NUR SURESÎ 3

Gîriş. 3

Sürenin Nüzul Zamanı 3

İfk (Îftîra) Hadisesi 5

Meal 7

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 7

«Açıklayıcı Ayetlernden Maksat Nedir?. 7

Zinanın Durumu. 8

Zina Cezayı Gerektirir Mi 8

Kâzifin Cezası 11

Kazıfın (Zina İftirasında Bulunanın) Durumu. 11

Hz. Aişe'ye Zina İsnad Etmenin Hükmü. 11

Had Cezasını Yiyenin Şahitliği Kabul Edilir Mi?. 12

Liânın (Lânetleşme) Cezası 12

Hilâl B. Ümeyye'nin Hadisesi 13

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 15

Sizden Tabiriyle Kim Kastedilmiştir?. 16

İfk Hadisesini Düzenler Kimlerdi?. 16

Sübhaneke Kelimesinin İfade Ettiği MaNâ. 19

Rasûlullah, Peygamberlerin Hanımlarının Zina Etmeyeceğini Biliyor Muydu?. 19

Meal 20

Dîrayet Ve Rivayet Tefsiri 21

Hz. Ebubekir'in Bütün Sahabelerden Üstün Olması 21

Hangi Kâfire Lanet Okunur?. 22

Azaların Şahitliği 23

Ayet, Hz. Aîşe'yi Övmektedir 24

Başkasının Evine, Ancak İzin Alınarak Girilebilir 25

Meal 26

Dirayet Ve Rivayet  Tefsiri 26

Musibetler Günahlara Kefaret Olur 27

Kadın Tedavi İçin Erkeğe Görünebilir Mi?. 28

Erkek Kadının Neresine Kadar Bakabilir?. 28

Kadının Mahremleri 29

Uyuntu Bîr Kimse İle İğdiş Edilen Köle, Kadınlar İçin Namahremdirler 29

Meal 30

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 30

Nikâhta Velînin Olması Şart Mıdır?. 31

«Evlendirin» Emri Vücubü İfade Eder Mi?. 31

Zengin Edilmesi Allah'a Hak Olanlar 32

Kölelerle Kitabet Akdi 32

«Açıklayıcı Ayetler»Le Hangi Ayetler Kastedilmektedir?. 34

Allah'ın Gök Ve Yerin Nuru Olması Ne Demektir?. 34

Meal 36

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 37

Bîr Çalışma Allah'ı Aynı Zamanda Diğer Çalışmalardan Alıkoymaz. 37

Göklerdeki Dağlardan Maksat Nedir?. 38

Meal 39

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 39

Canlının Maddesi Olan Sudan Maksat Nedir?. 40

Allah'ın Hükmüne Razı Olmamanın Sebepleri 41

Galiz Yeminler 41

Meal 41

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 42

Halîfe Kelimesinin Mânâları 43

Yeryüzünün Hakimiyeti Kime Vaad Edildi?. 43

Evlere İzinsiz Girilir Mi?. 44

Hangi Vakitlerde Evlere İzinsiz Girilmez?. 45

Meal 45

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 45

Hakiki Dostun Evinden Yemek. 46

Meal 47

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 47

Emr-İ Cam P Den Ne Kas D Edilir?. 47

Hz  Peygamber Nasıl Çağırılır?. 48


NUR SURESÎ

 

Gîriş

 

Bu sure Medine'de nazil olmuştur. 64 ayettir. Kelimeleri 1.316, harfleri ise 5.980'dir.

Ibn Merduveyh, surenin Medine'de nazil olduğunu İbn Abbas' :an rivayet ediyor. Aynı rivayet îbn Zübeyr'den de gelmiştir. Ebu Hayyan «Medine'de nazil olduğunda ittifak vardır» demiştir. Kur. tubi 35. ayetin Mekke'de nazil olduğu kanaatindedir. Sure bazı müfessirlere göre 62 ayetten ibarettir. Bazıları 64 ayettir demiş­lerdir. Sure ismini 58. ayetten alır. Çünkü bu ayette «Allah gökle­rin ve yerin nurudur» diye buyurulmaktadır.

Mücahid, Allah'ın Rasûlü'nün «Erkeklerinize Maide Suresi'ni kadınlarınıza da Nur Suresi'ni öğretin» diye buyurduğunu naklet­mektedir.

Haris bin Medreb, «Hz. Ömer bize Nisa, Ahzab ve Nur Sure-leri'ni öğrenin diye yazmıştır» der. [1]

 

Sürenin Nüzul Zamanı

 

Bu surenin Beni Mustaük Gazvesi'nden sonra nazil olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Kur'an'm açıklamasından da anlaşılı­yor ki bu sure müslümanlarm annesi Hz. Aişe'nin durumu hakkın­da nazil olmuştur. Bu sure münafıklar Hz. Aişe'ye iftira ettiklerin, de ve onun hakkında yalanlar uydurduklarında inmiştir. Bu hadise Aişeye yapılan iftira olayı), sözlerine güvenilir ravilerin it tifak ile naklettiklerine göre şöyle cereyan etmiştir:

Olay, Beni Mustalik Gazvesi'nden dönerken vuku bulmuştur. Burada ihtilaf edilen konu, bu surenin nazil olduğu Beni Musta­lik Gazası'nın hicretin 5. senesindeki Ahzab (Hendek) Savaşı'ndan önce mi yoksa ondan sonra hicretin 6. senesinde mi nazil olduğu noktasıdır. Bize bu konuda tahkiki lâzım gelen husus şudur:

Hicab (örtünme) ahkâmı sadece Nur ve Ahzab Sureleri'nde beyan edilmektedir. Ahzab Suresi ise Hendek Savaşı olduğu zaman nazil olmuştur. Eğer Hendek Savaşı Beni Mustalik'ten önce ise, bunun mânâsı; İslâm'daki örtü hükümlerinin Ahzab Suresi'nde varid olan talimatla başlamış ve Nur Suresi'ndeki ahkâmla ke­mâle ermiş olmasıdır. Eğer Beni Mustalik Gazvesi Ahzab'dan önce ise tertip tam zıddına dönüşür. Yani örtünme hadisesi Nur Sure-si'yle başlamış ve Ahzab Suresi'yle kemâle ermiş olur. İbn Sa'd «Beni Mustalik Gazvesi hicretin 5. senesinin Şaban ayında olmuş­tur. Bundan sonra da aynı yılın Zilkade ayında Hendek Savaşı meydana gelmiştir» demektedir. Bu açıklamada İbn Sa'd'ı destek­leyen en büyük delil «İfk Meselesinde varid olan bazı hadislerde Sa'd bin Ubâde ile Sa'd bin Muaz arasında mücadele olduğunun zikredilmesidir, Sa'd bin Muaz, bütün rivayetlerin ifade ettiğine göre, Beni Kureyza Gazvesi'nde öldürülmüştür. Ki bu gazve Hen­dek Savaşı'ndan hemen sonradır. Bu takdirde H. 6. yılında Sa'd' bin Muaz'm hayatta olması muhaldir. îbn İshak başka bir yerde, «Ahzab Savaşı 5. senenin Şevval'inde, Beni Mustalik Gazvesi ise 6. senenin Şaban ayındadır» der. Hz. Aişe ve diğer sahabîlerden ge­len rivayetler îbn îshak'ı desteklemektedir. Bu, kuvvet ve açıklık bakımından daha büyüktür.

Bu rivayetler ifade ederler ki hicab (örtünme) meselesi «İfk» olayından yani Ahzab Suresi'nden önce gelmiştir. Bu rivayetler Ea-sûl-Ü Ekrem'in Zeynep binti Çalışla evlenmesinin de İfk Hadisesi'nden Önce olduğunu ifade etmektedir. Yani hicretin 5. senesin­de Zilkade ayında olduğu belirtilmektedir. Bu hadise Ahzab Sure­si'nde söz konusu edilmiştir.

Bu rivayetler şunu da ifade ederler. Zeyneb binti Cahş'ın kız-kardeşi Hamne binti Cahş, Hz. Aİşe'ye atılan iftira hadisesinde di­ğer iftiracılara ortak olmuştu. Çünkü Aişe onun kızkardeşinin ku­ması idi. Fakat zahire bakılırsa, Hamne'nin Hz. Aişe'den bu ko­nuda buğzedeceği kadar bir zaman geçmemiştir. îşte bu hadisle­rin tamamı İbn İshak'ın rivayetini destekler ve takviye ederler. Eğer Beni Mustalik Gazvesi'yle îfk Hadisesi'nin Ahzab (Hendek) Gazvesi'nden önce olduğunu kabul edersek o vakit büyük bir prob­lemle karşılaşmış oluruz. Çünkü bu takdirde hicab ayeti ile Hz. Zeyneb'in nikâhının Beni Mustalik Gazvesi'nden de İfk Hadisesi'n-den de önce olması gerekir. Halbuki Kur'an ile sahih hadisler, Hz. Zeyneb'in nikâhının Hendek Hadisesi ile Beni Kureyza Gazvesi'n­den sonra olduğuna delâlet ederler. Buna binaen İbn Hazm ile îbn Kayyım, İbn İshak'ın rivayetini sahih görmüşler ve bu riva­yetin İbn Sa'd'mkinden daha doğru olduğunu kabul etmişlerdir. Mevlâna Mevdudi bu hususu ifade ettikten sonra «Biz de bu fikir­deyiz» demektedir.  [2]

Nur Suresi 6. senenin son aylarında ve Ahzab Suresi'nden bir­kaç ay sonra nazil olmuştur. Nur Suresi'nin nazil olduğu atmos­fer şöyleydi: İslâmî hareket Arap Yarımadasında gelişmekteydi. Hz. Peygamber (s.a) Bedir Savaşı'nı kazandıktan sonra bu hareket kuvvetin zirvesine çıkmış ve Hendek Savaşı'na kadar bu ilerleme devam etmiştir. Bu savaşta müşrikler, yahudiler ve münafıklar bu genç kuvvetin sadece silah ve ordularla sindirilmesinin müm­kün olmadığını hissetmekteydiler. Çünkü onlar Hendek Savaşı'nda binlerce askerle Medine'yi ablukaya aldıklarında orada kötü bir şekilde mağlup olup kaçtılar. Mekke'ye mahrum ve ümitsiz olarak döndüler. Bu hadise tam bir ay devam etti. Rasûl-ü Ekrem bu hadiseden sonra ashabına şöyle hitap etmişti: «Kureyş bu sene­den sonra size harp açmayacaktır. Fakat siz onlara harp açacak­sınız» (İbn Hişam, cilt 3, Sh: 266).

Allah'ın Rasûlü böylece İslâm'a düşman olan kuvvetin İslâm'a karşı savaşmak konusunda artık daha zayıf olduğunu ve İslâm' in bugünden sonra müdafaa harbi değil de ilerleme harbine baş­layacağını ilân etti. Bu, müslümanlarm içinde bulundukları duru­mun çok doğru yapılmış kritik ve talimidir. Düşman da bunu bi­liyordu. Bu durumlarda müslümanlarm gün be gün ilerlemesi sa­yılarının çokluğundan ileri gelmiyordu. Çünkü müşrikler Bedir'den Hendek'e kadar her savaşta iki üç misli ordularla hücum ediyor­lardı. Hatta o zaman müslümanlarm sayısı Arap Yarımadasının tümünde % 10'u teşkil ediyordu. Bu ilerleme silah bakımından müslümanlarm üstün gelmesine de sebep değildi. Çünkü kâfirlerin silahlan daha çoktu. Müslümanlar malî kuvvetleriyle de ilerde de­ğildiler. Çünkü Arapîar'ın bütün mâlî kaynakları kâfirlerin elin­deydi. Müslümanlar fakirlik ve açlıkla büyük bir imtihan içerisin­deydiler. Müşrik Arap kabilelerin hepsi birbirlerini desteklemek-teydüer. Ehl-i kitap da onlan destekliyordu. Müslümanlar kendi­lerini himaye eden tüm koruyucularını kaybetmişlerdi. Çünkü on­lar insanları yeni bir dine davet ediyorlar, Arapîar'ın (hamilerinin) dinlerinin bâtıl olduğunu savunuyor, onların mabudlarını yalanlı­yor ve iddialarına göre onların atalarına küfrediyorlardı. O halde müslümanlan destekleyen tek sebep manevî varlıklarıydı ve bü­tün düşmanları da bunu biliyorlardı. Bir taraftan Hz. Muhammed ve sahabîlerinin hayatına bakarlar ve onların gökteki bulutlardan daha temiz olduklarını görürlerdi. Bu temizlik ve ahlakî yücelik kalpleri adeta büyülüyordu. Diğer taraftan ferdî ve içtimaî hayat­larının da tertemiz olduğunu görüyorlardı. Ki bu da müslümanlar arasındaki birlik ve dahili nizamdan ileri geliyordu. Bu nizam hiç­bir insanın aklına bile gelmeyecek raddeye varmıştı, öyle ki müşriklerin cemaati ile yahudiler onun önünde durmadan yenilgiye uğrayıp duruyorlardı. Pis insanların tabii durumları şudur: Baş-kasındaki güzellikleri ve kendilerindeki kötülükleri gördüklerin­de, karşılarındaki müslümanlarm ilerlemesinin sırrının da bu ol­duğunu bildikten sonra nefişlerindeki pislikleri, hileli yollarla müslümanlara yöneltmeye başladılar. Zafiyetleri ve başıboşluk­ları nereden geliyorsa o noktalarda bu kötülükleri müslümanlarda meydana getirmeye veya müslümanlarda olmayan bir şeyi onlara iftira olarak atmaya, İslâm'ın eteğini kirletmeye ve müslümanla-nn şöhretini gölgelemeye başladılar ki onların dünyadaki güzele İlkleri ayıpsız olmasın. İşte bu alçak zihniyet nedeniyle kâfirler ve İslâm düşmanları bu dönemde zahiri savaştan rezil ve sinsi hücumlara geçtiler. İslâm içerisinde fitneler oluşturdular ve İs­lâm toplumunu gizlice dağıtmaya çalıştılar. Bu hizmetin münafık­lar tarafından müslümanlarm iç âleminde yürütülmesi, açık kâ­firlerin hariçte yürüttükleri fitneden daha korkunç olduğundan bu nifakı yayma kararı aldılar. Ve bunu nasıl yapacaklarının plânını çizdiler. Medine'de münafıkların içeriden fitneler icra etmesini kararlaştırdılar. Yahudiler ve müşrikler de bu nifak hareketinin meyvelerim' dışarıdan yiyeceklerdi. İşte bu korkunç plan ilk önce H. 5. yılın Zilkade ayında, Rasûlullah'm Zeynep binti Cahş'la ev­lendiği zaman başladı. Münafıklar Medine'de büyük bir fitne yay­dılar. Bu evlilik etrafında büyük gürültü ve şamatalar kopardılar. Yahudi ve müşrikler de onları dışarıdan destekliyordu. İslâm'a ve Peygamber'e birtakım yalan ve iftiralar yönelttiler. «Muhammed, evlâtlığı Zeyd Bin Harise'nin hanımım ansızın gördüğünde ona âşık olmuş» dediler. Ve «Evlâtlığı bu aşkı Öğrenince hanımını bo. şamak suretiyle onu Muhammed'e terketmek istedi. îşte böylece o da evlâtlığının hanımıyla evlendim diye ilave ettiler. Bu propa­gandayı sürekli olarak tekrarlıyorlardı. Öyle ki müslümanlarm ço­ğu da bu fitneye bilmeyerek katıldı. Nitekim muhaddislerin ve müfessirlerin bu hususla ilgili olarak naklettikleri rivayetlerin ço­ğunda bu iddianın parçaları hâlâ bulunmaktadır. Müsteşrikler bu parçalan daha da keskinlestirip kitaplarında açıklamakta ve kendileklerinden birtakım İslâm düşmanlığını da ilave ederek takdim etmektedirler. Halbuki Cahş'ın kızı Zeynep validemiz Rasûlullah' m Ümeyme adlı halasının kızıydı. Rasûl-ü Ekrem onun durumuna, küçüklüğünden itibaren vakıftı. Nasıl olur da Rasûluîlah bu ka­dar iyi tanıdığı bir hanıma birden bire âşık olur? Bu iftiradan Al­lah'a sığınırız!

Bu iftiralara rağmen durum şöyledir: Hz. Peygamber, İslâm' da müsavatı belirtmek için ısrarla Hz. Zeyneb'in Zeyd bin Harise ile evlendirilmesine çalışmıştır. Ne Hz. Zeyneb'in ağabeyi Abdul­lah bin Cahş ne de Hz. Zeynep bu evliliğe pek razı değillerdi. Çün­kü Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş'in bu kızı, tab'an, kölelikten azad edilmiş bir kişiyle evlenmeye taraftar değildi. Fa­kat Rasûl-ü Ekrem müslümanlar arasında ikame etmeyi istediği içtimai eşitliğe ailesinden başlamak istiyordu. Bunun üzerine Hz. Zeyneb'e bu evliliğe razı olmasını emretti. Hz. Zeyneb'in nesep ba­kımından kendisini Hz. Zeyd'den üstün tutmasının boşanmalarına ve ayrılmalarına tek sebep olduğu gizli bir şey değildir. Fakat bü­tün bunlara rağmen zalimler var kuvvetiyle Rasûlullah hakkında yalan uydurmaya çalıştılar. Ahlakî töhmetlerin en çirkinini Pey-gamber'e isnad ettiler. Sonunda bu iftiralar yayıla yayıla, İslâm toplumunda tesirini gösterdi. Münafıkların ikinci hücumları Benî Mustalik Harb'inde gerçekleşmiş ve birinci hücumdan daha kor­kunç boyutlara ulaşmıştır. Beni Mustalik, Huzaa'dan bir kabiley­di. Cidde ve Rabiğ şehirleri arasında, Kizıldeniz sahiline düşen Ka-did nahiyesinde bulunan El-Mureysa isimli su üzerinde ikamet ediyorlardı. Bu münasebetle Beni Mustalik'e bazı rivayetlerde Mu-reysa Gazvesi de denilmiştir. Allah'ın Rasûlü'ne hicretin 6. yılının Şaban ayında «Beni Mustalik asker topluyor ve Medine'ye hücum etmeye hazırlanıyorlar» şeklinde haber geldi. Ve yine onların etraf­larındaki Arap kabilelerinden yardım istedikleri bildirildi. Rasûlul­lah bu fitneyi yuvasında söndürmek üzere, bu fitne henüz başkal­dırmadan önce, Medine'den çıktı. Bu seferde Abdullah bin Ubey bin Selül adlı münafık da Hz. Peygamberle beraberdi. Kavminden bazı kimseler de vardı, tbn Sa'd'm rivayet ettiğine göre, Al­lah'ın Rasûlü o suya vardığında halk su almak üzere oraya geldi. Hz. Ömer'le beraber bir hizmetkârı vardı. Beni Gifar kabilesin-dendi ve ismi Ca'ca idi. Hazrec'ten olan Sinan bin el-Cüheni ile su konusunda kavga ettiler. El-Cüheni «Ey ensar topluluğu» diye ba­ğırdı. Ca'ca da - «Ey muhacirler topluluğu!» diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah bin Ubey bin Selül yanında kavminden he­nüz genç bir delikanlı olan Zeyd bin Erkam'm da bulunduğu bir cemaata hitaben şunları söyledi: «Onlar bunu da işlediler de­mek? Onlar, (yani Mekke'den gelen müslüman muhacirler) bizim memleketimizde bize karşı geldiler ve bize galebe ettiler. Allah'a yemin ederim, bizimle Kureyş'in bu garibanları tıpkı «Köpeğini besle seni yesin» darbı meselindeki gibiyiz. Dikkat edin! Allah'a yemin ederim, eğer biz Medine'ye dönersek, kesinlikle en aziz olan, Medine'den en zelil olanı çıkaracaktır.»

Sonra etrafındakilere: «Bunu başımıza siz getirdiniz. Onları memleketimize siz çağırdınız. Mallarınızı onlarla paylaştınız. Dik­kat edilsin, Allah'a yemin ederim, eğer siz elinizde bulunan serr veti k&ndilerinden esirgerseniz kesinlikle onlar başka bir memle. kete gitmek mecburiyetinde kalacaklardır» dedi. Zeyd bin Erkam bu sözleri dinledikten sonra Rasûlullah'a vardı. Hz. Peygamber düşmanı mağlup ettikten sonra Zeyd bu hadiseyi Rasûlullah'a an­lattı. Hz. Ömer peygamberin yanındaydı ve «Bu kişiyi öldürmek için emir ver ya Rasûlallah» dedi. Hz. Peygamber; «Ey Ömer! O zaman halk «Muhammed arkadaşlarım öldürüyor» der. Hayır! Ben böyle bir şey yapmam» dedi ve hareket edileceğini ilân etti. Fakat bu iş öyle bir zamanda oldu ki Hz. Peygamber o zaman­da yolculuk yapmazdı. Ordu o gün akşama kadar, o gece de saba­ha kadar yürüdü ve o günün öğle öncesini de yürüyerek geçirdi. Öy­le ki artık güneş onlara iyice sıkıntı vermeye başlamıştı. Sonra Rasûlullah konaklamayı emretti. Herkes iner inmez yayılıp, uy­kuya daldı. Rasûlullah, bu hadise konuşulmasın diye bunu yapmış­tı. Yol esnasında Useyd bin Hudeyr: «Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun, sen daha önce yolculuk yapmadığın "bir zamanda yo­la çıktın. Niçin?» diye sordu. Hz. Peygamber ona: «Arkadaşınızın söylediği şeyler senin kulağına gelmedi mi?» diye sordu. O da «Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi arkadaş?» dedi. Hz Peygamber: «Abdullah bin Ubeyy» dedi. Useyd: «Ne demiş ya Rasûallah?» diye sordu. Ra-sûlullah «iddiasına göre eğer Medine'ye dönerse en aziz olan en zelil olanı Medine'den çıkaracakmış» dedi. Useyd: «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen onu Medine'den istersen çıkarırsın. Allah'a yemin ede­rim ki o zelildir ve aziz olan da sensin» dedi. Sonra şöyle ilave etti: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bize şefkat göster Allah'a yemin ederim, Al­lah seni bize getirdiğinde, onun kavmi (yani Medine'liler) ona taç giydirme töreni için hazırlık yapıyorlardı ki onu kendilerine kral yapsınlar. O, bu krallığı nenin kendisinden aldığın kanaatindedir.»

Bu fitnenin kıvılcımları daha soğumadan Abdullah bin Ubey aynı yolculukta başka bir fitne ortaya çıkardı. Üçüncü fitnenin tehlikesi daha da şiddetliydi. Öyle ki eğer Rasûlullah ve ashabı, nizamın doruğunda, tahammülün en büyük noktasında olmasaydı-lar, Medine'nin bu genç müslüman topluluğunda dahili ve şiddet­li bir harp baş gösterecekti. Bu fitne Abdullah bin Ubey'in Hz. Aişe'yi karıştırdığı İfk Hadisesi'dir. Hz. Aişe bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: [3]

 

İfk (Îftîra) Hadisesi

 

«Allah'ın Rasûlü sefere çıktığında hanımları arasında kura çe­kiyordu. Hangisinin oku çıkarsa, peygamberle beraber sefere o çı­kıyordu. Bu defa da diğer hanımlara karşı benim okum çıkmıştı. Rasûlullah da beni seferde beraberinde götürdü. Kadınlar o zaman az yerler ve şişmanlamazlardı. Ağırlıkları yoktu. Benim için bir de­ve hazırlanmıştı, hevdecimde oturuyordum, o devenin sırtında yol­culuk yapıyordum. Konaklarken indiriyorlardı.. Sonra hizmetçiler gelip de benim hevdecimi altından tutarak devenin sırtına koyarlar ve ipleriyle onu bağlarlardı. Sonra birisi devenin başım çeker, yola devam ederdik. Allah'ın Rasûlü, Beni Mustalik Gazvesi'nden sonra dönüş yaptı. Biz Medine'nin yakınına gelmiştik. Akşam üzeri bir yer­de konakladık. Rasûlullah gecenin bir kısmını uyku ile geçirdikten sonra orduya yolculuğa hazır olmalarını ilân etti. Ordu yolculuğa çıktı. Ben de ihtiyacımı görmek üzere yükten uzaklaşmıştım. Boy­numda zifar boncuklarından yapılmış bir gerdanlık vardı. Hace­timi bitirdikten sonra haberim olmaksızın bu gerdanlık boynum­dan düşmüştü. Yükün yanına geldiğimde gerdanlığı aradım, fakat bulamadım. Halk da yolculuğa başlamıştı. Ben tekrar ihtiyacımı göl düğün- yere döndüm, gerdanlığı aradım ve buldum. Ben orada yokken hevdecimi devenin sırtına bindirenler gelmiş ve hevdeci deveye bindirmişler. Zannetmişler ki ben hevdecdeydim. Nitekim daha önce de hadise böyle cereyan ediyordu. Ben hevdece giriyor­dum, onlar da gelerek beni devenin sırtına yerleştiriyorlardı. Bu sefer de hevdeci deveye yerleştirmişler ve içinde benim olmadı­ğımdan şüphe etmeyerek yola çıkmışlardı. Karargâha vardığımda orada herhangi bir kimse yoktu. Halk uzaklaşmıştı. Sırtımdaki cilbaba sarıldım. Sonra yerimde oturdum. Biliyordum ki onlar kontrol esnasında beni göremezlerse geri gelirlerdi. Allah'a yemin ederim, ben uzanmıştım. Safvan bin Muattal es-Selemi geldi. Bu zat Bedir'e katılan sahabîlerdendi. O'nun usulü güneş çıkıncaya kadar uyumaktı.  [4]

O, bazı ihtiyaçları dolayısıyla ordudan geride kalmıştı. Diğer­leriyle beraber yolculuğa çıkmamıştı. Benim karaltımı gördü. Ya­nıma geldi ve beni tanıdı. Zira hicab ayeti gelmezden önce beni görüyordu. Ona baktığımda «İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun» (Biz Allah içiniz ve Allah'a dönücüleriz) ayetini okudu. (Yani büyük bir belâ ve felâketle karşı karşıya olduğunu hissetti). Ve «Bu Ra-sûlullah'ıv hanımıdır» dedi. Ben elbiseme sarılmış bir vaziyettey­dim. Bana «Allah'ın rahmeti üzerinde olsun, niçin böyle geride kaldın?» dedi. Fakat ben kendisiyle konuşmadım. Sonra devesini yaklaştırdı, «Haydi, deveye bin» dedi ve benden uzaklaştı. Deveye bindim, o da devenin başından tutup süratle yola devam etti. Or. duya yetişmek istiyordu. Allah'a yemin ederim, biz ancak sabah, leyin orduya yetişebildik. Sabaha kadar benim hevdecte olmadığı­mın farkına varılmamıştı. Ordu konaklamıştı. Onlar istirahat ederlerken Safvan deveyi, sırtında olduğum halde çekip getirdi. İftira ehli söylediklerini işte bu zaman söylediler ve ordu sarsıldı. Allah'a yemin ederim, ben hiçbir şeyden haberdar değildim. Son­ra Medine'ye vardık. Az bir zaman sonra hastalandım. Şiddetli bir ateş içinde kıvranıyordum ve söylentilerden hiçbir şey kulağıma gelmemişti. Ancak Rasûlullah'a, anne ve babama hadise anlatılmış­tı. Ne Rasûlullah ne de annem ile babam bu hadise hakkında bana (az veya çok) hiçbir şey söylememişlerdi. Ancak ben Rasûlullah'm hakkımdaki lütûfkâr durumunun biraz değiştiğini farkettim. Zira daha önce hastalandığımda peygamber bana şefkatle muamele eder ve lütûfkâr davranırdı. Fakat bu hastalığım esnasında Hz. Pey-gamber'den böyle bir şey görmedim. Bu benim de şüpheye düşü­rülmeme sebep olmuştu. Hz. Peygamber odama geldiğinde, yanım-da annem, bana bakıyordu. Anneme: «Kızınız nasıldır?» diye soru­yor ve başka bir şey söylemiyordu. Öyle ki nefsim çok incinmiş­ti. Peygamber'in beni üzecek hareketlerini gördükten sonra: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bana izin versen de ben annemin yanına gitsem, o bana baksa olmaz mı?» diye ricada bulundum. Peygamber de «gidebilirsin» dedi. Böylece annemin yanma götürüldüm. Yine de olanlardan haberim yoktu. Ancak hastalıktan yeni kurtulmuştum ve nekâhat devresindeydim. Tabii hadise üzerinden 20 küsur gün geçmişti. Biz Araplar evimizde Acemler'in yaptığı gibi tuvalet yap­mıyorduk. Ondan tiksiniyorduk. Bizim durumumuz Medine'nin açı­ğına çıkmak, ihtiyacımızı orada görmekti. Kadınlar her gece ihtiyaçlarını görmek üzere dışarı çıkarlardı. Ben de bir gece ihtiyacımı görmek üzere dışarı çıktım Ebu Reh'in kızı Ümmü Mistah be­nimle beraberdi. (Bu kadın Hz. Ebubekir'in teyzesiydi). Yanlışlık­la eteğine basmıştım. Ve düştüm. O, Mistah'a.beddua etti. Ben: «Allah'a yemin ederim, Bedir'de bulunmuş ve muhacirlerden olan bir kişi hakkında ne kötü konuşuyorsun?» dedim. O bana: «Ey Ebubekir'in kızı! Hadise senin kulağına gelmedi mi?» dedi. Ben de: «Hangi hadise?» dedim. Bana İfk Hadisesi'ni anlatmaya baş­ladı. Ben ona: «Gerçekten böyle mi oldu?» dedim. O da «Evet, ol­du» dedi. Bunu işittikten sonra ihtiyacımı dahi yerine getiremeye­cek şekilde bitap düştüm ve eve döndüm. Durmadan ağladım. Öy­le ki ağlamamın ciğerimi parçalayacağını zannettim. Anneme: «Al­lah seni affeylesin .Halk hakkımda konuşmuş ve sen bana hiçbir şey söylemedin» dedim. O da: «Ey kızım! Bu sana pek o kadar ağır gelmesin. Allah'a yemin olsun, güzel bir kadın kendisini se­ven bir erkeğin yanında olsun, onun kumaları olsun, halk onun hakkında dedikodu yapmasın! Bu, rastlanmamış bir hadi­sedir» dedi. Ben: «Halk bunu nasıl söyleyebilir?» diyerek gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarını dinmiyordu ve uyku tutmuyordu. Sabahleyin de ağladım. Sonra Rasûlullah, Ali bin Ebi Talib ile Usame bin Zeyd'i yamna çağırmış, bu hususta vahy de gecikmişti. Onlarla, benimle arasındaki nikâh bağım ko­parmak hususunda istişarede bulunmuş. Usame bin Zeyd, Rasûl-ü Ekrem'e ailesinin beraeti konusunda düşündüklerini, güzel sözler söyleyerek anlatmış ve şöyle demiş: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ailenden ayrılma. Biz onun hakkında hayrdan başkasını bilmiyoruz».

Ali bin Ebi Talib'e gelince, o da: «Ey Allah'ın Rasûlü! Aüah senin hakkında bir darlık getirmemiştir. Ondan başka kadınlar da vardır. Eğer onun cariyesine sorarsan o sana doğruyu söyler» de­miş. Bunun üzerine Rasûlullah cariyem Berire'yi çağırarak:   «Ey Berîre! Seni şüpheye düşüren bir durumla hiç karşılaştın mı?» diye sormuş. Berire:

«Hayır, karşılaşmadım. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim, onun aleyhinde beni düşündürecek hiçbir hadise görmedim. Ancak o genç bir kadındır. Ailesi için yapmış olduğu hamurdan habersiz olarak uyurken, keçi gelip o hamuru yerdi. Ondan gördüğüm budur» dedi. Rasûl-ü Ekrem bunun üzeri­ne çıkıp halk arasında bir hutbe okudu. Bundan haberim olmadı. Evvelâ Allah'a hamd-u senada bulunduktan sonra: «Ey nas! Bazı kimselerin durumu nedir ki ailem hakkında bana eziyet veriyor* lar? Onların aleyhinde hak olmayan şeyler söylüyorlar, Allah'a ye­min ederim, ben onlardan hayrdan başkasını bilmedim. Bu iftira­yı bir kişi hakkında söylüyorlar ki Allah'a yemin ederim, O'nun da hayırlı olmasından başka bir şey bilmiyorum. O herhangi biri­niz gibi evime ancak benimle beraber olarak girer, çıkar» demiş. Hz. Aişe diyor ki:

«Bu fitneyi alevlendiren. Abdullah bin Ubey bin Selul'dü. Onun­la beraber Hazreç'ten bazı kimseler ile Kureyş'ten de Mistah ve Cahş'ın kızı Hamne vardı. Hamne'nin kızkardeşi Zeynep binti Cahş Allah Rasûlü'nün zevcesiydi. Peygamberin yanında derece bakımından Zeyneb'den başka benimle boy Ölçüşecek bir hanım yoktu. Ancak Cenab-ı Hak onu îfk Hadisesine karışmaktan koru­muştur. O benim hakkımda ancak hayr söylüyordu. Hamne binti Cahş'a gelince, o, kızkardeşin&en dolayı beni kıskanıyor ve dedik­lerini diyordu. Bu sebeple sekavete dalmıştır.)}

Rasûlullah bu sözü söyledikten sonra Useyd bin Hudeyr (ve­ya Sa'd bin Muaz) ayağa kalkarak: «Ey Allah'ın Rasulü! Eğer bu kişiler Evs kabilesvnden iseler biz senin yerine onlardan hakkını alabiliriz. Eğer bizim. Hazreç'li arkadaşlarımızdan iseler bize emir buyur, Allah'a yemin ederim, onlar boyunları vurulmaya muste-hak olun kimselerdir» dedi. Bu sözlerden sonra Sa'd bin Ubade ayağa kalktı. O bu hadiseden önce de salih bir kişi olarak bilini­yordu. Useyd'e; «Yalan söylüyorsun, Allah'a yemin ederim, sen bu sözü bu kişiler Hazreç'ten oldukları için söyledin. Eğer bu kişiler senin kabilenden (Evs'den) olsalardı bu sözü söylemezdin» dedi.

Useyd ona; «Allah'a yemin olsun, asıl sen yalan söylüyorsun. Sen münafıksın ve münafıklar için çalışıyorsun» diye cevap verdi. Bunun üzerine halk birbirlerine hücum etti. Neredeyse bu iki ka­bile (Evs ile Hacrec) arasında kötü bir hadise olacaktı. Rasûlul­lah bunun üzerine minberden indi.

Abdullah bin Ubey bin Selul'ün Aişe hakkında yalan uydur, maktaki amacı bir tasla birçok hedefi vurabilmekti. Bir taraftan Rasûlullah'ın ve Hz. Ebubekir'in namusuna en şiddetli bir şekilde halel vermeye kalkışmış oldu, diğer taraftan tslâmî hareketin ah­lâki yapısını sarsmayı'denedi. öte yandan İslâm topluluğunun da­hilinde öyle bir fitne ateşi yakmaya uğraştı ki neredeyse Evs ile Hazrec kabileleri en kötü bir şekilde birbirlerine düşeceklerdi. İs­lâm onların ahlâklarından ve hasletlerinden kötülükleri götürme-seydi bu fitne meydana gelecekti.[5]  

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1- Bu, indirmek suretiyle, (ahkâmını) farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt almanız için onda  (mânâları)  apaçık ayetler in­dirdik.

2- Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz kırbaç vu run. Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman etmişseniz, Allah'ın dini hususunda sizi o ikisine karşı bir acıma tutmasın. Onların gordükleri cezaya, müminlerden bir grup da şahit olsun!

3- Zina eden bir erkek, zina eden veya putperest olan bir kadınla evlenebilir. Zina yapan bir kadın da ancak zina eden ve­ya putperest olan bir erkek ile evlenebilir. Böyle bir evlenme müminlere haram kılınmıştır.

4- Namuslu kadınları (zina ile) itham ettikleri halde, dört şahit getirmeyen kimselere, seksen kırbaç vurun ve onların şeha detlerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar fasık kimselerdir.

5- Meğer bu kimseler, bundan sonra yaptıklarına (pişman olarak) tevbe edip, hallerini ıslah etsinler! Allah mağfiret ve merhamet sahibidir.                                                                                

6-  Eşlerine zina isnad ettikleri halde, kendilerinden başka şahitleri olmayan kimselerden her birinin şahitliği, Allah adına dört defa yemin ile, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir.

7- Beşinci yemini,  eğer yalan  söyleyenlerdense,  Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.

8- Kadının, dört defa Allah'ın adına yemin ederek kocası­nın kesinlikle yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, cezayi kendisinden uzaklaştırır.

9- Beşinci yemini,  eğer kocası dojpm söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesidir.

10-  Eğer Allah'ın hakkınızda inayeti ve merhameti bıılun- masaydı ve O, tevbeleri kabul eden, hikmet sahibi olmasaydı, (si­zi rezil ederdi)![6]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1)   «Bu, indirmek suretiyle (ahkâmım)...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «suretun» kelimesi mukadder bir nıübtedanm ha­beridir. Yani «Hazihi suretun». «Onu indirdik» cümlesi ile onun üzerine atfolunan cümleler «Şuretun» kelimesinin sıfatı olurlar. Bazılarına göre «Bu bir suredir, biz onu indirdik» cümlesinden kastm, Cenab-ı Hakk'm kullarına nimet vermeye devam etmesi, kendini methedip kullarını da teşvik buyurmasıdır.

«Feradna» fiili «Farz» kökünden gelir. Bu terim esasında katı bir şeyi kesmek, onda etki yapmak demektir. Fakat burada tam bir şekilde yerine getirilmesi icab eden nesne kastedilmektedir. Sanki Cenab-ı Hak «Biz bu surede bulunan ahkâmı kesin bir şe­kilde vacıb kıldık» buyurmaktadır. Beyzavi muhasşişi Şehab-u Haffaci, haşiyesinde «Onu farz kıldık. Yani tafsil ettik, mufassal bir şekilde beyan ettik demektim diyor. [7]

 

«Açıklayıcı Ayetlernden Maksat Nedir?

 

«Bu surede açıklayıcı ayetler indirdik» cümlesindeki «ayetler» den maksat, farz ahkâmı kapsayan ayetlerdir. Bu ayetlerin açık olmasının mânâsı bunların ahkâma delâlet etmelerinin apaçık oluşu demektir. Yoksa mutlak mânâda açıklamak demek değildir.

Çünkü bu ahkâm ayetleri suredeki birçok ayetin uyduğu ayetler­dir. «Enzelna» fiilinin takrarlanması; «Biz sureyi indirdik» cüm­lesinden «Açık ayetler indirdik» mânâsı her ne kadar anlaşılıyor-sa da burada açıklanan ayetlerin çok önemli olmalarını göstermek içindir. Muhtemelen bu açık; ayetlerden surenin bütün ayetleri kastedilmiş olsun. O zaman bu ayetlerin mânâsı şöyle olur: «Bu ayetlerde herhangi bir işkal yoktur ki insanı, bazı ayetlerde oldu­ğu gibi tevile muhtaç etsin.»

İmam Fahreddin Razî bu konuda şöyle demektedir: «Cenab-ı Hak, surenin başında ahkâmın ve huducllann bir kısmını ve su­renin sonunda da tevhid ayetlerini getirip, delillerini zikretmiştir. O halde, Cenab-ı Hakk'm «Biz onu farz kıldık» sözü, surenin ba­şında açıklanan ahkâma işarettir. «Onda açık ayetler indirdik» sözü ise tevhid delillerini açıklayan ayetlere işarettir. «Öğüt alma­nız için» cümlesi bu tevilimizi desteklemektedir. Çünkü bu sure gelmezden önce ahkâm malûm değildi ki insanoğlu onları hatırla­yıp öğüt alsın. Alusi, Fahreddin Razi'nin bu tevilini güzel bir yo­rum olarak değerlendirmektedir.

(2) «Zina eden kadın ve erkeğin...» , Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet daha Önce işaret edilen ahkâmın açıklamasına bir gi­riştir. Ayetin metnindeki «Ez-zâniye» kelimesi mahzuf bir mübte-daya haberdir. Yani bu, size okunacak veya «Faradna» zımnında işaret edilen feraizde asıl, zina eden kadınla zina eden erkeğin hük­müdür.

Bu meselenin kanunî, ahlâki ve tarihî olarak çeşitli boyutları vardır. Açıklanmaya muhtaçtırlar. Onları mufassal bir şekilde açıklamadığımız takdirde bu zamanda herhangi bir kişi bu ilâhî kanım ve bu kanundaki hikmeti ve beşer için maslahatlarına kavra-yamaz. Onun için bunları değişik yönleriyle açıklamak gerekir. [8]

 

Zinanın Durumu

 

Eski ve yeni şeriatlar zinanın haram olduğunda icma etmiş­lerdir. Halkın bilmekte olduğu genel zinanın mahiyeti şudur: Zi­na, 'bir erkek ile bir kadının aralarında meşru bir zevciyet olma­dığı halde cinsî ilişkide bulunmasıdır. Bu fiilin ahlâkî yönden re­zil bir fiil olduğu, din bakımından haram olduğu, günah olduğu, içtimai yönden de bir leke, bir ar olduğu konusunda tüm sosyal sistemler görüş birliği içindedir. Beşerî içtimai kaideler tâ tarihin eski zamanlarından bugüne kadar onun haram ve pis bir şey oldu­ğunu ittifakla beyan etmektedirler. Bu güne kadar bu hükümde akıllanm başkasının neva ve şehvetlerine tâbi kılan az bir grup müstesna hiç kimse bu hususa muhalefet etmemiştir. Bu beynel­milel birîiğin nedeni şudur:   İnsan   fıtratı bizzat zinanın   haram olduğuna şehadet eder. İnsan nevinin bekası, insan medeniyetinin hakim olması gerektirir ki kadın ve erkeğin sadece nefsî şehvet­lerini yerine getirmek için istedikleri zaman biraraya gelme, son­ra da istedikleri zaman ayrılma hürriyeti olmasın. Her erkek ve kadın arasındaki bağ, ahde vefa gösterme (sadakat) temeli üzeri­ne dayanmalıdır. Bununla beraber toplumun sosyal yapısı da bu­na müsait olmalıdır. Bu durum olmaksızın ne gelişme ne de insan neslinin bekası bir gün dahi mümkün değildir. Çünkü bir çocuk hayatı için ve erginleştiği güne kadar insana muhtaçtır. Uzun se­neler onu terbiye etmek, anne-babanın varlığını gerektirir. Kadın tek başına çocuğu bu şekilde eğitemez ve bu raddeye getiremez. Ancak bu vazifede erkek kendisine yardımcı olursa buna muvaf­fak olabilir. Yani çocuğu meydana getirmesine sebep olan erkek (meşru kocası) yardım ederse ancak bu iş yürür. [9]

 

Zina Cezayı Gerektirir Mi

 

Zinanın cezayı gerektirici bir suç olup olmadığı hususunda değişik görüşler vardır. Kanun ve şeriatların zinanın haram oldu­ğunda ittifak etmesinden sonra onların aralarındaki hilaf mesele­sine gelince, o da şudur: Zina bir suçtur ve kanun nazarında ce­zayı gerektirir. İnsan fıtratına yakın olan sosyal sistemler şu güne kadar erkekle kadın arasında meşru olmayan alâkayı zina sayar ve haddi zatında bu suç için şiddetli cezalar öngörürler. Fakat bun­ların zinaya karşı olan tutumları yavaş yavaş yumuşamaktadır ve medeniyetin pislikleri bu toplumları durmadan yıkmaktadır. Bu konuda ilk taviz evliler arasındaki yasadışı ilişkiyi, bekârlar ara­sındaki ilişkiden (zinadan) ayırmış olmalarıdır. İlki, ceza gerek­tirici bir suç olarak değerlendirilirken, ikincisi basit bir suç olarak ele alınmıştır. Bunun cezayı gerektiren bir suç olmasına itibar et­memişlerdir. Ancak evli hanımlarla yapılan zinayı suç saymışlar­dır. Zinanın tarifi onlara göre herhangi bir kişinin ister bakire ister evli olsun, kimsenin hanımı olmayan bir kadınla zina etme­sidir. Görüldüğü gibi burada kişinin zinadaki durumu nazarı iti­bara alınmaz, ancak kadının durumu dikkate alınır. Kadın her­hangi bir kimsenin nikâhında olmadıktan sonra onun cinsî ilişki­de bulunması katıksız zina kabul edilmiştir. Onunla bu ilişkiyi kuran erkek ister evli olsun, isterse olmasın, bu hatanın cezası Mı­sır'ın eski kanunlarında Babil, Asur ve Hind kavimlerinde çok ha­fif idi. Bu kaideyi Yunanlılar, Romalılar da almışlardı. Sonraki zamanlarda yahudiler de bundan etkilenmişlerdi. Zira Kitab-ı Mu-kaddes'te yahudiler için bu, kişiye malî bir ceza getiren bir hata. olarak kabul edilmiştir. Zira Çıkış kitabında şöyle denilmektedir: «Bir kişi evlenmemiş bir bakireyle zina ederse ona mehir verecek ve onu kendîsiTie zevce olarak kabul edecektir. Eğer babası kızı ona vermeye razı değilse, o vakit babasına bakire kız mehiri gibi gümüş paradan tartıp verecektir,» (22 : 16-17) Evet, bu tür kanun, ların hepsinde, zina başkasının hanmuyla (yani evli bir kadınla) yapılırsa bahis konusudur.

îslâm, bahsi geçen bütün bu kanunların aksine zinayı zina ol­mak hasebiyle cezayı gerektiren bir suç olarak kabul ediyor. Eğer bu suç evli bir erkek veya evli bir kadın arasında işlenirse o va­kit cezası İslâmî sistemde daha şiddetli olur. Yani bu ceza, o kim­senin ahdine muhalif hareket etmiş veya başkasının yatağına gir­miş olduğundan kaynaklanıyor değildir. O, şehvetin giderilmesi için meşru olmayan bir yola girdiği esası üzerine bina edilmiştir. Halbuki kişi bu şehvetini meşru yollardan giderebilir. İslâm, zina­ya şu açıdan bakıyor: Eğer diledikleri zaman zina edebileceklerine dair insanların önüne bir kapı açılırsa insan nevinin temeli kazı­nır ve medeniyet de onunla beraber gider.

Zinanın fasid. zararlarından toplumu korumak için İslâm'da ıslah edici ve koruyucu tedbirler vardır. îslâm insan topluluğunu zina tehlikesinden korumak için sırf kanuni tazirin silahına da­yanmamaktadır. Aksine, İslâm islahî tedbirler getirir ve geniş bir şekilde koruyucu sistemler tavsiye eder. Bu kanuni tazir toplumun temizlenmesi için son bir vasıtadır. Bundan gaye, insanlar başıboş kalsm da zina etsinler, gece gündüz onlara bu hatayı yapsınlar diye tuzaklar kurulsun demek değildir. Aksine bu koruyucu kanundan maksat, bu suçun önüne tam manasıyla bir sed konulsun, halkın üzerine hadlerin tatbikine kadar durum ilerlemesin. Onun için îs­lâm insan nefsinin İslahına önem verir. Her şeyden Önce onun kalbini Allah korkusuyla tamir eder. Kıyamet Günü'ndeki mesuli­yetini ona hatırlatır. Öyle bir mesuliyet ki hiç kimse herhangi bir hile ile ondan kurtulamaz. Onda Allah ve Rasûlü'ne itaat duygusu­nu geliştirir. Ki bu meyil imanın gereklerindendir. Sonra onu uya­rır ve daima zina ve fahişeliğin Ahiret'te elem verici azabı gerekti­ren günahlardan olduğuna dikkatini çeker. Bu konu Kur'an-ı Ha-kîm'in birçok ayetinde tekrarlanmıştır. Evlenme ve zina hakkında­ki hükümler Bakara, Nisa, Nur ve Talâk Sureleri'nde bulunmak­tadır. (Bu ayet ile ilgili olarak İslâm Hukuku'nun zina hakkındaki hükmü ve İslâm alimlerinin bu konudaki kanaatleri Mevlânâ Mev-dudî tarafından, gerek «Tefhim'ul-Kur'an» adlı tefsirinde gereksenTefsiru Suret'in-'Nur» adlı müstakil eserinde ayrıntılarıyla işlen­miştir. Ayrıntılı bilgi için bu eserlere başvurulabilir).

Bu ayette dikkat edilecek bazı noktalar vardır:

1- Allah'ın dinini ikame etmek sadece namaz kılmaktan İba­ret değildir. Kur'an'ı ikame etmek demektir.

2- «AUah'ın dini hususunda onlara karşı şefkat gösterme­yin» cümlesi şu hadisle izah edilmiştir: «Kıyamet Günü'nde ceza­dan, bir kamçıyı dahi eksik tatbik eden bir idareci getirilir ve ken­disine bunu niçin yaptığı sorulur. O da «Senin kullarına merhamet olsun diye» der.   Bunun üzerine ona denilir ki: «Sen onlar hak­kında benden daha mı merhametli idin?» Böylece ateşe götürül­mesi emredilir. Daha sonra cezadan bir sopa daha fazla atan bir kimse getirilir ve «Bu fazlalığı niçin yaptın?» diye sorulur. O da «Sana karşı gelmekten vazgeçsinler diye» cevabını verir. Cenab-ı Hak ona «Onlar hakkında benden daha mı güzel, hüküm verdin?» der ve ateşe götürülmesi emredilir.

Bir sopa fazla veya eksik vuranın cezası bu ise, ahkâma dalıp, menfaatleri için canilerin mertebelerine göre fazlalık veya eksiklik yapanların hükmü ne olacaktır? Bu konuda Aişe validemiz şu ha­disi rivayet ediyor:

«Allah'ın RasûlÜ bir gün hutbede: «Ey nas! Sizden önce helak olanlar ancak şundan dolayı helak olmuşlardır: Onların içinde soylu bir kimse hırsızlık yaptığında onu cezasız bırakırlardı. Zayıf kimsesiz bir kimse yaptığında ona had tatbik ederlerdi» demiştir.» (Buhari  ve Müslim)

Başka bir hadiste, «Yeryüzünde tatbik edilen bir had, yeryüzü insanları için kırk gün sabahleyin yağan yağmurdan daha hayırlı­dır» denilmektedir (Nesei ve İbn Mace).

«Onların azaplarında (yani had tatbik edildiğinde) müminler­den bir grup bulunsun» cümlesi, haddin alenen tatbik edilmesinin gerekli olduğunu ifade eder. Onların bulunmaları, bir taraftan ci­nayet işleyen kişinin rezil olması, bir taraf tan da halkın ibret alma­sı içindir. Bu tür haberler bize İslâm'da hadlerin ikamesinin üç ana sebebi olduğunu bildirmektedir:

a) Suçlu başkasının hududuna tecavüz ettiğinden ve Allah'a karşı geldiğinden ötürü cezalandırılır.

b) Suçu bir daha işlememesi için cezalandırılır.

c) Kalplerinde kötülük bulunan toplumun bazı kesimlerinde bu, ibret ve zihinlerdeki yaralan ameliye mesabesine girsin ki on­lar gelecekte böyle bir suç işlemeye cesaret etmesinler.

(3) «Zina eden bir erkek, zina eden...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin mânâsı şudur: Zina eden bir erkek tevbe etmedikçe ona ancak daha önce zina etmiş veya müşrik bir kadın uygundur. Ona imanlı, salih bir kadın hiçbir zaman uygun değildir İmanlı kimselere, kızlarım - zina ettiği bilinen erkeklere vermeie-ri uygun düşmez ve caiz de değildir. Zina eden bir kadına- tevbe etmedikçe uygun bir kişi varsa o, zina eden veya müşrik bir kişi­dir. Zina eden bir erkeğe iman eden ve salih amel işleyen, namus­lu bir kadın hiçbir zaman lâyık değildir. Bu ayetteki hüküm, zina adetlerinden vazgeçmeyen ve tevbe etmeyen,.zina eden erkekler ve kadınlar içindir. Zinadan tevbe edenlere, nefislerini islâh edenle­re gelince, bu hüküm onları kapsamamaktadır. Çünkü bu safat tevbeden sonra onlarda kalmaz.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki zina eden bir erkek ancak bir zaniye ile, zani bir erkek de ancak zina eden bir kadınla evlenebi­lir. İmam Ahmed, «Zina eden bir erkek iffetli bir kadınla, zina eden bir kadın da iffetli bir erkekle asla nikâhlanartıaz. Nikahlan aJcdolunamaz» demiştir. Fakat sahih görüş bu ayetin mümin kim­selerin zina eden kimselerle evlenmek suretiyle ilişki kurmasını nehyetmesidir. Yoksa ayet, böyle bir erkekle mümin bir kadının veya böyle bir kadınla mümin bir erkeğin nikâhlanması halinde, İslâm'ın nazarında bu nikâhın geçerli olmayacağı anlamına gel­mez. Allah'ın Rasûlü bu hususta genel bir kaideyi şöyle izah et­mektedir: «Haram herhangi bir helâli haram kılmaz.» (Taberanî ve Darekutnî). Yani meşru olmayan bir fiil, meşru olan bir fiili gayri meşru kılamaz. Meselâ daha Önce zina eden bir erkek iffetli bir kadınla evlenirse bu nikâh daha Önceki zinası sebebiyle gayri meşru sayılmaz. Bu kaideyi kavradıktan sonra görülecektir ki ayet ile alenen zina eden, toplumda bu fiili işlemek suretiyle yaşayan­lar kastedilmektedir. Onlara meyletmek ve nikâhla onlarla bağlan­mak ancak bir günah olur ki iman ehlinin bu günahtan sakınması vaciptir. Çünkü bu, facir kimseleri suça teşvik etmektedir. Zira Al­lah'ın sistemi onları toplum içerisinde insanların tiksindiği çirkin bir unsur kılmaktadır. Böylece ayetin mânâsı, zina eden bir müslü-man erkeğin müşrik bir kadınla veya zina eden müslüman bir ka­dının müşrik bir erkekle nikâhlanmalarının sahih olduğu değil­dir. Ayetin mânâsı, zina Öyle şeni bir fiildir ki müslüman olmakla beraber bir kimse bunu işlerse ona en salih ve iffetli insanlarla bağ kurmak değil, ancak kendisine benzeyen zaniler ve facîrlerle veya İslâm'ın hiçbir hükmüne inanmayan müşriklerle ilişki kur­ması uygundur şeklindedir. Yani Cenab-ı Hak burada zina eden erkeğin müşrik kadınla evlenmesine veya zina eden kadının müş­rik erkekle evlenmesine izin veriyor değildir. Aksine bu ifade üe zinanın çirkinliği sergilenmek isteniyor.

Bu ayetin mânâsını açığa çıkaran bazı hadisler şöyledir: «Abdullah bin Amr bin As'tan geliyor: «Bir kadın vardı. Ona Ümmü Mehzul deniliyordu. Kadının sanatı zinaydı. Allah Rasûlü' nün tanıdıklarından bir kişi onunla evlenmek istedi. Kadın «Bana nafaka verirsen seninle evlenirim» şartını ileri sürdü. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak bu ayeti nazil etti» (Hadisi, Nesei ve Ahmed ri­vayet etmiştir).

Amr bin Şuayb babasından, babası da babasından şu hadisi rivayet ediyorlar: «Mersed bin Ebi Mersed'il-Canevi adlı bir kişi Mekke'den esirleri alıyor, Medine'ye getiriyordu. Mekke'de İnak adlı bir zâni kadın vardı. Cahiliyette bu kadınla Mersed birbirleri­ne aşıktı, dost idiler. Mersed, Mekke'den getirmek üzere bir esire söz vermişti. «Mekke'ye mehtaplı bir gecede girdim» diyor. Du­varlardan birisinin gölgesine vardım. Bu esnada înak denilen o kadın geldi. Benim gölgemi duvarın altında görünce yanıma var­dı ve beni tanıdı: «Sen Mersed misin?» dedi. Ben de «Evet, ben Mersed'im» dedim. İnak: «Merhaba! Haydi gel de bu gece bizim yanımızda sabahla» dedi. Ben: «Ey İnak! Cenab-ı Hak zinayı ha­ram kıldı» dedim. înak da benden ümidini kestiğinde Mekke'lilere şöyle seslendi: «Ey çadır halkı! Bu kişi gelmiş sizin esirlerinizi gö­türüyor» dedi. Bunun üzerine sekiz kişi beni kovalamaya başladı. Bir bostana girdim. Oradaki bir mağaraya sığındım. Onlar gelip başımın üzerinde durdular. Çiş ettiler. Sidikleri başımın üzerine dökülüyordu. Fakat Cenab-ı Hak onların gözünü kör etmişti ki be­ni göremiyorlardı. Sonra onlar dönüp gittiler. Ben de söz verdi­ğim kişiye vardım ve onu aldım. Kendisi ağır bir kişi idi. Onu el-İs-ğar denilen yere kadar götürdüm. Orada iplerini çözdüm. Onu ba­zen sırtıma alıyordum, o da bana yardım ediyordu. Böylece O'nu Medine'ye getirdim. Allah'ın Rasûlü'ne vardım ve, «Ey Allah'ın Ra­sûlü! Ben înak'ı nikâh edeceğim» dedim. Hz. Peygamber herhangi bir şekilde cevap vermedi. Bu ayet ininceye kadar sesini çıkarma­dı. Bu ayet indikten sonra Rasûl-ü Ekrem: «Ey Mersed! Zina eden bir erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh ede* bilir. Sen İnak'ı nikâhlayamazsın, buyurdu» (Tirmizi, Ebu Davud ve Nesei).

Gerek Abdullah bin Ömer'den gerekse Ammar bin Yasir'den çeşitli rivayetlerle Rasûlullah'ın İmam Ahmed, Nesei, Ebu Davud et-Tayalisi tarafından şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Hanu minin zina ettiğini bilen, buna rağmen ondan ayrılmayan deyyus cennete giremeyecektir.»

Ashabın büyükleri olan Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer, zina eden bir erkekle bir kadın kendilerine getirildiğinde, ikisi de bakire ise kendilerine sopa cezası tatbik ederlerdi. Sonra da onları evlendi-rirlerdi,

Bu ayetin mensuh olduğu Mücahid'den rivayet edilmiştir.

İmam Şafü, «El-Umm» adlı eserinde bu ayetin neshedildiğini ve tefsircilerin bu ayet hakkında açık bir ihtilafa düştüklerini kay­dediyor. Ve devamla, «Bazı kimselere göre bu ayet geneldir. Fakat neshedilmiştir» diyor.»

Said bin Museyyeb bu ayetin mensuh olduğunu söylemiştir.

Zina eden bir kadın, müslümanlarm evli olmayan kadınların­dandır. Kitap ve sünnetin bu yorumdan başkalarının fasid oldu­ğuna delâletleri açıktır. Ancak bu görüşe «Eğer durum böyle ise müşrik bir kişinin zina eden müslüman bir kadınla evlenmesini helâl kılar» şeklinde itiraz edilmiştir. Cevap olarak deriz ki, bir kâfirin müslüman bir kadınla evlenmesi hicretten önce ve hicret­ten sonra 6. seneye kadar helâldi. Altıncı senede Hudeybiye Musa-lahası'ndan sonra müslüman kadınların kâfirlerle evlenmesinin ha­ram olduğuna hükmeden ayet indi. Nitekim Allame Ebu Hacer el-Heytemi de bunu kabul etmektedir. Rasûlullah'ın peygamber ol­mazdan önce kızı Zeyneb'i Ebu'l-As bin Rebi ile evlendirdiği sahih bir rivayettir. Rasûlullah peygamber olduktan sonra hicret etti. Hz. Zeyneb de peygamberle beraber hicret etti. Aynı zamanda Ebul-As'ın nikâhındaydı ve bu zat o zaman mümin değildi. Durum hicretin 6. senesine kadar böyleydi. Tahrim ayeti nazil olduktan az bir zaman sonra Medine'ye gelerek iman etti. Rasûlullah da Hz. Zeyneb'i birinci nikâhla ona tekraren iade etti. Muhtemelen bu ayet indiği zaman müslüman bir kadının kâfir bir erkekle evlen­mesi helâldi ve bu da hicretin 6. senesinden önceydi. Sonra nes-hedildi.

Hasan Basri «Zina eden bir kişinin iffetli bir kadınla evlenme­sinin haram olması ancak zina haddini çeken bir erkek için bahis konusudur» der. İffetli bir erkekle zina eden bir kadının nikâhının haram olması da aynen böyledir. Yani kadın haddi zinayı çekmiş-se afif bir erkekle evlenmesi haram olur. Hasan Basri'nin nezdin-de haddi zinayı çeken bir erkek ancak haddi zinayı çeken bir ka­dınla evlenebilir. Haddi zinayı çeken bir kadınla ancak haddi çeken bir erkek evlenebilir. Hasan Basri'nin bu yorumu bazı hadislere uygun düşmektedir. Zira Ebu Davud, Îbn'ul-Munzir ve cemaa Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar: «Haddi zinayı işleyen bir kim­se ancak benzeri bir kadınla evlenebilir.»

Said bin Mansur ile İbn'ul-Munzir şöyle rivayet ediyorlar: «Bir kişi bir hanımla evlendi. Sonra o kişi zina etti ve kendisine haddi zina tatbik edildi. Bu kişiyi Hz. Ali'ye getirdiler. Hz. Ali onunla ha-nımının arasındaki nikâhı feshetmeye hükmetti. Ona: «Sen ancak senin gibi zina haddini çeken bir kadınla evlenebilirsin» dedi.»

îbn Mesud ve Berra bin Azib diyorlar ki: «Bir kadınla zina eden bir kimse, artık hiçbir saman o kadınla evlenemez.»

Sahabîlerden Ebubekir Siddık, İbn Ömer ve İbn Abbas, Ta­biinden de Cabir ve diğer imamlar bunun tam aksini iddia ediyor­lar. Delil olarak da Taberani ve Darekutni'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadise dayanmaktadırlar: «Rasûlullah'tan, bir kadınla zi­na eden bir kimsenin o kadınla evlenmek istemesinin doğru olup ol-

madiği soruldu. Hz. Peygamber: «Haram herhangi bir helâli haram kılmaz» buyurdu. [10]

 

 Kâzifin Cezası

 

(4-5) «Namuslu kadınları (zina ile) itham...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-ı Hak daha önceki ayette zina edenin hükmünü beyan ettikten sonra başkasına zina isnad edenin hükmünü açıklamaya başlamıştır. Ayetin sebebi nüzulü Buhari'nin Sahih'inde yer aldı-gına göre üveymir adlı kişinin hanımıdır.

Said bin Cübeyr «Bu ayet îfk Hadisesi hakkında nazil olmuş­tur» der. Ve bu ayetteki «atmak» mânâsına gelen «remy» küfret­mekten kinayedir. Yani dil yarası el yarası gibidir. Buradaki küf­retmekten maksat, başkasına zina nisbet etmektir. Zira bu ayet zina edenlerin hükmünü beyan eden ayetlerin arkasında gelmek­tedir.

El-Muhsenat'tan maksat, zinadan nezih olan kadınlar demek­tir. Bu da buradaki ithamın zina ithamı olduğuna delildir.

Bazıları, «Dört şahidin getirilmesi şartı buradaki ithamın zi­na ithamı olduğuna delâlet eder» demişlerdir.

Bu ayet, ithamdan zina ithamının kastedildiğine bir karine­dir. Zira zinadan başka dört şahide tevakkuf eden hiçbir hüküm yoktur. Bu ayetteki «ihsan» sıfatı ancak zinadan afif olması ile hür, baliğ, akıllı ve müslüman olmasıyla tahakkuk eder. Ebu Bekir er-Razi   «Fakihler arasında   bu konuda herhangi bir ihtilafa rastlamadık» demiştir.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki iftiraya uğrayan kadın, iftira cezasının iftira atana tatbikini istemese dahi kendisine ceza haddi tatbik edilecektir. İbn Ebi Leyla böyle demiştir. Ebu Hanife ve arkadaşları, İmam Evzai ve İmam Şafii «Ancak iftiraya uğrayan kadın davacı olursa iftiracıya had vurulur» demişlerdir. Ayetin za­hiri şudur ki, bu iftirayı atan isterse hür veya köle olsun seksen değnek olan iftira cezasını çekecektir. Abdullah bin Mesud böyle söylemiştir. Evzai ve imamların cumhuru «Köleye seksen değil, onun yarısı olan îctrk değnek tatbik edilir» demişlerdir. Diğer imamlara göre kazf cezası tatbik edilirken zina iftirasında bulu­nan kimsenin elbiseleri çıkarılmaz. Çünkü bu cezanın sebebi ya­landan başkasını zinaya nisbet etmektir. Fakat bu nisbet doğru da olabilir, ancak kişi bunu ispat etmekten acizdir. Lâkin vurma­nın acısını duymaya mani olan kalın elbiseler çıkarılır.

İmam Şafii ve Ebu Yusuf'a göre iftiraya uğrayan bir kimse iftiracıyı affederse ceza düşer. Bir kişiye birçok defa zina iftirası atıldığı veya bir cemaate «Siz zinacısımz» denildiği zaman yahut da «Ey Zeyd, ey Ali, ey Beşir, sen zinacısın» denildiği zaman bu söyleyene yalnız bir had tatbik edilir. Bir kişiye zina iftirası atan kimse, bunun cezasını çektikten sonra aynı kişiye yine zina ifti­rası atarsa had tatbik edilemez. Çünkü Ebu Bekre, Muğire hakkın­da şahitlik yaptığında Hz. Ömer ona had tatbik etti. Ondan sonra her yerde «Ben şehadet ederim ki Muğire zina etmiştir» deyip du­ruyordu. Hz. Ömer ona ikinci kez ceza tatbik etmek istedi. Hz. Ali buna mani oldu. Delil neticesinde Hz. Ömer, Hz. Ali'nin sözüne döndü. Böylece sahabe icmaı meydana gelmiş oldu.

«Hayatları boyunca onların şahitliklerini kabul etmeyin» cüm­lesi «Onlara had tatbik edin» cümlesine atıftır ve onun tamamla-yıcısıdır. Yani onları iftira cezasına çarptırın ve şehadetlerini kabul etmeyin. İşte o taatten uzak bulunan ve hududu aşmakta do­ruk noktaya çıkan, şer ve fesadette ilerledikçe ilerleyen kimseler fasıkların ta kendisidirler. Yani fısk vasfına herkesten daha fazla müstehak olmuşlardır. Zahire hükmeden şeriat nezdinde bunlar fasıktırlar. Sırların alimi olan Cenab-ı Hak katında ve hakikatte belki de böyle değildirler. Çünkü doğru olmaları muhtemeldir. Ama buna rağmen şahitler getirip suçu ispattan aciz kalmışlardır. [11]

 

Kazıfın (Zina İftirasında Bulunanın) Durumu

 

Bazı alimlere göre kazf büyük günahlardandır. Kazıf doğru olsa da şahitleri olmadığı takdirde büyük günah işlemiş olur. Çün­kü müslümanm iffetini zedelemiş olmaktadır. Dinleyenleri onun hakkında şüpheye düşürür. Aynı zamanda ortada dinî bir masla­hat da yoktur. Halbuki müminlerin namusunu korumak Cenab-ı Hakk'm ermindendir.

Taberani, Vaile'den şu hadisi rivayet ediyor: «Hz. Peygamber, «Bir zımmîye kazıfta bulunan bir kimse Kıyamet Günü'nde ateşten sopalarla ceza görecektir» demiştir. [12]

 

Hz. Aişe'ye Zina İsnad Etmenin Hükmü

 

Kazf bazen küfür olur. Hz. Aişe'ye zina isnad edilmesi gibi. Kişi bunu ister açıkça söylesin, isterse gizlice. İster Cenab-ı Hak tarafından Hz. Aişe'nin beraat ettiği konularda, isterse başka ko­nularda olsun, ona zina isnadında bulunmak küfü rdür. Rasûlullah' in diğer hanımları hakkında da durum böyledir. Hz. Meryem için de durum böyledir. Kazf'm bir kısmı vardır ki büyük günahtır, fakat küfür değildir. Bunun misali açıktır. Diğer bir kısmı vardır ki küçük günahtır. Bir cariyeye veya küçük bir kıza kazf yapmak gibi. Kazfın bir kısmı vardır ki vacibtir. Meselâ kanı masum olan bir müslüman aleyhinde b ir şahit, o müslütnanin şehadeti kabul edildiği takdirde o müslümanı Öldürtecek şekilde şehadette bulu­nursa ve bu şehadetinde yalancı olduğu bilinirse o şahide zina if­tirası atmak vacib olur ki şehadeti reddedilsin ve o müslüman katledilmekten korunsun. Kazfın bir kısmı vardır ki sünnettir. Me­selâ vacib olan kazfın maslahatından az bir maslahat üzerine te-rettüb eden bir kazf sünnettir. [13]

 

Had Cezasını Yiyenin Şahitliği Kabul Edilir Mi?

 

Cenab-ı Hakk'm «Ancak ondan sonra tevbe eden ve ıslah eden­ler müstesnadır» ayetine gelince, tevbe edenlerden maksat, sözle­rinden dönenler ve yaptıklarından ötürü pişman olanlardır. Bun­lar fasıklar zümresinden çıkmış olurlar. O korkunç gün ahı işle­dikten sonra iftira ettikleri insandan helâllik istemek suretiyle amellerini ıslah edenler fasıklar zümresinden istisna edilmişler­dir. Ayetteki umum gerektiriyor ki ister dinî meselelerde, isterse başka meselelerde olsun, had yiyen kimselerin şehadetleri kabul edilmez. Bazı rivayetlerde «Dinî konularda şehadetleri kabul edil­mez» demişlerdir. Çünkü onlar böyle bir şahitliği şahitlik değil de rivayet ve haber şeklinde kabul etmektedirler. Zira çok kimse var­dır ki şahitliği reddedilir fakat rivayeti kabul edilir. İmam Şafii «Had yiyen bir kimse tevbe ettikten sonra şahitliği kabul -edilir» diyor. Ve İmam Şafii'ye göre buradaki tevbeden maksat, zina is-nad etmekte kendisinin yalan söylediğini ikrar etmek demektir. İmam Malik ve İmam Ahmed de böyle söylemişlerdir. Bu hüküm aynı zamanda Ömer bin Abdulaziz, Tavus, Mücahid, Şa*bi, Zühri, Muharib, Şureyh, Muaviye bin Kırre, İkrime ve Said bin Cübeyr' den de rivayet edilmektedir.

Hasan Basri, İbn Şirin, Said bin Museyyeb,, Said bin Cübeyr de   Ebu-Hanife'nin   dediği gibi   demişlerdir.   Yani   onlara   göre de had vurulan bir kimsenin şahitliği kabul edilmez, velev ki tevbe ederse. İmam Suyuti, Ed-Durr'ul-Mensur'da bunları söylü­yor. Sahih-i Buharı de Hz. Ömer'in Ebu Bekre'yi, Şibl bin Mabedi ve Nafi'i Muğire'ye zina isnadında bulundukları için had cezası verdiği, sonra da tevbe etmelerini isteyip, «Kim tevbe ederse onun şahitliği kabul edilecektir» diye buyurduğu bildirilmektedir.

Alusi, Ruh'ul-Meani'de «İnceleme yapan bir kimse görür ki fakihlerin çoğu İmam Şafii'nin görüşündedirler» der. Tabiin fakih-lerinin İmam Şafii'nin görüşü üzerinde ittifakları olduğuna dair iddia sahih değildir. Allah hakikati daha iyi bilir. [14]

 

Liânın (Lânetleşme) Cezası

 

(6-10) «Eşlerine zina isnad ettikleri halde...»Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetler ya Hilâl bin Ümeyye veya Uveymir bin Nasr hak­kında nazil olmuştur. Bu ayetler fıkıhta «Lian» denilen lânetleşme hükmünü getirmektedir. Özel olarak niçin hanımlara nisbet edil­diğinin açıklamasını yaparlar. Bu ayetler aynı zamanda muhsena-tın (iffetli ve namuslu evli kadınların) umumunu tahsis etmesini neshetmektedir. Sahabîler bu ayet inmezden önce «Yabancı bir ka­dına zina nisbet etmekle hanımına zina nisbet etmek eşittir); diyor­lardı. Zira Ebu Davud ve cemaa îbn Abbas'tan şöyle rivayet edi-

yorlar:

«Evli ve iffetli hanımlara zina nisbet edenler...» ayeti nazil ol­duğu zaman ensann önderi olan Sa'd b. Ubâde «Ey Allah'ın Rasû-W. Ayet böyle mi nazil olmuştur?» diye hayretini izhar ederek sordu. Hz. Peygamber: «Ey ensar topluluğu! Siz önderinizin dedi­ğini işitmiyor musunuz?» deyince Ensar: «Ey Allah'ın Rasûlü! Onu kınama. O çok kıskanç bir kişidir. Allah'a yemin ederiz, o bakire olmayan kadınla evlenmezdi. Herhangi bir kadım boşadığında hiç birimiz onun korkusundan o hanımla evlenemezdik» dediler. Sa'd: «Ey Allah'ın Rasûtii! Allah'a yemin olsun bunun hak olduğunu ve Allah katından geldiğini biliyordum. Fakat ben hayret içerisinde­yim. Eğer bir kadının bacakları arasında oturan bir kişiyi görür­sem, gidip dört şahit getirinceye kadar ne onun keyfini bozarım, ne de ona karşı herhangi bir harekette bulunurum. Allah'a yemin ederim, ben o dört şahidi getirinceye kadar o adam işini bitirir, kalkar» dedi. (Ravi der ki): «Onlar bu hâl içinde biraz kaldıktan sonra Hilâl bin Ümeyye, Rasûlullah'a geldi. Bu zat Tebük Seferi'n-den geri kalmış ve tevbeleri kabul edilmiş üç kişiden birisiydi. Ra-sûlullah'ın yanına gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü! Akşam evime var­dığımda ailem (Havle binti Asım'ın yanında bir kişi (Şehid bin Şahma) buldum. Gözümle bu işi gördüm, kulağımla bunu işittim)}' dedi ve Rasûl-ü Ekrem onun getirdiği haberden rahatsız oldu. Bu durum Hz. Peygamber'e gayet ağır gelmişti. Ensar biraraya gele­rek: «Biz Sa'd bin übâde'nin demin getirdiğiyle müptela olduk. Rasûl-ü Ekrem, Hilâl bin Ümeyye'ye iftira cezasını tatbik edecek ve müslümanlar arasında onun şahitliği iptal olunacaktır» dediler. Bu sözü dinleyen Hilâl: «Allah'a yemin ederim, Allah'ın bana bir çıkış yolu kılacağı ümidindeyim» dedi. Ve: «Ey Allah'ın Rasûlü! Getirdiğim haberden dolayı sana ağır gelen şeyi görmekteyim. Ye­min olsun, Rabbim benim doğru olduğumu biliyor» diye sözünü bitirdi. Allah'ın Rasûlü, Hilâl'in kazf cezasına çarptırılmasını söy­lemeyi irade ettiğinde bu ayet Rasûlullah'a inzal olundu. Ayet Ra­sûlullah'a geldiğinde sahabe durumu biliyordu. Çünkü bu durum­da onun derisi diken diken olurdu. Böyle bir durumda vahy bitin­ceye kadar sahabe Rasûlullah'tan bir şey sormamaya dikkat eder­lerdi. O sırada işte bu ayetler nazil oldu. Böylece Rasûlullah'm üzerinden vahyin ağırlığı geçince: «Ey Hilâl! Müjdelen. Rabbimden bunu ben umuyordum. îşte bu ayet geldim dedi. Rasûlullah: «Gidin, Hilâl'in hanımını getirin» dedi. Hanım geldi. Bu ayeti Rasûlullah hem Hilâl'e, hem de hanımına okudu. Ve onlara vaz-u nasihat etti. Ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu söy­ledi. Hilâl: «Ey Allah'ın Rasûlü! Yemin olsun ben onun hakkında doğruyu söyledim» dedi. Kadın: «Yalan söyledi» dedi. Allah'ın Ra­sûlü de: «O halde aranızda lanetlesin» diye emretti.

Bu hadisten ve Buhari, Tirmizi ve İbn Mace'nin rivayet ettik­leri diğer hadisten, Hilâl'in meselesinin bu ayetlerin sebebi nüzu­lü olduğu anlaşılmaktadır. Bazıları «Bu ayet Asım bin Adiy hak­kında nazil olmuştur» demişlerse de, Sahih-i Buhari'de ayetin Uveymir bin Nasr hakkında nazil olduğu hususu yer almaktadır. Hatta Süheyli «Bu daha sahihtir ve diğer yorumlar yanlıştır» de­miştir. Fakat El-Bahr'da yer aldığına göre bu ayetin sebebi nüzu­lü Hilâl meselesidir ve bu ayet Uveymir meselesi vuku bulmaz­dan önce inmiştir.

Ebu Ya'la, İbn Merduveyh, Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar: «İslâm'da ilk lian Hilâl bin Ümeyye ile hanımı arasındaki Han­dır.»

Eğer kendilerinden başka şahitleri yoksa (yani dört şahitten mahrum iseler) her biri dört defa doğrulardan olduğuna dair Al­lah adına yemin edecektir. Yani hanımına nisbet ettiği zina husu­sunda 'doğru olduğuna dair Allah'a yemin edecektir. Beşinci şeha-deUeri ise, hanımına zina nisbet ettiği konuda yalancılardan ise Allah'ın lanetinin üzerine olmasını dileyecektir. Kadın da azabı nefsinden uzaklaştırmak için kocasının yalancı olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit kılacaktır. Beşincisinde «Eğer kocam doğru söy­leyenlerden ise Allah'ın laneti üzerime olsun» diyecektir. Yani ko­cam bana isnad ettiği zina hususunda yalancılardandır. Bu ayetin inişinden sonra Rasûlullah'a getirilen hadiseler mufassal bir şe­kilde hadis kitaplarında yer almıştır ve lian hükmünün kaynağı işte bu hadislerdir, tafsilatıyla beraber bunu açıklarlar. [15]

 

Hilâl B. Ümeyye'nin Hadisesi

 

Hilâl bin Umeyye'nin hadisesi Kütüb-ü Sitte'de, İmam Ahmed' in Müsned'inde, İbn Cerir Taberi'nin tefsirinde İbn Abbas'tan, Enes bin Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir:

«Hilal bin Umeyye ve hanımı bu ayet   nazil  olduktan sonra Rasulullah'in huzuruna getirildiler. Hz. Peygamber ayeti onlara okudu ve daha önce naklettiğimiz gibi vaz-u nasihatta bulundu. Fakat ikisi lânetleşmeye karar verdiler. Hilâl dört defa Allah'ı şa­hit tutarak doğrulardan olduğunu söyledi. Beşincide Rasûl-ü Ek­rem ona;  «Ey Hilâl! Allah'tan k ork, dünya azabı Ahiret azabın­dan daha kolaydır» dedi. Ve birkaç defa ikisine de: «Cenab-ı Hak birinizin yalancı olduğunu biliyor. Sizden hanginiz tevbe etmek istiyor?» diye sordu. Hilâl: «Allah'a yemin ederim, Allah bundan dolayı bana azap vermez. Nitekim benden haddi kaldırdığı gibi» dedi. Beşincide ise «Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti üze­rimde olsun» diye ilâve etti. Sonra hanımına: «Sen de dört defa Allah'ı şahit tutarak Hilâl'in yalancılardan olduğunu söyle» dedi. Beşinci şehadetin zamanı gelince, Rasûlullah   kadına:    «Allah'tan kork! Ahiret azabı dünya azabından daha şiddetlidir» dedi. Kadın bir müddet kekeleyip durdu. Neredeyse zinayı ikrar edecekti. Son­ra: «Allah'a yemin ederim, kavmimi rezil etmem» dedi. Sonra da beşincide: «Allah'ın gazabı benim üzerimde olsun, eğer kocam doğ­ru söyleyenlerden ise» dedi. Böylece peygamber onları ayırdı ve kadından gelen çocuğun Hilâl'e nisbet edilmemesine hükmetti. Ve kadının çocuğuna zina çocuğu denilmemesini, kim kendisine böy­le söylerse ona had tatbik edileceğini de söyledi.

Boşanma veya kocanın vefatından dolayı değil de sadece it­ham sebebiyle ayrılmalarda kocanın karısına nafaka vermesi ve kendisine yatacak yer temin etmesi gerekmez. Sonra Rasûl-ü Ek­rem sahabîlere dönüp şunu söyledi: «Eğer çocuk kızıl saçlı, ince baldırlı ve hafif kalçalı ise o Hilâl'indir. Eğer esmer, sert huylu, azalan ve mafsalları kalın baldırları iri, oturağı kaba ise, zina ile itham edilenindim dedi. Bundan sonra: «Eğer yeminler ve Allah'ın Kitabı'nda geçen hüküm olmasaydı bu kadına had cezası verirdim» dedi.

Uveymir el-Aclani'nin hadisesi Sehl bin Sa'd'dan, İbn Ömer* den Müslim ve Buhari'de ve Tirmizî hariç diğer sünenlerde şöyle yer almaktadır:

«Allah'ın Rasûlü Uveymir ile hanımım çağırdı, kendilerine Al­lah'ın hükmünü tebliğ etti. Üç defa «Allah bilir ki biriniz yalancı­dır. Acaba herhangi biriniz tevbe etmek istiyor mu?» dedi. İkisi de tevbe etmeyince aralarında Han icra edildi. Uveymir: «EyAllah'-m Rasûlü! Eğer onu alıp götürürsem bil ki ben ona iftira etmişim­dir» dedi ve onu Hz. Peygamber'in emri olmaksızın boşadı.»

Sehl Mn Sa'd diyor ki: «Rasûl-ü Ekrem bu hükmü geçerli say­dı ve aralarını ayırdı. «Onlar artık ebediyyen biraraya gelmezler» dedi.»

îbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü'nün zama­nında bir kişi hanımına zina nisbet etti ve çocuğundan teberride bulunarak, «çocuk benden değildir» dedi. Rasûl-ü Ekrem onlara lânetleşmeyi emretti. Allah'ın dediği şekilde lânetleştiler. Sonra çocuğu kadına verdi ve ikisinin arasını ayırdı (Hadisi, cemaa riva­yet etmiştir).

Kubeyse bin Zuheyb der ki: «Hz. Ömer, «Hanımımın karnın­daki çocuk benden değildir» diyen bir kişi hakkında hüküm verdi. Sonra o kişi «Bu benimdiny dedi. Çocuk doğuncaya kadar böyle dedi. Doğduktan sonra tekrar «Benden değildir» dedi. Böylece Hz. Ömer ona seksen sopa vurulmasını emretti. Çünkü o, kadına ifti­ra etmiş oldu. Sonra kadının çocuğunu ona ilhak ederek «Çocuk sendendir» dedi» (Darekutni, Beyhakl).

Ebu Hureyre Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini rivayet ediyor: «Hangi kadın bir aileden olmayan bir çocuğu onların içine sokar­sa (yani zina eder, zinadan bir çocuğu olur ve onlara nisbet eder­se) o kadının Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Allah O'nu cen­nete sokmaz. Herhangi bir kişi çocuğunu inkâr ederse Allah ona bakmaz. Kıyamet Günü'nde Allah ondan perdelenir ve evvelin-ahi-rin şahitlerinin huzurunda onu rezil rüsvay eder» (Hadisi, Ebu Davud, Nesei ve Darimi rivayet etmiştir).

Lian ayeti ve bu rivayetler İslâm'daki lian sisteminin kaynak­landır. Fakihler bu kaynaklar üzerinde mufassal bir şekilde lianı tefsir etmişlerdir.

Selef alimleri hanımının yanında bir kişiyi bulup Öldüren bir kişinin Öldürülüp öldürülmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları «Öldürülecektir. Çünkü hakimin izni olmadan ona haddi tatbik etmek onun hakkı değildir. Bu, tecavüz sayılır» dediler. Ba­zıları da «Öldürülmez. Yaptığından mazur görülecektir, eğer doğ­ruluğunun işaretleri ortada ise» demişlerdir.

İmam Ahmed ve îshak, «Bu sebepten dolayı kişinin kadım öldürdüğüne dair iki şahidin olması şarttım diyorlar. Maliki alim­lerinden îbn Kasım ve İbn Habib de bu görüşe katılmışlardır. Fa­kat onlara göre Öldürülen kişinin evli olması gerekir. Aksi takdir­de öldüren insana kısas gerekir. Çünkü bakir bir kişinin zina et­mesi öldürülmeyi değil sopayı gerektirir. Cumhura göre kısas hiç­bir zaman affedilmez. Ancak kişi onun zina ettiğine dair dört şa­hit getirirse veya öldürülen kişi, ölmezden önce «Ben zina ettim» diye itirafta bulunursa ve kendisi de evli ise o vakit katil öldürül­mez. Fakihler «Lian da şahitlik gibidir. Ancak mahkemede sabit olur» dediler. Fakihler «Lian istemek hususunda sadece erkek yet­kili değildir. Bunu kadın da isteyebilir» görüşündedir. Her eş ara­sında lian yapmanın caiz olup-olmadığı, lianın birtakım şartlan ve tarafların her birisinde bu şartların bulunmasının gerekli olup-olmadığı hususunda fakihler ihtilaf etmişlerdir.

İmam Şafü der ki: «Yemin etmesi sıhhatli ve hanımını boşa­maya yetkili olan herkes lian yapabilir.» Yani akıl ve baliğ olması Şafii'nin nezdinde lian için kâfidir. Lian eden çiftler ister müslü-man olsun, isterse kâfir. İster hür, isterse köle olsun. İster şe-hadetleri kabul edilsin, isterse reddedilsin. İster müslüman erke­ğin hanımı müslüman olsun, isterse zınımî olsun. îmam Malik ve îmam Ahmet bu fikre katılmışlardır. Hanefiler'e göre lian ancak müslüman eşler arasında olabilir. Bu eşler daha önce kazfla ceza­landırılmış olmalıdırlar. Eğer koca ile karısı kâfir iseler veya köle veya daha önce bir ceza çekmiş iseler aralarında lian caiz değil­dir.

Lian sadece kinaye ile veya şüpheyi izhar etmekle sabit olmaz. Lianda kişi hanımını açıkça zina ile itham edecektir veya «Çocuk benden değildir» diyecektir, bunu da açık lâfızlarla ifade edecek­tir. Bir kişi hanımını zina ile itham eder, sonra da liandan vazge­çerse Ebu Hanife'ye göre yalancı olduğunu itiraf edinceye (yani liana razı oluncaya) kadar hapsolunur. Yalancı olduğunu itiraf et­tiği zaman kazf cezası olarak kendisine seksen sopa vurulur.

İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Leys bin Sa'd, «Kişi dan vazgeçerse ona kazf haddi vacib olur. Çünkü liandan vazgeç­mesi yalancı olduğunun delilidir. Veya yalan söylediğini itiraf et­mektir» demiştir.

Erkek lian yaptıktan sonra kadın liandan vazgeçerse, Ebu Ha­nife'ye göre ya lian edilinceye veya zinasını itiraf edinceye kadar hapsedilir. Lian anında kadının gebe olması İmam Ahmed'e göre kişinin o gebelikten de, o çocuktan da beri olduğuna kâfidir. Kişi ister bizzat kendisi «Bu gebelik benden değildir. Çocuk benden değildir» desin, isterse demesin. İmam Şafii «Kişinin hanımına zina isnad etmesiyle hanımının gebeliğini reddetmesi arasında fark vardır» diyor. Gebelik ancak kocadandır. Onu açık lâfızlarla inkâr etmedikten sonra hanımına zina nisbet ettiğinden dolayı gebelik ancak onun sayılır. Çünkü ka­dının zina etmesi, zinadan hamile olmasını gerektirmez.

İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed, «Kişi hami günle­rinde hanımının hamlini inkâr edebilir, yani «benden değildir» di­yebilir. Ancak mahkeme huzurunda lanetleşmeleri gerekir» de­mişlerdir. Ebu Hanife «Kişinin lâneileşmesinin temelini kadının gebeliği teşkil etmez» demiştir. Kişi hanımını öyle bir zamanda gebe olarak görmüştür ki o zamanda kendisinden gebe kadın do-ğuruncaya kadar geciktirilir. Çünkü hastalık kadında bazen hami-leymiş gibi bir durum meydana getirebilir.

Fakihîer, kişinin çocuğunun soyunu inkâr etmesi halinde, ken­disine, hanımıyla lânetleşmesinin vacip olacağı noktasında ittifak etmişlerdir.

Kişi, hanımını daim olarak boşar ve boşadıktan sonra ona zi­na nisbet ederse Ebu Hanife'ye göre bu lian meselesi olmaz. Ancak o kişinin aleyhinde iftira davası açılır. Çünkü lian eşler arasında cereyan eder. Daimi olarak boşanan bir kadın artık onun eşi de­ğildir. Eğer talak-i ric'i ile boşamış ise iddet müddeti içerisinde ona zina nisbet ederse o vakit lian hakkı vardır. İmam Malik'e gö­re kişinin boşamadan sonra hanımına zina nisbet etmesi ancak bir surette kazf olur. O da şudur: İkisinin arasında hamlin kabul edilmesi veya çocuğun soyunu kabul etmek meselesinde ihtilaf ol­malıdır. Aksi takdirde daim talâktan sonra da lian etmeye yetki­lidir. Çünkü o, kadının şöhretini kirletmek için değil, kendi sul­bünden olmayan bir çocuktan beri olduğunu belirtmek için lian yapmaktadır. İmam Şafii de aynı görüştedir.

Lianro neticeleri:

a) Lânetleşen erkek ile kadın herhangi bir cezaya çarptırıl­mazlar.

b) Eğer kişi kadının çocuğunu «Benden değildir» diyerek in­kâr ediyorsa çocuk kadına ilhak edilir. Kişiye nisbet edümez ve o kişinin varisi de olamaz. Ancak annesine varis olabilir, annesi de ona varis olur.

c) Hiç kimse   lânetleşen bir kadına   «Zaniye», çocuğuna da «Veledi zina» diyemez. Velev ki lian ettikleri anda dahi. Zira bu herhangi bir kimsenin onun zina etmediğinde şüpheye düşmeme­si içindir.

d) Kim ki kadına eski ithamı tekrar yaparsa ona kazf ceza­sı tatbik edilir.

e) Erkekten kadının mehri düşmez.

f) Erkek, kadına nafaka vermeye ve barındırma yeri temin etmeye mecbur değildir.

g) Bu kadın, artık o kişiye ebediyyen haram olur.

Bütün bu noktalarda fakihler ittifak etmişlerdir. Yalnız iki meselede ihtilaf vardır: Birincisi, lânetleşen erkek ile kadın ara­sında ayrılma nasıl olacaktır? İkincisi, lânetleşmekten sonra ayrıl­ma vaki olduğuna göre acaba biraraya gelmeleri mümkün olabi­lir mi?

İmam Şafii birinci meselede «Kişi lânetleşmekten fariğ oldu­ğunda aralarında ayrılık olmuş demektir. Kadın laneti ister yap­sın isterse yapmasın» der.

îmam Malik, Leys bin Sa'd ve îmam Züfer, «Sadece kişinin lânetleşmesiyle ayrılık, olmaz. Ancak hem kişi hem de kadın lanet-leşmeden fariğ olduktan sonra ayrılma olur» diyorlar.

Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed şöyle demişlerdir: «Ha­kim «sîzi ayırdım» demedikçe kişi ve kadın lanetleşseler de ayrılık yoktur. Eğer kişi bizzat kadını boşarsa mesele tamamdır. Aksi takdirde hakim onların aralarındaki ayrılmayı ilan etmelidir.»

İkinci meseleye gelince, İmam Malik, Ebu Yusuf ve İmam Zü­fer, Süfyan-ı Sevri, İshak bin Rehaviye, Şafii, Ahmed İbn Hanbel ve Hasan bin Ziyad, «Lian ile ayrılan bir çift artık birbirlerine ha­ram olurlar ve ebediyyen nikâh ile biraraya gelemezler. Velev ki ikisi de istesin» demişlerdir. İşte bu görüş Hz. Ali ve İbn Mesud' dan da gelmiştir. Said bin Müseyyib, İbrahim en- Nehai, Eş-Şa'bi, Said bin Cübeyr, Ebu Hanife ve Muhammed bunun aksini savun­maktadırlar. Eğer koca yalancı olduğunu itiraf ederse ve ona kazif cezası tatbik edilirse isterlerse nikâh ile biraraya gelebilirler. Çün­kü onların aralarını ayıran sadece Handı. Aralarında lanet olduk­ça haramlik devam eder. Kocanın yalancı olduğunu itiraf etmesi ve had yemesi nedeniyle lian zail olduğundan, aralarındaki haram-lık da ortadan kalkar. [16]

 

Meal

 

11- Kuşkusuz ki o iftirada bulunanlar, sizden bir gruptur. Siz onu hakkınızda kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin hakkı­nızda hayırdır. Onlardan her biri kendi kazandığı günahı kendi çeker. Onların içinden, (sözün) en büyüğünü üzerine alan için en büyük azap vardır.

12- Onu işittiğinizde,  mümin erkek ve mümin kadınların kendileri için hayırlı olan bir zanda bulunup; «Bu apaçık bir if­tiradır» demeleri gerekmez miydi?

13- Onlar bu  sözlerine karşı dört şahit getirmeli değiller miydi? Şahit getirmedikleri için onlar Allah nezdinde yalancı kim­selerdir.

14- Şayet, Allah'ın dünyada ve Ahiret'te üzerinize fazlı ve merhameti  olmasaydı,  içine girdiğiniz dedikodudan  dolayı, size korkunç bir azap dokunurdu.

15- Zira siz onu dillerinizde (dilden dile) dolaştırıp, hiçbir bilginizin olmadığı şeyleri ağzınıza alıyor, Allah katında büyük bir günah olduğu halde, onu basit bir şey sanıyorsunuz.

16- Oysa onu işittiğinizde; «Bu hususta söz söylemek bize yakışmaz.  Subhanatfah!  Bu  büyük bir iftiradır!»  demeliydiniz.

17- Eğer inananlardan iseniz   (bilin  ki)   bir daha  bunun benzerine dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir.

18- Allah size ayetlerini açıklamaktadır. Allah hakkıyla bi­lendir  ve  hikmet  sahibidir.

19- Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını  isteyenler yok mu? İşte onlar için dünyada da Ahiret'te de acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz!

20- Hakkınızda Allah'ın inayet ve merhameti bulunmasay-dı ve Allah esirgeyen ve bağışlayan olmasaydı, (size hemen ceza­nızı verirdi).[17]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(11) «Kuşkusuz ki o iftirada bulunanlar..,»  Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin metnindeki «İfk» yalanın en korkuncu, iftiranın en deh­şetlisi demektir. Çoğu zaman bu kelime mutlak yalan mânâsında da kullanılır. Buradaki «İ/fcaden maksat, Hz. Aişe'ye atılan iftira­dır. Çünkü el-ifk kelimesindeki «Eliflâm» and (belli olanlar) için­dir. Zaten o da Hz. Aişe hakkında yapılan yalandır, bühtandır. «Eliflâm>nn cins mânâsını ifade etmesi de mümkündür. O zaman kasr ifade eder. Yani bu o iftiranın ne kadar korkunç ve dehşetli olduğunu gösterir.

Cenab-i Hak bu ayette «Getirmek» lâfzını kullanıyor. Bu işa­ret eder ki onlar bu iftirayı kendiliklerinden uydurmuşlardır. Bu­nun aslı ve esası yoktur.   _

İfk hadisesini daha önce Hz. Aişe'den nakletmiştik. Devamı şöyledir:

«O gün akşama kadar ağladım. Gözyaşlarını durmuyordu. Uy­ku tutmuyordu. Annemle babam benim yanımda sabahladılar. İki gece bir gün, durmadan ağladım, uyuyamıyordum ve gözyaşlanm dinmiyordu. Onlar neredeyse benim ciğerlerim parçalanacak sanıyorlardv Onlar benim yanımda, ben ağlarken oturuyorlardı. O es­nada ensardan bir hanım benden izin istedi. İzin verdim. Geldi, yanıma oturdu. Benimle beraber ağladı. Biz bu durumdayken Al­lah'ın Rasûlü içeri girdi. Selâm verdikten sonra oturdu. Fakat be­nim yanımda oturmaclı. Çünkü benim yanımda, benim hakkımda denilenler denildikten bu yana oturmamıştı. Aradan bir ay geç­mişti. Bu müddet içinde hakkımda vahy de gelmemişti. Allah'ın Rasûlü önce şehadet kelimesini getirdi. Sonra «Ey Aişe! Senin hakkında benim kulağıma şu şu gelmiştir. Eğer sen bundan beri isen Allah seni suçsuz kılacaktır ve beraat edeceksin. Eğer herhan­gi bir günah işlemişsen af talebinde bulun ve Allah'a tevbe et. Çün­kü kul günahım itiraf ettikten sonra Allah'a tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder» dedi. Allah Rasûlü'nün sözleri bittik­ten sonra gözyaşlarını tamamen dindi. Adeta kurudu. Artık bir damla yaş dahi gelmiyordu. Babama, «Allah'ın Rasûlü'ne söyledik­leri hakkında cevap ver» dedim. Babam; «Emin olun, ben RasûluU lah'a ne diyeceğimi bilmiyorum» dedi. Anneme; «Rasûlullah'a sen cevap ver» dedim. O da: «Rasûlullah'a ne diyeceğimi bilmiyorum» dedi. Bunun üzerine ben şunlan söyledim: «Ben genç bir kadınım. Kur'an'ın çoğunu okuyamıyorum. İnanıyorum ki siz bu hadiseyi işitmişsinizdir. Bu hadise sizin kalbinizde yer etmiştir ve siz de bunu tasdik etmiş bulunuyorsunuz. Eğer ben size bu hadiseyle ilişkim yoktur dersem —ki Allah da biliyor ki benim ilişkim yok­tur— beni doğrulmayacaksınız. Eğer size bir emri itiraf edersem  ki Allah da bilir ben bundan beriyim— beni doğrulayacaksınız. Allah'a yemin ederim, sizinle benim için herhangi bir misal bula­mıyorum. Ancak Uz. Yusuf'un babasının dediği gibi «Güzel bir sa­bır! Allah sizin vasfettikleriniz üzerinde yardımcıdır» derim.» Bunu söyledikten sonra yatağımın üzerine uzandım ve ben o za­man suzsuç olduğumu biliyordum. Biliyordum ki Cenab-ı Hak be­nim beraatimi gönderecektir. Fakat Allah'ın benim hakkımda bSr vahy indireceğini hiç tahmin etmiyordum. Çünkü bana göre, be­nim durumum Allah'ın hakkımda bir emri konuşup, onun okun­masından daha düşük idi. Fakat ben ümid ediyordum ki Rasûlullan uyku halinde bir rüya görecek, Allah beni o rüya ile beraat et­tirecektir. Yeminim olsun, Rasûl-ü Ekrem herhangi bir şeyi kas­tetmedi. Ve ehli beytten de hiç kimse dışarı çıkmadı. Ta ki Al­lah onun üzerine vahy gönderinceye kadar. Vahy geldiği zaman onda meydana gelen zorluk belirdi. Onun alnından boncuk bon­cuk terler akıyordu. Kendisi de kış içinde bulunuyordu. Bu, üze­rine inen sözün ağırlığından ileri geliyordu. Rasûlullah vahyi al­dıktan sonra başını eğdiği halde kaldırarak ilk konuştuğu kelime şu oldu: «Ey Aişe! Dikkat et! Allah seni tebriye etti (beraat ettir­di).»

Annem bana; «O halde kalk, Rasûlullah'a teşekkür et» deyin-ce ben fefiAllah'a yemin ederim, ne kalkar ne de Allah'tan başka ne ona, ne de ikinize teşekkür ederim. Ben sadece beraatimi gön­deren Allah'a şükrederim» dedim. İşte o zaman 11-21. ayetier nazil olmuştu.»

Zahire bakılırsa ayet metnindeki «Usbe» kelimesi innenin ha­beridir. El Ufi ve Ebu'1-Beka böyle demişlerdir. İbn Atiyye, «Bu kelime «Cau» fiilinin failine bedel olur. Bu haberin faydası, birin­ci yoruma göre tesellidir. Yani bu iftirayı getirenler, uyduranlar içinizden mutaassib ve birbirlerine yardım eden bir gruptur. Bu da hadisenin aslı olmadığının işaretlerindendir. Veya Cenab-ı Hak «Bu hadi&e üzerinde icma edilmemiş bir hadisedir. Onu sizden küçücük bir cemaat uydurmuştur»   şeklinde  teselli vermektedir.

Ebu'1-Beka «İftirayı uyduran grubun müslümanlardan olma­sı vasfıyla bu haber fayda verir» diyor. Fakat Ebu'l-Beka'mn bu yo-rumuna dikkat etmek gerekir. [18]

 

Sizden Tabiriyle Kim Kastedilmiştir?

 

«Sizden» tabiri ile bu hadiseden rencide olan müslümanlar kastedilmektedir ki Allah'ın Râsulü, Hz. Ebubekir, Hz. Aişe'nin annesi Ümmü Ruman, Hz. Aişe ve Hz. Safvan bu hitaba herkesten evvel dahildirler. [19]

 

İfk Hadisesini Düzenler Kimlerdi?

 

«Usbe» kelimesinin asıl mânâsı, mutaassıb bir gruptur. İster az, isterse çok olsun. Fakat bu kelime 10'dan 40'a kadar olan ra­kamlara daha çok ıtlak olunur. Bazen de 10'un aşağısında olan bir rakama tekabül eder. Hz. Hafsa'nın mushafmda «Usbe dört kişi, dört nefer demektir» diyor. Hz. Aişe'den gelen sahih rivayet­lerde münafık Abdullah bin Ubey bin Selul, Hanine binti Cahş (Unınıulmuminin Zeyneb'in kızkardeşidir), Talha bin Ubeydullah' in hanımı, Mistah bin Esase (veya Usase), Hassan bin Sabit'in isimleri zikredilmektedir.

Bazı kimseler «Hassan bu hadiseden beridir» demişlerdir. Fa­kat bu, Sahih-i Buhari ve diğer hadis kitaplarında zikredilenlere ters düşmektedir. Ancak ayetin zahirinden anlaşılıyor ki Hassan, bu hadiseyi kalbinin samimiyetinden konuşmamıştır. Ancak İbn Ubey'den nakletmiştir. Hassan'ın kendisine nisbet edilen hadise­den dolayı, bilahere Hz. Aişe'den özür dilediğini ve bu hususta meşhur şiirini söylediği rivayet edilmiştir. Bu şiirin bir parçası şöyledir.

«O (Aişe), insanla rın din ve mansıp (makam) bakımından en hayırlısı olanın (Hz. Muhammed'in) hanımıdır. Hz. Muhammed hidayet peygamberidir, Aişe'nin üstün ve şerefli yönleri vardır. Luey bin Galib'in bir kabilesinin kızıdır. Ki bunların mesaileri çok şerefliydi ve medar-t iftihar noktaları da zail olmamıştır. Tertemizdi. Cenab-ı Hak onun çadırını güzelleştirmişti Onu her kö­tülükten ve batıldan temizlemiştik

Hz. Aişe, Hassan'ı bu hadiseden sonra affetti. Onu daima ha­yırla yadediyordu. Bu şiiri söylediği zaman her ne kadar «Fakat sen böyle demiyordun» demişse de. Nitekim İbn Sa'd, Muhammed bin Sirin'den şöyle rivayet ediyor:

Hz. Aişe, Hassan'ın huzuruna gelmesine izin verir ve kendisi­ne bir minder verilmesini isterdi. «Hassan'a eziyet vermeyin. Çün­kü o, Rasûlullah'a diniyle yardımcıydı» derdi.

İbn Cerir, Şâbi tankıyla Hz. Aişe validemizin şöyle söylediğini rivayet etmektedir: «Hassan'tn şiirinden daha güzel bir şey işitme­dim.»

Hassan, Ebu Süfyan'a bir defasında şöyle demiştir: «Sen Mu-hammed'e (hâşâ) küfrettin. Ben ise onu şiirimle müdafaa ettim. Allah katında bM hususta bir mükâfat vardır. Benim babam, an­nem ve namusum Hz. MuJıammed'in namusunu sizin şerrinizden koruyordu. Sen ona denk olmadığın halde ona küfür mü ediyor­sun? Sizin ikinizin şerlisi kimse, hayırlınıza feda olsun. Benim di­lim keskin bir kılıçtır. Onda herhangi bir hayr yoktur. Benim de­nizimi daldırıp su alınan kovalar kirletmez.»

Bazı muhaddisler bu zikredilen dört kişiye Zeyd bin Rifaa'yı da dahil ederler. Fakat bu hususta sahih bir rivayet yoktur. Hatta bazıları «Bu kişiyi İfk Usbesi'nden saymak yanlıştır» demişlerdir.

«Sizden o/an»dan maksat, dininizin ehlinden ve İslâm'a nisbet edilenlerdendir. İster hakikat noktasında müslüman olsun, isterse olmasın. Böylece bu sözün kapsamına İbn Ubey bin Selul de dahil olmuş oluyor. Çünkü o, zahirde İslâm'a nisbet edilmiştir, fakat hakikatte kâfirdi. Bazıları «Sizden» tabiri, çoğunluğun müslüman olması nedeniyle kullanılmıştır demektedirler «Onu kendiniz için şer sanmayınız» hitabı da böyledir. Bazı müfessirîer «Birinci hitap müslümanlaradır» demişlerdir. «Onu kendiniz için şer sanmayın» hitabı ise Rasûl-ü Ekrem, Hz. Ebu-bekir, Hz. Aişe ve Hz. Safvan'adır. Çünkü bu kelâm onları teselli etmek için inmiştir.

İbn Ebi Hatim ile Taberani'nin Said bin Cübeyr'den rivayet ettiklerine göre, ikinci cümledeki hitap Hz. Aişe ile Hz. Safvan'a­dır.

«Bu hitap iftirayı uyduranlaradır» diyen bir kimsenin iddiası haktan en uzak olan bir sözdür.

«O sizin için daha hayırlıdır» cümlesi teselli emrine gösterilen ihtimamı belirtiyor. Bu cümleden maksat, bu hususta gösterdiğiniz sabırdan dolayı aldığınız büyük sevap, Allah katında şanınızda in­dirilen ve bu hadisede sizi üzecek şekilde konuşanlar aleyhinde gelen ayetlerin kapsamında, Allah katındaki şerefinizi belirtme ba­kımından daha hayırlıdır. Bu hususta gelen ayetler, daha önce Hz. Aişe'den rivayet olunduğu gibi 10 tanedir.

İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor ki, Hz. Aişe'ye iftira atanları yalanlayan ve onu beraat ettiren ayetler on-sekizdir ve bunlar arka arkaya getirilmiştir.

Taberani, Hakem bin Uteybe'den şöyle rivayet ediyor: «Allah, Hz. Aişe hususunda Nur Suresi'nde 15 ayet indirdi.» Bunları söy­ledikten sonra Hakem İfk ayetlerini «Habis kadınlar habis erkek, ler içindir» sözüne kadar okumuştur.

Bu ihtilaf muhtemelen ayetlerin başı hususundaki ihtilafa bi-naendir.

Ayetin metnindeki «Kibra» kelimesi bazen  «Kubren şeklinde de okunur. Hangi şekilde okunursa okunsun, mastardır, büyüklük mânasını ifade eder. Bazıları «Kubr kelimesi muazzam, Kİbr keli­mesi ise bir şeye başlamak demektir» dediler. Bazıları ise «Kibr günah demektir» fikrindedir. Fakat cumhur birinci yorumu tercih etmiştir. Yani Kibr, burada en büyük kısım demektir. Böylece ayetin mânâsı şöyle olur: Bu hadisenin en büyük kısmını (yani yü­kün en ağırını) çeken için büyük bir azap vardır.

Sahih-i Buhari'de Zühri ve Urve kanalıyla Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre, bu yükün en büyük kısmını taşıyan Abdullah bin Ubey bin Selul'dür. Muhaddislerin çoğu da bu noktada ittifak et­mektedirler.

Bu lanettik, insanları yanında toplar, onlara iftira hadisesiyle ilgili aklına geleni söylerdi. Zira bu iftirayı ilk icad eden ve yayan odur. Bu da Râsulullah'a düşmanlıkta oldukça ileri gittiğine işaret­tir. Onun azabı Ahiret'te   ateşin en alt tabakasına   sokulmaktır. Sonrasının ne kadar olduğunu   Allah bilir.   Dünyada ise Cenab-ı Hak onu zillet ve şahitler önünde münafıklığının izhar edilmesi damgasıyla damgaladı. Taberani ile İbn Merduveyh'in îbn Ömer-den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber ona iki had tatbik et­miştir. Bu ayetler indikten sonra Hz. Peygamber mescide çıktı, Ebu Ubeyde bin Cerrah'a emretti. Halkı topladı. Sonra Hz. Aişe' nin beraatiyle ilgili ayetleri okudu. Ve Abdullah İbn Ubey'in geti­rilmesi için haber salındı. Onu getirdiler. Rasûlullah ona iki had tatbik etti. (Yani iki defa had vurdu). Sonra Hassan, Mistah ve Hamne'yi getirdiler. Onlara da acıtıcı darbeler vuruldu.

Bazı rivayetlere göre İbn Ubey'ye sadece bir had tatbik edil­miştir. Taberani'nin rivayet ettiğine göre İbn Abbas «Dünya azabı» nı Rasûlullah'm had tatbik etmesiyle tefsir etmiştir. Ahiret azabı da ateşe gitmesidir.

Bazıları da «İbn Ubey'ye hiç had tatbik edilmemiştir. Çünkü o böyle bir iftira uydurduğunu ikrar etmedi ve onun aleyhinde de­lil ikamesini de kabullenmedi. Onun cezası Ahiret'e tehir edildi» demişlerdir.

Ebu Hayyan «Meşhur olan şudur ki Hassan, Mistah ve Ham-ne iftira cezasını çekmişlerdir ve cezaya çarptırılan onlardı» demiş­tir. Nitekim Bezzar ve İbn Merduveyh hasen bir senedle Ebu Hu-reyre'den bunu rivayet etmişlerdir.

Bazıları da «îfk Hadisesi'nin ağır yükünü çeken Hassan'dır» diyerek Sahih-i Müslim'de Mesruk'tan gelen bir rivayeti delil getir­mişlerdir.

Sahih-i Buhari'de Hz. Aişe'den şöyle rivayet ediliyor: «O hadi-senin ağır yükünü çeken, münafık Abdullah ibn Ubey'dir.»

Bazıları «Abdullah bin Ubey, Hassan ve Mistah'tır» demişler­dir.

Münafikm azabı, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılması ve mü­nafıklığının ortaya çıkmasıdır. Diğer ikisinin azabı ise dünyada kör olmalarıdır.

(12) «Onu işittiğinizde, mümin erkek ve mümin kadınların...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin başındaki hitap hadisenin ağır yükünü çekenden başka bu olaya karışanlaradır. Ebu Hayyan «Buradaki hitap, ha-disenin ağır yükünü çekenin haricinde kalan diğer müminleredir» der.

«Levla» kelimesinde, kınamanın şiddeti mânâsı bulunduğun­dan dolayı hitap olarak seçilmiş   ve bu mânâdan ötürü hemen hitaptan gaib sigasma geçilmiş ve «Zanne» fiili kullanılmıştır. Bu da muhataplardan yüz çevirmek ve onların cinayetlerini başkasına ftikâye etm^k suretiyle değil onların iman vasfına böylece tevessül etmek suretiyle olmuştur. Zira iman şiddetle onları suizandan uzaklaştırır ve hüsnüzanna götürür.

«Mümin erkekler ile mümin kadınların nejisleri»nden mak­sat, dinlerinden olan kimselerdir. Nitekim Cenab-ı Hak, Hucurat Suresi'nin 11. ayetinde «Nefislerinizi kınamayın» buyurmaktadır. Yani dininizden olan kimseleri —ki nefisleriniz mesabesindedir— kınamayın. Bu ayette de nefis kelimesi İslâm dininden olan kişi­ler anlamında kullanılmıştır. «Mümin erkekler ile mümin kadın­larım yapmaları gereken, bu iftirayı icad eden kişiden bizzat veya bilvasıta ilk dinlediklerinde, mümin fertlerden ve dinlerinin ehlin­den olan kimseler hakkında tereddüt etmeksizin hayrı zannetme­leriydi.

«Onlar bu hususta, bu apaçık bir iftiradır demeliydiler» cüm-lesi«Levla» kelimesinin cevabı olan cümle üzerine atıftır. Yani mü­min erkeklerle mümin kadınlar dindaşları hakkında bu iftirayı ilk işittiklerinde niçin hayırlı bir zanda bulunmayıp «Bu apaçık bir iftiradır» demediler? Yani böyle demeleri gerekmez miydi?

(13) «Onlar bu sözlerine karşılık...» Bu Ayetin Tefsiri

«Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi?» cümlesi ya daha Ön­ceki sözün mütemmimidir ki iftiraya dalanları ilzam etmeyi ter-kettiklerinden dolayı dinleyenleri kınamak hususunda sevkedil-mistir veya başlı başına bir kelâmdır ki Allah tarafından bu hadi­senin iftira olmasını takrir ve tesbit etmek için sevkedilmiştir.

(14) «Şayet Allah'ın dünyada ve Ahiret'te...» Bu Ayetin Tefsiri

Allah'ın dünyadaki fazl ve rahmeti tevbeyi geciktirmeyi kap­sayan nimetlerin çeşitleridir.' Ahiret'te ise tevbeden sonra af ve mağfireti kapsayan nimetlerin nevileridir.

Ayetin metnindeki «Efedtum» fiili iftira hadisesine karışmak mânâsım ifade ediyor. Yani bu karışmaktan ötürü (Allah'ın dün­ya ve Ahiret'teki merhameti olmasaydı) sizi büyük bir azap yaka­lardı ki bu azabın yanında, kınanmak ve seksen sopa yemek mü-himsenmeyecek bir şey olurdu. Bu ayetteki hitap Abdullah bin Ubey bin Selul hariç iftiraya dalan diğer müslümanlaradır.

(15-16) «Zira siz onu dillerinizde (dilden dile),..» Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetin başındaki «İz» edatı daha önceki ayette geçen «Mes se» fiilinin zarfıdır. Yani «İfk Hadisesbme, bir kısmınız diğer bir kısmınıza sual sormak suretiyle daldığınız zaman sizi büyük bir azap yakalayacaktı.

Ayetin metnindeki «Telekkavne» fiili telakki kökünden geli­yor. Bu kelime ile telakkuf ve telakkum kelimeleri mânâ bakımın­dan birbirine yakın kelimelerdir. Ancak telakkide istikbal mânâsı vardır. Telakkuf süratle kapmaktır. Telakkuma gelince, maharet göstermek demektir.

Aişe validemiz ve İbn Abbas bu fiili «Telikunehu» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde fiil yalan mânâsına gelen «Velike» kö­künden geliyor demektir. Hz. Aişe'den gelen rivayete göre o bu ayeti her okuduğunda «Velik yalan demektir» derdi.

îbn Ebi Muleyke «Bu hadise Hz. Aişe hakkında cereyan etti­ğinden ve bu ayet bu hadiseden dolayı indiğinden, Aişe bunu her. keşten daha iyi bilirdi» demek suretiyle velik kelimesinin yalan mânâsına geldiğini doğrulamaktadır.

İbn'ul-Enbari «Bu kelime inşa etti, icad etti mânâsım ifade eder» diyor. Bazılarına göre ise mânâsı «tedbir ettin demektir. Ba­zıları da «Bir şeyden sonra süratle diğer bir şeyi yapmak mânâ­sına gelir» demişlerdir.

Bu ayet insanın bilmediği bir konuda konuşmasının haram ve yanlış olduğunu ortaya koyan ayetlerden birisidir. Yani, siz kal­binizde yeri olmayan, ilminizin kapsamadığı konuları konuşuyor­sunuz.

Bu ayet tıpkı şu ayetin bir benzeridir: «Onlar kalplerinde ol­mayanı ağızlarıyla söylerler.»

İbn'ul-Münir; «Bu ayet tevbih ve kınama olabilir. Tıpkı bilen bir kimse gibi ağız dolusu konuşan veya işaret eden bir kimseye «Sen onu ağız dolusuyla mı konuşuyorsun?» denildiği gibi» diyor.

Bazı alimler, «Ağızlar» mânâsına gelen «Efvah» kelimesinin, bunu kalpleriyle söyledikleri zannedilmesin diye kullanıldığım ifa­de etmişlerdir. Çünkü «Kavi» maddesi bazen ağızdan çıkmayan mânâlara da hamledilebilir. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: «Onların ikisi (yani yer ve gök) biz itaat ediciler olarak geldik, dediler.»

Dikkat edilirse yer ile göğün ağzı olmadığı halde «Dediler» ta­biri kullanılmıştır. Yani onların tavrı bu mânâyı ifade etmiştir.

Siz onu kolay ve basit bir şey sanıyorsunuz. Oysa o' Allah ka­tında korkunç bir şeydir. Onun ne kadar korkunç olduğunu ancak Allah bilir. Onun ne kadar azap çektiğini ancak Cenab-ı Hak takdir edebilir. Bu fiilî cümlelerin ikisi de daha önceki fiilî cümlelerin üzerine atıftırlar ve «İz» kelimesinin kapsamına girmiş olmakta­dırlar. Böylece korkunç azabın dokunmasını düşünmeksizin İfk Hacüsesi'ni dilleriyle yaymaya ve telakki etmeye, bunun mühim bir şey olmadığım zannetmelerine bağlıdır. Oysa bu Allah katında çok korkunç bir iftira ve korkunç bir olaydır. Zira burada pey­gamberin namusu lekelenmektedir. Ayet, müslümanların bu hadi­seyi dinledikleri zaman «Biz bu hadise hakkında konuşma yetkisi­ne sahip değiliz» demeleri gerektiğini ifade etmektedir. Zira şer'an iffetli kimselere bu tür isnadlarda bulunmak haramdır. Nitekim Huzeyfe, merfu bir hadiste şunu ifade ediyor: «Böyle bir ifti ra yüz senelik ameli yıkar.» Üstelik Rasûlullah'm haremi olan Hz. Aişe gibi bir hanıma dil uzatmak daha da korkunçtur. [20]

 

Sübhaneke Kelimesinin İfade Ettiği MaNâ

 

Ayetin metninde gelen «Subhaneke» kelimesinin esas mânâsı «Seni tenzih ediyor ve müşriklerin sözlerinden uzaklaştırıyoruz» demektir. Fakat burada taaccüb ve hayret mânâsında kullanılmış­tır. Yani bu iftirayı nasıl söylediler? Hayret! Bu kelime esasen Ce-nab-ı Hakk'in işlerinde görülen harikuladeliklerde kullanılır. Son­ra her hayret verici işte kullanılmıştır. Bu tür bir mânâ için bazen kelime-i tevhid de kullanılmaktadır.

«Bühtan» kelimesi insanı hayrete sokan, dehşete düşüren ya­lan demektir. Bu kelimeye «Azim» kelimesi sıfat olmuştur. Yani Peygamber'e yapılan bir iftira diğer insanlara yapılanlardan daha korkunçtur.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki bu kınanma Hz. Aişe hakkın­daki İfk Hadisesi'ni işittiklerinde ona dalanlar, onu eleştirenler, müzakere edenler içindir. Her işiten için değildir. Nitekim Said bin Cübeyr'den şöyle rivayet ediliyor:

«Sa'd bin Muaz, Hz. Aişe ile ilgili durumu işittiğinde «Subha­neke haza buhtanun a%im» tabirini kullanmıştır.»

Said bin Museyyib'in rivayetine göre Usame bin Zeyd ve Ebu Eyyub el-Ensari de bu hadiseyi işittiklerinde bu tabiri kullanmış­lardı.

Allame-i sani (Sadeddin Taftazani) «Bir peygamberin ailesinin böyle bit lekeye maruz kalmaması nübüvvetin şartlanndandır» demiştir. «Hatta insanların ittibaına mâni olan her şeyden beri olmak da nübüvvetin sorundandır» diye ilave etmiştir.

Sadeddin Taftazani'ye bu konuda itiraz edenlere şu cevap ve­rilmiştir: «Böyle bir durumdan beri kalmak doğruluk ve emanet gibi, nübüvvetin akli şartlanndan değil belki şer'i ve normal şart­lanndandır. Öyleyse mümkündür ki şöyle denilmiş olsun. Bu du­rum daha önce belli değildi. Ancak Hz. Aişe'nin beraatini bildiren ayetler geldikten sonra bilindi. Ve böyle bir hadiseyi bilmemek peygamberlik mertebesini eksiltmez.» [21]

 

Rasûlullah, Peygamberlerin Hanımlarının Zina Etmeyeceğini Biliyor Muydu?

 

Mümkündür ki Rasûl-ü Ekrem «Peygamberlerin hanımlarının zina etmeyeceği» hususunda bilgi sahibiydi. Çünkü böyle bir hare­ket peygamberliğin hikmetine ters düşer. Fakat Rasûl-ü Ekrem, Hz. Aişe'nin Allah tarafından beraat ettirilmesini istiyordu. Yani güneşin tam göğün ortasında açık bulunması gibi bu hadise de açıkça ortaya çıksın ki sahabele r nezdinde bu konuda herhangi bir gizlilik kalmasın. Rasûlullah'ın bu. bilgisine rağmen üzüntü duymasına gelince, bu, tabii bir durumdur. Münafıkların bu hadi­seye dalmaları sebebiyle böyle üzülmüştür. Aslı-astan olmayan ha­diseyi halk arasında yaymaları Rasûlullah'ı üzmüştür. Bu ihtimal­lerin bazılarında dikkat edilecek noktalar olduğu halde bazıları da gayet uzak ihtimallerden ibarettir. Umulur ki gerçek şudur: Hz. Peygamber bu şartı bilmiyordu. Ta ki Aişe'nin beraati ortaya çıkın­caya ve bu hususta ayetler ininceye kadar. Tabii bu imtihanın hik­metini Cenab-ı Hak daha iyi bilir. Sahabelerin «Subhaneke haza buhtanun azimun» demeleri yani Hz. Aişe'nin kesinlikle böyle bir durumda bulunmadığına ilişkin kanaatleri hüsn-ü zandan ileri gel­mektedir. Hz. Peygamber ise bu hususta hüsn-ü zanna kapılmadı. Çünkü hüsn-ü zan dedikoduyu ortadan kaldırmaz ve bâtılın hiç­bir şeyi onunla yok olmuş olmaz.

Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden bir kimse için bu ayetleri oku­duktan sonra peygamberin hanımlarının zinadan tertemiz olduk­ları hususunda artık herhangi bir şek ve şüphesi olmamalıdır. İs­ter peygamberin hayatında, isterse onun vefatından sonra olsun.

Hz. Aişe'nin beraatini teyid eden bu ayetlere rağmen kendisi­ne yine de zina nisbet edilmesi Şia'ya maledilmiştir. Fakat Şia buna şiddetle karşıdır. Onların güvenilir kitaplarında böyle bir husus yer almamaktadır. Onlar Rasûlullah'm vefatından sonra Hz. Aişe' nin bu işi yaptığına dair kendilerine nisbet edilen sözleri de şid­detle inkâr ederler. Nitekim böyle bir iddianın güvenilir kitapla­rında herhangi bir izi bulunmamaktadır. Ayetin zahirinden anla­şılıyor ki İslâm fırkalarının hiçbiri için böyle bir şeyin gerçekliği bahis konusu olmamıştır. Allah'ın beraatiyle ortadan kaldırılan iftiraya hiçbiri yer vermez.

(17-19) «Eğer inananlardan iseniz...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayette yer alan «Ebeden» kelimesi «Hayat müddetince» de­mektir. «Eğer mümin iseniz» tabiri ise «Eğer ben senin babansam bana niçin iyilik yapmıyorsun?» sözü gibidir. Yani ima ile Cenabı Hak onları uyarmaktadır. Maksat, böyle bir iftirayı ve heyecanı terketmenin nedeni olan iman ile onları uyarmaktır. Burada bir bakıma da kınama ve tevbih vardır.

18. ayetteki «ELAyât» kelimesi Allah'ın hükümlerine delâlet eden, müslümanların muamelelerinin hedeflerinin güzelliklerini gösteren ayetlerdir. Ayetin metninde yer alan ve «Seviyor» mânâ­sını ifade eden «Yuhibbune» fiili «İrade ederler, kastederler» de­mektir.

Ayette yer alan «Teşia» kelimesi yayılmak mânâsını ifade eder. «El-Fahişe» kelimesinden maksat da çirkinlikte doruk noktalara varan harekettir. O da zina iftirası veya zinanın ta kendisidir. Ni­tekim bu görüş Katade'den rivayet edilmiştir.

«Zinanın yaytlması»nda.n maksat, onun haberinin yayılması­dır, «îman edenler arasında» tabirinden maksat ise insanlar ara­sında demektir. Müminlerin zikredilmesinin nedeni insanlarda an­cak onlara önem verileceği içindir. Yani kâmil insan ancak onlar­dır. Burada evli ve iffetli erkekler ile evli ve iffetli kadınlar kas­tedilmiştir. Nitekim bu husus İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.

Bu haberi yayanlar, bu haberden Ötürü dünyada ve Ahiret'te elem verici azaba uğratılacaklardır. Dünyada onlara kötürüm ol­mak, körlük gibi belâlar isabet etmiştir. Ahiret'te ise onlar için ateş azabı vardır.

Burada dikkat edilecek bir nokta vardır. Cenab-ı Hak bu fe­laketi, çirkin bir hadisenin müminler arasında, müminler hakkın­da yayılmasını irade edenlere bağlamaktadır. Yani bu işaret eder ki kalbin kötü amelleri, mesela kin, buğz ve fahşanın yayılması gibi duygular, eğer insan bunları üzerinden ayrılmaz bir şekilde kalbine yerleştirirse, insanın azaba duçar olmasına sebep olurlar. îşte bu ayette İfk Hadisesi'ni yayanların kötü durumu da en be­lirgin bir şekilde ortaya konulmaktadır.

Kalben ve kalen onlara muvafakat edenler de bu kötülükten yakalarını kurtaramayacaklardır. Dünyada elem verici azabı, «had» ile tefsir etmek müşküldür. Çünkü dünyada vurulan had Ahiret'te insanı elem verici azaptan kurtarır. Zira hadler günahları silicidir­ler. Fakat cevap olarak şöyle denilmiştir: «Bu, müminlerin annesi Hz. Aişe hakkında mezkur dedikoduyu yayanlara mahsustur.»

Hadlerin mutlak kefaret olacakları hakkında ihtilaf vardır. Bazıları «İrtidad suçundan başka suçlardaki hadler kefaret olur­lar» demiştir. Bazıları olmayacağı fikrindedir. Bazıları ise tevak­kuf etmiştir. Zira Hz. Ebu Hureyre'den gelen bir hadiste şöyle de­nilmektedir: «Ben hadlerin bu cezalan çekenlere kefaret olup ol­mayacağım bilmiyorum.»

«Allah bilir, siz bilmezsiniz» cümlesi itirazî ve zeyli bir cüm­ledir. Onlara azabın sabit olduğunu takrir etmek için getirilmiştir. Bazı müfessirlere göre bu cümlenin mânâsı «Allah onların kalple­rinde olanları biliyor. Ahiret'te ise onlara ceza tatbik eder. Siz ise bunları bilmiyorsunuz. Ancak size açıkça görülen durumlarını ve işittiğiniz sözlerini bilebilirsiniz ki onlar bundan ötürü dünyada azap çekmişlerdir» şeklindedir.

(20) «Hakkınızda Allah'ın inayet ve...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki hitap, Taberani'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Mistah, Hassan ve Hamne'yedir. Veya Abdullah bin Ubey bin Selul üe benzeri münafıklar hariç, bu hadise ile ilgili olan herkesedir. Bu ayet suçun korkunçluğuna dikkati çekmek için tatbiki gereken azabı tatbik etmediği hususunda insanlaıa minnetini tek­rar etmektir.

Levla kelimesinin cevabı daha önce geçti (hazfedilmiştir). Ya­ni eğer Allah'ın sizin üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, eğer Allah rauf-u rahim bulunmasaydı, size derhal azap gönderirdi.

Bu yirminci ayet, lian hadisesinin sonunda gelen onuncu aye­tin bir benzeridir. Ancak orada ayet «Tevvabun hakim» kelimele­riyle son bulmuş, burada ise «Raufurrahim» sözleriyle bitmiştir. Bu işaret eder ki İfk'teki günah, liandakinden daha korkunçtur.  Sanki İfk günahı sadece Allah'ın merhametiyle kalkar. Tevbe ile dahi kalkması mümkün olmayan korkunç bir günahtır. [22]

 

Meal

 

21- Ey inananlar!  Şeytanın adımlarına  (gittiği yola)  uy­mayın. Kim ki şeytanın adımlarına   uyarsa   (o sapıtır).   Çünkü şeytan hayasızlığı, kötü olan şeyi emreder. Allah'ın hakkınızda inayet ve merhameti olmasaydı hiçbirinizi hiçbir zaman (günah­tan) temiz kılmazdı. Fakat Allah dilediğini pak kılar. Allah işi­tir ve bilir.

22- Sizden faziletli ve varlıklı olan zatlar yakınlarına, yok­sullara ve Allah yolunda hicret edenlere verdikleri sadakalarda eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

23- Namuslu ve bir şeyden habersiz mümin kadınlara zina isnad edenler yok mu? Onlar dünyada da Ahiret'te de lanetlen­mişlerdir (hakkın rahmetinden uzak kılınmışlardır) ve onlar için büyük bir azap vardır.

24- O Kıyamet Günü ki dilleri,  elleri,  ayakları yaptıkla­rına dair aleyhlerinde şahitlik ederler.

25- O gün Allah  onlara mustehak olan  cezalarını tama-nuyle verecektir. Onlar da Allah'ın apaçık bir hak olduğunu an­layacaklardır.

26- Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de  kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de te­miz kadınlara yakışır. Bunlar onların söylediklerinden  (iftirala­rından) uzaktırlar. İşte bunlara mağfiret ve cömertçe verilmiş bir nzik vardır.

27- Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldi­ğinizi  farkettirip,  ev halkına  selâm  vermedikçe  girmeyin!   Bu sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki ibret alıp düşünürsünüz. [23]

 

Dîrayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(21) «Ey inananlar! Şeytanın adımlarına...» Bu Ayetin Tefsiri

Yani yaptığınızda ve bıraktığınızda şeytanın yollarına tabi ol­mayın. Û yollardan gitmeyin! Bu kelâm, şeytana tabi olmaktan, onun emrini yerine getirmekten kinayedir. Kim şeytana tâbi olur­sa o, fahiş şeyler ile münkerleri irtikâb etmiş olur. Çünkü şeytan ancak bunların ikisini emreder. Böyle kötülüğü emreden bir kim­seye tâbi olmak, itaat etmek caiz olamaz.

Ayet metnindeki «Zeka» fiili günahların kirinden temizlen­mek demektir. Ayetin son cümlesi olan «Allah alim ve semi'dir» ifadesinin mânâsı Cenab-ı Hak bütün sözleri işitir, münafıkların İfk Hadisesi'nden sonra izhar ettikleri tevbeyi de işitmiştir ve Ce­nab-ı Hak niyetler dahil bütün her şeyi bilir demektir. Bu cümle kişiyi tevbede ihlaslı olmaya teşvik etmektedir.

(22) «Sizden faziletli ve varlıklı olan...» Bu Ayetin Tefsiri

«Ya'tile» fiili yemin etmek manasınadır. Ebu Ubeyde ve Ebu Müslim kusur yapmak anlamına geldiğini söylemişlerdir. Yani siz­den dinde muttaki ve malca zengin bir kimse akrabalarına, mis­kinlere. Allah yolunda hicret edenlere vermemek hususunda yemin etmesin veya kusur işlemesin! Bu ayetin sebebi nüzulü, Hz. Aişe ve diğer sahabelerden sahih bir şekilde geldiğine göre, Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Aişe'nin beraatini görünce «Mistah'a bundan böyle hiçbir şey vermeyeceğine» yemin etmesidir. Mistah da Be-dir'de bulunmuştu ve ilk hicret eden muhacirlerin fakirlerindendi. Aynı zamanda Ebubekir Sıddık'ın teyzesinin oğlu (bazı rivayet­lerde kizkardeşinin oğlu) idi. Yani yeğeniydi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Muhammed bin Şirin der ki: «Ebubekir Sıddık yanında bü­yüttüğü iki yetim ve fakire bundan böyle nafaka vermeyeceğine dair yemin etti. Çünkü onlar Hz. Aişe'ye atılan iftiraya karışmış­lardı. Bunlardan birisi de Mistah'tı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.»

İbn Abbas ve Dahhak şöyle derler: «Müslümanlardan (Ebube­kir Sıddık dahil) bir grup İfk Hadisesi'ne karıştığından dolayı Mis-tah'a herhangi bir iyilikte bulunmayacaklarına dair yemin ettiler. Bunun üzerine bu ayet indi.»

Cenab-ı Hak, Mistah'ın, Ebubekir'in yakın akrabalarından ve müslümanlaim fakirlerinden ve Allah yolunda hicret edenlerden olduğunu ortaya koymuştur. Zira bu sıfatların birine bile sahip olan bir kimse iyilik yapılmaya müstehaktır. Hepsine birden ma­lik olan bir kimse ise evleviyetle müstehak olur. Sahih bir hadiste varid olduğuna göre bu ayet nazil olduğunda, Ebubekir Sıddık «Evet, Rabbimis! Biz bizi affetmenizi istiyoruz» dedi ve Mistah'a eskiden verdiği nafakayı tekrar vermeye başladı. Hatta bir riva­yette eskiden verdiğinin iki mislini verdiği bildirilmiştir.

Bu ayet, İbn Ebi Hatim'in Mukatil'den rivayet ettiğine göre, Mistah, Ebubekir Sıddık'a gelerek özür beyan ettikten sonra nazil olmuştur. Zira Mistah, Hz. Ebuhekir'e «Altah benim canımı sana feda etsin! Muhammed'e Kur'an'ı indiren Allah'a yemin ederim, ben Aişe'ye herhangi bir iftirada bulunmadım. Aişe hakkında söy­lenenlerin hiçbir kelimesini dahi konuşmadım» dedi. Ebu Bekir Siddık ona; «Fakat sen bunlar söylenirken güldün ve Aişe hak­kında söylenenler senin hoşuna gittin deyince Mistah, «Belki bu olmuştur» dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [24]

 

Hz. Ebubekir'in Bütün Sahabelerden Üstün Olması

 

Ayet insanları mekârimi ahlâka teşvik eden ayetlerdendir ve bu ayet Ebubekir Sıddık'ın bütün sahabîlerden daha üstün oldu­ğunu ortaya koyar. Çünkü o, fazilet sahihlerinin ilkidir. Bu ke­sindir. Zira o tek başına veya bir cemaatle beraber, bu ayetin se­bebi nüzulüdür. Bu hükmün bütün müslümanlar için genel oldu­ğu keyfiyeti Hz. Ebubekir'in.en üstün olmasına zeval vermez. «Bu­rada Hz. ^Ebubekir kastedilmiştir, fakat çoğul getirilmesi tazim içindir» şeklindeki zoraki tevile de ihtiyaç yoktur. Çünkü bu, aye­ti zahirin hilafına yormak olur. Rafiziler «Burada faziletten mak­sat manevi üstünlük değil malca zengin olmaktır» şeklindeki yo­rumla Hz. Ebubekir'in en üstün sahabi olduğunu inkâr etmeye kalkışmışlardır. Fakat onların bu iddiasını u'lul fadl ifadesinin ya­nında ve «Ve's-Sea'» kelimes nin zikredilmesi nakzeder. Zira eğer orada fazilet «Zenginlik» demekse, bu kelime de zenginlik mana­sınadır. Tekrar lâzım gelir.

Fahreddin Razi; «Bu ayet, Hz. Ebubekir Sıddık'ın bütün saha­bîlerden daha üstün olduğuna delâlet eder» dedikten sonra bunu Hz. Ebubekir Sıddık'm faziletinden uzak şekillerle izah etmeye ça­lışır. Ve yine Fahreddin Kazı, «Bu ayet Ebubekir Sıddık'ın Övül­mesinin çeşitli yönlerini kapsamaktadır» der. Fakat onun bu yo­rumlarının çoğu tartışılabilir ve bunlar kesin değildirler.

Bu ayet aynı zamanda, irtidad (dinden dönme) hariç, diğer

günahların ameli zayi etmediğine delâlet eder. Aksi takdirde Ce-nab-ı Hak, Mistah'a «Muhacir» ismini vermezdi. Halbuki İfk Ha­disesi konusunda o söylediklerini söylemiştir ve buna rağmen O'na «Muhacir» demiştir.

Bu ayet bîr de bir taati terketmek hususundaki yeminin ge­çersiz olduğunu sergiler. Çünkü Cenab-ı Hak, «Yemin etmesin» ifadesiyle ayete başlamaktadır. Evet, bu nehy haramlığa hamledü-miştir. Yani böyle yapmak haramdır. Bazıları «Haramlık değil, ke­rahete delâlet eder» demişlerdir. Bu takdirde böyle yapmak mek­ruhtur.

Bazıları da «Taati terketmek hususunda yemin etmek bazen haram, bazen de mekruh olur» demişlerdir. Fakihlerin cumhuru, «Bir kişi herhangi bir işi yapmak hususunda yemin ederse ve o işin gayrisinin ondan daha hayırlı olduğunu görürse hayırlıyı yap. sın ve yeminlerinin keffaretini versin» demişlerdir. Nitekim bir hadiste bu husus rivayet edümektedir.

(23) «Namuslu ve bir şeyden habersiz...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetten maksat, müminlerin anneleri olan Rasûlullah'ın zevceleridir. Hz. Aişe de böylece işin içerisine girmiş olur. Ebu'l-Cevza ve Dahhak bunu destekler şekilde rivayette bulunmuşlar­dır. Bir de İbn Abbas'tan bu mânâyı iktiza eden bir rivayet gel­miştir. Zira Said bin Mansur, İbn Cerir, Taberani ve İbn Merdu-veyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre îbn Abbas, Nur Su-resi'ni okudu ve tefsir etti. Bu ayete geldiğinde «Bu ayet Hz, Aişe ile Peygamberin diğer zevceleri hakkındadır. Bu işi yapana Cenaba Hak tevbe etme imkânını verme­miştir. Peygamber zevcelerinden hariç diğer mümin kadınlara zina iftirasında bulunan bir kimse için Cenab-ı Hak tevbe etme imkânım vermiştir» dedikten sonra bu surenin 4 ve 5. ayetlerini sonuna kadar okudu. Bunun zahirinden anlaşılıyor ki Hz. Peygamber'in tahir zevcelerinden birisine zina iftirası atan bir kimsenin tevbesi kabul olunmaz.

Yine İbn Abbas'tan gelen bazı rivayetlerde Hz. Aişe'ye yapı-Jan iftira meselesine dalan kimselerin tevbesinin kabul olunmaya­cağı şeklinde sarih haberler gelmiştir. Umulur ki bu sarahat, da-ha önce geçtiği gibi, mübalağa ve tağliz (hadiseyi korkunç gös­terme) için olsun. Yoksa ayetlerin zahirinden anlaşıldığına göre böyle bir kimsenin de tevbesi kabul olunur. Mistah, Hassan ve Hamne gibi sahabeler bu İfk Hadisesi'ne karışmış olmalarına rağ­men tevbe etmişler ve tevbeleri kabul edilmiştir. Eğer tevbelerinin kabul edilmeyeceğini bilselerdi, tevbe etmezlerdi.

«Onlar dünyada ve Ahiret'te lanetlendiler» ayetinde lanetlen­menin hem dünyada hem de Ahiret'te olduğu ifade edilmektedir. Oysa Ahiret henüz gelmemiştir. Bunun bu şekilde tabir edilmesi­nin sebebi Ahiret'in gelmesi mutlaka bahis konusu olduğu için sanki «gelmiştim gibi kabul edilmiştir. Yani melekler ve lanet oku­yanlar hem dünyada hem Ahiret'te bunlara lanet edeceklerdir ve etmişlerdir.

(24) «O Kıyamet Günü ki dilleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-i Hak burada îfk Hadisesi'nde rol oynayanların özel durumlarına değinmektedir. Bu ayetin Özellikle onlar hakkında oluşunun delili Pussilet Suresi'nin 19-21. ayetleridir:

«Burada Rasûluİlah'ın hanımları kastedilmiştir» diyenin hare­ket noktası bu değindiğimiz özellikten ileri gelir. Fakat uygun olan şudur ki, ayetlerin nazil olmasından sonra (yani ayetlere rağmen) peygamberin hanımlarından birisine zina isnad eden kimsenin küfrü üzerinde lıükmedilmelidir. Çünkü onların ayetlerle tertemiz oldukları ortaya çıkmıştır. Onlara ayetlerin nüzulünden sonra is­ter «onlara da zina isnad edilir» şeklinde, isterse «Rasûlullah'a da tânedilir» şeklinde düşünülsün, bu isnadda bulunan bir kimse din­den çıkmış olur. Fakat ayetten önce de hüküm böyledir, demek biraz düşünmeyi gerektirir. Zira ayetin zahirinden bu anlaşılma­maktadır.

Üstelik ayetler gelmezden önce bu iftirada bulunanlara Hz. Peygamber iftira cezasını tatbik etmiş, irtidad edenlerin cezasım ise tatbik etmemiştir. Bu hususta da alimlerin icmaı vardır. Ha­dislerin iktizası şudur: İfk Hadisesi'ne karışan herkes, (Abdullah bin Ubey bin Selul hariç) tevbe etmiştir. İbn Abbas şöyle der:

«Bu ayet sadece Abdullah ibn Ubey bin Selul hakkında nazil olmuştur. Çoğul tabiri onun habasetteki korkunçluğuna işarettir.» Zahire göre bu ayetin nüzulünden sonra da tevbe etmeyen bir kim­se kâfirdir ki bunlar da sadece Abdullah bin Ubey bin Selul ile onun münafıklardan yardımcıları olan kimselerdir.

Ebu Hayyan'ın El-Bahr adlı tefsirinde de belirtildiği gibi bu ayet Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur sözü de uygundur. Zira herhangi bir kadın müslüman olup Medine'ye hicret ettiğin­de o kadına zina iftirası atarlar ve «O zina etmek için Medine'ye gidiyor» derlerdi. Fakat ayetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre bu ayet Hz. Aişe hakkında nazil olmuştur, Hz. Peygamber'in diğer zevcelerine zina isnad etmenin hükmü de Hz. Aişe'ye isnadın hükmü gibidir. Hatta diğer peygamberlerin pak zevcelerine zina isnadı da böyledir. Peygamberlerin annelerine zina isnadı da böy­ledir. Ve Rasûluİlah'ın kızlarına zina isnad etmenin hükmü de böy­ledir. Hele Hz. Fatma'ya... [25]

 

Hangi Kâfire Lanet Okunur?

 

Muayyen bir kâfirin küfür üzerinde olduğu tahakkuk ederse ona lanet caizdir. Fakat ona yapılan lanet başka bir müslümanı veya zımmî bir vatandaşı rahatsız etmemelidir. Eğer bir müslü­manı veya bir zımmîyi rahatsız ediyorsa ona lanet etme k caiz olamaz. Nitekim Ebu Talib'in kâfir olarak öldüğünü kabul etsek dahi ona lanet okumak haramdır. Hatta eziyet edilmesi haram olan bir kimseye eziyet vermenin en korkunç şekli budur. Evet, lanetlenmesi caiz olan bir kimseyi lanetlemek bir ibadet değildir. Ancak şer'i bir maslahatı kaparsa.,. Bilinen ve yaşayan bir kâfire lanet etmek ise meşhur görüşe göre haramdır. Hatta îmam Gaza-li'nin kelâmından anlaşılıyor ki bilinen ve yaşayan bir kâfi-re Iânet etmek küfürdür. Zira ona lanet okumak, onun küfür üzerinde kalmasını istemek demektir. Bir insanın küfür üzerinde olmasını istemek ise küfürdür. Allame İbn Hacer bu hususta«£ğer kişinin, bilinen ve yaşayan bir kâfire lanet okuması emrinin şiddetlenmesi kabilindense (beddua ise veya mutlak lânetse) bu lanetle kişi kâ­fir olmaz. Eğer küfür üzerinde kalması kastediliyorsa veya küfür­de nza gösteriliyorsa o zaman bu laneti okuyan kâfir olum demek­tedir.

Yaşayan ve bilinen bir kâfire lanet gibi fasık bir kimseye la­net etmek de haramdır.

Rasûl-ü Ekrem'in vasfına veya direkt şahsına lanet okuyan bir kimseye îânet okumak caizdir. [26]

 

Azaların Şahitliği

 

Dillerin, ellerin ve ayakların o kimseler hakkındaki şahitlik­lerinden maksat, Allah'ın kudretiyle onları konuşturmasıdır. Her aza kendisiyle hangi tür günah yapılmışsa onu söyleyecektir. Yoksa bu, bir azanın bir kişinin bütün günahlarını anlatacağı mânâsı­na gelmez. Meselâ elle yapılan cinayetlere sadece el dille yapılan­lara sadece dil şahittir.

Ayeti şöyle tevil etmek de m ümkündür:

Bu azaların konuşmasından maksat, onlarla yapılan günahla­rın etkileri, o azalarda belirecektir ve bu azalara bakan bir kimse Allah'ın vermiş olduğu bir bilgi ile onların bu suçu işlediklerini bilmiş olacaktır. Lâkin bu tevile şu şekilde itiraz edilmiştir: Ce-nab-ı Hak, Fussilet Suresi'nde «Her şeyi konuşturan Allah bizi ko­nuşturdu» şeklinde bir cümle kullanmıştır. Bu cümle açıkça Al­lah'ın onlara dil vermesi suretiyle onların da bizim gibi konuşacak. lan gerçeğini ifade etmektedir. Buna dair birtakım cevaplar veril­miş, itirazlar yapılmıştır.

Ayetten açıkça anlaşılıyor ki, «Şehadet» kelimesi burada ha­kiki mânâsında kullanılmıştır. Ancak bu takdirde Yasin Suresi'nde «Biz bugün onların ağızlarına mühür vururuz» ayeti ile bu ayet çelişir iddiasına karşı şöyle denilmiştir:

«Ağızlara vurulan mühürden maksat, ağızda bulunan dille ko­nuşmayı menetmektir. Bu ise dilin başlibaşına konuşması İle çe­lişmemektedir. Çünkü buradaki şehadetten bu kastedilmektedir. Evet, dil birinci ayette fiilin aletidir, üçüncü ayette ise faüdir, fiili işleyendir. Böylece ağızlara vurulan mühürle dilin şefıadeti bir yerde olabilir. Yani onlar normal bir şekildeki konuşmadan mene-dilirler, fakat dil başlibaşına (adeta'ikinci bir dili Cenab-ı Hak ona vermişcesine) konuşur. Nitekim Cenab-ı Hak, Rasûlullah'a zehir karıştırılarak takdim edilen koyun buduna Rasûlullah'a zehirli ol­duğunu söyleme imkânım vermiştir.»

(25) «O gün Allah onlara...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet metnindeki «Yuveffi» fiili bir şeyi tam vermek mânâ­sına gelen «Tevfiye» kökünden gelir. Din kelimesi ise burada ceza, karşılık demektir. Nitekim şu hadiste de aynı mânâyı ifade eder: «Siz nasıl muamele ederseniz sizinle öyle muamele edilecektir.»

Din kelimesinin sıfatı olan «ELHak» kelimesi hikmetin iktiza ettiği şekilde var olan demektir. Ayetin mânâsı, onların belirtilen azalan çirkin fiillerini meydana dökmek suretiyle şahitlik ettikleri günde Allah hikmetinin muktezasma uygun bir şekilde onlara ceza verecektir.

Ayetin sonunda gelen «El-Mubin» kelimesi, eğer «El-Hak» ke­limesinin sıfatı ise o vakit hakikati zahir olan, apaçık bulunan de­mektir. Eğer ikinci haber veya muteaddi olan fiilden geliyorsa, mâ­nâsı, eşyayı olduğu gibi ortaya çıkaran Allah demektir.

Eğer bu fiili cümle daha önceki fiili cümlenin üzerine atfedi-Ürse ve oradaki kayıtlarla kayıtlı ise ayetin mânâsı, onların bah­sedilen azaları aleyhlerinde şahitlik yaptığı günde onlar Cenab-i Hakk'm gerçekliği apaçık olan veya eşyayı olduğu gibi ortaya dö­kenin ta kendisi olduğunu bilirler demek olur. Eğer o kayıtlarla kayıtlı değilse ayetin mânâsı, onlar o günde, o şiddet ve felaketleri gördüklerinde bilirler ki Cenab-i Hak, hakkın ve açıklayıcının ta kendisidir. Onların bunu bilmeleri ya azaların şahitliğinden ileri gelir veya o dehşetleri görmelerinden kaynaklanır. Bu cümle apa­çık ifade ediyor ki bu ayet, Rasûlullah'ın harimi ismetine dil uza­tan, îbn Übey ve benzeri münafıklar hakkında gelmiştir. Çünkü mümin bir kimse dünyada da Cenab-ı Hakk'm «Hakk'uf-Mubin» olduğunu bilir. Onun bilgisi sadece Kıyamet Günü'ne ait değildir.

«Bu ayet İfk Hadisesi'ne kansan müminler hakkında veya hem onlarla hem de onlarla beraber olan münafıklar hakkında in­miştir» diyen bir kimseye göre, o vakit bilgiden maksat zihnin bu işe yönelmesi demektir. Zihnin bu işe yönelmesi ise daha önce kişinin Allah Teâlâ'nm «Hakk'uLMubin» olduğunu bilmesine ters düşmemektedir.

Bu ayetin şöyle anlaşılması da mümkündür: Onlar gözleriyle ayan beyan bilirler ki Cenab-ı Hak Hakk'ul-Mubin'in ta kendisi­dir. Yani mazlum için zalimden intikam alacaktır.

(26) «Kötü kadınlar, kötü erkeklere...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet başlı başına bir kelâmdır. Halk arasında cereyan eden yol üzerine tesis edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın bir meleği vardır, kime lâyık ise onu onun yanına sevkeder. Hikmetine bina­en böyle gelmiştir. Bir de kuşlar, benzerlerinin üzerlerine düşerler (yani onların yanma giderler) sözünün hikmetine binaen böyle denilmiştir. Yani habis kadınlar habis erkeklere lâyıktırlar. Habis kadınlar habis erkekleri aşarak iyi insanların yanına varamazlar. Yani onların hanımı olamazlar. Çünkü lâm burada ihtisas mânâ­sını ifade eder.

Habis erkekler habis kadınlar içindir. Çünkü mücaneset bir­leşmenin gereklerindendir. Temiz kadınlar erkeklerin temizlerine mahsustur. Temiz erkekler ise temiz kadınlara mahsusturlar. On­ları aşıp çirkin ve habis kadınlara varamazlar. Madem ki Rasûl-ü Ekrem temizlerin en temizi, evvelin ve ahirinin en hayırlısıdır. böylece anlaşılıyor onun zevce-i tahiresi Hz. Aişe tayyip kadınların en tayyibidir. Böylece onun hakkında uydurulan hurafelerin hep­sinin bâtıl olduğu ortaya çıkmış oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak: «İşte onlar var ya! O iftiracıların dediklerinden muberri, münezzeh ve uzaktırlar» buyuruyor. Fakat bu metindeki «Ulaike» kelimesiyle peygamber evinin erkek ve kadınlarına işaret etmişür. Şüphesiz ki Hz. Aişe bu grubun içine herkesten önce dahildir.

Bazıları «Bu kelime Rasûlullah'a, Hz. Aişe'ye ve Safvan'a işa­ret etmektedir» fikrindedir. Ferra «Sadece Hz. Aişe'ye ve Safvan'a işaret etmektedir» der. Ve buradaki cemi (çoğul) birden fazla olana mutabık gelen çoğuldur. Yani cem'i mantıkîdir.

Ayet bütün bu yorumlara binaen tağlib özelliği,taşımaktadır. Yani onlar, iftira ehlinin kendileri hakkında söyledikleri yalandan ve bâtıl ithamlardan münezzeh kimselerdir. Bu sıfatların peygam­berlik ailesinin erkek ve kadınlarına ait olduğunu Taberani, İbn Abbas'tan uzun bir hadisle rivayet etmektedir. İmamiyye grubu da Ebu Cafer'den ve Ebu Abdullah'tan rivayet ediyorlar. Ebu Müs­lim, Cübbaî ve cemaat de bunu seçmişlerdir ki en beliği ve uygun olanı da budur.

Bazıları «Habislerden maksat sözlerdir» demiştir. Yani habis ve çirkin sözlerdir. Habis erkekler ve kadınların özelliğidir. Habis sözler bu iki gruptan başka insanlardan sadır olmaz. Habis erkek­ler ve kadınlar da habis sözleri söyleme özelliğine sahiptirler ve ona maruz kalırlar. Temiz sözler ise temiz erkek ve kadınların özelliğidir. Başkasından sadır olamazlar. Temiz kadınlar ve erkek­ler de temiz sözlere maruz kalırlar. Bu söz onlardan başkasından çıkmaz. İşte bunlar habis insanların söylediklerinden uzaktırlar, onlardan böyle bir şey sadır olmaz. Tüm bunları Mücahid rivayet etmektedir. Fakat en uygunu daha önceki mânâdır.

Ayetin sonunda gelen «Kerîm» kelimesinden maksat, cennet­tir. «Onlara kerîm nziklar vardır» ifadesinin mânâsı, onlar için cennet vardır anlamındadır. Nitekim Ahzab Suresi'nde müminle­rin anneleri olan Rasûlullah'ın hanımları için Cenab-ı Hak: «Biz onlar için kerîm bir rızk hazırladık» demiştir. Yani onlara cenneti hazırlamıştır. Kur'an'ın bir kısmı diğerini tefsir ettiğine göre Ah­zab Suresi de burayı tefsir etmektedir. [27]

 

Ayet, Hz. Aîşe'yi Övmektedir

 

Bu ayetler Hz. Aişe'nin doruk noktasına varan fazüetlerini sergilemektedir. Eğer bütün Kur'an'ı çevirsen, sahife sahife bak­san, asiler hakkında hiçbir tehdidin Hz. Aişe'ye dil uzatanlar hak­kında gelen tehdid şeklinde gelmediğini görürsün. Bu da Hz. Aişe' nin üstünlük ve faziletine delâlet eder. Hz. Aişe durmadan Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetten ve bu ayetleri kendisi hakkında inzal buyurmasından bahsederdi.

«Onlar, için mağfiret ve kerim bir mık vardır» ayeti eğer Aişe' yi kapsıyorsa onun küfrüne veya -hâşâ- kâfirlik sıfatı üzerine öldü­ğüne hükmeden rafiziler aleyhinde bir reddiye olur. Onlar bu hü­kümlerini Cemel olayına ve bir de Hz. Aişe'ye isnad ettikleri bir­takım iftiralara dayandırmaktadırlar. Onların bu bâtıl iddialarını reddeden delillerden birisi de Hz. Ammar'm, Hz. Ali tarafından Hz. Hasan'la beraber Medine ve Küfe halkını harbe davet etmek maksadıyla gönderildiği zaman halka söylediği şu hitabedir:

«Aişe'nin hem dünyada hem de Ahiret'te sizin peygamberini­zin hanımı olduğunu biliyorum. Fakat Allah sizi denemektedir. Ba­kalım siz Allah'a mı Aişe'ye mi itaat edeceksiniz?»

Ailame Alusi şöyle bir tabir kullanıyor:

«Hayreti mucib olan şeylerden birisi de Şia kitaplarının bazı­larında gördüklerimdir. Bunlara göre Hz. Aişe, Cemel Vakası'ndan sonra Peygamber zevcelerinin içerisinden çıkmıştır. Çünkü Ra-sıü-ü Ekrem, Hz. Ali'ye (güya): «Sana izin verdim ki benim vefa­tımdan sonra istediğin hanımımı benim hanımlığımdan çıkarabülirsin» demiş ve Hz. Ali de Cemel Hadisesi'nden sonra  Hz. Aişe'yi peygamber hanımlığından çıkarmıştır.

Hayatımla yemin ederim, bu, ilk çocuğu ölen bir kadını bile gül dürebilecek hadiselerdendir. Zira Cemel Hadisesi sona erdik­ten sonra Hz. Aişe ile beraber gelen askerlerin Hz. Ali'ye mağlûp olarak teslim olmalarından sonra Hz. Ali'nin ona göstermiş oldu­ğu güzel muamele hakkında ne Şia ne de başka gruplar ihtilaf et­memektedirler. Biz bu ayetlerden ötürü Hz. Aişe'nin fazileti konu­sunda herhangi bir şüphe içinde değiliz. Ayrıca Rasûl-ü Ekrem'den onun hakkında gelen hadisler vardır.»

Bu ayetin Hz. Aişe hakkında inmesi Jftasûlullah'ın onun du­rumuna fazla ihtimam göstermesinden ileri gelir. Hz. Ebubekir Sıddık'ı teselli etmek ve kırılmış kalbini celbetmek için, Hz. Aişe' nin annesi olan Ümmü Rümman ile kocası Ebubekir'in çektikleri o büyük üzüntüyü bertaraf etmek için gelmiştir.

(27) «Ey iman edenler! Kendi evinizden...» Bu Ayetin Tefsin

Cenab-ı Hak önce insanı zinadan uzaklaştıran durumlara de­ğinmiş, sonra zina ile iffetli ve namuslu kadınlara iftira atılmasını yasaklamıştır. Burada da zinaya veya zina iftirasını uydurmaya yol açabilecek erkek ve kadınların ihtilatma değinmekte ve hal­vet zamanlarında kadınların hanelerine girmenin mahzurları be­lirtilmekte, güzel edeblere, dünya ve Ahiret saadetini gerektiren hareketlere değinmektedir.

Bu ayetin nüzul sebebi, El-Feryadi'nin Adib bin Sabit'ten, onun da Ensar'dan bir kişiden rivayet ettiğine göre şöyledir: En-sar'dan bir kadın: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben evimde öyle bir du-rumda oluyorum ki hiç kimsenin beni o durumda görmesini istemiyorum. Ne oğlum, ne babam... Oysa o durumdayken herhangi birisi içeri giriyor. Bu hususta ben ne yapmalıyım?» diye şikâyette bulundu ve o zaman bu ayet indi: [28]

 

Başkasının Evine, Ancak İzin Alınarak Girilebilir

 

Yani oturduğunuz evlerden başka hanelere, ister size ait ol­duğu halde başkasına kiralamış olun, isterse başkalarına ait ol­sun, girmeyin. Ancak izin isteyin. İzin verilirse girin.

Ayetin metnindeki «Teste'nisu» fiili izin isteyinceye kadar mâ­nâsına gelen «Teste'zinu» yerine kullanılmıştır. Yani o evlerin sa­hiplerinden izin verme yetkisi olan bir kimseden izin alıncaya ka­dar girmeyin. O izni aldıktan sonra girebilirsiniz.

«Teste'nisu» fiilinin «Teste'zinu» ile tefsir edilmesini, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Enbari, İbn Cerir ve İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan rivayet ederler. Fakat Hakim'in rivayet ve tashih ettiği, Ez-Ziya'nın El-Muhtare'sinde, El-Beyhaki'nin Şuab'ul-İman'ında ve başka mu-haddislerden bazılarının İbn Abbas'tan naklettikleri rivayet buna muhalif düşmektedir.

İbn Abbas, Teste'nisu hakkında güya «Kur'an kâtibi yanılmış­tır. Bu kelime ancak Teste'zinu'dur» demiştir. Fakat Ebu Havyan der ki: «İbn Abbas'tan bunu rivayet eden ve İbn Abbas'm böyle dediğini söyleyen, İslâm'a hücum etmekte ve dinden çıkmaktadır. İbn Abbas böyle bir şey söylemekten uzak ve beridir.»

Alusi şunları söylüyor:

«Hadis imamları katında Hakim'in tashihine itibar edilmez. Fakat bu birçok tarîkla gelmektedir. Ve Ziya'nm El-Hadis'ul-Muh-tare'si muteber bir kitaptır. Hatta Sahavi, Feth'ul-Muğis adlı ese­rinde rrmsned ehünin taksimini yaparken «Ziya'mn ELHadis'uh Muhtare adlı kitabında olduğu gibi onlardan bazıları sadece hüc­cete elverişli olan hadisleri naklederler» diyor. Suyuti de Cem'ul-Cevami'nin dibacesinde «Sahih-i Buharı, Sahih-i Müslim, Sahih-i İbn Hİbban, Mustedrek ve Ziya'nm El-Hadis'ul- Muhtar e'sinin kap­sadığı bütün hadisler sahihtir» diyor. Hafız İbn Receb, Hanbeliler tabakasında ve katında bazı imamlardan şunu nakletmektedir: «Zi­ya'mn El-Hadis'ul-Muhtare'si Hakim'in Sahih'inden daha hayırlı­dır.» İşte bu haberin Ziya'nm El-Hadis'ul-Muhtare'sinde yer alma­sı Ebu Hayyan'm ihtirazını uzaklaştırır.

İbn'ul-Enbari «İbn Abbas'tan gelen bu haber ile yine ondan ri­vayet edilen ve zahirde Kur'an'ın tevatür hususuna ihtiraz kabi­linden gelen rivayetler zayıftırlar. Ayrıca İbn Abbas'tan başka yol­lardan nakledilen bazı rivayetlerle çelişmektedirler» demektedir.

İbn Eşte bütün bu itirazlara şu şekilde cevap vermiştir. «Tes-te'nisu fiilinin teste'zinu yerine yanlışlıkla yazılmasından maksat, tercihte bir yanlışlıktır. Yani bu iki kelime arasındaki tercih. İbn Abbas'ın zannına göre en uygun olanı terk edilmiş, ikinci planda gelen kelime yazılmıştır. Yazılanın Kur'an'dan hariç ve yanlış ol­duğunu söylemek istemiyor.» Celaleddin Suyuti İbn Eşte'nin ce­vabını seçmiş ve «Bu cevap İbn'uVEnbari'nin cevabından daha otu­raklı ve daha uygundur» demiştir. Fakat İbn Abbas'ın kelâmım  böyle bir şekilde yorumlamak uzak bir ihtimaldir. Çünkü onun kelâmının zahirinden bunun tam tersi anlaşılmaktadır. Ayrıca Ra-sûlullah'ın son olarak Cebrail'in önünde okuduğu tarzda Rasûlul-lah'tan sahabîler tarafından nakledilmiş ve icma edilmiş bir hu­susta İbn Abbas'ın «Bundan daha uygunu şudur» demesi uzak bir durumdur. Yani İbn Abbas böyle demez. İbn Abbas'ın kelâmını bu şeküde yorumlayanlar sanki şunu demektedirler: Bu tarzda yorum getirmek, îbn Abbas'tan müteaddid tariklerle gelen ve Ziya tarafından El-Hadis'ul-Muhtare'de nakledilen haberi inkâr etmek­ten daha kolaydır.

Erkeklerin izin istemelerine neden olan her illet kadınların izin istemesi için de nedendir. Çünkü evdekiler bazen öyle bir du­rumda olurlar ki erkekler onları o durumda görmeyi sevmedik­leri gibi kadınların da kendilerini o durumda görmesini sevmezler.

Müslim ve Buhari'nin rivayet ettiği hadis «İzin istemek ancak bakış içindir» şeklindedir ve bu sahih bir hadistir. Bunun için izin almazdan önce evin içine bakılmamalıdır.

Taberani, Ebu Umame'den şöyle rivayet ediyor: «Hz. Peygam­ber şöyle buyurdu: «Kim benim Allah'ın Rasûlü olduğuma şahit­lik ediyorsa herhangi bir ev halkının yanına girmesin. Ta ki izin istesin ve selâm versin.»

Eğer evin içine bakarsa o zaman eve girmiş sayılır. Yani izin istemeden, selâm vermeden önce eve girmiş sayılacağı için haram işlemiş oluyor.

Ebu Davud ve Buhari'nin El-Edeb'ul-Müfred'de Abdullah bin Buşr'dan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber bir kavmin evi­nin kapısına geldiğinde yüzünü kapıya çevirmezdi. Ancak sağından veya solundan bakarak «Selâm sizin üzerinizde olsun» derdi. Bu­nun nedeni şuydu: O dönemde evlerin önüne kapı takılı değildi. Kapı yerine perdeler asılıydı. Kapıya yönelmek, o zaman evin içerisini görmeye sebep olurdu. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre bir eve girmek için kör bir kimse için bile izin isteme zorun­luluğu vardır. Bunun nedeni de şudur: O, kulak vasıtasıyla o hane balkının muttali olmasını istemedikleri bir şeye muttali olabilir.

İzin istemek ve selâm vermek ayrı şeylerdir. Fakat bazı haberlerin zahirinden aynı oldukları, bazılarının zahirinden de aynı ol­madıkları görülmektedir.

îzir. istemek ve .selâm vermek suretiyle girmek, ansızın gir­mekten veya cahiliyet selâmıyla girmekten daha hayırlıdır. Çünkü cahüiyet döneminde kişi evinden başka bir eve girmek istediği za­man sabahınız hayırlı olsun ve akşamınız hayırlı olsun şeklinde selâm verirdi ve içeri girerdi. Çoğu zaman izin almadığı için, kişiyi hanımıyla beraber yatakta bulurdu. [29]

 

Meal

 

28- Şayet o evlerde bir kimseyi bulamazsanız, size izin ve­rilinceye  kadar oraya  girmeyin.   Size  «dönün»  denilirse dönün. Bu, hakkınızda daha temiz ve nezihtir. Allah işlediklerinizi hak­kıyla bilir.

29- İçinde size ait eşyalar bulunan ve oturulmayan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah sizin açığa vurduk­larınızı da gizlediklerinizi de bilir.

30- (Ey Rasûlüm!)  Mümin  erkeklere,  gözlerini   (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarım söyle. Zira böyle yapma­ları kendileri için daha temiz bir durumdur. Kuşkusuz ki Allah onların yapmakta olduklarından haberdardır.

31- (Ey Rasûlüm!)   Mümin kadınlara   da   söyle,  gözlerini (haramdan)   sakınsınlar,  ırzlarını  korusunlar.  Ziynetlerini   (ziy­netlerin takıldığı boğaz, baş, gerdan, kol, bacak ve kulaklar gibi yerlerini) göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz, el ve ayaklar) müstesnadır. Başörtülerini yakalarının üze­rine koysunlar  (göğüs ve boyunlarını göstermesinler). Ziynetle­rini ancak şu kimselere gösterebilirler:  Kocalarına veya babala­rına veya kocalarının babalanna veya kendi oğullarına veya ko­calarının   (başka kadından  olma)   oğullarına veya kendi  erkek kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin oğullarına veya kızkardeş-lerinin oğullarına veya müslüman kadınlara veya ellerindeki ca­riyeler  veya   (kadına)   ihtiyacı  olmayan  kimselere,   veya   henüz kadınların  gizli  yerlerinin  farkında  olmayan  çocuklara.  Gizle­dikleri ziynetleri bilinsin diye,  ayaklarını   (birbirine  veya yere) vurmasınlar.  Ey  müminleri   Hepiniz birden  Allah'a tevbe  edin ki felaha eresiniz. [30]

 

Dirayet Ve Rivayet  Tefsiri

 

(28)   «Şayet o evlerde...» Bu Ayetin Tefsiri

27 numaralı ayet meskûn olan (içinde insanlar bulunan) evle­rin hükmünü açıklarken bu ayet de içinde insan bulunmayan, boş olan evlere girmenin hükmünü açıklamaktadır. Yani bu evlere de ev sahiplerinden izin alınmadan önce girilmemelidir. Çünkü böy­le bir şey dedikoduya sebep olabilir ve aynı zamanda mal sahibinin rızası olmadan onun mülkünde tasarruf etmek olduğu için gaspa benzemiş olur.

Ayetin metnindeki «Ezka» kelimesi «İ-nat etmenizden daha te­mizdir» anlamına gelir veya sizin din ve dünyanız için daha hayır­lıdır demektir. Artmak mânâsına gelen zekât kelimesinden de ge­lebilir bu.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki ismi tafdil sigası burada mü­balağa içindir. Zira kapılarda durmak, mutlak olarak denaet (kö­tü hareket) sayılmaz. Çünkü îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre kendisi Rasûlullah'ın hadislerini Ensar'dan dinlemek için onların evlerine giderdi. Kapının karşısında oturur, izin istemezdi. Ta ev sahibi kendiliğinden çıkıp gelinceye kadar. Ev sahibi onun dışarı­da oturduğunu görünce, «Ey Rasûlullah'ın amcasının oğlu! Keşke burada olduğunu bana haber verseydin» derdi. İbn Abbas da; «İş­te biz ilmi bu şekilde talep etmekle emrolunduk» diye cevap verirdi. Yani İbn Abbas bunu tevazudan sayardı ve tevazu da ilim ta­libinin zihninin açılması için en kuvvetli sebeplerden birisidir.

(29) «îçinde size ait eşyalar bulunan...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetten anlaşılıyor ki ribatlar, imaratlar, hanlar, dükkân­lar, hamamlar ve benzeri bütün insanların yararı için yapılan yer lere izin almaksızın girilebilir. Çünkü Cenab-ı Hak «O yerlerde si­zin için istifade etmek vardır» buyurmaktadır.

İbn Ebi Hatim, Mukatil'den şunları rivayet ediyor: «Ey iman edenler! Ev sahiplerinin iznini almadan evlere girmeyin» ayeti in­diği zaman Ebubekir Sıddık şöyle dedi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Mek­ke'den, Medine'den, Şam'dan, Beyt'ul-Makdis'den gelen Kureyş tüccarlarının halleri ne olacaktır? Onlar yolda, belli noktalarda bulunan evlerden nasıl izin isteyecek, nasıl selâm verecekler ve oralara nasıl girecekler? Halbuki o evlerde hiç. kimse yoktur.»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak 29 numaralı ayeti bu gibi durum­larda ruhsat olmak maksadıyla indirdi. Hz. Ebubekir'in «O belli evler»den maksadı yol üzerindeki hanlar ve kervansaraylardır. Fa­kat ayet sadece Hz. Ebubekir'in kastettiği hanları kapsamakta de­ğildir, geneldir. Sebebi nüzulün Özel olmasına bakılmaz. Binaena­leyh İbn Zübeyr, Muhammed el-Hanefiyye ve Dahhak'ın bunu bu şekilde tefsir etmeleri temsil kabüindendir. Cemaa'nın Ata'dan, Abd bin Humeyd'in, İbrahim en-Nehai'nin «Bu evlerden maksat defi hacet yapmak için girilen harabe yerlerdir» demeleri de bu kabildendir.

Îbn'ul-Hanefiyye'nin «Bu evlerden maksat Mekke evleridir» sözü de temsil kabilindendir. Çünkü Mekke evlerinin kastedilme-si «Mekke evleri hiç kimsenin mülkü değildir. Herkes orada ortaktır» görüşünün sıhhatli olmasına bağlıdır. Oysa bu meselede,    jg ihtilaf vardır.

(30) «(Ey Rasûlüm!) Mümin erkeklere...»Bu Ayetin Tefsiri

Burada Cenab-ı Hak genel hükümleri açıklamaktadır. Bu hü­kümler bütün müminleri kapsar. Evlere izinle girenlerin hüküm­leri de buna dahildir. Cenab-ı Hakk'ın hitabı renklendirmesi, Ra-sûlullah'a yöneltmesi ve bu ayetin kapsamında bulunan emir ve yasakları peygambere havale etmesi şu noktalardan ileri gelmek­tedir:

1) Bunlar çokça varid olan cüz'i emirlerle ilgili meselelerdir, Bu emirleri veren Rasûlullah olmalıdır.

2) Bu tedbirleri gören ve müslümanları koruyan Rasûlullah olmalıdır.

3) Müminlerden  bazıları  Hz. Peygamber'e  gelip bu  ayetin kapsamındaki hükümleri kendilerine açıklamasını sanki istiyor­larmış gibi Cenab-ı Hak da ona bu şekilde emir veriyor.

İbn Merduveyh, Hz. Ali'den şunları rivayet ediyor: [31]

 

Musibetler Günahlara Kefaret Olur

 

«RasûJ-ü Ekrem zamanında Medine yollarının birisinden bir kişi geçiyordu. Yoldaki bir kadına baktı, kadın da ona. Şeytan iki­sine de b irbirlerini beğendikleri vesvesesini verdi. Kişi, kadına baktığı zaman bir duvarın yakınından geçmekteydi. Tam duvara isabet etti ve burnu yarıldı. Bu darbeyle karşı karşıya kalan kişi:

«Allah'a yemin ederim, Rasûlullah'a varamadan bu kanı yıkamaya-cağım, silmeyeceğim» dedi ve Peygamber'e gelerek durumunu an­lattı. Hz- Peygamber de: «Bu senin günahının cezasıdır» dedi ve ardından Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu ayetin sebebi nüzulü bu­dur.»

Sanki Rasûlullah'a «Eğer sen onlara, gözlerinizi kapa­yın harama bakmayın desen onlar gözlerini kapatırlar» denilmiş­tir. Bu» da onların Allah'ın Rasûlü'ne çokça itaat ettiklerine işaret tir.

Haram bir şeye bakmaktan gözü engellemek vaciptir. Ansızın ortaya çıkan bakış, eğer bir kasıt yoksa, affedilmiştir. Bu hususta Ebu Davud ve Tirmizi, Bureyde'den şöyle rivayet ediyorlar: «Al­lah'ın Rasûlü: «Bir defa baktıktan sonra bir daha bakmayın. Çün­kü birinci bakış sizin lehinizedir. İkinci bakışa hakkınız yoktur. Aksi takdirde aleyhinize olur» buyurmuştur.

Cenab-ı Hak burada önce gözü haramdan çevirme emrini veri­yor. Çünkü bunda şer kapısının kapanması bahis konusudur. Zira serlerin çoğu nazardan ileri gelmektedir ve aynı zamanda nazar zi­nanın elçisidir, funusun basını çekendir. Nitekim şair der ki:

«Bütün hadiselerin başlangıcı nazardan ileri gelir. Ateşin en gür kısmı küçücük kıvılcımdan oluşur. Kişi sağa sola evrilip çev­rilen bir göze sahip oldukça tehlike üzerinde durmuştur. Nice ba­kışlar vardır ki bakanın kalbinde ok tesiri yapmaktadır. Oysa or­tada ne keman vardır, ne de ok! Hatıra zarar veren göze sürür ge­tirir. Zararı getiren bir sürura merhaba olmasın!»

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki bu irşad bütün müminleredir. Çoğul tabirinin kullanılması buna ters düşmemektedir. Müminler ister ibadet edenler, isterse diğerleri olsun, hepsini kapsar.

Bazı müfessirler «Burada halis ve abid müminler kastedilmiş­tir» demişlerse de bu dar bir görüştür. Irzlarını korumalarının emredilmesinin mânâsı zina ve livatadan muhafaza etmeleridir. Cenab-ı Hak «Gözlerini kapasınlar» tabirini kullandı. Fakat «Irzla­rını korusunlar» tabirini kullanmadı. Yani teb'iz mânâsını ifade eden «Min» edatını getirmedi. Çünkü bakma emri geniştir. Zira mahremler mahremlerin saçlarına, göğüslerine, memelerine, ba­caklarına ve ayaklarına bakabilirler. Satılmak üzere getirilen cari­yelerin de yüzlerine, ayak ve ellerine, bacaklarına bakabilirler.

Bazıları «Korumaktan örtünmek kastedildiği için «Min» edatı getirilmemiştir» derler. Zira İbn'ul-Munzir ve cemaa Ebu'l-Aliye' den rivayet ediyorlar ki «Her ayet ki o ayette ırzların korunması zikrediliyorsa bu korunma zinadandır. Ancak Nur Sûresi'ndeki bu tabir «onu kimse görmesin» manasınadır.» Bu rivayetin benzeri Ebu Zeyd'den de gelmiştir.

(31 «(Ey Rasûlüm!) Mümin kadınlara da...» Bu Ayetin Tefsiri

«Mümin kadınlar gözlerini kapatsınlar»d&n maksat, kendileri­ne bakılması haram olan şeylere bakmasınlar demektir. Meselâ erkeklerin avret mahallerine bakmasınlar. Kadınların da kadınla­ra karşı avret mahalli sayılan diz kapaklarıyla göbekleri arasına bakmasınlar. îbn Hacer'il-Mekki'nin Zevazir adlı kitabında «Kişi­nin kadına bakması haram olduğu gibi kadının da kişiye, şehvet-siz ve fitne korkusu bahis konusu olmasa dahi, bakması haram­dır. Ancak aralarında soydan veya sütten veya evlilik yoluyla gelen bir mahremiyet varsa o zaman birbirlerinin, diz kapaklarıyla gö­bekleri arası hariç, bedenlerine bakabilirler» denilmiştir.

Hanefüer'e göre göbek ile diz kapakları arasının haricinde ka­lan bütün bedene eğer şehvetle bakılırsa haramdır. Şehvetsiz bakılırsa haram değildir. Kadının, gözünü yabancılara bakmaya ka­patması ona daha uygun ve daha güzeldir.

Kadının kadına diz kapaklarıyla göbek arası hariç diğer be­den bölümlerine şehvetle bakması da haramdır. Böyle bir şehvet bahis konusu olabilir mi? Cevap: Evet. Çünkü lezbiyenlik (kadının kadınla iktifa etmesi fiili) kadınlar arasında çoğalmaktadır... Ve bu maksatla şehvetle bakan bir kadın haram işlemiş olur.

«Irzlarını korusunlar», yani zinadan ve lezbiyenlikten veya ör­tünmem ekten veya bunların hepsini kapsayan bir felaketten!..

«Onlar süs eşyalarından (yani süs eşyalarının takıldığı yerler, den) ancak âdette ve zaruret halinde beliren yerleri müstesna di­ğer yerlerini açığa vurmasınlar.» Meselâ yüzük, göze çekilen sür­me, ele yakılan kına yabancılara gösterildiği takdirde muaheze yoktur. Muaheze ancak bileziklerin, hamalların, gerdanlıkların ve küpelerin takıldığı yerleri göstermekte vardır. [32]

Cenab-ı Hak ayette «Ziynetlerini göster meşinler» diyor, fakat ziynet yerlerinden bahsetmiyor. Mübalağa ifade etsin diye Cenab-ı Hak böyle söylüyor. Çünkü ziynetler mutlaka bazı yerlere takıl­mışlardır. O yerlere bakmak da haramdır. Ancak ayette istisna edilen yerler müstesnadır.

El-Feraid sahibi «Bu, halin ismi mahal üzerine ıtlak olma cin-sindendir» der. Yani ziynet denilmiş, fakat ziynet yerleri kastedil­miştir. Binaenaleyh ziynetlerin takıldığı yerlere bakmak nassm ibaresiyle haram olmuş oluyor. Ebu Hanife'ye göre zahiri ziynet­lerin yerleri, meselâ yüz, eller, ayaklar, mutlak şekilde avret de­ğildirler. Onlara bakmak haram olmaz.

Şafii Mezhebi'ne göre yüz ve iki ellerin içi ve dışı avrettir. Bu­ralara bakmak haramdır. Velev ki kadın cariye dahi olsa. Fakat bu yerler namazda avret değildirler.

İbn Hâcer, Zevacir'de «Kadının kesilmiş saçına, tırnağına bak­mak da haramdır» diyor. Çünkü bir parçaya bakış çoğu kez hep­sine bakmaya sürükler insanı. [33]

 

Kadın Tedavi İçin Erkeğe Görünebilir Mi?

 

Kadına tedavi veya şahitlik için bakılması haram değildir. Ta. berani ve Hakim, İbn'ul-Munzir ve başka bir grup İbn Mesud'dan şöyle rivayet etmektedirler: «Açıklanandan maksat, elbiseler ve onların üzerindeki çarşafımsı geniş cilbabdır. Yani onların dışında bedenin bütününe ve diğer elbiselere bakmak da haram olur.» Zi­ra elbiselere «Ziynet» denildiği hususu başka bir ayette de geç­mişti. «Her mescidin yanında ziynetlerinizi takın» denilmiştir.

îbn Abbas bazı rivayetlerinde «Açık olanlar müstesnadır» ke­limesi hakkında «Sürme, yüzük, küpe, gerdanlık» şeklinde tefsirde bulunmuştur. İbn Ebi Şeybe, İkrime'den «Bu istisnadan maksat, el ve boğazın alt kısmıdır» rivayetini nakletmiştir. Hasan Basri «Bu, yüzük ile bileziktir» demiştir. İbn'ul-Bahr, «Ziynet jizyono-mik güzelliklere de denilebilir» diyor.

Ayetin metnindeki «Humur» kelimesi (noktalı ha ile) «Himar» kelimesinin (noktalı ha ile) cem'idir. Bu, kadının başına doladığı başörtüsüdür. «Cuyub» iç gömleğin en üst kısmında açılan yer de­mektir. Ki oradan kadın bedeninin bir kısmı gözükür. Zira bu ke­lime esasında kesmek mânâsına gelen «Ceyib»den alınmıştır.

İbn Ebi Hatim'in îbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre bu ayetten maksat, kadınlara göğüslerini, gerdanlıklarını kapama emri­dir. Tâ ki oralardan bir şey gözükmesin. Zira cahiliyet döneminde kadınlar sadece başlarım Örterler ve geri kalan kısmı sırtlarına sarkıtırlardı. Böylece onların göğüs ve gerdanları ortaya çıkmış olurdu.

Sahih rivayetlere göre bu ayet indiği zaman Muhacirler'in ha­nımları, bazı rivayetlerde Ensar'm hanımları, bu ayetteki hükmü tatbik etmek için üzerlerindeki elbiselerin bir kısmını parçalayıp başörtüsü yaptılar ve onunla Örtündüler. Bu ayeti tasdik etmek ve iman etmek bakımından böyle yaptılar. [34]

 

Erkek Kadının Neresine Kadar Bakabilir?

 

Ayetin metnindeki «Buulet» kelimesi kocaları demektir. Çünkü kadının süslenmesinin maksadı kocasıdır ve kocası için süs tak­ması emredilmiştir. Hatta kadın kocası için süslenmez ise erkeğin onu dövme hakkı doğar. Koca, karısının bütün yerlerine, hatta belli yerlerine bile bakabilir. Bu durumu Şeyh'ul-İslâm Ebussuud Efendi «îrşad'u Akî-i Selim» isimli tefsirinde nakletmektedir.

Şafüler'in ekserisi kadının belli'yerine bakılmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bazıları «haramdır» demişlerse de, bu hususta herhangi bir delil yoktur. Bazıları ise «Bakmamak daha evlâdır» demişlerdir. Ve bu, Şahab-i Haffacî'nin nakline göre Ha­nefi mezhebidir. [35]

 

Kadının Mahremleri

 

Babalan, kocalarının b abalan, çocukları, kocalannın çocuk­ları, kardeşleri, kardeşlerinin çocukları veya kızkardeşlerinin çö-cuklan müstesnadır.   Çünkü zaruretten ötürü   kadınlar bunlarla çok haşr-u neşr olurlar ve böyle kimseler arasında fitne doğması nadirattandır. Bu kimseler kendilerine nikâhı ebediyyen haram olan kadınlara hizmet ettikleri zaman görünen yerlerine bakabi­lirler. Bu hüküm sadece yakın babalara mahsus değildir. Baba ile birlikte onun babası, onun babası, onun babası nereye kadar gider­se hepsi de aynı hükme tabidir. Kadınların babaları da böyledir. Bu sadece .çocuklara mahsus değildir. Öz çocuklarına, öz çocukla­rının çocuklarına, öz çocukl arının çocuklarının çocuklarına, bun­ların hepsini kapsamaktadır. «Kardeş ter» den maksat, anne ve ba­ba bir olan kardeşlerdir. Bir de ya anne bir veya baba bir olan kardeşlerdir. Kızkardeşler de böyledir. Cenab-ı Hak bu ayette am­calar ve dayılara değinmemiştir. Halbuki onlar da Hasan Basri ve İbn Cübeyr'in söylediği gibi diğer mahremler gibidirler. Yani ka­dının süsleri onlara da gösterilebilir.

Bazı kimseler «Bunların nedeni bu zatların kardeşler hükmün­de olduklarından dolayı kardeşlerine değinmiş, yani babaya ve anneye değindiği için bunlara değinmemiş olmaktır» dediler. Çün­kü dede birdir.

Bazıları da «Bunlar burada zikredilmemiştir, çünkü kadının bunlardan kaçması daha uygun olur. Zira kadını görüp oğullarına onun vasıflarını söyleyebilirler ve böylece fitne de doğabilir. Ha­nımların hanımlarına gelince, onlar hanımların sohbet ve arkadaş­lıklarında bulunan hür ve imanlı kadınlardır. Zira kâfir olan ka­dınlar onların bedenlerine bakamazlar. Çünkü baktıkları takdirde gidip erkeklere gördüklerini vasi)kandırabilirler. Bedenini yabancı erkeklere göstermek de kâfir kadınlara göstermek de haramdır. Kâfir ister zımmi, ister başka kâfirlerden olsun, mesele değişmez» demişlerdir. Selefin ekserisi bu görüştedir.

İmam Nevevi, Ravde adlı kitabında «Zımmi bir kadının müs-lüman bir kadına bakması konusunda iki görüş vardır. Gazali'nin nezdinde en doğrusu, «sımmi kadın müslüman kadın gibidir, bakabilirler,» Beğavi'nin nezdinde en doğrusu ise «bakamaz» şeklin­dedir» demektedir.

îmamı Nevevi Minhac'ında, «En sahih görüş zımmi kadının müslüman kadına bakmasının haram olduğunu bildiren görüştün» diyor. Fakat İmam Razi «ELMezheb'e göre bu zımmi kadın müs­lüman kadın gibidir» diyor. Ayetteki «kadınların kadınları» şek­linde gelen tabir bütün kadınları kapsamaktadır. Selefin yukarıda geçen görüşü ise istihbaba hamledilmektedir ve bu görüş bugün insanlar için en şefkatli bir görüştür. Zira nerede ise müslüman kadınların zımmi kadınlardan kaçmaları mümkün olmayacak bir haJe gelmiştir.

O kadınların sağ ellerinin elde ettikleri (cariyeleri) müstes­nadır. Velev ki kafir olsalar dahi. Onların avret yerlerine bakabi­lirler. Kölelerine gelince, onlar yabancı erkekler gibidir. Bu görüş İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür ve İmam Şafii'nin iki görüşün­den de birisidir. İmam Şafii'nin ikinci görüşünde «Erkek köleler mahremler gibidir. Bakabilirler» demektedir.

«Erkek köle cariye gibidir» sözüne İbn Museyyeb katılmıştır. Sonra bu sözünden dönmüş ve «Sakın Nur Sûresi'ndeki ayet seni aldatmasın. Çünkü bu ayet erkek köleler hakkında değil, cariyeler hakkında inmiştir. Zira erkek köleler ne koca ne de mahremdir­ler. Şehvetleri de muhakkaktır» demiştir. [36]

 

Uyuntu Bîr Kimse İle İğdiş Edilen Köle, Kadınlar İçin Namahremdirler

 

Ayetin metnindeki «Ev'it-Tabün» tabiri yemeğin fazlasından istifade etmek için insanların arkasında giden uyuntular demektir. Onların kadınlara ihtiyaçları yoktur. Onlar ileri yaştaki ihtiyarlardır. Şehvetleri yok olmuştur. Veya tenasül uzuvları kesilmiş ve iğ­diş edilmiş kölelerdir.

Tenasül uzvu kesilenin veya iğdiş edilenin kadınlara bakıp bakmaması konusunda ihtilaf vardır. Onların bakışı hususunda diğer ecnebi (yabancı) erkekler gibi oldukları daha seçkin ve da­ha ziyade kabul edilmiş bir fikirdir. Muaviye bin Ebi Süfyan «İğ­diş edilmiş kölenin kadınlara bakması caizdir» kanaatindeydi. Fa­kat onun bu görüşüne fakihler itimad etmemişlerdir. îlk iğdiş edilen köle edinen kişi de rivayetlere göre odur.

İbn Cerh* ve Cemaa, Mücahid'den şunları rivayet ederler: «Gayre ulu'l-irbe'den maksat öyle bir eblehtir ki kadınların duru­munu bilmez.» Bu aynı zamanda Ebu Abdullah'tan da rivayet edil­miştir.

İbn Cübeyr, «Bu öyle bir kimsedir ki aklî dengesini kaybet­miştir. Mecnun da bunun gibidir» der. Nitekim bunu İbn Atiyye de ifade etmiştir.

İbn Hacer'in Mihhac üzerindeki şerhinde şu ifadeler yer almaktadır: «En sıhhatli olan şudur ki tenasül uzvu tama-' men kesilmiş ve yumurtalıkları tamamen çıkartılmış bir kimsenin bakışı, mahreme bakanın bakışı gibidir. O, diz kapaklanyla göbek arasının haricinde kadına bakabilir. Kadın da ona bakabilir. Hal­vette ve seferde yine mahrem mesabesindedir.»

Bundan anlaşılıyor ki daha önce tenasül uzvu kesilmiş olandan misal getirmek mutlak değildir.

Fani ihtiyara ve muhannes kişiye gelince, onlar Şafiiler'e gö­re yabancı   kadınlara bakmak hususunda tenasül uzuvları kesilen kişiler gibi değildirler. Şafiiler'in tashih ettiklerine göre kadının mecnun bir kişiden de örtünmesi gerekir.

Kadınların avretlerine muttali olmayan çocuklar avretin ne ol­duğunu bilmeyen, avret ile avretin gayrisini ayırd edemeyen ço­cuklar demektir. Böylece bu mânâ ile gelen çocuğa kadınlara kar­şı iştiyakı olmayan murahik de ilhak edilmektedir. Bazı Şafii alim­leri «Murahik, mubaliğ gibidir» demişlerdir. Ondan kadınların ör­tünmesi ve kaçınması gerekir.

Kadınlar ayak bilezikleri olan halhallar ses çıkarsın diye ayak­larını yere vurmasınlar. Bu ses vasıtasıyla onların ayaklarında hal­hal (ayak bileziği) olduğu bilinir. Bu, erkeklerde onlara karşı bir meyil meydana getirir. Veya zannettirir ki onların da erkeklere karşı meyli vardır.

Süs vesvesesi, bazı insanların şehvetlerini, bizzat görmekten daha fazla tahrik eder. Evvelâ ziynetlerin kendisini göstermenin yasak olduğu hükmünü Cenab-ı Hak indirdi. Sonra ziynet sesleri-. nin ortaya çıkarılmasının yasaklılığını getirdi. Bu da ziynetlerin takıldığı noktaların gösterilmesinin ne derece yasak olduğunu or­taya koymaktadır. Bu yasaktan çoğu kez kadınların seslerini din­leme yasağı da çıkmış oluyor.

Şafii alimlerinin muteber kitaplarında sesin avret olmadığı kaydedilmektedir. Ancak fitneden korkulursa ses dinlemek haram olur. Hanefiler'e göre kadının nağmesinin avret olduğu açıkça söy­lenmektedir. Bunun için Rasûl-ü Ekrem «Namazda sehv meydana gelirse erkekler tekbir getirirler. Kadınlar ise ellerini çırparak sehvi bildirirler» demiştir. Yani onların, seslerini erkeklere işit­tirmeleri doğru olmaz.

«Hepiniz Allah'a tevbe edin!»

Bu, hitabı değişik renklere sokmaktır. Önce Rasûlullah'a hitap edildi. Şimdi ise tağlib yoluyla tüm müslümanlara seslenil-mektedir. Bu, tevbenin mühim olan nesnelerin büyüklerinden ol­duğuna işaret ediyor ki Cenab-ı Hak bunu emretmektedir. Çünkü mükelleflerden hiç kimse yoktur ki tekliflerin gereklerini ikame et­tiğinde kendisinden bir nevi tefrit sadır olmasın.

İbn Abbas «Tövbeden maksat daha önce yaptıklarının karşılu. ğındaki tevbedir» der. Bunlar her ne kadar İslâm'a silinip gitmiş-Jerse de onları hatırladığımızda pişman olmamız gerekir. Onları bir daha yapmamaya azmetmek lâzımdır.

Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: «Bir günahtan tevbe eden bir kimsenin, o günahı hatırladığı zaman yeniden pişmanlık duy­ması, tevbe etmesi gerekir.»

Bundan anlaşılıyor ki tevbe ettiğini iddia eden kimseler yap­tıkları günahları sayar-dökerlerse, onlarla gurur duyar, lezzet alır­larsa bu da tevbelerinin doğru olmadığının delili olur. «Ey mü­minler» hitabının tekrarında icabın tekidi vardır. Yani böyle tevbe etmek kesinlikle vaciptir ve bu ifşa eder ki iman sıfatı Al­lah'ın emrini yerine getirmeyi kesinlikle iktiza etmektedir. Bu, gü­nahların insanları imandan çıkarmadığına dair delildir. [37]

 

Meal

 

32- İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden sa-lih  (veya evlenmeye elverişli) olanları evlendirin. Eğer fakir ise­ler Allah fazlından onları zengin eder. Allah geniş  (nimet sahi­bi) dir ve bilendir.

33- Evlenmeye gücü yetmeyenler de Allah kendilerini faz^ lmdan zenginleştirinceye kadar iffetlerini muhafaza etsinler. Sa­hibi bulunduğunuz (köle ve cariyelerden)  mükâtebe (akdi) iste­yenlerle  —eğer onlarda  bir  hayır görürseniz mükâtebe  akdi yapın ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin. Eğer cariye­leriniz namuslu kalmak istiyorlarsa, dünya hayatının geçici me-taını elde etmek için onlan fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuh­şa) zor!arsa  (vebali kendisinedir). Zorlanmalarından sonra Allah o kadınları bağışlayan ve esirgeyendir.

34- Andolsüh biz size (hükümleri) açıklayan ayetler ve siz­den Öncekilere ait misaller (kıssalar) ve sakınanlara bir öğüt in­dirdik.

35- Allah göklerin ve yerin nuru (nurlandırıcısi) dır. Onun nurunun misali içinde çerağ bulunan bir kandillik gibidir. Ki o çerağ billur bir camdadır. O billur cam sanki parlak bir yıldız­dır. Ne şarkta ne garpta bitmeyen ve mübarek bir zeytin ağacın-dkn yakılır. Ona ateş dokunmasa da onun yağı hemen ışık ve­recek gibidir. O kat kat nurdur. Allah nuru ile dilediğini hida­yete erdirir. Allah insanlara  (ibret alsınlar diye)  misaller geti­rir. Allah her şeyi hakkıyla bilir.

36- (Bu  kandil)   Allah'ın  onların yüceltmesine ve isminin anılmasına izin verdiği evlerdedir.  Onların içinde isminin anıl­masına izin vermiştir.  Orada sabah akşam onu teşbih ederler. [38]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(32-34) «İçinizden evli olmayanları...)) Bu Ayetlerin Tefsiri

Bu ayetin birinci cümlesindeki «El-Eyama» kelimesi kocası ol­mayan kadınlar demektir. İster dul ister bakire olsun. Zemahşe-ri'ye göre, bu kelime eyayem kelimesinin kaybedilmişidir. Bu da eym kelimesinin çoğuludur. Eym, Nadir bin Şumeyl'in dediğine-göre beraberinde kadın olmayan erkek ve beraberinde erkek ol­mayan kadın demektir, ister bak ire olsun ister dul.

Sibeveyh'in «Kitab» adlı eserinin şerhinde Ebubekir el-Haf-faf der ki «Eym, kocası olmayan kadın demektir». Kelimenin aslı daha önce evlenmiş, fakat kendisinde peydan olan bir arızadan do­layı kocasını kaybeden kadın demektir. Sonra bakire kadın hak­kında bu kelime mecaz olarak kullanılmıştır. Çünkü onun da ko­cası yoktur. Muhammed'e göre bu kelime dul demektir. «Sizden olan dulları evlendirin». «Eyamanmn. dullar mânasına geldiğini şu hadis de tashih etmektedir: «Dul olan (eym olan) bir kadın, ken­disini evlendirmek hususunda velisinden daha çok ileridedir.»

«Bakire bir kadından izin istenilir. Onun sükut etmesi izini-dir.» Görüldüğü gibi bu hadiste bakirenin karşıtı olarak «eym» ke-Jimesi kullanılmıştır. Demek ki eymden maksat, duldur.

Alimlerin çoğu Nadr bin Şumeyl'in dediği gibi derler. O zaman ayetin mânâsı «Kocası olmayan hür kadınları veya hanımı ol mayan hür erkekleri evlendirin» demek olur. [39]

 

Nikâhta Velînin Olması Şart Mıdır?

 

Bazı kimseler «Bu ayet nikâhta velinin şart olduğuna delildir. Veli, bazı durumlarda, velisi bulunduğu kadını nikâha cebredebi­lir» demişlerse de bu tetkike muhtaç bir konudur.

Buradaki emir mutlak talep içindir. Yani nikâh etmekten maksat, yardım etmek veya nikâha aracılık yapmaktır. Veya ni­kâh etmek hususunda imkân vermektir. Nikâhın sahih olması ba­zı durumlarda veliye mütevakkıftır. Bu da başka bir delilden an­laşılmaktadır.

Ayetteki hitap köle sahiplerinedir ve kadınların diğer velile-rinedir. Salah ile onun şer'i mânâsı kastedilmektedir. Yani şer'an salih bir kimse, Allah'tan korkan, dini bilen ve tetkik eden bir kimse demektir. Veya lûgavî mânâ kastedilmiştir ki evlenmeye el­verişli bir kimse, evlenmekte hukuku gözetebilecek bir kimse de­mektir.

Zahiri mezhebe göre emir burada vücubu ifade eder. Yani toplumda bekârların evlendirilmesi, köle ve cariyelerden elverişli olanların ve dindarların evlendirilmesi vacibtir.

Bazı kimsel«Emir vücubu değil de nedbi istikbali gerektirir» derler. Cumhur da bu görüştedir. Yani evlendirirseniz iyi olur. Aksi takdirde mesul değilsiniz. [40]

 

«Evlendirin» Emri Vücubü İfade Eder Mi?

 

Ebubekir Razi «Ahkâm'ul-Kur'an»6a, «Her ne kadar bu ayet vücubu ifade ediyorsa da selef «burada vücub kastedilmemiştir» der ve şu delilleri ileri sürer:

1- Eğer evlendirmek vacib olsaydı Rasûlullah'ın ve selefin yapması gerekirdi. Ki bu yapmaları da çok şayi olacaktı. Çünkü böyle bir duruma genel bir ihtiyaç vardır. Biz Rasûlullah ve saha­belerin asrını gördük ki toplumda evlenmemiş erkek ve kadınlar vardır ve hiç kimse niçin bunların evlendirilmediği hususunda ten-kid de yapmamıştır. Böylece sabit oldu ki emir burada vücubiyeti gerektirmez.

2- Biz, dul ve kocasız bir kadın «ben evlenmiyorum» dese velinin onu evlenmeye icbar edemeyeceği inancındayız ve bu hu­s usta icma vardır.

3- Hepsi ittifak etmişlerdir ki köle sahibi cariyesini veya erkek kölesini evlendirmek zorunda değildir. Madem bu vacib de­ğildir, o halde ayetteki atıf diğerlerini de evlendirmenin vacib ol­madığını ifade eder.

4- Ei-eyama kelimesi hem erkekleri hem de kadınları kap­samaktadır. Vakta ki erkekler hususunda evlendirilmeleri ancak izinlerine bağlı oldu, böylece kadınların evlendirilmeleri de izinle­rine bağlı olur.»

«Eğer onlar fakir olurlarsa Cenab-i Hak onları fazlından zen­gin edecektir» cümlesi Allah'ın zengin etmek hususunda bir vaadi­dir.

îbn Cerir, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan bu durumu rivayet etmişlerdir. Mümkündür ki bu cümleden maksat, «Ben fakirim, fakirlik de beni evlenmekten menediyor» diye ne­denler gösterenlerin önlerindeki kapıların kapatılması olsun.

Ayette mukadder bir şart vardır. O da Cenab-ı Hakk'ın meşi-yetidir. Yarü Allah dilerse onları zengin eder. Öyleyse ayete <ıBiz nice fakirleri görüyoruz ki evlenirler ve zengin de olamazlar» şek­linde itiraz edilemez. Bu şartın burada mukadder olmasının delili şu ayettir: «Eğer fakirlikten korkarsanız Cenab-ı Hak onları diler­se fazlından zengin edecektir.»

Dikkat edilirse burada «dilerse» mânâsına gelen «inşae» keli­mesi vardır. Bu ayetin kâfirlerin Mekke hududlarından uzaklaştı­rılmaları hususunda varid olması böyle bir şeye delâlet etmesine mani olmaz.

Allah genişlik sahibidir ve zengindir. Mahlûkatı zengin etmek ona zor gelmez. Çünkü onun nimeti bitmez tükenmezdir. Kudreti sonsuzdur. Bilendir, binaenaleyh rızkı dilediğine verir. Dilediğini sıkıntıya sokar. Bu da onun hikmet ve maslahatının böyle iktiza etmesindendir. Bu cümle de ayette mukadder bir şartın varlığına delâlet eder.

Evlenen bir kimseye zenginlik vaadedildiğine dair birçok ha­disler vardır. Fakat bekâr kalan bir kimse için böyle vaadler yok­tur. [41]

 

Zengin Edilmesi Allah'a Hak Olanlar

 

Ebu Hureyre'den şöyle bir hadis nakledilmiştir:

«Üç sınıf vardır ki onları zengin etmek, onlara yardım etmek AUah'a haktır:

1- Haysiyetli yaşamak için evlenen kimse,

2- Borcunu vermek maksadıyla efendisiyle kitabet akdi ya­pan köle,

3- Allah yolunda gazay a çıkanlar.»   (Abdurrezzak,  Ahmed, Nesai, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim, Tirnıizi, Beyhaki).

«Evlenme sebeplerine sahip olmayan kimseler iffet ve namus, farını korusunlar.»

Bu ayet iştah ve şehvetleri olduğu halde nikâhın başlangıç ve sebeplerinden mahrum kimseleri irşad içindir. Yani bunlar iffet lerini son derece korusunlar. Tâ ki Allah onları fazlından zengin edinceye kadar. Bu ayet aynı zamanda zımnen böyle davranan kimselere zenginlik vaadetmektedir, Bu ayet Allah'ın fazlının na­muslu insanlara daha uygun ve daha yakın olduğunu ifade etmek­tedir.

Şafiiîer'den bazıları bu ayeti, şehvetle beraber kadının nafa­kasını, mehrini ve lüzumlu mala sahip olmayan bir kimse için ev­lenmemeyi mendub göstermeye dair delil getirmişlerdir. Fakat çoğu da «Evlenmek mustehabtır. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer onlar fakir ise Cenab-ı Hak onları fazlından zengin eder» ayetini delil getirmiştir. Bu ayetteki «İffetli ve namuslu olsunlar» emri ise bir kadını bulamayan kimse içindir. Güvenilir kaynaklarda yer alan hüküm şudur: Eğer şiddetle evlenmeye ihtiyacı varsa evlenmek vacib olur. Yani evlenmediği takdirde zinadan korkutuyorsa evlen­mek vacip olur. Eğer evlenmediği takdirde harama bakıyorsa veya eliyle istimnada bulunuyorsa ve zinadan ancak böyle yapmak su­retiyle kurtuluyorsa, cariye edinmek veya şehveti Öldürücü orucu tutmak imkânına da sahip değilse o vakit evlenmek vacip olur. Eğer mehir ve nafakaya sahip değilse evlenmek mekruhtur. Velev ki zinadan korksa dahi. Fakat mehri borç etmesi mendubtur demislerdir. Yani zinadan korkuyorsa mehri borç alarak evlenmesi vacip olur.

Bu ayetin zahirinden anlaşılıyor ki ayetin muhtevası erkekle­rin özelliğini aksettirmektedir. Onlar böyle bir iffetle emrolun-muşlardır.

Evet, ayet geneldir denilebilir ve tağlibe de itibar edilebilir. «Böyle iffetli davranmak kadınlar için hiçbir zaman mendub de­ğildir» zannına kapılmamak gerekir. Çünkü bazı suretlerde onlar için de mendub olduğu ortaya çıkmıştır. Hatta azıcık düşünen bir kimse için bu ahkâmların cereyanı onların nikâhlarında da görü­lür. Şafii alimlerinden bazıları İmam Şafii'nin El-Umm isimli ese­rinden «Evlenmeye ihtiyacı olan bir kadın için evlenmek menâub-tur» dediğini nakletmektedir. Nafakaya muhtaç olan bir facirin kendisini zorlayıp da namusunu kaybetmekten korkan bir kadın ile evlenmesi mendubtur. [42]

 

Kölelerle Kitabet Akdi

 

«Kitabet akdini talep eden kölelerle kitabet akdini yapın» cümlesi, köle hür olsun, nefsinden tasarruf etsin diye kitabete müstehak ise onunla kitabet yapmanın gerekli olduğu mânâsını getirmektedir.

İbn Seken «Marifet'u-Sahabe» adlı kitabında Abdullah bin Su-beyh'ten şöyle rivayet ediyor:

«Ben Huveyt İbn Abduluzza'nın kölesiydim. Ondan benimle kitabet akdi yapmasını istedim. Kabul etmedi. Bunun üzerine bu ayet-i celile nazil oldu.»

Bu rivayetten anlaşılıyor ki bu zat yani Abdullah bin Subeyh kendisiyle ilk kitabet akdi yapılan kimsedir. Ve bundan da insa­nın vehmine gelir ki kitabet daha önce de biliniyordu. Fakat Şahab Haffaci, Beyzavi haşiyesinde Dumeyri'den şöyle rivayet ediyor: «Kitabet kelimesi İslâmî bir lafızdır. Müslümanlardan ilk kitabet akdine maruz kalan Hz. Ömer'in bir kölesidir. Adı Ebu Umeyye idi. İbn Hacer de bu kelimenin İslâmî bir kelime olduğunu, bunun cahîliye döneminde bilinmediğini söylüyor.»

«Eğer sizinle mukâtebe talebinde bulunuyorlarsa onlarla mu-kâtebe yapın.» Bu köle ister erkek olsun, ister kadın. Mukâtebet şer'an parayı alıp köleyi derhal azad etmek veya onun boynuna birtakım borçlar yüklemek suretiyle onu azad etmek demektir. Bu akdin iki rüknü vardır: Birisi icab, diğeri kabuldür. Yani köle sahibi kölesine hitaben «Şu kadar para karşılığında seninle kitabet akdi yapıyorum. Onu bana ödeyeceksin ve azad olacaksın» der. Kö­le de ona «Ben bunu kabul ettim» der. Bu akid yapıldığı zaman köle efendisinin mülkünden değil elinden çıkmış olur. Bedeli ta­mamen ödedikten sonra azad olur ve o zaman efendisinin mül­künden de çıkmış demektir.

Buradaki emir nedbi ifade. eder. Yani kitabet akdi yapmak mendubtur. Bazı alimlere göre vücubu ifade eder. Yani «Benimle kitabet akdi yap» diyen bir köleye kitabet akdi yapmak sahibine va­cip olur. Bu, Ata, Amr İbn Dinar, Dahhak, İbn Şirin ve Davud'un mezhebidir. Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir'in Enes İbn Malik'ten rivayet ettiklerine gelince, şöyle denildiği bildirilmek­tedir: «Benden Şirin adlı kölem —ki bu zat meşhur İbn Sirin'in babasıdır— kitabet akdi yapmamı istedi. Ben de buna icabet et­medim. Şirin, Hz. Ömer'e vardı. Hz. Ömer, kamçısıyla bana yö­neldi ve şu ayeti okudu.»

Başka bir rivayette Hz. Ömer «Ya onunla kitabet akdi yap veya seni kamçılarım» demiştir.

Hz. Ömer'in bu icraati emrin burada vücub ifade ettiği emri­nin en açık delilidir.

Ayetin metnindeki «Hayr» kelimesinden maksat emin olmak, çalışmaya kudreti olmaktır. İmam Şafii hayrı burada bu şekilde tefsir etmiştir. Beyzavi, bu tefsirin merfu bir hadiste de varid ol­duğunu kaydetmektedir. Bunun benzeri bazı rivayetler İbn Ab-bas'tan da gelmiştir.

«Emanet»ten maksat, malını fuzuli yere zayi etmemek demek­tir. Bazı kimseler «Emanet'ten adalet de kastedilebilir» demişler­dir. Ebu Davud «ELMerasibrinde, Beyhaki «Sünen» inde Yahya bin Ebi Kesir'den şunları rivayet ediyorlar: «Allah'ın Rasûlü buradaki hayrı sanatla tefsir etmiştir.»

Bu hadisin zahirinden anlaşılıyor ki kölenin kazanca mukte­dir olması kâfidir, emin olması şart değildir. İbn Hacer bunu ba­zı alimlerden naklettikten sonra şöyle diyor: «Köle emin olmazsa kesbettiğini zayi eder. Böylece maksat hasıl olmaz.»

Abd bin Humeyd, Ubeydet'ul-Selmani'den, Katade, İbrahim Ebu Salih'ten rivayet ediyor ki bu zatların buradaki hayr kelime­sini «emanet»le tefsir ettiklerini rivayet ediyorlar. Onların kelâm­larının zahirinden anlaşılıyor ki «Emin» olduktan sonra kazanca muktedir olması şart değildir. İbn Hacer bunu yine bazı alimler den naklettikten sonra buna şöyle itiraz etmiştir:

«Kitabet akdine mazhar olan kişi kazanca muktedir olmazsa onun kitabet akdinde efendisine zarar vardır. Sadaka ve zekât gi­bi şeylerle ona yardım etmek de mutlak garantili değildir.»

İbn Merduveyh, Hz. Ali'den rivayet ediyor: O bu ayetteki «Hayr» kelimesini «Mal» ile tefsir etmiştir.

Cemaa bunu İbn Abbas ve İbn Cüreyc'ten rivayet etmiştir. Mücahid, Ata ve Dahhak'tan da bunun, benzeri rivayet edilmiştir.

Fakat buna «Bu hem lâfzen hem de manen zayıftır» şeklinde itiraz edilmiştir. Lâfzen zayıftır, çünkü «Onda mal vardır» denil-mez,«Belki onun katında ve onun için bir mal vardır» denilir. Ma­nen zayıftır, çünkü kölenin malı olmaz. Bir de «Hayr» kelimesin­den insanın zihnine gelen ilk mânâ maldan gayri şeylerdir. Her ne kadar bazı ayetlerde «Hayr» mal mânâsında kullanılmış ise de.

Cevap olarak demişlerdir ki, «Hayr'dan (büyük alimlerin nez-dinde) mümkündür ki malı kazanma kudreti kastedilsin. Hanefi-ler'den çoğu kelimeyi «Bu Hayr'dan maksat,,azad edildikten son­ra müslümanlara zarar vermeyecek olmalarıdır» şeklinde tefsir et­mişler ve şöyle demişlerdir: «Eğer azad olunduktan sonra müs­lümanlara zarar vereceği zanm galib ise onlarla kitabet akdi yap­mak terkedüir.»

Ayetteki «Eğer biliyorsanız» ifadesi kuvvetli zan manasınadır. Yani ilim burada kuvvetli zannı ifade eder ve ahkâmı şer'iyenin çoğu da kuvvetli zan üzerine bina edilir.

«Size Allah tarafından verilen maldan onlara verin» cümlesi köle sahiplerine, kölelere mallarından onlara yardım olsun diye bir şey vermeyi emretmektedir. Kitabet akdinin birazını bağışlamak da bu hükme dahildir. Abdurrezzak, îbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, Hakim ve Beyhaki, Abdullah bin Habib tankıyla Hz. Ali'den, o da Rasûl-ü Ekrem'den şunları rivayet ediyor:

«Kitabet akdi yapılan köleye, üzerinde karar verilen malın dörtte birini terketmelidir.» Bu hadis bazı rivayetlerde Hz. Ali'den mevkuf olarak gelmiştir. İbn Hacer Heytemi «En sıhhatli görüş budur. Umulur ki bu Hz. Ali'nin bir içtihadıdır» diyor.

«Cariyelerinizi zinaya zorlamayın» cümlesi, Müslim ve Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiğine göre şu hususta nazil olmuş­tur: Abdullah bin Ubey bin Selul denilen münafıkm Museyfe ve Emine (veya Umeyne) isimli iki cariyesi vardı. Bunları zma ede­rek para kazanmaya zorluyordu. Onlar Allah Rasûlü'ne gelerek şi­kâyet ettiler. Bunun üzerine bu ayet indi.

îbn Ebi Hatim, Suddi'den şunları rivayet ediyor: «Abdullah bin Übey'in Muaze adlı bir cariyesi vardı. Ona misafir gelen bir kimseye sevap iradesiyle ve misafire ikram olsun diye Muaze'yi göndererek kendisine teslim olmaya zorlardı. Böylece cariye Ebu-bekir Sıddık'a gelerek şikâyette bulundu. O da cariyenin şikâyeti­ni Allah Rasûlü'ne götürdü, Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir'e, «Ca­riyeyi al, Abdullah bin Ubey'e verme» dedi. Bunun üzerine Abdul­lah bin Ubey «Bizi Muhammed'den kurtaran yok mudur? Kölele­rimizi bile elimizden almaya kalkışıyor» diye feryat etti. Bu ayet bunun üzerine indi.»

Hz. Ali'den gelen rivayete göre cahiliyet dönemindeki insanlar cariyelerini zina etmeye zorlar, kazandıklarını alırlardı. Böylece İslâm'da bu ayet nazil olduktan sonra böyle yapmaktan men edil­diler. Bunun benzeri îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Bütün bu rivayetlere rağmen mutlaka «Bu hitap kimin hak­kında nazil olmuşsa ona mahsustur» denilemez. Hitap bütün mü­kellefler için amm'dır.

Ayet metnindeki «Feteyat» kelimesi genç erkek veya genç ka­dın mânâsma gelen «Fetat» kelimesinin çoğuludur. Genç erkek kö­le, genç cariye mânâsına gelir.

«Eğer iffetli olmayı isterlerse» cümlesi sadece onların zinadan kaçınıp iffete sarılmak istediği surete bu yasak tahsis edilmiş de­ğildir. Ve başka şekiller bu yasağın altından çıkmış değildirler.

Meselâ zina eden kişiden nefret ederek zina etmeyi istemiyor veya o zamanda zina etmeyi istemiyor veya o bu yerde zina istemiyor ve başka yollardan dolayı zina istemiyor, zamanındaki zorlama bu kayıtla çıkarılmıyor. Belki bu kayıt ayetin haklarında nazil ol­duğu kişilerin âdetini muhafaza etmek içindir. Zira onlar cariye­lerini zinaya teşvik ediyorlar ve cariyeler de zinayı emreden şeh­vetleri çok olmasına rağmen bu çirkinlikleri işlemekten kaçmı­yorlardı. Bu cümle cariyeleri zinaya zorlayanların çirkin hallerini sergilemektedir.

Bazı kimseler «Bu ayet mefhumu iptal eder» demişlerdir. Çünkü «Cariyelerinizi zinaya zorlamayımz» ibaresinden onların if­fetli kalmayı istedikleri anlaşılmaktadır. Buna rağmen Cenab-ı Hakk'm bunu tekrar cümle olarak ifade etmesiyle mefhumun hük­münün batıl olduğu ortaya çıkmış oluyor. Zira eğer mefhum hük­müne itibar edilirse cariyelerin iffeti irade etmedikleri anda zina­ya zorlamaları gerekir. Oysa zinaya zorlamak hiçbir durumda caiz değildir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir:

1 -  Bu, galibin yerine gelmiş bir durumdur. Çünkü galib şu­dur ki cariyeler iffetli olmayı irade ettikleri zaman onları efendi­leri zinaya zorluyorlardı. Böyle bir durumda mefhumu muhalif bahis konusu değildir.

2 - Mefhum bunu iktiza eder. Çünkü mefhumdan daha kuv­vetli olan icma bunu yok etmiştir.

Mefhum, kadın, cariye, iffeti irade ettiği zaman onu zinaya zorlamanın haram olmasına delâlet eder. Ve bunun sabit olduğu­nu ifade eder. Zira o zaman ikrah mümkün değildir. Zira cariye­ler, iffetli olmayı irade etmedikleri zaman zina etmeye ikrah edil­mezlerse, zorlanmazlarsa kendilerinden yaparlar. İkrah (zorlama) ancak hoşa gitmeyen bir fiili ilzam etmek için yapılandır. Bu ol­madıktan sonra ona herhangi bir haramlık taalluk etmez. Çünkü teklifin şartı imkândır. Fakat haram olmadığı için mubah olmak da lâzım gelmez.

«Dünya hayatının geçici yararlarını» sadece onlann zina kar­şılığında aldıkları ücretle tahsis etmenin mânâsı yoktur. Her ne kadar birçok haberlerden böyle anlaşılıyorsa da burada genel ol­ması daha doğrudur. Belki onların aldıkları ücret ile zina sebe­biyle edindikleri çocuklar da kastedilmektedir. Nitekim Said bin Cübeyr, İbn Ebi Hatim'in rivayetine göre ayeti böyle tefsir etmiş­tir. Bazı haberlerde cariyeler sadece çocuk getirsinler diye zinaya zorlanıyorlardı. Bu da ona işaret etmektedir.

«O cariyelerin zinaya ikrah edilmesinden sonra Allah gafurur rahimdir}) cümlesinde İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir, Mücahid'den şunu rivayet etmişlerdir: «Allah o cariyeler için gafurur rahimdir. Onları zorlayanlar için değil!»

Hasan Basri bu ayeti okuduğu zaman «Onlar o cariyeler için­dir. Vallahi o cariyeler içindir» derdi.

" İbn Mesud «O cariyeler için» mânâsını ifade eden «Lehunne» kelimesini ayetin sonuna ekliyordu. Abd bin Humeyd ve İbn Ebi Hatim bunu Said bin Cübeyr'den de rivayet ediyorlar. O da İbn Mesud'dan rivayet etmektedir. Bu durum aynı zamanda İbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir.

Bu ayet delâlet eder ki cariyelerini bu şekilde zinaya zorlayan­lar mağfiret ve rahmetten tamamen mahrumdurlar. Sanki Cenab-x Hak «Allah cariyeler için gafurur rahimdir, onları zinaya zorla, yanlar veya onları zinaya zorlayan Abdullah ibn Übey için değil­dir» diyor.

Zorlanan bir insan mükellef olmadığına, teklifsiz de günah bu­lunmadığına göre bu cariyelerin günahsızlıklarına rağmen Cenab-ı Hak onlara «Mağfiret ve rahmet vardır» diyor. Bu zorlamaktan ötürü Cenab-ı Hakk'm azabının ne denli şiddetli olduğunu ifade etmek içindir. Zira zorlanan bir insanın özrü olmasına rağmen cezaya tabi tutulması bahis konusu olduğuna göre, artık onu zor­layan bir insanın halinin nasıl olacağı, ne dehşetli şeylere uğraya­cağı ortadadır.

Bazı müfessirler «Bu, zina durumunun korkunçluğunu sergile­mek için getirilmiştir ve zinaya zorlanan cariyelerin her şeye rağ­men zinadan kaçınmalarını ikaz etmek içindim   demişlerdir. [43]

 

«Açıklayıcı Ayetler»Le Hangi Ayetler Kastedilmektedir?

 

«Andolsun size açıklayıcı (veya açıklanan) ayetler indirdik» cümlesindeki «Beyyinat» kelimesi, eğer ismi fail okunursa (mü-beyyinat) açıklayıcı ayetler anlamına gelir. Yani sizin muhtaç ol­duğunuz hükümleri, edebleri, kaide ve kuralları açıklayan ayetler indirdik demek oluyor. Eğer ismi mef'ul olarak «Mübeyyenat» şeklinde okunursa o vakit «Andolsun, açıklanan ayetleri size in­dirdik» demek olur. Yani size Allah tarafından açıklanmış hüküm­ler ve cezalara ve diğer meselelere açıkça delâlet eden tarzda ge­tirilmiş, bulmaca ve lügat şeklinde çıkarılmış ayetler indirdik.

«Size sizden öncekilerden bir mesel indirdik.» Yani sizden öncekilerin mesellerine benzer bir mesel. Meselâ Hz. Aişe'nin mi­sali,   z. Yusuf'un ve Hz. Meryem'in misaline benzer. Çünkü on­lara da zina iftirası yapılmıştır.

Ayetin metnindeki «Ve Mev'izetun» kelimesi bahsi geçen ayet ve mesellerden ibarettir. Yani bunlar muttakiler için vaz-u nasihat olurlar. Onlara kulak vererek uygun olmayan haramlar ve zorla­malardan vazgeçerler. Ayetler hadleri ve hükümleri belirten ayet­ler demektir. Mev'ize ise insanlara nasihat ve irşad olan ayetler demektir. Meselâ «Allah'ın dininde zina eden erkekle zina eden kadına tatbik edilen ceza hususunda size herhangi bir şefkat arız olmasın» ayeti bir mev'izedir. [44]

 

Allah'ın Gök Ve Yerin Nuru Olması Ne Demektir?

 

(35 «Allah göklerin ve yerin nurudur...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu sure ismini bu ay etten almıştır. Bu ayette İslâm toplulu­ğunda fitneler koparmak, İslâm'ın izzetim kırmaya koşmak, İs-lâmî hareketi durdurmak isteyen münafıklara hitap vardır. On­lar kâfirler ve müşriklerden daha korkunç İdiler. Zira müslüman-lar arasında, (hele ensar içinde) akraba ve yakınları vardı. Müs­lümanlar bu hilelerden habersizdiler. Onlar çeşitli yönlerden bu­nu istismar edip durmaktaydılar. Fakat hakikat şudur ki, onların dünyaya dalmaları, onların gözlerini kör etmiştir. «Biz de iman sahibiyiz» demelerine rağmen, az veya çok Kur'an ve Hz. Muham-med vasıtasıyla kâinata isabet eden onurdan istifade etmiyorlar­dı. Her ne kadar bu ayette onlara hitap yoksa da kendilerinden bu ayetle üç şey istenmektedir:

1- Onlara daima hatırlatmak, vaz-u nasihatta bulunmak belki faydalı olur. Çünkü Allah'ın rahmetinin ve rabliğinin ilk nok­talan son saate kadar İslâm'ın dosdoğru yolundan sapan kimsele­ri yola getirmek için çalışmaktır. Kişilerin şer ve rezaletlerine ba­kılmaksızın bu çalışmaya devam edilmelidir.

2- İman ile nifak arasındaki fark her hal-ü kârda açıklan­malı ki zerre kadar aklı olan bir insan için mümini münafıktan ayırd etme güçlüğü kalmasın. Buna rağmen münafıkların tuzak­larına düşüp te onların hilelerine aldanan   veya onları   müdafaa eden bir kimsenin suçu ancak kendisinden gelmiş olur,

3- Münafıkların din tarafından, Allah tarafından,  Allah'ın kitabında müminler için kesin olarak zikredilen vaadlere dikkat lerini çekmektedir. Ve bunların ancak kalben ve lisanen müslü-man olanlar için olduğunu bildirmektir. Bunlar isimlerinden ve za-. hiri amellerinden dolayı müslümanîardan sayılanlar için değildir. Böylece münafıklar ve fasıklar Ahiret'te bu vaadlerin hiçbirisinden nasip alamazlar.

«Nur» kelimesi İbn Sikit'in ifade ettiğine göre ziya demektir. Yani nur ile ziya arasında fark yoktur. Fakat bazı kimseler «Bu iki terim arasında fark vardır» demişlerdir. Ancak birisi diğerinin yerine kullanılabilir. Mevlânâ Mevdudî «Nurdan maksat o nesne-dır ki eşya onunla görünür» demektedir. Yani nefsi ile başkasını gördüren demektir. İnsanoğlunun zihninde herhangi bir şeyi gör­memek keyfiyeti karanlıkla, her şey göründüğü zaman da «Nur» ile ifade edilmektedir.

«Allah göklerin ve yerin nurudur», yani onları hidayet edici­dir. Onlar Allah'ın hidayetiyle, nuruyla hidayet bulurlar. Ve bu nur ile dalâletten kurtulurlar.

Bazı müfessirler «Allah göklerin ve yerin nurlandıncısıdır: Gökleri meleklerle, yerleri de peygamberlerimle nurlandırmıştır demektir» demişlerdir.

Beyzavi bu ayet hakkında şunları söylüyor: «Nur aslında bir keyfiyettir. Basiret demlen kuvvet onu idrak eder. Onun vasıta­sıyla da diğer görünen nesneler görülür. Nur bu mânâda olursa Cendb.ı Hakk'a nur denilmez.» Ancak ayette muzaf takdir edilir. Yani Allah göklerin ve yerlerin nuruna sahiptir demek olur. Tıpkı «Zeyd cömertliktir» (cömertlik sahibidir) denildiği gibi. Veya me­cazen Allah'a nur ıtlak olunur ki «Onları nurlandırandır» demek olur. Zaten bazı kıraatlardan nur kelimesi münevvir şeklinde de okunmuştur. Zira Cenab-ı Hak onları yıldızlarla ve o yıldızlardan gelen nurlarla veya melekler ve peygamberlerle aydınlatmıştır. Veya Allah gökler ve yerlerin idarecisidir. Zira çok mahir bir yö­neticiye «Nur» denilir. Meselâ «O, kavminin nurudur» gibi. Çün­kü onlar dünya işlerinde ondan hidayet alırlar. Veya ayetin mânâ­sı «Allah yerler ve göklerin mucididir» şeklindedir. Çünkü nur bi­zatihi belirir ve başkasını da nurlandırır. Zaten belirmenin aslı varlıktır. Gizlemenin aslının adem oluşu gibi. Allah zatıyla mev­cut, masivasmi da icad edendir.

Beyzavi devamla «Nurun gökler ve yere izafe edilmesi onun şiddetle parlamasına delâlet ettiği içindir. Veya yerlerle gökler hissi ve aklî nurları kapsamaktadırlar. Beşerî idrakat yer ile göğü ve yer ile gökle bağlı olanları idraktan kasirdir» demektedir.

Ayet metnindeki mişkat kelimesi dışarıya açılmayan yani du­varda yapılan pencere demektir. Misbah kelimesi de gür yanan bir çıra (lâmba) demektir. Bazıları «Mişkat kandilin ortasında bulunan borulara denilir» demişlerdir. Misbah ise yanan fitil de­mektir. O gür yanan çıra da şişeden yapılmış bir kandilin içinde­dir. O şişe, o cam kandil sanki pırıl pırıl parlayan bir yıldızdır. «Durriyin» kelimesi ya inci demek olan «Durr» kelimesindendir veya defetmek mânâsına gelen «Derr» kökünden gelmektedir. Çün­kü bu nur karanlığı (veya en azından karanlığın bir kısmını) def eder. Hulâsa nur kelimesi esas mânâsı itibarıyla Cenab-ı Hak için kullanılmıştır. Yoksa saniyede hızı 186.000 mil olan nur burada kastedilin emektedir. Çünkü bu maddidir. İnsan kelimelerinden hangisi- Allah için kullanılırsa o, esas mânâsı itibarıyla kullanılır. Yoksa bizim kullandığımız gibi maddî mânâsı itibarıyla değil. «Allafı kâinatın nurudur», yani bu kâinattaki her şey ancak Allah'la bilinir. Aksi takdirde kâinatta cehalet ve dalâletin zulmetinden başka bir şey olamaz. «Mübarek şecere»den maksat, yararlan çok olan zeytin ağacıdır. «Ne şarklı, ne garblıdır» tabirinden maksat, sahrada bittiğini belirtmek içindir. Onu ne herhangi bir ağaç göl­gelendirir, ne de herhangi bir dal... Ve onu güneşten koruyacak herhangi bir şey de yoktur. Zeytin ağaçlarından böyle olanların yağlan daha temiz ve daha lezzetlidir. Yani yağı o kadar güzel ve saftır ki ateşe yaklaştırmasan dahi kendiliğinden parlayabilir. Al­lah burada nurunu lâmbaya veya çıraya benzetmektedir. Camdan maksat ise, nefsi örten perdedir. Bu perde hakikatin gizlediği per­de değil, çok parlak olması sebebiyle gizleyen, kapatan perdedir. Allah'ın nurunun bütün kainatı kapsamasına rağmen ancak Allah'­ın nimetinin feyzinden nasibdar olanlar bunu idrak edebilirler. Ak­si takdirde iki gözü kör bir insan için gece ile gündüz eşittir. Ba­sireti kör bir insan da Allah'ın nurunu idrak edemez. Velev ki ce­reyan, güneş, ay ve yıldızların hepsi onlara nur olsalar dahi. O balde ona göre sanki kâinatta karanlıktan başka bir şey yoktur.

tbn Abbas, Hasan Basri, Zeyd bin Eşlem «Nur'dan maksat Kur'an'dır» da demişlerdir. Nitekim «Sise apaçık bir nur» ayetin-deki nurun Kur'an'dan ibaret olması gibi.

İbn Cerir'in Enes'ten rivayet ettiğine göre nur, hidayet de­mektir. İbn Ebi Hatim, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir'in İbn Abbas' tan rivayet ettiklerine göre «Nur, müminin kalbindeki hidayet» demektir.

Bazıları «Bu, temsilî mânâdır. Temsilin mânâsında ihtilaf et­mişlerdir.» Bazılarına göre ise burada hidayet kastedilmiştir. Hi­dayetin mânâsı: Allah'ın hidayeti o kadar parlak ve o kadar apa­çıktır ki bu sahada sonuçların sonucuna, dorukların doruğuna çık­mıştır ve içinde tertemiz bir cam bulunan bir tencereye benzer. O camın içinde zeytinyağı ile yanan bir çıra vardır. O da safavet, inçelik ve beyazlıkta doruğa varmıştır. Durum bu ise o duruluğunda kâmil ve Allah'ın hidayetine temsil kılınmaya elverişlidir.

Bazıları «Bu temsil müslümanın kalbindeki nur içindir» dedi­ler.

Ubey bin Kâb, «Bu temsil müminin misalidir. Pencere onun nefsidir. Kandil onun kalbidir. Çıra o kalpte yerleştirilen iman ve Kutandır. Mübarek bir ağaçtan yanmaktadır. Yani Allah'a ihlash ibadet etmek ağacından bu yanıyor. Onun meselesi her tarafından çeşitli ağaçlarla çevrili ve yemyeşil, yumuşak, parlak, güneşin do­ğuşunda ve batışında isabet etmediği bir ağaca benziyor» diyor. İşte müminin kalbi de böyledir. Ona herhangi bir fitnenin yerleş­mesine mani olmaktadır. O dört haslet içerisindedir. Eğer Allah ona verirse şükreder. Eğer belâ gönderirse sabreder. Eğer o mü­min hükmederse adaletle hükmeder. Ve konuşursa doğru konu­şur.

«Onun yağı neredeyse parlayacaktır.» Yani müminin kalbi hakkı kendisine belirmezden önce tanımaktadır. Çünkü o hak ile uyum halindedir. Nur üzerinde nurdur. Yani mümin beş nurun içinde dönüp durmaktadır. Sözü nur, ameli nur, çıkışı nur, girişi nur, Kıyamet Günü'nde de dönüşü nuradır.

Bazıları «Kur'an'ın hüccetleri okunmazdan önce de neredeyse pırıl pırıl parlamaktadır. Nur üzerinde nurdur. Yani Allah'tan halk için gelen bir. nurdur Kur'an. Kur'an'ın inişinden Önce halkın ka­tında olan delilleri Kur'an daha artırmıştır. Böylece nur üzerine nur. olmuştur» demişlerdir.

(36) «(Bu kandil) Allah'ın onları yüceltmesine...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayetin başındaki harfi cer ile mecruru yani «Fibuyutin» keli- I meleri daha Önceki hükümlere bağlıdır. Yani o birtakım evlerde bulunan bir pencere gibidir veya birtakım evlerde yanmaktadır. Bu evlerden maksat müslümanların bütün camileridir. Veya bu kandiller birtakım evlere bağlıdırlar. İbn Abbas «Mescidler Allah' m yeryüzündeki evleri mesabesindedirler. Gökte duranlar için pı­rıl pırıl parlamaktadırlar» demektedir. Nitekim yeryüzünde otu­ranlara göre yıldızların parlaması gibi.                                               \

Beyzavi'ye göre bu ayet müminlerin namazını veya nedenleri­ni mescidlere benzetmek suretiyle getirilmiştir. «Büyüt» kelimesi­nin çoğul olarak getirilmesi mişkat kelimesinin tekil olmasına ters düşmemektedir. Zira bundan maksat bu vasfa sahip olmaktır, is­ter bir olsun ister çok olsun.

«Yükseltilmesinden maksat bina. edilsin veya tanzim edilsin demektir. «Orada Allah'ın ismi zikredilsinnden maksat, onun zik­rini kapsayan her meselede hatta Allah'ın fiillerini ve ahkâmmda-kj konularını müzakere etmek de buna dahildir.

Bu ayetteki «erkekler»den maksat, o evlerde sabahlan ve ak­şamlan Allah'ı teşbih eden ve secdede bulunan kimselerdir.

Ayet metnindeki «Guduv» kelimesi mastardır, bunun için «Asal» kelimesiyle beraber getirilmiştir. Asal, asil kelimesinin ço-ğuludur.

Bazı müfessirler «Burada farz namaz kastedilmiştir» dediler.

«Sabahlarda kılınan namazsdan maksat, sabah namazıdır. Öğleden sonraki zamanlarda kılınanlar ise öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlandır. Çünkü asal, asüin çoğuludur. Asü ise bu vakitlerin hep

sine ıtlak edilebilir.Bazılan «Burada sadece sabah ve ikindi namazı kastedilmiş-[45]     

 

Meal

 

37- O adamları ne ticaret, ne alım-satım Allah'ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. On­lar (dehşetinden) kalplerin ve gözlerin donacağı günden korkar­lar.

38- Ki Allah onlara yaptıklarının en güzel karşılığını ver­sin ve lûtfundan onlara daha fazlasını da ihsan etsin. Zira Allah dilediğini hesapsız nzıklandırır.

39- Kâfirlere gelince, onların amelleri dümdüz bir çöldeki seraba benzer. Susayan onu su zanneder. Nihayet oraya vardığın­da orada herhangi bir şey bulamamış ve fakat yanıbaşında Al­lah'ı bulmuştur. Allah ise onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çabuk görendir.

40- Veya o amelleri, üzerini yığın yığın dalgalar kaplayan, daha üstüne bulut çöken, engin deryadaki karanlıklar gibi ka­ranlıklar üzerine  çökmüş karanlıklara benzer. Ki insan o zifiri karanlıkta elini kaldıracak olsa neredeyse onu bile göremez. Al­lah bir kimse için nur kılmadıktan sonra onun nuru olamaz.

41- Görmüyor musun ki göklerde ve yerde olanlar, dizi di­zi kanat çırpıp uçan kuşlar O'nu teşbih ediyorlar. Her biri dua ve teşbihlerini  bilir.  Allah onların  ne  yaptıklarını  hakkıyla bi­lendir.

42- Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş de O'nadır.

43- Görmüyor musun ki Allah bulutlan (dilediği yere)  sü­rüklüyor. Sonra on lan biraraya getiriyor, üst üste yığıyor. Böy­lece bunlar arasından yağmur çıktığını görürsün. O gökten ora­daki dağlar   (büyüklüğündeki bulutlar)   dan  dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. On­dan  çıkan  şimşeğin parıltısı gözleri kamaştırır. [46]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(37) «O adamları ne ticaret ne alım satım...»Bu Ayetin Tefsiri

«Onları herhangi bir ticaret meşgul etmez», yani kâr getiren bir muamele onları Allah'ı anmaktan meşgul etmez. Ticaret keli­mesinden maksat satın almaktır. Zira satmak mânâsını daha son­raki cümle ifade etmektedir.

Bazıları «Ticaret celeb getirenlerin satışına denilir. Bey' ise kişinin eliyle gezdirip sattığı şeylerdim demişlerdir. Yani onları camilere gitmekten, namazları ikame etmekten hiçbir şey alıkoya­maz. Namazın ikamesinden maksat, vaktinde kılınmasıdır. Çünkü namazın vaktini geciktiren bir kimse namazı ikame etmiş sayıl-

maz.

Salim, İbn Ömer'den rivayet etti. İbn Ömer bir gün çarşıda dolaşıyordu. Namaz ikame edilmeye başlandı. Halk kalktı, dük­kânlarını kilitledi ve camiye gitti. İbn Ömer; «Bu ayet işte onlar için nazil olmuştur» dedi ve ayeti sonuna kadar okudu.

Zekâtın verilmesinden maksat farz zekâttır. İbn Abbas, ze­kâtın eda edilme vakti gelince onu hapsetmeyin (yani yanınızda tutmayıp eda edin) demiştir.

«Tetekallebu» kelimesi sallantıya girerler, bozulurlar anlamına gelir. Bu da tabii o günün dehşetinden ileri gelmektedir. Veya o günde onların durumları bozulur. Kalpler daha önce anlamadık­larını anlamaya, gözler daha önce görmediklerini görmeye baş larlar. Tabii bunlar da kurtuluşu beklemelerinden, helak olmaktan korkmalarından ileri gelmektedir. Yani hangi taraftan yakalana­caklar ve kitapları hangi taraftan verilecektir diye dehşet içinde olduklarından, kalpleri atıp durmakta, gözleri sağa-sola fırıldak gibi dönmektedir.

İbn Abbas «Bu günden maksat Kıyamet Günü'dür. Gün'den korkmaları Kıyamet'in azabından korkmaları demektir» diyor. Ayette böyle bir günü hesaba katmayan bir kimsenin gerçek müs-lüman olmadığına dair işaret vardır.

(38) «Ki ÂÜah onlara yaptıklarının en güzel...» Bu Ayetin Tefsiri

Onlar dünyada Allah'ı zikretmek, namazı ikame etmekle, ze­kâtı vermekle meşgul olurlar ki Cenab-ı Hak onları işlediklerinin en güzeliyle (bütün hasenatlanyla) mükâfatlandırsın. Farz ve na­file taatlerle onlara mükâfat versin.

«En güzel» mânâsını ifade eden «Ahsen» kelimesi kötü amel­lerden dolayı Cenab-ı Hakk'm mükâfat vermediğini, ancak kötü amellerini onlar için affedeceğini işaret etmektedir. Bazıları da «Bir sevaba karşı Cenab-ı Hak en az 10 sevap verir. Bazen bu 700 sevaba kadar çıkar. Burada bu husus kastedilmektedir» demişler-dir. Allah bu amelin en güzeliyle verdiği mükâfatla yetinmez, faz­lından daha fazlasmı ilave ederek onlara verir. «Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır» cümlesi Allah'ın kemâli kudretine, sehave-tinin sonsuzluğuna, ihsan ve faziletinin genişliğine işaret etmekte­dir. «Hesapsız» tabirinden maksat, takrirsiz yani onları Önce «Si şunu yaptınız, bunu yaptınız» şeklinde bir muhasebeye tutmaksı-zm onlara bunu verir demektir.

Nesefi, «Hesapsız vermesinden maksat, halkın aklına, hayaline gelmeyecek şekilde vermesidir» der.

(39) «Kâfirlere gelince, onların amelleri...» Bu Ayetin Tefsiri

İbn Abbas «Kâfirden maksat, Hz. Muhammed'i ve Kur'an'ı in­kâr edev kimsedir» der. Fakat kâfiri genel mânâda almak, ayete daha uygun düşmektedir. Cenab-ı Hak daha önce temsiller getire­rek mümimin halini açıklamıştı. Müminin dünya ve Ahiret'te nur içerisinde olduğunu ifade etmişti. Şimdi de kâfirlerin amellerine bir temsil getirerek bu amelleri seraba benzetmektedir. Serap, günün ortasında, güneşin şiddetli döneminde, uzaktan akan bir su gibi görünen manzaradır. Onu gören bir kimse orada bir su oldu­ğu zannma kapılır. Oraya yaklaştığında da hiçbir şey bulamaz.

«Kiat» kelimesi dümdüz yer demektir. «Ez-Zem'ân» kelimesi ise susamış bir kimseyi anlatır. «Onun yanında Allah'ı bulur» ifa­desinin mânâsı, Allah'ın azabını veya zebanileri veya Allah'ın ora­da kendisini hesaba çektiğini bulur demektir. Cenab-ı Hak onun amellerini ortaya sermek suretiyle onun hesabım tam verir. [47]

 

Bîr Çalışma Allah'ı Aynı Zamanda Diğer Çalışmalardan Alıkoymaz

 

«Allah'ın hesabı süratlidir», yani bir kimsenin hesabını gö­rürken başka, bir kimsenin hesabını da aynı anda görmekten aciz değildir Milyarlar, trilyonlar sayısınca insanın hesabını aynı an­da görür ve buna kadirdir. Rivayet ediliyor ki bu ayet Utbe bin Rebia bin Umeyye hakkında nazil olmuştur. Bu kişi cahiliye dö­neminde Allah'a ibadet ediyor ve gerçek bir dini arıyordu. İslâm geldikten sonra İslâm'ı inkâr etmek suretiyle kâfir oldu.

(40) «Veya o amelleri, üzerini...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet kâfirler için ikinci bir temsildir. Yani kâfirlerin amel­leri dümdüz bir yerdeki serap veya karanlıklar gibidir, Buradaki «Ev» edatı tahyir için olursa ayetin mânâsı şöyle olur: «Onların amelleri boş ve yararsız olduğundan dolayı serap gibidir. Hakkın yolundan boş olduğundan dolayı da bir kısmî diğerinin üzerine çö­ken karanlıklar gibidir.»

Veya «Ev» edatı burada temyiz içindir. Çünkü onların amelle­ri eğer haseneler ise serap gibi görünür ve çirkinlikler ise karan­lıklar yeridir. Veya «Ev» edatı burada iki zamanın nazarı itibara alınmasından ötürü taksim içindir. Yani bu ameller dünyada ka­ranlıklar gibi, Ahiret'te de serap gibidir.

Ayetin metnindeki «Lucciyyin» :elimesi derin ve suyu bol olan yer demektir. «Denicin lucciyyini»nden maksat, onun suyunun de­rin olduğu yer demektir. Bu, kâfir bir kimsenin kalbindeki inkâ­rın bir temsilidir. Yani o kalpteki inkâr, derin bir denizin engin bir bataklığmdaki karanlığa benzer. Deniz onu kapsar. Dalga üze­rine dalga; yani arka arkaya gelen ve imkân vermeyen dalgalar. O ikinci dalganın üstünde de bulut vardır. O da yıldızları gözden gizlemekte, nurdan perdeler olmuştur. İşte bunlar bir kısmı diğe­rinin üzerine çöken karanlıklardır veya kâfirin kalbi buna benzer.

«Elini kaldırsa dahi nerdeyse onu göremez», yani en yakın âzâsım bile göremez. Allah kime nur kılmamışsa (yani kime hida­yet takdir buyurmamış, onun sebeblerini elde etmeye muvaffak kılmamışsa) o adamı nur üzerinde nurdan ibaret olan (muvaffak kılan) nuru yoktur. Buradaki benzetmenin sebebi şudur: Cenab-ı ||     Hak bu ayette karanlıkların üç çeşidini zikretmektedir:

Birincisi denizin karanlığı, ikincisi dalgaların karanlığı, üçün-II cüsü de bulutun karanlığıdır. İşte bunun gibi, kâfirin de üç karan-m    lığı vardır: İnanç karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı...

«Allah kime nur kılmamtşsa onun nuru yoktun} cümlesi hak­li    kında İbn Abbas şöyle diyor:

«Allah kime din ve iman kılmamışsa onun dini yoktur.»

Bazı müfessirler ayeti «Allah kime hidayet etmezse ona hidayet edecek yoktur» demektir şeklinde yorumlamışlardır.

(41) «Görmüyor musun ki göklerde ve yerde...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak, peygamberine «Görmedin mi?» yani «Bitmedin mi?» diye hitap ediyor. Yani kesinlik ifade eden, gözle görülen eş­yayı bilmek gibi bir ilimle bilmedin mi? Veya vahyin vesikalarıy­la veya istidlal getirmek suretiyle biîmedin mi? Göklerde ve yerde bulunanların takdiminden maksat onun zatım her eksiklikten ko­rumak demektir. Burada akıllılar için kullanılan «Men» kelimesi getirilmiştir. Oysa,yer ve gökte olanların bir kısmı akıllı, diğerleri de akılsız şeylerdir. Hayvanlar, cemadat ve diğer şeyler gibi. Bu, akıllıları tağlib etmek içindir. Yani sanki sadece akıllılar vardır, onlar bahis konusu edilir şeklinde ifade eden tabir kulla­nılmıştır, Veya burada melekler ve cinler kastedilmiştir. Kimisi  Allah'ı söz ile tenzih eder, kimisi de hâlinin delaletiyle...

16,Ayetteki   «Saffât»   kelimesi, kanatlarını açarak havada uçan kuşlar demektir. Bazıları; «Cenab-ı Hak bütün hayvanlar arasında sadece kuşlara değindi. Çünkü kuşlar yer ve gökler arasındadır. Ve böylece göklerde olanlar yerde olanların hükmünden çıkmış oluyor» derler.

Ağır cisimlere havada duracak tarzda bir kuvvet vermek, tut­maya ve açılmaya elverişli kanatlar halketmek, Cenab-ı Hakk'ın kemâli kudretine delâlet eden kesin bir delildir.

Göklerde ve yerde bulunanların veya kuşların her biri salâtı-nı ve teşbihini bilmiştir. Veya Allah onların salât ve teşbihini bil­miş demektir. Bu, kendi istekleriyle yaptıkları dua mânâsına da alınabilir veya tab'an dua demek de olabilir.

Bazı müfessirler «Salât'tan maksat insanoğlunun ibadeti, teş­bihten maksat ise diğer mahlûkatın ibadetidir» demişlerdir.

Bazıları «Kuşun kanat çırpması onun salâtı ve teşbihidir» de. mislerdir.

(42) «Göklerin ve yerin hükümranlığı...» Bu Âyetin Tefsiri

«Göklerin ve yerin hükümranlığı (mülkü) Allah'ındır», yani onları yaratan Allah'tır. Onlarda bulunan her şeyi yaratan Allah'­tır. Oradaki fiilleri yaratan da Allah'tır. Çünkü her fiil mümkün­dür. Yani olması da olmaması da bahis konusudur ve vacip olana dönüşmesi de gereklidir.

(43 «Görmüyor musun ki Allah bulutları...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin metnindeki «Yuzcî» fiili, «Sevkeder» demektir. «Bu­lutlan sevkettiğini görmez misin?», yani Kur'an'da bu sana haber verilmemiş midir? Allah evvelâ bulutları sevkeder, sonra da on­ları biraraya getirir. Yani bir kısmını diğerine ekler. Sonra onu rükâm kılar. Yani bir kısmını diğerinin üzerinde teraküm etti­rir. [48]

 

Göklerdeki Dağlardan Maksat Nedir?

 

Ayetin metnindeki «ELVedk» kelimesinden maksat yağmur-dur. Onların arasından, aralarındaki yarıklar ve deliklerden çıkar.

Ayetin metnindeki «Hilâl» kelimesi «Halel»in çoğuludur. «Ci-bal» kelimesinin cebelin çoğulu olduğu gibi. «Gökten indirmekken maksat buluttan indirmektir. Çünkü insanın üstünde olan her şey göktür. Dağlardan maksat ise dağlara azamet ve büyüklük bakı­mından benzeyen büyük parçalardır. «Soğukluktan» mânâsını ifa­de eden «Min beredin» ifadesi, dağların açıklamasıdır. Yani Ce­nab-ı Hak gökteki dağlardan yani o dağların bir kısmından mey­dana gelen soğukluktan dolu yağdırır. Cenab-ı Hak, yeryüzünde taştan yaratmış olduğu dağlar gibi gökte de soğuktan dağlar ya­ratmıştır. Veya burada dağların zikredilmesiyle çokluk kastedil­mektedir. Zira meşhur olan şudur ki buharlar yükseklere doğru çıkınca onların arasına hararet girmez, böylece soğuk tabakaya varır, orada iyice don haline gelir ve bulut olur. Eğer soğuk şid­detli değilse bulutlar yağmur, şiddetli olursa o zaman kar ve dolu yağdırır.

Bazen hava o kadar soğur ki inkıbaz (büzülme) meydana ge­lir ve ondan bulutlar oluşur. Bu bulutlardan da ya yağmur veya kar yağar. Bütün bunlar Hakîm olan Allah'ın iradesine istinad et­mektedir. Zira Cenab-ı Hakfc'ın, hadiselerin yerlerini ve vakitleri.ni özel kılmasının delili vardır. Nitekim «Ceımb-ı Hak dilediğine isabet ettirir, dilediğinden onu çevirir» cümlesi de buna işarettir.

«Onun» mânâsım ifade eden «Bihi» kelimesindeki zamir so­ğukluğa gider. Ayet metnindeki «sena» kelimesi berraklığının zi­yası demektir. Ayet metnindeki «Berk» kelimesi berkten meydana gelen miktar demek olan «Berka»mn çoğuludur. nEbsar» kelime­sinden maksat, insanların yüzlerine yerleştirilen gözlerdir. Yani çok parlayıcı olduğundan dolayı ona bakanın gözleri neredeyse kör olur. Bu da Allah'ın kudretine delâlet eden en büyük delildir. Çün­kü Cerrab-ı Hak görüldüğü gibi çelişen taraflardan birisinden di­ğerini yaratmaktadır.

Ayet metnindeki «Setıa» kelimesi ziya demektir. Yani neredey­se bulutların şimşeklerinden meydana gelen ziya, bakan gözleri kör edecek haldedir. [49]

 

Meal

 

44- Allah gece ile gündüzü  birbiri ardınca getirir.  Bunda basiret sahipleri için ibret vardır.

45- Allah yürüyen her canlıyı bir sudan yaratmıştır.  On­lardan bir kısmı karnı üzere, bir kısmı iki ayak ile bir kısmı da dört ayak ile yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah her şeye hak­kıyla kadirdir.

46- Andolsun biz (hakikati)  açıklayan ayetler indirdik. Al­lah dilediğini doğru bir yola hidayet eder.

47- (Münafıklar):   «Biz  Allah'a   ve  Basûlü'ne   iman  ettik. (Emirlerine) itaat ettik» derler. Hal böyleyken onlardan bir grup (bu ikrardan) sonra yüz çeviriyor. İşte böyleleri mümin değiller­dir.

48- Aralarında hükmolunmak üzere Allah ve Rasûlü'ne ça­ğırıldıkları zaman onlardan bir grup derhal dönüp gider.

49- Eğer hak kendi taraflarında olursa itaat ile   (koşarak peygamberin yanına) gelirler.

50- Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa Allah ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden şüphe mi ediyor­lar? Yoksa korktular mı? Hayır! Onlar zalim kimselerdir.

51- Mümin kimseler aralarında hüküm vermek maksadıyla Allah'a (Kitabı'na) ve peygamberine çağırıldıkları zaman onların sözü ancak «Dinledik ve itaat ettik» demeleridir. İşte bunlar var ya!Felah bulacak olanlardır.

52- Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'tan korkar ve sakınırsa onlar korkulardan kurtulmuşlardır.

53- Münafıklar  (eğer  savaşı)   emredersen   (muhakkak  sa­vaşa) çıkacaklarına dair Allah'a olanca yeminleriyle yemin etti­ler. (Onlara) de ki: «Yemin etmeyin. Maruf bir itaat yeter. Çün­kü Allah işlediklerinizden haberdardır. [50]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(44) «Allah gece ile gündüzü...it Bu Ayetin Tefsiri

«Allah gece ile gündüzü çevirir» demek, birisini diğerinden sonra getirir demektir. Veya birisini artırır, diğerini eksiltir. Ya­hut da gecede soğuk, gündüzde sıcak yaratır demektir. Yahut gece ile gündüzde meydana gelen diğer değişik işler kastedilmektedir. Ki bulutların sağdan soldan toparlanması, herhangi bir hedefe gö­türülmesi de bunlardan sayılmaktadır.

Ayet metnindeki «Zalikea daha önce tafsilatı verilen mânâya işarettir. «İbret» kelimesi kadim olan yaratıcının varlığına ve bir­liğine açıkça delâlet eden delil anlamındadır. Onun kudretinin ta­mamını, ilminin ihata ediciliğini, meşiyetinin geçerli olduğunu, şa­nına uymayan şeylerden uzak bulunduğunu açıkça gözler önüne seren delil demektir.

«Gözler sahiplerimden maksat, basireti olan herkes demek­tir. Yani basireti olan herkes buna müracaat eder, onu düşünür ve bu neticeye varabilir. «Ebsar», «Basirvin çoğuludur. Basiret kalb gözü mânâsım ifade eder. Bazıları «Burada zahiri göz kaste­dilmektedir» demişlerdir. Çünkü ebsar kelimesinden insan zihnine ilk gelen, zahiri gözdür.

(45) «Allah yürüyen her canlıyı...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet metnindeki «Dabbe» kelimesi yeryüzünde yürüyen her canlıdır. Kuş ve balıklar da bu genel mânâya dahildirler. Tef­sir alimlerinden bazılarının kelâmının zahirinden anlaşılıyor ki meleklerle cinler de bu kelimenin kapsayıcı mânâsına dahildirler. Zira bu kelime yeryüzünde yürüyen her canlı mânâsına geldiği gi­bi yürüyen her canlıya da denir. Fakat tefsir alimleri bu kelimeyi birinci mânâda (yani yeryüzünde yürüyen canlılar şeklinde) mâ. nâlandırmışlardır. [51]

 

Canlının Maddesi Olan Sudan Maksat Nedir?

 

Her canlının yaradılış noktasını teşkil eden sudan maksat, ya menidir veya canlının terkib maddesidir. Terkibini teşkil eden mad­delerden biri olan su demektir. Canlı tam manâsıyla terkib edil­dikten sonra suya her şeyden daha fazla ihtiyacı olduğu için Ce-nab-ı Hak burada suyu zikretmiştir. Ve topraktaki parçaların im­tizacı da su iledir. Eğer sudan maksat meni ise o vakit «Külle» ke­limesi çokluk içindir. Çünkü canlıların bir kısmı vardır ki meni­den değil başka maddelerden meydana gelir.

Cenab-ı Hak burada «Maen» keilmesini nekra getiriyor. «Biz her diri şeyi sudan kıldık» ayetinde ise bu kelime ma'rifedir. Zira burada maksat, şahsen veya nev'en fertlerin mânâsıdır. Öteki ayet­te İse cinsin mânâsı kastedümektedir ve suyun hakikatinin her dirinin başlangıç noktası olduğu belirtilmektedir

Hayvanlar arasında karınları üzerinde yürüyenler, yüzenler balık ve yılan gibi hayvanlardır.  Bunlar için esasında  «yürümek» değil «Yüzmek» ve «Sürünmek» ifadeleri kullanılır. Fakat Allah'ın kudretini izhar için. bu tabir kullanılmıştır. Bir de bunlar aracısız «Süründükleri» için bunların sürünmesi yürümeye benzer. Hatta yürümekten daha kuvvetli görünür.

«İki ayak üzerinde yürüyenler» insanlar ve kuşlar gibi mahlû-kattır. Dört ayak üzerinde yürüyenler de sair hayvanlar ve cana­varlardır. «Dört üzerinde yürüyor» tabiri dört ayakla yürüyor de­mektir. Burada «Dört aya/c»tan fazla ayakları olan hayvanlar zik-redilmemiştir. Zira onlar bu derecede mühim değildirler. Zira «Allah dilediğini yaratır» cümlesine bunlar girmektedir. Yani bah­si açıkça geçen hayvanlardan da bahsi geçmeyen hayvanlardan da, mürekkeb olsun, basit olsun, Cenab-ı Hak onları, dilediği suretler­de, azalarda, hareketlerde, tabiat, kuvvet ve fiillerde yaratmıştır.

Bazı kimseler «Dört ayaktan fazla ayağı olan hayvanlar da yü. rürken dört ayağa basıp giderler, dört ayakla hareket ederler» demişlerse de bunun bir delili yoktur.

«Kesinlikle Allah her şeye kadirdir» cümlesi Cenab-ı Hakk'ın dilediği şekilde dilediğini yaratmaya kadir olduğunu ifade etmek­tedir.

(46) «Andolsun ki biz (hakikati) açıklayan...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin metnindeki «Mubeyyinat» kelimesi «Mubeyyenat» şeklinde de okunmuştur. Eğer birinci okunuş alınırsa bu ayette açıklanması uygun düşen dinî hükümleri ve kevnî sırlan açıkla-yıcidırlar. îkinci okunuş alınırsa, o zaman, haddi zatında apa­çık olan ayetler indirilmiş demektir.

«Allah dilediğini hidayet eder», yani kimin hidayetini dilerse onu hidayete muvaffak kılar. O bu ayetlere sahih bir şekilde ba­kar, mânâlarını düşünür ve hidayet olunur.

Ayetin sonundaki «Sırata müstakim» ile hakkın hakikatine cenneti eJde etmeye muvaffak kılar anlamı kastedilmektedir.

(47) «(Münafıklar); «Biz Allah'a ve Rasûlü'ne...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Allah tarafından sıratı müstakime hidayet edilmek is­tenmeyen bazı kimseler hakkında nazil olmuştur. Bunlar kâfirler­den bir gruptur.

İbn'ul-Munzir'in Katade'den rivayet ettiğine göre ayet müna-fıklar hakkında nazil olmuştur.

Hasan Basri'den bunun benzeri rivayet edilmiştir. Bazı kimse­ler «Bu ayet münafık olan Bişr hakkında nazil olmuştur» der.

Bu ayet, peygamberin hükmüne karşı çıkanın «îman ve itaat ettim» demesinin yalan olduğunu ve onların mümin olmadığını or­taya koymaktadır. Yani onlar gerçek mümin değildirler. İhlas ve iman üzerinde hiç sebatları yoktur.

(48) «Aralarında hükmolunmaTc üzere,,.» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet Rasûlullah'm hükmünün Allah'ın hükmünün ta ken­disi olduğu gerçeğini ifâde etmektedir. Rasûlullah'a çağırılmak sa­dece Rasûlullah'a değildir, aynı zamanda Allah'a da çağmlmaktır. Rasûlullah'a çağırmak ise sadece onun hayatta olduğu müddetle sınırlı değildir. Rasûlullah'tan sonra Rasûlullah'm makamına oturan, Kitap ve Sünnet'le insanlar arasında hükmeden idareciye de icabet etmek gerekir. Evet, Rasûlullah'm tayin ettiği idarecinin hükmüne davet etmek, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne davet etmek­ten başka bir şey değildir. Bu ayetin izahı Hasan Basri'nin Semur-re'den rivayet ettiği mürsel bir hadiste yer almaktadır. Allah Ra-sûlü; «Müslüman idarecilerinden birisinin hükmüne davet edilen bir kimse, eğer icabet etmezse salim olur, onun herhangi bir hak­kı olmaz» buyurmuştur. (Hadisi Taberani rivayet etmiştir). Yani o sadece ceza hükmüne değil bâtıl üzerinde bulunduğuna dair hük-medilmeye de lâyık olur.

(49) «Eğer hak kendi taraflarında...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet; «Allah Rasûlü onların lehinde hüküm verdiğinde ona uyarlar, aleyhlerinde hüküm verdiği takdirde de ona gelmezler» mânâsını ifade etmektedir.

Ayetin son kelimesi olan «Muz'inin» Allah Rasûlü'nün onların lehine hükmedeceğini bildiklerinden itaat ederler demektir. Bu ve bundan önceki ayet, Allah'ın Kitabı'yla hükmeden bir insanın hük­münün Cenab-ı Hakk'ın ve Rasûlü'nün hükmü gibi olduğunu ortaya koymaktadır. İman, müslümanlar için ne gerektiriyorsa o da aynı şeyi gerektirir. Allah'ın Kitabı'na razı ve ona itaat ediyor görünen fakat nefsine muhalif olunca da onu terkeden bir kimse gerçekte müslüman değil münafıktır. İman davasında samimi değildir. Çünkü o Allah'a ve Rasûlü'ne değil nefsine inanır. Eğer Allah sis­teminin bir kısmına inanır bir kısmına inanmazsa onun imanının Allah katında bir değeri yoktur.

(50) «Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa...» Bu Ayetin Tefsiri[52]

 

Allah'ın Hükmüne Razı Olmamanın Sebepleri

 

Allah'ın hükmüne razı olmamanın üç sebebini bu ayet ortaya kokmaktadır:

1- Kişi esasında iman etmemiştir.    Müslüman   toplumun fertlerini kandırmak için ortaya çıkmıştır. Ortaklaşa yalanlardan istifade ve onları istismar için böyle söylüyor.

2- Allah Rasûlü'nün Allah tarafından gönderilen bir pey­gamber olduğunda şüphesi vardır. Kur'an'm Allah katından geldi­ği hususunda da şüphe etmektedir. Ölümden sonra Ahiret'in varlı­ğına inanmamaktadır. Hatta Allah'ın varlığı konusunda bile şüp­he içindedir.

3- Allah ve Rasûlü'ne iman ettiği halde, Allah'ın ve peygam­berin kendisine zulmedeceği kanaatindedir. Allah onu büyük bir musibete duçar etmiştir, eğer falan işi yaparsa, eğer «Rasûlullah' %n falan sözleri veya falan yaptıkları bana sadece zarar getirir» ka-naatindeyse o bu hükme dahil olmuş demektir.

(51-52) «Mümin kimseler aralarında hüküm...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-i Hak münafıkların, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne razı olmayanların durumunu açıkladıktan sonra imanlarında ihlaslı, Allah'ın Kitab'mdan ve Rasûlullah'ın Sünneti'nden başka din iste­meyen kimselerin hallerine değinerek bu ayetleri indirmiştir.

«İşittik ve itaat ettik» sözünün müslümanlara ait olması on­ların sözlerini medhu sena etmek demektir. Yani bu söz ancak müminlere lâyıktır ve onların şanına yakışır.

Tefsir alimlerinden bazıları, «İşittik» mânâsına aldığımız «Se-mi'na» kelimesinin «Kabul ettik» anlamında olduğunu söylerler. İbn Abbas ve Mukatil'den gelen rivayete göre «Biz peygamberin sözünü dinledik, onun emrine itaat ettik» demektir.

Bazılarına göre de «İtaat ettik» ten maksat, bu emirler üze­rinde sebat gösterdik ve onları katıksız bir şekilde yerine getirdik demektir.

Ayetin sonundaki «El-Muflihun» her maksada eren ve her tür­lü mahzurlardan kurtulan kimselerdir. Allah ve Rasûlü'ne kim itaat eder, geçmiş günahlarından ötürü kim Cenab-ı Hakk'tan kor­kar ve gelecekte de kim Allah'ın azabından sakınırsa, işte onlar daimi nimeti elde edenlerin ta kendisidirler.

(53) «Münafıklar (eğer savaşı) emredersen...»Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet münafık kâfirlerin yalanlarından bir kısmını hikâye etmektedir. Ki onlar bu yalanlan yalan yeminlerle tekid etmek­te idiler.

Ayetin metnindeki «Aksemu» fiili yemin mânâsına gelen «Ka­sem» kökünden gelir. Bunun esası «Paylaşan» demek olan «Ka-samet» kökündendir. Bu, bir insanı katletmekle itham edilenler üzerinde taksim edilen diyet, malî ceza için de kullanılır. Fakat .   sonra her yemine' «Kasem» denilmiştir. [53]

 

Galiz Yeminler

 

Ayet metnindeki   «Cehde Eymanihim»,   mukadder bir fiilin mefulüdür. Yeminin çenelinden maksadın onun son noktasına, doruğuna çıkmak demektir. Onlar mübalağalı bir şekilde yeminin en yüksek mertebelerine çıkarak yemin ederler demektir.

Mukatil «Kim Allah ile yemin ederse o, yemininin doruk nok­tasına çıkmıştır» diyor. Yani onlar galiz ve şiddetli yeminler et­mektedirler. Eğer onlara emredersen, yani çıkış emri verirsen! Bu «çikışntan maksat, cihada çıkıştır. Nitekim İbn Ebi Hatim, Mukatil'den böyle rivayet etmiştir. İbn Merduveyh'in İbn Abbas' tan rivayet ettiğine göre, bu çıkıştan maksat mallarını Allah ve Rasûlü yolunda sarfetmektir.

Ayetin metnindeki «Taatun ma'rûfetun» mukadder bir mübte-danın haberidir. Yani sizin taatiniz, itaatiniz belli bir itaattir. Ya­ni siz itaat edeceğinize dair yemin etmeyin. Çünkü sizin itaatiniz belli ki dille itaattir, kalp ile itaat değildir. Bu durumu sahabîler-den bilmeyen de yoktur.

Bazı müfessirler şöyle diyor: «Ayetin takdiri şöyledir: Sizden istenen belli ve malûm bir taattir. Halis müminlerin taati gibi, şek ve şüphe taşımayan bir taat istenmektedir. Belli ve gücünüzün yettiği kadar taatte bulunmanız, yemin etmenizden daha uygun ve daha münasip düşer.»

Ayetin son cümlesi nehyin nedenidir. Yani yemin etmeyin, çünkü Allah sizin istediklerinizi bilmektedir. Sizin de başkalarının taati de Allah'a malûmdur. Cenab-ı Hakk'ın âdeti şudur ki kul taatini ne kadar gizlerse gizlesin Allah onu ortaya çıkaracaktır. Ya­ni onun davranışlarında, gidişatında taatinin ne olduğu ortaya çı­kacaktır. Masiyet de böyledir. [54]

 

Meal

 

54- (Ey Rasulüm)  de ki:  «Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin». Yüz çevirirlerse   (peygamberin)  vazifesi ona yükleti­len  (peygamberliği tebliğ etmesidir.)  Sizin de vazifeniz size yük­letilen (itaat) tır. O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Pey­gamber'e düşen, apaçık bir şekilde Allah'ın emrini tebliğ etmektir.

55- Allah sizden iman  edip,   salih   amellerde bulunanlara vaadetmiştir, onlardan Öncekileri nasıl iktidar sahibi kıldı ise on­ları  da yeryüzünde iktidar sahibi kılacaktır. Kendileri için  be­ğendiği dinlerini  (İslâm'ı yeryüzünde)  sabit kılıp sağlamlaştıra­caktır.  Onları korkularından   sonra   güvenliğe   kavuşturacaktır. Onlar sadece bana ibadet eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmaz­lar. Kim bundan sonra küfre saparsa işte onlar fasiklarm ta ken­disidirler.

56- Namazı (dosdoğru) kılın, zekâtı verin, Peygamber'e ita­at edin ki rahmete kavuşasmız!

57- (Ey Rasulüm)  sakın ha, o kâfirleri yeryüzünde aciz bı­rakıcılar sanma. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne fena varış yeridir.

58- Ey müminler! Sahip olduğunuz köleler ve sizden olup da henüz bulûğ çağına varmamış çocuklar şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle sıcağından elbiseni­zi çıkardığınız sırada, bir de yatsı namazından sonra. Bu üç vakit sizin için yalnız kalma vaktidir. Bu vakitlerin dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. (Hizmet maksadıyla) yanınızda do­laşırlar ve siz de birbirinize  (yatak yerinize) girip çıkabilirsiniz. İşte Allah ayetlerini size böylece açıklıyor. Allah bilendir ve hik­met sahibidir. [55]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(54) (Ey Rasulüm) de ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetin birinci cümlesi Allah Rasûlü'nün sözlerini teşkil et­mektedir. Onlara «Allah'a ve Rasûlüne itaat edim de! Eğer «Eğer itaat etmezseniz» hitabı ise münafıklaradır. Rasûlullah tarafından Allah'a ve rasûlüne itaat etmeye çağırıldığınızda yüz çevirirseniz Rasûlullah'm vazifesi ancak tebliğde emrolunduğu noktadır. Bunu gördünüz. Sizin vazifeniz de size emredilen taati yerine getirmektir.

Ayetin metnindeki «Hummile» peygamber tarafından pey­gamberliğin tebliği, emanetin yerine getirilmesidir. Münafıklar cep­hesinde ise o tebliği kabul etmek, muktezasiyla amel etmektir. Mü­balağa mânâsı ifade eden bu tabirin burada kullanılması vahyin haddi zatında ağır bir yük olduğunu ve münafıkların da ağır bir yükün altında olduklarını ifade etmektir. Bu ayetle emrin vücu-bunun ifade edildiğine delil getirilmiştir. Çünkü itaat emrini ve­ren Cenab-ı Hak münafıkları, «Eğer itaat etmezseniz» şeklinde teh-did etmektedir. Bu tehdid de ancak vücuba muhalif hareket edil­diği takdirde yapılır.

«Peygamber'e düşen sadece açık bir şekilde duyurmaktır» cümlesi Hz. Peygamber'in vazifesini tayin eden bir ifadedir. Yani herhangi bir peygambere veya Hz. Muhammed'e ancak izaha, açık bunun ötesine giderek iman, salah, din, ibadet ve şirk terimlerinin mânâlarını da değiştirmektedirler. Ve onlan havalarına uygun bir şekle sokmaya çalışmaktadırlar. Kaygan ve temelsiz nazariyeleri­ne onu uydurmaya çalışmaktadırlar. İşte bu, Kur'an'ı manen en korkunç bir tahrif şeklidir. Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarını tahrif etmelerinden daha korkunçtur. Bu garaz sahibi, bahis ko­nusu olan bu istihlaf ayetine Öyle bir mânâ vermektedir ki bunun­la Kur'an'm bütün talimlerini silmek istemekte, İslâm'da hiçbir şeyi yerinde bırakmamaktadır. Çünkü hilafet kelimesini bu şekil­de tahrif ettiği takdirde bu ayet yeryüzünde bugün kim galip ise onu kapsar. Kimin geçmiş zamanlarda galebesi varsa onlar bu ayetin içeriği olurlar. Velev ki onlar Allah'ı, peygamberliği, vahyi, Kıya-met Günü'nü inkâr etsinler, riba, zina, içki, kumar ve benzeri ke-bair günahlardan sayılan fısk-u fücura kulaklarına kadar dalarak işlesinler. Eğer bunlar salih müminlerden olurlarsa ve iman ve salahlarından dolayı yeryüzünde galip gelmişlerse, acaba o zaman tabii kanunlara başeğmekten başka imanın ne mânâsı olabilir? Acaba bu kanunlara göre amel etmekten başka salahın ne mânâsı olabilir? Acaba bu mânâya göre Allah'ın seçtiği dinin, razı olduğu günün, tabii ilimlerde doruk noktasına varmak, sanat, ticaret ve ırkçı siyasette terakki etmekten başka bir şey ile tefsir edilmesi mümkün olur mu? Acaba bu bâtıl nazariyeyi kabul ettikten sonra mümkün müdür ki Allah'ın ibadeti ferdi ve içtimai çalışmada ne­ticeye varmak için yardımcı olan kaide ve kurallardan başka bir fıtrat olsun? Acaba açık bir kalple Kur'an'ı okuyan bir kimse için iman, salih amel, hak din, ibadet, tevhid ve şirk kelimelerinin mâ­nâlarının bu olduğunu söylemek mümkün müdür? Gerçekte bu mânâları ve yorumları ancak Kur'an'ı bir defa dahi baştan sonu­na kadar mânâlarını anlayarak, hedeflerini kavrayarak okumayan bir kimse ileri sürebilir. Bu kimse ancak bir ayeti şu sureden, baş­ka bir ayeti bu sureden almış, hevasına, görüş ve fikirlerine gö­re takip etmiştir. Veya Kur'an'ı her okudukça insanları Allah'a iman etmeye, Hz. Peygamber'e inen vahye inanmaya davet eden ayetlerin tamamını, dünyaya gönderilen her peygambere itaat etmenin vacip olduğunu gösteren ayetlerin tamamını, Ahiret âlemi­nin varlığına delâlet eden ayetlerin tamamını, Ahiret âleminden gafil ve sadece dünya hayatım isteyenler için bahis konusu de­ğildir diyen ayetlerin tamamım inkâr eden bir kişi ancak bu mâ­nâları ileri sürebilir. Bu konular Kur'an'da çokça tekrar edilmiş, değişik yollar ve açık kelimelerle ihata edilmiştir. Öyle ki Kur'an'ı ihlasla, emanetle okuduktan sonra istihlaf ayetine yeni tefsircile-rin getirdiği bu hatalar ve galatlara bir kimsenin girmesini tasdik etmek bize gayet zor geliyor. Hakikat şudur ki onlar, hilafet ve istihlaf kelimeleri için getirdikleri ve bu temeller üzerine inşa et­tikleri mânâyı uydurmuşlardır. Kur'an'ı bilen hiç kimse bu mâ­nâyı ileri sürmemiştir. [56]

 

Halîfe Kelimesinin Mânâları

 

Kur'an hilafet kelimesini üç değişik mânâda kullanır:

1- Sultanın emanet ve selâhiyetlerini yüklenmek. Bu mânâ ile Adem'in zürriyeti yeryüzünde Allah'ın halifesidir.

2- Allah'ın sadece tekvini değil de teşrii emri altında hilafe­tin yetkilerini kullanmak ve bununla beraber Allah'ın en yüce ha­kimiyetine teslim olmak. Bu mânâ ile «Ancak salih olan mümin yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Çünkü o, hilafetin hakkını sahih bir şekilde yerine getirmiştir. Bunun tam aksine kâfir ve fasık vardır. O kâfir Allah'ın halifesi değil ona karşı başkaldırandır. İş­te o günah yoluyla Allah'ın mülkünde tasarruf eder.»

3-  Yeni. bir ümmet (millet)in herhangi bir zamanda yeryü­zünde galip gelmiş fakat münkariz olup gitmiş bir ümmetin yeri­ne geçmesi demektir. Birinci ve ikinci mânâlar, hilafet kelimesi niyabet mânâsında olursa bahis konusudur. Üçüncü mânâda hi­lafet kelimesi beka ve başkasının yerine geçmek mânâsında olursa bahis konusudur. Birinci ve ikinci mânâlar, Arapça'da hilafet kelimesi için bellidirler. Yani herkes hilafetin bu mânâlara geldi­ğini bilir. Binaenaleyh kim şu anda bu siyak ve sibak içinde is-tihlaf ayetini okursa hilafet kelimesinin burada Allah'a naib ola­rak, onun şer'i emrine uygun bir şekilde, Allah'ın hakkını yerine getiren hükümet mânâsında kullanılmış olduğunu anlar. [57]

 

Yeryüzünün Hakimiyeti Kime Vaad Edildi?

 

Hz. Ali, Hz. Ömer kendisine, «İran'a savaş açalım mı? diye sorduğunda ona şöyle cevap verir: «İslâm'ın yardımı veya mah­rumiyeti azlık veya çoklukla değildir. O Allah'ın dinidir. Allah onu ve onun askerlerini ve ordularını hazırlamıştır ve onlara yardımda bulunmuştur. Onlar vardıkları noktaya varıncaya kadar bu devam etmiştir.

Allah bize vaadederek şöyle buyurdu: «Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere vaadetti. Onlardan öncekileri nasıl hüküm­ran kıldıysa onları da yeryüzünde hükümran kılacaktır...» Allah vaadini yerine getirecektir, ordusuna yardımcı olacaktır. Zira ida­recilerin yeri tıpkı teşbih ipine benzer. O ip teşbih danelerini bir-araya getirir, yanyana dizer. O ip koptuktan sonra teşbih taneleri her tarafa yayılır. Artık tamamen toplanmaları mümkün olamaz. Araplar bugün her ne kadar az iseler de onlar İslâm'la çoğalmış sayılırlar. Müslümanlıkla azizdirler. Sen ey halife! Değirmenin ni­rengi ve temel noktası ol. Değirmeni Araplar'la çevir. Katılmadan harp ateşini yak. Çünkü sen bu Hicaz arazisinden çikarsan Hicaz Yartmadası'nın etrafında bulunan Araplar sana üşüşürler. Öyle İti arkada bıraktığın aile efradı önündeki düşmandan sana daha faz­la mühim gelecek ve seni meşgul edecektir. Kesinlikle acemler ya­rın seni gördüklerinde «Bu Araplar'ın aslıdır, halifesidir, başıdır. Bunu öldürürseniz istirahat bulursunuz» derler ve onların sana hücum etmeleri, seni yutma ümidi beslemeleri senin için daha şiddetli olur. Ama düşman müslümanlarla savaşa gelecektir sözü­ne gelince, kesinlikle Allah onların müslümanlara hücum etmesini en mebguz ve en kerih bir şekilde görüyor. Hoşuna gitmeyen bir şeyi değiştirmek hususunda Cenab-t Hak herkesten daha fazla güçlüdür. Düşmamn sayısının çok olduğu sözüne gelince, biz daha Önceki zamanlarda çoklukla harbetmiyorduk. Biz ancak Allah'ın yardımıyla savaşıyorduk.» (Nehc'ul-Belağa, cilt: 1, sh: 283).

Hz. Ali'nin bu sözlerini okuyan bir kimse görür ki Hz. Ali bu ayetin kapsamı olarak müslümanları, sahabeleri ve Hulafe-i Raşi-din'i göstermiştir.

Cenabı Hak ayetin sonunda «Ama kim bundan sonra da kâ­fir olursa işte onlar yoldan çıkanlardır» buyurmaktadır. Bu küfür­den maksat, ganimeti veya haktan inenleri inkâr mânâsına gelen küfürdür. Birinci mânâ nazarı itibara alındığı takdirde, bu söz, hilâfet nimetine vardıktan sonra hak yoldan sapanları kapsar. İkin­ci mânâ itibarıyla nifak üzerinde ısrar eden münafıkları kapsar ki bu münafıklar Allah'ın bu vaadini bildikten sonra da nifak has­talığında ısrar edip dururlar.

Hulâsa olarak birçok müfessir bu ayetin dört halifenin iktida­rının sahih olduğuna delâlet ettiğini söylemişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette peygamberin huzurunda bulunan müslümanlara halifeliği, dinlerinin sabit kalacağını ve düşmanlardan emin ola­cağını vaadetmektedir. Allah'ın vaadi kesinlikle yerine gelir ve Cenab-ı Hak vaadinde hulfetmez.

Bazı ehl-i sünnet alimleri üç halifeye ait halifeliğin doğru ol­madığına dair birtakım deliller getiren Şia aleyhinde bu ayeti de­lil olarak göstermiş ve fakat bu ayet aynı zamanda Hz. Ali'nin ha­lifeliğinin de sahih oluşuna delildir dememişlerdir. Çünkü Şia Hz. 1    Ali'nin halifeliğini zaten kabul etmektedir.

Tabersi'ye göre bu ayetteki hitap Hz. Peygamber ile ehl-i bey­tedir. Halifelik, dinin tasdiki ve emniyet onlara vaadedilmektedir. Ki bu vaadin beklenmekte olan Mehdi zamanında tahakkuk ede­ceği hususu da kâfi gelir. «Bu ayet indiği zaman varolmamıştır» denilemez. Çünkü hitap şifahidir, o zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Hepsi için tahakkuk etmemesi de buna ters düş­mez. Çünkü buradaki kelâm «Falan oğullan filânı öldürdü» kabi-lindendir. Tabersi buna delil olarak El-Ayaşi'nin Ali bin Hüseyin' den rivayet ettiği şu sözü göstermektedir. Bu zat ayeti okuduğu zaman bahsi geçenleri «Allah'a yemin ederim, biz ehli beytin şiala-nyız. Bu vaad bizden gelen ve bu ümmetin Mehdi'si olan bir kişi­nin eliyle tahakkuk edecektir. Allah'ın Rasûlü o kimse hakkında şöyle buyurmuştur: «Eğer dünyadan bir tek gün kalırsa Allah o günü uzatacaktır. Ta ki benim ehli beytimden bir kişi hakim ol­sun. O kişinin ismi benim ismimdir. Yeryüzünü zulümle doldur­duğu gibi adaletle ve hakkaniyetle dolduracaktır» demiştir.

AIusi bunları naklettikten sonra «Şia'dan gelen haberlerin du­rumu gizli değildim demek suretiyle o haberlerin zayıf olduklarını belirtmektedir.[58]  

(56) «Namazı (dosdoğru) kılın, zekâtı verin...» Bu Âyetin Tefsiri

Bu ayette Cenab-ı Hak merhamete mazhar olmayı namazın kılınmasına, farz zekâtın verilmesine ve Rasûle itaat edilmesine bağlamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hakk'm kelâmmdaki «Lealle» keli­mesi terecci için değil tahkik içindir. «Umulur ki merhamet olası­nız» demek yani muhakkak merhamet olursunuz, size.muhakkak rahmet edilecektir demektir.

(57) «(Ey Rasûlüm!) Sakın ha, o kâfirleri...» Bu Ayetin Tefsiri

Cenab-ı Hak fasiklann fıskta doruk noktaya çıktıklarını, mü­minlerin de mutlak rahmete ve saadeti dareyne mazhar oldukla­rını açıkladıktan sonra bu ayette kâfirlerin dünya ve Ahiret'te va­racakları noktayı belirtmektedir. Burada zannedecek kabiliyette olan her kâfir kastedilmektedir. Bu hitabın, faiz yoluyla Rasûlul-lah'a olması da mümkündür. Yani peygambere hitap ediliyor ama kendisinden küfür sadır olanlar kastedilmektedir. Veya bu zann, o derece çirkin ve mahzurludur ki kendisinden sadır olması müm­kün olmayan Hz. Peygamber'in dahi bundan nehyedildiğine işaret etmektedir. Acaba kendisinden sadır olması mümkün bir kim­se, nasıl bir kimsedir?

Onlar Cenab-ı Hakk'm kendilerini idrak etmekten veya helak etmekten aciz olduğunu sanıyorlardı. Onlar yeryüzünün genişli­ğine rağmen, hangi kıtada olurlarsa olsunlar, nereye kaçarlarsa kaçsınlar, Allah'ın helakinden kurtulamazlar ve Cenab-ı Hakk'ı bu hususta aciz bırakamazlar.

Kıraat alimlerinden Hamza, «Tahsebenne» yerine «Yahseben-ne» şeklinde okumuştur. O zaman fail herkestir. Hiçkimse küfre kayanların sakın ola ki yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacağını san­masın! Veya kâfir olanlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacaklarını sanmasınlar!

Ayet metnindeki «Me'va» kelimesi ya ismi mekândır (sığındık-

ları yer, vardıkları nokta şeklinde manâlandınlır) veya mastar mi­midir. Fakat mekân olması ayete daha uygundur.

Ayetin son cümlesindeki zemm mukadder bir kasemin ceva­bibıdır. Yani Allah'a yemin ederim, varacaklan nokta olan cehennem ne kötüdür! [59]

 

Evlere İzinsiz Girilir Mi?

 

(58 «Ey müminler! Sahip olduğunuz köleler...»Bu Ayetin Tefsiri

Buradaki hitap sadece erkeklere ise «Ey iman eden erkek­ler» demek olur. Kadınlar da onların hükmüne dahildirler ve tağ-Iib yoluyla gelmiştir. Fakat ayet kadınlar sebebiyle geldiğine göre birinci yoruma itiraz edilebilir.

İbn Ebi Hatim, Süddi'den şunları rivayet etmektedir;

«Allah Rasûlü'nün sahabîlerinden bazı kimseler bu saatlerde hanımlarıyla biraraya gelmekten hoşlanıyorlardı. Guslettikten son­ra da çıkıp namaza geliyorlardı. Cenab-ı Hak böylece kölelere ve çocuklara bu saatlerde izin almaksızın onların evlerine girmeme­lerini emretmiştir.» Bu ayette emir, her ne kadar kölelere ve ço­cuklara ise de hakikatte, muhataplaradır. Yani, izin almayınca baş­ka bir müslümanin evine girmeyin demektir. «Fakat bulûğ çağına gelmeyen bir insana Allah nasıl emreder? Oysa emir tekliftir. Ba­liğ olmazdan Önce kişi için emir yoktur» diye itiraz edilen nokta da böylece halledilmiş olur.

Hulâsa şudur ki Cenab-ı Hak burada gerçekten köleler ve kü­çük çocuklara değil, büyüklere emretmektedir. Ki onlar da köle­lere ve küçük çocuklara bu şekilde emretsinler. Nitekim namazı emrettikleri gibi. Zira Allah'ın Rasûlü «Yedi yaşındaki çocukları-nisa namaz kılmayı emredin. On yaşına geldiklerinde, kılmadıkla' n takdirde onları dövün» diye emretmektedir.

Bazıları bu ve benzeri emirlerin te'dib ve talim kabilinden ol­duğunu söylemişlerdir. Bu emir hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazı­ları vücubu, bazıları nedbiyeti, mustahab olmayı ifade eder demiş­lerdir. Cumhura göre «Sağ eliyle mülk edinilenler»den maksat, er­kek köleler ve cariyelerdir. Onların'büyükleri ve küçükleri bu işe dahildir,

«Baliğ olmayanlar'»dan maksat ister erkek, ister kadın olsun, çocuklardır. Ebu Hayyan, El-Bahr'da «Bu emir çocuklar içindir. Onlar ister erkek köle olsun, isterse hür» der. Fakihler «Çocuk ih­tilam çağına vardığında baliğ olmuştur» demişlerdir. Fakat ihti­lam olmadan onbeş yaşma gelen bir çocuğun baliğ olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Ebu Hanife'ye göre on beş yaşında ihti­lam olmayan bir çocuk onsekiz yaşını tamamlamayınca baliğ sa­yılmaz. Kızlar da böyledir, ihtilam olmazsa, hayız görmezse, gebe kalmazsa, Ebu Hanife'ye göre onyedi yaşma gelinceye kadar bali­ği     ğa sayılmaz.

Ebu Hanife'nin talebeleri olan İmam Muhammed ile Ebu Yu­suf, İmam Şafii ve İmam Ahmed, «Çocuk ve kız onbeş yaşına var­dıklarında baliğ olmuşlardır» demişlerdir. Bu, aynı zamanda İmam Azam'dan da (bir rivayete göre) gelmiştir.

Ayet metninde geçmekte olan «Hulm» kelimesinden Rağıb'a göre rüyada ihtilam olmak mânâsı kastedilmektedir. Kamus sahi­bi «Hulm ve ihtilam uyku halinde cinsi ilişki kurmak mânâsında-dır» demiştir.

Sabah namazından Önce izin istemenin meşru olması şu noktaya dayanmaktadır: Bu vakit yataktan kalkma ve uyku elbisesi­ni atarak uyanıklık elbisesini giyme zamanıdır. Bütün bu vakit-g lerde kişinin avret mahalli açık olabilir. Bir de kişi çoğu zaman fi geceleyin ihtilam olur ve bu vakitte yıkanır. Başkalarının buna muttali olmasından utanır. [60]

 

Hangi Vakitlerde Evlere İzinsiz Girilmez?

 

Evlere izinsiz girmenin yasak olduğu vakitler üçtür:

1- Sabah namazından önceki vakit,

2- Gündüzleyin elbiselerin çıkarıldığı ve serinleme  döne­mine girildiği vakit. Ayet metnindeki «Zahir» kelimesi, Ragıb'ın dediğine göre öğle vaktidir. Ve bu da hararetli günlerde olur.

3- Yatsı namazından önceki vakittir. Bu vakitte insan gün­düz elbiselerini çıkarır, uyku elbiselerini giyer. Bu zamanda insan cinsî ilişki kurmazdan önceki hareketleri yapabilir.

Ayet metnindeki «Avrat» kelimesinden maksat, boş olma za­manları demektir. Avrat kelimesi, insanoğlunun çirkin yerleri an­lamındadır. Ragıb'ın ifade ettiği gibi bu kelime «Ar»d&n gelir. Çün­kü bu çirkin yerlerin açık bırakılması insan için ar ve rezalettir.

Ayetin metnindeki «Cunah» kelimesi zahire göre şer'i günah demektir. Fakat evlerinde duran muhataplar için bu günahın na­sıl sabit olduğu hususu müşküldür. Bu günahın baliğ olmayan ço­cuklar" ve köleler için sabit olması da böyledir. Çünkü küçükler mükellef değildirler. Bunlar hakkında şer'i bir günah tasavvur edilemez. Fakat Hanefiler günahın bahsi geçenler için sabit olma­sı ayetin mefhumu vasıtasıyla bilinmektedir. Bizim katımızda mefhuma itibar yoktur diyorlar. Eğer mefhuma itibar edilir de­nilirse mümkündür ki muhataplar için olsun. Çünkü onlar talimi (yani çocukları ve köleleri eğitmeyi) terketmişler, bu sebeble gü­nahkâr olmuşlardır. Odalara girme imkânını onlara vermişlerdir. Bundan dolayı günaha girerler.

Bu üç vakitten başka günahın olmaması genel bir kaide de­ğildir. Zira kişi kesinlikle veya zanla evde oturanlar kölelerin ve baliğ olmayanların dahi muttali olmasını iyi karşılamadıkları bir vaziyette olduğunu bilirse o zaman izinsiz giremezler. İsterse o zaman bu üç vakte tesadüf etsin, isterse etmesin. Bu üç vakitte izin istemenin emri ve başka vakitlerde günah olmadığına dair ifade galip olan âdete göredir. Çünkü galip olan odur ki bu üç va­kitte bir aile efradı ancak izni gerektiren bir durumda olabilirler.

«Sizin yanınızda çokça girip çıkarlar» tabirinden anlaşılıyor ki şer'i hükümlerin hepsinin nedeni (illeti) vardır.

«Allah sizler için ayetleri açıklar», yani yararınıza delâlet eden ayetleri izah eder ve onları açık ve seçik bir şekilde indirir. Yok­sa Cenab-ı Hak fiilen gelip de açık olmayan ayetleri izah eder demek değildir.

Bazıları «Bu ayet Allah'ın her hükmünün bir nedeni olduğunu ifade etmektedir» demişlerdir. [61]

 

Meal

 

59- Çocuklarınız bulûğ çağına vardıkları zaman kendilerin­den öncekilerin izin istediği gibi bundan böyle onlar da izin is­tesinler. İşte Allah ayetlerini size böylece açıklamaktadır. Allah bi­lendir ve hikmet sahibidir.

60- Kocaya varma ümidi kalmamış kadınlar için (saklama­sı emrolunan) ziynetlerini göstermemek üzere, elbiselerini bırak­malarında bir beis yoktur.  (Buna rağmen) onların iffet halinde bulunmaları haklarında daha hayırlı olur. Allah işitendir, bilendir.

61- Köre, topala, hastaya herhangi bir beis yoktur. Kendi evlerinizde  veya babalarınızın evlerinde veya analarınızın evle­rinde veya kardeşlerinizin evlerinde veya kizkardeşlerinizin evle­rinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya ko­ruyucusu bulunduğunuz evlerde (gözetlediğiniz hayvan sütünden bağ ve bahçe mahsulünden) veya dostlarınızın evlerinde sizin top­luca veya dağınık yemenizde sizin için bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize Allah'ın nezdinde bereketli olan ve ha­ne halkını tatyib eden bir selâm ile selâm verin. İşte size Allah ayetleri akıl erdiresiniz diye böylece açıklıyor. [62]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(59) «Çocuklarınız bulûğ çağına vardıkları zaman...» Bu Ayetin Tefsiri

Ayet metnindekkEtfal» kelimesi «Tıftom çoğuludur. Ergenlik çağma gelmeyen, "baliğ olmayan çocuklar demektir. Burada bizim öz çocuklarımız değil, yabancı çocuklar kastedilmiştir. Yani ya­bancı çocuklar, baliğ olduktan sonra, izin isteyerek evlere girsin­ler, sizin yanınıza gelsinler. «Tıpkı onlardan öncekilerin izin iste­dikleri gibi.»

Bu cümle 27. ayete işaret etmektedir veya "buradaki incelik vasıf itibarıyladır. Yani onlardan öncekiler baliğ olduklarında izin istedikleri gibi "bunlar da izin istesinler.

îbn Ebi Hatim bu yorumu Mukatil'den rivayet ediyor. Bazıları «Bu yorum daha açıktır» dediler.

Evet, burada çocuklardan hür ve yabancı çocuklar kastedil­mektedir. Bazı alimler «Çocuklardan maksat, bumda hür ve köle olan çocukların hepsini kapsamaktadır. Köleler de hürler de izin almadan evlere girmemelidirler» diyorlar. Bu görüşe göre köle­nin, sahibi olan kadının evine ve odasına girmek için izin istemesi gerekir.

El-Bahr'da «Sizden tabiri, bizim çocuklarımızdan, öz evlâtlarımızdan ve akrabalarımızdan demektir» deniliyor. Buna binaen in­sanın öz evlâdı da baliğ olduktan sonra izin almadan annesinin ya­nma girmemelidir.

îbn Ebi Hatim bu tefsirinin bir benzerini Said bin Cübeyr'den rivayet etmiştir. Ayrıca Said bin Müseyyeb'ten de şunu rivayet edi­yor: «Kişi izinsiz olarak annesinin evine girmemelidir. Çünkü bu ayet bu hususta nazil olmuştur.»

Bazıları «Eğer yanına varılmak istenen kişi izinsiz girmeye razı değilse, kapılar da kilitli değilse izin istemek gereklidir. Eğer kapılar kilitliyse, kapıyı çaldığında, açıldığı takdirde zaten izin verilmiş sayılır» demişlerdir.

(60) «Kocaya varma ümidi kalmamış kadınlar...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayetteki «El-Kavaid» kelimesi ihtiyar kadınlar demektir. Bunun tekili «Kaidunndur. İbn Sikit «Kaid, hayzdan kesilmiş ka­dındır» demiştir. İbn Kuteybe «Kadınlara (oturanlar mânâsına gelen) kavaid denilmesi yaşlı olmaları sebebiyle çokça oturmala­rından ileri gelmektedir» diyor.

Elbiselerinden maksat, zahir olan elbiselerdir ki çıkarıldığı takdirde avret mahalleri görülmesin. Meselâ eilbab, aba ve baş üzerine gerilen örtü gibi.

İbn'ul-Munzir, Meymun bin Mihran'dan şöyle rivayet ediyor. «Bu zat diyor ki: Ubey bin Kâb'm ve İbn Mes'ud'un mushaflann-da, «Siyabehunne» yerine, «Celabibehunne» kelimesi yer almakta­dır.»

îbn Ebi Hatim, İbn Mesud ve îbn Abbas'tan şöyle rivayet edi­yor:

«Bu iki zat da «Siyabehunne» yerine «Celabibehunne» okuyor­lardı.»

İşte bu rivayetten ötürü bazı tefsirciler «Elbiseden maksat sadece cilbabtır» demişlerdir.

Ayetin metnindeki «Muteberricat» kelimesi gizlenmesi gereken yerleri açmaya zorlanmak demektir. Bazıları «Bu kelimenin esas mânâsı köşkten, sarat/dan çıkmak demektir» demişlerdir. Sonra kadının ziynet yerlerini ve güzelliklerini erkeklere göstermemeleri hususunda kullanılmıştır.

«Ziyvet»ten maksat, gizli ziynettir. Buradaki tenvin yaygınlık ifade eder. Dolayısıyla küçük bir ziynet dahi bu hükme dahildir.

(61)  «Köre, topala, hastaya,,.} Bu Ayetin Tefsiri

Ez-Zehravi'nin kitabında zikredildiğine göre İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet gelmektedir: «Kör, topal ve hastalar, sıhhatli in­sanlarla yemekten çekinirlerdi. Bizi pis telâkki ederler, eziyet ve­rebilirler diye birlikte yemekten .kaçınırlardı. Cendb-ı Hak bunun üzerine bu ayeti indirdi.»

Bazıları şöyle derler: «Kör, topal ve hastalar yemek için kişi­nin evine girerlerdi. Ev sahibi yanında yemek yoksa, kişi, babası­nın, anasının evine gidip onlara bazı yiyecekler getirmeye çalışır­dı. İşte bundan dolayı bu zatlar sıhhatli insanların yanına girmek­ten kaçınırlardı. Bu kimseler kendilerine anahtarlarını verip sa­vaşa gidenlerin evlerinde yemekten de kaçınırlardı. Halbuki kendilerine anahtarlar teslim edilmiş ve evde bulunanlardan yemesi ve içmesine izin verilmiştir. Fakat belki bu izin yürekten gelme­miştir diye yemezlerdi. Bu hastalardan başka sıhhatli olan bazı kimseler de başkalarının evinde yemek yemezlerdi. Meselâ îkrime diyor ki: «Ensar'm nefsinde bir yücelik hissi vardı. Cenab-ı Hakk'-m zikrettiği evlerde yemezlerdi.)}

«Haraç» kelimesi lûgatta dar anlamına gelir.

Bazıları «Evlerinizden)} kelimesine çocuklarınızın malından ve evlerinde bulunduğunuz kocalarınızın malından yemenizde her­hangi bir beis yoktur şeklinde mânâ vermişlerdir.

«Anahtarları ellerinizde bulunan evler»den maksat, gerek ve­kâleten gerekse korumak için tasarrufunuza verilmiş bostanlar ve hayvanlardır. İbn Abbas'm tefsirinden bu anlaşılır. Zira birçok kimseden îbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Burada kastedilen, kişinin vekilidir. Onun gayri menkullerinde ve menkul­lerinde baktcısıdır. Öyle bir bakıcı veya vekildir ki onun bostanın meyvelerini toplayabilir, evcil hayvanlarının sütlerini içebilir. Fa­kat kaldırıp başka yere götüremez ve kendisine azık edemez.»

«Anahtarın mülkünü vermek» bütün bu yorumlara binaen bir şeyi onun tasarrufunu elinin altına vermek demektir. Katada «Bundan maksat kölelerdir» diyor. [63]

 

Hakiki Dostun Evinden Yemek

 

«Dostlannız»âo.n ifadesi dostlarınızın evlerinde de yemek yi­yebilirsiniz anlamındadır. Bu, sevgisinde dost olmuş ve dostlu­ğunda da sadık kişidir.

Bazıları «Bu ayet işaret eder ki dostluğun sânı, ikiliği ortadan kaldırmaktır. Sanki o sensin, sen de o» demiştir.

İbn Abbas diyor ki: «Dost, anne ve babadan daha büyüktür. Çünkü cehennemlikler imdat istedikleri zaman anne ve babalarım değil de dostlarını ve şefaatçılarmı çağırırlar.»

Ayetin metnindeki «Eştat» kelimesi ayrılık, ayrılmış mânâsını ifade eden «Şetmn çoğuludur. Bu ayet muste'nife bir kelâmdır. Daha önce açıklanan cinsten diğer bir hükmü açıklamak için gel­miştir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu ayet Beni Leys bin Amr bin Kinane hakkında nazil olmuştur. Dahhak ve Katade de bu görüşe katılmışlardır. Onlar tek basma yemek yemekten kaçı­nırlardı. Onlardan herhangi bir kimse misafir bulmadıkça bütün gün yemeden beklerlerdi. Ancak misafirle yerlerdi. Eğer misafir gelmezse bir şey yemezlerdi. Kişi çoğu kez önünde yemek olduğu halde beklerdi. Sabahtan öğleye kadar bu devam ederdi. Çoğu za­man süt veren deve yanında olduğu halde kendisiyle birlikte süt içecek kimseyi bulmazsa ondan içmezdi. Akşamlayıp kimseyi gör­mediği takdirde yerdi.

İkrime ve Ebu Salih derler ki: «Bu ayet ensardan bir grup hakkında nazil olmuştur. Onlara misafir geldiğinde hep beraber yerlerdi. Ve misafirlerine istedikleri şekilde yemek hususunda ruhsat da verirlerdi.»

El Kelbi'ye göre ayetin sebebi nüzulü şudur: Onlar yemek ye­mek üzere biraraya geldiklerinde körler ve diğer özür sahiplerine ayrı bir yemek getirirlerdi. Cenab-i Hak böylece bunun vacip ol­madığını beyan buyurmuştur.

Bazıları «Onlar tek başlarına yerlerdi ki başkalarının hakkına tecavüz olmasın. Veya birlikte oldukları zaman nefreti mucib bir şey oluşmasın veya birbirlerine eziyet verilmiş olmasın. Bu ayet bunun vacip olmasını ortadan kaldırmak için nazil olmuştur» demiş­lerdir. Fakat bu tevillerin hangisi olursa olsun, lâfzın umumuna bakılır, sebebin hususuna (ayetin iniş sebebinin özelliğine) bakıl­maz.

«Kendinize selâm verin», yani girdiğiniz evlerin sahiplerine se­lâm verin. Nitekim İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Beyhaki, İbn Abbas'tan bunu rivayet etmişlerdir.

«O evlerin sahipleri» yerine, «Kendinize selâm verin» denilme­sinin nedeni, aralarındaki şiddetli bağdır. Öyle ki ev sahipleri mu­hatapların ta kendileridir.

Selâm, afetlerden selâmet ve sağlam kalmak mânâsını ifade eder. Bazı müfessirler «Allah'ın isimlerinden birisidir» demişler­dir.

Bu ayetten selâm veren bir kimsenin selâmında «Ve berekâtu-hu» diyeceği anlaşılmaktadır. Selefin bazılarından bu berekât ke­limesinin selâma bitiştir ilmesine dair rivayet gelmiştir. [64]

 

Meal

 

62- Müminler o kimselerdir ki Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmişlerdir.  Toplu bir iş üzerinde bulundukları zaman peygam­berden izin almadıkça onu bırakıp gitmezler. Şüphesiz ki senden izin isteyenler Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden kimselerdir.  Bu bakımdan bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de on­lardan dilediğin kimseye izin ver. Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

63- Sakın peygamberin çağırmasını aranızda bazınızın ba-zınızı   çağırması   gibi  saymayınız.   Allah  içinizde   birbirini  siper ederek  sıvışıp gidenleri muhakkak biliyor. Bunun için peygam­berin emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belânın inme­sinden yahut kendilerine acıklı bir azabın isabet etmesinden sa-kinsınlar.                                                                                            

64- İyi bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ın­dır. O sizin üzerinde bulunduğunuz şeyi   kesinlikle   bilmektedir. O'na döndürülecekleri gün yapmakta olduklarım kendilerine ha-ber verecektir. Allah her şeyi bilir! [65]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(62) «Müminler o kimselerdir ki...» Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet, o ayetlerden yararlanan kimselerin, kendilerini şeriat sahibi Hz. Peygamber'e, tıpkı yıkayıcının önüne konulan ölünün teslim olması gibi teslim etmesi gerektiğini ifade ediyor. Onun işareti olmaksızın ne ileri giderler ne de geri kalırlar.

Şeyh'ul-îslâm Ebussuud Efendi diyor ki: «Bu bir istinafı cümledir. Bahsi geçen ahkâmın sonunda getirildi. Onları takrir ve gözetilmesinin vacip olduğunu tekid içindir. Ve aynı ahkâm cin­sinden bazı meseleleri daha fazla açıklamak suretiyle onları ta­mamlamaktır. İlkinde kullanılan «Elmu'minun» kelimesi «Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden kimseler» mânâsım ifade eder. İkinci kez, «Ancak müminler Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden kimselerdir» demenin nedeni onların ancak imana karin olmalarının uygun ol­duğunu Han içindir. Yani imanda kâmil olan, Allah ve Rasûlü'ne kalplerinin samimiyetiyle iman edenler ve bütün ahkâma itaatta bulunanlardır.» [66]

 

Emr-İ Cam P Den Ne Kas D Edilir?

 

«Câmi'emr» ile maksat cihaddır. İbn Zeyd «Cami' emrile mak­sat cuma, bayram ve istiska namazları gibi hutbeli namazlardım diyor.

Dahhak ve İbn Selâm ise, bununla kastedilenin cihad, cuma ve bayram namazları olduğunu söylemişlerdir.

Fakat bu terimi genel olarak almak daha evlâdır. Her ne kadar ayet Hendek Savaşı'ndan önce Medine'nin açık tarafında ka­zılan Hendek hususunda nazil olduysa da onu genel mânâya almak daha uygundur.

«Onlar senden izin istemeden gitmezler. Eğer sen isin verir­sen giderler» ayeti müminlerin vazifelerini belirten bir ayettir. O halde, burada hedef izin istedikten sonra verilen izni elde etmek­tir. Cenab-i Hak sadece izin istenmesini zikrediyor, gerisini zik­retmiyor. Çünkü müslümanlar tarafından tamamlanan budur ve imanın kemalinde istizan muteberdir, izin değil.

«Onlar senden bazı işler için izin istedikleri zaman» ayeti ise Rasûlullah'm bu husustaki vazifesini belirtir. Yani «İmanda kemâl rütbesine varanlar senden isteyenlerdir»    gerçeği    açıklandıktan sonra, «Eğer onlar bazı mühim işleri için senden izin isterlerse onlardan dilediğine izin ver.» Yani Cenab-ı Hak burada izin ver­meyi Rasûlullah'm reyine bırakmıştır.   Bu ayetle   bazı ahkâmın Rasûlullah'm lehine tevfiz edilmiş olduğu ortaya çıkmış olur. Bu­nun caiz olup olmadığı, usûl alimleri arasında ihtilaf edilen tev­fiz meselesidir. Şöyle ki: Hüküm müçtehide tevfiz ediliyor, ona bı­rakılıyor ve ona «Dilediğin şekilde hükmet. Çünkü senin yaptığın sevaptır» deniliyor. Bir gruba göre bu caizdir. Fakat ihtilaflar var­dır. Musa bin îmran adlı alim «Bu, Peygamber için de, diğer alim­ler için de mutlaka caizdir» dedi. Ebu Ali el-Cübbai   «Bu, sadece peygamber için caizdir» dedi. Bunun tam tersi de Ebu Ali el-Cüb-bai'den rivayet edilmiştir. İmam Şafii'den bunun caiz olup olma­ması hususunda tereddüde delâlet eden bir fikir naklediliyor. Di­ğer alimler de «Böyle bir iş tevfiz olamaz»   demişlerdir.   «Tevfiz olum diyenler de bunun olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişler­dir. Amidi «En seçkin görüş, bu olmamıştır, fakat mümkündür» diyor.

Bazı büyük alimler «Rivayet yönünden dilediğinle hükmet» demenin mümkün olduğunu, fakat istediğin şekilde hükmet demek hususunda ihtilaf "bulunduğunu söylemişlerdir.

«Onlar için Allah'tan af talebinde bulun» ayeti mucibince kuv­vetli bir özür için dahi olsa Hz. Peygamber'den izin istemek, dün­ya emrini Ahiret emrine takdim etmek şaibesinden boş değildir. «Kesinlikle Allah çokça affedici ve merhamet edicidir» cümlesi vaadedilen mağfiretin nedenidir. Cenab-ı Hak bu ayette peygambe­rinin durumuna mübalağalı bir şekilde ilgi göstermiş ve Hz. Pey­gamberin yanından gitmek için izin istemeyi de af talebine muh­taç bir günah olarak saymıştır. Hele izinsiz gitmek daha felâket­tir. İzin bazı mühim emirler için olan istizana bağlanmıştır. Mut­lak istizana değil. [67]

 

Hz  Peygamber Nasıl Çağırılır?

 

«Rasûl'ün çağırmasını, aranızda bazılarının diğerini çağırma­sı gibi kılmayın» ayeti istinafı bir ayettir. Daha önceki cümlenin içeriğini takrir ve tesbit etmektedir. Burada Cenab-ı Hak gaib fi­illeri zikrettikten sonra hitaba geçiyor. Bu da bu meselenin şanı­na verdiği önemden ileri gelmektedir. Yani Rasûlullah sizi çağır­dığı zaman, onu birbirinizi çağırmanız gibi telakki etmeyiniz. Zira onun meclisinden onun izni olmaksızın ayrılıp gitmek, haramlar­dandır. Müslim bu fikri savunmaktadır. Muberred ve Kaffal da bu fikri tercih etmişlerdir.

Bazıları, «Peygamber'in sizin aleyhinizdeki duasını birinizin diğeriniz aleyhindeki duası gibi kabul etmeyiniz. Kendinizi O'nun Öfkesine maruz bırakmayınız. Çünkü Hz. Peygamber'in emrine muhalefet etmek, izin almadan onun meclisinden savuşup gitmek aleyhinize beddua olur» demişlerdir. Bazı rivayetlerde bu, İbn Ab-bas'tan gelen bir rivayetten alınmıştır. Şa'bi'den de böyle bir şey rivayet edilmiştir. Bu ayet- F.asûlullah'm bütün dualarının kabul edildiğine delâlet eder. Bazı Kimseler, Hz. Peygamber ümmeti için, birbirini vurmasınlar, aralarında ihtilafa düşmesinler diye duada bulunmuştur. Fakat Cenab-ı Hak bu duayı vermemiştir.

Suyuti, Ahkam*ul-Kur'an adlı eserinde «Bu nehy, Rasûlullah'ın ismiyle çağırilmasını haram kılıyor» diyor. Ayetin zahirine bakı­lırsa bu, Hz. Peygamber'in vefatından Kıyamet'e kadar böyle de­vam edecektir.

(63) «Sakın peygamberin çağırmasını...»  Bu Ayetin Tefsiri

Bu ayet metnindeki «Yetesellelune» fiili sıvışıp gidenler, izin-!||     siz ayrılanlar için ilâhî bir tehdiddir. Bu fiil «Tesellul» mastarın­dan gelir. Bu da yavaş yavaş aradan sıvışıp çıkmak demektir. Giz­lice sıvışmak anlamındadır. «Kad» burada tahkiki ifade eder veya Allah'ın malûmatına nisbeten gizlice aradan sıvışıp gidenlerin az-Ül     lığını ifade eder.

Ayetin mânâsı «Muhakkak Cenab-ı Hak azar azar ve gizlice cemaatin içinden çıkıp gidenleri biliyor» şeklindedir. Ayetin met­nindeki «Livazen» kelimesi, bir kısmının diğerini perde yapması, çıkıncaya kadar siper alarak çıkması demektir.

Ayet metnindeki «Yuhâlifûne» fiili, ya fiilin de, halinde başkasının yolundan başka bir yol edinmek mânâsına gelen muhale-fetten gelir veya onların peygamberin emrinden çıkıp yüz çevire­rek muhalefet etmelerini anlatmaktadır.

Fitneden maksat, belâ ve dünyadaki mihnettir (Mücahid). Fit-gı     neden maksat katildir (İbn Abbas). Fitneden maksat zalim bir sul-§1     tanı musallat kılmaktır (Cafer-i Sadık). Fitneden maksat küfür­dür (Mukatü ve Süddi). Birinci yorum en uygunudur.

«Elem verici azab »tan maksat, Ahiret azabıdır. Bu ayetle em­rin ifade ettiğine dair delil getirilmiştir.

 «Peygamberin emrimden maksat, din ve taattir (Zemahşeri)

(64) «İyi bilin ki göklerde ve yerde...» Bu Âyetin Tefsiri

Göklerde ve yerde olanlardan maksat, bütün mevcudattır. Ya­radılış takımından, mülk bakımından, tasarruf bakımından, icad etmek, gayret etmek, başlamak, tekrar başlamak gibi bütün bu yönlerden yer ve gökteki mevcudat Allah'ındır. Hiç kimsenin bu hususta Allah'a ortaklığı yoktur veya hiç kimse mustakillen bun­ların birine sahip değildir. Ey mükellefler! Allah sizin üzerinde bu­lunduğunuz hali ve özürleri biliyor. Hz. Peygamber'in emrine mu­vafakat veya muhalefet etmeniz, ihlasla iman etmeniz veya nifa­kınız bu cümledendir.

«Allah, onların Allah'a döndürülecekleri günü de biliyor.» Ya­ni Hz. Peygamber'in veya Allah'ın emrine muhalefet edenlerin (münafıkların) ceza için döndürülecekleri günü de bilir. Cenab-ı Hak bu husustaki ilminin kesinliğini daha fazla ifade etmek için bildiğini onların dönüş gününe bağlar, dönüşlerine değil. Zira bir şeyin vaki olacağı zamanı bilmek o şeyi zaten bilmek demektir. Burada mümkündür ki «Yevme» kelimesi mukadder bir fiilin zar­fı olsun. Yani Cenab-ı Hak onları kendisine dönecekleri günde he­saba çekecektir.

«Onlara işlediklerini haber verecektir» veya işlemiş oldukları­nı haber verecektir ki bu kötü -işlerden birisi de Allah'ın ve Pey­gamber'in emrine muhalefet etmektir. Cenab-ı Hak onların bütün işlediklerini on\ara haber verecektir. Eğer işledikleri hayr ise kar­şılığı hayr, şer ise karşılığı da şer olur. «Allah her şeyi bilendir. Ona hiçbir şey gizli değildir» cümlesi daha önceki cümlenin mânâ­sını takrir ve tesbit etmek için getirilmiştir. [68]

— NUB SURESİ'NİN SONU —

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/55.

[2] Mevlâna Mevdudi, Tefsir-u Suret'in-Nur, sh:9

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/55-62.

[4] Ebü Davud der ki: «Bu zatın hanımı Rasûlullah'a gelip «Bu adam sabah güneş çıkıncaya kadar uyuyor» dedi. Safvan da Rasûlullah'a gelerek Ö2Ür beyan etti. «Biz Öyle bir aileyiz ki güneş çıkmazdan önce uyanamıyoruz» dedi. Rasûl-ü Ekrem «O halde uyandığın zaman sabah namazım kıl» demişti

[5] Mevlânâ Ebu'1-Alâ Mevdudî, Tefsir-u Suret'in-Nur, sh: 20-22

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/62-67.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/69.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/70.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/70-72.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/72-73.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/73-81.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/81-83.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/83.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/83.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/83-84.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/85-87.

[16] Mevdudi, Tefsir'u-Suret'in-Nur, sh: 118-119

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/88-94.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/96.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/97-99.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/100.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/100-108.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/108-109.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/109-113.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/115.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/116-118.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/118-121.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/122.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/122-127.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/127-129.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/129-132.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/134.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/135-137.

[32] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt:  18, sh: 140

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/137-141.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/141-142.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/142.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/142-144.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/144-147.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/149.

[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/150-151.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/151.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/152-153.

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/153-155.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/155-162.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/162-163.

[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/163-168.

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/170.

[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/171-173.

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/173-177.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/177-178

[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/180.

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/181-183.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/182-185.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/186-187.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/187-188.

[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/190.

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/192-195.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/195-196.

[58] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 10, sh: 205, vd.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/196-200.

[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/200-201.

[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/202-203.

[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/205.

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/206-209.

[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/209-211.

[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/213.

[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/214.

[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/214-216.

[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/216-218.