MÜ'MİNÛN     SÛRESİ 3

Sûreyle İlgili Hadîs. 3

Meali; 3

İlgili Hadîsler. 3

Mü'minlerin  Kurtlusunu Sağlayan  Vasıfları 4

Mü'minlere Felah Kapılarını Açan Altı Sıfat 4

Fıkhî Yönü. 5

Şia'ya Göre Mut'a Nikâhı 6

Câriye Konusu Ve İlgili Hükümler. 7

Firdevs Cennetine Vâris Olanlar. 9

Âyetler Arasında Bağlanti 9

Meali: 9

İlgili Hadîsler. 9

Süzülmüş Çamurdan Yaratılma. 10

Oluşan Et Parças1ndaki Gelişme Safhaları 11

Yaratanların En Güzeli Olan Allah. 11

M E A L İ ; 11

İlgili Hadîsler. 11

Yedi Tarâik. 12

Binek Hayvanları Ve Gemiler. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali: 14

Nuh (A.S.) Kıssası 14

Nuh (A.S.)In Kendi Kavmine İki Önemli Tavsiyesi 14

Nuh Peygamber'den (A.S.) Bize Üq Önemli Sünnet Kalmıştır. 15

Allah Hep Böyle Sınava Çeker. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 16

Âd Kavmi Kıssasından Bazı Safhalar. 16

Âd Kıssasından Mesajlar. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

Peygamberlerin Ardarda Gönderilmesi 17

Kendilerini Yükseklerde Gören Mağrurlar. 18

İsa (A.S.) İle Annesinin Birer Mu'cize Sayılması 18

Âyetler  Arasında  Bağlantı 19

Meali: 19

İlgili Hadîsler. 19

Peygamberler  En Güzel Örneklerdir. 20

Dinler  Esasta Birleşir. 20

Dinde  Bölünmeler. 21

Bâtıl Şatafatlı Ve Gösterişe Eğilimlidir. 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 22

İniş Sebebi 22

İlgili Hadîs. 22

Hayırlı İşlerde Yarışanlar. 23

Teklifler İnsan Gücünün Kaldırabileceği Ölçüdedir. 23

Kitap Ancak Hakkı Söyler. 24

İnkarcılar Bilgisizlik Ve Gaflet İçindedirler. 24

Hak, Kimselerin  Hevesine Uymaz. 25

İnkarcının Mantığı 25

Kimseden Haraç Da İstenmiyor. 25

Felâket Kısmen Uyarıcı Olur. 26

Âyetler Arasında Bağlantı 26

M E Â L I : 26

Allah'ın Varlığına Aklî Deliller. 26

Diriltip Yeryüzüne Yayan O'dur. 27

Gece İle Gündüzün Değişmesi 27

Dirilme İle Ölmenin Birbirini Tamamlaması 27

Ölüp, Toprağa Dönüştükten Sonra Dirilmek. 28

Takriri Sorular. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 29

Allah'a Çocuk İsnat Eden Şaşkınlar. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

İlgili Hadîsler. 30

Va'dedilen Azap. 30

Kotuluge İyilikle Karşılık. 30

Şeytanın Vesvese Ve Dürtüşleri 31

Öldükten Sonraki Pişmanlık Ve Berzah Âlemi 31

Soy-Sop Bağının Kopması 31

Tartıları Ağır Gelenler. 32

Ceza Amelin Cinsindendir. 32

Âyetler Arasında Bağlantı 32

Meali: 33

İlgili Hadîs. 33

Kıyametten Bir Safha. 33

Mü'minlerin  Üç Büyük  Umudu. 33

İnsanın Dünyadaki Ömrü Kısadır. 34

Kerîm Arş'ın Rabbı Olan Allah Cok Yücedir. 34

Allah İle Beraber Başka İlâhlara Tapanlar. 34

Allah'ın Mağfiret Ve Merhametini Ummak. 35


MÜ'MİNÛN     SÛRESİ

 

Tamamı   Mekke'de   inmiştir.[1]  Baş   kısmında   mü'minlerin   birtakım özellikleri anlatıldığı için sûre ismini bu sıfattan almıştır.

 

Âyet sayısı          :    118

Kelime »               :  1840

Harf      »               ;  4802 [2]

 

Sûrenin Kapsadığı  Başlıca Konular:

 

1—  Mü'minlerin seçkin ve onları başkalarından ayıran sıfatlan üze­rinde durulup yaşamakta olan insanların dikkatleri çekilir.

2—  Göklerin yaratılışı, taşıdığı  kusursuz düzen ve denge  üzerinde durulur ve insanın yararına yaratılan hayvanlara ve dhiretteki Cennet ve ondaki nimetlere yer verilir.

3—  Peygamber ve ashabını teselli, müşrikleri de tehdit doğrultusun­da gelip geçen peygamberlerden bir kısmının kıssaları ve bazı sıfatları anlatılır.

4—Dinde kolaylık prensibine bir defa daha değinilerek mü'minler ay­dınlatılır.

5—  Kıyamet gününde  inkarcıların  duyacağı  pişmanlık  safhası,  çok duyarlı bir anlatımla işlenir. Buna karşılık imân eden salih kullara verile­cek nimetler sıralanır.

6—  Sapık inkarcıların ikinci hayata inanmamaları ve onların  iddia­larını reddeder anlamdaki deliller açıklanarak düşünce ufku genişletilir.

7—  Peygamber'in (A.S.) zâlim bir kavme azap inerken onların ara­sında bulunmaması hakkındaki duası; ayrıca insanlara edep, terbiye, ne-

zâket ve saygılı olmayı öğretmesi; şeytanın vesvese veren sinyallerinin geri çevrilmesiyle ilgili ilâhî talim belirtilir.

8— Kıyamet gününde kâfirler ve mü'minierle ilgili diğer önemli saf­haların bir kısmı öğüt alınacak çizgileriyle yansıtılır. [3]

 

Sûreyle İlgili Hadîs

 

Hz. Ömer (R.A.) anlatıyor:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e vahiy indiği zaman O'nun yüzünden taraf bal arısının uğultusu gibi bir ses duyulurdu. Yine bir gün Allah Ona vahiy indirdi. O, bir süre bekledikten ve vahiy hali geçtikten sonra «KAD AFLAHA'L-MÜ'MİNÛN»u, on birinci âyete kadar okudu ve sonra şöyle bu­yurdu: «Kim bu on âyetle amel edip yaşarsa Cennet'e girer.» Bunu mü­teakip yüzünü kıbleye çevirerek ellerini kaldırdı ve şöyle duâ etti:

«Allahım! bizi artır, eksiltme; bize ikramda bulun, bizi aşağılama. Bi­ze ver, mahrum bırakma. Bizi başkalarına karşı seçip üstün kıl, başkala­rını bize karşı üstün kılma. Allahım, bizi razı et ve bizden razı ol.» [4]

 

Meali;

 

1— Mü'minler gerçekten, korktuklarından kurtulup umduklarına ka­vuşmuşlardır.

2 —Onlar ki, namazlarında saygı dolu bir korkuyla eğilirler.

3 —Onlar ki, boş ve anlamsız şeyden yüzçevirirler.

4—Onlar ki zekâtı verip (emredildiği şekilde) yerine getirirler.

5—  Onlar ki, namus ve iffetlerini (haramdan ve şüpheden) korurlar.

6—  Ancak eşlerine veya sahip oldukları cariyelerine karşı (cinsel ar­zu duymalarında bir sakınca yoktur ve) bu yüzden kınanmazlar.

7—  Artık kimler bu (meşru) sınırı geçerse, işte onlar haddi aşanlar­dır.

8—  Onlar ki emânetlerini ve verdikleri sözü gözetir (yerine getirir)ler.

9—  Onlar ki, namazlarını (vaktinde kılıp) koruyarak gözetirler.

10—  İşte onlardır vârisler,

11—  Firdevs Cenneti'ne vâris olurlar ve orada devamlı kalırlar.

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Âişe (R.A.) Validemize soruldu :

  Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ahlâkı ne idi? O bu soruya şu cevabı verdi:

  Onun ahlâkı Kur'ân idi.

Sonra da Hz, Âişe (R.A.) «Kad eflaha»yı onuncu âyetin sonuna kadar okudu ve şöyle dedi: «İşte Resûlüllah'ın (A.S.) ahlâkı böyle idi.» [5]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu:

«Bana güzel koku ve kadın sevdirildi. Namaz ise, gözümün aydınlığı kılındı.» [6]

Yine Hz, Aişe (R.A.) Validemiz anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den namazda iken yüzü veya gözü (sağa-sola) çevirmekten sordum. Buyurdu ki: «O, şeytanın kulun namazından kapıp çalmasıdır.» [7]

«Şu topluluğa ne oluyor ki, namazda gözlerini göğe doğru çeviriyor­lar?!»

Ebû Hüreyr© (R.A.) diyor ki: «Zaman zaman Peygamberimizin (A.S.) ashabı namaz esnasında gözlerini göğe doğru çevirirlerdi. Yukarıdaki âyet­ler ininoe gözlerini seode yerine bakar şekilde yere doğru indirdiler.» [8]

«Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; söz ver­diği zaman, onu yerine getirmez; kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.» [9]

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:

— Peygamber (A.S.) Efendîmiz'e sordum: «Hangi amel Allah katında daha sevimlidir?» Cevap verdi: «Vaktinde kılınan namaz...» Devamla de­dim ki: «Ondan sonra hangi amel daha sevimlidir?» Peygamber (A.S.): «Ana-babaya iyilikte bulunmak» diye cevap verdi. Ben devamla: «Ondan sonra hangi amel daha sevimlidir?» diye sordum. Peygamber (A.S.): «Al­lah yolunda cihâd» diye cevap verdi. [10]

Peygamber (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Allah'tan Cennet istediğinizde, Firdevs cennetini isteyin. Çünkü Fir-devs, Cennet(ler)in ortasında en yüksek cennettir. Nehirler ondan fışkırıp akar. Onun üstünde ise Rahman'm Arş'ı bulunuyor.» [11]

 

Mü'minlerin  Kurtlusunu Sağlayan  Vasıfları

 

«Mü'minler gerçekten, korktuklarından kurtulup um­duklarına kavuşmuşlardır.»

Kur'ân-ı Kerîm'de «felah» sözü nerede kullanılırsa, ondan mutlaka hem dünya, hem de âhiret kurtuluşu kasdedilir. Çünkü İslâm her iki âlemi birden kucaklamakta ve her iki hayatı düzene sokmayı amaçlamaktadır.

Ancak ilgili dokuz âyette «mü'minler» sıfatından önce Ashab-ı Kirâm'-m temiz ve sade hayatlarına dikkatler çekilmekte, sonra da aynı sıfatlan kendinde taşıyan Müslümanlar hükmün kapsamına alınmaktadır. Zira en netameli ve sıkıntılı bir dönemde İslâm adına yola çıkan o bahtiyarlar, bu uğurda canları, dahil olmak üzere her şeylerini feda etmekten çekinme­diler ve Hz. Peygamber'in (A.S.) rahie-i tedrisinden aldıkları feyiz ve rah­metle tertemiz bir hayat sürdüler.

Böylece Peygamber mektebinin seçkin talebesi olan o mü'minler iki kurtuluşa birden eriştiler. Umdukları saadete kapı açarken, korktukları fırtınalardan ve azaplardan kurtuldular. Dünya'da gönül huzuru, kalp ya-tişkanlığı doğrultusunda nezih bir hayat yaşarken, âhirette ilâhî cemal ve rızaya mazhar olmakla müjdelendiler. Firdevs Cennetine vâris oldular.

O halde hayatını bu çizgiye getirip belirtilen sıfatları kendi üzerlerin­de taşıyan mü'minlere her çağ ve dönemde bu iki kurtuluş ve saadet va'de-dilmektedir, [12]

 

Mü'minlere Felah Kapılarını Açan Altı Sıfat

 

1—  «Onlar ki, namazlarında saygı dolu bir korkuyla eğilirler.»

«Saygı dolu bir korkuyla eğilirler» diye çevirisini yaptığımız «hâşiîn» sıfatı «huşu'» kökünden türetilmedin Tevazu, mahviyetkârlık, teslimiyet, saygı dolu korku gibi mânalara delâlet eder. O bakımdan «huşu1» un yeri daha çok kalptir. Kalp tevazu ve korkuyla eğilip mahviyetkâr bir durum alınoa, organlar ona uyarak saygı ve tevazu ile eğilip hakka teslimiyet gösterirler. Nitekim namaz kılarken sakalıyla oynayan bir adamı gören Peygmber (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Eğer bunun kalbi huşu' duy­saydı organları da huşu' duyardı.» [13]

Namazda huşu' ibâdetin kemal derecesini yansıtır. Zira namaz bütü­nüyle zikir, tesbîh ve kıraatten ibarettir. Bir bakıma bu hava içinde kulun Allah ile konuşması demektir. O nedenle namaz, saygı, tazîm, teslimiyet, mahviyet, tevazu ve inkıyad makamıdır.

2—  «Onlar ki, boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirirler.»

«Boş ve anlamsız» ile çevirisini yaptığımız «lâğv» bundan başka ma­nalara da delâlet etmektedir: Şirk, bâtıl ve faydalı olmayan her şey bu cümledendir.

O halde namaz kılarken nasıl bu gibi boş, anlamsız, batıl ve yararsız şeylerden kaçınmamız gerekiyorsa, namaz dışında da bunlardan uzak kalmamız, kendimizi faydalı, yararlı konulara vermemiz bir emr-i ilâhîdir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in sık sık, boş ve yararsız şeylerden Allah'a sığınması, hem bu âyeti açıklamakta, hem de ümmetine yol göstermek­tedir.

Bu iki sıfat veya özellik arasındaki ilgi ve bağ ise, çok önemlidir. Şöy­le ki: Allah'a imân edip O'na karşı kulluk görevini yerine getiren kimse, bunu daha çok namazla belirgin hale getirirken, her yönüyle ciddi, va­karlı, kararlı, mütevazi olmalı; hakka, doğruya, faydalıya yönelmeli; lü­zumsuz olan şeyleri terketmelidir. Felahın bir ucu bu ciddiyete dayanır.

3—  «Onlar ki, zekâtı verip (emredildiği şekilde) yerine getirirler.»

Namaz nasıl küfür ile imân arasında bir ayrım, bir alâmet-i farika ise, zekât, kulun bu düzeydeki sadakatinin belgesi, teslimiyetinin simgesi, Hakk'ın rızasına gönül vermesinin açık delilidir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu inceliği belirterek şöyle buyurmuştur; «Namaz nurdur, ze­kât burhandır..» [14] Bürhan'dan maksat, kanıt, delil ve hüccet demektir.

Bundan da anlıyoruz ki, imân denilen cevherin ürünleri yalnız kaibî ve bedenî ibâdetler değildir. Malî ibâdetler de onun en tabii ürünlerinden biridir. O bakımdan Kur'ân'da bazı istisnalarla nerede namaz ile emredi-lirse, aynı zamanda zekât ile de emredilir ve bu iki ibâdet kapının iki ka­nadı, diğer bir tabirle ikiz sayılırlar. Birini diğerinden ayırmak, kulluğu öfçü ve dengesinde tutmamak demektir.

Namazla zekât, sağlam imânın tabii ürünleri olmakla beraber, aynı zamanda onu besleyen ve koruyan en kuvvetli âmillerdir. Zira anlayabi­lenlere göre, insanın en kıymetli, paha biçilmez servet ve devleti, Allah'a dosdoğru imândır. Dünya nimetleri bu devletin karşısında çok sönük ve değersiz kalır. Onun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, terazide en ağır ge­len sözün «LÂ İLAHE İLLALLAH» olduğunu buyurmuştur.

4—  «Onlar ki, namus ve iffetlerini korurlar.»

Allah'a ve âhirete dosdoğru imân ve bunun tabii ürünü sayılan na­maz ve zekât, insanın iç yapısını düzeltip kontrol sağlar. Hayat dizginini nefis ve İblîs'in elinden alıp Kur'ân düzenine teslim eder. Böylece beden denilen ülkede imân hükümdar, akıl vezir olur. Organlar, duygular ve dü­şünceler disiplin altına alınır, meşru çerçevede tutulur.

İşte kendini bu çizgiye getiren bir mü'min son derece namuslu ve iffetli olur. Hayatı boyunca cinsel arzusunu Allah'ın meşru kıldığı düzeyde tutup konulan sınırı aşmaz.

O bakımdan Kur'ân-ı Kerîm, namaz ve zekâttan hemen sonra namus ve iffetin önemine yer vermekte ve bunu mü'minin en seçkin sıfatlarından biri olarak göstermektedir.

«Ancak eşlerine veya sahip oldukları cariyelerine karşı (cinsel arzu duymalarında bir sakınca yoktur ve) bu yüzden kınanmazlar.» [15]

 

Fıkhî Yönü

 

İlgili âyet birkaç hüküm taşımakta ve farklı yorumlara konu teşkil et­mektedir. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak cinsel konuda sadece mü'minlere İki şe­yi helâl kıldığını açıklamıştır: Sahih nikâhla edinilen eş ve kişinin sahip ol­duğu, yani milkindeki câriye.. Başkasına ait câriye ile cinsel yaklaşmada bulunabilmek için, iki şartın gerçekleşmesi gerekmektedir. Birincisi, o ca­riyenin efendisinin izniyle onu nikahlamak; diğeri onun mehrini takdîr edip vermek.. Nitekim Nisa Sûresi 25. âyetin tefsirinde bu mesele açıklanmış bulunuyor.

Böylece sözü edilen İki kadın dışında katan her türlü cinsel ilişkinin haram olduğu ortaya çıkıyor. Nitekim Abû Abdillah Kurtubî, İbn Arabi'den naklen onları şöyle sıralayıp açıklamıştır:

a)  Zina

b)  İstimna (mastürbasyon)

c)  Nikâh-ı mut'a (muvakkat nikâh).

İstimna konusunda icma' vaki olmamıştır. O bakımdan mesele ihti­laflıdır. İlim adamlarından bir kısmı, şehveti teskin ve harama, yani zina­ya yol açmamak için buna cevaz vermiştir. Çoğu ise, haram olduğunu be­lirtmiştir. Nitekim sağlık açısından da birtakım olumsuz tesirleri söz ko­nusudur.

Nikâh-ı mut'a, yani muvakkat nikâh konusuna gelinoe :

Böyle bir akitte alınan kadın ne zevcedir, ne de câriyedir. Aynı zaman­da ne o erkeğe vâris olabilir, ne de erkek ona vâris olabilir. Doğuracağı çoouk da erkeğe ait sayılmaz. Hakkında talâk, yani boşama hükmü câri değildir. Sadece akitte belirlenen sürenin sona ermesi söz konusudur. Ko­nuya bu açıdan bakılınca, muvakkat nikâhla alınan kadın, bir bakıma müs-te'cire sayılır. O nedenle hakkında iddet (şer'î bekleme süresi) hükmü de uygulanmaz.

Mut'a nikâhının haram kılındığında icma' vardır. Hayber savaşından öncesine kadar -birtakım sosyal, ekonomik sebeplerden dolayı- helâl idi. Hayber savaşında haram kılınmıştır.

Bir rivayete göre, bu savaştan bir süre sonra yine bazı sebeplerden dolayı tâ Mekke'nin fethine kadar helâl kılınmış ve Mekke'nin fethinden hemen sonra haram kılınmış ve bu hüküm bir daha kaldırılmamıştır. [16]

İmam Şevkanî de bu âyete dayanan ilim adamlarından bir kısmının muvakkat nikâhın ve istimnanın haram olduğunu istidlal ettiklerini belirt­mektedir. [17]

Ayrıca âyetteki hüküm sadece erkeklere mi hastır, yoksa kadınları da mı kapsamaktadır? 5 ve 6. âyetlerde sadece erkekler zikredildiğine göre, hükmün onlara has olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda bunda icma' da vardır. Ne var ki hükmün kadınlarla da ilgili bulunduğunu iddia edip orta­ya çıkanlar da olmuştur. Nitekim bu meseleyle ilgili iki tarihî olay nakle­dilmiştir :

a) Ma'mer'in Katade'den yaptığı rivayette deniliyor ki: «Bir kadın bu âyeti kendine göre yorumlayıp kölesiyle cinsel temasta bulunmuştur. Du­rum Hz. Ömer'e (R.A.) intikal ettirilince, kadını çağırtıp şöyle sormuştur:

  Seni böyle bir fiile iten sebep nedir? Kadın şu cevabı vermiştir:

  Köle benim milkimde bulunuyor. Erkeğin, milkinde bulunan câriye ile cinsel temasta bulunması nasıl helâlsa, benim de milkimde bulunan köle ile cinsel temasta bulunmam öylece helâldir.

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) kadının recm edilip edilmiyeceği hak­kında ashab-ı kiramla istişarede bulundu. Onlar da: «Kadın Allah'ın kita­bîni asıl yorumunun hilâfına yorumlamış, yani yanlış te'vîlde bulunmuştur. O bakımdan recm gerekmez» diyerek görüşlerini belirttiler.

Hz. Ömer (R.A.) bir ceza olarak o kadına : «Vallahi sana bu olaydan sonra hiçbir hür erkekle evlenmeye izin vermiyeceğim» dedi ve recm et­mekten vazgeçti. Köleye de: «Sen de bir daha bu kadına cinsel yaklaşma­da bulunma» diye emretti. [18]

b) Ebû Bekir b. Abdiliah, babasından rivayetle diyor ki: «Ömer b. Ab-dülaziz'in yanında bulunuyordum. Bir kadın güzel yüzlü, yakışıklı kölesiyle birlikte geldi ve şöyle dedi: «Doğrusu ben bu kölemle cinsel temasta bu­lunmak istedim, ama amcam oğulları bana engel oldular.»

Bunun üzerine Ömer b. Abdülaziz sordu :

  Bundan önce biriyle hiç evlendin mi?

  Evet..

  Allah'a yemin ederim ki, eğer senin şu cahilce yorumun ve duru­mun  olmasaydı, herhalde seni taş ile reomederdim.

Sonra o kölenin, kadının bulunduğu şehirden başka bir şehre götü­rülüp satılmasını emretti. [19]

 

Şia'ya Göre Mut'a Nikâhı

 

Şîa imamlarının mut'a nikâhına cevaz verdikleri bilinmektedir. Diğer dört mezhep imamları ise, bu nikâhın haram kılındığını belirtmişler ve bu konudaki rivayetleri biraraya getirip hangisinin önoe, hangisinin s.onra söylendiğini tesbit ederek bir sonuca varmışlardır.

Mut'a nikâhı hakkında yirmiye yakın rivayet tesbit edilmiştir. Çoğu birbirini kuvvetlendirmekte ve az farkla diğerine açıklık kazandırmaktadır. Biz burada aydınlatıcı bilgi vermek için bu rivayetlerden önemli ve istid­lale sâlih gördüğümüz birkaçını nakletmekle yetiniyoruz:    .

Önoe şunu belirtelim ki, mut'a nikâhına ancak zorlayıcı bazı sebep­lerden dolayı uzun süren birkaç savaşta ruhsat verilmiştir. Nitekim Ab­dullah b. Mes'ud (R.A.) ile Seleme b. Ekva' (R.A.) diyorlar ki: «Resûlül-lah (A.S.) Efendimizin çağrıcısı çıkıp şöyle duyurudat bulundu:^«Peygam­ber (A.S.) mut'a nikâhı yapmanıza izin verdi.» [20]

Yine yapılan ciddi tesbitlere göre, bu izin Hayber'in fethinden önceki yıllara mahsustur.

İyas b. Seleme'nin babası şöyle demiştir:

«Resûlüllah (A.S.) Evtas [21] yılında üç defa mut'a nikâhına ruhsat ver­di. Sonra da bunu yasaklayıp men'etti.» [22]

İmam Müslim ilgili rivayetleri naklettikten sonra Mekke fethinde yi­ne buna birkaç gün ruhsat verildiğini ve arkasından Hz. Peygamber'in (A.S.) bunu haram kıldığını Rebi' b. Büsre'den, o da olaya şahit olan ba­basından rivayet ettiğini nakleder. Ayrıca bu rivayeti kuvvetlendiren Re­bi' b. Sebrete'nin kendi babasından yaptığı rivayet söz konusudur. Şöyle ki: Sebrete (R.A.) diyor ki : «Resûlüllah (A.S.) ile beraber bulunuyordum. Şöyle buyurdu : «Ey insanlar! şüphesiz ben size kadınlardan bir süre ya­rarlanmanız için mut'a nikâhı yapmanıza izin verdim. Artık Cenâb-ı Hak mut'a nikâhını kıyamete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında mut'a ni­kâhlı kadın varsa onu yoluna salıversin ve ona verdiğinden bir şey geri almasın.» [23]

Resûlüllah'ın (A.S.) koyduğu bu son yasağın Mekke fethi yılında ger­çekleştiğini şu rivayetten anlıyoruz: «Peygamber (A.S.) fetih gününde mut'a nikâhını yasakladı.» [24]

Şia imamlarının bu konudaki tek delilleri sanırım ki, İbn Abbas'ın (R.A.) bazı hallerde buna ruhsat verilebileceği hakkındaki görüşüdür. Oy­sa yapılan ciddi tesbitlere göre, İbn Abbas'ın (R.A.) bu eğilimini duyan Hz. Ali (R.A.) onu uyarmış ve Resûlüllah'ın (A.S.) mut'a nikâhını yasakla­dığını bildirmiştir, Sahîh-i Müslim'de sözü edilen rivayet şöyle nakledil­miştir :

Yahya b. Yahya tarikiyle yapılan rivayette Hz. Ali (R.A.), İbn Abbas'a {R.A.) şöyle demiştir: «Şüphesiz ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz mut'a ni­kahıyla kadınlardan faydalanmayı ve bir de evcil eşek etini Hayber günü yasakladı.» [25]

Diğer bir rivayet de şöyledir:

«İbn Abbas (R.A.) mut'a nikâhı konusunda yumuşak davranıp cevaz vermekte pek sakınca görmüyordu. Bunun üzerine Hz. Ali (R.A.) ona şöy­le dedi: Dur bakalım ya İbn Abbas! Şüphesiz ki Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz Hayber gününde mut'a nikâhını ve bir de evcil eşek etini yasakla­dı.» [26]

İmam Tirmizî de bu konuyla ilgili rivayetleri naklederken şöyle kay­dediyor: «Mut'a nikâhı ancak İslâm'ın ilk yıllarında caizdi..» [27]

Konuyu şöyle özetlemek istiyoruz :

Tirmizî'nin ta'lîk kısmında Kadı lyaz şöyle demiştir: «Mut'a nikâhının mubah olduğu hakkında ashab-ı kiramdan bir cemaat rivayette bulun­muştur. Müslim bu konuda İbn Mes'ud, İbn Abbas, Cabir, Seleme b. Ek-va' ve Sebrete el-Cühenî'den (Allah hepsinden razı olsun) rivayetleri bir-araya getirmiştir. Bu hadîslerin hiç birinde Mut'a nikâhına hazarda yani eyleşik halde cevaz verildiği söz konusu değildir; ancak seferde savaş günlerinde zarurî bazı hallerde ruhsat verildiğini göstermektedir. Zira o dönemlerde savaşçıların hem bulundukları ülkenin sıcak olması, hem de kadınlardan uzun süre ayrı kalmaları sabırlarını azaltıyordu.

Nitekim İbn Ebî Ömer hadîsinden de anlıyoruz ki: İslâm'ın ilk yılların­da muztar kalanlar için buna ruhsat verilmiş, tıpkı muztar kalanların öl­müş hayvan etinden (ölmeyecek kadar) yemelerine ruhsat verilmesi gi­bi.. [28]

İmam Nevevî bütün bu rivayetleri biraraya getirdikten sonra diyor ki: «Bu konuda sahih olan şudur ki: Veda haccında Peygamberin (A.S.) Mut'a nikâhını yasaklaması, yasağı yenilemekten ibarettir. Nitekim diğer birtakım yasaklan da aynı hutbesinde yenileyip tekrarlayarak (her türlü şüpheyi kaldırmıştır).» [29]

Nevevî devamla diyor ki:

«Muhtar olan odur ki, mut'a nikahıyla ilgili ibaha ve tahrîm iki defa gerçekleşmiştir: Hayber fethinden önce helâl idi, sonra Hayber gününde haram kılındı. Sonra da Mekke fethinde helâl kılındı -ki bu Evtas günü idi-ve arkasından üc gün sonra kıyamete kadar müebbeden haram kılındı ve tahrîm hükmü devam etmektedir.» [30]

Yine Tirmizî'nin ta'lîk kısmında şu önemli husus da belirtilmektedir: «Mut'a nikâhının haram kılındığında bütün ilim adamlarının icma'ı vardır, ancak Rafizîler değil. Onlar bu konuda İbn Abbas'dan (R.A.) gelen riva­yeti secmişlerse de, İbn Abbas'ın (R.A.) o görüş ve içtihadından rücû' et­tiği tesbit edilmiştir.»

Ancak Şafiî mezhebine göre, mut'a nikahıyla cinsel temasta bulunan kimseye had gerekmez, çünkü hem akitte, hem de konuda birtakım şüphe­ler söz konusudur. Nitekim el-Hattabî senedini İbn Cübeyr'e irca edip onun şöyle dediğini rivayet etmiştir: İbn Cübeyr, İbn Abbas'a (R.A.) mut'a nikâhına siz mi cevaz vermişsiniz? Bu hususta şâir bile sizin ruhsatınızı birkaç mısra' halinde yansıtmaktadır, diye sordu. Bunun üzerine İbn Ab-bas (R.A.) ona şu cevabı verdi: «İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn! Vallahi ben mut'a nikâhının cevazına fetva vermedim, ben böyle bir şey düşün­medim ve helâl da kılmadım. Ancak Allah'ın (iztırar halinde olanlara) öl­müş hayvan etini ve domuz etini (ölmeyecek kadar yemelerini) helâl kıl­dığı gibi, onu helâl kılabilirim. Mut'a nikâhı ancak muztar durumda helâl olabilir, ölmüş hayvan eti ve domuz eti gibi..» [31]

Sonuç olarak belirtelim ki: Bunca sahîh rivayetler mut'a nikâhının tahrimine açık biçimde delâlet ederken ve ilim adamlarının icma'ı söz ko­nusu iken, İbn Abbas'tan yapılan bu zayıf rivayetle istidlal etmenin ilmî ve dinî olarak makul hiçbir yanı yoktur. O bakımdan hiçbir müctehidimiz bu rivayete itibar etmemiştir. [32]

 

 

Câriye Konusu Ve İlgili Hükümler

 

Kur'ân-ı Kerîm'de köle ve câriye konusuna geniş yer verildiğini gör­mekteyiz. Sadece İ5 yerde daha çok «sağ elinizin sahip olduğu köle, câ­riye» veya «mâlik olduğunuz köle ve câriye» ile çevirisi yapılan «mimma meleket eymanuküm» tabiri kullanılmıştır.

Fıkıh kitaplarında ise bunlarla ilgili özel baplar konulmuş ve daha çok «Nikâh-i Rikak» ile «Ganâim» bahislerinde bunlarla ilgili hükümlere ve içtihatlara yer verilmiştir.

Câriye ; Kelime olarak «çerye» ve «cereyan» kökünden türetilen bir isimdir. Denizde yüzen gemiye denildiği gibi, suyun akişındaki süratten mülhem olarak hizmette sürat gösteren «halayık» ve «odahk»a da isim olmuştur.

Böylece Türkçede «halayık» ve «odalık» diye anılan «câriye», eski­den savaşlarda veya yağmacılık baskınlarında elde edilen esir kadın ve kıza ve bunun neticesi esir pazarlarında satılan kadın ve kıza verilen bir isim olarak kalmıştır.

Kölelik ve cariyeliğin tarihi çok gerilere uzanır. İslâmiyetin ortaya çık­masından asırlarca önce dünyanın birçok ülkelerinde yaygınlaştığı bilin­mektedir.

İslâmiyet, dünyanın önemli bir kısmında yaygın olan ve sayılan yüz binleri aşan câriye ve köleliği temelde benimsememekle beraber bir çır­pıda da kaldıramamıştır. Zira asırların geçmesiyle büyük bir yer işgal eden bu gayr-i insanî müesseseyi tek taraflı kararla birkaç yıl içinde is­tenilen sonuca bağlamak elbetteki mümkün değildi. O bakımdan anala­rından hür olarak doğan ve her insan gibi hür yaşama hakkına lâyık olan bu insanlara değer vermek, az da olsa aşağılanan kişiliklerini kurtarmak, kendilerine hayat hakkı tanımak için İslâm kendi hukuk sistemi içinde özel bir statü getirmiştir. Bunun için de birçok manevî müeyyideler ve mükâfatlar va'dederek köle ve cariyeliği terbiyevî ve fakat kademeli bir metot ve plânla kaldırmayı amaçlamıştır.

Bunları şöyle özetleyip sıralayabiliriz :

1—  Keffareti gerektiren hususlarda köle azat etme ön  plâna alın­mıştır.

2—  Allah'ın hoşnutluğuna erme sebeplerinden biri de köle azat et­mek olduğuna ağırlık kazandırılmıştır.

3—  Satın alınan veya savaşta elde edilen köle ve cariyeden yarar­lanma birtakım esaslara bağlanmıştır.

4-__ Başkasına ait câriye ile evlenme belli hüküm ve şartlarla caiz gö­rülmüştür. Meselâ, efendisinin iznini almak ve cariyeye emsaline uygun mehir vermek bu cümledendir,

5—  Efendisinden çocuk doğuran ve o sebeple «ümmu veled» diye adlandırılan cariyeler hakkında ayrı hükümler getirilmiştir.

6—  Vasiyete dayalı olarak efendisinin ölmesiyle hürriyetine kavuşa­cak olan köle ve câriye «müdebbere» ismi altında ayrı bir statüye bağlan­mıştır.

7—  Efendisine -bir anlaşma neticesi- ödemek üzere para karşılığın­da  hürriyetine   kavuşturulacak   köle,   «mükâtebe»   ismi   altında   anılarak birtakım hükümlerle belirlenmiştir.

Ancak köle, efendisinin milki sayıldığından herhangi bir mala sahip olması söz konusu değildir. Bu durumda Müslüman zenginlerin ve­recekleri zekât ve sadaka ile «mükâtebe» olan kölenin kurtuluş akçesi te­min etmesi mümkündür. Ayrıca bazı müctehitlere göre, efendisinin ona çalışıp para kazanma izni vermesiyle de bu gerçekleşebilir. [33]

5— «Onlar ki emânetlerini ve verdikleri sözü gözetir (yerine getirir­ler.»

Mü'minlerin bu beşinci sıfatı, şüphesiz ki İslâm'ın doğruluk, adalet, haklara bağlılık ve güven telkin etme prensiplerinin ölçüsü ve değişme­yen mi'yandır.

Ancak gerek «emanet», gerekse «ahit» çok yönlü ve kapsamlı birer kavramdırlar. Din ve dünya işlerinde insanın sözlü ve fiilî olarak ortaya koyduğu birçok konularla yakından ilgilidirler ve bütünüyle manevî ve maddî hayatımızla içiçedirler. Öyle ki:

a)  Ruhlar âleminde ruhumuzun, Cenâb-ı Hakk'ın:  «Ben sizin Rabbı-nız değil miyim?» hitabına, «Evet Rabbımızsın» diyerek olumlu cevap ver­mesi,

b)  Dünyaya  gözlerimizi   bu   mayayı  taşıyarak  açıp  ergenlik  çağına girdiğimizde, «La ilahe illallah, Muhammed'ün Resûlüllah» diyerek bu iki şehadetle ahitte bulunmamız,

c)  Hayatımızın devam ve akışını sağlayan nimetlerin birer ilâhî ema­net hükmünü taşıması,

d)  İnsanlarla olan günlük münasebetlerimizde dolaylı ve dolaysız söz vermemiz,

e)  Bize güvenilerek bırakılan sözlü ve aynî emanetleri korumamız ve istenildiği zaman zedelemeden sahibine vermemiz bu cümledendir.

O halde önce ruhumuzun Cenâb-ı Hakk'ın hitabına «Evet Rabbımız­sın» diye verdiği olumlu cevaba ölünceye kadar bağlı ve sadık kalmamız; sonra bunun açık belirtisi olan iki şehadet? kelimesinin delâlet ettiği esas­ları ve prensipleri yerine getirmemiz, arkasından insanlarla olan ilişkileri­mizde, yaptığımız andlaşma ve sözleşmelere bağlı kalmamız emrediliyor. ; Böylece verilen sözü, tevdi edilen emaneti imkânlar nisbetinde yerine ge- tirmenin, imânın ve insan aklının gereği olduğuna işaret ediliyor. [34]

6— «Onlar ki, namazlarını (vaktinde kılıp) koruyarak gözetirler.»

Mü'minlerin özellikleri açıklanırken, namazlarında saygı dolu bir kor­kuyla eğildikleri birinci vasıf olarak belirtildi. Diğer önemli vasıfları sira-: landıktan sonra yine namaz konusuna dönülerek, mü'minlerin farz namaz­ları bütün rükün ve şartlarıyla birlikte vaktinde yerine getirerek koruduk-

larına dikkatler çekildi ve böylece namazın önemi üzerinde durulmuş oldu. Çünkü bu ibâdeti emredildiği şekilde vakitlerinde dosdoğru yerine getir­menin sayılmayacak kadar faydaları söz konusudur. Onlardan bir kısmını şöyle özetleyebiliriz :

a)  Allah'a kul olmanın alâmetidir.

b)  Mü'minle kâfir arasında en açık bir ayrımdır.

c)  Allah ile kullan arasında en işlek yoldur ve kulun Allah'a en ya­kın olduğu demleri yaşatır.

d)  Günün beş ayrı vaktinde her şeyi bırakıp Allah'ın azamet ve kibriya divanına durarak masivadan çekilmenin en belirgin ölçüsüdür.

e)  Böylesine yüce duyguları doğuran namaz, günlük hayatı, ilâhî sı­nırlar içinde tanzim etmemizi ilham eder.

f)  Bozulan sinir sistemini düzeltir, mü'mini huzura kavuşturur.

g)  Merhamet duygularını harekete geçirir; insanlıktan yana daha iyi şeyler düşünmemizi kolaylaştırır.

h) Ferdi topluma bağlar ve insanın yalnız kendisi için var olmadığını öğretir.

i) İnsanı her türlü hayasızlık ve münasebetsizlikten, aşırılık ve ölçü­süzlükten alıkoyar.

k) Ruhumuzla bedenimiz, dünyamızla âhiretimiz arasında kopmaz bağlar oluşturur; böylece her iki hayata birden yönelmemizi sağlar.

Yukarıda belirtilen altı sıfatı kendilerinde taşıyan mü'minlerin hem dünyada, hem âhirette felaha kavuşacakları müjdelenmektedir. Dünyada­ki felah, kendi davalarında başarıya erişip insanlar için huzur ve güven kaynağı durumuna gelmeleridir. Âhiretteki felah ise, azaptan kurtulup kalıcı saadete nail olmalarıdır.

Çünkü felah: Başarıya erişmek, zafer bulmak ve hayırda baki kalmak gibi mânalara delâlet eder. Nitekim 10 ve 11. âyetlerle bu başarı ve hayır­da baki kalmak Firdevs cennetiyle açıklanmakta ve böylece felahın en çok bahtiyar kılacağı noktaya parmak basılmaktadır. [35]

 

Firdevs Cennetine Vâris Olanlar

 

«İşte onlar-dır vârisler. Firdevs cennetine vâris olurlar ve orada devamlı kalırlar.»

Yapılan sahîh tesbitlere göre : Her kişinin, biri Cennet'te, diğeri Ce-hennem'de olmak üzere iki konağı vardır. İnsan ölünce bu iki konaktan hangisine sevkedilecekse, o kendisine gösterilir. Kıyamet gününde Ce-hennem'e girince, onun Cennet'teki konağına cennetlikler vâris kılınırlar. Cennet'e girecek olursa, onun cehennemdeki konağına cehennemlikler vâris kılınırlar.

Buna işaretle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur; «Kıya­met gününde Müslümanlardan bazı kimselerin günahları dağlar kadar (bü­yük ve ağır) olduğu halde gelirler de Cenâb-ı Hak onları mağfiretine lâyık görüp bağışlar ve o günahları (Hakk'ın yolundan sapan) yahudi ve Hıris­tiyanların üzerine koyar.» [36]

Tabiîn'in ulularından Saîd b. Cübeyr de bu âyetin tefsîrinde, ilgili ha­dîslerin ışığı altında şöyle demiştir; «Âhirette mü'minler kâfirlerin Cennet'-teki konaklarına vâris olurlar. Çünkü onlar bir olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibâdet için yaratılmışlardır. Mü'minler kendilerine gereken ibâdeti yerine getirince; kâfirler de yaratıldıkları hikmetin dışına çıkıp emrolun-dukları şeyleri terkedince, mü'minler onlara ait nasîbi de almaya hak ka­zanırlar.» [37]

Firdevs : Başka dillerden Arapça'ya geçen bir isimdir. Daha çok et­rafı çevrili geniş ve bol meyva çeşidi olan bahçe hakkında kullanılmıştır. Cenâb-ı Hak, insanların cennetle ilgili anlayış ve kavrayışlarını kolaylaş­tırmak için bu çok yaygın olan ismi, cennetlerin orta kısmında yer alan ve hepsinden yüksek olan cennete özel isim olarak vermiştir. [38]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, mü'minlerin altı kadar özelliği konu edildi ve kı­yamete kadar gelecek olan her mü'minin bu altı vasıfla kendini donatma­sının lüzumuna işaretle sağlam bir kıstas verildi. Mükâfat olarak da Fir­devs Cennet'i va'dedilerek ilâhî rahmetin her dem mü'minlerden yana te­celli etmekte olduğuna kapalı atıf yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, mü'minleri gönül yatışkanlığına, inkarcıları insaf ve iz'ana eriştirmek için ilâhî kudretin şaşmazlığına ve sınırsızlığına delâ­let eden biyolojik olaya dikkatler çekiliyor ve bu açıdan hareketle ikinci hayatın gerçekleşeceği hakkında bilgi veriliyor. [39]

 

 

Meali:

 

12—  And olsun ki, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.

13—  Sonra onu sağlamca, durup dinlenecek bir yerde nutfe haline getirdik.

14—  Sonra o nutfeyi kan pıhtısı durumuna getirdik. Kan pıhtısını İse Çiğnenmiş bir et parçasına dönüştürdük, O çiğnenmiş etten de kemikler yarattık; kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir, ne mukaddestir!

15—  Sonra bunun ardından siz elbette ölürsünüz.

16—  Sonra da şüphesiz ki siz Kıyamet günü dirilip kaldırılacaksınız.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah (c.c.) Adem'i, yervüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. O sebeple insanlar yeryüzünün (rengine göre) oluşmuşlardır: Kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah renkte; kimi de bu renkler arasında bir renktedir. Kimi murdar, kimi temiz, kimi de bu ikisi arası nitelikte bulunuyor.» [40]

İbn Abbas'a (R.A.) göre : «Bir çiğnem etten de kemik yarattık» cüm­lesi, «kuyruk sokumundaki küçücük kemiği yarattık» şeklinde yorumlana­bilir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Ademoğlu-nun bedeninin tamamı cürür, ancak kuyruk sokumundaki acb (hardal tanesi kadar küçük kemik) çürümez. İnsan ondan yaratılmıştır ve yine on­dan oluşturulacaktır.» [41]

«Şüphesiz sizden her birinizin yaratılışı, ana rahminde kırk günde olu­şur. Sonra bir o kadar (süre içinde) kan pıhtısı halinde kalır. Sonra bir o kadar (süre içinde) et parçası haline gelir. Sonra da Allah meleği ona gönderir de o melek ona (insanî) ruhu üfler ve dört şeyi (yazmakla) emro-lunur: Rızkı, eceli, ameli ve âsi bir bedbaht mı, yoksa itaatli bir mutlu mu olacağı (yazılır).

Kendisinden başka ilâh olmayan Yüce Kudrete yemin ederim ki, siz­den biriniz cennet ehlinin amelini işler de onunla cennet arasında iki ka-rışlık bir mesafe kalır, (derken) kitap (yazılı kader) onun önüne geçer de cehennem ehlinin ameliyle (ömrü) bitip noktalanır. Ve sizden biriniz ce­hennem ehlinin amelini işler de onunla cehennem arasında iki karış (bir mesafe) kalır, derken kitap (yazılı kader) önüne geçer de ömrünü cennet ehlinin ameliyle sonuçlandırıp noktalar ve öylece cennete girer.» [42]

Açıklama :

Hadîste geçen «yazılı kader»den maksat, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî İlmi­nin çok önceden her kişinin dünya hayatında nasıl bir yol izleyeceğini ve ne gibi amellerde bulunacağını tesbit edip yazmasıdır. O'nun ilmi yanılma-yacağına göre, tesbit ettikleri de aynen cereyan edecektir.

Böylece ilâhî ilmin malûmata tabi olduğunu, iyilik veya kötülüğe bir itmenin, zorlamanın söz konusu olmadığı kesinlik kazanıyor. [43]

 

Süzülmüş Çamurdan Yaratılma

 

«And olsun ki insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.»

İlk insan Adem'in topraktan yaratıldığı açıklanırken, bu konuda altı değişik bilgi verilerek yeterli malzeme sunulmuştur. Bunlar: Toprak, ça­mur, kuruyup sertleşerek tın-tın ses veren balçık, pişmedik kuru balçık, yapışkan çamur ve süzülmüş çamur olarak ifade edilmektedir. [44]

Mü'minûn Sûresinde ise, Allah'a dosdoğru imân edenlerin özellikle­rinden altı tanesi belirtildikten sonra Allah'ın yüce kudretini bir defa daha hatırlamamız bakımından ilk insanın süzülmüş, lüzumsuz kısmı atılarak özü kalmış bir çamurdan yaratıldığına dikkatler çekiliyor.

Böylece Cenâb'i Hak insanın yaratılması konusunda iki ayrı kanunun mevcudiyetine işarette bulunarak bilimsel araştırma yapanlara temel bil-. gi, hareket noktası veriyor:

1—  İlk insanın, bugün bizim bildiğimiz biyolojik kanunlarla değil, kim­yasal olarak belli elementlerin bir oraya getirilip oluşturulmasıyla vücut bulduğu ve ona canlılık vasfını veren, biri hayvanı, diğeri insanî olmak üzere iki ayrı ruhun yerleştirildiği, ilgili hadîsten anlaşılıyor.

2—  Adem (A.S.) ve sonra da Havva vücut bulduktan sonra bizim bil­diğimiz biyolojik kanunlar konularak insan neslinin yaratılma programı or­taya çıkıyor. İlk insanın balçıktan yaratıldığı gibi, onun neslinin de bir ba­kıma topraktan yaratılmakta olduğu, yani menşe'inin toprak olduğu anla­şılıyor. Çünkü topraktan elde edilen ürünlerin insanlar tarafından yenil­mesiyle erkeklerde sperma, kadınlarda yumurta meydana geliyor ve bun­ların birleşmesiyle tedrici şekilde cenin oluşuyor.

Ayrıca Cenâb-ı Hak, ilgili âyetlerle dört önemli safhayı açıklayarak anatomik yoldan hem kendi kudretini izhar ediyor, hem de ilim adamlarına ana fikir veriyor:

1—  Ana rahmine intikal edip yumurtayla birleşen spermanın, geomet­rik olarak çoğalması neticesinde kan pıhtısı görünümü alması,

2—  Üzerinden bir süre geçtikten sonra et parçası şekline girmesi,

3—  Yine belli bir süre geçtikten sonra kemiklerin oluşması,

4—  Ve böylece ceninin çok sağlam bir karargâhta gelişmesi..

Anlaşıldığı gibi, insanlar henüz ana rahminde oluşan ceninin geçir­diği bu safhaları bilmezken, Kur'ân bin dört yüz yıl önce hem bu safha­ları günümüzde gelişen bilimsel araştırma ve tesbittere uygun olarak be­lirtmiş, hem de ana rahminin anatomik yapısına dikkatleri çekerek orada oluşan ceninin korunması için mükemmel bir sistem oluşturulduğuna atıf­ta bulunmuştur. Nitekim Zümer Sûresi'nde ana rahminin anatomik yapısı hakkında temel bilgi verirken, orayı üç ayrı karanlık tabaka olarak vasıf­landırmaktadır. [45]

İnsanı bunca düzenli safhalardan geçirip çok mükemmel ve değişmez kanunlarla yaratan Allah, onun için bir de ölüm ve sonra da tekrar dirim kanunları koymuştur. Sırası gelince, bu kanunlar hükmünü yürütür ve hiç­bir aksaklık da söz konusu olamaz. [46]

 

Oluşan Et Parças1ndaki Gelişme Safhaları

 

Yapılan bilimsel araştırma ve tesbitlere göre : Rahim yolu içinde aşı­lanan yumurta hemen bölünmeye başlar, rahim yolu kaslarının kasılmasıy­la 8 gün içinde rahme ulaşır. Rahmin iç tabakası olgunlaşmış, kalınlaşmış­tır ve artık yumurtanın tutunmasını beklemektedir. Kur'ân'ın tabiriyle «sağ­lam bir karargâh» haline gelmiştir.

Döllenmiş yumurtaya, gelişmeye yüztuttuğu andan sonra «oğulcuk» eski tabirle «rüşeym» denir; etene yolu ile annesinden kan almaya, bu kan kendi damarlarında dolaşmaya başladıktan sonra da «dölüt» yani «cenin» diye anılır. Böylece iki ayda iki santimetre olan ceninde nasıl damarlar oluşup kan dolaşımı meydana geliyorsa, öylece kıkırdak şeklinde kemik­ler de oluşmaya başlar ve yavaş yavaş Kur'ân'ın tabiriyle oluşan kemik­lere et giydirilir, yani etle kemik birlikte gelişerek düzen ve ölçüsü doğrul­tusunda bütünleşir. Derken ilk oluşmasına nisbetle bambaşka bir ya­ratık meydana gelir. [47]

 

Yaratanların En Güzeli Olan Allah

 

«Yaratanların en güzeli   olan   Allah   ne yücedir, ne mukaddestir!»

«Halksin Türkçe çevirisi olan «yaratmak» birkaç manaya delâlet eder:

a)   Doğru takdir,

b)  Aslı, mayası olmaksızın bir şeyi var kılıp ortaya çıkartmak, (Yerin ve göklerin yaratılması, insanın nutfe ve yumurtadan oluşması gibi),

c)  Bir şeyi diğer bir şeyden icat etmek (insanların ilk insan Adem (A.S.)dan yaratılması gibi).. [48]

İkinci manadaki «halk» yani yaratma, sadece Allah'a mahsustur. Bi­rinci ve üçüncü manâlardaki «halk» ise, hem Allah, hem de insanlardan icat etme yeteneğini ortaya koyanlar hakkında kullanılır. Şüphesiz ki, Ce-nâb-ı Hak «yaratma»nın her üç yönüyle de en güzel yaratandır.

Yorum :

Sülâle : Bir şeyden süzülüp çıkan şey demektir, Bazan da bir şeyin özüne, mayasına «sülâle» denilir. Sütün üstünde oluşan kaymak bu cüm­ledendir. Ayrıca kılı yağdan, kılıcı kınından çekip çıkarma hakkında da bu kelime kullanılmıştır. Evlât ve torunlara da «sülâle» denilmesi, baba ve dedelerinden süzülüp meydana geldiklerinden dolayıdır. [49]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insana, aklını harekete geçirip hakkı ve doğruyu araştırıp bulabilmesi için, biyolojik ve anatomik anlamda temel bilgiler verildi. Böylece öldükten sonra ikinci bir hayata döndürüleceğimizin ilâhî kudrete göre, güç bir iş olmadığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yine ilâhî kudrete delâlet eden altı kadar belgeye yer veriliyor ve böylece mevcut mutlak nizamda hâkim olan ilâhî tasarrufa dikkatler çekiliyor. Sonra da Allah hakkında çok iyi düşünmemiz ilham ediliyor. [50]

 

 

M E A L İ ;

 

17—  And olsun ki, üzerinizde yedi tabaka (veya yol, ya da sistem) ya­rattık. Ve biz yarattığımızdan habersiz değilizdir.

18—  Gökten de belli ölçü ve oranda su indirdik de onu yeryüzünde eyleştirdik. Gerçekten bizim onu (bulunduğu yerden) gidermeye güoümüz yeter.

19—  Böylece onunla size hurmalıklar, üzüm bağları, bahçeleri mey­dana getirdik ki, sizin için onlarda birçok meyvalar vardır ve onlardan ye-yip geçinirsiniz.

20—  Ve (daha çok) Tûr-i Sina'da çıkan, yiyenlere yağ ve katık biti­rip veren bir ağaç do yeşerttik.

21—  Sizin için şüphesiz ki (bazı bineklerde ve) davarlarda da bir ibret (öğüt ve ders) vardır. Karınlarında oluşandan size içiririz ve sizin için onlarda daha nice yararlı şeyler vardır; onlardan yersiniz.

22— Bunlara da, gemilere de yüklenip binersiniz.

 

İlgili Hadîsler

 

«Zeytin ve zeytin yağı yeyin ve ondan yararlanın. Çünkü o mübarek (feyizli-bereketli) bir ağaçtan (elde edilir).» [51]

«Zeytini ve yağını katık edinin ve ondan yararlanın. Çünkü o, mübarek bir ağaçtan çıkar.» [52]

Açıklama :

Her iki hadîste de «zeyt» kelimesi kullanılmıştır. Bunun daha çok zeytin yağına delâlet ettiği bilinmektedir. Ancak diğer bazı rivayetlerin ışı­ğı altında, zeytine de delâlet ettiğini söyleyebiliriz. O bakımdan ondan hem zeytin, hem de yağını kasdederek bir çeviride bulunduk. [53]

 

Yedi Tarâik

 

«And olsun ki, üzerinizde yedi tabaka (veya yol, ya da sistem) yarattık. Ve biz yarattı­ğımızdan habersiz değilizdir.»

Cenâb-ı Hak, ilk insanın ve ondan üreyip çoğalan neslinin yaratılma­sındaki iki ayrı sünnetullahı belirttikten sonra, kudretinin, ilminin ve ira­desinin şaşmazlığıni hatırlatarak altı kadar delil ve belge sıralıyor:

1— «Üzerinizde yedi tarâik yarat­tık.»

Tarâik : «tarika»nın çoğuludur. Meleklerin inip çıktığı belli yollar ve kanallar anlamına geldiği gibi, sayısı belirsiz meleklerin, üzerinde yürü­dükleri yedi büyük sistem, ya da tabaka manasına da gelmektedir. Ancak her iki yorumu da iç yüzüyle bilmemiz mümkün değildir. Çünkü yollar ise, hangi yollardır? Sistemler ise hangi sistemlerdir? Zira kâinatta sayısı be­lirsiz sistemler mevcuttur. Tabaka veya kat ise, hangi tabaka ve katlar

kasdedilmektedir?

Bilinen tek şey, kelimenin taşıdığı bir incelik söz konusudur ki o da şudur: İster yollar, ister sistemler, ister tabaka veya katlar murat edilsin, aralarında mutlak uyum ve denge mevcuttur. Çünkü «Tarâik» birbiri üs­tünde tam uyum halinde belli ölçü ve düzende «matrûk» olan gökler ve­ya sistemler demektir ki, her biri yaratanın varlığına, birliğine ve kudre­tinin sınırsızlığına delâlet etmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de yer yer «yedi kat gök»ten bahsedilmektedir. Bugün henüz yedi gökten nelerin kasdedildiğini kesin hatlarıyla bilmemekteyiz. Astronomiyle ilgili bilimsel araştırmalar genişledikçe, Kur'ân-ı Kerîm'in bu ve benzeri beyânları ileride daha iyi anlaşılabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı sadece bir çağ ile sınırlamamış, onu kıyamete kadar bütün çağ­larla karşı karşıya getirmiştir. İlim ilerledikçe Kur'ân'daki ana fikirleri, temel bilgileri bize daha iyi açıkiayacak ve münhasıran onu tasdik ede­cektir.

Şüphesiz ki Allah yarattığından habersiz değildir. Çünkü O, mutlak hikmet sahibidir. Neyi niçin yarattığını, yarattıktan sonra nasıl sevk' ve idare edeceğini çok iyi bilir. Nitekim 17. âyetin son kısmında, «Ve biz ya­rattığımızdan habersiz degiiizdir.» buyurularak Allah'ın ilim ve hikmet sı­fatları hatırlatılıyor. Gelişigüzel bir hilkat olmadığı gibi, faydasız, plânsız ve programsız bir düzenleme de söz konusu olamaz. Fezada açılan yedi önemli yol veya kat, ya da tabaka veya büyük sistem, kâinat düzeninin omurgasını oluşturmaktadır.

2— «Gökten de belli ölçü ve oranda su indirdik,.»

Bu, yeryüzünün onda yedisinin denizlerle kaplı bulunması ve güneş ile dünya arasındaki mesafenin hesaplı bir ölçüde tutulması, ona göre gü­neşten gelen ısıyla buharlaşma olayının meydana gelmesi ve öylece yağ­murun oluşmasıyla ilgili bir hatırlatmadır. Denizlerin oranı daha az veya daha çok olsaydı durum bugünkü gibi ölçüsünü koruyabilir miydi? Dünya güneşe biraz daha yakın olsaydı, buharlaşma fazla olmakla beraber ka­vurucu ısı birçok bitkilerin yaşamasına imkân vermezdi. Yeryüzündeki su oranı daha fazla bulunsaydı, daha çok yağmur oluşmasına neden olur ve o sebeple sel halini alarak yarar yerine zarar getirirdi. Daha az nisbette olsaydı, buharlaşma ve yağmur daha az olur, o sebeple de kuraklık teh­likesi başlardı.

Anlaşıldığı gibi, gerek yeryüzündeki su nisbeti, gerek dünya ile güneş arasındaki mesafe, gerekse atmosfer tabakası çok ince hesaplara ve fiziksel kanunlara göre düzenlenmiştir. Dünya kuruldu kurulalı bu düzen­leme fire vermeden devridaim halinde sürüp gelmekte ve dengesini koru­maktadır.

Şüphesiz ki her düzen ve denge bir düzenleyicinin ve proğramlayıcının varlığına delâlet eder ve münhasıran onun kudretini yansıtır.

İndirilen suyun yerde eyleştirilmesi ise, ayrı bir olaydır. Şöyle ki: İnen yağmurun yine belirlenmiş bir plâna göre yerde tutulması, kaynakların beslenmesi ve canlılar için su ihtiyacını karşılayacak oranda depolanma­sı, o mutlak düzenin bir bölümünü oluşturur. Onu tekrar buharlaştırıp bel­li fizikî safhalardan geçirip yağmur haline getiren Cenâb-ı Hakk'ın elbette ki insanları öldürdükten sonra diriltmeye kudreti yeter.

Böylece kâinatta meydana gelen her olay, daha çok Cenâb-ı Hakk'm «Kadîr, Alîm, Rahîm ve Hakîm» sıfatlarının damgasını taşımakta ve her bi­ri bağlı bulunduğu kanun gereği O'nu tesbîh ve tenzih etmektedir.

3— «Gerçekten bizim onu (bulunduğu yerden) gidermeye gücümüz yeter» mealindeki âyet, yeraltı ve yerüstü suların mevcut plânı aşmayacak şekilde yer ve mecra değiştirebileceğine işaret etmekte ve bunun da bazı fizikî kanunlara göre gerçekleştiği belirtilmektedir. Bu tabii olayların dışın­da bir de Cenâb-ı Hak, şaşmayan plânına göre kurduğu düzeni aynen ko­rumakta, sağladığı dengeyi bozmamaktadır. Dileseydi, yeraltı sularını bi­zim istifademizden uzaklaştırır, ya onu büsbütün köreltip belirsiz hale ge­tirirdi, ya da başka bir cihete sevkederek bizden uzaklaştırırdı. [54] Ama öyle dilememiştir ve dilemiyeceğini de bilişare haber vermektedir. Kâina­tın her parçasında hâkim olan denge ve düzeni yüzeysel olarak yer yer insanoğlu bozmakta ve kendi aleyhine bir sonuç ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Öyle ki, Allah'ın kudret tezgâhından çıkan her şey temelde ve yüzeyde mükemmeldir. Onu yüzeysel olarak zedeleyen biz insanlarız.

Nitekim Rum sûresinde bu konuya değinilerek şöyle buyurulmaktadır: «İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce) işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat (düzensizlik) ortaya çıktı. Allah da, belki (pişman­lık duyup) dönerler diye işlediklerinin bir kısmının (cezasını) onlara (dün­yada) tattırır.» [55]

4__ «Böylece onunla size hurmalıklar, üzüm bağları, bahçeleri meydana getirdik ki, sizin için onlarda birçok meyvalar vardır ve onlardan yeyip geçinirsiniz.»

Su, güneş enerjisi .ve toprak bir bütünlük arzetmektedir. Öyle ki, biri diğerinin hizmetini tamamlamakta ve hepsi biraraya gelerek asıl amaca yönelmektedir. Toprağın, içinde taşıdığı faydalı bakterilerle bir hayat kay­nağı olduğu kesindir. Su ve enerjiden yeterli nisbette alınca harekete geç­mekte ve bağlar, bahçeler, hurmalıklar, meyvalıklar vücut bulmaktadır. Bu düzenli, sistemli ve hesaplı faaliyet gelişigüzel değil, belli bir plân ve prog­rama göre yürütülmektedir. Yetişmekte olan her meyva ağacı, ilâhî te­cellinin bir tezahürüdür. Öyle ki : Elma ağacının mayasında ve tohumunda sadece elma vardır. O yaratıldığından beri bu özelliğini korumakta ve en küçük bir yanlışlık yapmadan türünün özelliğini sürdürmektedir. Diğer meyvaiar da öyle..

Eğer yeryüzünde muz veya armut yaratılmamış olsaydı, onları bilme­mize ve ortaya çıkartmamıza imkân olmazdı. O halde biz ancak mevcut olanı bilebiliyoruz; deney ve gözlem ile çevremizi tanımaya çalışıyoruz. Olmayan bir şey vücuda getirebiliyor muyuz? Bu mümkün müdür? Madde âleminde günümüze kadar keşfedilen 103 element vardır. Bunlar atom nu­maralarına göre (yani çekirdekteki proton sayısı) yerlerini almaktadırlar. Bu düzenlemede boş kalan bir element yeri varsa, mutlaka o kâinatta mevcuttur. Boş yer yoksa, o sırayı bozacak başka elementlerin mevcudi­yeti söz konusu değildir.

Görüldüğü gibi, beşer ilmi ve araştırması ancak kâinatta var olan eşyaya yönelmekte ve onları bir bir bulup ortaya çıkarabilmektedir. Böy­lece bizim bilgimiz, Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu düzenin çok az bir bölü­müyle sınırlı kalmakta, O Yüce Kudret'in mülk-ü saltanatı karşısında pek az bir bilgiye sahip olduğumuz kesinlik arzetmektedir.

Bütün bu gerçekler bize, öncesiz ve sonrasız mutlak bir kudretin var­lığını öğretmiyor mu?

5—  «Ve (daha çok) Tûr-i Sînâ'da çıkan, yiyenlere yağ ve katık bitirip veren bit* ağaç da ye­şerttik,»

Zeytin ağacının mübarek kılınması, üzerinde önemle durulacak bir ko­nudur. İnsan sağlığı üzerinde olumlu tesirleri belirgin olan bu ağacın mey-vası ve meyvasından elde edilen yağ birçok faydaları beraberinde taşı­maktadır. Besin değeri çok yüksektir. Sindirimi ise, diğer yağlara oranla daha kolaydır. Öyle ki: Zeytinde % 14 yağ, % 8,5 karbonhidrat, % 76 pro­tein vardır. 100 gram zeytin 170 kalori verir.

Zeytin yağı, bazı özellikleri nedeniyle iç organlar üzerinde de birtakım olumlu etkileri söz konusudur. İlmî araştırmaların ileride bu maddenin da­ha birçok yararlarının bulunduğunu tesbit edeceğini ümit etmekteyiz.

Tûr-i Sînâ ve çevresinde bol miktarda yetiştiği veya ana yurdunun orası olduğu birer yorum olarak düşünülebilir. Nitekim Ege ve Akdeniz bölgesinde fazla miktarda yetiştirilen bu uzun ömürlü ağacın, Tûr-i Sina'­dan birçok ılımlı bölgelere yayıldığı söylenebilir. Nitekim Nûr sûresinde bu faydalı ağaçtan söz edilirken, «Ne yalnız doğunun, ne de yalnız batının ürünü olan mübarek zeytin ağacından yakılır..» buyurularak bu ağacın do­ğuya veya batıya has olmadığı, ılımlı olan bütün ülkelerde yetişme şan­sının bulunduğu belirtilmektedir. Böylece zeytinin ana yurdunun Tûr-i Sî­nâ olduğu veya en çok o bölgede yetiştiği birer yorumdan öteye geçmez­se de ikinci yorumun, Nûr Sûresi'ndeki açıklama ile karşılaştırılınca birinci yorumdan daha kuvvetli olduğu anlaşılıyor. Ana yurdu Ege ve Akdeniz böl­gesidir diyenlere göre, birinci yorum daha sıhhatli kabul edilebilir. Zira Tûr-i Sînâ, Akdeniz bölgesinden bir kesimdir. Allah daha iyisini bilir.

5__ «Sizin için şüphesiz (bazı bineklerde ve) davarlarda da bir ibret (öğüt ve ders) vardır..»

Binek olarak kullandığımız hayvanları ve etinden, sütünden, yün ve kılından yararlandığımız davarları da, yaratılıp hizmetimize sevkedildiği için biliyoruz ve her biri insanlardan yana birçok yararları kendinde taşıdı­ğı için onları besleyip nesillerinin devamını sağlıyoruz.

Cenâb-ı Hakk'ın bunlardan çoğunu birer süt imalatçısı veya fabrikası haline getirmesi, insanların sağlıklı beslenmesine yönelik lûtuflarından bi­ridir. Böylece O'nun yarattığı şeylerden her birinin insanlardan yana bir­takım hizmetler verecek şekilde plânlanıp vücuda getirildiği ortaya çıkı­yor. Aynı zamanda davarlardan her birinin kendi türünün özelliği doğrul­tusunda yaratılıp programlandığı, ilk insan Âdem Peygamber'e bunların isimlerinin öğretildiği gibi, faydalarının ve faydalanma yollarının da belle-tildiği sonucu ortaya çıkmış oluyor. [56]

 

Binek Hayvanları Ve Gemiler

 

İlgili 21. âyetle karada yük taşıyan bineklerle, denizde yük taşıyan ge­miler birarada anılmıştır. İlk nazarda bu iki ayrı şey arasında ortak bir bağ olmadığı sanılsa bile, gerçek öyle değildir, Zira Kur'ân-ı Kerîm başta Arap­lar olmak üzere her millete ve çağa hitap eden bir kitaptır. Çölde yaşayan Arapların gemileri develerdir.  Nitekim onlar kendilerine devamlı  hizmet veren develeri hem çok severler, hem de onlara bu sevginin bir tezahürü olarak «sefâin-i berriye» yani karada yürüyen gemiler derler.

Devenin uzun ve meşakkatli yollara tahammülü, ciğerlerinde su depo­laması ve aç kaldığı zaman gıda ihtiyacını uzun süre karşılayacak hörgü-cündeki yağ stoku ona ayrı bir özellik vermekte ve daha çok çöl yolculu­ğunda kullanılmaya elverişli bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Ce-nâb-ı Hak bu harika canlıyı öğüt ve ibret alınacak bir nîmet olarak hatır­latırken, diğer deniz taşımacılığına ağırlık veren milletlere de gemi nime­tini hatırlatmakta ve denizlerin, gemilerin yüzmesine uygun bir özellikte-düzenlendiğine dikkatlerini çekmektedir.

Böylece biri kara, diğeri deniz gemisi olmak üzere iki taşıttan söz edi­lerek ilâhî nimetler üzerinde iyice düşünmemiz ilham edilmekte ve eşyaya körler gibi bakmamamız istenmektedir. [57]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine. ve kudretinin sınırsız­lığına delâlet eden altı kadar belgeye yer verildi. Her şeyin belli bir amaç için yaratılıp hizmete sevkedildiğine işaretle, eşya üzerinde eiddi araştır­ma ve inceleme yapmamız, üzerlerindeki ilâhî kudret ve hilkat patentini görmemiz ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekke'de çok sıkıntılı günler geçirmekte olan Resûlüllah (A.S.) Efendimizle etrafında toplanan bir avuç mü'mine teselli babında Nuh (A.S.) kıssasından önemli safhalar anlatılıyor ve varlık âle­minde hâkim olan ilâhî düzen ve tasarrufu göremeyen inkarcıların hiç de­ğilse, kendilerinden önceki inatçı kâfirlerin akibetine baksınlar, onların kalıntılarına uğrayıp mahzun ve ibretli duruşlarından ibret alsınlar diye Nuh tufanına dikkatleri çekiliyor. [58]

 

Meali:

 

23—  And olsun ki, biz Nuh'u kavmine gönderdik. O,  «ey kavmim! dedi, Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka sizin hiçbir (hakiki) ilâhınız yok­tur. Artık (putlara tapmaktan, azgınlıktan ve kötülüklerden) sakınmaz mı­sınız?»

24—  Bunun üzerine kavminin ileri gelenlerinden   inkâra   sapan   bir grup dedi ki: «Bu da ancak sizin gibi bir insandır. Size karşı üstünlük sağ­lamak ister. Allah, (peygamber göndermeyi) dilemiş olsaydı, herhalde me­lekleri (görevlendirip) gönderirdi. Hem ilk atalarımızdan da böyle bir şey işitmedik.

25—  Bu herhalde kendisinde cinnet (belirtisi) bulunan bir adamdır. Bir süre onu gözetip bekleyiniz.»

26—  Nuh, «ey Rabbim! beni yalanlamalarına karşılık sen bana yar­dım et» dedi.

27_ Nuh'a, «gemiyi gözümüzün önünde (talimatımız altında) vahyi­miz uyarınca yap; emrimiz gelip tandırdan su kaynayıp fışkırınca ona her (cins hayvandan) ikişer çift (veya birer çift) ve aleyhlerinde emir (hüküm) geçmiş olanın dışında aileni getirip yerleştir ve sakın o zâlimler hakkında bana hitap etme; çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır» diye vahyettîk.

28—  Artık sen ve beraberindekiler gemiye yerleşip yerinizi alınca, de ki: «Bizi zâlim bir kavimden kurtaran Allah'a hamd olsun.»

29—  Ve de ki: «Rabbim! beni mübarek bir konağa indir, sen (konak­lara) indirenlerin en hayırlısısın.»

30—  Şüphesiz ki (bu önemli ve ibretli olayda) birçok öğütler ve ders­ler vardır. Doğrusu biz hep (böyle) sınava çekeriz.

 

Nuh (A.S.) Kıssası

 

İlgili âyetlerle Nûh (A.S.) kıssasına dönüş, hafızalardaki izi derinleş­tirmek; geçmişte meydana gelen ibretli, önemli olaylarla bir bölge halkı­nın yok edilme sebeplerini -düşündürücü misal olarak- hatırlatma hikme­tine yöneliktir. Aynı zamanda İslâmiyete karşı olup, tecelli eden ilâhî nu­ru Mekke vadisinde söndürmeye çalışan Yahudilerle putperest müşrikle­ri iyice geçmiş olaylarla yüzyüze getirmek ve mü'minleri de İslâm'ın mut­laka başarı sağlayacağıyla müjdelemek de söz konusudur. Böylece ilâhî kudretin üstünlüğünü, hükümlerinin şaşmazlsğını yansıtan  bu gibi tarihî olaylan birer belge, delil ve ibret şeklinde gözler önüne serilirken; inkar­cıların sergiledikleri haksızlık ve ahlâksızlığın sonunun nereye varacağına dikkatler çekilmekte, akıl ve idrakleri körelmiş olanlar gafletten uyandırıl­mak istenmektedir. [59]

 

Nuh (A.S.)In Kendi Kavmine İki Önemli Tavsiyesi

 

Nuh Peygamber'in (A.S.) kendi kavmine daha çok şu iki şeyi tavsiye ettiği anlaşılmaktadır:

1—  Putları bırakıp bir olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibâdet etmek,

2—  İnkâr ve sapıklığın, zulüm ve hayâsızlığın büyük bir belâ getire­ceğinden korkmak..

Buna karşı, büyüklük, şeref ve itibarı mal ve evlâtta gören kavminin ileri gelenlerinin tepkisi ise beş madde halinde özetlenmektedir:

1—  Nuh da sizin gibi bir insandır.

2—  Aliah tarafından gönderildiğini iddia ederek size karşı üstünlük sağlamak ve lider olmak hevesindedir.

3—  Allah  bir elçi  göndermeyi dileseydi,  herhalde onu  meleklerden seçip göndermesi gerekirdi.

4—  Gelip geçen baba ve dedelerimizden de böyle bir şey duymadık.

5—  Olsa olsa bu adam cinnet getirmiştir. Bir süre onu gözleyip ne­ticenin rıe olacağını bekleyin.

Mekke müşrikleriyle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında geçen sür­tüşme ve tartışmaları, İslâm'a karşı vaki saldırı ve hezeyanları incelediği­miz zaman Nuh Peygamber (A.S.) aleyhinde söylenen bu sözlerin ve or­taya atılan iddiaların bir benzerinin Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz aley­hinde de söylendiğini görürüz. Demek oluyor ki, inkarcı azgın kavimlere ve milletlere gönderilen hemen her peygamberin karşısına çıkanların, o kav­min veya milletin ileri gelen şımarıkları olmuş ve benzeri suçlamalarla pey­gamberlerin aleyhinde bulunulmuştur.

Sûrenin başında mü'minlerin özellikleri, örnek alınacak vasıfları açık­landıktan ve ilâhî kudretin her şeye nüfuz ettiğine parmak basıldıktan sonra Nuh (A.S.) kıssasına geçilmesi, o dönemde Mekke'de çok sıkıntılı günler yaşayan mü'minleri teselli etmeyi ve yakında küfür diyarından kur­tulup üstünlük sağlayacaklarını dolaylı şekilde haber vermeyi amaçlıyor.

Nûh (A.S.} bütün uğraşmalarına, uyarılarına ve tavsiyelerine rağmen olumlu bir sonuç elde edemeyince, ilâhî azabın inmesinin yakın olduğunu sezdi ve son olarak da yalancılıkla suçlanmasına büsbütün üzülerek ya­pılacak başka bir şeyin kalmadığını anladı ve o sebeple Allah'tan yardım diledi.

Nuh (A.S.)ın duası kabul olundu; ilâhî sünnetin hükmünü yürütme vakti-saati yaklaştı. Küfür ve ahlâksızlık grafiği yükselip son çizgisini gös­terirken, ilâhî azabın inmesi kaçınılmaz oldu.

Tufan çok geniş bir alanı kapsayacağından o bölgede canlı adına her şeyin yok olacağı muhakkaktı. O bakımdan ilâhî gözetim altında yapılan gemiye o bölgede yaşamakta olan her hayvan türünden bir veya birkaç çift alındı. Bismillah ile gemiye binildi, duâ ve tazarru' ile yol alınmaya baş­landı. Allah'a hamd ile gemi selâmete erdi ve karar kılacağı yerde arızasız olarak durdu. Ölenler öldü, kalanlara geride ibretler ve öğütler kaldı. İlâ­hî imtihanı kaybeden inkarcı şaşkınlar sonunda daire-i rahmetten kovul­dular.

Geminin ilâhî talimata göre yapılması, tandırdan su kaynayıp fışkır­ması ve hayvan türlerinden birer çift gemiye alınması, zalimler için ilâhî rahmetten yardım beklenilmemesi hususları hakkında Hûd Sûresi 40, 41. âyetlerin tefsirinde geniş açıklamada bulunduğumuzdan burada tekrar etmek istemedik.

Ayrıca Nuh Peygamber'in (A.S.) kendi kavmini Allah'ın varlığını ve birliğini tasdîka davet ederken nasıl bir metot uyguladığını ve mücadele­sini hangi çizgide sürdürdüğünü Nuh Sûresinde açıklamış bulunuyoruz. Belirttiğimiz hususlarda geniş bilgi için bu iki bölüme bakılmasını tavsiye ederiz. [60]

 

Nuh Peygamber'den (A.S.) Bize Üq Önemli Sünnet Kalmıştır

 

1—  Bir vasıtaya «Bismillah» deyip binmek; Allah'ın çok bağışlayan ve çok merhamet eden olduğunu anmak,

2—  Yolculuk ve seyahat bitmek üzere iken «Rabbim! beni mübarek bir konağa indir; sen konaklara indirenlerin en hayırlisısın» diye duâ et­mek,

3— Varılacak yere selâmetle ulaşıldığında Allah'a hamd etmek.. [61]

 

 

Allah Hep Böyle Sınava Çeker

 

«Şüphesiz ki (bu önemli ve ibretli olayda) birçok öğütler ve dersler vardır. Doğrusu biz hep böyle sınava çe­keriz.»

Her kişi bulunduğu ortam ve şartlar içinde birtakım sınavlarla karşı karşıyadır. Ortam ve şartlar çok farklı ve çeşitli olduğu gibi, sınavların da ölçü ve özellikleri o nisbette değişiktir. Şöyle ki :

a)  Kimileri  makam ve liderlik ortamında,

b)  Kimileri  mal ve servet edinme düzeyinde,

c)  Kimileri  kadın ve şehevî duygular doğrultusunda,

d)  Kimileri küfür ve ahlâksızlık çevresinde,

e)  Kimileri  aile dramı çizgisinde,

f)  Kimileri  arkadaş ve muhit edinme havasında,

g)  Kimileri  ibâdet ve mabet muhitinde,

h) Kimileri maddeci ve mideci bir toplum içinde, i) Kimileri ilim ve irfan çevresinde,

j) Kimileri de bunlardan birkaçıyla veya çoğuyla içice bir ortamda imtihan vermektedir. Başarı ve mutlu sonuç, her konu ve çizgide, her doğ­rultu ve düzeyde ilâhî sınırları bilip hilkatin hikmet ve amacına göre bir hayat düzeni kuranlardan yanadır. Tıpkı Nuh Peygamber'in (A.S.) ve ken­disine inanan mü'minlerin Tevhîd İnancı'nı kurtarmak için bindikleri ge­miyle mutlu sonuoa erişmeleri gibi.. [62]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hem mü'minleri teselli etmek, hem de başarının haktan yana olanlara tecelli edeceğini müjdelemek için Nuh (A.S.)ın kıs­sasından önemli ve ibretli safhalar anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Nuh (A.S.) olayından sonra insanların yine za­manla Tevhîd İnancı'ndan uzaklaştıkları, çok tanrılı sistemlere heveslen­dikleri ve o sebeple ardarda peygamberler gönderildiği konu ediliyor. Son­ra da küfrün aynı ölçüsüzlük ve şarlatanlıkla peygamberlere karşı gelerek onları yalanladıkları, o yüzden çetin mücadelelerin sürüp gittiği ve sonun­da ıslâh olmayan kavimlerin yerle bir edilip cer-çöp haline getirildiği an­latılıyor. [63]

 

Meali:

 

31—  Sonra onların ardından başka bir nesil ortaya çıkardık.

32—  İçlerinden (seçip beğendiklerimizi) kendilerine peygamber ola­rak gönderdik. (Ö da onlara): «Allah'a ibâdet edin, O'ndan başka sizin için (hakikî) hiçbir ilâh yoktur; artık (inkârdan, puta tapmaktan, azgınlık göstermekten) sakınmaz mısınız?» dedi.

33—  O'nun kavminden küfredip Âhiret'e kavuşmayı yalan  (ve saç­ma) sayan, dünya hayatında refaha kavuşturduğumuz ileri gelenler dedi­ler ki: «Bu da ancak sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yiyor, içti­ğinizden içiyor.

34—  Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edip peşine takılırsanız o tak­dirde hüsrana uğrarsınız.

35—  Siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman, her­halde (topraktan yeniden) çıkarılacağınızı mı va'dediyor O?

36—  Va'dolunduğunuz şeyler pek uzaktır, pek uzak!.

37—  Bizim ancak dünya hayatımızdır ki (bir kısmımız) ölürüz,  (bir kısmımız) yaşarız ve biz bir daha diriltip kaldırılmıyacağız.

38—  (Peygamberlik iddiasında bulunan) o adam, Allah'a karşı yalan uyduran (bir şaşkın)dan başkası değildir. Biz de ona inanacak değiliz.»

39—  O (Peygamber) dedi ki: «Rabbim! beni yalancı saymalarına kar­şılık bana yardım et.»

40—  (Rabbı da ona): «Az bir süre sonra şüphen olmasın kî pişman­lık duyacaklar,» dedi.

41—  Derken korkunç bir ses gerçekten onları yakaladı da bu yüz­den onları (kıyılara atılıp itilmiş) cer-çöp haline getirdik. Zâlim kavme (rah­met ve yardımdan) uzaklık (olsun)!

42—  Sonra bunların ardından bîr nice nesilleri ortaya çıkardık.

 

Âd Kavmi Kıssasından Bazı Safhalar

 

Kur'ân-ı Kerîm'in bu on âyetiyle, Hûd Peygamberle ilgili kıssanın isim verilmeden Nuh (A.S.) kıssasından sonra meydana gelen önemli bir olay olduğu belirtiliyor. Böylece tarihin tekerrür ettiği hatırlatılarak Nûh Tu-fanı'nm yaptığı tahribatı unutan bir kavmin âkibetinden haber veriliyor. Oysa Nuh (A.S.) olayı unutulacak türden değildi. Ama doğru yoldan sapıp maddeyi esas temel kabul eden ve böylece bütün kutsal değerlere sırt çeviren bir milletin veya kavmin onu düşünüp ibret alacak idrâklerinin açık olduğu söylenemez.

Âd ve Semûd kavimleri bu olayı bilmiyorlardı veya ondan hiç haber­leri yoktu denilemez. Ne var ki, belirttiğimiz gibi, olayın iç yüzüne nüfuz edip sebep ve illetlerini dikkate alarak değerlendirmek büyük bir irfan ve açık basîret konusudur. Madde ve şehvet o insanların gözlerini kör, ku­laklarını sağır, kalplerini mefluç, idrâklerini işlemez hale sokmuştu.

Diğer önemli bir husus da şu idi: Küfürde ısrar etmenin ve Hakk'a karşı baş kaldırmanın öncülüğünü yine o ülkenin refah içinde yüzen ileri gelenleri yapıyordu. Onlara göre, putlara tapılır, ama bir insana uyulmaz-dı. Âhiretin aldatmaca bir kavram olarak ileri sürüldüğünü; ölümden son­ra ikinci bir hayatın söz konusu olamıyacağını iddia ediyorlardı. Doğarız, bir süre yaşarız ve ölüp yok oluruz. Bir daha çürüyen kemiklerin biraraya gelmesi mümkün değildir derlerdi.

Onların böyle bir inanç ve düşünee tarzı engel kabul etmez bir dav­ranış getiriyordu: Nefsanî arzularını frenliyeeek, heveslerine engel olacak, hürriyetlerini çerçeve içine alacak her söz ve tebliği reddetmek.. Bu yüz­den onların ihtiras ve emellerini meşru sınırlar içine alacak, enerjilerini tehlikeli sınırla tehlikesiz sınırlar dikkate alınarak kanalize edecek hak din ile uyum sağlamaları çok zor, hattâ bazı ahvalde mümkün değildi. O yüz­den peygamberlerin tebliğ ve irşatları onların sadece küfür ve tuğyanını artırmaktan başka bir sonuç doğuramamış ve çok geçmeden müthiş bir gürültü, uğultu, derken şiddetli bir kasırga ve deprem ülkelerinin altını üstüne getirmiş, fiziksel yapıları hayli kuvvetli olan o insanları birer saman misali yerden yere vurmak suretiyle yok etmiştir.

Şüphesiz ki sözünü ettiğimiz kıssanın önemli safhalarının burada anıl­ması, inkarcı putperestlere, İslâm'a karşı kin besleyen Yahudilere ve gü­nümüzün inkarcı sapıklarına şu hususu hatırlatıyor: Allah'ı red ve inkâr, azgınlık ve ahlâksızlıkla, zulüm ve tecavüzlerle birleşir de madde ve şeh­vet kalıplarında şekillenirse, ilâhî sünnet gereği hüküm iner ve inince de getireceği azabın nasıl bir felâket olduğu önceden bilinmez. Nitekim Nuh kavmi, gölü ve denizi olmayan bir bölgede gemi inşa eden Hz. Nuh'u (A.S.) alay konusu edinmişlerdi. Âd kavmi Hud Peygamber'in haber verdiği aza­bın neden inmediğini alaylı tavırlarla sorarak onunla eğlenmişlerdi. Çok geçmeden önüne geçilmez tufan, Nuh kavmini; karşısında durulmaz şiddetli kasırga  ve  deprem   Âd kavmini yeryüzünden silip o bölgede yaşa­makta olanları, bir varmış, bir yokmuş masalına çevirivermişti. [64]

 

Âd Kıssasından Mesajlar

 

Cenâb-ı Hak, Âd kavminin kıssasından bazı önem|i ve ibretli safha­ları açıklamakla, yaşamakta olan toplum ve milletlere şu mesajları veri­yor :

1—  Küfrün saldırılarına hedef olan  mü'minlerin  biraz daha sabret­meleri gerekmektedir. Çünkü ilâhî azap aneak belli kanun ve ölçülere gö­re iner. Vakti ve saati gelince de kimseye aman vermez.

2—  Peygamberler, Allah'a  imân  ve ibâdete davet etmekle, muhakkak ki insanlara hem kişilik kazandırırlar, hem de en büyük hayır ve iyilikte

bulunurlar.

3—Allah korkusunu Âhiret kavramıyla birleştirip insanın iç ve dış âleminde onunla disiplin, düzen ve otokontrol sağlarlar.

4—  Ülke halkının Allah'a inanmasına daha çok oranın refah içinde olan ileri gelenleri engel olurlar. O bakımdan kalpleri hakka meyleden ki­şilerin, o şımarıklara uymamaları, onların telkinlerine kulak vermemeleri gerekir.

5—  Aşırılık, azgınlık ve ihtirasları frenleyecek peygamberlerin teblîğ ve irşadını tesirsiz hale getirmek için basit mantıkî yollara başvuranlar da yine o refah içinde günlerini gün edenlerdir. Peygamberlerin kadrini kü­çük düşürmek için, onların da herkes gibi sıradan birer insan olduklarını söyleyerek, Allah'a iftirada bulunduklarını iddia ederler.

6—  Teblîğ ve irşat olumlu sonuç vermeyince, peygamberler üzülme­ğe ve sıkılmaya başlarlar. Üzülmeleri, yakında ilâhî hükmün ineceğini bil­melerinden kaynaklanır. Aynı zamanda o insanları doğru yola davette ba­şarılı olamadıklarının da bunda payı vardır. Sıkılmaları, Allah'ı bırakıp put­lara, canlı-cansız eşyaya tapan  insanların doğru yolu  bulup seçmeden dünyadan  ayrılmaları  düşüncesinden   kaynaklanır.   Derken   Cenâb-ı   Hak hükmünü yürütür ve iş bitirilmiş, küfrün kökü kazınmış olur.

İşte Cenâb-ı Hak sözü edilen kıssadan verdiği bu mesajlarla, önce Mekkeli putperestleri, sonra da yaşamakta olan inkarcı mütecavizleri uyar­makta ve tarihin tekerrür edeceğini haber vermektedir. Nitekim Mekkeli putperestlerin çok geçmeden hem azgınlıklarına, hem saltanatlarına son verildi ve hakir gördükleri mü'min köle ve fakirlerin önünde başeğmek zo­runda bırakıldılar. [65]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kapalı bir anlatımla Âd kavminden ve onların ibret ve öğüt alınacak kıssalarından söz edildi. Böylece Hakk'a karşı baş kaldırıp tuğyan edenler uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Âd kavminden sonra birçok nesillerin geldiği ve çoğunun imân etmedikleri gibi, küfür ve tuğyanlarını artırdıklarından do­layı yok edildikleri haber veriliyor. Sonra da Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssa­sından bir özet verilerek Mekkeli putperest müşrikler uyarılıyor ve yaşa­makta olan inkarcı milletlerin tarihi olayları çok iyi araştırıp değerlendir­meleri işaret yoluyla hatırlatılıyor. [66]

 

Meali:

 

43—  Hiçbir ümmet (yok edilip silinecek) süresini ne ileri geçer, ne de ondan geri kalır, (belirlenmiş vakit gelince ilâhî hüküm tecelli eder).

44—  Sonra peygamberleri ardarda gönderdik. Ne kadar bir ümmete bir peygamber geldiyse, onu yalanladılar. Biz de onları arka arkaya (yok edip) hepsini birer masal yapıverdik. İmân etmeyen bir kavme (rahmet ve yardımdan) uzaklık olsun.

45-46— Sonra da Musa ile kardeşi Harun'u, Fir'avn'a ve onun yan­daşlarına mu'cizelerle ve çok açık belge ve delillerle gönderdik. Onlar ise büyüklük tasladılar. Zaten onlar dik başlı, kendilerini çok yükseklerde gö­ren bir milletti.

47—  «Biz dediler, bizim gibi (yeyip içen) iki insana hiç inanır mıyız. Kaldı ki ikisinin de kavmi bize kulluk etmekteler.»

48—  Böylece Musa ile Harun'u yalanladılar da bu yüzden yok edilen (bedbaht) I ardan oldular.

49—  And olsun ki Musa'ya o kitabı (Tevrat'ı) verdik ki, onlar doğru yolu bulsunlar.

50—  Meryem'in oğlu ile onun anasını da bir mu'cize olarak sunduk. Onları yüksekçe pınarı olan düz, oturmaya elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.

 

Peygamberlerin Ardarda Gönderilmesi

 

«Sonra peygamberleri ardarda gönderdik..»

Âd kavminden sonra, daha önce hakkında geniş bilgi sunduğumuz Semûd kavmi ortaya çıkıyor. Geçmiş olayların benzerleri yine tekrarlan­dığı gibi, tarih de tekerrür ediyor. Salih Peygamber (A.S.) hem yalanlanı­yor, hem de ağır hücumlara, haksız ithamlara maruz kalıyor. Derken mu'­cize tesir etmiyor ve sonunda diğer inkarcı azgın kavimler hakkında te­celli eden sünnetullah tecelli edip hükmünü yürütüyor. Böylece Semûd kavmi de bir varmış, bir yokmuş masalına çevriliyor ve helak edilegelen kavim ve milletler zincirine bir halka daha ekleniyor.

Arkasından her kavim ve millete ardarda kendilerinden seçilen pey­gamberler gönderiliyor. Geçmişte olduğu gibi, ibret alan olmuyor. Aynı tartışma, sürtüşme, mücadele, inat ve tuğyan, yalanlama ve suçlamalar birbirini izliyor. Böylece her millet için ezelde takdîr edilen süre dolunca, vakti-saati geciktirilmeden ilâhî hüküm indiriliyor ve inatçı kâfirler sahne­den siliniyor. Başlarına gelen azap birer masal ve bazan da birer efsane kalıbına sokularak dillerde dolaşıyor, kâğıtlar üzerinde şekil ve muhteva değiştirerek asıl sebep ve illetinden uzaklaştırılmış oluyor.

O nedenle Mekkeli putperestlerin de yakın gelecekte birer masal ola­caklarına işarette bulunularak, mü'minlere güven ve parlak gelecek va'dediliyor. [67]

 

Kendilerini Yükseklerde Gören Mağrurlar

 

«Sonra da Musa ile kardeşi Harun'u, Fir'avn'a ve onun yandaşları­na mu'cizeleıie ve çok açık belge ve delillerle gönderdik. Onlar ise, bü­yüklük tasladılar. Zaten dikbaşlı, kendilerini çok yükseklerde gören bir milletti.»

Fir'avn ve ülkesinin ileri gelenlerinden oluşan yandaşlarının inkâr ve zulümleri değişik bir kanalda gün geçtikçe kabarıp yükseliyordu. Mısır'tn yerli halkından olmayan İsrail oğulları'na ikinci, hattâ üçüncü sınıf vatan­daş muamelesi reva görülüyor ve köle gibi kullanılıyorlardı. II. Ramses denilen Fir'avn, dalkavuklarının taparcasına onun önünde eğilmeleriyle büsbütün ölçüsünü kaybediyor ve kendini ilâhlaştıracak kadar şımarıyor-du. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Musa (A.S.) ile kardeşi Harun'u (A.S.) on­lara peygamber olarak açık mu'cizeierle gönderdi. Allah'a kul olmayı, pey­gambere ümmet olmayı gururlarına yediremiyerek onu kendileri için aşa­ğılık sayan o inkarcı şımarıklar, hakkın karşısında çelişkiye düştüler ve doğru cevap ve karşılık veremiyerek bocaladılar. Öyle ki, Fir'avn, hem ken­disi bir insan olduğu halde ilâhlık iddiasında bulunuyor, hem de insanlar­dan peygamber (ilâhî elci) olamıyacağını savunuyordu. [68]

Kur'ân-ı Kerîm'in bu bölümünde kıssanın bir özeti verilirken, bilhas­sa şu nokta belirtilmek isteniyor: Taştan, ağaçtan yontulup şekillendirilen cisimleri ilâh kabul eden müşriklerin; Hz. Muhammed'in  (A.S.) İnsan olduğu için Allah'ın elçisi olamıyacağı hakkındaki iddialarının bir benzeri­nin tarihte geçtiği haber veriliyor. Yahudilerin Allah'ın son mesajı Kur'ân'a karşı gelip dikbaşlık ederek kendilerini üstün görmeleriyle Fir'avn ve yandaşlarının tutum ve anlayışı arasında birkaç yönden benzerlik bulun­duğuna işaret ediliyor. Aynı ölçüsüzlükleri ve isyankâr tavırlarını Meryem oğlu İsa'ya (A.S.) ve annesine karşı yaptıklarına da ayrıea dikkatler çe­kiliyor. [69]

 

İsa (A.S.) İle Annesinin Birer Mu'cize Sayılması

 

«Meryem'in oğlu ile onun anasını da birer mu'cize olarak sunduk. Onları yüksekçe, pınarı olan düz, oturmaya elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.»

Kur'ân bu konuyu işlerken, daha çok insanların ya ifrata kaçtıkları­na, ya da tefrite düştüklerine işarette bulunuyor. Gönderilen peygamber­leri inkâr edip Allah'ın insanlardan elçi seçip göndermiyeeeğini iddia edip savunanlar tefrite düşerken, İsâ Peygamber'! ve annesini ilâhlaştıranlar ise, ifrata kaçmışlardır. Fir'avn'ı da ilâhlaştıranldr daha da ileri giderek mu'eizevî bir yanı olmayan bir kralı övmede ölçüyü kaçırmışlardır.

Kur'ân'da münasebet düştükçe, Hıristiyanların İsa (A.S.) ve annesi hakkındaki itikatları reddedilerek «Meryem oğlu İsa», «Meryem'in oğlu» şeklinde anılarak, İsa'nın da, anasının da birer insan olduklarına dikkat­ler çekilir.

Ne var ki, gerek İsa (A.S.), gerek annesi ilâhî iltifata mazhar olmuş birer bahtiyardır ve ilâhî mu'cize onlarda tecelli etmiştir. Öyle ki: İsa (A.S.) Melek Cebrail'in nefhasıyla ana rahminde oluşmuş, Meryem de bir erkekle birleşmeden İsa'ya gebe kalmıştır. Ancak burada bu mu'cizelerin hikmet ve amacı üzerinde durmuyoruz. Çünkü daha önceki birkaç sûre­de gerekli açıklamayı yapmış bulunuyoruz. [70]

İsa (A.S.) ile Annesi Meryem'in barındırıldıkları yer:

Kur'ân-ı Kerîm burada araştırıcılara ipucu vermek ve her türlü yan­lış yorumlara imkân vermemek için Meryem ile oğlu İsâ (A.S.)ın nasıl bir yerde barındıklarını üç özelliğiyle haber veriyor. Şöyle ki:

a) Yüksekçe düz bir arazi.  .

b)  Oturmaya çok elverişli,

c)  İçinde pınar bulunan bir yöre..

Şüphesiz ki bu özellikleri taşıyan birçok yerler ve yöreler vardır. An­cak İsa (A.S.) ile annesinin Kudüs'ü terketmeleri üzerine nereye yerleş­tikleri araştırılıp incelendiği zaman bu anlaşılabilir.

İncil'de bu konuyla ilgili olarak fazla ve açık bir bilgi yoktur. Sade­ce Matta İncil'inde şu cümlelere rastlamaktayız:

«Fakat Hirodes ölünce, işte Rabbin meleği Mısır'da Yusuf'a (Mer­yem'in nişanlısı) rüyada görünüp dedi : Kalk, çocuğu ve anasını (İsa'yı ve Meryem'i) al ve İsrail diyarına git; çünkü çocuğun canını anyonlar öl­düler. Ve Yusuf kalktı ve çocuğu ve anasını aldı ve İsrail diyarına gitti. Fakat (o sırada) babası Hirodes'in yerine Arhelaos'un Yahudiye'de kıral olduğunu işitince, oraya girmeğe korktu ve rüyada kendisine bildirip, Ga-lile taraflarına çekildi ve gelip Nasıra denilen şehirde oturdu. Tâ ki pey­gamberler vasıtasıyla «Nâsıralı çağırılacaktır» diye söylenen söz yerine gelsin.» [71]

Bu anlatımdan İsa (A.S.) ile annesinin önce İsrail diyarı sayılan Ku­düs bölgesine götürüldükleri, ancak oraya yerleşmeden Nâsıra'ya göç ettikleri anlaşılıyor. Bu olaydan sonra Yahya Peygamber'in yakalanıp idam edileceğini öğrenen İsa Peygamber'in (A.S.) önce Galile'ye çekildiği ve arkasından Nâsıra'yı bırakıp Zeblun ve Naftali sınırlarında deniz kıyısın­da olan Kefernahum'a gelip oturduğu belirtiliyor. [72]

Şüphesiz bu yer değiştirme olayında İsa (A.S.)ın yalnız başına oldu­ğu pek söylenemez. Kuvvetli bir ihtimalle annesiyle birlikte gelip Kefer­nahum'a yerleşmişlerdir.                                    ,

Diğer yandan İncil'i oluşturan kitaplardan biri olan «Resullerin İş-leri»nde İsa Peygamber'den sonra şakirtlerinin imân eden ihlaslı yedi kişi seçip Allah'ın sözünü tebliğ ile görevlendirdikleri ve bu yüzden yeni yeni şakirtler edindikleri belirtilir. Sonra da Yahudiler yalancı şahitler bulmak suretiyle, halk üzerinde geniş çapta tesir meydana getiren şakirt İtefa-nos'u öldürttüler.[73]

Bundan hemen sonra 41. yılda Roma'dan kral unvanı ile gönderilen Hirodes-Herode Agrippa zamanında da, Havari Yuhanna (St. Jean)ın kardeşi Havari birinci Yakub (St. Jacques)ın başının kesildiği ve Havari Pet-rus (St. Pierre)un hapsedildiği yine Resullerin İşleri kitabında belirtilir. [74] Bu arada Meryem'in nereye gittiğinden, nasıl olduğundan söz edilmez. Ne var ki, bu bölümün ışığı altında olayları değerlendirenler şu ifadeyi kul­lanmışlardır: «St. Jean, İsa Peygamber tarafından kendisine emanet edil­miş olan Meryem Ana'yı, Kudüs'ün yıldan yıla karışan ve herkesin kendi­ni savaş meydanında sanıp, her on ölüm beklediği, tehlikeli muhitinde ta-biatiyle yalnız başına bırakamazlardı. Böylece Meryem Ana, Havari St. Jean ile beraber (M.S. 37-42) yılları arasında Küçük Asya eyaletine, Efes civarına gelmiştir. St. Jean Ege mıntıkasında geniş faaliyette bulunmuş ve bu arada İncil'i teşkil eden kitaplar içinde kendisi tarafından yazılmış olan «Apokalips-Apoclipse» eserinde zikrettiği Küçük Asya'nın 7 kilisesi­ni kurmuştur.» [75]

Adı geçen kitapta «St. Jean, İsa Peygamber tarafından kendisine emanet edilmiş olan Meryem Ana'yı...» cümlesinin sonunda kaynak olarak Yuhanna İncil'i 19. bab gösterilirse de, elimizdeki mevaut İncil nüs­halarında belirtilen babda böyle bir ibareye rastlayamadık.

O bakımdan Meryem'in, İsa (A.S.)ın göğe yükseltilmesinden sonra nereye gittiği veya nereye yerleşip kaldığı hakkında sağlıklı bir bilgi yok­tur. Hem Kur'ân-ı Kerîm'de sadece Meryem'in değil, onun İsa (A.S.) ile birlikte, yani henüz İsa (A.S.) göğe yükseltilmeden önce, içinde pınarı olan güzel bir yaylaya yerleştirildiği açıklanmaktadır. Matta İncil'indeki «An­nesiyle birlikte gelip Kefernahum'a yerleşmişlerdir» ifadesi, Kur'ân'ın be­yânına daha yakın ve uygun kabul edilebilir. Allah daha iyisini bilir. [76]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Âd kavminden sonra birçok nesillerin gelip geç­tiği ve çoğunun inkâr ve tuğyanda ısrar etmelerinden dolayı yok edildik­leri, ibretli bir misal olarak verildi. Böylece Mekke'de Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz'i yalanlayan müşriklerin de yakında başaşağı getirileceklerine telmihte bulunuldu. Sonra da Musa (A.S.) ile Fir'avn kıssasından öğüt alı­nacak birkaç safhaya değinildi ve İsa (A.S.)ın bir mu'cize anlamında ba­basız dünyaya getirildiğine dikkatler çekilerek Yahudilerin şerrinden kaç­tığına isâret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bütün peygamberlerin Tevhîd İnancı esasında bir­leştikleri ve hepsinin de temiz, yararlı gıdalardan yararlanmayı telkîn et­tiği belirtiliyor. Sonra da ümmetlerin bu esastan kopup bölündüklerine, çeşitli mezhepler kurduklarına atıf yapılarak Muhammed (A.S.) Ümme­tinin bu konuda çok dikkatli olmaları isteniliyor. Arkasından Mekke'nin re­fah içinde olup mal ve evlât çokluğuyla böbürlenen gafil ileri gelenleri ko­nu edilerek, yakında her şeyin aleyhlerine döneceği hatırlatılıyor. [77]

 

Meali:

 

51—  Ey peygamberler! tertemiz yararlı helâl gıdalardan yeyiniz; iyi-yararlı amellerde bulununuz. Şüphesiz kî ben sizin neler yaptıklarınızı bi­lenim.

52—  Ve doğrusu bu (dininiz) bir tek yol ve şeriattır. (Her peygamber aynı esası yansıtmakla görevliydi). Ben de sizin (tek olan, ortağı olmayan) Rabbınızım; artık benden korkup (bu esasa uymayan şeylerden) sakının.

53—  Ama ne var ki  (gerçek bu olmakla beraber)  ümmetler kendi aralarında bölünüp parça parça oldular, her biri sahip bulunduğu (din ve mezhep) ile kendi halinden memnun ve mutludur.

54— Artık sen onları (ilâhî emir ve hüküm ininceye kadar) bir süre şaşkınlıkları içinde (bocalar halde) bırak.

55-56— Kendilerine mal ve evlâttan verdiğimizle onlar hakkında ha­yırlarda acele koşuştuğumuzu mu sanırlar? Hayır, onlar (ilâhî sünnetin hükmünü yürüteceğini) bir türlü anlayamıyorlar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Hiç bir peygamber yoktur ki, davar gütmemiş olsun!» Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu :

  Siz de mi ey Allah'ın Resulü!? Cevap verdi:

  «Evet ben de Mekke'nin dağ eteklerinde bir zamanlar çobanlık yaptım.» [78]

«Şüphesiz ki Davud (A.S.) kendi elinin emeğiyle sağladığı kazançtan yeyip geçinirdi.» [79]

«Ey insanlar! şüphesiz ki Allah pâk ve temizdir; ancak pâk ve temiz olanı sever. Hem Allah peygamberlere emrettiği şeyleri mü'minlere de em­retmiş ve «Ey Peygamberler! tertemiz yararlı helâl gıdalardan yeyiniz; iyi-yararlı amellerde bulununuz. Şüphesiz ki ben sizin neler yaptıklarınızı bi­lenim» buyurmuştur.» [80]

«Şüphesiz ki Allah aranızda nzıklarınızı taksim ettiği gibi, ahlâkınızı da aranızda taksim etmiştir. Hem doğrusu Allah (c.c.) dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Ama dini ancak sevdiğine verir. O halde Allah kime dindarlık vermişse, mutlaka onu sevmiştir. Muhammed'in canını kud­ret elinde tutan zata yemin ederim ki, kulun kalbi müslüman olmadıkça, kendisi müslüman olamaz. Komşuları onun haksızlık ve kötülüğünden gü­ven içinde kalmadıkça dosdoğru imân etmiş sayılmaz.» [81]

 

Peygamberler  En Güzel Örneklerdir

 

«EV peygamberler! tertemiz yararlı helâl gıdalardan yeyiniz; iyi-yararlı amellerde bulununuz..»

Adem (A.S.)dan son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) kadar gelip geçen bütün peygamberler «Tevhîd İnancı» doğrultusunda insanlara te­miz ve faydalı olan şeylerin yenilmesini; iyi yararlı amellerde bulunulma­sını teblîğ etmişler; aynı zamanda bunların fiilî örneklerini de vermişler­dir. O bakımdan Cenâb-ı Hak bu inceliğe değinerek hepsini yüksek kud­retinin huzurunda bulundurmakta ve hepsine birden seslenerek aynı hi­tapla muhatap tutulduklarını açıklamaktadır.

O halde ilahî emirlerin ve gönderdiği peygamberlerin bir kısmına inan­mak, bir kısmına inanmamak, dinî esasa ters düşer ve bu durumda olan kimse mü'min sayılmaz.

Şüphesiz ki peygamberler en asil, en iffetli ve en fazîletli kişilerden seçilmiştir. İlâhî nübüvvet ve risâlet onların ruhlarının yüceliğine yücelik, kalplerinin aydınlığına aydınlık katmış ve daha birçok güzel sıfatlarla on­ları donatmıştır. İnsanlara hayat kanunlarını, sünnetullahın şaşmazlığını, geçimliğin ölçüsünü ve anlamını; ölümün ve ölüm ötesinin hikmet ve ama­cını en doğru şekilde öğreten de onlar olmuştur. Cenâb-ı Hak, yarattığf insanların ruh ve beden afiyet ve selâmetini korumak için nelerin helâl ve faydalı, nelerin haram ve zararlı olduğunu öğretmiştir. Böylece aynı emir ve bilgiyi, peygamberlere imân eden kişilere de vermek suretiyle araların­da kopmaz bağlar oluşturmuştur.

Bu, hem dinler zincirinin son halkasını meydana getiren İslâmiyete karşı olumsuz tavır alan yahudi ve hıristiyanları uyarmaya, hem de top­lumları ve milletleri sevk ve idare eden mü'min liderleri yönlendirmeye yö­nelik bir sesleniş; kimleri örnek edinmelerini belirtmeye müteveccih bir tavsiyedir. Bunun için ülkesine ve milletine imân doğrultusunda başarılı hizmetlerde, örnek hareketlerde bulunan mü'min liderler, peygamber yo­lunda yürüyen bahtiyarlardır. Öyleleri her zaman örnek alınmaya lâyık kimselerdir.

İslâm âlemi ne çekmişse hep İslâm'a ve Kur'ân'a lâyık seviyede ol­mayan liderlerden çekmiştir. «Benden sonra hilâfet otuz yıldır. Ondan son­ra ısırıcı (sıkıcı ve üzücü) hükümdarlık başlar...» buyuran Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in gelecek günleri nübüvvet gözüyle nasıl tarayıp ümmetini uyarmaya çalıştığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. [82]

 

Dinler  Esasta Birleşir

 

«Ve doğrusu bu (dininiz) bir tek yol ve şeriattır. (Her peygamber aynı esası yansıtmakla görevliydi). Ben de sîzin (tek olan, ortağı olmayan) Rabbınızim. Artık benden korkup (bu esasa uymayan şeylerden) sakının.»

Kur'ân-ı Kerîm semavî dinlerin esasta bir tek din olduğuna dikkatleri çekmektedir. Bu esas: İmânın altı şartından başkası değildir. Hepsi aynı yakıtı almış, aynı kaynaktan beslenmiş ve aynı kandili yakmışlardır. An­cak getirdikleri şeriatler, yani amelî hükümler değişiktir. Çünkü sosyal alandaki tekâmül ve gelişme, amelî hükümlerin de tekâmülüne sebep ol­muştur. Bu tekâmül İslâm Dini ile son bulup doruğuna yükselmiştir.

Gerçek bu olunca, bütün dindarlar esastan ayrılmaktan sakınmalıdır­lar. Aksi halde bağlı bulundukları din, semavî olma vasfını kaybeder. Son­ra da şeriatler birbirini hem tamamlayarak, hem bir sonraki bir öncekinin tamamını veya bir kısmını yürürlükten kaldırarak İslâm şeriatıyla nokta­lanmıştır. Ne ondan önceki şeriatierle amel etmek caizdir, ne de ondan sonra başka şeriat gelecektir. Bu nedenle Cenâb-ı Hak hem Müslüman­lara, hem de Kitap Ehli olan yahudi ve hıristiyanlara şu mesaiı indirmiştir: «Ve doğrusu bu (dininiz) bir tek yo! ve şeriattır. Ben de sizin Rabbınızım. Artık benden korkup (bu esasa uymayan şeylerden) sakının.»

Aynı zamanda bu umumî seslenişin zımnında Muhammed (A.S.) üm­metine de seslenilmekte, dinde tefrikadan sakınmaları emrediîmektedir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususa parmak basarak şöyle buyurmuştur: «Haberiniz olsun ki, sizden önceki kitap ehli yetmiş iki fır­kaya ayrıldılar ve doğrusu bu ümmet de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Yetmiş iki fırkası ateştedir, bir fırkası ise Cennet'tedir ki o da (benimle ashabımın yolunda yürüyen) cemaattir.» [83]

 

Dinde  Bölünmeler

 

Hem semavî dinler «Tevhîd İnancı»nda birleşmiyerek böiündüier, hem de her dinin kendi bünyesinde birtakım bölünmeler meydana geldi. Her fırka ve grup ayrı bir isim altında bir ekol meydana getirmek suretiyle di­ğerlerinden ayrıldı. Hepsi de gerçek dindar kendilerinin olduklarını savu­nur ve bağlı bulundukları ekolle iftihar duyarlar.

Oysa hak dinde kişilerin veya toplumların keyfî tasarrufta bulunma yetkileri yoktur. Aynı zamanda dine yeni bir şey ilâve etme veya ondan bir şey çıkarma hakkı kimseye verilmemiştir. Peygamberler hem doğruyu öğreten, hem Allah'ın buyruklarını olduğu gibi tebliğ eden, hem de on­ları en uygun şekilde tatbik eden örnek elcilerdir. Onlara uymak, onların sünnetini benimseyip dindarlığı o çerçeve içinde sürdürmek farzdır. Ak­sine bir yol izlemek ya küfür, ya da bid'attir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini bu konuda da uyararak şöyle buyurmuştur:

«Kim bizim bu emrimiz (dinimiz)de, ondan olmayan bir şeyi (uydurup ondanmiş gibi göstererek) ortaya çıkarırsa, o (şey) merduttur.» [84]

«Benim sünnetime sımsıkı sarılmak, bir bid'at ortaya koymaktan ha­yırlıdır.» [85]

«Allah bid'at sahibinin amelini kabul etmekten asla hoşlanmaz, (onun kabulüne rıza göstermez).» [86]

«Her bid'at dalâlet (sapıklik)tir.» [87]

Böylece din adına ortaya çıkıp yeni şeyler uydurmak ve sonra da birtakım hizipler meydana getirmek, dalâlete neden olan bid'atlerdendir ve bu anlamdaki dindarlar ise, sahte dindarlardır.

Dini indiği gibi korumak farzdır. Din adına uydurulan her şey, bu farzı zedeler ve aslından uzaklaştırır. Mihenk ise, Allah'ın kitabı ve Resûlüllah'-ın (A.S.) sünnetidir. Bu iki esasa uygun olan her şey dindendir ve o halis altındır. Uymayan her şey, ondan ayrıdır ve sahte altındır. [88]

 

Bâtıl Şatafatlı Ve Gösterişe Eğilimlidir

 

Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinin çoğu mal ve evlât ile böbürle­nirler; fakirlere ve kölelere tepeden bakmak suretiyle büyüklük taslarlar ve bu hava içinde İslâm'ın getirdiği sosyal adaletten tedirgin olur; zaman zaman mü'minleri imrendirmek ve İslâmiyetle olan ilgilerini azaltmak için servetlerini gözler önüne sererlerdi. Şüphesiz ki bu tür bir davranış ve düşüncenin kaynağı, bütünüyle cehalet ve bâtıldır. Baki kalan mal ve ev­lât, makam ve şöhret değil, Hakk'in rızâsına uygun sâlih amellerdir.

O bakımdan öylelerinin servetine, çevresindeki dalkavuklarına bakıp aldanmamak ve imrenmemek gerekir. Çünkü Cenâb-i Hak ebedî mutlulu­ğun kapısını küfre, bâtıla, gurur ve kibire açık tutmamıştır. İmânı o kapı­nın anahtarı, sâlih amelleri onun giriş belgesi olarak belirlemiştir.

Hem unutmamak gerekir ki, hemen her çağ ve dönemde toplum bün­yesinde bâtılı temsil eden bu mağrurlar eksik olmamış, bazan çoğunluğu oluşturmuşlardır. Onlarla aynı ülke veya şehir ve kasabada birarada ya­şayan mü'minler büyük bir sınavla karşı karşıya bulunduklarını akılların­dan çıkarmamalıdırlar. Aksi halde sınavı kaybetme tehlikesi söz konusu­dur.

Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle belirterek mü'minierin hep uyanık bu­lunmalarını diliyor: «Artık sen onları (ilâhî emir ve hüküm ininceye kadar) bir süre şaşkınlıkları içinde (bocalar halde) bırak. Kendilerine mal ve oğul­lardan verdiğimizle onlar hakkında hayırlarda acele koşuştuğumuzu mu sanırlar? Hayır, onlar (ilâhî sünnetin hükmünü yürüteceğini) bir türlü an­layamıyorlar.» [89]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, bütün peygamberlerin «Tevhîd İnancı» doğrul­tusunda tertemiz ve yararlı gıdaları yedikleri ve iyi yararlı amellerde bu­lundukları belirtildi. Böylece dinlerin «Tevhîd Esası»nda birleştiğine işaret edildi. Sonra da dinlerin bu esastan kopup son dine karşı hasmane tavır almalarına atıf yapılarak Kitap Ehli uyarıldı. Muhammed {A.S.) ümmetinin de dinde tefrika çıkartmaktan sakınmamalarının çok sakıncalı sonuçlar doğuracağına telmihte bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Rablarından derin saygı ile korkanların bazı va­sıfları sıralanıyor. Arkasından dinî teklîflerin beşer takatına göre düzen­lendiği belirtiliyor. Sonra da bu gerçeklere gönül kapısını açmayan inkar­cıların derin bir gaflet içinde bulundukları haber verilerek refah içinde yü­zen şımarıkları, ilâhî sünnet gereği bir gün azâbm gelip yakalayacağı ha­tırlatılıyor. Âhirette onların durmadan sızlanıp hep yardım bekleyecekleri konu edilerek, o âlemden uyarıcı ve yönlendirici birkaç tablo sergileniyor. [90]

 

Meali:  

 

57—  Doğrusu onlar ki Rablarından derin bir saygı ile korkup titrer­ler;

58—  Onlar ki Rablerinin âyetlerine inanırlar; ,p     59— Onlar ki, Rablerine ortak koşmazlar;

60—  Onlar ki kendilerine verilen (nîmetler)den (Allah yolunda muh­taçlara) verirler ve Rablarına mutlaka döneceklerimi bildikleri) için kalp­leri ürperir;

61—  İşte onlar hayırlı işlerde yarışırlar ve bunun için öne geçerler.

62—  Herkese ancak gücü ve İmkânı nisbetinde teklifte bulunuruz. Yanımızdaki kitap hakkı söyler ve onlar haksızlığa uğramazlar.

63—  Ne var ki, onların (o inkarcı sapıkların) kalpleri bundan bilgi­sizlik ve dalgınlık içindedir; onların bundan başka işleyip durdukları bir­takım işleri daha vardır (ki onunla oyalanıp ömür tüketirler).

64—  Ne vakit ki, refah içinde yüzen ileri gelenlerini azap ile yaka­larız, o zaman sızlanıp yardıma çağırırlar,

65— Bugün sızlanıp yardıma çağırmayın; şüphesiz ki siz bizden yar-

dım göremiyeceksiniz.

66-67— Âyetlerimiz cidden size okunuyordu, ama siz onu onurunuza, gururunuza yediremiyerek geceleyin yakışıksız sözler söyleyerek ökçele­riniz üzerine gerisin geri dönüyordunuz.

68—  (İnen) sözü iyice düşünüp üzerinde durmuyorlar mı, yoksa ken­dilerine ilk atalarına gelmeyen şeyler mi gelmiştir?

69—  Yoksa peygamberlerini tanımadılar mı ki, onu inkâr ediyorlar?!

70—  Yoksa o peygamberlerde bir cinnet mi var diyorlar?! Hayır, O, onlara hak ile gelmiştin ama onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar,

71—  Eğer Hak, onların heveslerine uymuş olsaydı elbette göklerle yer ve ikisinde bulunanlar (düzeni bozulup) alt-üst olurdu. Hayır, biz on­lara anılmalarını (sağlayanı) getirdik; ama onlar bu (şerefle) anılmalarını (sağlayan Kur'ân'dan) yüzçeviriyorlar.

72—  Yoksa (ey Muhammedi) sen onlardan bir haraç mı istiyorsun? Rabbin vereceği ücret (çok daha) hayırlıdır; O, rızık verenlerin de hayır-lısıdır.

73—  Ve şüphesiz ki sen onları dosdoğru bir yola çağırırsın.

74—  Gerçekten o Âhiret'e inanmayanlar (çağırdığın o) doğru yoldan sapmaktadırlar.

75—  Eğer biz onlara merhamet edip de üzerlerine çöken  sıkıntıyı kaldım/ersek, yine de azgınlıklarında inat edip bocalar dururlar.

76—  And olsun ki biz onları azap ile yakalayıvermiştik de (buna rağ­men) yine Rablanna boyun eğmemiş, yalvarıp ycıkarmamışlardı.

77—  Sonunda üzerlerine şiddetli bir azap kapısı açtığımızda, ansızın şaşırıverdiler de ümitsizliğe kapıldılar.

 

İniş Sebebi

 

Kureyş müşriklerinin ölçü tanımaz saldırıları ve ekonomik ablukaları sürüp devam ederken, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Yusuf Peygamber za­manında Mısırlıların başına gelen kıtlığın bir benzerinin bu müşriklerin başına gelmesini diledi. Çok geçmeden kuraklık ve arkasından müthiş kıt­lık başgösterdi. Mekkeli'ler bunalıp kaldılar. Yiyecek adına bir şey bu­lamadılar. Bunun üzerine Mekke'nin ileri gelen liderlerinden Ebû Süfyân kalkıp Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gelerek şöyle ricada bulundu:  «Allan için, merhametten yana senden istekte bulunuyorum: Sen değil misin, «Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim» diyen?» Peygamber (A.S.) Efen­dimiz ona: «Evet öyledir» diye cevap verdi. Ebû Süfyân anlatmak istediği­ne şöyle devam etti: «Doğrusu Kureyş kabilesi deve derisinden yapılan kayışları ve ortalıktaki kemikleri yemeğe başladılar. Başlarına gelen sı­kıntı ve zararı nasıl anlatayım. Allah'a duâ et de üzerimizden bu dert ve sıkıntıyı kaldırsın.» Peygamber {A.S.) Efendimiz duâ etti. Allah Onun dua­sını kabul buyurup kıtlık ve sıkıntıyı onlardan kaldırdı. O sebeple 74 ve 75. âyetler indi. [91]

 

İlgili Hadîs

 

Hz. Aişe (R.A.) anlatıyor:

«Peygamber (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki:

  Onlar ki kendilerine verilen (nîmetler)den (Allah yolunda muhtaç­lara) verirler ve Rablanna mutlaka döneceklerini bildikleri) için kalpleri ürperir, mealindeki âyette geçen kimseler içki içenler, zina edenler ve hır­sızlık yapanlar mıdır?

Cevap verdi:

  Hayır Sıddîk'ın kızı! Onlar oruç tutarlar, sadaka verirler ve sonra da kendilerinden kabul olunmaz diye korkup endişelenirler. İşte bunun için öne geçenler.» [92]

 

Hayırlı İşlerde Yarışanlar

 

Kur'ân-ı Kerîm, İslâm'ın karşısında hasmane tavır alıp inkâr ve ah­lâksızlıkta ısrar edenlerin tutumunu, gelip geçen milletlerin bu husustaki tutumlarına benzeterek küfür ve nankörlük çıkmazında bocalayan toplum ve milletleri uyarıyor; bu yüzden önceki, milletlerin başına gelen felâketi ibretli misal olarak veriyor ve bu tabloyla Kitap Ehli'ni uyarıyor. Sonra da kendilerini böyle bir çıkmazdan uzak tutup Hakk'a gönül veren bahtiyar­ların örnek davranışlarını ve beş ayrı özelliklerini gözler önüne seriyor. Şöyle ki:

1— «Doğrusu onlar ki Rablanndan derin bir saygı ile korkup titrerler..»

2— «Onlar kî Rablerinin âyetlerine inanırlar,.»

3—  «Onlar ki Rablerine ortak koşmazlar..»

4—  «Onlar ki kendilerine verilen (nîmetler)den (Allah yolunda muhtaçlara) verirler..»

5— «Ve Rablerine mutlaka dönecek-lerifni bildikleri) için kalpleri ürperir..»

Birinci sıfat: Köklü bir imânın ve kalpte bıraktığı derin tesirin belirti­sidir. Bütünüyle Allah sevgisini ve korkusunu yansıtır. Zira sağlam bir imân, kulluğun temelini oluşturur. O bakımdan bu düzeyde olanlar namaz kılarken huşu' içinde edep ve saygının kurallarına bağlı kalarak arz-ı ubu­diyette bulunurlar.

İkinci sıfat: Allah tarafından gönderilen bütün hükümlere, esas ve prensiplere, şüpheye yer vermeksizin inanıp bağlanmayı, bağlanıp uygu­lamayı ilham eder. Bu durumda olanlar, kendi basit mantıklarına göre bir değerlendirme yapmaktan kaçınırlar, hattâ buna lüzum bile hissetmezler. Ancak ilâhî hükmün hikmetini öğrenmeye çalışırlar da bu konuda mesafe aldıkça imân ve irfanlarını artırırlar,

Üçüncü sıfat: Sözünü ettiğimiz köklü imân ve irfanın tabii sonucunu yansıtır,. Öyle ki, varlık âleminin her parçasında Cenâb-ı Hakk'ın «mutlak kudret»inin izini ve eserini görürler ve bu mazhariyet havasında «Allah birdir, eşi, ortağı, dengi ve benzeri yoktur» derler. Aynı zamanda arız olan her vesvese ve şüpheyi vakit kaybetmeden Cenâb-ı Hakk'ı teşbih ve tenzih ederek giderirler.

Dördüncü sıfat: Kulun imân ve irfanındaki sadakatinin açık belirti­sini gösterir. Allah'ın verdiği nimetlerden, O'nun dinini ayakta tutmak, O'nun hoşnutluğuna erişmek için muhtaçlara yardımda bulunmak maksa­dıyla zekât ve sadaka, keffaret ve adak gibi vecibeleri yerine getirirler. Böylece imân ile amel-i sâlihi birleştirip bütünleştirirler.

Beşinci sıfat: İmân temeli üzerinde sâlih amellerde bulunarak sada­katini ortaya koyan mü'minlerin sorumluluklarını bütün incelik ve duyarlığıyla kalp ve kafalara işler. Böylece mü'min Allah'a dönülecek günü, he­sabı ve verilecek ilâhî hükmün şaşmazlığını bilerek hayatını düzene so­kar.

Mesele sadece bu ölçüde de kalmaz; imânın verdiği aşk ve heyecan, zevk ve irfan onları hayırlı işlerde koşmaya, yarışmaya sevkeder.

İşte iyilikte, ahlâk ve fazîlette, hayır ve yararlılıkta öne geçenler bun­lardır. Her iki hayatta da ilâhî iltifata lâyık görülenler de yine bunlardır.

Son peygamber Hz. Muhammed (A.S.), insanlığa bu irfan ve fazilet­lerin kapılarını ardına kadar açmış ve bütün milletleri bu kapıya davet et­miştir. Ona ümmet olmamak, her türlü iyilik, fazilet, hayırhahlık, güzel ah­lâk ve haklara saygılı olmayı reddetmek demektir. Çünkü gerçek ve kalı­cı iyilik, imân ve sâlih amelle birleşip insanlığa yönelenidir. [93]

 

Teklifler İnsan Gücünün Kaldırabileceği Ölçüdedir

 

«Herkese ancak gücü ve imkânı nisbetinde teklifte bulunuruz..»

Son dinin ve onun peygamberi Hz. Muhammed'in (A.S.) sunduğu «Al­lah'a dosdoğru kulluk» plânı, insanın gönül hoşnutluğuyla taşıyabileceği ölçü ve orandadır. Hepsi de onun bedenine ve ruhuna afiyet kazandıracak niteliktedir.

İmân ve sâlih amel, insan hayatını berbat edip verimsiz, yararsız ha­le getiren boş ve anlamsız teklifler olmaktan çok uzaktır. Aynı zamanda insan ömrünün her dakikasını değerlendirecek özellik ve muhtevadadır. Öyle ki ; İlâhî teklifte haksızlık yok, hakkı tanıtmak vardır. Zorluk yok ko­laylık söz konusudur. Sıkıntı ve ümitsizlik yok, ferahlık ve mânevi boşluğu dolduracak ümit vardır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu gerçeği şöyle yansıtmaktadır:

«Şüphesiz din kolaylıktır. Hiç kimse dinde (daha iyi amelde buluna­yım, daha fazlasını yapayım diye) kendini zorlamayagörsün, mutla­ka (o yorulup kalır, ama) din ona üstün gelir.

Öyle ise, ortalama gidin. (Gerektiği şekilde amel edemediğiniz zaman, Allah'ın buyruklarını yerine getirmede) yakınlık sağlayın ve bu durumda si­ze müjdeler olsun. Sonra da (yola çıkarken) sabah-akşam seferlerinden, biraz da gece yürüyüşlerinden (kısıp) yardım sağlayın (da kendinizi yormayın).» [94]

«Din ve dindarlığın Allah yanında en çok sevileni, bâtıldan uzak, bü­tünüyle hakka yönelmiş olan koskolay olanıdır.» [95]

«Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ve bıkkınlık verme­yin.» [96]

Anlaşıldığı gibi, dinde her emir ve yasak, her esas ve prensip insanı denge ve düzende tutacak, ruhu arındıracak, vicdanı geliştirecek, kalbe yatışkanlık kazandıracak, hayvanı duyguları meşru sınırlar içine alacak, insanî duyguları harekete geçirecek özelliktedir. [97]

 

Kitap Ancak Hakkı Söyler

 

«Yanımızdaki kitap hakkı söyler ve on­lar haksızlığa uğramazlar..»

Hakkı söyleyen kitap'tan maksat nedir? Bu hususta üc ayrı yorum getirilmiştir :

a)  Amelleri yazan kâtip meleklerin hazırladıkları defterler.

b)  Allah'ın ezelde tecelli eden ilmiyle, olup bitenlerin tesbit edilerek yazıldığı Levh-i Mahfuz.

c)  Beşer hayatını tanzime yönelik Kur'ân-i Kerîm.

Bu üc kitabın hepsi de ancak doğruyu yazar ve gerçeği yansıtır. Me­lekler günah işlemezler, onların hilkat defterinde bencillik, ihtiras, nefis ve benzeri sıfat ve duygular yoktur. Ancak Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederler ve emrolundukları hususları kusursuz yerine getirirler. O bakımdan on­ların tesbit edip yazdıklarında hic şüphe yoktur.

Levh-i Mahfuz, ilâhî ilimle hazırlanmıştır. Allah'ın ilmi yanılmayacağı-na göre, orada herhangi bir yanlışlığın olması söz konusu değildir.

Kur'ân-ı Kerîm ise, Allah sözüdür. Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla indirilmiş­tir, İndirildiği gibi, hem lâfzı, hem mânası Resûlüllah'ın (A.S,) kalbine nak­şedilmiş ve nakşedildiği gibi yazılmış, yazıldığı gibi ezberlenmiştir. O ba­kımdan Kur'ân'da yer alan tehditler ve müjdeler bütünüyle adalet ölçü­lerine göredir. Âhirette hiç kimse haksızlığa uğramaz ve hic kimse mağdur edilmez. Herkes dünyada işlediğinin ancak karşılığını görür.

Kitabın hak ile konuşması: Bütünüyle adaleti, doğruyu, iyiyi, yararlı olanı yansıtması ve zararlı olan şeylerden kaçınmayı telkîn ve tavsiye et­mesi ile yorumlanabilir. [98]

 

İnkarcılar Bilgisizlik Ve Gaflet İçindedirler

 

<Ne var ki» onların (o inkarcı sapıkların) kalp-leri bundan bilgisizlik ve dalgınlık içindedir..»

Cenâb-ı Hak, hayırlı kişilerin beş önemli özelliğini açıkladıktan son­ra inkarcı gafillerin beş sıfatını sıralayarak uyarıcı, aydınlatıcı ve yönlen­dirici mahiyette bir kıstas ortaya koymaktadır. Şöyle ki :

1—  Allah ve hak din hakkında bilgisizlik ve gaflet içindedirler.

2—  Maddeyi amaç seçip haktan yüz çevirmişlerdir.

3—  Refah ve bolluğun verdiği geçici mutluluğun şaşkınlığı ve şıma-rıklığıyla kalp ve kafaları meşguldür.

4—  İlâhî sözler üzerinde durup düşünmezler,  kafa' yormazlar.  Ön­yargının esiridirler.

5—  Hz. Muhammed'in (A.S.) seçkin ve yüksek şahsiyetini pek bilmez­ler ve tanımazlar.

Bu beş sıfatın doğurduğu ruhî maraz sebebiyle inkarcı maddeciler akşam olup biraraya geldiklerinde, Allah, din, peygamber, nriü'min, din âlimi ve ibâdet aleyhinde bulunup çok yakışıksız sözler sarfederler. 66. âyetle bilhassa bu sonuca dikkatler çekiliyor.

Cenâb-ı Hak hidâyet vermiyecek olursa, onlardaki bu derunî marazın tedavisi çok zordur. Nitekim 70. âyetle bu hususa işaret ediliyor.

İnkarcı şımarıkların dünyadaki bu tutum ve davranışlarına karşılık âhirette verilecek ceza da o nisbette değişik ve üzücüdür. İlgili âyetlerle sözü edilen cezanın beş safhası şöyle sıralanmaktadır:

a)  İleri gelen şımarık inkarcıları azap yakalayınca, sızlanmaya baş­larlar.

b)  Onlara :   «Bugün  sızlanmanızın,  yardım   beklemenizin   hiçbir fay­dası yoktur» denilecek ve bu onların sızlanmalarını tam bir ümitsizliğe çe­virecektir.

c)  Sonra da onlara şu husus hatırlatılacak: «Âyetlerimiz size okunuyordu, ama siz onu onurunuza, gururunuza yediremiyordunuz da ökçeniz üzerine gerisin geri dönüyordunuz.» Bu hatırlatma da onlara, bütün fır­satları elden kaçırdıklarının bir başka delili olarak ortaya konacak ve ve­rilen azabın âdil olduğu gösterilecektir.

d)  Arkasından bir diğer husus daha onlara hatırlatılacak :  «Gecele­yin yakışıksız sözler söyleyerek ökçeniz üzerine gerisin geri dönüyordu­nuz.» Kalplerinizdeki karanlık sizi ileriye değil, hep geriye çekip haktan uzaklaştırdı. Ondan uzaklaşınca da bâtılın karanlığına gömülüp gittiniz. İşte bugünkü elim ve hazîn durumunuz, o karanlığın tabii neticesidir.

e)  Size ve âlemlere rahmet olarak gönderilen ve Allah'ın son mesa­jını teblîğ ile görevli bulunan Hz. Muhammed'de (A.S.) cinnet mi var di­yordunuz. Oysa cinnet ve şaşkınlık sizin benliğinizi sarmıştı; bundan ha­beriniz yoktu.  Bugün, dünya  hayatında  aklını  imânıyla  birleştirip doğru yolu seçenlerde cinnet olmadığını görüyorsunuz. [99]

 

Hak, Kimselerin  Hevesine Uymaz

 

«Eğer Hak onların heveslerine uymuş olsaydı, elbette göklerle yer ve ikisinde bulunanlar (düzeni bozulup) alt-üst olurdu..»

Âyette geçen «hak» sözü iki yoruma imkân vermektedir. Birincisi: Cenâb-f Hakk'ın, ikincisi: Kur'ân'ın kasdedildiğine yöneliktir. Birinci yo­ruma göre, âyet şöyle manalandırılır: Eğer Cenâb-ı Hak, kâinatı belli plân ve programa göre kurduktan, denge ve düzeni sağladıktan sonra inkarcı gafillerin, sapık müşriklerin arzu ve heveslerine uysaydı, ne yerle gök ka­lır, ne de düzen ve denge devam ederdi. İkinci yoruma göre ise, âyet şöy­le manalandırılabilir: Eğer indirilen Kur'ân müşriklerin arzulan ve heves­leri istikametinde tertiplenip indirilseydi, bu her yönüyle kâinat düze­nine ters düşer, Kur'ân-ı Kerîm kâinatın plân ve programını yansıtmaz, in­sanlık için kurtarıcı bir reçete olmaktan çok uzak kalırdı. O takdirde de indirilmesinin amaç ve hikmeti olmaz, Allah'ın abes ile iştigal ettiği sonu­cu ortaya çıkardı. Oysa Cenâb-ı Hak mutlak ilim ve hikmet sahibidir. Hiç­bir şeyi boş ve anlamsız yaratmadığı gibi, kâinatı da rastgele var kılma­mış, şaşmayan kanunlara, değişmeyen plânlara bağlamıştır. O bakımdan ilâhî düzen kimselere uymaz, sünnetullah başkalarının hevesine göre te­celli etmez; ama herkes o düzene uymak, sünnetullahla uyum sağlamak zorundadır.

Mekkeli müşriklerin bir diğer gaflet ve şaşkınlığı da şöyledir: Cenâb-ı Hak, hem son peygamberi Mekke'den seçip görevlendirdi, hem de son mesajı olan Kur'ân'ı Arapça olarak indirdi. Aynı zamanda o bölge halkı­na bu kitapta yer verilerek isimlerinin kıyamete kadar anılmasına sebep kıldı. Şüphesiz düşünebilen, aklını kullanıp ilerisini görebilenler için bu çok büyük bir lütuf ve şereftir. Ne yazık ki, o günkü müşrikler ve özellik­le Kureyş Kabilesi'nin ileri gelenleri bu gerçeği anlayamadılar; kalplerini açıp ona koşaoaklan yerde, ondan yüz çevirdiler. 71. âyetle bilhassa bu incelik üzerinde durulmakta ve yaşamakta olan Araplar uyarılmaktadır. [100]

 

İnkarcının Mantığı

 

Maddeci inkarcının mantığı, çok ters ve yanıltıcıdır. Zira onlara göre, kâinatta bir düzen varsa, bu tesadüflerin biraraya gelmesinin tabii neti­cesidir. Aslında düzeni de, düşünceyi de madde doğurmaktadır.

Böylece inkarcılar bu iddiadan hareketle fizikötesi diye bir kavram kabul etmezler. Oysa onların bu hatalı veya ters mantıkları isabetli olsay­dı, tesadüflerin oluşturduğu düzenin milyar seneler devam etmesi mümkün olur muydu? Onu oluşturup düzene sokan ve devamını sağlayan yüce kudret olmamış olsaydı, başka başka tesadüfler neden bu düzeni değiş-tirememekte, neden bir fazlalık veya noksanlık doğuramamaktadır? Ne­den her şey belli bir amaca yönelmiş, yüklendiği programı şaşmadan, ak­satmadan yerine getirmektedir? Tesadüfün bundaki payı ve tesiri ne ola­bilir? Hem neden eşyanın hiç biri başıboş ve amaçsız değildir? Eğer orta­da nâzım rol oynayan tesadüfler ise, başıboşluk, gayesizlik onun tabii so­nucu olmaz mı?

İşte Kur'ân bu hassas noktaya dokunuyor ve onların iddia ettiği gibi birtakım varsayımların yerinin olmadığına dikkatleri çekiyor ve şöyle nok­talıyor : «Eğer hak onların heveslerine uymuş olsaydı, (yani işi tesadüf­lere bıraksaydı) elbette göklerle yer ve ikisinde bulunanlar alt-üst olurdu.»

Böylece «hak» kavramı her türlü tesadüfü, başıboşluğu, plansızlığı, proğramsızlığı reddetmekte ve beşer aklını mutlak düzende hâkim olan kudrete çevirmektedir. [101]

 

Kimseden Haraç Da İstenmiyor

 

«Yoksa (ey Muhammed!) sen onlardan bir haraç mı istiyorsun? Rabbin vereceği ücret (çok daha) hayirlıdır. O, rızık verenlerin de hayırhsıdır.»

İnsana yakışan, ilâhî hoşnutluk doğrultusunda kimselerden bir ücret istemeden, beklemeden seviyeli hizmetlerde bulunmaktır. Şüphesiz ki ki­şinin bu düzeye gelebilmesinin birtakım şartları vardır: Önce sağlam imâ­na sahip olma, nefis ve İblîs'i aitetme, dünyaya getirilişin hikmetini anla­ma gelir.

Başta Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz olmak üzere bütün peygam­berler bu fazîlet çizgisinden bir milimetre olsun ayrılmamışlardır. Ne yazık ki, gerek dünün Mekkeli sapık müşrikleri, gerekse günümüzün materya­list şaşkınları konuya bu açıdan eğilmemişler ve Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel ihtirası uğruna böyle bir macera veya mücadeleye atıldığını iddia ederek hem kendilerini, hem kendilerine uyanları yanlış yoldan bir çıkma­za sokmuşlardır.

Böylesine sakat, gerçek dışı bir tutum ve anlayışın birtakım neden­lerinin bulunduğunu unutmamak gerekir. Onları şöyle özetliyebilirjz:

a)  Onlara göre, tek değer ölçüsü paradır. Hiç kimse böyle bir değe­ri dikkate almadan yola çıkmaz.

b)  Madde ve kimine göre düşünce esastır. Bu iki felsefî görüş de in­sanı kutsal değerlerin tamamından, ahlâk ve fazîlet ölçülerinden uzaklaş­tıracağından, ortada sadece maddî menfaat ve kişisel çıkar kalır.

c)  Yine onlara göre, Allah ve din kavramları, korku neticesi ortaya çıkmış ve birtakım açıkgözler halkın bu temayül ve zaafından yararlan­mışlardır.

Böyleee para ve maddeyi ön plânda tutup başka bir değer ölçü ve kıstası tanımayan inkarcıları hidâyet çizgisine getirmek ve fazîlet müca­delesi veren büyük mürşitleri onlara kabul ettirmek hayli zordur.

72 ve 73. âyetlerle bilhassa inkarcı maddecilerin sağduyudan uzak tutumları kınanıyor ve gereken ilâhî uyarılar yapılıyor. [102]

 

Felâket Kısmen Uyarıcı Olur

 

«Eğer bizonlaramerhamet edip de üzerlerine çöken sıkıntıyı kaldırıversek, yine de azgın­lıklarında inat edip bocalar dururlar.»

İnkarcıların başına büyük felâket gelince, inkârda bir duraklama dev­resine girerler. Felâket kalkınca inkâr ibresi yine eski yerine döner. Zira kişinin beyni küfür ve madde ile iyice yıkanınca, yıkılması çok zor önyar­gı oluşturur. Böylece elektronlar atom çekirdeğinin etrafında durmadan dinlenmeden döndüğü gibi, onlar da inkâr çekirdeğinin çevresinde döner dururlar.

Nitekim Mekkeli putperestleri ne kıtlığın sıkıntı ve üzüntüsü, ne de Bedir Savaşı uslandırabilmişti. Cenâb-ı Hak ilgili 76 ve 77. âyetlerle on­ların o günkü katı tutumlarını tasvir ederek şöyle buyurmaktadır:

«And olsun ki biz onları azap ile ya kal ay iver mistik de (buna rağmen) yine Rablarına boyun eğmemiş, yalvarıp yakarmamışlardı. Sonunda üzer­lerine şiddetli bir azap kapısı açtığımızda, ansızın şaşınverdiler de ümit­sizliğe kapıldılar.»

Putperestlerin bu elim sonucu özetlenirken, yaşamakta olan inkarcı maddecilerin gözleri önüne ibret ve öğüt alınacak tarihî bir tablo konu­yor. [103]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Rablarından derin saygı ile korkan mü'minlerin bazı vasıflarına yer verildi. Sonra da dinî tekliflerin beşer takatıyla oran­tılı olduğuna dikkatler çekildi. Arkasından bu gerçekleri idrâk edemiyen ve her şeye rağmen inkâr ve ahlâksızlıkta ısrar eden şaşkınların derin bir gaflet içinde bulundukları konu edilerek hayatını böylesine bir hiç uğru­na harcayanların âhirette uğratılacakları elim sonuç ibretli bir tablo ha­linde ortaya konuldu. Böylece yaşamakta olan maddeciler bir kere daha uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, her biri ilâhî damgayı taşıyan birer belge olarak kulak, göz ve gönül üzerinde duruluyor. Sonra da yeryüzüne getirilip bel­li bir plâna göre yayıldığımıza dikkatler çekilerek Allah'ın varlığına ve bir­liğine delâlet eden ve akla ışık tutan bazı fiziksel kanunlara parmak ba­sılıyor. Arkasmdan kâinat düzeninde yer alan sistemlerin kim tarafından yaratıldığı birer soru şekline sokuluyor ve cevabı eklenerek putperestler uyarılıyor.  [104]  

 

M E Â L I :

 

78— o ki size kulağı, gözleri, gönülleri yarattı; ne de az şükrediyor­sunuz!.

79—  O ki sizi yeryüzünde yaratıp yaydı ve ancak (dirilip) O'nun hu­zurunda biraraya getirileceksiniz.

80—  O ki diriltir ve öldürür; gece ile gündüzün değişip durması, O'nun (koyduğu şaşmayan kanunlar) iledir. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?

81—  Bilâkis öncekilerin dedikleri gibi dediler:

82—  «Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz  zaman  diriltilip kaldırılacak mıyız?

83—  And olsun  ki, biz de, bundan önce babalarımız da bununla va'dolunmuş (tehdîd edilmişlik. Bu öncekilerin masallarından başkası de­ğildir» dediler.

84—  De ki: «Yerküre ve içinde olanlar kime aittir? Eğer biliyorsanız (haydi cevap verin).»

85—  «Allah'a aittir» diyecekler. De ki: «Artık iyice düşünmez misi­niz?»

86—  De ki: «Yedi göğün ve o büyük Arş'ın Rabbı kimdir?»

87—  «Allah'tır» diyecekler. De ki: «O halde (O'ndan korkup inkâr ve sapıklıktan) sakınmaz mısınız?»

88—  De ki: «Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin mülkü ve tasar­rufu kimin elindedir? O, güven verip korur, kendisi korunmaya muhtaç de­ğildir.»

89—  «Allah'ın elindedir» diyecekler. De ki: «O halde nasıl nereden büyüleniyorsunuz?!»

90—  Evet, biz onlara hakkı (doğruyu ve gerçeği) getirdik ve onlar cidden yalancıdırlar.

 

Allah'ın Varlığına Aklî Deliller

 

«°ki size kulağı, gözleri, gönülleri yaratıp verdi; ne de az şükrediyorsunuz!»

Cenâb-ı Hak, mü'minle kâfirin belirgin özelliklerini açıklayıp her biri­ne inanç ve amelinin karşılığını noksansız vereceğine; ölmeden dönüş yapanları affedeceğine değindikten ve böylece vicdana ve sağduyuya seslendikten sonra, kendi varlığına, birliğine ve kudretinin her şeyin üstünde hükümran bulunduğuna delâlet eden aklî delilleri sıralamaktadır.

Kulak, göz ve gönül: Üç büyük nîmet. Kulak ilecgöz kalbin ve bey­nin iki alıcı antenidir. Beynin çalışması, eşyayı idrâk etmesi ancak duyu­larla mümkündür. Beyin ile kalbi bir an için insandan çekip alın, ge­riye şuursuz et, kemik ve sinir yığını kalır. O iki alıcı anten olan ku­lak ile gözü çekip alın, beynin çalışma düzeni bozulur ve dış âlemle irti­batı  kesilir, arzulanan sonucu veremez olur.

Günümüzde teknik alanda geliştirilip insanların hizmetine sunulan bilgisayarların en gelişmişi bile beynin karşısında çok basit kalır. Ama unutmamak gerekir ki, bir bilgisayar kendiliğinden ve tesadüflerin peş-peşe gelmesiyle hiçbir zaman vücut bulmaz. Onun çok üstünde kıyas ka­bul etmez bir mükemmellikte olan insan beyninin kendiliğinden veya te­sadüflerin biraraya gelmesi neticesinde oluştuğunu söyleyebilir miyiz? Milyarlarca eşyanın rengini, şeklini, sesini ve diğer özelliklerini kendinde arşivleyip muhafaza etmesi neyi ifade ediyor veya bize neyi hatırlatıyor? O milyon ve milyarlarca eşyadan birini aklımıza getirmek istediğimizde be­yin otomatikman harekete geçiyor salise denilecek kadar kısa bir zaman parçası içinde onu arşivden alıp gözlerimizin önüne koyuyor.

İşte kulak, göz ve gönül, diğer bir tabirle kalp ve beyin bütün özel­likleriyle ve erişilmez hizmetleriyle insan aklına seslenerek : «Bizi yaratan o çok yüce kudret elbette ki birdir, öncesiz ve sonrasızdır; gücü her şeye yeter. Bizler sadece O'nun kudret damgasını taşımakta ve yine o kudre­tin tecellisiyle hizmet etmekteyiz. Ne de az şükrediyorsunuz!» şeklinde fısıldıyorlar.

Vücudun idare merkezi olan beyin ile ruh arasındaki ilgi, elektronik bir cihazla elektrik akımı arasındaki irtibata benzerlik arzeder. Bu da ru­hun esrarengiz gücünü, beynin de mükemmel bir plâna göre düzenlendi­ğini gösterir.

Beynin diğer birkaç özelliğini de dikkate alırsak, bizi daha çok o ye­gâne yaratıcı olan Cenâb-ı Hakk'a yaklaştırır. Şöyle ki :

a)  Beyin bütün hareketlerimizi düzenler.

b)  İşler ve davranışlar için ruhumuzdan aldığı direktifle emir verir.

c)  Beyin 10-20 milyon kadar sinir hücresinden meydana gelmiş ben­zersiz bir cihazdır. O bakımdan bütün duyularımız sinirler yoluyla beyin­de toplanır.

d)  Beyin akıl, düşünce, belleme, istem, duyma, kavrama gibi çeşitli zihin faaliyetlerinin  merkezidir.

Böylesine sistemli, düzenli, uyumlu programlanan bir cihazın elbette bir yapıp yakıştıranı, düzenleyip ortaya koyanı vardır. O da Kur'ân'ın be­yanıyla, Cenâb-ı Hak'tır. [105]

 

Diriltip Yeryüzüne Yayan O'dur

 

«O ki sizi yeryüzünde yaratıp yaydı ve ancak (dirilip) O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz.»

İnsan yaratılmadan önce, onun yaşayabileceği bir dünya yaratılıp ha­zırlanmıştır. Öyle ki, önce dünya birçok jeolojik dönemler geçirmiş, yer­altı ve yerüstü kaynaklan hazırlanmış, sonra bitkiler ve hayvanlar yara­tılmıştır. Arkasından ilk insan Adem (A.S.) yaratılarak hazır bir sofra an­lamında olan yeryüzüne indirilmiştir.

İnsanın çoğalıp yeryüzüne yayılması ise, ayrı bir araştırma konusu­dur. Önceleri tek parça halinde olan kara parçasının bölünmesiyle kıta­ların meydana geldiğini isbatlayan hayli bilimsel araştırmalar ve tesbitler vardır. Plânlayıcı ve düzenleyici olan Allah (c.c), insanlar biraz çoğalıp o tek kara parçası üzerinde hayatlarını sürdürmeye çalışırlarken, onu bölüp ayırdı, bugünkü kıtaları meydana getirdi. Böylece her kıta üzerine rastla­yan insan topluluğu o kıta üzerinde yerleşip kaldı. Gerçi Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları komşu olduklarından birinden diğerine göç kolay olmuş­tur. Ama Amerika ve Avusturalya kıtalarına göç edildiği düşünülemez. Asya kıtası her ne kadar medeniyetin beşiği sayılırsa da, bu medeniyetin binlerce yıl önce Amerika ve Avusturalya'yı keşfedecek teknik imkânlara sahip olmadığı kesindir.

İlgili âyetle araştırıcılara ipucu veriliyor: İnsanları yaratıp yeryüzüne yayanın ve böylece dünyadaki kara parçalarını boş ve muattal bırakma­yanın Allah olduğu hatırlatılıyor. Sonra da kıtalar üzerine yayılan insan­ların ancak âhirette Allah'ın huzurunda toplanıp biraraya gelmelerinin mümkün olduğu ayrıca belirtiliyor. [106]

 

Gece İle Gündüzün Değişmesi Dirilme İle Ölmenin Birbirini Tamamlaması

 

«O ki diriltir ve öldürür. Gece ile gündüzün değişip durması, O'nun (koyduğu şaşmayan kanunlar) iledir. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?»

İlgili âyetle, gece ile gündüzün değişmesi belirtilirken, akla ışık tutu­larak ana fikir veriliyor; değişmenin sebep ve hikmeti üzerinde araştırma yapmamız bize bırakılıyor. Zaten ilâhî metotlardan biri de, insan aklını iyi­ce harekete geçirmek ve önemli konularda hareket noktasını belirlemek için temel bilgi vermektir. Çünkü Kur'ân ne bir fizik, ne de astronomi ki­tabıdır. O bütünüyle insan hayatının her bölüm ve safhasıyla içice olan ve her iki hayatı bütün hikmet ve amaçlarıyla tanıtan Allah'ın son mesajıdır. Verdiği ana fikirler, temel bilgiler, ilâhî olduğunun bir başka delii ve bel­geleridir. Onları bu açıdan değerlendirdiğimiz nisbette gerçeğe yönelmiş oluruz.

Burada bir de çok inoe, fakat kapalı bir benzetme söz konusudur: Ge­ce ile gündüzün birbirini izleyip değişmesine, hayat ile ölümün birbirini iz­lemesi benzetiliyor. Böylece ölümden sonra mutlaka ikinci hayata kalkıla­cağına işaret ediliyor. Bu durumda aklımızı iyice kullanmamız gerekmek­tedir. [107]

 

Ölüp, Toprağa Dönüştükten Sonra Dirilmek

 

«Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman diriltilip kaldırılacak mıyız?» dediler.»

Cahiliye devri putperest müşrikler; hayatı, doğup büyüme, yeyip içme, evlenip çoğalma ve sonra da ölüp yok olma şeklinde arılıyorlardı. Çünkü bilgileri, kültürleri bu sınırın ötesine uzanamıyor, fasit bir daire içinde dö­nüp dolaşıyordu. Kur'ân-ı Kerîm hem onların, hem de her çağda yaşamak­ta olan inkarcıların akıllarını ve idrâklerini harekete geçirmeye yönelik belgeler ortaya koyuyor. Konuya bilimsel açıdan yaklaşmalarına imkân ve malzeme veriyor.

Günümüzdeki materyalistlere gelince, inkâr konusunda putperest müşriklerle ortak noktaları olmakla beraber, Allah'ı inkâr hususunda fel­sefî yollardan hareketle konuya bilimsel bir renk vermeleriyle, onlardan ayrılırlar. Materyalistlere göre, insan tesadüflerin oluşturduğu bir canlı­dır. Madde temel esastır, aynı zamanda düşüncenin yaratıcısıdır. Onlar bu açıdan hareketle her türlü varlığın temel formlarının zaman ve mekân ol­duğunu kabul ederler. Onlara göre, zaman dışı bir varlık ne kadar saçma ise, mekân dışı bir varlık da o kadar saçmadır.

Böylece zaman ve mekân dışı kabul edilen Allah'ı inkâr ederler ve âhiret diye bir ikinci hayatın söz konusu olamıyacağını savunarak hayatta her şeyin zıddına dönüşeceğini delil olarak gösterirler.

Görüldüğü gibi, dünün inkarcı şaşkını bilgisizliğinin kurbanı; bugü­nün inkarcı materyalisti sosyalist felsefenin kurbanı olmuştur. [108]

 

Takriri Sorular

 

«De ki: Yerküre ve içinde olanlar kime aittir? Eğer biliyorsanız (haydi cevap verin).»

Cenâb-ı Hak insan aklına malzeme ve ipucu olacak belgeleri ortaya koyduktan sonra, başka türlü bir cevabın hiçbir zaman aklî ve ilmî olamı-yacağına dikkatleri çekmek için inkarcılara takriri mahiyette üç soru yö­neltiyor :

1—  Yerküre ve içinde olanlar kime aittir? Yani bunlar kimin eseri­dir; plân ve programı, düzen ve dengeyi sağlayan kimdir? Artık iyice dü­şünmez misiniz?

2—  Yedi göğün ve o büyük Arş'ın Rabbı kimdir?

Sayılarını dahi kesin bilmediğimiz yedi gökte oluşan yıldızlar ve sis­temleri belli bir düzenlemede tutan, aralarında çekim kuvvetini oluşturup mutlak denge sağlayan hangi kudrettir? Görüldüğü gibi her şey kâinat planındaki yerini almış, programlandığı hizmete yönelmiştir. Bu durumda Allah'ı inkâr etmenin makul ve mantıkî bir yanı var mıdır?

3—  Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin mülkü ve tasarrufu kimin elindedir? O (Allah) güven verip korur, kendisi korunmaya muhtaç değil­dir.

Belli bir statüye göre kâinat sevk ve idare ediliyorsa, elbette onu sevk ve idare eden bir kudret söz konusudur. Kurulup devam eden bir düzen varsa, mutlaka onu kuran ve devam ettiren Hakîm-i Mutlak vardır. O hal­de inkarcıyı ve maddeciyi büyüleyen felsefenin değer ölçüsü nedir? Hak bütün açıklık ve parlaklığıyla meydanda dururken; binlerce belge O'nun varlığına delâlet ederken; yokluğunu isbat etmek için delil ve belge ara­manın anlamı ne? Çünkü yokluğuna delâlet eden hiçbir delil ve belge mevcut değildir.

Ne \/ar ki, Mekkeli müşrikler, Allah'ı büsbütün inkâr etmiyor, ancak O'nun kemal sıfatlarını, kudretinin sınırsızlığını bilemedikleri için putlara sarılıyor, onları kendileriyle Allah arasında araoı kabul ediyorlardı. O ba­kımdan yukarıda takriri mahiyette geçen her üç soruya da şöyle oevap verecekferini yine Cenâb-ı Hak bize açıklıyarak onların Allah hakkındaki

bilgi ve anlayışlarının ölçü ve seviyesini yansıtıyor:

a)  De ki: «Yerküre ve içinde olanlar kime aittir?» «Allah'a aittir» di­yecekler.

b)  De ki: «Yedi göğün ve o büyük Arş'ın Rabbi kimdir?» «Allah'tır» diyecekler.

c)  De ki: «Her şeyin mülkü ve saltanatı kimin elindedir?» «Allah'ın elindedir» diyecekler.

Günümüzün inkarcı maddecileri ise, daha katı ve değişik bir küfür içindedirler. Çünkü onlara göre, Allah diye bir varlık yoktur. Gökler de, yer de ve onlarda bulunan bütün şeyler de tesadüflerin oluşturduğu sistem­lerdir. [109]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ın kudretinden kaynaklanan, sanatının iz­lerini taşıyan kulak, göz ve gönül üzerinde duruldu. Sonra da yeryüzüne yayılan insanların kıtalar üzerinde bulunmalarına dikkatler çekildi. Ayrıca Allah'ın varlığına delâlet eden bazı belgeler konu edildi.

Allah'ın ortağı, dengi ve benzeri bulunmadığı haber verilerek akla ışık tutuluyor. Birden fazla ilâh bulunsaydı, bugünkü düzenin ayakta durma­sının mümkün olamıyaoağı belirtilerek bu konu üzerinde iyice düşünme­miz ilham ediliyor. Sonra da Allah'ın her türlü beşerî ve noksan sıfatlar­dan pâk ve yüoe olduğu ifade edilerek «Tevhîd İnancı» nın korunmasına işarette bulunuluyor. [110]

 

Meali:

 

91—Allah hiçbir çocuk edinmemiştir. O'nunla beraber hiç bir ilâh da yoktur; böyle olsaydı her ilâh yarattığını alıp (bir yana) giderdi de kimi ki­mine üstün gelirdi. Allah onların vasfedegeldiklerînden pâk ve münez­zehtir.

92— Gaybı da, hazır olanı da bilendir; onların ortak koştukları şey­lerden çok yüoedir.

 

Allah'a Çocuk İsnat Eden Şaşkınlar

 

«Allah hiçbir çocuk edinmemiştir..»

Cahiliye devri Araplarının bir kısmı meleklerin Allah'ın kızları olduğu­nu iddia ettikleri gibi, Yahudilerden bir mezhep Üzeyir'in, Hıristiyanlar ise, Isa (A.S.)ın Allah'ın oğlu olduğuna inanırlardı.

Üzeyir, kaybolan Tevrat'ı yeniden derleyip ortaya çıkardığı için; İsâ (A.S.) da hem babasız doğduğu, hem de ölüleri dirilttiği ve yine Hıristiyan­ların iddiasına göre, çarmıha gerildikten üç gün sonra dirilip görüldüğü için ikisinin de ulûhiyet vasfı taşıdıkları inancına varılmış ve böylece Allah ve Peygamber hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan o insanlar, din adı­na en büyük günahı işlemişlerdir.

İlgili âyetle bu ve benzeri sakat inançlar reddedilmekte, ulûhiyet sı-nırıyla ubudiyet sınırının birbirine karıştırılmaması emrediimektedir.

Zira evlât edinmek bir ihtiyaçtır, aynı zamanda neslin devamını sür­dürmeye yönelik bir duygudur ki, canlıların mayasına enjekte edilmiştir. Allah (c.c.) ise, yaratılan bir varlık değil, yaratandır. Aynı zamanda önce-siz ve sonrasızdır. Onun hakkında bir soy-sop düşünülemiyeceği gibi, ev­lât edinme de düşünülemez. Aksi halde illet ve malûl halkaları birbirini iz­leyerek sonsuza dek uzanıp gider ve hiçbir olumlu netice almak mümkün olmaz. Oysa Allah ilk illettir ki ona akaitte: «İllet-i Ulâ» deniliyor. Böylece illet-malûl zinciri ona kadar uzanıp son bulur. O'nun üstünde bir illet söz konusu olamaz. Aksi halde fasit bir devr-i dâim başlar ve gider.

Allah'tan başka ilâh yoktur:

Kur'ân-ı Kerîm 91. âyetle yine Allah'ın varlığını, birliğini bütün sade­liğiyle korumak için aklî ve mantıkî düzeyde delil getirerek birden fazla ilâh inancını kökünden yıkmaktadır. Şöyle ki:

a)  Allah'tan başka ilâh olsaydı, her ilâh kendine has fiil ve tasarru­fuyla ve kendine mahsus koyduğu kanunlarla yarattığı  mahlûkatı daha üstün kılmaya yönelir ve diğer ilâhlara karşı üstünlük sağlama yollarını arardı. Böyle bir durumda bugünkü mutlak düzen olmaz, kâinatın plânı alt-üst olurdu. Kâinat düzeninin şaşmayan belli kanunlarla devam etmesi, bir tek ilâh'ın varlığının başlıca belge ve delilidir.

b)  Şüphesiz çok ilâh ortamında sonu gelmeyen bir rekabet ortaya çıkar, biri diğerinden üstün gelmeye çalışır ve derken sonu gelmeyen sa­vaşlar başgösterirdi. Öyle olunca da nizam-i âlem yıkılıp belirsiz hale ge­lirdi. Zira bir ülkede birden fazla hükümdar yaşayamaz.. Nizam-i âlemin sapmadan, bozulmadan devam etmesi, sadece bir tek üstün kudretin var­lığını yansıtmaktadır. [111]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın birliğine delâlet eden belgelere yer ve­rildi. O'nun her türlü ortak ve benzerden münezzeh olduğu açıklanarak beşer aklına ışık tutuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, bunca açık delil ve belgelere rağmen hâlâ inkâr­da ısrar edenlere bir azabın yakında geleceği konu ediliyor. O bakımdan müşriklerin işleyegeldikleri kötülüklere iyilikle karşılık vermekte yarar bu­lunduğu üzerinde durularak İslâmiyetin hep İyilikten yana olduğuna işa­ret ediliyor. Sonra da şeytanın vesvese ve sürtüşlerinden Allah'a sığınmamız emrediliyor. Arkasından, asıl pişmanlığın öldükten sonra duyulacağı ve inkarcıların gerçeği öğrenince dünyaya geri döndürülme isteğinde bulu­nacakları belirtilerek, ölmeden önce dönüş yapmanın gereği hatırlatılıyor.

Âhiret âleminde soy-sop bağlarının kesileceği ve herkesin kendi amel ve niyetiyle başbaşa kalacağı haber verilerek, hısım ve yakınlardan dolayı günaha girmenin, küfrü benimsemenin büyük bir hata olacağına dikkat­ler çekiliyor. [112]

 

Meali:

 

93—  De ki: «Rabbim! inkarcıların va'dolunduklan azabı  bana  elbet­te  göstere ceksen,

94—  Rabbim! beni o zâlim topluluk arasında bulundurma.»

95—  Şüphesiz  ki   (Peygamberim!)   onlara  va'dettiğimiz  azabı   sana göstermeye kudretimiz yeter,

96—  Sen o kötülüğü en güzeli ile savıp karşılık ver. Biz onların vas-fettiklerini daha iyi biliriz.

97—  De ki:  «Rabbim! şeytanların vesvese ile dürtüşlerinden sana sığınırım.

98—  Ve onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.»

99-100— Sonunda onlardan her birine ölüm gelince, (çaresiz kalıp Allah'ı hatırlar ve) «Rabbim! benî geri çevirin de ola ki terkettiğime karşı­lık, onu (telâfi için) iyi, yararlı amelde bulunurum» der. Hayır, bu bir söz­dür ki (temenni anlamında) söyler. Dirilip (hesap gününe) kaldırılıncaya kadar önlerine bir Berzah (dönmelerine bir engel) vardır.

101— Sûr'a üfürülünce, o gün artık aralarında soy bağları kalmaz; birbirlerinden (bir şeyler de) soramazlar.

102-103— Artık kimin terazide tartılan ağır gelirse, işte onlar kurtu­luşa erenlerin kendileridir. Kimin de terazide tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerine zarar verenlerdir; Cehennem'de devamlı kalıcılardır.

104— Ateş yüzlerini yakar da dudakları kasılarak dişleri sırıtıp ka­lır.

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Ömer (R.A.) diyor ki:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz namaz kılıyordu; ancak hangi namaz

olduğunu bilmiyorum. Üç defa «Allahu ekber kebîren», üç defa «Ve'l-ham-du lillahi kesîren», üç defa da «Ve sübhane'llahi bükreten ve asîlen» dedi ve arkasından şunu ilâve etti: «Ve euzü billahi mine'ş-şeytani min nefhini ve nefesini ve hemezihi..» [113]

«Allahım! fazla yaşlanmaktan, yıkıntı altında kalmaktan, boğulmak­tan, sana sığınırım. Ölüm anında şeytanın beni kapmasından da sana sığı­nırım.» [114]

Ashab-ı Kirâm'dan birkaç zat şöyle demişlerdir:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz uyurken ve korkulu anlarda şu sözleri söylememizi bize öğretti: «Allanın ismiyle, Allah'ın gazabından, cezasın­dan, kullarının şerrinden, şeytanların vesvese ve dürtüşlerinden, O'nun tastamam sözlerine sığınırım.» [115]

«Fatıma benden bir parçadır. Onu sıkıp öfkelendiren kimse, beni de sıkıp öfkelendirir; onu neşelendiren beni de neşelendirmiş olur. Kıyamet günü soy-sop bağları kopar, ancak benim soyum, sebepliğim ve hısımlı­ğım kopmaz.» [116]

 

Va'dedilen Azap

 

KDe ki inkarcıların va'dolundukları azabı bana elbette göstereceksen, Rabbim! beni o zâlim topluluk arasında bulundurma.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e karşı gelip küfür ve, azgınlıkta ısrar eden kavim ve milletlerin eninde-sonunda büyük bir azaba uğratılmaları sünnetullah gereğidir. Mekkeli putperestler hakka karşı gelmekte her tür­lü ölçüyü aşmışlardı. Başlarına mutlaka bir azdbın ineceği beklenmektey­di. Cenâb-i Hak, böyle bir azap inince. Peygambere, onların arasında bu­lunmaması hususunda duâ tavsiye etmektedir. Çünkü Enfal Sûresi 32. âyette açıklandığı gibi, «Sen aralarında bulunduğun halde Allah onlara azap edecek değildir.» şeklinde Allah'ın Peygamberine verdiği bir söz var­dır. Böylece Enfal Sûresi'ndeki bu âyet, konumuzu oluşturan âyeti açık­lamakta ve neticeyi açık biçimde belirtmektedir.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in on üc yıllık Mekke döneminde her şeye rağmen tam uslandırıcı mahiyette bir azap o belde halkına inme­miştir. Bir ara hüküm süren kıtlık ise, Resûlüllah'ın (A.S.) duası bereke-tiyle kaldırılmıştır. Medine'ye -hicret ettikten sonra ise. Bedir Savaşı'nda müşriklerin liderlerinden çoğunun öldürülmesi, sözü edilen azabın ilk be­lirtisi ve sonra da Mekke'nin fethedilmesiyle o azabın tamamlanması ger­çekleşmiştir.

O bakımdan Mekke'de son yıllarda saldırı ve hezeyandan bunalan mü'minlerin biraz daha dişlerini sıkmaları ve kötülüğe iyilikle karşılık ver­meleri tavsiye edilmiştir. Şüphesiz ki bu tavsiye geçici anlamda düşünül­memelidir. Zira İslâm'ın davet, irşat ve teblîğ metodu bunun böyle olma­sını gerektirmektedir. Ancak şiddete başvurup haksız yere kan akıtmak isteyen düşmana karşı, şartlar ve imkânlar elverdiği takdirde şiddet kul­lanmak farzdır; yani böyle durumlarda cihâd gereklidir. [117]

 

Kotuluge İyilikle Karşılık

 

«Sen o kötülüğü en güzeli ile savıp karşılık ver. Biz onların vasfettiklerini daha iyi biliriz.»

Peygamberin (A.S.) ahlâkı, İslâm ahlâkının değişmeyen model ve ör­neğidir. Kötülüğü önce iyilikle karşılamak, şüphesiz ki onun azgınlığa dö­nüşmesini, daha tehlikeli çizgiye gelmesini önlemeğe, aynı zamanda kalp­lerdeki kin ve düşmanlığı hafifletmeye yönelik bir metottur. O bakımdan İslâm Hukukunda «Zarar kendi misliyle giderilmez», «İki serden en hafif olanı seçilir», «İslâm'da ne zarar vermek vardır, ne de zarara karşılık za­rar vermek vardır» gibi genel hükümler yer almıştır.

Ancak kötülüğe iyilikle karşılık, hiçbir yarar sağlamaz da karşısında­kinin büsbütün şımarmasına, daha da azgınlaşmasına sebep olursa, b tak­dirde iki yol vardır: Şartlar ve imkânlar elverdiği takdirde şerri defetmek için kuvvete başvurulur. Değilse sabredilir ve böylece Allah'ın takdîr ve hükmü beklenilir. Nitekim Mekke devrinde Peygamber (A.S.) Efendimiz'in, azgınlığa dönüşen şer ve tuğyanı durdurmak için kuvvete başvuracak im­kânı yoktu. O bakımdan ilâhî takdiri sabırla bekleyip teblîğ görevini sür­dürmeye devam etti. Medine döneminde, onu kuvvetle savma imkânları doğunca, iyilik ve sabır netice vermeyince, savaş zarurî olmuştur. [118]

 

Şeytanın Vesvese Ve Dürtüşleri

 

«De ki: Rabbım! şeytanların vesvese ile dürtüşlerinden sana sığınırım. Ve onların ya­nımda bulunmalarından da sana sığınırım.»

Bu, hem cinlerden, hem de İnsanlardan olan şeytanlar ile yorumlan­mıştır. Her iki ayrı cinsin de kalp ve kafalara fısıldadıkları vesvese ve yap­tıkları dürtüşlerden Allah'a sığınmamız emredilmiştir. Zira her ne kadar âyette hitap Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e yapılmışsa da, emir umumidir.

Böyle durumlarda Allah'a sığınmanın iki ayrı yararı söz konusudur. Biri, yegâne kudret sahibi Allah'a yönelmek suretiyle O'nun tecelli edecek yardımına mazhar olmaktır. Diğeri ise, bu gibi kötü telkin ve fısıldama­lara karşı hep uyanık bulunmaktır.

Şeytanın vesvese ve dürtüşleri, zıtların sürtüşmesini hızlandırmaya, hayata canlılık vermeye ve insanlara bir bakıma hareket kazandır­maya yönelik bir hikmeti beraberinde taşımaktadır. Ancak bu hikmeti dik­kate almadan aralıksız gelen vesvese sinyallerinin tesir alanına girip, kar­şıt güç olan imân, ahlâk ve fazilet duygularını aklın desteğinde harekete geçirmeyi düşünmemek veya ihmal etmek, dengeyi bir anda bozar. Böy­lece insanın kötülük tarafı ağır basmaya başlar. İşte konumuzu oluşturan âyetle, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere mü'minlere istiâze-nin tavsiye edilmesi, içimizdeki dengenin bozulup dışımızdaki kötülüklere yol açmaması içindir. Nitekim bu inceliğe Nahİ Sûresi'nde açıklık getiri­lerek şöyle buyurulmaktadır: «Şüphesiz ki şeytanın, imân edip Rablerine güvenip dayananlar üzerinde sultası yoktur.»[119] [120]

 

Öldükten Sonraki Pişmanlık Ve Berzah Âlemi

 

 «Sonunda onlardan her birine ölüm gelince, (çaresiz kalıp Allah'ı hatırlar ve) «Rab-bım! beni geri çevir de ola ki terkettiğime karşılık onu (telâfi için) iyi-ya-rarlı amelde bulunurum» der.»

Ruh, süresi dolunoa bedeni ve bedendeki nefis havasjnı terkedip ser­best kalır ve Berzah Âlemi'nde gerçeği bütün açıklığıyla anlamaya başlar.

Orada artık şeytanın vesvese ve dürtüşleri yoktur. O nedenle İlâhî kud­retin yüceliğini daha iyi görüp kavrama İmkânına erişir. Derin bir pişman­lık içinde, imân doğrultusunda iyi-yararlı amellerde bulunmak üzere dün­yaya geri döndürülmeyi temenni eder. Ne var ki, ilâhî kanun gereği.bu mümkün olmaz ve o bakımdan dilek ve temenniler de olumlu hiçbir sonuç vermez. Zira arada bir engel vardır. Ona «Berzah» denilir.

Tasavvuf ehli, keşif ve müşahede yoluyla Berzah'ın dünya ile âhiret arasında, ruhların kıyamete kadar eyleştiği ayrı bir âlem olduğunu ve ye­di tabakadan oluşup ruhların derecelerine göre yer aldığını belirtirler.

Berzah, sözlük olarak: «engel» ve «perde» demektir. Bu engel, Ta-biîn'den Dahhak ve Mücahid'e göre, ölümle yeniden dirîlip kalkma arasın­dadır. İbn Abbas'a (R.A.) göre, Dünya ile Âhiret arasındadır. Nitekim İmam Şa'bî'nin yanında birisi, «falan adam öldü, artık âhiret ehlinden oldu» de­yince, Şa'bî'nin ona: «Hayır, henüz âhiret ehlinden olmadı, Berzah ehlinden oldu» diyerek uyarıda bulunduğu rivayet edilmektedir. [121]

 

Soy-Sop Bağının Kopması

 

«Sûr'a üfürülünce, o gün artık aralarında soy bağları kalmaz; birbirlerinden (bir şeyler de) sora­mazlar.»

Sûr'a birinci defa üfürülünce, varlık âleminde canlı adına bir şey kal­maz, hepsi ölür, ancak Allah'ın diledikleri müstesna.. İkinci defa üfürülün­ce Berzah âleminde beklemekte olan ruhlar, hazırlanan bedenlerine gelip yerleşirler ve öylece ikinci hayata kalkış başlamış olur. Artık o âlemde soy-sop bağları kopar; anne öz evlâdından, kardeş kardeşten, dostlar bir­birlerinden uzaklaşırlar, aralarındaki akrabalık bağlan çözülür. Öylece her­kes kendi amel ve niyetiyle başbaşa kalır. Biri diğerine, «sen kimsin?», «sen dostum değil miydin?» diye sormaz.

Bunun sebebi açıktır:

Hısımlık bağları merhamet ve şefkatle birleşerek dünya hayatında in­sanın içine yerleştirilmiş fıtrî bir duygudur ki, neslin devamını sağlar. Âhi-ret'te ise, nesli devam ettirme kanunu yoktur; o sebeple hısımlar arasın­daki İlgi ve irtibat da kendiliğinden kalkmış olur. Nitekim Abese Sûresi'nin 34. âyetinde bu konuya şöyle açıklık getirilmiştir: «O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. Onlardan her ki-

sinin (o gün) kendine yetecek derdi ve meşguliyeti vardır.»[122]

Saffat Sûresi 27-30 âyette : «Toplayıp sürün mahşer yerine o zulme­denleri, eşlerini, benzerlerini, yandaşlarını ve Allah'tan başka taptıklarını, hepsini Cehennem'in yoluna koyun. Ve onları (belli bir noktada durdurup alıkoyun), çünkü onlar mutlaka sorguya çekileceklerdir. Ve onlara «size ne oldu da birbirinize yardım edemiyorsunuz?» (denilir.) Hayır, onlar bu­gün (ister istemez) teslimiyet içindedirler. Birbirlerine yönelip soruşturma­ya başlarlar: Siz bize sağ taraftan (dinî açıdan) geliyordunuz derler. (Di­ğerleri), yok sîzler aslında inanmamıştınız. Bizim sizin üzerinizde bir sul­tamız olmadı, ama siz azıp sapıtan bir millettiniz derler.» şeklindeki sorma ve konuşmalar, kabirden kalkıldığı anın verdiği şaşkınlığın ilk belirtile­rinden biridir. Ondan sonra ancak Allah'ın karşılaştırıp konuşturacağı kim­seler dışında kimse kimseden bir şey sormaya pek fırsat bulamayacak, her kişi kendi nefsiyle meşgul olacaktır. [123]

 

Tartıları Ağır Gelenler

 

«Artık kimin terazide tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir..»

Kıyamet günü, ilâhî adalet bütün haşmetiyle tecelli edecek, kılı kırk yararcasına haklar tesbit edilecek, amellerin karşılığı belirlenecektir.

Adalet Terazisi'nin mahiyeti bizce bilinmemektedir. Kur'ân ve hadîs­teki anlatım bizim anlayış ve kavrayışımızı kolaylaştırmaya yöneliktir. O güne ve ilâhî azamete has bir tartı gerçekleşecek, ama keyfiyeti nasıl ola­cak bilemeyiz. O halde «mü'min olarak amellerin terazide tartılacağına İnanırız, ama  keyfiyetini bilemeyiz» der ve başko yorumda  bulunmayız.

Şüphesiz Cenâb-ı Hak, mutlak âdildir, hiç kimseye zulmetmez. O zul­mü hem kendine, hem bizim aramızda haram kılmıştır. Artık terazide iyi­likleri ağır gelenler kurtuluşa ve saadete erişecek; kötülükleri ağır gelen­ler ise, Kur'ân'ın tabiriyle «kendilerine zarar verenlerdir, Cehennem'de de­vamlı kalıcılardır.»

Böylece gerçekler ortaya çıkacak, haklı-haksız birbirinden ayırtedi-lecek; hiçbir şey gizli, kapalı kalmayacaktır.

«İyiliği ağır gelenler» tabiri bize şu inceliği öğretmektedir: Peygamberler dışında diğer bütün insanlar tamamıyla kötülük ve günahtan kur­tulamazlar; herkesin kendine göre birtakım iyilik ve kötülükleri, sevap ve günahları olabilir. Çünkü insanın hilkati, bütünüyle günah ve kötülükten sıyrılmaya müsait bir özellikte değildir. Nefis ve şeytan kötülüğe itici kuv­vetler olarak durmadan faaliyet halindedirler. Akılla birleşen imân, melek­lerin de ilham desteğiyle bunlarla devamlı mücadele durumunda bulunu­yor. O bakımdan insan için en başarılı nokta, kötülüğü imkân nisbetinde azaltmak, iyiliği ve sevabı çoğaltmaktır. Kıyamet gününde de kurtuluşa erenler, kendilerini bu noktaya getirmesini bilip becerenlerdir. [124]

 

Ceza Amelin Cinsindendir

 

«Ateş yüzlerini yakar da dudakları kasılarak dişleri sırıtıp kalır.»

Bilindiği gibi, insanı en çok günaha sürükleyen organ, dilimizdir. Ona hâkim olduğumuz, irâdemizi kullanarak onu iyi ve yararlı yönde kullan­dığımız nisbette mutlu oluruz. Küfür ve kinlerini bazan içlerinde tutup giz­leyenler; bazan da tutamıyarak dillerine dökenler, her iki âlemde de ken­dilerine yazık ederler. Kalbini küfür, kin, haset ve düşmanlıktan temizle­yip dilini imân ve aklının emrine verenler ise, kurtuluşa erenlerdir.

İlgili âyetle, birinci şıkka temas ediliyor: Dünyada diline hâkim ol­mayıp onu inkâra, kine, azgınlığa, kötülüğe ve hasede alet edenlerin göre­ceği azabın şekli belirleniyor. Böylece cezanın amelin cinsinden olduğu bir defa daha anlaşılmış oluyor. [125]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâmiyetin toplum yapısında kötülere karşı na­sıl bir metot uygulayacağı, kötülükleri iyilikle karşılayıp onları azgınlığa ve şiddete dönüştürmeye fırsat vermeyeceği belirtildi.

Bu konuda da şeytanın vesvesesinden, dürtüşlerinden Allah'a sığı­nılması tavsiye edilerek asıl amaç ve hedef belirlendi. İnkarcıların öldük­ten sonra gerçeği anlayacakları ve o yüzden dünyaya geri dönmek iste­yecekleri konu edilerek, ölmeden önce dönüş yapmanın gereği üzerinde duruldu. Sonra da Âhiret âleminde soy bağının kopacağı ve herkesin ken­di amel ve niyetiyle başbaşa kalacağı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların âhiret âleminde karşılaşacaklan ibretli bir tablo gözler önüne konuluyor. İnkarcıların şirretliklerine kar­şı sabreden mü'minlere verilecek mükâfatların o nisbette yüz güldürücü olacağına işaret ediliyor. Sonra da insanların amaçsız, hikmetsiz yaratıl­madığı ifade edilerek hilkatin hikmetini düşünüp anlamamız isteniliyor. Ve Tevhîd İnancı'nın zedelenmemesi için, Allah'ın ortağı bulunmadığı hatır­latılarak, O'ndan başkasına tapanların hesabının Allah yanında tutuldu­ğuna dikkatler çekiliyor ve sûre Allah'ın gufran ve rahmeti talep edilerek noktalanıyor. [126]

 

Meali:

 

105—  (Allah onlara): «Âyetlerim size okunurdu da onları yalan sa­yardınız, değil mi?» (buyurur).

106—  Onlar, «Rabbımız! haydutluğumuz bize üstün geldi de (doğru yoldan) sapıtan bir millet olduk.

107—  Rabbımız! bizi buradan çıkar, bir daha haydutluğa dönersek herhalde zâlimlerizdir (o zaman)» derler.

108—  (Allah onlara): «Aşağılıkla sinin orada, konuşmayın benimle» der.

109—  Şüphesiz kullarımdan bir grup, «Ey Rabbimiz! imân ettik, bizi bağışla, bize merhamet eyle; sen merhamet edenlerin en hayırlısısın» der­lerdi de,

110—  siz onları alaya alırdınız; o kadar ki (bu yaramaz haliniz) be­ni anmayı size unutturdu ve siz onlara (bakıp bakıp alaylı şekilde) gülü­yordunuz.

111—  Doğrusu ben onları, sabrettiklerine karşılık bugün mükâfatlan­dırdım. Şüphesiz ki onlar, kurtuluşa erenlerin kendileridir.

112— (Allah onlara): «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» diye sorar.

113—  «Bir gün ya da bir günün birazı kaldık, sayanlara sor» derler.

114—  Allah : «Anoak az bir süre kaldınız. Bunu (daha önce) bir bil­seydiniz ya?!» diye buyurur.

115—  Sizi boşuna, amaçsız yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceği-nizi mi sandınız?

116—  Hak hükümdar olan Allah çok yücedir; O'ndan başka ilâh yok­tur. O çok şerefli-aziz olan Arş'ın sahibidir.

117—  Allah'la beraber başka bir ilâha -bu hususta (isbatlayıcı) hiç­bir delil yokken- ibâdet edip tapan kimsenin hesabı ancak Rabbının ya­nındadır; doğrusu kâfirler kurtuluşa eremezler,

118—  De ki: «Rabbım! bağışla, merhamet eyle; sen merhamet eden­lerin en hayırlısısm.»

 

İlgili Hadîs

 

«Şüphesiz ki Allah, Cennet ehlini Cennete, Cehennem ehlini de Cehen­neme koyduktan sonra: «Ey Cennet ehli! yeryüzünde yıl sayısı olarak ne kadar eyleştiniz?» diye sorarlar. Onlarda: «Ya bir gün, ya da bir günden az bir süre» diye cevap verirler. Allah onlara: «Bir günde ya da bir günün bir bölümünde kazandığınız rahmetim, rızam ve cennetim ne güzel! Artık bu­raya temelli kalıcılar olarak girin» buyurur. Sonra Cehennem ehline so­rar: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?» Onlar da «Ya bir gün, ya da daha az bir süre» derler. Allah onlara: «Bir günde, ya da daha az bir sürede kazan­dığınız cehennemim ve gazabım ne kötü! Artık temelli kalıcılar olarak gi­rin oraya..» buyurur. [127]

 

Kıyametten Bir Safha

 

«(Allah onlara): Âyetlerim size oku­nurdu da onları yalan sayardınız değil mi? (buyurur).»

Cehennem'e kendini lâyık gören ve ateşini, azabının nüvesini bera­berinde götüren cehennemlikler orada yerlerini aldıktan sonra, Cenâb-ı-Hak onları kınayarak : «Âyetlerim size okunurdu da onları yalan sayardı­nız değil mi?» diye sorar. Onlar da itiraf-i zünûb (günahlarını gizlemeyip söylemek) suretiyle pişmanlık duyduklarını söylerler ve haydutluklarının onları nasıi bir çıkmaza sürüklediğini anlarlar, ama neden sonra. Dünya çok genlerde, iyi amellerde bulunma fırsatı elde edilemiyecek uzaklıkta kalmıştır. Artık teklîf dönemini tamamlayıp yolun sonuna gelmişlerdir. Her şey bitmiştir. O bakımdan Allah onlara : «Aşağılıkla sinin orada, konuşma­yın benimle» buyurarak onları susturur. Sonra da dünyada iken imân eden­leri küçümsedikîeri onları alaya aldıkları hatırlatılarak Cehennem'de o amellerine uygun ceza görecekleri bir defa daha tekrarlanır.

İnkarcı ahlâksızların saldın ve alayvari sataşmalarına sabredip imân ve irfanında, ahlâk ve faziletinde sebat gösterenler ise. Cennet ile mükâ-3tlandırılırlar. Böylece dünyada mü'minlerle alay eden inkarcı sapıklar, ıhirette Cehennem'de alay konusu olurlar.-

Cenâb-ı Hak Âhiret Âlemi'nden önemli bir safhayı gözlerimizin önü-ıe sererken, rahmetinin genişliği gereği, yanlış yolda olanları uyarıyor ve ilmeden önce dönüş yapmalarında sayılmıyacak kadar faydaların bulun-luğuna işaret ediyor. [128]

 

Mü'minlerin  Üç Büyük  Umudu

 

«Şüphesiz kullarımdan bir grup : «Ey Rabbımız! imân ettik, bizi bağışla, bize merha­met eyle; sen merhamet edenlerin en hayırlısısın» derlerdi de..»

Cenâb-ı Hak, Âhiret'te inkarcıların ölçüsüz söz ve davranışlarını yüz­lerine vururken, onların dünyada iken mü'minleri üç büyük umutlarından dolayı alaya aldıklarını da hatırlatıyor. Böylece kulun bütün niyet, iş ve amelinin bu üç büyük umuda yönelik bulunduğunu, diğer bir ifadeyle bu üç şeyin tek amaç olduğunu belirtiyor:

1—  Allah'a dosdoğru imân,

2—  İlâhî mağfiret,

3—  İlâhî rahmet..

Kişi yıllarca küfür bataklığında kalır ve o dönemde ne kadar kirlenir­se kirlensin, İslâm'a adım atıp Allah'a -şartlarına uygun olarak- imân et­tiği takdirde kendisine hemen «mağfiret» kapısı açılır, Böylece geçmişteki bütün günah ve kusurları bağışlanıp temizlenir. Bu temizlikten sonra ruhu, kalbi ve kafayı ilâhî rahmetle besleyip geliştirme faslı başlar. O da ancak Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini, yasaklarını bilip yerine getirmekle, gerektiği gibi ibâdet etmekle gerçekleşir.

İmândan sonra sâlih amellerden söz edilmesinin sebeplerinden biri' budur. [129]

 

İnsanın Dünyadaki Ömrü Kısadır

 

«(Allah onlara): Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diye sorar. (Onlar da): Bir gün, ya da bir günün birazı kaldık; sayanlara sor, derler.»

Dünya hayatı insan için bir hazırlık dönemidir. O bakımdan ömür kısa, yapılacak işler de ona kıyasla çoktur. Boşuna geçirilecek bir saat bile söz konusu değildir. Hele bir de onu Âhiret Âlemi'nin sonsuzluğu yanında dü­şünüp dikkate alırsak, ne kadar kısa olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Ay­nı zamanda Cennet veya Cehennem'de temelli kalmaya nisbetle insanın dünyadaki ömrü bir gün, ya da bir günden daha azdır. Ne var ki, insanoğ­lunun içindeki hırs ve hayata karşı duyduğu arzu, meşru sınırlar içine alın­mazsa, ömrün kısalığını ona unutturur da bir hazırlık dönemi içinde bu­lunduğunun farkına bile varamaz.

Hikmetsiz ve amaçsız yaratıldıklarını, hattâ dünyaya gelişlerinin bir tesadüf eseri olduğunu; öldükten sonra her şeyin bitip sona ereceğini, bir daha dirilip kalkmanın mümkün olmayacağını iddia edip duranlara gelin­ce: Bunlar inanmadıkları, ummadıkları ikinci hayata döndürüldükleri za­man büyük bir şaşkınlık gösterirler. Hakikatler bir bir anlaşılmaya başlar, ama dönüşü mümkün olmayan bir çizgiye gelmiş olurlar.

İlgili âyetlerle bu önemli safhalar en duyarlı bir anlatımla işleniyor. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti önde yürüyerek yaşamakta olan inkarcı madde­cileri uyarıyor, dünya hayatının hikmet ve amacını düşünüp anlamaları için geniş çapta malzeme veriyor. Kâfirler için kurtuluş olmayacağı duyurulu­yor. Ölmeden dönüş yapanların bağışlanacağı müjdeleniyor.

Allah'a inanmak, O'na ümit bağlamak ne büyük saadet! O'nu inkâr edip ümitsizlik içinde yaşamak ne büyük felâket! [130]

 

Kerîm Arş'ın Rabbı Olan Allah Cok Yücedir                      

 

Hak hükümdar olan Âilah çok yücedir. Ondan başka ilâh yoktur. O çok şerefi i-aziz oian Arş'în sahi­bidir.»

Cenâb-ı Hak mutlak ganîdir ve mutlak hükümrandır. O'nun hiç kim­senin imân ve ibâdetine ihtiyacı yoktur. İnsan olarak yarattığı kullarını ebedî kılmak için birtakım esaslar ve kurallar koymuştur. Çünkü O'nun her işi ölçülü, hesaplı, kitaplıdır. Düzen ve denge dışı hiçbir fiili söz konu­su değildir. O hak olan hükümdardır. Haklılık O'nun değişmeyen sıfatıdır. O bakımdan insanları ne oyun ve eğlence olsun diye, ns de boşuna, hik­metsiz ve anlamsız yaratmıştır.

Böylece ilâhî kudret ve hikmetin yüceliği anlatılırken dört tabire yer verilmektedir:

1__ Teâlî

2—  Melikü'l-Hak

3—  Lâ ilahe illâ hüve

4—  Rabbü'l-Arşi'l-Kerîm..

Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın abesle iştiğaldan, hikmetsiz fiilden, beşe­rî sıfatlardan pâk ve yüce olduğuna delâlet eder.

İkincisi, hükümdarlığında, hükmünde, adaletinde, işinde ve tasarru­funda mutlak anlamda haklılık üzere bulunduğunu gösterir.

Üçüncüsü, kâinatta bu özellik ve sıfatları hâiz başka bir ilâhın düşü-nülemiyeceğine, O'ndan başka ilâh edinilen cisimlerde hiçbir hikmet ve kudretin bulunmadığına işarettir.

Dördüncüsü, kâinatın sıklet merkezi olan ve mutlak anlamda kâinat­taki sistemler üzerinde denge sağlayan şerefli, aziz ve yüce Arş'ın sahibi bulunduğunu beyânla, hiç bir şeyin O'na denk ve benzer olamıyacağını il­ham eder. [131]

 

Allah İle Beraber Başka İlâhlara Tapanlar

 

Yukarıda sıralanan dört önemli özelliği kendinde taşıyan Cenâb-ı Hak, elbetteki ibâdet edilmeye lâyıktır. O'nun varlığına ve birliğine delâlet eden delil ve belgeler sayılmayacak kadar çoktur. Bizzat insanın kendi vücut yapısı bütün organlarıyla birlikte O'nun varlığına ve birliğine delâlet et­mekte ve her organ ancak O'nun kudret damgasını taşımakta ve yansıt­maktadır. O'ndan başka ilâh olduğunu iddia edenlerin ise, iddialarını isbat edecek hiçbir delil ve belgeleri yoktur.

Böylece Kur'ân, ilgili âyetle, Allah'ı inkâr edenleri veya ona ortak ko­şanları ilmî ve aklî açıdan isbata çağırmaktadır. İsbat edemiyecekleri ke­sin olduğuna göre, büyük bir iftirada bulunduklarından ve haksız bir da­vayı savunduklarından dolayı taşınması zor bir vebal ve günah altına gir­mişlerdir. O bakımdan onların hesabı Cenâb-ı Rabbi'l-âlemîn'in yanında görülecektir. Şüphesiz ki, kâfirler, dünyada da, âhirette de kurtuluşa ere­mezler. Çünkü inkâr bütün ümit kapılarını kapamak suretiyle dünyada so­nu gelmeyen bir şaşkınlık ve bocalamaya neden olur, Âhiret'te ise, inkarcı bütünüyle hazırlıksız geldiği için nasipsiz kalır. [132]

 

Allah'ın Mağfiret Ve Merhametini Ummak

 

«De ki: Rabbım! bağışla, merha­met eyle; sen merhamet edenlerin en hayırlı sisin.»

Dünya.ile âhiretin birbirlerini tamamlayan ve biriyle diğerinin hikmet ve amacı anlaşılıp ortaya çıkan iki değişik hayat olduğu üzerinde duruldu. Bu iki hayatı düzene sokup mutlu sonuca erişmenin yollan ve yöntemleri gösterildi. Akla ışık tutacak, düşünceleri doğruya, iyiye ve güzele çevire­cek, kalpleri yönlendirecek delil ve belgeler sıralandı. Gereken bütün uya­rılar yapıldı. İnsanı hem dünyada, hem âhirette gerçek anlamda mutlu et­mek için Cenâb-ı Hak kendine düşeni yaptı; kendisiyle kulları arasındaki yetki sınırlarını belirledi ve bütün imkânları hazırlayıp gözler önüne sere­rek kullarına düşen görevin neler olduğunu açıkladı ve onları tarîf edilen sınıra, yani hidâyet ve inayet sınırına gelmekte serbest bıraktı.

Sonra da bütün bu plân ve programların, emir ve tavsiyelerin, açıkla­ma ve beyânların iki ana hedefe yönelik bulunduğunu belirterek «gufran» ve «rahmet»ine dikkatleri çekti. Her işin, her amelin, her niyet ve azmin bu iki sıfata yönelik bulunduğu nisbette değer kazanacağını hatırlatarak buradaki mesajını noktaladı.

Böylece Mü'minûn Sûresi'ne, mü'minlerin kurtuluşa erdikleri müjde­lenerek başlandı ve nihâî amaç olarak Allah'ın gufran ve rahmetinin is­tenmesi telkîn ve tavsiye edilerek bitirildi.

Bu sûrenin tefsirini meydana getirmemizde bizi başarılı kılan, tamam­lamamıza imkân veren Yüce Rabbimize hamd olsun. Sünnetinden aldığı­mız ilhamla, anlayışımızı kolaylaştırıp idrâkimizi uyanık tutan Sevgili Pey­gamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) salât-ü selâmlar olsun.. [133]

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî:   12/102

[2] Lübabu't-te'vil :   3/300

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4066.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4066-4067.

[4] Müslim/imân: 8- Buharî/imân: 34- Ebû Dâvud/salât: 1- Tirmizî/tefsîr: - Nesâî/salât: 4, imân: 24- Taberânî/sefer

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4067.

[5] Müslim/müsafirîn: 139- Ebû Dâvud/tetavvu' : 26- Tirmizî/birr: 69- Nesaî/kıyamulleyl: 2- İbn Mâce/ahkâm: 14- Daremî/salât: 165- Ahmed: 6/54, 91, Hl, 163

[6] Nesâî/ışretünnisâ:   10-  Ahmed:   3/128,   199,  285

[7] Buharî/ezan: 93, bed-i halk: İl- Ebû Dâvud/salât: 161- Tirmizî/cumua; oy- Nesâî/sehv:  10- Ahmed:  6/7, 106

[8] Buharî/ezan:  92, edeb:   18- Müslim/salât:   117,  118- Ebû Dâvud/salât: 163- Nesâî/sehv : 9, 40- İbn Mâce/ikamet: 68- Dâremî/salât: 68- Ahmed:  3/109, 112, 115, 116, 140, 258- 5/93, 101, 108

[9] Buharî/imân: 24, cizye :  17, mezalim:  17, şehadat: 28, vasiyet: 8, edeb: 69- Müslim/imân:   106, 108- Tirmİzî/imân;   14

[10] Buharî/mevakiyt:  5, edeb :   1- Müslim/müsafirîn:  216- Tirmizî/Kur'ân: 11- Nesâî/mevakiyt: 51- Dâremî/salât: 24- Ahmed: 6/176

[11] Buharî/cihad:  4, tevhîd:   22- Tirmizî/cennet:  4- Ahmed:   2/335

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4069-4070.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4070-4071.

[13] Tefsîr-i Kurtubî: 12/103- Hakîm: Ebû Hüreyre (R.A.)den. Süyûtî bunun zayıf olduğunu belirtmiştir.

[14] Nesâî/zekât:   1-  Müslim/taharet:    i-   Tirmizî/cumua:   80,  daavat:   85-İbn Mâce/taharet:  5- Dâremî/vüdu' :   2- Ahmed:   3/321-  5/342,  343,  344

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4071-4073.

[16] Bilgi için bak:  Tefsîr-i Kurtubî: 12/106

[17] Fethü'l-Kadîr Tefsîri:  2/474

[18] Bilgi için bak : Tefsîr-İ Kurtubî:  12/107

[19] Bilgi için bak :  Tefsîri Kurtubî - 12/107

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4073-4075.

[20] Müslim/nikâh: 13- Nesâî/nikâh: 71- îbn Mâce/nikâh: 44

[21] Evtas : Mekke'ye yakın Hevazin yöresinde bir vadi ismi

[22] Müslim/nikâh:   18- Ahmed:   3/405

[23] Müslim/nikâh:  21

[24] Müslim/nikâh: 25

[25] Müslim/nikâh: 29- Buharî/mağazî :   38, zebayih    28   nikâh-   2

[26] »              »       : 31-      >               »                          s

[27] Tirmizî/nikâh:  28

[28] Sünen-i Tirmizi: 4/83- Ta'lîk kısmından özetlenerek

[29] »             »            »         »             »                »

[30] »             »        ;  4/84-      »             »                 3.

[31] Sünen-i Tirmizl :  4/84 Ta'lîk kısmından özetlenerek

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4075-4078.

[33] Geniş bilgi için bak :  Fıkıh kitapları «Nikâh-ı Rikak»    ve «Ganaim» bahisleri..

Ayrıca Ahzâb Sûresi: 50-52. ve Mearic Sûresi: 30. âyetlerin tefsiri.

[34] Geniş bilgi için bak:  Nahl Sûresi:  91-96. âyetlerin tefsiri

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4078-4081.

[36] Buharî-Müslim : Ebû Büreyde  (R.A.)den

[37] Tefsîr-i İbn Kesîr :   3/240

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4082.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4082-4083.

[40] Ebû  Dâvud/sünnet:   16-   Tirmi2Î/tefsîr:   2/7,   5/49-   Taberânî/kader:   2-Ahmed: 1/251, 299, 371- 4/186-6/441

[41] Buharî/tefsîr/39,   78-   Müslim/fiten:   141,   143-   Ebû   Dâvud/sünnet:   22-Nesâî/cenâiz:  117- îbn Mâce/zühd: 32- Taberânî/cenâiz: 49- Ahmed: 2/322, 428-3/28

[42][42] Buharî/tevhîd : 28, enbiyâ: 1, bed-i halk: 6- Müslim/kader:  16- Tirnıi-zî/kader: 4- tbn Mâce/mukaddeme:  10

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4084-4085.

[44] Bilgi için bak : Al-i tmrân Sûresi: 59, En'âm Sûresi:  2, Secde Sûresi:  7,  Sûresi:  27, Rum Sûresi: 20, Fâtır Sûresi:  11, Ğâfir Sûresi:  63, Hac Sûresi: 5, Hicr Sûresi: 26, Saffat Süresi: II, Rahman Sûresi: 14. âyetlerin tefsiri

[45] Geniş bilgi için bak: Zümer Sûresi: 6. âyetin tefsiri

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4085-4086.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4086.

[48] Mu'cemu Müfredat-i Elfazi'l-Kur'ân :  halk maddesi

[49] Kamus Tercemesi :  seli maddesi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4087.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4087.

[51] Tirmizî/et'ime: 43- Dâremî/et'ime: 20- Ahmed:  3/497

[52] İbn Mâce/et'ime: 34

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4089.

[54] Bilgi için bak : Mülk Sûresi : 30. âyetin tefsiri

[55] Rüm Sûresi :  41

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4089-4093.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4093-4094.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4094.

[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4096-4097.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/40974098.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4098.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4099.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4099-4100.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4101-4103.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4103.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4104.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4105-4106.

[68] Geniş bilgi için bak : Bakara Sûresi: 49, 50, A'raf Sûresi:  103-136, Yunus Sûresi: 75-92, îsrâ Sûresi: 101-104,

Tâ-Hâ Sûresi : 9. âyetlerin tefsiri

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4106-4107.

[70] Bilgi için bak:  Âl-i İmrân Süresi; 45-49, Nisa Sûresi:  156-171, Meryem Süresi:  16-35, Enbiyâ Sûresi: 91. âyetlerin tefsiri

[71] Matta İncil'i :  2/19-23

[72] »         »       :  4/12-14

[73] Resullerin İşleri; 6/1-15

[74] Resullerin İşleri :   12/1-7

[75] Efes mi, Kudüs mü? - Senior. Sayfa : İl/Ege Turizm Cemiyeti yayınla­rı - No:  3/1951

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4107-4109.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4109-4110.

[78] Buharî/icare:  2, et'ime:  50, enbiyâ:  29- Müslim/imân:   302, eşribe:   165-Taberânî/isti'zan:   18- Ahraed:   3/326

[79] Buharî/büyû' :  15,   enbiyâ :   37

[80] Müslim/zekât:  65- Tirmizî/tefsîr:  2/36, edeb: 41- Dâremî/rikak:  9- Ah-med: 2/328

[81] Müsned-i Ahmed: Abdullah b. Mes'ud (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4111.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4112.

[83] Tirmizî/imân :   18- İbn Mâce/fiten:   17- Dâremî/siyer :  75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4113.

[84] Buharî/sulh: 5- Müslim/akziye :  17- İbn Mâce/mukaddeme: 2- Ahmed: 6/270

[85] Müsned-i Ahmed:  4/105

[86] İbn Mâce/mukaddeme : 7

[87] Müslim/cumua: 43- Ebû Dâvud/sünnet:  5- Nesâî/ıydeyn:  22- îbn Mâ­ce/mukaddeme:  7- Dâremî/mukaddeme:   16, 23- Ahmed:   3/310, 371-  4/126,  127

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4113-4114.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4114-4115.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4115.

[91] Lübabu't-te'vîl:  3/309

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4118-4119.

[92] Sünen-i Tirmizî : Aişe  (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4119.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4119-4121.

[94] Buharî/imân:  29- Nesâî/imân:  28- Ahmed:  5/69

[95] Buharî/imân:  29- Tirmizî/menakıb:  32, 64- Ahmed:   1/236

[96] Buharî/mağazî : 60, ahkâm: 22- Dâremî/mukaddeme:  24

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4121-4122.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4122-4123.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4123-4124.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4124-4125.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4125.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4125-4126.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4126-4127.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4127.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4129-4131.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4131.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4131-4132.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4132-4133.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4133-4134.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4134.

[111] Fazla bilgi için bak: İsrâ Sûresi : 42, Enbiyâ Sûresi: 22. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4135-4136.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4136-4137.

[113] Ebû Dâvud/salât :   119

[114] Ebû Dâvud/vitir:  32- Nesâi/istiâze:  61- Ahmed:  2/171- 3/427- 4/204

[115] Müsned-i Ahrned

[116] Buharî/fezâil:  12, 16, 29, nikâh:  109- Müslim/fezâil: 93, 94- Ebû Dâvud/ nikâh:   12- ,Tirmizî/menakıb :  60- îbn Mâce/nikâh:  56- Ahmed:  4/5, 326  .

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4138-4139.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4139-4140.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4140.

[119] Geniş bilgi için bak : Hicir Sûresi: 42, Nahl Sûresi : 99, Isrâ Sûresi: 65. âyetlerin tefsîri

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4141.

[121] Tefsîr-i Kurtubi:  12/150

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4141-4142.

[122] Bilgi için bak : Bakara Sûresi : 254. âyetin tefsiri

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4142-4143.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4143-4144.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4144.

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4144-4145.

[127] İbn Ebî Hatim - îbn Kesir ;  3/258, 259

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4147.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4147-4148.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4148.

[130] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4148-4149.

[131] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4149-4150.

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4150.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4151.