MÜMÎNUN SÛRESİ 2

Giriş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Meal 6

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 6

Yerde Durdurulan Sudan Maksat Nedir?. 6

Meal 8

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 8

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 10

Meal 14

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 14

Meal 18

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 18

Meal 20

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî 20

Kıyamette Hiç Kimse Kimsenin Halini Sormaz. 22

Meal 23

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 24


MÜMÎNUN SÛRESİ

 

Giriş

 

Bu sure İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Mekki'dir. Yani hicretten önce nazil olmuştur. El-Bahr'da «Bu su­renin Mekki olduğunda ihtilâf yoktur» denilmektedir. Fakat İt-kan'da belirtildiğine göre, 64'den 77. ayete kadar olan bölüm Me-denî'dir.

Zekât Medine Dönemi'nde farz olduğuna göre bu surede zekâ­tın zikredilmesi, surenin Mekkî olduğu konusunda kuşkular uyan­dırmaktadır. Fakat cevap olarak derler ki: Zekâttan bahseden ayet onun farziyetine delâlet eder. Zaten zekât Mekke'de de farzdı. Me­dine'de zekâtın farz olan kısmı, nisab bölümüdür. Bu sure Ed-Da-ni'nin Kitab-ul-Aded'inde, Tabersi'nin Mecma'ul-Beyan'ında yer al­dığı gibi Kûfeliler'in sayımına göre 118, diğer sayımlara göre ise 117 ayettir.

Rasûl-ü Ekrem bu sureyi övmüştür. Ahmed, Tirmizi, Nesei, Hakim ve El-Muhtare'sinde Ziya, Hz. Ömer'den şöyle rivayet et­mektedirler: «Rasûlullah'm üzerine vahy indiği zaman o, mübarek yüzünün yanında kovandaki arıların sesi gibi bir ses işitiyordu. Bir gün onun üzerine vahy indi. Biz bir saat onu bekledik. Vahy tamam olduktan sonra yüzünü kıbleye çevirdi. İki elini kaldırdı: «Ey Allahım! Bizi artır, eksiltme. Bize ikram et Bizi rezil etme. Bize ver, bizi mahrum kılma. Bizi seç. Bizi seçilmeyenler kılma. Bizden razı ol ve bizi razı et» dedi. Bunları söyledikten sonra: «Benim üzerime on ayet inmiştir. Kim onların gereklerini yapar ve onları tatbik ederse cennete nail olacaktır» buyurdu. Sonra bu sureyi 10. ayete kadar okudu.

Bu sure 1840 kelime, 4802 harftir. Surenin başında «Müminler felaha ulaşmıştır» ve sonunda da kötülerin cezaya çarptırılacağı anlatıldığından dolayı müşrikler için bu son bir ihtar idi. Aynı za­manda bu sure İslâm'ın geleceğinin parlak olduğunu da müjdeli­yor. Bundan dolayı sure adını «Muhakkak ki müminler felaha ka­vuştular» mânâsmdaki 1. ayetten almaktadır. [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Müminler felaha ermişlerdir.

2- Onlar  namazlarında huşu içindedirler.

3- Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.

4- Onlar zekâtlarını verirler.

5- Onlar iffetlerini korurlar.

6- Ancak eşleri ve cariyeleri müstesna. Çünkü (onlar ile) kınanmazlar.

7- Kim bundan başkasını ararsa, işte  onlar haddi aşan­lardır.

8- Onlar emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.

9- Onlar namazlarını muhafaza ederler.

10- Onlar varislerdir.

11- Orada ebedi kalmak üzere Firdevs'i miras olarak elde ederler.

12- Andolsun biz insanı bir balçık özünden yarattık.

13- Sonra onu,  sağlam bir   karargâha   (döl yatağına)  bir nutfe olarak koyduk.

14- Sonra o nutfeyi, kan pıhtısına çevirdik. O kan pıhtısı­nı da bir çiğnemlik et yaptık. Sonra bir çiğnemlik eti de kemik­lere çevirdik ve kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratılışta yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne müba­rek ve yücedir!

15- Sonra siz bunun ardından vefat edeceksiniz.

16- Kesinlikle Kıyamet Günü tekrar diriltilirsiniz.

17- Andolsun ki biz üstünüzde yedi yol (tabaka)  yarattık. Biz yarattığımızdan habersiz değiliz. [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1) «Müminler felaha...» Bu Ayetin Tefsiri

Felah, hedefi elde etmek, maksada varmak demektir. Ebu'l-Beka «Bu tâbir hayırlı işlerde kullanılır» diyor. İflah ise felahın içine girmek demektir. Müminlerden maksat, tevhid, peygamber­lik, haşr gibi dinin zaruri kısımları diye bilinen şeyleri tasdik veya bu köklerden doğup meydana gelen dalları tatbik edenlerdir.

(2) «Onlar namazlarında huşu...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet ve bu ayete atfedilen diğer ayetler müminlerin özel­liklerini anlatan sıfatlardır. Zemahşeri'ye göre «salat» kelimesinin müminler zamirine izafesi işaret eder ki müminler namazdan is­tifade ederler. Yoksa kendisi için namaz kılman Cenab-ı Hakk'ın namazdan istifade etmesi söz konusu değildir. Huşu, korku ve azaların sükunu ile"Allah'a karşı tezellül göstermektir. Bunun için İtan Cerir'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre İbn Abbas huşu kelimesini «Onlar korkarlar. Sakindirler» tarzında tefsir etmiştir. Mücahid, «Huşudan maksat gözü haramdan sakınmak ve kanadı Allah'a karşı indirmektir» der. Müslim bin Yesar ve Katade «Başı eğmek», Hz. Ali «Namazın içinde sağa-sola bakmayı îerketmek», Dahhak ise, «Sağ eli sol el üzerine koymak» anlamım vermişlerdir.

Ebu Derda'dan gelen rivayete göre «makamı tazim etmek, sözü ihlash kullanmak ve tam bir yakine sahip olmak, nimeti tamamen derlemek» demektir.

Huşuya aynı zamanda elbiseyle oynamayı terketmek de dahil­dir. Çünkü elbise ile veya elbisenin bir yeriyle oynamak huşuya ters düşmektedir. Tirmizi, Nevadir'ul-Usul'de, zayıf bir senedle Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet etmiştir.

«Rasûlullah namazda sakalıyla oynayan bir kişi gördüğünde: «Eğer bu kişinin kalbi korksaydı azalan da korkardı» buyurmuş­tur.»

Hakim Tirmizi, Asım bin Muhammed yoluyla Esma binti Ebi Bekir'den, o da Hz. Aişe'nin validesi Ümmü Numan'dan şöyle riva­yet ediyor: «Ben namazı kılarken sağa sola sallanıyordum. Beni kocam Ebu Bekir gördü ve beni şiddetle azarladı. Neredeyse na­mazı terkedip kaçacaktım». Sonra dedi ki: Ben Rasûlullah'tan din­ledim. O, «Herhangi biriniz namaza girdiğinde onun azalan sükû­nete kavuşsun. Yahudilerin sağa-sola eğilmesi gibi eğilmesin. Çün­kü azaların namaz içinde sükûna kavuşması namazın tamamından-dır» diyordu.

Cenab-ı Hak bu ayette «Fisalatihim» tabirini «Haşiun» keli­mesinden önce getirmiştir. Çünkü namaz bahsi imana yakın olsun diye daha önce iman bahsi geçmişti. Çünkü iman ile namaz kar-deştirler. Nitekim iman, «Allah sizin imanınızı zayi edecek değil­dir» ayetinde olduğu gibi bazen namaz mânâsında kullanılmıştır. Bazıları «Zarfın takdimi hasrı ifade etmektedir» demişlerdir. Yani

müminler o kimselerdir ki namazlarının tamamında huşu içinde­dirler.

îbn Ebi Şeybe, İmam Ahmet ve Hakim, Huzeyfe'den şunları rivayet   ediyorlar:   «Dininizde ilk kaybedeceğiniz, namaz içindeki huşudur. Ve dininizde en son kaybedeceğiniz de namazdır. Ondan sonra İslâm'ın birbirine geçirilmiş düğümleri teker teker çözüle­cektir.)»

(3) «Onlar boş şeylerden yüz...» Bu Ayetin Tefsiri

Lağv, önemsenmeyen sözler ve fiiller demektir. İbn Abbas onu «bâtthla. tefsir etmiştir. Bazıları «Lağv, düşüncesiz, fikirsiz ortaya atılan kelâm demektir» dediler. Bu tür konuşmalar öten kuşların sesi olan «leğa» yerine geçmektedir. Her çirkin konuşma­ya «lağv» denilir. Müslümanlar bütün vakitlerinde lağvdan yüz çe­virirler, ona önem vermezler. Çünkü lağv içindeki pislik, onların yüz çevirmesini gerektirmektedir.

(4) «Onlar zekâtlarım verirler...» Bu Ayetin Tefsiri

Zahire bakılırsa burada «zekât»tan maksat, masdâri mânâdır. Yani tezkiye, temizlenme demektir. Çünkü musallilerin fiili temiz­lenmeye taallûk eder. Eğer zekâttan mal zekâtı kastedilirse, o ze­kât müminlerin işlediği değildir. O vakit bir muzaf takdir edilir. Yani o kimseler zekâtın edasını işliyorlar.

Bazı müdekkikler «Namazla beraber getirilmesi, buradaki ze­kâtın malî ibadet olan zekât olduğunu destekler» diyorlar. Üstad Mustafa el-Meraği «Zekâtı eda etmek suretiyle nefislerini temiz yaparlar» diyor. Yani nefislerinin temizlenmesi için farz olan ze­kâtı fakir ve miskine verirler.  Nitekim Cenab-ı Hak başka bir

ayette «Nefsi tezkiye eden felaha kavuşmuştur. Kim tezekkiyi ka­bul ederse o felahı bulmuştur» buyurmaktadır.

Kurtubi bu ayetler üzerine şunları söylemektedir:

«Dahhak'a göre lağv şirk, Hasan Basri'ye göre ise bütün gü­nahlar demektir. Hasan Basri'nin bu görüşü diğer yorumlan kap­sayan bir görüştür. Nitekim Malik bin Enes ve Muhammed bin El-Munkedir'den bu şekilde rivayet edilmiştir.

Ayetin sonundaki «Failun» kelimesi «eda ederler» demektir. «Faüun» kelimesi, Arap lisanında pekçok defa «eda etmek» mânâ­sında kullanılmıştır. Meselâ Araplar'ın en fasihlerinden biri olan Umeyye bin Ebi Salt bir şiirinde «Onlar şiddetli senede yemek ye­direnlerdir. Onlar zekâtları eda edenlerdir» diyor. Burada o da «el-failun» kelimesini «eda ederler» mânâsında kullanmıştır. Bu ayet fesahat ve belagatın en yüce mertebesindedir.

Şair Ebu Sait'in şiirini delil olarak gösterdik. Fakat bazıları «Bu şiir fasih değildir. Çünkü Ebu Salt burada zekât kelimesini çoğul olarak kullanmıştır. Mastarın çoğulu olmaz. Çünkü mastar, da müfred, tesniye ve cem'i eşittir» demiştir. Cevap olarak şöyle denilmiştir: «Mastarlar Arapça'da çoğul olarak kullanılmışlardır. Meselâ zunun, ulum, hulum kelimelerinin hepsi mastardır ve ço­ğul olarak kullanılmışlardır. Zira mastarın kapsadığı mânâlar çe­şitli ise de, onu çoğul olarak kullanmak Arapların ekserisi tarafın­dan caiz görülmüştür. Zekât da burada bağlandığı şeyler bakımın­dan çeşitlidir. Çünkü para zekâtı vardır, hayvan zekâtı vardır. Bit­ki zekâtı vardır. Çoğul olarak, bunlar Ebu Sait'in şiirinde kulla­nılmıştır.»

(5-7) «Onlar iffetlerini korurlar..,» Bu Ayetlerin Tefsiri

İbn*ul-Arabî «Bu on ayetin erkek ve kadınlar hakkında genel olması Kur'an'm garibindendir» diyor. Bunlar da Kur'an'ın diğer lâfızları, yani erkek ve kadınları muhtemel olan her lâfzın genel olması gibidir. Ancak bu ayetlerden beşincisi müstesnadır. Zira burada özellikle erkeklere hitap edilmiştir, kadınlara değil. Çünkü Cenab-ı Hak «ancak eşlerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır» buyuruyor. Kadının ırzını koruması başka delillerden anlaşılıyor. Meselâ evli ve ırzını koruyan kadın­lardan ve erkeklerden bahseden ayetler gibi. Bu tevile binaen her­hangi bir kadın, elde ettiği kölesine kendisini teslim edemez. Bu­rada alimlerin icmaı vardır. Çünkü kadın bu ayetin hükmüne da­hil değildir. Fakat kadın bu azad edilmiş köleyle evlenebileceği gi­bi, bu kadın da onunla evlenebilir. Bu da cumhura göredir.

Ubeydullah bin Abdullah bin Utbe, Şa'bi ve Nehafden, kadın o köleyi edindiği anda azad ederse onların nikâhlarının geçerli olacağı rivayet ediliyor.

Ebu Amr «Bu görüş İslâm'ın diğer kentlerinde yaşayan fuka-hanın hiçbirisinin görüşü değildir. Çünkü o kadının onu mülk edinmesi aralarındaki nikâhtandır» denilmiştir. Fakat bu boşanma değil sadece nikâhın feshi demektir. Eğer kadın onu mülk edin­dikten sonra azad etse de ancak dinî bir nikâh ile onunla evlene. bilir. Velev ki ondan çekmekte olduğu iddet zarfında dahi olsa.

Sağ ellerin mülk edindiği ile cariyeler kastedilmektedir. Bu tahsis şundan ileri geliyor: Çünkü bütün alimlerin ittifakıyla edin­miş olduğu erkek köleyle kişi cinsi ilişki kuramaz. Kadınlar için «ma» tabiri kullanılmıştır. Oysa bu tabir akıllı olmayan varlıklar için kullanılır. Çünkü bu cariyeler de alışverişte diğer emtiaya benzerler. Bu ayet sadece erkekler içindir. Çünkü kadınlar için erkek köle edinmek ve kendini ona vermek icmaen caiz değil­dir.

«Ancak zevcelerine ve sahip oldukları cariyelerine karşı mü­nasebetleri müstesnadır» cümlesinden maksat, bazı zamanlarda münasebetlerde helâl olanların cinsi demektir. Zira hayızlı olan bir kadın ve cariye ile cinsi ilişkide bulunmak haramdır. Cariye­yi başkasıyla evlendirmişse onunla cinsi ilişkide bulunması ha­ramdır. Cariye hakkında zihar yemini etmişse keffaret yemini ver­mezden önce ona yaklaşmak haramdır. Cariye olarak elde ettiği iki kız kardeşi birarada yataklık edinmesi, cariye ile hala veya teyzesini birarada yataklık edinmesi haramdır.

«Kim bunun ötesini ararsa», yani bu geniş hududu aşarsa (ki bu da hür olan kadınlardan dört, cariyelerden de istediği kadar­dır) işte onlar mütecavizlerin (hududu aşmış olanların) ta kendi-leridir.

Ayette bazen «men» kelimesinin lâfzına, bazen de mânâsına ri­ayet edilmiştir. Onun lâfzına gönderilen zamir müfred (tekil) ge­tirilmiş, mânâsına gönderilen zamir cem'i (çoğul) gönderilmiştir. «Onun ötesi» tabirine zina, livata, hayvanlarla cinsi ilişkide bulun­mak da dahildir. Çünkü bunların haram olduğunda ihtilaf yoktur. Muta nikâhının buna dahil olup olmadığında ihtilaf vardır. Şia'ya göre muta nikâhı caizdir. Fakat bu ayet ve ariye yoluyla verilen bir kadınla cinsi ilişki kurmanın haram olduğunu açıkça belirten ayetler Şia'nın aleyhindedir.

Abdurrezzak ve Ebu Davud, Kasım bin Muhammed'den şöyle rivayet ediyorlar. «Bu zattan muta nikâhı soruldu. «Acaba Allah'ın kitabında bunu haram eden ayet var mıdır?» denildi. O da bu aye­ti okudu. O bu ayetin, mutanın haram olduğuna şu şekilde delâ­let ettiğini ileri sürmüştür:

Muta nikâhı yoluyla kadınla birleşen bir insan ne hanımiyla ne de sağ eliyle mülk edindiğiyle birleşmiş olur. Bambaşka bir kadınla birleşmiş olur ki bu ayette bu iki şeyden başkası haram kılınmıştır.»

Kasım bin Muhammed muta nikâhı ile alınan kadınla kuru­lan cinsi ilişkinin haram olduğunu şu şekilde takrir etmiştir: «Bu kadınla birleşen bir insan ne cariyesi ne de Öz hanımı olan bir kimseyle birleşmiş oluyor. O zaman bu birleşmenin helâl olma­ması lâzım gelir. Muta nikahıyla edindiği kadının, cariyesi olma­dığı ortadadır. Öz hanımı olmadığı da ortadadır. Çünkü Şia'nın da ehli sünnetin de ittifakıyla, muta nikahıyla biraraya gelen eş­ler birbirlerine mirasçı olamazlar. Eğer kadın gerçek zevcesi ol­saydı, aralarında miras tahakkuk ederdi. Çünkü Cenab-ı Hak «Kadınlarınızın miras olarak bıraktığı malın yansı sizindir. Eğer çocukları yoksa... Varsa dörtte biri sizindir» diyor. Ve sizin de çocuklarınız olmadığı takdirde bıraktıklarınızın dörtte biri kadın-larınızmdır. Olduğu takdirde sekizde biri onlarındır.»

Müslim ve Buhari'de zikredildiğine göre Hz. Peygamber muta nikâhım Hayber Günü'nde haram kılmıştır. Sahih-i Müslim'de «Rasûl-ü Ekrem, fetih gününde muta nikâhını haram kıldı» hük­mü de vardır. İbn'ul-Hemmam bu iki rivayeti şu şekilde cemetmiş-tir: «Muta nikâhı iki defa haram kılınmıştır. Bir defa Hayber'de, biri de fetih gününde.»

Bu rivayetler muta nikâhının Hayber ve fetih günlerinden ev­vel helâl olduğu sonucunu ortaya koymaktadır. Bu ayetin Mekkî olduğu ittifakla sabit olmuştur. Eğer bu ayet Kasım bin Muham-med'in İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Hakim'in Hz. Aişe'den naklettikleri gibi muta nikâhının haram olduğuna delâlet ederse, bu ayet nazil olduğu günden itibaren Mekke'de muta nikâhının da haram olması lâzım gelir. Bu ayetin Mekke'de nüzulü ise hem Hayber Günü'nden, hem de fetih gününden Öncedir. Böylece muta nikâhı üç defa haram edilmiş olmaktadır.

Alusi «Bu noktayı sadece ben buldum, benden önce bunu açık­ça söyleyen hiç kimseyi görmedim» diyor. Eğer biz bunu iltizam edersek başka bir şey daha kalmış oluyor. O da şudur: Muta ni­kâhının bu ayetten sonra helâl olduğunu bilen bir kimse için bu ayet tek başına mutanın helâl olduğuna tam delil olmamış demek' tir.

(8) «Onlar emanetlerine ve sözlerine...» Bu Âyetin Tefsiri

«Emaneti gözetenlerden maksat, onu koruyan ve ıslah eden. İer demektir. Zira «Rai» kelimesinin esas mânâsı hayvanı ya gıda vermek suretiyle veya düşmanı kendisinden uzaklaştırarak koru­mak demektir. Mutlak koruma mânâsına da kullanılmıştır. «Ema­net» kelimesi çoğuldur. Çoğul getirilmesinin nedeni, mastarların daha önce de söylediğimiz gibi çoğul olarak gelebilmesidir. «Ahd» kelimesinden maksat, yapılan bir sözleşmedir. Bu ahd, müfessir-lerin çoğuna göre her emanet ve her sözleşmeyi kapsar. İster bu emanet ve sözleşmeler Allah tarafından olsun, isterse insanlar ta­rafından yapılmış olsun. Şer'i teklifler, emanet bırakılan mallar, yeminler, nezirler, akdlar ve benzerleri gibi. Emanet kelimesi ço­ğul, fakat ahd kelimesi tekil getirilmiştir. Çünkü emanet değişik ve çeşitlidir.

Bazı kıraatlarda İbn Kesir ve İbn Amr'ın rivayetlerinde «Ema­net» kelimesi müfred olarak da okunmuştur.

(9) «Onlar, namazlarını muhafaza...» Bu Ayetin Tefsiri

«Namazlar-»dan maksat farz olanlardır. Nitekim İbn'ul-Mun-zir, bunu İbn Salih'ten, Abd bin Humeyd de İkrime'den rivayet etmişlerdir. «Korurlar», yani vakitlerinde, onları şartlarıyla eda ederler, rüku ve secdelerini ve diğer rükunlarını tamamlarlar. (Ka-tade).

Bu on ayetin başlangıcı da sonu da namaz bahsiyle oldu. Bu da namazın durumuna, büyüklüğüne delâlet eder. Huşu başta ge­tirildi. Çünkü hususuz bir namazın icma ile namazsızlık olduğu sabit olmuştur, «Hususuz bir namaz ruhsuz bir cesede benzer» denilmiştir.

(10-11) «Onlar varislerdir. Orada...» Bu Ayetlerin Tefsin

«Varisler»den maksat, bunu miras olarak elde etmeye hak ka­zanmış olanlardır. Yani bu niteliklere sahip olmayan müminler yerine bunlara sahip olan müminlerin mirasçı olmaları daha müs-tehaktır. Veya bunlar mallarının kıymetlilerini, zahireleri miras olarak elde edenlerden daha müstehaktırlar. Firdevs ile maksat cennetlerin âlâsıdır.

Bu ayetlerde belirtilen sıfatlara sahip olmayan bir kimse cen­nete girse de Firdevs'in varisi olamaz. Cennetin en üstünü olan Firdevs'i hak olarak elde edemez.

Onların cenneti miras olarak elde etmeleri, kâfirlerden olma­malarıdır. Çünkü kâfirler cennette olan makamları elden kaçırmış­lardır. Zira Cenab-ı Hak «Herkes için cennette de cehennemde de bir konak yaratmıştır.»

Said bin Mansur, İbn Mace, îbn Cerir ve İbn'ul-Munzir, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar:

«Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu:   «Sizden herhangi bir kimse yoktur ki onun için iki konak olmasın. Bir konak cennette, birisi de ateştedir. Öldüğünde ve ateşe girdiğinde cennet ehli onun cen­netteki konağına mirasçı olur. İşte bu mânâyı «Onlar mirasçıla­rın ta kendileridir» ayeti ifade ediyor.»

«Onlar orada ebediyyen çıkmamak üzere kalırlar», yani Fir-devs'te daimidirler. Onlar orada ölmezler ve oradan çıkmazlar.

(12-14) «Andolsun biz insanı...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Kurtubi, «El-însandan maksat Hz. Adem'dir. Zira Katade ve başka müfessirler böyle demişlerdir» der. Çünkü çamurdan çeki­lip yaratılan Adem'dir. «Sonra onu kıldık» zamiri ise Adem'in oğullarına racidir. Ademoğlu burada zikredilmemişse de işin şöh­reti bunu gerektirir. Bu mânâ ancak zamir ona raci olursa elve­rişlidir.

Bazılarına göre «Sülalenden maksat Ademoğlu'dur. (Bu riva­yet İbn Abbas ve başka müfessirlerden gelmiştir). «Sülale», bu gö­rüşe binaen suyun özü (yani meni) demektir. Sülale, bir şeyi baş­ka bir şeyden yoğurmak, çalkalamak suretiyle çıkarmak mânâsı­na gelen «sel» kökünden gelir. Çamurdan tabiri «Hz. Adem'in aslı çamurdur» mânâsını ifade eder. Yani katıksız bir çamurdan de-inektir. Hz. Adem'in çocuğu ise çamur ve menidendir. El-Kelbi, «Çamurun sülale isimli kısmı o çamurdur ki sıktığın zaman par. maklarmın arasından akar. İşte o akıp çıkan kısma sülale denil, mektedir» demiştir.

«Sonra ona başka bir yaradılış verdik» cümlesindeki «başka yaradılış» hususunda tefsir alimleri ihtilaf etmişlerdir  İbn Abbas, ŞaTDi, Ebu'l-Aliye, Dahhak ve İbn Zeyd, «Bunun mânâsı ona ruhu üfürdük.- Yani o çamur ve camid olduktan sonra ona ruhu verdik, demektim demişlerdir. İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayette ise «Onu dünyaya çıkardık» anlamı verilmiştir. Sahih olanı şudur ki bu kelime hem bu manâların dışında konuşmak, ibret, güzel çalış­mak, ölünceye kadar aklen idrak edilmesi mümkün olanı tahsil etmek mânâlarını da kapsamaktadır.

«Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir» cümlesi hakkın­da Hz. Ömer'den şu rivayet gelmiştir:

«Hz. Ömer ayetin başını «başka bir yaradılış» lâfzına kadar dinlediğinde, «yaratıcıları: en güzeli olan Allah'ın şanı yücedir» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: «Ayet böyle nazil olmuştur, ya Ömer» dedi.

«Biz insanı bir sülaleden (bir çamurdan) yarattık» ayeti indi­ğinde ben «Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir» mânâsını ifade eden «Feteberakellahu Ahsen'ul-Halikiyn» ibaresini okudum ve ayet bu şekilde indi». Rivayete göre bu sözü söyleyen Muaz İbn Cebel'dir. Başka bir rivayette ise bu zat Abdullah bin Ebi Sait'tir. Abdullah bin Ebi Salt, bu sebepten dolayı irtidad et­miş, dininden çıkmıştır. «Ben Muhammed'in söylediklerini söyle­rim» demiştir. Bunun üzerine onun hakkında «Kendisine herhangi bir şey vahyedilmediği halde «Bana vahyedildi ve Allah'ın indirdi­ğinin benzerini ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim vardır?» ayeti nazil olmuştur. Fakat Abdullah bin Ebi Salt bilâha­re yeniden İslâm'a girmiş ve müslüman olmuştur.

(15) «Sonra da siz bunun ardından...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetteki   «zâlike»   kelimesi yaradılış ve hayata işarettir. On­dan sonra (yani yaradılıştan ve hayattan sonra) öleceksiniz.

(16) «Kesinlikle Kıyamet Günü...» Bu Ayetin Tefsiri

«Sonra Kıyamet Günü'nde tekrar diriltileceksiniz», yani has­redileceksiniz. Kabirlerinizden hesap için çıkarılacaksınız. Sevap ve ikabın tatbiki için hasredileceksiniz.

(17) «Andolsun ki biz üstünüzde...» Bu Ayetin Tefsiri

Ebu Ubeyde «Yedi yoldan maksat yedi göktür» diyor. «Terdik» kelimesi «tarikat»m. çoğuludur Tarihat ise metruka demektir. Ya­ni birisi diğerine yapıştırılmış mânâsını ifade eder. Bu rivayet Ha­lil, Ferra ve Zeccac'dan gelmiştir.

Bazılarına göre bu kelime «yol» mânâsına gelen tarikatın ço­ğuludur. Göklere «yollar» denilmiştir. Çünkü insanların maslahat­ları için iniş ve çıkışlarında melekler göklerden geçerler. Veya gök­ler yıldızların yollarıdır. Yani yörüngeler demektirler.

İbn Atiye «Mümkündür ki bu kelime yayılmışlar mânâsında olsun. Bu söz göklerin kürre olduklarına ters düşmemektedir» di­yor. Bazıları, «Göklere «yollar» denilmesinin sebebi, her göğün bir yol, bir heyet yani bir yörünge olmasındandır. Diğer bir heyete benzemezler» şeklinde yorumlamışlardır.

«Biz yaratmaktan gafil olmadık» cümlesinden maksat, gökle­ri de kapsayan bütün mahlûkattır. Onların işini ihmal etmedik, bilâkis her birine hikmetin iktizasını verdik. Ayetteki «El-Halk» ile insan kastedilmiş olabilir. O zaman ayetin mânâsı, «Bizim gökle­ri yaratmamız insanların yararlan içindir. Biz insanların masla­hatlarından gafil değiliz» demek olur. [3]

 

Meal

 

18- Gökten  belli bir miktarda su indirdik ve suyu arzda durdurduk. Kuşkusuz ki biz onu götürmeye de kadiriz.

19- Böylece o su ile size hurmalardan, üzümlerden bahçe­ler  kıldık.  İçlerinde birçok meyvalar vardır ve  sizler onlardan yemektesiniz.

20- Ve Tûr-i Sina'dan çıkan, yiyenler için yağ ve katık ve­ren ağacı da varettik.

21- Muhakkak ki sizin için hayvanlarda bir ibret vardır. Onların karınlanndakinden   (sütten)   size içiririz. Sizin için on­larda birçok menfaatler vardır. Ve onlardan yersiniz.

22- Onlara ve gemilere biner, taşınırsınız.

23- Andolsun biz, Nuh'u kavmine (peygamber olarak) gön­dermiştik. O: «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka mabud yoktur: Hâlâ O'ndan sakınmayacak mısınız?» dedi.

24- Kavminden  inkar  eden  ileri  gelen   bir   grup,   (Nuh'u kastederek): «Bu da sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinizde bü­yük olmak istiyor. Eğer Allah dilemiş olsaydı melekleri indirirdi, tik atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik» dedi.

25- «O  kendisinde   delilik bulunan kişiden  başka  bir şey değildir. Onu bir süreye kadar bekleyin.»

26-  (Nuh): «Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarına kar­şılık bana yardımcı ol» dedi.

27- Bunun üzerine Nuh'a şöyle vahyettik: «Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de tandır kaynaymca, her cinsten eşler halinde iki tane ve içle­rinden daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dı­şındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır.» [4]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

 (18-20) «Gökten belli bir miktarda...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayetlerde insanlara vermiş olduğu nimetleri saymak suretiyle yarattıklarından gafil olmadığını tesbit etmek is. tiyor. Semadan maksat, daha önce de geçtiği gibi, yüksek taraf demektir. Bu, bulut veya semanın ta kendisi olabilir. Çünkü Ce­nab-ı Hak semanın kendisinden de su indirebilir. Onu acze düşüre­cek hiçbir şey yoktur. Sudan maksat yağmurdur. Bu suyu Cenab-ı Hak insanların, mahlûkatm ihtiyacına kâfi gelecek, maslahatları­na elverişli bir şekilde indirmiş olduğunu söylüyor. Yani semayı, bulutları veya suyun geldiği merkezleri sonuna kadar açıp insan­lara ve diğer yaratıklara zarar verecek şekilde değil, onlara yete­cek kadar indirmiş olduğunu ifade ediyor. [5]

 

Yerde Durdurulan Sudan Maksat Nedir?

 

«Onu yerde durdurduk». Bu ayetten yerden çıkan pınarlar, gözeler, sızan sular, yağan yağmurların yer içinde biriken sulan anlaşılmaktadır. Fakat felsefecilerin çoğuna göre, o sular yağmur­ların, karların sulan değil, yerde hapsedilmekte olan buharların, yerin herhangi bir cihete meyletmesi veya soğuması neticesinde dışarıya fışkıran, atılan sulardır. Yağmurun bu sularda müdahalesi yoktur. Onların gökten indirilmesinin mânâsı yıldızların şua­larının onlarda etki yapması demektir. Fakat îbn Sina, «Necata adlı kitabında «Yerdeki buharlar pınar olarak çıktıktan sonra, ne. hirler oluşturmak suretiyle denizlere akarlar, bir nevi yardımda bulunurlar. Sonra denizlerden, derelerden, dağların içlerinden özel buharlar olarak çıkar. İkinci Kez yağmur olarak yağar. Böylece devr-i daim yapar» diyor.

Ebu'l-Berekât Bağdadî, «ELMuteber» adlı kitabında «Çeşme­lerin, kanalların ve cereyan eden suların sebebi karlardan ve yağ­mur sularından gelen sulardır. Bunlar fazla olursa çeşmeler faz-lalaşır, eksilirse onlar da eksilir. Eğer yerdeki havalar ve buhar­ların istihalesi olsaydı bunlar o vakit karlar ve yağmurların sula­rının eksilmesiyle eksilmemeleri, fazlalaşmasıyla fazlalaşmamala-n lâzım gelirdi. Hem de yaz döneminde yeraltında şiddetli bir so­ğukluk vardır.Kışta daha ılıktır. Eğer bu, hava ve buharların is­tihalesine sebep olsaydı çeşmelerin, kuyu sularının yazın daha fazla olması, kışın daha azalması lâzım gelirdi. Halbuki durum bunun tam tersinedir» demiştir.

Tur-i Sina, Hz. Musa'nın Rabbiyle üzerinde münacaat ettiği dağdır. Mısır ile ile arasında bulunuyor. Bugünkü ismi el-Akabe' dir. Bazıları «Filistin'de Tur-i Sinin isimli bir dağdır» derken ba­zıları «Tur ile Sina üstüste dağın âlemidir», bazıları «Seyna bir ta­şın adıdır. Dağ ona izafe edilmiştir. Çünkü o taş orada bulunura demişlerdir ki bu son yorum Mücahid'den gelmektedir. Mukatil'e göre, «Duhn» ile maksat zeytinyağıdır. «Sibğ» ise zeytindir. Ebu Nuaym, Tıp'ta Ebu Hureyre'den rivayet ediyor ki Allah'ın Ra-sulü şöyle buyurmuştur: «Zeytinyağını yeyin ve onunla bedenleri­nizi oğun. Çünkü o yetmiş hastalığa şifadır. O yetmiş hastalıktan biri de cüzzamdır.»

Tirmizi, «Et'ime» bahsinde Hz. Ömer'den merfu olarak şun  rivayet ediyor:  «Zeytinyağından yeyin. Onu methedin. Çünkü o mübarek bir ağaçtan çıkmaktadır».

(21-22) «Muhakkak ki sizin için hayvanlarda...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu iki ayet insanlar için hayvanlarda bulunan nimetleri açık­lamaktadır. Nitekim daha önceki ayetlerde de bitkiler tarafından, su vasıtasıyla insanlara varan nimetler sayılmış idi. «Ondan yer. siniz», yani bir kısmından yersiniz. Zira sayılan hayvanların bazı parçaları yenilmez. «Onların yünlerinden, tüylerinden istifade edersiniz. Karada ve denizlerde hem sizi hem de yüklerinizi onlar da, gemiler de taşımaktadırlar)). Hayvanlarla gemiler arasındaki münasebet develerin, taşıyıcı hayvanların gemiler gibi taşıyıcı ol­masıdır. Bundan dolayı Cenab-ı Hak bu ayette onlarla gemileri biraraya getirmiştir. «Onlar ve gemüern yük taşıma hususunda birarada zikredilmişlerdir. Çünkü onların yük taşımaya tahammül­lerinin fazlalığına işaret etmek istenmektedir.

(23) «Andolsun biz, Nuh'u kavmine...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, insanların ihmalkârlığım, ibret gözüyle bakıp Cenab-ı Hakk'ın saymış olduğu nimetlerden ibret almadıklarını, almayı terkettiklerini ve başlarına gelen felâketleri ortaya koyan ayetler-dendir.

Burada aynı zamanda Hz. Muhammed'in muhatapları olan Kureyşliler'in de korkutulması, tehdit edilmesi bahis konusudur. Bu ayet Hz. Nuh'un özel bir kavme gönderilmiş olduğunu, pey­gamberliğinin umumi olmadığını ortaya koymaktadır. (Hz. Nuh'un kimliği ve yeryüzünde ne kadar kaldığı hakkındaki bilgiler daha önce verilmiştir).

«Ey kavmim! Allah'a kulluk yapın», yani sadece Allah'a kul olun. Çünkü ibadet sadece Allah'a yapılan ibadettir. Şirkle beraber yapılan ibadet, ibadet sayılmaz.

(24-25) ((Kavminden inkâr eden ileri gelen bir...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetin başındaki   «el-Mele»   kelimesi eşraf, ileri gelenler de­mektir. Yani eşraf, halka «Bu ancak sizin gibi bir beşerdir. Ara­nızda bir   fark   yoktur»   demektedir.   Hz.   Nuh'a   ((Sizin   gibi bir beşerdir»   vasfını onun yüce   mertebesini düşürmek için ileri sürmektedirler. Ayetin metnindeki  «Yetefaddale» fiili   «tefeddul» kökünden gelir. Bu da fazileti, üstünlüğü talep etmek demektir. Yani «Nuh size hakim olmak istiyor» demek istiyorlar. Peygam­berlikten maksadı sizi hegemonyası   altına almaktır,   diye itham ediyorlardı.

«Eğer Allah dileseydi kesinlikle melekleri indirirdi», yani Al­lah peygamber göndermek isteseydi meleklerden peygamber gön­derirdi. Cenab-i Hak bu ayette «irsal» yerine «inzal» tabirini kul­lanıyor. Çünkü meleklerin irsali (gönderilmesi) ancak inzal yo­luyla olur. Onların bu sözü «Beşerden peygamber olmaz» şeklinde­ki iddialarının açıklamasıdır. Eğer Allah sadece kendisine kulluk yapılmasını dileseydi bize bu durumu tebliğ edecek melekler in­dirirdi. Bu, Hz. Nuh'un «Allah'a kulluk yapın» sözüne bir tandır.

«Biz bunu daha önceki ecdadımızdan işitmedik» sözü de Hz. Nuh'un «Allah'a kulluk yapın» cümlesine başka bir tenkiddir, bir tandır. Onların bu sözleri iki anlama gelir: Ya kendileri de ecdad-lan da bir fetret devrinde yaşamışlardır veya inad etmekte, Hz. Nuh'u yalanlamakta, dalâlet ve fesatlara dalışlarında çok ifrad et­mişlerdir. Bu iki sebepten hangisi olursa olsun, onlar, anlaşıldı-ğma göre, bunu Hz. Nuh'un peygamberliğinin başlangıcında yap-mışlardır. Zira «eşraflar dediler» anlamındaki «fekâlel-meleu» ibaresinin başındaki «fa» bunu ifade ediyor. Ayetin metnindeki «Cinnet» delilik demektir. Yani onlar «Nuh cinlerin tasallutunda olduğu için böyle sözler söylüyor. Ona karşı bir zamana kadar sabredin. Belki bu delilikten vazgeçer» demek istiyorlardı. Bu söz­leri onların mukabere ve inatta ne kadar ileri gittiklerine işarettir. Oysa onlar Hz. Nuh'un bütün insanlardan daha akıllı olduğunu, onlardan daha muntazam ve makul konuştuğunu biliyorlardı.

(26-27) «O kendisinde delilik bulunan...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Hz. Nuh kendisini yalanlamalarından ötürü veya ona karşılık Allah'ın yardımını talep etti. Onları tamamen helak etmesini Al­lah'tan istedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak ona gemi yapmasını vahyetti ve bundan dolayı o da gemi yapmaya başladı.

Ayetin metnindeki «Ağyunina» kelimesi esasında «Gözlerimiz» mânâsım ifade etmektedir. Fakat burada Cenab- Hakk'ın riayeti, tabir caizse gözetmesi kastedilmektedir. Allah'ın buradaki vahyin­den maksat da emridir, tâlimidir. Yani nasıl yapacağı hususundaki emir ve talimleridir.

«Emrimiz geldiği zaman» cümlesindeki «emrimiz»den mak­sat, azabımız demektir. Zira başka bir ayette «Artık bugün Allah'ın emrinden koruyucu yoktur» denilmektedir ki bu, azabından anla­mındadır. «Emrin gelmesvmden maksat, yaklaşması veya belirtile­rinin ortaya çıkmasıdır. Yani gemi tamam olur olmaz bizim onları helak edeceğimize dair belirtiler başgösterdiğinde sen ve berabe­rindekiler gemiye binin.

Bu ayetin metnindeki «Tennur» kelimesi, daha Önce de geçtiği gibi, Hz. Adem'den Hz. Nuh'a geçen emanetlerden birisidir. Ora­dan su fışkırdığında hanımı Hz. Nuh'a haber verdi ve gemiye bin­diler. Bazıları «Tennurdan maksat yeryüzüdür», derken, bazıları «Fârettennur, bir deyimdir. Tıpkı savaşın en dağdağalı vaktinde «Hamelvatis» denilmesi gibi» demişlerdir. Nitekim Hz. Ali, bu cümleyi «Fecr doğduğundan şeklinde tefsir etmiştir. Bazıları Hz. Ali'nin sözünü şu şekilde yorumlamışlardır: «Tennurun su fışkır­ması fecrin tuluu anında olmuştur». Fakat Alusî bu yorumda uzak­lık olduğunu söylemektedir.

«Zevceyna kelimesinden maksat çiftleşen iki fert demektir. Zira ayetin metnindeki «isneynh kelimesi bunu ifade etmektedir.

Ayetteki «Ehleke» kelimesinden maksat, Hz. Nuh'a iman eden­lerdir. İster onun akrabalarından olsun, isterse olmasın. Zira ehil kelimesi bu mânâda kullanılmıştır. Burada «ehil» lafzıyla niçin Hz. Nuh'un aile efradı değil de, iman edenler kastedilmiştir? Çün­kü Hz. Nuh'un akrabası olmadığı halde Hz. Nuh'a iman edenlerin de işin kapsamına girmesi istenmiştir. (Nitekim onlar Hud Sure-si'nde zikredilmişlerdir. Kur'an'm bir kısmı diğerini tefsir ettiğine göre burada da o kastedilmektedir).

«Ancak üzerinde kavlin sebkat ettiği» ayetindeki «kavl»den maksat, helak olmanın hükmüdür. Yani bunun sebkatmdan mak­sat, ezelde tahakkukudur. Veya buna delâlet eden, dünya yaratıl-mazdan evvel, Levh-i Mahfuz'da yazılmasıdır. [6]

 

Meal

 

28- Sen  ve  yanındakiler   gemiye  yerleştiğinizde,   «Bizi  za^ lim kavimden kurtaran Allah'a hamd olsun» de.

29- Ve: «Rabbinı beni bereketli bir yere indir. Zira sen ko-nuklayanların en hayırlisism» de.

30- Kesinlikle bunda sizin için ayetler (ibretler) vardır. Çün­kü biz kullarımızı böyle denemişizdir.

31- Sonra onların ardından bir başka nesil getirdik.

32- Bunun üzerine aralarında kendilerine:  «Allah'a kulluk edin, çünkü sizin ondan başka mabudunuz yoktur. Hâlâ Allah'tan korkmaz mısınız diyen bir peygamber gönderdik.»

33- O peygamberin kavminden inkâr eden, Ahiret'e kavuş­mayı  yalanlayan ve dünya hayatından kendilerine refah verdi­ğimiz varlıklı kişiler: «Bu da sadece sizin gibi bir insandır. Sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor» dediler.

34- «Andolsun eğer kendiniz gibi bir beşere tabi olursanız, muhakkak ki ziyan edenlerden olursunuz.»

35- «O size öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline gel­diğiniz zaman yine de sizin (meydana) çıkarılacağınızı mı vaad-ediyor.»

36- «O vaad olunduğunuz (azap) ne uzaktır, ne uzak!»

37- «O ancak dünya hayatımızdır.  Ölürüz ve yaşarız.  Ve yeniden de dirilmeyeceğiz.»

38- «O  (Peygamber), sadece   Allah   adına   yalan uyduran kişidir. Biz ona inanacak değiliz.»

39- «O   (Peygamber)  şöyle dedi: «Ey Rabbim! Beni yalancı saymalarına karşılık bana yardım et.»

40- (Allah)  dedi ki: «Az bir zaman sonra pişman olacak­lar.»

41- Derken onları korkunç bir gürültü hak ile yakalayıver-di. Böylece onları süprüntü yığını haline getirdik. Haksızlık eden kavim   (rahmetten) ırak olsun!

42- Sonra onların ardından başka nesiller getirdik. [7]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(28) «Sen ve yanındakiler gemiye...» Bu Ayetin Tefsiri

«De ki: Bizi zalim kavimden kurtaran Allah'a hamd olsun». Zalimlerin elinden kurtulmak için hamdetmek onların helak edil­mesine bamdetmek demektir. Niçin Cenab-i Hak burada «De ki: Hamd salim kavmi helak eden Allah'a mahsustur» demedi de «Hamd bizi zalim kavimden kurtaran Allah'a mahsustur» dedi? Çünkü kurtuluş nimeti daha ,tam, daha anlamlıdır.

Kâb, «Bu tabirde musibetin, musibet olması hasebiyle düşman dahi olsa, hiçbir kimsenin akıbetine sevinmenin uygun olmadığına işaret vardır» diyor. Oysa tam aksine onun zararından sağlam ka­lındığı ve fesadından, çirkinliğinden yeryüzünün temizliğim tazam-mun ettiği noktadan sevinmek gerekir.

(29-30 «Ve: Rabbim beni bereketli...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Sen konaklayanların en hayırlisism», yani bu ismin kendile­rine ıtlak olunduğu kimselerin en hayırlisism. Eğer Allah gemiye girdikten sonra Nuh'a «bu duayı yap!» diye emretmiş ise, bu dua­dan maksat bereketin devam etmesidir. Ve muhtemelen «Beni ge­minin en bereketli yerinde konaklamaya muvaffak kıl» anlamındadır. Çünkü gemi genişti. Eğer girdikten önce ise, zaten durum ortadadır. Cemaa, Mücahid'den rivayet ediyor: Nuh'un gemiden inerken bu duayı söylemesini Allah emretti. Yarab! Beni yeryüzü­nün en bereketli konaklarına indir, demektir. Katade, gemiden inerken bu duanın okunmasını, bu yorumdan almaktadır. Cenab-ı Hak dua ile beraber Allah'ı sena etmesini de Hz. Nuh'a (a.s.) em­rediyor. Çünkü iyilik yapanı sena etmek onun iyiliğini artırma­sına vesile olur. Veya kerim bir zata sena etmek isteklerini ona arzetmekten insanı müstağni kılar. Gemidekilerin hepsi de Hz. Nuh'la beraber bulunduğu halde Cenab-ı Hak bu emri sadece Hz. Nuh'a vermiştir. Ki böylece onun faziletini belirtmiş olsun ve onun Allah'a herkesten daha fazla yakın olduğunu bildirsin.

«Biz gerçekten denemeden geçirenleriz», yani {(Kesinlikle biz Nuh'un kavmine büyük bir belâ ve şiddetli bir azap verdik» veya «kullarımızı bizim birliğimize delâlet eden bu ayetlerle denedik ki ibret alan ibret alsın, hatırlayan da hatırlasın.»

(31-32)   «Sonra onların ardından...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Hz. Nuh'un kavmi helak edildikten sonra gelen kavm Âd veya Semud'dur. Onlara gönderilen peygamber de ya Hz. Lut veya Hz. Salih'tir. O kavmin Âd, gelen peygamberin de Hud olduğu İbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir. Tefsir alimlerinin çoğu da bu fikri benimsemişlerdir. Araf Suresi'nde, Hud ve diğer surelerde Nuh kıssasından sonra Âd kıssası zikredilmiştir. O da bu kavimden maksadın Âd, gönderilen peygamberden maksadın da Hz. Hud olduğunu teyid etmektedir.

Kbu Süleyman ed-Dimeşki ile Taberi ikinci görüşü destekle­mişler ve kıssanın sonunda onlara bir sayha gönderilmesi olayını delil getirmişlerdir. Çünkü Hz. Hud'un değil. Hz. Salih'in kavmi sayha ile helak olmuştu. Fakat onların bu istidlaline cevap veril­miştir.

(33 «O peygamberin kavminden...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «el-Mele» kelimesi, kavmin ileri gelenleri, eş­rafı demektir. Onları dünya hayatında nimetlendirdik ve durumu onlar için genişlettik. Buna rağmen onlar peygamberimiz hakkın­da «O ancak sizin gibi bir beşerdir» dediler. Bizim bütün ihsanı­mızı hiçe saydılar. «Kendisi de sizin yediklerinizden yemekte, iç­tiklerinizden içmektedir» şeklindeki sözleri o peygamberin onlar gibi olma cihetini takrir etmek içindir. Yani benzerliği buradadır. Siz nasıl yeyip içiyorsanız o da aynen Öyle yeyip içiyor.

(34-35) «Andolsun eğer kendiniz gibi...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Andolsun, sizin gibi bir beşere itaat ettiğiniz takdirde yani zikredilen haller ve durumlarda (yemekte, içmekte, uyumakta, kalkmakta, hastalıkta) sizin gibi olan bir beşere, onun emirlerine itaat ederseniz zarar edenler olursunuz. Yani akıl yönünden zarar eder ve fikirlerinizle zarara uğratılmış olursunuz. Çünkü kendini­zi sizin gibi bir beşere tâbi olmakla zelil etmiş olursunuz.

Bu cümle ayetin başındaki kasemin cevabıdır. «O siz öldük­ten ve toprak olduktan sonra yeniden çıkartılacaksınız, diriltile­ceksiniz diye size vaad mı ediyor?» cümlesi istinafi bir cümledir. Daha önceki «Eğer sizin benzeriniz olan bir beşere boyun eğecek olursanız andolsun siz gerçekten zarara uğrayanlar olursunuz» cümlesinin takriridir. Yani bu peygamber siz öldükten ve toprak olduktan sonra, daha Önce olduğu gibi kabirlerinizden dipdiri olarak kaldırılacaksınız vaadini de veriyor. Bu vaade inanmayın. Zira bu vaadin tahakkuku mümkün değildir.

(36) «O vaadolunduğunuz (azap) ne...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Heyhat» kelimesi ismi fiildir. Yani uzak oldu mânâsım ifade eden «Beu'de» fiüinin ismidir, tkinci «Heyhat» birincisinin tekididir. Bu ismi fiilin faili ya tasdike ya sıhhate ya vukua yahut da ayetin siyakından anlaşılan diğer mânâlardan bi­risine racidir. Sanki şöyle deniyor: O kişiyi tasdik etmek veya onun dediğinin doğru olması veya onun dediğinin vaki olması ne uzak­tır.

«Heyhat» kelimesi Arapça'da çoğu kez mükerrer olarak kul­lanılır.

(37) «O ancak dünya hayatımızdır...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani onlar «hayat ancak bizim dünyadaki hayatımızdır» de­mek istiyorlar. «Biz ölürüz, yaşamadan maksat ya bir kısmımız ölür bir kısmımız yaşar veya babalar Ölür, evlatlar yerlerine ge­lir manasınadır. Veya burada onların tenasüh görüşü vurgulanıyor olabilir. Çünkü onlar tenasuha inanıyorlardı. Yani bir bedenden ruhumuz çıkar, başka bir bedene taalluk eder ve böylece bu devam edip gider. Zira bundan «ölürüz, sonra diriliriz» şeklinde haşr mânâsı çıkarsa o vakit onları zemmetmek (tenkid etmek) uygun olmaz. Üstelik «Biz Girilmeyeceğiz», yani hasredilmeyeceğiz cüm­lesi bu mânâya müsait değildir. Bazı kimseler «ölümden maksat vücuddan önceki ademdir. Yani biz daha Önce yoktuk, sonra var olduk» demişlerse de bu görüş uzak bir görüştür.

(38) «O (Peygamber), sadece Allah adına...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «in» edatı olumsuzluk mânâsı ifade eder. O peygamber ancak Allah'a yalandan iftira eden bir kişidir. Yani Allah onu göndermemiştir. Allah'ın ölümden sonra bizi tekrar di­rilteceğine dair söyledikleri yalandır. Biz ona iman etmeyiz ve onu tasdik etmeyiz. Sözlerine güvenmeyiz, inanmayız. Ayette aynı zamanda nefyin devamı ve tekidi de kastedilmektedir.

(39)  «O (Peygamber) şöyle dedi...» Bu Ayetin Tefsiri

Hz. Peygamber onların iman etmelerinden ümitsiz olduktan sonra onları her çeşit yoldan ve her şekilde Allah'a davet edip de icabet etmelerinden ümidi kestikten sonra Allah'a sığınmış, «On­lara karşı bana yardım et ve beni yalanladıklarından ötürü onlar­dan intikamımı al» diye yalvarmıştır.

(40) «(Allah) dedi ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayette yemin ederek «Onlar seni yalanlamala­rından ve yaptıklarından ötürü az bir zaman sonra pişman olacak-lardır» demektedir.

Bu dünyada azap1 onlara indiği, onu gördükleri zamandır. Ba­zıları «Bu ölümden sonraki zamandır» demişlerdir.

(41-42)   Derken onları korkunç bir...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Sayha» ile, Cebrail'in sayhası kastedilmek, tedir. Cebrail onlara seslendi ve hepsini helak etti. Eğer onlardan maksat Hz. Salih'in kavmi ise, hadise ortadadır. Fakat «Lut kav­midir» diyenlere göre, zahirde ayetin mânâsı zorlaşır. Çünkü baş­ka surelerde Lut kavminin sayha ile değil şiddetli rüzgârla helak olduğu tesbit edilmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi, şu cevap verilmiştir: «Cebrail o rüzgârdan onlara seslendi.» Nitekim bazı hadislerde böyle rivayet edilmiştir. Sayhanın ve şiddetli rüzgârın onları tek başına helak etmeye kâfi geldiğine işaret etsin diye Ce-nab-ı Hak onları tek tek zikretmiştir. Yoksa ikisini birden zikre-debilirdi.

Sayha ile, korkunç bir azap da kastedilmiş olabilir. Temeli kazıyan azap... Hak ile sabit ve geri verilmesi mümkün olmayan emir kastedilmektedir. Ayetin metnindeki «Gusae»den maksat, se­lin getirdiği çer-çöplerdir.

«Zalim bir kavme uzaklık olsun» cümlesi ya ihbardır, (yani zalim bir kavim Allah'ın rahmetinden uzak olmuştur) veya dua­dır (yani böyle olsunlar).

«Bu'd» kelimesi yakınlık mânâsına gelen «Kuronun tam ter­sidir. Veya helak anlamındadır. Onlar Allah'ın rahmetinden veya her hayır ve kurtuluştan kesinlikle uzak olmuşlardır. Ya da mu­hakkak helak oldular demek olur. Onların helakinden sonra başka nesiller getirdik. Bu nesiller müfessirlerin çoğuna göre Hz. Salih' in, Hz. Lut'un ve Hz. Şuayb'm kavimleri ve onlardan sonra gelen­lerdir. [8]

 

Meal

 

43- Hiçbir ümmet kendisine (tayin edilen) ecelini geçemez ve erteleyemez.

44- Sonra  peşi  peşine  peygamberlerimizi   gönderdik.   Her ümmet kendilerine peygamber geldiğinde ona yalanladılar, böy­lece biz de onları birbiri ardınca yuvarladık ve hepsini birer ef­sane yaptık. İman etmeyen kavim (rahmetten) ırak olsun.

45- Sonra biz Musa ile kardeşi Harun'u ayetlerimizle ve ap­açık bir ferman ile gönderdik,

46- Firavun'a ve önde gelen çevresine. Fakat bunlar kibir­lendiler ve dikbaşlı bir kavim oldular.

47- Bunun üzerine,  «Biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz? Oysa o ikisinin kavmi bize hizmet etmektedirler» de­diler.

48- O ikisini yalanladılar ve helak edilenlerden oldular.

49 - Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Umulur ki (o Ki-tab'in sayesinde)  hidayet bulurlar.

50- Biz Meryem  oğlu   (isa'yı)  ve onun annesini bir ayet kıldık. Ve  ikisini de oturulabilir temiz ve sulak bir tepeye yer­leştirdik.

51- Ey peygamberler!  Helâl   (ve  hoş)   şeylerden yeyin. Ve salih ameller işleyin. Ben ne yaparsanız hepsini bilirim.

52- İşte bu tek bir ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Artık hep benden korkun.

53- Fakat onlar işlerini kendi aralarında parçalayıp, bölük bölük oldular. Her grup kendi yanında bulunanla sevinmektedir.

54- (Ey Rasûlüm!)   Onlan bir zamana kadar sapıklıkları ile başbaşa bırak.

55- Onlar sanıyorlar mı ki kendilerine verdiğimiz mal ve oğullar ile,

56- Onların iyiliklerine koşuyoruz. Hayır! Bilâkis onlar işin farkında değildirler.

57- Kuşkusuz ki, Rablerinin azabından korkanlar,

58- Rablerinin ayetlerine iman edenler,

59- Ve Rablerine hiçbir şeyi ortak koşmayanlar. [9]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(43) «Hiçbir ümmet kendisine...»Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada, ümmetlerden herhangi birinin eceli gel­mezden evvel helak olmadığı gibi, eceli geldikten sonra da bir saat dahi tehir edilemeyeceğini açıklamaktadır. Yani helak olan üm­metlerin hiçbiri helak olmaları için tayin edilen zamandan öne     alınmadığı gibi geciktirilmiş de değildirler.

(44) «Sonra peşi peşine peygamberlerimizi...» « Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayeti celilede geçmekte olan ttTetra» kelimesi peşpeşe, ara vermeksizin gelmek mânâsını taşıyan «muvatarat» kökünden ge­lir. Muhtar'us-Sıhah'da «Muvatarat peşpeşe gelmek demektir» de­nilir. Eşyalar arasında muvatarat ancak aralarına herhangi bir fasıla girmeksizin peşpeşe gelen eşyalar için söz konusudur. Ebu Ali «Muvatarat, haberin haber peşinde, kitabın kitap peşinde gel­mesidir. Aralarında büyük bir fasıla yoktur» demektedir. El-Bahr'a göre muvatarat, ara vermeksizin peşpeşe gelen şeyler arasında olur. Bazı müfessirler de «Peşpeşe gelen şeyler arasında olur, ister aralıklı olsun ister aralıksız» derken, bazıları da «Peşpeşe gelen manasınadır, ister aralıklı olsun ister aralıksız» demişlerdir.

Ebu Hayyan ve Ragıb'ın dediğine göre bu ayetle Sonra peygamberlerimizi peşpeşe geldikleri halde gönderdik» veya, «Biz onları peşpeşe gönderdiğimiz halde gönderdik» şeklinde bir ifa­de kastedilmektedir.                                        

Hangi ümmete peygamber gelmişse onu yalanladılar. Peygam­berin gelmesinden maksat, ya onların tebliğinin gelmesi veya ha­kiki gelme demektir. Yani onlar, kendilerine peygamber gelir gel­mez, ilk mülakatta onu yalanladılar. Geçen bahislerin hepsinde peygamber azamet nununa izafe edilirken, bizim peygamberimiz burada «her ümmetin peygamberi» diye ümmet zamirine izafe edilmiştir ki her peygamberin kendisine tahsis edilen ümmete gönderildiği mânâsı tahakkuk etsin. Yoksa bütün peygamberler bütün ümmetlere gelmiştir mânâsı kastedilmemektedir. Ayrıca bu, yalanlayanların şenaatini ortaya koymak içindir. Çünkü onlar kendilerine tayin edilen peygamberi tekzip ettiler.

Helak olmakta onların bir kısmını diğerine tâbi kıldık. Çün­kü helak olmalarının sebebi aynıydı: Peygamberi yalanlamak.

Ayetin metnindeki «ehadise» kelimesi «uhduse»nin çoğuludur. Uhduse de hayret ve eğlenceli olarak konuşulan şey demektir. Ah-feş'e göre uhduse ancak serde kullanılır. Yani onları taaccüb, hay­ret ve eğlenme tankıyla bahsedilen olaylar kıldık.

Ayetin metnindeki «ehadis» kelimesi hadisin çoğulu olabilir­se de bu çoğul şazdır ve kıyasa muhaliftir.

Zemahşeri'ye göre ehadis kelimesi ismi cemidir. Ayetin an­lamı, biz onl an helak ettik, onlann geride kalan durumlarından haber verdik, şeklindedir.

(45) «Sonra biz Musa ile kardeşi Harun'u,,.»Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki ayetlerden maksat, bilinen ayetlerdir. Onlar dokuz taneydi ve daha önce geçti. Harun lâfzı «Kardeşi» lâfzına bedeldir veya atfu beyanıdır. Hz. Harun'un Hz. Musa'nın kardeşi olduğunu Cenab-i Hak burada beyan ediyor. Bu onun peygamberlikte Mu­sa'ya tâbi olmasına işaret etmek içindir.

Sultan-ı Mübin'den maksat vazıh ve hakkı belirleyici hüccet demektir. Bir cemaate göre Sultan-ı Mübin Hz. Musa'nın asası de­mektir. Her ne kadar asa, dokuz ayet içinde varsa da Cenab-ı Hak onu tekraren ayrıca zikrediyor. Çünkü onun birtakım meziyetleri vardır ki diğer mucizelerde onlar yoktur. Sanki bu o mucizelerden başka bir şeydir.

Hasan Basri «Ayetlerden maksat dinî tekliflerdir. Sultan-ı Mü-bin'den maksat ise mucizedir» der. Ebu Hayyan «Ayetlerden mu­cizelerin kendileri kastedilebileceği gibi Sultan-ı Mübin'den de on­ların delâletinin keyfiyeti kastedilir» diyor. Zira onlar her ne ka­dar diğer peygamberlerin ayetleriyle (mucizeleriyle) doğruluğa delâlet etme temelinde bir ve ortak iseler de Hz. Musa'ya verilen mucizeler bu doğruluğa daha fazla delâlet etmek suretiyle diğer peygamberlerin mucizelerinden ayrılırlar, Sultan-ı Mübin'den mak­sat Yaratıcı'nın birliğine delil getirmek hususunda Hz. Musa'nın Firavun'u tasallut etmesi kastedilmiş olabilir.

(46) «Firavun ve önde gelen...» Bu Ayetin Tefsiri

«Firavun ile kavminin ileri gelenlerine gönderildiler» denildi. Çünkü îsrailoğulları'nı esaretten kurtarmak sadece Firavun'un sö­züyle olmazdı. O hususta Firavun, ileri gelenlerin fikirlerine de müracaat etti.   «Mele»den   maksat Firavun'un kavmi de olabilir.

Zira bu kelime bu mânâda da kullanılmıştır. Onlar iman etmek, îsrailoğullan'nı serbest bırakmak, onlara azap etmekten vazgeç-mek hususunda Hz. Musa ile Hz. Harun'un sözlerine itaat etme­diler. Burada Hz. Musa ile Hz. Harun'un gönderilmesi, sadece İs­rail oğullan'm esaretten kurtararak beraberlerinde götürmeleri için değildir. Zira Naziat Suresi'nde «Firavun'a git. Kesinlikle o tuğyan etti. Ona de ki: Arınmaya gönlün var mı? Seni Rabbine hi­dayet edeyim de korkasın?» denilmiştir. Ayrıca tefsir etmeye ça­lıştığımız bu ayette sadece bu iş için gönderilmiş olduklarına dair bir durum bahis konusu değildir.

Ayetin sonundaki «Alîn» kelimesi mutekebbir veya zulmetmek, saldırmak hususunda mütecavizdirler demektir. Yani onların, âdetleri kibir ve saldırganlık olan bir millet olduklarını belirtmek­tir.

(47) «Bunun üzerine; Biz bizim gibi...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu kıssalar, peygamberliği inkâr edenlerin peygamberlerin halini kendi hallerine kıyas etmeleri nedeniyle dalâlete düştükleri­ni göstermektedir. Tabii onlar beşeriyetin hakiki durumlarının tafsilatını bilmezler. Kemalin zirvesine çıkmak, eksikliğin dereke­sine inmek hususunda fertlerin tabakalarının ayrı olduğuna vakıf değildirler. Yani fertlerin bazıları «iltiyyin»de olurlar. Bunların ne­fisleri tertemizdir. JCudsî bir kuvvetle desteklenmiş, cevherleri sa­fi olduğundan dolayı lâtif ve kesif alemiyle ilgi sağlamış kimse­lerdir. Onlar bir taraftan vahy almakta, diğer taraftan da onu ak­tarmaktadırlar. Onların halkın maslahatıyla ilgilenmeleri Cenab-ı Hakk'ın huzurunda ibadet etmelerine mâni değildir. İnsanlardan bazıları da esfeli safilindedir. Onlar da hayvanlar gibi olan cahil kimselerdir. Belki hayvanlardan daha sapıktırlar. Hayret verici bir nokta şurasıdır ki birçok kavim peygamberleri beşer için uygun görmedikleri halde bir taşın mabudiyetine razı olmaktadır.

Ayetin sonundaki «Abidunen kelimesi bize ibadet ederler de­mek değil, bize hizmet ederler manasınadır. Yani köleler, efendi­lerine baş eğdikleri gibi bize baş eğerler. O zaman ibarede mecaz, istiare vardır. Fakat Ragıb, açıkça, «Âbid hakiki olarak hizmetçi mânâsına gelir» diyor. Ebu Ubeyde, «Araplar bir hükümdara itaat eden bir kimse onun âbididir derler» diyor. Zemahşeri «Burada hakiki ibadet de kastedilmiş olabilir» demektedir. Çünkü Firavun uluhiyet davasmdaydı ve böylece halkın hakikaten kendisine iba­det ettiğim iddia etmişti.

Bu yoruma şu şekilde itiraz edilmiştir: Bu söz Firavun'un sö­zü olmadığına göre böyle bir yoruma imkân yoktur. Bunlar Fira­vun'un namı hesabına konuşmuşlardır. Nitekim bir hükümdarın özel adamları «Biz büyük bir raiyeye sahibiz. Biz geniş bir mülke sahibiz» dediklerinde «Bizim hükümdarımız büyük bir raiyeye sa­hiptir demek istiyorlar» tarzında tevile kaçmak zahire muhalif düşmektedir.

(48) «O ikisini yalanladılar ve...»Bu Ayetin Tefsiri

Onlar Hz. Musa ile Hz. Harun'u yalanlamakta devam ve ısrar ettiler. Gurur ve azametin doruk noktasına çıktılar. Bunun akabin­de Kızıldeniz'de boğulmak suretiyle helak olanlardan oldular. Ya­ni devam ettikleri yalanlamanın neticesi böyle oldu.

(49) «Andolsun ki biz Musa'ya...»Bu Ayetin Tefsiri

Mısırhlar'ın helak olmasından ve İsrail oğullan'nm da Mısır' dan kurtulmalarından sonra Hz. Musa'ya Tevrat indirilmiştir. Tev­rat onların irşadı için verildiğine göre sanki onlara gelmiş ve bun­dan dolayı da Cenab-i Hak «Umulur ki onlar hak yola ilmen ve amelen hidayet olunurlar» demiştir. Çünkü Tevrat'ta, hem itikad hem de amel bölümleri vardır. Dikkat edilirse burada Hz. Ha­run'dan bahis yoktur. Hz. Musa, Tevrat'ı almakta asıl gibi oldu­ğundan dolayı veya Tevrat, Turi Sina'da nazil olduğundan ve Hz. Harun da İsrailoğulları'yla beraber orada bulunmadığından, zik-redilmemiştir.

(50) «Biz Meryemoğlu (İsa'yı) ve onun...» Bu Ayetin Tefsiri

«Biz Meryem'in oğlu ile onun annesini bir ayet (yani bir mu­cize) kıldık»; yani annesini bir mucize, onu da ayrı bir mucize kıl­dık. Bizim kudretimizin büyüklüğüne delâlet eden bir mucize. Çünkü Hz. İsa annesinden herhangi bir beşerin dokunması olmak­sızın doğup dünyaya gelmiştir. Öyleyse mucizelik durumu Hz. İsa ile annesi arasında müşterek bir meseledir. Veya kelâm bir muza-fın takdirine bina edilmiştir. Yani biz Meryem'in oğlunun halini bir ayet, annesinin halini de bir mucize kılmışızdır. Veya biz Mer­yem'in oğlu ile onun annesini mucize sahibi kılmışızdır. Yani Mer­yem'in oğlunu bir mucize kılmışız. Çünkü onda harikuladelikler zahir olmuştur. Meselâ beşikteyken konuşmuş, ölüleri diriltmiş, kör ve sağırları, alacalıları şifaya kavuşturmuştur. Onun annesini de bir mucize kıldık. Çünkü o da herhangi bir beşerin dokunması olmaksızın doğurmuştur.

Şahab el-Haffacî, «Eğer bu ayetten maksat, Allah'ın kudreti­ne delâlet eden bir ayet ise ayeti tek olarak kullanmanın tercihin­de ihtiyaç vaki olur. Eğer mucize kastedüiyorsa böyle bir tevcihe ihtiyaç yoktur.   Çünkü bu mucize   ancak   Hz. İsa'ya mahsustur.

Çünkü peygamber odur. Hz. Meryem peygamber değildir» demiş­tir. Burada Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı «Meryem'in oğlu», Hz. Mer­yem'i de «İsa'nın annesi» şeklinde tabir ediyor ki ilk noktadan iti­baren ikisinin mucize olmaları hususiyetine dikkat çekilmiş olsun. Zira nesepler babalara nisbet edilmekle beraber Hz. İsa'nın Mer­yem'e nisbet edilmesi Hz. İsa'nın babasının yokluğuna delâlet eder. Yani sadece Meryem'in oğlu olan İsa'yı ve herhangi bir ba­banın ortaklığı bahis konusu olmadan onu doğuran annesi Mer­yem'i birer mucize kıldık.

Ayette Hz. İsa annesinden önce zikredilmektedir. Çünkü mu­cize olmak hususunda asıl olan Hz. İsa'dır. Annesinin «Biz Mer­yem ile oğlunu âlemler için bir ayet kıldık» ayetinde daha önce zikredilmesi, namuslu olması ve ruhun kendisine üfürülmesi hu­susunda kendisine nisbet edilen noktada onun asıl olmasındandır. Müslümanların üzerinde ittifak ettikleri nokta şudur ki, Hz. Meryem'in Hz. İsa'dan başka oğlu yoktur. Bazı hıristiyanlar «Mer­yem, İsa'yı doğurduktan sonra Yusuf Neccar ile evlendi ve ondan üç oğlu dünyaya geldi» şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Hıristi­yanlar nezdinde güvenilir olan şudur ki Meryem küçükken Yusuf Neccar'ın sözlüsüydü ve Yusuf'la nikâhı kıydırılmıştı, fakat Yusuf ona yaklaşmamıştı. Hz. İsa ile hamile olduğunu görünce ona yak­laşmak istedi. Lâkin rüyasında hakikati kendisine anlatan bir me­lek gördü. Hz. Meryem, Hz. İsa'yı doğurduktan sonra Yusuf, Hz. İsa'yı büyütmeye, bütün ihtiyaçlarını gidermeye, başka bir kadın-" dan olan çocuklarıyla beraber ona da bakmaya başladı. Hz. Mer­yem'e gelince, Yusuf ona hiçbir zaman yaklaşmamıştı. Müslüman­lar Hz. Meryem'in Yusuf'un nikâhında bulunduğunu kabul etmez­ler. Fakat onun sözlüsü olduğunu kabul ederler. Onun hem Hz. Meryem'e hem de Hz. İsa'ya baktığını da kabul   ederler. Bunun da aralarındaki bir kan bağından ileri geldiğini söylemektedirler.

«Biz ikisini barınmaya elverişli, temiz ve sulak bir tepeye yer­leştirdik». Bu «tependen maksadın ne olduğu noktasında rivayet tefsiri nakleden müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Meselâ İmam Şa­fii'nin, hocası Vekî', İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Munzir ve İbn Asakir sahih bir senedle îbn Abbas'tan rivayet ediyorlar ki bu tepe Di-meşk (Suriye'nin başşehri olan Şam) olarak bilinen yerdir.

Söylediklerine göre Mısır'a sığınmalarının sebebi o dönemde­ki kralın Hz. İsa'yı öldürmek istemesidir. Annesi Hz. İsa'yı bu söylenen yerlerden birisine götürdü. Bu tepe geniş ve düz bir va­dide bulunuyordu. Ona sığman kimselerin nefesi kesilir, güzelliği­ne hayran kalırlardı.

Mücahid, «Karar sahibidir» ifadesinin «ekilebilir bir yerdi» anlamına geldiğini söyler. Yani insanların iskânına elverişli bir yerdi. Çünkü orada hem meyveler hem ziraatler ve ayrıca akan bir su vardı.

(51) «Ey peygamberler! Helâl (ve hoş)...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada mücmel olarak her peygambere kendi as­rında yapmış olduğu hitabı Hz. Muhammed'e hikâye etmektedir. Evvelâ Hz. İsa ile annesinin bir tepeye sığınmasını anlatmaktadır ki nimetlerin başlangıçlarının tertibi sadece Hz. İsa'ya ait özellik­ler değildir. Belki tayyib olanların mubah kılınması eski bir siste­min gereğidir. Bütün peygamberler bu sistem üzerinde gitmişler ve bu sistemi tutmaları kendilerine tavsiye edilmiştir. Yani biz her peygambere tayyibelerden (güzel ve temiz olanlardan) yeyin ve sa­lih amellerde bulunun dedik. Muhtemelen bu ayet Hz. İsa ve an­nesine o tepeye sığındıkları zaman söylenenlerin hikayesi olsun ki Hz. İsa ile annesi rızık olarak kendilerine verilenlerden yemek hususunda diğer peygamberlere uymuş olsunlar. Sanki şöyle de­nilmektedir: Biz onları karar ve akar su sahibi bir tepeye sığın­dırdıktan, oraya vardırdıktan sonra onlara bu şeyleri söyledik:

Bütün peygamberlere bu söylenilmiştir. Öyleyse siz de yeyin ve peygamberlere uyarak salih amellerde bulunun.

Muhtemelen burada nida Hz. İsa'yadır. Ona hitap edilmiştir. Ve tayyibelerden yemesi hususunda da emir ona müteveccihtir.

Hasan Basri, Mücahid, Katade, Süddi ve Kelbi «Buradaki hi­tap Hz. Peygamber'edir» demişlerdir. Çoğul getirilmesi tazim için­dir. Sanki Hz. Peygamber bir değil de birçok peygamberdir. Bu rivayet Nisaburi tarafından da desteklenmiştir. Böyle ceffi'i siga-siyla olar tazim Arapça'da mutlak olarak çok kullanılmıştır. Hat-* ta bütün lisanlarda böyledir. Es-Sa'lebi Fıkh'u-Luga'da bunu açık­ça belirtmiştir.

«Tayyibat» ile Şeyhulislam'm da ihtiyar ettiği gibi, tayyip sa­yılan yemek ve meyvelerden lezzetli olanlar kastedilmektedir. O «Ayetin siyakı da bunu iktiza etmektedir» diyerek delil getirmekte­dir. Buradaki emir, bu yoruma göre, ibahe içindir. Yani ille de ye­yin demek değildir. «Size mubah kılınmıştır demektim. Bu ayet aynı zamanda hıristiyanlann uydurdukları ruhbanlığın iptalini ge­rektiren ayetlerdendir. Yani güzel şeylerden yemek ve ruhbanlığa kaçmamak gerekir.

Bazılarına göre tayyiblerden maksat, helâl olanlardır ve bu­radaki emir de teklifidir. Bu müfessirler görüşlerini «Salih amel lerde bulunun» cümlesiyle de takviye etmeye çalışmışlardır.

Bu yorum aynı zamanda Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre' den rivayet ettikleri şu hadisle teyid edilmektedir: «Ey insanlar! Kesinlikle Allah tayyibtir ve ancak tayyîbi kabul eder. Allah mü­minlere peygamberlerine emrettiğini emretmiş ve şöyle buyur­muştur: «Ey peygamberler. Tayyiblerden yeyin ve salih amel iş­leyin!»

Cengb-i Hak bu ayette evvelâ «yemeyi», sonra da salih ameli emrediyor. Çünkü helâl yemek, salih ameli işlemeye yardımcıdır. Bazı haberlerde şöyle rivayet edilmiştir: «İçinde haramdan bir lokma bulunan bir kimsenin ibadetini Allah kabul etmez.» Sahih bir hadiste de «Hangi et haramdan bitmiş ise ateş ona daha uygun­dur» buyuru] muştur.

Ayetin sonunda gelen «Çünkü gerçekte ben yapmakta olduk­larınızı bilmekteyim» cümlesi zahirde peygamberlere bir tehdit şeklinde görünüyorsa da aslmda bu tehdit peygamberlerin takip-çilerinedir.

(52) «îşte bu tek bir ümmet olarak...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Hazihi» kelimesi Allah'ın gönderdiği sis­teme işaret ediyor. Bu sistem çok muntazam olduğu için sanki gözle görülen işlerden birisidir ve kendisine öylece işaret edilmiş­tir. «Sizin ümmetinizdim ifadesi, sizin sisteminizdir, şeriatinizdir demektir. Buradaki hitap bütün peygamberleredir. Bazıları «Hem peygamberlere hem de diğer insanlaradır» demiştir. Bu aynı za­manda Mücahid'den de rivayet edilmiştir. «Bir tek ümmettir» de­mek, esas meselelerinde değişme kabul etmeyen, zamanın değiş­mesiyle değişmeyen, muttehid bir sistem, bir şeriattır anlamında­dır.

Bazıları «Hazihi kelimesi peygamberlerin geçmiş ümmetleri­ne işarettir» demekte ve ayetin mânâsını «Şu geçen ümmetler si­zin cemantinizdir ve bir tek cemaattir. İman ve ibadetteki tevhid-de müttefiktir. Ben de sizin Rabinizim. Ortağım yoktur. Ubudiyet­te hiç kimse benim ortağım değildir» şeklinde vermektedirler.

Mümkündür ki salih amelden, katıksız ve gerçek akideler ile salih amelleri kapsayan bir mânâ ifade edilmiş olsun. Zaten mü-kâfatlandınlmanın veya cezalandırılmanın gereği budur. Tebed­dül etmeyen esaslarda şeriatların ittihadının bunu gerektirmesi akidelerinin gerçek ve hak olduğunu iktiza etmektedir. Bunu ik­tiza etmek de diğer salih amelleri yapmayı gerektirmektedir. Hat­ta «Ameli terketmekle, akide sahih kalamaz» denilmiştir. İşte bu yoruma binaen «benden korkup sakımn» cümlesi bir nevi netice olmaktadır.

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin bu ayetle ilgili olarak yap­tığı tefsir şöyledir: «Sizin Rabbiniz» ve «Benden sakının» ifadele-rindeki zamir peygamberler ile ümmetlerin hepsinedir. Peygam­berler hakkındaki emir heyecan vermek veya ateşlerine ateş kat­mak için, ümmetler hakkındaki emir ise tazir ve sakındırmak için­dir.

(53) «Fakat onlar işlerini kendi...» Bu Ayetin Tefsiri

«Fakat onlar...» ifadesindeki zamir ümmetin zımnında geçen din sahiplerine racidir. Eğer ümmet kelimesinden millet kastedi-lirse... Fakat ümmetten cemaat kastedilirse o zaman ümmetin kendisine racidir. Ayet geçmiş ümmetlerin, peygamberlerinin em­rine muhalefet etmeleriyle ortaya çıkan durumu hikâye etmekte­dir.

«Emirleri» ile maksat, din emirleridir. Yani din emirlerini parçaladılar, onu çeşitli dinlere çevirdiler. Yoksa o din aslında bir­di. «Parçalamak»tQ,n, ayrıldılar ve emirlerinde hizipler meydana getirdiler şeklinde bir mânânın kastedilmesi mümkündür. Ayetin metnindeki «Zubur» kelimesi parçalar demektir ve Zebur'un ço­ğuludur. Fırka manasınadır. Yani dinlerini aralarında fırkalara, gruplara ayırdılar. Her grup seçtiği dinden sevinçlidir. Yani her-kes kendi durumunun hak olduğuna inanır ve ona hayran olur. Bu ayet bu hiziplerin aleyhinde son derece şiddet ifade eden bir ayet­tir.

(54) «(Ey Rasûlüm!) Onları bir zamana...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki emir, Rasûlullah'a hitabendir. «Hak dini parçalayan» sözü Kureyş hakkında gelmiştir. Ayetin metnindeki «Gamr» insan boyunu aşan su demektir. Burada onların cehalet­leri kastedilmiştir. Çünkü boyu aşan su insanı nasıl boğarsa ceha­let de onu helak eder. Cenab-i Hak, geçmiş ümmetlerin parçalan-masını, ittifak etmeleri gereken yerlerde ayrılmalarını ve bu bâtıl fiillerine ve mânâsız inançlarına sevindiklerini zikrederken onun zımnında da Rasûl-ü Ekrem'e «O halde onları mahrumiyet bakı­mından her cehaletten daha üstün' olan cehaletleri içerisinde foî-rak» demektedir.

«Belli süre»den maksat, onların Bedir Günü'nde tepelenmele­ridir. (Bu yorum Mukatil'den gelmiştir). Veya küfür üzerinde Ölüp azaba müstehak olmaları veya azap görmeleridir. Süre lâf­zının nekra ve müphem getirilmesi, tehdit ve korku içindir.

(55-56) «Onlar sanıyorlar mı ki...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak özetle şunu söylüyor: Onlara verdiğimiz mal ve çocuklar onların hayrına koştuğumuza delâlet etmez. Onlar, bun­ları niçin kendilerine verdiğimizin şuurunda değildirler. Onlar Ahiret'te yararlı olsun diye yaptığımız yardım mal ve çocuklar de­ğildir. Aksine itikad ve salih ameldir. Zira Cenab-ı Hak başka bir ayette «O gün mal ve çocuklar hiçbir yarar sağlamazlar. Ancak Al­lah'a sağlam bir kalple gelen kurtulur» buyuruyor.

«Onlar şuurunda değiller» cümlesi mukadder bir cümle üze­rine atfedilmektedir. Yani biz mal ve çocukları onların yararı için vermiyoruz. Fakat onlar bunu sezmek durumunda değildirler. Çün­kü onlar hayvanlar gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar düşünüp tefekkür etmezler. O mal ve çocuklar onlar için sadece bir aldat­madır. İşte bu noktadan hareketle «Kim Allah'a isyan eder, elin­deki dünyalıkta da herhangi bir eksiklik görmezse bilsin ki o al­datılmıştır» denilmiştir.

Katade «Halkı, mal ve çocuklarıyla değil, iman ve salih amel-leriyle tartın demektir» diyor.

(57-59) «Kuşkusuz ki Rablerinin...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak bu ayetlerde müminlerin vasıflarım serdetmek-tedir. Bunlara benzer ayetler Enbiya Suresi'nde geçmişti. Onun için bu ayetlerin uzunca izah edilmesine lüzum görmüyoruz.

«Rablerinin ayetlerimden maksat, indirilen Kur'an ayetleri ve dünyanın çeşitli noktalarına dikilen, lisan-ı hal ile Allah'ın birli­ğini ilân eden afakî ve enfusi ayetlerdir.

«Onlar bu ayetlere iman ederler»; yani bunları tasdik ederler. Bu ayetlerin mânâlarını tasdik ederler, gereğim yaparlar. Yoksa sadece bu ayetlerin varlığını tasdik etmekte herhangi bir hüner yoktur. İsim değil, fiil-i muzarî kullanıldı: İman ederler... Bu da gösterir ki onlar ne zaman Allah'ın bir ayetine vakıf olurlarsa der­hal ona iman ederler ve onun medlulünü, mânâsını tasdik ederler.

«Onlar Rablerine ortak koşmazlar», yani ibadeti sadece Allah için yaparlar. Burada ibadetteki riya gibi şirk-i hafinin yokedilrae-sî kastedilmiştir. Bazı müdekkikler «Şirkin bütün çeşitleri kaste­dilmiştir, ister hafi ister celi olsun» demiştir. Bu yorum daha uy­gundur. Ne var ki onların «Allah'ın ayetlerine iman etmiş» olmak­la nitelenmesi, kişiyi bundan müstağni kılmaz. [10]

11. CİLDİN SONU

 

Meal

 

60- Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalp­leri korku ile ürpererek verenler (var ya).

61- İşte onlar hayır işlerinde yarış ederler ve onlar hayır­da ileri geçerler.

62- Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemeyiz. Katımızda hakkı konuşan bir kitap vardır. Onlar zulme uğratıl­mazlar.

63- Hayır!   Onların  kalpleri  bundan   dolayı   bir   şaşkınlık içindedir. Üstelik onların bunun dışında da yapmakta oldukları işler vardır. Onlar bunun için çalışmaktadırlar.

64- Nihayet onların elebaşılarım azap ile yakaladığımız za­man hemen feryadı basarlar.

65- Sakın bugün feryat etmeyin çünkü siz bizden yardım göremezsiniz.

66- Size ayetlerim okunuyordu da, siz topuklarınız üzerin­de geriye dönüyordunuz.

67- Beyt-i  Haranı'la  kibirlenir ve   geceleri  toplanarak  sa­yıklar dururdunuz.

68- Onlar bu sözü iyice düşünmediler mi? Yoksa kendile­rine daha önce atalarına gelmeyen  (bir peygamber)  mi geldi?

69- Yoksa peygamberlerini tanımadılar da onun için mi in­kar ediyorlar?

70- Yoksa,  «Onda bir  cinnet  var»    diyorlar?  Hayır,  O (peygamber) hakkı getirdi, fakat onların çoğu hakkı sevmiyorlar.

71- Eğer hak  onlann keyfine  tâbi  olsaydı  gökler,  yer  ve onlarda bulunanlar fesada uğrarlardı. Biz onlara zikirlerini (öğüt­lerini) getirdik. Onlar ise zikirlerinden yüz çeviriyorlar.

72- Yoksa sen (getirdiğine karşılık)  onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ücreti daha hayırlıdır. Rabbin nzık veren­lerin en hayırhsıdır.

73- Kuşkusuz ki, sen onlan dosdoğru bir yola davet edi­yorsun.

74- Fakat Ahiret'e iman etmeyenler, o yoldan sapıyorlar. [11]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(60-61) ((Verdiklerini Rablerinin,(.» Bu Ayetlerin Tefsiri

Onlar kendilerine verilen rızıklardan sadaka verdikleri halde, bu kendilerinden kabul edilmez ve dolayısıyla muaheze edilirler diye korkarlar. Yani yaptıkları ibadetleri, kalpleri korku içinde ol­duğu halde yaparlar. Bu ayetle ilgili olarak bir kıraat şeklini be­lirtelim: Hz. Aişe, İbn Abbas, Katade, A'meş, Hasan ve Nehai aye­tin başındaki fiili if'al babında okumuşlardır, ikinci babdan değil. İbn Merduveyh ve Said bin Mansur, Hz. Aişe'den Rasûl-ü Ekrem'in de böyle okuduğunu rivayet etmektedir. Tefsir alimleri buna «Ra-sûlullah'm kıraati (okuyuşu)» demişlerdir. Yani bu okuyuş, kıraat alimlerinin değil hadis alimlerinin rivayetidir.

61. ayetin başındaki «Ulûike» kelimesi, bahsi geçen sıfatlarla muttasif bulunan müminlere racidir ve o müminlerin faziletteki rütbelerinin çok yüksek olduğuna işaret eder.

Kâfirler hayırlardan ümitsiz oldukları ve zanları iptal edildiği halde bu sıfatlarla muttasif bulunan müminler hayırlarda yansır-lar. Nitekim Cenab-ı Hak şu ayetlerde «Allah onlara dünya seva­bını ve Ahiret sevabının da güzelini verdi» ve «Ona ecrini dünya­da verdik ve o Ahiret'te de salihlerdendir» buyurmuştur. Onların güzel amellerine ve hayırları elde etmeye müstehak olduklarına işaret için koşuşma ve yarışma onlara isnad edilmiştir. Onların hayırlara doğru koşuşmalarından maksat, hayırları elde etmele­ridir. Hayırlardan taatier de kastedilmiş olabilir. Bu takdirde «Le-ha» kelimesindeki lanı, tâli isimdir. Yani onlar taat ve ibadetleri şiddetli bir arzu ile arzularlar ve taatier için yarışırlar veya taat-lerden ötürü insanları geçip sevaba veya cennete varırlar.

(62) «Biz hiç kimseye gücünün üstünde.,,» Bu Adetin Tefsiri

«Biz her nefse ancak güç ve takati miktarınca teklif yaparız» cümlesi genel bir kaidedir ve bahsi geçen ibadet ve hayırlara in­sanları teşvik etmektedir. Bunlann kolay ve insanın takat ve gü­cünün dışında olmadıklarını sergilemektedir. Cenab-ı Hakk'm ilâ­hî âdetidir ki bir nefsin gücü neye yetiyorsa onu teklif eder. Ya­ni ilâhî teklifler nefislerin güç ve takatlerinin dışında değildirler. İlâhî teklifler için «Bunlar çok zordur. Yerine getirilemezler}} di­yenlerin haksız olduğuna bu ayet işaret etmektedir. Cenab-ı Hak «Eğer onlar taatlerde geçmişlerin mertebelerine varmasalar dahi en azından takatlerini bu yolda sarf etmelidirler» demek istiyor. Mukatil bu cümlenin yorumu münasebetiyle, ayakta namaz kıl­maya gücü yetmeyenin oturarak, oturarak namaz kılmaya gücü yetmeyenin de, işaretle kılabileceğini söylemektedir.

 katımızda hak ile konuşan bir kitap vardır» cümlesin­den maksat, geçmiş cümleleri tamamlamaktır. Yani insanlara ya­pılan tekliflerin, amellerin ve o ameller üzerine terettüp eden he­sap, sevap ve cezanın durumunu bu cümle üe Cenab-ı Hak izah ediyor. Bu hak ile konuşan kitaptan maksat, amellerin sahifeleri-dir ki insanlar onu hesap anında okurlar. Zira Cenab-ı Hak başka bir ayette «Bu bizim kitabımızdır. Sizin hakkınızda hak ile konu­şur. Kesinlikle biz sizin yaptıklarınızı yazar ve derleriz» diye bu­yurmuş tur.

Haktan maksat gerçeğe uygun olandır. Onu konuşmaktan maksat da onu izhar etmek demektir. Yani bizim yanımızda bir kitap vardır. Gerçeğe uygun olan hakkı belirtir. Onun zatını ve vasfım olduğu gibi ortaya koyar. Konuşma, nasıl bir şeyi dinleye­nin yamnda vuzuha kavuşturuyorsa, bu da görenler için açıklama getirir. Böylece amellerin büyüklükleri ve incelikleri ortaya dökü­lür ve onlara göre muamele yapılır. Eğer hayr ise hayr, şer ise şer muamelesi uygulanır.

«Allah onlara zulmetmez» cümlesinden maksat, Allah'ın fazl ve adaletini belirtmektir. Yani Cenab-ı Hak müstehak oldukları sevabı eksik veya azabı fazla vermek suretiyle onlara zulmetmez. Çünkü amel defterlerinde her şey olduğu gibi yazılmıştır. Herkes mükellef olduğu amelleri icra edip etmemesi nisbetinde ceza gö recektir ve bunların sahifeleri de hakkı, gerçeği konuşur.

(63) «Hayır! Onların kalpleri bundan dolayı...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başında bulunan «Bel» kelimesi daha önceki bahsi bı­rakıp yeniden kâfirlerin haline dönüşü ifade eder. «Kulûbuhumn kelimesindeki zamir kâfirlere racidir. Yani kâfirler Kur'an'da açıklanan «Bizim katımızda hakkı haykıran bir kitap vardır» hük.. münden gafildirler. Bilmezler ki yarın onların amelleri ortaya dö­külecek ve ona göre cezalandırılacaklardır. Mücahid'e göre aye. tin metnindeki «Hasa» ism-i işareti Kur'an'da açıklanan bütün hükümlere işarettir. Katade'den gelen rivayete göre bu kelime sa-lih amellerle muttasıf bulunan kimselerin üzerinde bulundukları gerçeklere işarettir. Bazı kimseler «dinin tamamına», baz* kimse­ler de «RasûUü Ekrem'e işarettir» demişlerdir. Fakat en açık yo­rum birincisidir.

«Onlar o ameller için çalışırlar», yani onlar üzerinde devam ederler. Onu işlemeyi kendilerine âdet edinmişlerdir. Adeta onun müptelâsı olmuşlardır. Ondan bir türlü ayrılmazlar.

Ebu Müslim, «Kulûbuhum idaresindeki zamir, geçen sıfatlar, la. muttasıf bulunan müminlere racidir» diyor. Sanki Cenab-ı Hak onları vasıflandırdıktan sonra şunu söylüyor: «Biz herhangi bir nefse gücünün haricinde bir teklif yapmayız. İşte bizim teklifimi, zin son noktası bu Allah'tan korkanların yaptığıdır. Bizim katımız­da onların amellerini koruyacak, hakkı haykıracak bir kitap da vardır. Onlara hiçbir zulüm yapılmayacak, belki onların amelleri, nin sevabı tam verilecektir.» Sonra onları hayret içerisinde olmak­la vasıflandırdı. Sanki Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: «Onlar bu korku ile beraber amelleri hususunda hayret içerisindeki kimse­ler gibidir. Acaba amelleri kabul mu yoksa red mi edilecektir?})

«Onların bundan başka amelleri vardır^, yani onların nafile amelleri de vardır ve başka hayr yollan da bulunmaktadır. İmam Fahreddin Razî «Ebu Müslim'in yorumu daha güzeldir. Çünkü ke­lâmı, bitişik olan kelâma dönüştürmek imkânı varken, uzak olan bir kelâma dönüştürmek makbul değildir» demiştir. Zira kişi yap­tıklarının tesbit edildiğini bildiği zaman serden çekindiği gibi hay­ra da yönelir. Bazen kişi Ahiret'i çok düşündüğünde «onun kalbi hayret içindedir» denilir. Bazen de bu hayretten maksat, acaba amelinin kabul veya reddedilmesi hususunda olduğu gibi mi eda etmiştir, yoksa eksiklik mi yapmıştır şeklinde düşünmekten iba­rettir. «Hazâ» kelimesi bu yoruma binaen onların korku ve ümit sıfatlarına işarettir. Alusî, bu yorumu pek makbul karşılamamak­tadır.

(64 «Nihayet onların elebaşılarını azap...»Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «Mutref» tabirinden maksat/ nimet içinde yüzen kimse, azaptan maksat ise Bedir Günü'nde onlara isabet eden ölüm ve esarettir. Nitekim bu yorum îbn Abbas, Mücahid, İbn Cübeyr ye Katade'den rivayet edilmiştir. Zira müşriklerin ileri gelenlerinin çoğu Bedir'de öldürüldü veya esir edildi.

«Yec'erune» fiili «cuar» kökünden gelir. Bunun mânâsı kişi­nin Allah'a yalvarması ve yakarması demektir. Bu fiildeki zamir, «onların zenginleri», «onlar içim} ve «kalpleri» kelimelerindeki za­mirler nereye raciyse oraya racidir. Bunlardan maksat Mekke kâ­firleridir. İbn Cüreyc, «Azap görenlerden maksat Bedir'de öldüril Ünlerdir. Bağırıp yakaranlardan maksat da onlardan arkaya kalan Mekkeliler'dir. Çünkü onlar matem tuttular, bağırdılar, çağırdılar» demiştir.

«tnsan-ul Uyun» adlı eserde «Burada Kureyş kastedilmekte, dir. Onlar Bedir'de öldürülenlerinin matemini bir ay tuttular. Ka­dınlar seslerini kestiler. Kadınlar kişinin atını veya devesini geti­rir, onu çeşitli Örtülerle perdeler ve o bineğin etrafında matem tutarak çarşı pazar gezerlerdi. İçlerinden biri çıkarak «Böyle yap­manız düşmanın hoşuna gidebilir» dediği için bu âdet terkedilmiş­tir.

Rebi bin Enes «Bu yalvarmadan maksat, korkudur. Çünkü yalvarmanın sebebi odur» demiştir. Dahhak'a göre azaptan mak­sat açlıktır. Rasûl-ü Ekrem onların aç kalmaları için bedduada bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: «Ey Allah'ım! Mudar Kabilesi' nin (Arapların) üzerine sıkıntını şiddetlendir. Yarab! Onu Yusuf un seneleri gibi seneler yap.» Böylece Rasûlullah'm duası kabul olundu, onlara bir kıtlık yılı isabet etti ki o zaman leşleri, derileri, yanmış kemikleri yediler. Haberlerde bu durumun Hicret'ten ön­ce meydana geldiğine delâlet eden sözler olduğu gibi Hicret'ten sonra vuku bulduğunu gösteren işaretler de vardır. Beyhaki, «Bu durum iki defa tahakkuk etmiştim demek suretiyle iki haberi bir­leştirmiştir. Cenab-ı Hak burada betahsis    nimet   içinde yüzen «mutrefler»in   durumunu zikretmiştir. Çünkü böyle kimseler aç kalırsa başkaları daha kolay aç kalır demektir.

Bazıları «Azaptan maksat Ahiret azabıdır, Mutreflerin betnh. sis zikredilmesi de onların dünya halinin tam tersi bir akıbete çarptırılacaklarının besbelli olmasındandır» diyor. Böylece bu aki-bet onlara daha ağır gelecektir.

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi «Bu son yorum gerçeğin tâ ken­disidir» demektedir. Çünkü ancak Ahiret azabı insanları yalvar­maya, yakarmaya mecbur eder. Onlar o zaman yakarır, yalvarır-ve onlara red cevabı verilir, «yardımdan ümitsiz olun» denilir. Be­dir Günü'nün azabına gelince, onun vaki olduğu zamanda herhan­gi bir yakarma yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak «Andolsun! Biz onları azapla yakaladık. Buna rağmen onlar Rablerine tezellül gösterme­diler ve yalvarmadılar» buyurur. Zira bu ayetteki azaptan maksat Bedir Günü'ndeki azaptır, öldürülme ve esaret halidir. Açlık aza-bina gelince, burada Kureyş, her ne kadar Rasûlullah'a yalvarmış, larsa da onlara «ümitsiz otun» şeklinde cevap verilmemiştir. Zira Rasûlullah rivayete göre bu sıkıntının kalkması için dua etmiş ve sıkıntı kalkmıştır.

(65) «Sakın bugün feryat etmeyin...» Bu Ayetin Tefsiri

«Bugün boşuna feryat etmeyim cümlesindeki «gün»den mak­sat, onlara azabın isabet ettiği gündür. Onu bu şekilde kaydetmek onların daha fazla ümitsiz olmalarını ve yalvarmalarının hiçbir fayda sağlamadığını belirtmek içindir: Şeyhülislâm «Bunun nedeni o günün dehşetini ve yalvarma vaktini kaçırmış olduklarını ilân­dır» demektedir.«Sö'3»den maksat hal lisanıdır ve gerçek söz de kastedilebiUr. Bıi söz ya Allah tarafından veya melekler tarafından söylenil­miştir. Eğer «Allah ve melekler tarafından söylenmiştir» dersek o zaman burada, Kıyamet'teki söz kastedilir.

(66) «Sise ayetlerim okunuyordu da...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet 65. ayetin son cümlesinin nedenidir. Şüphesiz bizden size herhangi bir yardım gelmeyecektir. Çünkü sizin üzerinizde be­nim ayetlerim okunuyordu. Siz-de topuklarınızın üzerinde dönüş yapıp gidiyordunuz. «Tenkisune» fiili geriye dönüş yapmak mânâ­sına gelen «nukus» mastarından geliyor. «A'kab» kelimesi «akab» in cem'idir. Bu da ayak topukları demektir. Kişinin topuğu üze­rinde dönmesi ise, geldiği yöne doğru dönüp gitmesi demektir.

(67) «Beyti Haram'la kibirlenir...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «Bihî» zamiri Beyt-i Haram'a racidir. «Ba» harfi de sebebiye mânâsını ifade eder. Yani «Bununla büyüklük tas­layarak» demek olur. Bu ayetlerde Beytu'l-Haram'm bahsi geçme­mesine rağmen zamir ona raci olmuştur. Çünkü Kur'an'ın bu ayetteki muhatapları olan Kureyşliler «Kabe'nin hizmetçileri ve idarecileriyiz» diyorlardı. El-Bahr'da, «Zamir «Tenkisune» fiilinden anlaşılan mastara racidir» denilmektedir. Fakat bu pek bir şey ifade etmediğinden, makbul görülen bir yorum değildir. Çünkü ay­nı mefhum «müstekbirin» kelimesine hal kılındığında daha anla­şılmış olur.

Munzir bin Said «Zamir Rasûlullah'a racidir. Çünkü RasûluU lah'ın bahsi geçmiyorsa da «Ayetlerim size okunuyordu» cümlesin­den bu anlaşılmaktadır» diyor. O zaman «Ba» harfi ya tadiye veya sebebiyet içindir. Onların kibire bürünmeleri Rasûlullah'ın pey­gamber olarak gönderilmesiyle ortaya çıkmıştır. Kur'an'a da raci olabilir. Çünkü «ayetler» kelimesinden Kur'an anlaşılmaktadır. Ve­ya ayetleri Kur'an ile tevil etmek bakımından Kur'an bahsi geç­miş sayılır.

«Samir» kelimesi ism-i cemidir. Tıpkı nâdir, câmil, bakır ke­limeleri gibi. Bazıları «Bu kelime mastardır, tevil edilmek suretiy­le hal olmuştur» dediler. Yani Kur'an'ı anmak ve ona tenkidler yağdırmak suretiyle Kabe'nin etrafında geceleyip toplanıyor, mü-samere yapıyordunuz. Kureyşliler'in adeti icabı, onlar geceleyin Kur'an'ı zikretmek, ona sihir, şiir demek suretiyle sohbetlerini sürdürürlerdi.

«Samir» kelimesinin kökünü teşkil eden «sumur», ay gölgesi demektir. Bahr'da «Ayın ağaçlar üzerine düşen ışığı demektir» de­niliyor. Rağıb, «Sumur, gecenin karanlığıdır. Sonra geceleyin ya­pılan konuşmalara ıtlak olunmuştur» diyor. Bazıları «Samir»i «Ka­ranlık gece» ile tefsir etmiştir. «Tahcurune» fiili «Hecr» kökünden gelir. Kesmek ve terketmek demektir, Hal cümlesidir. Yani hakkı veya Kur'an'ı veya Peygamberi terkettiğiniz halde böbürleniyorsu­nuz mânâsına gelir. İbn Abbas «Kabe'yi terkediyor, onun şanına lâyık ibadet yapmak suretiyle onu manen imar etmiyorsunuz de­mektir» diyor.

(68-69) «Onlar bu sözü iyice...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayetteki «ELkavl» ifadesi Kur'an'dan kinayedir. Bastaki hem­ze inkâr harfidir. Yani onlar topukları üzerine dönmekten, gurur­lanmaktan, hezeyan kusmaktan ibaret olan yaptıklarını yapıp da Kur'an'ı tefekkürle okumadılar mı? Eğer okusaydılar Kur'an'da-ki icaz, onun Rablerinden geldiğine dair onları iman etmeye cebrederdi. İkinci cümlenin başındaki «em» edatı munkatıadır. îdrak ve intikal mânâsını da taşımaktadır. Onun başındaki hemze, vu-kuun oluşunu inkâr içindir, olanın değil. Yani onlara gelen Önce­ki atalarına gelmedi ,mi ki bunu uzak saydılar ve düştükleri küfür­le dalâlete girdiler. Kitapların Allah tarafından gelmesi, peygam­berlere verilmesi, peygamberlerin de insanları onlarla korkutması Cenab-ı Hakk'm kadim bir sünnetidir. İnkâr edilemez. Kur'an da bu sünnet üzerine gelmiştir. O halde acaba niçin Kur'an'ı inkâr ediyorlar? Bazılarına göre ayetin mânâsı şudur: Onlar Kur'an'ı düşünmediler mi ki ayetlerini düşünerek, içindeki kıssaları okuya­rak, daha önce peygamberleri yalanlayanların başlarına gelenin benzerinden korksunlar. Veya kendilerine Allah'tan korkup iman eden, kitaplarını, rasûllerini tasdik eden ve itaatta bulunan atala­rına verilmeyen bir garanti mi verildi?

«Acaba onlar rasûllerini tanımadılar mı?» Bu, onları kınayan cümlelerden birisidir. Hemze burada oluşun inkârı için getirilmiş­tir: Acaba onlar emanet, doğruluk, güzel ahlâk ve peygamberlerin kâmil sıfatlarıyla muttasıf olan peygamberlerini tanımadılar mı?

«Onlar onu inkâr etmektedirler» cümlesinin başındaki «fe», sebebiyet ifade eder. Onların Rasûlullah'ı tanımamaları onu inkâr etmelerinden ileri geliyor. Ayetin hülâsası şu oluyor: Onlar Rasû­lullah'ı peygamberlere uygun olan kemal sıfatıyla tanısalardı, aca­ba bu tanımadan sonra onu nasıl inkâr edebilirlerdi? Yani onun davasını ve peygamberliğini nasıl inkâr ederlerdi?

(70) «Yoksa, «onda bir cinnet var» mı,..a Bu Adetin Tefsiri

«Onda bir delilik var» cümlesi başka bir tevbih ve kınamayı belirtir. Onlar Rasülullah'ın akıl yönünden insanların en üstünü, fikirce en kuvvetlisi, konuşma hususunda da en fasihleri olduğunu bildikleri halde «onda delilik vardır» mı diyeceklerdir?

«Aksine onlara hak geldi», yani durum onların Kur'an ve Ra-sûlullah hakkında iddia ettikleri gibi değildir. Hayır! Onlara hak geldi. Yani Rasûlullah kaçınılması mümkün olmayan sabit bir doğ­rulukla geldi. Bundan maksat tevhid ve İslâm dinidir. Bunların ikisini de Kur'an kapsamaktadır. «Hak» kelimesi ile Kur'an da kastedilmiş olabilir. Onların çoğu hakkı hoş görmemektedirler. Buradaki zamir Kureyşliler'e racidir. «Onların çoğu» denilmesi, içlerinde sadece kavminin kınamasından kurtulmak için İslâm'a girmeyenlerin olduğunu göstermektedir.

(71) «Eğer hak onların keyfine tâbi,..» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «EUhak»ta,n maksat, peygamberin getirdiği haki­kattir. Bazı müfessirlere göre ayetin meali şudur: Eğer peygam­ber onların nevalarına uysaydı, onlara peygamberlik yerine şirki getirmiş olsaydı kesinlikle gökler, yer ve onlarda bulunanların hepsi harap olurdu. Cenab.ı Hak şiddetli öfkesinden dolayı âlemi, dünyayı harap ederdi ve Kıyamet kopardı. Fakat bu farz-ı mahal-dir. Yani Rasûl-ü Ekrem peygamberlik yerine onlara şirk getir­memiştir. Halk kelimesiyle uluhiyet sarımda vakıa uygun olan emrin kastedilmiş olması da mümkündür. O zaman o-emrin onların nevalarına tabi olması mecaz olur. Yani onlarla uyum sağlanmasından kinayedir. Yani vakıa uygun olan emir on­ların nevalarına tabi olursa, yani «şirk haktır» dese veya şirk hak olsa, o vakit gökler ve yer bozulurdu. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette «Eğer onların ikisinde Allah'tan başka mabudlar olsay­dı ikisi de bozulur giderdi» buyurmaktadır.

Bazıları «Haktan maksat Cenab-t Hak'tır» demişlerdir. Nite­kim, İbn Ebi Şeybe, Abd bin Humeyd, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, Ebu Salih'ten, o da İbn Cüreyc'ten böyle rivayet etmektedirler. Zemahşeri de aynı şeyi Katade'den naklederek şöy­le diyor: «Hak, Allah'ın ta kendisidir». Ayetin mânâsı şudur: Eğer Allah onların heva ve heveslerine tâbi olan bir mabud olsaydı, şir­ki ve günahları emretseydi o vakit mabud olmazdı. Fakat yer ve gökleri tutmayan bir şeytan kesilirdi.  [12]

«Biz onlara zikirlerini getirdik». Yani onların zikrini kapsayan kitabı getirdik. Onlara vaz-u nasihat eden kitabı getirdik. Veya on­ların şöhreti, medarı iftiharı olan kitabı getirdik. Veya onların da­ha önce temenni ettikleri zikri onlara getirdik. Onlar temenni ede­rek şöyle diyorlardı: «Eğer bizim katımızda geçmişlerden bir zikr olsaydı kesinlikle biz Allah'ın ihlaslî kulları olurduk.»

Onlar topukları üzerine dönüş yapmak suretiyle zikirlerinden (medar-ı iftiharları, şerefleri olan Kur'an'dan) yüz çevirdiler.

(72) «Yoksa sen...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet daha önceki tevbih ve kınamalardan başka bir tevbi-he intikal demektir. Hitap değiştirilmiştir. Çünkü daha sonra ge­len ayete en uygun olanı budur. Ayetin anlamı şudur: «Yoksa se­nin onlardan peygamberliğe karşılık bir ücret istediğin iddiasında mıdırlar? Bunun için mi sana iman etmiyorlar? Oysa Rabbinin dünyadaki rızkı, Ahiret'teki sevabı daha hayırlıdır.» Yani sen on­lardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın dünya ve Ahiret'te sana verdiği şeyler daha hayırlıdır. Çünkü o hem geniştir, hem de devamlıdır. Onda herhangi bir kimsenin min­neti de yoktur.

«Hare» kelimesi «dahi» kelimesinin karşıtıdır. Maldan çıkarı­lıp herhangi bir kimseye verilen şeye hare denilir. Haraç ise yerin vergisinde ve yerden biten mahsullerin zekâtında kullanılır. Bu tabirde kesret ve gereklilik mânâsı vardır. Onun için bu daha be­liğdir ve bundan dolayı da haraç kelimesi kullanılmıştır.

«O, rızık verenlerin en hayırhsıdır» cümlesi «Rabbinin haracı daha hayırlıdır» sözünün tekididir. Çünkü rızık verenlerin en ha­yırlısı olan bir zatın rızkı herkesin rızkından daha hayırlıdır. Cüb-bai, bu ayetten Cenab-ı Hakk'ın kullarından hiç kimsenin, ver­mekte ona eşit olmadığı ve insanların bazılarının da diğerine nzık verdiği sonucunu çıkartmıştır.

(73) «Kuşkusuz ki sen onları dosdoğru...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki hitap Hz. Muhammed'edir. Ayette iki te-kid vardır. Birisi, «inne» diğeri «lam» kelimesidir. Yani sağlam akılların müstakim olduğuna dair şahitlik ettikleri dosdoğru bir yol üzerindesin. O yolda ithamı gerektiren herhangi bir eğrilik yoktur. Zemahşeri «Bu ayetler Allah tarafından peygamberini ya­lanlayanların aleyhinde hüccet teşkil etmiş ve onların nedenlerini tamamen silip atmıştır» diyor. Yani onlara gönderilen, hali belli olan büyük bir zattır.

(74) «Fakat Ahiret'e iman etmeyenler...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayette bahsedilen   «Ahiret inkarcıları,»   Kureyş  kâfirleridir. Çünkü daha Önceki ayetler onları gündeme getirmiştir. Onları, içi­ne daldıkları dünya lezzetlerini, «bu hayattan başka bir hayat yok­tur» gibi sözlerini çirkin göstermek için Cenab-ı Hak bu vasfı on­lara vermiştir. Bir de hükmün nedenidirler. Çünkü Ahiret'e iman etmek, Ahiret'teki felâketlerden korkmak, inşam hakkı talep etme­ye iten en kuvvetli unsurlardır. Mümkündür ki Ahiret'e iman etme­yenlerden hem Kureyş hem de hasrı inkâr eden yeryüzündeki di­ğer kâfirler kastedilmiş olsun.

«Onlar o yoldan sapıyorlar.» «O yoî»dan maksat Rasûl-ü Ek­rem'in insanları davet ettiği İslâm dinidir. Bazı görüşlere göre o yoldan maksat, yolun kendisidir. Yani onlar bütün yollardan kay­mışlardır. Dosdoğru yoldan kaymaları nerede kaldı ki? Bu yorum onların sapıklıklarının tümüne delâlet etmesi bakımından tercih edilmiştir. Zira bu yorum onların eğri de olsa yol ismini alan her­hangi bir yolda olmadıklarını haber vermektedir. «Bu yol»daxı maksat, cehennem üzerine kurulacak olan «Sırat» değildir. [13]

 

Meal

 

75- Eğer onlara merhamet edip, onlardaki sıkıntıyı kaldır-saydık, onlar yine şaşkın bir halde azgınlıklarında inat eder du­rurlardı.

76- Andolsun  biz onları   (Bedir'de olduğu  gibi)   bir azaba duçar etmiştik de onlar yine Rablerine başeğmemiş, yalvarıp ya-karmamışlardı.

77- Nihayet onlara  (kıtlık gibi)  şiddetli bir azap kapısını açınca, hemen şaşıp kaldılar.

76- O'dur sizler için kulak, gözler ve yürekler peydah eden. Yine de pek az şükrediyorsunuz!

79- Sizleri  yeryüzünde  yaratıp   (yayan  da)   O'dur.  O'nun huzurunda haşrolunacaksınız!

80- Dirilten de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbi­ri ardınca gelip gitmesi O'nun  (emri ile)dir. Hâlâ buna aklınız ermiyor mu?

81- Hayır! Bunlar öncekilerin dedikleri gibi dediler.

82- Onlar dediler ki: «Acaba biz öldüğümüz, toprak ve ke­mik olduğumuz zaman mı, cidden diriltileceğiz?»

83- «Andolsun bu telıdid bize de, bizden önce geçen atala­rımıza da yapılmıştı. Bu öncekilerin efsanelerinden başka bir şey değildir.»

84- (Ey Muhammedi) De ki: «Biliyorsanız (söyleyin), yer­küresi ile onun içinde bulunanlar kimindir?»

85- Onlar: «Allah'ındır» diyeceklerdir. De ki:  «O halde ni­çin ibret almıyor, düşünmüyorsunuz?»

86- De ki: «Yedi göğün ve Büyük Arş'in Rabbi kimdir?»

87 - Onlar:  «Allah'ındır» diyeceklerdir. De ki:  Hâlâ sakın­mayacak mısınız?»

88- (Ey Muhammedi) De ki «Her şeyin hükümranlığı elin­de olan, daima koruyup hükmeden ve kendisi ise korunmaya asla muhtaç olmayan kimdir? Biliyorsanız (cevap verin)!»

89- Onlar: «Bu vasıflar Allah'ındır» diyeceklerdir.  (Ey Mu-hamnıed!) De ki: «O halde niye hayale kapılıyor da (haktan dö­nüyorsunuz?) [14]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(75) «Eğer onlara merhamet edip...»Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki «sikmtı»6&n maksat, onların kötü halleridir. Bazı­ları «Onların mvtrefleri (nimet içinde yüzen zenginleri) Bedir Giu nii'nde azaba duçar olduklarından ötürü onların üzerine gelen deh­şettir» dediler. Yani biz onlara merhamet etsek, zararlarını, ileri gelenlerini geri göndermek suretiyle ortadan kaldırsak, kesinlik­le onlar küfürde, gururda, peygamber ve müminlere düşmanlıkta ifrat ettiklerinden dolayı tuğyanlarına devam edeceklerdir.

Ayetteki «Ya'mehune» fiili «Mütereddittirler» demektir. Bazı müfessirlere göre onların bu tereddütleri, ileri gelenlerinin Bedir Günü'nde Öldürülmelerinden, esir edilmelerinden ileri geliyordu. Bazıları da «Ayetteki sıkıntıdan maksat Ahiret azabıdır» demişler-dir. Yani onlar şenaette, ifratta öyle bir durumdadırlar ki eğer kendilerine merhamet edilse, ateş azabı kaldırılsa, dünyaya geri gönderilseler kesinlikle şiddetli ifratlarından Ötürü eskiden hangi durumda iseler yine o durumun içine girerler. Fakat bu yorumlar ayetin siyakından uzak yorumlardır.

Ebu Hayyan, «Bu sıkıntıdan maksat kıtlık ve açlıktır ki Ra-sûlullah'ın bedduasıyla onlara isabet etmişti» dedikten sonra «Bu, İbn Abbas ve İbn Cüreyc'ten rivayet edilmiştir» diye ilave eder.

(76-77) «Andolsun biz onları...» Bu Ayetlerin Tefsiri

(Biz onları azapla yakaladık», yani açlıkla yakaladık. Onlar bundan ötürü Rablerine karşı zillet göstermediler. Emrine itaat et­mediler, ona iman etmediler! Rasûlullah ile beraber olan şeylere inanmadılar. Fakat meşhur tefsire göre, «Azab»tan maksat, Bedir Günü'nde onların başına gelenler ve esarettir. Onlar üzerlerine azap kapısı açılıncaya kadar bu küfürlerine devam ettiler. Yani Ahiret azabı gelinceye kadar. Onlar bu halleri üzerinde, Kıyamet Günü'­nde onlar üzerine şiddetli bir azap kapısını açana kadar devam et­tiler. Yani ölünceye kadar devam ettiler. Onlar ansızın o kapıda veya azabın içinde veya o kapının açılmasından Ötürü kendilerini mütereddit, hayrete dalmış, her hayırdan ümitsiz bir şekilde gör­düler.

Bazı müfessirlere göre bu kapıdan maksat, Rasûlullah'in mü­minlerle beraber Fetih Günü'nde onlara galip gelmesidir. Onlar Fetih Günü'nde artık vehmettikleri bütün hayırlardan ümitsiz ol­dular.

ton Cerir «Bu onlara isabet eden kıtltğa işarettir» derken, İbn Abbas «Bu kapı onların Bedir Günü'nde öldürülmeleridir» fikrin­dedir. Zahire göre bu ayet Medine Dönemi'nde nazil olmuştur. Mekke Dönemi'nde nazil olduğunu iddia edenler «Burada gelecek bir hadise geçmiş gibi gösterilmiştir ,çünkü muhakkak olacaktı» diye iddia etmişlerdir.

(78) «O'dur sizler için...»Bu Ayetin Tefsiri

Size, nazil olan veya kevni ayetleri hissetmeniz için kulak ve göz vermiştir. O ayetleri düşünmeniz için sizde kalpler yaratmış­tır ki onlarla diğer yararlara varabilesiniz. Cenab-ı Hak evvelâ ku­laktan bahsediyor. Çünkü onun yararları çoktur. Kulak mânâsına gelen «Sem'» kelimesi tekil olarak getirilmiştir. Çünkü bu kelime aslında mastardır. Tekil, ikil, çoğul hepsi de bu kelimede aynı mâ­nâdadır. Bazıları da «Bu kelime tekil olarak getirilmiştir. Çünkü onunla idrak edilenlerin sadece bir teki (yani sesler) idrak edilir» demişlerdir. Göze gelince, onunla ziyalar, renkler, oluşlar, şekil­ler ve çok çeşitli şeyler görülür. Kalpte de tasavvurat ve tasdikat-tan çok çeşitler idrak olunur.

Ayette hissî ve aklî delile işaret vardır. «Siz az şükrediyorsu­nuz» cümlesinden maksat, o büyük nimetlere karşı yaptığınız şü­kür azdır demektir. Çünkü şükürde esas olan, haddi zatında birer nimet olan kuvveleri niçin yaratılmışsa orada sarfetmektir. Bu hi­tap mümin ve kâfirlerin hepsine şamil olursa o vakit müminler için az şükretmek tağliben bahis konusu olur. Çünkü kâfirler hiç şük­retmezler ve bu hitabın sadece kafirlere olması da muhtemeldir. Bu da az şükrediyorsunuz (yani hiç şükretmiyorsunuz) mânâsını ifade eder. Bazı kimseler «Hitap sadece müminleredir» demişlerse de bu yorum hiçbir fayda ifade etmez. Bazıları da «Hitap sadece müşrikleredir ve azlık da hakiki mânâsında azlık olarak mütalaa edilebilir» demişlerdir.-

(79-80) «Sizleri yeryüzünde yaratıp.,. Bu Ayetlerin Tefsiri

«Zerea» yarattı ve yeryüzüne yaydı demektir. «Onun katında haşrolunacaksınız», yani Kıyamet Günü'nde ayrılacak ve sadece Allah'ın huzurunda biraraya geleceksiniz. Bu «Artık niçin Allah'a iman etmiyor veya şükretmiyorsunuz1?» manasınadır. Sizi dirilten ve öldüren sadece O'dur. Bu hadisede O'nun herhangi bir ortağı yoktur. Gecenin ve gündüzün değişikliği O'nundür. Yani onları değiştiren ve "birbirlerinin peşinden gelmelerini sağlayan O'dur. Veya gece ile gündüzün birbirlerini takip etmesi Allah'ın emri ve onun hükmünün böyle olması içindir. Hâlâ akıl edemediniz mi? Yani niçin düşünüp de akıl edemiyorsunuz? Düşünce neticesinde hepsi­nin Allah'tan olduğunu ve bütün mümkünatın Allah'ın kudretine dahil olduğunu çözemediniz mi?

(81-83 «Hayır! Bunlar öncekilerin...» Bu Ayetlerin Tefsin

Biz ve atalarımız bu tehdide maruz kaldık. Çünkü hasrı haber veren peygamberler «Her Ölen haşrolunacaktır» diyorlardı. Veya ayetin mânâsı «Bizim atalarımız daha önce de böyle bir tehdide maruz kaldılar. Bu tehdid ancak geçmişlerin yalanlarından ibaret­tir» şeklindedir. Ayetin metnindeki «esatir» kelimesi «ustura»uın çoğuludur. Yazılan hurafeler, efsaneler mânâsını ifade eder. Bu yorum Müberred ile cemaanın yorumudur. Bazıları «Bu kelime es-tarın, estar da satırın çoğuludur» demişlerdir. Yani çoğulun çoğu­ludur. Fakat Zemahşeri'nin de ifade ettiği gibi birinci yorum ayete uygun düşer. Çünkü tekili çoğul yapmak kıyasa daha uygundur.

(84) «(Ey Muhammedi) De ki...»Bu Ayetin Tefsiri                                                               

Cenab-i Hak bu ayette Hz. Muhammed'e «Yer ve yerde bulu­nan bütün mahlûkat, eğer biliyorsanız, kimindir? diye sor» diyor. Şartın cevabı istifham onun üzerine delâlet eder diye burada haz-fedilmiştir. Eğer siz ilim ehlindenseniz, akıllılardan iseniz veya bu işi bilenlerdenseniz, bundan bize haber verin! Ayet, onların ce­haletin doruğuna çıkmış olduklarını dolayısıyla ortaya koymak­tadır.

(85) «Onlar: Allah'ındır, diyecekler...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar «Bu Allah'ındır» diyecekler. Çünkü aklın bedaheti onla­rı böyle söylemeye mecbur etmektedir. Yani yer ve yerde bulunan bütün mahlûkat Allah'ın mülküdür. Onlar bunu itiraf ettiklerinde kendilerini susturmak için onlara «O halde siz neden bunu bildi­ğiniz ve söylediğiniz halde, başlangıçta yer ve yerde bulunanların hepsini yaratanın kim olduğunu hatırlamıyorsunuz ve O'nun ikin­ci kez onları diriltip haşre göndermeye kadir olduğunu bir türlü ikrar etmiyorsunuz? Çünkü başlangıç, iade etmekten daha zor-dur» diye sorulur.

(86) «De ki: Yedi göğün...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin sonundaki «EVAzîm» kelimesi eğer esre ile okunur­sa Arş'ın, ötre ile okunursa Rabbin sıfatı olur. Burada iki mânâ da caizdir.

(87) «Ottiar: Allah'ındır, diyecekler...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «Niçin ittika etmiyorsunuz?» ifadesi, bunu bildi­ğiniz halde niçin kendinizi bildiğinizle amel etmek suretiyle azab-tan korumuyorsunuz anlamına gelmektedir. Zira Allah'ı ve onun söylediği hasrı inkâr ediyorsunuz ve Allah'a ortak koşmaya çalı­şıyorsunuz.

(88) «(Ey Muhammedi) De ki: Her şeyin...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin metnindeki «Melekut» kelimesi mülkün mübalağa-sidir. Onunla zahir ve kapsayıcı olan mülk kastedilmektedir. Bazı kimselere göre malikiyet (mülke sahip olmak) ve müdebbiriyet (mülkü idare etmek), melekut kelimesiyle ifade edilmiştir. Bazı­ları da «Meîekut'tan maksat hazinelerdir)} der. «Her şeyin mele­kutu O'nun elindedir» cümlesi, «Her şeyin hazinesi O'nun elin­dedir» anlamındadır.

«O korur», yani dilediğini dilediği felâketten muhafaza eçier. Veya dilediğini dilediğinden men eder. O korunmaz. Yani hiç kim­se ondan herhangi bir şeyi koruyamaz. Eğer biliyorsanız durum budur. Bu cümle onların cahil olduklarını tekrarlamak için kul­lanılmıştır. Yani bilmiyorsunuz, cahilsiniz!

(89) «Onlar: «Bu vasıflar...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar, «Her şeyin melekutu Allah'ındır» diyecekler. Allah'tan hiç kimse herhangi bir şeyi men edemez. Onların cehaletlerini baş­larına vurmak maksadıyla «Acaba siz neden veya nasıl aldatılıyor­sunuz? Bunu bildiğiniz halde nasıl oluyor da haktan ve doğruluk­tan uzaklaşıyorsunuz? Zira büyülenmemiş veya aklı karışmamış bir kimse böyle davranamaz» denilmektedir. Bu ayetlerdeki soru­larda terakki kaidesi gözetilmiştir. Evvelâ yer ve yerdeküerin ki­min olduğu sorulmuş ve akıllılar için kullanılan «men» kelimesi zikredilmiştir. Çünkü akıllılar Allah'ın olduktan sonra akılsızların, (cemadatın) O'nun oluşu evleviyetle (uygunlukla) geçerlidir. Sonra Allah, göklerin ve Büyük Arş'm kimin olduğunu sormuştur ki gökler ve Arş'a nisbeten yeryüzü bir hiç mesabesindedir. Sonra Allah tarafından her şeyin melekutunun kimin elinde olduğu so­rulmuş ve genelin geneli böylece getirilmiştir. İhata kelimesini kullanmış ve genişlik mânâsına olan melekutu «mülk» yerine ifa­de buyurmuştur. [15]

 

Meal

 

90- Hayır! Biz onlara doğruyu getirdik. Onlar ise yalancı kimselerdir.

91- Allah oğul edinmemiştir. O'nunla beraber hiçbir mabııd yoktur. Şayet olsaydı her mabud, yarattığı ile müstakil olurdu. Biri diğerinden üstün çıkardı. Allah onların nitelemelerinden ta­mamıyla münezzehtir.

92- Allah gaybı ve şehadeti  (gizli ve açık olanı) bilendir. Allah onların şirk koştukları şeylerden yücedir.

93- (Ey Muhammed!) De ki: «Ey Rabbim! Eğer onlara va-adedilen azabı bana göstereceksen.»

94- «Ey Rabbim! Beni o zalim kavim arasında kılma.»

95- Biz onlara vaadettiğimizi (azabı)  sana göstermeye el­bette kadiriz.

96- Onların kötülüklerini en güzel bir şekilde karşıla. Biz onların  (seni nasıl) nitelendirdiklerini daha iyi biliriz.

97- De ki:  «Ey Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.»

98- «Ey Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından dada­na sığınırım.»

99- Nihayet onların birine ölüm gelince: «Ya Rabbi! Beni dünyaya döndür» der.

100- «Olabilir ki (bu kez) zayi ettiğim (ömrümün karşılığın­da) salih amel işlerim.» Hayır! Bu sadece onun sözüdür. Onların önlerinde tekrar dirilecekleri güne bir berzah (engel) vardir.

101- Sur'a üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında akra­balık kalmaz. Birbirlerinin durumunu sormazlar.

102- Kimin tartılan ağır gelirse, işte onlar umduklarına eren­lerdir.

103- Kimin de tartılan hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanlardır. Cehennemde ebedi kalırlar.

104- Onlann yüzlerini ateş yalar ve onlar- orada acıdan sı-ntır, kalırlar. [16]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî

 

(90-92) «Hayır! Biz onlara.,.» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayet metnindeki «Et-Hak»tdjn maksat Kiyamet'in geleceği za­mandır. Ayrıca tevhid de kastedilmiştir. Onlar, «Bu ancak geç­mişlerin yalanlandır» sözünde ve tevhide ters düşen fikirlerinde yalancıdırlar.

«Allah evlât edinmedi». Çünkü Cenab-ı Hak herhangi bir şeye muhtaç değildir. Ölümsüzdür, ezelidir. Yerine geçecek herhangi bir naibe ihtiyacı yoktur. Ve muvasalattan münezzehtir. Onunla beraber umumiyette müşterek olan bir mabud da yoktur. Eğer olsaydı herkes yarattığını elinde tutar ve tasarruf bakımından tek başına yarattığında tasarruf ederdi. Onun mülkü diğerinin mül­künden ayrılırdı ve onların bir kısmı diğerine galebe çalardı. Ya­ni aralarında harp olurdu. Tıpkı dünyadaki padişahlar arasında ol­duğu gibi.

Bu ayet-i celüeden anlaşılan şartî cümlenin gereklerinden olan lüzum, aklî lüzum değil normal bir lüzumdur. Onun için «Bu ayet tevhidin kesin değil iknai bir deliline işarettir» denilmiştir. Ayet­te çocuğunun olmadığına dair bir delil getirilmedi. Çünkü bu sö­zün fasid olduğu apaçık ortadadır. Veya beraberinde mabud ol­madığına  dair getirilen delil çocuğunun da olmamasına delâlet eder. Çünkü ilâhın oğlunun da ilâh olması gerekir. Zira çocuğun, babanın cinsinden ve cevherinden olması kesindir.

«Allah onların koştukları vasıflardan uzaktır» cümlesi, Ce-nab-ı Hakk'm çocuktan, ortaktan münezzeh olduğu konusunda mübalağa getiren bir cümledir. «Gayb ve şehadet alimidir», yani her gayb ve her şehadeti bilir. Zira gayb ve şehadet kelimeleri üze­rindeki eliflamlar cins ve istiğrak içindir. «Alim» kelimesi esre ile okunursa «Allah» kelimesinin bedeli veya sıfatı olur; çünkü ((alim» kelimesinden subut ve istimrar kastedilmektedir. Böylece el-gayb kelimesine izafe edilince ma'rife getirilir. Celâl lâfzı olan Allah da ma'rifedir, sıfat da olabilir. Kurra ehlinden bir grup Ötre ile oku­muştur. Yani «O alimdir» mânâsına gelir. Mukadder bir mübte-danın haberi yapmışlardır. Alim kelimesi ister esre ile isterse öt­re ile okunsun, denildiği gibi ortağın olmadığına dair başka bir de­lile işarettir. Çünkü müslümanlar da müşrikler de Cenab-ı Hakk'ın sadece gayb ve şehadeti bildiğinde ittifak etmişlerdir.

Ayetin metnindeki «Teâlâ» kelimesi fiildir, faili Allah'a raci-dir. Ve Cenab-ı Hakk'm gayb ve şehadeti bilen olduğuna tefriğdir ve O'nun işaret ettiği delilin bir neticesidir.

(93-94) «{Ey Muhammedi) De ki... » Bu Ayetlerin Tefsiri

«Onlara vaadedüen azap» köklerini kesen dünya azabıdır. Ahi-ret azabı ise henüz ortada değildir ki Rasûl-ü Ekrem'e gösterilmiş olsun.

«Beni zalim kavimden kılman ifadesinin mânâsı beni onlara arkadaş etme, içinde bulundukları azaba beni duçar etme demektir. Burada Rab kelimesi kullanılmıştır. Çünkü bu kelime Cenab-ı Hakk'ın her şeyin sahibi ve kulların maslahatını gözetici olduğuna işaret etmektedir. Basûl-ü Ekrem'e, kendisini zalim kavimden kıl­maması için Allah'a dua etmesinin emredilnıesi, onun büyük bir ko­runma içerisinde olduğunu ve o azabm fecaatini göstermek için­dir. Öyle ki bu azabın kendisini yakalamaya hemen hemen gücü olmayan bir kişinin dahi ondan istiaze etmesi gereklidir. Bu, kâ­firlerin istihza yoluyla acele olarak azap istemelerinin ve azabı inkâr etmelerinin reddini içermektedir.

(95) «Biz onlara vaadettiğimiz...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak burada, vaadedilen azabı getirmeye kadir oldu­ğunu söylüyor. Fakat bunu yapmayacak ve azabı onlara sonradan tatbik edecektir. Zira Cenab-ı Hak onların bir kısmını veya bir kısmının neslinden gelenlerin gelecekte iman edeceğini biliyor. Veya peygamber onların içinde iken Cenab-ı Hak onlara azap ver­miyor Bazıları ayeti; «Onlar için hazırlanan azabı, Allah Hz. Pey-gamber'e göstermiştir. Bu da Bedir Günü'nde veya Mekke'nin fethinde onların başına gelenlerdir» şeklinde yorumlamışlardır. Fa­kat Şeyhülislâm Ebussuud Efendi bu yorumun uzak olduğunu ifa­de ediyor. Çünkü onlara vaadedilen azap korkunç ve köklerini sö­kecek bir azaptır. O azap Rasûl-ü Ekrem'in elinden sadır olmaya­caktır. Çünkü böyle olmasını iktiza eden ilâhî bir hikmet vardır.

(96) «Onların kötülüklerini...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani hasenelerin (iyiliklerin) en güzeliyle seyyieyi (kötülüğü) bertaraf et. Şöyle ki: Kötülük yapanın kötülüğü karşılığında gü­cün yettiği kadar iyilik yap. Eğer genel bir şekilde iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa bazı noktalarda iyilik yap. Veya ona kötülük etmekten vazgeç!

Bu ayette Râsul-ü Ekrem şerefli şanına yakışır güzel ahlâka teşvik edilmektedir. Böylece bu kelâm «Basene ile seyyieyi defet» demekten daha beliğ bir mânâ ifade eder. Çünkü ahsene ism-i taf-dildir. En güzel veya hakiki mânâsında kullanılmıştır. Mümkün­dür ki bu «en giizehûik iyilik ile kötülük arasında olsun. Yani ha-senenin hasenat babında, seyyienin de seyyiat babındaki kabarma­sından daha fazladır. Tıpkı «Bal, sirkeden daha tatlıdır» sözün­de olduğu gibi. Yani balın tatlılar sınıfındaki zirvesine sirke ekşi­ler sınıfında varamamıştır,

«Biz onların (seni nasıl) vasıflandıracaklarını biliyoruz» cüm­lesi Rasûl-ü Ekrem'e bir tesellidir. Aynı zamanda bu ayette onların cezalandırılacağı tehdidi de vardır. Aynı zamanda ayetten Rasûl-ü Ekrem'in, emrini Allah'a nasıl tevfiz edeceğinin iş'arı da bahis ko­nusu edilmektedir.

(97-98)  «De ki: Ey Rabbim!..» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Şeytanların hemezelerbmden maksat, vesveseleri ve Allah'ın emrine ters gelen yöndeki kışkırtmalarıdır. Hemzenin cem'idir. Aslında elle veya üzengi ile hayvanı koşturmak için ona vurmak demektir. Vesveseye ve günahlara kışkırtmaya «hemz» denilmiş­tir. Çünkü ikisinin arasında zahiri bir benzerlik vardır. Çoğul ge­tirilmesinin sebebi şeytanların çokluğundan, her birisinin ayrı bir vesvesesi olmasındandır. «Hazır olmalan»nû&n maksat, herhangi bir halde insanın etrafında dönmeleri, gidip gelmeleridir. Bunu namaz ve Kur'an ile tahsis etme görüşü İbn Abbas'tan rivayet edil­miştir. Ecelin geldiği hali tahsis etmek ise İkrime'den nakledilmiştir. Çünkü bu haller diğer hallere nazaran şeytanın vesveselerin­den Allah'a sığınmaya daha uygundur. Hele son nefesteki hal!..

İbn Zeyd ayetin anlamının genel olduğuna meyletmiştir. Şey­tanın vesveselerinden Allah'a sığınmanın sonrasında şeytanın et­rafımızda hazır bulunmasından sığınmanın mânâsı, bu durumun tehlikeli olduğunu sergilemektir. «Euzu» fiilini «Rabbi» nidasıyla tekrar etmenin anlamı, emredilene şiddetle itina göstermenin ge­rekli olmasıdır. Uyku halinde bu sığınma duasını okumak sünnet­tir.

«Nihayet onların birine...» Bu Ayetlerin Tefsiri          

99. ayetin sonunda «Beni dünyaya geri gönder» mânâsına gelen «irciunî» kelimesi, çoğul sigası olarak kullanılmıştır. Muha­tap olan Cenab-ı Hakk'ın tazimi içindir. Nitekim şair de «Ey Mu~ hammed'in mabudu! Bana merhamet ediniz. Eğer ben merhamete ehil değilsem sen affetmeye ehilsin» demiştir Burada da «erham-ni» yerine «erhamuni» kullanılmıştır. Hakikat şudur ki hem mu-tekellimin hem de muhatabın yerine bu tabir kullanılmıştır. Hat­ta gaib zamirinde dahi bu tazim olabilir. Bunu inkâr etmek doğ­ru bir yol değildir. Bazı kimseler «Buradaki çoğul mânâsım ifade eden «vav», muhatabların melekler olması dolayısıyladtr» demiş­lerdir. Ayette bir muzaf takdir edilir. Yani «Ey Rabbimin melek­leri' Beni dünyaya gönderiniz.» Bazıları «Rab kelimesi bu ayette istigâse (imdat) mânâsında kullanılmıştır m Yani Allah'tan imdat istemiş ve «beni döndürünüz» hitabı meleklere yapılmıştır.

El-Mazini «Cemi zamirinin getirilmesi tekrar üzerine delâlet etmek içindir» diyor. Sanki kişi «Yarab! Beni döndür, beni dön­dür, beni döndür» dermişçesine çoğul kullanılmıştır.

«Umulur ki bıraktığımda bir salih amel işlerim» cümlesindeki «bıraktığımdan» maksat, terkettiğin imandır. «Lealle» kelimesi burada terecci (ummak) mânâsına gelmiştir. Bu ya salih amel ile imana racidir —çünkü kişi geri döndürülmeyeceğim biliyordu— veya sadece amele racidir. Çünkü kişi eğer döndürülür veya dö­nerse imanının tahkiki bahis konusu olur.

Bazıları «Terkettiğim kelimesinden maksat mal veya dünya sevgisi demehtir» derler. Yani malımda ve dünyamda salih bir amel işlemem için beni gönder.

Dünyaya dönme talebi sadece kâfirlerin Özelliklerinden değil­dir. Zira İbn Abbas zekâtı vermeyen ve hac yapmayanların da dün­yaya dönmeyi —ölüm anında— isteyeceklerini rivayet etmektedir. Deylemi, Cabir bin Abdullah'tan Allah Rasûlü'nün şöyle buyurdu­ğunu rivayet ediyor: «İnsan Ölümle karşı karşıya geldiğinde insanı haktan men eden her şey onun gözünün önüne getirilir. İşte o za­man. «Yarab! Beni döndürünüz. Umulur ki ben terkettiğimde salih bir amel işlemiş olayım» der». İşte bu haber de terkedilenden mak­sadın mal olduğunu teyid eden bir haberdir.

Ayetteki «Kellâ» kelimesi gönderme talebini yasaklama, mânâ­sını ifade eder. Yani «Yarab! Beni gönderiniz» sözü onun söyledi­ği bir kelimedir. Şüphesiz ki bu maksadına ermeyecektir. Ve bu hasretin onu boğması ve pişmanlığın ona musallat olması sebebiy­le de bu kelimeyi söylemekten vazgeçmeyecektir. «Kelime» burada kelâm mânâsına gelmektedir. Yoksa tek kelime demek değildir. Tıpkı şehadet kelimesinde kelimenin kelâm mânâsında kullanılmış olması gibi. Nahiv alimlerine göre bu deyim mecaz, lûgatçılara göre ise hakikattir. Yani lügat alimleri bir kelâma hakiki olarak «kelime» derler. Bazıları «Bu meşhur bir mecazdır» demişlerdir.

«Onların önünde berzah vardım, yani onlarla dünyaya dönüş arasına girecek bir perde vardır. Bu da kabirlerinden haşre gönderildikleri güne (yani Kıyamet'e) kadar devam eder. Bu ayet on­ların dünyaya dönüşlerini muhale (imkânsıza) bağlıyor. Yani bu perde kalkarsa dünyaya dönebilirler. Halbuki bu perde kalkmaz. Tıpkı «Kâfirler, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete dahil olamazlar» ayetinde olduğu gibi.

îbn Zeyd'e göre, «Onların önünde berzah vardır» teriminden maksat, onların önünde ölüm ile Kıyamet'e gönderilmeleri arasın­da bir perde vardır, o perde onların Kıyamet'e gönderilecekleri zamana kadar devam eder demektir.

Bazıları «Onlarla tam cezayı veya sevabı almak arasında Kı­yamet'e kadar devam eden bir berzah vardır. Kıyamet geldiği za­man onlar tam manâsıyla amellerinin karşılığı olan cezaya çarp­tırılırlar» demişlerdir.

Buradaki «Sûr'a üfürülüş»ten maksat ikinci üfürülüştür. Bu üfürme olduğunda ölüler mezarlarından haşre gönderilirler ve Kı­yamet kopar. Bazıları «Ayetin mânâsı cesetlere ruhları üfürüldü-ğünde demektir» dediler. Bu yoruma göre sûr kelimesi suretin ço­ğuludur. Ondan boru kastedilmez. Bu yorum İbn Abbas'ın Hasan Basri ve İbn İyad'm «Fissuvar» şeklindeki okuyuşlanyla da teyid edümektedir. O zaman «Suvar» kelimesi suretin çoğulu olur. Ay­rıca îbn Rezin'in «Fissivari» şeklindeki okuması da yorumu des­teklemektedir. Çünkü gerek «Suvar», gerekse «Sivar» kelimelerinin ikisi de suretin çoğuludur, kesinlikle boru mânâsına gelmez. Esas olan şudur ki bütün kıraatin mânâları uygundur. Boru mânâsında olan Sûr'a üfürülmekle şekil ve iskelet mânâsına gelen surete üfü-rülmek arasında herhangi bir mubayenet yoktur. Zira habere gö­re ruhun bedene üfürülmesi Sûr.'â ikinci üfürülüş anında olur.

«O gün onların aralarında nesepler diye bir şey bahis konusu değildir» yani Sûr'a üfürüldüğü zaman dünyada.olduğu gibi arala­rında soy bahis konusu olamaz. Yani soy hiçbir kimseye hiçbir şey kazandırmadığı için, sanki yok demektir. Zira Kıyamet'in deh­şeti korkunçtur. Her nefis kendisiyle meşguldür. Kişi kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve çocuklarından kaçar. [17]

 

Kıyamette Hiç Kimse Kimsenin Halini Sormaz

 

101. ayetin son cümlesinde yer alan «Onlar birbirlerine sor­mazlar» ifadesinin mânâsı birbirlerinin hâlini, içinde bulundu­ğu durumu sormazlar demektir. Çünkü herkes kendisiyle meşgul­dür. Hiç kimse ebnayi cinsinin hâline durup bakamaz. Bu, Sûr'a ikinci defa üfürülüşün hemen akabinde ve o gündedir. Sanki bu iki hüküm de ikinci nefha (üfürme) tahakkuk ettikten ve onların katında bunun niçin tahakkuk ettiği bilindikten sonra olur. O za­man «Bizi mezarımızdan kim çıkarmıştır?» sorusu, ikinci nefha-tıın durumu onların katında tahakkuk etmezden öncedir. Muhte­mel ki bu iki hüküm de bu sözü söylemeden önce emrin başlangı­cında olsun. Sanki onlar o bağırmayı işittiklerinde nesep ve başka nesneler dahil olmak üzere her şeyden gafil olurlar. Tıpkı uyku halinde olan bir kişiye korkunç bir şekilde bağırıldığı zaman uy­kusundan korku ve dehşet içerisinde kalkıp, çevresindeki her şeyi unutması gibi. Durum böyleyken o halde mahşere gelenlerin deh­şeti biraz sükûnete kavuşunca içlerinden biri «Bizi mezarımızdan haşre gönderen kimdir?» der.

Bazıları bu ayeti şöyle yorumlamışlardır: Bu, sual yoluyla de­ğildir. Yani «Bizi kim mezarımızdan haşre göndermiştir?» cümlesi bir soru değildir. Her iki ihtimale göre, bu ayet ile Kıyamet Gü-nü'nde kâfirler hakkında «Onlar birbirlerine yönelip soruyorlar» ayetiyle herhangi bir tasdik bahis mevzuu değildir. Keza mümin­ler hakkındaki «Bir kısmı diğerine yönelip soruyorlar» ayetiyîe de ters düşmemektedir. Zira kâfirlerin menfi olan sorgusu bir yerde, müminlerin müsbet olan sorgusu da başka bir yerde yapılacaktır. Belki de ikinci üfürülüşten uzun bir zaman sonra kâfirler bunu cehennem katında soracaklardır. Müslümanlar da uzun bir zaman, ikinci üfürülüşten sonra, cennette bunu sorabilirler. Nitekim önündeki ayetlere bakıldığında böyle anlaşılıyor.

Kâfirler için tesbit edilen ve müsbet olarak gelen sual ise bu­nun Ötesinde bir sualdir. Cenab-i Hak bu suali niçin sorduklarını «Onlar bize sağdan geliyordunuz derler» ayetiyle izah ediyor. Ve yine Cenab-ı Hak «Onlardan birisi, muhakkak benim için bir ar­kadaş vardı der» ayetiyle de müminlerin, ehli cennetin birbirlerin­den sorduklarını izah ediyor. Bu soru herhangi bir zararı defetmek veya herhangi bir yararı celbetmek için değildir. Olsa olsa ünsiyet peydan etmek içindir.

(102-104) «Kimin tartılan ağır gelirse...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Mevazi»\erden maksat, inanç ve amellerinden olan hasenele-. rinin tartıl malarıdır. «Mevazin» kelimesinin mizanın çoğulu olup «terazi» mânâsına gelmesi de mümkündür. Bu ikinci yoruma göre mânâ şöyledir: Kimin terazileri, haseneleriyle ağır basarsa işte kurtulanlar onlardır. Bütün isteklerine nail olmuşlar ve kaçınıl­ması gereken her felâketten de korunmuş, kurtulmuşlardır.

«Hafif gelen mizanlardan güzel ameller veya hiçbir kıymeti" olmayan kötü ameller kastedilmiştir. Bu yorum ulemanın «kâfir­lerin amellerinin tartılıp tartîlmayacağı» konusundaki ihtilafların-dan ileri gelmektedir. «Tartılır» diyenler birinci yorumu, «tartıl­maz» diyenlerse ikinci yorumu benimsemiş oluyorlar. Bu ayet da­ha önce Araf Suresi'nde de geçmişti.

«Neftilerine zarar vermek» ifadesinden maksat, nefsin kemâl zamanım zayî etmeleri, kemâli elde etmek için mevcut olan isti­dadı yok etmeleridir. İki ayette de ism-i işaret olan «ülâike» kelimesi mefsul anlamındadır. Çoğul olarak getirilmesi, mefsulun mâ­nâsına bakar. Nitekim iki tane müfred zamir de mefsulun lâfzına bakarak getirilmiştir.

Ayetin metnindeki «Telfehu» fiili ateş alevinin bir şeye do­kunması mânâsına gelen «Lefh» kökünden gelir. Zeccac'm dediği­ne göre lefh, etki yapmak konusunda nefihten daha etkilidir. Ayet­ten maksat «Onların yüzlerini ateş yakıyor» dur. Cenab-ı Hak yüz­leri betahsis zikretmiştir. Çünkü azaların en nazik olanı yüzdür. Onun halini açıklamak inşam ateşe götüren masiyetlerden kaçma­ya daha elverişlidir. İşte failden önce onun getirilmesi bu sırra binaendir.

O dokunan ateşin etkisiyle onların dudakları dişlerinden uzaklaşır ve dişler ortada kalır. Tirmizi'nin ve Cemaa'nın Ebu Said el-Hudri'den, onun da Rasûlullah'tan rivayet ettiği bir sahih ha­diste Rasûlullah (S.A.V.); «Ateş onlan yakar, üst dudakları tâ te­pelerinin ortasına varır. Alt dudakları da göbeklerine değecek ka­dar uzatılır» buyurmaktadır. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre «Dudağın dişlerden uzaklaşması» yüzün buruşmasından ileri gel­mektedir. [18]

 

Meal

 

105- (Allah onlara): «Size ayetlerim okunurdu da siz onları yalanlardınız değil mi?»  (der).

106- Onlar derler ki: «Ey Rabbimiz! Azgınlığımız bizi aldat­tı. Biz bir sapıklar topluluğu idik.»

107- «Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bîr daha döner­sek, muhakkak ki biz zalimleriz.»

108- (Allah) der ki: «Sinin orada, benimle konuşmayın.»

109- «Zira kullarımdan  bir grup:  «Ey Rabbimiz, biz iman ettik. Bizi bağışla. Sen merhametlilerin en merhametlisisın» de­mişlerdi.»

110- «Fakat sizler onları alaya aldınız. Sonunda bu davranı­şınız size beni yâd etmeyi unutturdu. Siz hep onlara gülüyor­dunuz.»

111- «Ben de bugün onlara sabretmelerinin karşılığını ver­dim. Doğrusu  onlar kurtulanlardır.»

112- (Allah)   onlara:   «Yeryüzünde  kaç  yıl kaldınız?»  diye sorar.

113- Onlar:  «Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. tşte sayanlara sor» derler.

114- (Allah): «Sadece az bir süre kaldınız. Keşke bilmiş ol­saydınız» der.

115- «Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzuru­muza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?»

116- Hakk hükümdar olan   Allah eksik  sıfatlardan yücedir. O'ndan başka mabud yoktur. O'dur Arş-ı Kerimin Rabbi!

117- Her kim Allah ile beraber varlığına dair hiçbir delili bu­lunmayan bir mabuda ibadet ederse, onun hesabı ancak Rabbi-nin yanındadır. Çünkü kâfirler umduklarına eremezler.

118- De ki: «Ey Rahbim! Bağışla, merhamet et. Sen merha­metlilerin en hayırhsısın.» [19]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(105) «(Allah onlara); Size ayetlerim...» Bu Ayetin Tefsiri

Onları kovmak, kınamak ve hatırlatmak için bu söz kendile­rine Allah tarafından söylenmektedir. Onlar neyle bu ateşe müs-tehak olmuşlardır? Bu elem verici azap onlara nereden geliyor? Bunu hatırlatmak hususunda bu söz söylenmiştir. Yani dünyada iken size ayetlerim okunmuyor muydu? Siz ise dünyada o ayet­leri yalanlıyordunuz.

(106-107) «Onlar derler ki: Ey Rabbimiz!'.,» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Galabet», istilâ etmek mânâsmdadır. Yani kötü istidadımızın gereği olarak meydana gelen şekavetimiz bize galip geldi, bizi kap­sadı, mülküne aldı. «Şikvetuna» veya «şekavetuna» tarzmcla oku­nan kelime, mastardır. Mânâsı saadetin tam tersi demektir. Cemaa bu kelimeyi kötü amellerinden ötürü onların Allah tarafından müs-tehak olacakları kötü ceza mânâsında kullanmıştır. Mutezile'nin cumhuru da bu kelimeyi böyle yorumlamıştır.

Eş'ariler «Bu kelimeden maksat, Cenab-ı Hakk'tn ezelde onlar için yazmış olduğu küfür ve isyanlardır» şeklinde yorum getirirler. Cübbai, «Bu kelimeden maksat, arzularını dünyada iken yerine firetirmeleridiry) der. O zaman bu musebbebin sebebe ircası kabilin­den olur. Bu yorumların hangisi tercih edilirse edilsin mağlûp ol-malarının şekavetlerine nisbet edilmesi, onu kendisinden bu fiilin tahakkuk etmesine benzetmesi itibariyledir. Böylece kelâmda is­tiareyi mekniye ve tahliliye vardır. En doğrusu bu kelâmın tem­sil yerine kabul edilmesidir.

Onların bu kelâmdan maksatları bütün yorumlara binaen Allah'ın aleyhlerinde oluşan hüccetini itiraf etmektir. Çünkü bü­tün bu yorumlara binaen bu şekavetin menşei onların kendilerin-dedir. Sanki onlar «Ey Rabbimiz! Bizim üzerimize bir emir galip geldi ki onun menşei bizim zatımızdır ve ondan ötürü biz haktan sapıtan ve bize okunan ayetleri yalanlayan bir kavim olduk. Öy~ leyse bize azap etmende sana herhangi bir zulüm nisbet edilmez» demişlerdir.

Bu sözün bir özür olması mümkün değildir. Onlar Allah'ın kendileri hakkında bildiğiyle onların üzerine, yazdığı küfürle ken­dilerini mazur gösteriyor değillerdir. Yani «Bizim aleyhimizde yaz-dığın şekavet bize galip geldi. Biz senin ilminde sapıklıkta olan bir kavim idik. Veya senin bildiğin veya yazdığın bize galip geldi. Biz de bundan Ötürü sapıtan bir kavim olduk. O halde bizden mey­dana gelen ayetlerini yalanlamayı bertaraf etme gücü bizde yok­tum. Eğer ifade böyle olsaydı ilim cehalete inkılab ederdi, bu da muhaldir. Çünkü bu haddi zatında bâtıl bir iddiadır. Özür dile­meye de elverişli değildir. Çünkü Cenab-ı Hak bildiğini yazmıştır ve ancak onların haddi zatında üzerinde bulunduklarını bilmiştir. Yani bilmiştir ki onları kötü seçişe götüren kötü istidatları vardır. Zira ilim malûma tabidir. Şu ayetler onların itirafta bulundukları­nı desteklemektedir: «Ey Rabbimiz! Bizi ateşten çıkar ve bizi dün­yaya geri gönder. Eğer biz bundan sonra da daha önceki hayatımız­da üzerinde bulunduğumuz küfür ve isyan üzerinde bulunursak kesinlikle biz zulümde hududu aşmış oluruz». Evet, bu birinci sö­zün bir itiraf olduğunu destekler. Çünkü onların böyle bir talebcüret göstermeleri daha öncekinin itiraf olmasına daha uygun dü­şer. Çünkü itiraf çoğu kez kendisine karşı günah işlenenin günah işleyen hakkındaki öfkesini kolaylaştırır. Özür dilemek de böyley­se de itiraf kadar etkili olamaz.

(108-111) «(Allah) der ki: Sinin orada...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Allah onları en şiddetli bir şekilde ümitsiz kılmak için «Ateş­te zelil olun. Kovulmayı kabul eden köpekler gibi kovulmayı kabul edin!» demektedir.

«îhseu» fiili «Köpeği kovdum» demek olan «Haset ul-Kelbe» maddesinden gelir. Veya bu emrin mânâsı zillet susmasıyla susun demektir. «Benimle konuşmayın», yani ateşten çıkmak ve dünya­ya dönmek hususunda benimle konuşmayın! Bazı müfessirler «Aza­bı kaldırmak hususunda benimle konuşmayın» anlamını vermiş-. lerdir. Fakat birinci mânâ, daha önceki mânâya ve gelecek nedene daha uygundur.

Bazı müfessirler de «Hiçbir zaman benimle konuşmayın» demek olduğunu söylemişlerdir. Böylece bu konuşma cehennem eh­linin en son konuştukları söz olur.

Cenab-ı Hak onlara «Susun, benimle konuşmayın» demesinin nedenini sonraki ayetlerde açıklamaktadır. Zira kullarından bir grup yani müminler (sahabe veya ehli suffe) bu duayı yaparken siz onlarla istihza ediyordunuz, o halde bugün artık dua etmek­ten sükût edin. Çünkü siz bugünün dehşetinden korkarak dua edenlerle istihza ediyordunuz. Öyle istihza ediyordunuz ki benim bugünkü azabımdan korkmayı dahi unutuyordunuz ve siz onlarla alay ederken gülüyordunuz. Yani alayın en son noktasına kadar varıp, kahkahalar atıyordunuz. İşte biz de köpekleri kovar gib sizi kovup susturduk. Sizin duanıza önem vermedik. Çünkü siz be­nim dostlarımın dua etmesiyle alay ediyor ve bu durumda beni tamamen unutacak derecede meşgul oluyordunuz. Benim azabım­dan korkmuyor dunuz. İşte cezanız, bugün susmanızdır.

Bazılarına göre ayetin mânâsı özet olarak şöyledir: Kullarım-dan bir grup dua edip duruyorlardı. Siz de istihza etmek sure­tiyle onlarla meşgul oluyordunuz. Öyle ki sizi benim zikrimi ter-ketmeyp sürükleyecek derecede onlarla istihza etmekle meşgul ol­dunuz. Benden bu istihza sebebiyle korkmadmız. O halde siz de bugün susun ve benimle konuşmayın!

«Ben onların sabrından ve sizin eziyetlerinize karşı gös­terdikleri metanetten ötürü bugün onları mükâfatlandırdım». Bu ayet müminlerin güzel hallerini ve dünyadaki sabırlarının yararlı­lığını sergilemektedir. Aynı zamanda onlar için, onlarla istihza edenlere karşı uygulanan ilâhî Öfkeyi de açıklamaktadır.

«Şüphesiz onlar kurtuluşa erenlerdir» cümlesi «Cezeytu» fii­linin ikinci mefulüdür. Ragıb'a göre bu takdirde ayetin mânâsı, «Bütün istekleri derleyen, zaferler ve kurtuluşlar ile onları mükâ­fatlandırdım» demektir. Veya bu cümle mukadder olan talil lamı ile mecrurdur. Yani onlar her saadete götüren tevhidi elde ettik­lerinden dolayı kurtulmuşların ta kendileridirler. Bu sabrın neden olmasına mâni değildir. Zira bütün sebepler tam neden olmadık­larından dolayı birkaç tane olmaları mümkündür.

(112) «(Allah) onlara: Yeryüzünde...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki fiilin faili ya Allah'tır veya bu soruyu ce­hennemliklere sorma emrini alan melektir.

«Yeryüzünde ne kadar kaldınız?» sorusundan maksat, kendi­ne geri dönmek istediğiniz dünyada diri olarak ne kadar kaldınız demektir.

(113) «Onlar: Bir gün veya...» Bu Ayetin Tefsiri

«Biz bir gün veya bir günün bir parçası kadar kaldık» derler, Yani onîar cehennemdeki ebediyetin uzunluğuna bakarak dünya­da kalışlarını kısa görürler. Veya o günler onların sevinç günleri olduğundan dolayı kısa olarak geçmiştirler. Veya o günler geçtik-leri için geçen bir şey kısa demektir. Onun şamna herhangi bir ih­timam verilmiyor. Onun uzunluk ve kısalık bakımından miktarı bilinmiyor. Onlar böylece o zamanın az ve kısa olduğunu sandı­lar.

«Sayanlardan so.r», yani sayma imkânlarına sahip olanlardan veya kulların ömürlerini, amellerini sayan meleklerden sor! Çün­kü biz çarptırıldığımız azaptan ötürü sayıyı unutmuşuz veya böy­le bir sayma imkânımız kalmamıştır.

(114) «(Allah): Sadece az bir süre...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu fiilin faili ya Allah veya Allah'ın meleğidir. Ed-Durr'ul-Mensur'da şunlar kaydedilmektedir: Bu iki fiil Kûfe'deki mus-hafta elif siz, Mekke, Medine, Şam ve Basra'daki mushaf larda ise elifli yazılmıştır. Bunun benzeri İbn Atiye'den de rivayet edilmiş­tir. Keşşaf bunun tam aksini söylemektedir. Sanki Hz. Osman'ın mushafındaki resim elifsizdir. Muhtemeldir ki bu elif mazi fiilin­den kıyassız olarak hazfedilmiş olsun. Mushafın resminde gizli olmayacak kadar garaib şeyler vardır.

«Eğer bir şey biliyorsanız veya bilgi ehlindenseniz, bilin ki siz ancak az bir zaman dünyada kaldınız», yani eğer siz bilmiş olsay­dınız, o gün dünya günlerinin kısa olduğunu bilirdiniz. Nitekim bugün biliyorsunuz. Ve onun mucibiyle de amel edecektiniz. Sizi ebediyyen ateşte bıraktıracak fiiller sizden sadır olmayacaktı ve size «Orada zillet içerisinde kalın ve benimle konuşmayın» deme­yecektik.

Bazı müfessirlere göre ayetin mânâsı şudur: «Eğer siz Ahi-ret'e nisbetle dünyada kaldığınız zamanın azlığını bilseydiniz mağ­rur olamazdınız, dünya ile isyan edemezdiniz.» Sanki bilmemezlik burada onlann bilgi mucibince amel etmemelerinden neşet etmiş­tir. Zira ilmiyle amel etmeyen bir kimse ile cahil eşittirler.

(115) «Sizi boş yere yarattığımızı ve...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet şu mânâyı ifade ediyor: Siz herhangi bir şey bilmediniz mi? Sizi hikmetsiz olarak yarattığımızı mı sanıyordunuz? Öyle ki bu zanmnız sizi hasrı inkâr etmeye sürükledi.«Abes» kelimesi aza­met nununun halidir. Yani sizi mânâsız olduğu halde yarattığımızı mı sandınız? Veya sizi sadece oyuncak olsun diye yarattığımızı mı sandınız?

Veya bu kelime mef'ulü lehtir. Yani sizi oyun için yarattığımı­zı mı sandınız? «Ve bize döndürülüp getirilemeyeceğinizi mi san­dınız?» cümlesi «Abes» kelimesi üzerine atıf olabilir. Yani sizi sa­dece boşuboşuna yarattığımızı ve sizi terkedip bize dönüş yapma­yacağınız için yarattığımızı mı sandınız?

Ayet onlann gaflette olmaları sebebiyle onları kınamakta veya haşre gönderilmelerini gerektiren bir hikmete işaret etmek­tedir.

(116) «Hakk hükümdar olan Allah...» Bu Âyetin Tefsiri

Bu ayet Cenab-ı Hakk'ı ve onun şanını tazim etmek ve şanında kulJarın herhangi bir müdahalesi olmadığını, başlangıçtan veya iade etmekten, sevap vermekten veya ceza tatbik etmekten baliğ hikmetinin bir görevi olarak yüce olduğunu belirtmektedir. Yani Cenab-ı Hak zatıyla yücedir. Mahlûkların zatında, sıfatlarında, fi­illerinde onlara benzemekten münezzehtir ve fiilleri hikmetten ve güzel maslahattan âri değildir. El-Hak'tan maksat, malikiyete mut­lak şekilde sahip olmaya lâyık olan demektir. Yani yapmakta, yok etmekte, başlangıçta, iadede, diriltmekte, öldürmekte, ikab ve se­vap vermekte ve diğer yönlerde her şey onun mülküne dahildir ve onun azameti altındadır.

Bazıları «El-Hak kelimesi zait olmamış ve mülkü zayi olma­yacak zat demektir» demişlerdir. Bu yorum her ne kadar meşhur ise de birincisi makama daha uygundur. Ondan başka mabud yok­tur. Çünkü ondan başka her şey onun köleleridir.

Ayetin sonundaki «ELKerim» kelimesi, daha önce de geçtiği gibi, ya «Rabb»\n veya «Arş»m sıfatıdır. Arş, cisimler âleminin öte­sinde bulunan büyük bir cisimdir. Ve bütün cisimlerden daha bü­yüktür. Onun azameti hakkında akılları hayrette bırakan rivayet­ler varid olmuştur. Allah onun Rabbi olduktan sonra bütün cisim­lerin de Rabbi olması gerekir. Arş'a «Kerim» vasfı verilmiştir, çün­kü Arş müşerreftir. Kendi sahasında şerefli olan her şeye kerim vasfı verilir. Cenab-ı Hak Arş'a koyduğu sırlardan ötürü Arş şe-reflenmiştir. Onun en büyük şerefi «îstiva»y& tahsis edilmesidir.

Bazıları «Keremin Arş'a isnadı mecazidir» demişlerdir. Yani «Onun Rabbi kerimdir» demek oluyor.

(117) «Her kim Allah ile beraber...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki «Ve men ydd'u» ibaresi «Kulluk yapan kim­se» anlamına gelen «Ya'budu» manasını ifade eder. Kim o Allah'ın varlığıyla, tahakkukuyla beraber müstakilen veya Allah'ı ortak ko­şarak bir ilâha taparsa veya Allah'ın ibadetiyle beraber başka bir ilâha ibadet ederse ve bu hususta herhangi bir delili de yoksa onun hesabı Rabbinin katandadır.

Ayetin metnindeki «Ahare» kelimesi açıkça Allah'ın ulûhiyetini ifade etmesi ve şirkin ancak ulûhiyette olduğuna delâlet etmesi için getirilmiştir. Maksud da budur. Yoksa onun mahiyetten an­laşılan mânâya tekid olarak getirilmesi bahis konusu değildir.

«O kişi için başka ilâh hakkında herhangi bir burhan da yok­tur» cümlesi kayıtlayıcı değil, ilâhın ayrılmaz sıfatıdır ve tekid için getirilmiştir. Bu ayetten anlaşılıyor ki delil olmaksızın bir şeyi din edinmek yasaktır. Mümkündür ki bu cümle şart ile ceza ara­sında tekid için getirilmiş ihtirazi bir cümle olsun. «Kim Zeyd'e ihsan ederse —ki ihsan hususunda Zeyd'den daha müstehak olanı yoktur— Allah onu sevabtar eder» sözünde olduğu gibi. Zira bu sözdeki «İhsan hususunda Zeyd'den daha müstehakt yoktur» cüm­lesi şart ile ceza arasında ara cümlesi olarak getirilmiştir. Bu ayet­teki «Hi&ab» cezalandırmaktan kinayedir. Sanki şöyle denilmiştir: Kim Allah'la beraber bir ilâha taparsa Cenab-ı Hak ona müstehak olduğu kadar ceza tatbik edecektir.

Bu surenin başında «Müminler felaha kavuşmuşlardım deni­lirken, son ayetlerinde «Kâfirler felaha kavuşmaz» denilmektedir.

Böylece bunun ne lâtif olduğuna işaret edilmektedir. Bu cümle­lerde Rasûlullah'a teselli bahis konusudur. Sanki Cenab_ı Hak, du­ası geçerli olmayanların son varacakları yeri zikrettikten sonra muhalifleri ile mütareke etmesine bu ayetlerle işaret etmiştir.

(118) «De ki: Ey Rabbim! Bağışla...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Hz. Peygamber'e istiğfar etmesini emrediyor ki üm­meti ona uysun. Bazı müfessirlere göre bu ayet, Hz. Peygamber'e «Ümmetin için istiğfar talebinde bulun!» emrini getirmiştir. Aye­tin zahirinden anlaşılıyor ki mağfiret ve rahmetin talebi umumi bir şekilde peygambere ve tâbilerine emredilmektedir.

Rasûl-ü Ekrem namazında bunun benzerini söylemesini Ebu Bekir Sıddık'a öğretmiştir. Çünkü Buhari, Tirmizi, Nesei, İbn Ma-ce ve İbn Hibban'm rivayet ettiğine göre, Hz. Ebubekir «Ey Al­lah'ın Rasûlü! Bana bir dua öğret ki onu namazımda okuyayım» dedi. Hz. Peygamber de ona «Ey Allah'ım! Ben nefsime çokça zul­mettim ve günahkârları affeden senden başkası değildir. Katından gelen bir mağfiretle beni affet. Bana merhamette bulun. Çünkü sen çokça affeden ve merhamet edensin» dualarını öğretti. [20]

— Mü'minun Sûresi'nin Sonu —

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/555-556.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/558.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/559-570.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/572.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/573.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/573-578.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/580.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/581-586.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/588.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 11/589-602.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/7.

[12] Zemahşeri, Keşşaf, cilt: 3, sh: 52

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/8-20.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/22.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/23-29.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/31.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/32-39.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/39-41.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/43.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/44-52.