«Açıklayıcı Ayetlernden Maksat Nedir?
Kazıfın (Zina İftirasında Bulunanın) Durumu
Hz. Aişe'ye Zina İsnad Etmenin Hükmü
Had Cezasını Yiyenin Şahitliği Kabul Edilir Mi?
Sizden Tabiriyle Kim Kastedilmiştir?
İfk Hadisesini Düzenler Kimlerdi?
Sübhaneke Kelimesinin İfade Ettiği MaNâ
Rasûlullah, Peygamberlerin Hanımlarının Zina Etmeyeceğini
Biliyor Muydu?
Hz. Ebubekir'in Bütün Sahabelerden Üstün Olması
Başkasının Evine, Ancak İzin Alınarak Girilebilir
Musibetler Günahlara Kefaret Olur
Kadın Tedavi İçin Erkeğe Görünebilir Mi?
Erkek Kadının Neresine Kadar Bakabilir?
Uyuntu Bîr Kimse İle İğdiş Edilen Köle, Kadınlar İçin
Namahremdirler
Nikâhta Velînin Olması Şart Mıdır?
«Evlendirin» Emri Vücubü İfade Eder Mi?
Zengin Edilmesi Allah'a Hak Olanlar
«Açıklayıcı Ayetler»Le Hangi Ayetler Kastedilmektedir?
Allah'ın Gök Ve Yerin Nuru Olması Ne Demektir?
Bîr Çalışma Allah'ı Aynı Zamanda Diğer Çalışmalardan
Alıkoymaz
Göklerdeki Dağlardan Maksat Nedir?
Canlının Maddesi Olan Sudan Maksat Nedir?
Allah'ın Hükmüne Razı Olmamanın Sebepleri
Yeryüzünün Hakimiyeti Kime Vaad Edildi?
Hangi Vakitlerde Evlere İzinsiz Girilmez?
Emr-İ Cam P Den Ne Kas D Edilir?
Bu sure Medine'de nazil olmuştur. 64 ayettir. Kelimeleri 1.316, harfleri ise 5.980'dir.
Ibn Merduveyh, surenin Medine'de nazil olduğunu İbn Abbas' :an rivayet ediyor. Aynı rivayet îbn Zübeyr'den de gelmiştir. Ebu Hayyan «Medine'de nazil olduğunda ittifak vardır» demiştir. Kur. tubi 35. ayetin Mekke'de nazil olduğu kanaatindedir. Sure bazı müfessirlere göre 62 ayetten ibarettir. Bazıları 64 ayettir demişlerdir. Sure ismini 58. ayetten alır. Çünkü bu ayette «Allah göklerin ve yerin nurudur» diye buyurulmaktadır.
Mücahid, Allah'ın Rasûlü'nün «Erkeklerinize Maide Suresi'ni kadınlarınıza da Nur Suresi'ni öğretin» diye buyurduğunu nakletmektedir.
Haris bin Medreb, «Hz. Ömer bize Nisa, Ahzab ve Nur Sure-leri'ni öğrenin diye yazmıştır» der. [1]
Bu surenin Beni Mustaük Gazvesi'nden sonra nazil olduğu üzerinde ittifak edilmiştir. Kur'an'm açıklamasından da anlaşılıyor ki bu sure müslümanlarm annesi Hz. Aişe'nin durumu hakkında nazil olmuştur. Bu sure münafıklar Hz. Aişe'ye iftira ettiklerin, de ve onun hakkında yalanlar uydurduklarında inmiştir. Bu hadise Aişeye yapılan iftira olayı), sözlerine güvenilir ravilerin it tifak ile naklettiklerine göre şöyle cereyan etmiştir:
Olay, Beni Mustalik Gazvesi'nden dönerken vuku bulmuştur. Burada ihtilaf edilen konu, bu surenin nazil olduğu Beni Mustalik Gazası'nın hicretin 5. senesindeki Ahzab (Hendek) Savaşı'ndan önce mi yoksa ondan sonra hicretin 6. senesinde mi nazil olduğu noktasıdır. Bize bu konuda tahkiki lâzım gelen husus şudur:
Hicab (örtünme) ahkâmı sadece Nur ve Ahzab Sureleri'nde beyan edilmektedir. Ahzab Suresi ise Hendek Savaşı olduğu zaman nazil olmuştur. Eğer Hendek Savaşı Beni Mustalik'ten önce ise, bunun mânâsı; İslâm'daki örtü hükümlerinin Ahzab Suresi'nde varid olan talimatla başlamış ve Nur Suresi'ndeki ahkâmla kemâle ermiş olmasıdır. Eğer Beni Mustalik Gazvesi Ahzab'dan önce ise tertip tam zıddına dönüşür. Yani örtünme hadisesi Nur Sure-si'yle başlamış ve Ahzab Suresi'yle kemâle ermiş olur. İbn Sa'd «Beni Mustalik Gazvesi hicretin 5. senesinin Şaban ayında olmuştur. Bundan sonra da aynı yılın Zilkade ayında Hendek Savaşı meydana gelmiştir» demektedir. Bu açıklamada İbn Sa'd'ı destekleyen en büyük delil «İfk Meselesinde varid olan bazı hadislerde Sa'd bin Ubâde ile Sa'd bin Muaz arasında mücadele olduğunun zikredilmesidir, Sa'd bin Muaz, bütün rivayetlerin ifade ettiğine göre, Beni Kureyza Gazvesi'nde öldürülmüştür. Ki bu gazve Hendek Savaşı'ndan hemen sonradır. Bu takdirde H. 6. yılında Sa'd' bin Muaz'm hayatta olması muhaldir. îbn İshak başka bir yerde, «Ahzab Savaşı 5. senenin Şevval'inde, Beni Mustalik Gazvesi ise 6. senenin Şaban ayındadır» der. Hz. Aişe ve diğer sahabîlerden gelen rivayetler îbn îshak'ı desteklemektedir. Bu, kuvvet ve açıklık bakımından daha büyüktür.
Bu rivayetler ifade ederler ki hicab (örtünme) meselesi «İfk» olayından yani Ahzab Suresi'nden önce gelmiştir. Bu rivayetler Ea-sûl-Ü Ekrem'in Zeynep binti Çalışla evlenmesinin de İfk Hadisesi'nden Önce olduğunu ifade etmektedir. Yani hicretin 5. senesinde Zilkade ayında olduğu belirtilmektedir. Bu hadise Ahzab Suresi'nde söz konusu edilmiştir.
Bu rivayetler şunu da ifade ederler. Zeyneb binti Cahş'ın kız-kardeşi Hamne binti Cahş, Hz. Aİşe'ye atılan iftira hadisesinde diğer iftiracılara ortak olmuştu. Çünkü Aişe onun kızkardeşinin kuması idi. Fakat zahire bakılırsa, Hamne'nin Hz. Aişe'den bu konuda buğzedeceği kadar bir zaman geçmemiştir. îşte bu hadislerin tamamı İbn İshak'ın rivayetini destekler ve takviye ederler. Eğer Beni Mustalik Gazvesi'yle îfk Hadisesi'nin Ahzab (Hendek) Gazvesi'nden önce olduğunu kabul edersek o vakit büyük bir problemle karşılaşmış oluruz. Çünkü bu takdirde hicab ayeti ile Hz. Zeyneb'in nikâhının Beni Mustalik Gazvesi'nden de İfk Hadisesi'n-den de önce olması gerekir. Halbuki Kur'an ile sahih hadisler, Hz. Zeyneb'in nikâhının Hendek Hadisesi ile Beni Kureyza Gazvesi'nden sonra olduğuna delâlet ederler. Buna binaen İbn Hazm ile îbn Kayyım, İbn İshak'ın rivayetini sahih görmüşler ve bu rivayetin İbn Sa'd'mkinden daha doğru olduğunu kabul etmişlerdir. Mevlâna Mevdudi bu hususu ifade ettikten sonra «Biz de bu fikirdeyiz» demektedir. [2]
Nur Suresi 6. senenin son aylarında ve Ahzab Suresi'nden birkaç ay sonra nazil olmuştur. Nur Suresi'nin nazil olduğu atmosfer şöyleydi: İslâmî hareket Arap Yarımadasında gelişmekteydi. Hz. Peygamber (s.a) Bedir Savaşı'nı kazandıktan sonra bu hareket kuvvetin zirvesine çıkmış ve Hendek Savaşı'na kadar bu ilerleme devam etmiştir. Bu savaşta müşrikler, yahudiler ve münafıklar bu genç kuvvetin sadece silah ve ordularla sindirilmesinin mümkün olmadığını hissetmekteydiler. Çünkü onlar Hendek Savaşı'nda binlerce askerle Medine'yi ablukaya aldıklarında orada kötü bir şekilde mağlup olup kaçtılar. Mekke'ye mahrum ve ümitsiz olarak döndüler. Bu hadise tam bir ay devam etti. Rasûl-ü Ekrem bu hadiseden sonra ashabına şöyle hitap etmişti: «Kureyş bu seneden sonra size harp açmayacaktır. Fakat siz onlara harp açacaksınız» (İbn Hişam, cilt 3, Sh: 266).
Allah'ın Rasûlü böylece İslâm'a düşman olan kuvvetin İslâm'a karşı savaşmak konusunda artık daha zayıf olduğunu ve İslâm' in bugünden sonra müdafaa harbi değil de ilerleme harbine başlayacağını ilân etti. Bu, müslümanlarm içinde bulundukları durumun çok doğru yapılmış kritik ve talimidir. Düşman da bunu biliyordu. Bu durumlarda müslümanlarm gün be gün ilerlemesi sayılarının çokluğundan ileri gelmiyordu. Çünkü müşrikler Bedir'den Hendek'e kadar her savaşta iki üç misli ordularla hücum ediyorlardı. Hatta o zaman müslümanlarm sayısı Arap Yarımadasının tümünde % 10'u teşkil ediyordu. Bu ilerleme silah bakımından müslümanlarm üstün gelmesine de sebep değildi. Çünkü kâfirlerin silahlan daha çoktu. Müslümanlar malî kuvvetleriyle de ilerde değildiler. Çünkü Arapîar'ın bütün mâlî kaynakları kâfirlerin elindeydi. Müslümanlar fakirlik ve açlıkla büyük bir imtihan içerisindeydiler. Müşrik Arap kabilelerin hepsi birbirlerini desteklemek-teydüer. Ehl-i kitap da onlan destekliyordu. Müslümanlar kendilerini himaye eden tüm koruyucularını kaybetmişlerdi. Çünkü onlar insanları yeni bir dine davet ediyorlar, Arapîar'ın (hamilerinin) dinlerinin bâtıl olduğunu savunuyor, onların mabudlarını yalanlıyor ve iddialarına göre onların atalarına küfrediyorlardı. O halde müslümanlan destekleyen tek sebep manevî varlıklarıydı ve bütün düşmanları da bunu biliyorlardı. Bir taraftan Hz. Muhammed ve sahabîlerinin hayatına bakarlar ve onların gökteki bulutlardan daha temiz olduklarını görürlerdi. Bu temizlik ve ahlakî yücelik kalpleri adeta büyülüyordu. Diğer taraftan ferdî ve içtimaî hayatlarının da tertemiz olduğunu görüyorlardı. Ki bu da müslümanlar arasındaki birlik ve dahili nizamdan ileri geliyordu. Bu nizam hiçbir insanın aklına bile gelmeyecek raddeye varmıştı, öyle ki müşriklerin cemaati ile yahudiler onun önünde durmadan yenilgiye uğrayıp duruyorlardı. Pis insanların tabii durumları şudur: Baş-kasındaki güzellikleri ve kendilerindeki kötülükleri gördüklerinde, karşılarındaki müslümanlarm ilerlemesinin sırrının da bu olduğunu bildikten sonra nefişlerindeki pislikleri, hileli yollarla müslümanlara yöneltmeye başladılar. Zafiyetleri ve başıboşlukları nereden geliyorsa o noktalarda bu kötülükleri müslümanlarda meydana getirmeye veya müslümanlarda olmayan bir şeyi onlara iftira olarak atmaya, İslâm'ın eteğini kirletmeye ve müslümanla-nn şöhretini gölgelemeye başladılar ki onların dünyadaki güzele İlkleri ayıpsız olmasın. İşte bu alçak zihniyet nedeniyle kâfirler ve İslâm düşmanları bu dönemde zahiri savaştan rezil ve sinsi hücumlara geçtiler. İslâm içerisinde fitneler oluşturdular ve İslâm toplumunu gizlice dağıtmaya çalıştılar. Bu hizmetin münafıklar tarafından müslümanlarm iç âleminde yürütülmesi, açık kâfirlerin hariçte yürüttükleri fitneden daha korkunç olduğundan bu nifakı yayma kararı aldılar. Ve bunu nasıl yapacaklarının plânını çizdiler. Medine'de münafıkların içeriden fitneler icra etmesini kararlaştırdılar. Yahudiler ve müşrikler de bu nifak hareketinin meyvelerim' dışarıdan yiyeceklerdi. İşte bu korkunç plan ilk önce H. 5. yılın Zilkade ayında, Rasûlullah'm Zeynep binti Cahş'la evlendiği zaman başladı. Münafıklar Medine'de büyük bir fitne yaydılar. Bu evlilik etrafında büyük gürültü ve şamatalar kopardılar. Yahudi ve müşrikler de onları dışarıdan destekliyordu. İslâm'a ve Peygamber'e birtakım yalan ve iftiralar yönelttiler. «Muhammed, evlâtlığı Zeyd Bin Harise'nin hanımım ansızın gördüğünde ona âşık olmuş» dediler. Ve «Evlâtlığı bu aşkı Öğrenince hanımını bo. şamak suretiyle onu Muhammed'e terketmek istedi. îşte böylece o da evlâtlığının hanımıyla evlendim diye ilave ettiler. Bu propagandayı sürekli olarak tekrarlıyorlardı. Öyle ki müslümanlarm çoğu da bu fitneye bilmeyerek katıldı. Nitekim muhaddislerin ve müfessirlerin bu hususla ilgili olarak naklettikleri rivayetlerin çoğunda bu iddianın parçaları hâlâ bulunmaktadır. Müsteşrikler bu parçalan daha da keskinlestirip kitaplarında açıklamakta ve kendileklerinden birtakım İslâm düşmanlığını da ilave ederek takdim etmektedirler. Halbuki Cahş'ın kızı Zeynep validemiz Rasûlullah' m Ümeyme adlı halasının kızıydı. Rasûl-ü Ekrem onun durumuna, küçüklüğünden itibaren vakıftı. Nasıl olur da Rasûluîlah bu kadar iyi tanıdığı bir hanıma birden bire âşık olur? Bu iftiradan Allah'a sığınırız!
Bu iftiralara rağmen durum şöyledir: Hz. Peygamber, İslâm' da müsavatı belirtmek için ısrarla Hz. Zeyneb'in Zeyd bin Harise ile evlendirilmesine çalışmıştır. Ne Hz. Zeyneb'in ağabeyi Abdullah bin Cahş ne de Hz. Zeynep bu evliliğe pek razı değillerdi. Çünkü Arap kabilelerinin en şereflisi olan Kureyş'in bu kızı, tab'an, kölelikten azad edilmiş bir kişiyle evlenmeye taraftar değildi. Fakat Rasûl-ü Ekrem müslümanlar arasında ikame etmeyi istediği içtimai eşitliğe ailesinden başlamak istiyordu. Bunun üzerine Hz. Zeyneb'e bu evliliğe razı olmasını emretti. Hz. Zeyneb'in nesep bakımından kendisini Hz. Zeyd'den üstün tutmasının boşanmalarına ve ayrılmalarına tek sebep olduğu gizli bir şey değildir. Fakat bütün bunlara rağmen zalimler var kuvvetiyle Rasûlullah hakkında yalan uydurmaya çalıştılar. Ahlakî töhmetlerin en çirkinini Pey-gamber'e isnad ettiler. Sonunda bu iftiralar yayıla yayıla, İslâm toplumunda tesirini gösterdi. Münafıkların ikinci hücumları Benî Mustalik Harb'inde gerçekleşmiş ve birinci hücumdan daha korkunç boyutlara ulaşmıştır. Beni Mustalik, Huzaa'dan bir kabileydi. Cidde ve Rabiğ şehirleri arasında, Kizıldeniz sahiline düşen Ka-did nahiyesinde bulunan El-Mureysa isimli su üzerinde ikamet ediyorlardı. Bu münasebetle Beni Mustalik'e bazı rivayetlerde Mu-reysa Gazvesi de denilmiştir. Allah'ın Rasûlü'ne hicretin 6. yılının Şaban ayında «Beni Mustalik asker topluyor ve Medine'ye hücum etmeye hazırlanıyorlar» şeklinde haber geldi. Ve yine onların etraflarındaki Arap kabilelerinden yardım istedikleri bildirildi. Rasûlullah bu fitneyi yuvasında söndürmek üzere, bu fitne henüz başkaldırmadan önce, Medine'den çıktı. Bu seferde Abdullah bin Ubey bin Selül adlı münafık da Hz. Peygamberle beraberdi. Kavminden bazı kimseler de vardı, tbn Sa'd'm rivayet ettiğine göre, Allah'ın Rasûlü o suya vardığında halk su almak üzere oraya geldi. Hz. Ömer'le beraber bir hizmetkârı vardı. Beni Gifar kabilesin-dendi ve ismi Ca'ca idi. Hazrec'ten olan Sinan bin el-Cüheni ile su konusunda kavga ettiler. El-Cüheni «Ey ensar topluluğu» diye bağırdı. Ca'ca da - «Ey muhacirler topluluğu!» diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah bin Ubey bin Selül yanında kavminden henüz genç bir delikanlı olan Zeyd bin Erkam'm da bulunduğu bir cemaata hitaben şunları söyledi: «Onlar bunu da işlediler demek? Onlar, (yani Mekke'den gelen müslüman muhacirler) bizim memleketimizde bize karşı geldiler ve bize galebe ettiler. Allah'a yemin ederim, bizimle Kureyş'in bu garibanları tıpkı «Köpeğini besle seni yesin» darbı meselindeki gibiyiz. Dikkat edin! Allah'a yemin ederim, eğer biz Medine'ye dönersek, kesinlikle en aziz olan, Medine'den en zelil olanı çıkaracaktır.»
Sonra etrafındakilere: «Bunu başımıza siz getirdiniz. Onları memleketimize siz çağırdınız. Mallarınızı onlarla paylaştınız. Dikkat edilsin, Allah'a yemin ederim, eğer siz elinizde bulunan serr veti k&ndilerinden esirgerseniz kesinlikle onlar başka bir memle. kete gitmek mecburiyetinde kalacaklardır» dedi. Zeyd bin Erkam bu sözleri dinledikten sonra Rasûlullah'a vardı. Hz. Peygamber düşmanı mağlup ettikten sonra Zeyd bu hadiseyi Rasûlullah'a anlattı. Hz. Ömer peygamberin yanındaydı ve «Bu kişiyi öldürmek için emir ver ya Rasûlallah» dedi. Hz. Peygamber; «Ey Ömer! O zaman halk «Muhammed arkadaşlarım öldürüyor» der. Hayır! Ben böyle bir şey yapmam» dedi ve hareket edileceğini ilân etti. Fakat bu iş öyle bir zamanda oldu ki Hz. Peygamber o zamanda yolculuk yapmazdı. Ordu o gün akşama kadar, o gece de sabaha kadar yürüdü ve o günün öğle öncesini de yürüyerek geçirdi. Öyle ki artık güneş onlara iyice sıkıntı vermeye başlamıştı. Sonra Rasûlullah konaklamayı emretti. Herkes iner inmez yayılıp, uykuya daldı. Rasûlullah, bu hadise konuşulmasın diye bunu yapmıştı. Yol esnasında Useyd bin Hudeyr: «Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun, sen daha önce yolculuk yapmadığın "bir zamanda yola çıktın. Niçin?» diye sordu. Hz. Peygamber ona: «Arkadaşınızın söylediği şeyler senin kulağına gelmedi mi?» diye sordu. O da «Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi arkadaş?» dedi. Hz Peygamber: «Abdullah bin Ubeyy» dedi. Useyd: «Ne demiş ya Rasûallah?» diye sordu. Ra-sûlullah «iddiasına göre eğer Medine'ye dönerse en aziz olan en zelil olanı Medine'den çıkaracakmış» dedi. Useyd: «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen onu Medine'den istersen çıkarırsın. Allah'a yemin ederim ki o zelildir ve aziz olan da sensin» dedi. Sonra şöyle ilave etti: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bize şefkat göster Allah'a yemin ederim, Allah seni bize getirdiğinde, onun kavmi (yani Medine'liler) ona taç giydirme töreni için hazırlık yapıyorlardı ki onu kendilerine kral yapsınlar. O, bu krallığı nenin kendisinden aldığın kanaatindedir.»
Bu fitnenin kıvılcımları daha soğumadan Abdullah bin Ubey aynı yolculukta başka bir fitne ortaya çıkardı. Üçüncü fitnenin tehlikesi daha da şiddetliydi. Öyle ki eğer Rasûlullah ve ashabı, nizamın doruğunda, tahammülün en büyük noktasında olmasaydı-lar, Medine'nin bu genç müslüman topluluğunda dahili ve şiddetli bir harp baş gösterecekti. Bu fitne Abdullah bin Ubey'in Hz. Aişe'yi karıştırdığı İfk Hadisesi'dir. Hz. Aişe bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: [3]
«Allah'ın Rasûlü sefere çıktığında hanımları arasında kura çekiyordu. Hangisinin oku çıkarsa, peygamberle beraber sefere o çıkıyordu. Bu defa da diğer hanımlara karşı benim okum çıkmıştı. Rasûlullah da beni seferde beraberinde götürdü. Kadınlar o zaman az yerler ve şişmanlamazlardı. Ağırlıkları yoktu. Benim için bir deve hazırlanmıştı, hevdecimde oturuyordum, o devenin sırtında yolculuk yapıyordum. Konaklarken indiriyorlardı.. Sonra hizmetçiler gelip de benim hevdecimi altından tutarak devenin sırtına koyarlar ve ipleriyle onu bağlarlardı. Sonra birisi devenin başım çeker, yola devam ederdik. Allah'ın Rasûlü, Beni Mustalik Gazvesi'nden sonra dönüş yaptı. Biz Medine'nin yakınına gelmiştik. Akşam üzeri bir yerde konakladık. Rasûlullah gecenin bir kısmını uyku ile geçirdikten sonra orduya yolculuğa hazır olmalarını ilân etti. Ordu yolculuğa çıktı. Ben de ihtiyacımı görmek üzere yükten uzaklaşmıştım. Boynumda zifar boncuklarından yapılmış bir gerdanlık vardı. Hacetimi bitirdikten sonra haberim olmaksızın bu gerdanlık boynumdan düşmüştü. Yükün yanına geldiğimde gerdanlığı aradım, fakat bulamadım. Halk da yolculuğa başlamıştı. Ben tekrar ihtiyacımı göl düğün- yere döndüm, gerdanlığı aradım ve buldum. Ben orada yokken hevdecimi devenin sırtına bindirenler gelmiş ve hevdeci deveye bindirmişler. Zannetmişler ki ben hevdecdeydim. Nitekim daha önce de hadise böyle cereyan ediyordu. Ben hevdece giriyordum, onlar da gelerek beni devenin sırtına yerleştiriyorlardı. Bu sefer de hevdeci deveye yerleştirmişler ve içinde benim olmadığımdan şüphe etmeyerek yola çıkmışlardı. Karargâha vardığımda orada herhangi bir kimse yoktu. Halk uzaklaşmıştı. Sırtımdaki cilbaba sarıldım. Sonra yerimde oturdum. Biliyordum ki onlar kontrol esnasında beni göremezlerse geri gelirlerdi. Allah'a yemin ederim, ben uzanmıştım. Safvan bin Muattal es-Selemi geldi. Bu zat Bedir'e katılan sahabîlerdendi. O'nun usulü güneş çıkıncaya kadar uyumaktı. [4]
O, bazı ihtiyaçları dolayısıyla ordudan geride kalmıştı. Diğerleriyle beraber yolculuğa çıkmamıştı. Benim karaltımı gördü. Yanıma geldi ve beni tanıdı. Zira hicab ayeti gelmezden önce beni görüyordu. Ona baktığımda «İnna lillâhi ve inna ileyhi raciun» (Biz Allah içiniz ve Allah'a dönücüleriz) ayetini okudu. (Yani büyük bir belâ ve felâketle karşı karşıya olduğunu hissetti). Ve «Bu Ra-sûlullah'ıv hanımıdır» dedi. Ben elbiseme sarılmış bir vaziyetteydim. Bana «Allah'ın rahmeti üzerinde olsun, niçin böyle geride kaldın?» dedi. Fakat ben kendisiyle konuşmadım. Sonra devesini yaklaştırdı, «Haydi, deveye bin» dedi ve benden uzaklaştı. Deveye bindim, o da devenin başından tutup süratle yola devam etti. Or. duya yetişmek istiyordu. Allah'a yemin ederim, biz ancak sabah, leyin orduya yetişebildik. Sabaha kadar benim hevdecte olmadığımın farkına varılmamıştı. Ordu konaklamıştı. Onlar istirahat ederlerken Safvan deveyi, sırtında olduğum halde çekip getirdi. İftira ehli söylediklerini işte bu zaman söylediler ve ordu sarsıldı. Allah'a yemin ederim, ben hiçbir şeyden haberdar değildim. Sonra Medine'ye vardık. Az bir zaman sonra hastalandım. Şiddetli bir ateş içinde kıvranıyordum ve söylentilerden hiçbir şey kulağıma gelmemişti. Ancak Rasûlullah'a, anne ve babama hadise anlatılmıştı. Ne Rasûlullah ne de annem ile babam bu hadise hakkında bana (az veya çok) hiçbir şey söylememişlerdi. Ancak ben Rasûlullah'm hakkımdaki lütûfkâr durumunun biraz değiştiğini farkettim. Zira daha önce hastalandığımda peygamber bana şefkatle muamele eder ve lütûfkâr davranırdı. Fakat bu hastalığım esnasında Hz. Pey-gamber'den böyle bir şey görmedim. Bu benim de şüpheye düşürülmeme sebep olmuştu. Hz. Peygamber odama geldiğinde, yanım-da annem, bana bakıyordu. Anneme: «Kızınız nasıldır?» diye soruyor ve başka bir şey söylemiyordu. Öyle ki nefsim çok incinmişti. Peygamber'in beni üzecek hareketlerini gördükten sonra: «Ey Allah'ın Rasûlü! Bana izin versen de ben annemin yanına gitsem, o bana baksa olmaz mı?» diye ricada bulundum. Peygamber de «gidebilirsin» dedi. Böylece annemin yanma götürüldüm. Yine de olanlardan haberim yoktu. Ancak hastalıktan yeni kurtulmuştum ve nekâhat devresindeydim. Tabii hadise üzerinden 20 küsur gün geçmişti. Biz Araplar evimizde Acemler'in yaptığı gibi tuvalet yapmıyorduk. Ondan tiksiniyorduk. Bizim durumumuz Medine'nin açığına çıkmak, ihtiyacımızı orada görmekti. Kadınlar her gece ihtiyaçlarını görmek üzere dışarı çıkarlardı. Ben de bir gece ihtiyacımı görmek üzere dışarı çıktım Ebu Reh'in kızı Ümmü Mistah benimle beraberdi. (Bu kadın Hz. Ebubekir'in teyzesiydi). Yanlışlıkla eteğine basmıştım. Ve düştüm. O, Mistah'a.beddua etti. Ben: «Allah'a yemin ederim, Bedir'de bulunmuş ve muhacirlerden olan bir kişi hakkında ne kötü konuşuyorsun?» dedim. O bana: «Ey Ebubekir'in kızı! Hadise senin kulağına gelmedi mi?» dedi. Ben de: «Hangi hadise?» dedim. Bana İfk Hadisesi'ni anlatmaya başladı. Ben ona: «Gerçekten böyle mi oldu?» dedim. O da «Evet, oldu» dedi. Bunu işittikten sonra ihtiyacımı dahi yerine getiremeyecek şekilde bitap düştüm ve eve döndüm. Durmadan ağladım. Öyle ki ağlamamın ciğerimi parçalayacağını zannettim. Anneme: «Allah seni affeylesin .Halk hakkımda konuşmuş ve sen bana hiçbir şey söylemedin» dedim. O da: «Ey kızım! Bu sana pek o kadar ağır gelmesin. Allah'a yemin olsun, güzel bir kadın kendisini seven bir erkeğin yanında olsun, onun kumaları olsun, halk onun hakkında dedikodu yapmasın! Bu, rastlanmamış bir hadisedir» dedi. Ben: «Halk bunu nasıl söyleyebilir?» diyerek gece sabaha kadar ağladım. Gözyaşlarını dinmiyordu ve uyku tutmuyordu. Sabahleyin de ağladım. Sonra Rasûlullah, Ali bin Ebi Talib ile Usame bin Zeyd'i yamna çağırmış, bu hususta vahy de gecikmişti. Onlarla, benimle arasındaki nikâh bağım koparmak hususunda istişarede bulunmuş. Usame bin Zeyd, Rasûl-ü Ekrem'e ailesinin beraeti konusunda düşündüklerini, güzel sözler söyleyerek anlatmış ve şöyle demiş: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ailenden ayrılma. Biz onun hakkında hayrdan başkasını bilmiyoruz».
Ali bin Ebi Talib'e gelince, o da: «Ey Allah'ın Rasûlü! Aüah senin hakkında bir darlık getirmemiştir. Ondan başka kadınlar da vardır. Eğer onun cariyesine sorarsan o sana doğruyu söyler» demiş. Bunun üzerine Rasûlullah cariyem Berire'yi çağırarak: «Ey Berîre! Seni şüpheye düşüren bir durumla hiç karşılaştın mı?» diye sormuş. Berire:
«Hayır, karşılaşmadım. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim, onun aleyhinde beni düşündürecek hiçbir hadise görmedim. Ancak o genç bir kadındır. Ailesi için yapmış olduğu hamurdan habersiz olarak uyurken, keçi gelip o hamuru yerdi. Ondan gördüğüm budur» dedi. Rasûl-ü Ekrem bunun üzerine çıkıp halk arasında bir hutbe okudu. Bundan haberim olmadı. Evvelâ Allah'a hamd-u senada bulunduktan sonra: «Ey nas! Bazı kimselerin durumu nedir ki ailem hakkında bana eziyet veriyor* lar? Onların aleyhinde hak olmayan şeyler söylüyorlar, Allah'a yemin ederim, ben onlardan hayrdan başkasını bilmedim. Bu iftirayı bir kişi hakkında söylüyorlar ki Allah'a yemin ederim, O'nun da hayırlı olmasından başka bir şey bilmiyorum. O herhangi biriniz gibi evime ancak benimle beraber olarak girer, çıkar» demiş. Hz. Aişe diyor ki:
«Bu fitneyi alevlendiren. Abdullah bin Ubey bin Selul'dü. Onunla beraber Hazreç'ten bazı kimseler ile Kureyş'ten de Mistah ve Cahş'ın kızı Hamne vardı. Hamne'nin kızkardeşi Zeynep binti Cahş Allah Rasûlü'nün zevcesiydi. Peygamberin yanında derece bakımından Zeyneb'den başka benimle boy Ölçüşecek bir hanım yoktu. Ancak Cenab-ı Hak onu îfk Hadisesine karışmaktan korumuştur. O benim hakkımda ancak hayr söylüyordu. Hamne binti Cahş'a gelince, o, kızkardeşin&en dolayı beni kıskanıyor ve dediklerini diyordu. Bu sebeple sekavete dalmıştır.)}
Rasûlullah bu sözü söyledikten sonra Useyd bin Hudeyr (veya Sa'd bin Muaz) ayağa kalkarak: «Ey Allah'ın Rasulü! Eğer bu kişiler Evs kabilesvnden iseler biz senin yerine onlardan hakkını alabiliriz. Eğer bizim. Hazreç'li arkadaşlarımızdan iseler bize emir buyur, Allah'a yemin ederim, onlar boyunları vurulmaya muste-hak olun kimselerdir» dedi. Bu sözlerden sonra Sa'd bin Ubade ayağa kalktı. O bu hadiseden önce de salih bir kişi olarak biliniyordu. Useyd'e; «Yalan söylüyorsun, Allah'a yemin ederim, sen bu sözü bu kişiler Hazreç'ten oldukları için söyledin. Eğer bu kişiler senin kabilenden (Evs'den) olsalardı bu sözü söylemezdin» dedi.
Useyd ona; «Allah'a yemin olsun, asıl sen yalan söylüyorsun. Sen münafıksın ve münafıklar için çalışıyorsun» diye cevap verdi. Bunun üzerine halk birbirlerine hücum etti. Neredeyse bu iki kabile (Evs ile Hacrec) arasında kötü bir hadise olacaktı. Rasûlullah bunun üzerine minberden indi.
Abdullah bin Ubey bin Selul'ün Aişe hakkında yalan uydur, maktaki amacı bir tasla birçok hedefi vurabilmekti. Bir taraftan Rasûlullah'ın ve Hz. Ebubekir'in namusuna en şiddetli bir şekilde halel vermeye kalkışmış oldu, diğer taraftan tslâmî hareketin ahlâki yapısını sarsmayı'denedi. öte yandan İslâm topluluğunun dahilinde öyle bir fitne ateşi yakmaya uğraştı ki neredeyse Evs ile Hazrec kabileleri en kötü bir şekilde birbirlerine düşeceklerdi. İslâm onların ahlâklarından ve hasletlerinden kötülükleri götürme-seydi bu fitne meydana gelecekti.[5]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- Bu, indirmek suretiyle, (ahkâmını) farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt almanız için onda (mânâları) apaçık ayetler indirdik.
2- Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz kırbaç vu run. Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman etmişseniz, Allah'ın dini hususunda sizi o ikisine karşı bir acıma tutmasın. Onların gordükleri cezaya, müminlerden bir grup da şahit olsun!
3- Zina eden bir erkek, zina eden veya putperest olan bir kadınla evlenebilir. Zina yapan bir kadın da ancak zina eden veya putperest olan bir erkek ile evlenebilir. Böyle bir evlenme müminlere haram kılınmıştır.
4- Namuslu kadınları (zina ile) itham ettikleri halde, dört şahit getirmeyen kimselere, seksen kırbaç vurun ve onların şeha detlerini ebediyyen kabul etmeyin. Onlar fasık kimselerdir.
5- Meğer bu kimseler, bundan sonra yaptıklarına (pişman olarak) tevbe edip, hallerini ıslah etsinler! Allah mağfiret ve merhamet sahibidir.
6- Eşlerine zina isnad ettikleri halde, kendilerinden başka şahitleri olmayan kimselerden her birinin şahitliği, Allah adına dört defa yemin ile, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmektir.
7- Beşinci yemini, eğer yalan söyleyenlerdense, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.
8- Kadının, dört defa Allah'ın adına yemin ederek kocasının kesinlikle yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, cezayi kendisinden uzaklaştırır.
9- Beşinci yemini, eğer kocası dojpm söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesidir.
10- Eğer Allah'ın hakkınızda inayeti ve merhameti bıılun- masaydı ve O, tevbeleri kabul eden, hikmet sahibi olmasaydı, (sizi rezil ederdi)![6]
(1) «Bu, indirmek suretiyle (ahkâmım)...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «suretun» kelimesi mukadder bir nıübtedanm haberidir. Yani «Hazihi suretun». «Onu indirdik» cümlesi ile onun üzerine atfolunan cümleler «Şuretun» kelimesinin sıfatı olurlar. Bazılarına göre «Bu bir suredir, biz onu indirdik» cümlesinden kastm, Cenab-ı Hakk'm kullarına nimet vermeye devam etmesi, kendini methedip kullarını da teşvik buyurmasıdır.
«Feradna» fiili «Farz» kökünden gelir. Bu terim esasında katı bir şeyi kesmek, onda etki yapmak demektir. Fakat burada tam bir şekilde yerine getirilmesi icab eden nesne kastedilmektedir. Sanki Cenab-ı Hak «Biz bu surede bulunan ahkâmı kesin bir şekilde vacıb kıldık» buyurmaktadır. Beyzavi muhasşişi Şehab-u Haffaci, haşiyesinde «Onu farz kıldık. Yani tafsil ettik, mufassal bir şekilde beyan ettik demektim diyor. [7]
«Bu surede açıklayıcı ayetler indirdik» cümlesindeki «ayetler» den maksat, farz ahkâmı kapsayan ayetlerdir. Bu ayetlerin açık olmasının mânâsı bunların ahkâma delâlet etmelerinin apaçık oluşu demektir. Yoksa mutlak mânâda açıklamak demek değildir.
Çünkü bu ahkâm ayetleri suredeki birçok ayetin uyduğu ayetlerdir. «Enzelna» fiilinin takrarlanması; «Biz sureyi indirdik» cümlesinden «Açık ayetler indirdik» mânâsı her ne kadar anlaşılıyor-sa da burada açıklanan ayetlerin çok önemli olmalarını göstermek içindir. Muhtemelen bu açık; ayetlerden surenin bütün ayetleri kastedilmiş olsun. O zaman bu ayetlerin mânâsı şöyle olur: «Bu ayetlerde herhangi bir işkal yoktur ki insanı, bazı ayetlerde olduğu gibi tevile muhtaç etsin.»
İmam Fahreddin Razî bu konuda şöyle demektedir: «Cenab-ı Hak, surenin başında ahkâmın ve huducllann bir kısmını ve surenin sonunda da tevhid ayetlerini getirip, delillerini zikretmiştir. O halde, Cenab-ı Hakk'm «Biz onu farz kıldık» sözü, surenin başında açıklanan ahkâma işarettir. «Onda açık ayetler indirdik» sözü ise tevhid delillerini açıklayan ayetlere işarettir. «Öğüt almanız için» cümlesi bu tevilimizi desteklemektedir. Çünkü bu sure gelmezden önce ahkâm malûm değildi ki insanoğlu onları hatırlayıp öğüt alsın. Alusi, Fahreddin Razi'nin bu tevilini güzel bir yorum olarak değerlendirmektedir.
(2) «Zina eden kadın ve erkeğin...» , Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet daha Önce işaret edilen ahkâmın açıklamasına bir giriştir. Ayetin metnindeki «Ez-zâniye» kelimesi mahzuf bir mübte-daya haberdir. Yani bu, size okunacak veya «Faradna» zımnında işaret edilen feraizde asıl, zina eden kadınla zina eden erkeğin hükmüdür.
Bu meselenin kanunî, ahlâki ve tarihî olarak çeşitli boyutları vardır. Açıklanmaya muhtaçtırlar. Onları mufassal bir şekilde açıklamadığımız takdirde bu zamanda herhangi bir kişi bu ilâhî kanım ve bu kanundaki hikmeti ve beşer için maslahatlarına kavra-yamaz. Onun için bunları değişik yönleriyle açıklamak gerekir. [8]
Eski ve yeni şeriatlar zinanın haram olduğunda icma etmişlerdir. Halkın bilmekte olduğu genel zinanın mahiyeti şudur: Zina, 'bir erkek ile bir kadının aralarında meşru bir zevciyet olmadığı halde cinsî ilişkide bulunmasıdır. Bu fiilin ahlâkî yönden rezil bir fiil olduğu, din bakımından haram olduğu, günah olduğu, içtimai yönden de bir leke, bir ar olduğu konusunda tüm sosyal sistemler görüş birliği içindedir. Beşerî içtimai kaideler tâ tarihin eski zamanlarından bugüne kadar onun haram ve pis bir şey olduğunu ittifakla beyan etmektedirler. Bu güne kadar bu hükümde akıllanm başkasının neva ve şehvetlerine tâbi kılan az bir grup müstesna hiç kimse bu hususa muhalefet etmemiştir. Bu beynelmilel birîiğin nedeni şudur: İnsan fıtratı bizzat zinanın haram olduğuna şehadet eder. İnsan nevinin bekası, insan medeniyetinin hakim olması gerektirir ki kadın ve erkeğin sadece nefsî şehvetlerini yerine getirmek için istedikleri zaman biraraya gelme, sonra da istedikleri zaman ayrılma hürriyeti olmasın. Her erkek ve kadın arasındaki bağ, ahde vefa gösterme (sadakat) temeli üzerine dayanmalıdır. Bununla beraber toplumun sosyal yapısı da buna müsait olmalıdır. Bu durum olmaksızın ne gelişme ne de insan neslinin bekası bir gün dahi mümkün değildir. Çünkü bir çocuk hayatı için ve erginleştiği güne kadar insana muhtaçtır. Uzun seneler onu terbiye etmek, anne-babanın varlığını gerektirir. Kadın tek başına çocuğu bu şekilde eğitemez ve bu raddeye getiremez. Ancak bu vazifede erkek kendisine yardımcı olursa buna muvaffak olabilir. Yani çocuğu meydana getirmesine sebep olan erkek (meşru kocası) yardım ederse ancak bu iş yürür. [9]
Zinanın cezayı gerektirici bir suç olup olmadığı hususunda değişik görüşler vardır. Kanun ve şeriatların zinanın haram olduğunda ittifak etmesinden sonra onların aralarındaki hilaf meselesine gelince, o da şudur: Zina bir suçtur ve kanun nazarında cezayı gerektirir. İnsan fıtratına yakın olan sosyal sistemler şu güne kadar erkekle kadın arasında meşru olmayan alâkayı zina sayar ve haddi zatında bu suç için şiddetli cezalar öngörürler. Fakat bunların zinaya karşı olan tutumları yavaş yavaş yumuşamaktadır ve medeniyetin pislikleri bu toplumları durmadan yıkmaktadır. Bu konuda ilk taviz evliler arasındaki yasadışı ilişkiyi, bekârlar arasındaki ilişkiden (zinadan) ayırmış olmalarıdır. İlki, ceza gerektirici bir suç olarak değerlendirilirken, ikincisi basit bir suç olarak ele alınmıştır. Bunun cezayı gerektiren bir suç olmasına itibar etmemişlerdir. Ancak evli hanımlarla yapılan zinayı suç saymışlardır. Zinanın tarifi onlara göre herhangi bir kişinin ister bakire ister evli olsun, kimsenin hanımı olmayan bir kadınla zina etmesidir. Görüldüğü gibi burada kişinin zinadaki durumu nazarı itibara alınmaz, ancak kadının durumu dikkate alınır. Kadın herhangi bir kimsenin nikâhında olmadıktan sonra onun cinsî ilişkide bulunması katıksız zina kabul edilmiştir. Onunla bu ilişkiyi kuran erkek ister evli olsun, isterse olmasın, bu hatanın cezası Mısır'ın eski kanunlarında Babil, Asur ve Hind kavimlerinde çok hafif idi. Bu kaideyi Yunanlılar, Romalılar da almışlardı. Sonraki zamanlarda yahudiler de bundan etkilenmişlerdi. Zira Kitab-ı Mu-kaddes'te yahudiler için bu, kişiye malî bir ceza getiren bir hata. olarak kabul edilmiştir. Zira Çıkış kitabında şöyle denilmektedir: «Bir kişi evlenmemiş bir bakireyle zina ederse ona mehir verecek ve onu kendîsiTie zevce olarak kabul edecektir. Eğer babası kızı ona vermeye razı değilse, o vakit babasına bakire kız mehiri gibi gümüş paradan tartıp verecektir,» (22 : 16-17) Evet, bu tür kanun, ların hepsinde, zina başkasının hanmuyla (yani evli bir kadınla) yapılırsa bahis konusudur.
îslâm, bahsi geçen bütün bu kanunların aksine zinayı zina olmak hasebiyle cezayı gerektiren bir suç olarak kabul ediyor. Eğer bu suç evli bir erkek veya evli bir kadın arasında işlenirse o vakit cezası İslâmî sistemde daha şiddetli olur. Yani bu ceza, o kimsenin ahdine muhalif hareket etmiş veya başkasının yatağına girmiş olduğundan kaynaklanıyor değildir. O, şehvetin giderilmesi için meşru olmayan bir yola girdiği esası üzerine bina edilmiştir. Halbuki kişi bu şehvetini meşru yollardan giderebilir. İslâm, zinaya şu açıdan bakıyor: Eğer diledikleri zaman zina edebileceklerine dair insanların önüne bir kapı açılırsa insan nevinin temeli kazınır ve medeniyet de onunla beraber gider.
Zinanın fasid. zararlarından toplumu korumak için İslâm'da ıslah edici ve koruyucu tedbirler vardır. îslâm insan topluluğunu zina tehlikesinden korumak için sırf kanuni tazirin silahına dayanmamaktadır. Aksine, İslâm islahî tedbirler getirir ve geniş bir şekilde koruyucu sistemler tavsiye eder. Bu kanuni tazir toplumun temizlenmesi için son bir vasıtadır. Bundan gaye, insanlar başıboş kalsm da zina etsinler, gece gündüz onlara bu hatayı yapsınlar diye tuzaklar kurulsun demek değildir. Aksine bu koruyucu kanundan maksat, bu suçun önüne tam manasıyla bir sed konulsun, halkın üzerine hadlerin tatbikine kadar durum ilerlemesin. Onun için îslâm insan nefsinin İslahına önem verir. Her şeyden Önce onun kalbini Allah korkusuyla tamir eder. Kıyamet Günü'ndeki mesuliyetini ona hatırlatır. Öyle bir mesuliyet ki hiç kimse herhangi bir hile ile ondan kurtulamaz. Onda Allah ve Rasûlü'ne itaat duygusunu geliştirir. Ki bu meyil imanın gereklerindendir. Sonra onu uyarır ve daima zina ve fahişeliğin Ahiret'te elem verici azabı gerektiren günahlardan olduğuna dikkatini çeker. Bu konu Kur'an-ı Ha-kîm'in birçok ayetinde tekrarlanmıştır. Evlenme ve zina hakkındaki hükümler Bakara, Nisa, Nur ve Talâk Sureleri'nde bulunmaktadır. (Bu ayet ile ilgili olarak İslâm Hukuku'nun zina hakkındaki hükmü ve İslâm alimlerinin bu konudaki kanaatleri Mevlânâ Mev-dudî tarafından, gerek «Tefhim'ul-Kur'an» adlı tefsirinde gereksenTefsiru Suret'in-'Nur» adlı müstakil eserinde ayrıntılarıyla işlenmiştir. Ayrıntılı bilgi için bu eserlere başvurulabilir).
Bu ayette dikkat edilecek bazı noktalar vardır:
1- Allah'ın dinini ikame etmek sadece namaz kılmaktan İbaret değildir. Kur'an'ı ikame etmek demektir.
2- «AUah'ın dini hususunda onlara karşı şefkat göstermeyin» cümlesi şu hadisle izah edilmiştir: «Kıyamet Günü'nde cezadan, bir kamçıyı dahi eksik tatbik eden bir idareci getirilir ve kendisine bunu niçin yaptığı sorulur. O da «Senin kullarına merhamet olsun diye» der. Bunun üzerine ona denilir ki: «Sen onlar hakkında benden daha mı merhametli idin?» Böylece ateşe götürülmesi emredilir. Daha sonra cezadan bir sopa daha fazla atan bir kimse getirilir ve «Bu fazlalığı niçin yaptın?» diye sorulur. O da «Sana karşı gelmekten vazgeçsinler diye» cevabını verir. Cenab-ı Hak ona «Onlar hakkında benden daha mı güzel, hüküm verdin?» der ve ateşe götürülmesi emredilir.
Bir sopa fazla veya eksik vuranın cezası bu ise, ahkâma dalıp, menfaatleri için canilerin mertebelerine göre fazlalık veya eksiklik yapanların hükmü ne olacaktır? Bu konuda Aişe validemiz şu hadisi rivayet ediyor:
«Allah'ın RasûlÜ bir gün hutbede: «Ey nas! Sizden önce helak olanlar ancak şundan dolayı helak olmuşlardır: Onların içinde soylu bir kimse hırsızlık yaptığında onu cezasız bırakırlardı. Zayıf kimsesiz bir kimse yaptığında ona had tatbik ederlerdi» demiştir.» (Buhari ve Müslim)
Başka bir hadiste, «Yeryüzünde tatbik edilen bir had, yeryüzü insanları için kırk gün sabahleyin yağan yağmurdan daha hayırlıdır» denilmektedir (Nesei ve İbn Mace).
«Onların azaplarında (yani had tatbik edildiğinde) müminlerden bir grup bulunsun» cümlesi, haddin alenen tatbik edilmesinin gerekli olduğunu ifade eder. Onların bulunmaları, bir taraftan cinayet işleyen kişinin rezil olması, bir taraf tan da halkın ibret alması içindir. Bu tür haberler bize İslâm'da hadlerin ikamesinin üç ana sebebi olduğunu bildirmektedir:
a) Suçlu başkasının hududuna tecavüz ettiğinden ve Allah'a karşı geldiğinden ötürü cezalandırılır.
b) Suçu bir daha işlememesi için cezalandırılır.
c) Kalplerinde kötülük bulunan toplumun bazı kesimlerinde bu, ibret ve zihinlerdeki yaralan ameliye mesabesine girsin ki onlar gelecekte böyle bir suç işlemeye cesaret etmesinler.
(3) «Zina eden bir erkek, zina eden...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin mânâsı şudur: Zina eden bir erkek tevbe etmedikçe ona ancak daha önce zina etmiş veya müşrik bir kadın uygundur. Ona imanlı, salih bir kadın hiçbir zaman uygun değildir İmanlı kimselere, kızlarım - zina ettiği bilinen erkeklere vermeie-ri uygun düşmez ve caiz de değildir. Zina eden bir kadına- tevbe etmedikçe uygun bir kişi varsa o, zina eden veya müşrik bir kişidir. Zina eden bir erkeğe iman eden ve salih amel işleyen, namuslu bir kadın hiçbir zaman lâyık değildir. Bu ayetteki hüküm, zina adetlerinden vazgeçmeyen ve tevbe etmeyen,.zina eden erkekler ve kadınlar içindir. Zinadan tevbe edenlere, nefislerini islâh edenlere gelince, bu hüküm onları kapsamamaktadır. Çünkü bu safat tevbeden sonra onlarda kalmaz.
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki zina eden bir erkek ancak bir zaniye ile, zani bir erkek de ancak zina eden bir kadınla evlenebilir. İmam Ahmed, «Zina eden bir erkek iffetli bir kadınla, zina eden bir kadın da iffetli bir erkekle asla nikâhlanartıaz. Nikahlan aJcdolunamaz» demiştir. Fakat sahih görüş bu ayetin mümin kimselerin zina eden kimselerle evlenmek suretiyle ilişki kurmasını nehyetmesidir. Yoksa ayet, böyle bir erkekle mümin bir kadının veya böyle bir kadınla mümin bir erkeğin nikâhlanması halinde, İslâm'ın nazarında bu nikâhın geçerli olmayacağı anlamına gelmez. Allah'ın Rasûlü bu hususta genel bir kaideyi şöyle izah etmektedir: «Haram herhangi bir helâli haram kılmaz.» (Taberanî ve Darekutnî). Yani meşru olmayan bir fiil, meşru olan bir fiili gayri meşru kılamaz. Meselâ daha Önce zina eden bir erkek iffetli bir kadınla evlenirse bu nikâh daha Önceki zinası sebebiyle gayri meşru sayılmaz. Bu kaideyi kavradıktan sonra görülecektir ki ayet ile alenen zina eden, toplumda bu fiili işlemek suretiyle yaşayanlar kastedilmektedir. Onlara meyletmek ve nikâhla onlarla bağlanmak ancak bir günah olur ki iman ehlinin bu günahtan sakınması vaciptir. Çünkü bu, facir kimseleri suça teşvik etmektedir. Zira Allah'ın sistemi onları toplum içerisinde insanların tiksindiği çirkin bir unsur kılmaktadır. Böylece ayetin mânâsı, zina eden bir müslü-man erkeğin müşrik bir kadınla veya zina eden müslüman bir kadının müşrik bir erkekle nikâhlanmalarının sahih olduğu değildir. Ayetin mânâsı, zina Öyle şeni bir fiildir ki müslüman olmakla beraber bir kimse bunu işlerse ona en salih ve iffetli insanlarla bağ kurmak değil, ancak kendisine benzeyen zaniler ve facîrlerle veya İslâm'ın hiçbir hükmüne inanmayan müşriklerle ilişki kurması uygundur şeklindedir. Yani Cenab-ı Hak burada zina eden erkeğin müşrik kadınla evlenmesine veya zina eden kadının müşrik erkekle evlenmesine izin veriyor değildir. Aksine bu ifade üe zinanın çirkinliği sergilenmek isteniyor.
Bu ayetin mânâsını açığa çıkaran bazı hadisler şöyledir: «Abdullah bin Amr bin As'tan geliyor: «Bir kadın vardı. Ona Ümmü Mehzul deniliyordu. Kadının sanatı zinaydı. Allah Rasûlü' nün tanıdıklarından bir kişi onunla evlenmek istedi. Kadın «Bana nafaka verirsen seninle evlenirim» şartını ileri sürdü. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti nazil etti» (Hadisi, Nesei ve Ahmed rivayet etmiştir).
Amr bin Şuayb babasından, babası da babasından şu hadisi rivayet ediyorlar: «Mersed bin Ebi Mersed'il-Canevi adlı bir kişi Mekke'den esirleri alıyor, Medine'ye getiriyordu. Mekke'de İnak adlı bir zâni kadın vardı. Cahiliyette bu kadınla Mersed birbirlerine aşıktı, dost idiler. Mersed, Mekke'den getirmek üzere bir esire söz vermişti. «Mekke'ye mehtaplı bir gecede girdim» diyor. Duvarlardan birisinin gölgesine vardım. Bu esnada înak denilen o kadın geldi. Benim gölgemi duvarın altında görünce yanıma vardı ve beni tanıdı: «Sen Mersed misin?» dedi. Ben de «Evet, ben Mersed'im» dedim. İnak: «Merhaba! Haydi gel de bu gece bizim yanımızda sabahla» dedi. Ben: «Ey İnak! Cenab-ı Hak zinayı haram kıldı» dedim. înak da benden ümidini kestiğinde Mekke'lilere şöyle seslendi: «Ey çadır halkı! Bu kişi gelmiş sizin esirlerinizi götürüyor» dedi. Bunun üzerine sekiz kişi beni kovalamaya başladı. Bir bostana girdim. Oradaki bir mağaraya sığındım. Onlar gelip başımın üzerinde durdular. Çiş ettiler. Sidikleri başımın üzerine dökülüyordu. Fakat Cenab-ı Hak onların gözünü kör etmişti ki beni göremiyorlardı. Sonra onlar dönüp gittiler. Ben de söz verdiğim kişiye vardım ve onu aldım. Kendisi ağır bir kişi idi. Onu el-İs-ğar denilen yere kadar götürdüm. Orada iplerini çözdüm. Onu bazen sırtıma alıyordum, o da bana yardım ediyordu. Böylece O'nu Medine'ye getirdim. Allah'ın Rasûlü'ne vardım ve, «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben înak'ı nikâh edeceğim» dedim. Hz. Peygamber herhangi bir şekilde cevap vermedi. Bu ayet ininceye kadar sesini çıkarmadı. Bu ayet indikten sonra Rasûl-ü Ekrem: «Ey Mersed! Zina eden bir erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh ede* bilir. Sen İnak'ı nikâhlayamazsın, buyurdu» (Tirmizi, Ebu Davud ve Nesei).
Gerek Abdullah bin Ömer'den gerekse Ammar bin Yasir'den çeşitli rivayetlerle Rasûlullah'ın İmam Ahmed, Nesei, Ebu Davud et-Tayalisi tarafından şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: «Hanu minin zina ettiğini bilen, buna rağmen ondan ayrılmayan deyyus cennete giremeyecektir.»
Ashabın büyükleri olan Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer, zina eden bir erkekle bir kadın kendilerine getirildiğinde, ikisi de bakire ise kendilerine sopa cezası tatbik ederlerdi. Sonra da onları evlendi-rirlerdi,
Bu ayetin mensuh olduğu Mücahid'den rivayet edilmiştir.
İmam Şafü, «El-Umm» adlı eserinde bu ayetin neshedildiğini ve tefsircilerin bu ayet hakkında açık bir ihtilafa düştüklerini kaydediyor. Ve devamla, «Bazı kimselere göre bu ayet geneldir. Fakat neshedilmiştir» diyor.»
Said bin Museyyeb bu ayetin mensuh olduğunu söylemiştir.
Zina eden bir kadın, müslümanlarm evli olmayan kadınlarındandır. Kitap ve sünnetin bu yorumdan başkalarının fasid olduğuna delâletleri açıktır. Ancak bu görüşe «Eğer durum böyle ise müşrik bir kişinin zina eden müslüman bir kadınla evlenmesini helâl kılar» şeklinde itiraz edilmiştir. Cevap olarak deriz ki, bir kâfirin müslüman bir kadınla evlenmesi hicretten önce ve hicretten sonra 6. seneye kadar helâldi. Altıncı senede Hudeybiye Musa-lahası'ndan sonra müslüman kadınların kâfirlerle evlenmesinin haram olduğuna hükmeden ayet indi. Nitekim Allame Ebu Hacer el-Heytemi de bunu kabul etmektedir. Rasûlullah'ın peygamber olmazdan önce kızı Zeyneb'i Ebu'l-As bin Rebi ile evlendirdiği sahih bir rivayettir. Rasûlullah peygamber olduktan sonra hicret etti. Hz. Zeyneb de peygamberle beraber hicret etti. Aynı zamanda Ebul-As'ın nikâhındaydı ve bu zat o zaman mümin değildi. Durum hicretin 6. senesine kadar böyleydi. Tahrim ayeti nazil olduktan az bir zaman sonra Medine'ye gelerek iman etti. Rasûlullah da Hz. Zeyneb'i birinci nikâhla ona tekraren iade etti. Muhtemelen bu ayet indiği zaman müslüman bir kadının kâfir bir erkekle evlenmesi helâldi ve bu da hicretin 6. senesinden önceydi. Sonra nes-hedildi.
Hasan Basri «Zina eden bir kişinin iffetli bir kadınla evlenmesinin haram olması ancak zina haddini çeken bir erkek için bahis konusudur» der. İffetli bir erkekle zina eden bir kadının nikâhının haram olması da aynen böyledir. Yani kadın haddi zinayı çekmiş-se afif bir erkekle evlenmesi haram olur. Hasan Basri'nin nezdin-de haddi zinayı çeken bir erkek ancak haddi zinayı çeken bir kadınla evlenebilir. Haddi zinayı çeken bir kadınla ancak haddi çeken bir erkek evlenebilir. Hasan Basri'nin bu yorumu bazı hadislere uygun düşmektedir. Zira Ebu Davud, Îbn'ul-Munzir ve cemaa Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyorlar: «Haddi zinayı işleyen bir kimse ancak benzeri bir kadınla evlenebilir.»
Said bin Mansur ile İbn'ul-Munzir şöyle rivayet ediyorlar: «Bir kişi bir hanımla evlendi. Sonra o kişi zina etti ve kendisine haddi zina tatbik edildi. Bu kişiyi Hz. Ali'ye getirdiler. Hz. Ali onunla ha-nımının arasındaki nikâhı feshetmeye hükmetti. Ona: «Sen ancak senin gibi zina haddini çeken bir kadınla evlenebilirsin» dedi.»
îbn Mesud ve Berra bin Azib diyorlar ki: «Bir kadınla zina eden bir kimse, artık hiçbir saman o kadınla evlenemez.»
Sahabîlerden Ebubekir Siddık, İbn Ömer ve İbn Abbas, Tabiinden de Cabir ve diğer imamlar bunun tam aksini iddia ediyorlar. Delil olarak da Taberani ve Darekutni'nin Hz. Aişe'den rivayet ettiği şu hadise dayanmaktadırlar: «Rasûlullah'tan, bir kadınla zina eden bir kimsenin o kadınla evlenmek istemesinin doğru olup ol-
madiği soruldu. Hz. Peygamber: «Haram herhangi bir helâli haram kılmaz» buyurdu. [10]
(4-5) «Namuslu kadınları (zina ile) itham...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Cenab-ı Hak daha önceki ayette zina edenin hükmünü beyan ettikten sonra başkasına zina isnad edenin hükmünü açıklamaya başlamıştır. Ayetin sebebi nüzulü Buhari'nin Sahih'inde yer aldı-gına göre üveymir adlı kişinin hanımıdır.
Said bin Cübeyr «Bu ayet îfk Hadisesi hakkında nazil olmuştur» der. Ve bu ayetteki «atmak» mânâsına gelen «remy» küfretmekten kinayedir. Yani dil yarası el yarası gibidir. Buradaki küfretmekten maksat, başkasına zina nisbet etmektir. Zira bu ayet zina edenlerin hükmünü beyan eden ayetlerin arkasında gelmektedir.
El-Muhsenat'tan maksat, zinadan nezih olan kadınlar demektir. Bu da buradaki ithamın zina ithamı olduğuna delildir.
Bazıları, «Dört şahidin getirilmesi şartı buradaki ithamın zina ithamı olduğuna delâlet eder» demişlerdir.
Bu ayet, ithamdan zina ithamının kastedildiğine bir karinedir. Zira zinadan başka dört şahide tevakkuf eden hiçbir hüküm yoktur. Bu ayetteki «ihsan» sıfatı ancak zinadan afif olması ile hür, baliğ, akıllı ve müslüman olmasıyla tahakkuk eder. Ebu Bekir er-Razi «Fakihler arasında bu konuda herhangi bir ihtilafa rastlamadık» demiştir.
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki iftiraya uğrayan kadın, iftira cezasının iftira atana tatbikini istemese dahi kendisine ceza haddi tatbik edilecektir. İbn Ebi Leyla böyle demiştir. Ebu Hanife ve arkadaşları, İmam Evzai ve İmam Şafii «Ancak iftiraya uğrayan kadın davacı olursa iftiracıya had vurulur» demişlerdir. Ayetin zahiri şudur ki, bu iftirayı atan isterse hür veya köle olsun seksen değnek olan iftira cezasını çekecektir. Abdullah bin Mesud böyle söylemiştir. Evzai ve imamların cumhuru «Köleye seksen değil, onun yarısı olan îctrk değnek tatbik edilir» demişlerdir. Diğer imamlara göre kazf cezası tatbik edilirken zina iftirasında bulunan kimsenin elbiseleri çıkarılmaz. Çünkü bu cezanın sebebi yalandan başkasını zinaya nisbet etmektir. Fakat bu nisbet doğru da olabilir, ancak kişi bunu ispat etmekten acizdir. Lâkin vurmanın acısını duymaya mani olan kalın elbiseler çıkarılır.
İmam Şafii ve Ebu Yusuf'a göre iftiraya uğrayan bir kimse iftiracıyı affederse ceza düşer. Bir kişiye birçok defa zina iftirası atıldığı veya bir cemaate «Siz zinacısımz» denildiği zaman yahut da «Ey Zeyd, ey Ali, ey Beşir, sen zinacısın» denildiği zaman bu söyleyene yalnız bir had tatbik edilir. Bir kişiye zina iftirası atan kimse, bunun cezasını çektikten sonra aynı kişiye yine zina iftirası atarsa had tatbik edilemez. Çünkü Ebu Bekre, Muğire hakkında şahitlik yaptığında Hz. Ömer ona had tatbik etti. Ondan sonra her yerde «Ben şehadet ederim ki Muğire zina etmiştir» deyip duruyordu. Hz. Ömer ona ikinci kez ceza tatbik etmek istedi. Hz. Ali buna mani oldu. Delil neticesinde Hz. Ömer, Hz. Ali'nin sözüne döndü. Böylece sahabe icmaı meydana gelmiş oldu.
«Hayatları boyunca onların şahitliklerini kabul etmeyin» cümlesi «Onlara had tatbik edin» cümlesine atıftır ve onun tamamla-yıcısıdır. Yani onları iftira cezasına çarptırın ve şehadetlerini kabul etmeyin. İşte o taatten uzak bulunan ve hududu aşmakta doruk noktaya çıkan, şer ve fesadette ilerledikçe ilerleyen kimseler fasıkların ta kendisidirler. Yani fısk vasfına herkesten daha fazla müstehak olmuşlardır. Zahire hükmeden şeriat nezdinde bunlar fasıktırlar. Sırların alimi olan Cenab-ı Hak katında ve hakikatte belki de böyle değildirler. Çünkü doğru olmaları muhtemeldir. Ama buna rağmen şahitler getirip suçu ispattan aciz kalmışlardır. [11]
Bazı alimlere göre kazf büyük günahlardandır. Kazıf doğru olsa da şahitleri olmadığı takdirde büyük günah işlemiş olur. Çünkü müslümanm iffetini zedelemiş olmaktadır. Dinleyenleri onun hakkında şüpheye düşürür. Aynı zamanda ortada dinî bir maslahat da yoktur. Halbuki müminlerin namusunu korumak Cenab-ı Hakk'm ermindendir.
Taberani, Vaile'den şu hadisi rivayet ediyor: «Hz. Peygamber, «Bir zımmîye kazıfta bulunan bir kimse Kıyamet Günü'nde ateşten sopalarla ceza görecektir» demiştir. [12]
Kazf bazen küfür olur. Hz. Aişe'ye zina isnad edilmesi gibi. Kişi bunu ister açıkça söylesin, isterse gizlice. İster Cenab-ı Hak tarafından Hz. Aişe'nin beraat ettiği konularda, isterse başka konularda olsun, ona zina isnadında bulunmak küfü rdür. Rasûlullah' in diğer hanımları hakkında da durum böyledir. Hz. Meryem için de durum böyledir. Kazf'm bir kısmı vardır ki büyük günahtır, fakat küfür değildir. Bunun misali açıktır. Diğer bir kısmı vardır ki küçük günahtır. Bir cariyeye veya küçük bir kıza kazf yapmak gibi. Kazfın bir kısmı vardır ki vacibtir. Meselâ kanı masum olan bir müslüman aleyhinde b ir şahit, o müslütnanin şehadeti kabul edildiği takdirde o müslümanı Öldürtecek şekilde şehadette bulunursa ve bu şehadetinde yalancı olduğu bilinirse o şahide zina iftirası atmak vacib olur ki şehadeti reddedilsin ve o müslüman katledilmekten korunsun. Kazfın bir kısmı vardır ki sünnettir. Meselâ vacib olan kazfın maslahatından az bir maslahat üzerine te-rettüb eden bir kazf sünnettir. [13]
Cenab-ı Hakk'm «Ancak ondan sonra tevbe eden ve ıslah edenler müstesnadır» ayetine gelince, tevbe edenlerden maksat, sözlerinden dönenler ve yaptıklarından ötürü pişman olanlardır. Bunlar fasıklar zümresinden çıkmış olurlar. O korkunç gün ahı işledikten sonra iftira ettikleri insandan helâllik istemek suretiyle amellerini ıslah edenler fasıklar zümresinden istisna edilmişlerdir. Ayetteki umum gerektiriyor ki ister dinî meselelerde, isterse başka meselelerde olsun, had yiyen kimselerin şehadetleri kabul edilmez. Bazı rivayetlerde «Dinî konularda şehadetleri kabul edilmez» demişlerdir. Çünkü onlar böyle bir şahitliği şahitlik değil de rivayet ve haber şeklinde kabul etmektedirler. Zira çok kimse vardır ki şahitliği reddedilir fakat rivayeti kabul edilir. İmam Şafii «Had yiyen bir kimse tevbe ettikten sonra şahitliği kabul -edilir» diyor. Ve İmam Şafii'ye göre buradaki tevbeden maksat, zina is-nad etmekte kendisinin yalan söylediğini ikrar etmek demektir. İmam Malik ve İmam Ahmed de böyle söylemişlerdir. Bu hüküm aynı zamanda Ömer bin Abdulaziz, Tavus, Mücahid, Şa*bi, Zühri, Muharib, Şureyh, Muaviye bin Kırre, İkrime ve Said bin Cübeyr' den de rivayet edilmektedir.
Hasan Basri, İbn Şirin, Said bin Museyyeb,, Said bin Cübeyr de Ebu-Hanife'nin dediği gibi demişlerdir. Yani onlara göre de had vurulan bir kimsenin şahitliği kabul edilmez, velev ki tevbe ederse. İmam Suyuti, Ed-Durr'ul-Mensur'da bunları söylüyor. Sahih-i Buharı de Hz. Ömer'in Ebu Bekre'yi, Şibl bin Mabedi ve Nafi'i Muğire'ye zina isnadında bulundukları için had cezası verdiği, sonra da tevbe etmelerini isteyip, «Kim tevbe ederse onun şahitliği kabul edilecektir» diye buyurduğu bildirilmektedir.
Alusi, Ruh'ul-Meani'de «İnceleme yapan bir kimse görür ki fakihlerin çoğu İmam Şafii'nin görüşündedirler» der. Tabiin fakih-lerinin İmam Şafii'nin görüşü üzerinde ittifakları olduğuna dair iddia sahih değildir. Allah hakikati daha iyi bilir. [14]
(6-10) «Eşlerine zina isnad ettikleri halde...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetler ya Hilâl bin Ümeyye veya Uveymir bin Nasr hakkında nazil olmuştur. Bu ayetler fıkıhta «Lian» denilen lânetleşme hükmünü getirmektedir. Özel olarak niçin hanımlara nisbet edildiğinin açıklamasını yaparlar. Bu ayetler aynı zamanda muhsena-tın (iffetli ve namuslu evli kadınların) umumunu tahsis etmesini neshetmektedir. Sahabîler bu ayet inmezden önce «Yabancı bir kadına zina nisbet etmekle hanımına zina nisbet etmek eşittir); diyorlardı. Zira Ebu Davud ve cemaa îbn Abbas'tan şöyle rivayet edi-
yorlar:
«Evli ve iffetli hanımlara zina nisbet edenler...» ayeti nazil olduğu zaman ensann önderi olan Sa'd b. Ubâde «Ey Allah'ın Rasû-W. Ayet böyle mi nazil olmuştur?» diye hayretini izhar ederek sordu. Hz. Peygamber: «Ey ensar topluluğu! Siz önderinizin dediğini işitmiyor musunuz?» deyince Ensar: «Ey Allah'ın Rasûlü! Onu kınama. O çok kıskanç bir kişidir. Allah'a yemin ederiz, o bakire olmayan kadınla evlenmezdi. Herhangi bir kadım boşadığında hiç birimiz onun korkusundan o hanımla evlenemezdik» dediler. Sa'd: «Ey Allah'ın Rasûtii! Allah'a yemin olsun bunun hak olduğunu ve Allah katından geldiğini biliyordum. Fakat ben hayret içerisindeyim. Eğer bir kadının bacakları arasında oturan bir kişiyi görürsem, gidip dört şahit getirinceye kadar ne onun keyfini bozarım, ne de ona karşı herhangi bir harekette bulunurum. Allah'a yemin ederim, ben o dört şahidi getirinceye kadar o adam işini bitirir, kalkar» dedi. (Ravi der ki): «Onlar bu hâl içinde biraz kaldıktan sonra Hilâl bin Ümeyye, Rasûlullah'a geldi. Bu zat Tebük Seferi'n-den geri kalmış ve tevbeleri kabul edilmiş üç kişiden birisiydi. Ra-sûlullah'ın yanına gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü! Akşam evime vardığımda ailem (Havle binti Asım'ın yanında bir kişi (Şehid bin Şahma) buldum. Gözümle bu işi gördüm, kulağımla bunu işittim)}' dedi ve Rasûl-ü Ekrem onun getirdiği haberden rahatsız oldu. Bu durum Hz. Peygamber'e gayet ağır gelmişti. Ensar biraraya gelerek: «Biz Sa'd bin übâde'nin demin getirdiğiyle müptela olduk. Rasûl-ü Ekrem, Hilâl bin Ümeyye'ye iftira cezasını tatbik edecek ve müslümanlar arasında onun şahitliği iptal olunacaktır» dediler. Bu sözü dinleyen Hilâl: «Allah'a yemin ederim, Allah'ın bana bir çıkış yolu kılacağı ümidindeyim» dedi. Ve: «Ey Allah'ın Rasûlü! Getirdiğim haberden dolayı sana ağır gelen şeyi görmekteyim. Yemin olsun, Rabbim benim doğru olduğumu biliyor» diye sözünü bitirdi. Allah'ın Rasûlü, Hilâl'in kazf cezasına çarptırılmasını söylemeyi irade ettiğinde bu ayet Rasûlullah'a inzal olundu. Ayet Rasûlullah'a geldiğinde sahabe durumu biliyordu. Çünkü bu durumda onun derisi diken diken olurdu. Böyle bir durumda vahy bitinceye kadar sahabe Rasûlullah'tan bir şey sormamaya dikkat ederlerdi. O sırada işte bu ayetler nazil oldu. Böylece Rasûlullah'm üzerinden vahyin ağırlığı geçince: «Ey Hilâl! Müjdelen. Rabbimden bunu ben umuyordum. îşte bu ayet geldim dedi. Rasûlullah: «Gidin, Hilâl'in hanımını getirin» dedi. Hanım geldi. Bu ayeti Rasûlullah hem Hilâl'e, hem de hanımına okudu. Ve onlara vaz-u nasihat etti. Ahiret azabının dünya azabından daha şiddetli olduğunu söyledi. Hilâl: «Ey Allah'ın Rasûlü! Yemin olsun ben onun hakkında doğruyu söyledim» dedi. Kadın: «Yalan söyledi» dedi. Allah'ın Rasûlü de: «O halde aranızda lanetlesin» diye emretti.
Bu hadisten ve Buhari, Tirmizi ve İbn Mace'nin rivayet ettikleri diğer hadisten, Hilâl'in meselesinin bu ayetlerin sebebi nüzulü olduğu anlaşılmaktadır. Bazıları «Bu ayet Asım bin Adiy hakkında nazil olmuştur» demişlerse de, Sahih-i Buhari'de ayetin Uveymir bin Nasr hakkında nazil olduğu hususu yer almaktadır. Hatta Süheyli «Bu daha sahihtir ve diğer yorumlar yanlıştır» demiştir. Fakat El-Bahr'da yer aldığına göre bu ayetin sebebi nüzulü Hilâl meselesidir ve bu ayet Uveymir meselesi vuku bulmazdan önce inmiştir.
Ebu Ya'la, İbn Merduveyh, Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar: «İslâm'da ilk lian Hilâl bin Ümeyye ile hanımı arasındaki Handır.»
Eğer kendilerinden başka şahitleri yoksa (yani dört şahitten mahrum iseler) her biri dört defa doğrulardan olduğuna dair Allah adına yemin edecektir. Yani hanımına nisbet ettiği zina hususunda 'doğru olduğuna dair Allah'a yemin edecektir. Beşinci şeha-deUeri ise, hanımına zina nisbet ettiği konuda yalancılardan ise Allah'ın lanetinin üzerine olmasını dileyecektir. Kadın da azabı nefsinden uzaklaştırmak için kocasının yalancı olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit kılacaktır. Beşincisinde «Eğer kocam doğru söyleyenlerden ise Allah'ın laneti üzerime olsun» diyecektir. Yani kocam bana isnad ettiği zina hususunda yalancılardandır. Bu ayetin inişinden sonra Rasûlullah'a getirilen hadiseler mufassal bir şekilde hadis kitaplarında yer almıştır ve lian hükmünün kaynağı işte bu hadislerdir, tafsilatıyla beraber bunu açıklarlar. [15]
Hilâl bin Umeyye'nin hadisesi Kütüb-ü Sitte'de, İmam Ahmed' in Müsned'inde, İbn Cerir Taberi'nin tefsirinde İbn Abbas'tan, Enes bin Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir:
«Hilal bin Umeyye ve hanımı bu ayet nazil olduktan sonra Rasulullah'in huzuruna getirildiler. Hz. Peygamber ayeti onlara okudu ve daha önce naklettiğimiz gibi vaz-u nasihatta bulundu. Fakat ikisi lânetleşmeye karar verdiler. Hilâl dört defa Allah'ı şahit tutarak doğrulardan olduğunu söyledi. Beşincide Rasûl-ü Ekrem ona; «Ey Hilâl! Allah'tan k ork, dünya azabı Ahiret azabından daha kolaydır» dedi. Ve birkaç defa ikisine de: «Cenab-ı Hak birinizin yalancı olduğunu biliyor. Sizden hanginiz tevbe etmek istiyor?» diye sordu. Hilâl: «Allah'a yemin ederim, Allah bundan dolayı bana azap vermez. Nitekim benden haddi kaldırdığı gibi» dedi. Beşincide ise «Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti üzerimde olsun» diye ilâve etti. Sonra hanımına: «Sen de dört defa Allah'ı şahit tutarak Hilâl'in yalancılardan olduğunu söyle» dedi. Beşinci şehadetin zamanı gelince, Rasûlullah kadına: «Allah'tan kork! Ahiret azabı dünya azabından daha şiddetlidir» dedi. Kadın bir müddet kekeleyip durdu. Neredeyse zinayı ikrar edecekti. Sonra: «Allah'a yemin ederim, kavmimi rezil etmem» dedi. Sonra da beşincide: «Allah'ın gazabı benim üzerimde olsun, eğer kocam doğru söyleyenlerden ise» dedi. Böylece peygamber onları ayırdı ve kadından gelen çocuğun Hilâl'e nisbet edilmemesine hükmetti. Ve kadının çocuğuna zina çocuğu denilmemesini, kim kendisine böyle söylerse ona had tatbik edileceğini de söyledi.
Boşanma veya kocanın vefatından dolayı değil de sadece itham sebebiyle ayrılmalarda kocanın karısına nafaka vermesi ve kendisine yatacak yer temin etmesi gerekmez. Sonra Rasûl-ü Ekrem sahabîlere dönüp şunu söyledi: «Eğer çocuk kızıl saçlı, ince baldırlı ve hafif kalçalı ise o Hilâl'indir. Eğer esmer, sert huylu, azalan ve mafsalları kalın baldırları iri, oturağı kaba ise, zina ile itham edilenindim dedi. Bundan sonra: «Eğer yeminler ve Allah'ın Kitabı'nda geçen hüküm olmasaydı bu kadına had cezası verirdim» dedi.
Uveymir el-Aclani'nin hadisesi Sehl bin Sa'd'dan, İbn Ömer* den Müslim ve Buhari'de ve Tirmizî hariç diğer sünenlerde şöyle yer almaktadır:
«Allah'ın Rasûlü Uveymir ile hanımım çağırdı, kendilerine Allah'ın hükmünü tebliğ etti. Üç defa «Allah bilir ki biriniz yalancıdır. Acaba herhangi biriniz tevbe etmek istiyor mu?» dedi. İkisi de tevbe etmeyince aralarında Han icra edildi. Uveymir: «EyAllah'-m Rasûlü! Eğer onu alıp götürürsem bil ki ben ona iftira etmişimdir» dedi ve onu Hz. Peygamber'in emri olmaksızın boşadı.»
Sehl Mn Sa'd diyor ki: «Rasûl-ü Ekrem bu hükmü geçerli saydı ve aralarını ayırdı. «Onlar artık ebediyyen biraraya gelmezler» dedi.»
îbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü'nün zamanında bir kişi hanımına zina nisbet etti ve çocuğundan teberride bulunarak, «çocuk benden değildir» dedi. Rasûl-ü Ekrem onlara lânetleşmeyi emretti. Allah'ın dediği şekilde lânetleştiler. Sonra çocuğu kadına verdi ve ikisinin arasını ayırdı (Hadisi, cemaa rivayet etmiştir).
Kubeyse bin Zuheyb der ki: «Hz. Ömer, «Hanımımın karnındaki çocuk benden değildir» diyen bir kişi hakkında hüküm verdi. Sonra o kişi «Bu benimdiny dedi. Çocuk doğuncaya kadar böyle dedi. Doğduktan sonra tekrar «Benden değildir» dedi. Böylece Hz. Ömer ona seksen sopa vurulmasını emretti. Çünkü o, kadına iftira etmiş oldu. Sonra kadının çocuğunu ona ilhak ederek «Çocuk sendendir» dedi» (Darekutni, Beyhakl).
Ebu Hureyre Allah Rasûlü'nün şöyle dediğini rivayet ediyor: «Hangi kadın bir aileden olmayan bir çocuğu onların içine sokarsa (yani zina eder, zinadan bir çocuğu olur ve onlara nisbet ederse) o kadının Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Allah O'nu cennete sokmaz. Herhangi bir kişi çocuğunu inkâr ederse Allah ona bakmaz. Kıyamet Günü'nde Allah ondan perdelenir ve evvelin-ahi-rin şahitlerinin huzurunda onu rezil rüsvay eder» (Hadisi, Ebu Davud, Nesei ve Darimi rivayet etmiştir).
Lian ayeti ve bu rivayetler İslâm'daki lian sisteminin kaynaklandır. Fakihler bu kaynaklar üzerinde mufassal bir şekilde lianı tefsir etmişlerdir.
Selef alimleri hanımının yanında bir kişiyi bulup Öldüren bir kişinin Öldürülüp öldürülmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları «Öldürülecektir. Çünkü hakimin izni olmadan ona haddi tatbik etmek onun hakkı değildir. Bu, tecavüz sayılır» dediler. Bazıları da «Öldürülmez. Yaptığından mazur görülecektir, eğer doğruluğunun işaretleri ortada ise» demişlerdir.
İmam Ahmed ve îshak, «Bu sebepten dolayı kişinin kadım öldürdüğüne dair iki şahidin olması şarttım diyorlar. Maliki alimlerinden îbn Kasım ve İbn Habib de bu görüşe katılmışlardır. Fakat onlara göre Öldürülen kişinin evli olması gerekir. Aksi takdirde öldüren insana kısas gerekir. Çünkü bakir bir kişinin zina etmesi öldürülmeyi değil sopayı gerektirir. Cumhura göre kısas hiçbir zaman affedilmez. Ancak kişi onun zina ettiğine dair dört şahit getirirse veya öldürülen kişi, ölmezden önce «Ben zina ettim» diye itirafta bulunursa ve kendisi de evli ise o vakit katil öldürülmez. Fakihler «Lian da şahitlik gibidir. Ancak mahkemede sabit olur» dediler. Fakihler «Lian istemek hususunda sadece erkek yetkili değildir. Bunu kadın da isteyebilir» görüşündedir. Her eş arasında lian yapmanın caiz olup-olmadığı, lianın birtakım şartlan ve tarafların her birisinde bu şartların bulunmasının gerekli olup-olmadığı hususunda fakihler ihtilaf etmişlerdir.
İmam Şafü der ki: «Yemin etmesi sıhhatli ve hanımını boşamaya yetkili olan herkes lian yapabilir.» Yani akıl ve baliğ olması Şafii'nin nezdinde lian için kâfidir. Lian eden çiftler ister müslü-man olsun, isterse kâfir. İster hür, isterse köle olsun. İster şe-hadetleri kabul edilsin, isterse reddedilsin. İster müslüman erkeğin hanımı müslüman olsun, isterse zınımî olsun. îmam Malik ve îmam Ahmet bu fikre katılmışlardır. Hanefiler'e göre lian ancak müslüman eşler arasında olabilir. Bu eşler daha önce kazfla cezalandırılmış olmalıdırlar. Eğer koca ile karısı kâfir iseler veya köle veya daha önce bir ceza çekmiş iseler aralarında lian caiz değildir.
Lian sadece kinaye ile veya şüpheyi izhar etmekle sabit olmaz. Lianda kişi hanımını açıkça zina ile itham edecektir veya «Çocuk benden değildir» diyecektir, bunu da açık lâfızlarla ifade edecektir. Bir kişi hanımını zina ile itham eder, sonra da liandan vazgeçerse Ebu Hanife'ye göre yalancı olduğunu itiraf edinceye (yani liana razı oluncaya) kadar hapsolunur. Yalancı olduğunu itiraf ettiği zaman kazf cezası olarak kendisine seksen sopa vurulur.
İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Leys bin Sa'd, «Kişi dan vazgeçerse ona kazf haddi vacib olur. Çünkü liandan vazgeçmesi yalancı olduğunun delilidir. Veya yalan söylediğini itiraf etmektir» demiştir.
Erkek lian yaptıktan sonra kadın liandan vazgeçerse, Ebu Hanife'ye göre ya lian edilinceye veya zinasını itiraf edinceye kadar hapsedilir. Lian anında kadının gebe olması İmam Ahmed'e göre kişinin o gebelikten de, o çocuktan da beri olduğuna kâfidir. Kişi ister bizzat kendisi «Bu gebelik benden değildir. Çocuk benden değildir» desin, isterse demesin. İmam Şafii «Kişinin hanımına zina isnad etmesiyle hanımının gebeliğini reddetmesi arasında fark vardır» diyor. Gebelik ancak kocadandır. Onu açık lâfızlarla inkâr etmedikten sonra hanımına zina nisbet ettiğinden dolayı gebelik ancak onun sayılır. Çünkü kadının zina etmesi, zinadan hamile olmasını gerektirmez.
İmam Malik, İmam Şafii ve İmam Ahmed, «Kişi hami günlerinde hanımının hamlini inkâr edebilir, yani «benden değildir» diyebilir. Ancak mahkeme huzurunda lanetleşmeleri gerekir» demişlerdir. Ebu Hanife «Kişinin lâneileşmesinin temelini kadının gebeliği teşkil etmez» demiştir. Kişi hanımını öyle bir zamanda gebe olarak görmüştür ki o zamanda kendisinden gebe kadın do-ğuruncaya kadar geciktirilir. Çünkü hastalık kadında bazen hami-leymiş gibi bir durum meydana getirebilir.
Fakihîer, kişinin çocuğunun soyunu inkâr etmesi halinde, kendisine, hanımıyla lânetleşmesinin vacip olacağı noktasında ittifak etmişlerdir.
Kişi, hanımını daim olarak boşar ve boşadıktan sonra ona zina nisbet ederse Ebu Hanife'ye göre bu lian meselesi olmaz. Ancak o kişinin aleyhinde iftira davası açılır. Çünkü lian eşler arasında cereyan eder. Daimi olarak boşanan bir kadın artık onun eşi değildir. Eğer talak-i ric'i ile boşamış ise iddet müddeti içerisinde ona zina nisbet ederse o vakit lian hakkı vardır. İmam Malik'e göre kişinin boşamadan sonra hanımına zina nisbet etmesi ancak bir surette kazf olur. O da şudur: İkisinin arasında hamlin kabul edilmesi veya çocuğun soyunu kabul etmek meselesinde ihtilaf olmalıdır. Aksi takdirde daim talâktan sonra da lian etmeye yetkilidir. Çünkü o, kadının şöhretini kirletmek için değil, kendi sulbünden olmayan bir çocuktan beri olduğunu belirtmek için lian yapmaktadır. İmam Şafii de aynı görüştedir.
Lianro neticeleri:
a) Lânetleşen erkek ile kadın herhangi bir cezaya çarptırılmazlar.
b) Eğer kişi kadının çocuğunu «Benden değildir» diyerek inkâr ediyorsa çocuk kadına ilhak edilir. Kişiye nisbet edümez ve o kişinin varisi de olamaz. Ancak annesine varis olabilir, annesi de ona varis olur.
c) Hiç kimse lânetleşen bir kadına «Zaniye», çocuğuna da «Veledi zina» diyemez. Velev ki lian ettikleri anda dahi. Zira bu herhangi bir kimsenin onun zina etmediğinde şüpheye düşmemesi içindir.
d) Kim ki kadına eski ithamı tekrar yaparsa ona kazf cezası tatbik edilir.
e) Erkekten kadının mehri düşmez.
f) Erkek, kadına nafaka vermeye ve barındırma yeri temin etmeye mecbur değildir.
g) Bu kadın, artık o kişiye ebediyyen haram olur.
Bütün bu noktalarda fakihler ittifak etmişlerdir. Yalnız iki meselede ihtilaf vardır: Birincisi, lânetleşen erkek ile kadın arasında ayrılma nasıl olacaktır? İkincisi, lânetleşmekten sonra ayrılma vaki olduğuna göre acaba biraraya gelmeleri mümkün olabilir mi?
İmam Şafii birinci meselede «Kişi lânetleşmekten fariğ olduğunda aralarında ayrılık olmuş demektir. Kadın laneti ister yapsın isterse yapmasın» der.
îmam Malik, Leys bin Sa'd ve îmam Züfer, «Sadece kişinin lânetleşmesiyle ayrılık, olmaz. Ancak hem kişi hem de kadın lanet-leşmeden fariğ olduktan sonra ayrılma olur» diyorlar.
Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed şöyle demişlerdir: «Hakim «sîzi ayırdım» demedikçe kişi ve kadın lanetleşseler de ayrılık yoktur. Eğer kişi bizzat kadını boşarsa mesele tamamdır. Aksi takdirde hakim onların aralarındaki ayrılmayı ilan etmelidir.»
İkinci meseleye gelince, İmam Malik, Ebu Yusuf ve İmam Züfer, Süfyan-ı Sevri, İshak bin Rehaviye, Şafii, Ahmed İbn Hanbel ve Hasan bin Ziyad, «Lian ile ayrılan bir çift artık birbirlerine haram olurlar ve ebediyyen nikâh ile biraraya gelemezler. Velev ki ikisi de istesin» demişlerdir. İşte bu görüş Hz. Ali ve İbn Mesud' dan da gelmiştir. Said bin Müseyyib, İbrahim en- Nehai, Eş-Şa'bi, Said bin Cübeyr, Ebu Hanife ve Muhammed bunun aksini savunmaktadırlar. Eğer koca yalancı olduğunu itiraf ederse ve ona kazif cezası tatbik edilirse isterlerse nikâh ile biraraya gelebilirler. Çünkü onların aralarını ayıran sadece Handı. Aralarında lanet oldukça haramlik devam eder. Kocanın yalancı olduğunu itiraf etmesi ve had yemesi nedeniyle lian zail olduğundan, aralarındaki haram-lık da ortadan kalkar. [16]
11- Kuşkusuz ki o iftirada bulunanlar, sizden bir gruptur. Siz onu hakkınızda kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin hakkınızda hayırdır. Onlardan her biri kendi kazandığı günahı kendi çeker. Onların içinden, (sözün) en büyüğünü üzerine alan için en büyük azap vardır.
12- Onu işittiğinizde, mümin erkek ve mümin kadınların kendileri için hayırlı olan bir zanda bulunup; «Bu apaçık bir iftiradır» demeleri gerekmez miydi?
13- Onlar bu sözlerine karşı dört şahit getirmeli değiller miydi? Şahit getirmedikleri için onlar Allah nezdinde yalancı kimselerdir.
14- Şayet, Allah'ın dünyada ve Ahiret'te üzerinize fazlı ve merhameti olmasaydı, içine girdiğiniz dedikodudan dolayı, size korkunç bir azap dokunurdu.
15- Zira siz onu dillerinizde (dilden dile) dolaştırıp, hiçbir bilginizin olmadığı şeyleri ağzınıza alıyor, Allah katında büyük bir günah olduğu halde, onu basit bir şey sanıyorsunuz.
16- Oysa onu işittiğinizde; «Bu hususta söz söylemek bize yakışmaz. Subhanatfah! Bu büyük bir iftiradır!» demeliydiniz.
17- Eğer inananlardan iseniz (bilin ki) bir daha bunun benzerine dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir.
18- Allah size ayetlerini açıklamaktadır. Allah hakkıyla bilendir ve hikmet sahibidir.
19- Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını isteyenler yok mu? İşte onlar için dünyada da Ahiret'te de acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz!
20- Hakkınızda Allah'ın inayet ve merhameti bulunmasay-dı ve Allah esirgeyen ve bağışlayan olmasaydı, (size hemen cezanızı verirdi).[17]
(11) «Kuşkusuz ki o iftirada bulunanlar..,» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin metnindeki «İfk» yalanın en korkuncu, iftiranın en dehşetlisi demektir. Çoğu zaman bu kelime mutlak yalan mânâsında da kullanılır. Buradaki «İ/fcaden maksat, Hz. Aişe'ye atılan iftiradır. Çünkü el-ifk kelimesindeki «Eliflâm» and (belli olanlar) içindir. Zaten o da Hz. Aişe hakkında yapılan yalandır, bühtandır. «Eliflâm>nn cins mânâsını ifade etmesi de mümkündür. O zaman kasr ifade eder. Yani bu o iftiranın ne kadar korkunç ve dehşetli olduğunu gösterir.
Cenab-i Hak bu ayette «Getirmek» lâfzını kullanıyor. Bu işaret eder ki onlar bu iftirayı kendiliklerinden uydurmuşlardır. Bunun aslı ve esası yoktur. _
İfk hadisesini daha önce Hz. Aişe'den nakletmiştik. Devamı şöyledir:
«O gün akşama kadar ağladım. Gözyaşlarını durmuyordu. Uyku tutmuyordu. Annemle babam benim yanımda sabahladılar. İki gece bir gün, durmadan ağladım, uyuyamıyordum ve gözyaşlanm dinmiyordu. Onlar neredeyse benim ciğerlerim parçalanacak sanıyorlardv Onlar benim yanımda, ben ağlarken oturuyorlardı. O esnada ensardan bir hanım benden izin istedi. İzin verdim. Geldi, yanıma oturdu. Benimle beraber ağladı. Biz bu durumdayken Allah'ın Rasûlü içeri girdi. Selâm verdikten sonra oturdu. Fakat benim yanımda oturmaclı. Çünkü benim yanımda, benim hakkımda denilenler denildikten bu yana oturmamıştı. Aradan bir ay geçmişti. Bu müddet içinde hakkımda vahy de gelmemişti. Allah'ın Rasûlü önce şehadet kelimesini getirdi. Sonra «Ey Aişe! Senin hakkında benim kulağıma şu şu gelmiştir. Eğer sen bundan beri isen Allah seni suçsuz kılacaktır ve beraat edeceksin. Eğer herhangi bir günah işlemişsen af talebinde bulun ve Allah'a tevbe et. Çünkü kul günahım itiraf ettikten sonra Allah'a tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder» dedi. Allah Rasûlü'nün sözleri bittikten sonra gözyaşlarını tamamen dindi. Adeta kurudu. Artık bir damla yaş dahi gelmiyordu. Babama, «Allah'ın Rasûlü'ne söyledikleri hakkında cevap ver» dedim. Babam; «Emin olun, ben RasûluU lah'a ne diyeceğimi bilmiyorum» dedi. Anneme; «Rasûlullah'a sen cevap ver» dedim. O da: «Rasûlullah'a ne diyeceğimi bilmiyorum» dedi. Bunun üzerine ben şunlan söyledim: «Ben genç bir kadınım. Kur'an'ın çoğunu okuyamıyorum. İnanıyorum ki siz bu hadiseyi işitmişsinizdir. Bu hadise sizin kalbinizde yer etmiştir ve siz de bunu tasdik etmiş bulunuyorsunuz. Eğer ben size bu hadiseyle ilişkim yoktur dersem —ki Allah da biliyor ki benim ilişkim yoktur— beni doğrulmayacaksınız. Eğer size bir emri itiraf edersem ki Allah da bilir ben bundan beriyim— beni doğrulayacaksınız. Allah'a yemin ederim, sizinle benim için herhangi bir misal bulamıyorum. Ancak Uz. Yusuf'un babasının dediği gibi «Güzel bir sabır! Allah sizin vasfettikleriniz üzerinde yardımcıdır» derim.» Bunu söyledikten sonra yatağımın üzerine uzandım ve ben o zaman suzsuç olduğumu biliyordum. Biliyordum ki Cenab-ı Hak benim beraatimi gönderecektir. Fakat Allah'ın benim hakkımda bSr vahy indireceğini hiç tahmin etmiyordum. Çünkü bana göre, benim durumum Allah'ın hakkımda bir emri konuşup, onun okunmasından daha düşük idi. Fakat ben ümid ediyordum ki Rasûlullan uyku halinde bir rüya görecek, Allah beni o rüya ile beraat ettirecektir. Yeminim olsun, Rasûl-ü Ekrem herhangi bir şeyi kastetmedi. Ve ehli beytten de hiç kimse dışarı çıkmadı. Ta ki Allah onun üzerine vahy gönderinceye kadar. Vahy geldiği zaman onda meydana gelen zorluk belirdi. Onun alnından boncuk boncuk terler akıyordu. Kendisi de kış içinde bulunuyordu. Bu, üzerine inen sözün ağırlığından ileri geliyordu. Rasûlullah vahyi aldıktan sonra başını eğdiği halde kaldırarak ilk konuştuğu kelime şu oldu: «Ey Aişe! Dikkat et! Allah seni tebriye etti (beraat ettirdi).»
Annem bana; «O halde kalk, Rasûlullah'a teşekkür et» deyin-ce ben fefiAllah'a yemin ederim, ne kalkar ne de Allah'tan başka ne ona, ne de ikinize teşekkür ederim. Ben sadece beraatimi gönderen Allah'a şükrederim» dedim. İşte o zaman 11-21. ayetier nazil olmuştu.»
Zahire bakılırsa ayet metnindeki «Usbe» kelimesi innenin haberidir. El Ufi ve Ebu'1-Beka böyle demişlerdir. İbn Atiyye, «Bu kelime «Cau» fiilinin failine bedel olur. Bu haberin faydası, birinci yoruma göre tesellidir. Yani bu iftirayı getirenler, uyduranlar içinizden mutaassib ve birbirlerine yardım eden bir gruptur. Bu da hadisenin aslı olmadığının işaretlerindendir. Veya Cenab-ı Hak «Bu hadi&e üzerinde icma edilmemiş bir hadisedir. Onu sizden küçücük bir cemaat uydurmuştur» şeklinde teselli vermektedir.
Ebu'1-Beka «İftirayı uyduran grubun müslümanlardan olması vasfıyla bu haber fayda verir» diyor. Fakat Ebu'l-Beka'mn bu yo-rumuna dikkat etmek gerekir. [18]
«Sizden» tabiri ile bu hadiseden rencide olan müslümanlar kastedilmektedir ki Allah'ın Râsulü, Hz. Ebubekir, Hz. Aişe'nin annesi Ümmü Ruman, Hz. Aişe ve Hz. Safvan bu hitaba herkesten evvel dahildirler. [19]
«Usbe» kelimesinin asıl mânâsı, mutaassıb bir gruptur. İster az, isterse çok olsun. Fakat bu kelime 10'dan 40'a kadar olan rakamlara daha çok ıtlak olunur. Bazen de 10'un aşağısında olan bir rakama tekabül eder. Hz. Hafsa'nın mushafmda «Usbe dört kişi, dört nefer demektir» diyor. Hz. Aişe'den gelen sahih rivayetlerde münafık Abdullah bin Ubey bin Selul, Hanine binti Cahş (Unınıulmuminin Zeyneb'in kızkardeşidir), Talha bin Ubeydullah' in hanımı, Mistah bin Esase (veya Usase), Hassan bin Sabit'in isimleri zikredilmektedir.
Bazı kimseler «Hassan bu hadiseden beridir» demişlerdir. Fakat bu, Sahih-i Buhari ve diğer hadis kitaplarında zikredilenlere ters düşmektedir. Ancak ayetin zahirinden anlaşılıyor ki Hassan, bu hadiseyi kalbinin samimiyetinden konuşmamıştır. Ancak İbn Ubey'den nakletmiştir. Hassan'ın kendisine nisbet edilen hadiseden dolayı, bilahere Hz. Aişe'den özür dilediğini ve bu hususta meşhur şiirini söylediği rivayet edilmiştir. Bu şiirin bir parçası şöyledir.
«O (Aişe), insanla rın din ve mansıp (makam) bakımından en hayırlısı olanın (Hz. Muhammed'in) hanımıdır. Hz. Muhammed hidayet peygamberidir, Aişe'nin üstün ve şerefli yönleri vardır. Luey bin Galib'in bir kabilesinin kızıdır. Ki bunların mesaileri çok şerefliydi ve medar-t iftihar noktaları da zail olmamıştır. Tertemizdi. Cenab-ı Hak onun çadırını güzelleştirmişti Onu her kötülükten ve batıldan temizlemiştik
Hz. Aişe, Hassan'ı bu hadiseden sonra affetti. Onu daima hayırla yadediyordu. Bu şiiri söylediği zaman her ne kadar «Fakat sen böyle demiyordun» demişse de. Nitekim İbn Sa'd, Muhammed bin Sirin'den şöyle rivayet ediyor:
Hz. Aişe, Hassan'ın huzuruna gelmesine izin verir ve kendisine bir minder verilmesini isterdi. «Hassan'a eziyet vermeyin. Çünkü o, Rasûlullah'a diniyle yardımcıydı» derdi.
İbn Cerir, Şâbi tankıyla Hz. Aişe validemizin şöyle söylediğini rivayet etmektedir: «Hassan'tn şiirinden daha güzel bir şey işitmedim.»
Hassan, Ebu Süfyan'a bir defasında şöyle demiştir: «Sen Mu-hammed'e (hâşâ) küfrettin. Ben ise onu şiirimle müdafaa ettim. Allah katında bM hususta bir mükâfat vardır. Benim babam, annem ve namusum Hz. MuJıammed'in namusunu sizin şerrinizden koruyordu. Sen ona denk olmadığın halde ona küfür mü ediyorsun? Sizin ikinizin şerlisi kimse, hayırlınıza feda olsun. Benim dilim keskin bir kılıçtır. Onda herhangi bir hayr yoktur. Benim denizimi daldırıp su alınan kovalar kirletmez.»
Bazı muhaddisler bu zikredilen dört kişiye Zeyd bin Rifaa'yı da dahil ederler. Fakat bu hususta sahih bir rivayet yoktur. Hatta bazıları «Bu kişiyi İfk Usbesi'nden saymak yanlıştır» demişlerdir.
«Sizden o/an»dan maksat, dininizin ehlinden ve İslâm'a nisbet edilenlerdendir. İster hakikat noktasında müslüman olsun, isterse olmasın. Böylece bu sözün kapsamına İbn Ubey bin Selul de dahil olmuş oluyor. Çünkü o, zahirde İslâm'a nisbet edilmiştir, fakat hakikatte kâfirdi. Bazıları «Sizden» tabiri, çoğunluğun müslüman olması nedeniyle kullanılmıştır demektedirler «Onu kendiniz için şer sanmayınız» hitabı da böyledir. Bazı müfessirîer «Birinci hitap müslümanlaradır» demişlerdir. «Onu kendiniz için şer sanmayın» hitabı ise Rasûl-ü Ekrem, Hz. Ebu-bekir, Hz. Aişe ve Hz. Safvan'adır. Çünkü bu kelâm onları teselli etmek için inmiştir.
İbn Ebi Hatim ile Taberani'nin Said bin Cübeyr'den rivayet ettiklerine göre, ikinci cümledeki hitap Hz. Aişe ile Hz. Safvan'adır.
«Bu hitap iftirayı uyduranlaradır» diyen bir kimsenin iddiası haktan en uzak olan bir sözdür.
«O sizin için daha hayırlıdır» cümlesi teselli emrine gösterilen ihtimamı belirtiyor. Bu cümleden maksat, bu hususta gösterdiğiniz sabırdan dolayı aldığınız büyük sevap, Allah katında şanınızda indirilen ve bu hadisede sizi üzecek şekilde konuşanlar aleyhinde gelen ayetlerin kapsamında, Allah katındaki şerefinizi belirtme bakımından daha hayırlıdır. Bu hususta gelen ayetler, daha önce Hz. Aişe'den rivayet olunduğu gibi 10 tanedir.
İbn Ebi Hatim, Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor ki, Hz. Aişe'ye iftira atanları yalanlayan ve onu beraat ettiren ayetler on-sekizdir ve bunlar arka arkaya getirilmiştir.
Taberani, Hakem bin Uteybe'den şöyle rivayet ediyor: «Allah, Hz. Aişe hususunda Nur Suresi'nde 15 ayet indirdi.» Bunları söyledikten sonra Hakem İfk ayetlerini «Habis kadınlar habis erkek, ler içindir» sözüne kadar okumuştur.
Bu ihtilaf muhtemelen ayetlerin başı hususundaki ihtilafa bi-naendir.
Ayetin metnindeki «Kibra» kelimesi bazen «Kubren şeklinde de okunur. Hangi şekilde okunursa okunsun, mastardır, büyüklük mânasını ifade eder. Bazıları «Kubr kelimesi muazzam, Kİbr kelimesi ise bir şeye başlamak demektir» dediler. Bazıları ise «Kibr günah demektir» fikrindedir. Fakat cumhur birinci yorumu tercih etmiştir. Yani Kibr, burada en büyük kısım demektir. Böylece ayetin mânâsı şöyle olur: Bu hadisenin en büyük kısmını (yani yükün en ağırını) çeken için büyük bir azap vardır.
Sahih-i Buhari'de Zühri ve Urve kanalıyla Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre, bu yükün en büyük kısmını taşıyan Abdullah bin Ubey bin Selul'dür. Muhaddislerin çoğu da bu noktada ittifak etmektedirler.
Bu lanettik, insanları yanında toplar, onlara iftira hadisesiyle ilgili aklına geleni söylerdi. Zira bu iftirayı ilk icad eden ve yayan odur. Bu da Râsulullah'a düşmanlıkta oldukça ileri gittiğine işarettir. Onun azabı Ahiret'te ateşin en alt tabakasına sokulmaktır. Sonrasının ne kadar olduğunu Allah bilir. Dünyada ise Cenab-ı Hak onu zillet ve şahitler önünde münafıklığının izhar edilmesi damgasıyla damgaladı. Taberani ile İbn Merduveyh'in îbn Ömer-den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber ona iki had tatbik etmiştir. Bu ayetler indikten sonra Hz. Peygamber mescide çıktı, Ebu Ubeyde bin Cerrah'a emretti. Halkı topladı. Sonra Hz. Aişe' nin beraatiyle ilgili ayetleri okudu. Ve Abdullah İbn Ubey'in getirilmesi için haber salındı. Onu getirdiler. Rasûlullah ona iki had tatbik etti. (Yani iki defa had vurdu). Sonra Hassan, Mistah ve Hamne'yi getirdiler. Onlara da acıtıcı darbeler vuruldu.
Bazı rivayetlere göre İbn Ubey'ye sadece bir had tatbik edilmiştir. Taberani'nin rivayet ettiğine göre İbn Abbas «Dünya azabı» nı Rasûlullah'm had tatbik etmesiyle tefsir etmiştir. Ahiret azabı da ateşe gitmesidir.
Bazıları da «İbn Ubey'ye hiç had tatbik edilmemiştir. Çünkü o böyle bir iftira uydurduğunu ikrar etmedi ve onun aleyhinde delil ikamesini de kabullenmedi. Onun cezası Ahiret'e tehir edildi» demişlerdir.
Ebu Hayyan «Meşhur olan şudur ki Hassan, Mistah ve Ham-ne iftira cezasını çekmişlerdir ve cezaya çarptırılan onlardı» demiştir. Nitekim Bezzar ve İbn Merduveyh hasen bir senedle Ebu Hu-reyre'den bunu rivayet etmişlerdir.
Bazıları da «îfk Hadisesi'nin ağır yükünü çeken Hassan'dır» diyerek Sahih-i Müslim'de Mesruk'tan gelen bir rivayeti delil getirmişlerdir.
Sahih-i Buhari'de Hz. Aişe'den şöyle rivayet ediliyor: «O hadi-senin ağır yükünü çeken, münafık Abdullah ibn Ubey'dir.»
Bazıları «Abdullah bin Ubey, Hassan ve Mistah'tır» demişlerdir.
Münafikm azabı, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılması ve münafıklığının ortaya çıkmasıdır. Diğer ikisinin azabı ise dünyada kör olmalarıdır.
(12) «Onu işittiğinizde, mümin erkek ve mümin kadınların...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin başındaki hitap hadisenin ağır yükünü çekenden başka bu olaya karışanlaradır. Ebu Hayyan «Buradaki hitap, ha-disenin ağır yükünü çekenin haricinde kalan diğer müminleredir» der.
«Levla» kelimesinde, kınamanın şiddeti mânâsı bulunduğundan dolayı hitap olarak seçilmiş ve bu mânâdan ötürü hemen hitaptan gaib sigasma geçilmiş ve «Zanne» fiili kullanılmıştır. Bu da muhataplardan yüz çevirmek ve onların cinayetlerini başkasına ftikâye etm^k suretiyle değil onların iman vasfına böylece tevessül etmek suretiyle olmuştur. Zira iman şiddetle onları suizandan uzaklaştırır ve hüsnüzanna götürür.
«Mümin erkekler ile mümin kadınların nejisleri»nden maksat, dinlerinden olan kimselerdir. Nitekim Cenab-ı Hak, Hucurat Suresi'nin 11. ayetinde «Nefislerinizi kınamayın» buyurmaktadır. Yani dininizden olan kimseleri —ki nefisleriniz mesabesindedir— kınamayın. Bu ayette de nefis kelimesi İslâm dininden olan kişiler anlamında kullanılmıştır. «Mümin erkekler ile mümin kadınlarım yapmaları gereken, bu iftirayı icad eden kişiden bizzat veya bilvasıta ilk dinlediklerinde, mümin fertlerden ve dinlerinin ehlinden olan kimseler hakkında tereddüt etmeksizin hayrı zannetmeleriydi.
«Onlar bu hususta, bu apaçık bir iftiradır demeliydiler» cüm-lesi«Levla» kelimesinin cevabı olan cümle üzerine atıftır. Yani mümin erkeklerle mümin kadınlar dindaşları hakkında bu iftirayı ilk işittiklerinde niçin hayırlı bir zanda bulunmayıp «Bu apaçık bir iftiradır» demediler? Yani böyle demeleri gerekmez miydi?
(13) «Onlar bu sözlerine karşılık...» Bu Ayetin Tefsiri
«Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi?» cümlesi ya daha Önceki sözün mütemmimidir ki iftiraya dalanları ilzam etmeyi ter-kettiklerinden dolayı dinleyenleri kınamak hususunda sevkedil-mistir veya başlı başına bir kelâmdır ki Allah tarafından bu hadisenin iftira olmasını takrir ve tesbit etmek için sevkedilmiştir.
(14) «Şayet Allah'ın dünyada ve Ahiret'te...» Bu Ayetin Tefsiri
Allah'ın dünyadaki fazl ve rahmeti tevbeyi geciktirmeyi kapsayan nimetlerin çeşitleridir.' Ahiret'te ise tevbeden sonra af ve mağfireti kapsayan nimetlerin nevileridir.
Ayetin metnindeki «Efedtum» fiili iftira hadisesine karışmak mânâsım ifade ediyor. Yani bu karışmaktan ötürü (Allah'ın dünya ve Ahiret'teki merhameti olmasaydı) sizi büyük bir azap yakalardı ki bu azabın yanında, kınanmak ve seksen sopa yemek mü-himsenmeyecek bir şey olurdu. Bu ayetteki hitap Abdullah bin Ubey bin Selul hariç iftiraya dalan diğer müslümanlaradır.
(15-16) «Zira siz onu dillerinizde (dilden dile),..» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetin başındaki «İz» edatı daha önceki ayette geçen «Mes se» fiilinin zarfıdır. Yani «İfk Hadisesbme, bir kısmınız diğer bir kısmınıza sual sormak suretiyle daldığınız zaman sizi büyük bir azap yakalayacaktı.
Ayetin metnindeki «Telekkavne» fiili telakki kökünden geliyor. Bu kelime ile telakkuf ve telakkum kelimeleri mânâ bakımından birbirine yakın kelimelerdir. Ancak telakkide istikbal mânâsı vardır. Telakkuf süratle kapmaktır. Telakkuma gelince, maharet göstermek demektir.
Aişe validemiz ve İbn Abbas bu fiili «Telikunehu» şeklinde okumuşlardır. Bu takdirde fiil yalan mânâsına gelen «Velike» kökünden geliyor demektir. Hz. Aişe'den gelen rivayete göre o bu ayeti her okuduğunda «Velik yalan demektir» derdi.
îbn Ebi Muleyke «Bu hadise Hz. Aişe hakkında cereyan ettiğinden ve bu ayet bu hadiseden dolayı indiğinden, Aişe bunu her. keşten daha iyi bilirdi» demek suretiyle velik kelimesinin yalan mânâsına geldiğini doğrulamaktadır.
İbn'ul-Enbari «Bu kelime inşa etti, icad etti mânâsım ifade eder» diyor. Bazılarına göre ise mânâsı «tedbir ettin demektir. Bazıları da «Bir şeyden sonra süratle diğer bir şeyi yapmak mânâsına gelir» demişlerdir.
Bu ayet insanın bilmediği bir konuda konuşmasının haram ve yanlış olduğunu ortaya koyan ayetlerden birisidir. Yani, siz kalbinizde yeri olmayan, ilminizin kapsamadığı konuları konuşuyorsunuz.
Bu ayet tıpkı şu ayetin bir benzeridir: «Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler.»
İbn'ul-Münir; «Bu ayet tevbih ve kınama olabilir. Tıpkı bilen bir kimse gibi ağız dolusu konuşan veya işaret eden bir kimseye «Sen onu ağız dolusuyla mı konuşuyorsun?» denildiği gibi» diyor.
Bazı alimler, «Ağızlar» mânâsına gelen «Efvah» kelimesinin, bunu kalpleriyle söyledikleri zannedilmesin diye kullanıldığım ifade etmişlerdir. Çünkü «Kavi» maddesi bazen ağızdan çıkmayan mânâlara da hamledilebilir. Tıpkı şu ayette olduğu gibi: «Onların ikisi (yani yer ve gök) biz itaat ediciler olarak geldik, dediler.»
Dikkat edilirse yer ile göğün ağzı olmadığı halde «Dediler» tabiri kullanılmıştır. Yani onların tavrı bu mânâyı ifade etmiştir.
Siz onu kolay ve basit bir şey sanıyorsunuz. Oysa o' Allah katında korkunç bir şeydir. Onun ne kadar korkunç olduğunu ancak Allah bilir. Onun ne kadar azap çektiğini ancak Cenab-ı Hak takdir edebilir. Bu fiilî cümlelerin ikisi de daha önceki fiilî cümlelerin üzerine atıftırlar ve «İz» kelimesinin kapsamına girmiş olmaktadırlar. Böylece korkunç azabın dokunmasını düşünmeksizin İfk Hacüsesi'ni dilleriyle yaymaya ve telakki etmeye, bunun mühim bir şey olmadığım zannetmelerine bağlıdır. Oysa bu Allah katında çok korkunç bir iftira ve korkunç bir olaydır. Zira burada peygamberin namusu lekelenmektedir. Ayet, müslümanların bu hadiseyi dinledikleri zaman «Biz bu hadise hakkında konuşma yetkisine sahip değiliz» demeleri gerektiğini ifade etmektedir. Zira şer'an iffetli kimselere bu tür isnadlarda bulunmak haramdır. Nitekim Huzeyfe, merfu bir hadiste şunu ifade ediyor: «Böyle bir ifti ra yüz senelik ameli yıkar.» Üstelik Rasûlullah'm haremi olan Hz. Aişe gibi bir hanıma dil uzatmak daha da korkunçtur. [20]
Ayetin metninde gelen «Subhaneke» kelimesinin esas mânâsı «Seni tenzih ediyor ve müşriklerin sözlerinden uzaklaştırıyoruz» demektir. Fakat burada taaccüb ve hayret mânâsında kullanılmıştır. Yani bu iftirayı nasıl söylediler? Hayret! Bu kelime esasen Ce-nab-ı Hakk'in işlerinde görülen harikuladeliklerde kullanılır. Sonra her hayret verici işte kullanılmıştır. Bu tür bir mânâ için bazen kelime-i tevhid de kullanılmaktadır.
«Bühtan» kelimesi insanı hayrete sokan, dehşete düşüren yalan demektir. Bu kelimeye «Azim» kelimesi sıfat olmuştur. Yani Peygamber'e yapılan bir iftira diğer insanlara yapılanlardan daha korkunçtur.
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki bu kınanma Hz. Aişe hakkındaki İfk Hadisesi'ni işittiklerinde ona dalanlar, onu eleştirenler, müzakere edenler içindir. Her işiten için değildir. Nitekim Said bin Cübeyr'den şöyle rivayet ediliyor:
«Sa'd bin Muaz, Hz. Aişe ile ilgili durumu işittiğinde «Subhaneke haza buhtanun a%im» tabirini kullanmıştır.»
Said bin Museyyib'in rivayetine göre Usame bin Zeyd ve Ebu Eyyub el-Ensari de bu hadiseyi işittiklerinde bu tabiri kullanmışlardı.
Allame-i sani (Sadeddin Taftazani) «Bir peygamberin ailesinin böyle bit lekeye maruz kalmaması nübüvvetin şartlanndandır» demiştir. «Hatta insanların ittibaına mâni olan her şeyden beri olmak da nübüvvetin sorundandır» diye ilave etmiştir.
Sadeddin Taftazani'ye bu konuda itiraz edenlere şu cevap verilmiştir: «Böyle bir durumdan beri kalmak doğruluk ve emanet gibi, nübüvvetin akli şartlanndan değil belki şer'i ve normal şartlanndandır. Öyleyse mümkündür ki şöyle denilmiş olsun. Bu durum daha önce belli değildi. Ancak Hz. Aişe'nin beraatini bildiren ayetler geldikten sonra bilindi. Ve böyle bir hadiseyi bilmemek peygamberlik mertebesini eksiltmez.» [21]
Mümkündür ki Rasûl-ü Ekrem «Peygamberlerin hanımlarının zina etmeyeceği» hususunda bilgi sahibiydi. Çünkü böyle bir hareket peygamberliğin hikmetine ters düşer. Fakat Rasûl-ü Ekrem, Hz. Aişe'nin Allah tarafından beraat ettirilmesini istiyordu. Yani güneşin tam göğün ortasında açık bulunması gibi bu hadise de açıkça ortaya çıksın ki sahabele r nezdinde bu konuda herhangi bir gizlilik kalmasın. Rasûlullah'ın bu. bilgisine rağmen üzüntü duymasına gelince, bu, tabii bir durumdur. Münafıkların bu hadiseye dalmaları sebebiyle böyle üzülmüştür. Aslı-astan olmayan hadiseyi halk arasında yaymaları Rasûlullah'ı üzmüştür. Bu ihtimallerin bazılarında dikkat edilecek noktalar olduğu halde bazıları da gayet uzak ihtimallerden ibarettir. Umulur ki gerçek şudur: Hz. Peygamber bu şartı bilmiyordu. Ta ki Aişe'nin beraati ortaya çıkıncaya ve bu hususta ayetler ininceye kadar. Tabii bu imtihanın hikmetini Cenab-ı Hak daha iyi bilir. Sahabelerin «Subhaneke haza buhtanun azimun» demeleri yani Hz. Aişe'nin kesinlikle böyle bir durumda bulunmadığına ilişkin kanaatleri hüsn-ü zandan ileri gelmektedir. Hz. Peygamber ise bu hususta hüsn-ü zanna kapılmadı. Çünkü hüsn-ü zan dedikoduyu ortadan kaldırmaz ve bâtılın hiçbir şeyi onunla yok olmuş olmaz.
Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden bir kimse için bu ayetleri okuduktan sonra peygamberin hanımlarının zinadan tertemiz oldukları hususunda artık herhangi bir şek ve şüphesi olmamalıdır. İster peygamberin hayatında, isterse onun vefatından sonra olsun.
Hz. Aişe'nin beraatini teyid eden bu ayetlere rağmen kendisine yine de zina nisbet edilmesi Şia'ya maledilmiştir. Fakat Şia buna şiddetle karşıdır. Onların güvenilir kitaplarında böyle bir husus yer almamaktadır. Onlar Rasûlullah'm vefatından sonra Hz. Aişe' nin bu işi yaptığına dair kendilerine nisbet edilen sözleri de şiddetle inkâr ederler. Nitekim böyle bir iddianın güvenilir kitaplarında herhangi bir izi bulunmamaktadır. Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki İslâm fırkalarının hiçbiri için böyle bir şeyin gerçekliği bahis konusu olmamıştır. Allah'ın beraatiyle ortadan kaldırılan iftiraya hiçbiri yer vermez.
(17-19) «Eğer inananlardan iseniz...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Ayette yer alan «Ebeden» kelimesi «Hayat müddetince» demektir. «Eğer mümin iseniz» tabiri ise «Eğer ben senin babansam bana niçin iyilik yapmıyorsun?» sözü gibidir. Yani ima ile Cenabı Hak onları uyarmaktadır. Maksat, böyle bir iftirayı ve heyecanı terketmenin nedeni olan iman ile onları uyarmaktır. Burada bir bakıma da kınama ve tevbih vardır.
18. ayetteki «ELAyât» kelimesi Allah'ın hükümlerine delâlet eden, müslümanların muamelelerinin hedeflerinin güzelliklerini gösteren ayetlerdir. Ayetin metninde yer alan ve «Seviyor» mânâsını ifade eden «Yuhibbune» fiili «İrade ederler, kastederler» demektir.
Ayette yer alan «Teşia» kelimesi yayılmak mânâsını ifade eder. «El-Fahişe» kelimesinden maksat da çirkinlikte doruk noktalara varan harekettir. O da zina iftirası veya zinanın ta kendisidir. Nitekim bu görüş Katade'den rivayet edilmiştir.
«Zinanın yaytlması»nda.n maksat, onun haberinin yayılmasıdır, «îman edenler arasında» tabirinden maksat ise insanlar arasında demektir. Müminlerin zikredilmesinin nedeni insanlarda ancak onlara önem verileceği içindir. Yani kâmil insan ancak onlardır. Burada evli ve iffetli erkekler ile evli ve iffetli kadınlar kastedilmiştir. Nitekim bu husus İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.
Bu haberi yayanlar, bu haberden Ötürü dünyada ve Ahiret'te elem verici azaba uğratılacaklardır. Dünyada onlara kötürüm olmak, körlük gibi belâlar isabet etmiştir. Ahiret'te ise onlar için ateş azabı vardır.
Burada dikkat edilecek bir nokta vardır. Cenab-ı Hak bu felaketi, çirkin bir hadisenin müminler arasında, müminler hakkında yayılmasını irade edenlere bağlamaktadır. Yani bu işaret eder ki kalbin kötü amelleri, mesela kin, buğz ve fahşanın yayılması gibi duygular, eğer insan bunları üzerinden ayrılmaz bir şekilde kalbine yerleştirirse, insanın azaba duçar olmasına sebep olurlar. îşte bu ayette İfk Hadisesi'ni yayanların kötü durumu da en belirgin bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Kalben ve kalen onlara muvafakat edenler de bu kötülükten yakalarını kurtaramayacaklardır. Dünyada elem verici azabı, «had» ile tefsir etmek müşküldür. Çünkü dünyada vurulan had Ahiret'te insanı elem verici azaptan kurtarır. Zira hadler günahları silicidirler. Fakat cevap olarak şöyle denilmiştir: «Bu, müminlerin annesi Hz. Aişe hakkında mezkur dedikoduyu yayanlara mahsustur.»
Hadlerin mutlak kefaret olacakları hakkında ihtilaf vardır. Bazıları «İrtidad suçundan başka suçlardaki hadler kefaret olurlar» demiştir. Bazıları olmayacağı fikrindedir. Bazıları ise tevakkuf etmiştir. Zira Hz. Ebu Hureyre'den gelen bir hadiste şöyle denilmektedir: «Ben hadlerin bu cezalan çekenlere kefaret olup olmayacağım bilmiyorum.»
«Allah bilir, siz bilmezsiniz» cümlesi itirazî ve zeyli bir cümledir. Onlara azabın sabit olduğunu takrir etmek için getirilmiştir. Bazı müfessirlere göre bu cümlenin mânâsı «Allah onların kalplerinde olanları biliyor. Ahiret'te ise onlara ceza tatbik eder. Siz ise bunları bilmiyorsunuz. Ancak size açıkça görülen durumlarını ve işittiğiniz sözlerini bilebilirsiniz ki onlar bundan ötürü dünyada azap çekmişlerdir» şeklindedir.
(20) «Hakkınızda Allah'ın inayet ve...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki hitap, Taberani'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Mistah, Hassan ve Hamne'yedir. Veya Abdullah bin Ubey bin Selul üe benzeri münafıklar hariç, bu hadise ile ilgili olan herkesedir. Bu ayet suçun korkunçluğuna dikkati çekmek için tatbiki gereken azabı tatbik etmediği hususunda insanlaıa minnetini tekrar etmektir.
Levla kelimesinin cevabı daha önce geçti (hazfedilmiştir). Yani eğer Allah'ın sizin üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, eğer Allah rauf-u rahim bulunmasaydı, size derhal azap gönderirdi.
Bu yirminci ayet, lian hadisesinin sonunda gelen onuncu ayetin bir benzeridir. Ancak orada ayet «Tevvabun hakim» kelimeleriyle son bulmuş, burada ise «Raufurrahim» sözleriyle bitmiştir. Bu işaret eder ki İfk'teki günah, liandakinden daha korkunçtur. Sanki İfk günahı sadece Allah'ın merhametiyle kalkar. Tevbe ile dahi kalkması mümkün olmayan korkunç bir günahtır. [22]
21- Ey inananlar! Şeytanın adımlarına (gittiği yola) uymayın. Kim ki şeytanın adımlarına uyarsa (o sapıtır). Çünkü şeytan hayasızlığı, kötü olan şeyi emreder. Allah'ın hakkınızda inayet ve merhameti olmasaydı hiçbirinizi hiçbir zaman (günahtan) temiz kılmazdı. Fakat Allah dilediğini pak kılar. Allah işitir ve bilir.
22- Sizden faziletli ve varlıklı olan zatlar yakınlarına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere verdikleri sadakalarda eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoş görsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
23- Namuslu ve bir şeyden habersiz mümin kadınlara zina isnad edenler yok mu? Onlar dünyada da Ahiret'te de lanetlenmişlerdir (hakkın rahmetinden uzak kılınmışlardır) ve onlar için büyük bir azap vardır.
24- O Kıyamet Günü ki dilleri, elleri, ayakları yaptıklarına dair aleyhlerinde şahitlik ederler.
25- O gün Allah onlara mustehak olan cezalarını tama-nuyle verecektir. Onlar da Allah'ın apaçık bir hak olduğunu anlayacaklardır.
26- Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yakışır. Bunlar onların söylediklerinden (iftiralarından) uzaktırlar. İşte bunlara mağfiret ve cömertçe verilmiş bir nzik vardır.
27- Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip, ev halkına selâm vermedikçe girmeyin! Bu sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki ibret alıp düşünürsünüz. [23]
(21) «Ey inananlar! Şeytanın adımlarına...» Bu Ayetin Tefsiri
Yani yaptığınızda ve bıraktığınızda şeytanın yollarına tabi olmayın. Û yollardan gitmeyin! Bu kelâm, şeytana tabi olmaktan, onun emrini yerine getirmekten kinayedir. Kim şeytana tâbi olursa o, fahiş şeyler ile münkerleri irtikâb etmiş olur. Çünkü şeytan ancak bunların ikisini emreder. Böyle kötülüğü emreden bir kimseye tâbi olmak, itaat etmek caiz olamaz.
Ayet metnindeki «Zeka» fiili günahların kirinden temizlenmek demektir. Ayetin son cümlesi olan «Allah alim ve semi'dir» ifadesinin mânâsı Cenab-ı Hak bütün sözleri işitir, münafıkların İfk Hadisesi'nden sonra izhar ettikleri tevbeyi de işitmiştir ve Cenab-ı Hak niyetler dahil bütün her şeyi bilir demektir. Bu cümle kişiyi tevbede ihlaslı olmaya teşvik etmektedir.
(22) «Sizden faziletli ve varlıklı olan...» Bu Ayetin Tefsiri
«Ya'tile» fiili yemin etmek manasınadır. Ebu Ubeyde ve Ebu Müslim kusur yapmak anlamına geldiğini söylemişlerdir. Yani sizden dinde muttaki ve malca zengin bir kimse akrabalarına, miskinlere. Allah yolunda hicret edenlere vermemek hususunda yemin etmesin veya kusur işlemesin! Bu ayetin sebebi nüzulü, Hz. Aişe ve diğer sahabelerden sahih bir şekilde geldiğine göre, Hz. Ebu Bekir'in, Hz. Aişe'nin beraatini görünce «Mistah'a bundan böyle hiçbir şey vermeyeceğine» yemin etmesidir. Mistah da Be-dir'de bulunmuştu ve ilk hicret eden muhacirlerin fakirlerindendi. Aynı zamanda Ebubekir Sıddık'ın teyzesinin oğlu (bazı rivayetlerde kizkardeşinin oğlu) idi. Yani yeğeniydi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Muhammed bin Şirin der ki: «Ebubekir Sıddık yanında büyüttüğü iki yetim ve fakire bundan böyle nafaka vermeyeceğine dair yemin etti. Çünkü onlar Hz. Aişe'ye atılan iftiraya karışmışlardı. Bunlardan birisi de Mistah'tı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.»
İbn Abbas ve Dahhak şöyle derler: «Müslümanlardan (Ebubekir Sıddık dahil) bir grup İfk Hadisesi'ne karıştığından dolayı Mis-tah'a herhangi bir iyilikte bulunmayacaklarına dair yemin ettiler. Bunun üzerine bu ayet indi.»
Cenab-ı Hak, Mistah'ın, Ebubekir'in yakın akrabalarından ve müslümanlaim fakirlerinden ve Allah yolunda hicret edenlerden olduğunu ortaya koymuştur. Zira bu sıfatların birine bile sahip olan bir kimse iyilik yapılmaya müstehaktır. Hepsine birden malik olan bir kimse ise evleviyetle müstehak olur. Sahih bir hadiste varid olduğuna göre bu ayet nazil olduğunda, Ebubekir Sıddık «Evet, Rabbimis! Biz bizi affetmenizi istiyoruz» dedi ve Mistah'a eskiden verdiği nafakayı tekrar vermeye başladı. Hatta bir rivayette eskiden verdiğinin iki mislini verdiği bildirilmiştir.
Bu ayet, İbn Ebi Hatim'in Mukatil'den rivayet ettiğine göre, Mistah, Ebubekir Sıddık'a gelerek özür beyan ettikten sonra nazil olmuştur. Zira Mistah, Hz. Ebuhekir'e «Altah benim canımı sana feda etsin! Muhammed'e Kur'an'ı indiren Allah'a yemin ederim, ben Aişe'ye herhangi bir iftirada bulunmadım. Aişe hakkında söylenenlerin hiçbir kelimesini dahi konuşmadım» dedi. Ebu Bekir Siddık ona; «Fakat sen bunlar söylenirken güldün ve Aişe hakkında söylenenler senin hoşuna gittin deyince Mistah, «Belki bu olmuştur» dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [24]
Ayet insanları mekârimi ahlâka teşvik eden ayetlerdendir ve bu ayet Ebubekir Sıddık'ın bütün sahabîlerden daha üstün olduğunu ortaya koyar. Çünkü o, fazilet sahihlerinin ilkidir. Bu kesindir. Zira o tek başına veya bir cemaatle beraber, bu ayetin sebebi nüzulüdür. Bu hükmün bütün müslümanlar için genel olduğu keyfiyeti Hz. Ebubekir'in.en üstün olmasına zeval vermez. «Burada Hz. ^Ebubekir kastedilmiştir, fakat çoğul getirilmesi tazim içindir» şeklindeki zoraki tevile de ihtiyaç yoktur. Çünkü bu, ayeti zahirin hilafına yormak olur. Rafiziler «Burada faziletten maksat manevi üstünlük değil malca zengin olmaktır» şeklindeki yorumla Hz. Ebubekir'in en üstün sahabi olduğunu inkâr etmeye kalkışmışlardır. Fakat onların bu iddiasını u'lul fadl ifadesinin yanında ve «Ve's-Sea'» kelimes nin zikredilmesi nakzeder. Zira eğer orada fazilet «Zenginlik» demekse, bu kelime de zenginlik manasınadır. Tekrar lâzım gelir.
Fahreddin Razi; «Bu ayet, Hz. Ebubekir Sıddık'ın bütün sahabîlerden daha üstün olduğuna delâlet eder» dedikten sonra bunu Hz. Ebubekir Sıddık'm faziletinden uzak şekillerle izah etmeye çalışır. Ve yine Fahreddin Kazı, «Bu ayet Ebubekir Sıddık'ın Övülmesinin çeşitli yönlerini kapsamaktadır» der. Fakat onun bu yorumlarının çoğu tartışılabilir ve bunlar kesin değildirler.
Bu ayet aynı zamanda, irtidad (dinden dönme) hariç, diğer
günahların ameli zayi etmediğine delâlet eder. Aksi takdirde Ce-nab-ı Hak, Mistah'a «Muhacir» ismini vermezdi. Halbuki İfk Hadisesi konusunda o söylediklerini söylemiştir ve buna rağmen O'na «Muhacir» demiştir.
Bu ayet bîr de bir taati terketmek hususundaki yeminin geçersiz olduğunu sergiler. Çünkü Cenab-ı Hak, «Yemin etmesin» ifadesiyle ayete başlamaktadır. Evet, bu nehy haramlığa hamledü-miştir. Yani böyle yapmak haramdır. Bazıları «Haramlık değil, kerahete delâlet eder» demişlerdir. Bu takdirde böyle yapmak mekruhtur.
Bazıları da «Taati terketmek hususunda yemin etmek bazen haram, bazen de mekruh olur» demişlerdir. Fakihlerin cumhuru, «Bir kişi herhangi bir işi yapmak hususunda yemin ederse ve o işin gayrisinin ondan daha hayırlı olduğunu görürse hayırlıyı yap. sın ve yeminlerinin keffaretini versin» demişlerdir. Nitekim bir hadiste bu husus rivayet edümektedir.
(23) «Namuslu ve bir şeyden habersiz...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetten maksat, müminlerin anneleri olan Rasûlullah'ın zevceleridir. Hz. Aişe de böylece işin içerisine girmiş olur. Ebu'l-Cevza ve Dahhak bunu destekler şekilde rivayette bulunmuşlardır. Bir de İbn Abbas'tan bu mânâyı iktiza eden bir rivayet gelmiştir. Zira Said bin Mansur, İbn Cerir, Taberani ve İbn Merdu-veyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre îbn Abbas, Nur Su-resi'ni okudu ve tefsir etti. Bu ayete geldiğinde «Bu ayet Hz, Aişe ile Peygamberin diğer zevceleri hakkındadır. Bu işi yapana Cenaba Hak tevbe etme imkânını vermemiştir. Peygamber zevcelerinden hariç diğer mümin kadınlara zina iftirasında bulunan bir kimse için Cenab-ı Hak tevbe etme imkânım vermiştir» dedikten sonra bu surenin 4 ve 5. ayetlerini sonuna kadar okudu. Bunun zahirinden anlaşılıyor ki Hz. Peygamber'in tahir zevcelerinden birisine zina iftirası atan bir kimsenin tevbesi kabul olunmaz.
Yine İbn Abbas'tan gelen bazı rivayetlerde Hz. Aişe'ye yapı-Jan iftira meselesine dalan kimselerin tevbesinin kabul olunmayacağı şeklinde sarih haberler gelmiştir. Umulur ki bu sarahat, da-ha önce geçtiği gibi, mübalağa ve tağliz (hadiseyi korkunç gösterme) için olsun. Yoksa ayetlerin zahirinden anlaşıldığına göre böyle bir kimsenin de tevbesi kabul olunur. Mistah, Hassan ve Hamne gibi sahabeler bu İfk Hadisesi'ne karışmış olmalarına rağmen tevbe etmişler ve tevbeleri kabul edilmiştir. Eğer tevbelerinin kabul edilmeyeceğini bilselerdi, tevbe etmezlerdi.
«Onlar dünyada ve Ahiret'te lanetlendiler» ayetinde lanetlenmenin hem dünyada hem de Ahiret'te olduğu ifade edilmektedir. Oysa Ahiret henüz gelmemiştir. Bunun bu şekilde tabir edilmesinin sebebi Ahiret'in gelmesi mutlaka bahis konusu olduğu için sanki «gelmiştim gibi kabul edilmiştir. Yani melekler ve lanet okuyanlar hem dünyada hem Ahiret'te bunlara lanet edeceklerdir ve etmişlerdir.
(24) «O Kıyamet Günü ki dilleri...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-i Hak burada îfk Hadisesi'nde rol oynayanların özel durumlarına değinmektedir. Bu ayetin Özellikle onlar hakkında oluşunun delili Pussilet Suresi'nin 19-21. ayetleridir:
«Burada Rasûluİlah'ın hanımları kastedilmiştir» diyenin hareket noktası bu değindiğimiz özellikten ileri gelir. Fakat uygun olan şudur ki, ayetlerin nazil olmasından sonra (yani ayetlere rağmen) peygamberin hanımlarından birisine zina isnad eden kimsenin küfrü üzerinde lıükmedilmelidir. Çünkü onların ayetlerle tertemiz oldukları ortaya çıkmıştır. Onlara ayetlerin nüzulünden sonra ister «onlara da zina isnad edilir» şeklinde, isterse «Rasûlullah'a da tânedilir» şeklinde düşünülsün, bu isnadda bulunan bir kimse dinden çıkmış olur. Fakat ayetten önce de hüküm böyledir, demek biraz düşünmeyi gerektirir. Zira ayetin zahirinden bu anlaşılmamaktadır.
Üstelik ayetler gelmezden önce bu iftirada bulunanlara Hz. Peygamber iftira cezasını tatbik etmiş, irtidad edenlerin cezasım ise tatbik etmemiştir. Bu hususta da alimlerin icmaı vardır. Hadislerin iktizası şudur: İfk Hadisesi'ne karışan herkes, (Abdullah bin Ubey bin Selul hariç) tevbe etmiştir. İbn Abbas şöyle der:
«Bu ayet sadece Abdullah ibn Ubey bin Selul hakkında nazil olmuştur. Çoğul tabiri onun habasetteki korkunçluğuna işarettir.» Zahire göre bu ayetin nüzulünden sonra da tevbe etmeyen bir kimse kâfirdir ki bunlar da sadece Abdullah bin Ubey bin Selul ile onun münafıklardan yardımcıları olan kimselerdir.
Ebu Hayyan'ın El-Bahr adlı tefsirinde de belirtildiği gibi bu ayet Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur sözü de uygundur. Zira herhangi bir kadın müslüman olup Medine'ye hicret ettiğinde o kadına zina iftirası atarlar ve «O zina etmek için Medine'ye gidiyor» derlerdi. Fakat ayetin siyak ve sibakından anlaşıldığına göre bu ayet Hz. Aişe hakkında nazil olmuştur, Hz. Peygamber'in diğer zevcelerine zina isnad etmenin hükmü de Hz. Aişe'ye isnadın hükmü gibidir. Hatta diğer peygamberlerin pak zevcelerine zina isnadı da böyledir. Peygamberlerin annelerine zina isnadı da böyledir. Ve Rasûluİlah'ın kızlarına zina isnad etmenin hükmü de böyledir. Hele Hz. Fatma'ya... [25]
Muayyen bir kâfirin küfür üzerinde olduğu tahakkuk ederse ona lanet caizdir. Fakat ona yapılan lanet başka bir müslümanı veya zımmî bir vatandaşı rahatsız etmemelidir. Eğer bir müslümanı veya bir zımmîyi rahatsız ediyorsa ona lanet etme k caiz olamaz. Nitekim Ebu Talib'in kâfir olarak öldüğünü kabul etsek dahi ona lanet okumak haramdır. Hatta eziyet edilmesi haram olan bir kimseye eziyet vermenin en korkunç şekli budur. Evet, lanetlenmesi caiz olan bir kimseyi lanetlemek bir ibadet değildir. Ancak şer'i bir maslahatı kaparsa.,. Bilinen ve yaşayan bir kâfire lanet etmek ise meşhur görüşe göre haramdır. Hatta îmam Gaza-li'nin kelâmından anlaşılıyor ki bilinen ve yaşayan bir kâfi-re Iânet etmek küfürdür. Zira ona lanet okumak, onun küfür üzerinde kalmasını istemek demektir. Bir insanın küfür üzerinde olmasını istemek ise küfürdür. Allame İbn Hacer bu hususta«£ğer kişinin, bilinen ve yaşayan bir kâfire lanet okuması emrinin şiddetlenmesi kabilindense (beddua ise veya mutlak lânetse) bu lanetle kişi kâfir olmaz. Eğer küfür üzerinde kalması kastediliyorsa veya küfürde nza gösteriliyorsa o zaman bu laneti okuyan kâfir olum demektedir.
Yaşayan ve bilinen bir kâfire lanet gibi fasık bir kimseye lanet etmek de haramdır.
Rasûl-ü Ekrem'in vasfına veya direkt şahsına lanet okuyan bir kimseye îânet okumak caizdir. [26]
Dillerin, ellerin ve ayakların o kimseler hakkındaki şahitliklerinden maksat, Allah'ın kudretiyle onları konuşturmasıdır. Her aza kendisiyle hangi tür günah yapılmışsa onu söyleyecektir. Yoksa bu, bir azanın bir kişinin bütün günahlarını anlatacağı mânâsına gelmez. Meselâ elle yapılan cinayetlere sadece el dille yapılanlara sadece dil şahittir.
Ayeti şöyle tevil etmek de m ümkündür:
Bu azaların konuşmasından maksat, onlarla yapılan günahların etkileri, o azalarda belirecektir ve bu azalara bakan bir kimse Allah'ın vermiş olduğu bir bilgi ile onların bu suçu işlediklerini bilmiş olacaktır. Lâkin bu tevile şu şekilde itiraz edilmiştir: Ce-nab-ı Hak, Fussilet Suresi'nde «Her şeyi konuşturan Allah bizi konuşturdu» şeklinde bir cümle kullanmıştır. Bu cümle açıkça Allah'ın onlara dil vermesi suretiyle onların da bizim gibi konuşacak. lan gerçeğini ifade etmektedir. Buna dair birtakım cevaplar verilmiş, itirazlar yapılmıştır.
Ayetten açıkça anlaşılıyor ki, «Şehadet» kelimesi burada hakiki mânâsında kullanılmıştır. Ancak bu takdirde Yasin Suresi'nde «Biz bugün onların ağızlarına mühür vururuz» ayeti ile bu ayet çelişir iddiasına karşı şöyle denilmiştir:
«Ağızlara vurulan mühürden maksat, ağızda bulunan dille konuşmayı menetmektir. Bu ise dilin başlibaşına konuşması İle çelişmemektedir. Çünkü buradaki şehadetten bu kastedilmektedir. Evet, dil birinci ayette fiilin aletidir, üçüncü ayette ise faüdir, fiili işleyendir. Böylece ağızlara vurulan mühürle dilin şefıadeti bir yerde olabilir. Yani onlar normal bir şekildeki konuşmadan mene-dilirler, fakat dil başlibaşına (adeta'ikinci bir dili Cenab-ı Hak ona vermişcesine) konuşur. Nitekim Cenab-ı Hak, Rasûlullah'a zehir karıştırılarak takdim edilen koyun buduna Rasûlullah'a zehirli olduğunu söyleme imkânım vermiştir.»
(25) «O gün Allah onlara...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet metnindeki «Yuveffi» fiili bir şeyi tam vermek mânâsına gelen «Tevfiye» kökünden gelir. Din kelimesi ise burada ceza, karşılık demektir. Nitekim şu hadiste de aynı mânâyı ifade eder: «Siz nasıl muamele ederseniz sizinle öyle muamele edilecektir.»
Din kelimesinin sıfatı olan «ELHak» kelimesi hikmetin iktiza ettiği şekilde var olan demektir. Ayetin mânâsı, onların belirtilen azalan çirkin fiillerini meydana dökmek suretiyle şahitlik ettikleri günde Allah hikmetinin muktezasma uygun bir şekilde onlara ceza verecektir.
Ayetin sonunda gelen «El-Mubin» kelimesi, eğer «El-Hak» kelimesinin sıfatı ise o vakit hakikati zahir olan, apaçık bulunan demektir. Eğer ikinci haber veya muteaddi olan fiilden geliyorsa, mânâsı, eşyayı olduğu gibi ortaya çıkaran Allah demektir.
Eğer bu fiili cümle daha önceki fiili cümlenin üzerine atfedi-Ürse ve oradaki kayıtlarla kayıtlı ise ayetin mânâsı, onların bahsedilen azaları aleyhlerinde şahitlik yaptığı günde onlar Cenab-i Hakk'm gerçekliği apaçık olan veya eşyayı olduğu gibi ortaya dökenin ta kendisi olduğunu bilirler demek olur. Eğer o kayıtlarla kayıtlı değilse ayetin mânâsı, onlar o günde, o şiddet ve felaketleri gördüklerinde bilirler ki Cenab-i Hak, hakkın ve açıklayıcının ta kendisidir. Onların bunu bilmeleri ya azaların şahitliğinden ileri gelir veya o dehşetleri görmelerinden kaynaklanır. Bu cümle apaçık ifade ediyor ki bu ayet, Rasûlullah'ın harimi ismetine dil uzatan, îbn Übey ve benzeri münafıklar hakkında gelmiştir. Çünkü mümin bir kimse dünyada da Cenab-ı Hakk'm «Hakk'uf-Mubin» olduğunu bilir. Onun bilgisi sadece Kıyamet Günü'ne ait değildir.
«Bu ayet İfk Hadisesi'ne kansan müminler hakkında veya hem onlarla hem de onlarla beraber olan münafıklar hakkında inmiştir» diyen bir kimseye göre, o vakit bilgiden maksat zihnin bu işe yönelmesi demektir. Zihnin bu işe yönelmesi ise daha önce kişinin Allah Teâlâ'nm «Hakk'uLMubin» olduğunu bilmesine ters düşmemektedir.
Bu ayetin şöyle anlaşılması da mümkündür: Onlar gözleriyle ayan beyan bilirler ki Cenab-ı Hak Hakk'ul-Mubin'in ta kendisidir. Yani mazlum için zalimden intikam alacaktır.
(26) «Kötü kadınlar, kötü erkeklere...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet başlı başına bir kelâmdır. Halk arasında cereyan eden yol üzerine tesis edilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın bir meleği vardır, kime lâyık ise onu onun yanına sevkeder. Hikmetine binaen böyle gelmiştir. Bir de kuşlar, benzerlerinin üzerlerine düşerler (yani onların yanma giderler) sözünün hikmetine binaen böyle denilmiştir. Yani habis kadınlar habis erkeklere lâyıktırlar. Habis kadınlar habis erkekleri aşarak iyi insanların yanına varamazlar. Yani onların hanımı olamazlar. Çünkü lâm burada ihtisas mânâsını ifade eder.
Habis erkekler habis kadınlar içindir. Çünkü mücaneset birleşmenin gereklerindendir. Temiz kadınlar erkeklerin temizlerine mahsustur. Temiz erkekler ise temiz kadınlara mahsusturlar. Onları aşıp çirkin ve habis kadınlara varamazlar. Madem ki Rasûl-ü Ekrem temizlerin en temizi, evvelin ve ahirinin en hayırlısıdır. böylece anlaşılıyor onun zevce-i tahiresi Hz. Aişe tayyip kadınların en tayyibidir. Böylece onun hakkında uydurulan hurafelerin hepsinin bâtıl olduğu ortaya çıkmış oluyor. Çünkü Cenab-ı Hak: «İşte onlar var ya! O iftiracıların dediklerinden muberri, münezzeh ve uzaktırlar» buyuruyor. Fakat bu metindeki «Ulaike» kelimesiyle peygamber evinin erkek ve kadınlarına işaret etmişür. Şüphesiz ki Hz. Aişe bu grubun içine herkesten önce dahildir.
Bazıları «Bu kelime Rasûlullah'a, Hz. Aişe'ye ve Safvan'a işaret etmektedir» fikrindedir. Ferra «Sadece Hz. Aişe'ye ve Safvan'a işaret etmektedir» der. Ve buradaki cemi (çoğul) birden fazla olana mutabık gelen çoğuldur. Yani cem'i mantıkîdir.
Ayet bütün bu yorumlara binaen tağlib özelliği,taşımaktadır. Yani onlar, iftira ehlinin kendileri hakkında söyledikleri yalandan ve bâtıl ithamlardan münezzeh kimselerdir. Bu sıfatların peygamberlik ailesinin erkek ve kadınlarına ait olduğunu Taberani, İbn Abbas'tan uzun bir hadisle rivayet etmektedir. İmamiyye grubu da Ebu Cafer'den ve Ebu Abdullah'tan rivayet ediyorlar. Ebu Müslim, Cübbaî ve cemaat de bunu seçmişlerdir ki en beliği ve uygun olanı da budur.
Bazıları «Habislerden maksat sözlerdir» demiştir. Yani habis ve çirkin sözlerdir. Habis erkekler ve kadınların özelliğidir. Habis sözler bu iki gruptan başka insanlardan sadır olmaz. Habis erkekler ve kadınlar da habis sözleri söyleme özelliğine sahiptirler ve ona maruz kalırlar. Temiz sözler ise temiz erkek ve kadınların özelliğidir. Başkasından sadır olamazlar. Temiz kadınlar ve erkekler de temiz sözlere maruz kalırlar. Bu söz onlardan başkasından çıkmaz. İşte bunlar habis insanların söylediklerinden uzaktırlar, onlardan böyle bir şey sadır olmaz. Tüm bunları Mücahid rivayet etmektedir. Fakat en uygunu daha önceki mânâdır.
Ayetin sonunda gelen «Kerîm» kelimesinden maksat, cennettir. «Onlara kerîm nziklar vardır» ifadesinin mânâsı, onlar için cennet vardır anlamındadır. Nitekim Ahzab Suresi'nde müminlerin anneleri olan Rasûlullah'ın hanımları için Cenab-ı Hak: «Biz onlar için kerîm bir rızk hazırladık» demiştir. Yani onlara cenneti hazırlamıştır. Kur'an'ın bir kısmı diğerini tefsir ettiğine göre Ahzab Suresi de burayı tefsir etmektedir. [27]
Bu ayetler Hz. Aişe'nin doruk noktasına varan fazüetlerini sergilemektedir. Eğer bütün Kur'an'ı çevirsen, sahife sahife baksan, asiler hakkında hiçbir tehdidin Hz. Aişe'ye dil uzatanlar hakkında gelen tehdid şeklinde gelmediğini görürsün. Bu da Hz. Aişe' nin üstünlük ve faziletine delâlet eder. Hz. Aişe durmadan Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetten ve bu ayetleri kendisi hakkında inzal buyurmasından bahsederdi.
«Onlar, için mağfiret ve kerim bir mık vardır» ayeti eğer Aişe' yi kapsıyorsa onun küfrüne veya -hâşâ- kâfirlik sıfatı üzerine öldüğüne hükmeden rafiziler aleyhinde bir reddiye olur. Onlar bu hükümlerini Cemel olayına ve bir de Hz. Aişe'ye isnad ettikleri birtakım iftiralara dayandırmaktadırlar. Onların bu bâtıl iddialarını reddeden delillerden birisi de Hz. Ammar'm, Hz. Ali tarafından Hz. Hasan'la beraber Medine ve Küfe halkını harbe davet etmek maksadıyla gönderildiği zaman halka söylediği şu hitabedir:
«Aişe'nin hem dünyada hem de Ahiret'te sizin peygamberinizin hanımı olduğunu biliyorum. Fakat Allah sizi denemektedir. Bakalım siz Allah'a mı Aişe'ye mi itaat edeceksiniz?»
Ailame Alusi şöyle bir tabir kullanıyor:
«Hayreti mucib olan şeylerden birisi de Şia kitaplarının bazılarında gördüklerimdir. Bunlara göre Hz. Aişe, Cemel Vakası'ndan sonra Peygamber zevcelerinin içerisinden çıkmıştır. Çünkü Ra-sıü-ü Ekrem, Hz. Ali'ye (güya): «Sana izin verdim ki benim vefatımdan sonra istediğin hanımımı benim hanımlığımdan çıkarabülirsin» demiş ve Hz. Ali de Cemel Hadisesi'nden sonra Hz. Aişe'yi peygamber hanımlığından çıkarmıştır.
Hayatımla yemin ederim, bu, ilk çocuğu ölen bir kadını bile gül dürebilecek hadiselerdendir. Zira Cemel Hadisesi sona erdikten sonra Hz. Aişe ile beraber gelen askerlerin Hz. Ali'ye mağlûp olarak teslim olmalarından sonra Hz. Ali'nin ona göstermiş olduğu güzel muamele hakkında ne Şia ne de başka gruplar ihtilaf etmemektedirler. Biz bu ayetlerden ötürü Hz. Aişe'nin fazileti konusunda herhangi bir şüphe içinde değiliz. Ayrıca Rasûl-ü Ekrem'den onun hakkında gelen hadisler vardır.»
Bu ayetin Hz. Aişe hakkında inmesi Jftasûlullah'ın onun durumuna fazla ihtimam göstermesinden ileri gelir. Hz. Ebubekir Sıddık'ı teselli etmek ve kırılmış kalbini celbetmek için, Hz. Aişe' nin annesi olan Ümmü Rümman ile kocası Ebubekir'in çektikleri o büyük üzüntüyü bertaraf etmek için gelmiştir.
(27) «Ey iman edenler! Kendi evinizden...» Bu Ayetin Tefsin
Cenab-ı Hak önce insanı zinadan uzaklaştıran durumlara değinmiş, sonra zina ile iffetli ve namuslu kadınlara iftira atılmasını yasaklamıştır. Burada da zinaya veya zina iftirasını uydurmaya yol açabilecek erkek ve kadınların ihtilatma değinmekte ve halvet zamanlarında kadınların hanelerine girmenin mahzurları belirtilmekte, güzel edeblere, dünya ve Ahiret saadetini gerektiren hareketlere değinmektedir.
Bu ayetin nüzul sebebi, El-Feryadi'nin Adib bin Sabit'ten, onun da Ensar'dan bir kişiden rivayet ettiğine göre şöyledir: En-sar'dan bir kadın: «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben evimde öyle bir du-rumda oluyorum ki hiç kimsenin beni o durumda görmesini istemiyorum. Ne oğlum, ne babam... Oysa o durumdayken herhangi birisi içeri giriyor. Bu hususta ben ne yapmalıyım?» diye şikâyette bulundu ve o zaman bu ayet indi: [28]
Yani oturduğunuz evlerden başka hanelere, ister size ait olduğu halde başkasına kiralamış olun, isterse başkalarına ait olsun, girmeyin. Ancak izin isteyin. İzin verilirse girin.
Ayetin metnindeki «Teste'nisu» fiili izin isteyinceye kadar mânâsına gelen «Teste'zinu» yerine kullanılmıştır. Yani o evlerin sahiplerinden izin verme yetkisi olan bir kimseden izin alıncaya kadar girmeyin. O izni aldıktan sonra girebilirsiniz.
«Teste'nisu» fiilinin «Teste'zinu» ile tefsir edilmesini, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Enbari, İbn Cerir ve İbn Merduveyh, İbn Abbas'tan rivayet ederler. Fakat Hakim'in rivayet ve tashih ettiği, Ez-Ziya'nın El-Muhtare'sinde, El-Beyhaki'nin Şuab'ul-İman'ında ve başka mu-haddislerden bazılarının İbn Abbas'tan naklettikleri rivayet buna muhalif düşmektedir.
İbn Abbas, Teste'nisu hakkında güya «Kur'an kâtibi yanılmıştır. Bu kelime ancak Teste'zinu'dur» demiştir. Fakat Ebu Havyan der ki: «İbn Abbas'tan bunu rivayet eden ve İbn Abbas'm böyle dediğini söyleyen, İslâm'a hücum etmekte ve dinden çıkmaktadır. İbn Abbas böyle bir şey söylemekten uzak ve beridir.»
Alusi şunları söylüyor:
«Hadis imamları katında Hakim'in tashihine itibar edilmez. Fakat bu birçok tarîkla gelmektedir. Ve Ziya'nm El-Hadis'ul-Muh-tare'si muteber bir kitaptır. Hatta Sahavi, Feth'ul-Muğis adlı eserinde rrmsned ehünin taksimini yaparken «Ziya'mn ELHadis'uh Muhtare adlı kitabında olduğu gibi onlardan bazıları sadece hüccete elverişli olan hadisleri naklederler» diyor. Suyuti de Cem'ul-Cevami'nin dibacesinde «Sahih-i Buharı, Sahih-i Müslim, Sahih-i İbn Hİbban, Mustedrek ve Ziya'nm El-Hadis'ul- Muhtar e'sinin kapsadığı bütün hadisler sahihtir» diyor. Hafız İbn Receb, Hanbeliler tabakasında ve katında bazı imamlardan şunu nakletmektedir: «Ziya'mn El-Hadis'ul-Muhtare'si Hakim'in Sahih'inden daha hayırlıdır.» İşte bu haberin Ziya'nm El-Hadis'ul-Muhtare'sinde yer alması Ebu Hayyan'm ihtirazını uzaklaştırır.
İbn'ul-Enbari «İbn Abbas'tan gelen bu haber ile yine ondan rivayet edilen ve zahirde Kur'an'ın tevatür hususuna ihtiraz kabilinden gelen rivayetler zayıftırlar. Ayrıca İbn Abbas'tan başka yollardan nakledilen bazı rivayetlerle çelişmektedirler» demektedir.
İbn Eşte bütün bu itirazlara şu şekilde cevap vermiştir. «Tes-te'nisu fiilinin teste'zinu yerine yanlışlıkla yazılmasından maksat, tercihte bir yanlışlıktır. Yani bu iki kelime arasındaki tercih. İbn Abbas'ın zannına göre en uygun olanı terk edilmiş, ikinci planda gelen kelime yazılmıştır. Yazılanın Kur'an'dan hariç ve yanlış olduğunu söylemek istemiyor.» Celaleddin Suyuti İbn Eşte'nin cevabını seçmiş ve «Bu cevap İbn'uVEnbari'nin cevabından daha oturaklı ve daha uygundur» demiştir. Fakat İbn Abbas'ın kelâmım böyle bir şekilde yorumlamak uzak bir ihtimaldir. Çünkü onun kelâmının zahirinden bunun tam tersi anlaşılmaktadır. Ayrıca Ra-sûlullah'ın son olarak Cebrail'in önünde okuduğu tarzda Rasûlul-lah'tan sahabîler tarafından nakledilmiş ve icma edilmiş bir hususta İbn Abbas'ın «Bundan daha uygunu şudur» demesi uzak bir durumdur. Yani İbn Abbas böyle demez. İbn Abbas'ın kelâmını bu şeküde yorumlayanlar sanki şunu demektedirler: Bu tarzda yorum getirmek, îbn Abbas'tan müteaddid tariklerle gelen ve Ziya tarafından El-Hadis'ul-Muhtare'de nakledilen haberi inkâr etmekten daha kolaydır.
Erkeklerin izin istemelerine neden olan her illet kadınların izin istemesi için de nedendir. Çünkü evdekiler bazen öyle bir durumda olurlar ki erkekler onları o durumda görmeyi sevmedikleri gibi kadınların da kendilerini o durumda görmesini sevmezler.
Müslim ve Buhari'nin rivayet ettiği hadis «İzin istemek ancak bakış içindir» şeklindedir ve bu sahih bir hadistir. Bunun için izin almazdan önce evin içine bakılmamalıdır.
Taberani, Ebu Umame'den şöyle rivayet ediyor: «Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «Kim benim Allah'ın Rasûlü olduğuma şahitlik ediyorsa herhangi bir ev halkının yanına girmesin. Ta ki izin istesin ve selâm versin.»
Eğer evin içine bakarsa o zaman eve girmiş sayılır. Yani izin istemeden, selâm vermeden önce eve girmiş sayılacağı için haram işlemiş oluyor.
Ebu Davud ve Buhari'nin El-Edeb'ul-Müfred'de Abdullah bin Buşr'dan rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber bir kavmin evinin kapısına geldiğinde yüzünü kapıya çevirmezdi. Ancak sağından veya solundan bakarak «Selâm sizin üzerinizde olsun» derdi. Bunun nedeni şuydu: O dönemde evlerin önüne kapı takılı değildi. Kapı yerine perdeler asılıydı. Kapıya yönelmek, o zaman evin içerisini görmeye sebep olurdu. Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre bir eve girmek için kör bir kimse için bile izin isteme zorunluluğu vardır. Bunun nedeni de şudur: O, kulak vasıtasıyla o hane balkının muttali olmasını istemedikleri bir şeye muttali olabilir.
İzin istemek ve selâm vermek ayrı şeylerdir. Fakat bazı haberlerin zahirinden aynı oldukları, bazılarının zahirinden de aynı olmadıkları görülmektedir.
îzir. istemek ve .selâm vermek suretiyle girmek, ansızın girmekten veya cahiliyet selâmıyla girmekten daha hayırlıdır. Çünkü cahüiyet döneminde kişi evinden başka bir eve girmek istediği zaman sabahınız hayırlı olsun ve akşamınız hayırlı olsun şeklinde selâm verirdi ve içeri girerdi. Çoğu zaman izin almadığı için, kişiyi hanımıyla beraber yatakta bulurdu. [29]
28- Şayet o evlerde bir kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Size «dönün» denilirse dönün. Bu, hakkınızda daha temiz ve nezihtir. Allah işlediklerinizi hakkıyla bilir.
29- İçinde size ait eşyalar bulunan ve oturulmayan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah sizin açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.
30- (Ey Rasûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarım söyle. Zira böyle yapmaları kendileri için daha temiz bir durumdur. Kuşkusuz ki Allah onların yapmakta olduklarından haberdardır.
31- (Ey Rasûlüm!) Mümin kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (ziynetlerin takıldığı boğaz, baş, gerdan, kol, bacak ve kulaklar gibi yerlerini) göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz, el ve ayaklar) müstesnadır. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (göğüs ve boyunlarını göstermesinler). Ziynetlerini ancak şu kimselere gösterebilirler: Kocalarına veya babalarına veya kocalarının babalanna veya kendi oğullarına veya kocalarının (başka kadından olma) oğullarına veya kendi erkek kardeşlerine veya erkek kardeşlerinin oğullarına veya kızkardeş-lerinin oğullarına veya müslüman kadınlara veya ellerindeki cariyeler veya (kadına) ihtiyacı olmayan kimselere, veya henüz kadınların gizli yerlerinin farkında olmayan çocuklara. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye, ayaklarını (birbirine veya yere) vurmasınlar. Ey müminleri Hepiniz birden Allah'a tevbe edin ki felaha eresiniz. [30]
(28) «Şayet o evlerde...» Bu Ayetin Tefsiri
27 numaralı ayet meskûn olan (içinde insanlar bulunan) evlerin hükmünü açıklarken bu ayet de içinde insan bulunmayan, boş olan evlere girmenin hükmünü açıklamaktadır. Yani bu evlere de ev sahiplerinden izin alınmadan önce girilmemelidir. Çünkü böyle bir şey dedikoduya sebep olabilir ve aynı zamanda mal sahibinin rızası olmadan onun mülkünde tasarruf etmek olduğu için gaspa benzemiş olur.
Ayetin metnindeki «Ezka» kelimesi «İ-nat etmenizden daha temizdir» anlamına gelir veya sizin din ve dünyanız için daha hayırlıdır demektir. Artmak mânâsına gelen zekât kelimesinden de gelebilir bu.
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki ismi tafdil sigası burada mübalağa içindir. Zira kapılarda durmak, mutlak olarak denaet (kötü hareket) sayılmaz. Çünkü îbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre kendisi Rasûlullah'ın hadislerini Ensar'dan dinlemek için onların evlerine giderdi. Kapının karşısında oturur, izin istemezdi. Ta ev sahibi kendiliğinden çıkıp gelinceye kadar. Ev sahibi onun dışarıda oturduğunu görünce, «Ey Rasûlullah'ın amcasının oğlu! Keşke burada olduğunu bana haber verseydin» derdi. İbn Abbas da; «İşte biz ilmi bu şekilde talep etmekle emrolunduk» diye cevap verirdi. Yani İbn Abbas bunu tevazudan sayardı ve tevazu da ilim talibinin zihninin açılması için en kuvvetli sebeplerden birisidir.
(29) «îçinde size ait eşyalar bulunan...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetten anlaşılıyor ki ribatlar, imaratlar, hanlar, dükkânlar, hamamlar ve benzeri bütün insanların yararı için yapılan yer lere izin almaksızın girilebilir. Çünkü Cenab-ı Hak «O yerlerde sizin için istifade etmek vardır» buyurmaktadır.
İbn Ebi Hatim, Mukatil'den şunları rivayet ediyor: «Ey iman edenler! Ev sahiplerinin iznini almadan evlere girmeyin» ayeti indiği zaman Ebubekir Sıddık şöyle dedi: «Ey Allah'ın Rasûlü! Mekke'den, Medine'den, Şam'dan, Beyt'ul-Makdis'den gelen Kureyş tüccarlarının halleri ne olacaktır? Onlar yolda, belli noktalarda bulunan evlerden nasıl izin isteyecek, nasıl selâm verecekler ve oralara nasıl girecekler? Halbuki o evlerde hiç. kimse yoktur.»
Bunun üzerine Cenab-ı Hak 29 numaralı ayeti bu gibi durumlarda ruhsat olmak maksadıyla indirdi. Hz. Ebubekir'in «O belli evler»den maksadı yol üzerindeki hanlar ve kervansaraylardır. Fakat ayet sadece Hz. Ebubekir'in kastettiği hanları kapsamakta değildir, geneldir. Sebebi nüzulün Özel olmasına bakılmaz. Binaenaleyh İbn Zübeyr, Muhammed el-Hanefiyye ve Dahhak'ın bunu bu şekilde tefsir etmeleri temsil kabüindendir. Cemaa'nın Ata'dan, Abd bin Humeyd'in, İbrahim en-Nehai'nin «Bu evlerden maksat defi hacet yapmak için girilen harabe yerlerdir» demeleri de bu kabildendir.
Îbn'ul-Hanefiyye'nin «Bu evlerden maksat Mekke evleridir» sözü de temsil kabilindendir. Çünkü Mekke evlerinin kastedilme-si «Mekke evleri hiç kimsenin mülkü değildir. Herkes orada ortaktır» görüşünün sıhhatli olmasına bağlıdır. Oysa bu meselede, jg ihtilaf vardır.
(30) «(Ey Rasûlüm!) Mümin erkeklere...»Bu Ayetin Tefsiri
Burada Cenab-ı Hak genel hükümleri açıklamaktadır. Bu hükümler bütün müminleri kapsar. Evlere izinle girenlerin hükümleri de buna dahildir. Cenab-ı Hakk'ın hitabı renklendirmesi, Ra-sûlullah'a yöneltmesi ve bu ayetin kapsamında bulunan emir ve yasakları peygambere havale etmesi şu noktalardan ileri gelmektedir:
1) Bunlar çokça varid olan cüz'i emirlerle ilgili meselelerdir, Bu emirleri veren Rasûlullah olmalıdır.
2) Bu tedbirleri gören ve müslümanları koruyan Rasûlullah olmalıdır.
3) Müminlerden bazıları Hz. Peygamber'e gelip bu ayetin kapsamındaki hükümleri kendilerine açıklamasını sanki istiyorlarmış gibi Cenab-ı Hak da ona bu şekilde emir veriyor.
İbn Merduveyh, Hz. Ali'den şunları rivayet ediyor: [31]
«RasûJ-ü Ekrem zamanında Medine yollarının birisinden bir kişi geçiyordu. Yoldaki bir kadına baktı, kadın da ona. Şeytan ikisine de b irbirlerini beğendikleri vesvesesini verdi. Kişi, kadına baktığı zaman bir duvarın yakınından geçmekteydi. Tam duvara isabet etti ve burnu yarıldı. Bu darbeyle karşı karşıya kalan kişi:
«Allah'a yemin ederim, Rasûlullah'a varamadan bu kanı yıkamaya-cağım, silmeyeceğim» dedi ve Peygamber'e gelerek durumunu anlattı. Hz- Peygamber de: «Bu senin günahının cezasıdır» dedi ve ardından Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. Bu ayetin sebebi nüzulü budur.»
Sanki Rasûlullah'a «Eğer sen onlara, gözlerinizi kapayın harama bakmayın desen onlar gözlerini kapatırlar» denilmiştir. Bu» da onların Allah'ın Rasûlü'ne çokça itaat ettiklerine işaret tir.
Haram bir şeye bakmaktan gözü engellemek vaciptir. Ansızın ortaya çıkan bakış, eğer bir kasıt yoksa, affedilmiştir. Bu hususta Ebu Davud ve Tirmizi, Bureyde'den şöyle rivayet ediyorlar: «Allah'ın Rasûlü: «Bir defa baktıktan sonra bir daha bakmayın. Çünkü birinci bakış sizin lehinizedir. İkinci bakışa hakkınız yoktur. Aksi takdirde aleyhinize olur» buyurmuştur.
Cenab-ı Hak burada önce gözü haramdan çevirme emrini veriyor. Çünkü bunda şer kapısının kapanması bahis konusudur. Zira serlerin çoğu nazardan ileri gelmektedir ve aynı zamanda nazar zinanın elçisidir, funusun basını çekendir. Nitekim şair der ki:
«Bütün hadiselerin başlangıcı nazardan ileri gelir. Ateşin en gür kısmı küçücük kıvılcımdan oluşur. Kişi sağa sola evrilip çevrilen bir göze sahip oldukça tehlike üzerinde durmuştur. Nice bakışlar vardır ki bakanın kalbinde ok tesiri yapmaktadır. Oysa ortada ne keman vardır, ne de ok! Hatıra zarar veren göze sürür getirir. Zararı getiren bir sürura merhaba olmasın!»
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki bu irşad bütün müminleredir. Çoğul tabirinin kullanılması buna ters düşmemektedir. Müminler ister ibadet edenler, isterse diğerleri olsun, hepsini kapsar.
Bazı müfessirler «Burada halis ve abid müminler kastedilmiştir» demişlerse de bu dar bir görüştür. Irzlarını korumalarının emredilmesinin mânâsı zina ve livatadan muhafaza etmeleridir. Cenab-ı Hak «Gözlerini kapasınlar» tabirini kullandı. Fakat «Irzlarını korusunlar» tabirini kullanmadı. Yani teb'iz mânâsını ifade eden «Min» edatını getirmedi. Çünkü bakma emri geniştir. Zira mahremler mahremlerin saçlarına, göğüslerine, memelerine, bacaklarına ve ayaklarına bakabilirler. Satılmak üzere getirilen cariyelerin de yüzlerine, ayak ve ellerine, bacaklarına bakabilirler.
Bazıları «Korumaktan örtünmek kastedildiği için «Min» edatı getirilmemiştir» derler. Zira İbn'ul-Munzir ve cemaa Ebu'l-Aliye' den rivayet ediyorlar ki «Her ayet ki o ayette ırzların korunması zikrediliyorsa bu korunma zinadandır. Ancak Nur Sûresi'ndeki bu tabir «onu kimse görmesin» manasınadır.» Bu rivayetin benzeri Ebu Zeyd'den de gelmiştir.
(31 «(Ey Rasûlüm!) Mümin kadınlara da...» Bu Ayetin Tefsiri
«Mümin kadınlar gözlerini kapatsınlar»d&n maksat, kendilerine bakılması haram olan şeylere bakmasınlar demektir. Meselâ erkeklerin avret mahallerine bakmasınlar. Kadınların da kadınlara karşı avret mahalli sayılan diz kapaklarıyla göbekleri arasına bakmasınlar. îbn Hacer'il-Mekki'nin Zevazir adlı kitabında «Kişinin kadına bakması haram olduğu gibi kadının da kişiye, şehvet-siz ve fitne korkusu bahis konusu olmasa dahi, bakması haramdır. Ancak aralarında soydan veya sütten veya evlilik yoluyla gelen bir mahremiyet varsa o zaman birbirlerinin, diz kapaklarıyla göbekleri arası hariç, bedenlerine bakabilirler» denilmiştir.
Hanefüer'e göre göbek ile diz kapakları arasının haricinde kalan bütün bedene eğer şehvetle bakılırsa haramdır. Şehvetsiz bakılırsa haram değildir. Kadının, gözünü yabancılara bakmaya kapatması ona daha uygun ve daha güzeldir.
Kadının kadına diz kapaklarıyla göbek arası hariç diğer beden bölümlerine şehvetle bakması da haramdır. Böyle bir şehvet bahis konusu olabilir mi? Cevap: Evet. Çünkü lezbiyenlik (kadının kadınla iktifa etmesi fiili) kadınlar arasında çoğalmaktadır... Ve bu maksatla şehvetle bakan bir kadın haram işlemiş olur.
«Irzlarını korusunlar», yani zinadan ve lezbiyenlikten veya örtünmem ekten veya bunların hepsini kapsayan bir felaketten!..
«Onlar süs eşyalarından (yani süs eşyalarının takıldığı yerler, den) ancak âdette ve zaruret halinde beliren yerleri müstesna diğer yerlerini açığa vurmasınlar.» Meselâ yüzük, göze çekilen sürme, ele yakılan kına yabancılara gösterildiği takdirde muaheze yoktur. Muaheze ancak bileziklerin, hamalların, gerdanlıkların ve küpelerin takıldığı yerleri göstermekte vardır. [32]
Cenab-ı Hak ayette «Ziynetlerini göster meşinler» diyor, fakat ziynet yerlerinden bahsetmiyor. Mübalağa ifade etsin diye Cenab-ı Hak böyle söylüyor. Çünkü ziynetler mutlaka bazı yerlere takılmışlardır. O yerlere bakmak da haramdır. Ancak ayette istisna edilen yerler müstesnadır.
El-Feraid sahibi «Bu, halin ismi mahal üzerine ıtlak olma cin-sindendir» der. Yani ziynet denilmiş, fakat ziynet yerleri kastedilmiştir. Binaenaleyh ziynetlerin takıldığı yerlere bakmak nassm ibaresiyle haram olmuş oluyor. Ebu Hanife'ye göre zahiri ziynetlerin yerleri, meselâ yüz, eller, ayaklar, mutlak şekilde avret değildirler. Onlara bakmak haram olmaz.
Şafii Mezhebi'ne göre yüz ve iki ellerin içi ve dışı avrettir. Buralara bakmak haramdır. Velev ki kadın cariye dahi olsa. Fakat bu yerler namazda avret değildirler.
İbn Hâcer, Zevacir'de «Kadının kesilmiş saçına, tırnağına bakmak da haramdır» diyor. Çünkü bir parçaya bakış çoğu kez hepsine bakmaya sürükler insanı. [33]
Kadına tedavi veya şahitlik için bakılması haram değildir. Ta. berani ve Hakim, İbn'ul-Munzir ve başka bir grup İbn Mesud'dan şöyle rivayet etmektedirler: «Açıklanandan maksat, elbiseler ve onların üzerindeki çarşafımsı geniş cilbabdır. Yani onların dışında bedenin bütününe ve diğer elbiselere bakmak da haram olur.» Zira elbiselere «Ziynet» denildiği hususu başka bir ayette de geçmişti. «Her mescidin yanında ziynetlerinizi takın» denilmiştir.
îbn Abbas bazı rivayetlerinde «Açık olanlar müstesnadır» kelimesi hakkında «Sürme, yüzük, küpe, gerdanlık» şeklinde tefsirde bulunmuştur. İbn Ebi Şeybe, İkrime'den «Bu istisnadan maksat, el ve boğazın alt kısmıdır» rivayetini nakletmiştir. Hasan Basri «Bu, yüzük ile bileziktir» demiştir. İbn'ul-Bahr, «Ziynet jizyono-mik güzelliklere de denilebilir» diyor.
Ayetin metnindeki «Humur» kelimesi (noktalı ha ile) «Himar» kelimesinin (noktalı ha ile) cem'idir. Bu, kadının başına doladığı başörtüsüdür. «Cuyub» iç gömleğin en üst kısmında açılan yer demektir. Ki oradan kadın bedeninin bir kısmı gözükür. Zira bu kelime esasında kesmek mânâsına gelen «Ceyib»den alınmıştır.
İbn Ebi Hatim'in îbn Cübeyr'den rivayet ettiğine göre bu ayetten maksat, kadınlara göğüslerini, gerdanlıklarını kapama emridir. Tâ ki oralardan bir şey gözükmesin. Zira cahiliyet döneminde kadınlar sadece başlarım Örterler ve geri kalan kısmı sırtlarına sarkıtırlardı. Böylece onların göğüs ve gerdanları ortaya çıkmış olurdu.
Sahih rivayetlere göre bu ayet indiği zaman Muhacirler'in hanımları, bazı rivayetlerde Ensar'm hanımları, bu ayetteki hükmü tatbik etmek için üzerlerindeki elbiselerin bir kısmını parçalayıp başörtüsü yaptılar ve onunla Örtündüler. Bu ayeti tasdik etmek ve iman etmek bakımından böyle yaptılar. [34]
Ayetin metnindeki «Buulet» kelimesi kocaları demektir. Çünkü kadının süslenmesinin maksadı kocasıdır ve kocası için süs takması emredilmiştir. Hatta kadın kocası için süslenmez ise erkeğin onu dövme hakkı doğar. Koca, karısının bütün yerlerine, hatta belli yerlerine bile bakabilir. Bu durumu Şeyh'ul-İslâm Ebussuud Efendi «îrşad'u Akî-i Selim» isimli tefsirinde nakletmektedir.
Şafüler'in ekserisi kadının belli'yerine bakılmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bazıları «haramdır» demişlerse de, bu hususta herhangi bir delil yoktur. Bazıları ise «Bakmamak daha evlâdır» demişlerdir. Ve bu, Şahab-i Haffacî'nin nakline göre Hanefi mezhebidir. [35]
Babalan, kocalarının b abalan, çocukları, kocalannın çocukları, kardeşleri, kardeşlerinin çocukları veya kızkardeşlerinin çö-cuklan müstesnadır. Çünkü zaruretten ötürü kadınlar bunlarla çok haşr-u neşr olurlar ve böyle kimseler arasında fitne doğması nadirattandır. Bu kimseler kendilerine nikâhı ebediyyen haram olan kadınlara hizmet ettikleri zaman görünen yerlerine bakabilirler. Bu hüküm sadece yakın babalara mahsus değildir. Baba ile birlikte onun babası, onun babası, onun babası nereye kadar giderse hepsi de aynı hükme tabidir. Kadınların babaları da böyledir. Bu sadece .çocuklara mahsus değildir. Öz çocuklarına, öz çocuklarının çocuklarına, öz çocukl arının çocuklarının çocuklarına, bunların hepsini kapsamaktadır. «Kardeş ter» den maksat, anne ve baba bir olan kardeşlerdir. Bir de ya anne bir veya baba bir olan kardeşlerdir. Kızkardeşler de böyledir. Cenab-ı Hak bu ayette amcalar ve dayılara değinmemiştir. Halbuki onlar da Hasan Basri ve İbn Cübeyr'in söylediği gibi diğer mahremler gibidirler. Yani kadının süsleri onlara da gösterilebilir.
Bazı kimseler «Bunların nedeni bu zatların kardeşler hükmünde olduklarından dolayı kardeşlerine değinmiş, yani babaya ve anneye değindiği için bunlara değinmemiş olmaktır» dediler. Çünkü dede birdir.
Bazıları da «Bunlar burada zikredilmemiştir, çünkü kadının bunlardan kaçması daha uygun olur. Zira kadını görüp oğullarına onun vasıflarını söyleyebilirler ve böylece fitne de doğabilir. Hanımların hanımlarına gelince, onlar hanımların sohbet ve arkadaşlıklarında bulunan hür ve imanlı kadınlardır. Zira kâfir olan kadınlar onların bedenlerine bakamazlar. Çünkü baktıkları takdirde gidip erkeklere gördüklerini vasi)kandırabilirler. Bedenini yabancı erkeklere göstermek de kâfir kadınlara göstermek de haramdır. Kâfir ister zımmi, ister başka kâfirlerden olsun, mesele değişmez» demişlerdir. Selefin ekserisi bu görüştedir.
İmam Nevevi, Ravde adlı kitabında «Zımmi bir kadının müs-lüman bir kadına bakması konusunda iki görüş vardır. Gazali'nin nezdinde en doğrusu, «sımmi kadın müslüman kadın gibidir, bakabilirler,» Beğavi'nin nezdinde en doğrusu ise «bakamaz» şeklindedir» demektedir.
îmamı Nevevi Minhac'ında, «En sahih görüş zımmi kadının müslüman kadına bakmasının haram olduğunu bildiren görüştün» diyor. Fakat İmam Razi «ELMezheb'e göre bu zımmi kadın müslüman kadın gibidir» diyor. Ayetteki «kadınların kadınları» şeklinde gelen tabir bütün kadınları kapsamaktadır. Selefin yukarıda geçen görüşü ise istihbaba hamledilmektedir ve bu görüş bugün insanlar için en şefkatli bir görüştür. Zira nerede ise müslüman kadınların zımmi kadınlardan kaçmaları mümkün olmayacak bir haJe gelmiştir.
O kadınların sağ ellerinin elde ettikleri (cariyeleri) müstesnadır. Velev ki kafir olsalar dahi. Onların avret yerlerine bakabilirler. Kölelerine gelince, onlar yabancı erkekler gibidir. Bu görüş İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür ve İmam Şafii'nin iki görüşünden de birisidir. İmam Şafii'nin ikinci görüşünde «Erkek köleler mahremler gibidir. Bakabilirler» demektedir.
«Erkek köle cariye gibidir» sözüne İbn Museyyeb katılmıştır. Sonra bu sözünden dönmüş ve «Sakın Nur Sûresi'ndeki ayet seni aldatmasın. Çünkü bu ayet erkek köleler hakkında değil, cariyeler hakkında inmiştir. Zira erkek köleler ne koca ne de mahremdirler. Şehvetleri de muhakkaktır» demiştir. [36]
Ayetin metnindeki «Ev'it-Tabün» tabiri yemeğin fazlasından istifade etmek için insanların arkasında giden uyuntular demektir. Onların kadınlara ihtiyaçları yoktur. Onlar ileri yaştaki ihtiyarlardır. Şehvetleri yok olmuştur. Veya tenasül uzuvları kesilmiş ve iğdiş edilmiş kölelerdir.
Tenasül uzvu kesilenin veya iğdiş edilenin kadınlara bakıp bakmaması konusunda ihtilaf vardır. Onların bakışı hususunda diğer ecnebi (yabancı) erkekler gibi oldukları daha seçkin ve daha ziyade kabul edilmiş bir fikirdir. Muaviye bin Ebi Süfyan «İğdiş edilmiş kölenin kadınlara bakması caizdir» kanaatindeydi. Fakat onun bu görüşüne fakihler itimad etmemişlerdir. îlk iğdiş edilen köle edinen kişi de rivayetlere göre odur.
İbn Cerh* ve Cemaa, Mücahid'den şunları rivayet ederler: «Gayre ulu'l-irbe'den maksat öyle bir eblehtir ki kadınların durumunu bilmez.» Bu aynı zamanda Ebu Abdullah'tan da rivayet edilmiştir.
İbn Cübeyr, «Bu öyle bir kimsedir ki aklî dengesini kaybetmiştir. Mecnun da bunun gibidir» der. Nitekim bunu İbn Atiyye de ifade etmiştir.
İbn Hacer'in Mihhac üzerindeki şerhinde şu ifadeler yer almaktadır: «En sıhhatli olan şudur ki tenasül uzvu tama-' men kesilmiş ve yumurtalıkları tamamen çıkartılmış bir kimsenin bakışı, mahreme bakanın bakışı gibidir. O, diz kapaklanyla göbek arasının haricinde kadına bakabilir. Kadın da ona bakabilir. Halvette ve seferde yine mahrem mesabesindedir.»
Bundan anlaşılıyor ki daha önce tenasül uzvu kesilmiş olandan misal getirmek mutlak değildir.
Fani ihtiyara ve muhannes kişiye gelince, onlar Şafiiler'e göre yabancı kadınlara bakmak hususunda tenasül uzuvları kesilen kişiler gibi değildirler. Şafiiler'in tashih ettiklerine göre kadının mecnun bir kişiden de örtünmesi gerekir.
Kadınların avretlerine muttali olmayan çocuklar avretin ne olduğunu bilmeyen, avret ile avretin gayrisini ayırd edemeyen çocuklar demektir. Böylece bu mânâ ile gelen çocuğa kadınlara karşı iştiyakı olmayan murahik de ilhak edilmektedir. Bazı Şafii alimleri «Murahik, mubaliğ gibidir» demişlerdir. Ondan kadınların örtünmesi ve kaçınması gerekir.
Kadınlar ayak bilezikleri olan halhallar ses çıkarsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. Bu ses vasıtasıyla onların ayaklarında halhal (ayak bileziği) olduğu bilinir. Bu, erkeklerde onlara karşı bir meyil meydana getirir. Veya zannettirir ki onların da erkeklere karşı meyli vardır.
Süs vesvesesi, bazı insanların şehvetlerini, bizzat görmekten daha fazla tahrik eder. Evvelâ ziynetlerin kendisini göstermenin yasak olduğu hükmünü Cenab-ı Hak indirdi. Sonra ziynet sesleri-. nin ortaya çıkarılmasının yasaklılığını getirdi. Bu da ziynetlerin takıldığı noktaların gösterilmesinin ne derece yasak olduğunu ortaya koymaktadır. Bu yasaktan çoğu kez kadınların seslerini dinleme yasağı da çıkmış oluyor.
Şafii alimlerinin muteber kitaplarında sesin avret olmadığı kaydedilmektedir. Ancak fitneden korkulursa ses dinlemek haram olur. Hanefiler'e göre kadının nağmesinin avret olduğu açıkça söylenmektedir. Bunun için Rasûl-ü Ekrem «Namazda sehv meydana gelirse erkekler tekbir getirirler. Kadınlar ise ellerini çırparak sehvi bildirirler» demiştir. Yani onların, seslerini erkeklere işittirmeleri doğru olmaz.
«Hepiniz Allah'a tevbe edin!»
Bu, hitabı değişik renklere sokmaktır. Önce Rasûlullah'a hitap edildi. Şimdi ise tağlib yoluyla tüm müslümanlara seslenil-mektedir. Bu, tevbenin mühim olan nesnelerin büyüklerinden olduğuna işaret ediyor ki Cenab-ı Hak bunu emretmektedir. Çünkü mükelleflerden hiç kimse yoktur ki tekliflerin gereklerini ikame ettiğinde kendisinden bir nevi tefrit sadır olmasın.
İbn Abbas «Tövbeden maksat daha önce yaptıklarının karşılu. ğındaki tevbedir» der. Bunlar her ne kadar İslâm'a silinip gitmiş-Jerse de onları hatırladığımızda pişman olmamız gerekir. Onları bir daha yapmamaya azmetmek lâzımdır.
Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: «Bir günahtan tevbe eden bir kimsenin, o günahı hatırladığı zaman yeniden pişmanlık duyması, tevbe etmesi gerekir.»
Bundan anlaşılıyor ki tevbe ettiğini iddia eden kimseler yaptıkları günahları sayar-dökerlerse, onlarla gurur duyar, lezzet alırlarsa bu da tevbelerinin doğru olmadığının delili olur. «Ey müminler» hitabının tekrarında icabın tekidi vardır. Yani böyle tevbe etmek kesinlikle vaciptir ve bu ifşa eder ki iman sıfatı Allah'ın emrini yerine getirmeyi kesinlikle iktiza etmektedir. Bu, günahların insanları imandan çıkarmadığına dair delildir. [37]
32- İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden sa-lih (veya evlenmeye elverişli) olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah fazlından onları zengin eder. Allah geniş (nimet sahibi) dir ve bilendir.
33- Evlenmeye gücü yetmeyenler de Allah kendilerini faz^ lmdan zenginleştirinceye kadar iffetlerini muhafaza etsinler. Sahibi bulunduğunuz (köle ve cariyelerden) mükâtebe (akdi) isteyenlerle —eğer onlarda bir hayır görürseniz mükâtebe akdi yapın ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin. Eğer cariyeleriniz namuslu kalmak istiyorlarsa, dünya hayatının geçici me-taını elde etmek için onlan fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zor!arsa (vebali kendisinedir). Zorlanmalarından sonra Allah o kadınları bağışlayan ve esirgeyendir.
34- Andolsüh biz size (hükümleri) açıklayan ayetler ve sizden Öncekilere ait misaller (kıssalar) ve sakınanlara bir öğüt indirdik.
35- Allah göklerin ve yerin nuru (nurlandırıcısi) dır. Onun nurunun misali içinde çerağ bulunan bir kandillik gibidir. Ki o çerağ billur bir camdadır. O billur cam sanki parlak bir yıldızdır. Ne şarkta ne garpta bitmeyen ve mübarek bir zeytin ağacın-dkn yakılır. Ona ateş dokunmasa da onun yağı hemen ışık verecek gibidir. O kat kat nurdur. Allah nuru ile dilediğini hidayete erdirir. Allah insanlara (ibret alsınlar diye) misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
36- (Bu kandil) Allah'ın onların yüceltmesine ve isminin anılmasına izin verdiği evlerdedir. Onların içinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam onu teşbih ederler. [38]
(32-34) «İçinizden evli olmayanları...)) Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetin birinci cümlesindeki «El-Eyama» kelimesi kocası olmayan kadınlar demektir. İster dul ister bakire olsun. Zemahşe-ri'ye göre, bu kelime eyayem kelimesinin kaybedilmişidir. Bu da eym kelimesinin çoğuludur. Eym, Nadir bin Şumeyl'in dediğine-göre beraberinde kadın olmayan erkek ve beraberinde erkek olmayan kadın demektir, ister bak ire olsun ister dul.
Sibeveyh'in «Kitab» adlı eserinin şerhinde Ebubekir el-Haf-faf der ki «Eym, kocası olmayan kadın demektir». Kelimenin aslı daha önce evlenmiş, fakat kendisinde peydan olan bir arızadan dolayı kocasını kaybeden kadın demektir. Sonra bakire kadın hakkında bu kelime mecaz olarak kullanılmıştır. Çünkü onun da kocası yoktur. Muhammed'e göre bu kelime dul demektir. «Sizden olan dulları evlendirin». «Eyamanmn. dullar mânasına geldiğini şu hadis de tashih etmektedir: «Dul olan (eym olan) bir kadın, kendisini evlendirmek hususunda velisinden daha çok ileridedir.»
«Bakire bir kadından izin istenilir. Onun sükut etmesi izini-dir.» Görüldüğü gibi bu hadiste bakirenin karşıtı olarak «eym» ke-Jimesi kullanılmıştır. Demek ki eymden maksat, duldur.
Alimlerin çoğu Nadr bin Şumeyl'in dediği gibi derler. O zaman ayetin mânâsı «Kocası olmayan hür kadınları veya hanımı ol mayan hür erkekleri evlendirin» demek olur. [39]
Bazı kimseler «Bu ayet nikâhta velinin şart olduğuna delildir. Veli, bazı durumlarda, velisi bulunduğu kadını nikâha cebredebilir» demişlerse de bu tetkike muhtaç bir konudur.
Buradaki emir mutlak talep içindir. Yani nikâh etmekten maksat, yardım etmek veya nikâha aracılık yapmaktır. Veya nikâh etmek hususunda imkân vermektir. Nikâhın sahih olması bazı durumlarda veliye mütevakkıftır. Bu da başka bir delilden anlaşılmaktadır.
Ayetteki hitap köle sahiplerinedir ve kadınların diğer velile-rinedir. Salah ile onun şer'i mânâsı kastedilmektedir. Yani şer'an salih bir kimse, Allah'tan korkan, dini bilen ve tetkik eden bir kimse demektir. Veya lûgavî mânâ kastedilmiştir ki evlenmeye elverişli bir kimse, evlenmekte hukuku gözetebilecek bir kimse demektir.
Zahiri mezhebe göre emir burada vücubu ifade eder. Yani toplumda bekârların evlendirilmesi, köle ve cariyelerden elverişli olanların ve dindarların evlendirilmesi vacibtir.
Bazı kimsel«Emir vücubu değil de nedbi istikbali gerektirir» derler. Cumhur da bu görüştedir. Yani evlendirirseniz iyi olur. Aksi takdirde mesul değilsiniz. [40]
Ebubekir Razi «Ahkâm'ul-Kur'an»6a, «Her ne kadar bu ayet vücubu ifade ediyorsa da selef «burada vücub kastedilmemiştir» der ve şu delilleri ileri sürer:
1- Eğer evlendirmek vacib olsaydı Rasûlullah'ın ve selefin yapması gerekirdi. Ki bu yapmaları da çok şayi olacaktı. Çünkü böyle bir duruma genel bir ihtiyaç vardır. Biz Rasûlullah ve sahabelerin asrını gördük ki toplumda evlenmemiş erkek ve kadınlar vardır ve hiç kimse niçin bunların evlendirilmediği hususunda ten-kid de yapmamıştır. Böylece sabit oldu ki emir burada vücubiyeti gerektirmez.
2- Biz, dul ve kocasız bir kadın «ben evlenmiyorum» dese velinin onu evlenmeye icbar edemeyeceği inancındayız ve bu hus usta icma vardır.
3- Hepsi ittifak etmişlerdir ki köle sahibi cariyesini veya erkek kölesini evlendirmek zorunda değildir. Madem bu vacib değildir, o halde ayetteki atıf diğerlerini de evlendirmenin vacib olmadığını ifade eder.
4- Ei-eyama kelimesi hem erkekleri hem de kadınları kapsamaktadır. Vakta ki erkekler hususunda evlendirilmeleri ancak izinlerine bağlı oldu, böylece kadınların evlendirilmeleri de izinlerine bağlı olur.»
«Eğer onlar fakir olurlarsa Cenab-i Hak onları fazlından zengin edecektir» cümlesi Allah'ın zengin etmek hususunda bir vaadidir.
îbn Cerir, İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan bu durumu rivayet etmişlerdir. Mümkündür ki bu cümleden maksat, «Ben fakirim, fakirlik de beni evlenmekten menediyor» diye nedenler gösterenlerin önlerindeki kapıların kapatılması olsun.
Ayette mukadder bir şart vardır. O da Cenab-ı Hakk'ın meşi-yetidir. Yarü Allah dilerse onları zengin eder. Öyleyse ayete <ıBiz nice fakirleri görüyoruz ki evlenirler ve zengin de olamazlar» şeklinde itiraz edilemez. Bu şartın burada mukadder olmasının delili şu ayettir: «Eğer fakirlikten korkarsanız Cenab-ı Hak onları dilerse fazlından zengin edecektir.»
Dikkat edilirse burada «dilerse» mânâsına gelen «inşae» kelimesi vardır. Bu ayetin kâfirlerin Mekke hududlarından uzaklaştırılmaları hususunda varid olması böyle bir şeye delâlet etmesine mani olmaz.
Allah genişlik sahibidir ve zengindir. Mahlûkatı zengin etmek ona zor gelmez. Çünkü onun nimeti bitmez tükenmezdir. Kudreti sonsuzdur. Bilendir, binaenaleyh rızkı dilediğine verir. Dilediğini sıkıntıya sokar. Bu da onun hikmet ve maslahatının böyle iktiza etmesindendir. Bu cümle de ayette mukadder bir şartın varlığına delâlet eder.
Evlenen bir kimseye zenginlik vaadedildiğine dair birçok hadisler vardır. Fakat bekâr kalan bir kimse için böyle vaadler yoktur. [41]
Ebu Hureyre'den şöyle bir hadis nakledilmiştir:
«Üç sınıf vardır ki onları zengin etmek, onlara yardım etmek AUah'a haktır:
1- Haysiyetli yaşamak için evlenen kimse,
2- Borcunu vermek maksadıyla efendisiyle kitabet akdi yapan köle,
3- Allah yolunda gazay a çıkanlar.» (Abdurrezzak, Ahmed, Nesai, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim, Tirnıizi, Beyhaki).
«Evlenme sebeplerine sahip olmayan kimseler iffet ve namus, farını korusunlar.»
Bu ayet iştah ve şehvetleri olduğu halde nikâhın başlangıç ve sebeplerinden mahrum kimseleri irşad içindir. Yani bunlar iffet lerini son derece korusunlar. Tâ ki Allah onları fazlından zengin edinceye kadar. Bu ayet aynı zamanda zımnen böyle davranan kimselere zenginlik vaadetmektedir, Bu ayet Allah'ın fazlının namuslu insanlara daha uygun ve daha yakın olduğunu ifade etmektedir.
Şafiiîer'den bazıları bu ayeti, şehvetle beraber kadının nafakasını, mehrini ve lüzumlu mala sahip olmayan bir kimse için evlenmemeyi mendub göstermeye dair delil getirmişlerdir. Fakat çoğu da «Evlenmek mustehabtır. Çünkü Cenab-ı Hak «Eğer onlar fakir ise Cenab-ı Hak onları fazlından zengin eder» ayetini delil getirmiştir. Bu ayetteki «İffetli ve namuslu olsunlar» emri ise bir kadını bulamayan kimse içindir. Güvenilir kaynaklarda yer alan hüküm şudur: Eğer şiddetle evlenmeye ihtiyacı varsa evlenmek vacib olur. Yani evlenmediği takdirde zinadan korkutuyorsa evlenmek vacip olur. Eğer evlenmediği takdirde harama bakıyorsa veya eliyle istimnada bulunuyorsa ve zinadan ancak böyle yapmak suretiyle kurtuluyorsa, cariye edinmek veya şehveti Öldürücü orucu tutmak imkânına da sahip değilse o vakit evlenmek vacip olur. Eğer mehir ve nafakaya sahip değilse evlenmek mekruhtur. Velev ki zinadan korksa dahi. Fakat mehri borç etmesi mendubtur demislerdir. Yani zinadan korkuyorsa mehri borç alarak evlenmesi vacip olur.
Bu ayetin zahirinden anlaşılıyor ki ayetin muhtevası erkeklerin özelliğini aksettirmektedir. Onlar böyle bir iffetle emrolun-muşlardır.
Evet, ayet geneldir denilebilir ve tağlibe de itibar edilebilir. «Böyle iffetli davranmak kadınlar için hiçbir zaman mendub değildir» zannına kapılmamak gerekir. Çünkü bazı suretlerde onlar için de mendub olduğu ortaya çıkmıştır. Hatta azıcık düşünen bir kimse için bu ahkâmların cereyanı onların nikâhlarında da görülür. Şafii alimlerinden bazıları İmam Şafii'nin El-Umm isimli eserinden «Evlenmeye ihtiyacı olan bir kadın için evlenmek menâub-tur» dediğini nakletmektedir. Nafakaya muhtaç olan bir facirin kendisini zorlayıp da namusunu kaybetmekten korkan bir kadın ile evlenmesi mendubtur. [42]
«Kitabet akdini talep eden kölelerle kitabet akdini yapın» cümlesi, köle hür olsun, nefsinden tasarruf etsin diye kitabete müstehak ise onunla kitabet yapmanın gerekli olduğu mânâsını getirmektedir.
İbn Seken «Marifet'u-Sahabe» adlı kitabında Abdullah bin Su-beyh'ten şöyle rivayet ediyor:
«Ben Huveyt İbn Abduluzza'nın kölesiydim. Ondan benimle kitabet akdi yapmasını istedim. Kabul etmedi. Bunun üzerine bu ayet-i celile nazil oldu.»
Bu rivayetten anlaşılıyor ki bu zat yani Abdullah bin Subeyh kendisiyle ilk kitabet akdi yapılan kimsedir. Ve bundan da insanın vehmine gelir ki kitabet daha önce de biliniyordu. Fakat Şahab Haffaci, Beyzavi haşiyesinde Dumeyri'den şöyle rivayet ediyor: «Kitabet kelimesi İslâmî bir lafızdır. Müslümanlardan ilk kitabet akdine maruz kalan Hz. Ömer'in bir kölesidir. Adı Ebu Umeyye idi. İbn Hacer de bu kelimenin İslâmî bir kelime olduğunu, bunun cahîliye döneminde bilinmediğini söylüyor.»
«Eğer sizinle mukâtebe talebinde bulunuyorlarsa onlarla mu-kâtebe yapın.» Bu köle ister erkek olsun, ister kadın. Mukâtebet şer'an parayı alıp köleyi derhal azad etmek veya onun boynuna birtakım borçlar yüklemek suretiyle onu azad etmek demektir. Bu akdin iki rüknü vardır: Birisi icab, diğeri kabuldür. Yani köle sahibi kölesine hitaben «Şu kadar para karşılığında seninle kitabet akdi yapıyorum. Onu bana ödeyeceksin ve azad olacaksın» der. Köle de ona «Ben bunu kabul ettim» der. Bu akid yapıldığı zaman köle efendisinin mülkünden değil elinden çıkmış olur. Bedeli tamamen ödedikten sonra azad olur ve o zaman efendisinin mülkünden de çıkmış demektir.
Buradaki emir nedbi ifade. eder. Yani kitabet akdi yapmak mendubtur. Bazı alimlere göre vücubu ifade eder. Yani «Benimle kitabet akdi yap» diyen bir köleye kitabet akdi yapmak sahibine vacip olur. Bu, Ata, Amr İbn Dinar, Dahhak, İbn Şirin ve Davud'un mezhebidir. Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir'in Enes İbn Malik'ten rivayet ettiklerine gelince, şöyle denildiği bildirilmektedir: «Benden Şirin adlı kölem —ki bu zat meşhur İbn Sirin'in babasıdır— kitabet akdi yapmamı istedi. Ben de buna icabet etmedim. Şirin, Hz. Ömer'e vardı. Hz. Ömer, kamçısıyla bana yöneldi ve şu ayeti okudu.»
Başka bir rivayette Hz. Ömer «Ya onunla kitabet akdi yap veya seni kamçılarım» demiştir.
Hz. Ömer'in bu icraati emrin burada vücub ifade ettiği emrinin en açık delilidir.
Ayetin metnindeki «Hayr» kelimesinden maksat emin olmak, çalışmaya kudreti olmaktır. İmam Şafii hayrı burada bu şekilde tefsir etmiştir. Beyzavi, bu tefsirin merfu bir hadiste de varid olduğunu kaydetmektedir. Bunun benzeri bazı rivayetler İbn Ab-bas'tan da gelmiştir.
«Emanet»ten maksat, malını fuzuli yere zayi etmemek demektir. Bazı kimseler «Emanet'ten adalet de kastedilebilir» demişlerdir. Ebu Davud «ELMerasibrinde, Beyhaki «Sünen» inde Yahya bin Ebi Kesir'den şunları rivayet ediyorlar: «Allah'ın Rasûlü buradaki hayrı sanatla tefsir etmiştir.»
Bu hadisin zahirinden anlaşılıyor ki kölenin kazanca muktedir olması kâfidir, emin olması şart değildir. İbn Hacer bunu bazı alimlerden naklettikten sonra şöyle diyor: «Köle emin olmazsa kesbettiğini zayi eder. Böylece maksat hasıl olmaz.»
Abd bin Humeyd, Ubeydet'ul-Selmani'den, Katade, İbrahim Ebu Salih'ten rivayet ediyor ki bu zatların buradaki hayr kelimesini «emanet»le tefsir ettiklerini rivayet ediyorlar. Onların kelâmlarının zahirinden anlaşılıyor ki «Emin» olduktan sonra kazanca muktedir olması şart değildir. İbn Hacer bunu yine bazı alimler den naklettikten sonra buna şöyle itiraz etmiştir:
«Kitabet akdine mazhar olan kişi kazanca muktedir olmazsa onun kitabet akdinde efendisine zarar vardır. Sadaka ve zekât gibi şeylerle ona yardım etmek de mutlak garantili değildir.»
İbn Merduveyh, Hz. Ali'den rivayet ediyor: O bu ayetteki «Hayr» kelimesini «Mal» ile tefsir etmiştir.
Cemaa bunu İbn Abbas ve İbn Cüreyc'ten rivayet etmiştir. Mücahid, Ata ve Dahhak'tan da bunun, benzeri rivayet edilmiştir.
Fakat buna «Bu hem lâfzen hem de manen zayıftır» şeklinde itiraz edilmiştir. Lâfzen zayıftır, çünkü «Onda mal vardır» denil-mez,«Belki onun katında ve onun için bir mal vardır» denilir. Manen zayıftır, çünkü kölenin malı olmaz. Bir de «Hayr» kelimesinden insanın zihnine gelen ilk mânâ maldan gayri şeylerdir. Her ne kadar bazı ayetlerde «Hayr» mal mânâsında kullanılmış ise de.
Cevap olarak demişlerdir ki, «Hayr'dan (büyük alimlerin nez-dinde) mümkündür ki malı kazanma kudreti kastedilsin. Hanefi-ler'den çoğu kelimeyi «Bu Hayr'dan maksat,,azad edildikten sonra müslümanlara zarar vermeyecek olmalarıdır» şeklinde tefsir etmişler ve şöyle demişlerdir: «Eğer azad olunduktan sonra müslümanlara zarar vereceği zanm galib ise onlarla kitabet akdi yapmak terkedüir.»
Ayetteki «Eğer biliyorsanız» ifadesi kuvvetli zan manasınadır. Yani ilim burada kuvvetli zannı ifade eder ve ahkâmı şer'iyenin çoğu da kuvvetli zan üzerine bina edilir.
«Size Allah tarafından verilen maldan onlara verin» cümlesi köle sahiplerine, kölelere mallarından onlara yardım olsun diye bir şey vermeyi emretmektedir. Kitabet akdinin birazını bağışlamak da bu hükme dahildir. Abdurrezzak, îbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, Hakim ve Beyhaki, Abdullah bin Habib tankıyla Hz. Ali'den, o da Rasûl-ü Ekrem'den şunları rivayet ediyor:
«Kitabet akdi yapılan köleye, üzerinde karar verilen malın dörtte birini terketmelidir.» Bu hadis bazı rivayetlerde Hz. Ali'den mevkuf olarak gelmiştir. İbn Hacer Heytemi «En sıhhatli görüş budur. Umulur ki bu Hz. Ali'nin bir içtihadıdır» diyor.
«Cariyelerinizi zinaya zorlamayın» cümlesi, Müslim ve Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiğine göre şu hususta nazil olmuştur: Abdullah bin Ubey bin Selul denilen münafıkm Museyfe ve Emine (veya Umeyne) isimli iki cariyesi vardı. Bunları zma ederek para kazanmaya zorluyordu. Onlar Allah Rasûlü'ne gelerek şikâyet ettiler. Bunun üzerine bu ayet indi.
îbn Ebi Hatim, Suddi'den şunları rivayet ediyor: «Abdullah bin Übey'in Muaze adlı bir cariyesi vardı. Ona misafir gelen bir kimseye sevap iradesiyle ve misafire ikram olsun diye Muaze'yi göndererek kendisine teslim olmaya zorlardı. Böylece cariye Ebu-bekir Sıddık'a gelerek şikâyette bulundu. O da cariyenin şikâyetini Allah Rasûlü'ne götürdü, Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir'e, «Cariyeyi al, Abdullah bin Ubey'e verme» dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Ubey «Bizi Muhammed'den kurtaran yok mudur? Kölelerimizi bile elimizden almaya kalkışıyor» diye feryat etti. Bu ayet bunun üzerine indi.»
Hz. Ali'den gelen rivayete göre cahiliyet dönemindeki insanlar cariyelerini zina etmeye zorlar, kazandıklarını alırlardı. Böylece İslâm'da bu ayet nazil olduktan sonra böyle yapmaktan men edildiler. Bunun benzeri îbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Bütün bu rivayetlere rağmen mutlaka «Bu hitap kimin hakkında nazil olmuşsa ona mahsustur» denilemez. Hitap bütün mükellefler için amm'dır.
Ayet metnindeki «Feteyat» kelimesi genç erkek veya genç kadın mânâsma gelen «Fetat» kelimesinin çoğuludur. Genç erkek köle, genç cariye mânâsına gelir.
«Eğer iffetli olmayı isterlerse» cümlesi sadece onların zinadan kaçınıp iffete sarılmak istediği surete bu yasak tahsis edilmiş değildir. Ve başka şekiller bu yasağın altından çıkmış değildirler.
Meselâ zina eden kişiden nefret ederek zina etmeyi istemiyor veya o zamanda zina etmeyi istemiyor veya o bu yerde zina istemiyor ve başka yollardan dolayı zina istemiyor, zamanındaki zorlama bu kayıtla çıkarılmıyor. Belki bu kayıt ayetin haklarında nazil olduğu kişilerin âdetini muhafaza etmek içindir. Zira onlar cariyelerini zinaya teşvik ediyorlar ve cariyeler de zinayı emreden şehvetleri çok olmasına rağmen bu çirkinlikleri işlemekten kaçmıyorlardı. Bu cümle cariyeleri zinaya zorlayanların çirkin hallerini sergilemektedir.
Bazı kimseler «Bu ayet mefhumu iptal eder» demişlerdir. Çünkü «Cariyelerinizi zinaya zorlamayımz» ibaresinden onların iffetli kalmayı istedikleri anlaşılmaktadır. Buna rağmen Cenab-ı Hakk'm bunu tekrar cümle olarak ifade etmesiyle mefhumun hükmünün batıl olduğu ortaya çıkmış oluyor. Zira eğer mefhum hükmüne itibar edilirse cariyelerin iffeti irade etmedikleri anda zinaya zorlamaları gerekir. Oysa zinaya zorlamak hiçbir durumda caiz değildir.
Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir:
1 - Bu, galibin yerine gelmiş bir durumdur. Çünkü galib şudur ki cariyeler iffetli olmayı irade ettikleri zaman onları efendileri zinaya zorluyorlardı. Böyle bir durumda mefhumu muhalif bahis konusu değildir.
2 - Mefhum bunu iktiza eder. Çünkü mefhumdan daha kuvvetli olan icma bunu yok etmiştir.
Mefhum, kadın, cariye, iffeti irade ettiği zaman onu zinaya zorlamanın haram olmasına delâlet eder. Ve bunun sabit olduğunu ifade eder. Zira o zaman ikrah mümkün değildir. Zira cariyeler, iffetli olmayı irade etmedikleri zaman zina etmeye ikrah edilmezlerse, zorlanmazlarsa kendilerinden yaparlar. İkrah (zorlama) ancak hoşa gitmeyen bir fiili ilzam etmek için yapılandır. Bu olmadıktan sonra ona herhangi bir haramlık taalluk etmez. Çünkü teklifin şartı imkândır. Fakat haram olmadığı için mubah olmak da lâzım gelmez.
«Dünya hayatının geçici yararlarını» sadece onlann zina karşılığında aldıkları ücretle tahsis etmenin mânâsı yoktur. Her ne kadar birçok haberlerden böyle anlaşılıyorsa da burada genel olması daha doğrudur. Belki onların aldıkları ücret ile zina sebebiyle edindikleri çocuklar da kastedilmektedir. Nitekim Said bin Cübeyr, İbn Ebi Hatim'in rivayetine göre ayeti böyle tefsir etmiştir. Bazı haberlerde cariyeler sadece çocuk getirsinler diye zinaya zorlanıyorlardı. Bu da ona işaret etmektedir.
«O cariyelerin zinaya ikrah edilmesinden sonra Allah gafurur rahimdir}) cümlesinde İbn Ebi Şeybe ve İbn Cerir, Mücahid'den şunu rivayet etmişlerdir: «Allah o cariyeler için gafurur rahimdir. Onları zorlayanlar için değil!»
Hasan Basri bu ayeti okuduğu zaman «Onlar o cariyeler içindir. Vallahi o cariyeler içindir» derdi.
" İbn Mesud «O cariyeler için» mânâsını ifade eden «Lehunne» kelimesini ayetin sonuna ekliyordu. Abd bin Humeyd ve İbn Ebi Hatim bunu Said bin Cübeyr'den de rivayet ediyorlar. O da İbn Mesud'dan rivayet etmektedir. Bu durum aynı zamanda İbn Ab-bas'tan da rivayet edilmiştir.
Bu ayet delâlet eder ki cariyelerini bu şekilde zinaya zorlayanlar mağfiret ve rahmetten tamamen mahrumdurlar. Sanki Cenab-x Hak «Allah cariyeler için gafurur rahimdir, onları zinaya zorla, yanlar veya onları zinaya zorlayan Abdullah ibn Übey için değildir» diyor.
Zorlanan bir insan mükellef olmadığına, teklifsiz de günah bulunmadığına göre bu cariyelerin günahsızlıklarına rağmen Cenab-ı Hak onlara «Mağfiret ve rahmet vardır» diyor. Bu zorlamaktan ötürü Cenab-ı Hakk'm azabının ne denli şiddetli olduğunu ifade etmek içindir. Zira zorlanan bir insanın özrü olmasına rağmen cezaya tabi tutulması bahis konusu olduğuna göre, artık onu zorlayan bir insanın halinin nasıl olacağı, ne dehşetli şeylere uğrayacağı ortadadır.
Bazı müfessirler «Bu, zina durumunun korkunçluğunu sergilemek için getirilmiştir ve zinaya zorlanan cariyelerin her şeye rağmen zinadan kaçınmalarını ikaz etmek içindim demişlerdir. [43]
«Andolsun size açıklayıcı (veya açıklanan) ayetler indirdik» cümlesindeki «Beyyinat» kelimesi, eğer ismi fail okunursa (mü-beyyinat) açıklayıcı ayetler anlamına gelir. Yani sizin muhtaç olduğunuz hükümleri, edebleri, kaide ve kuralları açıklayan ayetler indirdik demek oluyor. Eğer ismi mef'ul olarak «Mübeyyenat» şeklinde okunursa o vakit «Andolsun, açıklanan ayetleri size indirdik» demek olur. Yani size Allah tarafından açıklanmış hükümler ve cezalara ve diğer meselelere açıkça delâlet eden tarzda getirilmiş, bulmaca ve lügat şeklinde çıkarılmış ayetler indirdik.
«Size sizden öncekilerden bir mesel indirdik.» Yani sizden öncekilerin mesellerine benzer bir mesel. Meselâ Hz. Aişe'nin misali, z. Yusuf'un ve Hz. Meryem'in misaline benzer. Çünkü onlara da zina iftirası yapılmıştır.
Ayetin metnindeki «Ve Mev'izetun» kelimesi bahsi geçen ayet ve mesellerden ibarettir. Yani bunlar muttakiler için vaz-u nasihat olurlar. Onlara kulak vererek uygun olmayan haramlar ve zorlamalardan vazgeçerler. Ayetler hadleri ve hükümleri belirten ayetler demektir. Mev'ize ise insanlara nasihat ve irşad olan ayetler demektir. Meselâ «Allah'ın dininde zina eden erkekle zina eden kadına tatbik edilen ceza hususunda size herhangi bir şefkat arız olmasın» ayeti bir mev'izedir. [44]
(35 «Allah göklerin ve yerin nurudur...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu sure ismini bu ay etten almıştır. Bu ayette İslâm topluluğunda fitneler koparmak, İslâm'ın izzetim kırmaya koşmak, İs-lâmî hareketi durdurmak isteyen münafıklara hitap vardır. Onlar kâfirler ve müşriklerden daha korkunç İdiler. Zira müslüman-lar arasında, (hele ensar içinde) akraba ve yakınları vardı. Müslümanlar bu hilelerden habersizdiler. Onlar çeşitli yönlerden bunu istismar edip durmaktaydılar. Fakat hakikat şudur ki, onların dünyaya dalmaları, onların gözlerini kör etmiştir. «Biz de iman sahibiyiz» demelerine rağmen, az veya çok Kur'an ve Hz. Muham-med vasıtasıyla kâinata isabet eden onurdan istifade etmiyorlardı. Her ne kadar bu ayette onlara hitap yoksa da kendilerinden bu ayetle üç şey istenmektedir:
1- Onlara daima hatırlatmak, vaz-u nasihatta bulunmak belki faydalı olur. Çünkü Allah'ın rahmetinin ve rabliğinin ilk noktalan son saate kadar İslâm'ın dosdoğru yolundan sapan kimseleri yola getirmek için çalışmaktır. Kişilerin şer ve rezaletlerine bakılmaksızın bu çalışmaya devam edilmelidir.
2- İman ile nifak arasındaki fark her hal-ü kârda açıklanmalı ki zerre kadar aklı olan bir insan için mümini münafıktan ayırd etme güçlüğü kalmasın. Buna rağmen münafıkların tuzaklarına düşüp te onların hilelerine aldanan veya onları müdafaa eden bir kimsenin suçu ancak kendisinden gelmiş olur,
3- Münafıkların din tarafından, Allah tarafından, Allah'ın kitabında müminler için kesin olarak zikredilen vaadlere dikkat lerini çekmektedir. Ve bunların ancak kalben ve lisanen müslü-man olanlar için olduğunu bildirmektir. Bunlar isimlerinden ve za-. hiri amellerinden dolayı müslümanîardan sayılanlar için değildir. Böylece münafıklar ve fasıklar Ahiret'te bu vaadlerin hiçbirisinden nasip alamazlar.
«Nur» kelimesi İbn Sikit'in ifade ettiğine göre ziya demektir. Yani nur ile ziya arasında fark yoktur. Fakat bazı kimseler «Bu iki terim arasında fark vardır» demişlerdir. Ancak birisi diğerinin yerine kullanılabilir. Mevlânâ Mevdudî «Nurdan maksat o nesne-dır ki eşya onunla görünür» demektedir. Yani nefsi ile başkasını gördüren demektir. İnsanoğlunun zihninde herhangi bir şeyi görmemek keyfiyeti karanlıkla, her şey göründüğü zaman da «Nur» ile ifade edilmektedir.
«Allah göklerin ve yerin nurudur», yani onları hidayet edicidir. Onlar Allah'ın hidayetiyle, nuruyla hidayet bulurlar. Ve bu nur ile dalâletten kurtulurlar.
Bazı müfessirler «Allah göklerin ve yerin nurlandıncısıdır: Gökleri meleklerle, yerleri de peygamberlerimle nurlandırmıştır demektir» demişlerdir.
Beyzavi bu ayet hakkında şunları söylüyor: «Nur aslında bir keyfiyettir. Basiret demlen kuvvet onu idrak eder. Onun vasıtasıyla da diğer görünen nesneler görülür. Nur bu mânâda olursa Cendb.ı Hakk'a nur denilmez.» Ancak ayette muzaf takdir edilir. Yani Allah göklerin ve yerlerin nuruna sahiptir demek olur. Tıpkı «Zeyd cömertliktir» (cömertlik sahibidir) denildiği gibi. Veya mecazen Allah'a nur ıtlak olunur ki «Onları nurlandırandır» demek olur. Zaten bazı kıraatlardan nur kelimesi münevvir şeklinde de okunmuştur. Zira Cenab-ı Hak onları yıldızlarla ve o yıldızlardan gelen nurlarla veya melekler ve peygamberlerle aydınlatmıştır. Veya Allah gökler ve yerlerin idarecisidir. Zira çok mahir bir yöneticiye «Nur» denilir. Meselâ «O, kavminin nurudur» gibi. Çünkü onlar dünya işlerinde ondan hidayet alırlar. Veya ayetin mânâsı «Allah yerler ve göklerin mucididir» şeklindedir. Çünkü nur bizatihi belirir ve başkasını da nurlandırır. Zaten belirmenin aslı varlıktır. Gizlemenin aslının adem oluşu gibi. Allah zatıyla mevcut, masivasmi da icad edendir.
Beyzavi devamla «Nurun gökler ve yere izafe edilmesi onun şiddetle parlamasına delâlet ettiği içindir. Veya yerlerle gökler hissi ve aklî nurları kapsamaktadırlar. Beşerî idrakat yer ile göğü ve yer ile gökle bağlı olanları idraktan kasirdir» demektedir.
Ayet metnindeki mişkat kelimesi dışarıya açılmayan yani duvarda yapılan pencere demektir. Misbah kelimesi de gür yanan bir çıra (lâmba) demektir. Bazıları «Mişkat kandilin ortasında bulunan borulara denilir» demişlerdir. Misbah ise yanan fitil demektir. O gür yanan çıra da şişeden yapılmış bir kandilin içindedir. O şişe, o cam kandil sanki pırıl pırıl parlayan bir yıldızdır. «Durriyin» kelimesi ya inci demek olan «Durr» kelimesindendir veya defetmek mânâsına gelen «Derr» kökünden gelmektedir. Çünkü bu nur karanlığı (veya en azından karanlığın bir kısmını) def eder. Hulâsa nur kelimesi esas mânâsı itibarıyla Cenab-ı Hak için kullanılmıştır. Yoksa saniyede hızı 186.000 mil olan nur burada kastedilin emektedir. Çünkü bu maddidir. İnsan kelimelerinden hangisi- Allah için kullanılırsa o, esas mânâsı itibarıyla kullanılır. Yoksa bizim kullandığımız gibi maddî mânâsı itibarıyla değil. «Allafı kâinatın nurudur», yani bu kâinattaki her şey ancak Allah'la bilinir. Aksi takdirde kâinatta cehalet ve dalâletin zulmetinden başka bir şey olamaz. «Mübarek şecere»den maksat, yararlan çok olan zeytin ağacıdır. «Ne şarklı, ne garblıdır» tabirinden maksat, sahrada bittiğini belirtmek içindir. Onu ne herhangi bir ağaç gölgelendirir, ne de herhangi bir dal... Ve onu güneşten koruyacak herhangi bir şey de yoktur. Zeytin ağaçlarından böyle olanların yağlan daha temiz ve daha lezzetlidir. Yani yağı o kadar güzel ve saftır ki ateşe yaklaştırmasan dahi kendiliğinden parlayabilir. Allah burada nurunu lâmbaya veya çıraya benzetmektedir. Camdan maksat ise, nefsi örten perdedir. Bu perde hakikatin gizlediği perde değil, çok parlak olması sebebiyle gizleyen, kapatan perdedir. Allah'ın nurunun bütün kainatı kapsamasına rağmen ancak Allah'ın nimetinin feyzinden nasibdar olanlar bunu idrak edebilirler. Aksi takdirde iki gözü kör bir insan için gece ile gündüz eşittir. Basireti kör bir insan da Allah'ın nurunu idrak edemez. Velev ki cereyan, güneş, ay ve yıldızların hepsi onlara nur olsalar dahi. O balde ona göre sanki kâinatta karanlıktan başka bir şey yoktur.
tbn Abbas, Hasan Basri, Zeyd bin Eşlem «Nur'dan maksat Kur'an'dır» da demişlerdir. Nitekim «Sise apaçık bir nur» ayetin-deki nurun Kur'an'dan ibaret olması gibi.
İbn Cerir'in Enes'ten rivayet ettiğine göre nur, hidayet demektir. İbn Ebi Hatim, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir'in İbn Abbas' tan rivayet ettiklerine göre «Nur, müminin kalbindeki hidayet» demektir.
Bazıları «Bu, temsilî mânâdır. Temsilin mânâsında ihtilaf etmişlerdir.» Bazılarına göre ise burada hidayet kastedilmiştir. Hidayetin mânâsı: Allah'ın hidayeti o kadar parlak ve o kadar apaçıktır ki bu sahada sonuçların sonucuna, dorukların doruğuna çıkmıştır ve içinde tertemiz bir cam bulunan bir tencereye benzer. O camın içinde zeytinyağı ile yanan bir çıra vardır. O da safavet, inçelik ve beyazlıkta doruğa varmıştır. Durum bu ise o duruluğunda kâmil ve Allah'ın hidayetine temsil kılınmaya elverişlidir.
Bazıları «Bu temsil müslümanın kalbindeki nur içindir» dediler.
Ubey bin Kâb, «Bu temsil müminin misalidir. Pencere onun nefsidir. Kandil onun kalbidir. Çıra o kalpte yerleştirilen iman ve Kutandır. Mübarek bir ağaçtan yanmaktadır. Yani Allah'a ihlash ibadet etmek ağacından bu yanıyor. Onun meselesi her tarafından çeşitli ağaçlarla çevrili ve yemyeşil, yumuşak, parlak, güneşin doğuşunda ve batışında isabet etmediği bir ağaca benziyor» diyor. İşte müminin kalbi de böyledir. Ona herhangi bir fitnenin yerleşmesine mani olmaktadır. O dört haslet içerisindedir. Eğer Allah ona verirse şükreder. Eğer belâ gönderirse sabreder. Eğer o mümin hükmederse adaletle hükmeder. Ve konuşursa doğru konuşur.
«Onun yağı neredeyse parlayacaktır.» Yani müminin kalbi hakkı kendisine belirmezden önce tanımaktadır. Çünkü o hak ile uyum halindedir. Nur üzerinde nurdur. Yani mümin beş nurun içinde dönüp durmaktadır. Sözü nur, ameli nur, çıkışı nur, girişi nur, Kıyamet Günü'nde de dönüşü nuradır.
Bazıları «Kur'an'ın hüccetleri okunmazdan önce de neredeyse pırıl pırıl parlamaktadır. Nur üzerinde nurdur. Yani Allah'tan halk için gelen bir. nurdur Kur'an. Kur'an'ın inişinden Önce halkın katında olan delilleri Kur'an daha artırmıştır. Böylece nur üzerine nur. olmuştur» demişlerdir.
(36) «(Bu kandil) Allah'ın onları yüceltmesine...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayetin başındaki harfi cer ile mecruru yani «Fibuyutin» keli- I meleri daha Önceki hükümlere bağlıdır. Yani o birtakım evlerde bulunan bir pencere gibidir veya birtakım evlerde yanmaktadır. Bu evlerden maksat müslümanların bütün camileridir. Veya bu kandiller birtakım evlere bağlıdırlar. İbn Abbas «Mescidler Allah' m yeryüzündeki evleri mesabesindedirler. Gökte duranlar için pırıl pırıl parlamaktadırlar» demektedir. Nitekim yeryüzünde oturanlara göre yıldızların parlaması gibi. \
Beyzavi'ye göre bu ayet müminlerin namazını veya nedenlerini mescidlere benzetmek suretiyle getirilmiştir. «Büyüt» kelimesinin çoğul olarak getirilmesi mişkat kelimesinin tekil olmasına ters düşmemektedir. Zira bundan maksat bu vasfa sahip olmaktır, ister bir olsun ister çok olsun.
«Yükseltilmesinden maksat bina. edilsin veya tanzim edilsin demektir. «Orada Allah'ın ismi zikredilsinnden maksat, onun zikrini kapsayan her meselede hatta Allah'ın fiillerini ve ahkâmmda-kj konularını müzakere etmek de buna dahildir.
Bu ayetteki «erkekler»den maksat, o evlerde sabahlan ve akşamlan Allah'ı teşbih eden ve secdede bulunan kimselerdir.
Ayet metnindeki «Guduv» kelimesi mastardır, bunun için «Asal» kelimesiyle beraber getirilmiştir. Asal, asil kelimesinin ço-ğuludur.
Bazı müfessirler «Burada farz namaz kastedilmiştir» dediler.
«Sabahlarda kılınan namazsdan maksat, sabah namazıdır. Öğleden sonraki zamanlarda kılınanlar ise öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlandır. Çünkü asal, asüin çoğuludur. Asü ise bu vakitlerin hep
sine ıtlak edilebilir.Bazılan «Burada sadece sabah ve ikindi namazı kastedilmiş-[45]
37- O adamları ne ticaret, ne alım-satım Allah'ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar (dehşetinden) kalplerin ve gözlerin donacağı günden korkarlar.
38- Ki Allah onlara yaptıklarının en güzel karşılığını versin ve lûtfundan onlara daha fazlasını da ihsan etsin. Zira Allah dilediğini hesapsız nzıklandırır.
39- Kâfirlere gelince, onların amelleri dümdüz bir çöldeki seraba benzer. Susayan onu su zanneder. Nihayet oraya vardığında orada herhangi bir şey bulamamış ve fakat yanıbaşında Allah'ı bulmuştur. Allah ise onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çabuk görendir.
40- Veya o amelleri, üzerini yığın yığın dalgalar kaplayan, daha üstüne bulut çöken, engin deryadaki karanlıklar gibi karanlıklar üzerine çökmüş karanlıklara benzer. Ki insan o zifiri karanlıkta elini kaldıracak olsa neredeyse onu bile göremez. Allah bir kimse için nur kılmadıktan sonra onun nuru olamaz.
41- Görmüyor musun ki göklerde ve yerde olanlar, dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşlar O'nu teşbih ediyorlar. Her biri dua ve teşbihlerini bilir. Allah onların ne yaptıklarını hakkıyla bilendir.
42- Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş de O'nadır.
43- Görmüyor musun ki Allah bulutlan (dilediği yere) sürüklüyor. Sonra on lan biraraya getiriyor, üst üste yığıyor. Böylece bunlar arasından yağmur çıktığını görürsün. O gökten oradaki dağlar (büyüklüğündeki bulutlar) dan dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. Ondan çıkan şimşeğin parıltısı gözleri kamaştırır. [46]
(37) «O adamları ne ticaret ne alım satım...»Bu Ayetin Tefsiri
«Onları herhangi bir ticaret meşgul etmez», yani kâr getiren bir muamele onları Allah'ı anmaktan meşgul etmez. Ticaret kelimesinden maksat satın almaktır. Zira satmak mânâsını daha sonraki cümle ifade etmektedir.
Bazıları «Ticaret celeb getirenlerin satışına denilir. Bey' ise kişinin eliyle gezdirip sattığı şeylerdim demişlerdir. Yani onları camilere gitmekten, namazları ikame etmekten hiçbir şey alıkoyamaz. Namazın ikamesinden maksat, vaktinde kılınmasıdır. Çünkü namazın vaktini geciktiren bir kimse namazı ikame etmiş sayıl-
maz.
Salim, İbn Ömer'den rivayet etti. İbn Ömer bir gün çarşıda dolaşıyordu. Namaz ikame edilmeye başlandı. Halk kalktı, dükkânlarını kilitledi ve camiye gitti. İbn Ömer; «Bu ayet işte onlar için nazil olmuştur» dedi ve ayeti sonuna kadar okudu.
Zekâtın verilmesinden maksat farz zekâttır. İbn Abbas, zekâtın eda edilme vakti gelince onu hapsetmeyin (yani yanınızda tutmayıp eda edin) demiştir.
«Tetekallebu» kelimesi sallantıya girerler, bozulurlar anlamına gelir. Bu da tabii o günün dehşetinden ileri gelmektedir. Veya o günde onların durumları bozulur. Kalpler daha önce anlamadıklarını anlamaya, gözler daha önce görmediklerini görmeye baş larlar. Tabii bunlar da kurtuluşu beklemelerinden, helak olmaktan korkmalarından ileri gelmektedir. Yani hangi taraftan yakalanacaklar ve kitapları hangi taraftan verilecektir diye dehşet içinde olduklarından, kalpleri atıp durmakta, gözleri sağa-sola fırıldak gibi dönmektedir.
İbn Abbas «Bu günden maksat Kıyamet Günü'dür. Gün'den korkmaları Kıyamet'in azabından korkmaları demektir» diyor. Ayette böyle bir günü hesaba katmayan bir kimsenin gerçek müs-lüman olmadığına dair işaret vardır.
(38) «Ki ÂÜah onlara yaptıklarının en güzel...» Bu Ayetin Tefsiri
Onlar dünyada Allah'ı zikretmek, namazı ikame etmekle, zekâtı vermekle meşgul olurlar ki Cenab-ı Hak onları işlediklerinin en güzeliyle (bütün hasenatlanyla) mükâfatlandırsın. Farz ve nafile taatlerle onlara mükâfat versin.
«En güzel» mânâsını ifade eden «Ahsen» kelimesi kötü amellerden dolayı Cenab-ı Hakk'm mükâfat vermediğini, ancak kötü amellerini onlar için affedeceğini işaret etmektedir. Bazıları da «Bir sevaba karşı Cenab-ı Hak en az 10 sevap verir. Bazen bu 700 sevaba kadar çıkar. Burada bu husus kastedilmektedir» demişler-dir. Allah bu amelin en güzeliyle verdiği mükâfatla yetinmez, fazlından daha fazlasmı ilave ederek onlara verir. «Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır» cümlesi Allah'ın kemâli kudretine, sehave-tinin sonsuzluğuna, ihsan ve faziletinin genişliğine işaret etmektedir. «Hesapsız» tabirinden maksat, takrirsiz yani onları Önce «Si şunu yaptınız, bunu yaptınız» şeklinde bir muhasebeye tutmaksı-zm onlara bunu verir demektir.
Nesefi, «Hesapsız vermesinden maksat, halkın aklına, hayaline gelmeyecek şekilde vermesidir» der.
(39) «Kâfirlere gelince, onların amelleri...» Bu Ayetin Tefsiri
İbn Abbas «Kâfirden maksat, Hz. Muhammed'i ve Kur'an'ı inkâr edev kimsedir» der. Fakat kâfiri genel mânâda almak, ayete daha uygun düşmektedir. Cenab-ı Hak daha önce temsiller getirerek mümimin halini açıklamıştı. Müminin dünya ve Ahiret'te nur içerisinde olduğunu ifade etmişti. Şimdi de kâfirlerin amellerine bir temsil getirerek bu amelleri seraba benzetmektedir. Serap, günün ortasında, güneşin şiddetli döneminde, uzaktan akan bir su gibi görünen manzaradır. Onu gören bir kimse orada bir su olduğu zannma kapılır. Oraya yaklaştığında da hiçbir şey bulamaz.
«Kiat» kelimesi dümdüz yer demektir. «Ez-Zem'ân» kelimesi ise susamış bir kimseyi anlatır. «Onun yanında Allah'ı bulur» ifadesinin mânâsı, Allah'ın azabını veya zebanileri veya Allah'ın orada kendisini hesaba çektiğini bulur demektir. Cenab-ı Hak onun amellerini ortaya sermek suretiyle onun hesabım tam verir. [47]
«Allah'ın hesabı süratlidir», yani bir kimsenin hesabını görürken başka, bir kimsenin hesabını da aynı anda görmekten aciz değildir Milyarlar, trilyonlar sayısınca insanın hesabını aynı anda görür ve buna kadirdir. Rivayet ediliyor ki bu ayet Utbe bin Rebia bin Umeyye hakkında nazil olmuştur. Bu kişi cahiliye döneminde Allah'a ibadet ediyor ve gerçek bir dini arıyordu. İslâm geldikten sonra İslâm'ı inkâr etmek suretiyle kâfir oldu.
(40) «Veya o amelleri, üzerini...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet kâfirler için ikinci bir temsildir. Yani kâfirlerin amelleri dümdüz bir yerdeki serap veya karanlıklar gibidir, Buradaki «Ev» edatı tahyir için olursa ayetin mânâsı şöyle olur: «Onların amelleri boş ve yararsız olduğundan dolayı serap gibidir. Hakkın yolundan boş olduğundan dolayı da bir kısmî diğerinin üzerine çöken karanlıklar gibidir.»
Veya «Ev» edatı burada temyiz içindir. Çünkü onların amelleri eğer haseneler ise serap gibi görünür ve çirkinlikler ise karanlıklar yeridir. Veya «Ev» edatı burada iki zamanın nazarı itibara alınmasından ötürü taksim içindir. Yani bu ameller dünyada karanlıklar gibi, Ahiret'te de serap gibidir.
Ayetin metnindeki «Lucciyyin» :elimesi derin ve suyu bol olan yer demektir. «Denicin lucciyyini»nden maksat, onun suyunun derin olduğu yer demektir. Bu, kâfir bir kimsenin kalbindeki inkârın bir temsilidir. Yani o kalpteki inkâr, derin bir denizin engin bir bataklığmdaki karanlığa benzer. Deniz onu kapsar. Dalga üzerine dalga; yani arka arkaya gelen ve imkân vermeyen dalgalar. O ikinci dalganın üstünde de bulut vardır. O da yıldızları gözden gizlemekte, nurdan perdeler olmuştur. İşte bunlar bir kısmı diğerinin üzerine çöken karanlıklardır veya kâfirin kalbi buna benzer.
«Elini kaldırsa dahi nerdeyse onu göremez», yani en yakın âzâsım bile göremez. Allah kime nur kılmamışsa (yani kime hidayet takdir buyurmamış, onun sebeblerini elde etmeye muvaffak kılmamışsa) o adamı nur üzerinde nurdan ibaret olan (muvaffak kılan) nuru yoktur. Buradaki benzetmenin sebebi şudur: Cenab-ı || Hak bu ayette karanlıkların üç çeşidini zikretmektedir:
Birincisi denizin karanlığı, ikincisi dalgaların karanlığı, üçün-II cüsü de bulutun karanlığıdır. İşte bunun gibi, kâfirin de üç karan-m lığı vardır: İnanç karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı...
«Allah kime nur kılmamtşsa onun nuru yoktun} cümlesi hakli kında İbn Abbas şöyle diyor:
«Allah kime din ve iman kılmamışsa onun dini yoktur.»
Bazı müfessirler ayeti «Allah kime hidayet etmezse ona hidayet edecek yoktur» demektir şeklinde yorumlamışlardır.
(41) «Görmüyor musun ki göklerde ve yerde...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak, peygamberine «Görmedin mi?» yani «Bitmedin mi?» diye hitap ediyor. Yani kesinlik ifade eden, gözle görülen eşyayı bilmek gibi bir ilimle bilmedin mi? Veya vahyin vesikalarıyla veya istidlal getirmek suretiyle biîmedin mi? Göklerde ve yerde bulunanların takdiminden maksat onun zatım her eksiklikten korumak demektir. Burada akıllılar için kullanılan «Men» kelimesi getirilmiştir. Oysa,yer ve gökte olanların bir kısmı akıllı, diğerleri de akılsız şeylerdir. Hayvanlar, cemadat ve diğer şeyler gibi. Bu, akıllıları tağlib etmek içindir. Yani sanki sadece akıllılar vardır, onlar bahis konusu edilir şeklinde ifade eden tabir kullanılmıştır, Veya burada melekler ve cinler kastedilmiştir. Kimisi Allah'ı söz ile tenzih eder, kimisi de hâlinin delaletiyle...
16,Ayetteki «Saffât» kelimesi, kanatlarını açarak havada uçan kuşlar demektir. Bazıları; «Cenab-ı Hak bütün hayvanlar arasında sadece kuşlara değindi. Çünkü kuşlar yer ve gökler arasındadır. Ve böylece göklerde olanlar yerde olanların hükmünden çıkmış oluyor» derler.
Ağır cisimlere havada duracak tarzda bir kuvvet vermek, tutmaya ve açılmaya elverişli kanatlar halketmek, Cenab-ı Hakk'ın kemâli kudretine delâlet eden kesin bir delildir.
Göklerde ve yerde bulunanların veya kuşların her biri salâtı-nı ve teşbihini bilmiştir. Veya Allah onların salât ve teşbihini bilmiş demektir. Bu, kendi istekleriyle yaptıkları dua mânâsına da alınabilir veya tab'an dua demek de olabilir.
Bazı müfessirler «Salât'tan maksat insanoğlunun ibadeti, teşbihten maksat ise diğer mahlûkatın ibadetidir» demişlerdir.
Bazıları «Kuşun kanat çırpması onun salâtı ve teşbihidir» de. mislerdir.
(42) «Göklerin ve yerin hükümranlığı...» Bu Âyetin Tefsiri
«Göklerin ve yerin hükümranlığı (mülkü) Allah'ındır», yani onları yaratan Allah'tır. Onlarda bulunan her şeyi yaratan Allah'tır. Oradaki fiilleri yaratan da Allah'tır. Çünkü her fiil mümkündür. Yani olması da olmaması da bahis konusudur ve vacip olana dönüşmesi de gereklidir.
(43 «Görmüyor musun ki Allah bulutları...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin metnindeki «Yuzcî» fiili, «Sevkeder» demektir. «Bulutlan sevkettiğini görmez misin?», yani Kur'an'da bu sana haber verilmemiş midir? Allah evvelâ bulutları sevkeder, sonra da onları biraraya getirir. Yani bir kısmını diğerine ekler. Sonra onu rükâm kılar. Yani bir kısmını diğerinin üzerinde teraküm ettirir. [48]
Ayetin metnindeki «ELVedk» kelimesinden maksat yağmur-dur. Onların arasından, aralarındaki yarıklar ve deliklerden çıkar.
Ayetin metnindeki «Hilâl» kelimesi «Halel»in çoğuludur. «Ci-bal» kelimesinin cebelin çoğulu olduğu gibi. «Gökten indirmekken maksat buluttan indirmektir. Çünkü insanın üstünde olan her şey göktür. Dağlardan maksat ise dağlara azamet ve büyüklük bakımından benzeyen büyük parçalardır. «Soğukluktan» mânâsını ifade eden «Min beredin» ifadesi, dağların açıklamasıdır. Yani Cenab-ı Hak gökteki dağlardan yani o dağların bir kısmından meydana gelen soğukluktan dolu yağdırır. Cenab-ı Hak, yeryüzünde taştan yaratmış olduğu dağlar gibi gökte de soğuktan dağlar yaratmıştır. Veya burada dağların zikredilmesiyle çokluk kastedilmektedir. Zira meşhur olan şudur ki buharlar yükseklere doğru çıkınca onların arasına hararet girmez, böylece soğuk tabakaya varır, orada iyice don haline gelir ve bulut olur. Eğer soğuk şiddetli değilse bulutlar yağmur, şiddetli olursa o zaman kar ve dolu yağdırır.
Bazen hava o kadar soğur ki inkıbaz (büzülme) meydana gelir ve ondan bulutlar oluşur. Bu bulutlardan da ya yağmur veya kar yağar. Bütün bunlar Hakîm olan Allah'ın iradesine istinad etmektedir. Zira Cenab-ı Hakfc'ın, hadiselerin yerlerini ve vakitleri.ni özel kılmasının delili vardır. Nitekim «Ceımb-ı Hak dilediğine isabet ettirir, dilediğinden onu çevirir» cümlesi de buna işarettir.
«Onun» mânâsım ifade eden «Bihi» kelimesindeki zamir soğukluğa gider. Ayet metnindeki «sena» kelimesi berraklığının ziyası demektir. Ayet metnindeki «Berk» kelimesi berkten meydana gelen miktar demek olan «Berka»mn çoğuludur. nEbsar» kelimesinden maksat, insanların yüzlerine yerleştirilen gözlerdir. Yani çok parlayıcı olduğundan dolayı ona bakanın gözleri neredeyse kör olur. Bu da Allah'ın kudretine delâlet eden en büyük delildir. Çünkü Cerrab-ı Hak görüldüğü gibi çelişen taraflardan birisinden diğerini yaratmaktadır.
Ayet metnindeki «Setıa» kelimesi ziya demektir. Yani neredeyse bulutların şimşeklerinden meydana gelen ziya, bakan gözleri kör edecek haldedir. [49]
44- Allah gece ile gündüzü birbiri ardınca getirir. Bunda basiret sahipleri için ibret vardır.
45- Allah yürüyen her canlıyı bir sudan yaratmıştır. Onlardan bir kısmı karnı üzere, bir kısmı iki ayak ile bir kısmı da dört ayak ile yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.
46- Andolsun biz (hakikati) açıklayan ayetler indirdik. Allah dilediğini doğru bir yola hidayet eder.
47- (Münafıklar): «Biz Allah'a ve Basûlü'ne iman ettik. (Emirlerine) itaat ettik» derler. Hal böyleyken onlardan bir grup (bu ikrardan) sonra yüz çeviriyor. İşte böyleleri mümin değillerdir.
48- Aralarında hükmolunmak üzere Allah ve Rasûlü'ne çağırıldıkları zaman onlardan bir grup derhal dönüp gider.
49- Eğer hak kendi taraflarında olursa itaat ile (koşarak peygamberin yanına) gelirler.
50- Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa Allah ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden şüphe mi ediyorlar? Yoksa korktular mı? Hayır! Onlar zalim kimselerdir.
51- Mümin kimseler aralarında hüküm vermek maksadıyla Allah'a (Kitabı'na) ve peygamberine çağırıldıkları zaman onların sözü ancak «Dinledik ve itaat ettik» demeleridir. İşte bunlar var ya!Felah bulacak olanlardır.
52- Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'tan korkar ve sakınırsa onlar korkulardan kurtulmuşlardır.
53- Münafıklar (eğer savaşı) emredersen (muhakkak savaşa) çıkacaklarına dair Allah'a olanca yeminleriyle yemin ettiler. (Onlara) de ki: «Yemin etmeyin. Maruf bir itaat yeter. Çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır. [50]
(44) «Allah gece ile gündüzü...it Bu Ayetin Tefsiri
«Allah gece ile gündüzü çevirir» demek, birisini diğerinden sonra getirir demektir. Veya birisini artırır, diğerini eksiltir. Yahut da gecede soğuk, gündüzde sıcak yaratır demektir. Yahut gece ile gündüzde meydana gelen diğer değişik işler kastedilmektedir. Ki bulutların sağdan soldan toparlanması, herhangi bir hedefe götürülmesi de bunlardan sayılmaktadır.
Ayet metnindeki «Zalikea daha önce tafsilatı verilen mânâya işarettir. «İbret» kelimesi kadim olan yaratıcının varlığına ve birliğine açıkça delâlet eden delil anlamındadır. Onun kudretinin tamamını, ilminin ihata ediciliğini, meşiyetinin geçerli olduğunu, şanına uymayan şeylerden uzak bulunduğunu açıkça gözler önüne seren delil demektir.
«Gözler sahiplerimden maksat, basireti olan herkes demektir. Yani basireti olan herkes buna müracaat eder, onu düşünür ve bu neticeye varabilir. «Ebsar», «Basirvin çoğuludur. Basiret kalb gözü mânâsım ifade eder. Bazıları «Burada zahiri göz kastedilmektedir» demişlerdir. Çünkü ebsar kelimesinden insan zihnine ilk gelen, zahiri gözdür.
(45) «Allah yürüyen her canlıyı...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet metnindeki «Dabbe» kelimesi yeryüzünde yürüyen her canlıdır. Kuş ve balıklar da bu genel mânâya dahildirler. Tefsir alimlerinden bazılarının kelâmının zahirinden anlaşılıyor ki meleklerle cinler de bu kelimenin kapsayıcı mânâsına dahildirler. Zira bu kelime yeryüzünde yürüyen her canlı mânâsına geldiği gibi yürüyen her canlıya da denir. Fakat tefsir alimleri bu kelimeyi birinci mânâda (yani yeryüzünde yürüyen canlılar şeklinde) mâ. nâlandırmışlardır. [51]
Her canlının yaradılış noktasını teşkil eden sudan maksat, ya menidir veya canlının terkib maddesidir. Terkibini teşkil eden maddelerden biri olan su demektir. Canlı tam manâsıyla terkib edildikten sonra suya her şeyden daha fazla ihtiyacı olduğu için Ce-nab-ı Hak burada suyu zikretmiştir. Ve topraktaki parçaların imtizacı da su iledir. Eğer sudan maksat meni ise o vakit «Külle» kelimesi çokluk içindir. Çünkü canlıların bir kısmı vardır ki meniden değil başka maddelerden meydana gelir.
Cenab-ı Hak burada «Maen» keilmesini nekra getiriyor. «Biz her diri şeyi sudan kıldık» ayetinde ise bu kelime ma'rifedir. Zira burada maksat, şahsen veya nev'en fertlerin mânâsıdır. Öteki ayette İse cinsin mânâsı kastedümektedir ve suyun hakikatinin her dirinin başlangıç noktası olduğu belirtilmektedir
Hayvanlar arasında karınları üzerinde yürüyenler, yüzenler balık ve yılan gibi hayvanlardır. Bunlar için esasında «yürümek» değil «Yüzmek» ve «Sürünmek» ifadeleri kullanılır. Fakat Allah'ın kudretini izhar için. bu tabir kullanılmıştır. Bir de bunlar aracısız «Süründükleri» için bunların sürünmesi yürümeye benzer. Hatta yürümekten daha kuvvetli görünür.
«İki ayak üzerinde yürüyenler» insanlar ve kuşlar gibi mahlû-kattır. Dört ayak üzerinde yürüyenler de sair hayvanlar ve canavarlardır. «Dört üzerinde yürüyor» tabiri dört ayakla yürüyor demektir. Burada «Dört aya/c»tan fazla ayakları olan hayvanlar zik-redilmemiştir. Zira onlar bu derecede mühim değildirler. Zira «Allah dilediğini yaratır» cümlesine bunlar girmektedir. Yani bahsi açıkça geçen hayvanlardan da bahsi geçmeyen hayvanlardan da, mürekkeb olsun, basit olsun, Cenab-ı Hak onları, dilediği suretlerde, azalarda, hareketlerde, tabiat, kuvvet ve fiillerde yaratmıştır.
Bazı kimseler «Dört ayaktan fazla ayağı olan hayvanlar da yü. rürken dört ayağa basıp giderler, dört ayakla hareket ederler» demişlerse de bunun bir delili yoktur.
«Kesinlikle Allah her şeye kadirdir» cümlesi Cenab-ı Hakk'ın dilediği şekilde dilediğini yaratmaya kadir olduğunu ifade etmektedir.
(46) «Andolsun ki biz (hakikati) açıklayan...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin metnindeki «Mubeyyinat» kelimesi «Mubeyyenat» şeklinde de okunmuştur. Eğer birinci okunuş alınırsa bu ayette açıklanması uygun düşen dinî hükümleri ve kevnî sırlan açıkla-yıcidırlar. îkinci okunuş alınırsa, o zaman, haddi zatında apaçık olan ayetler indirilmiş demektir.
«Allah dilediğini hidayet eder», yani kimin hidayetini dilerse onu hidayete muvaffak kılar. O bu ayetlere sahih bir şekilde bakar, mânâlarını düşünür ve hidayet olunur.
Ayetin sonundaki «Sırata müstakim» ile hakkın hakikatine cenneti eJde etmeye muvaffak kılar anlamı kastedilmektedir.
(47) «(Münafıklar); «Biz Allah'a ve Rasûlü'ne...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Allah tarafından sıratı müstakime hidayet edilmek istenmeyen bazı kimseler hakkında nazil olmuştur. Bunlar kâfirlerden bir gruptur.
İbn'ul-Munzir'in Katade'den rivayet ettiğine göre ayet müna-fıklar hakkında nazil olmuştur.
Hasan Basri'den bunun benzeri rivayet edilmiştir. Bazı kimseler «Bu ayet münafık olan Bişr hakkında nazil olmuştur» der.
Bu ayet, peygamberin hükmüne karşı çıkanın «îman ve itaat ettim» demesinin yalan olduğunu ve onların mümin olmadığını ortaya koymaktadır. Yani onlar gerçek mümin değildirler. İhlas ve iman üzerinde hiç sebatları yoktur.
(48) «Aralarında hükmolunmaTc üzere,,.» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet Rasûlullah'm
hükmünün Allah'ın hükmünün ta kendisi olduğu gerçeğini ifâde etmektedir.
Rasûlullah'a çağırılmak sadece Rasûlullah'a değildir, aynı zamanda Allah'a da
çağmlmaktır. Rasûlullah'a çağırmak ise sadece onun hayatta olduğu müddetle
sınırlı değildir. Rasûlullah'tan sonra Rasûlullah'm makamına oturan, Kitap ve
Sünnet'le insanlar arasında hükmeden idareciye de icabet etmek gerekir. Evet,
Rasûlullah'm tayin ettiği idarecinin hükmüne davet etmek, Allah ve Rasûlü'nün
hükmüne davet etmekten başka bir şey değildir. Bu ayetin izahı Hasan Basri'nin
Semur-re'den rivayet ettiği mürsel bir hadiste yer almaktadır. Allah Ra-sûlü;
«Müslüman idarecilerinden birisinin hükmüne davet edilen bir kimse, eğer icabet
etmezse salim olur, onun herhangi bir hakkı olmaz» buyurmuştur. (Hadisi
Taberani rivayet etmiştir). Yani o sadece ceza hükmüne değil bâtıl üzerinde
bulunduğuna dair hük-medilmeye de lâyık olur.
(49) «Eğer hak kendi taraflarında...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayet; «Allah Rasûlü onların lehinde hüküm verdiğinde ona uyarlar, aleyhlerinde hüküm verdiği takdirde de ona gelmezler» mânâsını ifade etmektedir.
Ayetin son kelimesi olan «Muz'inin» Allah Rasûlü'nün onların lehine hükmedeceğini bildiklerinden itaat ederler demektir. Bu ve bundan önceki ayet, Allah'ın Kitabı'yla hükmeden bir insanın hükmünün Cenab-ı Hakk'ın ve Rasûlü'nün hükmü gibi olduğunu ortaya koymaktadır. İman, müslümanlar için ne gerektiriyorsa o da aynı şeyi gerektirir. Allah'ın Kitabı'na razı ve ona itaat ediyor görünen fakat nefsine muhalif olunca da onu terkeden bir kimse gerçekte müslüman değil münafıktır. İman davasında samimi değildir. Çünkü o Allah'a ve Rasûlü'ne değil nefsine inanır. Eğer Allah sisteminin bir kısmına inanır bir kısmına inanmazsa onun imanının Allah katında bir değeri yoktur.
(50) «Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa...» Bu Ayetin Tefsiri[52]
Allah'ın hükmüne razı olmamanın üç sebebini bu ayet ortaya kokmaktadır:
1- Kişi esasında iman etmemiştir. Müslüman toplumun fertlerini kandırmak için ortaya çıkmıştır. Ortaklaşa yalanlardan istifade ve onları istismar için böyle söylüyor.
2- Allah Rasûlü'nün Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunda şüphesi vardır. Kur'an'm Allah katından geldiği hususunda da şüphe etmektedir. Ölümden sonra Ahiret'in varlığına inanmamaktadır. Hatta Allah'ın varlığı konusunda bile şüphe içindedir.
3- Allah ve Rasûlü'ne iman ettiği halde, Allah'ın ve peygamberin kendisine zulmedeceği kanaatindedir. Allah onu büyük bir musibete duçar etmiştir, eğer falan işi yaparsa, eğer «Rasûlullah' %n falan sözleri veya falan yaptıkları bana sadece zarar getirir» ka-naatindeyse o bu hükme dahil olmuş demektir.
(51-52) «Mümin kimseler aralarında hüküm...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Cenab-i Hak münafıkların, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne razı olmayanların durumunu açıkladıktan sonra imanlarında ihlaslı, Allah'ın Kitab'mdan ve Rasûlullah'ın Sünneti'nden başka din istemeyen kimselerin hallerine değinerek bu ayetleri indirmiştir.
«İşittik ve itaat ettik» sözünün müslümanlara ait olması onların sözlerini medhu sena etmek demektir. Yani bu söz ancak müminlere lâyıktır ve onların şanına yakışır.
Tefsir alimlerinden bazıları, «İşittik» mânâsına aldığımız «Se-mi'na» kelimesinin «Kabul ettik» anlamında olduğunu söylerler. İbn Abbas ve Mukatil'den gelen rivayete göre «Biz peygamberin sözünü dinledik, onun emrine itaat ettik» demektir.
Bazılarına göre de «İtaat ettik» ten maksat, bu emirler üzerinde sebat gösterdik ve onları katıksız bir şekilde yerine getirdik demektir.
Ayetin sonundaki «El-Muflihun» her maksada eren ve her türlü mahzurlardan kurtulan kimselerdir. Allah ve Rasûlü'ne kim itaat eder, geçmiş günahlarından ötürü kim Cenab-ı Hakk'tan korkar ve gelecekte de kim Allah'ın azabından sakınırsa, işte onlar daimi nimeti elde edenlerin ta kendisidirler.
(53) «Münafıklar (eğer savaşı) emredersen...»Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet münafık kâfirlerin yalanlarından bir kısmını hikâye etmektedir. Ki onlar bu yalanlan yalan yeminlerle tekid etmekte idiler.
Ayetin metnindeki «Aksemu» fiili yemin mânâsına gelen «Kasem» kökünden gelir. Bunun esası «Paylaşan» demek olan «Ka-samet» kökündendir. Bu, bir insanı katletmekle itham edilenler üzerinde taksim edilen diyet, malî ceza için de kullanılır. Fakat . sonra her yemine' «Kasem» denilmiştir. [53]
Ayet metnindeki «Cehde Eymanihim», mukadder bir fiilin mefulüdür. Yeminin çenelinden maksadın onun son noktasına, doruğuna çıkmak demektir. Onlar mübalağalı bir şekilde yeminin en yüksek mertebelerine çıkarak yemin ederler demektir.
Mukatil «Kim Allah ile yemin ederse o, yemininin doruk noktasına çıkmıştır» diyor. Yani onlar galiz ve şiddetli yeminler etmektedirler. Eğer onlara emredersen, yani çıkış emri verirsen! Bu «çikışntan maksat, cihada çıkıştır. Nitekim İbn Ebi Hatim, Mukatil'den böyle rivayet etmiştir. İbn Merduveyh'in İbn Abbas' tan rivayet ettiğine göre, bu çıkıştan maksat mallarını Allah ve Rasûlü yolunda sarfetmektir.
Ayetin metnindeki «Taatun ma'rûfetun» mukadder bir mübte-danın haberidir. Yani sizin taatiniz, itaatiniz belli bir itaattir. Yani siz itaat edeceğinize dair yemin etmeyin. Çünkü sizin itaatiniz belli ki dille itaattir, kalp ile itaat değildir. Bu durumu sahabîler-den bilmeyen de yoktur.
Bazı müfessirler şöyle diyor: «Ayetin takdiri şöyledir: Sizden istenen belli ve malûm bir taattir. Halis müminlerin taati gibi, şek ve şüphe taşımayan bir taat istenmektedir. Belli ve gücünüzün yettiği kadar taatte bulunmanız, yemin etmenizden daha uygun ve daha münasip düşer.»
Ayetin son cümlesi nehyin nedenidir. Yani yemin etmeyin, çünkü Allah sizin istediklerinizi bilmektedir. Sizin de başkalarının taati de Allah'a malûmdur. Cenab-ı Hakk'ın âdeti şudur ki kul taatini ne kadar gizlerse gizlesin Allah onu ortaya çıkaracaktır. Yani onun davranışlarında, gidişatında taatinin ne olduğu ortaya çıkacaktır. Masiyet de böyledir. [54]
54- (Ey Rasulüm) de ki: «Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin». Yüz çevirirlerse (peygamberin) vazifesi ona yükletilen (peygamberliği tebliğ etmesidir.) Sizin de vazifeniz size yükletilen (itaat) tır. O'na itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygamber'e düşen, apaçık bir şekilde Allah'ın emrini tebliğ etmektir.
55- Allah sizden iman edip, salih amellerde bulunanlara vaadetmiştir, onlardan Öncekileri nasıl iktidar sahibi kıldı ise onları da yeryüzünde iktidar sahibi kılacaktır. Kendileri için beğendiği dinlerini (İslâm'ı yeryüzünde) sabit kılıp sağlamlaştıracaktır. Onları korkularından sonra güvenliğe kavuşturacaktır. Onlar sadece bana ibadet eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra küfre saparsa işte onlar fasiklarm ta kendisidirler.
56- Namazı (dosdoğru) kılın, zekâtı verin, Peygamber'e itaat edin ki rahmete kavuşasmız!
57- (Ey Rasulüm) sakın ha, o kâfirleri yeryüzünde aciz bırakıcılar sanma. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne fena varış yeridir.
58- Ey müminler! Sahip olduğunuz köleler ve sizden olup da henüz bulûğ çağına varmamış çocuklar şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle sıcağından elbisenizi çıkardığınız sırada, bir de yatsı namazından sonra. Bu üç vakit sizin için yalnız kalma vaktidir. Bu vakitlerin dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. (Hizmet maksadıyla) yanınızda dolaşırlar ve siz de birbirinize (yatak yerinize) girip çıkabilirsiniz. İşte Allah ayetlerini size böylece açıklıyor. Allah bilendir ve hikmet sahibidir. [55]
(54) (Ey Rasulüm) de ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetin birinci cümlesi Allah Rasûlü'nün sözlerini teşkil etmektedir. Onlara «Allah'a ve Rasûlüne itaat edim de! Eğer «Eğer itaat etmezseniz» hitabı ise münafıklaradır. Rasûlullah tarafından Allah'a ve rasûlüne itaat etmeye çağırıldığınızda yüz çevirirseniz Rasûlullah'm vazifesi ancak tebliğde emrolunduğu noktadır. Bunu gördünüz. Sizin vazifeniz de size emredilen taati yerine getirmektir.
Ayetin metnindeki «Hummile» peygamber tarafından peygamberliğin tebliği, emanetin yerine getirilmesidir. Münafıklar cephesinde ise o tebliği kabul etmek, muktezasiyla amel etmektir. Mübalağa mânâsı ifade eden bu tabirin burada kullanılması vahyin haddi zatında ağır bir yük olduğunu ve münafıkların da ağır bir yükün altında olduklarını ifade etmektir. Bu ayetle emrin vücu-bunun ifade edildiğine delil getirilmiştir. Çünkü itaat emrini veren Cenab-ı Hak münafıkları, «Eğer itaat etmezseniz» şeklinde teh-did etmektedir. Bu tehdid de ancak vücuba muhalif hareket edildiği takdirde yapılır.
«Peygamber'e düşen
sadece açık bir şekilde duyurmaktır» cümlesi Hz. Peygamber'in vazifesini tayin
eden bir ifadedir. Yani herhangi bir peygambere veya Hz. Muhammed'e ancak
izaha, açık bunun ötesine giderek iman, salah, din, ibadet ve şirk terimlerinin
mânâlarını da değiştirmektedirler. Ve onlan havalarına uygun bir şekle sokmaya
çalışmaktadırlar. Kaygan ve temelsiz nazariyelerine onu uydurmaya
çalışmaktadırlar. İşte bu, Kur'an'ı manen en korkunç bir tahrif şeklidir.
Yahudi ve Hıristiyanların kitaplarını tahrif etmelerinden daha korkunçtur. Bu
garaz sahibi, bahis konusu olan bu istihlaf ayetine Öyle bir mânâ vermektedir
ki bunun
Kur'an hilafet kelimesini üç değişik mânâda kullanır:
1- Sultanın emanet ve selâhiyetlerini yüklenmek. Bu mânâ ile Adem'in zürriyeti yeryüzünde Allah'ın halifesidir.
2- Allah'ın sadece tekvini değil de teşrii emri altında hilafetin yetkilerini kullanmak ve bununla beraber Allah'ın en yüce hakimiyetine teslim olmak. Bu mânâ ile «Ancak salih olan mümin yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Çünkü o, hilafetin hakkını sahih bir şekilde yerine getirmiştir. Bunun tam aksine kâfir ve fasık vardır. O kâfir Allah'ın halifesi değil ona karşı başkaldırandır. İşte o günah yoluyla Allah'ın mülkünde tasarruf eder.»
3- Yeni. bir ümmet (millet)in herhangi bir zamanda yeryüzünde galip gelmiş fakat münkariz olup gitmiş bir ümmetin yerine geçmesi demektir. Birinci ve ikinci mânâlar, hilafet kelimesi niyabet mânâsında olursa bahis konusudur. Üçüncü mânâda hilafet kelimesi beka ve başkasının yerine geçmek mânâsında olursa bahis konusudur. Birinci ve ikinci mânâlar, Arapça'da hilafet kelimesi için bellidirler. Yani herkes hilafetin bu mânâlara geldiğini bilir. Binaenaleyh kim şu anda bu siyak ve sibak içinde is-tihlaf ayetini okursa hilafet kelimesinin burada Allah'a naib olarak, onun şer'i emrine uygun bir şekilde, Allah'ın hakkını yerine getiren hükümet mânâsında kullanılmış olduğunu anlar. [57]
Hz. Ali, Hz. Ömer kendisine, «İran'a savaş açalım mı? diye sorduğunda ona şöyle cevap verir: «İslâm'ın yardımı veya mahrumiyeti azlık veya çoklukla değildir. O Allah'ın dinidir. Allah onu ve onun askerlerini ve ordularını hazırlamıştır ve onlara yardımda bulunmuştur. Onlar vardıkları noktaya varıncaya kadar bu devam etmiştir.
Allah bize vaadederek şöyle buyurdu: «Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere vaadetti. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa onları da yeryüzünde hükümran kılacaktır...» Allah vaadini yerine getirecektir, ordusuna yardımcı olacaktır. Zira idarecilerin yeri tıpkı teşbih ipine benzer. O ip teşbih danelerini bir-araya getirir, yanyana dizer. O ip koptuktan sonra teşbih taneleri her tarafa yayılır. Artık tamamen toplanmaları mümkün olamaz. Araplar bugün her ne kadar az iseler de onlar İslâm'la çoğalmış sayılırlar. Müslümanlıkla azizdirler. Sen ey halife! Değirmenin nirengi ve temel noktası ol. Değirmeni Araplar'la çevir. Katılmadan harp ateşini yak. Çünkü sen bu Hicaz arazisinden çikarsan Hicaz Yartmadası'nın etrafında bulunan Araplar sana üşüşürler. Öyle İti arkada bıraktığın aile efradı önündeki düşmandan sana daha fazla mühim gelecek ve seni meşgul edecektir. Kesinlikle acemler yarın seni gördüklerinde «Bu Araplar'ın aslıdır, halifesidir, başıdır. Bunu öldürürseniz istirahat bulursunuz» derler ve onların sana hücum etmeleri, seni yutma ümidi beslemeleri senin için daha şiddetli olur. Ama düşman müslümanlarla savaşa gelecektir sözüne gelince, kesinlikle Allah onların müslümanlara hücum etmesini en mebguz ve en kerih bir şekilde görüyor. Hoşuna gitmeyen bir şeyi değiştirmek hususunda Cenab-t Hak herkesten daha fazla güçlüdür. Düşmamn sayısının çok olduğu sözüne gelince, biz daha Önceki zamanlarda çoklukla harbetmiyorduk. Biz ancak Allah'ın yardımıyla savaşıyorduk.» (Nehc'ul-Belağa, cilt: 1, sh: 283).
Hz. Ali'nin bu sözlerini okuyan bir kimse görür ki Hz. Ali bu ayetin kapsamı olarak müslümanları, sahabeleri ve Hulafe-i Raşi-din'i göstermiştir.
Cenabı Hak ayetin sonunda «Ama kim bundan sonra da kâfir olursa işte onlar yoldan çıkanlardır» buyurmaktadır. Bu küfürden maksat, ganimeti veya haktan inenleri inkâr mânâsına gelen küfürdür. Birinci mânâ nazarı itibara alındığı takdirde, bu söz, hilâfet nimetine vardıktan sonra hak yoldan sapanları kapsar. İkinci mânâ itibarıyla nifak üzerinde ısrar eden münafıkları kapsar ki bu münafıklar Allah'ın bu vaadini bildikten sonra da nifak hastalığında ısrar edip dururlar.
Hulâsa olarak birçok müfessir bu ayetin dört halifenin iktidarının sahih olduğuna delâlet ettiğini söylemişlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette peygamberin huzurunda bulunan müslümanlara halifeliği, dinlerinin sabit kalacağını ve düşmanlardan emin olacağını vaadetmektedir. Allah'ın vaadi kesinlikle yerine gelir ve Cenab-ı Hak vaadinde hulfetmez.
Bazı ehl-i sünnet alimleri üç halifeye ait halifeliğin doğru olmadığına dair birtakım deliller getiren Şia aleyhinde bu ayeti delil olarak göstermiş ve fakat bu ayet aynı zamanda Hz. Ali'nin halifeliğinin de sahih oluşuna delildir dememişlerdir. Çünkü Şia Hz. 1 Ali'nin halifeliğini zaten kabul etmektedir.
Tabersi'ye göre bu ayetteki hitap Hz. Peygamber ile ehl-i beytedir. Halifelik, dinin tasdiki ve emniyet onlara vaadedilmektedir. Ki bu vaadin beklenmekte olan Mehdi zamanında tahakkuk edeceği hususu da kâfi gelir. «Bu ayet indiği zaman varolmamıştır» denilemez. Çünkü hitap şifahidir, o zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Hepsi için tahakkuk etmemesi de buna ters düşmez. Çünkü buradaki kelâm «Falan oğullan filânı öldürdü» kabi-lindendir. Tabersi buna delil olarak El-Ayaşi'nin Ali bin Hüseyin' den rivayet ettiği şu sözü göstermektedir. Bu zat ayeti okuduğu zaman bahsi geçenleri «Allah'a yemin ederim, biz ehli beytin şiala-nyız. Bu vaad bizden gelen ve bu ümmetin Mehdi'si olan bir kişinin eliyle tahakkuk edecektir. Allah'ın Rasûlü o kimse hakkında şöyle buyurmuştur: «Eğer dünyadan bir tek gün kalırsa Allah o günü uzatacaktır. Ta ki benim ehli beytimden bir kişi hakim olsun. O kişinin ismi benim ismimdir. Yeryüzünü zulümle doldurduğu gibi adaletle ve hakkaniyetle dolduracaktır» demiştir.
AIusi bunları naklettikten sonra «Şia'dan gelen haberlerin durumu gizli değildim demek suretiyle o haberlerin zayıf olduklarını belirtmektedir.[58]
(56) «Namazı (dosdoğru) kılın, zekâtı verin...» Bu Âyetin Tefsiri
Bu ayette Cenab-ı Hak merhamete mazhar olmayı namazın kılınmasına, farz zekâtın verilmesine ve Rasûle itaat edilmesine bağlamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hakk'm kelâmmdaki «Lealle» kelimesi terecci için değil tahkik içindir. «Umulur ki merhamet olasınız» demek yani muhakkak merhamet olursunuz, size.muhakkak rahmet edilecektir demektir.
(57) «(Ey Rasûlüm!) Sakın ha, o kâfirleri...» Bu Ayetin Tefsiri
Cenab-ı Hak fasiklann fıskta doruk noktaya çıktıklarını, müminlerin de mutlak rahmete ve saadeti dareyne mazhar olduklarını açıkladıktan sonra bu ayette kâfirlerin dünya ve Ahiret'te varacakları noktayı belirtmektedir. Burada zannedecek kabiliyette olan her kâfir kastedilmektedir. Bu hitabın, faiz yoluyla Rasûlul-lah'a olması da mümkündür. Yani peygambere hitap ediliyor ama kendisinden küfür sadır olanlar kastedilmektedir. Veya bu zann, o derece çirkin ve mahzurludur ki kendisinden sadır olması mümkün olmayan Hz. Peygamber'in dahi bundan nehyedildiğine işaret etmektedir. Acaba kendisinden sadır olması mümkün bir kimse, nasıl bir kimsedir?
Onlar Cenab-ı Hakk'm kendilerini idrak etmekten veya helak etmekten aciz olduğunu sanıyorlardı. Onlar yeryüzünün genişliğine rağmen, hangi kıtada olurlarsa olsunlar, nereye kaçarlarsa kaçsınlar, Allah'ın helakinden kurtulamazlar ve Cenab-ı Hakk'ı bu hususta aciz bırakamazlar.
Kıraat alimlerinden Hamza, «Tahsebenne» yerine «Yahseben-ne» şeklinde okumuştur. O zaman fail herkestir. Hiçkimse küfre kayanların sakın ola ki yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacağını sanmasın! Veya kâfir olanlar yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacaklarını sanmasınlar!
Ayet metnindeki «Me'va» kelimesi ya ismi mekândır (sığındık-
ları yer, vardıkları nokta şeklinde manâlandınlır) veya mastar mimidir. Fakat mekân olması ayete daha uygundur.
Ayetin son cümlesindeki zemm mukadder bir kasemin cevabibıdır. Yani Allah'a yemin ederim, varacaklan nokta olan cehennem ne kötüdür! [59]
(58 «Ey müminler! Sahip olduğunuz köleler...»Bu Ayetin Tefsiri
Buradaki hitap sadece erkeklere ise «Ey iman eden erkekler» demek olur. Kadınlar da onların hükmüne dahildirler ve tağ-Iib yoluyla gelmiştir. Fakat ayet kadınlar sebebiyle geldiğine göre birinci yoruma itiraz edilebilir.
İbn Ebi Hatim, Süddi'den şunları rivayet etmektedir;
«Allah Rasûlü'nün sahabîlerinden bazı kimseler bu saatlerde hanımlarıyla biraraya gelmekten hoşlanıyorlardı. Guslettikten sonra da çıkıp namaza geliyorlardı. Cenab-ı Hak böylece kölelere ve çocuklara bu saatlerde izin almaksızın onların evlerine girmemelerini emretmiştir.» Bu ayette emir, her ne kadar kölelere ve çocuklara ise de hakikatte, muhataplaradır. Yani, izin almayınca başka bir müslümanin evine girmeyin demektir. «Fakat bulûğ çağına gelmeyen bir insana Allah nasıl emreder? Oysa emir tekliftir. Baliğ olmazdan Önce kişi için emir yoktur» diye itiraz edilen nokta da böylece halledilmiş olur.
Hulâsa şudur ki Cenab-ı Hak burada gerçekten köleler ve küçük çocuklara değil, büyüklere emretmektedir. Ki onlar da kölelere ve küçük çocuklara bu şekilde emretsinler. Nitekim namazı emrettikleri gibi. Zira Allah'ın Rasûlü «Yedi yaşındaki çocukları-nisa namaz kılmayı emredin. On yaşına geldiklerinde, kılmadıkla' n takdirde onları dövün» diye emretmektedir.
Bazıları bu ve benzeri emirlerin te'dib ve talim kabilinden olduğunu söylemişlerdir. Bu emir hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları vücubu, bazıları nedbiyeti, mustahab olmayı ifade eder demişlerdir. Cumhura göre «Sağ eliyle mülk edinilenler»den maksat, erkek köleler ve cariyelerdir. Onların'büyükleri ve küçükleri bu işe dahildir,
«Baliğ olmayanlar'»dan maksat ister erkek, ister kadın olsun, çocuklardır. Ebu Hayyan, El-Bahr'da «Bu emir çocuklar içindir. Onlar ister erkek köle olsun, isterse hür» der. Fakihler «Çocuk ihtilam çağına vardığında baliğ olmuştur» demişlerdir. Fakat ihtilam olmadan onbeş yaşma gelen bir çocuğun baliğ olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Ebu Hanife'ye göre on beş yaşında ihtilam olmayan bir çocuk onsekiz yaşını tamamlamayınca baliğ sayılmaz. Kızlar da böyledir, ihtilam olmazsa, hayız görmezse, gebe kalmazsa, Ebu Hanife'ye göre onyedi yaşma gelinceye kadar baliği ğa sayılmaz.
Ebu Hanife'nin talebeleri olan İmam Muhammed ile Ebu Yusuf, İmam Şafii ve İmam Ahmed, «Çocuk ve kız onbeş yaşına vardıklarında baliğ olmuşlardır» demişlerdir. Bu, aynı zamanda İmam Azam'dan da (bir rivayete göre) gelmiştir.
Ayet metninde geçmekte olan «Hulm» kelimesinden Rağıb'a göre rüyada ihtilam olmak mânâsı kastedilmektedir. Kamus sahibi «Hulm ve ihtilam uyku halinde cinsi ilişki kurmak mânâsında-dır» demiştir.
Sabah namazından Önce izin istemenin meşru olması şu noktaya dayanmaktadır: Bu vakit yataktan kalkma ve uyku elbisesini atarak uyanıklık elbisesini giyme zamanıdır. Bütün bu vakit-g lerde kişinin avret mahalli açık olabilir. Bir de kişi çoğu zaman fi geceleyin ihtilam olur ve bu vakitte yıkanır. Başkalarının buna muttali olmasından utanır. [60]
Evlere izinsiz girmenin yasak olduğu vakitler üçtür:
1- Sabah namazından önceki vakit,
2- Gündüzleyin elbiselerin çıkarıldığı ve serinleme dönemine girildiği vakit. Ayet metnindeki «Zahir» kelimesi, Ragıb'ın dediğine göre öğle vaktidir. Ve bu da hararetli günlerde olur.
3- Yatsı namazından önceki vakittir. Bu vakitte insan gündüz elbiselerini çıkarır, uyku elbiselerini giyer. Bu zamanda insan cinsî ilişki kurmazdan önceki hareketleri yapabilir.
Ayet metnindeki «Avrat» kelimesinden maksat, boş olma zamanları demektir. Avrat kelimesi, insanoğlunun çirkin yerleri anlamındadır. Ragıb'ın ifade ettiği gibi bu kelime «Ar»d&n gelir. Çünkü bu çirkin yerlerin açık bırakılması insan için ar ve rezalettir.
Ayetin metnindeki «Cunah» kelimesi zahire göre şer'i günah demektir. Fakat evlerinde duran muhataplar için bu günahın nasıl sabit olduğu hususu müşküldür. Bu günahın baliğ olmayan çocuklar" ve köleler için sabit olması da böyledir. Çünkü küçükler mükellef değildirler. Bunlar hakkında şer'i bir günah tasavvur edilemez. Fakat Hanefiler günahın bahsi geçenler için sabit olması ayetin mefhumu vasıtasıyla bilinmektedir. Bizim katımızda mefhuma itibar yoktur diyorlar. Eğer mefhuma itibar edilir denilirse mümkündür ki muhataplar için olsun. Çünkü onlar talimi (yani çocukları ve köleleri eğitmeyi) terketmişler, bu sebeble günahkâr olmuşlardır. Odalara girme imkânını onlara vermişlerdir. Bundan dolayı günaha girerler.
Bu üç vakitten başka günahın olmaması genel bir kaide değildir. Zira kişi kesinlikle veya zanla evde oturanlar kölelerin ve baliğ olmayanların dahi muttali olmasını iyi karşılamadıkları bir vaziyette olduğunu bilirse o zaman izinsiz giremezler. İsterse o zaman bu üç vakte tesadüf etsin, isterse etmesin. Bu üç vakitte izin istemenin emri ve başka vakitlerde günah olmadığına dair ifade galip olan âdete göredir. Çünkü galip olan odur ki bu üç vakitte bir aile efradı ancak izni gerektiren bir durumda olabilirler.
«Sizin yanınızda çokça girip çıkarlar» tabirinden anlaşılıyor ki şer'i hükümlerin hepsinin nedeni (illeti) vardır.
«Allah sizler için ayetleri açıklar», yani yararınıza delâlet eden ayetleri izah eder ve onları açık ve seçik bir şekilde indirir. Yoksa Cenab-ı Hak fiilen gelip de açık olmayan ayetleri izah eder demek değildir.
Bazıları «Bu ayet Allah'ın her hükmünün bir nedeni olduğunu ifade etmektedir» demişlerdir. [61]
59- Çocuklarınız bulûğ çağına vardıkları zaman kendilerinden öncekilerin izin istediği gibi bundan böyle onlar da izin istesinler. İşte Allah ayetlerini size böylece açıklamaktadır. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.
60- Kocaya varma ümidi kalmamış kadınlar için (saklaması emrolunan) ziynetlerini göstermemek üzere, elbiselerini bırakmalarında bir beis yoktur. (Buna rağmen) onların iffet halinde bulunmaları haklarında daha hayırlı olur. Allah işitendir, bilendir.
61- Köre, topala, hastaya herhangi bir beis yoktur. Kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya analarınızın evlerinde veya kardeşlerinizin evlerinde veya kizkardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya koruyucusu bulunduğunuz evlerde (gözetlediğiniz hayvan sütünden bağ ve bahçe mahsulünden) veya dostlarınızın evlerinde sizin topluca veya dağınık yemenizde sizin için bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman kendinize Allah'ın nezdinde bereketli olan ve hane halkını tatyib eden bir selâm ile selâm verin. İşte size Allah ayetleri akıl erdiresiniz diye böylece açıklıyor. [62]
(59) «Çocuklarınız bulûğ çağına vardıkları zaman...» Bu Ayetin Tefsiri
Ayet metnindekkEtfal» kelimesi «Tıftom çoğuludur. Ergenlik çağma gelmeyen, "baliğ olmayan çocuklar demektir. Burada bizim öz çocuklarımız değil, yabancı çocuklar kastedilmiştir. Yani yabancı çocuklar, baliğ olduktan sonra, izin isteyerek evlere girsinler, sizin yanınıza gelsinler. «Tıpkı onlardan öncekilerin izin istedikleri gibi.»
Bu cümle 27. ayete işaret etmektedir veya "buradaki incelik vasıf itibarıyladır. Yani onlardan öncekiler baliğ olduklarında izin istedikleri gibi "bunlar da izin istesinler.
îbn Ebi Hatim bu yorumu Mukatil'den rivayet ediyor. Bazıları «Bu yorum daha açıktır» dediler.
Evet, burada çocuklardan hür ve yabancı çocuklar kastedilmektedir. Bazı alimler «Çocuklardan maksat, bumda hür ve köle olan çocukların hepsini kapsamaktadır. Köleler de hürler de izin almadan evlere girmemelidirler» diyorlar. Bu görüşe göre kölenin, sahibi olan kadının evine ve odasına girmek için izin istemesi gerekir.
El-Bahr'da «Sizden tabiri, bizim çocuklarımızdan, öz evlâtlarımızdan ve akrabalarımızdan demektir» deniliyor. Buna binaen insanın öz evlâdı da baliğ olduktan sonra izin almadan annesinin yanma girmemelidir.
îbn Ebi Hatim bu tefsirinin bir benzerini Said bin Cübeyr'den rivayet etmiştir. Ayrıca Said bin Müseyyeb'ten de şunu rivayet ediyor: «Kişi izinsiz olarak annesinin evine girmemelidir. Çünkü bu ayet bu hususta nazil olmuştur.»
Bazıları «Eğer yanına varılmak istenen kişi izinsiz girmeye razı değilse, kapılar da kilitli değilse izin istemek gereklidir. Eğer kapılar kilitliyse, kapıyı çaldığında, açıldığı takdirde zaten izin verilmiş sayılır» demişlerdir.
(60) «Kocaya varma ümidi kalmamış kadınlar...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayetteki «El-Kavaid» kelimesi ihtiyar kadınlar demektir. Bunun tekili «Kaidunndur. İbn Sikit «Kaid, hayzdan kesilmiş kadındır» demiştir. İbn Kuteybe «Kadınlara (oturanlar mânâsına gelen) kavaid denilmesi yaşlı olmaları sebebiyle çokça oturmalarından ileri gelmektedir» diyor.
Elbiselerinden maksat, zahir olan elbiselerdir ki çıkarıldığı takdirde avret mahalleri görülmesin. Meselâ eilbab, aba ve baş üzerine gerilen örtü gibi.
İbn'ul-Munzir, Meymun bin Mihran'dan şöyle rivayet ediyor. «Bu zat diyor ki: Ubey bin Kâb'm ve İbn Mes'ud'un mushaflann-da, «Siyabehunne» yerine, «Celabibehunne» kelimesi yer almaktadır.»
îbn Ebi Hatim, İbn Mesud ve îbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
«Bu iki zat da «Siyabehunne» yerine «Celabibehunne» okuyorlardı.»
İşte bu rivayetten ötürü bazı tefsirciler «Elbiseden maksat sadece cilbabtır» demişlerdir.
Ayetin metnindeki «Muteberricat» kelimesi gizlenmesi gereken yerleri açmaya zorlanmak demektir. Bazıları «Bu kelimenin esas mânâsı köşkten, sarat/dan çıkmak demektir» demişlerdir. Sonra kadının ziynet yerlerini ve güzelliklerini erkeklere göstermemeleri hususunda kullanılmıştır.
«Ziyvet»ten maksat, gizli ziynettir. Buradaki tenvin yaygınlık ifade eder. Dolayısıyla küçük bir ziynet dahi bu hükme dahildir.
(61) «Köre, topala, hastaya,,.} Bu Ayetin Tefsiri
Ez-Zehravi'nin kitabında zikredildiğine göre İbn Abbas'tan şöyle bir rivayet gelmektedir: «Kör, topal ve hastalar, sıhhatli insanlarla yemekten çekinirlerdi. Bizi pis telâkki ederler, eziyet verebilirler diye birlikte yemekten .kaçınırlardı. Cendb-ı Hak bunun üzerine bu ayeti indirdi.»
Bazıları şöyle derler: «Kör, topal ve hastalar yemek için kişinin evine girerlerdi. Ev sahibi yanında yemek yoksa, kişi, babasının, anasının evine gidip onlara bazı yiyecekler getirmeye çalışırdı. İşte bundan dolayı bu zatlar sıhhatli insanların yanına girmekten kaçınırlardı. Bu kimseler kendilerine anahtarlarını verip savaşa gidenlerin evlerinde yemekten de kaçınırlardı. Halbuki kendilerine anahtarlar teslim edilmiş ve evde bulunanlardan yemesi ve içmesine izin verilmiştir. Fakat belki bu izin yürekten gelmemiştir diye yemezlerdi. Bu hastalardan başka sıhhatli olan bazı kimseler de başkalarının evinde yemek yemezlerdi. Meselâ îkrime diyor ki: «Ensar'm nefsinde bir yücelik hissi vardı. Cenab-ı Hakk'-m zikrettiği evlerde yemezlerdi.)}
«Haraç» kelimesi lûgatta dar anlamına gelir.
Bazıları «Evlerinizden)} kelimesine çocuklarınızın malından ve evlerinde bulunduğunuz kocalarınızın malından yemenizde herhangi bir beis yoktur şeklinde mânâ vermişlerdir.
«Anahtarları ellerinizde bulunan evler»den maksat, gerek vekâleten gerekse korumak için tasarrufunuza verilmiş bostanlar ve hayvanlardır. İbn Abbas'm tefsirinden bu anlaşılır. Zira birçok kimseden îbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: «Burada kastedilen, kişinin vekilidir. Onun gayri menkullerinde ve menkullerinde baktcısıdır. Öyle bir bakıcı veya vekildir ki onun bostanın meyvelerini toplayabilir, evcil hayvanlarının sütlerini içebilir. Fakat kaldırıp başka yere götüremez ve kendisine azık edemez.»
«Anahtarın mülkünü vermek» bütün bu yorumlara binaen bir şeyi onun tasarrufunu elinin altına vermek demektir. Katada «Bundan maksat kölelerdir» diyor. [63]
«Dostlannız»âo.n ifadesi dostlarınızın evlerinde de yemek yiyebilirsiniz anlamındadır. Bu, sevgisinde dost olmuş ve dostluğunda da sadık kişidir.
Bazıları «Bu ayet işaret eder ki dostluğun sânı, ikiliği ortadan kaldırmaktır. Sanki o sensin, sen de o» demiştir.
İbn Abbas diyor ki: «Dost, anne ve babadan daha büyüktür. Çünkü cehennemlikler imdat istedikleri zaman anne ve babalarım değil de dostlarını ve şefaatçılarmı çağırırlar.»
Ayetin metnindeki «Eştat» kelimesi ayrılık, ayrılmış mânâsını ifade eden «Şetmn çoğuludur. Bu ayet muste'nife bir kelâmdır. Daha önce açıklanan cinsten diğer bir hükmü açıklamak için gelmiştir. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu ayet Beni Leys bin Amr bin Kinane hakkında nazil olmuştur. Dahhak ve Katade de bu görüşe katılmışlardır. Onlar tek basma yemek yemekten kaçınırlardı. Onlardan herhangi bir kimse misafir bulmadıkça bütün gün yemeden beklerlerdi. Ancak misafirle yerlerdi. Eğer misafir gelmezse bir şey yemezlerdi. Kişi çoğu kez önünde yemek olduğu halde beklerdi. Sabahtan öğleye kadar bu devam ederdi. Çoğu zaman süt veren deve yanında olduğu halde kendisiyle birlikte süt içecek kimseyi bulmazsa ondan içmezdi. Akşamlayıp kimseyi görmediği takdirde yerdi.
İkrime ve Ebu Salih derler ki: «Bu ayet ensardan bir grup hakkında nazil olmuştur. Onlara misafir geldiğinde hep beraber yerlerdi. Ve misafirlerine istedikleri şekilde yemek hususunda ruhsat da verirlerdi.»
El Kelbi'ye göre ayetin sebebi nüzulü şudur: Onlar yemek yemek üzere biraraya geldiklerinde körler ve diğer özür sahiplerine ayrı bir yemek getirirlerdi. Cenab-i Hak böylece bunun vacip olmadığını beyan buyurmuştur.
Bazıları «Onlar tek başlarına yerlerdi ki başkalarının hakkına tecavüz olmasın. Veya birlikte oldukları zaman nefreti mucib bir şey oluşmasın veya birbirlerine eziyet verilmiş olmasın. Bu ayet bunun vacip olmasını ortadan kaldırmak için nazil olmuştur» demişlerdir. Fakat bu tevillerin hangisi olursa olsun, lâfzın umumuna bakılır, sebebin hususuna (ayetin iniş sebebinin özelliğine) bakılmaz.
«Kendinize selâm verin», yani girdiğiniz evlerin sahiplerine selâm verin. Nitekim İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim ve Beyhaki, İbn Abbas'tan bunu rivayet etmişlerdir.
«O evlerin sahipleri» yerine, «Kendinize selâm verin» denilmesinin nedeni, aralarındaki şiddetli bağdır. Öyle ki ev sahipleri muhatapların ta kendileridir.
Selâm, afetlerden selâmet ve sağlam kalmak mânâsını ifade eder. Bazı müfessirler «Allah'ın isimlerinden birisidir» demişlerdir.
Bu ayetten selâm veren bir kimsenin selâmında «Ve berekâtu-hu» diyeceği anlaşılmaktadır. Selefin bazılarından bu berekât kelimesinin selâma bitiştir ilmesine dair rivayet gelmiştir. [64]
62- Müminler o kimselerdir ki Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmişlerdir. Toplu bir iş üzerinde bulundukları zaman peygamberden izin almadıkça onu bırakıp gitmezler. Şüphesiz ki senden izin isteyenler Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden kimselerdir. Bu bakımdan bazı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver. Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
63- Sakın peygamberin çağırmasını aranızda bazınızın ba-zınızı çağırması gibi saymayınız. Allah içinizde birbirini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak biliyor. Bunun için peygamberin emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belânın inmesinden yahut kendilerine acıklı bir azabın isabet etmesinden sa-kinsınlar.
64- İyi bilin ki göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. O sizin üzerinde bulunduğunuz şeyi kesinlikle bilmektedir. O'na döndürülecekleri gün yapmakta olduklarım kendilerine ha-ber verecektir. Allah her şeyi bilir! [65]
(62) «Müminler o kimselerdir ki...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet, o ayetlerden yararlanan kimselerin, kendilerini şeriat sahibi Hz. Peygamber'e, tıpkı yıkayıcının önüne konulan ölünün teslim olması gibi teslim etmesi gerektiğini ifade ediyor. Onun işareti olmaksızın ne ileri giderler ne de geri kalırlar.
Şeyh'ul-îslâm Ebussuud Efendi diyor ki: «Bu bir istinafı cümledir. Bahsi geçen ahkâmın sonunda getirildi. Onları takrir ve gözetilmesinin vacip olduğunu tekid içindir. Ve aynı ahkâm cinsinden bazı meseleleri daha fazla açıklamak suretiyle onları tamamlamaktır. İlkinde kullanılan «Elmu'minun» kelimesi «Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden kimseler» mânâsım ifade eder. İkinci kez, «Ancak müminler Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden kimselerdir» demenin nedeni onların ancak imana karin olmalarının uygun olduğunu Han içindir. Yani imanda kâmil olan, Allah ve Rasûlü'ne kalplerinin samimiyetiyle iman edenler ve bütün ahkâma itaatta bulunanlardır.» [66]
«Câmi'emr» ile maksat cihaddır. İbn Zeyd «Cami' emrile maksat cuma, bayram ve istiska namazları gibi hutbeli namazlardım diyor.
Dahhak ve İbn Selâm ise, bununla kastedilenin cihad, cuma ve bayram namazları olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bu terimi genel olarak almak daha evlâdır. Her ne kadar ayet Hendek Savaşı'ndan önce Medine'nin açık tarafında kazılan Hendek hususunda nazil olduysa da onu genel mânâya almak daha uygundur.
«Onlar senden izin istemeden gitmezler. Eğer sen isin verirsen giderler» ayeti müminlerin vazifelerini belirten bir ayettir. O halde, burada hedef izin istedikten sonra verilen izni elde etmektir. Cenab-i Hak sadece izin istenmesini zikrediyor, gerisini zikretmiyor. Çünkü müslümanlar tarafından tamamlanan budur ve imanın kemalinde istizan muteberdir, izin değil.
«Onlar senden bazı işler için izin istedikleri zaman» ayeti ise Rasûlullah'm bu husustaki vazifesini belirtir. Yani «İmanda kemâl rütbesine varanlar senden isteyenlerdir» gerçeği açıklandıktan sonra, «Eğer onlar bazı mühim işleri için senden izin isterlerse onlardan dilediğine izin ver.» Yani Cenab-ı Hak burada izin vermeyi Rasûlullah'm reyine bırakmıştır. Bu ayetle bazı ahkâmın Rasûlullah'm lehine tevfiz edilmiş olduğu ortaya çıkmış olur. Bunun caiz olup olmadığı, usûl alimleri arasında ihtilaf edilen tevfiz meselesidir. Şöyle ki: Hüküm müçtehide tevfiz ediliyor, ona bırakılıyor ve ona «Dilediğin şekilde hükmet. Çünkü senin yaptığın sevaptır» deniliyor. Bir gruba göre bu caizdir. Fakat ihtilaflar vardır. Musa bin îmran adlı alim «Bu, Peygamber için de, diğer alimler için de mutlaka caizdir» dedi. Ebu Ali el-Cübbai «Bu, sadece peygamber için caizdir» dedi. Bunun tam tersi de Ebu Ali el-Cüb-bai'den rivayet edilmiştir. İmam Şafii'den bunun caiz olup olmaması hususunda tereddüde delâlet eden bir fikir naklediliyor. Diğer alimler de «Böyle bir iş tevfiz olamaz» demişlerdir. «Tevfiz olum diyenler de bunun olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Amidi «En seçkin görüş, bu olmamıştır, fakat mümkündür» diyor.
Bazı büyük alimler «Rivayet yönünden dilediğinle hükmet» demenin mümkün olduğunu, fakat istediğin şekilde hükmet demek hususunda ihtilaf "bulunduğunu söylemişlerdir.
«Onlar için Allah'tan af talebinde bulun» ayeti mucibince kuvvetli bir özür için dahi olsa Hz. Peygamber'den izin istemek, dünya emrini Ahiret emrine takdim etmek şaibesinden boş değildir. «Kesinlikle Allah çokça affedici ve merhamet edicidir» cümlesi vaadedilen mağfiretin nedenidir. Cenab-ı Hak bu ayette peygamberinin durumuna mübalağalı bir şekilde ilgi göstermiş ve Hz. Peygamberin yanından gitmek için izin istemeyi de af talebine muhtaç bir günah olarak saymıştır. Hele izinsiz gitmek daha felâkettir. İzin bazı mühim emirler için olan istizana bağlanmıştır. Mutlak istizana değil. [67]
«Rasûl'ün çağırmasını, aranızda bazılarının diğerini çağırması gibi kılmayın» ayeti istinafı bir ayettir. Daha önceki cümlenin içeriğini takrir ve tesbit etmektedir. Burada Cenab-ı Hak gaib fiilleri zikrettikten sonra hitaba geçiyor. Bu da bu meselenin şanına verdiği önemden ileri gelmektedir. Yani Rasûlullah sizi çağırdığı zaman, onu birbirinizi çağırmanız gibi telakki etmeyiniz. Zira onun meclisinden onun izni olmaksızın ayrılıp gitmek, haramlardandır. Müslim bu fikri savunmaktadır. Muberred ve Kaffal da bu fikri tercih etmişlerdir.
Bazıları, «Peygamber'in sizin aleyhinizdeki duasını birinizin diğeriniz aleyhindeki duası gibi kabul etmeyiniz. Kendinizi O'nun Öfkesine maruz bırakmayınız. Çünkü Hz. Peygamber'in emrine muhalefet etmek, izin almadan onun meclisinden savuşup gitmek aleyhinize beddua olur» demişlerdir. Bazı rivayetlerde bu, İbn Ab-bas'tan gelen bir rivayetten alınmıştır. Şa'bi'den de böyle bir şey rivayet edilmiştir. Bu ayet- F.asûlullah'm bütün dualarının kabul edildiğine delâlet eder. Bazı Kimseler, Hz. Peygamber ümmeti için, birbirini vurmasınlar, aralarında ihtilafa düşmesinler diye duada bulunmuştur. Fakat Cenab-ı Hak bu duayı vermemiştir.
Suyuti, Ahkam*ul-Kur'an adlı eserinde «Bu nehy, Rasûlullah'ın ismiyle çağırilmasını haram kılıyor» diyor. Ayetin zahirine bakılırsa bu, Hz. Peygamber'in vefatından Kıyamet'e kadar böyle devam edecektir.
(63) «Sakın peygamberin çağırmasını...» Bu Ayetin Tefsiri
Bu ayet metnindeki «Yetesellelune» fiili sıvışıp gidenler, izin-!|| siz ayrılanlar için ilâhî bir tehdiddir. Bu fiil «Tesellul» mastarından gelir. Bu da yavaş yavaş aradan sıvışıp çıkmak demektir. Gizlice sıvışmak anlamındadır. «Kad» burada tahkiki ifade eder veya Allah'ın malûmatına nisbeten gizlice aradan sıvışıp gidenlerin az-Ül lığını ifade eder.
Ayetin mânâsı «Muhakkak Cenab-ı Hak azar azar ve gizlice cemaatin içinden çıkıp gidenleri biliyor» şeklindedir. Ayetin metnindeki «Livazen» kelimesi, bir kısmının diğerini perde yapması, çıkıncaya kadar siper alarak çıkması demektir.
Ayet metnindeki «Yuhâlifûne» fiili, ya fiilin de, halinde başkasının yolundan başka bir yol edinmek mânâsına gelen muhale-fetten gelir veya onların peygamberin emrinden çıkıp yüz çevirerek muhalefet etmelerini anlatmaktadır.
Fitneden maksat, belâ ve dünyadaki mihnettir (Mücahid). Fit-gı neden maksat katildir (İbn Abbas). Fitneden maksat zalim bir sul-§1 tanı musallat kılmaktır (Cafer-i Sadık). Fitneden maksat küfürdür (Mukatü ve Süddi). Birinci yorum en uygunudur.
«Elem verici azab »tan maksat, Ahiret azabıdır. Bu ayetle emrin ifade ettiğine dair delil getirilmiştir.
«Peygamberin emrimden maksat, din ve taattir (Zemahşeri)
(64) «İyi bilin ki göklerde ve yerde...» Bu Âyetin Tefsiri
Göklerde ve yerde olanlardan maksat, bütün mevcudattır. Yaradılış takımından, mülk bakımından, tasarruf bakımından, icad etmek, gayret etmek, başlamak, tekrar başlamak gibi bütün bu yönlerden yer ve gökteki mevcudat Allah'ındır. Hiç kimsenin bu hususta Allah'a ortaklığı yoktur veya hiç kimse mustakillen bunların birine sahip değildir. Ey mükellefler! Allah sizin üzerinde bulunduğunuz hali ve özürleri biliyor. Hz. Peygamber'in emrine muvafakat veya muhalefet etmeniz, ihlasla iman etmeniz veya nifakınız bu cümledendir.
«Allah, onların Allah'a döndürülecekleri günü de biliyor.» Yani Hz. Peygamber'in veya Allah'ın emrine muhalefet edenlerin (münafıkların) ceza için döndürülecekleri günü de bilir. Cenab-ı Hak bu husustaki ilminin kesinliğini daha fazla ifade etmek için bildiğini onların dönüş gününe bağlar, dönüşlerine değil. Zira bir şeyin vaki olacağı zamanı bilmek o şeyi zaten bilmek demektir. Burada mümkündür ki «Yevme» kelimesi mukadder bir fiilin zarfı olsun. Yani Cenab-ı Hak onları kendisine dönecekleri günde hesaba çekecektir.
«Onlara işlediklerini haber verecektir» veya işlemiş olduklarını haber verecektir ki bu kötü -işlerden birisi de Allah'ın ve Peygamber'in emrine muhalefet etmektir. Cenab-ı Hak onların bütün işlediklerini on\ara haber verecektir. Eğer işledikleri hayr ise karşılığı hayr, şer ise karşılığı da şer olur. «Allah her şeyi bilendir. Ona hiçbir şey gizli değildir» cümlesi daha önceki cümlenin mânâsını takrir ve tesbit etmek için getirilmiştir. [68]
— NUB SURESİ'NİN SONU —
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/55.
[2] Mevlâna Mevdudi, Tefsir-u Suret'in-Nur, sh:9
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/55-62.
[4] Ebü Davud der ki: «Bu zatın hanımı Rasûlullah'a gelip
«Bu adam sabah güneş çıkıncaya kadar uyuyor» dedi. Safvan da Rasûlullah'a
gelerek Ö2Ür beyan etti. «Biz Öyle bir aileyiz ki güneş çıkmazdan önce
uyanamıyoruz» dedi. Rasûl-ü Ekrem «O halde uyandığın zaman sabah namazım kıl»
demişti
[5] Mevlânâ Ebu'1-Alâ Mevdudî, Tefsir-u Suret'in-Nur, sh:
20-22
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/62-67.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/69.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/70.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/70-72.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/72-73.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/73-81.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/81-83.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/83.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/83.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/83-84.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/85-87.
[16] Mevdudi, Tefsir'u-Suret'in-Nur, sh: 118-119
Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/88-94.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/96.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/97-99.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/100.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/100-108.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/108-109.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/109-113.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/115.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/116-118.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/118-121.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/122.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/122-127.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/127-129.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/129-132.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/134.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/135-137.
[32] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 18, sh: 140
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/137-141.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/141-142.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/142.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/142-144.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/144-147.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/149.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/150-151.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/151.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/152-153.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/153-155.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/155-162.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/162-163.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/163-168.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/170.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/171-173.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/173-177.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/177-178
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/180.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/181-183.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/182-185.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/186-187.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/187-188.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/190.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/192-195.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/195-196.
[58] Alusi, Ruh'ul-Meanî, cilt: 10, sh: 205, vd.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/196-200.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/200-201.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/202-203.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/205.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/206-209.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/209-211.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/213.
[66] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/214.
[67] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/214-216.
[68] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/216-218.