu fiillerin terettüb
ettiği kurban sadece temettü ve kıran kurbanıdır. Zira diğer kurbanları kesmek
bu fiillerden önce de sonra da caizdir. Bu da ayette geçen kurbanın temettü ve
kıran kurbanı olduğuna delâlet etmekledir.
Yine
sabit olduğuna göre Peygamberimiz (s.a.) Veda haccında sevk ettiği kurbanın
etinden yemiştir. Efendimiz (s.a.) alimlerin tercih ettiği görüşe göre kıran
haccı yapmıştı. Kurban etinden zenginlere yedirmek caiz olunca kurbanın
sahibinin de zengin bile olsa yemesi caiz olmaktadır.
İmam
Malik mezhebinin meşhur görüşüne göre kurban sahibi kefaret kurbanlarından üç
kurbanın etinden yiyemez:
-
Avlanma cezası olarak kesilen kurban,
-
Yoksullara ait adak kurbanı,
-
Hastalık sebebiyle kesilen fidye kurbanı. Bunun dışmdakilerden vacip de olsa
nafile de olsa mahalline ulaşınca yiyebilir. Yemesi caiz olmayan kurbandan
yerse -Malikîlerce tercih edilen görüşe göre- yediğinin karşılığını sadaka
olarak verir. Zira sadece eti yemekle haddi aşmıştır. Bir başka görüşe göre, bütün
bir hedy ceza olarak verir.
7- "Yoksula ve fakire yedirin." ayetinin zahiri kurbanlardan
fakirlere yedirmenin vacip olduğu şeklindedir. İmam Şafiî de bu görüştedir.
İmam
Ebu Hanife diyor ki: Bu menduptur, çünkü kurban etidir. Kurbanda kan akıtmakla
ibadet gerçekleşmiş olur, etinden fakirlere yedirmek ise menduptur.
Alimlerin
çoğuna göre kurban ve hedy sahibinin üçte birini sadaka olarak vermesi, üçte
birini yedirmesi, üçte birini de kendisinin ve ev halkının yemesi müstehaptır.
Bu paylaştırma İmam Malik'in mezhebinde sabit olmamıştır.
Cumhurun
görüşüne göre hitap umumî olduğu için mukîmin kurban emrine muhatap olması
gibi seferî de kurban emrine muhataptır. İmam Ebu Hani-fe'ye göre seferî bu
emre muhatap değildir. İmam Malik'e göre seferî olan hacıların Mina'da kurban
kesmeleri istenmez. İmam Malik bu kimselerin üzerine kurban vacip olduğu
görüşünde değildir.
8
Bu konudaki ayetin nassı sadece yeme ve yedirmeye izin verdiği için hedy
kurbanlarından bir şeyin satılması caiz değildir. Ayrıca Buharî ve Müslim'in
Hz. Ali'den (r.a.) rivayet ettiği şu
hadis buna delâlet etmektedir: "Peygamberimiz (s.a.) bana deve kurbanı
önünde durmamı emretti ve şöyle buyurdu: Derilerini, örtülerini v.s ayır,
kurban kesene bundan bir şey verme." dolayısıyla kurbandan bir şey satmak
caiz değildir.
9- "Sonra bedenî kirlerini gidersinler." ayeti halg (saçları
tamamen traş etme) veya taksir (saçları kısaltma) şeklinde yapılan ihramdan
şartlı çıkışın (et-tahallülü'l-esgâr) vacip olduğuna delildir.
10- "Adaklarını yerine getirsinler." ayeti de adağın kurban,
hedy veya başka bir çeşit olsa da yerine getirilmesinin vacip olduğuna delâlet
etmektedir. Bu ifade adağı tam manasıyla yerine getirmek için adak kurbanından
yemenin caiz olmadığına delâlet etmektedir. İhramda iken avlanmanın cezası ve
hastalık fidyesi de böyledir. Zira yapılması istenen bu adağın eti veya başka
bir şeyle ilgili hususların eksik olmaksızın yerine getirilmesidir. Eğer
bundan yerse ona tam bir hedy kurbanı (yahut tercih edilen görüşe göre
yediğinin karşılığını sadaka vermek) gerekir.
Masıyet
adağı yerine getirilmez. Bunun delili İmam Ahmed'in Cabir'den rivayet ettiği:
"Allah'a masıyet olan adak yerine getirilmez." hadisi ile İmam Ahmed
ve Kütüb-i Süte müelliflerinin Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettikleri: "Kim
Allah'a itaat etmeyi adarsa O'na itaat etsin (adağını yerine getirsin). Kim
O'na isyan etmeyi adarsa O'na isyan etmesin (yani bu çeşit adağını yerine getirmesin).
" hadisidir.
11- "Kâbeyi tavaf etsinler." ayeti bu tavafın şart olduğuna
delâlet etmektedir. Bundan murad haccın rükünlerinden biri olan Tavaf-ı
ifadadır. Taberî diyor ki: Bu hususta müfessirler arasında hiçbir ihtilâf
yoktur.
Hacc'da
üç önemli tavaf vardır:
-
Kudüm (ilk geliş) tavafı,
-
Farz tavafı (tavaf-ı ifada),
-
Veda tavafı.
Kudüm
tavafı cumhura göre sünnettir, Malikîlerdeki sahih olan görüşe göre ise
vaciptir. Veda tavafı bunun aksinedir: Malikîlere göre müstahap, cumhura göre
vaciptir.
Tavaf-ı
ifada ise farz olup haccm rüknüdür. "Beyt-i Atîk'i (Kabe'yi) tavaf etsinler.
" ayetine binaen alimlerin ittifakıyla bu tavaf olmadan hac tamamlanmış
olmaz.
[52]
30- İşte kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse
bu Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır. (Kur'anda haram oldukları)
okunanlar dışındaki hayvanlar sizlere helâl kılınmıştır. Artık o murdar
putlardan kaçının. Yalan sözden de kaçının.
31-
Allah'ın muvahhidleri olun. O'na ortak koşanlardan olmayın. Kim Allah'a ortak
koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini kuşlar kapmış veya rüzgâr kendisini
ıssız bir yere sürüklemiş olduğu (kimse) gibidir.
32- İşte kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara
saygı gösterirse şüphesiz ki bu kalplerdeki takvadandır.
33- Bunlardan (kurbanlıklarda) belirli bir
müddete kadar sizin için menfaatler vardır. Sonra varacakları yer Beyt-i Atik
(Kabe civarı) dır.
34- Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği
hayvanlar üzerine (bunları keserken) Allah'ın adını ansınlar diye biz her
ümmet için kurban kesme hükmü koyduk. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O halde
sadece O'na teslim olun. Sen mütevazı ve ihlâslı olanları müjdele.
35- Onlar, Allah anılınca kalpleri titreyen,
uğradıkları musibetlere sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık
olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir.
"Murdar
putlardan kaçının. Yalan sözden kaçının." ifadesinde aynı fiil tekrar
kullanılmak suretiyle te'kit yapılmıştır. Buna ıtnâb denilir. Her bir hükmün tek
başına durumuna itina göstermek için yapılır.
"Kim
Allah'a ortak koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini kuşlar kapmış (kimse)
gibidir." ifadesi teşbih-i temsilidir. Çünkü vech-i şebeh (benzetme yönü)
birden fazla şekilden alınmıştır. "Veya rüzgârın ıssız bir yere sürüklemiş
olduğu kimse gibidir." ifadesi de teşbih-i temsilidir. Atıf harfi olan
"ev" ya "harra" fiiline ya da "fe-tahtafühû"
fiiline atıftır.
[53]
"İşte"
durum böyledir. Bu kelime ve benzerleri iki cümle arasını ayırmak için
kullanılır. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: "Bu böyle... Şüphesiz haddi aşan
azgınlar için de kötü bir akıbet vardır." (Sad, 38/55).
"Kim
Allah'ın yasaklarına" hükümlerine ve çiğnenmesi helâl olmayan diğer
hususlara "saygı gösterirse..." Ta'zinı, şeriatın vazifelerinin vacip
olduğunu bilip gereğiyle amel etmektir. Hurumât (Allah'ın yasakları) hürmet
(yasak) kelimesinin çoğuludur.
f
Zeyd b. Eslem'den rivayet ediliyor: Hurumât beş tanedir: Ka'be-i Haram,
Mescid-i Haram, Beled-i Haram, Şehr-i Haram ve Meş'ar-i Haram. Kelâmcılar
diyorlar ki: Nafileler Allah'ın yasakları muhtevasına girmez.
"Bu,
Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır." Ta'zim (saygı) göstermek
Allah'ın yasaklarını gözetmek ve korumak gerektiği bilindiği için ahirette-ki
sevap açısından daha hayırlıdır.
\
"Size ölü hayvan eti ve...ve... haram kılınmıştır." (Maide, 5/3)
ayetinde haram kılındığı "Okunanlar dışındaki hayvanlar"
boğazlandıktan sonra etlerinin yenilmesi "size helâl kılınmıştır." O
halde Bahîra ve Sâibe gibi Allah'ın haram kılmadığı şeyleri siz de haram
kılmayın. (Buradaki istisna munkatı'dır, muttasıl da olması mümkündür.)
"Artık
o murdar putlardan" pisliklerden kaçınıldığı gibi "kaçının." Bu,
putları ta'zim etmeyi nehyetmek ve putlara tapmaktan nefret ettirmekte son
derece mübalağalı bir ifadedir. Ayette geçen rics, pislik demektir. Yani
putlara tapmaktan kaçının. "Evsan" ise heykel manasmdaki
"vesen" kelimesinin çoğuludur. Puta "vesen" denilmiştir.
Çünkü put da bir yere dikilir, yerinde sabit kalır, oradan ayrılmaz. Puta
hayvan şeklinde olduğu zaman "timsal" adı da verilmiştir.
"Yalan
sözden de kaçının." Yani telbiyenizde Allah'a şirk koşmaktan yahut yalan
yere şahitlikte bulunmaktan sakının.
Ayette
geçen "zûr" yalan ve sapma demektir. Bu ifade tahsisten sonraki
ta'mim ifadesidir. Zira putlara tapmak gerçekte, sapmanın başıdır. Sanki
Ce-nab-ı Hak ilâhî yasaklara saygı göstermeye teşvik edince bunun ardından putlara
saygı göstermekten ve Allah böyle hükmetti diyerek Allah'a iftirada bulunmaktan
nehyetti.
"Allah'ın
muvahhidleri olun." Allah'a ihlâsla ibadet eden, müslüman ve Allah'ın
dininden başka bütün dinlerden yüz çeviren kimseler olun. Ayette geçen
"hunefâ", hanîf kelimesinin çoğuludur; hanif ise batıl dinden hak
dine meyi eden kimseler demektir.
"O'na
ortak koşanlardan olmayın." Bu ifade, önceki cümleyi te'kit etmek içindir.
"Kim
Allah'a ortak koşarsa sanki o gökten düşüp kendisini derhal kuşların kaptığı
veya rüzgârın kendisini" kurtulma ümidi olmayan "ıssız bir yere sürüklediği
kimse gibidir." Çünkü Şeytan onu dalâlete atmıştır.
Ayetteki
"ev (veya)" harfi Bakara süresindeki (2/19) "yahut yağmur"
aye-tindeki gibi tercih manasında veya çeşitlilik ifade etmek içindir. Çünkü
müşriklerden asla kurtuluşa eremiyecek olanlar da vardır. Onlardan tevbe ile
fakat çok uzak bir ihtimal olarak kurtulması mümkün olanlar da vardır.
"İşte"
durum budur. "Zalike (işte)" kelimesi mahzuf mübtedanm haberidir.
"Kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara" yani Allah'ın dinine veya
haccın farzlarına yahut hac ibadetinin yapıldığı yerlere veyahut haccın önemli
işaretlerinden olan kurbanlara "saygı gösterirse.." Burada geçen
"şeâir" kelimesi alâmet manasmdaki "şeîre" kelimesinin
çoğuludur. Bununla kurbanlar murad edilir. Bunun ta'zim edilmesi kurbanın
güzel, semiz, pahası kıymetli cinsten seçilme-sidir. Bunların ziynet veya basit
yara gibi işaret olması sebebiyle şeâir adı verilmiştir.
"Şüphesiz
ki bu" Harem'e güzelleştirmek ve semizletmek üzere hediye edilen
kurbanlık hayvanların ta'zim edilmesi "kalplerdeki takvadandır." Zira
bunlara ta'zim gösterilmesi kalpleri muttaki olan kişilerin amellerindendir.
Bu ilâve kelimeler hazfedilmiş, sadece kalpler zikredilmiştir. Zira kalpler
takva ve fücurun kaynağıdır. "Bunlarda" kurbanlıklarda "belirli
bir müddete" boğazla-nıncaya "kadar" bunlara binmek ve zarar
vermiyecek şekilde üzerinde yük taşımak gibi "sizin için menfaatler
vardır. Sonra varacakları yer" boğazlanmaları helâl olan yer "Beyt-i
Atik'tir." Yani onun civarıdır. Bundan murad bütün Harem bölgesidir.
"Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine" bunları boğazlarken
"Allah'ın adını ansınlar diye biz her ümmet için" daha önce geçen her
din ehli için Allah Tealâ'ya yaklaşmak için "kurban kesme hükmü" veya
ibadet yerleri "koyduk."
"Mensek"
mekân ismidir. Nüsük ve mensek aslında mutlak olarak ibadet demektir. Hac
fiilleri hakkında kullanılması yaygınlaşmıştır. "O halde sadece o'na
teslim olun." O'na boyun eğin. "Sen" itaatkâr, huşu sahibi ve
"mütevazi olanları müjdele."
"Onlar
Allah anılınca kalpleri titreyen" Allah'tan korkan "uğradıkları musibetlere"
belâlara "sabreden" namazı vakitlerinde "dosdoğru kılan, Allah
yolunda harcayan" sadaka veren "kimselerdir".[54]
Bu
ayetler daha öncesi ile açık bir şekilde irtibat halindedir. Cenab-ı Hak, Hz.
İbrahim'e (a.s.) hac için nida etmesini emrettikten sonra
Allahan
ahkâmını şeriatını ve dolayısıyla hac menasikini tazim etmenin sevabını, haram
olduğu istisna edilenler dışındaki hayvanların kesilmesini ve etlerinin mubah
olduğunu açıkladı.
Bunun
ardından putları ta'zim etmekten, Allah'a iftira etmekten, şahitlikleri eda
etmekte yalan söylemekten nehyetmeyi, Allah'a şirk koşanların helak
olacaklarını zikretti. Sonra da bu mukaddes esasları ta'zim etmenin takvanın
alâmetleri ve esaslarından olduğunu ve kurbanları kesme mahallinin Mekke'de
Harem bölgesi Allah Teâla'ya yaklaşmalarına vesile olacak kurbanları
bulunduğunu zikretti.
[55]
"İşte,
kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse..." Bunlar, hac menasikini eda
ederken emredilen bu taatlerin bol sevaplarıdır. Kim, masiyetlerden ve haramlardan
kaçınmak ve emirlere sarılmak suretiyle vücubunu bilerek ve gereğiyle amel
ederek Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse buna karşılık bol sevap alır.
Sevap her iki husus hakkında birlikte olur: Taatleri işlemek, yasaklardan
kaçınmak yahut haramları terk etmek.
Hurumât
(Allah'ın yasakları) hürmet kelimesinin çoğuludur. Hürmet ise Allah'ın hacc'da
ihramlı iken haram kıldığı; münakaşa, cima, günah işleme, avlanma gibi
nehyedilen her şeydir. Bunların ta'zimi bunlardan kaçınmak suretiyle olur.
Bir
başka görüşe göre hurumât, hacc'daki ve diğer ibadetlerdeki her çeşit
emirlerdir. Bir diğer görüşe göre sadece hac menasikidir. Bir diğer görüşe göre
ise bunlar beş haramdır: el-Mescidül-Haram, el-Beytül-Haram (Kabe),
el-Meş'airül-Haram, el-Beledül-Haram, eş-Şehrul-Haram.
Bunlara
ta'zim günahlardan kaçınmak suretiyle olur. Bu konuda yapılan haksız tecavüzler
de günah cümlesindendir.
"Bu
Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır." cümlesinin zamiri ta'zime
racidir. Yani bu hususlara ta'zim etmek, Allah Tealâ katında garantili olan
sevabı almaya sebeptir. Buna göre "hayır" kelimesi tafdil babından
olmaz.
"Kur'an'da
okunanlar dışındaki hayvanlar sizlere helâl kılınmıştır." Ey insanlar!
Maide Suresi'ndeki ayette ve diğer ayetlerde belirtilen ve istisna edilen, ölü
hayvan eti, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvan eti v.s
dışındaki hayvanları boğazlamak ve etini yemek size mubah kılınmıştır.
Cahi-liyet ehlinin kendilerine haram kıldığı Bahîra, Şaibe, Vasile ve Hami gibi
hayvanlar size haram kılınmamıştır.
"Okunan"
ifadesinden fiil-i müzarinin zahir manası olan gelecekte inecek ayetler murad
edilmemiştir. Bilakis daha önce inen ayetler murad edilmiştir. Müzari fiille
ifade edilmiş olması bu okunan ayetlerin devamlı hatırda tutulması ve dikkate
alınması gerektiğine işaret etmek içindir.
Müstesna
ile hayvanlardan bazılarının haram kılındığı murad edilmişse istisna
muttasıldır. Müstesna ile kan, domuz eti ve başkaları da murad edilmisse b\j
istisna munkatı'dır. Tercih edilen görüş birinci görüştür» Mİ3İÛU yasaklarına
saygı göstermenin Harem bölgesinde hac ve umre menasikini eda ederken
avlanmaktan kaçınmak hükmü verildiği gibi diğer hayvan etlerinden sakınmak
gerektiği şeklinde meydana gelebilecek yanlış bir anlayışı ortadan kaldırmak
için bu cümle bir ara cümlesi olarak gelmiştir.
"Artık
o murdar putlardan kaçının." Yani o pis putlardan sakının. Putlar, bunları
çirkin göstermek ve nefret ettirmek için "murdar" olarak
vasıflandırılmıştır. Yani putlara tapmaktan uzaklasın. Bu murdar bir şeydir.
Putlardan uzaklaşmaktan murad onlara tapmaktan ve onları ta'zim etmekten
sakınmaktır. Bu durumu te'kit etmek için bizzat kendisinden uzaklaşmayı
emretti.
Bu
cümle "Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse... " ayetiyle
irtibat halindedir. Yani Allah'ın yasaklarına saygı göstermekte hayır ve Allah
rızası varsa ve Allah'ın yasak ettiği şeylerden sakınmak Allah'ın yasaklarına
saygı göstermek ise, putlardan kaçının, onlara ta'zim etmeyin. Cahiliyet
halkının yaptığı gibi putlar için kurban kesmeyin.
'Yalan
sözden sakının. Allah'ın muvahhidleri olun. O'na ortak koşanlardan
olmayın." Yani yalandan, batıldan ve yalan yere şahitlikten uzak durun.
Bütün bunlar "yalan söz" ibaresi altına girer. Daha güzeli yalan yere
şahitliği de ihtiva etmesi için umumi ifade kullanılmasıdır.
İmam
Ahmed, Ebu Davud ve başkalarının İbni Mes'ud'dan (r.a.) naklettikleri hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a.) -üç defa-: "Yalan yere şahitlik Allah'a şirk
koşmaya eşit sayılmıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur.
Allah'ın
muvahhidleri olarak, dinde ihlâslı kimseler olarak, batıldan yüzçevirenler
olarak, Hakka yönelmek ve Allah'a hiçbir kimseyi şirk koşmamak üzere bu
emirlere sımsıkı sarılın.
Daha
sonra dalâleti, helaki, hidayetten uzaklaşması hususunda müşrik için şirkten
kaçınmanın gerekli, şart olduğunu kararlaştıran bir ara cümle ile misal vererek
şöyle buyurdu: "Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o..." Yani kim
Allahla birlikte başka bir ilâh tanır, O'ndan başkasına taparsa büyük bir hüsrana
uğramış, açık bir helake düşmüş olur. O bu şirkiyle gökyüzünden düşüp de
yırtıcı kuşların kendisini derhal kaptığı yani paramparça ettiği ve her birinin
bir parça koparıp aldığı ve tamamen helake uğrayan kimse gibidir. Yahut
rüzgârın savurduğu, helak edici ıssız, kurtuluş olmayan bir yere sürüklediği
kimse gibidir. Bu iki temsilî teşbihten maksat şirkin durumunu, çirkinliğini
göstermek ve şirkten nefret ettirmektir.
Cenab-ı
Hak bundan sonra mukaddes kıldığı esaslara saygı göstermenin sebebini zikretti:
"İşte
kim Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara saygı gösterirse şüphesiz ki bu
kalplerdeki takvadandır."
İşte
durum böyledir. Kim kurbanlara (Harem'e hedy olarak kesilen kurbanlıklara)
bunları semiz, dolgun ve pahalı olanlardan seçmek suretiyle değer verirse;
yahut kim Allah'ın emirlerine ve hac menasikine ve dolayısıyla İbni Abbas'ın
dediği gibi güzel yetiştirmek ve semizletmek suretiyle kurbanlıklara değer
verirse şüphesiz bunlara değer vermek, saygı göstermek kalplerinde takva
olanların davranışlarındandır.
Bu
ilâve kelimeler hazfedilmiştir. Keşşafta zikredildiği gibi bunlar olmadan mana
doğru olmaz.
İbnü'l-Arabî
"şeâir" hakkında şöyle diyor: Doğru olan bu kelimenin kurbanlık deve
manasında olmasıdır.
Rivayete
göre Peygamberimiz (s.a.) 100 deveyi hedy kurbanı olarak kesti. Aralarında
burnunda altından bir halka bulunan Ebu Cehil'in devesi de vardı.
İmam
Ahmed ve Ebu Davud Abdullah b. Ömer'den (r.a) naklediyorlar: Hz. Ömer bir
"necip" deveyi kurban kesmek istedi. Buna mukabil Hz Ömer'e 300 dinar
teklif etti. Hz Ömer Peygamberimize geldi:
-Ya
Resulallah ! Ben hedy kurbanı olarak bir necib deveyi kesmek istiyorum. Buna
mukabil bana 300 dinar verildi. Bunu satıp parasıyla deve alayım mı?
Peygamberimiz (s.a.):
-
Hayır, onu kes, buyurdu.
İbni
Ömer kurbanlık develeri -pahalı Mısır kumaşı- "kabatl" ile örtülmüş
halde getirir, etlerini ve üzerlerindeki örtüleri sadaka olarak dağıtırdı.
"Bunlarda
(kurbanlıklarda) belirli bir müddete kadar sizin için menfaatler vardır."
Yani sizin için kurbanlıklarda belirli bir müddete yani kesilinceye kadar
sütleri, yünleri, kıllarından binek olarak kullanılmasında faydalar vardır.
Etlerinden yenilir ve sadaka olur.
Kurbanlıklara
-büdn veya hedy ismi verilip kurban olarak belirlendikten sonra bile- binmek
caizdir. Buharı ve Müslim'in Sa/uMerinde Enes'ten (r.a.) rivayet edildiğine
göre Rasulullah (s.a.) kurbanlık bir deveyi süren birini gördü, Ona:
-
Deveye bin, dedi. O adam:
-
O kurbanlık devedir, dedi. Efendimiz (s.a.) ikinci ve üçüncü defa o şahsa:
-
Deveye bin, kendine yazık etme, buyurdu.
"Sonra
varacakları yer Beyt-i Atiktir." Yani sonra hedyin kurban edileceği yere,
Beyt-i Atîk'e yani Kabe'ye yani Harem bölgesine varacaklardır. Zira bütün
Harem, Beyt-i Haram hükmündedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak: "Kâbeye ulaşacak bir kurbanlıktır..." (Maide, 5/95);
"Kurbanlık olarak tahsis ettiğiniz hayvanları yerine ulaşmaktan
alıkoyanlar..." (Fetih, 48/25) buyurmaktadır.
Buna
göre ayette "sümme (sonra)" kelimesiyle atfedilen cümle tam bir cümle
olmaktadır. Bununla kurbanlara saygı gösterilmesi ve belirli bir müddet onlardan
istifade edilmesi beyan edildikten sonra kurbanların kesilecekleri yer (Harem
bölgesi) beyan edilmektedir.
Kâbe-i
Muazzama'nın "Beyt-i Atık" olarak tesmiye edilmesinin sebebini,
Buharı Tarihinde, ayrıca rivayet ettikleri Peygamberimizin (s.a) şu hadisi beyan
etmektedir: "Allah O'na "Beyt-i Atîk" ismini verdi. Çünkü onu
diktatörlerden azad etti. Oraya hiçbir diktatör hakim olamadı." ;
Cenab-ı
Hak bundan sonra da kurban kesilmesinin meşruiyetini ve bütün dinlerde Allah adına
kan döküldüğünü bildirerek şöyle buyurdu:
"Biz
her ümmet için kurban kesme hükmü koydurduk." Biz daha önce geçen her din
için Allah Tealâ'ya yaklaşmak için kesmek üzere kurban hükmü koyduk. Kurban
sadece Hz. Muhammed (s.a.) ümmetine has bir şey değildir. Her ümmette kurban
kesme vardır. İbnü'l-Arabî'nin dediği gibi doğru olan görüşe göre,
"mensek" ibadet ve Allah'a yaklaştıran amellerdir.
"Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar
diye..." Yani biz kurbanı boğazlarken yani kesmeye başlarken Allah'ın
adını anmaları için ve kendilerine verdiğimiz nimetlere şükretmeleri için kurban
hükmünü koyduk.
Buharî
ve Müslim'in Sahihlerinde Enes'ten (r.a.) sabit olan şu hadis bu manayı te'yit
etmektedir: "Rasulullah'a (s.a.J boynuzlu, gayet güzel iki koç getirildi.
Efendimiz (s.a.) besmele çekti ve tekbir getirdi. Ayağını da kurbanları üzerine
koydu."
İmam
Ahmed ve İbni Mace, Zeyd b. Erkam'dan rivayet ediyor: Peygambe-rimiz'e:
-
Ya Rasulallah?.. Bu kurbanlar nedir? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
-
Babanız İbrahim'in sünnetidir, dedi. Ben de:
-
Bunlardan bize ait olan ne var? dedim. Efendimiz (s.a.):
-
Her kılına bir "hasene" sevap var, buyurdu. Ben de.
-
Peki ya yünü? diye sordum. Efendimiz (s.a.):
-
Yününden her kıla bir "hasene" vardır, buyurdu.
"Sizin
ilâhınız bir tek ilâhtır, o halde sadece O'na teslim olun. Sen müteva-zi ve
ihlâslı olanları müjdele." Yani mabudunuz birdir. Peygamberlerin şeriatları
çeşitli olsa bile, birbirlerini neshetseler bile hepsi tek olan, ortağı bulunmayan
Allah'a kulluk etmeye davet ederler.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz senden önce hiçbir peygamber
göndermedik ki, ona: "Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O halde ancak bana
ibadet edin." diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiya, 21/25).
"Sizin
ilâhınız..." ifadesi sadece yüce isminin zikredilmesi şeklindeki önceki
ayetin sebebini bildirme mesabesindedir. Zira Allah Tealâ'nm
"ulûhiyet" sıfatıyla tahsis edilmesi kurbanlara Onun isminden başka
bir ismin zikredilmemesini gerekli kılar. Ayette "Sizin ilâhınız
birdir." buyurmayıp "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." buyurması
Allah Tealâ'nm zatında ve ulûhiyetinde tek olduğunu ifade etmek içindir.
İlâh
bir olunca sadece O'na teslim olun. O halde sadece Ona kullukta bulunmak, O'na
teslim olmak ve bütün hükümlerde O'na boyun eğmek gerekir.
Ey
Peygamber! Allah için huşu duyan mütevazi kullarıma bol sevap ile müjde ver.
Ayette geçen "muhbitîn" dümdüz, seviyesi yüksek olmayan toprak
manasına gelen "habt" kelimesinden gelmektedir.
Burada
hitabın Peygamberimiz'e (s.a.) çevrilmesinin sırrı, ulûhiyetin azametini,
kullara emir ve nehiy vermek makamındaki hakim gücünü ortaya koymaktır.
Mükellefiyet durumu bitince amel işleyen ihlâslı kullarına yaptığı vaadi
bildirmek için hitabı Peygamberimize (s.a.) yöneltti.
Bu
ihlâslı kulların dört vasfı vardır:
1-
Allah anıldığı zaman korku ve
huşu duymaları: "Onlar Allah anılınca kalpleri titreyen kimselerdir."
Yani Allah'ın adı anıldığı zaman bundan kalpleri ürperir.
2-
Musibetlere karşı sabırlı
olmaları: "Uğradıkları musibetlere sabrederler. " Yani Allah
Tealâ'ya taat hususunda elem ve meşakketlere tahammül ederler.
3- Namazı dosdoğru kılmaları: "Onlar namazı dosdoğru
kılanlardır." Yani namazlarını vakitlerinde Allah Tealâ'ya huşu ile
birlikte, erkânları ve şartları tam olarak eda ederler.
4- Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden Allah yolunda
harcamaları: Onlar Allah'ın kendilerine verdiği helâl rızkın bir kısmını
ailelerine, yakınlarına, fakirlere ve muhtaçlara infak ederler. Allah Tealâ'nın
koyduğu sınırları muhafaza ederek yaratılmışlara güzellikle muamele ederler.
Bunlar
münafıkların sıfatlarının hilâfmadır. Çünkü münafıklar bunların tamamen aksi
sıfatlara sahiptirler.
Bu
ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Gerçek müminler ancak Allah adı anıldığı
zaman kalpleri ürperen, O'nun ayetleri okunduğu zaman imanları artan, sadece
Rablerine tevekkül eden kimselerdir." (Enfal, 8/2);
"Allah
sözlerin en güzeli olan Kur'anı ayetleri birbirine benzeyen, karşılıklı
hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an dan Rablerinden
korkanların derileri ürperir. Sonra derileri de kalpleri de Allah'ın zikrine
karşı yumuşar." (Zümer, 39/23).
[56]
Bu
ayetler aşağıdaki hükümleri ifade etmektedir:
1- Allah'ın yasaklarına saygı göstermek; yani hac fiilleri ve diğer
emirlere uymak, nehiylerden kaçınmak Allah katında bunlardan herhangi bir şeyi
hafife almaktan daha hayırlıdır ve Allah nezdinde sevap ve mükâfata sebeptir.
Zira emirlerin derhal yerine getirilmesi hürmeti, nehiylerin de terk edilmesi,
el çekilmesi hürmeti vardır.
2- Kur'an'da haram oldukları zikredilen ölü hayvan eti, ağaç parçasıyla
vurularak öldürülen hayvan eti ve benzerleri müstesna deve, sığır ve koyun gibi
hayvanların etlerinden yemek mubahtır.
3-
Putlara ve heykellere tapmaktan
kaçınmak vaciptir. Çünkü bunlar murdardır, yani pis şeylerdir. Bunlar hükmî
necaset ile necis sayılırlar.
"Vesen"
tahta, demir, altın, gümüş v.b. madenlerden yapılan heykel demektir: Araplar
böyle heykeller diker ve bunlara taparlardı. Hristiyanlar ise haç diker, ona
tapar ve saygı gösterirler. O da aynen heykel gibidir.
4- Yalan sözden kaçınmak vaciptir. Zûr, batıl ve yalan demektir. Bu
cahili-yet ehlinin telbiyelerine karıştırdığı batıl sözler gibidir. Cahiliyet
ehli telbiye getirirken: "Lebbeyk. Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak sana
ait olan ortak müstesna. Sen ona da, onun sahip olduğu şeylere de
maliksin." diyorlardı. Yine bu ifade cahiliyet ehlinin Bahire ve Sevâib
hayvanları hakkında: "Bunlar haramdır, Haram kılınması Allah
tarafındandır." demelerini de, ayrıca yalan yere şahitliği de ihtiva
eder.
Ayette
yalan yere şahitliğe tehdit vardır. Fakat yalancı şahidin ta'zir edileceğine
delâlet eden bir husus yoktur. Zira bu ayet sadece yalancı şahitliğin haram
olduğuna işaret etmektedir. Yalancı şahit ancak kamu haklarının korunması ve
bozgunculuk çıkaranlara engel olunması için yöneticinin izlediği metod olan
siyaset-i şer'iyye ve maslahat-ı âmme (kamu yararı) açısından ta'zir edilebilir.
Bu Malikîlerin ve İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in görüşüdür.
Buharı
ve Müslim'in Sa/ıiMerinde Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Büyük günahların en büyükleri, Allah'a şirk koşmak,
anne-babaya isyan etmek, yalan yere şahitlik yapmak ve yalan sözdür."
Rasu-lullah (s.a.) o sırada yaslanmış durumdaydı. Doğrulup oturdu ve bu sözünü
o kadar tekrarladı ki biz keşke sussa (tekrarlamasa) dedik.
5- Allah'a ibadette ihlâs ve O'nun emri üzerine istikamette olmak gereklidir.
"Allah'ın muvahhidleri olun." sözünün manası müstakim, müslüman ve
hakka meyleden, batıl dini terk eden kimseler olun demektir.
6- Allah'a şirk koşan kesinlikle helak olacaktır, ahiretini kaybetmiştir.
Bu kimse kıyamette kendi nefsi için hiçbir şeye sahip olamayacak, kendi
nefsinden zararı ve azabı gideremiyecek olan kimsedir. Bu kişi gökten düşen ve
kendi nefsini müdafaa edemeyecek durumda olan kimse mertebesindedir. Bunun sonu
ya kuşların pençeleriyle parçalanmak yahut rüzgârın savurup kurtulma ümidi
bulunmayan uzak ıssız bir yere sürüklemesi suretiyle helak olmaktır.
7- Allah'ın mukaddes kıldığı esaslara (yani İbni Abbas ve Mücahid'den rivayet
edildiği ve İbnü'l-Arabînin sahihtir dediği gibi Kabe'ye hediye olarak
sev-kedilen kurbanlık hayvanlara yahut bütün hac menasikine) değer göstermek
takvanın alâmetlerinden ve esaslarmdandır. Bunlara değer vermek kurbanlıkları
semiz, güzel ve pahalı olanlardan seçmekle olur. Takva, emirlere uymaya ve
nehiylerden kaçınmaya sebep olan haşyet, ürperme ve Allah korkusudur. İhlâs,
takva ve haşyet hali kişinin ahiret saadetine ulaşması için bu dünyada erişmek
istediği son noktadır.
Ayette
takvaya teşvik edilmekte ve buna önem vermek için gayretler kamçılanmaktadır.
8- Binmek, sütünü sağmak, yününü almak v.s gibi hususlarda kesilme
vaktine kadar kurbanlık hayvanlardan yararlanmak caizdir. Bu konuda mezheplerin
hükmü şöyledir:
a) Şafiîler ayetteki "belirli vakti" kurban kesim vakti olarak
tefsir etmişler ve hiçbir mecburiyet olmasa da ancak ihtiyaç sebebiyle
kurbanlıktan yararlanmak caizdir, demişlerdir. İhtiyaç yoksa caiz değildir.
Evlâ olan bütün yararlanılan şeylerin sadaka olarak verilmesidir. Fakat
kurbanlıktan istifade ettiği şeyin karşılığını vermesi gerekmez. Ancak
kurbanlığa binmek hususunda kıymetini açık bir şekilde düşürmesi hali
müstesnadır. Şafiîlerin delili İmam Ahmed, Buharî ve Müslim'in rivayet
ettikleri (müttefekun aleyh olan): "Kurbanlık bile olsa ona bin."
hadisi ile Ebu Davud'un rivayet ettiği Cabir hadisidir: "Başka bir binek
buluncaya kadar işaretlenmiş kurbanlığa binin (yani binebilirsiniz)".
b) Hanefiler ayette geçen "belirli müddet"i kurbanlığın tayin
edilmesi ve hedy olarak adlandırılması vakti olarak tefsir etmektedirler.
Kurbanlığı sev-kettikten sonra zarurî olmadıkça ondan yararlanmak caiz
değildir.
Hanefîlerin
delili İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Nesaî'nin rivayet ettiği: "Cabire
hedye (kurbanlık hayvana) binmenin hükmü soruldu. Cabir: Ra-sulullah'm (s.a.)
hedy hakkında: "Başka bir binek buluncaya kadar mecbur kalırsan meşru
ölçüler içerisinde ona bin." buyurduğunu işittim, dedi." hadisidir.
Dolayısıyla cevaz zaruret haline mahsustur. Hadis mukayyettir (bir şartla kayıtlıdır).
Bu mukayyet hadis Enes'ten (r.a.) rivayet edilen mutlak hadisin hükmünü
ortadan kaldırır. Zaruret olmazsa istifade edilen hususun tazmin edilmesi
vacip olur. Zira bu fakirlerin hakkı olmuştur. Dolayısıyla kıymetin karşılığı
onlara ödenecektir.
c) Maliki mezhebinde meşhur olan görüş şudur: Kurbanlık develere binmek
ve kıllarından yararlanmak, yavrularının ihtiyacından fazla bile olsa sütünden
yararlanmak mekruhtur. Bu görüş Hanefîlerin görüşüne yakındır.
d) Bazı alimler de Peygamberimiz'in (s.a.): "Ona bin." hadisine
binaen kurbanlık develere binmenin vacip olduğu kanaatine varmışlardır. İmam
Ahmed, Ishak b.Raheveyh ve ehl-i zahir bu hadisin zahirini almışlardır. Ancak
bu durum Peygamberimiz'in (s.a.) fiiline aykırıdır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.)
hedy devesine binmemiş, başkasını da bindirmemiştir.
9- Haccın şeâiri, Arafat ve Müzdelifede vakfe, cemrelerde taş atmak, kurban
kesmek, tavaf-ı ifada ve sa'y etmektir. Kurban kesmek sadece Harem bölgesinde
sahihtir. Zira Cenab-ı Hak onun mahallini Beyt-i Atîk olarak tahsis etmiştir.
Atâ diyor ki: Yani hedy Mekke'de nihayet bulur.
10- Her ümmet için kurban ibadetinin tayin edilmiş olduğunun bildirilmesi
gönülleri bu hayırlı fiile meylini teşvik etmek, Allah'a yaklaşma (kurbet) vesilesi
olan bu ibadete önem vermektir.
Burada
putları için kurban kesen, kurbanlarını keserken besmeleye başka şeyler
karıştıran cahiliyet ehlinin bunu kendiliklerinden ve sırf nefsî arzuları ve
hevâlarına uymak için yaptıklarına işaret edilmektedir. Zira Allah'ın bütün şeriatları
ibadetin sadece Allah için ve sadece O'nun adıyla olduğu, zira insanların
sadece tek bir ilâhı bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
11- Rızık veren, hüküm koyan ve dinî mükellefiyetleri tayin eden tek ilâh
olan Allah'tır. O'na itaat etmek, hükmüne boyun eğmek, kurbanı O'nun adına
kesmek, kurban kesme anında O'nun isrojjoj sikyetmeh-, J^^-Ks^. vj^»,^ ,„ ya
başkasıyla birlikte değil sadece O'nun adına kesmek vaciptir.
"Biz
her ümmet için kurban kesme hükmü koyduk." ayetinin zahirinde, kurban
keserken Allah'ın adının zikredilmesinin vacip olması, Allah'ın bir tek
ılduğuna itikat edilmesinin vacip olması ve amelde sadece Allah'a yönelme
«anasında O'na teslim olmanın manası bulunmaktadır.
12- Müminlerden alçakgönüllü ve huşu sahibi olan ihlâslı kimselere bol
sevap müjdesi verilmiştir. Daha önce geçtiği gibi ayette bunların dört vasfı
yer almaktadır. Bu vasıflar şunlardır.
- Yakînî imanları kuvvetli olduğundan ve
kendileri Rablerini huzurunda -TTiiş gibi gözettikleri için Allah adı anıldığı
zaman korku ve ürperme içinde alurlar.
-
Musibetlere ve ibadetlerin zorluklarına karşılık sabrederler.
-
Bedenî mükellefiyetlerin en önemlisi olan namazı dosdoğru kılarlar.
- Allah'ın lütfundan kendilerine nzık olarak
verdiği şeylerden -Allah yolunda- infak ederler. Ki bu da malî
mükellefiyetlerin en önemlisi olan Zekât farzı ile nafile sadakaları içine
almaktadır.
Allah
adı anıldığı zaman korkup ürperen, Allah'ın vaîdi ve azabı hatıra geldiği zaman
ve diğer hallerde Allah'ın vaadine sadık bir şekilde inanan mümin huzur ve
rahatlık içerisinde olur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. "Onlar
iman edip kalpleri Allah'ın zikriyle huzur bulanlardır. İyi bilin ki kalpler
Allah 'm zikriyle huzur bulur." (Ra'd, 13/28).
Dolayısıyla
mümin Allah'ın vaadini hatırlar, rahmetini ve affının genişliğini düşünürse
kalbi huzur bulur, ruhu sükûnete erer. Bu sebeple iki ayet arasında hiçbir
çelişki yoktur.
Yine
bu ayetten şöyle bir mana da anlaşılmaktadır: Takva, Allah korkusu, zorluklara
karşı sabır, namaza devam, fakirlere merhamet edip iyilikte bulunmak Allah
Tealâ'nın rızasını kazanmaya vesilede en önemli hususlardır.
[57]
36-
Biz kurbanlık develeri sizin için Allah'ın (dininin) nişaneleri kıldık. Onlarda
sizin için hayır vardır. (Kurbanlıklar) sıra sıra dizildiklerinde onların
üzerine (kesim vakti) Allah'ın adını anın. Yanları üstü düştükleri (can verdikleri)
zaman da onlardan yeyin. Kanaatkar fakire ve isteyen yoksula da yedirin. Biz
şükretmeniz için o hayvanları sizin emrinize verdik.
37-
Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz. Ancak sizin
takvanız O'na ulaşır. İşte böylece Allah bunları sizin emrinize verdi ki sizi
hidayete erdirdiği için Allah'ı yücel-tesiniz. (Habibim) Sen iyi amel işleyenleri
müjdele.
"Len
yenâle" fiili "len tenâle" şeklinde de okunmuştur. "Len
yenâle" şeklinde müzekker olarak okuyan da cemaat (çokluk) manasını murad
etmiş olur.
[58]
"el-kâni"
"vel-mu'terr" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Çünkü "kânı"
kanaatkar olan, el açmayan "mu'terr" ise isteyen, dilenen demektir.
"Muhsinln"
ile önceki ayetteki "muhbitîn" kelimelerinde güzel bir seci vardır.
[59]
"Biz
kurbanlık develeri sizin için Allah'ın nişaneleri" Allah'ın dininin alâmetleri
"kıldık."
Ayette
geçen "büdne" kelimesi "bedene" kelimesinin çoğuludur.
Tıpkı "semere" kelimesinin çoğulunun "sümür" ve
"sümr" olması gibi. Bedene, bedeni büyük olduğu için özellikle erkek
veya dişi deveye denir. İsimde olmasa da hükümde sığır deve ile aynı
manadadır. Bunun delili Kütüb-i Sitte müelliflerinin Cabir'den rivayet
ettikleri Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisidir: "Deve yedi kişi namına,
sığır da yedi kişi namına (kurban kesilir)."
"Onlarda
sizin için hayır vardır." Dünyada menfaat, ahirette ise ecir var-iır. Yani
sizin için kurbanlarda dinî ve dünyevî yararlar vardır.
"Sıra
sıra dizildiklerinde..." yani elleri ve ayakları dümdüz, ayakta sıra sıra
durduklarında... Ayette geçen "savaff, "saffe" nin çoğuludur.
"Savafine" şeklinde de okunmuştur.
Bu
kelime "Safenel-ferasü" ifadesinden alınmıştır ki bu ibare "üç
ayak üzerinde durdu" demektir. Zira deve ön ayaklarından birini büker, üç
ayağı üzerine durur. Yine "sevafiyen" şeklinde tenvinle ve sav'afiye'
şeklinde de okunmuştur. Yani sadece Allah rızası için halisane manasındadır.
"Yanları
üstü düştükleri zaman..." Kesildikten sonra yere düştükleri vakit... Bu ifade
can vermekten kinayedir. "Onlardan" etlerinden dilerseniz
"ye-yin. Kanaatkar fakire" verilenle kanaat eden, istemeyen ve el
açmayan fakire 've isteyen yoksula da" dilenen, el avuç açan kimseye de
"yedirin."
"Biz
o hayvanları sizin emrinize verdik." Ayakta boğazlanmasını tarif
etti-âimiz gibi büyüklüklerine ve güçlü-kuvvetli olmalarına rağmen bu
hayvanları, boyun eğerek götürülmek ve boğazlanmak suretiyle sizin emrinize
verdik.
"Kurbanların
ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah 'a ulaşmaz." Yani O'na
yükselmez. "Ancak sizin takvanız O'na ulaşır." Yani sizden O'na
imanla birlikte halis, salih amel yükselir.
"Sizi
hidayete erdirdiği için" dininin alâmetlerini ve haccm menasikini size
irşad edip gösterdiği için "Allah 'ı yüceltesiniz."
Habibim
"Sen iyi amel işleyenleri" muvahhid ve Allah için ihlâslı kulları
"müjdele."
[60]
"Kurbanların
ne etleri ne de kanları..." 37. ayetin nüzul sebebi ile ilgili :larak,
İbni Ebî Hatim, İbni Cüreyc'ten naklediyor. Cahiliyet ehli Beytullah'ı
develerin etleri ve kanlarıyla boyuyorlardı. Peygamberimiz (s.a.) ashabı: Biz
Beytullah'ı boyamaya onlardan daha lâyığız, dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak
"Kurbanların ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah 'a ulaşmaz."
ayetini indirdi.
[61]
Kurbanlık
hayvanlarla Allah'a yaklaşmaya teşvik ve tavsiyeden sonra Ce-nab-ı Hak
büyüklüğü ve faydalı yönlerinin çokluğu sebebiyle kurbanlık develeri özellikle
zikretmiştir.
[62]
Allah
Tealâ, Beytü'l-Haram'a hediye edilen develeri Allah'a yaklaşmaya büyük bir
vesile kılmakla kullarına lütufta bulunmaktadır. Hatta bunlar Bey-mllah'a
hediye edilen en faziletli kurbanlardır.
"Biz
kurbanlık develeri sizin için Allah'ın nişaneleri kıldık." Biz kurbanlık
develeri -ve aynı şekilde sığırları- Allah'ın dininin alâmetlerinden ve Ona itaatin
delillerinden kıldık. Onların Harem bölgesinde boğazlanmasında ahirette büyük
bir sevap, dünyada ise üzerine binmek, sütünü almak ve etleriyle fakirlere
büyük bir yarar vardır.
"el-Büdn"
kelimesi İmam Ebu Hanife ile sahabe ve tabiînden bir gurup alime göre hem deve
hem de sığır için kullanılır. Müslim, Cabir'in (r.a.) şu sözünü rivayet
etmiştir: Biz bir bedeneyi (büyük baş hayvanı) yedi kişi namına kurban
etmiştik. Cabire "Peki ya sığır?" denildi. Sığır da bedeneden (büyük
baş hayvanlardan) değil midir? dedi. İbni Ömer (r.a.): "Biz bedene olarak
deve ve sığırı biliriz." demiştir.
Şafiîlerin
mezhebine göre ise "büdn" kelimesi gerçekte sadece deve için
kullanılır. Onun sığır için kullanılması mecazdır. Dolayısıyla bir kimse bedene
kurban etmeye adak adaşa sığır onun yerine geçmez. Ayrıca "savaff ve
"ve-cebet cunûbühâ" kelimeleri de buna delildir. Zira hayvanın ayakta
boğazlanması özellikle deve için alışılagelen bir âdettir. Ebu Davud'un
Cabir'den rivayet ettiği Peygamberimiz'in (s.a.): "Bedene yedi kişi, sığır
yedi kişi namına kesilir." hadisi de bu manayı te'yit etmektedir. Zira
atıf ayrılığı gerektirir. Daha önce geçen Cabir ve İbni Ömer'in sözleri de bu
ikisi (deve ve sığır) hakkındaki hükmün birliğini murad ettiği şeklinde
yorumlanır. Lügat yönünden açık ve daha doğru olan ifade de budur.
"(Kurbanlıklar)
sıra sıra dizildiklerinde onların üzerine Allah'ın adını anın." Yani
kurbanlık develer elleri ayakları aynı hizada, ayakta dizildiklerinde keserken
"Bismillahi vallâhu ekber, Allâhümme minke ve ileyke" diyerek Allah'ın
adını anın.
"Yanları
üstüne düştükleri zaman da onlardan yiyin. Kanaatkar fakire ve isteyen yoksula
da yedirin." Yani yere düşünce ve ruhu çıkınca yahut can verince onların
etinden yemek size mubah olur. Onlardan ister el açmayan, kanaatkar, isterse
el açıp isteyen fakirlere yedirmek sizin üzerinize borçtur. Yani ye-yin ve
yedirin.
"Onlardan
yiyin." emri mubah kılma emridir. İmam Malik diyor ki: Bu müstehaptır.
Bazı alimler ise vaciptir, demişlerdir. Zahir olan görüş onlardan yemenin vacip
olmadığı şeklindedir. Zira selef alimleri bu hedy kurbanlarından bir şeyi
yemenin vacip olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu sadece cahi-liyet
ehlinin hedy kurbanlarından yemek hususunda çekinmeleri âdetini ortadan
kaldırmak için ifade edilmiştir. Burada anlatılmak istenen kurban etinden
yemenin mubah veya mendup olduğudur.
"Kanaatkar
olan fakire ve isteyen yoksula yedirin." ifadenin zahiri -daha önce
geçtiği gibi- hedy kurbanından fakirlere yedirmenin vacip olduğu şeklindedir.
İmam Şafiî bu manayı almış ve kurban etinden fakirlere yedirilmesini vacip
saymıştır.
İmam
Ebu Hanife ise fakirlere yedirmenin mendup olduğu kanaatine varmıştır. Çünkü
kurbanda ibadet kan akıtmakla gerçekleşir. Etinden fakirlere yedirmek ise umumî
hükmü üzerine yani mendup olarak aynen devam eder.
"Biz
o hayvanları sizin emrinize verdik. Umulur ki şükredersiniz." Yani
hayvanları boğazlamak, etinden yemek ve fakirlere yedirmek hususunda hayır
olarak zikredilen sebeplerle yahut bu gibi bir emirle bu hayvanları büyüklüklerine
ve güçlü-kuvvetli olmalarına rağmen sizin emrinize verdik. Onları size boyun
eğer, binmek, sağmak ve boğazlamak gibi isteklerinize ve arzularınıza teslim
olur halde kıldık. Böylece verdiği nimetlerine karşı Allah'a yaklaşmak ve
amelde ihlâslı olmak suretiyle Allah'a şükredersiniz.
Kısaca,
bu nimet şükür ve hamdi gerektiren değerli bir nimettir.
Cenab-ı
Hakk'm "şükretmeniz için" kavli önceki cümlenin sebebini bildirmektedir.
"Lealle" kelimesi arzu edilen neticenin beklenilmesi yani
"recâ" ifade eden "umulur ki" manasında değildir. Çünkü bu
Allah için imkânsızdır. Zira işlerin neticelerini bilmemek anlamındadır.
Dolayısıyla buradaki "lealle" "... için" manasında olup
sebep bildirmektedir.
Bu
ayetin benzeri şu ayettir: "Onlar kendileri için bizzat kudretimizin eseri
olarak yarattığımız hayvanları görmüyorlar mı? Üstelik o mallara sahiptirler.
Biz o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Bazılarına binerler, bazılarının
da etini yerler. Kendileri için bu hayvanlarda daha nice faydalar ve içecekler
var. Hiç şükretmezler mi?" (Yasin, 36/71-73).
Cenab-ı
Hak daha sonra bu hayvanları boğazlamanın hedefini zikrederek şöyle buyurdu:
"Kurbanların
ne etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz." Yani Allah size bu
hedy ve kurbanları kesmeyi bunları boğazlarken O'nu anmanız için meşru kıldı.
Kurbanların etlerinden veya kanlarından hiçbir şey, hiçbir zaman Allah'a
ulaşmaz. O'na ancak takva ve ihlâs ulaşır, O'na salih ameller yükselir.
Cahiliyet ehli kurbanları ilâhları için kestiklerinde ilâhları üzerine o kurbanların
etlerinden koyar, onların üzerine kurbanların kanlarından sürerlerdi.
Müslümanlar da onlar gibi yapmak istediler. Bunun üzerine "Kurbanların ne
etleri ne de kanları hiçbir zaman Allah'a ulaşmaz." ayeti indi.
Allah
Tealâ daha sonra hayvanları insanların emrine verip boyun eğdirdiğini tekrar
zikretti. Zira tekrarda şükre ve Allah'ı sena etmeye ve Onun azameti ve
büyüklüğünü tanımaya sebep olacak nimeti hatırlatma vardır. Buyurdu ki:
"İşte
böylece Allah bunları sizin emrinize verdi ki sizi hidayete erdirdiği için O'nu
yüceltesiniz. Bunun için Allah bu hayvanları sizin emrinize verdi. Yahut
böylece sizin emrinize verdi ki sizi dinine ve şeriatına sevdiği ve razı olduğu
yola irşad ettiği ve sevmediği şeylerden sizi nehyettiği, zararlı olan ve faydalı
olmayan şeylerden razı olmadığı için Allah'a şükredersiniz ve O'nu ta'zim
edersiniz."
Daha
sonra da hidayet ve hak yol üzerinde olanlara şu kavliyle vaadde bulundu:
"İyi
hareket edenleri müjdele." Ya Muhammed?.. Amellerinde iyi davrananları,
Allah'ın hadlerini yerine getirenleri, kendilerine meşru kılman hususlara tabi
olanları, Allah'ın emirlerine itaat edenleri, Rabbi (c.c.) tarafından getirdiğin
ve kendilerine tebliğ ettiğin hususlarda seni tasdik edenleri müjdele!
[63]
Bu
ayetlerden şu hususlar alınmaktadır:
1- Diğer hayvanlardan hedy kurbanı olması caiz olduğu halde sadece develerin
kurban edildiğinden bahsedilmesi hedy kurbanı olarak develerin sığır ve
koyundan daha efdal olduğuna delâlet etmektedir. Şu ayet de buna delildir:
"Ey iman edenler! Allah 'm nişanelerine, (mukaddes olan) haram aya, hediye edilen kurbanlığa,
kurbanlık hayvanlara takılan gerdanlıklara ve Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Kabe'ye yönelenlere sakın
saygısızlık etmeyin." (Ma-ide, 5/2).
Bedenenin
deve için kullanılması, üzerinde ittifak edilen bir husustur. Sığır için
kullanılmasına gelince, bu hususta daha önce geçen iki görüş vardır:
-
İmam Ebu Hanife'nin "sığır için kullanılabilir" şeklindeki görüşü.
- İmam Şafiî'nin "sığır için
kullanılamaz" şeklindeki görüşü.
Doğru
olan, lügatte sığır için "bedene" kelimesi kullanılamadığı, ancak
şer-'î manada kullanılabileceğidir. Müslim'in Cabir b. Abdillah'tan (r.a.)
rivayet ettiği sahih hadis buna delildir: Rasulullah (s.a.) bize
kurbanlıklarda ortak olmanızı emretti. "Bedene yedi kişi namına, sığır
yedi kişi namına kesilir."
2- Ayette geçen "savaff (sıra sıra dizildiklerinde)" ifadesine
binaen develerin ayakta ve bir ayakları bağlı olarak kurban edilmeleri
menduptur. Kesildikten sonra canları iyice çıkmadan etlerini yemek caiz
değildir.
Bazı
imamlar ayetin zahirini alarak kurban üzerine besmele çekilmesini vacip kabul
etmişlerdir. Doğru olan mendup olmasıdır. Buradaki emir mendup olarak, yahut
şükür ve sena olduğu şeklinde te'vil edilir.
Hedy
ve kurbanların Kurban bayramının birinci günü (yevmü'n-nahr) fecirden önce
kesilmesi ittifakla caiz değildir. Fecir vakti girince Mina'da kurban kesmek
helâl olur. Diğer beldelerdeki kurbandan farklı olarak hacıların o gün imamın
kurban kesmesini beklemeleri gerekmez.
Kurban
kesme yeri bütün hacılar için Mina, bütün umreciler için Mekke'dir. Hacı
Mekke'de, umreci Mina'da kurban kesse hiçbir beis yoktur.
4- "Ondan yiyin." ifadesi mendup manasında emirdir. Kurtubî
diyor ki: Bütün alimler diyorlar ki: İnsanın kendi hedy kurbanından yemesi
müstehap-tır. Bunda hem ecir hem de emre ittiba vardır. Zira daha önce geçtiği
gibi cahi-liyet ehli kurbanlarından yemiyorlardı.
İmam
Şafiî diyor ki: Nafile kurbanın etinden yemek müstehap, yedirmek ise vaciptir.
Vacip olan kurbanların etinden yemek ise daha önce geçtiği gibi, caiz değildir.
Buna
göre kurban etinden yemek hakkındaki emrin zahiri, bunun ya mendup ya da mubah
olmasıdır. Yedirmek hususundaki emrin zahiri ya İmam Şafiî'nin dediği gibi
vacip ya da İmam Ebu Hanife'nin dediği gibi menduptur.
5- Kurbanlık koyun veya büyük baş hayvanı keserken önceki ayette geçen
"Üzerlerine Allah'ın adını anın." ayetine binaen besmele çekilmesi ve
burada geçen "Sizi hidayete erdirdiği için Allah'a tekbir
getiresiniz." ayetine binaen tekbir getirilmesi gerekir.
İbni
Ömer (r.a.) hedy kurbanı olarak deve keserken bu ikisini birlikte yapardı.
Rasulullah (s.a.) beyazı siyahından daha beyaz, boynuzlu iki koç kurban etti.
Onun bu kurbanları kendi eliyle kestiğini gördüm. Ayağını kurbanın yanlarına
koydu. Hem besmele çekti, hem de tekbir getirdi.
Ebu
Sevr besmelenin vacip olduğunu bildirdi. Diğer alimler de bunu müs-tehap kabul
ettiler. Malikîler kurban keserken besmele esnasında Peygamberi-miz'e (s.a.)
salavat getirilmesini mekruh görmüşlerdir. Derler ki: Bu makamda sadece Allah
zikredilir. İmam Şafiî ise kurban anında bunu caiz görmüştür.
Cumhur
kurban kesenin: "Allahım! Benden kabul eyle" şeklindeki ifadesini
cazi görmüşlerdir.
İmam
Ebu Hanife bunu mekruh saymıştır. Hz. Aişe'den (r.a.) gelen sahih hadis ona
reddiye sayılabilir. Bu hadiste şu ifade yer almaktadır: Sonra şöyle
dedi:" Bismillah Allahım! Muhammed'den, Muhammed'in âlinden ve Muham-med
ümmetinden kabul eyle!" Ve kurbanını kesti.
İmam
Malik: "Allahım bu kurban sendendir ve sanadır." şeklindeki sözü
mekruh saymış ve "Bu bid'attır." demiştir. Malikîlerden İbni Habib
ile Hasan-ı Basrî, Ebu Davud'un Cabir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet ettiği:
"Peygamberimiz (s.a.) kurban kesme anında: Allahım bu kurban sendendir.
Muhammed ve ümmeti adına senin için (kurban edilmiş) tir. Bismillah, Allahu
ekber" dedi ve kurban kesti." hadisine binaen bunu caiz
görmüşlerdir. Belki de bu hadis İmam Malik'e ulaşmamıştır.
6-
Kurbanların ne etleri ne de
kanları Allah'a hiçbir zaman ulaşmaz. Ancak kulların takvası O'na ulaşır.
Allah da bunu kabul eder, nezdine yükseltir ve onu kabule lâyık görür.
Allah
Tealâ kullarına bedenen bizden daha büyük ve azalarıyla daha kuvvetli develeri
boyun eğdirmek, tasarruf etme imkânı sağlamakla lütufta bulunmuştur. Böylece
insanlar, göründüğü şekilde idare edilmediğini bilecektir. Bu ancak hükmünde
galip olan kudret sahibi Allah'ın iradesiyle yerine gelmektedir. Ayrıca
yaratıklar her şeye hakim olan gücün sadece Allah olduğunu ve O'nun kulları
üstünde ezici bir güce sahip olduğunu bileceklerdir.
7- Ayetteki: "Sizi hidayete erdirdiği için Allah'ı yüceltesiniz.
(Habibim) sen iyi amel işleyenleri müjdele." ifadesinde takva, Allah
Tealâ'ya şükretmek ve amelde Allah (c.c) rızası için ihsan sahibi olmak hiçbir
kimsenin ihmal etmesi caiz olmayan en önemli şer'î görevlerdendir. Burada
kurbanın hükmüne de kısaca temas etmemiz yerinde olacaktır.
İmam
Ebu Hanife, İmam Süfyan es-Sevrî -ve zayıf bir rivayete göre- İmam Malik nisaba
malik olan kimseye kurbanın vacip olduğu kanaatine varmışlardır. İmam Ebu
Hanife'ye göre bu kişi seferi değil mukim olmalıdır. Bunun delili İmam Ahmed ve
İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) merfû olarak rivayet ettikleri. "Kim
imkân bulur da kurban kesmezse sakın musallamıza yaklaşmasın. "
hadisidir.(ı)
Tirmizî,
İbni Ömer'in (r.a.) şu sözünü nakletmektedir: Rasulullah (s.a.) on sene kurban
keserek (Medine'de) ikamet etti.
Cumhur'un
ve (Mina'da hacda bulunanlar dışındakiler için) Malikîlerin görüşü kurban vacip
değil müstehap bir sünnettir.
Bunun
delili hadiste yer alan: "Malda zekâttan başka hiçbir hak yoktur."
ifadesi ile Peygamberimizin (s.a.) ümmeti adına kurban kesmiş ve böylece onlardan
vücubu düşürmüş olmasıdır. Peygamberimiz (s.a.): "Kurban babanız İbrahim'in
sünnetidir." buyurmuştur.
Ebu
Serîha diyor ki: Ben Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e komşu idim. İnsanlar
kendilerine uyarlar korkusuyla kurban kesmiyorlardı.
Buharî
hariç diğer Kütüb-i Süte müellifleri Ümmü Seleme'den rivayet ediyorlar:
Rasulullah (s.a.) buyurdular ki: "Zilhicce hilâlini gördüğünüz zaman ve
sizden biriniz de kurban kesmek isterse saçını ve tırnaklarını tutsun
(kesme-sin)."™
Bu
hadiste kurban isteğe bağlı kılınmaktadır. İsteğe bağlı kılınması vacip oluşa
aykırıdır.
İmam
Ahmed, Hakim ve Darakutnî İbni Abbas'tan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu
hadisini rivayet etmektedirler. "Üç şey vardır ki bunlar, bana farz size
nafiledir: Vitir, kurban kesmek ve kuşluk namazı. "(3)
Tirmizî
rivayet ediyor: "Ben kurban kesmekle emrolundum. O size sünnettir. "
1- Lâkin bu hadiste garip'lik derecesi vardır. İmam Ahmed bu hadisi
"münker" olarak kabul etmiştir.
2- Hadis zayıftır. İbni Mace, Fatıma bt. Kays'tan rivayet etmiştir.
3- Hadis zayıftır. Hâkim bu hadis hakkında sükût etmiştir. İsnadında
zayıf bir ravi vardır. Nesaî ve Derakutnî bu raviyi zayıf görmüşlerdir.
[64]
38- Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder.
Zira Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez.
39-
Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (cihat etmeleri için)
izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.
40- Onlar sadece "Rabbimiz Allah'tır."
dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir
kısmını diğerleriyle engellemeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde
Allah'ın adı çokça anılan mescitler yıkılırdı. Allah dinine yardım edenlere
mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye
galiptir.
41-
O müminlere yeryüzünde imkân ve iktidar verdiğimiz zaman onlar namazlarını
dosdoğru kılar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü engellerler.
Bütün işlerin sonu Allah'a döner.
"Son
derece hain" anlamındaki "havvân" ve "çok nankör"
anlamındaki "ke-fur" fa'âl ve fe'ûl vezinlerinde mübalağa
sigalarıdır.
"Saldırıya
uğrayanlara izin verildi." cümlesinde siyakın delâlet ettiği ha-zif
vardır. Yani saldırıya uğrayanlara savaşmaları için izin verildi, demektir.
"Sadece
"Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için" cümlesinde zemme benzeyen
medhi te'kit vardır. Yani onların sadece bu günahı vardır demektir.
[65]
"Şüphesiz
ki Allah iman edenleri müdafaa eder." Yani onları güzelce savunur, korur.
"Yüdâfı'u' kelimesi "yedfe'u" şeklinde de okunmuştur. Buna göre
müşriklerin belâsından korur, demektir.
"Zira
Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez."
"Hav-van" emanetinde oldukça hain olan yani çok hain olan kimseler,
"kefûr" ise O'nun nimetine nankörlük eden kimseler, yani
müşriklerdir. Ayetin manası, "Allah onları cezalandırır." demektir.
Mübalağa sigası müşriklerin içinde bulundukları durumu beyan etmek içindir.
Müşrikler
tarafından "Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle"
yani kâfirlerin kendilerine zulüm yapmaları sebebiyle savaşmaları için
"izin verildi." İzin verilen husus savaşmalarıdır. Cümlenin siyaki
ona delâlet ettiği için hazfedilmiştir. "Yukâtilûne" şeklinde de
okunmuştur. Yani onlar düşmanları olan müşriklerle savaşırlar, demektir.
"Şüphesiz
ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir." Allah kâfirlerin onlara
eziyet etmesine engel olmayı vaad ettiği gibi onlara yardım etmeyi de vaad
etmiştir. ^?
"Onlar
sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri" bu hak sözü söyledikleri
"için haksız yere" çıkarılmaya hiçbir haklı gerekçe olmaksızın
"yurtlarından" Mekke'den "çıkarıldılar."
"Eğer
Allah" müminleri kâfirlerin üzerine musallat kılmak suretiyle "insanların
bir kısmının diğerleriyle engellemeseydi" ruhbanlara ait
"manastırlar" Hrıstiyanlara ait "kiliseler" ve Yahudilere
ait "havralar..." Yahudiler içlerinde namaz kıldıkları için burada
"salevât" adıyla anılmıştır. Yahut aslı İbranice sa-lûta salevât
şeklinde Arapçalaştırılmıştır."..ı;e içlerinde Allah'ın adı çokça anılan
" yukarıda zikredilen yerlerle birlikte "mescitler" yani
müslümanların ma-bedleri ki bütün yeryüzü Peygamberimiz (s.a.) için mescit
sayılmış, toprağı temiz kılınmıştır. Müşriklerin din mensuplarına hakim ve
galip olmasıyla tahrip edilir "yıkılırdı." Yani harap olma sebebiyle
de ibadet kesilirdi.
"Allah
kendine" yani dinine "yardım edenlere mutlaka yardım eder."
Allah muhacirleri ve ensarı Arap diktatörlerine, Acem kisraları ve Rum
Kayserlerine musallat etmek suretiyle vaadini yerine getirmiş, onların
yerlerini ve yurtlarını müslümanlara miras kılmıştır.
"Şüphesiz
Allah kavidir, azizdir." Kavî, her şeye dolayısıyla onlara yardım etmeye
kadir olan demektir. Aziz ise hakimiyetinde ve kudretinde sarsılmaz kendisini
hiçbir güç yenemez demektir.
"Bütün
işlerin sonu" ahirette "Allah'a döner."
[66]
"Şüphesizki
Allah iman edenleri..." 38. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak, rivayet
edilmiştir ki bu ayet müminler Mekke'de çoğalıp kâfirler onlara eziyet edip de
bir kısmı Habeşistan diyarına hicret edince Mekke müminlerinden bazıları eline
geçirdiği bazı kâfirleri öldürmek, komplo kurmak ve tuzak kurmak istedi. Bunun
üzerine bu ayet indi.
"Saldırıya
uğrayan müminlere..." 39. ayetin nüzul sebebi ile ilgili alarak İmam
Ahmed, -hasen hadistir kaydıyla- Tirmizî, Nesaî, -sahih hadistir kaydıyla-
Hâkim ve İbni Sa'd, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: "Peygamberimiz
ıs.a.) Mekke'den çıkınca Hz. Ebubekir (r.a.): Peygamberlerini çıkardılar. İnnâ
lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.. Mutlaka helak olacaklar." dedi. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak: "Saldırıya uğrayan müminlere zulme uğramaları
sebebiyle (cihat etmeleri için) izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım
etmeye elbette kadirdir. " ayetini indirdi.
[67]
Cenab-ı
Hak kâfirlerin müminleri Allah'ın dininden ve Mekke'ye girmekten
alıkoyduklarını zikrettikten ve ardından hac menasikini ve bu hacda bulunan
dünya ve ahiret faydalarını beyan ettikten sonra hemen bunun peşinden 3u
engellemeyi ortadan kaldıran ve haccı yapma imkânını temin eden hususu yani
Allah'ın müşrikler belâsını, problemini kaldırdığını ve savaşa izin verdiğini;
mukaddesatı savunma, güçsüzleri himaye etme ve müminlerin Allah Te-alâ'ya
ibadet etmelerine imkân verme gibi savaşın meşru kılınmasının sebeplerini ve
buradaki hikmeti açıklamakla birlikte beyan etti.
[68]
"Şüphesiz
ki Allah iman edenleri müdafaa eder." Yani Allah kendisine te-%-ekkül
eden, sığınan kullarını şerli kimselerin şerrinden, facirlerin tuzaklarından
korur. Onları muhafaza eder, himayesi altına alır, düşmanlarına karşı onlara
yardım eder.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz biz rasullerimize ve anan edenlere
hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka
yardım edeceğiz." (Gafir, 40/51).
Bir
başka ayette şöyle buyuruyor: "Kim Allah'a tevekkül ederse Allah O'na
yeter. Allah emrini mutlaka yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü
koymuş-'îur."(Talak, 65/3).
"Yûdafi
'u" kelimesi müfâ'ale sigasında olup ya korumak hususunda mübalâğa ifade
etmek için (yani çok iyi korur manasında) yahut sadece fiilin tekrarına
delâlet etmek için (yani devamlı korur manasında) kullanılır. Müfâ'ale si-şası
fiilin tekrarına delâlet eder.
"Zira
Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez." Yani Allah
Tealâ ahdinde, misakında ve emanetinde hıyanet eden, nimetleri itiraf etmeyip
inkâr eden kimseyi sevmez.
Bundan
maksat şudur: Müminler Allah'ın sevgili dostlarıdır. Allah bunların
düşmanlarını cezalandıracaktır. Bu ifade vaad ve tehdidin sebebini bildirmektedir.
Zira "sevmemek" cezayı gerektiren buğzdan kinayedir. Emanete hıyanet
etmek ya bütün emanetlere hıyanet etmek yahut Allah'ın emanetleri olan emirleri
ve nehiylerinde hıyanet etmektir.
Bu
ayet ya zımnen bir tehdittir. Cenab-ı Hakk'm hac ayetlerinden önce zikrettiği
Mescid-i Haram'dan alıkoyanların akıbetini beyan etmektedir. Böylece kelâm
"Şüphesiz inkâr edenler insanları Allah 'ırı yolundan ve Mescid-i haramdan
alıkoyanlar..." (Hac, 22/25) ayetiyle irtibat halinde olmaktadır.
Ya
da bu ayet müşriklerin kendilerini engellemelerinden sonra mukaddes Haremi
görmeye susayan müminlere bir vaaddir. Böylece kelâm öncesiyle doğrudan irtibat
halinde olmaktadır.
Çünkü
müşrikler Allah'ın Rasulünü çok sevdiği öz vatanından çıkarttılar.
Peygamberimiz Mekke'den çıkarken Mekke'ye doğru yönelip: "Allah'a yemin
ederim ki Ey Mekke! Sen Allah 'm beldeleri içinde bana en sevimli olan yersin.
Sen Allah'ın beldeleri içinde Allah'a en sevimli olan yersin. Senin halkın beni
senden çıkarmasalardı asla çıkmazdım." demişti.
Görünen
odur ki, bu ayet (Hac, 22/38) Allah tarafından bir vaad ve müminlere Allah'ın
yardımı, onları düşmanlara karşı hakim kılma müjdesidir. Bunun zımnında
şiddetli bir korkutma ve müşriklere kahrolacakları, rezil-rüsvay olacakları
tehdidi vardır. Ayrıca cihadın meşru kılınmasına hazırlık ve başlangıç
yapılacaktır.
"Saldırıya
uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi."
Saldırıya uğrayan müminlere müşriklerin kendilerini mallarından ve yurtlarından
çıkarmaları, bazılarına vurmak ve yaralamak suretiyle zulmetmeleri sebebiyle
savaş için izin verildi. Müminler dövülmüş, başı yarılmış bir şekilde
Peygamberimiz'e (s.a.) geliyor şikayette bulunuyorlar, Peygamberimiz (s.a.) de
onlara sabırlı olmalarını emrediyor ve şöyle diyordu: "Ben henüz onlarla
savaşmakla emrolunmadım." Nihayet hicret etti. Hicretin ikinci yılında bu
ayet nazil oldu.
Bu
ayet İbni Abbas, Hz. Aişe, Mücahid, Dahhak Urve b. Zübeyr, Zeyd b. Eşlem,
Mükatil, Katade ve Zührî gibi seleften pekçok alimin görüşü olarak savaşı
nehyeden 70 küsur ayetten sonra savaşa izin hakkında inen ilk ayettir. Bu gayet
açıktır. Daha önce zikri geçen nüzul sebebi bunu te'yit etmektedir. Bu ayet
ilahî müdafaa ve yardımdan sonra zikredilmiştir.
İbni
Cerir, Ebul-Âliyye'den naklediyor: Savaş hakkında inen ilk ayet "Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190) ayetidir.
Hakim,
el-İklil'de bu konuda inen ilk ayet "Şüphesiz Allah müminlerden
nefislerini Cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,9/lll) ayetidir,
demektedir.
Cumhura
ait birinci görüşe göre "izin verildi." ayetinden maksat savaşın
mubah ve meşru oluşudur. Burada izin verilen gerçekten savaşın kendisidir,
cümlenin siyakı buna delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Burada zikri geçen kimselerden
murad yurtlarından haksız yere çıkarılmaları vasfının delaletiyle
"Muhacirler" dir.
Bazılarına
ait ikinci görüşe göre murad edilen mana daha önce verilmiş olan savaş izninin
savaşın meşru oluşu sebeplerini beyan etmek için hazırlık olarak hikâye
edilmesidir.
ce
kelâm "Şüphesiz inkâr edenler insanları Allah'ın yolundan ve Mescid-i haram'dan
alıkoyanlar..." (Hac, 22/25) ayetiyle irtibat halinde olmaktadır.
Ya
da bu ayet müşriklerin kendilerini engellemelerinden sonra mukaddes Harem'i
görmeye susayan müminlere bir vaaddir. Böylece kelâm öncesiyle doğrudan
irtibat halinde olmaktadır.
Çünkü
müşrikler Allah'ın Rasulünü çok sevdiği öz vatanından çıkarttılar. Peygamberimiz
Mekke'den çıkarken Mekke'ye doğru yönelip: "Allah'a yemin ederim ki Ey
Mekke! Sen Allah'ın beldeleri içinde bana en sevimli olan yersin. Sen Allah 'm
beldeleri içinde Allah 'a en sevimli olan yersin. Senin halkın beni senden
çıkarmasalardı asla çıkmazdım." demişti.
Görünen
odur ki, bu ayet (Hac, 22/38) Allah tarafından bir vaad ve müminlere Allah'ın
yardımı, onları düşmanlara karşı hakim kılma müjdesidir. Bunun zımnında
şiddetli bir korkutma ve müşriklere kahrolacaklan, rezil-rüs-vay olacakları
tehdidi vardır. Ayrıca cihadın meşru kılınmasına hazırlık ve başlangıç
yapılacaktır.
"Saldırıya
uğrayan müminlere zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi."
Saldırıya uğrayan müminlere müşriklerin kendilerini mallarından ve yurtlarından
çıkarmaları, bazılarına vurmak ve yaralamak suretiyle zulmetmeleri sebebiyle
savaş için izin verildi. Müminler dövülmüş, başı yarılmış bir şekilde
Peygamberimiz'e (s.a.) geliyor şikayette bulunuyorlar, Peygamberimiz (s.a.) de
onlara sabırlı olmalarını emrediyor ve şöyle diyordu: "Ben henüz onlarla
savaşmakla emrolunmadım." Nihayet hicret etti. Hicretin ikinci yılında bu
ayet nazil oldu.
Bu
ayet İbni Abbas, Hz. Aişe, Mücahid, Dahhak Urve b. Zübeyr, Zeyd b. Eşlem,
Mükatil, Katade ve Zührî gibi seleften pekçok alimin görüşü olarak savaşı
nehyeden 70 küsur ayetten sonra savaşa izin hakkında inen ilk ayettir. Bu gayet
açıktır. Daha önce zikri geçen nüzul sebebi bunu te'yit etmektedir. Bu ayet
ilahî müdafaa ve yardımdan sonra zikredilmiştir.
İbni
Cerir, Ebul-Âliyye'den naklediyor: Savaş hakkında inen ilk ayet "Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190) ayetidir.
Hakim,
el-îklil'de bu konuda inen ilk ayet "Şüphesiz Allah müminlerden
nefislerini Cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,9/lll) ayetidir, demektedir.
Cumhura
ait birinci görüşe göre "İzin verildi." ayetinden maksat savaşın
mubah ve meşru oluşudur. Burada izin verilen gerçekten savaşın kendisidir,
cümlenin siyakı buna delâlet ettiği için hazfedilmiştir. Burada zikri geçen kimselerden
murad yurtlarından haksız yere çıkarılmaları vasfının delaletiyle
"Muhacirler" dir.
Bazılarına
ait ikinci görüşe göre murad edilen mana daha önce verilmiş olan savaş izninin
savaşın meşru oluşu sebeplerini beyan etmek için hazırlık olarak hikâye
edilmesidir.
'Yukatelûne"
şeklinde meçhul fiil olarak okunursa bu ayet savaş hakkında men ilk ayettir,
denilse de denilmese de onların üzerine fiilen meydana gelen savaş ve
saldırıyla tavsif edilmeleri gerçek manadadır. Zira müşriklerin savaşmaları ve
onlara eziyet ve saldırıda bulunmaları her durumda meydana gelmiş olmaktadır.
Bu
fiil "yukatilûne" şeklinde malûm fiil olarak okunduğunda bu ayet
savaş -lakkmda inen ilk ayet değildir denirse, onların savaşla tavsif
edilmeleri yine rerçek manada olmaktadır. Ancak bu ayet cihad hakkında inen ilk
ayettir denirse bu durumda onların savaşla tavsif edilmeleri ya mana olarak
veya savaş istemeleri takdiriyle olmaktadır. Yani onlar müşriklerle savaşmak
istiyorlar ve bu konuda azamî gayret sarfediyorlar, demektir. Yahut gelecekte
müşriklerden meydana gelecek durumu göz önünde canlandırmak istemeleri
şeklindedir.
Her
neyse ayetten murad savaşa verilen iznin sebebini açıklamaktır. Bu da zulüm ve
eziyeti engellemektir. Zira müşrikler Rasulullah'a (s.a.) manevî ve bedenî
eziyetlerin çeşitli şekilleriyle eziyette bulunmuşlardı. O'nu şairlikle, sihirbazlıkla,
kâhinlikle ve mecnun olmakla itham etmişler, başına toprak atmışlar, Rabbinin
huzurunda secdede iken omuzlarının üzerine deve işkembesi bırakmışlardı.
Sakîf
kabilesi idarecileri çoluk-çocuğu kışkırtmışlar, nihayet Rasulullah'a 's.a) taş
atıp O'nu kanlar içerisinde bırakmışlar ve ayakları kana bulanmıştı.
Müşrikler
Peygamberimiz'e (s.a.) tabi olanlara da O'na yardımcı olanlara da eziyette
bulunmuşlardı. Onları dövmek, sopa ile vurmak, öldürmek, Mekke'de Batha
denilen yerde güneşin kızgın sıcağında tutmak gibi işkencelere tabi
tutmuşlardı. Taşları göğüslerinin üzerine koyuyorlar, onları dinlerinden döndürmeye
çalışıyorlardı. Ama bütün bu işkenceler sadece onların akidelerine ısrarla sarılmalarını
artırıyor, onlardan sadece: "Allah birdir! Allah birdir!" sözü
çıkıyordu.
Müslüman
olarak şehit olursam hiç aldırış etmem.
Allah
yolunda can vermem ne şekilde olursa olsun.
Cenab-ı
Hak bundan sonra o işkenceye uğrayıp ezilen, hor görülen insanlara yardım
vaadinde bulunarak şöyle buyurdu.
"Şüphesiz
ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir." Yani sadece Allah hiç
savaş olmaksızın mümin kullarına yardım etmeye kadirdir. Fakat O kullarından
kendine itaat yolunda gayretlerini sarfetmelerini istemektedir. İşte o zaman
onlarla beraber olacak, yardımıyla onları teyit edecektir. Gerçekten bu vaadini
yerine getirmiş, onları aziz kılmış, düşmanlarını helak etmiştir. Bu görüş İbni
Kesir'in görüşüdür.[69]
Bundan
maksat nıüslümanlara dünyanın bir imtihan ve deneme dünyası olduğunu, cihad ve
mücadeleye yeterliliklerini ve şahsiyetlerini ispat etmeye davetli olduklarını,
verilecek mükâfatın yapılacak amelle orantılı olduğunu bildirmektir.
Müfessirlerden
pek çoğu "Bu ayet bir yardım vaadidir. Önceki ayette yer alan müminlerin
müdafaa edileceği vaadine bir tekittir. Önceki vaadden sadece düşmanlarının
ellerinden kurtulma manası anlaşılmamalı, bilakis kendilerinin düşmanlara
karşı zafere ulaştırılacakları vaadi anlaşılmalıdır." şeklinde telakki
etmişlerdir.
Ancak
savaşın meşru kılınması hicretten sonraya ve uygun olan bir vakte
bırakılmıştır. Çünkü müminler Mekke'de azlık idiler. Müşriklerin sayısı daha
çoktu. Eğer henüz sayıları onda birden az oldukları halde müminlere savaş
emredilseydi bu durum onlara ağır gelirdi.
Daha
sonra Cenab-ı Hak o müminlerin durumunu şu ayette tavsif etti: "Onlar
sadece "Rabbimiz Allah 'tır." dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarıldılar. "
O
saldırıya uğrayan müminler müşriklerin haksız yere Mekke'den çıkarttıkları ve
Medine'ye göç etmek zorunda bıraktıkları kimselerdir. Bunlar Hz. Muhammed
(s.a.) ve Onun ashabıdır. Onların kendi kavimlerine karşı hiçbir kötülükleri
olmamıştı. Onların, hiçbir ortağı bulunmayan Allah'a ibadet etmekten başka
suçları da yoktu.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar Rabbiniz olan Allah'a iman ettiğiniz
için Rasulü ve sizi (yurtlarınızdan ) çıkarıyorlar." (Mümtehine, 60/1).
"Onlar
müminlere sadece müminlerin her şeye galip, övülmeye lâyık olan Allah'a iman
etmeleri sebebiyle kin duymaktadırlar." (Buruc, 85/8).
Savaşın
meşru kılınmasının bu ilk sebebi, Müslümanların haksız yere vatanlarından
kovulmalarıdır.
Cenab-ı
Hak bundan sonra ikinci bir sebep zikretmiştir. Bu da yeryüzünde ibadet
hürriyetini müdafaa etmek ve mukaddes yerleri himaye etmektir. Bunu şu ayette
beyan etmiştir:
"Eğer
Allah insanların bir kısmını diğerleriyle engellemeseydi..." İşte beşeriyet
arasındaki dengeyi korumak için Allah'ın koyduğu etki-tepki kanunu budur.
Savaş, ibadet yerlerini himaye etmek ve ibadet hürriyeti prensibini ikrar etmek
için meşru kılınmıştır.
Ayetin
manası şudur: Allah bir kavimle diğer kavme engel olmasaydı ve insanların
başkalarına kötülük işlemelerine mani olmasaydı, varlığı ve mukaddesatı
korumak üzere savaş meşru kılınmasaydı ister ruhbanların, Hristiyan-ların,
Yahudilerin mabedleri, isterse Allah'ın adı çokça zikredilen müslümanla-rın
mabedleri olsun yıkılırdı.
Ayette
ibadet yerleri zikredilirken azdan çoğa, dar olandan geniş olana intikal
dikkat çekmektedir. Zira mescitler cemaat bakımından daha çok, ibadet yönünden
daha doğru, maksat yönünden daha halistir. Manastırlar ve kiliseler ayette
mescitlerden önce zikredilmişlerdir. Zira onlar daha eskidirler. Bazı alimler
şöyle demişlerdir: Bu azdan çoğa nihayet mescitlere varıncaya kadar bir terakkidir.
Mescitleri mamur edenler daha çoktur, orada ibadet edenler da aa çoktur ve bunlar
sahih maksat sahipleridir.[70]
"Allah
dinine yardım edenlere mutlaka yardım eder." Yani Allah kelime-i tevhidi
yüceltme ve dininin sancağını yükseltme yolunda savaşanları yardı-anıyla
mutlaka te'yid eder. "Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım
ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar. İnkâr edenlere
gelince, yüzüstü sürünsün onlar! Allah onların amellerini de boşa çıkarmıştır."
Muhammed, 47/7-8).
"Şüphesiz
ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir." Allah kendi yolunda
cihad eden taat ehline yardım etmeye kadir olan mutlak kuvvet sahibidir. O
asla ezilmeyen ve hiçbir kimsenin yenemeyeceği en güçlü varlıktır. Ce-nab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz
kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlar mutlaka yardım göreceklerdir.
Şüphesiz galip gelecek olan da bizim ordumuzdur." (Saffat, 37/171-173);
"Allah: Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz, diye yazmıştır.
Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye galiptir." (Mücadele,
58/21).
Bundan
sonra Cenab-ı Hak yardıma lâyık olan muhacir müminlerin vasıflarını şu şekilde
belirtti:
"O
müminlere yeryüzünde imkân ve iktidar verdiğimiz zaman..." Yani Allah'ın
kendilerine insanlar üzerinde hakim olmalarını hazırladığı ve âlemler arasında
kendilerine nüfuz verdiği o müminlere yeryüzünde imkân tanıdığı ve kendilerine
iktidar verdiği zaman onlar şu dört şeyi yerine getirirler:
-
Farz olan namazı en mükemmel şekilde kılmak,
-
Farz olan zekâtı vermek,
-
Ma'rufu (şer'an emredilen ve aklen güzel olan iyi amelleri) emretmek,
-
Münkerden (şer'an yasak olan ve aklen çirkin olan amellerden) nehyet-mek,
Müminler
Allah'ın tevhidine ve O'na itaat etmeye davet olundular, şirkten nehyolundular
ve şirk ehliyle mücadele ettiler.
Bu
ayet aynen şu ayet gibidir: "Allah içinizden salih amel işleyenlere
ke-ikle vaad etmiştir ki, mutlaka kendilerinden öncekileri kâfirlerin yerine
ge-'iği gibi, kendilerini de yeryüzünde mirasçı kılacak, kendileri için razı
olup iği dinlerini iyice yerleştirecek ve kendilerini korkularından sonra
emniyete uşturacaktır..." (Nur, 24/55).
Bu
ayet (Hac, 22/41) geleceğin gaybî haberlerinden ve Allah -rızasına nail
kıldığı- muhacirleri yeryüzünde yerleştirir ve dünyayı önlerine yayarsa bu durumda
onların üzerinde bulunacakları yoldan ve dinin emrini nasıl yaşayacaklarından
haber vermektedir.[71]
"Bütün
işlerin sonu Allah 'a döner." Yani bütün işlerin varacağı yer Allah hükmüdür. Kulların yaptıklarına karşılık
verilecek sevap ve ceza konusunda Allah'ın takdiridir. Bu ayet aynen şu ayet
gibidir: "Hayırlı netice takva sahiplerinindir." (A'raf, 7/128).
Burada Allah Tealâ'nm dostlarına yardım etme ve onların davalarını yüceltme
şeklindeki vaadi tekit edilmektedir.
Kim
Yahudiler ve diğer düşmanlara karşı zafer elde etmeyi düşünüyorsa Muhacirlerin
ve ilk mücahidlerin sarıldıkları bu dört vasıfla amel etsinler.
Bu
ayetlerin özü: Müminler, Allah'a kulluk etmekten başka insanlara karşı hiçbir
günahı olmadığı halde zulme uğradıkları için kendilerine savaş helâl
kılınmıştır. Onlar yeryüzünde hakim oldukları zaman namazı dosdoğru kılar (ve
diğer görevleri yerine getirirler).
[72]
Bu
ayet-i kerimeler aşağıdaki nurlu hükümlere dikkat çekmektedir:
1- Allah Tealâ birinci ayette müminleri müdafaa etme, onları koruma, şerlilerin
şerrinden ve facirlerin tuzaklarından himaye etme, düşmanlarına karşı onlara
yardım etme vaadi verdi. Sonra da açık bir yasaklama ile hıyanet, gaddarlık ve
nimetlere nankörlükten nehyetti.
2- Allah Tealâ kâfirlerin eziyetlerini ve saldırılarını engellemek için,
nefsi değerli ve kıymetli olan hayat hakkını müdafaa etmek için savaşa ehil
olanlara savaşmalarını mubah kıldı.
Dahhak
diyor ki: Rasulullah'm (s.a.) ashabı Mekke'de kâfirler kendilerine eziyet
ettikleri zaman onlarla çarpışmak için izin istediler. Bunun üzerine Allah şu
ayeti indirdi: "Allah son derece hain ve nankör olan hiçbir kimseyi sevmez.
" Peygamberimiz (s.a.) hicret edince de: "Saldırıya uğrayan müminlere
zulme uğramaları sebebiyle (savaş için) izin verildi." ayeti indi. Bu
ayet -önceki alimlerin dedikleri gibi- Kuranda bulunan "Kâfirlerden yüz
çevirme, onları terketme ve müsamaha etme" şeklindeki bütün ayetleri
neshetmektedir. Bu ayet savaş hakkında inen ilk ayettir.
Kureyşliler
Müslümanlara işkence etmiş, hatta onları dinlerinden döndürmeye gayret etmiş,
onları yurtlarından sürmüşlerdi. Müslümanlardan bir kısmı dini için işkence
görmüş, bir kısmı da çeşitli ülkelerde gurbete çıkmış yahut ülkelerinden
kaçmıştı. Bir kısmı Habeşistan'a sığınmış, bir kısmı Medine'ye hicret etmiş,
diğer bir kısmı ise eziyetlere sabretmişti.[73]
Kısaca:
Müslümanlara zulme uğramaları sebebiyle savaş izni verilmiştir. Mekke
müşrikleri onlara son derece şiddetli eza ve cefa yapıyorlardı. Müslümanlar ya
dövülmüş, ya başı yarılmış durumda Peygamberimiz'e (s.a.) gelip uğradıkları
zulmü anlatıyordu. Efendimiz (s.a.) de onlara: "Sabredin. Ben henüz
savaşla emrolunmadım." diyordu. Nihayet hicret etti. Allah Tealâ da bu
ayeti indirdi. Bu ayet 70 küsur ayette savaş nehyedildikten sonra savaşa izin
verilen ilk ayettir.[74]
Bu
ayette -Mu'tezileye aykırı olarak- mubah kılınmanın da şeriatın emirlerinden
olduğuna delil vardır. Zira "izin verildi" ifadesinin manası mubah kılındı
demektir. Bu lafz da lügatte her yasak olan şeyin sonradan mubah kılınmasını
ifade etmek için konulmuş bir lafızdır.
3- Müşriklerin müminlere zulmetme şekillerinden biri onları kendi vatanlarından
herhangi bir haklı sebeple değil sadece "Rabbimiz tek Allah 'tır." demeleri
sebebiyle çıkarmalarıdır. Zira putperestler Müslümanları sadece Allah'ı bir
tanımaları sebebiyle yurtlarından çıkarmışlardır.
Bu
ayette ikraha, zorlamaya tabi tutulan kimsede mevcut olan fiilin bunu zorlayan
kimseye nispet edilmesinin caiz olduğuna delil vardır. Zira Allah Te-alâ:
"Hani inkâr edenler O'nu çıkarmıştı." (Tevbe, 9/40) ayetinde olduğu
gibi çıkarmayı kâfirlere nispet etti. (Yani Cenab-ı Hak "müminler
kâfirlerin zulmü .fadesi yerine" "müminler haksız yere yurtlarından
çıkarıldılar" ifadesini kullanmıştır.)
4- Savaşın meşru kılınmasının sebeplerinden biri, mukaddesatı ve ibadet
yerlerini korumaktır. Eğer Allah Tealâ'nm peygamberlere ve müminlere meşru
kıldığı düşmanlarla çarpışma olmasaydı şirk ehli önemli işleri ele geçirir,
anarşiyi yaygınlaştırır, ibadet yerlerini yıkar, her ümmette ve toplumda Hakka
karşı galip gelirlerdi.
Bu
da cihadın çeşitli ümmetlere verilen eski bir emir olduğuna, şeriatların
nfaadla geçerli kılındığına, tevhid sancağının cihadla yükseltildiğine, ıslah
hareketinin kalkınma ve medeniyet çekirdeğinin cihadla ortaya çıktığına, din
--irriyeti alâmetlerinin cihadla yerleştirildiğine, sağlam ahlâk ve beşerî
terbiye t taslarının cihadla ortaya konduğuna delâlet etmektedir.
5- Bu ayet zimmîlerin (İslâm ülkesinde cizye vergisini ödemek şartıyla yasayan
gayri müslimlerin) kiliselerinin, havralarının ve ateşgedelerinin yıkıl-
—
aması hükmünü ihtiva etmektedir. Fakat zimmîlerin eskiden bulunmayan ini bir
şey yapmalarına yahut binalarında enine veya yüksekliğine ilâve yap-
—
alarma müsaade edilmez. Müslümanların da bu mabedlere girmeleri ve ora-: c.
namaz kılmaları uygun değildir. Zimmîler bir ilâve yaptıklarında binalan-z_m
yıkılması vacip olur. Mescidin binasının yeniden yapılmak üzere yıkılması
caizdir. Hz. Osman (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) mescidinde bu şekilde bir
ııygulama yapmıştır.
6- Allah Tealâ mutlak kuvvete ve sonsuz kudrete sahiptir, her şeye galiptir,
son derece güçlüdür, çok değerlidir. Yüce şerefe sahiptir. Dinine ve
peygam-ierine yardım edene hükmünde ve şeriatında yardım eder. Hiç bir güç
Allah'ın rûeünü ezemez, hiçbir kimse Ona galip gelemez. Bilakis her şey Onun
huzu-~^nda zelildir. Ona muhtaçtır. Mutlak kudrete sahip ve aziz (her şeye
galip)
ı,an
Allah kimin yardımcısı ise o kimse zafere erer, O'nun düşmanı da ezilmeye
mahkûm olur.
7- Müslümanlar cihadlannda yapılanma, şeref, medeniyet, ıslah ve düzeltme
davetçileridir. Eğer dünyada iktidar ellerinde olursa şu dört vasfa sahip
iimriar:
-
Namazı dosdoğru kılmak,
-
Zekâtı vermek,
-
Hayırlı olan şeyi, iyiliği emretmek,
-
Sırî şer o\an VötvAügü yasaklamak..
Süheyl
b. Abdillah der ki: Emri bil-ma'ruf ve nehyi anil-münker suJtana ve sultanla
görüşen alimlere farzdır. Halkın sultana emri bil-maruf yapma vazifesi yoktur.
Bu zaten Sultanın asıl görevidir, ona farzdır. Halkın alimlere emri büma'ruf
yapma vazifesi de yoktur. Çünkü hüccet onlara vacip olmuştur.
8- "Bütün işlerin sonu Allah'a döner." ayeti gereği olarak
müminlerin hakimiyeti ve mülke sahip olmaları hiç şüphesiz gerçekleşecektir.
Bütün işler sonunda Allah Tealâ'ya dönecektir. Mülkü asla sona ermeyen sadece
Yüce Allah-tır.
[75]
42- Seni yalanlıyorsa, (bil ki) onlardan önce
Nuh, Âd, Semud kavmi de (peygamberlerini) yalanlamıştı.
43-
İbrahim kavmi ve Lût kavmi de...
44-
Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Musa da yalanlanmıştı. Ben
kâfirlere (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım. Benim
onları hiçe almam nasılmış (bir bak)!
45-
Biz nice zalim kasabaları helak ettik. Bunların duvarları (yıkılan) tavanlarının
üstüne çökmüştür. Nice kör kuyular ve nice bomboş kalan muhteşem saraylar
vardır!.
46- Onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı? Böylece
düşünecek kalpleri yahut işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki gözler kör
olmaz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.
47- Onlar senden azabın hemen gelmesini
istiyorlar. Allah vaadinden asla caymaz. Gerçekten Rabbinin yanında bir gün
sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.
48-
Nice zalim kasabalara (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım.
Dönüş ancak banadır!
"Seni
yalanlıyorlarsa..." ayeti Peygamberimiz'e (s.a) bir teselli olup kavmi
Kendisini yalanlıyorlarsa da onun bu yalanlama hususunda yalnız olmadığını
âmidinnektedir. Zira onun kavminden önceki kavimler de peygamberlerini
ya-liOBİamışlardı.
"Onlardan
önce Nuh kavmi," Hûd'un (a.s.) kavmi olan "Âd" Kavmi ve Salih'in
(a.s.) kavmi olan "Semûd kavmi, İbrahim kavmi ve Lût kavmi," Şuayb
(a.s.) kavmi olan "Medyen halkı peygamberlerini yalanlamıştı."
"Musa
da yalanlanmıştı." Hz. Musa'yı kavmi olan İsrailoğullan değil, Kıb-tîler
yalanlamıştı. Bu sebeple ayet ifadeyi değiştirdi, fiil meçhul olarak kullanıldı.
Zira onu yalanlayan Kıbtîlerdi. Ayrıca onun kavminin yalanlaması daha feci idi.
"Ben
kâfirlere önce mühlet verdim." Kendilerine verilen cezayı ertelemekle
onlara fırsat tanıdım. "Sonra da onları" azapla "yakaladım"
yani helak ettim. "Benim onları hiçe almam" nimeti mihnete, hayatı
helake ve mamur hallerini harap hale çevirmek suretiyle onları inkâr edip
tanımamam "nasılmış bir bak!" "Nasıl" sorusuyla sormak,
durumu ispat içindir. Yani bu soru tarzı durumu ispat için kullanılmış olup
bununla taaccüp murad edilmektedir.
"Biz"
halkı inkârları sebebiyle "nice zalim kasabaları" halkını helak etmek
suretiyle "helak ettik." "Bunların" kasabalardaki evlerin
"duvarları" yıkılan "tavanlarının üstüne çökmüştür."
Halkının ölmesi sebebiyle terk edilmiş "Nice kör kuyular ve nice"
bomboş kalan "muhteşem saraylar" ki bunları sahiplerinden alarak
boşalttık.
"Onlar"
yani Mekke kâfirleri "hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı?" Bu ifade
onların helak olanların akibetlerini görüp ibret almaları için sefere
çıkmalarını teşvik etmektedir.
"Böylece
düşünecek" düşünülmesi gerekeni idrak edecek ve kendilerinden önceki
yalanlayan kavimlere inen azaplarla istidlal edip basirete kavuşmalarına sebep
olacak "kalpleri olsun."
"Yahut
işitecek" vahiyden işitilmesi gerekenleri işitip eserleri müşahede edilen
kavimlerin durumundan ibret almaya vesile olması için duyan "kulakları
olsun."
"Gerçek
şudur ki:" Buradaki "feinneha" kelimesindeki zamir ya kıssaya
ra-cidir yahut fiilin tefsir ettiği mübhem kelimedir. Yani bu zamir zamir-i
şandır.
"Gözler
kör olmaz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." Yani kalpler ibret
almaktan uzak kalır. Yani eksiklik onların duyularında değil, sadece nefsî
arzularına uymak ve taklide dalmak suretiyle akıllarını kötüye kullanma
hu-susundadır. Burada (sudur=göğüsler) kelimesinin zikredilmesi te'kit içindir.
İbni
Abbas ve Mukatil diyorlar ki: "Kim bu dünyada âmâ ise..." ayeti indiği
zaman İbni Ümmi Mektum: Ya Rasulallah! Ben bu dünyada âmâyım. Ahi-rette de âmâ
mı olacağım? dedi. Bunun üzerine "Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, ama
asıl göğüslerdeki kalpler kör olur." ayeti indi.
"Onlar
senden" vaad edilen "azabın hemen gelmesini istiyorlar."
"Allah' verdiği haberin dönmesi imkânsız olduğu için azabı indirme
"vaadinden asla caymaz." Onlara vaad ettiği azap bir müddet sonra
olsa bile mutlaka gelecektir. Fakat Allah çok sabırlıdır, cezada acele etmez.
"Gerçekten
Rabbinin yanındaki" azap sebebiyle ahiret günlerinden "bir gün
sizin" dünyada "saydıklarınızdan" saydığınız günlerden "bin
yıl gibidir." Bu ifade O'nun sabrının ve teennisinin sonsuzluğunu beyan
etmektedir.
Bu
ayet "Eğer doğru söyleyenlerden isen tehdit ettiğin azabı bize
getir." Araf, 7/70) diyen Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Bir başka
görüşe göre: Bu ayet "Allahım! Eğer bu (Kur'an) senin nezdinden
indirilmiş bir hak (kitap) ise gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize can
yakıcı bir azap ver." (En-fal, 8/32) diyen Ebu Cehil b. Hişam hakkında
inmiştir.
"Nice"
sizin gibi halkı "zalim kasabalara" size mühlet verdiğim gibi önce
mühlet verdim. Sonra da onları azabımla yakaladım. Dönüş ancak banadır."
Yani hepsi benim hükmüme döneceklerdir.
[76]
Allah
Tealâ, kâfir ve müşriklerin müminleri haksız yere yurtlarından çıkardıklarını,
müminlere onlarla savaş yapma hususunda izin verildiğini, Hasu-j ve müminlere
kâfirlere karşı yardıma nail olma garantisi verdiğini beyan et-iıkten sonra
bunun ardından Rasulullah'ın (s.a.) kavminden kendisine muhalefet edenlerden
kendisinin ve müminlerin yalanlama ve benzeri şekillerde gör-iüğü eziyetlere
karşı sabretme hususunda Rasulullah'ı (s.a.) teselli etme madamında bazı hususları
zikretti.
[77]
"Seni
yalanlıyorlarsa..." Ya Muhammed ! O müşrikler seni yalanlıyorsa bil ki sen
bu hususta tek ve peygamberlerin ilki değilsin. Bu geçmiş ümmetlerin ae âdeti
idi.
Mekke
müşriklerinden önce Nuh kavmi, Hud'un (a.s.) kavmi olan Ad kavini, Salih'in
(a.s.) kavmi olan Semud kavmi, İbrahim (a.s.) kavmi, Lût (a.s.) kavmi, Şuayb'ın
(a.s.) kavmi olan Medyen halkı da peygamberlerini yalanlamışlardı.
Hz.
Musa'nın (a.s.) kendilerine gönderildiği Kıbtîler de paygamberlerinin getirdiği
açık mucizelere ve berrak delillere rağmen peygamberlerini yalanladı-
|iar.
Ben
de kâfirlerden azabı bir müddet daha erteledim. Bunu benim nezdim-belirli bir
vakte bıraktım. Sonra da onları azap ve ceza ile yakaladım ve he-I iiiic ettim.
Benim onları yok etmek suretiyle tanımamam ve onları cezalandır-Jmıeain
nasılmış bir bak!
Dikkat
edilirse Cenab-ı Hak "Musa kavmi de yalanladılar" buyurmadı. Zi-Hz.
Musa'yı kavmi olan İsrailoğulları yalanlamadı. Onu yalanlayanlar onun
ıı."nünden ayrı olan Firavun ve Firavunun kavmi Kıbtîlerdi.
Bir
kimseye uygulanan muamele onun benzerine de uygulanır. Ben senin iTminden olan
yalanlayıcılara emsaline muamele ettiğim şekilde muamele edeceğim. Ben onlara
mühlet versem de onlar hakkındaki vaadimi mutlaka gerçekleştirecğim. "Şüphesiz
ki Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir." (Buruc, 85/12). O halde azabın
derhal gelmesini bekleme.
Seleften
bazı alimlerin görüşlerine göre, Firavun'un kavmine söylediği "Ben sizin
yüce Rabbinizim" sözü ile Allah'ın helak etmesi arasında 40 sene geçmişti.
Buharî
ve Müslim'in Sabitlerinde Ebu Musa el-Eş'ari'nin (r.a.) rivayet ettiği
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisi yer almaktadır: "Şüphesiz ki Allah zalime
mühlet verir. Nihayet onu yakalayınca serbest bırakmaz." Sonra Efendimiz
(s.a.) şu ayeti okudu: "İşte bazı zalim kasabaları (azapla) yakaladığı
zaman Rabbinin yakalaması böyledir. Zira O'nun yakalaması acıklı ve
şiddetlidir."
İşte
geçmiş ümmetlerin yalanlama âdetleri böyledir. Cezaya gelince bu da Cenab-ı
Hakk'm buyurduğu şekildedir.
"Biz
nice zalim kasabaları helak ettik..." Nice halkı zalim olan yani peygamberlerini
yalanlayan kasabaları helak ettik. Sonunda onların yurtlarının duvarları
yıkılan tavanlarının üzerine çökmüştür. Yani evleri yıkıldı, hayatları söndü.
Yahut tavanları aynı halde ve sağlam vaziyette durmakla birlikte evler bomboş
kaldı.
Nice
kör kuyular kaldı. Yani artık onlardan su çekilmez oldu. Su almak isteyenler
sebebiyle önceleri kuyu başında izdiham varken artık oralara kimse gelmez oldu.
Nice muhteşem saraylar yıkıldı yahut içindekiler yok olunca öylece kaldı.
Ayette
geçen "meşîd" kireçle boyanmış yahut binası yüksek demektir.
Ayetin
toplu manası şudur: Nice kasabaları helak ettik. Nice kuyuları sahipsiz, kör
bıraktık ve nice muhteşem sarayları boş bıraktık. Önceki "muattala"
kelimesi delâlet ettiğinden saraylar için "hali (bomboş)" kelimesi
terk edildi. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Zalim olan nice kasabaları toptan
yok ettik." (Enbiya, 21/11).
Sonra
Cenab-ı Hak insanların olanlardan ve gördüklerinden ibret almaları zaruretine
dikkatleri çekti ve şöyle buyurdu: "Onlar hiç yeryüzünde dolaşmıyorlar
mı? Böylece düşünecek kalpleri yahut işitecek kulakları olsun."
Bu
ifade yolculuğa, düşünüp ibret almaya, basiretle tefekkür etmeye teşviktir.
Yani onlar ülkelere yolculuğa çıksalar ya! Böylece geçmiş kavimlerin
akibetlerinden ibret alsınlar, olanları gözleriyle görsünler, onların
bıraktıkları izlere şahit olsunlar, akıllarıyla sonuçlarını düşünsünler,
haberlerini kulaklarıyla işitsinler. Böylece gerçeklere vakıf olsunlar.
Sebeplere muttali olsunlar, sırlan idrak etsinler. Müşahede ettikleri ve
gördükeri şeylerden ibret alsınlar içinde bulundukları şirkten ve Rasulullah'ı
(s.a.) yalanlamaktan vazgeçsinler, kendilerini yaratan Rablerine dönsünler.
Cenab-ı
Hak ayrıca onlara kâinatta varlığına ve birliğine delâlet eden delil ve
burhanları da ortaya koydu.
"Gerçek
şudur ki: Gözler kör olmaz, ama asıl göğüslerdeki kalpler kör almr." Yani,
gözleri kör oldukları için değil, sadece basiretleri köreldiği için
dü-finmediler, ibret almadılar ve incelemediler. Körlük, gözlerin kör olması
değil-dk. Asıl körlük gözleri sağlam olduğu halde basiretin körelmesidir. Zira
onlar fikri güçlerini ve akıllarını kullanmadılar, işlerin gerçek yapısını
araştırmadılar ve ibretlere nüfuz edemediler.
Razî
şöyle demektedir: Bu ayet aklın, bilginin ta kendisi olduğuna, bilgisin de
yerinin kalp olduğuna delâlet etmektedir. Zira "kendisiyle düşünecek
kalpler" den maksat ilimdir, "kendisiyle düşünecek" ifadesi
kalbin bu düşünme-je bir araç olduğuna delâlet etmektedir.[78]
Ayette
aklı kalbe izafe etmiştir. Zira işitme duyusunun mahalli kulak ol-inğu gibi
aklın mahalli de kalptir.
Cenab-ı
Hak onların içinde bulundukları yalanlamayı açıkladı ve onların asabın
gelmesiyle alay eden, taşkınlık yapan ahmak bir topluluk olduklarını «kretti ve
şöyle buyurdu:
"Onlar
senden azabın derhal gelmesini istiyorlar." Allah'ı, kitabını, peygamberini
ve ahiret gününü yalanlayan o haddi aşan kâfirler onları korkutturun azabın
hemen gerçekleşmesini istiyorlar.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yine bir zaman onlar: Allah 'im! Eğer bu
(Kur'an) senin nezdinden indirilmiş bir hak (kitap) ise gökten üzerimi-2u
taşlar yağdır veya bize can yakıcı bir azap ver, demişlerdi." (Enfal,
8/32);
"Kâfirler:
Ey Rabbimiz!. Hesap gününden önce payımıza düşen azabı he-mengönder,
derler." (Sad, 38/16).
"Allah
vaadinden asla caymaz." Azap hiç şüphesiz gelecektir, inecektir. Zira
Allah onlara verdiği vaadden dönmez. Bu vaad de kıyametin kopması, Al-ah'ın
düşmanlarından intikam alması, dostlarına ikramda bulunmasıdır. Allah'ın
onlara vaad ettiği şey bir müddet sonra bile olsa mutlaka onların başına
gelecektir.
"Gerçekten
Rabbinin yanında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." Yani
şüphesiz Allah hilim sahibidir, acele etmez. O'nun hilminden ve uzun müddetleri
kısa saymasındandır ki O'nun nezdinde bir gün sizin saydığınız gönlerden bin
sene gibidir. Yani Rabbinin nezdinde ahirette onlara inecek azap gönlerinden
bir günün azabının şiddeti dünya günlerinden bin seneye eşit olur. Onlar
Rabbinin-azabına göre neredeler? Mahlûkatma göre bin sene O'nun hükmüne göre
bir gün gibidir. O gayet iyi bilmektedir ki intikam almaya muktedirdir.
Ertelese, geciktirse ve mühlet verse de hiçbir şeyi ihmal etmez.
Bu
ayet şu ayet gibidir: "Gökten yeryüzüne inen, emirleriyle bütün işleri
idare edip yürüten O'dur. Sonra o işlerin neticesi (şudur): Sizin saydığınız
yıllarla bin yıl eden bir günde O'na yükselip arz edilir." (Secde, 32/5).
Kısaca:
Onlar ahiretin azabının durumunu, azabın bu vasıflarını bilselerdi derhal
gelmesini istemezlerdi. Allah'ın hikmeti mühlet verilmesini gerekli kılmıştır.
Müddet
uzasa da, mühlet verilmesini ve fırsat tanınmasını te'kit etmek üzere Cenab-ı
Hak şöyle buyurdu:
"Nice
zalim kasabalara (önce) mühlet verdim. Sonra da onları (azabımla) yakaladım.
Dönüş ancak banadır."
Yani
pek çok kasabaya Allah mühlet vermiş ve onların azabını, helak olmasını
geciktirmiştir. Halbuki onlar zulümde -yani küfür ve masiyette- devam ettiler.
Bu erteleme ile aldandılar. Sonra da onlara yani o kasabaların halkına azabı
indirdim.
Azabın
geciktirilmesi ihmal babında değil imhal (mühlet verme) babm-dandır. Nitekim
sahih hadiste gelmiştir ki: "Şüphesiz ki Allah zalime mühlet verir.
Nihayet onu yakalayınca hiç bırakmaz.
[79]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir.
1- Hz. Muhammed'in (s.a.) risaletindeki başarısı önce kavminin eziyetine
karşı sabırlı olmasına bağlıydı. Bunun için Rabbi ona sabır ibretleri verdi. Bu
ayetler ona bir teselli ve takviye idi. Ondan önce de yalanlanan peygamberler
vardı. Allah -burada- bunlardan yedisini zikretti. Bu peygamberler Allah'ın yalanlayanları
helak etmesine kadar sabretmişlerdi. Ona düşen de o peygamberlere tabi olup
sabretmesi idi.
2- Allah'ın hikmetinden ve hilminden biri de peygamberlerini yalanlayan,
Rablerini inkâr edip haddi aşan o kâfirlere vereceği cezayı ertelemesi, sonra
onları cezalandırması idi. Böylece onlara verilen ceza ibret alacaklar için
ibret vesilesi, düşünüp inceleme vesilesi oluyordu: Onların içinde bulundukları
nimetlerden azap ve helake düşmeleri değişikliği nasıl oluyordu?
Kureyş'ten
olan yalanlayıcılara da böyle yapılacaktır. Benzeri davranışta bulunana akıl,
âdet ve adalet gereği benzeri muamele yapılır.
3- "Kâfirlere (önce) mühlet verdim." ayeti Cenab-ı Hakk'm
Peygamberimiz'in (s.a.) kavmine de -toptan helak olma azabı hariç- geçmiş
diğer kavimlere yaptığı muameleyi yapacağına delâlet etmektedir. Cenab-ı Hak bu
ümmete düşmanlarını öldürme imkânı tanıyıp onlara yeryüzünde sebat ihsan
ettiyse de Hz. Muhammed'in (s.a.) kavmini toptan helak etmeyecektir.
Hasan-ı
Basrî diyor ki: Toptan helak olma azabının bu ümmette geriye bırakılmasının
sebebi şudur: Bu azap iki şarta bağlıdır:
Birincisi: Allah katında küfrün bir sınırı vardır. Bu sınıra
ulaşana azap edilir. Bu sınıra ulaşmayana azap edilmez.
İkincisi: Allah bir kavimden hiçbir kimsenin iman etmeyeceğini
bilmeden o kavme azap etmez.
Bu
iki şart meydana gelince, yani bir kavim küfürde bu sınıra ulaşır ve Allah da
o kavimden hiçbir kimsenin iman etmeyeceğini bilirse bu durumda peygamberlere
emreder. Onlar da ümmetlerine beddua ederler. Allah onların bu bedduasını kabul
eder ve onlara toptan helak olma azabını indirir.
İşte
"Rasul ümidini kestiği zaman." ifadesinde anlatılmak istenen budur.
Yani Peygamber kavminin hakka icabet etmesinden ümidini kestiği zaman demektir.
Cenab-ı Hakkın Hz. Nuh'a (a.s.) vahyi şu idi: "Gerçek şudur ki: Kavminden
daha önce iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir."
Ce-□ab-ı Hak bir kavme azap indirdiği zaman "Emrimiz (azap emri)
geldiği zaman Hud'u kurtardık." ayetinin delaletiyle müminleri kurtarır.
4- Nice kasabalar zulüm -yani küfür- üzere devam ederlerken Allah onları
helak etmiştir. Onların evleri yıkılan tavanlarının üstüne çökmüştür. Yahut ıssız
kalmıştır. Ayrıca kuyuları da gelenlerden ve su çekenlerden mahrum, yüksek
sarayları harap olmuş veya bomboş kalmıştır. Ünsiyetin yerini yalnızlık,
anıranın yerini fakirlik almıştır.
Burada
öğüt, ibret ve hatıra vardır. Ma'siyete bulaşmaktan, Allah Te-alâ'nın emir ve
nehiylerine aykırı davranma neticesine düşmekten sakındırma rardır.[80]
5- "Onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı?" ayeti Allah'ın
küfürleri ve zulümleri sebebiyle helak ettiği eski ümmetlerin bıraktığı
izlerden ibret almaya açık bir teşvik vardır. İnsanlar bunlardan ibret alırlarsa
duyuları, idrakleri ve akıllarından gerçekten istifade etmiş olurlar. Eğer
ibret almazlarsa bu güç ve enerjileri, bu nimetleri kullanmamış olur,
dolayısıyla azaba lâyık olurlar.
Kim
dünyada kalbini İslâm'dan köreltirse o ahirette cehennemdedir.
6- İnsanlar ahiret azabının durumunu bilselerdi ve oradaki azap gününün,
şiddeti sebebiyle dünya senelerinden bin sene gibi olduğunu bilselerdi bu
azabın derhal gelmesini istemezlerdi. Zira Allah azabı indirme hususundaki
vaadinden caymaz.
Zeccac
diyor ki: Müşrikler azabın derhal gelmesini talep ettiler. Allah onlara
kendisinin hiçbir şeyi kaldırmayacağını bildirdi. Bu azabı dünyada Bedir Gönü
indirdi.
İkrime
de şöyle diyor: Onlar azabın kısa günlerde derhal gelmesini istedikleri zaman
Allah onlara bu azabı uzun günlerde indireceğini bildirdi.
Ferra
ise şöyle diyor: Bu onların ahiretteki azabının çok uzun olacağına bir
tehdittir.
Kısaca:
Bu ayet kıyamet gününe inanmadıkları için hakkı yalanlayarak ve alaylı bir
tarzda derhal azabın gelmesini isteyen müşriklere bir reddiye ve azalan
meydana geleceğinin kesin bir duyurusudur.
7- Pek çok kasabaya sapıklıklarına rağmen Allah önce mühlet vermiş, sonra
da onları azapla yakalayıvermiştir. Dönüş ancak Allah'adır. Hüküm ve takdir
etme hususunda dönülecek ve son varılacak yer Allah'tır.
[81]
49-
De ki: Ey insanlar! Ben sizin için sadece apaçık bir uyarıcıyım.
50- İman edip salih ameller işleyenlere mağfiret
ve bol rızık vardır.
51-
Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakacakmış gibi (fesat çıkarmaya) gayret
edenlere gelince, onlar da cehennemlik-
"İman
edip salih amel işleyenler" ile "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakacakmış
gibi fesat çıkarmaya gayret edenler" ibareleri arasında mukabele sanatı
vardır.
[82]
"De
ki: Ey insanlar!." Mekkeliler ve başkaları "Ben sizin için sadece
apaçık bir uyarıcıyım." Uyarım -korkutmam- gayet açıktır. Ben aynı zamanda
müminler için müjdeciyim.
Ayette
iki gurup yani müminler ve kâfirler zikredildiği ve "sizin için" ifadesiyle
hitap bütün insanlar için umumi olduğu halde sadece korkutma üzerinde
durulmuştur. Zira sözün başı ve gelişine göre müminler ve onlara verilecek
sevap, düşmanları olan müşriklerin öfkesini artırmak içindir
"İman
edip salih amel işleyenlere" kendilerinden doğabilecek günahlar için
"mağfiret ve bol rızık" yani cennet "vardır". Herşeyin
mükemmeli bütün yüksek özellikleri bir arada toplayan değerli olan şeklidir.
"Ayetlerimiz
hakkında" Kur'an-ı Kerim hakkında reddetmek, iptal etmek, sihirdir ve
efsanedir diyerek dil uzatmak suretiyle "bizi âciz bırakacakmış gibi"
bizimle yarış edercesine ve bize galip gelecekmiş gibi yani öldükten sonra
dirilmeyi ve cezayı inkâr ettikleri halde bizim kendilerini serbest
bırakacağımızı zannederek fesat çıkarmaya "gayret edenlere gelince: Onlar
da cehennemliktirler. " Yani yakıcı ateşe lâyıktırlar.
Ayette
geçen "muâ'cizln" kelimesi "mu'cizîn" şeklinde de
okunmuştur. Buna göre manası başkalarını iman etmekten alıkoyanlar demektir.
[83]
Allah
Tealâ müşriklerin ahirete inanmamaları sebebiyle azabı yalanlamak ve onunla
alay etmek için azabın derhal inmesini istediklerini beyan ettikten sonra,
bunun ardından Rasulullah'm (s.a.) vazifesini açıkladı. Onun vazifesi uyarmak
ve korkutmak idi. O uyarı için gönderilmişti. Onların bununla alay etmeleri onu
engellemeyecektir.
[84]
Allah
Tealâ Peygamberine (s.a.) kâfirler kendisinden azabın meydana gelmesini,
derhal inmesini istedikleri zaman onlara şöyle söylemesini emretmektedir:
Ey
azabın acilen gelmesini isteyen müşrikler! Allah beni size şiddetli bir azabın
öncesinde uyarıcı olarak gönderdi. Sizin hesabınızdan bana hiçbir şey toktur.
Bilakis sizin işiniz Allah'a kalmıştır: Dilerse size azabı derhal indirir,
illerse bunu erteler. Dilerse kendisine tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. O
dilediğini, istediğini ve ihtiyar ettiğini hiç şüphesiz yerine getirir.
Buyuruyor M: "Allah hükmeder. O'nun hükmünü reddedecek hiçbir kimse
yoktur. O hesabı süratli olandır." (Ra'd, 13/41).
Benim
görevim uyarmayı ihtiva ettiği gibi müjdelemeyi de ihtiva etmekte-ür. Bu durum
şu iki şekilde söz konusu edilmektedir:
1- "îman edip salih ameller işleyenlere mağfiret ve bol rızık
vardır." Yani kalpleri inanan ve bu imanlarını amelleriyle tasdik edenlere
geçmişte işledikleri günahlar için mağfiret, isterse güzel amellerinden az bir
şey olsun güzel bir sevap, genişliği yeryüzü ve gökyüzü genişliğinde cennet
vardır. Bol ve değerli -ızık Allah'ın şu ayetinde vasıflarını bildirdiği
cennettir. "Orada canların çekti-t: ve gözlerin hoşlandığı her türlü nimet
vardır. Sîz orada ebediyyen kalacaksı-:az."(Zuhrııff 43/71).
Peygamberimiz
(s.a.) cenneti İmam Ahmed, Buharı, Müslim, Tirmizî ve Hni Mace'nin Ebu
Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri şu hadisiyle tavsif etmiştin
"Cennette daha önce hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve
hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetler vardır."
2- "Ayetlerimiz hakkında bizi âciz bırakacakmış gibi (fesat
çıkarmaya) gay-nt edenlere gelince, onlar da cehennemliktirler.
"Ayetlerimizi ortadan kaldırmaya ve din davetini reddedip yalanlamaya
gayret edenler ve insanları Hz. Peygamber'e (s.a.) uymaktan alıkoyanlar, bunu
yaparken de bizi âciz bırakacaklarını ve bizim emrimizden ve onları
dirilteceğimizden kaçacaklarını ve bizim kendilerine muktedir olamayacağımızı
zannedenlere gelince, bunlar da yakıcı ve acıklı olan, azabı ve işkencesi
şiddetli olan cehennem ehlidirler. Orada daimî surette kalacaklardır. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İnkâr eden se Allah'ın yolundan
alıkoyanlara bozgunculuk yapmaları sebebiyle (hak ettikleri) azabı kat kat
artırırız." (Nahl, 16/88). Devamlılık cihetiyle onları "cehen-tem'in
sahipleri diyerek" bir şeyin sahibine benzetmiştir.
[85]
Bu
ayetlerden şu hususlar ortaya çıkmaktadır:
1- Rasulün vazifesi korkutma ve müjdelemedir. Kendisine isyan edenleri
cehennemle korkutmak ve itaat edenleri cennetle müjdelemektir.
2- Salih ameller -ibadet ve taatler- işleyen müminlere cennet, günahlardan
mağfiret ve ilâhî rıza vardır.
3- İnatçı olan ve öldükten sonra diriliş olmadığını ve Allah'ın
kendilerine güç yetiremiyeceğini zanneden kâfirlere devamlı surette ebedî
olarak kalacakları alevli ateş vardır.
[86]
52- Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi
göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir takım
şüpheler atmış olmasın. Fakat Allah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir.
Sonra Allah kendi ayetlerini muhkem kılar. Allah her şeyi en iyi bilendir,
sonsuz hikmet sahibidir.
53-
Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunanlar
ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan (vesilesi) kılar. Şüphesiz zalimler
derin bir muhalefet içindedirler.
54-
Ayrıca kendilerine ilim verilenler de bunun (Kur'an'ın) Rabbin tarafından gelen
bir Hak (kitap) olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden bağlansınlar.
Şüphesiz ki Allah iman edenleri doğru yola iletir.
55- İnkâr edenler kendilerine kıyamet ansızın
gelinceye kadar veya kısır (hayrı dokunmaz) bir günün azabı çatınca-ya kadar
Kur'an'dan şüphe içinde kalırlar.
56-
O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm verir. İman edip salih
ameller işleyenler "Naim" cennetlerin-dedirler.
57- İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara hakir
düşüren bir azap vardır.
"Biz
senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki..." ayetindeki
"er-sdnâ" ve "rasul" kelimeleri arasında cinaslı iştikak
sanatı yapılmıştır.
"Allah
şüpheleri derhal giderir." ve "Allah kendi ayetlerini muhkem
kılar." ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Şüphesiz
zalimler" ifadesinde zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. As-lolan
"ve innez-zalimîn" yerine "ve innehüm" denilmesidir. Bu
ifade kâfirlerin zulüm ve düşmanlık yaptıklarına hüküm vermektedir.
"Yahut
kendilerine kısır bir günün azabı gelinceye kadar..." ayetindeki
"aA:îm=kısır" kelimesinde istiare yapılmıştır. Kendisinden sonra
hiçbir gündüz veya gecenin bulunmadığı kıyamet günü zamanının sona ermesi
sebebiyle gündüzlerin peşinden gelen, böylece gecelerin evlâdı mertebesinde
bulunan dünya günlerinin aksine gece doğurmayan gün olduğundan evlât doğurmayan
kısır bir kadına benzetilmiştir.
[87]
"Biz
senden önce hiçbir rasul veya nebi göndermedik ki..." Rasul, tebliğ ile
emrolunan nebidir. Yahut daha sahih olan görüşe göre Allah'ın kendisini yeni
bir şeriatla gönderdiği ve insanları bu şeriata davet eden kimsedir. Nebi ise
ra-sulden daha genel bir ifadedir. Nebi tebliğle emrolunmayan peygamberdir. Yahut
daha sahih görüşe göre Hz. Musa (a.s.) ile Hz. İsa (a.s.) arasında gelen
İs-railoğulları peygamberleri gibi Allah'ın kendisini geçmiş bir şeriatçı
tasdik etmek üzere gönderdiği peygamberlerdir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz
(s.a.) ümmetinin alimlerini onlara benzetmiştir. Buna delâlet eden bir hususda
şudur: "Efendimiz'e (s.a.) peygamberlerin sayısı soruldu: Peygamberimiz
(s.a.)
-
Yüz yirmi dört bin peygamber vardır, buyurdu.
-
Bunlardan "rasul" olan kaç tanedir? diye soruldu.
-
Üç yüz on üç (gibi kalabalık bir guruptur) buyurdu."
"...
o" peygamber "bir şey temenni ettiği" okuduğu "zaman şeytan
onun arzusuna" onun okuduğu ayetler arasına "bir takım şüpheler
atmış olmasın." Yani şeytan peygamberin kendilerine gönderildiği kavmin
hoşuna gidecek bir takım şüphe ve vesveseleri bu ayetler arasında ortaya atar.
"Fakat
Allah şeytanın verdiklerini" şüphe ve vesveseleri "derhal
giderir." Bunları izale eder, yok eder. "Sonra Allah kendi ayetlerini
muhkem kılar." Yani sağlamlaştırır. "Allah her şeyi" insanların
durumlarını ve şeytanın zikredilen şüphe ve vesveseleri ortaya attığını
"en iyi bilendir." Onlara yaptıklarında "sonsuz hikmet
sahibidir." Dilediğini yerine getirir.
"Böylece
Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde hastalık" şüphe ve
nifak "olanlar ve kalpleri katılaşanlar" yani hakkı kabul etmemek
hususunda katı kalpli olanlar "için bir imtihan" deneme ve tecrübe
vesilesi "kılar. Şüphesiz zalimler" yani kâfirler "derin bir
muhalefet içindedirler." Haktan uzaklaşarak karşı muhalefet içindedirler.
"Ayrıca
kendilerine ilim" yani tevhid inancı ve Kur'an "verilenler"
yahut taassup ve inattan uzaklaşmış ilim ehli "de bunun" yani
Kur'an'm "Rabbin tarafından gelen" Allah tarafından inen "bir
hak" kitap "olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden
bağlansınlar." Yani gönülleri huzur bulsun, boyun eğsin ve neslim
olsunlar. "Şüphesiz ki Allah iman edenleri en doğru yola iletir."
Sırat-ı müstakim en sağlam yoldur, İslâm dini yahut insanları hakka ulaştıran
doğru düşüncedir.
"İnkâr
edenler kendilerine kıyamet" yahut ölüm veyahut kıyametin alâmetleri
"ansızın gelinceye kadar veya kısır bir günün" yani şiddetli olduğu
sebebiyle diğer günlerden ayrılan bir günün "azabı çatıncaya kadar
ondan" yani Kur'an-ı Kerim'den "şüphe içinde kalırlar."
"Kısır
günden murad ya Bedir günü gibi kâfirlerin öldürüldükleri savaş günüdür. Zira
öyle günlerde kadınların çocukları öldürülür, anneleri kısır gibi çocuksuz
kalırlar. Ya da bu günden maksat hayır getirmeyen, kısır rüzgâr gibi Mçbir
hayrı dokunmayan gün demektir. Yahut o gün gecesi bulunmayan kiyaset günüdür.
"O
gün" yani kıyamet günü yahut kâfirlerin şüphelerinin ortadan kalktığı
gân..."Mülk" hakimiyet ve tasarruf sadece "Allah'ındır. Onların
" kâfirlerle müminlerin "arasında O" yani Allah "hükmeder.
İman edip salih ameller işleyenler naîm cennetlerindedirler."
"İnkâr
edip ayetlerimizi yalanlayanlara ise" küfürleri sebebiyle horlayıcı,
şiddetli "hakir düşüren bir azap vardır."
Dikkat
edilirse birinci cümlede yani "iman edip salih ameller işleyenler..."
ayetinde "haber" kısmında "fa" harfi kullanılmazken ikinci
cümlede yani "inkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlar..." ayetinde
getirilmesi müminlerce cennet-krie verilen mükâfatın Allah Tealâ tarafından
verilen bir lütuf olduğuna ve kâfirlerin cezasının da amellerinden dolayı
olduğuna işaret vardır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak "Onlar azap
içindedir." buyurmamış, "Onlara azap vardır." buyurmuştur.
[88]
Müfessirlerden
bir çoğu burada -bu ayetlerin tefsirinde- "Garanik kıssası" m ve
Mekke'den Habeşistan'a hicret edenlerden pek çoğunun bu olay sebebiyle Mekke
müşriklerinin İslâm'a girdiklerini zannederek Mekke'ye döndüklerini
zikretmişlerdir.
Müfessirler,
İbni Kesir'in ifade ettiği gibi hiçbiri sahih tarikle müsned dank gelmeyen,
sadece "mürsel" senedlerle gelen çeşitli rivayetler zikretmişler-
Bu
rivayetlerden biri İbni Ebî Hatim, İbni Cerir ve İbnü'l-Münzir'in Said i.
Cübeyr'den naklettiği şu rivayettir: Peygamberimiz (s.a.) kalabalık bir
mec-J5ste oturmuş o gün Allah tarafından kendisine bir ayet gelmemesini,
dolayısıy-]a kavminin o gün kendisinden uzaklaşmasını temenni etmişti. Bunun
üzerine: Batmakta olan yıldıza yemin ederim ki..." (Necm, 53/1) ayeti ve
devamı indi. Peygamberimiz (s.a.) bu ilk ayetten "Şimdi siz ilâh olarak
Lât'ı, Uzza'yı ve di-
1~
İbni Kesir, III/229.
ğer
üçüncüleri olan Menat'ı mı görüyorsunuz?" (Necm, 53/19-20) ayetine kadar
okudu.
Hemen
bunun ardından şeytan: "Bunlar güzel yüzlü meleklerdir. Bunların şefaat
etmeleri umulur." ifadesini söyledi.[89]
Peygamberimiz
de bu iki cümleyi aynen söyledi. Sonra devam ederek bu surenin tamamını okudu.
Daha sonra surenin sonunda secde etti. Onunla birlikte bütün mecliste
bulunanlar da secde ettiler.
Müşrikler
de Muhammed, bugünden önce bizim tanrılarımızı böyle güzellikle anmadı,
demişler, Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte secde etmişlerdi. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi: "Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi
göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir takım
şüpheler atmış olmasın..."
Velid
b. Mugîre yerden toprak alıp alnına götürüp ona secde etti. Yaşlı bir kimseydi.
Akşam olunca Cebrail Peygamberimiz e (s.a.) geldi. Efendimiz (s.a.) de sureyi
ona arz etti. Bu iki cümleye gelince Cebrail: "Ben sana bu iki cümleyi
getirmedim." dedi.
Bunun
üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi: "(Ey Muhammed) Müşrikler Kur'anın
dışında başka şeyler uydurarak bize karşı iftirada bulunman için seni, sana
vahyettiğimiz Kur'an'dan ayırmaya çalışıyorlar. İşte o zaman seni dost
edinirler. Eğer seni azimli ve sebatlı kılmasaydık nerde ise onlara az da olsa
meyledecektin Eğer onlara biraz olsun meyletseydin, dünya ve ahiretin azabını
sana kat kat tattırırdık. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.
" (İsra, 17/73-75).
Peygamberimiz'in
(s.a.) kederli hali devam etti. Nihayet "Biz senden önce hiçbir rasul veya
nebi göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna bir
takım şüpheler atmış olmasın." (Hac, 22/52) ayeti nazil oldu.
İbnü'l-Arabî
ve Kadı Iyaz şöyle demişlerdir: Bu rivayetler batıldır, aslı yoktur.[90]
Razî
diyor ki[91]: Tahkik ehli âlimler:
"Bu rivayet batıldır, uydurmadır." demişler; Kur'an, sünnet ve aklî
delille buna delil getirmişlerdir.
Kur'an
delili şu ayetlerdir: "De ki: Onu (Kur'anı) kendiliğimden değiştirme
yetkisine sahip değilim. Ben de ancak bana vahyolunana tabi oluyorum." (Yunus,
10/15).
"O,
kendi arzusu ve hevasından konuşmaz. Onun her konuştuğu (Allah tarafından)
vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir." (Necm, 53/3-4).
"Eğer
o Muhammed (kendiliğinden) bazı sözler uydurup da bizim söylediğimizi iddia
etseydi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da can damarını keser-::*."
(Hakka, 69/44-46).
Ayrıca
eğer Peygamberimiz (s.a.) yukarıda belirtilen Necm süresindeki ayetten (53/20)
sonra: "İşte bunlar güzel yüzlü meleklerdir. Bunların şefaat eteleri
umulur." ifadesini okusaydı Allah'a yalan isnat edilmiş olurdu. Bunu da
ıiçbir müslüman söyleyemez.
Sünnetten
delile gelince: Muhammed b. İshak b. Huzeyme'ye bu kıssa so-rjddu: "Bu
kıssa zındıkların uydurmasıdır." diye cevap verdi. Beyhakî: "Bu
kıs-fa nakil yönünden sabit değildir" demiştir. Ayrıca Buharî'nin
Sahihteki rivaye-::ne göre Peygamberimiz (s.a.) Necm suresini okumuş, bu
secdede Müslüman--ît ve müşrikler, insanlar ve cinler secde etmişlerdi. Bu
rivayette "Garanîk halisi" yoktur.
Aklî
delillere gelince: Bu bir kaç yönden incelenebilir: Kim Rasulullah'm Cs.a.)
putlara ta'zim ettiğini caiz görürse bu kimse kâfir olur. Zira zarurat-ı
di-:ayyeden biri de onun bütün gayretinin putları reddetmek olduğudur.
Razî
diyor ki: Delillerin en kuvvetlisi şudur: Biz bunu caiz görürsek Onun şeriatına
-yani Allah'ın şeriatına- olan güven kalkmış olur, hükümlerin ve şer'î
esasların her birinde de bunu caiz görmüş oluruz. Böylece Cenab-ı Hakk'ın: Ey
Rasul! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan O'nun
-.saletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan (onların şerrinden)
korur." (Maide, 5/67) ayeti iptal edilmiş olur. Zira aklen vahyin eksik
olması ile vahye ilâve yapılması arasında hiçbir fark yoktur.
Böylece
Garanîk kıssasının uydurma olduğunu özlü bir şekilde anlamış olduk.
[92]
Bu
ayetlerin nüzul sebebinde geçen ifadelerden anlaşılmıştır ki, Garanîk kıssası
zındıkların uydurduğu uydurma ve yalan bir kıssadır. Bunun için ayetlerin pek
çok müfessirin yaptığı tefsire muhalif olarak daha başka bir şekilde tefsir
edilmesi gerekir.
Şeytanın
ortaya attığı sözlerin duyulan lafızlar olup bu sebeple fitnenin meydana
geldiği hususunda hiçbir ihtilâf yoktur. Ancak alimler bu şeytanın ortaya atış
şekli hususunda ihtilâf etmişlerdir. Fakat kesin olan husus Peygamberimiz
(s.a.), kendisinin masum olduğuna delâlet eden önceki ayetlerin delaletiyle
amel edilerek, kendisinin hevasından konuşmayacağından hareketle, şeytanın
ortaya attığı sözlerde ona uymadı. Nitekim şeytanın vesvese ile söylediği sözler
onun lisanıyla tekrar edilmemiştir.
Bu
ayetlerin en güzel te'vili Kurtubî'nin ifade ettiği gibi: Peygamberimiz Ista.)
Rabbinin emrettiği şekliyle Kur'an'ı tertil üzere okuyor, kıraati esnasında
-güvenilir ravilerin kendisinden rivayet ettikleri gibi- ayetlerin arasını
ayırı-yordu. Böylece şeytanın bu sekteleri gözetmesi ve buraya uydurduğu bazı kelimeleri
Peygamberimiz'in (s.a.) nağmesini taklit ederek sokması mümkün oluyordu.
Böylece ona yakın olan kâfirler bunu işitiyor, bunu Peygamberimiz'in (s.a.)
sözünden zannedip bu durumu yayıyorlardı. Bu sureyi daha önce Allah'ın
indirdiği şekilde ezberledikleri için ve Peygamberimiz'in (r.a.) putları kötülemek
ve ayıplamak hususundaki durumunu gayet iyi bildikleri için bu durum
Müslümanlar yanında bir kusur sayılmıyordu.[93]
Buna
göre ayetin manası: "Ya Muhammedi Biz senden önce hiçbir rasul veya nebi
göndermedik ki, o Allah kelâmını okuduğu zaman şeytan onun kıraatine ve
tilâvetine bazı sözler ve batıl vesveseler atmasın." şeklindedir.
"Hiçbir rasul veya nebi" ifadesi "rasul" ve "nebi'nin
birbirlerinden ayrı olduğuna delildir. Aralarındaki fark Keşşaf müellifinin
dediği gibi rasul nebilerden olup mucize ile birlikte kendisine kitap indirilen
kimsedir. Nebi ise rasulden ayrı olup kendisine kitap indirilmeyen, ancak insanları
kendinden önceki Peygamberin şeriatına davet etmekle emrolunan kimsedir, (bk.
Kelime ve ibareler)
"Fakat
Allah şeytanın verdiği şüpheleri derhal giderir. Sonra Allah kendi ayetlerini
muhkem kılar." Yani Allah şeytanın verdiği vesveseleri ve bazı kâfirlerin
sarıldıkları hurafeleri ortadan kaldırır. Sonra ayetlerini muhkem, sağlam ve
sabit kılar. Karalama, bozma, ilâve etme ve eksikliği kabul etmez.
Bu
durum, bugün bazı papazların İslam prensipleri ve esasları içerisine bazı yalan
ve şüpheleri sokma, gerçekleri ters yüz etme, olayları değiştirme ve bazı
ayetleri sahih olmayan bir şekilde te'vil etme teşebbüslerine benzemektedir.
Sonra bu çirkin gayretler dağılacak, bu iftiralar güvenilir müslüman alimler
ve başkaları vasıtasıyla çürütülecek ve bu okul kitapları ve bildirilerdeki
yabancı ve sokma fikirler karanlığa gömülecektir.
"Allah
her şeyi en iyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir." Yani Allah her şeyi,
peygamberine vahyettiği hususları, meydana gelecek iş ve olayları gayet iyi
bilir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O takdirinde, yaratmasında, emrinde ve fiillerinde
hikmet sahibidir. Tam hikmet, sonsuz hüccet O'nundur. İftira edeni ifti-rasıyla
cezalandırır. Hak müminler için açık seçik ortaya çıkar. Münafıkların
gönüllerindeki karanlık dağılır.
İşte
Allah'ın iki gurubun durumu hakkında açıkladığı gerçek de budur:
1- "Böylece Allah şeytanın ortaya attığı şüpheleri kalplerinde
hastalık bulunanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan vesilesi
kılar." Yani şeytanın verdiği vesveseleri kalplerinde şüphe, şirk, küfür
ve nifak bulunan münafıklar için ayrıca şeytan bazı kelimeleri ortaya atınca
sevinen ve bunun şeytandan olduğu halde Allah tarafından gelen sahih ayetler
olduğuna inanan müşrikler ve katı kalpli inatçı Yahudiler için imtihan ve
deneme vesilesi kılar.
"Şüphesiz
zalimler derin bir muhalefet içindedirler." Yani o kendi nefislerine
zulmeden münafık ve kâfirler, haktan ve doğrudan uzak, isyan ve Allah Te-alâ ve
Rasulüne karşı muhalefet içindedirler.
2- "Ayrıca kendilerine ilim verilenler de bunun (Kur an m) Rabbin
tarafından gelen bir hak olduğunu bilip ona iman etsinler ve gönülden
bağlansınlar." Yani hakkı batıldan ayırd edebilecek faydalı ilme sahip
olan, Allah ve Rasulü-ne iman edenler sana vahyettiğimiz kitabın Rabbinin
ilmiyle ve himayesiyle indirdiği ve onu başka şeylerin karışmasından
koruduğunu, Rabbinden gelen doğru, değişmez, hak kitap olduğunu bilsinler.
Böylece onu tasdik etsinler, ona boyun eğsinler, kalpleri ona bağlansın,
gönülleri onunla ürpersin, onun ahkâmı, adabı ve şeriatıyla amel etsinler.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Şüphesiz bu (Kur'an) çok değerli bir
kitaptır. Ona batıl ne önünden, ne de arkasından sokulabilir. O sonsuz hikmet
sahibi ve son derece övgüye lâyık olan (Allah) tarafından indirilmiştir."
"Fussüet, 41/41-42).
"Şüphesiz
ki Allah iman edenleri doğru yola iletir." Yani Muhakkak ki Allah,
Allah'a ve Rasulüne iman edenleri dünya ve ahirette esaslı bir yola irşad eder.
Dünyada onları hakka ve hakka uymaya irşad eder. Onları batıla karşı akmak,
dinde müteşabih (manası zor ve karışık) olan hususları doğru bir şekilde
te'vil etmek (yorumlamak), mücmel (fazla açıklanmamış) hususları açık bir
şekilde belirtmek suretiyle batıldan kaçınmaya muvaffak kılar. Ahirette ise
soları cennet derecelerine ulaştıran doğru yola iletir, onları cehennemin alt
derekelerinden korur.
Birinci
gurubun akibeti Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi olur: "İnkâr eden-~Dir
kendilerine kıyamet ansızın gelinceye kadar veya kısır (hayrı dokunmaz) bir
g-jnün azabı çatıncaya kadar Kur'an'dan şüphe içinde kalırlar."
Kâfirler
bu Kur'an'dan veya Rasulullah'tan şek ve şüphe içinde kalırlar.
Yahut
kâfirler kendilerine kıyamet -yahut kıyamet alâmetleri veyahut ciüm- hiç
hissetmeksizin ansızın gelinceye kadar veya kısır bir günün -yani kı-jamet
gününün yahut Bedir günü gibi yıkıcı bir savaş gününün- azabı gelip çatıncaya
kadar kendilerine Kur'an okunduğu zaman şeytanın kalplerine attığı
vesveselerden kuşku içindeydiler. Burada kıyamet küfürlerinin son noktası sayılmış,
onların ancak kıyamet alâmetlerini görünce zorunlu olarak iman ettikleri
belirtilmiştir.
Ayette
kıyamet günü "akim (kısır)" sıfatıyla tavsif edilmiştir. Zira o güncen
sonra gece yoktur. Yahut savaş günü "akim" olarak tavsif edilmiştir.
Zira.o gün annelerin çocukları öldürülür, anneler -çocuksuz kalacakları için-
sanki hiç «Doğurmayan kısır kadınlar gibi olurlar. Yahut savaşçılara
"savaşın çocukları" lakabı verilmiştir. Öldürüldükleri zaman bu gün
mecaz yoluyla kısır olarak tavsif edilmiş olur.
İbni
Kesir diyor ki: Her ne kadar Bedir günü onların tehdit edildiği şeyler
cümlesinden olsa da, birinci görüş -yani "kısır gün" den maksadın
"kıyamet gü-rnu" olması- doğru olan görüştür. Bunun içindir ki
Cenab-ı Hak: "O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm verir."
buyurmuştur.
Ayetten
murad şudur: Kâfirler helak oluncaya kadar küfürlerinde devam ederler, iman
etmezler. "O gün mülk Allah'ındır. Onların aralarında O hüküm merir."
Yani amellerin karşılığının verildiği sevap ve ceza günü olan kıyamet gününde
hakimiyet ve tasarruf tek olan ve ezici güce sahip olan Allah'ındır. Allah
onların aralarında hakla hükmeder. O son derece adil hüküm vericidir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O din gününün (ceza gününün)
sahibidir." (Fatiha, 1/4).
"O
gün gerçek hâkimiyet rahman olan Allah'ındır. O gün kâfirler için çok zor bir
gündür. " (Furkan, 25/26).
Hükmün
neticesi her iki grubun amellerinin karşılığını beyan ederken ortaya
çıkmaktadır. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"iman
edip salih ameller işleyenler Naim cennetlerindedir." Yani kalpleri iman
eden, Allah'ı, Rasulünü ve Kur'anı tasdik eden, Allah Tealâ'nın emirlerine
itaat edip nehiylerinden kaçınmak suretiyle salih amellerden bildiklerinin
gereği ile amel eden; kalpleri, sözleri ve amelleri birbirine uygun olan
kimseler için değişmeyen ve sürekli olan ebedî Naim cennetleri vardır.
"İnkâr
edip ayetlerimizi yalanlayanlara hakir düşüren bir azap vardır." Yani
kalpleri hakkı reddedip inkâr eden, Kur'an'ı ve Rasulullah'ı yalanlayan,
peygamberlere karşı çıkan, onlara tabi olmayıp kibirlenen kimselere Rableri
nezdinde hakka karşı böbürlenmelerine ve Kur'an ayetlerinden yüz çevirmelerine
mukabil zelil kılıcı ve küçük düşürücü bir azap vardır.
Nitekim
bir ayette: "Bana ibadet etmeyi kibirlerine yediremiyenler şüphesiz rezil
ve perişan olarak cehenneme gireceklerdir." (Gafîr, 40/60)
buyurulmak-tadır.
[94]
Bu
ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Bu ayetler "Seni yalanlıyorlarsa..." ayetinden sonra Allah
Tealâ'nın Ra-sulüne yaptığı ikinci bir tesellidir. Yani Ey Habibim! Kâfirlerin
şeytanın diliyle tekrarlayıp durdukları sözlere üzülme, bundan üzüntü duyma.
Bunun benzeri senden önceki nebi ve rasullere de yapılmıştır.
2- Bu ayet (Hac, 22/52) vahyin muhkem (koruma altında ve sağlam) kılmışına,
Allah Tealâ'nın kitabının şeytanın vesveseleri, iftiraları ve hurafelerinden
korunup himaye edildiğine delâlet etmektedir. Zira şeytan Kur'an-ı Kerim
ayetleri yahut Peygamberimiz'in (s.a.) hadisleri arasına bir şey ilâve ederse,
Allah şeytanın ortaya attığı sözleri iptal eder, ayetlerini muhkem ve sabit
kılar.
Cenab-ı
Hakk'ın "temenni etti" ifadesi "okudu ve tilâvet etti"
"Onun arzusu" ifadesi ise "Onun kıraati ve okuması"
demektir.
Buharî,
bu konuda İbni Abbas'ın (r.a.) şu sözünü naklediyor. Peygamberimiz (s.a.) bir
söz söylerse şeytan onun bu sözüne ilâvede bulunur. Allah şeytanın ortaya
attığı bu sözü iptal eder.
Ayetin
manası şudur: Peygamberimiz (s.a.) bir söz söylediği zaman şeytan hile yoluyla
onun sözlerine bir şeyler ilâve eder, şöyle der: "Allah'tan sana ganimet
vermesini niyaz etsen, böylece müslümanlar imkân sahibi olsa." Halbu ki Allah
Tealâ salâh halinin başka bir şekilde olduğunu bilir ve şeytanın ifadesini rcal
eder. Yani burada murad edilen mana insanın kendi kendine düşünmesini-. Nahhas
diyor ki: Bu ayet hakkında söylenen hususların en güzeli, en yükseği, en
değerlisi budur.
3- Şeytanın ortaya vesvese atmasında bir hikmet vardır. Bu da bunun
mü--afik ve müşrik guruplarını imtihan etme vesilesi olmasıdır. İşte münafık ve
— üşrikler kendi nefislerine zulmeden kimselerdir. Zalimler (müşrikler) ise
ihti-if. isyan, Allah (c.c.) ve Rasulünü sıkıntıya sokma tavrı
içerisindedirler.
4- "Böylece Allah şeytanın attığı şüpheleri... bir imtihan vesilesi
kılar." ayeti hakkında Sa'lebî şöyle diyor: Bu ayette şeytanın vesvesesi
sebebiyle yahut calbin meşguliyeti anında peygamberlerin de yanılması ve hata
etmesinin caiz : Iduğuna delil vardır. Peygamber de yanılabilir, sonra uyarılır
ve nihayet doğ--ı olana döner. İşte "Fakat Allah şeytanın verdiği
şüpheleri derhal giderir. Son-~ı Allah kendi ayetlerini muhkem kılar."
ayetinin manası budur.
Ancak
hata herhangi birimizin hatası ölçüsünde olur. Ama müşriklerin Peygamberimiz'e
(s.a.) nispet ettikleri: "İşte bunlar yüce şefaatçilerdir." cümlesi
~evgamberimiz'e (s.a.) yalan isnat etmektir. Çünkü burada putları ta'zim etek
vardır. Bu da peygamberler için caiz değildir. Meselâ: Biraz Kur'an okunup
arkasından şiir okuması ve: "Hata ettim. Onu da Kur'an zannettim."
de-~esi caiz değildir.
5- Şeytanın vesvesesinin diğer bir hikmeti: Kur'an ayetlerinden muhkem
-Anların hak ve sahih olup Allah tarafından sabit olduğunu müminlerin bilmeleri,
dolayısıyla ona iman etmeleri, kalplerinin ürperip sükûnete kavuşmasıdır.
Şüphesiz ki Allah müminleri doğru yola iletir, yani onları hidayet üzerine
sabit kılar.
6- Kâfirler Kur'an'dan veya dinden şüphe içindedirler. Din, doğru yolun
ta kendisidir. Yahut Rasulullah'tan veyahut şeytanın Hz. Muhammed (s.a.)
diliyle artaya attığı Peygamberimiz'in (s.a.) söylemediği vesveselerden şüphe
içindedirler. Kâfirler, "O'na ne oluyor, putları önce güzellikle
zikrediyor, sonra da onlardan dönüyor" diyorlar.
Bu
şüphe ister-istemez iman etme vakti gelinceye kadar devam edecektir. 3u vakit
ya kıyamet günü, ya ölüm ya Bedir gibi savaş günüdür. Bu da kısır hayrı dokunmaz)
bir gün olacaktır.
Bize
göre "kısır gün" ün tefsirinde tercih edilen görüş bunun kıyamet günü
olduğudur. Dahhak diyor ki: Gecesi olmayan bir günün azabıdır. Bu gün de kıyamet
günüdür.
Razî
diyor ki: Bu görüş daha evlâdır. Çünkü Allah Tealâ'nın hem "Küfredenler
şüphe içinde olmaya devam ediyorlar." buyurup hem de bundan murad edilen
mananın Bedir günü olması caiz değildir. Zira bilinmektedir ki o müşrikler
Bedir gününden sonra şüpheye düşmüşlerdir. Burada bu kelime ile
"es-aâatü" kelimesi arasında da lüzumsuz tekrar yoktur. Çünkü "es-sâatü"
kıyametin başlangıç halinden sayılır. "Kısır gün (el-yevmü'l-akîm)"
ise kıyamet gününün ta kendisidir. Nitekim ayette ilk olarak kıyametin
zikredilmesi, ikinci olarak da bu günün azabının zikredilmesi yer almaktadır.
Ayrıca "es-sâatü" kelimesiyle murad edilenin her bir kimsenin ölüm
vakti olması, "Kısır günün azabı" tabiriyle de kıyametin murad
edilmesi muhtemeldir.^)
7- Mülk ve hakimiyet kıyamet gününde hiç tereddütsüz Allah'ındır. Kulları
arasında amellerin karşılığının verilmesine hükmeden Odur. Hükmünün kararı şu
olacaktır: Salih ameller işleyen müminler Naim cennetlerindedir. Kur'anın
ayetlerini yalanlayan kâfirler ise (tevbe etmezlerse) hakîr düşüren bir azap
içinde olacaklardır.
"O
gün mülk tamamen Allah'ındır." ayeti "kısır gün" ün kıyamet günü
olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerdendir.
[95]
58-
Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah
güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en
hayırlı-sıdır.
59- Elbette Allah onları memnun kalacakları bir
yere (cennete) koyacaktır. Şüphesiz ki Allah her şeyi en iyi bilendir, çok
lütufkârdır.
60- İşte kim kendisine yapılan zulme misli ile
karşılık verirse sonra tekrar saldırıya uğrarsa elbette Allah ona yardım
edecektir. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
"Allah
yolunda hicret edip de" yani Allah'a taat uğrunda vatanlarını terk ederek
Mekke'den Medine'ye göç edip de "sonra" cihad yolunda
"öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla "
cennetle "rızıklandırır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en
hayırlısıdır." Verenlerin en efdalidir. Zira O hesapsız nzık verir.
"Elbette
Allah onları memnun kalacakları" razı olacakları "bir yere" bir
nakama yani cennete "koyacaktır. Şüphesiz ki Allah" onların
niyetlerini ve hâllerini "en iyi bilendir," Onlara ceza vermede
"çok lütufkârdır." Onlara ceza verme hususunda acele davranmaz.
"İşte"
durum böyledir yahut işte sana anlattığımız durum budur. Müminlerden
"kim" müşrikler tarafından "kendisine yapılana" yani zulme
"misli ile karşılık verirse" yani onlar haram ayda savaş yaptığı gibi
o da ona karşılık verir savaşırsa, karşılık vermede ileri gitmezse yani zalime
zulmü kadar karşılık verirse "sonra da" müşrikler tarafından
"saldırıya uğrarsa" yani evinden çıkarılmak suretiyle zulme uğrarsa
"elbette Allah ona yardım edecektir."
"Şüphesiz
Allah" müminleri "çok affedicidir," haram ayda savaşmak zorunda
kaldıkları için de "çok bağışlayıcıdır." Burada af ve mağfirete
teşvik etme yoluyla tariz yapılmıştır. Çünkü Allah Tealâ mükemmel kudretine
rağmen affetmekte ve bağışlamaktadır. Başkaları ise buna daha lâyıktır. Yine
burada O'nun cezaya muktedir olduğuna işaret edilmektedir. Zira bir şeyin
zıddına (cezalandırmaya) muktedir olmayan affetmekle tavsif edilmez.
[96]
"İşte
kim kendisine yapılan zulme..." 60. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak
İbni Ebî Hatim ve İbni Cerir, Mukatil'den naklediyorlar: Bu ayet
Pey-gamberimiz'in (s.a.) gönderdiği bir seriyye hakkında nazil oldu.
Müşriklerle 2 Muharrem'de karşılaşmışlardı. Müşrikler birbirlerine şöyle
dediler: Muham-med'in ashabıyla çarpışın. Zira onlar haram ayda savaşmayı haram
sayarlar. Sahabîler onlara Allah adına teklifte bulundular. Allah aşkına
kendilerine savaş açmamalarını, zira kendilerinin haram ayda savaşı helâl
kabul etmediklerini anlattılar. Fakat müşrikler bu teklifi reddettiler.
Müslümanlarla çarpıştılar, saldırıda bulundular. Müslümanlar da çarpışmaya
girdiler ve onlara galip geldiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Mücahid
de bu ayetin Mekke'den Medine'ye hicret için yola çıkan müşriklerin takip edip
onlarla savaştıkları bir gurup müslüman hakkında nazil olduğunu rivayet etti.
Ayetin
zahir ifadesi genelleme ifade etmektedir.
[97]
Allah
Tealâ kıyamet günü mülkün ve hakimiyetin tamamen kendine ait olduğunu, mümin ve
kâfir kulları arasında kendisinin hüküm vereceğini, müminleri cennetlere koyacağını
zikrettikten sonra hemen bunun ardından mücahid muhacirlere yaptığı değerli
vaadini zikretti. Sonra da hicret etmek ve vatanından ayrılmak zorunda
bırakılan ve kendilerine savaş açılan, bu suretle saldırıya uğrayan ve kendi
nefislerini korumak için çarpışan kimselere verilen kıymetli vaadi zikretti.
[98]
"Allah
yolunda hicret edip de..." Allah yolunda muhacir olarak yola çıkan,
Allah'ın rızasını kazanmak için ve O'nun nezdindeki lütuflara talip olarak vatanlarını
ve ülkelerini terk edenler ve sonra da cihad yolunda öldürülenler, yahut
hiçbir savaş yapmaksızın yataklarında eceliyle ölenler bol ecir ve güzel övgü
elde ettiler. Allah onlara cenneti bahşedecek ve cennetten lütfuyla onları
rı-zıklandıracaktır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin ve lütufta bulunanların en
ha-yırlısıdır. Dilediğine hesapsız olarak verir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Kim evinden Allah ve Rasulü için hicret etmek
gayesiyle çıkar da sonra ona ölüm gelirse şüphesiz ki onun mükâfatı Allah'a
aittir." (Nisa, 4/100).
Bu
"güzel rızık" Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu şekildedir: "Elbette
Allah onları memnun kalacakları bir yere (cennete) koyacaktır..." Allah
yolunda hicret enlen bu mücahidleri elbette razı olacakları değerli bir makama
-cennete- koyacaktır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer o kimse Allah'ın rahme-ame
yaklaştırılanlardan ise, onun için huzur, güzel rızık ve Naim cenneti
var->âar~ (Vakıa, 56/88-89).
Şüphesiz
ki Allah niyetleri, maksatları ve durumları bilir. O çok lütufkâr- Yani onların
kendisine hicret etmeleri ve sadece kendisine tevekkül etmeleri sebebiyle
lütfeder, günahlarını affeder, bağışlar. O yalanlayanlara cezayı der-kal
indirmez. Böylece onlara tevbe, Allah'a yönelme ve iman etme fırsatı bırakır.
"İşte
kim kendisine yapılan zulme misli ile karşılık verirse..." İşte öldürülen,
veya ölen muhacirlere verilen vaadin yerine getirileceği hususunda sana
anlattıklarımız bunlardır. Kim haksız yere öldürülürse yahut müşriklerden
■Biininlere saldırılırsa sonra da bu mümin hicret etmeye ve vatanından aynl-ınıuçya
zorlanırsa ve ona savaş açılırsa elbette Allah ona çok kuvvetli bir şekilde
«aidim edecektir. "Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok
bağışlayıcıdır." Yani Allak müminlere müsamaha eder, kendilerine lâyık
olan amelleri terk ettikleri
n
onların hatalarını bağışlar. Burada insanlar suçluyu affetmeye teşvik
«örnektedir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kim müsamaha gösterip barışırsa amam
mükâfatı Allah'a aittir." (Şûra,42/40); "Sizin affedici olmanız
takvaya da-pıc yakındır." (Bakara, 2/237). Burada af ve mağfireti
zikretmesi sebebiyle Alm ceza vermeye kadir olduğuna delâlet vardır. Zira daha
önce de açıkladığımız gibi, zıddına -yani cezalandırmaya- muktedir olan afla
tavsif olunabilir.
[99]
Bu
ayetler insanlardan iki sınıfın özelliklerine işaret etmektedir:
-
Muhacirler,
-
Nefislerini müdafaa etmek için çarpışanlar.
Muhacirler:
Allah Tealâ'ya ibadet ve taatı sevdikleri için ve O'nun rızasını kazanmak
istedikleri için yurtlarını, vatanlarını ve mallarını terk edip Mekke den
Medine'ye göç edenlerdir. Bu kimseler ister cihad esnasında öldürülsünler,
isterse hiçbir çarpışma olmadan ölsünler, bunlara Allah tarafından büyük bir
lütuf, umumî bir ikram ve güzel rızık yani cennet vardır. Cenab-ı Hak bunu şu
sözüyle te'kit etmiştir: "Elbette Allah onları memnun kalacakları bir yere
(cennet'e) koyacaktır." Allah onların niyetlerini gayet iyi bilir, onlara
ceza verme yerine lütufta bulunur.
Allah
yolunda öldürülen kimse -ister muhacir olsun ister olmasın- şehittir, Rabbi
nezdinde diridir, rızıklanır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar
diridirler, Rableri nezdinde rızıklanırlar." (Al-i İmran, 3/169).
Bu
ayet-i kerime Allah yolunda eceliyle ölen kimseye -ister muhacir olsun ister
olmasın- rızık verileceğini, Allah'ın kendisine ihsanının büyük olacağını
ihtiva etmektedir.
Enes'ten
rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah
yolunda öldürülen (şehit) ile, Allah yolunda çarpışmadan ölen kimse, her ikisi
ecirde ortaktırlar. "(1)
Nefislerini
müdafaa edip çarpışanlara gelince, kâfirlerin üzerlerine saldırmaları
sebebiyle, Allah onlara dünyada yardım vaad etmiştir. Allah müminlerin
günahlarını ve haram ayda çarpışmalarını affetmiş, bu kusurlarını örtmüştür.
"Kim
kendisine yapılan saldırıya saldırı ile karşılık verirse..." ayetinde her
iki fiil şeklen aynı olduğu için saldırının cezası saldın olarak
adlandırılmıştır. "Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (Şura,
42/40) ve "Kim size tecavüz ederse siz de ona size yaptığı tecavüzün
aynısıyla mukabele edin." (Bakara, 2/194) ayetleri de böyledir.
[100]
61-
Bu, gerçektir. Zira Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Allah
her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür.
62-
Bu, gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Müşriklerin O'ndan başka
yalvardıklari şeyler ise batılın ta kendisidir. Allah çok yüce ve çok büyüktür.
63-
Allah'ın gökten su indirdiğini ve bununla yeryüzünün yemyeşil olduğunu
görmüyor musun? Şüphesiz ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır.
64- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur.
Şüphesiz ki Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, son derece övgüye lâyıktır.
65-
Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi ve O'nun emriyle denizlerde seyreden gemileri
sizin hizmetinize verdiğini, kendisinin izni olmadan yere düşmesin diye göğü
tuttuğunu görmüyor musun? Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatli ve çok
merhametlidir.
66- Size hayat veren, sonra öldüren, sonra da sizi
tekrar diriltecek olan sadece O'dur. Doğrusu insan çok nankördür.
"Allah'ın
yeryüzünde olan herşeyi ... sizin hizmetinize verdiğini görmüyor ~nusun?"
ayeti nimetlerin sayılmasıyla insanları minnette bırakmak içindir. Soru takrîr
(gerçeği tesbit ve tasvip) içindir. "... Öldüren, sonra sizi tekrar diriltecek
olan..." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Doğrusu
insan çok nankördür." Mübalağa sıgasıdır. Yani nankörlükte çok ileri gider
demektir.
[101]
"Bu
gerçektir. Zira Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar." Bu
ilâhî yardım Allah'ın gece ve gündüzü eksiltip artırmak suretiyle birbirine katmaya
kadir olması, bazı işleri diğer işlere hakim kılmaya kadir olması
hasebiy-ledir.
"Allah
her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür." Mümin ve kâfir kullarının sözlerini
işitir. Onlardan sadır olan hareketleri de çok iyi görür.
"Bu
gerçektir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir." Mükemmel kudret ve ilim
şeklindeki bu vasıf ve ilâhî yardım Allah'ın kendi nefsiyle değişmez, varlımı
sadece kendisiyle kaim mutlak hak olması sebebiyledir. Zira O'nun varlığının
vacip ve tek oluşu O'nun dışında var olan herşeyin başlangıcının O olmasını,
O'nun zatını ve zatının dışmdakileri gayet iyi bilmesini gerekli kılar. Yahut O
ilâhlığı sabit olandır. Buna da ancak her şeye kadir ve herşeyi bilen tek varlık
Aayîk ola^nhr.
"Müşriklerin
O'ndan başka" ilâh olarak "yalvardıkları şeyler" yani putlar ise
zail olacak aslında yok sayılan yahut ilâhlığı geçersiz olan "batılın ta
kendisidir. Allah çok yüce" kudretiyle her şeyden yüksek "ve çok
büyüktür." Kendisinin ortağı bulunmasından müstağnidir. Şanı O'ndan daha
yüce, hakimiyeti O'ndan daha büyük hiçbir şey yoktur. Kendinden başka herşeyi
küçültür.
"Allah'ın
gökten su indirdiğini ve bununla yeryüzünün yemyeşil olduğunu görmüyor
musun?" Allah'ın gökyüzünden yağmur yağdırdığını bilmiyor musun? Bu
istifham takrir (tespit ve tasvip etmek) içindir.
Bu
sebeple "fe-tusbıhu" merfu kılınmış "enzele" üzerine
atfedilmiştir. Zira istifhama cevap olmak üzere mansup olsaydı yeşillenmenin
olmadığına delâlet ederdi... Burada mazi sigası yerine "tusbıhu"
şeklinde müzari sigası kullanılması yağmurun tesirinin bir müddet devam
ettiğine delâlet etmek içindir.
"Şüphesiz
ki Allah" kullarına "lütfü bol olandır." O'nun ilmi veya lütfü
değerli ve basit her şeye ulaşır. Bitkileri yeşertmek de bu kabildendir.
"Her şeyden haberdardır." Zahirî ve batmî tedbirlerle, kulların
yağmurun gecikmesi anındaki endişeleri gibi kalplerinde olan duygulardan
haberdardır.
"Göklerde
ve yerde" yaratık ve mülk olarak "ne varsa hepsi O'nundur. Şüphesiz
ki Allah müstağnidir." Zatı hiçbir şeye muhtaç değildir. "Son derece
övgüye lâyıktır." Sıfatları ve fiilleriyle Ona hamdetmek vaciptir.
"Allah'ın
yeryüzünde olan her şeyi ve O'nun emriyle O'nun izniyle" yolculuk ve
taşıma için "denizlerde seyreden gemileri sizin hizmetinize verdiğini...
" görmüyor musun? Yani yeryüzünde bulunan bütün her şeyi size hizmete
boyun eğmiş, sizin menfaatinize hazır halde kıldığını bilmiyor musun?
"...
kendisinin izni" O'nun iradesi "olmadan yere düşmesin diye gökyüzünü"
çok sağlam ve tutarlı bir şekilde yaratmak suretiyle "tuttuğunu görmüyor
musun?" Kıyamet günü onun dilemesiyle gök parçalanacaktır. Burada gökyüzünün
kendi kendine durduğu görüşüne reddiye vardır.
"Şüphesiz
Allah" yeryüzünde olanları insanların emrine vermek, gökyüzünü tutmak,
kullarına kudretinin delillerini hazırlamak, onlara menfaat kapılarını açmak
ve kendilerinden çeşitli zararları gidermek suretiyle "insanlara çok
şefkatli ve çok merhametlidir."
Siz
cansız varlıklar ve nutfe halinde iken "Size hayat veren, sonra"
ecelleriniz bitince sizi "öldüren sonra da" öldükten sonra ahirette
"sizi diriltecek olan sadece O'dur."
"Doğrusu
insan çok nankördür." Açık olduğu halde nimetleri inkâr eder, Allah Tealâ'yı
bir olarak kabul etmeyi reddeder.
[102]
Yüce
Allah müminlere zaferi ihsan etmek için kudretinin muazzam olduğunu
zikrettikten sonra; geceyi gündüze, gündüzü geceye katmak, gece ve gündüzü
yaratmak, gece ve gündüzde tasarrufta bulunmak, gece ve gündüz meydana gelen
olayları bilmek, bitkileri yeşertmek için yağmur yağdırmak, gökleri, yeri ve o
ikisinde bulunan varlıkları yaratmak, yeryüzünde olan herşeyi ve gemileri
insanın hizmetine sunmak, yere düşmesin diye göğü tutmak, can vermek, öldürmek
ve tekrar diriltmek gibi sonsuz kudretinin delillerini zikretti.
[103]
Allah
Tealâ bu ayetlerde sonsuz kudretine ve geniş ilmine çeşitli deliller getirdi.
Her şeye kadir olan, her şeyi bilen yardım etmeye de kadirdir. Cenab-ı Hak buyuruyor
ki:
1- "Bu, gerçektir. Zira Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye
katar..." "Sani önceki ayette zikredilen ilâhî yardım Allah'ın her
şeye kadir olması sebebiyledir. Zira O geceyi gündüze katar, gündüzü geceye
katar. Yani birini artırırken, diğerini eksiltir. Birine birkaç saat ilâve
ederken diğerinden bu kadar eksiltir. Bazan kışın olduğu gibi gece uzar,
gündüz kısalır, bazan da yazın olduğu gibi gündüz uzar gece kısalır. Buna kadir
olan mazluma yardım etmeye, itaat edene sevap vermeye, asi olana ceza vermeye
elbette kadirdir.
"Allah
her şeyi çok iyi işitir, çok iyi görür." Bu Allah'ın her duayı veya her
sözü çok iyi işitmesi, her ameli veya her hali çok iyi görmesi, yerde ve gökte
hiçbir şeyin O'na gizli kalmaması sebebiyledir.
Bunun
manası şudur: Yüce Allah mahlûkatmda dilediği gibi tasarruf eden bir yaratıcı,
hükmünü değiştirecek bir güç bulunmayan yegâne hüküm vericidir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım!
Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz,
dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin.
Sen geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Sen ölüden diriyi
;ıkarırsın, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini de hesapsız
rızıklandırırsın." (Al-i İmran, 3/26-27).
Bu
yüce kudretin sebebi de şu ayette belirtilmiştir: "Bu gerçektir. Çünkü
Allah hakkın ta kendisidir. Müşriklerin O'ndan başka yalvardıkları şeyler ise
batılın ta kendisidir." Yani yukarıda geçen kâmil kudretin ve tam ilmin
Allah'a ait olduğu şeklindeki vasıflar Allah'ın hakkın ta kendisi olması,
varlığı kendisiyle kaim değişmez, eşi, benzeri ve ortağı bulunmaz bir varlık
olması sebebiyledir.
Yani
O, varlığın yegâne kaynağıdır. O, ibadet ancak kendisine lâyık olan gerçek
ilâhtır. Çünkü O, ulu hakimiyet sahibidir. Her şey O'na muhtaçtır, O'nun
huzurunda boyun eğmeye mahkûmdur. Müşriklerin O'ndan başka yalvardıkları,
taptıkları ilâhlar, putlar, heykeller ve Allah'tan başka kendisine tapılan her
şey batılın ta kendisidir. Hiçbir şey yapmaya muktedir değildirler. Ne zarar ne
de fayda verebilirler. Bunlar âciz ve zayıftırlar, kadir olan Rablerine
bağlılık için yaratılmışlardır.
"Allah
çok yüce ve çok büyüktür." Yani Allah Tealâ kudreti ve azametiyle her
şeyden yücedir. Kendisinin ortağı olmasından uzak, çok büyüktür. O kendisinden
daha azametli bir varlık olmayan muazzam bir varlıktır. Şanı kendisinden daha
üstün olan bulunmayan yücedir. Kendisinden daha büyük olmayan bir büyüktür.
O'ndan daha aziz ve hakimiyeti O'ndan daha büyük hiçbir varlık yoktur. Nitekim
şöyle buyuruyor. "O çok yücedir, çok uludur." (Bakara, 2/255);
"O çok büyüktür, yüceler yücesidir." (Ra'd, 13/9).
Anlatılmak
istenen husus şudur: Putperest kimselerin ve benzerlerinin her şeyi elinde
tutan ve her şeye kadir olan varlığa (Allah'a) ibadet etmeyi terk edip de ne
kendisi için, ne de başkaları için fayda ve zarar verebilen varlıklara
tapmaları nasıl doğru olabilir?
2- "Allah 'in gökten su yağdırdığını ve bununla yeryüzünün yemyeşil
olduğunu görmüyor musun1?" Yani ey bu hitabın muhatabı olan kişi!
Allah'ın rüzgârları gönderdiğini, bunların bulutları harekete geçirdiğini ve
üzerinde bitki bulunmayan kuru ve çorak toprağa yağmur yağdırdığını ve bu
toprağın kuru ve verimsiz halinden sonra gayet güzel renkli ve gayet hoş
şekillerdeki bitki ve çiçeklerle yemyeşil, güzel bir manzaraya büründüğünü
bilmiyor musun?
Halil
diyor ki: Ayetin manası: "Dikkat et! Allah gökten su indirip yeryüzü şöyle
şöyle oldu." demektir.
"Şüphesiz
ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." Yani Allah çok
merhametlidir, kullarına lütufla muamele edendir. Onların geçimlerini düzene
koyar, ilmi ve lütfü her şeye ulaşır. Yeryüzünün her tarafında olan ne kadar
küçük olursa olsun en küçük tanelere varıncaya kadar her şeyi bilir.
Mah-lûkatmın istifade edeceği şeylerden, menfaaatlerinden ve durumlarından haberdardır.
Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O iradesiyle onların menfaatlerini gerçekleştirir.
Nitekim
Cenab-ı Hak Hz. Lokman'ın (a.s.) şu sözünü nakletmektedir: "Yavrum! Yaptığın
şey bir hardal tanesi ağırlığı kadar olsa, bir kayanın içinde gizlenmiş olsa da
Allah mutlaka onu meydana çıkarır. Şüphesiz Allah lütfü bol olandır, her şeyden
haberdardır." (Lokman, 31/16).
"Gerek
yerde gerekse gökte zerre kadar bir şey dahi Rabbinden gizli değildir. Bundan
daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın. "
(Yunus, 10/61).
3- "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şüphesiz ki Allah
hiçbir şeye muhtaç değildir, son derece övgüye lâyıktır." Yerde ve
göklerde bulunan her şey yaratık, mülk ve kul olarak Allah'ındır.
Yani
bütün her şey O'nun yarattığı, O'nun mülkü ve O'na kuldur. O'nun emrine boyun
eğmiş, teslim olmuştur. Bunlarda O dilediği gibi tasarruf eder. O £endisi
dışındaki her şeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. O'nun hu-nırunda
kuldur. Bu, herşeyi kaplayan ilâhî kudretin başka bir delilidir.
4- "Allah'ın yeryüzünde olan her şeyi... sizin hizmetinize verdiğini
görmüyor musun?" Ey insanoğlu! Allah'ın hayvan, cansız varlıklar, maden,
ekin ve meyveler gibi insanların çeşitli işlerinde yararlanmaları için yerin
içinde ve dışında bulunan her şeyi sizin emrinize verdiğini bilmiyor musun?
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi
kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir."
"...
ve O'nun emriyle denizlerde seyreden gemiler." Yani Allah bir ülkeden
diğer bir ülkeye, bir bölgeden diğer bir bölgeye yürütmesi ve hizmete amade
•olmasıyla yolcu ve eşyayı taşımak için denizlerde seyir halinde olan gemileri
-izin hizmetinize vermiştir. Böylece ihtiyaç maddeleri ile faydalı malzemelerin
alışverişi yapılır, insanlar birbirleriyle yardımlaşarak geçimlerini temin
eder-Ler. Bununla ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri gerçekleştirirler.
"Kendisinin
izni olmadan yere düşmesin diye göğü tuttuğunu görmüyor **ıusunV Yani Allah
gökyüzünü içinde bulunan gezegen ve yıldızlarla birlikte yer çekimi kuvvetiyle
herbirine ait değişmez bir yörünge tahsis etmek suretiyle iradesi ve
dilemesiyle korumaktadır. Dileseydi gökyüzüne izin verir, o da yere düşer ve
yerde bulunanların tamamı helak olurdu.
Fakat
O lütfunun, rahmetinin ve kudretinin gereği olarak kendisinin izni ve emri
olmaksızın yere düşmesin diye göğü tutmaktadır. Bu kıyamet günü siacak, o gün
yıldızlar düşecek ve semalar çatlayacaktır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gökyarddığı zaman... Yıiclız-itzr
dağılıp döküldüğü zaman..." (İnfitar, 82/1-2).
Eğer
bu hassas sistem olmasaydı yıldızlar birbirleriyle çarpışır, yeryüzü Tisainde
bulunanlarla birlikte helak olurdu.
"Şüpûestz
Attaû msanJara çok şeföatâ ve çok merûametödır. " Yâni Allah "sala
zulmetmelerine rağmen insanlara karşı çok şefkatli ve çok merhametli-rr. Onlara
yerin ve göğün güzelliklerini vermiş ve onları kendisinin varlığı ve Terliğini
kâinattaki açık ayetlerin delaletiyle anlamalarına irşad etmiştir.
5- "Size hayat veren, sonra öldüren, sonra da sizi tekrar diriltecek
olan sa-iex O'dur." Sizi yoktan var eden, zikre değmeyecek bir şey
halinden sizi yarattı, ecelleriniz ve ömürleriniz bitince de bir örtü ve nimet
sayılan ölümle sizi iûdıiren, sonra da kıyamet günü sizi tekrar diriltecek olan
O'dur.
Burada
ifade için münasip sigalarm tercih edildiği dikkati çekmektedir. Zira önce mazi
sigası ile ifade etti. Çünkü olay tamamlanmış ve meydana gelmiştir. Sonra beklenen
merhale olan ölüme, sonra da ahiret alemindeki yeni hayata işaret etti.
"Doğrusu
insan çok nankördür." Yani insan Allah'ın nimetlerini çok inkâr eder. Bu
nimetlerin değerini takdir etmez. Allah'tan başka sahte ilâhları terk edip
Allah'a ibadete ve Onu bir olarak tanımaya yönelmez. Bu ayet tıpkı şu ayet
gibidir: "Şüphesiz insan Rabbinin nimetlerine karşı pek nankördür."
(Adi-yat, 100/6).
Bu
ayetin benzeri ayetler de vardır: "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki
siz ölüler idiniz, sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar
diriltecektir. Nihayet O'na döndüreleceksiniz." (Bakara, 2/28).
"De
ki: Allah size can verir, sonra öldürür, daha sonra geleceğinde şüphe olmayan
kıyamet gününde sizi bir araya toplar." (Câsiye, 45/26).
[104]
Bu
ayetlerin konusu Allah Tealâ'nm mükemmel kudretine ve Onun mükemmel ilmine
delil getirmektir. Bu deliller şunlardır:
1- Allah'ın sonsuz kudretinin alâmetlerinden biri gece ve gündüzün yaratıcısının
kendisi olması, gece ve gündüz tasarrufta bulunmasıdır. Dolayısıyla O'nun gece
ve gündüz meydana gelen olayları bilmesi lâzımdır. Cenab-ı Hak her şeye kadir
ve her şeyi en iyi bilen varlık olduğuna göre kullarından dilediğine yardım
etmeye de kadirdir. Hikmet ve maslahata uygun hareket eder. O bütün sözleri
işitir, bütün davranışları görür. Zerre ağırlığınca hiçbir şey hatta karıncanın
yürümesi bile O'na gizli kalmaz. O her şeyi bilir, duyar ve görür.
2- Allah'ın her şeye kadir olduğu şeklinde az önce beyan edilen bu vasıf
değişmesi veya yok olması imkânsız olan, varlığı kendisiyle var olan
(Vacibül-vücud) ve hak olanın hak olduğunu bildirmek içindir.
Vaad
ve vaîd verir. O hakkın sebebidir. Onun dini haktır. Ona ibadet haktır.
Müminler de haktır. Hakkın vaad verme hükmüyle müminler gerçekten Allah'ın
yardımına hak kazanırlar.
Putlara
gelince, onlar asla tapılmaya lâyık varlıklar olamazlar. Allah kudretiyle her
şeyden yüksektir, eş ve ortaklardan yücedir. Zalimlerin söyledikleri ve Onun
zatına yakışmayan sıfatlardan münezzehtir. Allah çok büyük ve çok yücedir. Yani
azamet, celâl ve büyüklük sıfatlarıyla mevsuftur. Kendisinin herhangi bir
ortağı bulunması imkânsız ulu bir varlıktır.
3- Allah'ın mükemmel kudretinin delillerinden biri yağmurun yağdırılması,
her göze ve her gönle hoş gelecek gayet güzel yeşil bitkilerin yeşertilmesidir.
Buna muktedir olan ölümden sonra yeniden hayat vermeye de kadirdir.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz
oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her sınıftan güzel güzel
bitkiler bitirir." (Hac, 22/5).
"Yeryüzü
yemyeşil olur." ifadesi yağmurun yağmasının ardından derhal : ırkilerin
çıkmasını ve genellikle bu şekilde devam etmesini anlatmaktadır.
"Şüphesiz
ki Allah lütfü bol olandır, her şeyden haberdardır." ayeti hakkm-ia İbni
Abbas şöyle diyor: Yüce Allah kulun yağmurun gecikmesi anında içinde
İmlunduğu
Ümitsizlik halinden haberdardır, kullarına verdiği rızıklarla lütfü
k>l
olandır.
4- Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar yaratık, mülk ve kul olarak
Allah'ındır. Hepsi O'nun idaresine ve eşsiz tasarrufuna muhtaçtır. Şüphesiz ki
Allah her şeyden müstağnidir, övgüye en lâyık olandır. O hiçbir şeye muhtaç
feğildir. O her haliyle hamde lâyıktır. Her şey O'na boyun eğmiştir. O'nun tasarrufundan
çıkması imkânsızdır. O her şeyden hatta hamd edenlerin hamd etmelerinden bile
müstağnidir. Çünkü O bizzat kâmil olan varlıktır. Bizzat kâmil ilan varlık her
işte kendisinin dışındaki her şeyden müstağni olur.
5- Allah'ın kudretine, rahmetine ve lütfuna delâlet eden pek çok
nimetleri nardır. Bunlardan biri hayvanlar, bitkiler, nehirler gibi kullarının
muhtaç olduğa yeryüzünde bulunan her şeyi kullarının hizmetine vermiş
olmasıdır.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin ap/i
yaratan O'dur." (Bakara, 2/29).
Gemileri
seyir halinde sizin hizmetinize veren de Allah'tır. Yüce Allah bu-jwuyor ki:
"Denizde gemilerin Allah'ın rahmetiyle seyrettiğini görmüyor mu-mm? İşte
böylece Allah size (varlığının) delillerini gösteriyor. Şüphesiz bunlarda sabredenler
ve şükredenler için nice ibretler vardır." (Lokman, 31/31). Gemilerin
Hizmetimize verilmesi suyun ve rüzgârın geminin seyrine yardımcı olmasıdır.
Kendisinin
izni olmadan yere düşüp insanları helak etmesin diye göğü tutan Allah'tır. Gök
O'nun iradesi ve emriyle düşebilir. Şüphesiz Allah insanlara tahsis ettiği bu
varlıklarda çok şefkatli ve çok merhametlidir.
6- İlâhî kudretin delillerinden biri de hayat verme ve öldürmedir. Nutfe
îualinde iken bizi yaratan, sonra ecellerimiz bitince öldüren, sonra da hesap
görülmesi için, sevap ve ceza için bizi diriltecek olan Allah'tır. Fakat insan
Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden bu açık delilleri inkâr
etmektedir.
İbni
Abbas diyor ki: Bu ayetle Esved b. Abdilesed, Ebu Cehil b. Hişam, As h. Hişam ve
müşriklerden bir gurup murad edilmektedir.
Daha
evlâ olan görüş ise bu ifadenin -Razî'nin dediği gibi- bütün inkarcıları içine
almasıdır. Zira insana çoğunlukla hakim olan görüş nimetlere karşı
-ankörlüktür. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kullarımdan hakkıyla
iiikreden pek azdır." (Sebe, 34/13).
"Doğrusu
insan çok nankördür." ifadesi insanı nankörlükten uzaklaştırmakta ve onu
şükre teşvik etmektedir.
[105]
67-
Biz her ümmete bir ibadet yolu verdik. Onlar da o şeriata göre amel etmişlerdir.
O halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler. Sen Rabbine davet et.
Şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin.
68- Eğer seninle münakaşa ederlerse, de ki:
"Allah yaptıklarınızı en iyi bilendir."
69-
Allah kıyamet günü, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hüküm verecektir.
70-
Allah'ın gökte ve yerde olan her şeyi gayet iyi bildiğini bilmiyor musun?
Şüphesiz ki, bu bir kitapta sabittir. Gerçekten bu Allah'a pek kolaydır.
"Seninle
asla çekişmesinler." ifadesi nehy olup bununla nefy murad edilmiştir.
Yani onların seninle çekişmeleri uygun değildir. Hak ortaya çıkmış ve hakkın
delilleri ortaya konulmuştur.
[106]
"Biz
her ümmete bir ibadet yolu" ve ibadet şekli "verdik. Onlarda ona göre
hareket etmişlerdir." onunla amel etmişlerdir.
"O
halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler." Yani din hususunda
-yahut kurban konusunda- seninle çekişmeleri uygun değildir. Zira onlar
"Allah'ın öldürdüğü sizin öldürdüğünüzden yenmeye daha lâyıktır."
diyorlardı.
Zira
bunlar ya cahil ve inatçıdırlar, ya da senin dinin çekişme kabul etmeyecek
kadar açık ve nettir.
"Sen
Rabbine" yani O'nun dinine, tevhide ve O'na ibadete "davet et. Şüphesiz
ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." Hakka giden doğru yol yahut
sağlam bir din üzerindesin.
"Eğer"
hak ortaya çıktığı ve hüccet açıklandığı halde din hususunda "seninle
münakaşa ederlerse, de ki: Allah"
batıl mücadele v.b. "yaptıklarınızı en bilendir." Buna karşılık sizi
cezalandıracaktır. Bu içinde yumuşaklık bulu- bir tehdittir.
"Allah
kıyamet günü" her gurubun diğerinin görüşüne aykırı fikir ortaya ataması
suretiyle "ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hüküm verecektir."
Jünyada hüccet ve ayetlerle hakkı beyan ettiği gibi kıyamet gününde de sevap «e
ceza vererek müminlerle kâfirlerin arasını ayıracaktır.
"Allah'ın
gökte ve yerde olan her şeyi gayet iyi bildiğini" hiçbir şeyin O'na fgafi
kalmadığını "bilmiyor musun?" Bu istifham takrir (yani tespit ve tasvip etmek) içindir.
"Şüphesiz
ki bu " zikredilen hususlar "bir kitapta" Levh-i Mahfuzda
"sa-MBir" meydana gelmeden önce kaydedilmiştir. Biz bunu bildiğimiz
ve bunu koruduğumuz için onların durumu seni endişelendirmesin.
"Gerçekten
bu" zikredilen hususları bilmek ve bunu tamamen kuşatmak «e Levh-i
Mahfuzda tespit etmek "Allah'apek kolaydır." basittir. Zira bunu bil-
zatının gereğidir.
[107]
Denilmiştir
ki: Bu ayet {"Biz her ümmete bir şeriat verdik...") Huza'a
kabi-İİUBiinden olan kâfirlerin kurbanlar hakkında münakaşa etmeleri sebebiyle
nasıl olmuştur.
Bunlar
müminlere dediler ki: Siz kendiniz boğazladığınız kurbanları yi-jnraunuz,
Allah'ın boğazlamış sayıldığı kendiliğinden ölen hayvanları yemiyor-sauıiuz?
Yahut size ne oluyor ki, kendinizin öldürdüğü hayvanları yiyorsunuz «a,
Allah'ın öldürdüğü hayvanları yemiyorsunuz? Allah'ın öldürdüğü sizin bıçaklarınızla
öldürdüğünüzden yemeye daha lâyıktır.
Ayet
bu münakaşa sebebiyle indi.
[108]
Allah
Tealâ nimetlerini bir bir sayıp da kullan içinde Allah'ı inkâr edenler w nimete
şükretmeyenler bulunmasına rağmen kendisinin kullarına karşı çok şeftatli ve
çok merhametli olduğunu beyan ettikten sonra; görevlendirme şeklindeki
nimetlerini zikrederek şöyle buyurdu: "Biz her ümmete -hususi- bir
şeri-■x verdik." Bu ayette kendilerinin icat ettiği bir takım sahte
şeriatlara sarılma-.an sebebiyle Peygamberimiz (s.a.) ile tartışan kimseler
sakmdınlmaktadır.
Cenab-ı
Hak daha sonra hak din üzerine sebat edilmesini emretti. Allah'ın layaınet
gününde kulları arasında hüküm vereceğini beyan etti.
[109]
"Biz
her ümmete bir şeriat verdik. Onlar da o şeriata göre amel etmişler-tmr."
Cenab-ı Hak her kavme zaman ve mekânın
gerekleriyle ayrıca değişim, gelişim ve insan aklının olgunlaşması gibi ilâhî
kanunlarla uyumluluk arz e-den kendisiyle amel edecekleri bir kulluk sistemi
yani şeriat ve ibadet tarzı, gayet üstün bir metot verdiğini bildirmektedir.
Bundan
dolayı Cenab-ı Hak maddeye sımsıkı bağlanma hastalığını tedavi etmek için Hz.
Musa'ya bir parça şiddetli hükümleriyle Tevrat'ı indirdi. Daha sonra da ruhu
tedavi etmek, sevgiyi yaygınlaştırmak, sadece bir takım görüntülere, şekillere
ve merasimlere önem verme yerine dinin özüne önem vermek esaslarıyla birlikte
Tevrat'ın hükmünü tamamlayıcı olarak İncil'i indirdi.
İnsan
aklı olgunlaşınca da hak düsturunun esaslarını iyice yerleştirmek, madde ile
manaya aynı derecede önem vermek, ilmin standartlarına ağırlık vermek ve aklı
kullanmak üzere Kur'an'ı indirdi. Böylece "İslâm" bütün insanlığı
kaplayan, medeniyet esaslarını koyan ilk din oldu ve O'nun şeriatı bütün
şeriatlar arasında orta yolu tutan şeriat oldu. Ondan önceki dinler geldikleri
zamanla uyum sağlayan dinlerdi.
"O
halde onlar bu hususta seninle asla çekişmesinler." Şeriatlardaki sürekli
gelişim bu ise ya Muhammed senin muasırlarının din hususunda münakaşa etmeleri
uygun değildir. Zira her ümmet için geldiği zamana uygun hususî bir şeriat
vardır. Sonra eski mensuplarına has olan, rolünü tamamlayan ve artık amel
edilmesi geçerli olmayan bu eski Şeriatları ortadan kaldırmak üzere Kur'an
gelmiştir.
Ya
Muhammed! Sen onların seninle çekişmelerinden etkilenme. Bu seni üzerinde
bulunduğun haktan çevirmesin. Dinin üzerinde sarsılmayan ve yu-muşamayan bir
sebatkârlıkla sebat eyle. Bu ayetle anlatılmak istenen Rasulul-lah'm (s.a.)
gayretini heyecanlandırmak ve O'nun dininde daha fazla sebatkâr olmasını temin
etmektedir.
"Sen
Rabbine davet et. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin." Sen o
münakaşa edenleri ve başkalarını yani bütün insanları Rabbinin yoluna ve hak
dine davet et. Çünkü sen dünya ve ahiret saadetine ulaştıran açık doğru bir
yol üzerindesin. Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah 'm ayetleri sana indirildikten
sonra sakın kâfirler sana engel olmasınlar. Sen Rabbine davet et, sakın
müşriklerden olma." (Kasas, 28/87).
"Eğer
seninle münakaşa ederlerse de ki: Allah yaptıklarınızı en iyi bilendir."
Yani onlar bu delilleri bırakıp hak ortaya çıktıktan sonra münakaşa ve batılla
mücadele yoluna dönerlerse tehdit ve vaîd yoluyla onlara şöyle de: Allah sizin
yaptıklarınızı da benim yaptıklarımı da gayet iyi biliyor. Herkese ameliyle
karşılık verecektir. "Seni yalanlıyorlarsa onlara de ki: Benim yaptığım
bana sizin yaptığınız da sizedir. Siz benim yaptıklarımdan uzaksınız. Ben de
sizin yaptıklarınızdan uzağım." (Yunus, 10/41);
"O,
ayetleri üzerinde yaptığınız taşkınlıkları çok iyi bilir. Benimle sizin
aranızda şahit olarak O yeter." (Ahkaf, 46/8). Zira delillerin
açıklanmasından sonra ancak bu çeşit tehdit ve sakındırma vardır. Bu sebepledir
ki Cenabı Hak şöyle buyurmuştur:
Allah
kıyamet günü ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hüküm verecektir."
Allah kıyamet gününde inanç ve din hususunda ihtilâf ettiğiniz konularda
sizden olan müminlerle kâfirler arasında cennetle cehennem, sevap ile ceza
arasında kesin bir karşılık verir. Birincisi kabul edenlere, ikincisi reddedenleredir.
O zaman hakkı batıldan, haklıyı haksızdan ayırırsınız.
Kısaca:
Ayetler Allah'ın şeriatına ve dinine davette devam etmeyi, gösterişçilerin
mücadelesine ve geri kalanların da engellemesine aldırış etmeden insanlar arasında
ayırım yapmamayı emretmektedir. Zira davetçi gayet açık hak yol üzerinedir.
Nitekim
Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: "İşte bunun için sen onları davet et.
Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heva ve heveslerine uyma. Onlara de ki:
Ben Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Aranızda adaleti hakim
kılmakla emrolundum. Bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz Allah'tır. Bizim
amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda hiçbir mesele
yoktur. Allah bizi bir araya getirecektir. Dönüş ancak O'nadir." (Şûra,
42/15).
Daha
sonra Cenab-ı Hak mahlûkatı ve yaratılmadan önce bütün kâinatı mükemmel manada
bildiğini iyilik yapanla kötülük yapanların lâyık oldukları durumları
bildirerek şöyle buyurdu:
"Ey
Rasulüm!. Hitap her ne kadar Ona ise de murad edilen bütün insanlardır. Sen
gayet iyi biliyorsun ki Allah'ın ilmi göklerde ve yerde olan her şeyi ihata
eder. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz. Allah Tealâ
varlıkları henüz daha meydana gelmeden bilir. Bunu Levh-i Mahfuz'da yazmıştır.
Kıyamete kadar olacak her şeyin yazılması ve bunun kâmil bilgisi ve Kıyamet
günü kullarının arasında hüküm vermesi Onun için basittir, kolaydır.
[110]
Bu
ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Geçmiş ümmetlerden her bir ümmete kendi zamanları için geçerli bir
şeriat vardır. Yani her asırda şeriat vardı. Halihazırda önceki ümmetlere ait Tevrat
ve İncil şeriatına sarılmak açık bir hatadır. Çünkü Kur'an kendinden önceki
şeriatları neshetmiştir.
2- İnsanlar Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (s.a.) ile münakaşa ettikleri
gibi batıl yolla münakaşa ederlerse mümin: "Allah -küfür ve yalanlama gibi-
sizin yaptıklarınızı gayet iyi bilir." desin.
Bu,
Allah tarafından kavminin inatçılığından korumak maksadıyla kavmiyle mücadele
etmekten yüz çevirmek için Peygamberine verilen bir emirdir. İnatçıya verilecek
cevap yoktur. Çünkü onlar, münakaşayı kaldırma gayretlerinden sonra yine
mücadele etmek isterlerse onlara şu cevap verilsin: Allah sizin amellerinizi ve
bu amellerin çirkinliğini ve buna karşılık lâyık olduğunuz cezayı gayet iyi
bilir. Sizi o cezalandıracaktır. Bu bir vaid ve uyarıdır. Ancak yumuşak ve
tatlı bir şekilde yapılmıştır.
3- Peygamberimiz (s.a.) ile kavmi arasında, hak-batıl nedir, o gün
bilinmesi için dinî konularda ihtilâfa düştükleri hususlarda müminlerle
kâfirlerin arasında hükmedecek olan Allah'tır.
Kurtubî
diyor ki: Bu ayette inatla ve sırf çekişme arzusuyla münakaşa eden kimseye
reddiye hususunda Allah'ın kullarına öğrettiği "Böylesine cevap
verilmemesi ve bununla münazara edilmemesi" şeklinde güzel bir edep
anlatılmaktadır.
4- Peygamberimiz (s.a.) ve Ondan sonraki müminler Allah'ın hak dinine
davet etmelidirler. Çünkü bu din gayeye ulaştıran açık ve dosdoğru bir yoldur.
Allah'a, Onun birliğine ve Ona ibadete davet eden hiçbir kimsenin kusurlara
önem vermemesi ve mücadelecilerin mücadelesine ve davetin önünde durup
engelleme teşebbüslerine aldırış etmemesi gerekir.
5- Allah, insanların durumlarını ve ihtilâfa düştükleri hususları bilir.
Alemde cereyan edecek bütün olaylar Allah nezdinde Ümmül-Kitap'ta yani Levh-i
Mahfuzda yazılıdır. Yer ve gökte olanların tamamını bilmek ve ayrılığa düşenler
arasında hüküm vermek Allah Tealâ'ya çok basittir.
Müslim'in
Sahihinde Abdullah b. Amr'dan Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu sabit
olmuştur. Allah mahlûkatm miktarlarını gökleri ve yeri yaratmadan elli bin
sene önce yarattı. O'nun arşı suyun üzerinde idi.
Sürtenlerde
sahabeden bir gurup tarafından Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu yer
almaktadır: "Allah'ın yarattığı ilk şey "kalem" dir." Allah
ona:
-
Yaz, dedi. Kalem:
-
Ne yazayım diye sordu. Kalem:
- Olacak olan şeyleri yaz, dedi. Kalem de
kıyamet gününe kadar olacak her şeyi yazdı.
Kullarının
yaptığı her şeyi Allah aynen yaptıkları şekilde gayet iyi bilir. Yaratmadan
önce bu kimsenin kendi tercihiyle itaatkâr olacağını bilir. Cenab-ı Hak bunu
kendi nezdinde yazdı. Her şeyi ilmiyle kuşattı. Bu O'na göre çok basittir.
[111]
71- Onlar Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri
hakkında hiçbir delil indirmediği, kendilerinin de haklarında hiçbir
bilgileri olmadığı şeylere taparlar. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur.
72- Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman
kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse kendilerine
ayetlerimizi okuyanların üzerine saldıracaklar. De ki: Size bundan daha kötü
bir şey haber vereyim mi? Ateş, Allah onu kâfirlere vaad etmiştir. O ne kötü
bir dönüş yeridir.
73- Ey insanlar! Size bir misal verildi, şimdi
onu dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız hepsi bir araya
top-lansalar da bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey
kapacak olsa, bunu ondan geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de!
74- Onlar Allah'ı lâyıkıyla
takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet sahibidir, her şeye
galiptir.
75-
Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah her şeyi
işitendir, her şeyi görendir.
76- O onların geçmişini de, geleceğini de bilir.
Bütün işler ancak Allah'a döndürülür.
"...
Kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını anlarsın." ayetinde istiare vardır.
İsmi onların yüzlerinden kötü bir şey karşısında olduklarına, çirkin bir
hareket jdediklerine delil çıkarabilirsin.
"Sizin
Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız... bir sinek bile yaratamazlar." ayeti
temsildir. Yani kâfirlerin Allah'tan başka taptıklarının misali tek bir sineği
yaratamayan putların misalidir. Bu hususa mesel denilmesi sıfatı bazı
temsillere benzetmek içindir.
[112]
"Onlar"
yani müşrikler "Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir
delil" onlara ibadet etmenin caiz olduğuna delâlet eden işitilen hiçbir
burhan "indirmediği, kendilerinin dahi haklarında hiçbir bilgilen"
yani bu bilgi ister aklın zarureti ile yahut aklın delil getirmesiyle olsun,
onların ilâh olduklarına dair hiçbir aklî hüccetleri "olmadığı
şeylere" yani putlara "taparlar." Şirk koşmak suretiyle zulmeden
"zalimlerin" onların görüşlerini kabul edecek yahut azabı
engelleyecek "hiçbir yardımcıları" hiçbir destekleyiceleri
"yoktur."
"Onlara
açık açık" gerek inançlara ve ilâhî hükümlerine delâleti Kur'andan
"ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirlerin yüzlerinden inkârlarını" yani
bu ayetleri inkâr ettiklerini, yahut suratlarının asılması ve yüzlerinin
şişmesi gibi çirkin durumu yahut hoş görmeme, surat asma ve kin ve kızgınlığa
delil olacak şekilde bu ayetlerin onlara olan tesirini görürsün. Bu haktan son
derece nefret ettikleri içindir. Bu da bilgisizliğin son derecesidir. Buna
işaret etmek üzere "küfredenler" kelimesi zamir yerine konulmuştur.
"Yestûne
(saldıracaklar)" yani şiddetli kinleri sebebiyle onlara hücum edecekler
demektir.
"De
ki: Size bundan" ayetlerimizi okuyanlara kin duymanızdan ve size okunan Kur'an'dan
daha çok nefret edeceğiniz, sizin için "daha kötü bir şey haber vereyim
mi?" Bu "Ateştir." Sanki "Bu nedir?" diye sorana cevap
mahiyetindedir. "Allah onu kâfirlere vaad etmiştir." Onların
varacakları yer orasıdır. "O" yani cehennem ateşi "ne kötü bir
dönüş yeridir."
"Ey
insanlar!" Ey Mekkeliler ve ey diğer insanlar! "Size bir misal
verildi." Size garip bir hal veya gayet güzel bir kıssa açıklandı. Bu bazı
temsillere benzediği için buna "mesel" ismini verdi. Mesel, teşbih
ve temsil demektir.
"Şimdi
onu" verilen misali yahut onun açıklamasını gayet iyi düşünerek ve ibret
alarak "dinleyin: Sizin Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız" yani taptığınız
putlar yaratmak için "bir araya toplansalar da" küçüklüğüne rağmen
"bir sinek bile yaratamazlar" bunu yaratmaya muktedir olamazlar. Yani
bir araya gelip toplansalar, birbirlerine yardım etseler bile buna güçleri
yetmez. Ya yalnız başlarına nasıl bunu yapabilirler?
"Eğer
sinek onlardan bir şey" koku ve zaferan gibi bir şey "kapacak olsa
bunu ondan kurtaramazlar" Âciz oldukları için bunu ondan geri alamazlar. O
halde nasıl Allah Tealâ'ya ortak isnat edip taparlar? Bu garip karşılanacak bir
durumdur. Bunu bir misalle ifade etmiştir. "İstenen de âciz, isteyen
de!" Tapan da âciz, tapılan da!
"Onlar
Allah'ı hakkıyla takdir edemediler." O'nu hakkıyla ta'zim edemediler.
Zira kendisinden sineği uzaklaştıramayan ve ondan kurtulamayan âciz varlıkları
O'na ortak koştular.
"Allah
mutlak kuvvet sahibidir." Bütün mümkün olan varlıkları yaratmaya
kadirdir. "Her şeye galiptir."
"Allah
meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer." belirler. "Şüphesiz Allah
her şeyi işitendir, her şeyi görendir." Allah onların sözlerini işitir,
bütün her şeyi idrak eder. Cebrail, Mikail, İbrahim, Muhammed (a.s.) gibi elçi
edineceği kimseleri gayet iyi bilir.
"O
onların geçmişini de geleceğini de gayet iyi bilir." Yani daha önce yapaklarını
ve daha sonra yapacaklarını, öne aldıklarını ve geriye bıraktıklarını gayet iyi
bilir.
"Bütün
işler" sonunda "Allah'a döndürülür." Yani bütün işlerin dönüş
noktası O'nadır. Çünkü O bizzat bunların sahibidir. O peygamber seçmek gibi
yaptığı işlerden sorumlu değilâir. Ama onlar sorumludurlar.
[113]
Allah
Tealâ kendisinin her şeyi gayet iyi bildiğini açıkladıktan sonra müşriklerin
Allah'tan başka şeylere tapınmalarının naklî veya aklî bir delile dayanmadığını
beyan etti. Müşrikler bilgisizlikleri ve ahmaklıklarıyla birlikte hakka ve
hakkın deliline irşad edildiklerinde ve kendilerine Kur'an okunduğu zaman
yüzlerinde kin ve gazap belirir, Kur'an okuyana ve kendilerine nasihatte
bulunana hücum etmeye yönelirlerdi. Fakat onların başına gelecek cehennem
azabı ayetler okunduğu zaman meydana gelen üzüntülerinden daha büyüktür.
Müşriklerin
hiçbir hüccet ve hiçbir bilgi olmaksızın Allah'tan başka putlara taptıklarını
beyan edince onların bu sözlerinin batıl olduğuna ve Allah'ın azametini
bilmediklerine delâlet eden hususları zikretti. Sonra da ilahiyat konularından
"nübüvvetle (peygamberlikle)" ilgili konulara geçti. Allah'ın, en
yeterli ve en uygun olduğunu bildiği insanlardan ve meleklerden elçiler seçtiğini
beyan etti. "Allah peygamberliği nereye vereceğini gayet iyi bilir."
(En'am, 6/124).
[114]
Bu
ayetler müşriklerin bilgisizliklerine, inkarcılığına ve basitliklerine delâlet
eden bazı batıl inançlarını dile getirmektedir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
1-
"Onlar Allah'ı bırakıp da Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği,
kendilerinin dahi haklarında hiçbir bilgileri olmadığı şeylere taparlar."
Yani o müşrikler Allah'tan başka ilâhlara taparlar. Onlara tapmak hususunda ne
aklî, ne de naklî delilleri vardır. Allah da onlara tapınma hususunda hiçbir
hüccet veya burhan indirmemiştir. Naklî ve sem'î delilden maksat ve "Allah
kendileri hakkında hiçbir delil indirmemiştir." ifadesiyle anlatılmak
istenen budur.
Onların
aklî hiçbir delilleri de yoktur. "Kendilerinin de onların haklarında
hiçbir bilgileri yoktur." ifadesiyle murat edilen budur.
Bu
konuda kabul edilebilecek hiçbir delil olmayınca bu davranış babaları ve
geçmişi taklit etmek yahut bilgisizlik veya şüphecilikten başka bir şey değildir.
Bunların hepsi de batıldır.
Bu
ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim hakkında hiçbir delil olmadığı halde
Allah'la birlikte bir başka ilâha taparsa onun hesabı ancak Rabbinin nez-dindedir.
Kâfirler elbette kurtuluşa eremezler." (Müminûn, 23/117).
1- Ayette kâfirin kendisinin kâfir olduğunu bilmeden de kâfir
olabileceğine işaret edilmektedir. Ayrıca bilgisizlik üzerine kurulu
taklitçiliğin de fasit olduğuna delil vardır.
"Zalimlerin
hiçbir yardımcıları yoktur." Yani kendi nefislerine zulmeden kâfirlerin
başlarına gelecek azap ve ceza hususunda Allah'a karşı kendilerine yardım
edecek hiçbir yardımcıları yoktur.
2- "Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirlerin
yüzlerinden inkârlarını anlarsın." Yani müşriklere Kur'an ayetlerini ve
Allah'ın birliğine, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun değerli
peygamberlerinin hak ve gerçek olduklarına apaçık delâlet eden hüccet ve
delilleri zikrettiğin zaman onların yüzlerinde kin ve kızgınlık alâmeti
belirir, kalpleri kin ve nefretle dolar.
"Neredeyse
kendilerine ayetlerimizi okuyanların üzerine saldıracaklar." Yani az
kalsın kendilerine Kuranın sahih delilleriyle hüccet getirenlere hücum
edecekler, ellerini ve dillerini kötülükle onlara uzatacaklar. Bu onların kalplerinin
küfürle kaynadığına, bilgisizlik, inatçılık ve inkarcılığın onlara hakim
olduğuna nihayet bunu tedavi etmekten ümitsiz olup peygamberlere ve müminlere
karşı isyankâr olduklarına delâlet etmektedir.
"De
ki: Size bundan daha kötü bir şeyi haber vereyim mi? Ateş. Allah onu kâfirlere
vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir." Yani ya Muhammed! O
müşriklerin tehdidine karşılık şunu söyle: Size şu kalbinizi dolduran kininizden
daha kötüsünü haber vereyim mi? Bu Allah'ın kâfirlere vaad ettiği cehennem
ateşidir. Onun azabı ve işkencesi sizin dünyada Allah dostları olan müminleri
korkuttuğunuz şeylerden daha şiddetli, daha ağır ve daha büyüktür. Sizin
iddianız ve arzunuza göre fiilen müminlere yaptığınız eziyetlerden daha büyüktür.
O ne kötü bir dönüş yeridir. Cehennem sığmak ve makam olarak sizin için ne
kötüdür! Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Gerçekten orası ne kötü bir
mekân, ne kötü bir durulacak yerdir." (Furkan, 25/66).
Daha
sonra Cenab-ı Hak putları tahkir etmeye ve onlara tapanların beyinsizliklerine
ve onların iddialarına göre Allah'a eş ve benzer olan putların durumlarını
beyan etmeye dikkat çekti ve şöyle buyurdu:
"Ey
insanlar! Size bir misal verildi. Şimdi onu dinleyin." Yani sizin Allah'tan
başka taptığınız putlar ve ortaklar tek bir sineği yaratmaya muktedir
değildirler. Hatta bu iş için bütün bu mabudlar toplanıp işbirliği yapsalar
bile...
İmam
Ahmed, Ebu Hureyre'den (r.a.) -merfû olarak- şu hadis-i kudsiyi rivayet
etmektedir: "Benim yarattığım gibi yaratmaya teşebbüs edenden daha zalim
kim olabilir? Haydi onlar yarattığım gibi bir mısır tanesi veya bir sinek yahut
bir yılan yaratsınlar, bakalım!"
Buharî
ve Müslim bu hadisi başka bir lafızla rivayet etmişlerdir: "Allah Tealâ
buyurdu ki: Benim yarattığım gibi yaratmaya teşebbüs edenden daha zalim kim
olabilir? Haydi Onlar bir mısır tanesi, bir arpa tanesi yaratsınlar,
bakalım!"
"Eğer
sinek onlardan bir şey kapacak olsa bunu ondan geri alamazlar. îs-teyen de
âciz, istenen de!" Yani onlar tek bir sineği yaratmaktan aciz oldukları
gibi bundan da kötüsü onlar o sineğe karşı çıkmak ve ona galip gelmekten de
âcizdirler. Sinek Allah'ın mahlûkatınm en zayıfı olduğu halde sinek onlardan
bir şey alacak olsa ondan bunu kurtarmaya muktedir olamazlar. Bunun içindir ki
Cenab-ı Hak: "İsteyen de âciz, istenen de!" buyurdu. Yani isteyen
varlık yani kendisine tapılan sahte tanrı istenen sinekten bir şey geri
almaktan âcizdir. Yahut puta tapan da güçsüz, kendisine tapılan put ta
güçsüzdür.
Bu
onların bilgisizliklerine ve ahmaklıklarına delâlet etmektedir. Çünkü kul
genellikle mabuddan fayda elde etmeyi yahut zararın engellenmesini bekler.
Puta tapan kendisi için hiç bir şey gerçekleştirmez. Bu da putun hakîr bir
varlık olduğuna ve güçsüzlüğüne, ona tapan kimsenin de ahmaklığına delâlet
eder. Böyle birşeyin ibadette Allah'ın benzeri sayılması nasıl doğru olabilir?
Daha
sonra Cenab-ı Hak onların boş şeylerle uğraştığını, bilgisizliklerini ve Allah
Tealâ'nın hakkını lâyıkıyla tanımadıklarını te'kit ederek şöyle buyurdu:
"Onlar
Allah'ı lâyıkıyla takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah mutlak kuvvet
sahibidir, her şeye galiptir." Yani onlar güçsüzlükleri sebebiyle sineğe
bile karşı koyamayan bu cansız mahluklar gibi varlıklara Allah'la birlikte
tapınca onlar Allah'ın kıymetini ve azametini bilemediler, O'nu hakkıyla ta'zim
edemediler.
O
kudreti ve kuvvetiyle her şeye kadir olan, her şeyi yaratan, mutlak kuvvet
sahibi ve her şeye kadir olan; her şeyden üstün olan, her şeyi ezebilen, her
şeye galip olan Allah'tır. İzzeti, azameti ve hakimiyeti sebebiyle o yenilmez
ve engellenmez. İbadet ve tazime lâyık olan Odur.
Bu
ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan bir kaçı şunlardır: "Bütün varlıkları
yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bu O'na pek
kolaydır." (Rum, 30/27);
"Şüphesiz
ki Rabbinin yakalaması çok şiddetlidir. Yoktan var eden de, tekrar dirilten de
sadece O'dur." (Burûc, 85/12-13);
"Şüphesiz
ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır. "
(Zâriyat, 51/58).
Daha
sonra Allah Tealâ'nın beyanı peygamberlikle ilgili konulara geçti. Cenab-ı Hak
şöyle buyurdu:
"Allah
meleklerden de insanlardan da elçiler seçer." Yani Allah vahyi peygamberlere
bildirmek için meleklerden elçiler seçer. Bu ilâhi mesajı kullara iletmek için
de dilediğine göre ve iradesine uygun olarak insanlardan elçiler seçer.
Denilmiştir
ki: Velid b. Mugire: "Kur'an bizim içimizden birine inseydi ya!"
demiş, bunun üzerine bu ayet inmiştir.
"Şüphesiz
ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi görendir." Yani kullarının sözlerini
işitir, onları görür, peygamberlik için seçilmeye lâyık olan kimseleri gayet
iyi bilir.
"O
onların geçmişini de geleceğini de bilir." Yani meleklerin, peygamberlerin
ve mükelleflerin geçmiş durumlarını da, gelecek durumlarını da tam bir ilimle
bilir. Ona onların durumundan hiçbir şey gizli kalmaz.
Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gaybı O bilir, kimseye gaybı göstermez.
Ancak peygamber olarak seçtiği kimse bunun dışındadır. Çünkü Allah, seçtiği
peygamberin önüne ve ardına gözetleyici koyar. Bu, peygamberlerin Rablerinin
emirlerini tebliğ ettiklerini bilmesi içindir. Allah onların ne yaptıklarını
bütün incelikleriyle bilir. O her şeyi bir bir saymıştır." (Cin,
72/26-28).
"Bütün
işler sonunda ancak Allah'a döndürülür." Yani kıyamet gününde bütün
işlerin dönüşü Allah'adır. Ondan başkasının ne emir verme, ne de yasak koyma
hakkı vardır.
Bu
tam kudrete, ilâhlık ve hakimiyetin sadece Allah'a ait olduğuna işarettir.
Allah Tealâ'nm "...bilir" ifadesi ve "Bütün işler sonunda
Allah'a döndürülür. " ifadesi topluca günaha teşebbüsü reddetmeyi ihtiva
etmektedir.
[115]
Bu
ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kureyş kâfirleri gibi putperestler Allah'tan başka sahte tanrılara tapmaktadırlar.
Onların hiçbir aklî ve naklî delilleri yoktur. Bu sebeple Rableri onları şu
ayetle tehdit etmiştir: "Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur."
2- Küfür, inatçılık ve böbürlenmenin o kâfirlerin gönüllerine iyice
yerleşmesi kendilerine Kur'an ayetleri dokununca onları son derece kızgınlık,
asık suratlılık ve kin içerisine düşürmüştür. Neredeyse kendilerine karşı
Kur'an ayetlerini delil getirenlere şiddetle hücum etmeye kalkışmakta, onlara
kötülükle ellerini ve dillerini uzatmaktadırlar.
3- Allah Peygamberine (s.a.) onların tehdidine şu sözle karşılık vermesini
emretti: Size müminleri korkutmanızdan ve onlara hücum etmenizden ve bu
dinlediğiniz Kur'an'dan daha kötüsünü, daha şiddetlisini, daha çok nefret
edeceğiniz şeyi bildireyim mi? Bu, cehennem ateşi, azabı ve işkencesidir. Allah
cehennemi kıyamet gününe inanmayanlara vaad etmiştir. O ne kötü bir dönüş
yeridir. Varacakları cehennem ateşi ne kötü bir yerdir. Bu, Kur'an okuyanlara
saldırmalarına karşı onlara bir tehdittir.
4- Allah kâfirlerin ve putların durumu için bir misal vermiştir. Zira
Allah Tealâ'mn onlara misal verme şeklindeki hüccetleri onların zihinlerine
daha yakındır. Bu gerçekte misal değildir. Sadece onların sıfatları ve
durumlarm-daki gariplik ve hayrete düşürme sebebiyle bu sıfatları yaygın bazı
atasözleri ve vecizelere benzetmek üzere bu misale "mesel" adı
verilmiştir.
Ayetin
manası: Onlar Allah için bir misal verdiler, onların sözlerini dinleyin. Yani
kâfirler Allah'tan başka şeylere tapındıkları için Allah'a bir misal verdiler.
Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: Onlar bana ibadet etmek hakkında
-iddialarına göre- bana benzer şeyler ortaya koydular. Bu benzeme haberini siz
dinleyin. Buna göre misal verenler kâfirlerdir.
Yahut
mana şu şekildedir: Ey insanlar! Bu bir sinek bile yaratmaya gücü yetmeyen,
sinek ondan bir şeyi çekip alırsa bunu ondan kurtaramayan sahte ilâhlara ibadet
edenlerin misalidir. Yani burada misal veren Allah'tır.
Manada
daha ince ifade şöyledir: Allah (c.c.) kendisinden başka şeylere tapanlara bir
misal verdi. Yani Allah size ve sizin taptıklarınıza bir misal vermiştir.
Dolayısıyla "mesel" hem tapanı hem de tapılanı içine almaktadır.
5- Verilen misal şudur: Allah'tan başka taptığınız Kabe civarında bulunan
ve sayıları 36O'ı bulan putlar tek bir sineği bile yaratmaya muktedir değildirler.
Bu putlar sinek kendilerinden -putların üzerine sürdükleri koku ve za'ferandan-
birşey almak istediği zaman kendilerini savunamazlar.
İsteyen
de (yani put) âciz ve güçsüzdür, istenen de (yani sinek) âciz ve güçsüzdür.
Yahut puta tapan da, kendisine tapılan put da âcizdir. İsteyen, yani bu puta
yaklaşmak isteyen putperest kişi, istenen ise kendisine yaklaşılmak istenen
put demektir.
6- O müşrikler bu âciz putları Allah'a ortak koşmaları sebebiyle O'nu hakkıyla
ta'zim etmediler. Halbuki O her şeye kadirdir, ezici bir güce sahiptir, mutlak
kuvvet sahibidir, yenilmeyen ve engellenemeyen bir güç sahibidir. Kim onu
mağlup etmeye cür'et edebilir?
7- Vahyi peygamberlere bildirmek için aracı olan meleklerin seçiminde,
ilâhî mesajı insanlara tebliğ etmek
için insan cinsinden gönderilen peygamberlerin seçiminde mutlak tercih hakkı
Allah Tealâ'ya aittir.
Ayette
anlatılmak istenen şudur: Allah risaleti tebliğ etmek için Hz. Muhammedi (s.a.)
seçti. Onun Muhammedi (s.a.) göndermesi yeni çıkan bir durum değildir.
Şüphesiz
ki Allah kullarının sözlerini gayet iyi işitir. Yarattıklarından risaleti için
tercih ettiği kişileri gayet iyi bilir. O onların önce yaptıkları ve sonra
yapacakları her şeyi en iyi bilendir. Bütün işler sonunda yalnız Ona döner. O
kullarına amellerine göre karşılık verir.
[116]
77- Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın.
Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.
78- Allah yolunda hakkıyla cihad edin. O (dini
için) sizi seçti. Bu dinde O size dinde hiçbir güçlük yüklemedi. Bu atanız
İbrahim'in dinidir. Daha önce de, bu Kur'an'da da sizi O
"müslüman-lar" diye isimlendirdi. Böylece Peygamber size şahit
olsun, siz de bütün insanlara
şahit olasınız. O
halde siz namazınızı dosdoğru kılın,
zekâtınızı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. Sizin dostunuz O'dur. O ne
güzel dosttur ve ne güzel yardımcıdır!
"Rükû
edin, secdeye varın" emirleri mecaz-i mürseldir. "Cüz"
kullanılarak "küll" murad edilmiştir. Rükû ve secde namazın en önemli
rükünlerinden olması itibariyle "namaz kılın" denmiş gibidir.
"Rükû
edin, secdeye varın. Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin" cümlesinde
"has" olana itina edilmesi için "umum" ifade eden kelime
"husus" ifade eden kelimeden sonra zikredilmiştir.
[117]
"Ey
iman edenler! Rükû edin, secdeye varın." Yani namaz kılın, "Rabbinize
ibadet edin" O'nu bir tanıyın, diğer ibadetlerle O'na kullukta bulunun
"ve hayır işleyin." Nafile ibadetler, sıla-i rahim ve güzel ahlâk
gibi yaptığınız ve terk ettiğiniz haramlar gibi sizin için hayırlı ve faydalı
olan şeyleri yapın "ki kurtuluşa eresiniz." Yani siz bütün bunları
kurtuluşu ümid ederek, ondan da tam emin olmayarak yapın.
I
Bu ayet içerisinde bulunan secde emri sebebiyle ve Peygamberimiz'in (s.a.):
"Hac suresi iki secde ile faziletli kılınmıştır. Bu iki secdeyi yapmayan
bu sureyi okumasın." hadis-i şerifi sebebiyle Şafiîlerce secde ayetidir.
"Allah
yolunda" O'nun rızası için dininin düşmanlarına karşı
"hakkıyla," sırf Onun rızası için "cihad edin."
"Hak" kelimesi "cihad" kelimesine mübalağa olmak üzere
izafe edilmiştir. Meselâ "Falan hakkıyla âlimdir." denilmesi gibi.
'Cihad" kelimesi zamire genişlik olması sebebiyle yahut cihadın sadece
Allah için yapılması sebebiyle izafe edilmiştir.
Cihad,
düşmanla mücadele hususunda bütün gayreti sarf etmektir. Cihad üç çeşittir:
-
Kâfirler vb. açık düşmanla yapılan cihad,
-
Şeytanla yapılan cihad,
-
Nefis ve nefsî arzulara karşı yapılan cihad. Bu, cihadın en büyüğüdür.
Beyhakî
Cabir'den (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz'e (s.a.) bir gurup mücahit
geldiler. Efendimiz (s.a.):
- Hayırlı bir şekilde geldiniz. Küçük cihaddan
büyük cihada geldiniz, buyurdular. Denildi ki:
-
Büyük cihad nedir? Efendimiz (s.a.):
-
Kulun nefsî arzularıyla cihad etmesidir, buyurdu.
Yine
Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet edildiğine göre Tebuk gazvesinden dönünce
şöyle buyurdular: "Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük." ^
"Sizi
O seçti." Dini için ve dinine yardım için sizi seçti. Burada cihadın
gerekli olduğuna ve onun sebebine işaret vardır. "Bu dinde o size bir
güçlük" size ağır gelecek hususları yüklemek suretiyle darlık, zorluk ve
meşakkat "yük-lemedi." Seferde dört rekâtlı namazları iki rekât
kılmak, teyemmüm, zaruret halinde ölü hayvan eti yemek, hasta ve yolcunun oruç
tutmama ruhsatı gibi hususlarda zarurî durumlarda size kolaylıklar getirdi.
Burada hiçbir kimsenin mükellef olduğu hususlarda özrü bulunmayacağına ya
azimet, ya da ruhsat olacağına işaret edilmektedir.
Peygamberimiz
(s.a.) İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadisinde şöyle
buyurmuştur: "Size bir şeyi emrettiğim zaman gücünüz yettiği müddetçe onu
yerine getirin."
"Bu
atanız İbrahim'in dinidir." Yani onun şeriatıdır. Hz. İbrahim'in (a.s.)
müslümanlar için baba sayılması Peygamberimiz'in (s.a.) atası olması sebebiyledir.
O da ümmetinin ebedî hayatının sebebi olması dolayısıyla ümmeti için baba
gibidir. Yahut Arapların çoğu O'nun zürriyetindendir. Dolayısıyla başkalarına
galebe çaldılar.
"Daha
önce de" Kur'an'dan önceki geçmiş kitaplarda da "hunda da" bu
Kur'an'da da "sizi O, müslümanlar" diye isimlendirdi." Buradaki
O zamiri "Al-lahu semmaküm" şeklindeki kıraat sebebiyle Allah'a
racidir. Yahut "min zür-riyetina ümmeten muslimeten leke" ayetinin
delaletiyle İbrahim'e (a.s.) racidir.
"Böylece
Peygamber size" tebliğ etti diye kıyamette "şahit olsun." Bu
ayet Peygamberin masum oluşu sebebiyle kendi nefsi lehine şahitliğinin kabul
edildiğine delâlet etmektedir.
1-
Hadisin tahriri için ve "zayıflık derecesi için Keşfü'l-Hafa kitabına
bakınız.
"Siz
de" Rasulullah'm size tebliğde bulunduğu şeklinde "bütün insanlara
şahit olasınız." Yani siz insanların aleyhine peygamberlerinin kendilerine
tebliğde bulunduğu şeklinde şahitler olunuz.
"O
halde siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin." Allah sizi çeşitli
lütuf ve şereflerde tahsis ettiği için çeşitli taatlerle Allah'a yaklaşın.
"Allah'a samimiyetle bağlanın." Bütün işlerinizde Allah'a güvenin.
Sadece O'ndan yardım isteyin. "Sizin dostunuz O'dur." Sizin
yardımcınız ve işlerinizi üstlenen O'dur. "O ne güzel dosttur ve ne güzel
yardımcıdır!" Zira yardımda ve dostlukta Onun benzeri yoktur. Bilâkis
gerçekte O'ndan başka hiçbir yardımcı yoktur.
[118]
Cenab-ı
Hak önce ilahiyat sonra da peygamberlikle ilgili konular hakkında ifade
buyurduktan sonra şeriat ve hükümler hususunda dört yönden beyanda bulundu:
1- Emredilen kişilerin belirlenmesi: Bunlarda mükelleflerdir. "Ey
iman edenler!"
2- Emredilen vazifelerin kısımları. Bunlar da dört vazifedir: Namaz,
sadece Allah'a ibadet, hayır işleme ve cihad.
3- Bu emirlerin kabulünü gerekli kılan hususlar. Bunlar da üç noktada
toplanır: Seçilmiş olmak, bu vazife ve şeriatların Hz. İbrahim (a.s.) şeriatı
olması. Kur'an'da ve daha önceki kitaplarda sizin "Müslümanlar"
olarak adlandırılmanız.
4- Bu vazifenin namaz kılma, zekât verme, Allah'ın dinine sarılma yani
O'ndan yardım isteme ile te'kit edilmesi.[119]
Bu
emirler Allah Tealâ'ya olan bağlılığı kuvvetlendirme, nefsi tezkiye etme,
düşmanlarla cihad etme, Allah'ın şeriatı ve dinindeki sosyal adalet kalesini
ikame etme amacı taşıyan ilâhî mükellefiyet emirleridir.
"Ey
iman edenler!." Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik eden ve ahiret gününe iman
edenler! Rükû (Allah Tealâ huzurunda eğilme) ve sucud (insanın en şerefli
azası olan yüzüyle Allah'ın huzurunda yer kapanması) gibi hususiyetleri ihtiva
eden farz kılman namazı eda edin. Hac menasiki, oruç vb. ibadetlerle O'na
kullukta bulunun. Rabbinizi razı kılacak ve sizi Ona yaklaştıracak nafile
ibadetler, sıla-i rahim, güzel ahlâk gibi hayırlı fiilleri işleyin.
Bu
İslâm'daki her fazileti içine alır. "Hayır işleme" bütün
mükellefiyetler için umumî bir ifade olup kulun Rabbiyle olan irtibatını,
insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzeltme manası taşımaktadır. Bu
sebeple ayet nefsî tezkiye ve içtimaî ıslah derecelerinin en ulvî olanlarını
bir arada toplamıştır. Allah'ın emrettiği her şey hayırdır. Bundan dolayı bu
emrin sebeplerini beyan etmek üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Böylece
kurtuluşa eresiniz." Yani kurtuluşa nail olmanız için... Yahut Allah
nezdindeki sevaba ve nza-i İlâhî'ye nail olmakla kazanç ve kurtuluşu ümid
ederek bu amelleri işleyin.
Mümin
şahsiyeti hazırlamak ve onu tezkiye etmeyi bir kez daha vurgulamak, mümin
cemaatı düşmanlarının hilelerinden korumak için Allah cihadı emretti ve şöyle
buyurdu:
"Allah
yolunda hakkıyla cihad edin." Yani Allah'ın dinine yardım yolunda,
Allah'ın rızasını kazanmak için sırf Allah için, içine riya bulaşmadan,
kınayanın kınamasına aldırış etmeden hakkıyla cihad edin. Allah için cihad,
Allah yolunda ve O'nun dini için yapılan cihaddır. Evlâ olan cihadın, her
çeşidi ihtiva eden umumî manada kullanılmış olmasıdır.
Cihad
-daha önce beyan ettiğimiz gibi- üç çeşittir:
-
Nefisle ve nefsî arzularla cihad,
-
Şeytanla cihad,
-
Haddi aşan kâfirler ve korkak münafıklarla cihad. Son cihad şekli malla, dille
ve canla olur.
Ahmed
b. Hanbel, Ebu Davud, Nesaî, İbni Hıbban ve Hakim, Enes'ten (r.a.)
Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar: "Müşriklerle
mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin."
Dille
cihad ikna edici deliller ortaya koymak, hitabet ve medya vasıtasıyla olur.
Canla yapılan cihad haddi aşanlara karşı silahla yapılan cihaddır. Müslümanlara
farz-ı kifayedir. Gayeyi gerçekleştirdiği müddetçe bir kısım müs-lümanm bunu
yapması yeterlidir. Aksi takdirde idarecinin görüşüne göre umumî seferberlik
ilân edilir.
Nefisle
cihad görünen düşmanla cihad etmenin temel taşıdır. Peygam-berimiz'in (s.a.)
daha önce geçen hadiste tavsif ettiği gibi nefisle cihad en büyük cihaddır. Bu
sebeple her müslümana farz-ı ayn olmuştur.
Zulüm
ve bid'at ehliyle cihad etmek de her mükellef müslümana gücünün yettiği kadar
farzdır. Nitekim Rasulullah (s.a.) Ahmed b. Hanbel, Müslim ve dört Sünen
sahibinin Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle
buyurmuşlardır: "Sizden kim bir münker (haram) görürse onu eliyle
değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, (değiştirsin) buna da gücü yetmezse
kalbiyle (buğzetsin). Bu imanın en zayıf şeklidir."
Bu
ayetin benzeri şu ayet de vardır: "Eğer dileseydik her kasabaya bir
uyarıcı gönderirdik. O halde sen kâfirlere uyma. Kur'anla onlara karşı büyük
bir cihada giriş." (Furkan, 25/51-52).
Ayet
muhkem olup "Allah'tan gücünüz yettiği kadar korkun." (Tegabün,
64/16) ayetiyle mensuh değildir.
Buradaki
"hakkıyla cihad" ifadesinden maksat imkân ve güç sınırını aşan son
gaye değildir. Bundan maksat Allah'ın dinini yüceltmek, şeriatını te'yit etmek
için ihlâslı olmak, kuvvet, azîmet ve sabır zırhı ile zırhlanmak, ganimet ve
dünyevî zevkler gibi maddî arzulardan uzak kalmaktır.
"Hakka
cihâdihi" ifadesinde "hak" kelimesinin "cihâd"
kelimesine izafe edilmesi daha önce de beyan ettiğimiz gibi sıfatın mevsufa
izafe edilmesi kabilindendir. "Cihâdihi" kelimesinde
"cihâd" in zamire izafe edilmesiyle muzafın sadece muzafun ileyhe ait
olması murad edilmektedir. Bu da cihadın Allah için ve O'nun dini uğruna
yapılmasıdır.
Cenab-ı
Hak bundan sonra cihadla emrolunmanın sebeplerini zikretti. Bunlar da üç
çeşittir:
1- "Sizi o seçti." Yani, ey ümmet! Bu vazifeyi görmek ve yerine
getirmek için Allah ümmetler arasından sizi seçti. Size lütufta bulundu ve
şeref verdi. Size en değerli peygamberi, en mükemmel fakat ağır olmayan şeriatı
verdi. Bundan dolayı şöyle buyurdu:
"Bu
dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi." Yani bu dini dar, zor ve ağır kılmamış,
bilakis kolay ve basit kılmıştır. Size taşıyamayacağınız yükleri yük-lememiş,
ağır gelecek hiçbir görev vermemiştir. Bu cihadın vacip olduğunu ve himaye
etmeniz için sizi seçtiği dinini korumak için bir te'kittir.
Bu
ayet sorulabilecek bir soruya cevap niteliğindedir. Bu soru: "Allah
tarafından görevlendirilme ve seçilme Allah'ın o kulunu şereflendirmesi
demektir. Fakat bu nefse ağır gelen zor bir görev midir?" şeklindeki bir
soru olabilir.
Allah
Tealâ buna şu ayette cevap verdi: "Bu dinde O size hiçbir güçlük
yüklemedi."
Ancak
şer'î vazifelerde kaldırılan zorluk, güçlük ve sıkıntı derecesine ulaşan ve
normal olmayan aşırı zorluktur. Bilinen ve normal sayılan zorluk bu
vazifelerden kaldırılmamıştır. Hatta mükellefiyet ancak böyle bir külfetle gerçekleşir.
Zira mükellefiyet külfet ve zorluk bulunan bir vazifenin yüklenilmesi demektir.
Bundan da hiçbir mükellefiyet uzak değildir. Fakat bu nefse kolay gelen basit
bir husustur, nefis rahatsız olmadan buna tahammül eder.
Meşakkat
ve zorluğun kaldırılması ve kolaylık şekilleri ibadetler, yiyecekler ve
muamelelerde genel bir kaidedir.
İbadetlerde:
Yolculukta dört rekâtlı (farz) namazlar kısaltılır, iki rekât olarak kılınır.
Halbuki namaz kelime-i şehadetten sonra İslâm'ın en muazzam şartıdır. Savaş
durumunda korku namazı (salâtül-havf) bazı imamlara göre -hadiste geldiği gibi-
bir rekât olarak kılınır. Yine bu namaz normal şekilde ve binekte kılınabilir,
kıbleye dönülerek ve kıbleye dönülmeksizin kılmabilir. Yolculukta kılınan
nafile namaz da böyledir. Hem kıbleye hem de başka tarafa (vasıtanın gidiş
istikametine doğru) kılınabilir. Hastalık sebebiyle namazda ayakta durmak sakıt
olur. Dolayısıyla hasta, oturarak, uzanarak, yatarak hatta ima ile namaz
kılar. Ramazan orucunda mazeret sebebiyle yolcu, hasta, çok yaşlı, hamile ve
emzikli kadınların oruçlarını tutmamaları caizdir.
Yiyeceklerde:
Zaruret anında (ölüm korkusuyla) ölü hayvan eti, kan, domuz eti v.b. haram
kılman şeylerden yemek ve içmek caizdir.
Muamelât
hususunda: İhtiyaç veya zaruret sebebiyle bazı tasarruflar caiz kılınmıştır.
İşte
bu şekilde bazı farz ve vaciplerde ruhsatlar ve hafifletmeler meşru
kılınmıştır.
Bunun
için İmam Ahmed b. Hanbel'in Cabir'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben müsamahakâr tevhid dini ile
gönderildim."
Peygamberimiz
(s.a.) Yemene emir olarak gönderdiği Muaz ve Ebu Musa'ya hitaben -Buharî ve
Müslim'in rivayetine göre-: "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin,
kolaylaştırın, zorlaştırmayın." demiştir.
Bu
manadaki ayetler pek çoktur. Meselâ Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah
size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 2/185);
"Rabbimiz!
Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme." (Bakara,
2/286).
"Gücünüz
yettiği kadar Allah'tan korkun." (Tegabün, 64/16).
2- "Bu, atanız İbrahim'in dinidir."'Yani siz tevhid inancı,
müsamahakârlık ve şirkten uzaklaşma hususunda atanız İbrahim'in (a.s.) dini
gibi olan dininize uyun, ona sarılın.
"Millet"
ten murad asıl itikadı hükümlerdir. Bu hükümler bizim şeriatımızda da Hz.
İbrahim'in (a.s.) şeriatında da birdir. Hatta bunlar bütün şeriatlarda birdir.
Cenab-ı
Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın Nuh'a emrettiği, sana vahiyle
bildirdiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimiz: "Dini ayakta
tutun. Onda ihtilâfa düşmeyin." emrini Allah size de emretti." (Şûra,
42/13);
"Biz
senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: "Benden başka hibçir ilâh
yoktur. O halde ancak bana ibadet edin" diye vahyetmiş olmayalım".
Enbiya, 21/25).
Buharî,
Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler baba bir
kardeşlerdir." Yani insanlar ayrıdır, şeriatleri farklıdır.
Buharî,
Müslim, Ebu Davud ve İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri hadis-i şerifte
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Peygamberler baba bir
kardeşlerdir." Yani imanları aynıdır, şeriatleri farklıdır.
Burada
özellikle Hz. İbrahim'in (a.s.) zikredilmesi tevhid ve müsamahakârlık hususunda
her iki şeriat arasındaki benzerlik ve Arapların çoğunun Hz. İbrahim (a.s.)
neslinden gelmesi sebebiyledir. Dolayısıyla Araplar Hz. İbrahim'i (a.s.)
sevmektedirler. Sevgi de O'nun şeriatına ve babaları Hz. İbrahim'in (a.s.)
şeriatının aynısı olan Hz. Muhammed'in (s.a.) şeriatına sımsıkı sarılmaya
sebeptir. Hz. İbrahim'i (a.s.) Rasulullah'm
(s.a.) atası olması sebebiyle Hz. İbrahim (a.s.) O'nun ümmetinin de atası
sayılır. Zira bir rasulün ümmeti O'nun evlâdı hükmündedir.
Bu
ayetin benzeri şu ayet vardır: "De ki: Şüphesiz Rabbim beni dosdoğru bir
yola, dimdik ayakta duran bir dine, hakka yönelen ve müşriklerden olmayan
İbrahim'in dinine şevketti.." (En'am, 6/161).
3- "Daha önce de bu Kur'an da da sizi O "müslümanlar" diye
isimlendirdi."
Yani
sizi Allah -diğer bir görüşe göre Hz. İbrahim- daha önceki kitaplarda ve
Kur'an'da müslüman olarak isimlendirdi.
İbni
Kesir, zamirin Allah'a raci olduğunu söyleyip birinci manayı tercih ederek:
Doğru olan budur, demiştir. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sizi o
seçkin kıldı. Bu dinde O size hiçbir güçlük yüklemedi." Bir kıraatte ise
"Size Allah "müslümanlar" diye isim verdi." denilmektedir.
Zamirin
Hz. İbrahim'e (a.s.) raci olduğu kanaatinde olanların delili şu ayettir:
"Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olan (müslüman) kıl. Soyumuzdan da
sana teslim olan (müslüman) bir ümmet meydana getir." (Bakara, 2/128).
"Böylece
Peygamber size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahit olasınız." Yani
Rasul Muhammed'in (s.a.) kıyamet günü size gönderilen hükümleri tebliğ ettiğine
dair sizin üzerinize şahit olması için, sizin de peygamberlerin Rab-lerinin ilâhî
mesajını insanlara tebliğ ettiklerine dair şahit olmanız için biz sizi bu
şekilde bütün ümmetler nezdinde adaletiyle şahit tutulacak hayırlı, adaletli ve
orta yolu tutan bir ümmet kıldık.
Rasulün
onlar için şehadeti, kıyamet günü Allah nezdinde onları tezkiye etmesi ve
ayrıca geçmiş ümmetler aleyhine şahitlik yaptığınızda sizin âdil olduğunuza
dair Rasulün şahitlikte bulunmasıdır.
Rasulullah'ın
(s.a.) ümmet üzerine şehadetinin kabul edilmesi bu ümmetin müslüman ümmet
olarak adlandırılması hükmünün sebebidir.
Kıyamet
günü Peygamberin şahitliğinin kabul edilmesi ümmetinin şahitliği konusunda
Peygamberimizi (s.a.) ve ümmetini şereflendirme vardır. Zira Allah Tealâ
Rasulünün ümmetine tebliğ yaptığı iddiası hususunda O'nu tasdik eder. Ümmetini
de diğer ümmetlere şahitlik yapması hususunda ehil kılar.
Bu
ümmetin diğer ümmetler üzerine şahitlik yapması kabul edilmiştir. Zira bu ümmet
peygamberlerden hiçbiri hakkında ayırım yapmamaktadır. Önceki ümmetlerin
haberlerini de Kur'an'dan öğrenmektedir.
Rivayete
göre önceki ümmetler ve peygamberleri getirilir. Peygamberlere:
- Siz ümmetlerinize tebliğde bulundunuz mu?
diye sorulur. Peygamberler de:
-
Evet, onlara tebliğ ettik, derler ama ümmetleri bunu inkâr ederler.
Sonra
bu ümmet (ümmet-i Muhammed) getirilir. Bu ümmet önceki ümmetlere tebliğ
yapıldığına şahitlik yaparlar. Önceki ümmetler ümmet-i
Muhammed'e
hitaben:
-
Siz nereden anladınız? derler. Ümmet-i Muhammed:
- Biz bunu Allah Tealâ'nın sadık peygamberinin
diliyle bize nakledilen Mtabından öğrendik, derler.
Ümmet-i
Muhammed'e verilen bu muazzam nimete karşılık ve bu nimete şükretmenin vacip
olması sebebiyle Allah bu ümmetten ibadetine devam etmesini ve kendi dinine
sarılmasını istedi ve şöyle buyurdu:
"O
halde siz namazınızı dosdoğru kılın, zekâtınızı verin ve Allah'a samimiyetle
bağlanın." Yani bu değerli nimete bunun şükrünü yerine getirerek sarşılık
verin. Farz ve vacip kıldığı şeylerde Allah'a itaat etmek ve haram kıl-iığını
terk etmek suretiyle Allah'ın sizin üzerinizdeki hakkını eda edin.
Bu
hususta en önemli emirlerden biri namazı dosdoğru kılmak, yani rükünlerine ve
şartlarına uygun olarak tam bir huşu ve Allah'a tam bir teslimiyetle namazı
eda etmektir. Namaz sizinle Rabbiniz arasındaki bir irtibattır.
Bir
başka emir, gönlü ve malı temizleyen Allah'ın yardıma hak kazanan yaratıklarına
verilmesi farz olan ve bir iyilik olan zekâtın verilmesidir. Zekât karşılıklı
işbirliği, dayanışma ve kardeşliğin delilidir.
Bütün
işlerinizde Allah'ın yardımını isteyin ve O'na iltica edin. Allah'a samimiyetle
bağlanmak, Ona güvenmek. O'na iltica etmek, bütün sıkıntıları gidermek
hususunda Onun muazzam kuvvetinden yardım istemek demektir. O size düşmanlık
edenlere karşı sizin yardımcmızdır.
Mevlâ,
koruyan, yardım eden, mülkün gerçek sahibi olan ve yaratan demektir.
"O
ne güzel dosttur ve ne güzel yardımcıdır." Yani O sizin işlerinizi üstlenen
ne güzel dost, yardımı muazzam ve desteği kâmil olan ne güzel yardımcıdır. O
Allah Tealâ'dır ve özellikle medhe lâyık olandır.
[120]
Hac
suresinin sonunda yer alan bu ayetler ilk bakışta çeşitli dinî, itikadî ve
içtimaî mükellefiyetleri bir arada toplamakta, şeriatın hükümlerini kuşatmakta,
dinin direği olan namaz emrine özel itina göstermekte, ibadetlerin genel emri
içinde namazın da talep edilmesi ile yetinmemektedir.
Bu
ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Dört şeyin farz oluşu:
a) En önemli rükünleri arasında rükû ve sücud bulunan namaz,
b) Sadece Allah'a ibadet edip başkasına ibadet etmemek,
c) Rükû, sücud ve diğer ibadetleri ibadet şekliyle yerine getirmek,
d) Sıla-i rahim ve güzel ahlâk gibi hayırları işlemek.
Alimler
"Secdeye varın" ifadesi hususunda bu namaz secdesi midir, yoksa
tilâvet secdesi midir? diye ihtilâf etmişlerdir.
Şafiîler
ve Hanbelîler: Bu tilâvet secdesidir, demişlerdir. Zira lafzı başka bir manaya
çevirecek bir sebep olmaksızın hakikî manası üzerinde hamledil-mesi mümkündür.
Sücudun manası alnı yere koymaktır.
İmam
Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Menduveyh ve -"Sünen" kitabında-
Beyhakî, Ukbe b. Âmir'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet etmişlerdir: "Hac suresi iki secde ile fazilet kazanmıştır. Kim bu
iki secdeyi yapmazsa bunları okumasın."
Ebu
Davut, İbni Mace, Darakutnî ve Hakim'in Amr ibnil-As'tan (r.a.) naklettiklerine
göre Peygamberimiz (s.a.) ona Kur'an'da 15 secde okutmuştu. Bunlardan üçü
"mufassal" surelerde idi. Hac suresinde ise iki secde vardı.
Hanefiler
ve Malikîler ise bu ayetin secde ayeti olmadığı görüşündedirler. Zira secdenin
rükû ile birlikte zikredilmesi bundan murad edilenin namaz secdesi olduğuna
delildir. Nitekim "Rükû edenlerle birlikte rükû ve secde et (namaz
kıl)." (Al-i İmran, 3/43) ayeti de bu manadadır.
Ayrıca
Übeyy b. Ka'b'dan (r.a.) Rasulullah'tan (s.a.) işittiği secde ayetlerini
saydığı ve Hac suresinde bir secde saydığı rivayet edilmiştir. Ukbe ve Amr
hadisleri ise zayıftır.
Bu
görüşe göre ayette murad edilen husus farz namazdır. Rükû ve sücud namazın
şerefli bir ibadet olduğuna işaret etmek için özellikle zikredilmiştir.
Ayetin
tefsiri ve ayetten hüküm çıkarma hususunda izlediğim yol da budur.
2-
Cenab-ı Hakk'a ibadetin -yani
O'nun emirlerine imtisal etmenin- vacip oluşu.
3- Farz olduğu şer'an sahih olan emirler dışındaki hayırları işlemeye teşvik
edilmesi.
4- Cihadın her üç şekliyle farz oluşu: Nefsî arzularla ve nefisle
cihad... Şeytanla cihad ve onun vesveselerini kovalamak, zulüm ve bid'at
ehliyle cihad... Bunların hepsi her müslüman kişiye farz-ı ayndır.
Tirmizî
ve İbni Hıbban'm Fudale b. Ubeyd'den (r.a.) rivayet ettiklerine göre
Peygamberimiz (s.a.) buyurmuştur: "Mücahid Allah rızası için nefsiyle
cihad eden kimsedir."
İmam
Ahmed, İbni Mace, Taberanî ve Beyhakî'nin Ebû Ümame'den (r.a.) rivayet
ettikleri hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cihadın en faziletlisi
zalim idarecinin huzurunda âdil olan sözü söylemektir."
"Sizden
kim bir münkeri görürse...ırhadisini daha önce zikretmiştik.
Kâfirler
ve münafıklara karşı hüccet ve beyan ile, yahut kılıç ve kalkan gibi savaş
aletleriyle cihad etmek de farzdır. Bu müslüman cemaat üzerine farz-ı
kifayedir. Maksat gerçekleştiği, düşman kovulduğu, müslümanlarm malları ve
ırzları güvence altına alındığı müddetçe bir kısım müslümanlarm bu cihadı
yerine getirmeleri yeterlidir.
Ancak
bu gerçekleştirilmezse savaşa muktedir olan herkese cihad farz-ı ayın olur. Bu
durum savaşlarda insan unsuruna itimat etmek zarurî ve esas bir durum olduğu
zamandır.
Savaş
araçlarının geliştiği günümüzde ise müslümanlarm tek bir bomba veya modern
kitle imha vasıtalarıyla ekin gibi biçilmemesi için meselâ tek bir cephede
toplanmaları doğru değildir.
Bu
durumda devlet reisi düşmanların elinde var olan silâhları karşılayacak
şekilde modern silâhları temin ettikten sonra maslahatı gerçekleştirecek
şekilde ve ihtiyaca göre durumu inceleyip karar verir.
5- Belirtilen bu yükümlülüklerin konulmasının üç sebebi vardır:
a) Dini müdafaa etmek ve emrine sarılmak için bu ümmetin seçilmiş olması.
Bu ifade cihad etme emrini tekit etmektedir. Yani cihad etmeniz size vacip
olmuştur. Zira Allah sizi bunun için seçmiştir. Bu te'kit ve teşvike ilâve
olarak Allah güçlükleri -yani şer'î taleplerde insanlardan darlık ve
sıkıntıyı-kaldırmıştır. Bu pek çok hükümde genel bir prensiptir. Allah'ın bu
ümmete verdiği kolaylıklardandır.
Katade
diyor ki: Bu ümmete üç hususiyet verilmiştir ki bunlar ancak peygamberlere
verilen hususlardır.
- Peygambere: "Yürü git, sana hiçbir
güçlük yoktur." denilir. Ama bu ümmete de: "O size dinde hiçbir
güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) denmiştir.
- Peygamber ümmeti üzerine şahittir. Ama bu
ümmete de "Siz de bütün insanlara şahit olasınız..." (Hac, 22/78)
denilmiştir.
- Peygamber'e "İste, ne istersen sana
verilecek" denmiştir. Bu ümmete de: Bana dua edin ki size icabet
edeyim." (Gafir, 40/60) denilmiştir.
Güçlüğün
kaldırılması İslâm şeriatının üzerine kurulu olduğu esaslardandır.
Alimler
diyor ki: Güçlüğün kaldırılması kolaylığı ancak şeriat metodu üzerine
istikamette olan kimseye aittir. Yol kesicilere, hırsızlara ve had cezası
işleyenlere güçlük ve zorluk vardır. Onlar dinden ayrılmakla kendi nefislerine
zorluk yüklemiş olmaktadırlar.
b) Bizim milletimizin (şeriatımızın), bütün Arapların atası sayılan Hz.
İbrahim'in (a.s.) şeriatıyla aynı olması.
c) Allah'ın bizi geçmiş kitaplarda ve Kur'an'da "müslümanlar"
olarak adlandırması.
6- Rasulullah'm (s.a.) ümmetine Allah'ın şeriatının hükümlerini tebliğ ettiğine
dair şahitliği kabul edilecektir. O'nun şahitliğinin kabul edilmesi ümmetinin
"müslümanlar" olarak adlandırılması hükmünün adil olmasının sebebidir.
Bu
ümmetin diğer ümmetler üzerine peygamberlerinin kendilerine tebliğde
bulunduklarına dair yapacakları şahitliğin kabul edilmesi de bu ümmetin müslüman
ümmet olarak adlandırılmasının sebebidir. Bu iki şahitliğin kabul edilmesi
Peygamberimizi (s.a.) ve O'nun ümmetini şerefli kılmaktadır.
7- Müslüman ümmetin diğer ümmetler üzerine şahitlik yapmasının kabul
edilmesi farzları eda etmek ve haramlardan kaçınmak suretiyle şükrü gerektiren
muazzam bir nimettir.
Bu
şükür vazifelerinden en önemlileri namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Allah'a
samimiyetle bağlanmak yani Ona güvenmek, kötülüğü engelleme hususunda O'nun
muazzam kudretinden yardım dilemektir.
Zira
Allah bizim gerçek sahibimiz ve yaratıcımız dır. Bizi koruyan ve himaye
edendir. Düşmanlarımıza karşı bize yardım edendir.
[121]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/135.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/135.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/135-136.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/136.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/137.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/137-138.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/138.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/138-140.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/140.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/141.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/141-142.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/142-43.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/143-145.
[14] Kurtubî, XII/8.
[15] Gurre; ceninin (ana karnındaki çocuğun) diyeti olup
normal diyetin yirmide biri kadarıdır, yani 50 dinardır.
[16] S-jaaü'\-Arabî,Ahkâmü'l-Kur'an,IU/1261.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/145-148.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/149-150.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/150.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/151.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/151.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/151-153.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/154.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/155.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/156.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/156.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/156-157.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/158.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/158-159.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/159.
[31] İbni Kesir, III/211.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/159-160.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/160-161.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/162.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/162-163.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/163-164.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/164.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/164-166.
[38] Kurtubi, XII/30.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/166-167.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/168.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/168.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/168.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/169.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/169.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/169-171.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/172.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/172-173.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/173.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/173.
[49] Kurtubî, XXI/38. Bu hadisi İbni Ebi Şeybe, İbni Cerir, İbni Münzir, sahihtir kaydıyla Hakim ve Beyhakî Sünen'inde rivayet etmiştir.
[50] Hadisi İbni Sa'd, İbni Ebî Şeybe ve Beyhakî rivayet
etmişlerdir.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/174-177.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/177-182.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/183-184.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/184-185.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/185-186.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/186-190.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/190-193.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/194.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/194.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/194-195.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/195.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/195.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/195-198.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/198-200.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/201.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/201-202.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/202-203.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/203.
[69] İbni Kesir, III/225.
[70] İbni Kesir, III/226.
[71] Zemahşerî, 11/350.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/203-208.
[73] İbnul-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, III/1285.
[74] Razî, XXIII/39.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/208-210.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/211-213.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/213.
[78] Razî, XXIII/45.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/213-216.
[80] Razî, XXIII/42.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/216-217.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/218.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/218.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/219.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/219.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/220.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/221-222.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/222-223.
[89] Şeytanın ifadesinde yer alan "tilkel-Garanîku'1-ulâ" cümlesindeki Garanık ya putlardır, yahut da meleklere işarettir. Yani bunlar şefaatçidirler. Zira Allah'ın müşriklerden naklettiği gibi kâfirler putların ve meleklerin Allah'ın kızları olduğu inancını taşıyorlardı. [Garanik Arapça'da "güzel kızlar" manasındadır.]
[90] İbnü'l-Arabî, Ahkamul-Kuran, III/1288-1290; Kurtubî, XII/82.
[91] Razî, XXIII/50.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 9/223-225.
[93] Kurtubî, XII/82-83.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/225-228.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/228-230.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/231-232.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/232.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/232.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/232-233.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/233-234.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/235.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/236-237.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/237.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/237-240.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/240-241.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/242.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/242-243.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/243.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/243.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/243-245.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/245-246.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/247-248.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/248-249.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/249.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/249-252.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/252-253.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/254.
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/254-256.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/256.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/256-261.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
9/261-264.