Mü'minlerin Kurtlusunu
Sağlayan Vasıfları
Mü'minlere Felah Kapılarını Açan Altı Sıfat
Câriye Konusu Ve İlgili Hükümler
Firdevs Cennetine Vâris Olanlar
Oluşan Et Parças1ndaki Gelişme Safhaları
Yaratanların En Güzeli Olan Allah
Nuh (A.S.)In Kendi Kavmine İki Önemli Tavsiyesi
Nuh Peygamber'den (A.S.) Bize Üq Önemli Sünnet Kalmıştır
Âd Kavmi Kıssasından Bazı Safhalar
Peygamberlerin Ardarda Gönderilmesi
Kendilerini Yükseklerde Gören Mağrurlar
İsa (A.S.) İle Annesinin Birer Mu'cize Sayılması
Peygamberler En Güzel Örneklerdir
Bâtıl Şatafatlı Ve Gösterişe Eğilimlidir
Teklifler İnsan Gücünün Kaldırabileceği Ölçüdedir
İnkarcılar Bilgisizlik Ve Gaflet İçindedirler
Hak, Kimselerin Hevesine Uymaz
Allah'ın Varlığına Aklî Deliller
Diriltip Yeryüzüne Yayan O'dur
Dirilme İle Ölmenin Birbirini Tamamlaması
Ölüp, Toprağa Dönüştükten Sonra Dirilmek
Allah'a Çocuk İsnat Eden Şaşkınlar
Şeytanın Vesvese Ve Dürtüşleri
Öldükten Sonraki Pişmanlık Ve Berzah Âlemi
İnsanın Dünyadaki Ömrü Kısadır
Kerîm Arş'ın Rabbı Olan Allah Cok Yücedir
Allah İle Beraber Başka İlâhlara Tapanlar
Allah'ın Mağfiret Ve Merhametini Ummak
Tamamı Mekke'de
inmiştir.[1] Baş
kısmında mü'minlerin birtakım özellikleri anlatıldığı için sûre
ismini bu sıfattan almıştır.
Âyet sayısı :
118
Kelime » : 1840
Harf » ; 4802 [2]
1— Mü'minlerin seçkin ve onları başkalarından
ayıran sıfatlan üzerinde durulup yaşamakta olan insanların dikkatleri çekilir.
2— Göklerin yaratılışı, taşıdığı kusursuz düzen ve denge üzerinde durulur ve insanın yararına
yaratılan hayvanlara ve dhiretteki Cennet ve ondaki nimetlere yer verilir.
3— Peygamber ve ashabını teselli, müşrikleri de
tehdit doğrultusunda gelip geçen peygamberlerden bir kısmının kıssaları ve
bazı sıfatları anlatılır.
4—Dinde
kolaylık prensibine bir defa daha değinilerek mü'minler aydınlatılır.
5— Kıyamet gününde inkarcıların
duyacağı pişmanlık safhası,
çok duyarlı bir anlatımla işlenir. Buna karşılık imân eden salih kullara
verilecek nimetler sıralanır.
6— Sapık inkarcıların ikinci hayata inanmamaları
ve onların iddialarını reddeder
anlamdaki deliller açıklanarak düşünce ufku genişletilir.
7— Peygamber'in (A.S.) zâlim bir kavme azap
inerken onların arasında bulunmaması hakkındaki duası; ayrıca insanlara edep,
terbiye, ne-
zâket ve saygılı
olmayı öğretmesi; şeytanın vesvese veren sinyallerinin geri çevrilmesiyle
ilgili ilâhî talim belirtilir.
8— Kıyamet
gününde kâfirler ve mü'minierle ilgili diğer önemli safhaların bir kısmı öğüt
alınacak çizgileriyle yansıtılır. [3]
Hz. Ömer (R.A.)
anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e vahiy indiği zaman O'nun yüzünden taraf bal arısının uğultusu gibi
bir ses duyulurdu. Yine bir gün Allah Ona vahiy indirdi. O, bir süre
bekledikten ve vahiy hali geçtikten sonra «KAD AFLAHA'L-MÜ'MİNÛN»u, on birinci
âyete kadar okudu ve sonra şöyle buyurdu: «Kim bu on âyetle amel edip yaşarsa
Cennet'e girer.» Bunu müteakip yüzünü kıbleye çevirerek ellerini kaldırdı ve
şöyle duâ etti:
«Allahım! bizi artır,
eksiltme; bize ikramda bulun, bizi aşağılama. Bize ver, mahrum bırakma. Bizi
başkalarına karşı seçip üstün kıl, başkalarını bize karşı üstün kılma. Allahım,
bizi razı et ve bizden razı ol.» [4]
1— Mü'minler
gerçekten, korktuklarından kurtulup umduklarına kavuşmuşlardır.
2 —Onlar ki,
namazlarında saygı dolu bir korkuyla eğilirler.
3 —Onlar ki,
boş ve anlamsız şeyden yüzçevirirler.
4—Onlar ki
zekâtı verip (emredildiği şekilde) yerine getirirler.
5— Onlar ki, namus ve iffetlerini (haramdan ve
şüpheden) korurlar.
6— Ancak eşlerine veya sahip oldukları
cariyelerine karşı (cinsel arzu duymalarında bir sakınca yoktur ve) bu yüzden
kınanmazlar.
7— Artık kimler bu (meşru) sınırı geçerse, işte
onlar haddi aşanlardır.
8— Onlar ki emânetlerini ve verdikleri sözü
gözetir (yerine getirir)ler.
9— Onlar ki, namazlarını (vaktinde kılıp)
koruyarak gözetirler.
10— İşte onlardır vârisler,
11— Firdevs Cenneti'ne vâris olurlar ve orada
devamlı kalırlar.
Hz. Âişe (R.A.)
Validemize soruldu :
— Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ahlâkı ne idi?
O bu soruya şu cevabı verdi:
— Onun ahlâkı Kur'ân idi.
Sonra da Hz, Âişe
(R.A.) «Kad eflaha»yı onuncu âyetin sonuna kadar okudu ve şöyle dedi: «İşte
Resûlüllah'ın (A.S.) ahlâkı böyle idi.» [5]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyurdu:
«Bana güzel koku ve
kadın sevdirildi. Namaz ise, gözümün aydınlığı kılındı.» [6]
Yine Hz, Aişe (R.A.)
Validemiz anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'den namazda iken yüzü veya gözü (sağa-sola) çevirmekten sordum.
Buyurdu ki: «O, şeytanın kulun namazından kapıp çalmasıdır.» [7]
«Şu topluluğa ne
oluyor ki, namazda gözlerini göğe doğru çeviriyorlar?!»
Ebû Hüreyr© (R.A.)
diyor ki: «Zaman zaman Peygamberimizin (A.S.) ashabı namaz esnasında gözlerini
göğe doğru çevirirlerdi. Yukarıdaki âyetler ininoe gözlerini seode yerine
bakar şekilde yere doğru indirdiler.» [8]
«Münafığın alâmeti
üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; söz verdiği zaman, onu yerine getirmez;
kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.» [9]
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki:
— Peygamber (A.S.)
Efendîmiz'e sordum: «Hangi amel Allah katında daha sevimlidir?» Cevap verdi:
«Vaktinde kılınan namaz...» Devamla dedim ki: «Ondan sonra hangi amel daha
sevimlidir?» Peygamber (A.S.): «Ana-babaya iyilikte bulunmak» diye cevap verdi.
Ben devamla: «Ondan sonra hangi amel daha sevimlidir?» diye sordum. Peygamber
(A.S.): «Allah yolunda cihâd» diye cevap verdi. [10]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz buyurdu :
«Allah'tan Cennet
istediğinizde, Firdevs cennetini isteyin. Çünkü Fir-devs, Cennet(ler)in
ortasında en yüksek cennettir. Nehirler ondan fışkırıp akar. Onun üstünde ise
Rahman'm Arş'ı bulunuyor.» [11]
«Mü'minler gerçekten,
korktuklarından kurtulup umduklarına kavuşmuşlardır.»
Kur'ân-ı Kerîm'de
«felah» sözü nerede kullanılırsa, ondan mutlaka hem dünya, hem de âhiret
kurtuluşu kasdedilir. Çünkü İslâm her iki âlemi birden kucaklamakta ve her iki
hayatı düzene sokmayı amaçlamaktadır.
Ancak ilgili dokuz
âyette «mü'minler» sıfatından önce Ashab-ı Kirâm'-m temiz ve sade hayatlarına
dikkatler çekilmekte, sonra da aynı sıfatlan kendinde taşıyan Müslümanlar
hükmün kapsamına alınmaktadır. Zira en netameli ve sıkıntılı bir dönemde İslâm
adına yola çıkan o bahtiyarlar, bu uğurda canları, dahil olmak üzere her
şeylerini feda etmekten çekinmediler ve Hz. Peygamber'in (A.S.) rahie-i
tedrisinden aldıkları feyiz ve rahmetle tertemiz bir hayat sürdüler.
Böylece Peygamber
mektebinin seçkin talebesi olan o mü'minler iki kurtuluşa birden eriştiler.
Umdukları saadete kapı açarken, korktukları fırtınalardan ve azaplardan
kurtuldular. Dünya'da gönül huzuru, kalp ya-tişkanlığı doğrultusunda nezih bir
hayat yaşarken, âhirette ilâhî cemal ve rızaya mazhar olmakla müjdelendiler.
Firdevs Cennetine vâris oldular.
O halde hayatını bu çizgiye
getirip belirtilen sıfatları kendi üzerlerinde taşıyan mü'minlere her çağ ve
dönemde bu iki kurtuluş ve saadet va'de-dilmektedir, [12]
1— «Onlar ki, namazlarında saygı dolu bir
korkuyla eğilirler.»
«Saygı dolu bir
korkuyla eğilirler» diye çevirisini yaptığımız «hâşiîn» sıfatı «huşu'» kökünden
türetilmedin Tevazu, mahviyetkârlık, teslimiyet, saygı dolu korku gibi mânalara
delâlet eder. O bakımdan «huşu1» un yeri daha çok kalptir. Kalp tevazu ve
korkuyla eğilip mahviyetkâr bir durum alınoa, organlar ona uyarak saygı ve
tevazu ile eğilip hakka teslimiyet gösterirler. Nitekim namaz kılarken
sakalıyla oynayan bir adamı gören Peygmber (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu :
«Eğer bunun kalbi huşu' duysaydı organları da huşu' duyardı.» [13]
Namazda huşu' ibâdetin
kemal derecesini yansıtır. Zira namaz bütünüyle zikir, tesbîh ve kıraatten
ibarettir. Bir bakıma bu hava içinde kulun Allah ile konuşması demektir. O
nedenle namaz, saygı, tazîm, teslimiyet, mahviyet, tevazu ve inkıyad makamıdır.
2— «Onlar ki, boş ve anlamsız şeylerden yüz
çevirirler.»
«Boş ve anlamsız» ile
çevirisini yaptığımız «lâğv» bundan başka manalara da delâlet etmektedir:
Şirk, bâtıl ve faydalı olmayan her şey bu cümledendir.
O halde namaz kılarken
nasıl bu gibi boş, anlamsız, batıl ve yararsız şeylerden kaçınmamız
gerekiyorsa, namaz dışında da bunlardan uzak kalmamız, kendimizi faydalı,
yararlı konulara vermemiz bir emr-i ilâhîdir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
sık sık, boş ve yararsız şeylerden Allah'a sığınması, hem bu âyeti açıklamakta,
hem de ümmetine yol göstermektedir.
Bu iki sıfat veya
özellik arasındaki ilgi ve bağ ise, çok önemlidir. Şöyle ki: Allah'a imân edip
O'na karşı kulluk görevini yerine getiren kimse, bunu daha çok namazla belirgin
hale getirirken, her yönüyle ciddi, vakarlı, kararlı, mütevazi olmalı; hakka,
doğruya, faydalıya yönelmeli; lüzumsuz olan şeyleri terketmelidir. Felahın bir
ucu bu ciddiyete dayanır.
3— «Onlar ki, zekâtı verip (emredildiği şekilde)
yerine getirirler.»
Namaz nasıl küfür ile
imân arasında bir ayrım, bir alâmet-i farika ise, zekât, kulun bu düzeydeki
sadakatinin belgesi, teslimiyetinin simgesi, Hakk'ın rızasına gönül vermesinin
açık delilidir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu inceliği belirterek
şöyle buyurmuştur; «Namaz nurdur, zekât burhandır..» [14]
Bürhan'dan maksat, kanıt, delil ve hüccet demektir.
Bundan da anlıyoruz
ki, imân denilen cevherin ürünleri yalnız kaibî ve bedenî ibâdetler değildir.
Malî ibâdetler de onun en tabii ürünlerinden biridir. O bakımdan Kur'ân'da bazı
istisnalarla nerede namaz ile emredi-lirse, aynı zamanda zekât ile de emredilir
ve bu iki ibâdet kapının iki kanadı, diğer bir tabirle ikiz sayılırlar. Birini
diğerinden ayırmak, kulluğu öfçü ve dengesinde tutmamak demektir.
Namazla zekât, sağlam
imânın tabii ürünleri olmakla beraber, aynı zamanda onu besleyen ve koruyan en
kuvvetli âmillerdir. Zira anlayabilenlere göre, insanın en kıymetli, paha
biçilmez servet ve devleti, Allah'a dosdoğru imândır. Dünya nimetleri bu
devletin karşısında çok sönük ve değersiz kalır. Onun için Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, terazide en ağır gelen sözün «LÂ İLAHE İLLALLAH» olduğunu
buyurmuştur.
4— «Onlar ki, namus ve iffetlerini korurlar.»
Allah'a ve âhirete
dosdoğru imân ve bunun tabii ürünü sayılan namaz ve zekât, insanın iç yapısını
düzeltip kontrol sağlar. Hayat dizginini nefis ve İblîs'in elinden alıp Kur'ân
düzenine teslim eder. Böylece beden denilen ülkede imân hükümdar, akıl vezir
olur. Organlar, duygular ve düşünceler disiplin altına alınır, meşru çerçevede
tutulur.
İşte kendini bu
çizgiye getiren bir mü'min son derece namuslu ve iffetli olur. Hayatı boyunca
cinsel arzusunu Allah'ın meşru kıldığı düzeyde tutup konulan sınırı aşmaz.
O bakımdan Kur'ân-ı
Kerîm, namaz ve zekâttan hemen sonra namus ve iffetin önemine yer vermekte ve
bunu mü'minin en seçkin sıfatlarından biri olarak göstermektedir.
«Ancak eşlerine veya sahip
oldukları cariyelerine karşı (cinsel arzu duymalarında bir sakınca yoktur ve)
bu yüzden kınanmazlar.» [15]
İlgili âyet birkaç
hüküm taşımakta ve farklı yorumlara konu teşkil etmektedir. Şöyle ki: Cenâb-ı
Hak cinsel konuda sadece mü'minlere İki şeyi helâl kıldığını açıklamıştır: Sahih
nikâhla edinilen eş ve kişinin sahip olduğu, yani milkindeki câriye..
Başkasına ait câriye ile cinsel yaklaşmada bulunabilmek için, iki şartın
gerçekleşmesi gerekmektedir. Birincisi, o cariyenin efendisinin izniyle onu
nikahlamak; diğeri onun mehrini takdîr edip vermek.. Nitekim Nisa Sûresi 25.
âyetin tefsirinde bu mesele açıklanmış bulunuyor.
Böylece sözü edilen
İki kadın dışında katan her türlü cinsel ilişkinin haram olduğu ortaya çıkıyor.
Nitekim Abû Abdillah Kurtubî, İbn Arabi'den naklen onları şöyle sıralayıp
açıklamıştır:
a) Zina
b) İstimna (mastürbasyon)
c) Nikâh-ı mut'a (muvakkat nikâh).
İstimna konusunda
icma' vaki olmamıştır. O bakımdan mesele ihtilaflıdır. İlim adamlarından bir
kısmı, şehveti teskin ve harama, yani zinaya yol açmamak için buna cevaz
vermiştir. Çoğu ise, haram olduğunu belirtmiştir. Nitekim sağlık açısından da
birtakım olumsuz tesirleri söz konusudur.
Nikâh-ı mut'a, yani
muvakkat nikâh konusuna gelinoe :
Böyle bir akitte
alınan kadın ne zevcedir, ne de câriyedir. Aynı zamanda ne o erkeğe vâris
olabilir, ne de erkek ona vâris olabilir. Doğuracağı çoouk da erkeğe ait
sayılmaz. Hakkında talâk, yani boşama hükmü câri değildir. Sadece akitte
belirlenen sürenin sona ermesi söz konusudur. Konuya bu açıdan bakılınca,
muvakkat nikâhla alınan kadın, bir bakıma müs-te'cire sayılır. O nedenle
hakkında iddet (şer'î bekleme süresi) hükmü de uygulanmaz.
Mut'a nikâhının haram
kılındığında icma' vardır. Hayber savaşından öncesine kadar -birtakım sosyal,
ekonomik sebeplerden dolayı- helâl idi. Hayber savaşında haram kılınmıştır.
Bir rivayete göre, bu
savaştan bir süre sonra yine bazı sebeplerden dolayı tâ Mekke'nin fethine kadar
helâl kılınmış ve Mekke'nin fethinden hemen sonra haram kılınmış ve bu hüküm
bir daha kaldırılmamıştır. [16]
İmam Şevkanî de bu
âyete dayanan ilim adamlarından bir kısmının muvakkat nikâhın ve istimnanın
haram olduğunu istidlal ettiklerini belirtmektedir. [17]
Ayrıca âyetteki hüküm
sadece erkeklere mi hastır, yoksa kadınları da mı kapsamaktadır? 5 ve 6.
âyetlerde sadece erkekler zikredildiğine göre, hükmün onlara has olduğu
anlaşılıyor. Aynı zamanda bunda icma' da vardır. Ne var ki hükmün kadınlarla da
ilgili bulunduğunu iddia edip ortaya çıkanlar da olmuştur. Nitekim bu
meseleyle ilgili iki tarihî olay nakledilmiştir :
a) Ma'mer'in
Katade'den yaptığı rivayette deniliyor ki: «Bir kadın bu âyeti kendine göre
yorumlayıp kölesiyle cinsel temasta bulunmuştur. Durum Hz. Ömer'e (R.A.)
intikal ettirilince, kadını çağırtıp şöyle sormuştur:
— Seni böyle bir fiile iten sebep nedir? Kadın
şu cevabı vermiştir:
— Köle benim milkimde bulunuyor. Erkeğin,
milkinde bulunan câriye ile cinsel temasta bulunması nasıl helâlsa, benim de
milkimde bulunan köle ile cinsel temasta bulunmam öylece helâldir.
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.A.) kadının recm edilip edilmiyeceği hakkında ashab-ı kiramla istişarede
bulundu. Onlar da: «Kadın Allah'ın kitabîni asıl yorumunun hilâfına
yorumlamış, yani yanlış te'vîlde bulunmuştur. O bakımdan recm gerekmez» diyerek
görüşlerini belirttiler.
Hz. Ömer (R.A.) bir
ceza olarak o kadına : «Vallahi sana bu olaydan sonra hiçbir hür erkekle
evlenmeye izin vermiyeceğim» dedi ve recm etmekten vazgeçti. Köleye de: «Sen
de bir daha bu kadına cinsel yaklaşmada bulunma» diye emretti. [18]
b) Ebû Bekir
b. Abdiliah, babasından rivayetle diyor ki: «Ömer b. Ab-dülaziz'in yanında
bulunuyordum. Bir kadın güzel yüzlü, yakışıklı kölesiyle birlikte geldi ve
şöyle dedi: «Doğrusu ben bu kölemle cinsel temasta bulunmak istedim, ama amcam
oğulları bana engel oldular.»
Bunun üzerine Ömer b.
Abdülaziz sordu :
— Bundan önce biriyle hiç evlendin mi?
— Evet..
— Allah'a yemin ederim ki, eğer senin şu
cahilce yorumun ve durumun olmasaydı,
herhalde seni taş ile reomederdim.
Sonra o kölenin, kadının
bulunduğu şehirden başka bir şehre götürülüp satılmasını emretti. [19]
Şîa imamlarının mut'a
nikâhına cevaz verdikleri bilinmektedir. Diğer dört mezhep imamları ise, bu
nikâhın haram kılındığını belirtmişler ve bu konudaki rivayetleri biraraya
getirip hangisinin önoe, hangisinin s.onra söylendiğini tesbit ederek bir
sonuca varmışlardır.
Mut'a nikâhı hakkında
yirmiye yakın rivayet tesbit edilmiştir. Çoğu birbirini kuvvetlendirmekte ve az
farkla diğerine açıklık kazandırmaktadır. Biz burada aydınlatıcı bilgi vermek
için bu rivayetlerden önemli ve istidlale sâlih gördüğümüz birkaçını
nakletmekle yetiniyoruz: .
Önoe şunu belirtelim
ki, mut'a nikâhına ancak zorlayıcı bazı sebeplerden dolayı uzun süren birkaç
savaşta ruhsat verilmiştir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud (R.A.) ile Seleme b.
Ekva' (R.A.) diyorlar ki: «Resûlül-lah (A.S.) Efendimizin çağrıcısı çıkıp şöyle
duyurudat bulundu:^«Peygamber (A.S.) mut'a nikâhı yapmanıza izin verdi.» [20]
Yine yapılan ciddi
tesbitlere göre, bu izin Hayber'in fethinden önceki yıllara mahsustur.
İyas b. Seleme'nin
babası şöyle demiştir:
«Resûlüllah (A.S.)
Evtas [21]
yılında üç defa mut'a nikâhına ruhsat verdi. Sonra da bunu yasaklayıp
men'etti.» [22]
İmam Müslim ilgili
rivayetleri naklettikten sonra Mekke fethinde yine buna birkaç gün ruhsat
verildiğini ve arkasından Hz. Peygamber'in (A.S.) bunu haram kıldığını Rebi' b.
Büsre'den, o da olaya şahit olan babasından rivayet ettiğini nakleder. Ayrıca
bu rivayeti kuvvetlendiren Rebi' b. Sebrete'nin kendi babasından yaptığı
rivayet söz konusudur. Şöyle ki: Sebrete (R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.)
ile beraber bulunuyordum. Şöyle buyurdu : «Ey insanlar! şüphesiz ben size
kadınlardan bir süre yararlanmanız için mut'a nikâhı yapmanıza izin verdim.
Artık Cenâb-ı Hak mut'a nikâhını kıyamete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında
mut'a nikâhlı kadın varsa onu yoluna salıversin ve ona verdiğinden bir şey
geri almasın.» [23]
Resûlüllah'ın (A.S.)
koyduğu bu son yasağın Mekke fethi yılında gerçekleştiğini şu rivayetten
anlıyoruz: «Peygamber (A.S.) fetih gününde mut'a nikâhını yasakladı.» [24]
Şia imamlarının bu
konudaki tek delilleri sanırım ki, İbn Abbas'ın (R.A.) bazı hallerde buna
ruhsat verilebileceği hakkındaki görüşüdür. Oysa yapılan ciddi tesbitlere
göre, İbn Abbas'ın (R.A.) bu eğilimini duyan Hz. Ali (R.A.) onu uyarmış ve
Resûlüllah'ın (A.S.) mut'a nikâhını yasakladığını bildirmiştir, Sahîh-i
Müslim'de sözü edilen rivayet şöyle nakledilmiştir :
Yahya b. Yahya
tarikiyle yapılan rivayette Hz. Ali (R.A.), İbn Abbas'a {R.A.) şöyle demiştir:
«Şüphesiz ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz mut'a nikahıyla kadınlardan
faydalanmayı ve bir de evcil eşek etini Hayber günü yasakladı.» [25]
Diğer bir rivayet de
şöyledir:
«İbn Abbas (R.A.)
mut'a nikâhı konusunda yumuşak davranıp cevaz vermekte pek sakınca görmüyordu.
Bunun üzerine Hz. Ali (R.A.) ona şöyle dedi: Dur bakalım ya İbn Abbas!
Şüphesiz ki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hayber gününde mut'a nikâhını ve bir
de evcil eşek etini yasakladı.» [26]
İmam Tirmizî de bu
konuyla ilgili rivayetleri naklederken şöyle kaydediyor: «Mut'a nikâhı ancak
İslâm'ın ilk yıllarında caizdi..» [27]
Konuyu şöyle özetlemek
istiyoruz :
Tirmizî'nin ta'lîk
kısmında Kadı lyaz şöyle demiştir: «Mut'a nikâhının mubah olduğu hakkında
ashab-ı kiramdan bir cemaat rivayette bulunmuştur. Müslim bu konuda İbn
Mes'ud, İbn Abbas, Cabir, Seleme b. Ek-va' ve Sebrete el-Cühenî'den (Allah
hepsinden razı olsun) rivayetleri bir-araya getirmiştir. Bu hadîslerin hiç
birinde Mut'a nikâhına hazarda yani eyleşik halde cevaz verildiği söz konusu
değildir; ancak seferde savaş günlerinde zarurî bazı hallerde ruhsat
verildiğini göstermektedir. Zira o dönemlerde savaşçıların hem bulundukları
ülkenin sıcak olması, hem de kadınlardan uzun süre ayrı kalmaları sabırlarını
azaltıyordu.
Nitekim İbn Ebî Ömer
hadîsinden de anlıyoruz ki: İslâm'ın ilk yıllarında muztar kalanlar için buna
ruhsat verilmiş, tıpkı muztar kalanların ölmüş hayvan etinden (ölmeyecek
kadar) yemelerine ruhsat verilmesi gibi.. [28]
İmam Nevevî bütün bu
rivayetleri biraraya getirdikten sonra diyor ki: «Bu konuda sahih olan şudur
ki: Veda haccında Peygamberin (A.S.) Mut'a nikâhını yasaklaması, yasağı
yenilemekten ibarettir. Nitekim diğer birtakım yasaklan da aynı hutbesinde
yenileyip tekrarlayarak (her türlü şüpheyi kaldırmıştır).» [29]
Nevevî devamla diyor
ki:
«Muhtar olan odur ki,
mut'a nikahıyla ilgili ibaha ve tahrîm iki defa gerçekleşmiştir: Hayber
fethinden önce helâl idi, sonra Hayber gününde haram kılındı. Sonra da Mekke
fethinde helâl kılındı -ki bu Evtas günü idi-ve arkasından üc gün sonra
kıyamete kadar müebbeden haram kılındı ve tahrîm hükmü devam etmektedir.» [30]
Yine Tirmizî'nin
ta'lîk kısmında şu önemli husus da belirtilmektedir: «Mut'a nikâhının haram
kılındığında bütün ilim adamlarının icma'ı vardır, ancak Rafizîler değil. Onlar
bu konuda İbn Abbas'dan (R.A.) gelen rivayeti secmişlerse de, İbn Abbas'ın
(R.A.) o görüş ve içtihadından rücû' ettiği tesbit edilmiştir.»
Ancak Şafiî mezhebine
göre, mut'a nikahıyla cinsel temasta bulunan kimseye had gerekmez, çünkü hem
akitte, hem de konuda birtakım şüpheler söz konusudur. Nitekim el-Hattabî
senedini İbn Cübeyr'e irca edip onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: İbn
Cübeyr, İbn Abbas'a (R.A.) mut'a nikâhına siz mi cevaz vermişsiniz? Bu hususta
şâir bile sizin ruhsatınızı birkaç mısra' halinde yansıtmaktadır, diye sordu.
Bunun üzerine İbn Ab-bas (R.A.) ona şu cevabı verdi: «İnnâ lillah ve innâ
ileyhi râciûn! Vallahi ben mut'a nikâhının cevazına fetva vermedim, ben böyle
bir şey düşünmedim ve helâl da kılmadım. Ancak Allah'ın (iztırar halinde
olanlara) ölmüş hayvan etini ve domuz etini (ölmeyecek kadar yemelerini) helâl
kıldığı gibi, onu helâl kılabilirim. Mut'a nikâhı ancak muztar durumda helâl
olabilir, ölmüş hayvan eti ve domuz eti gibi..» [31]
Sonuç olarak belirtelim ki:
Bunca sahîh rivayetler mut'a nikâhının tahrimine açık biçimde delâlet ederken
ve ilim adamlarının icma'ı söz konusu iken, İbn Abbas'tan yapılan bu zayıf
rivayetle istidlal etmenin ilmî ve dinî olarak makul hiçbir yanı yoktur. O
bakımdan hiçbir müctehidimiz bu rivayete itibar etmemiştir. [32]
Kur'ân-ı Kerîm'de köle
ve câriye konusuna geniş yer verildiğini görmekteyiz. Sadece İ5 yerde daha çok
«sağ elinizin sahip olduğu köle, câriye» veya «mâlik olduğunuz köle ve câriye»
ile çevirisi yapılan «mimma meleket eymanuküm» tabiri kullanılmıştır.
Fıkıh kitaplarında ise
bunlarla ilgili özel baplar konulmuş ve daha çok «Nikâh-i Rikak» ile «Ganâim»
bahislerinde bunlarla ilgili hükümlere ve içtihatlara yer verilmiştir.
Câriye ; Kelime olarak
«çerye» ve «cereyan» kökünden türetilen bir isimdir. Denizde yüzen gemiye
denildiği gibi, suyun akişındaki süratten mülhem olarak hizmette sürat gösteren
«halayık» ve «odahk»a da isim olmuştur.
Böylece Türkçede
«halayık» ve «odalık» diye anılan «câriye», eskiden savaşlarda veya yağmacılık
baskınlarında elde edilen esir kadın ve kıza ve bunun neticesi esir
pazarlarında satılan kadın ve kıza verilen bir isim olarak kalmıştır.
Kölelik ve cariyeliğin
tarihi çok gerilere uzanır. İslâmiyetin ortaya çıkmasından asırlarca önce
dünyanın birçok ülkelerinde yaygınlaştığı bilinmektedir.
İslâmiyet, dünyanın
önemli bir kısmında yaygın olan ve sayılan yüz binleri aşan câriye ve köleliği
temelde benimsememekle beraber bir çırpıda da kaldıramamıştır. Zira asırların
geçmesiyle büyük bir yer işgal eden bu gayr-i insanî müesseseyi tek taraflı
kararla birkaç yıl içinde istenilen sonuca bağlamak elbetteki mümkün değildi.
O bakımdan analarından hür olarak doğan ve her insan gibi hür yaşama hakkına
lâyık olan bu insanlara değer vermek, az da olsa aşağılanan kişiliklerini kurtarmak,
kendilerine hayat hakkı tanımak için İslâm kendi hukuk sistemi içinde özel bir
statü getirmiştir. Bunun için de birçok manevî müeyyideler ve mükâfatlar
va'dederek köle ve cariyeliği terbiyevî ve fakat kademeli bir metot ve plânla
kaldırmayı amaçlamıştır.
Bunları şöyle
özetleyip sıralayabiliriz :
1— Keffareti gerektiren hususlarda köle azat
etme ön plâna alınmıştır.
2— Allah'ın hoşnutluğuna erme sebeplerinden biri
de köle azat etmek olduğuna ağırlık kazandırılmıştır.
3— Satın alınan veya savaşta elde edilen köle ve
cariyeden yararlanma birtakım esaslara bağlanmıştır.
4-__ Başkasına
ait câriye ile evlenme belli hüküm ve şartlarla caiz görülmüştür. Meselâ,
efendisinin iznini almak ve cariyeye emsaline uygun mehir vermek bu
cümledendir,
5— Efendisinden çocuk doğuran ve o sebeple «ümmu
veled» diye adlandırılan cariyeler hakkında ayrı hükümler getirilmiştir.
6— Vasiyete dayalı olarak efendisinin ölmesiyle
hürriyetine kavuşacak olan köle ve câriye «müdebbere» ismi altında ayrı bir
statüye bağlanmıştır.
7— Efendisine -bir anlaşma neticesi- ödemek
üzere para karşılığında
hürriyetine kavuşturulacak köle,
«mükâtebe» ismi altında
anılarak birtakım hükümlerle belirlenmiştir.
Ancak köle,
efendisinin milki sayıldığından herhangi bir mala sahip olması söz konusu
değildir. Bu durumda Müslüman zenginlerin verecekleri zekât ve sadaka ile
«mükâtebe» olan kölenin kurtuluş akçesi temin etmesi mümkündür. Ayrıca bazı
müctehitlere göre, efendisinin ona çalışıp para kazanma izni vermesiyle de bu
gerçekleşebilir. [33]
5— «Onlar ki
emânetlerini ve verdikleri sözü gözetir (yerine getirirler.»
Mü'minlerin bu beşinci
sıfatı, şüphesiz ki İslâm'ın doğruluk, adalet, haklara bağlılık ve güven telkin
etme prensiplerinin ölçüsü ve değişmeyen mi'yandır.
Ancak gerek «emanet»,
gerekse «ahit» çok yönlü ve kapsamlı birer kavramdırlar. Din ve dünya işlerinde
insanın sözlü ve fiilî olarak ortaya koyduğu birçok konularla yakından
ilgilidirler ve bütünüyle manevî ve maddî hayatımızla içiçedirler. Öyle ki:
a) Ruhlar âleminde ruhumuzun, Cenâb-ı
Hakk'ın: «Ben sizin Rabbı-nız değil
miyim?» hitabına, «Evet Rabbımızsın» diyerek olumlu cevap vermesi,
b) Dünyaya
gözlerimizi bu mayayı
taşıyarak açıp ergenlik
çağına girdiğimizde, «La ilahe illallah, Muhammed'ün Resûlüllah» diyerek
bu iki şehadetle ahitte bulunmamız,
c) Hayatımızın devam ve akışını sağlayan
nimetlerin birer ilâhî emanet hükmünü taşıması,
d) İnsanlarla olan günlük münasebetlerimizde
dolaylı ve dolaysız söz vermemiz,
e) Bize güvenilerek bırakılan sözlü ve aynî
emanetleri korumamız ve istenildiği zaman zedelemeden sahibine vermemiz bu
cümledendir.
O halde önce ruhumuzun
Cenâb-ı Hakk'ın hitabına «Evet Rabbımızsın» diye verdiği olumlu cevaba
ölünceye kadar bağlı ve sadık kalmamız; sonra bunun açık belirtisi olan iki
şehadet? kelimesinin delâlet ettiği esasları ve prensipleri yerine getirmemiz,
arkasından insanlarla olan ilişkilerimizde, yaptığımız andlaşma ve
sözleşmelere bağlı kalmamız emrediliyor. ; Böylece verilen sözü, tevdi edilen
emaneti imkânlar nisbetinde yerine ge- tirmenin, imânın ve insan aklının gereği
olduğuna işaret ediliyor. [34]
6— «Onlar
ki, namazlarını (vaktinde kılıp) koruyarak gözetirler.»
Mü'minlerin
özellikleri açıklanırken, namazlarında saygı dolu bir korkuyla eğildikleri
birinci vasıf olarak belirtildi. Diğer önemli vasıfları sira-: landıktan sonra
yine namaz konusuna dönülerek, mü'minlerin farz namazları bütün rükün ve
şartlarıyla birlikte vaktinde yerine getirerek koruduk-
larına dikkatler
çekildi ve böylece namazın önemi üzerinde durulmuş oldu. Çünkü bu ibâdeti
emredildiği şekilde vakitlerinde dosdoğru yerine getirmenin sayılmayacak kadar
faydaları söz konusudur. Onlardan bir kısmını şöyle özetleyebiliriz :
a) Allah'a kul olmanın alâmetidir.
b) Mü'minle kâfir arasında en açık bir ayrımdır.
c) Allah ile kullan arasında en işlek yoldur ve
kulun Allah'a en yakın olduğu demleri yaşatır.
d) Günün beş ayrı vaktinde her şeyi bırakıp
Allah'ın azamet ve kibriya divanına durarak masivadan çekilmenin en belirgin
ölçüsüdür.
e) Böylesine yüce duyguları doğuran namaz,
günlük hayatı, ilâhî sınırlar içinde tanzim etmemizi ilham eder.
f) Bozulan sinir sistemini düzeltir, mü'mini
huzura kavuşturur.
g) Merhamet duygularını harekete geçirir;
insanlıktan yana daha iyi şeyler düşünmemizi kolaylaştırır.
h) Ferdi
topluma bağlar ve insanın yalnız kendisi için var olmadığını öğretir.
i) İnsanı
her türlü hayasızlık ve münasebetsizlikten, aşırılık ve ölçüsüzlükten
alıkoyar.
k) Ruhumuzla
bedenimiz, dünyamızla âhiretimiz arasında kopmaz bağlar oluşturur; böylece her
iki hayata birden yönelmemizi sağlar.
Yukarıda belirtilen
altı sıfatı kendilerinde taşıyan mü'minlerin hem dünyada, hem âhirette felaha
kavuşacakları müjdelenmektedir. Dünyadaki felah, kendi davalarında başarıya
erişip insanlar için huzur ve güven kaynağı durumuna gelmeleridir. Âhiretteki
felah ise, azaptan kurtulup kalıcı saadete nail olmalarıdır.
Çünkü felah: Başarıya
erişmek, zafer bulmak ve hayırda baki kalmak gibi mânalara delâlet eder.
Nitekim 10 ve 11. âyetlerle bu başarı ve hayırda baki kalmak Firdevs
cennetiyle açıklanmakta ve böylece felahın en çok bahtiyar kılacağı noktaya
parmak basılmaktadır. [35]
«İşte onlar-dır
vârisler. Firdevs cennetine vâris olurlar ve orada devamlı kalırlar.»
Yapılan sahîh tesbitlere
göre : Her kişinin, biri Cennet'te, diğeri Ce-hennem'de olmak üzere iki konağı
vardır. İnsan ölünce bu iki konaktan hangisine sevkedilecekse, o kendisine
gösterilir. Kıyamet gününde Ce-hennem'e girince, onun Cennet'teki konağına
cennetlikler vâris kılınırlar. Cennet'e girecek olursa, onun cehennemdeki
konağına cehennemlikler vâris kılınırlar.
Buna işaretle
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur; «Kıyamet gününde Müslümanlardan
bazı kimselerin günahları dağlar kadar (büyük ve ağır) olduğu halde gelirler
de Cenâb-ı Hak onları mağfiretine lâyık görüp bağışlar ve o günahları (Hakk'ın
yolundan sapan) yahudi ve Hıristiyanların üzerine koyar.» [36]
Tabiîn'in ulularından
Saîd b. Cübeyr de bu âyetin tefsîrinde, ilgili hadîslerin ışığı altında şöyle
demiştir; «Âhirette mü'minler kâfirlerin Cennet'-teki konaklarına vâris
olurlar. Çünkü onlar bir olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibâdet için
yaratılmışlardır. Mü'minler kendilerine gereken ibâdeti yerine getirince;
kâfirler de yaratıldıkları hikmetin dışına çıkıp emrolun-dukları şeyleri
terkedince, mü'minler onlara ait nasîbi de almaya hak kazanırlar.» [37]
Firdevs : Başka dillerden
Arapça'ya geçen bir isimdir. Daha çok etrafı çevrili geniş ve bol meyva çeşidi
olan bahçe hakkında kullanılmıştır. Cenâb-ı Hak, insanların cennetle ilgili
anlayış ve kavrayışlarını kolaylaştırmak için bu çok yaygın olan ismi,
cennetlerin orta kısmında yer alan ve hepsinden yüksek olan cennete özel isim
olarak vermiştir. [38]
Yukarıdaki âyetlerle,
mü'minlerin altı kadar özelliği konu edildi ve kıyamete kadar gelecek olan her
mü'minin bu altı vasıfla kendini donatmasının lüzumuna işaretle sağlam bir
kıstas verildi. Mükâfat olarak da Firdevs Cennet'i va'dedilerek ilâhî rahmetin
her dem mü'minlerden yana tecelli etmekte olduğuna kapalı atıf yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minleri gönül yatışkanlığına, inkarcıları insaf ve iz'ana eriştirmek için
ilâhî kudretin şaşmazlığına ve sınırsızlığına delâlet eden biyolojik olaya
dikkatler çekiliyor ve bu açıdan hareketle ikinci hayatın gerçekleşeceği
hakkında bilgi veriliyor. [39]
12— And olsun ki, insanı süzülmüş bir çamurdan
yarattık.
13— Sonra onu sağlamca, durup dinlenecek bir
yerde nutfe haline getirdik.
14— Sonra o nutfeyi kan pıhtısı durumuna getirdik.
Kan pıhtısını İse Çiğnenmiş bir et parçasına dönüştürdük, O çiğnenmiş etten de
kemikler yarattık; kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık
yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir, ne mukaddestir!
15— Sonra bunun ardından siz elbette ölürsünüz.
16— Sonra da şüphesiz ki siz Kıyamet günü dirilip
kaldırılacaksınız.
«Şüphesiz ki Allah
(c.c.) Adem'i, yervüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır.
O sebeple insanlar yeryüzünün (rengine göre) oluşmuşlardır: Kimi kızıl, kimi
beyaz, kimi siyah renkte; kimi de bu renkler arasında bir renktedir. Kimi
murdar, kimi temiz, kimi de bu ikisi arası nitelikte bulunuyor.» [40]
İbn Abbas'a (R.A.)
göre : «Bir çiğnem etten de kemik yarattık» cümlesi, «kuyruk sokumundaki
küçücük kemiği yarattık» şeklinde yorumlanabilir. Nitekim Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Ademoğlu-nun bedeninin tamamı cürür, ancak kuyruk
sokumundaki acb (hardal tanesi kadar küçük kemik) çürümez. İnsan ondan
yaratılmıştır ve yine ondan oluşturulacaktır.» [41]
«Şüphesiz sizden her
birinizin yaratılışı, ana rahminde kırk günde oluşur. Sonra bir o kadar (süre
içinde) kan pıhtısı halinde kalır. Sonra bir o kadar (süre içinde) et parçası
haline gelir. Sonra da Allah meleği ona gönderir de o melek ona (insanî) ruhu
üfler ve dört şeyi (yazmakla) emro-lunur: Rızkı, eceli, ameli ve âsi bir
bedbaht mı, yoksa itaatli bir mutlu mu olacağı (yazılır).
Kendisinden başka ilâh
olmayan Yüce Kudrete yemin ederim ki, sizden biriniz cennet ehlinin amelini
işler de onunla cennet arasında iki ka-rışlık bir mesafe kalır, (derken) kitap
(yazılı kader) onun önüne geçer de cehennem ehlinin ameliyle (ömrü) bitip
noktalanır. Ve sizden biriniz cehennem ehlinin amelini işler de onunla
cehennem arasında iki karış (bir mesafe) kalır, derken kitap (yazılı kader)
önüne geçer de ömrünü cennet ehlinin ameliyle sonuçlandırıp noktalar ve öylece
cennete girer.» [42]
Açıklama :
Hadîste geçen «yazılı
kader»den maksat, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî İlminin çok önceden her kişinin dünya hayatında
nasıl bir yol izleyeceğini ve ne gibi amellerde bulunacağını tesbit edip
yazmasıdır. O'nun ilmi yanılma-yacağına göre, tesbit ettikleri de aynen cereyan
edecektir.
Böylece ilâhî ilmin malûmata
tabi olduğunu, iyilik veya kötülüğe bir itmenin, zorlamanın söz konusu olmadığı
kesinlik kazanıyor. [43]
«And olsun ki insanı
süzülmüş bir çamurdan yarattık.»
İlk insan Adem'in
topraktan yaratıldığı açıklanırken, bu konuda altı değişik bilgi verilerek
yeterli malzeme sunulmuştur. Bunlar: Toprak, çamur, kuruyup sertleşerek
tın-tın ses veren balçık, pişmedik kuru balçık, yapışkan çamur ve süzülmüş
çamur olarak ifade edilmektedir. [44]
Mü'minûn Sûresinde
ise, Allah'a dosdoğru imân edenlerin özelliklerinden altı tanesi
belirtildikten sonra Allah'ın yüce kudretini bir defa daha hatırlamamız
bakımından ilk insanın süzülmüş, lüzumsuz kısmı atılarak özü kalmış bir
çamurdan yaratıldığına dikkatler çekiliyor.
Böylece Cenâb'i Hak
insanın yaratılması konusunda iki ayrı kanunun mevcudiyetine işarette bulunarak
bilimsel araştırma yapanlara temel bil-. gi, hareket noktası veriyor:
1— İlk insanın, bugün bizim bildiğimiz biyolojik
kanunlarla değil, kimyasal olarak belli elementlerin bir oraya getirilip
oluşturulmasıyla vücut bulduğu ve ona canlılık vasfını veren, biri hayvanı,
diğeri insanî olmak üzere iki ayrı ruhun yerleştirildiği, ilgili hadîsten
anlaşılıyor.
2— Adem (A.S.) ve sonra da Havva vücut bulduktan
sonra bizim bildiğimiz biyolojik kanunlar konularak insan neslinin yaratılma
programı ortaya çıkıyor. İlk insanın balçıktan yaratıldığı gibi, onun neslinin
de bir bakıma topraktan yaratılmakta olduğu, yani menşe'inin toprak olduğu
anlaşılıyor. Çünkü topraktan elde edilen ürünlerin insanlar tarafından yenilmesiyle
erkeklerde sperma, kadınlarda yumurta meydana geliyor ve bunların
birleşmesiyle tedrici şekilde cenin oluşuyor.
Ayrıca Cenâb-ı Hak,
ilgili âyetlerle dört önemli safhayı açıklayarak anatomik yoldan hem kendi
kudretini izhar ediyor, hem de ilim adamlarına ana fikir veriyor:
1— Ana rahmine intikal edip yumurtayla birleşen
spermanın, geometrik olarak çoğalması neticesinde kan pıhtısı görünümü alması,
2— Üzerinden bir süre geçtikten sonra et parçası
şekline girmesi,
3— Yine belli bir süre geçtikten sonra
kemiklerin oluşması,
4— Ve böylece ceninin çok sağlam bir karargâhta
gelişmesi..
Anlaşıldığı gibi,
insanlar henüz ana rahminde oluşan ceninin geçirdiği bu safhaları bilmezken,
Kur'ân bin dört yüz yıl önce hem bu safhaları günümüzde gelişen bilimsel
araştırma ve tesbittere uygun olarak belirtmiş, hem de ana rahminin anatomik
yapısına dikkatleri çekerek orada oluşan ceninin korunması için mükemmel bir
sistem oluşturulduğuna atıfta bulunmuştur. Nitekim Zümer Sûresi'nde ana
rahminin anatomik yapısı hakkında temel bilgi verirken, orayı üç ayrı karanlık
tabaka olarak vasıflandırmaktadır. [45]
İnsanı bunca düzenli
safhalardan geçirip çok mükemmel ve değişmez kanunlarla yaratan Allah, onun
için bir de ölüm ve sonra da tekrar dirim kanunları koymuştur. Sırası gelince,
bu kanunlar hükmünü yürütür ve hiçbir aksaklık da söz konusu olamaz. [46]
Yapılan bilimsel
araştırma ve tesbitlere göre : Rahim yolu içinde aşılanan yumurta hemen
bölünmeye başlar, rahim yolu kaslarının kasılmasıyla 8 gün içinde rahme ulaşır.
Rahmin iç tabakası olgunlaşmış, kalınlaşmıştır ve artık yumurtanın tutunmasını
beklemektedir. Kur'ân'ın tabiriyle «sağlam bir karargâh» haline gelmiştir.
Döllenmiş yumurtaya,
gelişmeye yüztuttuğu andan sonra «oğulcuk» eski tabirle «rüşeym» denir; etene
yolu ile annesinden kan almaya, bu kan kendi damarlarında dolaşmaya başladıktan
sonra da «dölüt» yani «cenin» diye anılır. Böylece iki ayda iki santimetre olan
ceninde nasıl damarlar oluşup kan dolaşımı meydana geliyorsa, öylece kıkırdak
şeklinde kemikler de oluşmaya başlar ve yavaş yavaş Kur'ân'ın tabiriyle oluşan
kemiklere et giydirilir, yani etle kemik birlikte gelişerek düzen ve ölçüsü
doğrultusunda bütünleşir. Derken ilk oluşmasına nisbetle bambaşka bir yaratık
meydana gelir. [47]
«Yaratanların en
güzeli olan Allah
ne yücedir, ne mukaddestir!»
«Halksin Türkçe
çevirisi olan «yaratmak» birkaç manaya delâlet eder:
a) Doğru takdir,
b) Aslı, mayası olmaksızın bir şeyi var kılıp
ortaya çıkartmak, (Yerin ve göklerin yaratılması, insanın nutfe ve yumurtadan
oluşması gibi),
c) Bir şeyi diğer bir şeyden icat etmek
(insanların ilk insan Adem (A.S.)dan yaratılması gibi).. [48]
İkinci manadaki «halk»
yani yaratma, sadece Allah'a mahsustur. Birinci ve üçüncü manâlardaki «halk»
ise, hem Allah, hem de insanlardan icat etme yeteneğini ortaya koyanlar
hakkında kullanılır. Şüphesiz ki, Ce-nâb-ı Hak «yaratma»nın her üç yönüyle de
en güzel yaratandır.
Yorum :
Sülâle : Bir şeyden
süzülüp çıkan şey demektir, Bazan da bir şeyin özüne, mayasına «sülâle»
denilir. Sütün üstünde oluşan kaymak bu cümledendir. Ayrıca kılı yağdan,
kılıcı kınından çekip çıkarma hakkında da bu kelime kullanılmıştır. Evlât ve
torunlara da «sülâle» denilmesi, baba ve dedelerinden süzülüp meydana geldiklerinden
dolayıdır. [49]
Yukarıdaki âyetlerle,
insana, aklını harekete geçirip hakkı ve doğruyu araştırıp bulabilmesi için,
biyolojik ve anatomik anlamda temel bilgiler verildi. Böylece öldükten sonra
ikinci bir hayata döndürüleceğimizin ilâhî kudrete göre, güç bir iş olmadığına
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, yine
ilâhî kudrete delâlet eden altı kadar belgeye yer veriliyor ve böylece mevcut
mutlak nizamda hâkim olan ilâhî tasarrufa dikkatler çekiliyor. Sonra da Allah
hakkında çok iyi düşünmemiz ilham ediliyor. [50]
17— And olsun ki, üzerinizde yedi tabaka (veya
yol, ya da sistem) yarattık. Ve biz yarattığımızdan habersiz değilizdir.
18— Gökten de belli ölçü ve oranda su indirdik de
onu yeryüzünde eyleştirdik. Gerçekten bizim onu (bulunduğu yerden) gidermeye
güoümüz yeter.
19— Böylece onunla size hurmalıklar, üzüm
bağları, bahçeleri meydana getirdik ki, sizin için onlarda birçok meyvalar
vardır ve onlardan ye-yip geçinirsiniz.
20— Ve (daha çok) Tûr-i Sina'da çıkan, yiyenlere
yağ ve katık bitirip veren bir ağaç do yeşerttik.
21— Sizin için şüphesiz ki (bazı bineklerde ve)
davarlarda da bir ibret (öğüt ve ders) vardır. Karınlarında oluşandan size
içiririz ve sizin için onlarda daha nice yararlı şeyler vardır; onlardan
yersiniz.
22— Bunlara
da, gemilere de yüklenip binersiniz.
«Zeytin ve zeytin yağı
yeyin ve ondan yararlanın. Çünkü o mübarek (feyizli-bereketli) bir ağaçtan
(elde edilir).» [51]
«Zeytini ve yağını
katık edinin ve ondan yararlanın. Çünkü o, mübarek bir ağaçtan çıkar.» [52]
Açıklama :
Her iki hadîste de «zeyt»
kelimesi kullanılmıştır. Bunun daha çok zeytin yağına delâlet ettiği
bilinmektedir. Ancak diğer bazı rivayetlerin ışığı altında, zeytine de delâlet
ettiğini söyleyebiliriz. O bakımdan ondan hem zeytin, hem de yağını kasdederek
bir çeviride bulunduk. [53]
«And olsun ki,
üzerinizde yedi tabaka (veya yol, ya da sistem) yarattık. Ve biz yarattığımızdan
habersiz değilizdir.»
Cenâb-ı Hak, ilk
insanın ve ondan üreyip çoğalan neslinin yaratılmasındaki iki ayrı
sünnetullahı belirttikten sonra, kudretinin, ilminin ve iradesinin
şaşmazlığıni hatırlatarak altı kadar delil ve belge sıralıyor:
1— «Üzerinizde
yedi tarâik yarattık.»
Tarâik : «tarika»nın
çoğuludur. Meleklerin inip çıktığı belli yollar ve kanallar anlamına geldiği
gibi, sayısı belirsiz meleklerin, üzerinde yürüdükleri yedi büyük sistem, ya
da tabaka manasına da gelmektedir. Ancak her iki yorumu da iç yüzüyle bilmemiz
mümkün değildir. Çünkü yollar ise, hangi yollardır? Sistemler ise hangi
sistemlerdir? Zira kâinatta sayısı belirsiz sistemler mevcuttur. Tabaka veya
kat ise, hangi tabaka ve katlar
kasdedilmektedir?
Bilinen tek şey,
kelimenin taşıdığı bir incelik söz konusudur ki o da şudur: İster yollar, ister
sistemler, ister tabaka veya katlar murat edilsin, aralarında mutlak uyum ve
denge mevcuttur. Çünkü «Tarâik» birbiri üstünde tam uyum halinde belli ölçü ve
düzende «matrûk» olan gökler veya sistemler demektir ki, her biri yaratanın
varlığına, birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de yer
yer «yedi kat gök»ten bahsedilmektedir. Bugün henüz yedi gökten nelerin
kasdedildiğini kesin hatlarıyla bilmemekteyiz. Astronomiyle ilgili bilimsel
araştırmalar genişledikçe, Kur'ân-ı Kerîm'in bu ve benzeri beyânları ileride
daha iyi anlaşılabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı sadece bir çağ ile
sınırlamamış, onu kıyamete kadar bütün çağlarla karşı karşıya getirmiştir.
İlim ilerledikçe Kur'ân'daki ana fikirleri, temel bilgileri bize daha iyi
açıkiayacak ve münhasıran onu tasdik edecektir.
Şüphesiz ki Allah
yarattığından habersiz değildir. Çünkü O, mutlak hikmet sahibidir. Neyi niçin
yarattığını, yarattıktan sonra nasıl sevk' ve idare edeceğini çok iyi bilir.
Nitekim 17. âyetin son kısmında, «Ve biz yarattığımızdan habersiz degiiizdir.»
buyurularak Allah'ın ilim ve hikmet sıfatları hatırlatılıyor. Gelişigüzel bir
hilkat olmadığı gibi, faydasız, plânsız ve programsız bir düzenleme de söz
konusu olamaz. Fezada açılan yedi önemli yol veya kat, ya da tabaka veya büyük
sistem, kâinat düzeninin omurgasını oluşturmaktadır.
2— «Gökten
de belli ölçü ve oranda su indirdik,.»
Bu, yeryüzünün onda
yedisinin denizlerle kaplı bulunması ve güneş ile dünya arasındaki mesafenin
hesaplı bir ölçüde tutulması, ona göre güneşten gelen ısıyla buharlaşma
olayının meydana gelmesi ve öylece yağmurun oluşmasıyla ilgili bir
hatırlatmadır. Denizlerin oranı daha az veya daha çok olsaydı durum bugünkü
gibi ölçüsünü koruyabilir miydi? Dünya güneşe biraz daha yakın olsaydı,
buharlaşma fazla olmakla beraber kavurucu ısı birçok bitkilerin yaşamasına
imkân vermezdi. Yeryüzündeki su oranı daha fazla bulunsaydı, daha çok yağmur
oluşmasına neden olur ve o sebeple sel halini alarak yarar yerine zarar
getirirdi. Daha az nisbette olsaydı, buharlaşma ve yağmur daha az olur, o
sebeple de kuraklık tehlikesi başlardı.
Anlaşıldığı gibi,
gerek yeryüzündeki su nisbeti, gerek dünya ile güneş arasındaki mesafe, gerekse
atmosfer tabakası çok ince hesaplara ve fiziksel kanunlara göre düzenlenmiştir.
Dünya kuruldu kurulalı bu düzenleme fire vermeden devridaim halinde sürüp
gelmekte ve dengesini korumaktadır.
Şüphesiz ki her düzen
ve denge bir düzenleyicinin ve proğramlayıcının varlığına delâlet eder ve
münhasıran onun kudretini yansıtır.
İndirilen suyun yerde
eyleştirilmesi ise, ayrı bir olaydır. Şöyle ki: İnen yağmurun yine belirlenmiş
bir plâna göre yerde tutulması, kaynakların beslenmesi ve canlılar için su
ihtiyacını karşılayacak oranda depolanması, o mutlak düzenin bir bölümünü
oluşturur. Onu tekrar buharlaştırıp belli fizikî safhalardan geçirip yağmur
haline getiren Cenâb-ı Hakk'ın elbette ki insanları öldürdükten sonra
diriltmeye kudreti yeter.
Böylece kâinatta
meydana gelen her olay, daha çok Cenâb-ı Hakk'm «Kadîr, Alîm, Rahîm ve Hakîm»
sıfatlarının damgasını taşımakta ve her biri bağlı bulunduğu kanun gereği O'nu
tesbîh ve tenzih etmektedir.
3—
«Gerçekten bizim onu (bulunduğu yerden) gidermeye gücümüz yeter» mealindeki
âyet, yeraltı ve yerüstü suların mevcut plânı aşmayacak şekilde yer ve mecra değiştirebileceğine
işaret etmekte ve bunun da bazı fizikî kanunlara göre gerçekleştiği
belirtilmektedir. Bu tabii olayların dışında bir de Cenâb-ı Hak, şaşmayan
plânına göre kurduğu düzeni aynen korumakta, sağladığı dengeyi bozmamaktadır.
Dileseydi, yeraltı sularını bizim istifademizden uzaklaştırır, ya onu büsbütün
köreltip belirsiz hale getirirdi, ya da başka bir cihete sevkederek bizden
uzaklaştırırdı. [54] Ama öyle dilememiştir ve
dilemiyeceğini de bilişare haber vermektedir. Kâinatın her parçasında hâkim
olan denge ve düzeni yüzeysel olarak yer yer insanoğlu bozmakta ve kendi
aleyhine bir sonuç ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Öyle ki, Allah'ın kudret
tezgâhından çıkan her şey temelde ve yüzeyde mükemmeldir. Onu yüzeysel olarak
zedeleyen biz insanlarız.
Nitekim Rum sûresinde
bu konuya değinilerek şöyle buyurulmaktadır: «İnsanların elleriyle işledikleri
(bilgisizce) işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat
(düzensizlik) ortaya çıktı. Allah da, belki (pişmanlık duyup) dönerler diye
işlediklerinin bir kısmının (cezasını) onlara (dünyada) tattırır.» [55]
4__ «Böylece
onunla size hurmalıklar, üzüm bağları, bahçeleri meydana getirdik ki, sizin
için onlarda birçok meyvalar vardır ve onlardan yeyip geçinirsiniz.»
Su, güneş enerjisi .ve
toprak bir bütünlük arzetmektedir. Öyle ki, biri diğerinin hizmetini
tamamlamakta ve hepsi biraraya gelerek asıl amaca yönelmektedir. Toprağın,
içinde taşıdığı faydalı bakterilerle bir hayat kaynağı olduğu kesindir. Su ve
enerjiden yeterli nisbette alınca harekete geçmekte ve bağlar, bahçeler,
hurmalıklar, meyvalıklar vücut bulmaktadır. Bu düzenli, sistemli ve hesaplı
faaliyet gelişigüzel değil, belli bir plân ve programa göre yürütülmektedir.
Yetişmekte olan her meyva ağacı, ilâhî tecellinin bir tezahürüdür. Öyle ki :
Elma ağacının mayasında ve tohumunda sadece elma vardır. O yaratıldığından beri
bu özelliğini korumakta ve en küçük bir yanlışlık yapmadan türünün özelliğini
sürdürmektedir. Diğer meyvaiar da öyle..
Eğer yeryüzünde muz
veya armut yaratılmamış olsaydı, onları bilmemize ve ortaya çıkartmamıza imkân
olmazdı. O halde biz ancak mevcut olanı bilebiliyoruz; deney ve gözlem ile
çevremizi tanımaya çalışıyoruz. Olmayan bir şey vücuda getirebiliyor muyuz? Bu
mümkün müdür? Madde âleminde günümüze kadar keşfedilen 103 element vardır.
Bunlar atom numaralarına göre (yani çekirdekteki proton sayısı) yerlerini
almaktadırlar. Bu düzenlemede boş kalan bir element yeri varsa, mutlaka o
kâinatta mevcuttur. Boş yer yoksa, o sırayı bozacak başka elementlerin mevcudiyeti
söz konusu değildir.
Görüldüğü gibi, beşer
ilmi ve araştırması ancak kâinatta var olan eşyaya yönelmekte ve onları bir bir
bulup ortaya çıkarabilmektedir. Böylece bizim bilgimiz, Cenâb-ı Hakk'ın
koyduğu düzenin çok az bir bölümüyle sınırlı kalmakta, O Yüce Kudret'in mülk-ü
saltanatı karşısında pek az bir bilgiye sahip olduğumuz kesinlik arzetmektedir.
Bütün bu gerçekler
bize, öncesiz ve sonrasız mutlak bir kudretin varlığını öğretmiyor mu?
5— «Ve (daha çok) Tûr-i Sînâ'da çıkan, yiyenlere
yağ ve katık bitirip veren bit* ağaç da yeşerttik,»
Zeytin ağacının
mübarek kılınması, üzerinde önemle durulacak bir konudur. İnsan sağlığı
üzerinde olumlu tesirleri belirgin olan bu ağacın mey-vası ve meyvasından elde
edilen yağ birçok faydaları beraberinde taşımaktadır. Besin değeri çok
yüksektir. Sindirimi ise, diğer yağlara oranla daha kolaydır. Öyle ki: Zeytinde
% 14 yağ, % 8,5 karbonhidrat, % 76 protein vardır. 100 gram zeytin 170 kalori
verir.
Zeytin yağı, bazı
özellikleri nedeniyle iç organlar üzerinde de birtakım olumlu etkileri söz
konusudur. İlmî araştırmaların ileride bu maddenin daha birçok yararlarının
bulunduğunu tesbit edeceğini ümit etmekteyiz.
Tûr-i Sînâ ve
çevresinde bol miktarda yetiştiği veya ana yurdunun orası olduğu birer yorum
olarak düşünülebilir. Nitekim Ege ve Akdeniz bölgesinde fazla miktarda
yetiştirilen bu uzun ömürlü ağacın, Tûr-i Sina'dan birçok ılımlı bölgelere
yayıldığı söylenebilir. Nitekim Nûr sûresinde bu faydalı ağaçtan söz edilirken,
«Ne yalnız doğunun, ne de yalnız batının ürünü olan mübarek zeytin ağacından
yakılır..» buyurularak bu ağacın doğuya veya batıya has olmadığı, ılımlı olan
bütün ülkelerde yetişme şansının bulunduğu belirtilmektedir. Böylece zeytinin
ana yurdunun Tûr-i Sînâ olduğu veya en çok o bölgede yetiştiği birer yorumdan
öteye geçmezse de ikinci yorumun, Nûr Sûresi'ndeki açıklama ile
karşılaştırılınca birinci yorumdan daha kuvvetli olduğu anlaşılıyor. Ana yurdu
Ege ve Akdeniz bölgesidir diyenlere göre, birinci yorum daha sıhhatli kabul
edilebilir. Zira Tûr-i Sînâ, Akdeniz bölgesinden bir kesimdir. Allah daha
iyisini bilir.
5__ «Sizin
için şüphesiz (bazı bineklerde ve) davarlarda da bir ibret (öğüt ve ders)
vardır..»
Binek olarak
kullandığımız hayvanları ve etinden, sütünden, yün ve kılından yararlandığımız
davarları da, yaratılıp hizmetimize sevkedildiği için biliyoruz ve her biri
insanlardan yana birçok yararları kendinde taşıdığı için onları besleyip
nesillerinin devamını sağlıyoruz.
Cenâb-ı Hakk'ın bunlardan
çoğunu birer süt imalatçısı veya fabrikası haline getirmesi, insanların
sağlıklı beslenmesine yönelik lûtuflarından biridir. Böylece O'nun yarattığı
şeylerden her birinin insanlardan yana birtakım hizmetler verecek şekilde
plânlanıp vücuda getirildiği ortaya çıkıyor. Aynı zamanda davarlardan her
birinin kendi türünün özelliği doğrultusunda yaratılıp programlandığı, ilk
insan Âdem Peygamber'e bunların isimlerinin öğretildiği gibi, faydalarının ve
faydalanma yollarının da belle-tildiği sonucu ortaya çıkmış oluyor. [56]
İlgili 21. âyetle
karada yük taşıyan bineklerle, denizde yük taşıyan gemiler birarada
anılmıştır. İlk nazarda bu iki ayrı şey arasında ortak bir bağ olmadığı sanılsa
bile, gerçek öyle değildir, Zira Kur'ân-ı Kerîm başta Araplar olmak üzere her
millete ve çağa hitap eden bir kitaptır. Çölde yaşayan Arapların gemileri
develerdir. Nitekim onlar kendilerine
devamlı hizmet veren develeri hem çok
severler, hem de onlara bu sevginin bir tezahürü olarak «sefâin-i berriye» yani
karada yürüyen gemiler derler.
Devenin uzun ve
meşakkatli yollara tahammülü, ciğerlerinde su depolaması ve aç kaldığı zaman
gıda ihtiyacını uzun süre karşılayacak hörgü-cündeki yağ stoku ona ayrı bir
özellik vermekte ve daha çok çöl yolculuğunda kullanılmaya elverişli bir
yapıya sahip olduğu görülmektedir. Ce-nâb-ı Hak bu harika canlıyı öğüt ve ibret
alınacak bir nîmet olarak hatırlatırken, diğer deniz taşımacılığına ağırlık
veren milletlere de gemi nimetini hatırlatmakta ve denizlerin, gemilerin
yüzmesine uygun bir özellikte-düzenlendiğine dikkatlerini çekmektedir.
Böylece biri kara, diğeri
deniz gemisi olmak üzere iki taşıttan söz edilerek ilâhî nimetler üzerinde
iyice düşünmemiz ilham edilmekte ve eşyaya körler gibi bakmamamız
istenmektedir. [57]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, birliğine. ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden altı
kadar belgeye yer verildi. Her şeyin belli bir amaç için yaratılıp hizmete
sevkedildiğine işaretle, eşya üzerinde eiddi araştırma ve inceleme yapmamız,
üzerlerindeki ilâhî kudret ve hilkat patentini görmemiz ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Mekke'de
çok sıkıntılı günler geçirmekte olan Resûlüllah (A.S.) Efendimizle etrafında
toplanan bir avuç mü'mine teselli babında Nuh (A.S.) kıssasından önemli
safhalar anlatılıyor ve varlık âleminde hâkim olan ilâhî düzen ve tasarrufu
göremeyen inkarcıların hiç değilse, kendilerinden önceki inatçı kâfirlerin
akibetine baksınlar, onların kalıntılarına uğrayıp mahzun ve ibretli
duruşlarından ibret alsınlar diye Nuh tufanına dikkatleri çekiliyor. [58]
23— And olsun ki, biz Nuh'u kavmine gönderdik.
O, «ey kavmim! dedi, Allah'a ibâdet
edin, O'ndan başka sizin hiçbir (hakiki) ilâhınız yoktur. Artık (putlara
tapmaktan, azgınlıktan ve kötülüklerden) sakınmaz mısınız?»
24— Bunun üzerine kavminin ileri
gelenlerinden inkâra sapan
bir grup dedi ki: «Bu da ancak sizin gibi bir insandır. Size karşı
üstünlük sağlamak ister. Allah, (peygamber göndermeyi) dilemiş olsaydı,
herhalde melekleri (görevlendirip) gönderirdi. Hem ilk atalarımızdan da böyle
bir şey işitmedik.
25— Bu herhalde kendisinde cinnet (belirtisi)
bulunan bir adamdır. Bir süre onu gözetip bekleyiniz.»
26— Nuh, «ey Rabbim! beni yalanlamalarına
karşılık sen bana yardım et» dedi.
27_ Nuh'a,
«gemiyi gözümüzün önünde (talimatımız altında) vahyimiz uyarınca yap; emrimiz
gelip tandırdan su kaynayıp fışkırınca ona her (cins hayvandan) ikişer çift
(veya birer çift) ve aleyhlerinde emir (hüküm) geçmiş olanın dışında aileni
getirip yerleştir ve sakın o zâlimler hakkında bana hitap etme; çünkü onlar
mutlaka boğulacaklardır» diye vahyettîk.
28— Artık sen ve beraberindekiler gemiye yerleşip
yerinizi alınca, de ki: «Bizi zâlim bir kavimden kurtaran Allah'a hamd olsun.»
29— Ve de ki: «Rabbim! beni mübarek bir konağa
indir, sen (konaklara) indirenlerin en hayırlısısın.»
30— Şüphesiz ki (bu önemli ve ibretli olayda)
birçok öğütler ve dersler vardır. Doğrusu biz hep (böyle) sınava çekeriz.
İlgili âyetlerle Nûh (A.S.)
kıssasına dönüş, hafızalardaki izi derinleştirmek; geçmişte meydana gelen
ibretli, önemli olaylarla bir bölge halkının yok edilme sebeplerini
-düşündürücü misal olarak- hatırlatma hikmetine yöneliktir. Aynı zamanda
İslâmiyete karşı olup, tecelli eden ilâhî nuru Mekke vadisinde söndürmeye
çalışan Yahudilerle putperest müşrikleri iyice geçmiş olaylarla yüzyüze
getirmek ve mü'minleri de İslâm'ın mutlaka başarı sağlayacağıyla müjdelemek de
söz konusudur. Böylece ilâhî kudretin üstünlüğünü, hükümlerinin şaşmazlsğını
yansıtan bu gibi tarihî olaylan birer
belge, delil ve ibret şeklinde gözler önüne serilirken; inkarcıların
sergiledikleri haksızlık ve ahlâksızlığın sonunun nereye varacağına dikkatler
çekilmekte, akıl ve idrakleri körelmiş olanlar gafletten uyandırılmak
istenmektedir. [59]
Nuh Peygamber'in
(A.S.) kendi kavmine daha çok şu iki şeyi tavsiye ettiği anlaşılmaktadır:
1— Putları bırakıp bir olan, ortağı bulunmayan
Allah'a ibâdet etmek,
2— İnkâr ve sapıklığın, zulüm ve hayâsızlığın
büyük bir belâ getireceğinden korkmak..
Buna karşı, büyüklük,
şeref ve itibarı mal ve evlâtta gören kavminin ileri gelenlerinin tepkisi ise
beş madde halinde özetlenmektedir:
1— Nuh da sizin gibi bir insandır.
2— Aliah tarafından gönderildiğini iddia ederek
size karşı üstünlük sağlamak ve lider olmak hevesindedir.
3— Allah
bir elçi göndermeyi
dileseydi, herhalde onu meleklerden seçip göndermesi gerekirdi.
4— Gelip geçen baba ve dedelerimizden de böyle
bir şey duymadık.
5— Olsa olsa bu adam cinnet getirmiştir. Bir
süre onu gözleyip neticenin rıe olacağını bekleyin.
Mekke müşrikleriyle
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında geçen sürtüşme ve tartışmaları, İslâm'a
karşı vaki saldırı ve hezeyanları incelediğimiz zaman Nuh Peygamber (A.S.)
aleyhinde söylenen bu sözlerin ve ortaya atılan iddiaların bir benzerinin Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimiz aleyhinde de söylendiğini görürüz. Demek oluyor ki,
inkarcı azgın kavimlere ve milletlere gönderilen hemen her peygamberin
karşısına çıkanların, o kavmin veya milletin ileri gelen şımarıkları olmuş ve
benzeri suçlamalarla peygamberlerin aleyhinde bulunulmuştur.
Sûrenin başında
mü'minlerin özellikleri, örnek alınacak vasıfları açıklandıktan ve ilâhî
kudretin her şeye nüfuz ettiğine parmak basıldıktan sonra Nuh (A.S.) kıssasına
geçilmesi, o dönemde Mekke'de çok sıkıntılı günler yaşayan mü'minleri teselli
etmeyi ve yakında küfür diyarından kurtulup üstünlük sağlayacaklarını dolaylı
şekilde haber vermeyi amaçlıyor.
Nûh (A.S.} bütün
uğraşmalarına, uyarılarına ve tavsiyelerine rağmen olumlu bir sonuç elde
edemeyince, ilâhî azabın inmesinin yakın olduğunu sezdi ve son olarak da
yalancılıkla suçlanmasına büsbütün üzülerek yapılacak başka bir şeyin
kalmadığını anladı ve o sebeple Allah'tan yardım diledi.
Nuh (A.S.)ın duası
kabul olundu; ilâhî sünnetin hükmünü yürütme vakti-saati yaklaştı. Küfür ve
ahlâksızlık grafiği yükselip son çizgisini gösterirken, ilâhî azabın inmesi
kaçınılmaz oldu.
Tufan çok geniş bir
alanı kapsayacağından o bölgede canlı adına her şeyin yok olacağı muhakkaktı. O
bakımdan ilâhî gözetim altında yapılan gemiye o bölgede yaşamakta olan her
hayvan türünden bir veya birkaç çift alındı. Bismillah ile gemiye binildi, duâ
ve tazarru' ile yol alınmaya başlandı. Allah'a hamd ile gemi selâmete erdi ve
karar kılacağı yerde arızasız olarak durdu. Ölenler öldü, kalanlara geride
ibretler ve öğütler kaldı. İlâhî imtihanı kaybeden inkarcı şaşkınlar sonunda
daire-i rahmetten kovuldular.
Geminin ilâhî talimata
göre yapılması, tandırdan su kaynayıp fışkırması ve hayvan türlerinden birer
çift gemiye alınması, zalimler için ilâhî rahmetten yardım beklenilmemesi
hususları hakkında Hûd Sûresi 40, 41. âyetlerin tefsirinde geniş açıklamada
bulunduğumuzdan burada tekrar etmek istemedik.
Ayrıca Nuh Peygamber'in
(A.S.) kendi kavmini Allah'ın varlığını ve birliğini tasdîka davet ederken
nasıl bir metot uyguladığını ve mücadelesini hangi çizgide sürdürdüğünü Nuh
Sûresinde açıklamış bulunuyoruz. Belirttiğimiz hususlarda geniş bilgi için bu
iki bölüme bakılmasını tavsiye ederiz. [60]
1— Bir vasıtaya «Bismillah» deyip binmek;
Allah'ın çok bağışlayan ve çok merhamet eden olduğunu anmak,
2— Yolculuk ve seyahat bitmek üzere iken
«Rabbim! beni mübarek bir konağa indir; sen konaklara indirenlerin en
hayırlisısın» diye duâ etmek,
3— Varılacak
yere selâmetle ulaşıldığında Allah'a hamd etmek.. [61]
«Şüphesiz ki (bu
önemli ve ibretli olayda) birçok öğütler ve dersler vardır. Doğrusu biz hep
böyle sınava çekeriz.»
Her kişi bulunduğu
ortam ve şartlar içinde birtakım sınavlarla karşı karşıyadır. Ortam ve şartlar
çok farklı ve çeşitli olduğu gibi, sınavların da ölçü ve özellikleri o nisbette
değişiktir. Şöyle ki :
a) Kimileri
makam ve liderlik ortamında,
b) Kimileri
mal ve servet edinme düzeyinde,
c) Kimileri
kadın ve şehevî duygular doğrultusunda,
d) Kimileri küfür ve ahlâksızlık çevresinde,
e) Kimileri
aile dramı çizgisinde,
f) Kimileri
arkadaş ve muhit edinme havasında,
g) Kimileri
ibâdet ve mabet muhitinde,
h) Kimileri
maddeci ve mideci bir toplum içinde, i) Kimileri ilim ve irfan çevresinde,
j) Kimileri
de bunlardan birkaçıyla veya çoğuyla içice bir ortamda imtihan vermektedir.
Başarı ve mutlu sonuç, her konu ve çizgide, her doğrultu ve düzeyde ilâhî sınırları
bilip hilkatin hikmet ve amacına göre bir hayat düzeni kuranlardan yanadır.
Tıpkı Nuh Peygamber'in (A.S.) ve kendisine inanan mü'minlerin Tevhîd İnancı'nı
kurtarmak için bindikleri gemiyle mutlu sonuoa erişmeleri gibi.. [62]
Yukarıdaki âyetlerle,
hem mü'minleri teselli etmek, hem de başarının haktan yana olanlara tecelli
edeceğini müjdelemek için Nuh (A.S.)ın kıssasından önemli ve ibretli safhalar
anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Nuh
(A.S.) olayından sonra insanların yine zamanla Tevhîd İnancı'ndan
uzaklaştıkları, çok tanrılı sistemlere heveslendikleri ve o sebeple ardarda
peygamberler gönderildiği konu ediliyor. Sonra da küfrün aynı ölçüsüzlük ve
şarlatanlıkla peygamberlere karşı gelerek onları yalanladıkları, o yüzden çetin
mücadelelerin sürüp gittiği ve sonunda ıslâh olmayan kavimlerin yerle bir
edilip cer-çöp haline getirildiği anlatılıyor. [63]
31— Sonra onların ardından başka bir nesil ortaya
çıkardık.
32— İçlerinden (seçip beğendiklerimizi)
kendilerine peygamber olarak gönderdik. (Ö da onlara): «Allah'a ibâdet edin,
O'ndan başka sizin için (hakikî) hiçbir ilâh yoktur; artık (inkârdan, puta
tapmaktan, azgınlık göstermekten) sakınmaz mısınız?» dedi.
33— O'nun kavminden küfredip Âhiret'e kavuşmayı
yalan (ve saçma) sayan, dünya hayatında
refaha kavuşturduğumuz ileri gelenler dediler ki: «Bu da ancak sizin gibi bir
insandır; sizin yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor.
34— Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edip
peşine takılırsanız o takdirde hüsrana uğrarsınız.
35— Siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline
geldiğiniz zaman, herhalde (topraktan yeniden) çıkarılacağınızı mı va'dediyor
O?
36— Va'dolunduğunuz şeyler pek uzaktır, pek
uzak!.
37— Bizim ancak dünya hayatımızdır ki (bir
kısmımız) ölürüz, (bir kısmımız) yaşarız
ve biz bir daha diriltip kaldırılmıyacağız.
38— (Peygamberlik iddiasında bulunan) o adam,
Allah'a karşı yalan uyduran (bir şaşkın)dan başkası değildir. Biz de ona
inanacak değiliz.»
39— O (Peygamber) dedi ki: «Rabbim! beni yalancı
saymalarına karşılık bana yardım et.»
40— (Rabbı da ona): «Az bir süre sonra şüphen
olmasın kî pişmanlık duyacaklar,» dedi.
41— Derken korkunç bir ses gerçekten onları
yakaladı da bu yüzden onları (kıyılara atılıp itilmiş) cer-çöp haline
getirdik. Zâlim kavme (rahmet ve yardımdan) uzaklık (olsun)!
42— Sonra bunların ardından bîr nice nesilleri
ortaya çıkardık.
Kur'ân-ı Kerîm'in bu
on âyetiyle, Hûd Peygamberle ilgili kıssanın isim verilmeden Nuh (A.S.)
kıssasından sonra meydana gelen önemli bir olay olduğu belirtiliyor. Böylece
tarihin tekerrür ettiği hatırlatılarak Nûh Tu-fanı'nm yaptığı tahribatı unutan
bir kavmin âkibetinden haber veriliyor. Oysa Nuh (A.S.) olayı unutulacak türden
değildi. Ama doğru yoldan sapıp maddeyi esas temel kabul eden ve böylece bütün
kutsal değerlere sırt çeviren bir milletin veya kavmin onu düşünüp ibret alacak
idrâklerinin açık olduğu söylenemez.
Âd ve Semûd kavimleri
bu olayı bilmiyorlardı veya ondan hiç haberleri yoktu denilemez. Ne var ki,
belirttiğimiz gibi, olayın iç yüzüne nüfuz edip sebep ve illetlerini dikkate
alarak değerlendirmek büyük bir irfan ve açık basîret konusudur. Madde ve
şehvet o insanların gözlerini kör, kulaklarını sağır, kalplerini mefluç,
idrâklerini işlemez hale sokmuştu.
Diğer önemli bir husus
da şu idi: Küfürde ısrar etmenin ve Hakk'a karşı baş kaldırmanın öncülüğünü
yine o ülkenin refah içinde yüzen ileri gelenleri yapıyordu. Onlara göre,
putlara tapılır, ama bir insana uyulmaz-dı. Âhiretin aldatmaca bir kavram
olarak ileri sürüldüğünü; ölümden sonra ikinci bir hayatın söz konusu
olamıyacağını iddia ediyorlardı. Doğarız, bir süre yaşarız ve ölüp yok oluruz.
Bir daha çürüyen kemiklerin biraraya gelmesi mümkün değildir derlerdi.
Onların böyle bir
inanç ve düşünee tarzı engel kabul etmez bir davranış getiriyordu: Nefsanî
arzularını frenliyeeek, heveslerine engel olacak, hürriyetlerini çerçeve içine
alacak her söz ve tebliği reddetmek.. Bu yüzden onların ihtiras ve emellerini
meşru sınırlar içine alacak, enerjilerini tehlikeli sınırla tehlikesiz sınırlar
dikkate alınarak kanalize edecek hak din ile uyum sağlamaları çok zor, hattâ
bazı ahvalde mümkün değildi. O yüzden peygamberlerin tebliğ ve irşatları
onların sadece küfür ve tuğyanını artırmaktan başka bir sonuç doğuramamış ve
çok geçmeden müthiş bir gürültü, uğultu, derken şiddetli bir kasırga ve deprem
ülkelerinin altını üstüne getirmiş, fiziksel yapıları hayli kuvvetli olan o
insanları birer saman misali yerden yere vurmak suretiyle yok etmiştir.
Şüphesiz ki sözünü ettiğimiz
kıssanın önemli safhalarının burada anılması, inkarcı putperestlere, İslâm'a
karşı kin besleyen Yahudilere ve günümüzün inkarcı sapıklarına şu hususu
hatırlatıyor: Allah'ı red ve inkâr, azgınlık ve ahlâksızlıkla, zulüm ve
tecavüzlerle birleşir de madde ve şehvet kalıplarında şekillenirse, ilâhî
sünnet gereği hüküm iner ve inince de getireceği azabın nasıl bir felâket
olduğu önceden bilinmez. Nitekim Nuh kavmi, gölü ve denizi olmayan bir bölgede
gemi inşa eden Hz. Nuh'u (A.S.) alay konusu edinmişlerdi. Âd kavmi Hud
Peygamber'in haber verdiği azabın neden inmediğini alaylı tavırlarla sorarak
onunla eğlenmişlerdi. Çok geçmeden önüne geçilmez tufan, Nuh kavmini;
karşısında durulmaz şiddetli kasırga
ve deprem Âd kavmini yeryüzünden silip o bölgede yaşamakta
olanları, bir varmış, bir yokmuş masalına çevirivermişti. [64]
Cenâb-ı Hak, Âd
kavminin kıssasından bazı önem|i ve ibretli safhaları açıklamakla, yaşamakta
olan toplum ve milletlere şu mesajları veriyor :
1— Küfrün saldırılarına hedef olan mü'minlerin
biraz daha sabretmeleri gerekmektedir. Çünkü ilâhî azap aneak belli
kanun ve ölçülere göre iner. Vakti ve saati gelince de kimseye aman vermez.
2— Peygamberler, Allah'a imân
ve ibâdete davet etmekle, muhakkak ki insanlara hem kişilik
kazandırırlar, hem de en büyük hayır ve iyilikte
bulunurlar.
3—Allah
korkusunu Âhiret kavramıyla birleştirip insanın iç ve dış âleminde onunla
disiplin, düzen ve otokontrol sağlarlar.
4— Ülke halkının Allah'a inanmasına daha çok oranın
refah içinde olan ileri gelenleri engel olurlar. O bakımdan kalpleri hakka
meyleden kişilerin, o şımarıklara uymamaları, onların telkinlerine kulak
vermemeleri gerekir.
5— Aşırılık, azgınlık ve ihtirasları frenleyecek
peygamberlerin teblîğ ve irşadını tesirsiz hale getirmek için basit mantıkî
yollara başvuranlar da yine o refah içinde günlerini gün edenlerdir.
Peygamberlerin kadrini küçük düşürmek için, onların da herkes gibi sıradan
birer insan olduklarını söyleyerek, Allah'a iftirada bulunduklarını iddia
ederler.
6— Teblîğ ve irşat olumlu sonuç vermeyince,
peygamberler üzülmeğe ve sıkılmaya başlarlar. Üzülmeleri, yakında ilâhî hükmün
ineceğini bilmelerinden kaynaklanır. Aynı zamanda o insanları doğru yola
davette başarılı olamadıklarının da bunda payı vardır. Sıkılmaları, Allah'ı
bırakıp putlara, canlı-cansız eşyaya tapan
insanların doğru yolu bulup
seçmeden dünyadan ayrılmaları düşüncesinden kaynaklanır. Derken
Cenâb-ı Hak hükmünü yürütür ve
iş bitirilmiş, küfrün kökü kazınmış olur.
İşte Cenâb-ı Hak sözü edilen
kıssadan verdiği bu mesajlarla, önce Mekkeli putperestleri, sonra da yaşamakta
olan inkarcı mütecavizleri uyarmakta ve tarihin tekerrür edeceğini haber
vermektedir. Nitekim Mekkeli putperestlerin çok geçmeden hem azgınlıklarına,
hem saltanatlarına son verildi ve hakir gördükleri mü'min köle ve fakirlerin
önünde başeğmek zorunda bırakıldılar. [65]
Yukarıdaki âyetlerle,
kapalı bir anlatımla Âd kavminden ve onların ibret ve öğüt alınacak
kıssalarından söz edildi. Böylece Hakk'a karşı baş kaldırıp tuğyan edenler
uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Âd
kavminden sonra birçok nesillerin geldiği ve çoğunun imân etmedikleri gibi,
küfür ve tuğyanlarını artırdıklarından dolayı yok edildikleri haber veriliyor.
Sonra da Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından bir özet verilerek Mekkeli
putperest müşrikler uyarılıyor ve yaşamakta olan inkarcı milletlerin tarihi
olayları çok iyi araştırıp değerlendirmeleri işaret yoluyla hatırlatılıyor. [66]
43— Hiçbir ümmet (yok edilip silinecek) süresini
ne ileri geçer, ne de ondan geri kalır, (belirlenmiş vakit gelince ilâhî hüküm
tecelli eder).
44— Sonra peygamberleri ardarda gönderdik. Ne
kadar bir ümmete bir peygamber geldiyse, onu yalanladılar. Biz de onları arka
arkaya (yok edip) hepsini birer masal yapıverdik. İmân etmeyen bir kavme
(rahmet ve yardımdan) uzaklık olsun.
45-46— Sonra
da Musa ile kardeşi Harun'u, Fir'avn'a ve onun yandaşlarına mu'cizelerle ve
çok açık belge ve delillerle gönderdik. Onlar ise büyüklük tasladılar. Zaten
onlar dik başlı, kendilerini çok yükseklerde gören bir milletti.
47— «Biz dediler, bizim gibi (yeyip içen) iki
insana hiç inanır mıyız. Kaldı ki ikisinin de kavmi bize kulluk etmekteler.»
48— Böylece Musa ile Harun'u yalanladılar da bu
yüzden yok edilen (bedbaht) I ardan oldular.
49— And olsun ki Musa'ya o kitabı (Tevrat'ı)
verdik ki, onlar doğru yolu bulsunlar.
50— Meryem'in oğlu ile onun anasını da bir
mu'cize olarak sunduk. Onları yüksekçe pınarı olan düz, oturmaya elverişli bir
tepeye yerleştirip barındırdık.
«Sonra peygamberleri
ardarda gönderdik..»
Âd kavminden sonra,
daha önce hakkında geniş bilgi sunduğumuz Semûd kavmi ortaya çıkıyor. Geçmiş
olayların benzerleri yine tekrarlandığı gibi, tarih de tekerrür ediyor. Salih
Peygamber (A.S.) hem yalanlanıyor, hem de ağır hücumlara, haksız ithamlara
maruz kalıyor. Derken mu'cize tesir etmiyor ve sonunda diğer inkarcı azgın
kavimler hakkında tecelli eden sünnetullah tecelli edip hükmünü yürütüyor. Böylece
Semûd kavmi de bir varmış, bir yokmuş masalına çevriliyor ve helak edilegelen
kavim ve milletler zincirine bir halka daha ekleniyor.
Arkasından her kavim
ve millete ardarda kendilerinden seçilen peygamberler gönderiliyor. Geçmişte
olduğu gibi, ibret alan olmuyor. Aynı tartışma, sürtüşme, mücadele, inat ve
tuğyan, yalanlama ve suçlamalar birbirini izliyor. Böylece her millet için
ezelde takdîr edilen süre dolunca, vakti-saati geciktirilmeden ilâhî hüküm
indiriliyor ve inatçı kâfirler sahneden siliniyor. Başlarına gelen azap birer
masal ve bazan da birer efsane kalıbına sokularak dillerde dolaşıyor, kâğıtlar
üzerinde şekil ve muhteva değiştirerek asıl sebep ve illetinden uzaklaştırılmış
oluyor.
O nedenle Mekkeli
putperestlerin de yakın gelecekte birer masal olacaklarına işarette
bulunularak, mü'minlere güven ve parlak gelecek va'dediliyor. [67]
«Sonra da Musa ile
kardeşi Harun'u, Fir'avn'a ve onun yandaşlarına mu'cizeleıie ve çok açık belge
ve delillerle gönderdik. Onlar ise, büyüklük tasladılar. Zaten dikbaşlı,
kendilerini çok yükseklerde gören bir milletti.»
Fir'avn ve ülkesinin
ileri gelenlerinden oluşan yandaşlarının inkâr ve zulümleri değişik bir kanalda
gün geçtikçe kabarıp yükseliyordu. Mısır'tn yerli halkından olmayan İsrail
oğulları'na ikinci, hattâ üçüncü sınıf vatandaş muamelesi reva görülüyor ve
köle gibi kullanılıyorlardı. II. Ramses denilen Fir'avn, dalkavuklarının
taparcasına onun önünde eğilmeleriyle büsbütün ölçüsünü kaybediyor ve kendini
ilâhlaştıracak kadar şımarıyor-du. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Musa (A.S.) ile
kardeşi Harun'u (A.S.) onlara peygamber olarak açık mu'cizeierle gönderdi.
Allah'a kul olmayı, peygambere ümmet olmayı gururlarına yediremiyerek onu
kendileri için aşağılık sayan o inkarcı şımarıklar, hakkın karşısında
çelişkiye düştüler ve doğru cevap ve karşılık veremiyerek bocaladılar. Öyle ki,
Fir'avn, hem kendisi bir insan olduğu halde ilâhlık iddiasında bulunuyor, hem
de insanlardan peygamber (ilâhî elci) olamıyacağını savunuyordu. [68]
Kur'ân-ı Kerîm'in bu
bölümünde kıssanın bir özeti verilirken, bilhassa şu nokta belirtilmek
isteniyor: Taştan, ağaçtan yontulup şekillendirilen cisimleri ilâh kabul eden
müşriklerin; Hz. Muhammed'in (A.S.)
İnsan olduğu için Allah'ın elçisi olamıyacağı hakkındaki iddialarının bir
benzerinin tarihte geçtiği haber veriliyor. Yahudilerin Allah'ın son mesajı
Kur'ân'a karşı gelip dikbaşlık ederek kendilerini üstün görmeleriyle Fir'avn ve
yandaşlarının tutum ve anlayışı arasında birkaç yönden benzerlik bulunduğuna
işaret ediliyor. Aynı ölçüsüzlükleri ve isyankâr tavırlarını Meryem oğlu İsa'ya
(A.S.) ve annesine karşı yaptıklarına da ayrıea dikkatler çekiliyor. [69]
«Meryem'in oğlu ile
onun anasını da birer mu'cize olarak sunduk. Onları yüksekçe, pınarı olan düz,
oturmaya elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.»
Kur'ân bu konuyu
işlerken, daha çok insanların ya ifrata kaçtıklarına, ya da tefrite
düştüklerine işarette bulunuyor. Gönderilen peygamberleri inkâr edip Allah'ın
insanlardan elçi seçip göndermiyeeeğini iddia edip savunanlar tefrite düşerken,
İsâ Peygamber'! ve annesini ilâhlaştıranlar ise, ifrata kaçmışlardır. Fir'avn'ı
da ilâhlaştıranldr daha da ileri giderek mu'eizevî bir yanı olmayan bir kralı
övmede ölçüyü kaçırmışlardır.
Kur'ân'da münasebet
düştükçe, Hıristiyanların İsa (A.S.) ve annesi hakkındaki itikatları
reddedilerek «Meryem oğlu İsa», «Meryem'in oğlu» şeklinde anılarak, İsa'nın da,
anasının da birer insan olduklarına dikkatler çekilir.
Ne var ki, gerek İsa
(A.S.), gerek annesi ilâhî iltifata mazhar olmuş birer bahtiyardır ve ilâhî
mu'cize onlarda tecelli etmiştir. Öyle ki: İsa (A.S.) Melek Cebrail'in
nefhasıyla ana rahminde oluşmuş, Meryem de bir erkekle birleşmeden İsa'ya gebe
kalmıştır. Ancak burada bu mu'cizelerin hikmet ve amacı üzerinde durmuyoruz.
Çünkü daha önceki birkaç sûrede gerekli açıklamayı yapmış bulunuyoruz. [70]
İsa (A.S.) ile Annesi
Meryem'in barındırıldıkları yer:
Kur'ân-ı Kerîm burada
araştırıcılara ipucu vermek ve her türlü yanlış yorumlara imkân vermemek için
Meryem ile oğlu İsâ (A.S.)ın nasıl bir yerde barındıklarını üç özelliğiyle
haber veriyor. Şöyle ki:
a) Yüksekçe
düz bir arazi. .
b) Oturmaya çok elverişli,
c) İçinde pınar bulunan bir yöre..
Şüphesiz ki bu
özellikleri taşıyan birçok yerler ve yöreler vardır. Ancak İsa (A.S.) ile
annesinin Kudüs'ü terketmeleri üzerine nereye yerleştikleri araştırılıp
incelendiği zaman bu anlaşılabilir.
İncil'de bu konuyla
ilgili olarak fazla ve açık bir bilgi yoktur. Sadece Matta İncil'inde şu
cümlelere rastlamaktayız:
«Fakat Hirodes ölünce,
işte Rabbin meleği Mısır'da Yusuf'a (Meryem'in nişanlısı) rüyada görünüp dedi
: Kalk, çocuğu ve anasını (İsa'yı ve Meryem'i) al ve İsrail diyarına git; çünkü
çocuğun canını anyonlar öldüler. Ve Yusuf kalktı ve çocuğu ve anasını aldı ve
İsrail diyarına gitti. Fakat (o sırada) babası Hirodes'in yerine Arhelaos'un
Yahudiye'de kıral olduğunu işitince, oraya girmeğe korktu ve rüyada kendisine
bildirip, Ga-lile taraflarına çekildi ve gelip Nasıra denilen şehirde oturdu.
Tâ ki peygamberler vasıtasıyla «Nâsıralı çağırılacaktır» diye söylenen söz
yerine gelsin.» [71]
Bu anlatımdan İsa
(A.S.) ile annesinin önce İsrail diyarı sayılan Kudüs bölgesine
götürüldükleri, ancak oraya yerleşmeden Nâsıra'ya göç ettikleri anlaşılıyor. Bu
olaydan sonra Yahya Peygamber'in yakalanıp idam edileceğini öğrenen İsa
Peygamber'in (A.S.) önce Galile'ye çekildiği ve arkasından Nâsıra'yı bırakıp
Zeblun ve Naftali sınırlarında deniz kıyısında olan Kefernahum'a gelip oturduğu
belirtiliyor. [72]
Şüphesiz bu yer
değiştirme olayında İsa (A.S.)ın yalnız başına olduğu pek söylenemez. Kuvvetli
bir ihtimalle annesiyle birlikte gelip Kefernahum'a yerleşmişlerdir. ,
Diğer yandan İncil'i
oluşturan kitaplardan biri olan «Resullerin İş-leri»nde İsa Peygamber'den sonra
şakirtlerinin imân eden ihlaslı yedi kişi seçip Allah'ın sözünü tebliğ ile
görevlendirdikleri ve bu yüzden yeni yeni şakirtler edindikleri belirtilir.
Sonra da Yahudiler yalancı şahitler bulmak suretiyle, halk üzerinde geniş çapta
tesir meydana getiren şakirt İtefa-nos'u öldürttüler.[73]
Bundan hemen sonra 41.
yılda Roma'dan kral unvanı ile gönderilen Hirodes-Herode Agrippa zamanında da,
Havari Yuhanna (St. Jean)ın kardeşi Havari birinci Yakub (St. Jacques)ın
başının kesildiği ve Havari Pet-rus (St. Pierre)un hapsedildiği yine Resullerin
İşleri kitabında belirtilir. [74] Bu
arada Meryem'in nereye gittiğinden, nasıl olduğundan söz edilmez. Ne var ki, bu
bölümün ışığı altında olayları değerlendirenler şu ifadeyi kullanmışlardır:
«St. Jean, İsa Peygamber tarafından kendisine emanet edilmiş olan Meryem
Ana'yı, Kudüs'ün yıldan yıla karışan ve herkesin kendini savaş meydanında
sanıp, her on ölüm beklediği, tehlikeli muhitinde ta-biatiyle yalnız başına
bırakamazlardı. Böylece Meryem Ana, Havari St. Jean ile beraber (M.S. 37-42)
yılları arasında Küçük Asya eyaletine, Efes civarına gelmiştir. St. Jean Ege
mıntıkasında geniş faaliyette bulunmuş ve bu arada İncil'i teşkil eden kitaplar
içinde kendisi tarafından yazılmış olan «Apokalips-Apoclipse» eserinde
zikrettiği Küçük Asya'nın 7 kilisesini kurmuştur.» [75]
Adı geçen kitapta «St.
Jean, İsa Peygamber tarafından kendisine emanet edilmiş olan Meryem Ana'yı...»
cümlesinin sonunda kaynak olarak Yuhanna İncil'i 19. bab gösterilirse de,
elimizdeki mevaut İncil nüshalarında belirtilen babda böyle bir ibareye
rastlayamadık.
O bakımdan Meryem'in, İsa
(A.S.)ın göğe yükseltilmesinden sonra nereye gittiği veya nereye yerleşip
kaldığı hakkında sağlıklı bir bilgi yoktur. Hem Kur'ân-ı Kerîm'de sadece
Meryem'in değil, onun İsa (A.S.) ile birlikte, yani henüz İsa (A.S.) göğe
yükseltilmeden önce, içinde pınarı olan güzel bir yaylaya yerleştirildiği
açıklanmaktadır. Matta İncil'indeki «Annesiyle birlikte gelip Kefernahum'a
yerleşmişlerdir» ifadesi, Kur'ân'ın beyânına daha yakın ve uygun kabul
edilebilir. Allah daha iyisini bilir. [76]
Yukarıdaki âyetlerle,
Âd kavminden sonra birçok nesillerin gelip geçtiği ve çoğunun inkâr ve
tuğyanda ısrar etmelerinden dolayı yok edildikleri, ibretli bir misal olarak
verildi. Böylece Mekke'de Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz'i yalanlayan
müşriklerin de yakında başaşağı getirileceklerine telmihte bulunuldu. Sonra da
Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından öğüt alınacak birkaç safhaya değinildi ve
İsa (A.S.)ın bir mu'cize anlamında babasız dünyaya getirildiğine dikkatler
çekilerek Yahudilerin şerrinden kaçtığına isâret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, bütün
peygamberlerin Tevhîd İnancı esasında birleştikleri ve hepsinin de temiz,
yararlı gıdalardan yararlanmayı telkîn ettiği belirtiliyor. Sonra da
ümmetlerin bu esastan kopup bölündüklerine, çeşitli mezhepler kurduklarına atıf
yapılarak Muhammed (A.S.) Ümmetinin bu konuda çok dikkatli olmaları
isteniliyor. Arkasından Mekke'nin refah içinde olup mal ve evlât çokluğuyla
böbürlenen gafil ileri gelenleri konu edilerek, yakında her şeyin aleyhlerine
döneceği hatırlatılıyor. [77]
51— Ey peygamberler! tertemiz yararlı helâl
gıdalardan yeyiniz; iyi-yararlı amellerde bulununuz. Şüphesiz kî ben sizin
neler yaptıklarınızı bilenim.
52— Ve doğrusu bu (dininiz) bir tek yol ve
şeriattır. (Her peygamber aynı esası yansıtmakla görevliydi). Ben de sizin (tek
olan, ortağı olmayan) Rabbınızım; artık benden korkup (bu esasa uymayan
şeylerden) sakının.
53— Ama ne var ki
(gerçek bu olmakla beraber)
ümmetler kendi aralarında bölünüp parça parça oldular, her biri sahip
bulunduğu (din ve mezhep) ile kendi halinden memnun ve mutludur.
54— Artık
sen onları (ilâhî emir ve hüküm ininceye kadar) bir süre şaşkınlıkları içinde
(bocalar halde) bırak.
55-56—
Kendilerine mal ve evlâttan verdiğimizle onlar hakkında hayırlarda acele
koşuştuğumuzu mu sanırlar? Hayır, onlar (ilâhî sünnetin hükmünü yürüteceğini)
bir türlü anlayamıyorlar.
«Hiç bir peygamber
yoktur ki, davar gütmemiş olsun!» Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu :
— Siz de mi ey Allah'ın Resulü!? Cevap verdi:
— «Evet ben de Mekke'nin dağ eteklerinde bir
zamanlar çobanlık yaptım.» [78]
«Şüphesiz ki Davud
(A.S.) kendi elinin emeğiyle sağladığı kazançtan yeyip geçinirdi.» [79]
«Ey insanlar! şüphesiz
ki Allah pâk ve temizdir; ancak pâk ve temiz olanı sever. Hem Allah
peygamberlere emrettiği şeyleri mü'minlere de emretmiş ve «Ey Peygamberler!
tertemiz yararlı helâl gıdalardan yeyiniz; iyi-yararlı amellerde bulununuz.
Şüphesiz ki ben sizin neler yaptıklarınızı bilenim» buyurmuştur.» [80]
«Şüphesiz ki Allah aranızda
nzıklarınızı taksim ettiği gibi, ahlâkınızı da aranızda taksim etmiştir. Hem
doğrusu Allah (c.c.) dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Ama dini ancak
sevdiğine verir. O halde Allah kime dindarlık vermişse, mutlaka onu sevmiştir.
Muhammed'in canını kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, kulun kalbi
müslüman olmadıkça, kendisi müslüman olamaz. Komşuları onun haksızlık ve
kötülüğünden güven içinde kalmadıkça dosdoğru imân etmiş sayılmaz.» [81]
«EV peygamberler!
tertemiz yararlı helâl gıdalardan yeyiniz; iyi-yararlı amellerde bulununuz..»
Adem (A.S.)dan son
peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar gelip geçen bütün peygamberler «Tevhîd
İnancı» doğrultusunda insanlara temiz ve faydalı olan şeylerin yenilmesini;
iyi yararlı amellerde bulunulmasını teblîğ etmişler; aynı zamanda bunların
fiilî örneklerini de vermişlerdir. O bakımdan Cenâb-ı Hak bu inceliğe
değinerek hepsini yüksek kudretinin huzurunda bulundurmakta ve hepsine birden
seslenerek aynı hitapla muhatap tutulduklarını açıklamaktadır.
O halde ilahî
emirlerin ve gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inanmak, bir kısmına
inanmamak, dinî esasa ters düşer ve bu durumda olan kimse mü'min sayılmaz.
Şüphesiz ki
peygamberler en asil, en iffetli ve en fazîletli kişilerden seçilmiştir. İlâhî
nübüvvet ve risâlet onların ruhlarının yüceliğine yücelik, kalplerinin
aydınlığına aydınlık katmış ve daha birçok güzel sıfatlarla onları
donatmıştır. İnsanlara hayat kanunlarını, sünnetullahın şaşmazlığını,
geçimliğin ölçüsünü ve anlamını; ölümün ve ölüm ötesinin hikmet ve amacını en
doğru şekilde öğreten de onlar olmuştur. Cenâb-ı Hak, yarattığf insanların ruh
ve beden afiyet ve selâmetini korumak için nelerin helâl ve faydalı, nelerin
haram ve zararlı olduğunu öğretmiştir. Böylece aynı emir ve bilgiyi,
peygamberlere imân eden kişilere de vermek suretiyle aralarında kopmaz bağlar
oluşturmuştur.
Bu, hem dinler
zincirinin son halkasını meydana getiren İslâmiyete karşı olumsuz tavır alan
yahudi ve hıristiyanları uyarmaya, hem de toplumları ve milletleri sevk ve
idare eden mü'min liderleri yönlendirmeye yönelik bir sesleniş; kimleri örnek
edinmelerini belirtmeye müteveccih bir tavsiyedir. Bunun için ülkesine ve
milletine imân doğrultusunda başarılı hizmetlerde, örnek hareketlerde bulunan
mü'min liderler, peygamber yolunda yürüyen bahtiyarlardır. Öyleleri her zaman
örnek alınmaya lâyık kimselerdir.
İslâm âlemi ne çekmişse hep
İslâm'a ve Kur'ân'a lâyık seviyede olmayan liderlerden çekmiştir. «Benden
sonra hilâfet otuz yıldır. Ondan sonra ısırıcı (sıkıcı ve üzücü) hükümdarlık
başlar...» buyuran Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in gelecek günleri nübüvvet
gözüyle nasıl tarayıp ümmetini uyarmaya çalıştığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. [82]
«Ve doğrusu bu
(dininiz) bir tek yol ve şeriattır. (Her peygamber aynı esası yansıtmakla
görevliydi). Ben de sîzin (tek olan, ortağı olmayan) Rabbınızim. Artık benden
korkup (bu esasa uymayan şeylerden) sakının.»
Kur'ân-ı Kerîm semavî
dinlerin esasta bir tek din olduğuna dikkatleri çekmektedir. Bu esas: İmânın
altı şartından başkası değildir. Hepsi aynı yakıtı almış, aynı kaynaktan
beslenmiş ve aynı kandili yakmışlardır. Ancak getirdikleri şeriatler, yani
amelî hükümler değişiktir. Çünkü sosyal alandaki tekâmül ve gelişme, amelî
hükümlerin de tekâmülüne sebep olmuştur. Bu tekâmül İslâm Dini ile son bulup
doruğuna yükselmiştir.
Gerçek bu olunca,
bütün dindarlar esastan ayrılmaktan sakınmalıdırlar. Aksi halde bağlı
bulundukları din, semavî olma vasfını kaybeder. Sonra da şeriatler birbirini
hem tamamlayarak, hem bir sonraki bir öncekinin tamamını veya bir kısmını
yürürlükten kaldırarak İslâm şeriatıyla noktalanmıştır. Ne ondan önceki
şeriatierle amel etmek caizdir, ne de ondan sonra başka şeriat gelecektir. Bu
nedenle Cenâb-ı Hak hem Müslümanlara, hem de Kitap Ehli olan yahudi ve
hıristiyanlara şu mesaiı indirmiştir: «Ve doğrusu bu (dininiz) bir tek yo! ve
şeriattır. Ben de sizin Rabbınızım. Artık benden korkup (bu esasa uymayan
şeylerden) sakının.»
Aynı zamanda bu umumî
seslenişin zımnında Muhammed (A.S.) ümmetine de seslenilmekte, dinde
tefrikadan sakınmaları emrediîmektedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu
hususa parmak basarak şöyle buyurmuştur: «Haberiniz olsun ki, sizden önceki
kitap ehli yetmiş iki fırkaya ayrıldılar ve doğrusu bu ümmet de yetmiş üç
fırkaya ayrılacaktır. Yetmiş iki fırkası ateştedir, bir fırkası ise
Cennet'tedir ki o da (benimle ashabımın yolunda yürüyen) cemaattir.» [83]
Hem semavî dinler
«Tevhîd İnancı»nda birleşmiyerek böiündüier, hem de her dinin kendi bünyesinde
birtakım bölünmeler meydana geldi. Her fırka ve grup ayrı bir isim altında bir
ekol meydana getirmek suretiyle diğerlerinden ayrıldı. Hepsi de gerçek dindar
kendilerinin olduklarını savunur ve bağlı bulundukları ekolle iftihar
duyarlar.
Oysa hak dinde
kişilerin veya toplumların keyfî tasarrufta bulunma yetkileri yoktur. Aynı
zamanda dine yeni bir şey ilâve etme veya ondan bir şey çıkarma hakkı kimseye
verilmemiştir. Peygamberler hem doğruyu öğreten, hem Allah'ın buyruklarını
olduğu gibi tebliğ eden, hem de onları en uygun şekilde tatbik eden örnek
elcilerdir. Onlara uymak, onların sünnetini benimseyip dindarlığı o çerçeve
içinde sürdürmek farzdır. Aksine bir yol izlemek ya küfür, ya da bid'attir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ümmetini bu konuda da uyararak şöyle buyurmuştur:
«Kim bizim bu emrimiz
(dinimiz)de, ondan olmayan bir şeyi (uydurup ondanmiş gibi göstererek) ortaya
çıkarırsa, o (şey) merduttur.» [84]
«Benim sünnetime
sımsıkı sarılmak, bir bid'at ortaya koymaktan hayırlıdır.» [85]
«Allah bid'at
sahibinin amelini kabul etmekten asla hoşlanmaz, (onun kabulüne rıza
göstermez).» [86]
«Her bid'at dalâlet
(sapıklik)tir.» [87]
Böylece din adına
ortaya çıkıp yeni şeyler uydurmak ve sonra da birtakım hizipler meydana
getirmek, dalâlete neden olan bid'atlerdendir ve bu anlamdaki dindarlar ise,
sahte dindarlardır.
Dini indiği gibi korumak
farzdır. Din adına uydurulan her şey, bu farzı zedeler ve aslından
uzaklaştırır. Mihenk ise, Allah'ın kitabı ve Resûlüllah'-ın (A.S.) sünnetidir.
Bu iki esasa uygun olan her şey dindendir ve o halis altındır. Uymayan her şey,
ondan ayrıdır ve sahte altındır. [88]
Mekkeli müşriklerin
ileri gelenlerinin çoğu mal ve evlât ile böbürlenirler; fakirlere ve kölelere
tepeden bakmak suretiyle büyüklük taslarlar ve bu hava içinde İslâm'ın
getirdiği sosyal adaletten tedirgin olur; zaman zaman mü'minleri imrendirmek ve
İslâmiyetle olan ilgilerini azaltmak için servetlerini gözler önüne sererlerdi.
Şüphesiz ki bu tür bir davranış ve düşüncenin kaynağı, bütünüyle cehalet ve
bâtıldır. Baki kalan mal ve evlât, makam ve şöhret değil, Hakk'in rızâsına
uygun sâlih amellerdir.
O bakımdan öylelerinin
servetine, çevresindeki dalkavuklarına bakıp aldanmamak ve imrenmemek gerekir.
Çünkü Cenâb-i Hak ebedî mutluluğun kapısını küfre, bâtıla, gurur ve kibire
açık tutmamıştır. İmânı o kapının anahtarı, sâlih amelleri onun giriş belgesi
olarak belirlemiştir.
Hem unutmamak gerekir
ki, hemen her çağ ve dönemde toplum bünyesinde bâtılı temsil eden bu mağrurlar
eksik olmamış, bazan çoğunluğu oluşturmuşlardır. Onlarla aynı ülke veya şehir
ve kasabada birarada yaşayan mü'minler büyük bir sınavla karşı karşıya
bulunduklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Aksi halde sınavı kaybetme
tehlikesi söz konusudur.
Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle
belirterek mü'minierin hep uyanık bulunmalarını diliyor: «Artık sen onları
(ilâhî emir ve hüküm ininceye kadar) bir süre şaşkınlıkları içinde (bocalar
halde) bırak. Kendilerine mal ve oğullardan verdiğimizle onlar hakkında
hayırlarda acele koşuştuğumuzu mu sanırlar? Hayır, onlar (ilâhî sünnetin
hükmünü yürüteceğini) bir türlü anlayamıyorlar.» [89]
Yukarıdaki âyetlerle,
bütün peygamberlerin «Tevhîd İnancı» doğrultusunda tertemiz ve yararlı
gıdaları yedikleri ve iyi yararlı amellerde bulundukları belirtildi. Böylece
dinlerin «Tevhîd Esası»nda birleştiğine işaret edildi. Sonra da dinlerin bu
esastan kopup son dine karşı hasmane tavır almalarına atıf yapılarak Kitap Ehli
uyarıldı. Muhammed {A.S.) ümmetinin de dinde tefrika çıkartmaktan
sakınmamalarının çok sakıncalı sonuçlar doğuracağına telmihte bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Rablarından derin saygı ile korkanların bazı vasıfları sıralanıyor. Arkasından
dinî teklîflerin beşer takatına göre düzenlendiği belirtiliyor. Sonra da bu
gerçeklere gönül kapısını açmayan inkarcıların derin bir gaflet içinde
bulundukları haber verilerek refah içinde yüzen şımarıkları, ilâhî sünnet
gereği bir gün azâbm gelip yakalayacağı hatırlatılıyor. Âhirette onların
durmadan sızlanıp hep yardım bekleyecekleri konu edilerek, o âlemden uyarıcı ve
yönlendirici birkaç tablo sergileniyor. [90]
57— Doğrusu onlar ki Rablarından derin bir saygı
ile korkup titrerler;
58— Onlar ki Rablerinin âyetlerine inanırlar;
,p 59— Onlar ki, Rablerine ortak
koşmazlar;
60— Onlar ki kendilerine verilen (nîmetler)den
(Allah yolunda muhtaçlara) verirler ve Rablarına mutlaka döneceklerimi
bildikleri) için kalpleri ürperir;
61— İşte onlar hayırlı işlerde yarışırlar ve
bunun için öne geçerler.
62— Herkese ancak gücü ve İmkânı nisbetinde
teklifte bulunuruz. Yanımızdaki kitap hakkı söyler ve onlar haksızlığa
uğramazlar.
63— Ne var ki, onların (o inkarcı sapıkların)
kalpleri bundan bilgisizlik ve dalgınlık içindedir; onların bundan başka
işleyip durdukları birtakım işleri daha vardır (ki onunla oyalanıp ömür tüketirler).
64— Ne vakit ki, refah içinde yüzen ileri
gelenlerini azap ile yakalarız, o zaman sızlanıp yardıma çağırırlar,
65— Bugün
sızlanıp yardıma çağırmayın; şüphesiz ki siz bizden yar-
dım göremiyeceksiniz.
66-67—
Âyetlerimiz cidden size okunuyordu, ama siz onu onurunuza, gururunuza
yediremiyerek geceleyin yakışıksız sözler söyleyerek ökçeleriniz üzerine
gerisin geri dönüyordunuz.
68— (İnen) sözü iyice düşünüp üzerinde
durmuyorlar mı, yoksa kendilerine ilk atalarına gelmeyen şeyler mi gelmiştir?
69— Yoksa peygamberlerini tanımadılar mı ki, onu
inkâr ediyorlar?!
70— Yoksa o peygamberlerde bir cinnet mi var
diyorlar?! Hayır, O, onlara hak ile gelmiştin ama onların çoğu haktan
hoşlanmıyorlar,
71— Eğer Hak, onların heveslerine uymuş olsaydı
elbette göklerle yer ve ikisinde bulunanlar (düzeni bozulup) alt-üst olurdu.
Hayır, biz onlara anılmalarını (sağlayanı) getirdik; ama onlar bu (şerefle)
anılmalarını (sağlayan Kur'ân'dan) yüzçeviriyorlar.
72— Yoksa (ey Muhammedi) sen onlardan bir haraç
mı istiyorsun? Rabbin vereceği ücret (çok daha) hayırlıdır; O, rızık verenlerin
de hayır-lısıdır.
73— Ve şüphesiz ki sen onları dosdoğru bir yola
çağırırsın.
74— Gerçekten o Âhiret'e inanmayanlar (çağırdığın
o) doğru yoldan sapmaktadırlar.
75— Eğer biz onlara merhamet edip de üzerlerine
çöken sıkıntıyı kaldım/ersek, yine de
azgınlıklarında inat edip bocalar dururlar.
76— And olsun ki biz onları azap ile
yakalayıvermiştik de (buna rağmen) yine Rablanna boyun eğmemiş, yalvarıp
ycıkarmamışlardı.
77— Sonunda üzerlerine şiddetli bir azap kapısı
açtığımızda, ansızın şaşırıverdiler de ümitsizliğe kapıldılar.
Kureyş müşriklerinin
ölçü tanımaz saldırıları ve ekonomik ablukaları sürüp devam ederken, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Yusuf Peygamber zamanında Mısırlıların başına gelen kıtlığın
bir benzerinin bu müşriklerin başına gelmesini diledi. Çok geçmeden kuraklık ve
arkasından müthiş kıtlık başgösterdi. Mekkeli'ler bunalıp kaldılar. Yiyecek
adına bir şey bulamadılar. Bunun üzerine Mekke'nin ileri gelen liderlerinden
Ebû Süfyân kalkıp Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek şöyle ricada
bulundu: «Allan için, merhametten yana
senden istekte bulunuyorum: Sen değil misin, «Ben âlemlere rahmet olarak
gönderildim» diyen?» Peygamber (A.S.) Efendimiz ona: «Evet öyledir» diye cevap
verdi. Ebû Süfyân anlatmak istediğine şöyle devam etti: «Doğrusu Kureyş
kabilesi deve derisinden yapılan kayışları ve ortalıktaki kemikleri yemeğe
başladılar. Başlarına gelen sıkıntı ve zararı nasıl anlatayım. Allah'a duâ et
de üzerimizden bu dert ve sıkıntıyı kaldırsın.» Peygamber {A.S.) Efendimiz duâ
etti. Allah Onun duasını kabul buyurup kıtlık ve sıkıntıyı onlardan kaldırdı.
O sebeple 74 ve 75. âyetler indi. [91]
Hz. Aişe (R.A.)
anlatıyor:
«Peygamber (A.S.)
Efendimize sordum, dedim ki:
— Onlar ki kendilerine verilen (nîmetler)den
(Allah yolunda muhtaçlara) verirler ve Rablanna mutlaka döneceklerini
bildikleri) için kalpleri ürperir, mealindeki âyette geçen kimseler içki
içenler, zina edenler ve hırsızlık yapanlar mıdır?
Cevap verdi:
— Hayır Sıddîk'ın kızı! Onlar oruç tutarlar,
sadaka verirler ve sonra da kendilerinden kabul olunmaz diye korkup
endişelenirler. İşte bunun için öne geçenler.» [92]
Kur'ân-ı Kerîm,
İslâm'ın karşısında hasmane tavır alıp inkâr ve ahlâksızlıkta ısrar edenlerin
tutumunu, gelip geçen milletlerin bu husustaki tutumlarına benzeterek küfür ve
nankörlük çıkmazında bocalayan toplum ve milletleri uyarıyor; bu yüzden önceki,
milletlerin başına gelen felâketi ibretli misal olarak veriyor ve bu tabloyla
Kitap Ehli'ni uyarıyor. Sonra da kendilerini böyle bir çıkmazdan uzak tutup
Hakk'a gönül veren bahtiyarların örnek davranışlarını ve beş ayrı
özelliklerini gözler önüne seriyor. Şöyle ki:
1— «Doğrusu
onlar ki Rablanndan derin bir saygı ile korkup titrerler..»
2— «Onlar kî
Rablerinin âyetlerine inanırlar,.»
3— «Onlar ki Rablerine ortak koşmazlar..»
4— «Onlar ki kendilerine verilen (nîmetler)den
(Allah yolunda muhtaçlara) verirler..»
5— «Ve
Rablerine mutlaka dönecek-lerifni bildikleri) için kalpleri ürperir..»
Birinci sıfat: Köklü
bir imânın ve kalpte bıraktığı derin tesirin belirtisidir. Bütünüyle Allah
sevgisini ve korkusunu yansıtır. Zira sağlam bir imân, kulluğun temelini
oluşturur. O bakımdan bu düzeyde olanlar namaz kılarken huşu' içinde edep ve
saygının kurallarına bağlı kalarak arz-ı ubudiyette bulunurlar.
İkinci sıfat: Allah
tarafından gönderilen bütün hükümlere, esas ve prensiplere, şüpheye yer
vermeksizin inanıp bağlanmayı, bağlanıp uygulamayı ilham eder. Bu durumda olanlar,
kendi basit mantıklarına göre bir değerlendirme yapmaktan kaçınırlar, hattâ
buna lüzum bile hissetmezler. Ancak ilâhî hükmün hikmetini öğrenmeye çalışırlar
da bu konuda mesafe aldıkça imân ve irfanlarını artırırlar,
Üçüncü sıfat: Sözünü
ettiğimiz köklü imân ve irfanın tabii sonucunu yansıtır,. Öyle ki, varlık
âleminin her parçasında Cenâb-ı Hakk'ın «mutlak kudret»inin izini ve eserini
görürler ve bu mazhariyet havasında «Allah birdir, eşi, ortağı, dengi ve
benzeri yoktur» derler. Aynı zamanda arız olan her vesvese ve şüpheyi vakit
kaybetmeden Cenâb-ı Hakk'ı teşbih ve tenzih ederek giderirler.
Dördüncü sıfat: Kulun
imân ve irfanındaki sadakatinin açık belirtisini gösterir. Allah'ın verdiği
nimetlerden, O'nun dinini ayakta tutmak, O'nun hoşnutluğuna erişmek için
muhtaçlara yardımda bulunmak maksadıyla zekât ve sadaka, keffaret ve adak gibi
vecibeleri yerine getirirler. Böylece imân ile amel-i sâlihi birleştirip
bütünleştirirler.
Beşinci sıfat: İmân
temeli üzerinde sâlih amellerde bulunarak sadakatini ortaya koyan mü'minlerin
sorumluluklarını bütün incelik ve duyarlığıyla kalp ve kafalara işler. Böylece
mü'min Allah'a dönülecek günü, hesabı ve verilecek ilâhî hükmün şaşmazlığını
bilerek hayatını düzene sokar.
Mesele sadece bu
ölçüde de kalmaz; imânın verdiği aşk ve heyecan, zevk ve irfan onları hayırlı
işlerde koşmaya, yarışmaya sevkeder.
İşte iyilikte, ahlâk
ve fazîlette, hayır ve yararlılıkta öne geçenler bunlardır. Her iki hayatta da
ilâhî iltifata lâyık görülenler de yine bunlardır.
Son peygamber Hz.
Muhammed (A.S.), insanlığa bu irfan ve faziletlerin kapılarını ardına kadar
açmış ve bütün milletleri bu kapıya davet etmiştir. Ona ümmet olmamak, her
türlü iyilik, fazilet, hayırhahlık, güzel ahlâk ve haklara saygılı olmayı
reddetmek demektir. Çünkü gerçek ve kalıcı iyilik, imân ve sâlih amelle
birleşip insanlığa yönelenidir. [93]
«Herkese ancak gücü ve
imkânı nisbetinde teklifte bulunuruz..»
Son dinin ve onun
peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.) sunduğu «Allah'a dosdoğru kulluk» plânı,
insanın gönül hoşnutluğuyla taşıyabileceği ölçü ve orandadır. Hepsi de onun
bedenine ve ruhuna afiyet kazandıracak niteliktedir.
İmân ve sâlih amel,
insan hayatını berbat edip verimsiz, yararsız hale getiren boş ve anlamsız
teklifler olmaktan çok uzaktır. Aynı zamanda insan ömrünün her dakikasını
değerlendirecek özellik ve muhtevadadır. Öyle ki ; İlâhî teklifte haksızlık
yok, hakkı tanıtmak vardır. Zorluk yok kolaylık söz konusudur. Sıkıntı ve
ümitsizlik yok, ferahlık ve mânevi boşluğu dolduracak ümit vardır. Nitekim
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu gerçeği şöyle yansıtmaktadır:
«Şüphesiz din
kolaylıktır. Hiç kimse dinde (daha iyi amelde bulunayım, daha fazlasını
yapayım diye) kendini zorlamayagörsün, mutlaka (o yorulup kalır, ama) din ona
üstün gelir.
Öyle ise, ortalama
gidin. (Gerektiği şekilde amel edemediğiniz zaman, Allah'ın buyruklarını yerine
getirmede) yakınlık sağlayın ve bu durumda size müjdeler olsun. Sonra da (yola
çıkarken) sabah-akşam seferlerinden, biraz da gece yürüyüşlerinden (kısıp)
yardım sağlayın (da kendinizi yormayın).» [94]
«Din ve dindarlığın
Allah yanında en çok sevileni, bâtıldan uzak, bütünüyle hakka yönelmiş olan
koskolay olanıdır.» [95]
«Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ve bıkkınlık vermeyin.» [96]
Anlaşıldığı gibi,
dinde her emir ve yasak, her esas ve prensip insanı denge ve düzende tutacak,
ruhu arındıracak, vicdanı geliştirecek, kalbe yatışkanlık kazandıracak, hayvanı
duyguları meşru sınırlar içine alacak, insanî duyguları harekete geçirecek
özelliktedir. [97]
«Yanımızdaki kitap
hakkı söyler ve onlar haksızlığa uğramazlar..»
Hakkı söyleyen
kitap'tan maksat nedir? Bu hususta üc ayrı yorum getirilmiştir :
a) Amelleri yazan kâtip meleklerin
hazırladıkları defterler.
b) Allah'ın ezelde tecelli eden ilmiyle, olup
bitenlerin tesbit edilerek yazıldığı Levh-i Mahfuz.
c) Beşer hayatını tanzime yönelik Kur'ân-i
Kerîm.
Bu üc kitabın hepsi de
ancak doğruyu yazar ve gerçeği yansıtır. Melekler günah işlemezler, onların hilkat
defterinde bencillik, ihtiras, nefis ve benzeri sıfat ve duygular yoktur. Ancak
Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler ve emrolundukları hususları kusursuz yerine
getirirler. O bakımdan onların tesbit edip yazdıklarında hic şüphe yoktur.
Levh-i Mahfuz, ilâhî
ilimle hazırlanmıştır. Allah'ın ilmi yanılmayacağı-na göre, orada herhangi bir
yanlışlığın olması söz konusu değildir.
Kur'ân-ı Kerîm ise,
Allah sözüdür. Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla indirilmiştir, İndirildiği gibi, hem
lâfzı, hem mânası Resûlüllah'ın (A.S,) kalbine nakşedilmiş ve nakşedildiği
gibi yazılmış, yazıldığı gibi ezberlenmiştir. O bakımdan Kur'ân'da yer alan
tehditler ve müjdeler bütünüyle adalet ölçülerine göredir. Âhirette hiç kimse
haksızlığa uğramaz ve hic kimse mağdur edilmez. Herkes dünyada işlediğinin
ancak karşılığını görür.
Kitabın hak ile
konuşması: Bütünüyle adaleti, doğruyu, iyiyi, yararlı olanı yansıtması ve
zararlı olan şeylerden kaçınmayı telkîn ve tavsiye etmesi ile yorumlanabilir. [98]
<Ne var ki» onların
(o inkarcı sapıkların) kalp-leri bundan bilgisizlik ve dalgınlık içindedir..»
Cenâb-ı Hak, hayırlı
kişilerin beş önemli özelliğini açıkladıktan sonra inkarcı gafillerin beş
sıfatını sıralayarak uyarıcı, aydınlatıcı ve yönlendirici mahiyette bir kıstas
ortaya koymaktadır. Şöyle ki :
1— Allah ve hak din hakkında bilgisizlik ve
gaflet içindedirler.
2— Maddeyi amaç seçip haktan yüz çevirmişlerdir.
3— Refah ve bolluğun verdiği geçici mutluluğun
şaşkınlığı ve şıma-rıklığıyla kalp ve kafaları meşguldür.
4— İlâhî sözler üzerinde durup düşünmezler, kafa' yormazlar. Önyargının esiridirler.
5— Hz. Muhammed'in (A.S.) seçkin ve yüksek
şahsiyetini pek bilmezler ve tanımazlar.
Bu beş sıfatın
doğurduğu ruhî maraz sebebiyle inkarcı maddeciler akşam olup biraraya
geldiklerinde, Allah, din, peygamber, nriü'min, din âlimi ve ibâdet aleyhinde
bulunup çok yakışıksız sözler sarfederler. 66. âyetle bilhassa bu sonuca
dikkatler çekiliyor.
Cenâb-ı Hak hidâyet
vermiyecek olursa, onlardaki bu derunî marazın tedavisi çok zordur. Nitekim 70.
âyetle bu hususa işaret ediliyor.
İnkarcı şımarıkların
dünyadaki bu tutum ve davranışlarına karşılık âhirette verilecek ceza da o
nisbette değişik ve üzücüdür. İlgili âyetlerle sözü edilen cezanın beş safhası
şöyle sıralanmaktadır:
a) İleri gelen şımarık inkarcıları azap
yakalayınca, sızlanmaya başlarlar.
b) Onlara :
«Bugün sızlanmanızın, yardım
beklemenizin hiçbir faydası
yoktur» denilecek ve bu onların sızlanmalarını tam bir ümitsizliğe çevirecektir.
c) Sonra da onlara şu husus hatırlatılacak:
«Âyetlerimiz size okunuyordu, ama siz onu onurunuza, gururunuza
yediremiyordunuz da ökçeniz üzerine gerisin geri dönüyordunuz.» Bu hatırlatma
da onlara, bütün fırsatları elden kaçırdıklarının bir başka delili olarak
ortaya konacak ve verilen azabın âdil olduğu gösterilecektir.
d) Arkasından bir diğer husus daha onlara
hatırlatılacak : «Geceleyin yakışıksız
sözler söyleyerek ökçeniz üzerine gerisin geri dönüyordunuz.» Kalplerinizdeki
karanlık sizi ileriye değil, hep geriye çekip haktan uzaklaştırdı. Ondan
uzaklaşınca da bâtılın karanlığına gömülüp gittiniz. İşte bugünkü elim ve hazîn
durumunuz, o karanlığın tabii neticesidir.
e) Size ve âlemlere rahmet olarak gönderilen ve
Allah'ın son mesajını teblîğ ile görevli bulunan Hz. Muhammed'de (A.S.) cinnet
mi var diyordunuz. Oysa cinnet ve şaşkınlık sizin benliğinizi sarmıştı; bundan
haberiniz yoktu. Bugün, dünya hayatında
aklını imânıyla birleştirip doğru yolu seçenlerde cinnet
olmadığını görüyorsunuz. [99]
«Eğer Hak onların heveslerine
uymuş olsaydı, elbette göklerle yer ve ikisinde bulunanlar (düzeni bozulup)
alt-üst olurdu..»
Âyette geçen «hak»
sözü iki yoruma imkân vermektedir. Birincisi: Cenâb-f Hakk'ın, ikincisi:
Kur'ân'ın kasdedildiğine yöneliktir. Birinci yoruma göre, âyet şöyle
manalandırılır: Eğer Cenâb-ı Hak, kâinatı belli plân ve programa göre
kurduktan, denge ve düzeni sağladıktan sonra inkarcı gafillerin, sapık
müşriklerin arzu ve heveslerine uysaydı, ne yerle gök kalır, ne de düzen ve
denge devam ederdi. İkinci yoruma göre ise, âyet şöyle manalandırılabilir:
Eğer indirilen Kur'ân müşriklerin arzulan ve hevesleri istikametinde
tertiplenip indirilseydi, bu her yönüyle kâinat düzenine ters düşer, Kur'ân-ı
Kerîm kâinatın plân ve programını yansıtmaz, insanlık için kurtarıcı bir
reçete olmaktan çok uzak kalırdı. O takdirde de indirilmesinin amaç ve hikmeti
olmaz, Allah'ın abes ile iştigal ettiği sonucu ortaya çıkardı. Oysa Cenâb-ı
Hak mutlak ilim ve hikmet sahibidir. Hiçbir şeyi boş ve anlamsız yaratmadığı
gibi, kâinatı da rastgele var kılmamış, şaşmayan kanunlara, değişmeyen
plânlara bağlamıştır. O bakımdan ilâhî düzen kimselere uymaz, sünnetullah
başkalarının hevesine göre tecelli etmez; ama herkes o düzene uymak,
sünnetullahla uyum sağlamak zorundadır.
Mekkeli müşriklerin
bir diğer gaflet ve şaşkınlığı da şöyledir: Cenâb-ı Hak, hem son peygamberi
Mekke'den seçip görevlendirdi, hem de son mesajı olan Kur'ân'ı Arapça olarak
indirdi. Aynı zamanda o bölge halkına bu kitapta yer verilerek isimlerinin
kıyamete kadar anılmasına sebep kıldı. Şüphesiz düşünebilen, aklını kullanıp
ilerisini görebilenler için bu çok büyük bir lütuf ve şereftir. Ne yazık ki, o
günkü müşrikler ve özellikle Kureyş Kabilesi'nin ileri gelenleri bu gerçeği
anlayamadılar; kalplerini açıp ona koşaoaklan yerde, ondan yüz çevirdiler. 71.
âyetle bilhassa bu incelik üzerinde durulmakta ve yaşamakta olan Araplar
uyarılmaktadır. [100]
Maddeci inkarcının
mantığı, çok ters ve yanıltıcıdır. Zira onlara göre, kâinatta bir düzen varsa,
bu tesadüflerin biraraya gelmesinin tabii neticesidir. Aslında düzeni de,
düşünceyi de madde doğurmaktadır.
Böylece inkarcılar bu
iddiadan hareketle fizikötesi diye bir kavram kabul etmezler. Oysa onların bu
hatalı veya ters mantıkları isabetli olsaydı, tesadüflerin oluşturduğu düzenin
milyar seneler devam etmesi mümkün olur muydu? Onu oluşturup düzene sokan ve
devamını sağlayan yüce kudret olmamış olsaydı, başka başka tesadüfler neden bu
düzeni değiş-tirememekte, neden bir fazlalık veya noksanlık doğuramamaktadır?
Neden her şey belli bir amaca yönelmiş, yüklendiği programı şaşmadan, aksatmadan
yerine getirmektedir? Tesadüfün bundaki payı ve tesiri ne olabilir? Hem neden
eşyanın hiç biri başıboş ve amaçsız değildir? Eğer ortada nâzım rol oynayan
tesadüfler ise, başıboşluk, gayesizlik onun tabii sonucu olmaz mı?
İşte Kur'ân bu hassas
noktaya dokunuyor ve onların iddia ettiği gibi birtakım varsayımların yerinin
olmadığına dikkatleri çekiyor ve şöyle noktalıyor : «Eğer hak onların
heveslerine uymuş olsaydı, (yani işi tesadüflere bıraksaydı) elbette göklerle
yer ve ikisinde bulunanlar alt-üst olurdu.»
Böylece «hak» kavramı
her türlü tesadüfü, başıboşluğu, plansızlığı, proğramsızlığı reddetmekte ve
beşer aklını mutlak düzende hâkim olan kudrete çevirmektedir. [101]
«Yoksa (ey Muhammed!)
sen onlardan bir haraç mı istiyorsun? Rabbin vereceği ücret (çok daha)
hayirlıdır. O, rızık verenlerin de hayırhsıdır.»
İnsana yakışan, ilâhî
hoşnutluk doğrultusunda kimselerden bir ücret istemeden, beklemeden seviyeli
hizmetlerde bulunmaktır. Şüphesiz ki kişinin bu düzeye gelebilmesinin birtakım
şartları vardır: Önce sağlam imâna sahip olma, nefis ve İblîs'i aitetme,
dünyaya getirilişin hikmetini anlama gelir.
Başta Hz. Muhammed
(A.S.) Efendimiz olmak üzere bütün peygamberler bu fazîlet çizgisinden bir
milimetre olsun ayrılmamışlardır. Ne yazık ki, gerek dünün Mekkeli sapık
müşrikleri, gerekse günümüzün materyalist şaşkınları konuya bu açıdan eğilmemişler
ve Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel ihtirası uğruna böyle bir macera veya
mücadeleye atıldığını iddia ederek hem kendilerini, hem kendilerine uyanları
yanlış yoldan bir çıkmaza sokmuşlardır.
Böylesine sakat,
gerçek dışı bir tutum ve anlayışın birtakım nedenlerinin bulunduğunu unutmamak
gerekir. Onları şöyle özetliyebilirjz:
a) Onlara göre, tek değer ölçüsü paradır. Hiç
kimse böyle bir değeri dikkate almadan yola çıkmaz.
b) Madde ve kimine göre düşünce esastır. Bu iki
felsefî görüş de insanı kutsal değerlerin tamamından, ahlâk ve fazîlet
ölçülerinden uzaklaştıracağından, ortada sadece maddî menfaat ve kişisel çıkar
kalır.
c) Yine onlara göre, Allah ve din kavramları,
korku neticesi ortaya çıkmış ve birtakım açıkgözler halkın bu temayül ve
zaafından yararlanmışlardır.
Böyleee para ve
maddeyi ön plânda tutup başka bir değer ölçü ve kıstası tanımayan inkarcıları
hidâyet çizgisine getirmek ve fazîlet mücadelesi veren büyük mürşitleri onlara
kabul ettirmek hayli zordur.
72 ve 73. âyetlerle
bilhassa inkarcı maddecilerin sağduyudan uzak tutumları kınanıyor ve gereken
ilâhî uyarılar yapılıyor. [102]
«Eğer
bizonlaramerhamet edip de üzerlerine çöken sıkıntıyı kaldırıversek, yine de
azgınlıklarında inat edip bocalar dururlar.»
İnkarcıların başına
büyük felâket gelince, inkârda bir duraklama devresine girerler. Felâket
kalkınca inkâr ibresi yine eski yerine döner. Zira kişinin beyni küfür ve madde
ile iyice yıkanınca, yıkılması çok zor önyargı oluşturur. Böylece elektronlar
atom çekirdeğinin etrafında durmadan dinlenmeden döndüğü gibi, onlar da inkâr
çekirdeğinin çevresinde döner dururlar.
Nitekim Mekkeli
putperestleri ne kıtlığın sıkıntı ve üzüntüsü, ne de Bedir Savaşı
uslandırabilmişti. Cenâb-ı Hak ilgili 76 ve 77. âyetlerle onların o günkü katı
tutumlarını tasvir ederek şöyle buyurmaktadır:
«And olsun ki biz
onları azap ile ya kal ay iver mistik de (buna rağmen) yine Rablarına boyun
eğmemiş, yalvarıp yakarmamışlardı. Sonunda üzerlerine şiddetli bir azap kapısı
açtığımızda, ansızın şaşınverdiler de ümitsizliğe kapıldılar.»
Putperestlerin bu elim
sonucu özetlenirken, yaşamakta olan inkarcı maddecilerin gözleri önüne ibret ve
öğüt alınacak tarihî bir tablo konuyor. [103]
Yukarıdaki âyetlerle,
Rablarından derin saygı ile korkan mü'minlerin bazı vasıflarına yer verildi.
Sonra da dinî tekliflerin beşer takatıyla orantılı olduğuna dikkatler çekildi.
Arkasından bu gerçekleri idrâk edemiyen ve her şeye rağmen inkâr ve
ahlâksızlıkta ısrar eden şaşkınların derin bir gaflet içinde bulundukları konu
edilerek hayatını böylesine bir hiç uğruna harcayanların âhirette
uğratılacakları elim sonuç ibretli bir tablo halinde ortaya konuldu. Böylece
yaşamakta olan maddeciler bir kere daha uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
her biri ilâhî damgayı taşıyan birer belge olarak kulak, göz ve gönül üzerinde
duruluyor. Sonra da yeryüzüne getirilip belli bir plâna göre yayıldığımıza
dikkatler çekilerek Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden ve akla ışık
tutan bazı fiziksel kanunlara parmak basılıyor. Arkasmdan kâinat düzeninde yer
alan sistemlerin kim tarafından yaratıldığı birer soru şekline sokuluyor ve
cevabı eklenerek putperestler uyarılıyor.
[104]
78— o ki
size kulağı, gözleri, gönülleri yarattı; ne de az şükrediyorsunuz!.
79— O ki sizi yeryüzünde yaratıp yaydı ve ancak
(dirilip) O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz.
80— O ki diriltir ve öldürür; gece ile gündüzün
değişip durması, O'nun (koyduğu şaşmayan kanunlar) iledir. Artık aklınızı
kullanmaz mısınız?
81— Bilâkis öncekilerin dedikleri gibi dediler:
82— «Biz öldüğümüz, toprak ve kemik
olduğumuz zaman diriltilip kaldırılacak mıyız?
83— And olsun
ki, biz de, bundan önce babalarımız da bununla va'dolunmuş (tehdîd
edilmişlik. Bu öncekilerin masallarından başkası değildir» dediler.
84— De ki: «Yerküre ve içinde olanlar kime
aittir? Eğer biliyorsanız (haydi cevap verin).»
85— «Allah'a aittir» diyecekler. De ki: «Artık
iyice düşünmez misiniz?»
86— De ki: «Yedi göğün ve o büyük Arş'ın Rabbı
kimdir?»
87— «Allah'tır» diyecekler. De ki: «O halde
(O'ndan korkup inkâr ve sapıklıktan) sakınmaz mısınız?»
88— De ki: «Eğer biliyorsanız (söyleyin), her
şeyin mülkü ve tasarrufu kimin elindedir? O, güven verip korur, kendisi
korunmaya muhtaç değildir.»
89— «Allah'ın elindedir» diyecekler. De ki: «O
halde nasıl nereden büyüleniyorsunuz?!»
90— Evet, biz onlara hakkı (doğruyu ve gerçeği)
getirdik ve onlar cidden yalancıdırlar.
«°ki size kulağı,
gözleri, gönülleri yaratıp verdi; ne de az şükrediyorsunuz!»
Cenâb-ı Hak, mü'minle
kâfirin belirgin özelliklerini açıklayıp her birine inanç ve amelinin
karşılığını noksansız vereceğine; ölmeden dönüş yapanları affedeceğine
değindikten ve böylece vicdana ve sağduyuya seslendikten sonra, kendi
varlığına, birliğine ve kudretinin her şeyin üstünde hükümran bulunduğuna
delâlet eden aklî delilleri sıralamaktadır.
Kulak, göz ve gönül:
Üç büyük nîmet. Kulak ilecgöz kalbin ve beynin iki alıcı antenidir. Beynin
çalışması, eşyayı idrâk etmesi ancak duyularla mümkündür. Beyin ile kalbi bir
an için insandan çekip alın, geriye şuursuz et, kemik ve sinir yığını kalır. O
iki alıcı anten olan kulak ile gözü çekip alın, beynin çalışma düzeni bozulur
ve dış âlemle irtibatı kesilir,
arzulanan sonucu veremez olur.
Günümüzde teknik
alanda geliştirilip insanların hizmetine sunulan bilgisayarların en gelişmişi
bile beynin karşısında çok basit kalır. Ama unutmamak gerekir ki, bir
bilgisayar kendiliğinden ve tesadüflerin peş-peşe gelmesiyle hiçbir zaman vücut
bulmaz. Onun çok üstünde kıyas kabul etmez bir mükemmellikte olan insan
beyninin kendiliğinden veya tesadüflerin biraraya gelmesi neticesinde
oluştuğunu söyleyebilir miyiz? Milyarlarca eşyanın rengini, şeklini, sesini ve
diğer özelliklerini kendinde arşivleyip muhafaza etmesi neyi ifade ediyor veya
bize neyi hatırlatıyor? O milyon ve milyarlarca eşyadan birini aklımıza
getirmek istediğimizde beyin otomatikman harekete geçiyor salise denilecek
kadar kısa bir zaman parçası içinde onu arşivden alıp gözlerimizin önüne
koyuyor.
İşte kulak, göz ve
gönül, diğer bir tabirle kalp ve beyin bütün özellikleriyle ve erişilmez
hizmetleriyle insan aklına seslenerek : «Bizi yaratan o çok yüce kudret elbette
ki birdir, öncesiz ve sonrasızdır; gücü her şeye yeter. Bizler sadece O'nun
kudret damgasını taşımakta ve yine o kudretin tecellisiyle hizmet etmekteyiz.
Ne de az şükrediyorsunuz!» şeklinde fısıldıyorlar.
Vücudun idare merkezi
olan beyin ile ruh arasındaki ilgi, elektronik bir cihazla elektrik akımı
arasındaki irtibata benzerlik arzeder. Bu da ruhun esrarengiz gücünü, beynin
de mükemmel bir plâna göre düzenlendiğini gösterir.
Beynin diğer birkaç
özelliğini de dikkate alırsak, bizi daha çok o yegâne yaratıcı olan Cenâb-ı
Hakk'a yaklaştırır. Şöyle ki :
a) Beyin bütün hareketlerimizi düzenler.
b) İşler ve davranışlar için ruhumuzdan aldığı
direktifle emir verir.
c) Beyin 10-20 milyon kadar sinir hücresinden
meydana gelmiş benzersiz bir cihazdır. O bakımdan bütün duyularımız sinirler
yoluyla beyinde toplanır.
d) Beyin akıl, düşünce, belleme, istem, duyma,
kavrama gibi çeşitli zihin faaliyetlerinin
merkezidir.
Böylesine sistemli,
düzenli, uyumlu programlanan bir cihazın elbette bir yapıp yakıştıranı,
düzenleyip ortaya koyanı vardır. O da Kur'ân'ın beyanıyla, Cenâb-ı Hak'tır. [105]
«O ki sizi yeryüzünde
yaratıp yaydı ve ancak (dirilip) O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz.»
İnsan yaratılmadan
önce, onun yaşayabileceği bir dünya yaratılıp hazırlanmıştır. Öyle ki, önce
dünya birçok jeolojik dönemler geçirmiş, yeraltı ve yerüstü kaynaklan
hazırlanmış, sonra bitkiler ve hayvanlar yaratılmıştır. Arkasından ilk insan
Adem (A.S.) yaratılarak hazır bir sofra anlamında olan yeryüzüne
indirilmiştir.
İnsanın çoğalıp
yeryüzüne yayılması ise, ayrı bir araştırma konusudur. Önceleri tek parça
halinde olan kara parçasının bölünmesiyle kıtaların meydana geldiğini
isbatlayan hayli bilimsel araştırmalar ve tesbitler vardır. Plânlayıcı ve
düzenleyici olan Allah (c.c), insanlar biraz çoğalıp o tek kara parçası
üzerinde hayatlarını sürdürmeye çalışırlarken, onu bölüp ayırdı, bugünkü
kıtaları meydana getirdi. Böylece her kıta üzerine rastlayan insan topluluğu o
kıta üzerinde yerleşip kaldı. Gerçi Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları komşu
olduklarından birinden diğerine göç kolay olmuştur. Ama Amerika ve Avusturalya
kıtalarına göç edildiği düşünülemez. Asya kıtası her ne kadar medeniyetin
beşiği sayılırsa da, bu medeniyetin binlerce yıl önce Amerika ve Avusturalya'yı
keşfedecek teknik imkânlara sahip olmadığı kesindir.
İlgili âyetle
araştırıcılara ipucu veriliyor: İnsanları yaratıp yeryüzüne yayanın ve böylece
dünyadaki kara parçalarını boş ve muattal bırakmayanın Allah olduğu
hatırlatılıyor. Sonra da kıtalar üzerine yayılan insanların ancak âhirette
Allah'ın huzurunda toplanıp biraraya gelmelerinin mümkün olduğu ayrıca
belirtiliyor. [106]
«O ki diriltir ve öldürür.
Gece ile gündüzün değişip durması, O'nun (koyduğu şaşmayan kanunlar) iledir.
Artık aklınızı kullanmaz mısınız?»
İlgili âyetle, gece
ile gündüzün değişmesi belirtilirken, akla ışık tutularak ana fikir veriliyor;
değişmenin sebep ve hikmeti üzerinde araştırma yapmamız bize bırakılıyor. Zaten
ilâhî metotlardan biri de, insan aklını iyice harekete geçirmek ve önemli
konularda hareket noktasını belirlemek için temel bilgi vermektir. Çünkü Kur'ân
ne bir fizik, ne de astronomi kitabıdır. O bütünüyle insan hayatının her bölüm
ve safhasıyla içice olan ve her iki hayatı bütün hikmet ve amaçlarıyla tanıtan
Allah'ın son mesajıdır. Verdiği ana fikirler, temel bilgiler, ilâhî olduğunun
bir başka delii ve belgeleridir. Onları bu açıdan değerlendirdiğimiz nisbette
gerçeğe yönelmiş oluruz.
Burada bir de çok
inoe, fakat kapalı bir benzetme söz konusudur: Gece ile gündüzün birbirini
izleyip değişmesine, hayat ile ölümün birbirini izlemesi benzetiliyor. Böylece
ölümden sonra mutlaka ikinci hayata kalkılacağına işaret ediliyor. Bu durumda
aklımızı iyice kullanmamız gerekmektedir. [107]
«Biz öldüğümüz, toprak
ve kemik olduğumuz zaman diriltilip kaldırılacak mıyız?» dediler.»
Cahiliye devri
putperest müşrikler; hayatı, doğup büyüme, yeyip içme, evlenip çoğalma ve sonra
da ölüp yok olma şeklinde arılıyorlardı. Çünkü bilgileri, kültürleri bu sınırın
ötesine uzanamıyor, fasit bir daire içinde dönüp dolaşıyordu. Kur'ân-ı Kerîm
hem onların, hem de her çağda yaşamakta olan inkarcıların akıllarını ve
idrâklerini harekete geçirmeye yönelik belgeler ortaya koyuyor. Konuya bilimsel
açıdan yaklaşmalarına imkân ve malzeme veriyor.
Günümüzdeki
materyalistlere gelince, inkâr konusunda putperest müşriklerle ortak noktaları
olmakla beraber, Allah'ı inkâr hususunda felsefî yollardan hareketle konuya
bilimsel bir renk vermeleriyle, onlardan ayrılırlar. Materyalistlere göre,
insan tesadüflerin oluşturduğu bir canlıdır. Madde temel esastır, aynı zamanda
düşüncenin yaratıcısıdır. Onlar bu açıdan hareketle her türlü varlığın temel
formlarının zaman ve mekân olduğunu kabul ederler. Onlara göre, zaman dışı bir
varlık ne kadar saçma ise, mekân dışı bir varlık da o kadar saçmadır.
Böylece zaman ve mekân
dışı kabul edilen Allah'ı inkâr ederler ve âhiret diye bir ikinci hayatın söz
konusu olamıyacağını savunarak hayatta her şeyin zıddına dönüşeceğini delil
olarak gösterirler.
Görüldüğü gibi, dünün
inkarcı şaşkını bilgisizliğinin kurbanı; bugünün inkarcı materyalisti
sosyalist felsefenin kurbanı olmuştur. [108]
«De ki: Yerküre ve
içinde olanlar kime aittir? Eğer biliyorsanız (haydi cevap verin).»
Cenâb-ı Hak insan
aklına malzeme ve ipucu olacak belgeleri ortaya koyduktan sonra, başka türlü
bir cevabın hiçbir zaman aklî ve ilmî olamı-yacağına dikkatleri çekmek için
inkarcılara takriri mahiyette üç soru yöneltiyor :
1— Yerküre ve içinde olanlar kime aittir? Yani
bunlar kimin eseridir; plân ve programı, düzen ve dengeyi sağlayan kimdir?
Artık iyice düşünmez misiniz?
2— Yedi göğün ve o büyük Arş'ın Rabbı kimdir?
Sayılarını dahi kesin
bilmediğimiz yedi gökte oluşan yıldızlar ve sistemleri belli bir düzenlemede
tutan, aralarında çekim kuvvetini oluşturup mutlak denge sağlayan hangi
kudrettir? Görüldüğü gibi her şey kâinat planındaki yerini almış,
programlandığı hizmete yönelmiştir. Bu durumda Allah'ı inkâr etmenin makul ve
mantıkî bir yanı var mıdır?
3— Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin mülkü
ve tasarrufu kimin elindedir? O (Allah) güven verip korur, kendisi korunmaya
muhtaç değildir.
Belli bir statüye göre
kâinat sevk ve idare ediliyorsa, elbette onu sevk ve idare eden bir kudret söz
konusudur. Kurulup devam eden bir düzen varsa, mutlaka onu kuran ve devam
ettiren Hakîm-i Mutlak vardır. O halde inkarcıyı ve maddeciyi büyüleyen
felsefenin değer ölçüsü nedir? Hak bütün açıklık ve parlaklığıyla meydanda
dururken; binlerce belge O'nun varlığına delâlet ederken; yokluğunu isbat etmek
için delil ve belge aramanın anlamı ne? Çünkü yokluğuna delâlet eden hiçbir
delil ve belge mevcut değildir.
Ne \/ar ki, Mekkeli
müşrikler, Allah'ı büsbütün inkâr etmiyor, ancak O'nun kemal sıfatlarını,
kudretinin sınırsızlığını bilemedikleri için putlara sarılıyor, onları
kendileriyle Allah arasında araoı kabul ediyorlardı. O bakımdan yukarıda
takriri mahiyette geçen her üç soruya da şöyle oevap verecekferini yine Cenâb-ı
Hak bize açıklıyarak onların Allah hakkındaki
bilgi ve
anlayışlarının ölçü ve seviyesini yansıtıyor:
a) De ki: «Yerküre ve içinde olanlar kime
aittir?» «Allah'a aittir» diyecekler.
b) De ki: «Yedi göğün ve o büyük Arş'ın Rabbi
kimdir?» «Allah'tır» diyecekler.
c) De ki: «Her şeyin mülkü ve saltanatı kimin
elindedir?» «Allah'ın elindedir» diyecekler.
Günümüzün inkarcı
maddecileri ise, daha katı ve değişik bir küfür içindedirler. Çünkü onlara
göre, Allah diye bir varlık yoktur. Gökler de, yer de ve onlarda bulunan bütün
şeyler de tesadüflerin oluşturduğu sistemlerdir. [109]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ın kudretinden kaynaklanan, sanatının izlerini taşıyan kulak, göz ve
gönül üzerinde duruldu. Sonra da yeryüzüne yayılan insanların kıtalar üzerinde
bulunmalarına dikkatler çekildi. Ayrıca Allah'ın varlığına delâlet eden bazı
belgeler konu edildi.
Allah'ın ortağı, dengi
ve benzeri bulunmadığı haber verilerek akla ışık tutuluyor. Birden fazla ilâh
bulunsaydı, bugünkü düzenin ayakta durmasının mümkün olamıyaoağı belirtilerek
bu konu üzerinde iyice düşünmemiz ilham ediliyor. Sonra da Allah'ın her türlü
beşerî ve noksan sıfatlardan pâk ve yüoe olduğu ifade edilerek «Tevhîd İnancı»
nın korunmasına işarette bulunuluyor. [110]
91—Allah
hiçbir çocuk edinmemiştir. O'nunla beraber hiç bir ilâh da yoktur; böyle
olsaydı her ilâh yarattığını alıp (bir yana) giderdi de kimi kimine üstün
gelirdi. Allah onların vasfedegeldiklerînden pâk ve münezzehtir.
92— Gaybı
da, hazır olanı da bilendir; onların ortak koştukları şeylerden çok yüoedir.
«Allah hiçbir çocuk
edinmemiştir..»
Cahiliye devri
Araplarının bir kısmı meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ettikleri
gibi, Yahudilerden bir mezhep Üzeyir'in, Hıristiyanlar ise, Isa (A.S.)ın
Allah'ın oğlu olduğuna inanırlardı.
Üzeyir, kaybolan
Tevrat'ı yeniden derleyip ortaya çıkardığı için; İsâ (A.S.) da hem babasız
doğduğu, hem de ölüleri dirilttiği ve yine Hıristiyanların iddiasına göre,
çarmıha gerildikten üç gün sonra dirilip görüldüğü için ikisinin de ulûhiyet
vasfı taşıdıkları inancına varılmış ve böylece Allah ve Peygamber hakkında
yeterli bilgiye sahip olmayan o insanlar, din adına en büyük günahı
işlemişlerdir.
İlgili âyetle bu ve
benzeri sakat inançlar reddedilmekte, ulûhiyet sı-nırıyla ubudiyet sınırının
birbirine karıştırılmaması emrediimektedir.
Zira evlât edinmek bir
ihtiyaçtır, aynı zamanda neslin devamını sürdürmeye yönelik bir duygudur ki,
canlıların mayasına enjekte edilmiştir. Allah (c.c.) ise, yaratılan bir varlık
değil, yaratandır. Aynı zamanda önce-siz ve sonrasızdır. Onun hakkında bir
soy-sop düşünülemiyeceği gibi, evlât edinme de düşünülemez. Aksi halde illet
ve malûl halkaları birbirini izleyerek sonsuza dek uzanıp gider ve hiçbir
olumlu netice almak mümkün olmaz. Oysa Allah ilk illettir ki ona akaitte:
«İllet-i Ulâ» deniliyor. Böylece illet-malûl zinciri ona kadar uzanıp son
bulur. O'nun üstünde bir illet söz konusu olamaz. Aksi halde fasit bir devr-i
dâim başlar ve gider.
Allah'tan başka ilâh
yoktur:
Kur'ân-ı Kerîm 91.
âyetle yine Allah'ın varlığını, birliğini bütün sadeliğiyle korumak için aklî
ve mantıkî düzeyde delil getirerek birden fazla ilâh inancını kökünden
yıkmaktadır. Şöyle ki:
a) Allah'tan başka ilâh olsaydı, her ilâh
kendine has fiil ve tasarrufuyla ve kendine mahsus koyduğu kanunlarla
yarattığı mahlûkatı daha üstün kılmaya
yönelir ve diğer ilâhlara karşı üstünlük sağlama yollarını arardı. Böyle bir
durumda bugünkü mutlak düzen olmaz, kâinatın plânı alt-üst olurdu. Kâinat
düzeninin şaşmayan belli kanunlarla devam etmesi, bir tek ilâh'ın varlığının
başlıca belge ve delilidir.
b) Şüphesiz çok ilâh ortamında sonu gelmeyen bir
rekabet ortaya çıkar, biri diğerinden üstün gelmeye çalışır ve derken sonu
gelmeyen savaşlar başgösterirdi. Öyle olunca da nizam-i âlem yıkılıp belirsiz
hale gelirdi. Zira bir ülkede birden fazla hükümdar yaşayamaz.. Nizam-i âlemin
sapmadan, bozulmadan devam etmesi, sadece bir tek üstün kudretin varlığını
yansıtmaktadır. [111]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın birliğine delâlet eden belgelere yer verildi. O'nun her türlü ortak
ve benzerden münezzeh olduğu açıklanarak beşer aklına ışık tutuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
bunca açık delil ve belgelere rağmen hâlâ inkârda ısrar edenlere bir azabın
yakında geleceği konu ediliyor. O bakımdan müşriklerin işleyegeldikleri
kötülüklere iyilikle karşılık vermekte yarar bulunduğu üzerinde durularak
İslâmiyetin hep İyilikten yana olduğuna işaret ediliyor. Sonra da şeytanın
vesvese ve sürtüşlerinden Allah'a sığınmamız emrediliyor. Arkasından, asıl
pişmanlığın öldükten sonra duyulacağı ve inkarcıların gerçeği öğrenince dünyaya
geri döndürülme isteğinde bulunacakları belirtilerek, ölmeden önce dönüş
yapmanın gereği hatırlatılıyor.
Âhiret âleminde
soy-sop bağlarının kesileceği ve herkesin kendi amel ve niyetiyle başbaşa
kalacağı haber verilerek, hısım ve yakınlardan dolayı günaha girmenin, küfrü
benimsemenin büyük bir hata olacağına dikkatler çekiliyor. [112]
93— De ki: «Rabbim! inkarcıların va'dolunduklan azabı bana elbette göstere ceksen,
94— Rabbim! beni o zâlim topluluk arasında bulundurma.»
95— Şüphesiz
ki (Peygamberim!) onlara
va'dettiğimiz azabı sana göstermeye kudretimiz yeter,
96— Sen o kötülüğü en güzeli ile savıp karşılık ver. Biz
onların vas-fettiklerini daha iyi biliriz.
97— De ki: «Rabbim!
şeytanların vesvese ile dürtüşlerinden sana sığınırım.
98— Ve onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.»
99-100— Sonunda
onlardan her birine ölüm gelince, (çaresiz kalıp Allah'ı hatırlar ve) «Rabbim!
benî geri çevirin de ola ki terkettiğime karşılık, onu (telâfi için) iyi,
yararlı amelde bulunurum» der. Hayır, bu bir sözdür ki (temenni anlamında)
söyler. Dirilip (hesap gününe) kaldırılıncaya kadar önlerine bir Berzah
(dönmelerine bir engel) vardır.
101— Sûr'a
üfürülünce, o gün artık aralarında soy bağları kalmaz; birbirlerinden (bir
şeyler de) soramazlar.
102-103— Artık
kimin terazide tartılan ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin
kendileridir. Kimin de terazide tartıları hafif gelirse, işte onlar da
kendilerine zarar verenlerdir; Cehennem'de devamlı kalıcılardır.
104— Ateş
yüzlerini yakar da dudakları kasılarak dişleri sırıtıp kalır.
Hz. Ömer (R.A.) diyor
ki:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz namaz kılıyordu; ancak hangi namaz
olduğunu bilmiyorum.
Üç defa «Allahu ekber kebîren», üç defa «Ve'l-ham-du lillahi kesîren», üç defa
da «Ve sübhane'llahi bükreten ve asîlen» dedi ve arkasından şunu ilâve etti:
«Ve euzü billahi mine'ş-şeytani min nefhini ve nefesini ve hemezihi..» [113]
«Allahım! fazla
yaşlanmaktan, yıkıntı altında kalmaktan, boğulmaktan, sana sığınırım. Ölüm
anında şeytanın beni kapmasından da sana sığınırım.» [114]
Ashab-ı Kirâm'dan
birkaç zat şöyle demişlerdir:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz uyurken ve korkulu anlarda şu sözleri söylememizi bize öğretti:
«Allanın ismiyle, Allah'ın gazabından, cezasından, kullarının şerrinden,
şeytanların vesvese ve dürtüşlerinden, O'nun tastamam sözlerine sığınırım.» [115]
«Fatıma benden bir
parçadır. Onu sıkıp öfkelendiren kimse, beni de sıkıp öfkelendirir; onu
neşelendiren beni de neşelendirmiş olur. Kıyamet günü soy-sop bağları kopar,
ancak benim soyum, sebepliğim ve hısımlığım kopmaz.» [116]
KDe ki inkarcıların
va'dolundukları azabı bana elbette göstereceksen, Rabbim! beni o zâlim topluluk
arasında bulundurma.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e karşı gelip küfür ve, azgınlıkta ısrar eden kavim ve milletlerin
eninde-sonunda büyük bir azaba uğratılmaları sünnetullah gereğidir. Mekkeli
putperestler hakka karşı gelmekte her türlü ölçüyü aşmışlardı. Başlarına
mutlaka bir azdbın ineceği beklenmekteydi. Cenâb-i Hak, böyle bir azap inince.
Peygambere, onların arasında bulunmaması hususunda duâ tavsiye etmektedir.
Çünkü Enfal Sûresi 32. âyette açıklandığı gibi, «Sen aralarında bulunduğun
halde Allah onlara azap edecek değildir.» şeklinde Allah'ın Peygamberine
verdiği bir söz vardır. Böylece Enfal Sûresi'ndeki bu âyet, konumuzu oluşturan
âyeti açıklamakta ve neticeyi açık biçimde belirtmektedir.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'in on üc yıllık Mekke döneminde her şeye rağmen tam
uslandırıcı mahiyette bir azap o belde halkına inmemiştir. Bir ara hüküm süren
kıtlık ise, Resûlüllah'ın (A.S.) duası bereke-tiyle kaldırılmıştır. Medine'ye
-hicret ettikten sonra ise. Bedir Savaşı'nda müşriklerin liderlerinden çoğunun
öldürülmesi, sözü edilen azabın ilk belirtisi ve sonra da Mekke'nin
fethedilmesiyle o azabın tamamlanması gerçekleşmiştir.
O bakımdan Mekke'de
son yıllarda saldırı ve hezeyandan bunalan mü'minlerin biraz daha dişlerini
sıkmaları ve kötülüğe iyilikle karşılık vermeleri tavsiye edilmiştir. Şüphesiz
ki bu tavsiye geçici anlamda düşünülmemelidir. Zira İslâm'ın davet, irşat ve
teblîğ metodu bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Ancak şiddete başvurup
haksız yere kan akıtmak isteyen düşmana karşı, şartlar ve imkânlar elverdiği
takdirde şiddet kullanmak farzdır; yani böyle durumlarda cihâd gereklidir. [117]
«Sen o kötülüğü en
güzeli ile savıp karşılık ver. Biz onların vasfettiklerini daha iyi biliriz.»
Peygamberin (A.S.)
ahlâkı, İslâm ahlâkının değişmeyen model ve örneğidir. Kötülüğü önce iyilikle
karşılamak, şüphesiz ki onun azgınlığa dönüşmesini, daha tehlikeli çizgiye
gelmesini önlemeğe, aynı zamanda kalplerdeki kin ve düşmanlığı hafifletmeye
yönelik bir metottur. O bakımdan İslâm Hukukunda «Zarar kendi misliyle
giderilmez», «İki serden en hafif olanı seçilir», «İslâm'da ne zarar vermek
vardır, ne de zarara karşılık zarar vermek vardır» gibi genel hükümler yer
almıştır.
Ancak kötülüğe
iyilikle karşılık, hiçbir yarar sağlamaz da karşısındakinin büsbütün
şımarmasına, daha da azgınlaşmasına sebep olursa, b takdirde iki yol vardır:
Şartlar ve imkânlar elverdiği takdirde şerri defetmek için kuvvete başvurulur.
Değilse sabredilir ve böylece Allah'ın takdîr ve hükmü beklenilir. Nitekim
Mekke devrinde Peygamber (A.S.) Efendimiz'in, azgınlığa dönüşen şer ve tuğyanı
durdurmak için kuvvete başvuracak imkânı yoktu. O bakımdan ilâhî takdiri
sabırla bekleyip teblîğ görevini sürdürmeye devam etti. Medine döneminde, onu
kuvvetle savma imkânları doğunca, iyilik ve sabır netice vermeyince, savaş
zarurî olmuştur. [118]
«De ki: Rabbım!
şeytanların vesvese ile dürtüşlerinden sana sığınırım. Ve onların yanımda
bulunmalarından da sana sığınırım.»
Bu, hem cinlerden, hem
de İnsanlardan olan şeytanlar ile yorumlanmıştır. Her iki ayrı cinsin de kalp
ve kafalara fısıldadıkları vesvese ve yaptıkları dürtüşlerden Allah'a
sığınmamız emredilmiştir. Zira her ne kadar âyette hitap Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e yapılmışsa da, emir umumidir.
Böyle durumlarda
Allah'a sığınmanın iki ayrı yararı söz konusudur. Biri, yegâne kudret sahibi
Allah'a yönelmek suretiyle O'nun tecelli edecek yardımına mazhar olmaktır.
Diğeri ise, bu gibi kötü telkin ve fısıldamalara karşı hep uyanık bulunmaktır.
Şeytanın vesvese ve
dürtüşleri, zıtların sürtüşmesini hızlandırmaya, hayata canlılık vermeye ve
insanlara bir bakıma hareket kazandırmaya yönelik bir hikmeti beraberinde
taşımaktadır. Ancak bu hikmeti dikkate almadan aralıksız gelen vesvese
sinyallerinin tesir alanına girip, karşıt güç olan imân, ahlâk ve fazilet
duygularını aklın desteğinde harekete geçirmeyi düşünmemek veya ihmal etmek,
dengeyi bir anda bozar. Böylece insanın kötülük tarafı ağır basmaya başlar.
İşte konumuzu oluşturan âyetle, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere
mü'minlere istiâze-nin tavsiye edilmesi, içimizdeki dengenin bozulup
dışımızdaki kötülüklere yol açmaması içindir. Nitekim bu inceliğe Nahİ
Sûresi'nde açıklık getirilerek şöyle buyurulmaktadır: «Şüphesiz ki şeytanın,
imân edip Rablerine güvenip dayananlar üzerinde sultası yoktur.»[119] [120]
«Sonunda onlardan her birine ölüm gelince,
(çaresiz kalıp Allah'ı hatırlar ve) «Rab-bım! beni geri çevir de ola ki
terkettiğime karşılık onu (telâfi için) iyi-ya-rarlı amelde bulunurum» der.»
Ruh, süresi dolunoa
bedeni ve bedendeki nefis havasjnı terkedip serbest kalır ve Berzah Âlemi'nde
gerçeği bütün açıklığıyla anlamaya başlar.
Orada artık şeytanın
vesvese ve dürtüşleri yoktur. O nedenle İlâhî kudretin yüceliğini daha iyi
görüp kavrama İmkânına erişir. Derin bir pişmanlık içinde, imân doğrultusunda
iyi-yararlı amellerde bulunmak üzere dünyaya geri döndürülmeyi temenni eder.
Ne var ki, ilâhî kanun gereği.bu mümkün olmaz ve o bakımdan dilek ve temenniler
de olumlu hiçbir sonuç vermez. Zira arada bir engel vardır. Ona «Berzah»
denilir.
Tasavvuf ehli, keşif
ve müşahede yoluyla Berzah'ın dünya ile âhiret arasında, ruhların kıyamete
kadar eyleştiği ayrı bir âlem olduğunu ve yedi tabakadan oluşup ruhların
derecelerine göre yer aldığını belirtirler.
Berzah, sözlük olarak:
«engel» ve «perde» demektir. Bu engel, Ta-biîn'den Dahhak ve Mücahid'e göre,
ölümle yeniden dirîlip kalkma arasındadır. İbn Abbas'a (R.A.) göre, Dünya ile
Âhiret arasındadır. Nitekim İmam Şa'bî'nin yanında birisi, «falan adam öldü,
artık âhiret ehlinden oldu» deyince, Şa'bî'nin ona: «Hayır, henüz âhiret
ehlinden olmadı, Berzah ehlinden oldu» diyerek uyarıda bulunduğu rivayet
edilmektedir. [121]
«Sûr'a üfürülünce, o
gün artık aralarında soy bağları kalmaz; birbirlerinden (bir şeyler de) soramazlar.»
Sûr'a birinci defa
üfürülünce, varlık âleminde canlı adına bir şey kalmaz, hepsi ölür, ancak
Allah'ın diledikleri müstesna.. İkinci defa üfürülünce Berzah âleminde
beklemekte olan ruhlar, hazırlanan bedenlerine gelip yerleşirler ve öylece
ikinci hayata kalkış başlamış olur. Artık o âlemde soy-sop bağları kopar; anne
öz evlâdından, kardeş kardeşten, dostlar birbirlerinden uzaklaşırlar,
aralarındaki akrabalık bağlan çözülür. Öylece herkes kendi amel ve niyetiyle
başbaşa kalır. Biri diğerine, «sen kimsin?», «sen dostum değil miydin?» diye
sormaz.
Bunun sebebi açıktır:
Hısımlık bağları
merhamet ve şefkatle birleşerek dünya hayatında insanın içine yerleştirilmiş
fıtrî bir duygudur ki, neslin devamını sağlar. Âhi-ret'te ise, nesli devam
ettirme kanunu yoktur; o sebeple hısımlar arasındaki İlgi ve irtibat da
kendiliğinden kalkmış olur. Nitekim Abese Sûresi'nin 34. âyetinde bu konuya
şöyle açıklık getirilmiştir: «O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından,
eşinden ve oğullarından kaçar. Onlardan her ki-
sinin (o gün) kendine
yetecek derdi ve meşguliyeti vardır.»[122]
Saffat Sûresi 27-30
âyette : «Toplayıp sürün mahşer yerine o zulmedenleri, eşlerini, benzerlerini,
yandaşlarını ve Allah'tan başka taptıklarını, hepsini Cehennem'in yoluna koyun.
Ve onları (belli bir noktada durdurup alıkoyun), çünkü onlar mutlaka sorguya
çekileceklerdir. Ve onlara «size ne oldu da birbirinize yardım edemiyorsunuz?»
(denilir.) Hayır, onlar bugün (ister istemez) teslimiyet içindedirler.
Birbirlerine yönelip soruşturmaya başlarlar: Siz bize sağ taraftan (dinî
açıdan) geliyordunuz derler. (Diğerleri), yok sîzler aslında inanmamıştınız.
Bizim sizin üzerinizde bir sultamız olmadı, ama siz azıp sapıtan bir
millettiniz derler.» şeklindeki sorma ve konuşmalar, kabirden kalkıldığı anın
verdiği şaşkınlığın ilk belirtilerinden biridir. Ondan sonra ancak Allah'ın
karşılaştırıp konuşturacağı kimseler dışında kimse kimseden bir şey sormaya
pek fırsat bulamayacak, her kişi kendi nefsiyle meşgul olacaktır. [123]
«Artık kimin terazide
tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir..»
Kıyamet günü, ilâhî
adalet bütün haşmetiyle tecelli edecek, kılı kırk yararcasına haklar tesbit
edilecek, amellerin karşılığı belirlenecektir.
Adalet Terazisi'nin
mahiyeti bizce bilinmemektedir. Kur'ân ve hadîsteki anlatım bizim anlayış ve
kavrayışımızı kolaylaştırmaya yöneliktir. O güne ve ilâhî azamete has bir tartı
gerçekleşecek, ama keyfiyeti nasıl olacak bilemeyiz. O halde «mü'min olarak
amellerin terazide tartılacağına İnanırız, ama
keyfiyetini bilemeyiz» der ve başko yorumda bulunmayız.
Şüphesiz Cenâb-ı Hak,
mutlak âdildir, hiç kimseye zulmetmez. O zulmü hem kendine, hem bizim aramızda
haram kılmıştır. Artık terazide iyilikleri ağır gelenler kurtuluşa ve saadete
erişecek; kötülükleri ağır gelenler ise, Kur'ân'ın tabiriyle «kendilerine
zarar verenlerdir, Cehennem'de devamlı kalıcılardır.»
Böylece gerçekler
ortaya çıkacak, haklı-haksız birbirinden ayırtedi-lecek; hiçbir şey gizli,
kapalı kalmayacaktır.
«İyiliği ağır
gelenler» tabiri bize şu inceliği öğretmektedir: Peygamberler dışında diğer
bütün insanlar tamamıyla kötülük ve günahtan kurtulamazlar; herkesin kendine
göre birtakım iyilik ve kötülükleri, sevap ve günahları olabilir. Çünkü insanın
hilkati, bütünüyle günah ve kötülükten sıyrılmaya müsait bir özellikte
değildir. Nefis ve şeytan kötülüğe itici kuvvetler olarak durmadan faaliyet
halindedirler. Akılla birleşen imân, meleklerin de ilham desteğiyle bunlarla
devamlı mücadele durumunda bulunuyor. O bakımdan insan için en başarılı nokta,
kötülüğü imkân nisbetinde azaltmak, iyiliği ve sevabı çoğaltmaktır. Kıyamet
gününde de kurtuluşa erenler, kendilerini bu noktaya getirmesini bilip
becerenlerdir. [124]
«Ateş yüzlerini yakar
da dudakları kasılarak dişleri sırıtıp kalır.»
Bilindiği gibi, insanı
en çok günaha sürükleyen organ, dilimizdir. Ona hâkim olduğumuz, irâdemizi
kullanarak onu iyi ve yararlı yönde kullandığımız nisbette mutlu oluruz. Küfür
ve kinlerini bazan içlerinde tutup gizleyenler; bazan da tutamıyarak dillerine
dökenler, her iki âlemde de kendilerine yazık ederler. Kalbini küfür, kin,
haset ve düşmanlıktan temizleyip dilini imân ve aklının emrine verenler ise,
kurtuluşa erenlerdir.
İlgili âyetle, birinci
şıkka temas ediliyor: Dünyada diline hâkim olmayıp onu inkâra, kine,
azgınlığa, kötülüğe ve hasede alet edenlerin göreceği azabın şekli
belirleniyor. Böylece cezanın amelin cinsinden olduğu bir defa daha anlaşılmış
oluyor. [125]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâmiyetin toplum yapısında kötülere karşı nasıl bir metot uygulayacağı,
kötülükleri iyilikle karşılayıp onları azgınlığa ve şiddete dönüştürmeye fırsat
vermeyeceği belirtildi.
Bu konuda da şeytanın
vesvesesinden, dürtüşlerinden Allah'a sığınılması tavsiye edilerek asıl amaç
ve hedef belirlendi. İnkarcıların öldükten sonra gerçeği anlayacakları ve o
yüzden dünyaya geri dönmek isteyecekleri konu edilerek, ölmeden önce dönüş
yapmanın gereği üzerinde duruldu. Sonra da Âhiret âleminde soy bağının kopacağı
ve herkesin kendi amel ve niyetiyle başbaşa kalacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların âhiret âleminde karşılaşacaklan ibretli bir tablo gözler
önüne konuluyor. İnkarcıların şirretliklerine karşı sabreden mü'minlere
verilecek mükâfatların o nisbette yüz güldürücü olacağına işaret ediliyor.
Sonra da insanların amaçsız, hikmetsiz yaratılmadığı ifade edilerek hilkatin
hikmetini düşünüp anlamamız isteniliyor. Ve Tevhîd İnancı'nın zedelenmemesi
için, Allah'ın ortağı bulunmadığı hatırlatılarak, O'ndan başkasına tapanların
hesabının Allah yanında tutulduğuna dikkatler çekiliyor ve sûre Allah'ın
gufran ve rahmeti talep edilerek noktalanıyor.
[126]
105— (Allah onlara): «Âyetlerim size okunurdu da
onları yalan sayardınız, değil mi?» (buyurur).
106— Onlar, «Rabbımız! haydutluğumuz bize üstün
geldi de (doğru yoldan) sapıtan bir millet olduk.
107— Rabbımız! bizi buradan çıkar, bir daha
haydutluğa dönersek herhalde zâlimlerizdir (o zaman)» derler.
108— (Allah onlara): «Aşağılıkla sinin orada,
konuşmayın benimle» der.
109— Şüphesiz kullarımdan bir grup, «Ey Rabbimiz!
imân ettik, bizi bağışla, bize merhamet eyle; sen merhamet edenlerin en
hayırlısısın» derlerdi de,
110— siz onları alaya alırdınız; o kadar ki (bu
yaramaz haliniz) beni anmayı size unutturdu ve siz onlara (bakıp bakıp alaylı
şekilde) gülüyordunuz.
111— Doğrusu ben onları, sabrettiklerine karşılık
bugün mükâfatlandırdım. Şüphesiz ki onlar, kurtuluşa erenlerin kendileridir.
112— (Allah
onlara): «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» diye sorar.
113— «Bir gün ya da bir günün birazı kaldık,
sayanlara sor» derler.
114— Allah : «Anoak az bir süre kaldınız. Bunu
(daha önce) bir bilseydiniz ya?!» diye buyurur.
115— Sizi boşuna, amaçsız yarattığımızı ve bize
döndürülmeyeceği-nizi mi sandınız?
116— Hak hükümdar olan Allah çok yücedir; O'ndan
başka ilâh yoktur. O çok şerefli-aziz olan Arş'ın sahibidir.
117— Allah'la beraber başka bir ilâha -bu hususta
(isbatlayıcı) hiçbir delil yokken- ibâdet edip tapan kimsenin hesabı ancak
Rabbının yanındadır; doğrusu kâfirler kurtuluşa eremezler,
118— De ki: «Rabbım! bağışla, merhamet eyle; sen
merhamet edenlerin en hayırlısısm.»
«Şüphesiz ki Allah,
Cennet ehlini Cennete, Cehennem ehlini de Cehenneme koyduktan sonra: «Ey
Cennet ehli! yeryüzünde yıl sayısı olarak ne kadar eyleştiniz?» diye sorarlar.
Onlarda: «Ya bir gün, ya da bir günden az bir süre» diye cevap verirler. Allah
onlara: «Bir günde ya da bir günün bir bölümünde kazandığınız rahmetim, rızam
ve cennetim ne güzel! Artık buraya temelli kalıcılar olarak girin» buyurur.
Sonra Cehennem ehline sorar: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» Onlar da «Ya bir
gün, ya da daha az bir süre» derler. Allah onlara: «Bir günde, ya da daha az
bir sürede kazandığınız cehennemim ve gazabım ne kötü! Artık temelli kalıcılar
olarak girin oraya..» buyurur. [127]
«(Allah onlara):
Âyetlerim size okunurdu da onları yalan sayardınız değil mi? (buyurur).»
Cehennem'e kendini
lâyık gören ve ateşini, azabının nüvesini beraberinde götüren cehennemlikler
orada yerlerini aldıktan sonra, Cenâb-ı-Hak onları kınayarak : «Âyetlerim size
okunurdu da onları yalan sayardınız değil mi?» diye sorar. Onlar da itiraf-i
zünûb (günahlarını gizlemeyip söylemek) suretiyle pişmanlık duyduklarını
söylerler ve haydutluklarının onları nasıi bir çıkmaza sürüklediğini anlarlar,
ama neden sonra. Dünya çok genlerde, iyi amellerde bulunma fırsatı elde edilemiyecek
uzaklıkta kalmıştır. Artık teklîf dönemini tamamlayıp yolun sonuna
gelmişlerdir. Her şey bitmiştir. O bakımdan Allah onlara : «Aşağılıkla sinin
orada, konuşmayın benimle» buyurarak onları susturur. Sonra da dünyada iken
imân edenleri küçümsedikîeri onları alaya aldıkları hatırlatılarak Cehennem'de
o amellerine uygun ceza görecekleri bir defa daha tekrarlanır.
İnkarcı ahlâksızların
saldın ve alayvari sataşmalarına sabredip imân ve irfanında, ahlâk ve
faziletinde sebat gösterenler ise. Cennet ile mükâ-3tlandırılırlar. Böylece
dünyada mü'minlerle alay eden inkarcı sapıklar, ıhirette Cehennem'de alay
konusu olurlar.-
Cenâb-ı Hak Âhiret
Âlemi'nden önemli bir safhayı gözlerimizin önü-ıe sererken, rahmetinin
genişliği gereği, yanlış yolda olanları uyarıyor ve ilmeden önce dönüş
yapmalarında sayılmıyacak kadar faydaların bulun-luğuna işaret ediyor. [128]
«Şüphesiz kullarımdan
bir grup : «Ey Rabbımız! imân ettik, bizi bağışla, bize merhamet eyle; sen
merhamet edenlerin en hayırlısısın» derlerdi de..»
Cenâb-ı Hak, Âhiret'te
inkarcıların ölçüsüz söz ve davranışlarını yüzlerine vururken, onların dünyada
iken mü'minleri üç büyük umutlarından dolayı alaya aldıklarını da hatırlatıyor.
Böylece kulun bütün niyet, iş ve amelinin bu üç büyük umuda yönelik
bulunduğunu, diğer bir ifadeyle bu üç şeyin tek amaç olduğunu belirtiyor:
1— Allah'a dosdoğru imân,
2— İlâhî mağfiret,
3— İlâhî rahmet..
Kişi yıllarca küfür
bataklığında kalır ve o dönemde ne kadar kirlenirse kirlensin, İslâm'a adım atıp
Allah'a -şartlarına uygun olarak- imân ettiği takdirde kendisine hemen
«mağfiret» kapısı açılır, Böylece geçmişteki bütün günah ve kusurları
bağışlanıp temizlenir. Bu temizlikten sonra ruhu, kalbi ve kafayı ilâhî
rahmetle besleyip geliştirme faslı başlar. O da ancak Cenâb-ı Hakk'ın
emirlerini, yasaklarını bilip yerine getirmekle, gerektiği gibi ibâdet etmekle
gerçekleşir.
İmândan sonra sâlih
amellerden söz edilmesinin sebeplerinden biri' budur. [129]
«(Allah onlara):
Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diye sorar. (Onlar da): Bir gün, ya da bir günün
birazı kaldık; sayanlara sor, derler.»
Dünya hayatı insan
için bir hazırlık dönemidir. O bakımdan ömür kısa, yapılacak işler de ona
kıyasla çoktur. Boşuna geçirilecek bir saat bile söz konusu değildir. Hele bir
de onu Âhiret Âlemi'nin sonsuzluğu yanında düşünüp dikkate alırsak, ne kadar
kısa olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Aynı zamanda Cennet veya Cehennem'de
temelli kalmaya nisbetle insanın dünyadaki ömrü bir gün, ya da bir günden daha
azdır. Ne var ki, insanoğlunun içindeki hırs ve hayata karşı duyduğu arzu,
meşru sınırlar içine alınmazsa, ömrün kısalığını ona unutturur da bir hazırlık
dönemi içinde bulunduğunun farkına bile varamaz.
Hikmetsiz ve amaçsız
yaratıldıklarını, hattâ dünyaya gelişlerinin bir tesadüf eseri olduğunu;
öldükten sonra her şeyin bitip sona ereceğini, bir daha dirilip kalkmanın
mümkün olmayacağını iddia edip duranlara gelince: Bunlar inanmadıkları,
ummadıkları ikinci hayata döndürüldükleri zaman büyük bir şaşkınlık
gösterirler. Hakikatler bir bir anlaşılmaya başlar, ama dönüşü mümkün olmayan
bir çizgiye gelmiş olurlar.
İlgili âyetlerle bu
önemli safhalar en duyarlı bir anlatımla işleniyor. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti
önde yürüyerek yaşamakta olan inkarcı maddecileri uyarıyor, dünya hayatının
hikmet ve amacını düşünüp anlamaları için geniş çapta malzeme veriyor. Kâfirler
için kurtuluş olmayacağı duyuruluyor. Ölmeden dönüş yapanların bağışlanacağı
müjdeleniyor.
Allah'a inanmak, O'na
ümit bağlamak ne büyük saadet! O'nu inkâr edip ümitsizlik içinde yaşamak ne
büyük felâket! [130]
Hak hükümdar olan
Âilah çok yücedir. Ondan başka ilâh yoktur. O çok şerefi i-aziz oian Arş'în
sahibidir.»
Cenâb-ı Hak mutlak ganîdir
ve mutlak hükümrandır. O'nun hiç kimsenin imân ve ibâdetine ihtiyacı yoktur.
İnsan olarak yarattığı kullarını ebedî kılmak için birtakım esaslar ve kurallar
koymuştur. Çünkü O'nun her işi ölçülü, hesaplı, kitaplıdır. Düzen ve denge dışı
hiçbir fiili söz konusu değildir. O hak olan hükümdardır. Haklılık O'nun
değişmeyen sıfatıdır. O bakımdan insanları ne oyun ve eğlence olsun diye, ns de
boşuna, hikmetsiz ve anlamsız yaratmıştır.
Böylece ilâhî kudret
ve hikmetin yüceliği anlatılırken dört tabire yer verilmektedir:
1__ Teâlî
2— Melikü'l-Hak
3— Lâ ilahe illâ hüve
4— Rabbü'l-Arşi'l-Kerîm..
Birincisi, Cenâb-ı
Hakk'ın abesle iştiğaldan, hikmetsiz fiilden, beşerî sıfatlardan pâk ve yüce
olduğuna delâlet eder.
İkincisi,
hükümdarlığında, hükmünde, adaletinde, işinde ve tasarrufunda mutlak anlamda
haklılık üzere bulunduğunu gösterir.
Üçüncüsü, kâinatta bu
özellik ve sıfatları hâiz başka bir ilâhın düşü-nülemiyeceğine, O'ndan başka
ilâh edinilen cisimlerde hiçbir hikmet ve kudretin bulunmadığına işarettir.
Dördüncüsü, kâinatın
sıklet merkezi olan ve mutlak anlamda kâinattaki sistemler üzerinde denge
sağlayan şerefli, aziz ve yüce Arş'ın sahibi bulunduğunu beyânla, hiç bir şeyin
O'na denk ve benzer olamıyacağını ilham eder.
[131]
Yukarıda sıralanan
dört önemli özelliği kendinde taşıyan Cenâb-ı Hak, elbetteki ibâdet edilmeye
lâyıktır. O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden delil ve belgeler
sayılmayacak kadar çoktur. Bizzat insanın kendi vücut yapısı bütün organlarıyla
birlikte O'nun varlığına ve birliğine delâlet etmekte ve her organ ancak O'nun
kudret damgasını taşımakta ve yansıtmaktadır. O'ndan başka ilâh olduğunu iddia
edenlerin ise, iddialarını isbat edecek hiçbir delil ve belgeleri yoktur.
Böylece Kur'ân, ilgili
âyetle, Allah'ı inkâr edenleri veya ona ortak koşanları ilmî ve aklî açıdan
isbata çağırmaktadır. İsbat edemiyecekleri kesin olduğuna göre, büyük bir
iftirada bulunduklarından ve haksız bir davayı savunduklarından dolayı
taşınması zor bir vebal ve günah altına girmişlerdir. O bakımdan onların
hesabı Cenâb-ı Rabbi'l-âlemîn'in yanında görülecektir. Şüphesiz ki, kâfirler,
dünyada da, âhirette de kurtuluşa eremezler. Çünkü inkâr bütün ümit kapılarını
kapamak suretiyle dünyada sonu gelmeyen bir şaşkınlık ve bocalamaya neden
olur, Âhiret'te ise, inkarcı bütünüyle hazırlıksız geldiği için nasipsiz kalır. [132]
«De ki: Rabbım!
bağışla, merhamet eyle; sen merhamet edenlerin en hayırlı sisin.»
Dünya.ile âhiretin
birbirlerini tamamlayan ve biriyle diğerinin hikmet ve amacı anlaşılıp ortaya
çıkan iki değişik hayat olduğu üzerinde duruldu. Bu iki hayatı düzene sokup
mutlu sonuca erişmenin yollan ve yöntemleri gösterildi. Akla ışık tutacak,
düşünceleri doğruya, iyiye ve güzele çevirecek, kalpleri yönlendirecek delil
ve belgeler sıralandı. Gereken bütün uyarılar yapıldı. İnsanı hem dünyada, hem
âhirette gerçek anlamda mutlu etmek için Cenâb-ı Hak kendine düşeni yaptı;
kendisiyle kulları arasındaki yetki sınırlarını belirledi ve bütün imkânları
hazırlayıp gözler önüne sererek kullarına düşen görevin neler olduğunu
açıkladı ve onları tarîf edilen sınıra, yani hidâyet ve inayet sınırına
gelmekte serbest bıraktı.
Sonra da bütün bu plân
ve programların, emir ve tavsiyelerin, açıklama ve beyânların iki ana hedefe
yönelik bulunduğunu belirterek «gufran» ve «rahmet»ine dikkatleri çekti. Her
işin, her amelin, her niyet ve azmin bu iki sıfata yönelik bulunduğu nisbette
değer kazanacağını hatırlatarak buradaki mesajını noktaladı.
Böylece Mü'minûn
Sûresi'ne, mü'minlerin kurtuluşa erdikleri müjdelenerek başlandı ve nihâî amaç
olarak Allah'ın gufran ve rahmetinin istenmesi telkîn ve tavsiye edilerek
bitirildi.
Bu sûrenin tefsirini
meydana getirmemizde bizi başarılı kılan, tamamlamamıza imkân veren Yüce
Rabbimize hamd olsun. Sünnetinden aldığımız ilhamla, anlayışımızı
kolaylaştırıp idrâkimizi uyanık tutan Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'e
(A.S.) salât-ü selâmlar olsun.. [133]
[1] Tefsîr-i Kurtubî:
12/102
[2] Lübabu't-te'vil :
3/300
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4066.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4066-4067.
[4] Müslim/imân: 8- Buharî/imân: 34- Ebû Dâvud/salât: 1-
Tirmizî/tefsîr: - Nesâî/salât: 4, imân: 24- Taberânî/sefer
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4067.
[5] Müslim/müsafirîn: 139- Ebû Dâvud/tetavvu' : 26-
Tirmizî/birr: 69- Nesaî/kıyamulleyl: 2- İbn Mâce/ahkâm: 14- Daremî/salât: 165-
Ahmed: 6/54, 91, Hl, 163
[6] Nesâî/ışretünnisâ:
10- Ahmed: 3/128,
199, 285
[7] Buharî/ezan: 93, bed-i halk: İl- Ebû Dâvud/salât: 161-
Tirmizî/cumua; oy- Nesâî/sehv: 10-
Ahmed: 6/7, 106
[8] Buharî/ezan:
92, edeb: 18- Müslim/salât: 117,
118- Ebû Dâvud/salât: 163- Nesâî/sehv : 9, 40- İbn Mâce/ikamet: 68-
Dâremî/salât: 68- Ahmed: 3/109, 112,
115, 116, 140, 258- 5/93, 101, 108
[9] Buharî/imân: 24, cizye : 17, mezalim:
17, şehadat: 28, vasiyet: 8, edeb: 69- Müslim/imân: 106, 108- Tirmİzî/imân; 14
[10] Buharî/mevakiyt:
5, edeb : 1-
Müslim/müsafirîn: 216- Tirmizî/Kur'ân:
11- Nesâî/mevakiyt: 51- Dâremî/salât: 24- Ahmed: 6/176
[11] Buharî/cihad:
4, tevhîd: 22-
Tirmizî/cennet: 4- Ahmed: 2/335
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4069-4070.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4070-4071.
[13] Tefsîr-i Kurtubî: 12/103- Hakîm: Ebû Hüreyre
(R.A.)den. Süyûtî bunun zayıf
olduğunu belirtmiştir.
[14] Nesâî/zekât:
1- Müslim/taharet: i-
Tirmizî/cumua: 80, daavat:
85-İbn Mâce/taharet: 5-
Dâremî/vüdu' : 2- Ahmed: 3/321-
5/342, 343, 344
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4071-4073.
[16] Bilgi için bak:
Tefsîr-i Kurtubî: 12/106
[17] Fethü'l-Kadîr Tefsîri:
2/474
[18] Bilgi için bak : Tefsîr-İ Kurtubî: 12/107
[19] Bilgi için bak :
Tefsîri Kurtubî - 12/107
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4073-4075.
[20] Müslim/nikâh: 13- Nesâî/nikâh: 71- îbn Mâce/nikâh: 44
[21] Evtas : Mekke'ye yakın Hevazin yöresinde bir vadi ismi
[22] Müslim/nikâh:
18- Ahmed: 3/405
[23] Müslim/nikâh:
21
[24] Müslim/nikâh: 25
[25] Müslim/nikâh: 29- Buharî/mağazî : 38, zebayih 28
nikâh- 2
[26] »
» : 31- > » s
[27] Tirmizî/nikâh:
28
[28] Sünen-i Tirmizi: 4/83- Ta'lîk kısmından özetlenerek
[29] »
» » » » »
[30] »
» ; 4/84-
» » 3.
[31] Sünen-i Tirmizl :
4/84 Ta'lîk kısmından özetlenerek
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4075-4078.
[33] Geniş bilgi için bak :
Fıkıh kitapları «Nikâh-ı Rikak»
ve «Ganaim» bahisleri..
Ayrıca Ahzâb Sûresi:
50-52. ve Mearic Sûresi: 30. âyetlerin tefsiri.
[34] Geniş bilgi için bak:
Nahl Sûresi: 91-96. âyetlerin
tefsiri
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4078-4081.
[36] Buharî-Müslim : Ebû Büreyde (R.A.)den
[37] Tefsîr-i İbn Kesîr :
3/240
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4082.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4082-4083.
[40] Ebû
Dâvud/sünnet: 16- Tirmi2Î/tefsîr: 2/7,
5/49- Taberânî/kader: 2-Ahmed: 1/251, 299, 371- 4/186-6/441
[41] Buharî/tefsîr/39,
78- Müslim/fiten: 141,
143- Ebû Dâvud/sünnet: 22-Nesâî/cenâiz: 117- îbn Mâce/zühd: 32- Taberânî/cenâiz: 49-
Ahmed: 2/322, 428-3/28
[42][42] Buharî/tevhîd : 28, enbiyâ: 1, bed-i halk: 6-
Müslim/kader: 16- Tirnıi-zî/kader: 4- tbn
Mâce/mukaddeme: 10
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4084-4085.
[44] Bilgi için bak : Al-i tmrân Sûresi: 59, En'âm
Sûresi: 2, Secde Sûresi: 7,
Sûresi: 27, Rum Sûresi: 20, Fâtır
Sûresi: 11, Ğâfir Sûresi: 63, Hac Sûresi: 5, Hicr Sûresi: 26, Saffat
Süresi: II, Rahman Sûresi: 14. âyetlerin tefsiri
[45] Geniş bilgi için bak: Zümer Sûresi: 6. âyetin tefsiri
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4085-4086.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4086.
[48] Mu'cemu Müfredat-i Elfazi'l-Kur'ân : halk maddesi
[49] Kamus Tercemesi :
seli maddesi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4087.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4087.
[51] Tirmizî/et'ime: 43- Dâremî/et'ime: 20- Ahmed: 3/497
[52] İbn Mâce/et'ime: 34
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4089.
[54] Bilgi için bak : Mülk Sûresi : 30. âyetin tefsiri
[55] Rüm Sûresi : 41
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4089-4093.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4093-4094.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4094.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4096-4097.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/40974098.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4098.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4099.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4099-4100.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4101-4103.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4103.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4104.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4105-4106.
[68] Geniş bilgi için bak : Bakara Sûresi: 49, 50, A'raf
Sûresi: 103-136, Yunus Sûresi: 75-92,
îsrâ Sûresi: 101-104,
Tâ-Hâ Sûresi : 9.
âyetlerin tefsiri
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4106-4107.
[70] Bilgi için bak:
Âl-i İmrân Süresi; 45-49, Nisa Sûresi:
156-171, Meryem Süresi: 16-35,
Enbiyâ Sûresi: 91. âyetlerin tefsiri
[71] Matta İncil'i :
2/19-23
[72] » » :
4/12-14
[73] Resullerin İşleri; 6/1-15
[74] Resullerin İşleri :
12/1-7
[75] Efes mi, Kudüs mü? - Senior. Sayfa : İl/Ege Turizm
Cemiyeti yayınları - No: 3/1951
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4107-4109.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4109-4110.
[78] Buharî/icare:
2, et'ime: 50, enbiyâ: 29- Müslim/imân: 302, eşribe: 165-Taberânî/isti'zan: 18- Ahraed:
3/326
[79] Buharî/büyû' :
15, enbiyâ : 37
[80] Müslim/zekât:
65- Tirmizî/tefsîr: 2/36, edeb:
41- Dâremî/rikak: 9- Ah-med: 2/328
[81] Müsned-i Ahmed: Abdullah b. Mes'ud (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4111.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4112.
[83] Tirmizî/imân :
18- İbn Mâce/fiten: 17-
Dâremî/siyer : 75
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4113.
[84] Buharî/sulh: 5- Müslim/akziye : 17- İbn Mâce/mukaddeme: 2- Ahmed: 6/270
[85] Müsned-i Ahmed:
4/105
[86] İbn Mâce/mukaddeme : 7
[87] Müslim/cumua: 43- Ebû Dâvud/sünnet: 5- Nesâî/ıydeyn: 22- îbn Mâce/mukaddeme: 7- Dâremî/mukaddeme: 16, 23- Ahmed: 3/310, 371-
4/126, 127
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4113-4114.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4114-4115.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4115.
[91] Lübabu't-te'vîl:
3/309
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4118-4119.
[92] Sünen-i Tirmizî : Aişe
(R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4119.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4119-4121.
[94] Buharî/imân:
29- Nesâî/imân: 28- Ahmed: 5/69
[95] Buharî/imân:
29- Tirmizî/menakıb: 32, 64- Ahmed: 1/236
[96] Buharî/mağazî : 60, ahkâm: 22- Dâremî/mukaddeme: 24
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4121-4122.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4122-4123.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4123-4124.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4124-4125.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4125.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4125-4126.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4126-4127.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4127.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4129-4131.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4131.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4131-4132.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4132-4133.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4133-4134.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4134.
[111] Fazla bilgi için bak: İsrâ Sûresi : 42, Enbiyâ Sûresi:
22. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4135-4136.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4136-4137.
[113] Ebû Dâvud/salât : 119
[114] Ebû Dâvud/vitir:
32- Nesâi/istiâze: 61-
Ahmed: 2/171- 3/427- 4/204
[115] Müsned-i Ahrned
[116] Buharî/fezâil:
12, 16, 29, nikâh: 109-
Müslim/fezâil: 93, 94- Ebû Dâvud/ nikâh:
12- ,Tirmizî/menakıb : 60- îbn
Mâce/nikâh: 56- Ahmed: 4/5, 326
.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4138-4139.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4139-4140.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4140.
[119] Geniş bilgi için bak : Hicir Sûresi: 42, Nahl Sûresi :
99, Isrâ Sûresi: 65. âyetlerin tefsîri
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4141.
[121] Tefsîr-i Kurtubi:
12/150
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4141-4142.
[122] Bilgi için bak : Bakara Sûresi : 254. âyetin tefsiri
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4142-4143.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4143-4144.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4144.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4144-4145.
[127] İbn Ebî Hatim - îbn Kesir ; 3/258, 259
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4147.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4147-4148.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4148.
[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4148-4149.
[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4149-4150.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4150.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 8/4151.