2- Evli Olmayanın Zina Cezası:
3- Kıraate Dair Bazı Açıklamalar:
4- Bu Buyrukta Dişi İle Erkeğin Birlikte Zikredilmesinin
Hikmeti:
5- Zina Eden Dişinin Önce Zikredilmesi:
6- Celd (Sopa) Hükmü Umumi Değildir;
7- Aynı Örtü Altında Bir Erkek ve Bir Kadın Bulunursa:
8- Celde (Değnek, Sopa) Cezası:
10- Sopa Cezası Nasıl Uygulanır?
11- Zina Cezası Uygulanacak Olanın Elbiselerinin
Soyulması:
12- Erkek ve Kadınları Dövme Keyfiyeti:
13- Hadlerin Uygulanacağı Yerler:
14- Had Cezasında Vurma Şekli:
16- Haddi Uygulama Yetkisi Kimindir?
17- Zina ve Kazfte Sopa Cezasının Sayısı Nass ile Tesbit
Edilmiştir:
18- Şefkat ve Merhamet Allah'ın Hadlerinin Uygulanmasına
Engel Olmamalıdır;
19- "Allah'ın Dini" Allah'ın Hükmüdür:
20- Mü'minlerden Bir Kesim Cezanın Uygulanışına Tanık
Olmalıdır:
21- Cezanın Uygulanması Esnasında Topluluğun Hazır
Bulunmasından Maksat Nedir?:
2- Zaniye Kadın île Evlenmek Sahihtir:
3- Zina Eden Erkek ve Kadının Biribirleriyle Evlenmeleri:
4- Zinakûr Bilinen Bir Kimsenin Böyle Olmadığı İntibaını
Vererek Evlenmesinin Hükmü:
5- Âyetin Muhkem Olmadığını Söyleyenler ve Bu Görüşün
Bazı Hükümlere Etkisi:
6- Mü'minlere Fahişelerle Evlenmek Haramdır:
7- İslâm ve Harb Diyarında Zinanın Hükmü:
4- Zina İftirasında Aranan Şartlar:
5- Zina İftirasında Kullanılan Açık ve Kapalı İfadelerin
Hükmü:
6- Kitap Ehli Kimselere Zina İftirasında Bulunmak:
7- Zina İftirasında Bulunan Kölenin Cezası ve Had Kimin
Hakkıdır?
8- Hür Bir Kimse Köleye Zina İftirasında Bulunursa:
9- Hür Olan Kimseye Köle Zannıyla Zina İftirasında
Bulunanın Hükmü:
10- Zina İftirasına Dair Kapalı Bir İfadeye Örnek:
11- Bazı Şartları Eksik Olan Zina İftirasında Bulunmanın
Hükmü:
12- Peygamber (sav)ın Hanımlarından Birisine Zina
İftirasında Bulunanın Hükmü:
13- İftiralarını Şahitle îspatlayamayanlar:
14- Şahidlerin, Şahitlikte Bulunmalarında Aranan Şartlar:
15- Şahitlik Tamam Olmakla Birlikte, Şahitlerin Âdil
Oldukları Belirtilmezse:
16- Zina Cezası Uygulandıktan Sonra Şahidlerden Birisi
Şehadetinden Dönecek Olursa:
17- Kazf Haddi Allah'ın Hakkı mıdır? Kul Hakkı mıdır?:
18-"Dört Şahit" İfadesi İle İlgili Kıraat ve
Açıklanması:
19- Dört Şahidin, Şahitliğinde Aranan Şartlar:
22- İftirada Bulunanın Şahitliği Ne Zaman Düşer?:
23- Böyle Bir Günahtan Tevbe Eden Kimsenin Tevbeden Sonra
Şahitliği Hangi Alanlarda Caizdir?
24- Atıf İle Birbirine Bağlanmış Cümlelerden Sonra
Yapılan İstisnanın Fıkıh Usulü Açısından Hükmü:
25- Şehadetin Kabul Edilmemesi, İftira Cezasının
Uygulanması Şartına Bağlıdır:
26- Allah Günahları Bağışlayandır:
1- Kıraate ve Nahve Dair Bazı Açıklamalar:
3- Hanımlara Zina İftirasının Mahiyeti ve Bazı Hükümleri:
4- Gebeliğin Kendisinden Olmadığını İddia Ederse:
5- Liân Kimler Arasında Olur? Liân Sonucu Ayrılmanın
Mahiyeti:
7- Daha Sonra Evlendiği Hanımına Liân Yapabilir mi?
8- Boşamadan Sonra Zina İsnadında Bulunmak:
9- İddetin Bitiminden Sonra Koca İte Hanımı Arasında
Lanetleşmenin Yapılabileceği Yer:
10- Hamile Kadın İle Doğumdan Önce Lânetleşilir mi?
11- Arka Yoldan İlişki İsnadında Lânetleşme Gerekir mi?
12- Bir Kişi Kendi Hanımına ve Kayınvalidesine Zina İsnad
Ederse:
13- Hanımının Zina Ettiğini İleri Sürdükten Sonra Hanımı
Lânetleşmeden Önce Zina Edecek Olursa:
14- Bir Kimse Hamile Kalmayacak Kadar Yaşlı Olan Hanımına
Zina İftirasında Bulunacak Olursa:
15- Birisi Koca Olmak Üzere Dört Kişi Bir Kadının Zina
Ettiğine Dair Şahitlik Ederlerse:
16- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını
İddia Etmeyecek Olursa:
18- Birisine Harf Ziyadesi ya da Eksiği ile
"Zinakâr" Demek:
19- Fasit Nikâhla Nikâhlandığı Zevcesi ile Liân Olur mu?
20- Koca Lânetleşmeyi Kabul Etmeyecek Olursa:
21- Şahitleri ile Birlikte Kocanın Lânetleşme Hakkı Var
mıdır?:
22- Lânetleşmeye Önce Kim Başlar:
24- İsmini Zikrettiği Bir Adam ile Karısının Zina
Ettiğini Söyleyenin Hükmü:
26- Lânetleşmenin Sonucu Olan Hükümler:
27- Koca Lânetleşmeden Sonra Kendisinin Yalan Söylediğini
İleri Sürerse:
28- Lânetleşmenin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Unsurlar;
29- Lânetleşmede Ayrılığın Gerçekleşeceği Zaman ile
İlgili Görüş Ayrılıklarının Etkisi:
30- Lânetleşme Sonucu Meydana Gelen Ayrılık Nikâhın
Feshedilmesi midir?
3- İfkin (Hz. Âişe'ye İftiranın) Sebebi:
4- Herkesin Kazandığı Günah Kendisinindir:
5- O Büyük Sözü Dillerine Dolayanlar:
6- İfk Hadisesi Dolayısı ile Kendilerine Had Uygulanan
Şahıslar:
7- Mü'minhrin Birbirlerine Karşı Takınmaları Gereken
Tavır:
8- Mü'minlerde Aslolan Günahsızlıktır:
9- Böyle Bir İddianın İsbatlanması İçin Dört Şahit
Gerekir;
10- İftiralarını Dört Şahit Getirerek İspatlayamayanlarm
Cezası:
11- "Allah'ın Lütuf ve Rahmeti Olmasaydı..."
12- Bazı Kelimelerin Okunuşu ve Anlamlan:
13- Dille Söylenen ve Önemsenmeyen Allah Katında İse
Büyük Günah Görülen Bir İş:
14- Asılsız ve İspatlanamayan İddialara Karşı Mü'minlerin
Takınmaları Gereken Tavır:
16- Ebediyyen Benzer Bir İşe Dönmemek Gerekir:
17- Hz. Âişe'ye Dil Uzatmanın Cezası:
18- Mü'minler Arasında Hayasızlığın Yayılmasını
İsteyenlerin Cezası:
20- Şeytanın Adımları İzlenmemelidir;
21- İyilik Yapmamaya Yemin Etmek:
22- İftira Büyük Günahlardan Olduğu Halde Diğer Amelleri
Boşa Çıkartmaz:
23- Bir Hususa Yemin Ettikten Sonra O îşi Yapmanın Daha
Uygun Olduğu Görülürse:
25- Allah'ın Mağfireti Sevilmez mi?:
2- İffetli ve Bir Şeyden Haberdar Olmayan Mü'minlere
İftirada Bulunanların Cezası:
1- Başkalarına Ait Meskenlere Girme Adabı:
3- Evlere Girmek İçin İzin. İstemek:
4- "İsti'nâs" Kelimesinin Yazılışı İle İlgili
Asılsız Bir Rivayet:
5- İzin îstemenin Sünnet Şekli:
6- İzin İstemenin Üç Defa İle Sınırlandırılmasının
Sebebi:
7- Evlerin Girişlerinde Kapı Ya da Perdenin Bulunmasının
İzin İstemeye Etkisi:
10- Kapıyı Çalanın: Kim O Diye Sorulması Üzerine:
"Ben" Diye Cevap Vermesi:
11- Kim O? Sorusuna: "Ben" diye Cevap Vermenin
Sakıncası:
12- Örfe Göre İzin İsteme Şekilleri:
13- İçeri Girmeden Selam Vermek:
14- Davet, Girmek İçin İzin Sayılır mı?
15- Ne Zaman Selam Vermek Gerekir?
16- Kişinin Kendi Evine Girmesi İle İlgili Hükümler:
17- Kişi Kendi Evine Girdiğinde Kimse Yoksa:
2- Kapının Açık Yada Kapalı Olması İzin İsteme Gereğini
Etkilemez:
3- Küçüğün de Büyüğün de İzin Alması Geçerlidir:
1- İzinsiz Girilebilecek Yerler:
2- Âyet-i Kerîmede Zikredilen *Evler"den Kasıt:
3- Görmek Kalbe Açılan En Büyük Kapıdır:
5- Umumi Banyolara (Hamamlara) Girmenin Hükmü:
7- Haramdan Sakınmanın Güzelliği:
1- Mü'min Hanımlar da Gözlerini Haramdan Sakınmalıdır:
2- Kadınların da Erkeklere Bakmaktan Sakınmaları:
3- Kadının Yabancılara Göstermesi Caiz Olmayan
"Zînet’i:
5- Görünen ve Görünmeyen Zînet:
8- "Yaka"nın Yeri ve Mahiyeti:
9- Kadınların Zînetlerini Görebileceklerden: Kocaları:
10- Kocanın, Karısının Avret Mahalline Bakması:
15- Kadınlara Meyli Olmayan Erkekler:
16- "Kadınlara Meyli Olmayanlar'a Dair Bir Açıklama:
18- Yüz ve Ellerin Dışında Kalan Vücudun Sair Yerlerini
Çocuğa Karşı Örtmenin Hükmü:
20- Kadınların Avreti ve Avretlerini Gösterebilecekleri
Bazı Kimseler ile İlgili Açıklamalar:
21- Ayakları Yere Vurmadan Yürümek:
22- Zîneti Dolayısıyla Şımarmak:
23- Bu Âyetteki Zamirlerin Sayısı:
1- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:
4- Cariye ve Köleleri Evlendirmek:
5- Efendi, Cariye ve Kölesini Nikâhlanmaya Zorlayabilir mi?:
6- Eğer Fakir îseler Allah Onları Lütfuyla Zengin Kılar:
7- Fakirlik Sebebiyle Evlenmekten Uzak Durmamak Gerekir:
1- İffetlerini Koruma Emrinin Muhatabları:
2- İffetini Korumanın Mükâfatı:
3- İffetli Davranma Emrinin Muhatabları:
5- Kitabet (Yazışma) İsteyen Köleler:
7- Sert Bir Terim Olarak Mükâtebenin Anlamı:
8- Bu Buyrukta Sözü Edilen "Hayr'ın Mahiyeti:
9- Mesleği Olmayanla Kitabet Akdi Yapmak:
10- Kitabet Bedelinin Nitelikleri ve Bedelin Taksitlere
Bölünmesi:
11- Kitabet Akdi Yapan Köle Hürriyetine Kavuşmak İçin
Bedelin Tamamını Ödemek Zorunda mıdır?
12- Köle Taksitlerini Ödemez, Efendi de İstemezse:
13- Kölenin Kitabet Akdini Ödeyememesi ve Bundan Önce
Yaptığı Ödemelerin Durumu:
14- Kitabet Akdi île İlgili Çeşitli Hükümler:
15- Mükâteb Kitabet Bedelini Ödemekle Hürriyetine
Kavuşur:
16- Kitabet Akdi Yapanlara Yardımcı Olmak:
17- Kitabet Bedelinden İndirim İlk Taksitlerden mi, Son
Taksitlerden mi Yapılır?
18- Kitabet Akdi Yapmış Olan Kölenin Satılması:
19- Kitabet Akdinin Niteliği: t
1- Allah'ın Adının Yüceltildiği Evler:
2- Mescidlere İhtimam Göstermek:
3- Mescidlere Süs ve Nakış Yapmak:
4- Mescidin, Rahatsızlık Verici Şeylere Karşı Korunması:
5- Mescidlerin, Mescidleri İmar Etmenin, Mescidlere Devam
Etmenin Fazileti:
6- Mescidlerde, Mescidlerle Bağdaşmayan İşlerin
Yapılması:
7- Mescidde Kayıp İlânı, Alış-veriş Yapmak, Şiir Okumak
vs.nin Hükmü;
8- Mescidlerde Seslerin Yükseltilmesi:
10- Mescide Giriş ve Çıkışın Adabı:
11- Mescide Girdikten Sonra Oturmadan
12- Mescidlerin Kandillerle Aydınlatılması:
13- Allah'ı Teşbih Edenlerin Nitelikleri:
14- Bu Buyrukta Geçen "Tesbih"in Anlamı:
15- Mescidlere Gidip Gelmenin Orada Kalmanın Fazileti:
16- Hanımların Mescidlere Gitmelerinin Hükmü:
17- Allah'ı Anmanın Önünde Engel Tanımayanlar:
19- Zekât Verenler ve Kıyamet Gününden Korkanlar:
2- Allah ve Rasûlü Hükmü Karşısında Münafıkların
Tavırları:
4- Allah ve Rasûlünün Hükmüne Daveti Kabulün Gereği:
1- Bu Âyet-i kerîme İle İzin İstemeye Dair Bundan Önceki
27. Âyet Arasındaki İlgi:
2- İzin İstemeleri İstenen Kimseler:
4- Yüce Allah'ın Kullarına Edeb Öğretmesi:
5- İzin Alacak Kimseler ve İzin Alacakları Vakitler:
6- İzinsiz Girilebilecek Vakitler:
7- Yatsı Namazı ve Adlandırılması:
8- Yatsı Namazını Cemaatle Kılmanın. Fazileti:
3- Yaşlanıp Oturmuş Kadınların Özel Hükmünün Sebebi;
4- Yaşlanmış Kadınların, Üzerlerine Almama Ruhsatına
Sahip Oldukları Örtüler:
5- Süsten Uzak Durmak ve tffet Yolunu Seçmek;
1- Âyet-i Kerîme Muhkem midir?
2- Âyette Sözü Edilen "Zorîuk"un Mahiyeti:
3- Kişinin Kendi Evinden Yemesi:
4- Evlerinden Yemek Yemenin Sakıncalı Olmadığı Kimseler:
5- Anahtarları Elde Bulunan Kimselerin Evlerinden Yemek:
6- Arkadaşların Malından Yemek:
8- Topluca ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek:
9- Yolculukta Birlikte ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek:
10- Evlere Girerken Selâm Vermek:
11- Verilecek Selâmın Niteliği:
1- Peygamber (sav)tn Emrine Uymak:
2- Kamuyu İlgilendiren İşin Mahiyeti:
Rahman ve Rahim
Allah’ın Adı İle
Medine’de indiği icma ile
kabul edilmiştir.
[1]
1. (Bu)
indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler
de indirdik.
Bu sûrenin maksadı
iffet ve tesettüre dair hükümleri zikretmektir.
Ömer (r.a) Küfe
ahalisine: "Hanımlarınıza Nur Sûresİ'ni öğretiniz" diye talimat
yazmıştır. Âişe (r.anha) da şöyle demiştir: "Kadınları yüksek köşklerde
yerleştirmeyiniz, onlara yazı yazmayı da öğretmeyiniz. Onlara Nur Sûresi ile
yün eğirmeyi öğretiniz. "[2]
"Ve farz
kıldığımız" buyruğu "ra" harfi şeddesiz olarak okunmuştur. Yani
bu sûrede bulunan hükümleri sizlere de, sizlerden sonra gelecek olanlara da
farz kıimışızdır.
Şeddeli okuyuşun
anlamı da: Biz bu sûrede çeşitli hükümleri farz kılmı-şızdtr, demek otur.
Ebu Amr "ra"
harfini şeddeli olarak okumuştur. Yine bunun anlamı, onu kısımlara ayırarak,
kısım kısım indirdik, demektir. Çünkü "farz" kesmek demektir.
"Yayın kesmesi" ifadesi de buradan gelmektedir. Miras feraizi, nafaka
farzı da böyledir. Yine ondan şeddeli okuyuşun, onu tafsilatlı açıklamalar
ihtiva eden bir sûre kıldık ve geniş geniş açıkladık anlamında olduğu da
nakledilmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre bu okuyuş, çokluk manasını ifade eder. Bu da sûredeki çok sayıdaki farzlar
dolayısı iledir.
Sûre sözlükte şerefli
bir konuma verilen addır. Kur'ân-ı Kerîrn'deki sûrelere bu adın veriliş sebebi
de budur. Şair Züheyr (doğrusu Nâbiğa'dtr) der ki:
"Allah'ın sana
bir sûre (yüksek bir makam ve üstünlük) verdiğini görmez misin? Ondan aşağıda
kalan herbir hükümdarın O'na doğru yükselmeye çalıştığını görürsün."
Buna dair açıklamalar
kitabımızın mukaddimesinde (sûre, âyet, kelime ve harf başlığı altında) geçmiş
bulunmaktadır.
"Sûre"
kelimesi mübtedâ olarak merfû' da okunmuştur. Haberi de "İndirdiğimiz"
anlamındaki kelimedir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş yapmıştır.
ez-Zeccac, el-Ferrâ ve el-Müberred ise "sûre" kelimesini mübtedâmn
haberi olarak merfû' okumuşlardır. Çünkü bu kelime nekredir, Hiçbir yerde ise
nekre ile başlanmaz. Bu da: "Bu... bir sûredir" anlamındadır.
"Sûre"
kelimesinin mübtedâ, ondan sonraki buyrukların da katıksız bir nekre olmaktan
çıkarttığı sıfatı olması da ihtimal dahilindedir. Böyle bir durum sebebiyle de
mübtedâ olması uygun düşmektedir. Haber de yüce Allah'ın; "Zina eden
dişi..." buyruğunda yer almış olur.
"Biz bir sûre
indirdik, o sureyi İndirdik" takdirinde olarak "sûre" kelimesi
nasb ile de okunmuştur. Şair şöyle demektedir:
Tek başıma yanından
geçecek olursam korkarım kurttan, Artık korkarım, rüzgarlardan korkarım
yağmurdan."
Ya da bir fiil takdiri
İle de nasb edilmiş olabilir. Yani: Sûreyi oku, demek olur. el-Ferrâ der ki:
(Nasb ile okuyuşa göre) "(kendisini) indirdiğimiz" buy-ruğundaki
zamirden haldir. Bu şekilde zamirden hal olan bir kelimenin, hal sahibi olan
zamirden önce gelmesi caizdir.
[3]
2. Zina eden
dişi İle zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun, Allah'a ve âhiret
gününe iman etmiş kimseler İseniz, Allah'ın dini hususunda her ikisine de
acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da azaplarına tanık olsunlar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yirmiiki başlık halinde sunacağız:
[4]
Yüce Allah'ın:
"Zina eden dişi ile zina eden erkeğin..." buyruğunda geçen zina
-hırsızlık ve öldürme gibi- sözlükte de şeriatte de ne anlama geldiği bilinen
bir terimdir. Bu da erkeğin bir kadın ile -aralarında nikâh ve nikâh şüphesi
olmaksızın- kadının da iradesi ile fercinde İlişki kurmanın adıdır. Şöyle de
tarifi yapılabilir: Zina, tabiat itibariyle arzu edilen, fakat şer'an haram
kılınan şekilde bir ferci, bir ferce sokmaktır. Bu husus gerçekleşti mi had
vacib olur.
Zina haddi, bunun
gerçek mahiyeti, ilim adamlarının bu husustaki görüşlerine dair açıklamalar daha
önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-İ kerîmenin en-Nisâ Sûresi'nde yer alan
"zina edenleri evlerde hapsetme" âyeti ile "onlara eziyet
etme" âyetini (en-Nisâ, 4/15-16. âyetleri) neshettiği ittifakla kabul
edilmiştir.
[5]
Yüce Allah'ın:
"Herbirine yüzer değnek vurun" buyruğu zina eden hür, bâlığ ve
evlenmemiş olanın haddini (cezasını) ifade etmektedir. Erkek ve dişi için ceza
budur. Sünnette de, bir yıllık sürgün bu husustaki görüş ayrılıkları söz
konusu olmakla birlikte de sabit olmuştur.
Cariyelere ceza elli
celdedir. Çünkü yüce Allah: "Şayet evlendikten sonra fuhuş işlerlerse
onlara muhsan olanlara verilen cezanın yarısı verilir." (en-Nisâ, 4/25)
diye buyurmaktadır. Bu cariye hakkındaki hükümdür, köle de aynı durumdadır.
Hür ve muhsan (evli)
kimselerin zina halinde cezaları ise, sopa değil recm-dir. İlim adamları
arasında hem yüz celde vurulur, sonra da recmedilir diyenler de vardır, Bütün
bu hususlar geniş bir şekilde en-Nisâ Sûresi'nde (belirtilen âyetlerin tefsirinde)
geçmiş olduğundan burada onları tekrarlamaya gerek kalmamıştır. Yüce Allah'a
hamdolsun.
[6]
"Zina eden dişi
ile zina eden erkeğin* anlamındaki buyruğu cumhur ref ile okumuşlardır. İsa b.
Ömer es-Sakafî ise "Zina eden dişi" lafzını nasb ile okumuştur.
Sibeveyh'e göre bu daha uygundur, çünkü ona göre bu; "Zeyd'i vur"
takdirindedir. Yine Sibeveyh'e güre ref ile okumanın da izahı şöyle olur: Bu
bir mübtedantn haberidir ve takdiri de şöyledir: "Size okunanlar arasında zina
eden dişi ile zina eden erkeğin... hükmü...dır." Her ne kadar Sibeveyh'e
göre kıyas nasb ile okumak şeklinde ise de, insanlar bunu icmâ' ile merfû'
okumuşlardır. el-Fer-râ, el-Müberred ve ez-Zeccac ise refi daha uygun
görmektedirler. Haber de yüce Allah'ın: "Vurun" buyruğudur. Çünkü
ifadenin manası şöyledir: Zina eden dişi ile zina eden erkeğe Allah'ın hükmü
gereğince celde vurulur." Bu da güzel bir açıklamadır ve nahivcilerin
çoğunluğunun görüşüdür. Arzu ediiirse haber; "(zina eden dişi ile zina
eden erkeğe) celde vurmak gerekir" şeklinde takdir de edilebilir. İbn
Mes'ud ise sonda "ye" harfi olmaksızın, "Zina eden erkek"
diye okumuştur.
[7]
Şanı yüce Allah,
erkeği ve dişiyi birlikte zikretmiştir. Halbuki "zani" demek yeterli
olurdu. Bir görüşe göre ikisinin de zikredilmesi te'kid içindir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden
kadının... ellerini kesin." (el-Mâide, 5/38)
Burada her ikisinin birlikte
söz konusu edilmesi herhangi bir kimsenin; erkek bu fiili işleyen, kadın da bu
fiilin kendisinde işlendiği nesne olduğundan dolayı kadına had icab etmez,
diye bir kanaate kapılmaması içindir. İşte burada dişinin de söz konusu
edilmesi, aralarında Şafiî'nin de bulunduğu bir takım ilim adamlarının içine
düştüğü bir müşkülü ortadan kaldırmak içindir. Bunlar şöyle demişlerdir;
Ramazan ayında ilişki kurmak halinde kadına keffaret yoktur, çünkü bu hususta
peygamberden hükmü sormaya gelen kişi: Ben ramazan gününde eşimle cima ettim
demiştir. Peygamber (sav) da ona: "Keffaretıe bulun" diye cevap
vermiştir.[8]
Görüldüğü gibi Peygamber burada erkeğe keffarette bulunmayı emretmiştir, kadın
ise cima eden de-ğiSdir, ilişkiyi kuran da değildir.
[9]
Bu âyet-i kerîmede
zina eden dişinin ünce anılmış olması, o dönemde kadınların zinalarının çokça
yaygın olmasından dolayıdır. O dönemin fahişeleri ile Arapların cariyelerinin
sancaktan olurdu ve zinayı açıktan açığa işlerlerdi.
Şöyle de
açıklanmıştır: Zina, kadınlar için daha bir utanç vericidir ve hamilelik
dolayısıyla onların zinaları daha bir zararlıdır.
Bir diğer açıklama da
şöyle yapılmıştır Kadında şehvet daha çoktur ve onda daha baskındır. İşte
hükmün ağırlığına dikkat çekmek için kadının öncelikle söz konusu edilmesi
şehvetini bastırması İçindir. Her ne kadar kadında fıtrî olarak haya varsa da
zina etti mi büsbütün hayası gider. Aynı şekilde (zina dolayısı ile) kadın
için utanılacak durum daha ileri derecededir. Zira kadınların asıl konumu
hicab ve korunmak çerçevesindedir. Onların önceden anılmaları bu hükmün
ağırlığına ve bu açıdan onlara dair hükmün önemine dikkat çekmek içindir.
[10]
Yüce Allah'ın:
"Zina eden dişi ile zina eden erkeği" buyruğunda isimlerin başına
gelen elif ve lam cins içindir. Bu da bütün zina edenler hakkında hükmün
böylece umumî olduğu anlamına gelir. Recm ile birlikte celde cezasının da
verileceğini kabul edenler derler ki: Sünnet fazladan bir hüküm gelirmiş ve o
bakımdan recm ve celd birlikte uygulanır. Bu İshak b. Râha-veyh ve el-Hasen b.
Ebi'l-Hasen'in görüşüdür. Ali b. Ebi Talib (r.a) da Şura-ha'ya böylece uygulama
yapmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/16. âyet,
4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Cumhur ise şöyle
demektedir: Bu hüküm (celd hükmü) evlenmemiş erkek ve dişi hakkındadır. Onlar,
kölelerin ve cariyelerin bu umumun kapsamı dışında olduğunu belirterek, bu
âyetin umumî olmadığına delil göstermişlerdir.
[11]
Şanı yüce Allah, zina
eden İki kişiye, bu hususta aleyhlerine şahidlîk edilmesi halinde, uygulanması
gereken cezayı -ileride de açıklanacağı üzere- belirtmiş bulunmaktadır. İlim
adamları da icma ile böyle demişlerdir. Ancak bir
erkek, bir kadın ile aynı örtü altında bulunacak olursa, uygulanması
gereken hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İshak b.
Râhaveyh der ki: Bunların herbirine yüzer değnek vurulur. Bu görüş Ömer ve Ali
(r.a)dan da rivayet edilmekle birlikte; böyle bir görüş onlardan sabit olmamıştır.
Atâ ve Süfyan es-Sevrî
de: Te'dib edilirler, demişlerdir. Malik ve Ahmed de te'dib'in sınırı ile
ilgili görüşleri göz önünde bulundurarak böyle demişlerdir. İbnu'l-Munzir dedi
ki: Bizim gördüğümüz ilim adamlarının büyük çoğunluğu bu halde bulunan
kimselerin te'dib edileceği kanaatinde idiler. Bu mesele ile ilgili tercihe
değer görüşün hangisi olduğu ile ilgili açıklamalar, daha önceden Hûd
Sûresi'nde (11/84-95. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hamd, yalnız
Allah'adır.
[12]
Yüce Allah'ın:
"Vurun" buyruğunda "fe" harfi başa gelmiş bulunmaktadır.
Çünkü bu bir emirdir, emir de şarta benzer.
el-Müberred der ki: Bu
buyrukta bir çeşit (şart ve) ceza manası da vardır. Bir kimse zina ederse, ona
şunu şunu uygulayınız, anlamındadır. Burada "fe" harfi gelmesinin
sebebi budur. Yüce Allah'ın; "Hırsızlık eden erkek ile hırsızlık eden
kadının ellerini kesiniz" (el-Mâide, 5/38) buyruğu da böyledir.
[13]
Bu emirle muhatab olan
kimselerin, imam (İslâm devlet yöneticisi) ile onun adına görevde bulunanlar
olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Malik ile Şafiî ek olarak: Kölelere de
efendileri uygular, demişlerdir. Şafiî; bütün sopa ve el kesme cezalarında da
böyledir (yani efendi köleye cezayı uygular), der. Malik ise el kesme cezasında
değil de sopa cezasında efendinin cezayı uygulayacağını kabul etmiştir.
Burada hitabın
müslümanlara yönelik olduğu da söylenmiştir. Çünkü dinin hükümlerim uygulamak,
bütün müslümanların görevidir. Bundan sonra imam, bu hükümleri onların adına
vekaleten uygular. Zira hepsinin hadlerin uygulanması için bir araya gelip
toplanmalarına imkân yoktur.
[14]
İlim adamları sopa cezasının
kamçı ile uygulanması gerektiğini icmâ ile kabul etmişlerdir. Bu uygulamada
kullanılacak olan kamçının ne çok sert ve
katı
ne de pek yumuşak olmayıp ikisi arasında olması gerekir. Malik, Zeyd b.
Eslem'den rivayet ettiğine göre; bir adara Rasûlullah (sav) döneminde zina
ettiği itirafında bulundu. Rasûiullah (sav) kendisine bir kamçı getirilmesini
istedi. Ona kırık bir kamçı getirildi: "Bundan daha yukarıda olsun"
diye buyurdu. Bu sefer yeni, henüz yanları keskince bir yeni kamçı getirildi.
Bu sefer: "Bundan daha aşağıda olsun" diye buyurdu. Bunun üzerine
ona, keskinliği nisbeten gitmiş ve bir parça yumuşamış bir kamçı getirildi.
Rasûlullah (sav)ın emir verilmesi üzerine ona ceza uygulandı.[15]
Ebu Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) dedi ki: Bütün Muvatta' ravileri bu hadisi böylece mürsel olarak
rivayet etmişlerdir. Herhangi bir şekilde bu lafızla, bu hadisin muttasıl bir
senedle rivayet edildiğini bilmiyorum, Ma'mer de Yahya b. Ebi Kesİr'den,
Peygamber (sav)dan aynen onun benzeri bir hadis rivayet etmiştir. Ömer (r.a)ın
şarab içmesi dolayısıyla Kudame (b. Maz'un)u tam bir amçı ile vurduğuna dair
açıklamalar daha önceden el-Mâİde Sûresi'nde (5/93. âyet, 9. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Burada sözü edilen tam kamçıdan kasıt, ortalama bir kamçıdır.
[16]
İlim adamları zina
dolayısıyla sopa vurulacak olan kimsenin elbiselerinin soyulması hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Malik, Ebu Hanife ve başkaları, üzerlerinden
elbiseleri çıkartılır, demişlerdir. Ancak kadının üzerinde kendisini vurulacak
sopalara karşı koruyacak olan elbiseler dışında, onu setredecek kadarı
bırakılır.
el-Evzaî de şöyle
demektedir; İmam muhayyerdir, isterse (erkeğin) elbiselerini çıkartır, isterse
bırakır. eş-Şa'bî ve en-Nehaî şöyle demektedirler: Elbiselerini üzerinden
soymaz ama üzerinde de bir gömlek bırakır. İbn Mes'ud dedi ki: Bu ümmette
tamamen elbiseleri soymak da, upuzun yatırmak da helâl değildir.[17]
es-Sevri de bu görüştedir.
[18]
İlim adamları erkek ve
kadınların dövülmesi keyfiyeti hususunda farklı görüşlere sahiptir. Malik der
ki: Bütün hadlerde erkek ile kadın arasında hiçbir fark yoktur. İkisinden
yalnızca birisine haddin uygulanması söz konusu değildir. Ona göre had, ancak
sırta uygulanırsa yerini bulur.
Re'y ashabı ve
Şafii'lerin görüşüne göre ise erkek ayakta durur halde dövülür. Bu aynı zamanda
Ali b. Ebi Talib (r.a)ın da görüşüdür.
el-Leys b. Sa'd ile
Ebu Hanife ve Şafiî derler ki: Bütün hadlerde dövmek ve ta'zir'de dövmek, yere
uzunlamasına yatırılmaksızın, ayakta ve üzerinde elbise bulunmaksızın
uygulanır. Ancak kazf haddi üzerinde elbise bulunduğu halde vurulur. Bunu
el-Mehdevî, et-Tahsil'de Malik'ten nakletmektedir. Üzerindeki palto ve kürk
gibi kalın elbiseler de çıkartılır. Şafiî de şöyle demektedir; Eğer yatırmakta
bir salah varsa yatırılır.
[19]
İlim adanılan had
uygulanması esnasında insanın nerelerine vurulacağı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Malik dedi ki: (Vurarak uygulanan) bütün hadler ancak sırta
vurulur. Ta'zir de bu şekildedir. Şafiî ve mezhebine mensub ilim adamları
derler ki: Yüze ve ferce vurulmaz, diğer azalara vurulur. Bu görüş Ali
(r.a)dan da rivayet edilmiştir. İbn Ömer de zina dolayısıyla celde vurdurduğu
bir cariyenin ayaklarına da vurulmasını işaret etmiştir.
tbn Atiyye der ki:
Yüze, avrete ve Öldürme tehlikesi bulunan yerlere vurulmayacağı hususunda
icmâ' vardır. Başa vurulması hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhur başa
vurmaktan sakınılır derken, Ebu Yusuf: Başa vurulur, demiştir. Ömer ve oğlu
(Abdullah)ın da başa vurulur, dedikleri rivayet edilmiştir. Ömer (r.a) da, had
olarak değil de ta'zir olarak Sabiğ'in başına vurmuştur. Malik'İn
delillerinden birisi de: İnsanların yaptıklarını gördüğü uygulama ile
Peygamber (sav)ın: "Ya delil getirirsin, yahut ta sırtına had
uygularım"[20] şeklindeki hadisidir,
ileride gelecektir.
[21]
Gereken şekilde
vurmanın, can yakıcı olmakla birlikte, yaralamaması ve deriyi yırtmaması gerekir.
Vuran kimsenin koltuk altı görünecek kadar elini kaldırmaması gerekir. Cumhur
bu görüştedir, Ali ve İbn Mes'ud (r.a)ın da görüşü budur.
Ömer (r.a)a had
uygulanması gereken bir adam getirildi. Ona iki kamçı arası bir kamçı
getirildi. Vurana: Vur, fakat koltuk altın görünmesin ve her azasına da hakkını
ver, diye buyurdu.
- Yine Ömer (r.a)a
içki içmiş birisi getirildi, o da şöyle dedi: Şimdi ben seni, sana karşı
içinde bir şefkat duymayacak birisine göndereceğim. Onu Mu-tî' b. el-Esved
el-Adevî'ye gönderdi ve; Yarın sabah ona had vur, dedi.
Ömer (r.a) onun yanına
vardığında, ona şiddetle vurmakta olduğunu gördü ve: Sen adamı öldürdün, ona
kaç celde vurdun? diye sordu. O: Altmış deyince, bunları (şiddetli vurduğun
için) geri kalan yirmisinin yerine say, dedi.
Ebu Ubeyde dedi ki:
Ömer (r.a)ın: "Bunları geriye kalan yirminin yerine say" sözleri şu
demektir: Senin ona vurduğun bu şiddetli darbeleri geriye kalmış ve vurmadığın
yirmi celdenin yerine say ve geri kalan yirmi celdeyi ona vurma.
Bu hadisteki fıkhı
inceliklerden birisi de şudur: İçki içene uygulanacak cezada vuruşlar
hafiftir.
İlim adamları hangi
hadlerin vuruşlarının daha ağır olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler
ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.
[22]
Malik ve mezhebine
mensub ilim adamları ile ei-Leys b. Sa'd şöyle demişlerdir: Vurma bütün
hadlerde birbirine eşittir ve bu vurma iz bırakmayacak ve iki vuruş şekli
arasında ortalama olacaktır. Şafiî (r.a)ın görüşü de budur.
Ebu Hanife ve
mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Ta'zir, vurmanın en şiddetli
olanıdır. Zina dolayısıyla vurma, içki dolayısıyla vurmadan daha şiddetlidir.
İçki içene uygulanacak vurma cezası kazfteki vurmadan daha ağırdır.
es-Sevrî ise şöyle
demektedir: Zinada vurma cezası, kazfin vurma cezasından daha şiddetlidir.
Kazfin vurması ise şarab içmenin cezası olan vurmadan daha şiddetlidir.
Malik bu hususta
vurmaların sayısının nass ile tesbit edildiğini delil göstermiştir. Hükmü
kabul edilmesi gerekenden (şeriat koyucudan) bu hadlerin herhangi birisinin
hafifletileceğine ya da ağırlaştıracağına dair bir nass varid olmamıştır.
Ebu Hanife ise Ömer
(r.a)ın uygulamasını delil göstermiştir. Onun ta'zir dolayısıyla uyguladığı
vurma cezası, zina dolayısıyla uyguladığı vurma cezasından daha ağırdır.
es-Sevrî de şunu delil
göstermiştir: Zinanın vurma cezası sayıca daha fazla olduğundan dolayı kazfin
cezasından daha ağır şiddette olması imkânsızdır. İçki hakkında da aynı şey
söylenir. Çünkü içki ile İlgili had ictihad ile sabit olmuştur. İctihad ile
ilgili meseleler ise tevkif ile sabit olmuş (nass ile tesbit edilmiş)
meselelerin kuvvetinde olamazlar.
[23]
Yüce Allah'ın zina,
şarab, zina iftirası ve buna benzer uygulanmasını farz kıldığı hadlerin,
yöneticilerin huzurunda uygulanması gerekir. Bu haddi ancak imamın bu iş için
seçeceği faziletli ve ha/ırlı kimseler uygularlar. Böyle bir durum ortaya
çıktığı her seferinde sahabe (Allah hepsinden razı olsun) böyle yapardı. Buna
sebeb, bunların yerine getirilmeleri, miktarları, uygulanacakları yerleri ve
halleri itibariyle gereği gibi korunmaları gereken, uygulanan şer'i bir(er)
kural ve Allah'a yakınlaştırıcı bir(er) ibadet olmalarıdır. Bunlara dair şart
ve hükümler aşılamaz. Çünkü müslümanın kanı ve değeri pek büyüktür. Mümkün olan
her yolla buna gereken riayetin gösterilmesi icab eder.
Sahİh(-i Müslim)in
rivayetine göre Hudayn b. el-Münzir Ebu Sâsân şöyle demiştir: Osman b. Affan'ın
huzuruna Velid'în getirildiğini gördüm. Velid sabah namazını iki rek'at
kıldırdıktan sonra: Size daha da kıldırayım (mı)? diye sormuş. Birileri Humran
olan iki kişi aleyhine şahitlik etmişti. Humran onun şarab içtiğine dair,
diğeri ise onu kusarken gördüğüne dair şahitlik etmişti. Osman (r.a) dedi ki:
Onun kusmasının tek sebebi içmiş olmasıdır. Sonra da: Ey Ali! Kalk, buna sopa
vur, dedi. Ali: Ey Hasan! Kalk, ona sopa vur, dedi. Bu sefer el-Hasen -bu
sözlerinden rahatsız gibi- şöyle dedi: Bunun nimetinden istifade eden kimse
külfetine de onun katlanmasını iste! Bunun üzerine: Ey Abdullah b. Ca'fer
kalk, buna sopa vur, dedi. O da ona sopa vurmaya başladı, Ali (r.a) da
sayıyordu...[24]
(Buna dair
açıklamalar) daha önceden el-Maide Sûresi'nde de geçmişti. Şimdi Osman (r.a)m,
İmam Ali'ye: Kalk, ona sopa vur, demesi üzerinde dikkatle düşünelim.
[25]
Yüce Allah zina ve
kazfte sopa cezalarının sayısını nass ile tesbit etmiş bulunmaktadır. İçki
içmenin cezasının seksen sopa olduğu da Ömer (r.a)ın As-hab-ı Kıranı'm
huzurunda -ei-Maide Sûresi'nde (5/93. âyet, 9. başlıkta) geçtiği üzere- tesbit
edilmiş bulunmaktadır. O halde bütün bu hususlarda tesbit edilmiş olan bu had
aşılamaz.
İbnu'l-Arabî der ki:
"Bunun böyle olması, insanların peşi peşine kötülük işlememeleri,
masiyetlerin onlara tatlı görünmemeleri halinde böyledir. Ta ki insanlar
kötülük İşlemeye alışmasınlar ve sürekli kendilerini masiyet işlemeye
vermesinler. İşledikleri münkerden birbirlerini nehyetmeyecek bir hale
düşmesinler. Bu hale geldikleri takdirde, o vakit hadleri ağırlaştırmak
kaçınılmaz bir hal alır. Günahın daha fazla işlenmesi dolayısıyla had de arttırılır.
Ömer (r.a)a Ramazanda sarhoş olmuş bir kişi getirilir, ona yüz değnek vurur.
Bunun sekseni içki içme haddi İdi, yirmisi de Ramazan ayının saygınlığını
çiğnemesi dolayısıyla idi. İşte bu şekilde işlenen suçun ağırlığı ve çiğnenen
saygınlıkların ileri derecede olması halinde de cezaların arttırılması gerekmektedir.
Bir adam küçük bir çocukla oynaşınca vali ona üçyüz kamçı vurmuştu. Malik bunu
haber alınca, buna karşı bir tepki göstermedi. Peki ya bizim şu çağımızda
saygınlıkların nasıl çiğnendiğini, masiyetlerin nasıl önemsenmediğini,
münkerlerin açıkça işlenip hadler karşılığında rüşvet alınarak satıldıklarını
ve hakimlerin huzurunda kölelerin hadleri uyguladıklarını görmüş olsaydı, hiç
şüphesiz kahrından ölür, kimseyle oturmazdı. Hasbunallah ve ni'mel-vekil (Allah
bize yeter! O ne güzel vekiDdir!"
Derim kî: Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır ya belki de bundan dolayı içki haddi seksen sopaya
ulaşıncaya kadar arttırılmıştır. Darakutnî rivayet ediyor: Bize Kadı el-Huseyn
b. İsmail anlattı: Bize Ya'kub b. İbrahim ed-Dev-rakî anlattı. Bize Safvan b.
İsa anlattı, bize Üsame b. Zeyd, ez-Zührî'den anlattı. ez-Zührî dedi ki: Bana
Abdu'r-Rahman b. Ezher haber verdi. Dedi ki: Huneyn günü Rasûlullah (sav)ı
insanlar arasından geçerek Halid b. el-Velid'in evini sorduğunu gördüm.
Huzuruna sarhoş birisi getirildi. Rasûlullah (sav) yanında bulunanlara
söyleyince, onlar da ellerinde bulunanlarla onu vurdular. Rasûlullah (sav) da
onun üzerine toprak attı. Sonra Ebubekİr (r.a)ın huzuruna sarhoş birisi
getirildi. O günlerde onların vurdukları ceza miktarını tesbit etmeye çalıştı
ve kırk sopa vurdu. ez-Zührî dedi ki: Sonra bana Humeyd b. Abdu'r-Rahman, İbn
Vebra el-Kelbî'den şöyle dediğini nakletti: Halid b. el-Velid beni Ömer'e
gönderdi, yanına vardım. Huzurunda Osman b. Affan, Abdu'r-Rahman b. Avf, Ali,
Talha ve ez-Zübeyr vardı. Onunla birlikte mes-cidde yaslanmış oturuyorlardı. Dedim
ki; Halid b. el-Velid beni sana gönderdi, onun sana selamı var, diyor ki;
İnsanlar içki içmeye iyiden iyiye alıştılar. Onun cezasını da önemsemez
oldular. Ömer dedi ki: İşte bunlar senin yanında bulunuyorlar, haydi onlara
sor. Ali dedi ki: Görüşümüze göre sarhoş olan bir kimse hezeyana başlar.
Hezeyana başladı mı iftira eder. İftira eden kimseye de seksen sopa ceza
uygulanmalıdır. Bunun üzerine Ömer dedi ki: Arkadaşına onun bu söylediklerini
tebliğ et. Bunun üzerine Halid de seksen sopa vurdu, Ömer de seksen sopa ceza
uyguladı. Ömer (r.a)ın huzuruna böyle bir işi yanılarak işlemiş zayıf bir
kimse getirildi mi kırk celde vururdu. Osman da aynı şekilde kimine seksen,
kimine ktrk sopa vururdu."[26]
Peygamber (sav)ın
ashabı azarlayıcı bir üslupla: "Eğer hilalin gözükmesi gecikmiş olsaydı,
ben de size daha fazla (oruç tuttururdum)"[27]
sözleri de bu kabildendir. Çünkü onlar (Peygamber efendimize uyarak) aralıksız
oruç tutmaktan vazgeçmemişlerdi. Bir rivayette de şöyle buyurmuştur: "Eğer
ay uzayıp gitmiş olsaydı, sizinle öyle aralıksız bir oruç tutardık ki, bu
konuda gereksiz yere işi sıkı tutanlar, böyle sıkı tutmalarından
vazgeçeceklerdi."[28]
Hamıd b. Yahya,
Süfyan'dan, o Mis'ar'dan, o Atâ b. Ebi Mervan'dan rivayetine göre Ali,
Necaşi'ye içki dolasıyla yüz celde vurmuştur. Bunu Ebu Ömer (b, Abdi'1-Berr)
zikretmiş, ancak sebebini belirtmemiştir.
[29]
Yüce Allah'ın:
"Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş kimseler İseniz, Allah'ın dini
hususunda her İkisine de acıyacağınız tutmasın* buyruğu şu demektir:
Kendilerine had uygulanacak olanlara şefkat duyarak hadleri uygulamaktan uzak
durmayınız. Acıtmayacak bir şekilde vuruşlarınızı hafifletmeyiniz.
Tefsir âlimlerinin
büyük çoğunluğunun açıklaması bu şekildedir.
eş-Şa'bî, en-Nehaî ve
Said b. Cübeyr de "Allah'ın dîni hususunda her İkisine de acıyacağınız
tutmasın" buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Vurma ve celde cezasının
uygulanması sırasında demektir. Ebu Hureyre (r.a) dedi kî: Bir yerde, bir haddin
uygulanması, o yerin ahalisi İçin kırk günlük yağmur yağmasından daha
hayırlıdır.[30] Daha sonra bu âyet-i
kerîmeyi okudu.
"Ra'fet
(acımak)"; rahmetten daha ince bir duygudur.
Bu kelime
"feale" vezninde elifin üstün telaffuzu ile; şeklinde okunduğu gibi,
"fe'âle" vezninde; diye de okunmuştur. Böylelikle bu kelimenin üç
türlü söylenişi bulunmaktadır, hepsi de mastardır. En meşhur olanı birincisi
"elifin sakin okunuşu)dır. Bu da kalbi incelip merhamet duyma halini
anlatan; dan gelmektedir. Elif sakin ve medli olarak; şekillerinde söylenir.
"Üzüntü, keder" gibi. ise; ona
ra'fet duydum, demektir. Rauf, yüce Allah'ın sıfatlarından olup, şefkatli ve
çok merhametli demektir.
[31]
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın dini hususunda" buyruğu, Allah'ın hükmü hususunda
anlamındadır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa o hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyabilecek değildi."
(Yusuf, 12/76) Burada "hükümdarın dini"nden kasıt, onun hükmüdür.
"Allah'ın dini hususunda"
buyruğunun Allah'a size emretmiş ve şeriat kılmış olduğu hadlerin
uygulanmasında, Allah'a itaat hususunda... diye de açıklanmıştır.
Daha sonra yüce Allah
bu hususta onların kararlılık göstermeleri gerektiğini hatırlatmak ve teşvik
etmek üzere: "Allah'a ve âhiret gününe İman ediyorsanız diye"
buyurmaktadır. Bu ifade bir işe teşvik etmek istediğiniz bir kimseye: Eğer
adamsan bu işi yap, demeye benzer. Yiğit adamların yapmaları gereken İş budur,
dernektir.
[32]
"Mü'minlerden bir
topluluk da azaplarına tanık olsunlar" buyruğu ile ilgili olarak şöyle
denilmiştir: Cezanın uygulanışına te'dib edilmeyi hakeden-lerden başkaları
tanık olmaz.
Mücahid dedi ki: Bir
adamdan, bin kişiye kadar; İbn Zeyd de: Zina hakkında şahitliğe kıyas ederek
dört kişinin hazır olması kaçınılmazdır, demiştir. Çünkü bu da onunla ilgili
bir husustur. Malik, el-Leys ve Şafiî'nin de görüşü budur.
İkrime ve Atâ ise
şöyle demektedirler: İki kişinin şahitlik etmesi kaçınılmazdır. Malik'in
meşhur görüşü de budur. Çünkü o bunu bir şahitlik konusu olarak
değerlendirmiştir.
ez-Zührî: Üç kişi
demiştir. Çünkü çoğul kipinin asgari miktarı o kadardır. ei-Hasen de: Bir ve
daha yukarısı demiştir, yine ondan on kişi dediği de rivayet edilmiştir.
erRabf ise üçten fazla olmalıdır, demiştir.
Mücahid'in delili yüce
Allah'ın: "Onların herbir kesiminden bir topluluk da... kalmalı değil
miydi?" (et-Tevbe, 9/122); "Eğer mü'minlerden iki topluluk
birbirleri ile çarpışırlarsa..." (el-Hucurat, 49/9) buyruklarıdır. Bu ise
iki adamın dövüşmesi hakkında nazil olmuştur. O halde yüce Allah'ın;
"Mü'minlerden bir topluluk da azaplarına tanık olsunlar" buyruğunda
da böyle olmalıdır. Birden, bine kadar sayıdaki kimseye de "taife (mealde;
topluluk)" adı verilir. İbn Abbas ve İbrahim de böyle demişlerdir.
Ebu Berze el-Eslemî de
zina edip çocuk doğurmuş bir cariyesinin üzerine bir elbise örttükten sonra,
oğluna; iz bırakmayacak, hafif te olmayıp fakat acıtacak şekilde elli sopa
vurmasını emretti. Bir topluluk da çağırdıktan sonra; "Mü'mİnlerden bir
topluluk da azaplarına tanık olsunlar" buyruğunu okudu.
[33]
Topluluğun hazır
bulunmasındaki maksadın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Acaba
bundan kasıt zina edenlere sert davranıp herkesin huzurunda onların azarlanması
mıdır ve bu, hem ceza uygulananları bu suçtan uzaklaştırıp hazır bulunanların
da bununla öğüt alarak, bundan dolayı uzak kalmaları, buna dair haberin
yaygınlaşarak geride kalanların da bundan ibret almaları mıdır? Yoksa bu
cezanın uygulandığı kimselere tevbe etmeleri ve ilahi rahmete nail olmaları
için midir? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır:
[34]
Huzeyfe (r.a)dan gelen
rivayete göre o Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Ey
insanlar topluluğu! Zinadan uzak durunuz. Çünkü onda altı tane kötü haslet
vardır. Bunların üçü dünyada, üçü âhiret-tedir. Dünyadakiler şunlardır: Zina
güzelliği giderir, fakirliğe sebeb olur, ömrü kısaltır. Âhiretteki kötü
hasletlere gelince: (İlâhî) gazabı, kötü bir şekilde hesaba çekilmeyi ve
cehennemde de ebedî kalmayı gerektirir."[35]
Enes'ten rivayete göre
Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her cuma iki defa ümmetimin amelleri
bana sunulur. Allah'ın zina edenlere gazabı pek şiddetlidir."[36]
Yine Peygamber
(sav)dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Şa'ban ayının onbeşinci
gecesinde yüce Allah ümmetime (rahmet nazarıyla) bakar. Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmamış her mü'mine mağfiret buyurur. Beşi müstesna: Sihirbaz, kâhin,
anne-babasma karşt gelen, içkici ve zina üzere ısrar eden.[37]
3. Zina eden
erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zina eden
kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikahlayabilir. Böylesi
müminlere haram kılınmıştır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[38]
İlim adamları bu
âyetin anlamı hususunda, altı türlü te'vil olunabileceğini söyleyerek, farklı
görüşler belirtmişlerdir:
I-Bu âyetten
maksat, zinanın ne kadar çirkin ve ne kadar kötü olduğunu, mü'minlere de
kesinlikle haram kılınmış olduğunu anlatmaktır. Bu anlamın önceki buyruklarla
da ilişkisi gayet güzel ve beliğdir. Yüce Allah: "Ancak— nikâh
edebilir" buyruğu ancak böyle birisi ile ilişki kurabilir demektir.
Burada nikâh, cima manasına kullanılmış olur. Bunun hem erkek, hem kadın için
ayrı ayrı söz konusu edilmesi ise, mübalağa ve her iki tarafı da bu hususta
sorumlu tutmak manasındadır.
Daha sonra fazladan bir
de müşrik kadın İle müşrik erkeği de zikretmektedir ki, şirk zinaya göre
masiyetler arasında daha genel bir masiyettir. Bunun da anlamı şöyle olur:
Zina eden bir kimse, zina ettiği vakit ya müslüman-lardan zina eden bir kadın
ite ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müşriklerden bir kadın ile
ilişki kurmaktadır.
İbn Abbas ve yakın
öğrencilerinden bu âyet-i kerîmedeki "nikâh" lafzının ilişki kurmak
ve cima manasına olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.
ez-Zeccâc bunu kabul
etmeyerek şöyle der: Yüce Allah'ın Kitabında m-kâh lafzı ancak evlendirmek,
evlenmek manasına kullanılmıştır.
Ancak durum dediği
gibi değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ondan sonra başka bir koca ile
nikâhlanmadıkça" (el Bakara, 2/230) diye buyurulmaktadır. Peygamber (sav)
da bunun (nikahlanıp, evlenmek suretiyle) ilişki kurmak anlamında olduğunu
beyan etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/230.
âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Taberî de bu te'vile
uygun bir rivayeti Said b, Cübeyr, İbn Abbas ve İk-rime'den nakletmektedir.
Ancak bu rivayeti tamamlayıcı da olmayan, sonuca da götürmeyen bir şekilde
kaydetmiştir. el-Hattabî de bu görüşü İbn Ab-bas'tan nakletmiş ve bunun
anlamının ilişki kurmak olduğunu belirtmiştir. Yani bu zina, ancak bir zaniye
ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zina etmiş olacağını ifade eder. Bu bir
görüş.
2-Ebû Dâvûd
ve Tİrmizî'nin rivayetine göre Anır b. Şuayb babasından, o dedesinden rivayet
ettiğine göre Mersed b. Ebi Mersed Mekke'deki esirleri taşır (Medine'ye getirir,
kurtanr)dı. Mekke'de "Anak" diye adlandırılan bir fahişe vardı, bu
da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber (sav)a gelip dedim ki: Ey
Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikahlayayım mı? Bir süre sustu, bana cevap vermedi.
Bunun üzerine: "Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir
erkek nikahlayabilir" buyruğu nazil oldu, beni çağırdı ve bana bu âyeti
okuduktan sonra: "Onu nikahlama" dedi.[39]
Ebû Davud'un lafzı bu
şekildedir, Tİrmizî'nin rivayeti ise daha eksiksizdir.
el-Hattabî dedi ki: Bu hüküm o kadına hastır, çünkü o
kadın kâfir idi. Zina eden müslüman bir kadının nikâh akdi feshedilmez.
Bu görüşe göre de bu
âyet-i kerime müslümanlardan özel bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişi, zinakâr
fahişelerden olup Um Mehzûl diye bilinen bir kadını nikahlamak için izin
istemişti. Bu kadın, (kendisiyle evlenecek olanın) nafakasını karşılamayı da
taahhüt etmişti. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi.[40] Bu
görüşü Amr b. el-Âs[41] ile
Mücâhid ifade etmiştir.
4- Bu âyet-i
kerîme, Suffa ashabı hakkında nazil olmuştur. Bunlar muhacirlerden olup
Medine'de evleri, aşiretleri yoktu. Mescidin suffasında yerleşmişlerdi.
Dörtyüz kişi idiler. Gündüzün nzık peşinde koşar, geceleyin de suf-fada
kalırlardı. Medine'de de açıktan açığa fuhuş işleyen fahişeler vardı. Bunların
elbiseleri ve yemekleri pek çoktu. Suffadakiler bunlarla evlenip onların
meskenlerinde barınıp yemeklerinden yiyip elbiselerinden giyinmek istediler.
Bu âyet-i kerîme onları böyle bir duruma düşmekten korumak üzere nazil
olmuştur. Bu açıklamayı da İbn Ebi Salih yapmıştır.
5- ez-Zeccac
ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna göre o şöyle demiştir:
Burada kasıt, kendilerine zina haddi uygulanmış, zina eden erkek ve kadındır. O
şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür.
Zina haddi uygulanmış
bir erkeğin, zina haddi uygulanmış bir kadından başkasıyla evlenmesi caiz
değildir. İbrahim en-Nehaî de buna yakın görüş belirtmiştir.
Ebû Davud'un,
Musannef'inde (Sünen'inde) kaydedildiğine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Zina edip had uygulanmış bir erkek ancak
kendisi gibi olanı nikahlayabilir."[42]
Rivayete göre had
uygulanmış bir kimse, had uygulanmamış bir kadın ile evlenmiş, Ali (r.a) da
onları birbirlerinden ayırmıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu naklen sabit olmadığı
gibi, aklen de sahih olmayan bir husustur. Erkekler arasından had uygulanmış
birisinin yalnızca had uygulanmış kadınları nikahlayabileceğin! söylemek doğru
olabilir mi? Bu hangi rivayete dayanarak kabul edilebilir ve şeriatteki hangi
aslî hüküm, bu kıyasın dayanağını teşkil edebilir?
Derim ki: el-Kiya
(el-Herâsî) bu görüşü aynı zamanda Şafiî mezhebine mensub kimi müteahhir
fakihlerden de nakletmiş ve zina eden bir erkek eğer zina etmeyen bir kadın ile
evlenecek olursa, âyetin zahiri gereğince birbirlerinden ayrılacaklarını
belirtmişlerdir. el-Kiyâ der ki: Ancak bu zahir ile amel etmektir. Bu görüşü
kabul eden bir kimsenin zina eden bir erkeğin, müşrik bir kadınla evlenmesini
de caiz kabul etmesi, zina eden bir kadının da müşrik bir erkekle evlenmesini
caiz kabul etmesi gerekir. Bunun caiz olması ise son derece uzak bir
ihtimaldir ve hatta bu büsbütün İslâm'dan çıkıştır. Hatta bunlar bazen şunu da
söylerler: Âyet-i kerîme zina eden kadın hakkında değil de özel olarak müşrik
erkeğin nîkâhlanması hususunda neshedilmiştir.
6- Âyet-i
kerîme neshedilmiştir. Malik, Yahya b. Said'den, o Said b. el-Mü-seyyeb'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Zina eden erkek ancak zina eden veya
müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zina eden kadını da ancak zina eden
veya müşrik olan bir erkek nikahlayabilir" buyruğu hakkın-da(Said b.
el-Müseyyeb) dedi ki; Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen: "İçinizden
evli olmayanları... evlendirin" (en-Nur, 24/32) âyeti neshetmiştir. İbn
Amr da böyle demiştir. O dedi ki: Zina eden kadın da müslümanlann evli olmayan
(dul)ları arasına girer.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğu bu görüşü benimsemişlerdir. Fetva verme
ehliyetine sahip kimseler de şöyle derler: Bir kadın ile zina eden bir kimse o
zina ettiği kadın ile evlenebileceği gibi başkası da onunla evlenebilir, Bu
İbn Ömer'in, Salim'in, Cabir b. Zeyd'in, Ata, Tavus ve Malik b. Enes'in görüşü
olduğu gibi, Ebu Hanife ve mezhebine mensup ilim adamlarının da görüşüdür.
Şafiî der ki: Bu âyet
hakkında söylenecek söz Said b. el-Müseyyeb'in sözü gibidir. Allah'tan
yanılmayacağımı ümit ederek söylüyorum ki, bu âyet mensuhtur.
İbn Atiyye dedi ki: Bu
âyet-i kerîmede müşriklerden söz edilmesi bütün bu yaklaşımları zayıf
kılmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence uygun görüş şudur: Nikâh lafzı ile ya
İbn Abbas'ın dediği gibi, ilişki kurmak kastedilmiştir, yahutda akit. Eğer
ilişki kurmak kastedilmiş ise bunun manası: Bir zina ancak zaniye bir kadın
iie yapılır. Bu da şu demektir: Erkek de, kadın da her iki taraf da zinakârdır.
Buna göre âyetin takdiri de şöyle olur: Zinakâr bir kadın ile ilişki kurmak,
ancak zina eden bir erkeğin yahut müşrik bir erkeğin işidir. Bu açıklama İbn
Abbas'tan rivayet edilmektedir ve sahih bir manadır.
Eğer: Baliğ bir kimse
bir kız çocuğu ile yahut akıllı bir kişi deli birisi ile yahut uyuyan bir kişi
uykuda olan bir kadın ile zina edecek olursa, bu sadece erkek tarafından bir
zinadır ve bu erkek zaniye olmayan birisini nikahlamış (ilişki kurmuş)
olmaktadır. O takdirde daha önce geçen maksadın dışına çıkılmış olmaktadır
denilirse, cevabımız şu olur: Bu, her bakımdan bir zinadır. Şu kadar var ki
onlardan birisinden had düşer, diğerine İse uygulanır.
Şayet
"nikâh" lafzı ile akit kastedilmiş ise buyruğun anlamı şöyle olur: Zina
etmiş bir kadın ile evlenip de, hamile olup olmadığını anlamadan onunla
gerdeğe giren bir kimse zina eden kişi gibidir. Ancak bu hususta ilim
adam-iannın ihtilâfı dolayısıyla ona had uygulanmaz, Şayet böyle birisi ile
nikâh akdi yapıp da onun hamileliği, ortaya çıkıncaya kadar, onunla gerdeğe girmeyecek
olursa, İcma iie bu akit caizdir.
Bir diğer görüşe göre
âyet-i kerîmenin maksadı, zina eden bir erkek, zaniye bir kadından başkasıyla
evlenemez, demek değildir. Çünkü böyle birisinin zaniye olmayan bir kadın ile
evlenmesi de düşünülebilir. Ancak mana şöyle olur: Zaniye bir kadın ile evlenen
bir kimse de zanidir. Sanki: Zaniye kadını ancak zina eden erkek nikâhlar,
denilmek istenmiş ve ifadelerde lafızlar yer değiştirmiştir. Bu da şu
demektir: Zaniyeyİ ancak onun zinasına razı olan bir erkek nikahlayabilir.
Böyle bir şeye de ancak kendisi zina ediyor ise razı olur,
[43]
Bu âyet-i kerîmede
zaniye ile evlenmenin sahih olduğuna delil vardır. Aynı şekilde evli birisinin
hanımı zina edecek olursa, nikâh fâsid olmaz. Koca da zina edecek olursa,
hanımı ile olan nikâhı fâsid olmaz. Bu açjklama ise âyet-i kerîmenin mensûh
olduğunu kabul etmeye binâendir. Âyetin muhkem olduğu da söylenmiştir, bu da
ileride gelecektir.
[44]
Rivayete göre Ebubekir
(r.a) döneminde bir adam bir kadın ile zina etti. Her ikisine de yüzer sopa had
uyguladıktan sonra olduğu yerde onları birbirleriyle evlendirdi ve sonra da
onları bir sene sürgüne gönderdi. Benzeri bir uygulama Ömer, İbn Mes'ud ve
Câbir (r.anhum)dan da rivayet edilmiştir.
İbn Abbas dedi ki:
Bunun başı zina, sonu nikâhla bitmiştir.
Buna şöyle bir Örnek
gösterilebilir: Bir adam birisinin bahçesinden meyve çalar, sonra bahçe
sahibine gider. O çaldığı meyveyi ondan satın alır. Çalması haram, satın
alması helâldir.
Şafiî ve Ebu Hanife bu
görüşü kabul etmişler ve suyun (zinanın) hurmi-yetinin olmadığı görüşünü
benimsemişlerdir,[45]
İbn Mes'ud (r.a)dan da
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir adam, bir kadın ile zina eder, sonra da
onu nikahlayacak olursa1 her ikisi de ebediyyen zinakârdırlar. İşte Malik de bu
görüşü kabul etmiştir. Onun görüşüne göre o fasit olan suyundan rahminin
temizliğini anlayıncaya kadar onu nikâhla-yamaz. Çünkü nikâhın kendine göre bir
hürmeti (saygınlığı) vardır. Onun saygınlığından birisi de nikâh dolayısı ile
helâl olan suyun, zina suyunun üzerine dökülmemesi ve böylelikle haramın
helâla, hakir ve bayağı halin suyunun, şerefli halin suyu ile karışmamasıdır.
[46]
İbn Hüveyzimendâd der
ki: Zina veya fasıklık türlerinden bir başkası ile bilinen ve bunu açıktan
işleyen bir kimse, şayet namus ve iffet ehli bir ailenin kızı ile evlenir de kendisi
hakkında onları aldatacak (namus ehli birisi olduğunu gösterecek) olursa,
onunla birlikte kalmak yahut ondan aynlmak hususunda muhayyerdirler. Çünkü bu
da kusurlardan bir kusur gibidir. İbn Hüveyzimendâd bu görüşüne Peygamber
(sav)ın: "Zinakâr ve bundan dolayı had cezası uygulanmış olan bir kimse
ancak kendisi gibi olanı nikahlayabilir"[47]
hadisini delil göstermiştir.
İbn Hüveyzimendâd der
ki: Hadiste had cezası uygulanmış birisinin söz konusu edilmesinin sebebi,
fasıkhkla meşhur olmasıdır. İşte evlenmesi halinde eşinden ayrılması icab eden
kişi budur. Fâsıklıkla meşhur olmayan kişi hakkında bu hüküm söz konusu
değildir.
[48]
Mütekaddiminden bir
kesim şöyle demiştir; Âyet-i Kerîme nesh edilmiş değildir. Bunlara göre zina
eden bir kimsenin kendisi ile hanımı arasındaki nikâhı fasid olur. Kadın zina
edecek olursa, kendisi ile kocası arasındaki nikâhı da fasid olur. Bunlardan
bir topluluk da şöyle demiştir: Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak kocaya hanımı
zina ettiği takdirde karısını boşaması emredilir. Boşamayacak olursa, günahkâr
olur. Ne zina eden bir kadınla, ne zina eden bir erkekle evlenmek caizdir.
Ancak tevbe açıkça tesbit edilecek olursa, o takdirde nikahlanmak caiz olur.
[49]
"Böylesi
mü'minlere haram kılınmıştır." Yani bu gibi fahişeleri nikahlamak
mü'minlere haramdır. Kimi te'vil âlimleri şunu iddia ederler: Böyle fahişelerle
nikâhlanmayı yüce Allah, Muhammed (sav) ümmetine haram kılmıştır. Bu türden
kadınların en meşhurlarından birisi de Anâk diye bilinen kadındır,
[50]
Yüce Allah Kitab-ı
Kerîm'inde zinayı haram kılmıştır. Erkek nerede zina ederse etsin, ona had
uygulanmalıdır. Malik, Şafiî ve Ebu Sevr'in görüşü budur. Re'y ashabı ise
müslüman bir kimse eğer Dar-ı Harbde eman ile bulunur da orada zina ettikten
sonra İslâm diyarına çıkıp gelecek olursa, ona had uygulanmaz.
İbnu'l-Münzir der ki:
Dar-ı Harb ile Dar-ı İslam arasında fark yoktur. Kim zina ederse, ona had
uygulanır. Bu yüce Allah'ın: "Zina eden dişi ile zina eden erkeğin her
birine yüzer değnek vurun" buyruğunun zahirinin bir gereğidir.
[51]
4. Muhsan
hanımlara iftira edenler, sonradan dört şahit getirme-seler o kimselere
seksener (değnek) vurun ve şahitliklerini ebe-diyyen kabul etmeyin. Onlar
fâsıkların tâ kendileridir.
5. Ancak
bundan sonra tevbe edenler ve ıslâh olanlar müstesna. Şüphesiz Allah günahları
bağışlayandır, rahmet edendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yirmialtı başlık halinde sunacağız:
[52]
Bu âyet-i kerîme zina
iftirasını yapanlar hakkında inmiştir. Said b. Cübeyr dedi ki: Bu âyetin iniş
sebebi mü'minlerîn annesi Âişe (r.anhâ) hakkında söylenenler olmuştur.
Bir diğer görüşe göre
bu âyet-i kerîme özel olarak o olay hakkında değil, genel olarak zina
İftirasında bulunanlar sebebiyle nazil olmuştur. İbnu'I-Münzir dedi ki:
Rasûlullah (sav)ın haberleri arasında iftiraya açıkça delâlet eden bir haber
bulamamaktayız. Ancak yüce Allah'ın Kitabı bu konuda ye-terii olup başkasına
ihtiyaç bırakmamaktadır ve haddi gerektiren kazfin var olduğuna delil teşkil
etmektedir, ilim ehli de bu hususta icmâ' halindedirler.
[53]
Yüce Allah'ın:
"...iftira edenler" buyruğu ile seb edenler, sö-venler
kastedilmektedir. Bu kelime İçin "ram'ı" ismi istiare olarak kullanılmıştır.
Çünkü bu, sözlü olarak eziyet vermek anlamındadır. Nitekim en-Nâ-biğa şöyle
demiştir:
"Dilin yarası,
elin yarası gibidir." Bir başka şair de şöyle demektedir;
"Benim de babamın
da uzak olduğu bir hususta bana iftirada bulundu, O kuyu sebebiyle bana iftira
etti."
Buna "kazf adı da
verilir. Hadis İ şerifte geçen: "İbn Ümeyye hanımını, Şerik b. es-Sahmâ
ile (zina etmekle) kazfetti (suçladı)" hadisinde de bu ifade
kullanılmıştır.[54]
Yüce Allah, kadınları
-bu açıdan- daha önemli olduklarından, böyle bir fiili işledikleri iftirası
nefisleri daha bir yaralayıcı ve daha çirkin olduğundan dolayı bu âyet-i
kerîmede söz konusu etmiştir. Erkeklere böyle bir iftirada bulunmak da mana
itibariyle âyetin hükmüne girmektedir. Ümmet de bu hususta icmâ' etmiştir. Bu
da yüce Allah'ın domuz etinin haram olduğunu nass ile bildirmekle birlikte,
yağının, kıkırdaklarının ve benzerlerinin de mana itibariyle benzemeleri ve
icmâ' dolayısıyla (o hükme) dahil olmasına benzemektedir.
ez-Zehravî'nin
naklettiğine göre buyruk, muhsan olan kişiler anlamındadır. Dolayısıyla bu
kelime lafzı itibariyle erkekleri de, kadınları da kapsamaktadır. Buna delil
yüce Allah'ın: "Kadınlardan muhsan olanlar da..." (en-Nisâ, 4/24)
buyruğu da buna delildir.
Bir toplulukla şöyle
demiştin "Muhsana" ile kasıt ferclerdir. Nitekim yüce Allah:
"Fercini muhsan kılan (ırzını koruyan) o kızı da (an)" (el-Enbiya,
21/91) diye buyurmaktadır. O takdirde âyetin kapsamına erkek ve kadınların
avret yerleri girer.
Bir diğer görüşe göre
yabancı kadına İftiranın söz konusu edilmesi, daha sonra erkeğin kendi
hanımına iftira etmesi halini atfetmek içindir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Cumhur "Muhsan
hanımlara" kelimesini "sâd" harfini üstün olarak okumuşlardır.
Yahya b. Vessâb ise esreli okumuştur. "Muhsan kadınlar" burada
iffetli kadınlar anlamındadır. en-Nisâ Sûresi'nde (4/25. âyet, 5- başlık ve
devamında) ihsandan söz edilmiş ve mertebeleri belirtilmiştir. Yüce Allah'a
hamdolsun.
[55]
Zina iftirası (kazf)de
ilim adamlarına göre dokuz şart bulunmalıdır: Bu şartların ikisi iftirada
bulunan kimsede olmalıdır. Bunlar akıl ve bulûğdur. Çünkü bu iki şart mükellef
olmanın asıl dayanaklarıdır. Bu şartlan taşımayanlar mükellef değildir.
İki şart iftira
(kazOde kullanılan ifadelerde aranır. Bu da bu iftirasında haddi gerektirecek
bir ilişkiyi söz konusu etmelidir ki, bu da zina ya da Lut kavminin amelidir,
yahut iftira ettiği kimseyi -diğer masiyetler ile değil de- babasından
olmadığını söylemekle olur.
Beş şart da hakkında
iftirada bulunulan kimsede aranır. Bunlar da akıl, bulûğ, müslüman olmak,
hürriyet, kendisine iftira yoluyla isnad edilen fuhuştan uzak iffetli olmak
-başkasından uzak olup, olmaması aranmaz. -
İftirayı atanda akıl
ve buluğu şart koştuğumuz gibi, iftiraya uğrayanda da bunlan şart koşmamız
-ihsanın mahiyeti çerçevesinde olmamakla birlikte- had-din, ancak kendisine
iftira atılan kimseye gelebilecek zarar yolu ile eziyec-ten uzak tutmak için
emredilmiş olmasından dolayıdır. Âkil ve baliğ olmayan kimse hakkında ise
böyle bir zarar söz konusu değildir. Zira bu gibi kimselerin İster
kendilerinin yaptıkları, ister kendilerine yapıldığı söylenmiş olsun, Lût
kavminin amelini işlemeleri zina diye adlandırılmaz.
[56]
İlim adamları zina
iftirası açıkça zikredilmesi halinde bunun haddi gerek-tirici bir iftira
olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet açık olmayarak üstü kapalı bir
ifade kullanacak olursa, Malik: Bu da bir iftiradır, demiştir. Şafiî ve Ebu
Hanife ise; ben bu sözlerimle ona zina iftirasında bulunmayı kastettim,
demedikçe kazf (zina iftirası) olmaz,
Malik'in görüşünün delili,
iftira dolayısıyla haddin ancak iftirada bulunanın iftira ettiği kimseyi karşı
karşıya bıraktığı musibeti ortadan kaldırmak için öngörülmüş olmasıdır. Eğer
böyle bir musibet kapalı ifade ile gerçekleşiyor ise, o halde bu kapalı
ifadenin de açıkça kullanılan ifade gibi bir kazf olması icab eder. Bu hususta
da esas dayanak, kullanılan İfadeden anlaşılandır. Şanı yüce Allah Şuayb (a.s)
hakkında bize şunu haber vermektedir: "Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve
aklı başında bir kimsesin." (Hûd, 11/87) Kavmi bu sözleriyle onun
beyinsiz ve sapık olduğunu söylemek istemişlerdi. Onlar daha önceden Hûd
Sûresi'nde (belirtilen âyetin tefsirinde) geçtiği üzere yorumlardan birisine
göre, zahiren övgü olan sözlerle ona kapalı ifadelerle hakaret etmek
istemişlerdi. Yüce Allah, Ebu Cehil hakkında da (kıyamette kendisine) şöyle
denileceğini bildirmektedir: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli
imişsin." (ed-Duhan, 44/49) Meryem (selâm ona)e de şu sözlerin söylendiğini
bize nakletmektedir: "Ey Harun'un Kardeşi! Senin baban kötü bir adam
değildi. Anan da ahlâksız bir kadın değildi." (Meryem, 19/28) Onlar bu
sözleriyle babasını öğmüş, annesinin de hayasızlık etmediğini yani zina etmemiş
olduğunu söylemişler, fakat kapalı bir ifadeyle Meryem hakkında
bunu kullanmış oluyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bir de onların küfürleri ve Meryem aleyhinde pek
büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle..." (en-Nisa, 4/156) Onların
küfürlerinin ne olduğu bilinmektedir, pek büyük iftiraları ise kapalı sözlerle
onun hakkında söyledikleridir. Yani senin baban kötü bir adam değildi, annen de
hayasız bir kadtn değildi. Yani sen (kocan bulunmadığı halde) bu çocuğu
doğurmuş olmakla onlar gibi olmadığını göstermiş oluyorsun, (demek
istemişlerdi).
Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Deki: 'Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran
kimdir?'Allah'tır de. Şüphe yok ki Biz yakut siz ya bir hidayet üzereyiz, veya
apaçık bir sapıklıkta." (Sebe\ 34/24) Bu İfadelerden anlaşıldığı üzere
kasıt, kâfirlerin hidayet üzere olmadıkları, yüce Allah'ın ve Rasûlünün
gösterdiği yolun ise hidayet olduğudur. îşte böylelikle kapalı ifadelerden
tıpkı açık ifadelerden, anlaşılanın kendisi anlaşılmaktadır. Nitekim Ömer
(r.a) da şair el-Hutay'a'yı şu sözleri söylemesi üzerine hapsetmiş idi:
"Bırak üstün
değerleri için. yolculuk yapma, onları ele geçirmek
Otur (evinde)! Çünkü
sen (kendisine) yemek yedirilen,, elbise giydirilensin."
Çünkü o bu sözleriyle
(hicvettiği şahsı) yemek yedirilmeleri, içirilmeleri ve giyimlerinin karşılanması
bakımından kadınlara benzetmiş olmaktadır. Ne-caşî'nin şu:
"Onun kabilesi
hiçbir taahhüdü ihlâl etmezler, İnsanlara bir hardal tanesi kadar dahi
zulmetmezler."
Sözlerini işitince:
Keşke Hattab da böyle olsaydı, demişti. Şair ise bu sözleriyle kabilesinin
zayıf olduğunu anlatmak istemiştir. Buna benzer ifadeler pe'k çoktur,
[57]
İlim adamlarının
cumhuru (çoğunluğu) kitab ehline mensub bir erkek veya onlardan bir kadına
zina iftirasında bulunan kimseye had uygulanmayacağı kanaatindedirler.
ez-Zührî, Said b.
el-Müseyyeb ve İbn Ebi Leylâ ise şöyle demişlerdir: Şayet kadının müslüman bir
kocadan olma bir çocuğu varsa, bu iftirada bulunana had uygulanır,
Bu hususta üçüncü bir
görüş daha vardır: Bu görüşe göre, bir kimse eğer müsl umanın nikahı altında
bulunan hristiyan bir kadına iftirada bulunacak olursa, ona had uygulanır.
İbnu'l-Münzir der ki:
İlim adamlarının ileri gelenleri birinci görüşü benimsemiş ve ittifakla bunu
dile getirmişlerdir. Ben bu hususta muhalefet eden bir kimseye ne yetiştim, ne
de karşılaştım. Hristiyan bir kimse, hür müslüman bir kimseye zina iftirasında
bulunacak olursa müslümanın cezası gibi ona da seksen sopa vurulur. Bu hususta
görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum.
[58]
İlim adamlarının
cumhuruna göre; köle, hür bir kimseye zina iftirasında bulunacak olursa, ona
kırk sopa vurulur. Çünkü bu da tıpkı zina haddi gibi kölelik dolayısıyla yan
yarıya indirilir.
İbn Mes'ud, Ömer b.
Abdu'İ-Aziz, Kabisa b. Züeyb'den gelen rivayete göre ise köleye seksen sopa
vurulur. Ebubekr b. Muhammed de hür bir kimseye zina iftirasında bulunmuş bir
köleye seksen sopa vurmuştur. el-Evzaî de bu görüştedir.
Cumhur, yüce Allah'ın:
"Şayet... fuhuş işlerlerse onlara evli ve hür kadınlara verilen cezanın
yarısı verilir" (en-Nİsa, 4/25) buyruğunu delil göstermektedirler.
Diğerleri de şöyle
demektedir: Biz daha önceki buyruklardan zinanın yüce Allah'a ait bir hak
olduğunu anlamaktayız. Yüce Allah'ın üzerindeki nimetleri az olan kimseler
hakkında daha hafif, yüce Allah'ın nimetleri üzerinde pek çok olan kimse
hakkında ise daha çirkin bir iş olabilir. Ancak iftira suçunun cezası insanın
bir hakkıdır ve bu hak, iftiraya uğrayanın ırzına karşı işlenen suç
dolayısıyla vacib olmuştur. Böyle bir suç kölelik ya da hürriyet dolayısıyla
farklılık arzetmez. Bu görüşün sahipleri şöyle de diyebilirler: Eğer bu hususta
farklılık olsaydı, zina hakkında söz konusu edildiği gibi burada da söz konusu
edilmeliydi.
İbnu'l-Münzir der ki;
Ancak genel olarak İslâm âleminin belli başlı bölgelerindeki ilim adamlarının
kabul ettiği görüş birincisidir, ben de birinci görüşü kabul etmekteyim.
[59]
İlim adamlarının icma
ile kabul ettiklerine göre; hür bir kimse köleye iftirada bulunacak olursa,
bundan dolayı ona ceza uygulanmaz. Buna sebep aralarındaki mertebe farkı ile
Peygamber (sav)ın şu buyruklarıdır: "Kim kölesine zina İftirasında
bulunacak olursa, böyle olması hali müstesna kıyamet gününde ona had
uygulanır." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[60] Bazı
rivayet yollarında şu ifadeler de bulunmaktadır: "Kim kölesine zina iftirasında
bulunup da bunu ispatlamayacak olursa, kıyamet gününde ona had, seksen sopa
olarak uygulanır. "[61] Bunu
da Darakutnî zikretmektedir.
İlim adamları derler
ki: Bunun âhirette uygulanacak olmasının sebebi orada böyle bir mülkiyetin
kaldırılacağından, üstün olan ile aşağıda olanın, hür ile kölenin eşit
olacağından ve kimsenin kimseye takva dışında herhangi bir üstünlüğünün
bulunmayacağından dolayıdır. Bunlar gerçekleşeceğinde insanlar hadlerde ve
saygınlıkta birbirlerine eşit olurlar. Kimde bir hak varsa, o hak a]inip
sahibine verilir. Mazlumun, zalimi affetmesi hali müstesna.
Dünyada birbirlerine
denk olmayışlarının sebebi, kölelere malik olanların onları mükâfatlandırmak
(ya da cezalandırmak) hususunda herhangi bir olumsuz hal ile karşı karşıya
kalmamalarıdır. O takdirde hiçbir hususta efendilerin herhangi bir
saygınlıkları ve üstünlükleri de kalmaz. İnsanların birbirlerinin emirlerine
verilmesinin faydası da ortadan kalkar. Bu, hikmeti sonsuz, herşeyi bilenin bir
hikmetidir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.
[62]
Malik ve Şafiî derler
ki: Bir kimse köle zannettiği bir kişiye zina iftirasında bulunup da onun hür
olduğu anlaşılırsa, ona had uygulanır. Hasan-ı Bas-rî de bu görüştedir,
İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Yine Malik der ki: Um veled
(efendisinden çocuk doğurmuş cariye)e zina İftirasında bulunan bir kimseye de
had uygulanır. İbn Ömer'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Şafiî'nin görüşüne
kıyasen o da bu görüşte olmalıdır. Hasan-ı Basrî ise: Böyle bir kimseye had
uygulanmaz, demiştir.
[63]
İlim adamları bir
erkeğe: Ey iki bacağı arasında kendisiyle ilişki kurulmuş
kişi, diyen kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere
sahiptirler. İbnu'l-Ka-sım; Böylesine had uygulanır, çünkü bu kapalı bir
ifadedir, demiştir. Eşheb ise: Bu söz dolayısıyla had uygulanmaz demiştir,
Çünkü bu söz, icma ile zina sayılmayan bir fiile nisbet etmedir.
[64]
Bulûğdan önce ve
kendisiyle ilişki kurulması mümkün olan bir kız çocuğuna zina iftirasında
bulunan bir kimsenin bu sözleri Malik'e göre bir kazf (zina iftirasOdır. Ebu
Hanife, Şafiî ve Ebu Sevr ise: Bu kazf sayılmaz, çünkü bu durumdaki bir çocuğa
had uygulanmayacağı için yapılan bu iftira da zina iftirası sayılmaz. Ancak
bunu söyleyen kimseye de ta'zir cezası uygulanır, demişlerdir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Mesele her iki ihtimali de kaldırır ve zorcadır. Çünkü Malik iftiraya
uğrayanın ırzını koruma altına almayı göz önünde bulundururken, diğerleri ise
iftirada bulunanın haksız cezaya karşı korunmasını göz önünde
bulundurmuşlardır. Ancak iftiraya uğrayanın ırzını koruma altına almak daha
önceliklidir. Çünkü iftirada bulunan bir kimse dilinin ucu ile mahremiyetini
açığa çıkarmıştır, o bakımdan ona had uygulamak gerekir,
İbnu'l-Münzir der ki:
Ahmed dokuz yaşındaki kız çocuğu hakkında: Ona iftirada bulunana sopa cezası
vurulur, demiştir. Oğlan çocuğu da on yaşına ulaştığı takdirde ona iftirada
bulunan dövülür. İshak der ki: Benzeri ilişki kurabilen bir erkek çotuğa zina
iftirasında bulunan kimseye had uygulanır. Kız çocuğu da dokuz yaşını geçti mi
bu durumdadır, İbnu'l-Münzir der ki: Baliğ olmayan bir kimseye iftirada
bulunana had uygulanmaz, çünkü bu bir yalandır. Ancak verdiği rahatsızlık
dolayısıyla ona ta'zir cezası uygulanır.
Ebu Ubeyd dedi ki: Ali
(r.a)dan rivayet edildiğine göre bir kadın yanına gelmiş ve ona kocasının
kendisine ait olan cariye ile ilişki kurduğunu söz konusu etmiş. Ali (r.a) ona
şöyle demiş; Eğer doğru söylüyor isen, biz onu rec-mederiz. Şayet yalan
söylüyor isen, o takdirde sana iftira cezası uygularız. Bu sefer kadın:
İçimdeki kin ve öfke ile birlikte beni serbest bırakınız, aileme geri gideyim,
cevabını vermiş.
Ebu Ubeyd dedi ki: Bu
hadisteki fıkhl inceliklerden birisi şudur: Koca hanımına ait olan cariye ile
ilişki kuracak olursa, ona had uygulanır.
Bir diğer incelik de
şudur: Bir kimse bu hususta ona iftirada bulunacak olursa, ona iftirada bulunan
kişiye had uygulanır. Ali (r.a)ın: Eğer yalan söylüyor isen, sana iftira
cezası uygularız, sözüne dikkat etmemiz gerekir. Bütün bunlar şöyle izah
edilir: Eğer bu işi yapan kişi, yaptığını ve söylediğini bilmeyen bir kimse
değilse bu hüküm söz konusudur. Eğer bunları bilmeyen yahut helal olduğu
şüphesi iddiasında bulunan bir kimse ise, bütün bu hallerde had cezası ondan
bertaraf edilir.
Bu rivayetteki bir
diğer fıkhî incelik de şudur: Bir adam, bir adama hakimin huzurunda zina
iftirasında bulunacak olsa, iftiraya uğrayan da hazır bulunmuyor ise, iftiraya
uğrayan kişi gelip cezanın uygulanmasını isteyinceye kadar, iftirada bulunana
bir ceza verilmez. Çünkü gelip onu tasdik edebilir, bunu bilemiyoruz. Nitekim
Ali (r.a)ın bu kadına ceza vermeye kalkışmadığı görülmektedir.
Yine bundan
anlaşıldığına göre; hakimin huzurunda bir adama zina iftirasında bulunulacak
olsa, daha sonra iftiraya uğrayan kişi gelip hakkım isterse, kendisi bu
iftirayı dinlemiş olduğundan dolayı hakim bu hakkı alır. Nitekim: Eğer yalan
söylüyor isen, sana ceza uygularız, dediğini görüyoruz. Buna sebep ise
iftiranın insanlara ait haklar arasında yer almasıdır.
Derim ki: Kazf haddi
Allah'ın haklarından mıdır, yoksa insanların haklarından mıdır, hususunda
görüş ayrılığı vardır, ileride gelecektir.
Ebu Ubeyd dedi ki:
el-Esmaî dedi ki: Şu'be bu rivayette kadının söylediği: "Beni hıncım ve
öfkemle başbaşa bırakınız" sözleri hakkında bana soru sordu, ben de ona
şöyle dedim: Bu ifade tencerenin kaynayıp taşması tabirinden alınmıştır, O
bakımdan tencerenin kaynayıp taşmasını anlatmak üzere: denilir. O bakımdan bu
kadının sözlerinin anlamı şu olur: İçinde öfke ve kıskançlık -istediği sonucu
alamayınca- kaynayıp, taşmaktadır. İşte bu anlamdan hareketle; denilir, yani
içinde ona karşı kaynayıp coşan bir kini vardır, demek istenir.
[65]
Peygamber (sav)ın
hanımlarından birisine zina iftirasında bulunan kimseye iki had uygulanır. Bu
görüş Mesruk'a aittir, İbnu'i-Arabî der ki: Sahih olan bu haddin bir tane
olacağıdır, çünkü yüce Allah'ın: "Muhsan hanımlara iftira edenler..."
âyeti umumidir; onlann sahib oldukları şeref onlara yapılan iftira dolayısıyla
haddin arttırılmasını gerektirmez. Çünkü konumun şerefi hadlere etki etmez.
Şerefin azlığı da azaltılması suretiyle haddi etkilemez. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
' İleride Âişe
(r.anhâ)ya İftirada bulunan kimsenin öldürülüp öldürülmeyeceğine dair
açıklamalar gelecektir.
[66]
Yüce Allah'ın:
"Sonradan dört şahit getînneseler" buyruğu, böyle bir iddianın
ispatlanması İçin gerekli olan dörc şahidi getiremeyenler, demektir. Bu dört
şahit diğer haklardan farklı olarak zina için gereklidir, bu da yüce Allah'ın
kullarına bir rahmeti ve onların hallerini setretmek içindir. Buna dair
açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/15- âyet, 5. başlık ve devamında)
geçmiş bulunmaktadır.
[67]
Malik'e -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- göre şahitlerin şehadeti edâ şartlarından birisi de;
bunun aynı mecliste (tek oturumda) gerçekleşmesidir. Eğer bu şahitlik değişik
meclislerde gerçekleşirse, şahitlik olmaz. Abdu'l-Melik dedi ki: Şahitlerin
toplu olarak da, ayrı olarak da şahitlikleri kabul edilir.
Malik şahitlerin bir
arada bulunup (Öylece şehadet etmelerini) bir taab-bud kabul etmektedir.
İbnu'l-Hasan da böyle demiştir.
Abdu'l-Melik'in
görüşüne göre ise maksat, şahitliğin edâ edilmesi ve bunun toplamı bulmasıdır.
Bu da hasıl olmuştur. Osman el-Bettî ve Ebu Sevr'in görüşü de budur,
İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü yüce Allah: "Sonradan dört
şahit getirmeseler" ile "şahitlerini getiremediklerine göre..."
(en-Nûr, 24/13) diye buyurmakta, bunların ayrı ayrı veya bir arada bulunmalarını
söz konusu etmemektedir.
[68]
Şahitlik tamam olmakla
birlikte, şahitlerin âdil oldukları tesbit edilmeyecek olursa, o takdirde
Hasan-1 Basrî ve Şa'bfnin görüşlerine göre ne şahitlere had gerekir, ne de
hakkında şahitlikte bulunulan kimseye. Ahmed, en-Nu'man (b. Sabit yani Ebu
Hanife) ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler.
Malik der ki: Dört
kişi onun zina ettiğine dair şahitlik etse ve bunlardan birisi âdil olarak
kabul edilmeyen yahut ta köle olursa, hepsine celde vurulur. Süfyan es-Sevrî,
Ahmed ve İshak da bir kadının zina ettiğine dair şahitlik eden dört âmâya
celde vurulacağı görüşündedirler.
[69]
Zina ettiği hususunda
aleyhinde şahitlik edilen şahıs recmedildikten sonra, şahitlerden birisi
şahitliğinden geri dönerse, bir kesimin görüşüne göre diyetin dörtte birini
tazminat olarak öder, diğerlerine de bir şey düşmez. Ka-tade, Hammad, İkrime,
Ebu Haşim, Malik, Ahmed ve Re'y ashabı böyle demişlerdir.
Şafiî de şöyle der: Eğer:
Ben bunu öldürülsün diye kasten yaptım diyecek olursa, ölenin velileri
muhayyerdirler, Dilerlerse onun öldürülmesini ta-leb ederler, dilerlerse onu
affedip diyetin dörtte birini alırlar ve bununla birlikte ona da (kazf) haddi
uygulanır.
flasan-ı Basrî de o
kimse öldürülür, diğer üçüne de her birisi diyetin dörtte biri ödetilir,
demiştir.
İbn Şîrîn der ki:
Şayet ben hata ettim, benim kastettiğim bir başkası idi diyecek olursa,
bütünüyle tam bir diyet öder. Eğer kasten böyle yaptım diyecek olursa, ona
karşılık öldürülür. İbn Şubrume de bu görüştedir.
[70]
İlim adamları kazf
haddi Allah'ın haklarından mıdır, kul haklarından mıdır yoksa her iki hakkın
karışımı mıdır, hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Birincisi Ebu
Hanife'nin görüşüdür, ikincisi Malik ve Şafiî'nin görüşüdür, üçüncüsü ise kimi
müteahhir ilim adamlarının görüşüdür.
Görüş ayrılığının
etkisi şudur: Şayet bu yüce Allah'ın bir hakkı olup imama ulaşacak olursa,
iftiraya maruz kalan kişi bu hususta talepte bulunmayacak olsa dahi imam bu
haddi uygular. İftirada bulunan kişiye de kendisi ile Allah arasında yapacağı
tevbenin faydası olur. Zinada olduğu gibi, kölelik sebebiyle had yarıya iner.
Şayet kul hakkı ise,
imam bu hakkı iftiraya maruz kalanın talebi olmadıkça uygulamaz. Kulun
affetmesiyle de bu ceza düşer, İftiraya maruz kalan kişi hakkını helâl
etmedikçe, iftira edene de tevbenin faydası olmaz.
[71]
Yüce Allah'ın:
"Dört şahit" ibaresini cumhur "dört" anlamındaki kelimeyi
"şahitler" anlamındaki kelimeye izafet yaparak okumuşlardır. Abdullah
b. Müslim b, Yesâr ile Ebu Zür'a b. Amr b. Cerir ise "Dört"
kelimesini tenvinli olarak okumuşlardır. "Şahit" kelimesi ile ilgili
de dört türlü açıklama yapılmıştır; Bu kelime "dört" anlamındaki
kelimenin sıfatı ya da bedeli olarak cer m a hat) indedir. Bununla birlikte
nekreden hal ya da temyiz de olabilir. Ancak hal ve temyiz olması tartışılır.
Zira burada hal, nekredendir, temyiz ise çoğul gelmiştir. Sibeveyh'in görüşüne
göre sayı ten-vinli gelmekle birlikte, onu izafe yapmamak, ancak şiirde caiz
olur. Ebu'1-Feth Osman b. Cinnî ise bu kıraati güzel görmekle birlikte,
cumhurun kıraatini daha sevimli bulmuştur, en-Nehhâs der ki: "Şahitler"
kelimesi, "sonra da dört şahit getiremeyecek olurlarsa" antamında
nasb mahallinde olabilir.
[72]
Dört şahidin bizzat
gördüklerine ve bu işi tıpkı (sürme) milin(in) sürme-danlıkta olduğu gibi,
gördüklerine şahitlik edecek şekilde olmalıdır. Bundan önce en-Nisa Sûresi'nde
(4/15.'âyet, 5. başlıkta) ve hadisin nassında geçtiği gibi.
Ayrıca bu şahitlik
Malik'in görüşüne göre; aynı yerde bir arada yapılmalıdır. Onlardan birisi bu
hususta tereddüt geçirecek olursa, (açıkça) şahitlik eden diğer üçüne iftira
cezası uygulanır. Nitekim Ömer, el-Muğire b. Şu'be'nİn durumu hakkında böyle
yapmıştı. Çünkü Muğire'nin aleyhinde Ebu Bekre Nu-fey' b. el-Hârİs ile kardeşi
Nafî -ez-Zehravî'ye göre; (kardeşi) Abdullah b. el-Haris'tİr- ve bu İkisinin
anne bir kardeşi ve Muaviye'nin kardeşi olduğunu belirterek nesebine ilhak
ettiği Ziyad ile (dördüncü olarak) Şibl b. Ma'bed el-Becelî şahitliği eda etmek
için geldiklerinde, Ziyad durdu ve bu konuda şahitlik etmedi. Bunun üzerine Ömer
(r.a) sözü edilen üç kişiye kazf cezasını uyguladı.
[73]
Yüce Allah'ın: "O
kimselere... celde vurun" buyruğunda geçen "celd" vurmak
demektir. "Mücâlede" derilerde veya derilerle vuruşmak anlamındadır.
Bilahare "celd" bunların dışında kılıç ya da başka şeylerle vuruşmak
için istiare olarak kullanılmıştır. Kays b. el-Hatim'in şu beyiti de bu
kabildendir;
"el-Hadika günü
kılıçla miğfer siz ve zırhsız olarak çarpışırım onlarla, Elimde kılıç,
çocukların oynarken dürüp katladığı bir mendil[74]
gibidir."
"Seksener"
kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir. "Değnek" kelimesi de
temyizdir.
"Ve
şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin" ifadesi ömür boyunca onların
şahitliklerinin kabul edilmemesini gerektirmektedir. Daha sonra onların fâsık,
yani yüce Allah'a itaatin dışına çıkan kimseler olduklarına hüküm vermektedir.
[75]
"Ancak... tevbe
edenler müstesna" buyruğu istisna olarak nasb mahallindedir. Bedel olarak
cer mahallinde olması da mümkündür, yani iftira ettikten sonra tevbe edip
hallerini düzelten kimseler dışında onların şahitliklerini ebediyyen kabul
etmeyiniz.
"Şüphesiz Allah
günahları bağışlayandır, rahmet edendir."
Ayet-i kerîme iftirada
bulunan hakkında üç hüküm ihtiva etmektedir: Sopa vurulması, şahitliğinin ebediyyen
reddedilmesi ve fasıklığı.
Buyruktaki İstisnanın,
ona vurulacak sopa cezasında herhangi bir etkisinin olmadığı icma ile kabul
edilmiştir. Bundan tek istisna ileride geleceği üzere Şa'bî'den gelen
rivayettir. İstisnanın, fâsıkhğı hususunda etkili olacağı da icma ile kabul
edilmiştir. Ancak ilim adamları bu istisnanın, bu kimselerin şahitliğinin
reddi hususundaki etkisi ile ilgili farklı görüşlere sahiptirler.
Kadı Şureyh, İbrahim
en-Nehaî, Hasan-ı Basrî, Süfyan es-Sevrî ve Ebu Ha-nife der ki: İstisnanın
şahitliğinin reddedilmesinde herhangi bir etkisi yoktur. Onun fâsıkhğı ancak
Allah nezdinde ortadan kalkar. İftirada bulunan kimsenin şahitliği, tevbe
etse, kendi kendisini yalanlasa dahi hiçbir şekilde, hiçbir durumda asla kabul
edilmez.
Cumhurun kanaatine
göre ise istisnanın şahitliğin reddi hususunda etkisi olur. İftira eden kimse
tevbe ettiği takdirde, şahitliği de kabul edilir. Çünkü onun şahitliğinin
reddedilmesi ancak fasıklıktan dolayı idi. Tevbe ile bu ortadan kalktığına
göre, kendisine iftira haddinin uygulanmasından önce olsun, sonra olsun
şahitliği kabul edilir. Genel olarak fukahânın kabul ettiği görüş budur.
Ancak böyle bir
kimsenin tevbesinin ne şekilde olacağı hakkında farklı görüşler vardır. Ömer b.
el-Hattab (r.a), eş Şa'hî ve diğerlerine göre; kendisine had uygulandığı
nususta yalancı olduğunu belirtmedikçe tevbe etmiş olmaz. Ömer (r.a)ın
uygulaması da bu şekildedir, çünkü o Muğire aleyhine şahitlik edenlere şöyle
demişti: Kim yalancı olduğunu söylerse bundan sonra ben onun şahitliğini kabul
ederim, kim de böyle yapmayacak olursa ben de
şahitliğini geçerli kılmam. eş-Şibl b. Ma'bed ve Nafî b. el-Hâris b.
Kelede kendilerini yalanladılar ve tevbe ettiler. Ebu Bekre ise böyle bir işe
yanaşmadı, o bakımdan onun şahitliğini kabul etmezdi. en-Nehhâs bu görüşü
Medineli-lerden de nakletmektedir.
Aralarında Malik -yüce
Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkalarının da bulunduğu bir kesim de şöyle
demiştir: Böyle bir kimsenin tevbesi halini ıslah edip, düzeltmesidir. İsterse
yalanlamak suretiyle söylediği sözden geri dönmesin. İftirası dolayısıyla
pişmanlık duyup mağfiret dilemesi ve benzen bir işe tekrar dönmeyi terketmesi
ona yeter. İbn Cerir'in de görüşü budur.
eş-Şa'bî'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: İstisna her üç hükümden de yapılmıştır, Böyle bir
kimse tevbe eder, tevbesi açığa çıkarsa ona had uygulanmaz, şahitliği kabul
edilir ve fasıklıkla nitelendirilmesi de ortadan kalkar. Çünkü artık o,
kendilerinden razı olunan (şahitliği kabul edilen) kimselerden olmuş olur.
Yüce Allah da: "Muhakkak Ben tevbe eden... kimselere çok çok mağfiret
ediciyim." (Tâ-Hâ, 20/82) diye buyurmuştur.
[76]
İlim adamlarımız -yüce
Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- zina iftirasında bulunan kimsenin
şahitliğinin ne zaman düşeceğini (geçersiz olup kabul edilmeyeceği) hususunda
farklı görüşlere sahiptir. İbnu'l-Macişun: Bizzat iftira etmesiyle birlikte
(düşer) derken, İbnu'l-Kasım, Eşheb ve Suhnun ise: Ona had cezası
uygulanmadıkça şahitliği düşmez, demişlerdir. Eğer af ya da buna benzer haddi
uygulamaya engel herhangi bir sebeb bulunursa şahitliği reddedilmez.
Şeyh Ebu'l-Hasen
el-Lahmî der ki: Böyle bir kimsenin eceli gelinceye kadar şahitliği İptal
edilir. Ancak iftira halinde kişinin kendisini yalanlamak suretiyle tevbenin
söz konusu olacağı, görüşü tercih edilmektedir. Aksi takdirde eğer iftirada
bulunup kendisine had uygulandıktan sonra yine de adaleti üzere kalacağı
söyleniyorsa, adaletin geri dönmesi nasıl söz konusu olsun?
[77]
Tevbe ettikten sonra
şahitliğinin geçerli olacağını kabut edenler, hangi hususlarda şahitliğinin
kabul edileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik -yüce Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Kayıtsız ve şartsız olarak her hususta
şahitliği caizdir. Herhangi bir günah sebebiyle had cezası uygulanmış olan
herkesin durumu da budur. Bu görüşü Nâfî ve İbn Abdi'l-Hakem, Malik'ten rivayet
etmişlerdir. Aynı zamanda bu İbn Kinâne'nin de görüşüdür.
el-Vakaar (lakabli
Zekeriya b. Yahya)'nın Malikten naklettiğine göre; özel olarak haddin kendisine
uygulandığı hususta şahitliği kabul edilmez, ancak diğer hususlarda şahitliği
kabul edilir. Mutarrif ve İbnu'l-Macişun'un da görüşü budur.
el-Utbî, Esbağ ve
Suhnun'dan da benzerini rivayet etmektedir. Suhnun dedi ki: Herhangi bir
hususta kendisine had uygulanmış bir kimsenin şahitliği, kendisine haddin
uygulandığı benzer bir durumda geçerli değildir. Mut-tarrif ve İbnu'l-Macişun
da şöyle demişlerdir: Zina İftirası dolayısıyla ya da zina sebebiyle kendisine
had uygulanmış olan bir kimsenin zina, kazf ve li-ân ile ilgili hiçbir hususta
şahitliği kabul edilmez, isterse adaletli bir kimse olsun. Onlar bu görüşlerini
Malik'ten rivayet ederler.
Zina mahsulü çocuğun
şahitliğinin zina ile ilgili hususlarda caiz olmayacağını da ittifakla kabul
etmişlerdir.
[78]
Birbirine atıf ile
bağlanmış cümlelerden sonra, istisna yapıldığı takdirde Malik, Şafiî ve
mezhebine mensub ilim adamlarına göre bu istisna, bütün cümlelere ait olur.
Ebu Hanife ve onun
mezhebine mensub ileri gelen ilim adamlarına göre istisna zikredilmiş en
yakına râci olur. Burada da fâsıklıktır, bundan dolayı şahitliği kabul
edilmez. Çünkü istisna özel olarak fasıklığa raci'dir, şahitliği kabulüne
değil.
Bu usûl kaidesinde
görüş ayrılığının İki sebebi vardır.
Birinci sebep:
Cümleler bünyelerindeki atıf dolayısıyla tek bir cümle hükmünde midir, yoksa
herbir cümlenin bağımsız olarak ayrı bir hükmü vardır ve atıf harfi ifadeyi
güzelleştirici ve hükmü ortak kılıcı mıdır, şeklindeki görüş ayrılığıdır.
Cümlelerin atfı hususunda doğru olan görüş budur. (Hükümlerde ortak kılıcıdır)
Çünkü nahivde de bilindiği üzere farklı cümlelerin birinin diğerine
atfedilmesi caizdir.
İkinci sebep;
istisnanın önceki cümlelere ait olması bakımından şarta ben-zetilmesidir. Bunu
kabul eden fukahâ istisnanın önce geçen bütün cümlelere ait olduğunu kabul
ederler.
Bir diğer görüş ise;
bu benzerliğin olmadığı doğrultusundadır. Zira böyle bir şey dilde kıyas
kabiÜndendir, bu ise fıkıh usûlünde bilindiği üzere fasittir. Aslolan bütün
bunların ihtimal dahilinde olduğu ve bir tercihin yapılamayacağıdır. O halde
bu konuda el-Kadi'nin dediği şekilde genel bir kanaat belirtmemek gerekir. Bu
hususta yüce Allah'ın Kitabında her iki şeklinde varid olması meseleyi daha da
zorlaştırmaktadır. Mesela, muharebe (yol kesme) âyetinde (el-Mâide, 5/33)
zamirin önce zikredilenlerin hepsine ait olduğu ittifakla kabul edilmiştir.
Hata yoluyla rnü'minin öldürülmesi ile ilgili âyette (en-Nisa, 4/92) istisnanın
da son cümleye ait olduğu İttifakla kabul edilmiştir. (Konumuzu teşkil eden)
kazf âyetinde ise her iki ihtimal de söz konusudur. O halde burada meselenin
tetkik edilerek bir sonuca ulaşmak gereği kaçınılmaz biricik yol olarak,
ortaya çıkmaktadır.
İlim adamlarımız der
ki: İşte bu, usûle dair genel bir yaklaşım tarzıdır. Cüzî alanda, fikhî bakış
açısında Malik ve Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerlerine ol-sun-nin görüşleri
ağırlık kazanmaktadır. Şöyle ki: Burada istisna fasıklığa ve şahitliğin kabul
edilmesi yasağına bir arada râci'dir. Bu hususta kabul edilmesi gereken bir
haberin, aralarında fark olduğunu belirtmesi hali müstesna. Ümmet tevbenin
küfrü dahi sileceğini icma ile kabul etmiştir. Küfürden daha aşağı mertebede
olanları silmesi ise öncelikle söz konusudur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır,
Ebu Ubeyd der ki:
İstisna bir önceki cümleye râci'dir. Bir kimseyi zina etmekle suçlayan bir
kişi bizzat zinayı işleyenden daha büyük bir günah işlemiş olamaz. Zina eden
tevbe etliği takdirde şahitliği kabul edilir, çünkü; "günahtan tevbe
eden, günahı olmayan bir kimse gibidir."[79]
Yüce Allah kulundan
tevbeyi kabul ettiğine göre, kulların tevbe edenin tevbe ettiğini kabul
etmeleri öncelikle söz konusudur. Üstelik böyle bir istisna Kur'ân-ı Kerîm'de
bir kaç yerde mevcuttur. Bunlardan birisi yüce Allah'ın: "Allah'a ve
Rasûlüne karşı savaşanların... yalnız... tevbe edenler müstesnadırlar"
(el-Mâide, 5/33-34) buyruğudur. Şüphesiz kî bu istisna daha önce anılanların
hepsine aittir.
ez-Zeccâc der ki: Zina
iftirasında bulunan kimsenin günahı kâfirden daha büyük değildir. O halde
tevbe edip halini düzelttiği takdirde şahitliğinin kabul edilmesi de onun
hakkıdır. (ez-Zeccâc devamla) der ki: Yüce Allah'ın: "Ebedlyyen"
buyruğu ise, iftira etmeye devam ettiği sürece anlamındadır. Nitekim: Kâfirin
şahitliğini ebediyyen kabul etme! denildiği takdirde, bu kâfir kaldığı sürece
kabul etme, anlamındadır,
eş-Şa'bî der ki: Bu
meselede muhalif kanaat sahipleri lehine şöyle bir delil vardır: Allah onun
tevbesini kabul ederken, siz onun şahitliğini kabul etmemektesiniz.
Diğer taraftan,
istisna bir takım usûl âlimlerinin kanaatine göre eğer son cümleye râci' ise
yüce Allah'ın: "Onlar fdsıkların tâ kendileridir" buyruğu bir
ta'lildir. Yoksa bizatihi muştaki] bir cümle değildir, fasıklıkları sebebiyle
şahitliklerini kabul etmeyiniz, demektir. Fâsıklık ortadan kalkacak olursa,
şahitlikleri ne diye kabul edilmesin?
Diğer taraftan
iftirada bulunan kimsenin tevbesi, kendi kendisini yalan-lamasıdır. Nitekim
Ömer (r.a), Muğire'ye iftirada bulunan kimselere benzeri bir sözü ashabın
huzurunda söylemiş ve onlardan kimse buna itiraz etmemiştir. Halbuki mesele
Basra'dan, Hicaz'a kadar ve oradan diğer bölgelere kadar oldukça yaygınlık
kazanmıştı. Eğer âyetin te'vili Kûfelilerİn dediği gibi olsaydı, Ashab-ı
Kiram'ın böyle bir şeyi bilmemeleri düşünülemez ve Ömer'e: İftirada bulunan bir
kimsenin tevbesinin kabul edilmesi, ebediyyen caiz değildir, derlerdi. Yüce
Allah'ın Kitabının yanlış te'vil edilmesi sonucunda verilen bir hükme karşı
susmaları mümkün olmazdı. Böylelikle onların (muhalif kanaatte olanların)
görüşleri çürütülmüş olmaktadır. Yardım Allah'tandır.
[80]
el-Kuşeyrî dedi ki:
Şayet iftiraya maruz kalan kişi, İftirada bulunana had-din uygulanmasını
istemeden ya da yetkili devlet otoritesine konu arzedil-meden Önce ölür, yahut
affederse, o takdirde iftirada bulunan şahsın şahitliğinin kabul edileceğinde
görüş ayrıltğı yoktur. Çünkü karşı kanaati savunanlara göre bu meselede
şahitliğin kabul edilmesinin yasaklanışı, cezanın uygulanmasına atfedilmiştir.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O kimselere seksener değnek vurun
ve şahitliklerini ebedlyyen kabul etmeyin." İşte bu hususta Şafiî de
şöyle demektedir: Böyle bir kimsenin had uygulanmadan önceki hali, had
uygulandıktan sonraki halinden daha kötüdür, çünkü hadler keffârettir. Daha iyi
halinde şahitliği reddedilirken, olumsuz ve daha aşağı halde nasıl kabul
edilebilir?
Derim ki: O böyle
demiştir, ancak bu hususta bir aykırılık yoktur. Çünkü daha önce
Îbnu'l-Macişun'dan bizzat iftirada bulunmakla şahitliğinin reddedileceğine dair
görüş kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu, el-Leys, el-Evzaî ve Şafiî'nin de
görüşüdür. Had uygulanmayacak olsa dahi şahitliği reddedilir, çünkü İftirada
bulunmakla fâsık olur. Zira bu büyük günahlardandır. İftiraya maruz kalan
kimsenin zina ettiğini ikrar etmedikçe, ya da aleyhine de-lil,ortaya
konulmadıkça, onun böyle bir günahtan uzak olduğu sahih bir şekilde ortaya
konulamaz.
[81]
"Ve ıslah olanlar
müstesna" buyruğu ile tevbe ettiklerini açığa vuranları kastetmektedir.
Amellerini ıslah edenler diye de açıklanmıştır.
"Şüphesiz Allah
günahları bağışlayandır, rahmet edendir." Çünkü onlar da tevbe etmişler
ve yüce Allah tevbekrini kabul etmiştir.
[82]
6. Eşlerine
zînâ İsnad edip kendilerinden başka şahldleri olmayanların herbirisinin
şahitliği dört defo: "Kendisi muhakkak doğru söyleyenlerdendir" diye
Allah adına şehadet etmesidir.
7.
Beşincisinde de: "Eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti üzerine
olsun" diye şehadet eder.
8. Kadının:
"Billahi o, muhakkak yalancılardandır" diye dört defa şahitlik
etmesi, o zevceden cezayı savar.
9.
Beşincisinde de: "Eğer o doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabı benim
üzerime olsun" der.
10. Ya
üzerinizde Allah'ın lütfü, rahmeti ve Allah gerçekten tevbe-lerİ kabul eden
Hakîm olmasaydı...
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız:
[83]
"Kendilerinden
başka şahitleri olmayanların" buyruğunda; "Kendileri" lafzı ref
ile bedel olarak okunmuştur. İstisna olarak ve bir de; "ol... an"ın
haberi olarak nasb ile de okunabilir.
"Herbirisinin
şahitliği dört defa... Allah adına şehadet etmesidir" buyruğunda
"Şahitliği" ref ile mübtedâ okuyuş, Kûfeliierin kıraati
olup; "Dört defe" da onun haberidir. Yani
kişinin üzerinden iftira haddini ortadan kaldıracak olan kimsenin şahitliği,
dört defa yapacağı şahitliktir.
Medineliler ile Ebu
Anır "dört defa" anlamındaki kelimeyi nasb ile okumuşlardır. Çünkü
"şahitliği" kelimesi; " Şahitlik etmesi" anlamındadır.
İfadenin takdiri de şöyledir: Onlardan herhangi birisi dört defa şahitlik
etmelidir. Yahut da durum onlardan herhangi birisinin dört şahitlikte bulunmasıdır.
İkincisinde; bu lafzın "şehâdet" kelimesi ile mansub olduğunda da
görüş ayrılığı yoktur.
"Beşincisinde"
anlamındaki buyruk mübteda olarak merfu'dur. Haber ise ve onun sılasıdır. Bu
edatın şeddesiz gelmesinin anlamı şeddeli gelenin-ki gibidir. Çünkü;
manasındadır.
Ebu Abdu'r-Rahman,
Talha ve Hafs'ın rivayetine göre Âsim bu kelimeyi nasb ite okumuştur. Bunun da
anlamı: Beşinci defa şahitliği de... diye yapar. Diğerleri, mübteda olarak
merfû' okumuşlardır. Haber, "Allah'ın laneti üzerine olsun"
buyruğundadır. Yani beşinci şehadet, adamın söyleyeceği:"...Allah'ın
laneti üzerine olsun" sözleridir, şeklindedir.
[84]
Ebû Davud'un
zikrettiği İbn Abbas yoluyla gelen rivayete göre Hilâl b. Ümeyye Peygamber
(sav)ın huzurunda hanımının Şerik b. Sahmâ ile zina ettiğini ileri sürdü.
Peygamber (sav): "Ya delil getirirsin yahut sırtına had uygularım"
diye buyurdu. Hilâl dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herhangi bir kimse bir
adamı hanımının üzerinde görecek olursa, gidip delil mi arayacak? Peygamber
(sav) yine: "Ya delil getirirsin yahut sırtına had uygularım" demeye
devam etti. Hilâl dedi ki: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki ben gerçekten
doğru söylüyorum ve yemin ederim ki Allah benim bu işim hakkında sırtımı
uygulanacak hadden kurtaracak buyrukları indirecektir. Bunun üzerine;
"Eşlerine zina İsnad edip kendilerinden başka şahitleri olmayanların
herbirislne...* âyeti nazil oldu ve bu buyrukları: "Eğer o doğru söyleyenlerden
ise... der" âyetine kadar okudu ve hadisin tamamını zikretti.[85]
Denildiğine göre daha
önce geçen ve muhsan hanımlara zina iftirasında bulunan kimseler hakkındaki
âyet-i kerîme nazil olunca ve bu âyet zahiri itibariyle gerek kocaları,
gerekse de başkalarını kapsadığından dolayı Sa'd b. Muâz dedi ki; Ey Allah'ın
Rasûlü! Ben hanımımla birlikte bir adamı göreceğim de gidip dört şahit
getirinceye kadar ona mühlet vereceğim öyle mi? Allah'a yemin ederim (korkutmak
maksadıyla) kılıcın eniyte değil de keskin tarafıyla öldürmek kastıyla
vururum. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Siz Sa'd'ın bu
derece kıskançlığına hayret mi ediyorsunuz? Elbette -ki ben ondan daha
kıskancım, yüce Allah ise benden de kıskançtır. "[86]
Sa'd'in söylediği
sözler ile ilgili farklı rivayetler gelmiş ise de manaları buna yakındır.
Daha sonra da Hilal b.
Ümeyye el-Vâkifî geldi ve hanımının Şerik b. Sah-mâ el-Belevî ile
-belirttiğimiz üzere- zina ettiğini ileri sürdü. Peygamber (sav) ona kazf haddi
vurmayı kararlaştırdı ise de bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nazil oldu.
Rasûlullah (sav) onları mescidde bir araya getirdi ve lanetleş-tiler. Beşinci
şahitlik esnasında kadın kendisine öğütler verilip de: Eğer yalan söylüyor
isen (artık bu), ilâhî azabı gerektirecek bir ifadedir denilince, tereddüt
etti. Sonra da: Ben bu günden itibaren artık kavmimi rezil edemem dedi ve
lanetleşmeyi tamamladı. Rasûluilah (sav) da onları"birbirinden ayırdı.
Daha sonra o kadın -istenilmeyen vasıflarda- teni siyah, beyaza çalan deveyi
andıran bir çocuk doğurdu. Bundan sonra bu oğlu Mısır'a emir oldu ve babasının
kim olduğunu bilmiyordu.
Yine Uveymir (b.
Eşkar) el-Aclânî gelerek hanımının zina ettiğini İleri sürdü ve lanetleşti. Meşhur
olan ise Hilal'in başından geçen olayın daha önce meydana geldiği ve âyetin
nüzul sebebini teşkil ettiğidir. Bir görüşe göre de Uveymir b. Eşkar'ın
başından geçen olay daha önce olmuştur. Bu da hadis imamlarının rivayet
ettikleri meşhur bir hadistir.[87]
Ebu Abdullah b. Ebi
Sufra dedi ki: Doğru olan hanımının zina ettiğini ileri süren Uveymir
olduğudur. Hilal b. Ümeyye adı hata yoluyla zikredilmiştir. et-Taberî dedi ki:
Hadiste Hilal b. Ümeyye adının zikredilmesi münker-dir. İftira eden şahsın asıl
adı Uveymir b. Zeyd b. el-Ced b. el-Aclanî'dîr. Bu Peygamber (sav) ile birlikte
Uhud'da hazır bulunmuştu. Hanımının Şerik b. es-Sehma ile zina ettiğini
söylemişti. es-Sahma Şerik'in annesinin adıdır. Ona bu ismin veriliş sebebi
siyah oluğu idi. Kendisi asıl İbn Abde b. el-Ced b. el-Aclânî'dİr. Ahbar
bilginleri böyle diyorlardı.
Denildiğine göre
Peygamber (sav) cuma günü hutbesinde insanlara: "Muhsan hanımlara İftira
edenler..." buyruklarını okudu. Âsim b. Adî el-Ensarî dedi ki: Allah bent
sana feda etsin. Bizden bir kimse hanımının karnı üzerinde bir adam bulacak
olsa ve cereyan eden olayı haber verip, konuşursa ona seksen sopa vurulacak.
Müslümanlar da o kimseye fasık diyecekler, şahitliği de kabul edilmeyecek.
Peki böyle bir durumda biz dört şahidi nereden bulacağız? O gidip dört şahit
buluncaya kadar adam işini görmüş, bitirmiş olacak. Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: "Âyet böyle indirildi. Ey Âsim b. Adî." Âsim buyruğu
dinleyen ve itaat eden bir halde çıkıp gitti. İstirca etmekte (innâ lillah ve
innâ ileyhi raciun demekte) olan Hilal b. Ümeyye ile karşılaştı. Ona; Ne haber?
diye sordu. O da: Kötü dedi, Şerik b. es-Sahma'yı kanm Havle'nin karnı üzerinde
onunla zina ederken buldum. Burada sözü edilen Havle ise Âsim b. Adiy'in
kızıdır. Bu rivayet te bu şekildedir: Yani hanımı ile Şerik'İ gören kişi Hilal
b. Ümeyye'dir. Fakat sahih olan, -daha önce açıklandığı üzere- buna muhaliftir.
el-Kelbî dedi ki: Daha
kuvvetli ihtimale göre hanımı ile birlikte Şerik'i gören kişi Uveymir
el-Aclanfdir. Çünkü Peygamber (sav)dan el-Aclanî ile hanımı arasında
lanetleşmeyi gerçekleştirdi, şeklindeki rivayetler çoktur. Ravi-ler de zina
eden bu şahsın Şerik b. Abde olup annesinin adının es-Sahmâ olduğunu ittifakla
belirtmektedirler. Uveymir ile Kays'ın kızı Havle ve Şerik ise Âsım'ın amca
çocuklarıdırlar. Bu olay hicretin dokuzuncu yıltnda, Şa'ban ayında, Rasûluilah
(sav)ın Tebuk'ten Medine'ye dönüşü sırasında olmuştu. Bu açıklamaları et-Taberî
yapmıştır.
Darakutnî'nin
rivayetine göre de Abdullah b. Ca'fer şöyle demiştir; Uveymir et-Aclânî ile
hanımı arasında lanetleşmeyi gerçekleştirdiği sırada Rasûluilah (sav)ın
huzurunda bulundum. Rasûlullah (sav) o sırada Tebûk gazvesinden dönmüştü.
(Uveymir) karısının karnında gebe bulunduğu çocuğu kabul etmemiş ve bunun
İbnu's-Sahmâ'dan olduğunu söylemişti. Rasûlullah (sav) da ona şöyle buyurmuştu:
"Hanımını getir. Hakkınızda Kur'ân nazil olmuş bulunuyor." Peygamber
ikindi namazından sonra minber'İn yakınında bir örtü üzerinde aralarında
lanetleşmeyi icra etti.[88]
Bu rivayetin senedinde
el-Vâkıdî, ed-Dahhâk b. Osman'dan, o İmran b. Ebi Enes'ten[89] dedi
ki; Ben Abdullah b. Ca'fer'i şöyle derken dinledim... diyerek hadisin geri
kalan bölümünü zikretmektedir.
[90]
'Yüce Allah'ın:
"Eşlerine zina isnadedlp..." buyruğu her türlü zina isnadı hakkında
umumi bir tabirdir. İster hanımına: Sen zina ettin, ister: Ey zâniye, desin,
isterse de: Ben onu zina ederken gördüm, ya da: Bu çocuk benden değildir
desin, âyet-i kerime bütün bunları kapsamaktadır. Koca eğer dört şahit
getirmeyecek olursa, liân icab eder, İlim adamlarının cumhuru, fuka-hânın
geneli ve hadis ehlinin büyük topluluğu bu görüştedir. Malik'ten de buna benzer
bir rivayet nakledilmiştir. Malik şöyle derdi: Ben seni zina ederken gördüm
demedikçe, yahut karısının hamileliğinin ya da çocuğunun kendisinden olmadığını
söylemedikçe laneüeşme olmaz.
Ebu'z-Zinâd, Yahya b.
Said ve el-Bettî'nin de görüşleri Malik'in görüşü gibidir: Mülâane
(lânetleşme, liân) zina iftirasını yapmakla gerekmeyip ya görmekle yahut da
istibrâya rağmen[91] hamilelikle birlikte
çocuğun kendisinden olmadığını iddia etmekle olur. Malik'in meşhur olan görüşü
budur, İb-nu'l-Kasım da böyle demiştir.
Ancak doğru olan -yüce
Allah'ın: «Eşlerine zina isnad edip..." buyruğunun umumiliği dolayısıyla-
birinci görüştür. İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-ı Ke-rîm'in zahir ifadesi, görmek
söz konusu olmaksızın mücerred iftira sebebiyle lanetleşmenin vacib olmasında
yeterlidir. O bakımdan onun esas alınması gerekir. Özellikle sahih hadiste de
şöyle denilmektedir: Ne dersin? Bir adam karısı ile birlikte birisini görürse,
ne yapmalıdır? Peygamber (sav): "Git onu getir" demiş ve gördüğünü
açıkça söylemekle onu mükellef tutmamıştır. Kör bir kimsenin hanımına zina
İsnad etmesi halinde lanetleşeceği icmâ ile kabul edilmiştir. Eğer görmek,
lanetleşmenin bir şartı olsaydı, âmâ için lanetlenme söz konusu olmazdı. Bu
açıklamayı Ebu Ömer yapmıştır. İbnu'1-Kas-sar'ın da Malik'ten naklettiğine
göre; âmânın lanetleşmesi: Ben o adamın fer-cinin, karımın fercinde olduğunu
elimle dokunarak tespit ettim, demedikçe sahih olmaz.
Bu hususta Malik ve
ona uyanların lehine delil, Ebû Dâvûd'da yer alan şu rivayettir: İbn Abbas
(r.a)dan dedi ki: (Tebuk'e mazeretsiz olarak gitmedikleri için) tevbeleri
kabul edilen üç kişiden birisi olan Hilâl b. Ümeyye, akşam vakti çalıştığı
arazisinden geri dönünce hanımı yanında bir adam gördü. Gözüyle gördü,
kulağıyla işitti. Sabah oluncaya kadar onu tedirgin edecek bir şey yapmadı.
Sabah olunca Rasûlullah (sav)ın yanına gidip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlüi
Ben akşam vakti ailemin yanına geri döndüm. Onların yanında bir adam gördüm.
Gözümle gördüm, kulağımla işittim. Rasûlul-lah (sav) onun bu söylediklerinden
hoşlanmadı ve bu ifadeler ona çok ağır geldi. Bunun üzerine: "Eşlerine
zina isnad edip, kendilerinden başka şahitleri olmayanların her birisinin
şahitliği..." âyeti nazil oldu deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[92]
İşte bu, Rasûlullah
(sav)ın hakkında hüküm verdiği lânetleşmenin ancak görmek halinde süz konusu
olduğunu ve dolayısıyla bundan daha ileriye gitmemek gerektiğini
göstermektedir. Kim hanımına zina isnad edip de görmekten söz etmezse ona had
uygulanır. Buna sebep yüce Allah'ın: "Muhsan hanımlara iftira
edenler..." buyruğunun genel ifadesidir.
[93]
Koca hanımının
gebeliğinin kendisinden olmadığını iddia ederse lanetle-şîr. Çünkü bu görmekten
daha kuvvetli bir delildir, ancak ilişki kurmamış olduğunu ve ondan sonra da
hamile olmadığının anlaşıldığını (istibrâ) söz konusu etmelidir.
İlim adamlarımız
istibrâ (hamile olmadığının anlaşılması) hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. el-Muğîre ve Malik bu husustaki İki görüşlerinden birisine göre
bu hususta bir defa ay hali olmak yeterlidir, derler. Yine Malik: Ancak üç ay
hali olduktan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söyler, demiştir. Ancak
sahih olan birincisidir, çünkü rahimde hamileliğin bulunmadığı bir ay hali ile
gerçekleşir. Nitekim cariyenin istibrâsı (hamile olmadığının anlaşılması) da
bununla gerçekleşir. Üç defa ay hali olmayı iddet-lerde göz önünde bulundurmak,
ilende yüce Allah'ın izniyle et-Talâk Sûresi'nde açıklanacağı üzere bir başka
sebepten dolayıdır.
el-Lahmî, Malik'ten
bir defasında şöyle dediğini nakletmektedir: Çocuk istibrâ ile (kadının ay
hali olması delil gösterilmekle) nefyedilmez (reddedilmez,) Çünkü gebelikle
beraber ay hali de olunabilir. Eşheb, İbnu'l-Mevvâz'ın Kitab'ında böyle
demiştir, el-Muğire de bu görüştedir. O ayrıca şöyle der: Çocuğun kendisinden
olmadığını ancak beş yıl süre geçmekle İleri sürebilir, çünkü -önceden de
geçtiği üzere- hamilelik süresinin azamisi budur,
[94]
Mezhebimize (Maliki
mezhebine) göre liân hür olsunlar, köle olsunlar,
mü'min ya da kâfir olsunlar, fâsık ya da adaletli olsunlar her iki eş
arasında olur. Şafiî de bu görüştedir. Ancak adam ile cariyesi arasında,
kendisi ile um veledi arasında la netleşme söz konusu değildir.
Bir görüşe göre
cariyenin çocuğunun ondan olmadığı ancak -Kândan farklı olarak- tek bir yemin
ile kabul edilebilir. Şöyle de denilmiştir: Um veledinin çocuğunu reddedecek
olursa lanetledir.
Birinci görüş, Mâliki
mezhebi esaslarından çıkartılan sonuçtur, doğrusu da budur. Ebu Hanife der ki:
Lian ancak hür ve müslüman iki eş arasında sahih olur. Çünkü ona göre Hân bir
şahitliktir. Bize ve Şafiî'ye göre liân bir yemindir. Yemini sahiholan
herkesin zina iftirasında bulunup liân yapması da sahihtir. Erkek ve kadının
mükellef olmalarının şart olduğunu (fukahâ) ittifakla kabul etmişlerdir.
Hadiste yer alan;
"Hanımıyla birlikte bir adam buldu" ifadesi lanetleşme-nin karı ve
kocaya vacib olduğunun delilidir. Çünkü bu hususta erkekler arasında da,
kadınlar arasında da herhangi bir tahsise gidilmemiştir. Liân âyeti de bu
soruya cevap olarak nazil olmuş ve: "Eşlerine zina İsnad edip..."
buyrularak eşler arasında bir tahsis yoluna gidilmemiştir. Malik ile
Medine-liler de bu görüştedirler. Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Ubeyd ve Ebu Sevr'in
de görüşleri budur.
Aynı şekilde liân nikâhın
feshedilmesini gerektirdiğinden bu yönüyle talâka benzemektedir. Dolayısıyla
talâk yapması caiz olan herkesin iiân yapması da caiz olur. Liân ise yapılan
yeminlerden ibarettir, şahitlik değildir. Nitekim söz söyleyenlerin en doğrusu
olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizim şahitliğimiz o iki kişinin
şahadetinden elbette daha doğrudur." (el-Mâide, 5/107) Burada
"şahitlik" yemin anlamındadır. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: 'Şehadet ederiz
ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün.'" (el-Munafikun, 63/11) Daha sonra
ise: "Onlar yeminlerini kalkan edindiler." (el-Munafikun, 63/2) diye
buyurmaktadır. Peygamber (sav) da; "Şayet yeminler olmasaydı, ben ona ne
yapacağımı bilirdim. "[95] diye
buyurmaktadır,
es-Sevrî ve Ebu
Hanife'nin getirdikleri delillere gelince; bu deliller ayaklan üstünde
durabilecek kadar güçlü değildir. Bunlardan birisi Amr b. Şuayb'in babasından,
onun dedesi Abdullah b. Amr'dan gelen rivayettir. Rasûlullah (sav) dedi ki:
"Dört kişi arasında lanetleşme yoktur: Hür ite cariye arasında liân
yoktur. Hür kadın ile küle arasında liân yoktur. Müslüman ile yahudi kadın
arasında liân yoktur. Müslüman ile hristiyan kadın arasında liân yoktur."
Bunu Darakutnî hepsi de zayıf oian çeşitli yollardan rivayet etmektedir,[96]
İki imam el-Evzaî ve
îbn Cüreyc, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden, dedesinin sözü
olarak rivayet etmekte olup, Peygamber (sav)a merfu olarak nisbet
etmemektedirler.[97]
Kıyastan da şunu delil
göstermişlerdir: Kocalar yüce Allah'ın: "Kendilerinden başka şahitleri
olmayanların" buyruğunda şahidler arasından istisna edildiklerinden;
ancak şahitliği caiz olan kimselerin Iânetleşmeleri icab etmektedir. Aynı
şekilde şayet bu bir yemin olsaydı, defalarca tekrarlanmazdı. Bunun
tekrarlanmasındaki hikmet ise sayı itibariyle zinada aranan şahitler sayısının
yerini cutmasıdır.
Biz deriz ki: Bu iddia
kasame yemini ile çürütülebilir, çünkü kasame yemini icmâ' İle şahitlik
olmamakla birlikte defalarca tekrarlanır. Tekrarlanmasındaki hikmet İse namus
ve kanların vebalinin büyüklüğüdür. İbnu'l-Arabî der ki: Liânın yemin olup
şahitlik olmadığının ayırıcı ölçüsü şudur: Koca iddiasını ispatlamak ve
kendisini azaptan (cezadan) kurtarmak için, kendi nefsi için kendisi lehine
yemin eder. Herhangi bir kimsenin kalkıp "şeriatte şahit başkası aleyhine
hüküm gerektirecek sözlerle kendisi hakkında ve kendi adına şahitlik
eder" iddiasında bulunması mümkün müdür? Böyle bir şey aslı (nastan
dayanağı) itibariyle (delil olmaktan) uzaktır, kıyas yoluyla da buna benzer
bir hükme varılamaz.
[98]
İlim adamları dilsizin
lanetleşmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik ve Şafiî Ianetleşir
derler. Çünkü dilsiz bir kimse, -ne dediği anlaşıldığı takdirde- talâkı, ziharı
ve îlâsı sahih olan kimselerdendir. Ebu Hanife: La-netleşmez demiştir, çünkü
dilsiz, şahitlik yapmaya ehil kimselerden değildir. Zira konuştuğu takdirde
lanetleşmeyi kabul etmeyebilir. O halde bizim ona haddi uygulamaya imkânımız
olmaz. Bu anlamdaki açıklamalar ve buna dair deliller daha Önce Meryem
Sûresi'nde (19/29-33. âyetler, 5- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a
hamdolsun.
[99]
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Ebu Hanife'nin görüşüne göre âyet umumîdir. O bakımdan o şöyle demektedir;
Adam kendisiyle evlenmeden önce eşine zina ettiği iftirasında bulunacak olursa,
onunla Ianetleşir. Ancak o bu görüşü ileri sürerken yüce Allah'ın:
"Muhsan hanımlara iftira edenler" buyruğunun muhtevasını unutmuş görünmektedir.
Bu durumda koca, henüz daha evli değilken kadının zina ettiği iftirasında
bulunmuştur. Liân, ancak nesebi de ilgilendiren bir zina iftirası hakkında söz
konusudur. Bu ise nesebi ilgilendirmeyen bir zina İftirasında bulunmuştur. O
bakımdan tıpkı yabancı bir kadına zina isnadında bulunması halinde olduğu
gibi, bu da lânetleştirmeyi gerektirmez.
[100]
Hanımını boşa diktan
sonra zina iftirasında bulunacak olursa, duruma bakılır. Eğer ortada kocanın,
kendisinden olmadığını ileri sürdüğü bir neseb yahut bir hamilelik bulunup
onunla alakası olmadığını ortaya koymak istiyorsa lanetleşir, aksi takdirde
lanetleşemez.
Osman el-Bettî dedi
ki: Hiçbir şekilde lanetleşemez, çünkü böyle bir kadın zevce değildir.
Ebu Hanife dedi ki:
Her iki halde de la neti eşmez, çünkü zevce değildir.
Ancak az önce sözünü
ettiğimiz şekilde hanımı henüz olmadan önce iftira dolayısıyla lanetleşmeyi
kabul etmesi ile bu, bir çelişkidir. Daha doğrusu bu durumda lanetleşmesi daha
uygundur. Çünkü nikâh önceden vardı ve o kendisine katılacak bir nesebi
reddedip onunla ilgisinin olmadığını ortaya koymak istemektedir. Dolayısıyla
lanetleşme kaçınılmaz bir şeydir. Eğer ortada beklenilen bir hamilelik ve
kendisine taalluk edeceğinden korkulan bir neseb bulunmuyorsa, lanetlenmenin
bir faydası yoktur. Ne diye lanetleşme hükmünü vermektedir. Bu durumda zina
isnadı katıksız bir iftira olup yüce Allah'ın; "Muhsan hanımlara İftira
edenler..." buyruğunun genel çerçevesi içerisine girmektedir. Buna göre
böyle birisine had uygulamak icab eder ve açıkça tutarsızlığı dolayısıyla
el-Betrî'nin söylediği de çürütülmüş olur.
[101]
İddetin bitiminden
sonra koca ile önceki hanımı arasında yalnızca tek bir meselede lanetleşme
yapılabilir. O da kocanın hanımının yanında değil iken gıyabında bir çocuk
doğurmuş olması ve onun durumdan haberdar olmayarak onu boşayıp iddetinin bu
haliyle sona ermesidir. Daha sonra koca gelip de bu çocuğun kendisinden
olmadığını söyleyecek olursa, bu noktada iddetten sonra eski karısıyla
lanetleşebilir. Aynı şekilde karısının vefatından sonra gelip de çocuğun
kendisinden olmadığını söyleyecek olursa, iddetin geçişinden sonra kadın ölmüş
olmakla birlikte, kendi kendisine (yalnız başına) lanetleşir. Karısına mirasçı
olur. Çünkü aralarında ayrılık meydana gelmeden önce ölmüş bulunmaktadır.
[102]
Koca hamileliğin
kendisinden olmadığını iddia edip bu husus şartlarına uygun şekilde
gerçekleşecek olursa, doğumdan önce de lanetleşebilir. Şafiî de bu görüştedir.
Ebu Hanife ise: Ancak
doğum yaptıktan sonra lanetleşebilir; çünkü gebelik diye zannedilen husus,
herhangi bir hastalığın sebebi de olabilir, demektedir.
- Bizim açık delilimiz
Peygamber (sav)ın doğumdan önce lanetteşmeyi kabul ettiği ve şöyle
buyurduğudur: "Eğer şu şekilde çocuk doğurursa, o babasına aittir. Eğer
böyle bir çocuk doğurursa, filana aittir." Çocuk, Peygamberin belirttiği
hoşlanılmayan vasıflarda dünyaya geldi.
[103]
Hanımını arka yoldan
başkasıyla ilişki kurmakla itham ettiği takdirde lâ-netleşir. Ebu Hanife:
Lânetleşmez, demiştir. O, bunu Lût kavminin ilişkisinin haddi gerektirmediği
kaidesine binâen söylemiştir. Ancak bu yanlıştır, çünkü böyle bir iftira da
başlı başına bir musibettir ve yüce Allah'ın: "Eşlerine zina edip...
"buyruğunun genel kapsamı içerisine girmektedir. Daha önce el-A'raf Sûresi
(7/80. âyet, 2. başlıkta) ve eJ-Mu'minun Sûresinde (23/10-11. âyetler, 7.
başlıkta) bundan dolayı haddin gerektiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
[104]
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Bu adamın (Ebu Hanife'nin) garib kanaatlerinden birisi de şudur: Koca
hanımının ve annesinin zina ettiğini ileri sürer de anne dolayısıyla kendisine
had uygulanacak olursa, kız dolayısı ile ona had uygulanmaz. Şayet kızı
dolayısıyla lanetlenirse, annesi dolayısıyla uygulanması gereken had düşmez.
Ancak bu görüşünün açıklanabilir bir tarafı yoktur ve ben bu hususta onların
nakledilen bir rivayetlerini de görmedim. Bu son derece yanlış bir iddiadır.
Çünkü o aynı zamanda eşi olan kız hakkında annenin haddi dolayısıyla âyetin
umumunu tahsis ederken herhangi bir rivayete ve kıyasını esas aldığı herhangi
bir asla dayanması da söz konusu değildir.
[105]
Bir kimse, hanımının
zina ettiğini ileri sürdükten sonra, lânetleşmeden önce zina edecek olursa
(kocaya) ne had gerekir, ne de lânetleşme. Ebu Hanife, Şafiî ve ilim ehlinin
çoğunluğu da böyle demiştir.
es-Sevrî ve el-Müzeni
ise iftira edenden had sakıt olmaz demişlerdir. İftiraya maruz kalanın iftiradan
sonra zina etmiş olması daha önceki muhsan oluşuna bir halel getirmez ve bu,
ihsanı ortadan kaldırmaz. Çünkü muhsan-lık ve iffetin göz önünde
bulundurulacağı vakit iftira halidir, ondan sonrası değil. Nitekim bir
müslümana iftira edip zina ettiğini söyledikten sonra, iftiraya maruz kalan
kimse bu iftiraya maruz kaldıktan sonra ve iftira edene had uygulanmasından
önce, irtidad edecek olursa, iftira edenden had düşmez. Aynı şekilde bütün
hadler uygulanması gereken vakitlerinde göz önünde bulundurulurlar, uygulanma
vaktindeki durum değil.
Bizim delilimiz şudur:
Lânetleşmeden ve haddin uygulanmasından önce öyle bir husus ortaya çıkmaktadır
ki, eğer bu baştan beri mevcut olsaydı, lâ-netleşmenin sıhhatini ve haddin
vücubunu engellerdi. İkinci halde de bunun ortaya çıkması aynı şeydir. Nitekim
bir kimse zahiren adaletli olan iki şahit tutacak olsa, hakim de onların zina
etmek, içki içmek gibi bir fiil İşledikleri tçin.fasıklıkları ortaya çıkıncaya
kadar şahitlikleri gereğince hüküm vermeyecek olursa (bu durumun ortaya
çıkışından sonra) hakimin onların, o husustaki şahitlikleri ile hüküm vermesi
caiz değildir. Aynı şekilde iffet ve muhsan oluşa dair hüküm de zahire
bakılarak tesbit edilir, kat'î ve yakîn bir kanaat göz önünde bulundurulmaz.
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Mü'minin sırtı koruma
altındadır."[106]
Dolayısıyla katî bir delil bulunmadıkça iftira edene had uygulanmaz. Başarı
Allah'tandır.
[107]
Bir kimse hamile
kalmayacak kadar yaşlanmış karısına zina isnadında bulunacak olursa
lânetleşirler. Erkek kendisine uygulanacak haddi, kadın da kendisine gelecek
olan azabı defetmek için lanetlesin Şayet hamile kalmayacak kadar küçük yaşta
olursa, bu sefer erkek, üzerinden haddi defetmek için lânetleşir, kadın
lânetlegmez. Çünkü ikrar edecek olursa, ona herhangi bir ceza uygulanmaz.
İbnu'l-Mâcişûn der ki: Buluğ yaşına gelmemiş olana iftira eden kimseye had
uygulanmaz. el-Lahmî der ki: Buna göre hamile olmayacak kadar küçük kadının
kocasının lâneüeşme yükümlülüğü de yoktur.
[108]
Dört kişi bir kadının
zina ettiğini söyleyip, bu dörtten birisi kadının kocası ise koca lânetleşir,
diğer üç şahide de had cezası vurulur. Şafiî'nin iki görüşünden birisi budur,
ikinci görüşe göre ise bunlara had uygulanmaz.
Ebu Hanife der ki:
Eğer koca ile birlikte üç kişi baştan şahitlik ederse, şahitlikleri kabul
edilir ve kadına had cezası uygulanır. Bizim delilimiz yüce Allah'ın:
"Muhsan hanımlara iftira edenler..." (6. âyet) âyetidir. Bu buyruk ta
yüce Allah muhsan bir kimseye iftira edip de dört şahit getiremeyen kimseye
had cezası uygulanacağını haber vermektedir. Bu buyruğun zahiri iftira eden
kimsenin dışında dört tane şahidin getirilmesini gerektirmektedir. Koca ise
hanımına iftira eden bir kimsedir. Dolayısıyla o da şahitlerden birisi olmaktan
çıkmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[109]
Koca, hanımının hamile
olduğunu görüp de onun kendisinden olmadığını söylemeyecek olursa, artık
sustuktan sonra onu tekrar reddetme hakkı kalmaz. Şureyh ile Mücahid:
Ebediyyen o çocuğu reddetme hakkına sahiptir, demişlerdir. Ancak bu bir
hatadır, çünkü hamileliği öğrendikten sonra susması, onun kendisinden olduğuna
rıza göstermesi demektir, Tıpkı önce çocuğun kendisinden olduğunu ikrar edip
daha sonra onu nefyetmesi gibidir. O durumda onun bu nefyi kabul edilmez. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
[110]
Koca, karısının
hamileliğinin kendisinden olmadığını İleri sürmeyi doğum yapıncaya kadar
erteler ve: Ben bunun ileride boşalacak bir kist olacağını yahut ta düşük
yaparak böylelikle iftiradan kurtulmuş olacağımı ümit ediyordum, diyecek
olursa, doğumdan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söylemesi mümkün
belirli bir süresi var mıdır ve bu süreyi geçirecek olursa bu İmkân ortadan
kalkar rru? Bu hususta görüş ayrılığı vardır.
' Biz (Malİkiler)
deriz ki: Şayet o, üç gün geçinceye kadar mazeretsiz olarak susarsa, o çocuğun
kendisinden olduğuna razı demektir ve o çocuğun kendisinden olmadığını ileri
süremez. Şafiî de bu görüştedir. Yine Şafiî şöyle demiştir: Adet olduğu üzere
hakimin huzurunda imkân bulmakla birlikte, çocuğun kendisinden olmadığını
söylemeyecek olursa, artık bundan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını
söyleme hakkı kalmaz.
Ebu Hanife: Ben bu hususta
herhangi bir iddete itibar etmiyorum, demektedir, Ebu Yusuf ile Muhammed: Bu
hususta nifâs (lohusalık) müddeti olan kırk günlük bir süre muteberdir,
demişlerdir.
İbnu'l-Kassar der ki;
Görüşümüzün delili şudur: Babanın kendi çocuğunun, kendisinden olmadığını
söylemesi haramdır. Kendisinden olmayan bir çocuğun kendisinden olduğunu
söylemesi de haramdır. O bakımdan bu çocuğun kendisinden olmadığını
söylemesinin caiz olup olmadığı hususunda gereği üzere düşünüp taşınabilmesi
için ona genişlik tanımak kaçınılmaz bir şeydir. Bu süreyi üç gün olarak
belirlememizin sebebi çokluğun ilk sınırı, azlığın da son sının oluşundandır.
Nitekim el-Musarrat (diye bilinen memeleri bağlandığı için, memeleri sütle
dolmuş koyun, inek, dişi deve vs.)nin durumunun tecrübe edilebilmesi için
tanınan süre de üç gündür. Burada da bu sürenin öylelikle tanınması gerekir.
Ebu Yusuf İle
Muhammed'in kabul ettikleri süreyi (mesela) doğum ve süt emzirme süresine
tercih etmeyi haklı kılacak herhangi bir sebeb yoktur. Çünkü bu konuda onların
lehine şeriatte herhangi bir tanık bulunmamaktadır. Biz ise bu hususta şeriatte
musarrat için l,anınan sürede bir tanık zikretmiş bulunmaktayız.
[111]
İbnu'l-Kassar der ki:
Bir kadın kocasına ya da yabancı birisine: Ey zani-ye (erkeğe zani, kadına
zaniye denilir) diyecek olursa, aynı şekilde yabancı bir erkek, yabancı bir
erkeğe böyle hitab edecek olursa, bu hususta bizim mezhebimize mensub ilim
adamlarının herhangi bir ifadelerinin bulunduğunu bilmiyorum. Ancak kanaatime
göre böyle bir söz kazf olur ve bunu söyleyene de had uygulanır, çünkü böyle
diyen bir kimse bununla bir harf ziyade söylemiş olmaktadır. Şafiî ile
Muhammed b. el-Hasen de böyle demiştir. Ebu Hanife ile Ebu Yusuf derler ki: Bu
söz kazf olmaz. (Hanefi mezhebi imamları) ittifakla derler ki: Karısına
("ya" eksiği ile) ey zani diyecek olursa, bu bir kazftir. Bunun
erkek hakkında kazf oluşunun delili ise şudur: Şayet hitabtan manası
anlaşılıyor ise hükmü de sabit olur. İster bu Arapça almayan bir lafızla
söylensin, ister Arapça söylensin. Nitekim bir kimse kadına (erkeğe hitab olan
kip ile:) sen zina ettin diyecek olursa, bu dahi kazf olur. Çünkü bunun manası
bu lafızdan anlaşılmaktadır, Ebu Hanife İle Ebu Yusuf un lehine delil şudur:
Yüce Allah'ın: "Bir kısım kadınlar... dediler." (Yusuf, 12/30)
buyruğunda kadınlar hakkında müzekker kipin kullanılması uygun olduğuna göre,
bir kimsenin bir kadına "(erkeğe hitab olan
şekliyle): ey zani" demesinin kazf olması da uygun düşmektedir.
Ancak müzekker fiilin önceden gelmesi halinde nıüennes olarak kullanılması caiz
olmadığından dolayı, müennes kip ile ona hitab etmesinin bir hükmü olmaz.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[112]
Fasit nikâh ile
nikâhlı zevcesi ile liân yapar. Çünkü o kadın ile ilişki kurmuş bulunmaktadır
ve bu durumda neseb ona ilhak edilir. O bakımdan bu hususta liân da söz konusu
olur.
[113]
Koca lânetleşmeyi kabul
etmeyecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Ebu
Hanife der ki: Ona had uygulanmaz, çünkü yüce Allah, yabancı İçin haddi, koca
için Hânı öngörmüştür. Yabancı kimsenin iftirası halinde liân söz konusu
olmayacağına göre, koca hakkında da had söz konusu olmaz. Ancak lânetleşmeyi
kabul edinceye kadar hapse atılır. Çünkü hadler kıyasa başvurmak suretiyle
ertelenemez.
Malik, Şafiî ve
fukahânın çoğunluğu şöyle demektedirler: Koca lânetleşmeyi kabul etmeyecek
olursa, ona had uygulanır. Çünkü yabancı için şahitler ne ise, onun İçin
iftiradan uzak olduğunu ortaya koymakta laneti eşmek odur. Eğer yabancı bir
kimse şahit getirmeyecek otursa ona had uygulanır. Lânetleşmeyecek olursa
kocanın hükmü de bu olmalıdır. el-Aclânî ile İlgili hadiste buna delâlet eden
hususlar vardır. Çünkü o hadiste el-Aclânî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir:
"Eğer susarsam, beni öfkelendiren bir hususa rağmen susmuş olacağım. Eğer
öldürürsem öldürüleceğim, konuşursam bana sopa cezası uygulanacak."
[114]
Yine ilim adamları
kocanın şahit getirmekle birlikte lânetleşme hakkı olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Malik ile Şafiî der ki: Şahitleri ister olsun,
ister olmasın lânetleşir. Çünkü şahidlerin, haddi bertaraf etmenin dışında
herhangi bir etkileri yoktur. Çocuğun kendinden olmadığını İleri sürmek ve
bunu kabul etmemek için de lânetleşme kaçınılmaz bir şeydir.
Ebu Hanife ve
mezhebine mensub ilim adamları şöyle derler: Kocanın lâ-netleşmesi kendisinden
başka şahitlerinin bulunmadığı halde söz konusudur. Çünkü yüce Allah:
"Kendilerinden başka şahitleri olmayanların hcrblri-sinin
şahitliği..." diye buyurmaktadır.
[115]
Lânetleşmeye, yüce
Allah'ın buyruğunda öncelikle kendisinden söz ettiği kimse olan koca başlar.
Bunun sonucunda koca kendisine uygulanacak iftira cezasını önlemiş ve çocuğun
kendisinden olmadığını bildirmiş olmaktadır. Çünkü Peygamber (sav): "Ya
deli! getirirsin yahut da strtına bir had uygulanacaktır."
Şayet kocadan önce
kadının başlaması istenecek olursa caiz olmaz. Çünkü bu yüce Allah'ın
zikrettiği sıranın aksine olur. Ebu Hanife, caiz olur demiştir, ancak bu
batıldır. Çünkü Kur'ân'ın zahirine muhaliftir, Ayrıca bu hususta onun dayandığı
bir esası olmadığı gibi, mana itibariyle de görüsünü güçlendirecek bir taraf
yoktur. Bilakis mana bizi desteklemektedir, çünkü kadın iânetleşmeye başladığı
takdirde o sabit olmamış bir şeyi reddetmiş olur ki; bunun da açıklanabilir bir
tarafı yoktur.
[116]
Lânetleşme keyfiyetine
gelince; hakim lânetleşecek kocaya şöyle der: Deki: Allah adına şahitlik
ederim ki, ben bu kadını zina ederken gördüm. Zina eden erkeğin fercini, onun
fercinde sürmedanlıktaki sürme mili gibi gördüm ve onu gördükten sonra ben
onunla ilişki kurmadım. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Andolsun ki bu kadın
zina etti ve onun zinasından sonra da ben onunla bir ilişki kurmadım. Bu iki
lafızdan dilediği herhangi birisini dört defa tekrarlar. Şayet bu lafızlar
hakkında veya herhangi birisinde yemin etmekten kaçınacak olursa, ona had
uygulanır.
Şayet hamileliğin
kendisinden olmadığını ileri sürecek olursa şöyle der: Allah adına şahitlik
ederim ki, ben onun hamile olup olmadığını anlamak için ondan uzak'durdum ve
ondan sonra da onunla ilişki kurmadım ve bu hamilelik benden değildir, diyerek
ona işaret eder. Bu hususta da dört defa yemin edip bu yeminlerin
herbirisinde: Onun aleyhine söylemiş olduğum bu sözümde şüphesiz ki ben doğru
söyleyenlerdenim, Daha sonra beşincisinde de: "Eğer yalan söyleyenlerden
isem Allah'ın laneti üzerime olsun" der. İsterse: Eğer onun hakkında
söylediğim hususlarda yalan söylüyor isem... da diyebilir.
Koca bunları söylediği
takdirde ona had uygulanmaz ve çocuğun da kendisinden olmadığı sabit olur. Koca
lânetleşmesini bitirdikten sonra kadın kalkar ve Allah adına dört defa yemin
eder. Bu yeminlerinde: Allah adına şahitlik ederim ki û yalancıdır. Yahut; o
benim aleyhime ileri sürdüğü iddia ve söz konusu ettiği hususlarda yalan söyleyenlerdendir,
der. Şayet hamile ise: Ve şüphesiz benim bu gebeliğim ondandır, der. Sonra da
beşincisinde:
Eğer o doğru söyleyen
birisi ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun; ya da: Eğer bu söylediği sözlerinde
doğru söyleyenlerden ise... der.
Zina iftirası dolayısı
ile lânetleşmeyi vacib kabul edenlere göre bu dört şahitlikten herbirisinde:
Allah adına şahitlik ederim ki, şüphesiz ki ben filan kadın hakkındaki zina
iddiamda doğru söyleyenlerdenim, der. Beşincisinde ise: Eğer onun hakkında
iddia ettiğim zina hususunda ben yalan söylüyor isem Allah'ın laneti üzerime
olsun. Kadın da der ki: Allah adına şahitlik ederim ki, o bana isnad ettiği
zina hususunda yalan söyleyen birisidir. Beşincisinde de: Eğer o bana isnad
etmiş olduğu zina hususunda doğru söyleyen birisi ise Allah'ın gazabı üzerime
olsun, der.
Şafiî der ki:
Lânetleşen kişi; Ben eşim, filanın kızı filana isnad ettiğim zina iddiasında
doğru söyleyenlerden olduğuma dair Allah adına şahi'lik ederim, der ve eğer
hazır bulunuyor ise ona işaret eder. Bu sözlerini dört defa tekrarlar. İmam
(halife, hakim) ona öğüt verir, yüce Allah'ı hatırlatır ve ona der ki: Eğer
doğru söylemiyor isen, Allah'ın lanetine uğrayacağından korkarım. Şayet bu
lânetleşmeye devam etmek istediğini görür ise birisine eliyle ağzını kapatmasını
ister ve şöyle demesini emreder: Senin: Eğer yalancılardan isem Allah'ın
taneli üzerime olsun, sözlerini söylemen lanetin senin üzerine inmeni
gerektirir. Şayet yine kabul etmeyecek olursa onu bırakır ve şu sözleri söyler:
Eğer ben filan kadına İsnad ettiğim zina iddiasında yalan söyleyenlerden isem,
Allah'ın laneti üzerime olsun.
Şafiî bu hususta Ebû
Davud'un, İbn Abbas'tan naklettiği rivayeti delil göstermektedir. Buna göre
Rasûlullah (sav) lânetleşen karı-kocaya lânetleşme-lerini emrettiği esnada bir
adama da, beşinci yemini yapacağı sırada elini ağzına koymasını emredip: Bu
(lanetin sana gelmesini) gerektiricidir, demiş olmasını.delil göstermektedir.[117]
İlim adamları ismen
zikrettiği bir adam ile zina ettiğini söyleyerek, karısına zina isnad eden
kimseye had uygulanıp uygulanmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Malik der ki: Karısı dolayısıyla liân yapması gerekir. Zina ettiğini söylediği
adam dolayısıyla da ona had uygulanır. Ebu Ha-nife de böyle demiştir, çünkü bu
sözleriyle zina iftira etmek zorunda olmadığı bir kimseye zina isnadında
bulunmuş olmaktadır.
Şafiî: Ona had
gerekmez, demektedir, çünkü yüce Allah karısının zina ettiğini söyleyen bir kimseye:
"Eşlerine zina isnad edip..." buyruğu ile sadece bir haddin
uygulanmasını öngörmüş ve muayyen bir kimsenin adını zikreden ile zikretmeyen
arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir, el-Aclanî de karısının Şerik ile
zina ettiğini söylediği gibi, Hilal b, Ümeyye de aynı şekilde söylemiş ve
bunlardan herhangi birisine ayrıca had uygulanmamıştır. İbnu'l-Arabî der ki:
Kur'ân-ı Kerîm'in zahiri bizim lehimizedir, çünkü yüce Allah yabancı bir kimse
ile zevceye zina iftirasında bulunma ile ilgili haddi mutlak olarak zikretmiş,
daha sonra zevceye zina isnadı dolayısıyla hadden liân ile kurtulacağı hususi
hükmünü getirmiştir. Yabancılara zina isnad etme hükmü ise âyetteki mutlak hal
ile kalmıştır. Şerik dolayısıyla el-Aclâ-nî'ye ve Hilal'e had uygulanmayışının
sebebi ise, Şerik'in böyle bir talepte bulunmayışıdır. Kazf haddi de gerek
bizim, gerek onların icmaı ile ancak mağdur tarafın talebinden sonra imam
tarafından uygulanır.
[118]
Lânetleşen iki kişi
lânetleşmelerini bitirdikten sonra ayrılırlar ve onların herbirisi caminin,
diğerinin çıktığı kapıdan farklı bir kapısından çıkar. İkisinin de aynı
kapıdan çıkmalarının lanetlenmelerine bir zararı olmaz.
Laneti eşmenin ancak
sultanın yahut da onun yerini tutan bir hakimin huzurunda ve cuma namazının
kılındığı bir camide yapılacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kimi ilim
adamları lânetleşmenin ikindi namazından sonra camide yapılmasını müstehab
kabul etmiştir.
Hristiyan olan bir
kadın, müslüman kocası ile kendisinin tıpkı müslüman kadının laneti eşeceği
gibi, kilisesinin ta'zim edeceği bir yerinde laneti esir.
[119]
Malik ve mezhebine
mensub ilim adamları derler ki: Lânetleşme tamam oldu mu lânetleşen kişiler
artık birbirlerinden ayrılırlar. Ebediyyen bir daha bir araya gelemezler, biri
diğerinden miras alamaz. İster bir kocayla evlenmeden önce, ister sonra bir
daha tekrar kocanın o kadına dönmesi de helâl olmaz. el-Leys b, Sa'd'ın, Züfer
b. el-Huzeyl'in ve el-Evzaî'nin görüşü de budur.
Ebu Hanife, Ebu Yusuf
ve Muhammed b. el-Hasan ise der ki: Hakim onları birbirlerinden ayırmadığı
sürece lânetleşmeyi bitirmelerinden sonra birbirlerinden aynlmış olmazlar.
es-Sevri de bu görüştedir. Çünkü İbn Ömer şöy-. ie demiştir: Rasûlullah (sav)
lânetleşen kimseleri birbirinden ayırmıştır.[120] İbn
Ömer bu sözleriyle ayırma işini Peygamber (sav)a izafe etmiştir. Diğer bir
delilleri de Peygamber (sav)ın; "Senin onun aleyhine bir yolun yoktur[121] buyruğudur
Şafiî de der ki: Koca
şahitliği ve laneti eşmeyi tamamladıktan sonra artık karısının onunla evlilik
bağı kesilmiş olur. Karısı ister lânetleşsin, ister lânet-leşmesin. (Şafiî) der
ki: Kadının lânetleşr ıesi sadece kendine haddin uygulanmasını önlemek
içindir, başka bir sebebi yoktur. Onun lânetleşmesinin aradaki evlilik bağının
sona ermesinde herhangi bir katkısı olmaz. Erkeğin lanetlenmesi, çocuğun
kendisinden olmadığını ortaya koyduğuna ve erkeğin üzerinden haddi kaldırdığına
göre; aradaki evlilik bağı da sona erer.
Osman el-Bettî ise
lanetlenmenin, koca ayrıca karısını boşamadıkça aradaki evlilik bağına bir
eksiklik getirdiği görüşünde değil İdi. Böyle bir görüşü ondan önce Ashab-ı
Kiram'dan herhangi bir kimse ifade etmiş değildir. Bununla birlikte el-Bettî
lânetleşen kocanın lânetleşmeden sonra karısın) boşamasını müstehab kabul
etmiş, bundan önce müstehab kabul etmemiştir. Bu da ona göre lânetleşmenin yeni
bir hüküm ihdas etmiş olduğunun delilidir. Osman'ın aynı görüşünü
-et-Taberî'nin naklettiğine göre- Cabir b. Zeyd de ifade etmiştir. Bu görüşü
el-Lahmî, Muhammed b. Ebi Sufra'dan da nakletmektedir. (Mâliki) mezhebin(in)
meşhur olan görüşü ise lânetleşmenin bizzat tamamlanması ile birlikte
birbirlerinden ayrılmalarının gerçekleşeceği şeklindedir. Bu görüşün sahipleri
şunu delil gösterirler: Yüce Allah'ın kitabında erkek veya kadının
lânetleşmesi halinde ayrılığın gerçekleşmesini gerektirecek bir hüküm yoktur.
Ayrıca Uveymir de: Eğer onu yanımda tutacak olursam, ona yalan söylemiş
olurum, demiş ve onu üç defa boşamıştır. Ona: Böyle bir söz söylemene gerek
olmadığı halde niye böyle bir söz söyledin, çünkü sen lânetlegmekle onu
boşamış oldun, dememiştir.
Meşhur olan görüşünde
Malik'in ve ona muvafakat edenlerin lehine delil Peygamber (sav)ın:
"Senin onun aleyhine herhangi bir yolun yoktur" diye buyurmuş
olmasıdır. Bu ise onun lânetleşmenin tamamlanmasıyla birlikte, karısının
aleyhine herhangi bir yolunun kalmamış olduğunu bildirmekledir, Oniarı
birbirinden ayırması ise yeni bir hüküm değildir, o yüce Allah'ın aralarında
emretmiş olduğu uzaklaşmanın yerine getirilmesinden ibarettir. Zaten
tânetleşmenin sözlükteki anlamı da budur.[122]
İlim adamlarının
çoğunluğunun kanaatine göre lânetleşen karı-koca bir daha ebediyyen nikâhtanamazlar.
Şayet koca, daha sonra kendisinin yalan söylediğini söyleyecek olursa, ona had
uygulanır ve çocuk onun nesebine katılır. Bununla birlikte karısı da ona
ebediyyen bir daha geri dönmez. Uygulama, hakkında şüphe ve ihtilâfın söz
konusu olmadığı bu sünnet üzere yapılagelmiştir.
Îbnu'l-Münzir'in,
Atâ'dan naklettiğine göre lânetleşen koca eğer lânetleşmeden sonra yalan
söylediğini söyleyecek olursa, ona had uygulanmaz. Ancak onlar Allah'tan gelen
bir lanet sebebiyle de birbirlerinden ayrılmış olurlar.
Ebu Hanife ve Muhammed
de şöyle demektedirler: Yalan söylediğini bildirecek olursa, ona had uygulanır
ve çocuk nesebine katılır. Bundan sonra da artık o da o kadına talib
olacaklardan birisi olur, dilerse onu ister. Bu aynı zamanda Said b.
el-Müseyyeb, el-Hasen, Said b. Cübeyr ve Abdu'l-Aziz b. Ebi Seleme'nİn de
görüşüdür. Derler ki; Çocuk onun nesebine katıldığı gibi artık nikâhlanması da
onun için helâLolur. Çünkü bu İkisi arasında herhangi bir fark yoktur.
Çoğunluğun görüşüne
delil, Peygamber (sav)ın: "Senin onun -aleyhine bir yolun yoktur"
hadisidir. Burada "kendi kendini yalanlama halin müstesna" diye
buyurulmamtştır,
İbn İshak ve bir
topluluk ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet ederler: Sünnet, bu ikisi laneti
eştikleri takdirde bunların birbir!erinden ayrılacakları ve ebediyyen bir araya
gelemeyecekleri şeklinde uygulana gelmiştir.
Bunu Dârakutnî de
rivayet ettiği gibi, bunu Said b. Cübeyr yoluyla gelen merfû' bir hadis olarak
da rivayet etmiştir. Said b. Cübeyr'in, İbn Ömer (r.a)dan, onun Peygamber
(sav)dan rivayetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Lânetleşen iki
kişi ayrıldıkları takdirde, ebediyyen bir daha bir araya gelemezler."[123]
Ali ile Abdullah (b.
Mes'ııd)un da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Sünnetin uygulanması şu ki:
Lânetleşen kişiler bir daha bir araya gelemezler. Ali (r.a)dan;
"ebediyyen" kaydı da vardır.[124]
Lanetlenmenin dört
hususa ihtiyacı vardır:
Lafızların sayısı: Bu
da az Önce geçtiği üzere dört defa şahitliktir.
Yer: Orada bulunulan
yerdeki en şerefli bir mekâna gidilir. Eğer Mekke'de iseler rükün ile makam
arasında, Medine'de iseler minberin yanında, Beytu'l-Makdis'te iseler malum
kayanın yanında, şayet diğer şehirlerde bulunuyor iseler oranın mescidlerinde
lânetleşirler. Eğer kâfir iseler ta'zimine inandıkları yerlere gönderilirler,
yahudi iseler havrada, mecusi iseler ateş mabedinde, putperest gibi dinsiz
kimseler iseler hakimin hüküm vereceği mecliste aralarında lânetleşirler.
Zaman: İkindi
vaktinden sonradır.
İnsanların toplanması:
Bu da dört ve daha fazla kişinin huzurunda yapılmasıdır.
Görüldüğü gibi lafız
ve insanların bir arada bulunması temel şartlar, zaman ve mekan ise müstehab
şartlardır.
[125]
Lânetleşenlerin
birbirinden ayrılması ancak lânetleşmenin tamamlanmasıyla gerçekleşir,
diyenlerin görüşüne göre lânetleşme tamamlanmadan önce taraflardan birisi
Ölecek olursa, diğeri ona mirasçı otur.
Ayrılık ancak imamın
(veya onun yerine bakanın) ayırması ile gerçekleşeceğini söyleyenlerin
görüşüne göre; birisi bundan ve lânetleşmenin tamamlanmasından önce ölecek
olursa, diğeri ona mirasçı olur.
Şafiî'nin görüşüne
göre kadın lanetlenmeden önce, taraflardan birisi ölecek olursa, biri
diğerinin mirasçısı olamaz.
[126]
Îbnu'l-Kassâr dedi ki:
Bize göre lânetleşme dolayısıyla meydana gelen ayırma nikâhın feshi değildir.
el-Müdevvene'de benimsenen görüş budur. Çünkü Hân ile meydana gelen ayrılığın
hükmü, tıpkı talâk sonucu ayrılığın hükmü gibidir. Kendisi ile gerdeğe
girilmemiş olan kadına mehrin yarısı verilir.
İbnul-Cellâb'ın
Muhtesasında ise: Böyle bir kadına hiçbir şey verilmez. ' Bu görüşe göre;
lânetleşme sonucu meydana gelen ayırmanın, feshoiması gerekir.
[127]
11. O
olmadık İftirada bulunanlar sizden bir topluluktur. Si2 bunu kendiniz için kötü
bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. Onlardan herbirisînin
kazandığı günah kendisinindir. Aralarından sözün en büyüğünü söyleyene ise çok
büyük bir azab vardır.
12. Bu
iftirayı işittiğinizde mümin erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel bir
zanda bulunup: "Bu apaçık bir iftiradır" demeli değil miydi?
13.
(İftirada bulunanlar) buna dair dört şahit getirmeli değil iniydiler?
Şahitleri getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların tâ
kendileridir.
14. Eğer
Allah'ın size dünya ve âhlrette lütuf ve rahmeti olmasaydı, İçine
daldığınızdan ötürü size elbette büyük bir azab dokunurdu.
15. O zaman
siz o sözü birbirinizin dilinden alıp duruyordunuz. Hakkında hiçbir bilginizin
olmadığı bir şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz. Bunu basit bîr şey
sanıyordunuz. Halbuki o Allah katında çok büyüktür.
16. Bu sözü
işittiğinizde: "Böyle söz söylemek bize yakışmaz. (Ya Rab) Seni tenzih
ederiz. Bu büyük bir iftiradır" demeli değil miydiniz?
17. Eğer
mü'minler iseniz bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt
verir.
18. Allah sizlere âyetlerini açıklıyor. Allah en
iyi bilendir, Ha-kîm'dir.
19. Şüphe
yok İd mü'minler arasında hayasızlıkların yayılmasını sevenlere dünyada da,
âhirette de çok acıklı bir azab vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20. Eğer
Allah'ın size lütuf ve rahmeti ve Allah gerçekten ra'fetli ve merhametli
olmasaydı (dünyada hemen sizi azablandınverirdi.)
21. Ey İman
edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu
bilsin ki o, çirkin işleri münkeri emreder. Eğer Allah'ın üzerinizde lütuf ve
rahmeti olmasaydı, sizden hiçbir kimse ebediyyen temize çıkamazdı. Fakat Allah
dilediğini temize çıkarır. Allah herşeyi işitendir, çok iyi bilendir.
22. Sizden
fazilet ve imkân sahipleri yakınlara, fakirlere ve Allah yolunda hicret
edenlere in fak etmemeye yemin etmesinler. Affetsinler ve görmezlikten gelsinler.
Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz? Allah çok bağışlayandır, bol
bol rahmet edicidir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
yirmisekiz başlık[128]
halinde sunacağız:
[129]
Yüce Allah'ın: "O
olmadık iftirada bulunanlar sizden bir topluluktur." buyruğundaki; "Bir
topluluktur* buyruğu; "Muhakkak ki..."
edatının haberidir.
Hai olarak nasbedilmesi de caizdir. O takdirde haber "onlardan
herbirisînîn kazandığı günah kendisinindir" buyruğu olur.
Bu buyrukların nüzul
sebebine gelince; hadis imamlarının rivayet ettiği Âişe G\anhâ)nın başından
geçen olayla ilgili uzunca İfk hadisinde zikredilenlerdir. Bu da sahih ve
meşhur bir haberdir. Bu haberin şöhreti onu ayrıca zikretmeye ihtiyaç
bırakmayacaktır. Biraz sonra muhtasar olarak gelecektir. Aynca Buharı bu
hadisi muallak olarak da rivayet etmiştir, onun rivayeti daha eksiksizdir. O
şöyle demektedir:
Üsâme, Hişam b.
Urve'den, o babasından, o Âişe'den rivayetle dedi ki:..[130]
Yine Buhârî bu hadisi
Muhammed b. Kesir'den, o kardeşi Süleyman'dan, Mesrûk'un rivayetinden, Mesrûk,
Âişe'nin annesi Um Rûrnân'dan rivayete göre Um Rûmân dedi ki: Âişe'ye iftira
edilince (ve o da bu haberi aldığında) bayılıp yere düştü...[131]
Yine Musa b.
İsmail'den, o Ebu Vail yoluyla gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir:
Bana Mesruk b, el-Ecda' anlattı dedi ki: Bana Âişe'nin annesi olan Um Ruman
anlatü dedi ki: Ben ve Âişe oturduğumuz bir sırada en-sardan bir kadın yanımıza
gelip dedi ki: Allah filana şunu yaptı, Ailah filâna şunu yaptı. Um Ruman; Bu
dediğin de ne demek oluyor? diye sordu. Kadın dedi ki: Ben bu söze dalıp
konuşanlardan birisiydim. Yine: Bu da ne demek? diye sorunca, kadın: Şöyle
şöyle dedi. Âişe: Rasûlullah (sav) da duydu mu? diye sorunca, kadın: Evet,
dedi, Peki ya Ebubekir? diye sordu, kadın yine: evet, dedi ve olduğu yerde
baygın düştü. Kendisine geldiğinde ateşi yükselmiş ve titriyordu. Üzerine
elbiselerini bıraktım ve onu örttüm. Peygamber (sav) geldi: "Buna böyle ne
oluyor?" diye sordu. Ben: Ey Allah'ın Rasûiü! Onu titreten bir hummaya
yakalandı (ateşi yükseldi.) Şöyle buyurdu: "Bu konuda dilde dolaşan bir
söz dolayısıyladır belki." (Um Rûmân): Evet, dedi. Bunun üzerine Âişe
oturdu ve dedi ki: Allah'a yemin ederim, yemin edecek olursam benim doğru
söylediğime inanmazsınız. Eğer bir şeyler söyleyecek olursam, benim hiçbir
kusurumun olmadığını kabul etmezsiniz. Benim misalim ile sizin misaliniz
Ya'kub ile onun oğullarına benzer. Bu söylediklerinize karşı Allah'tan yardım
taleb ederim. (Um Rûmân) dedi ki: Peygamber bir şey söylemeksizin çıkıp gitti.
Yüce Allah da onun suçsuz olduğuna dair buyruklarını indirdi. (Âişe) dedi ki:
Cundan dolayı Allah'a hamdederim. Bundan ötürü ne kimseye, ne de (Rasûlullaht,
kastederek) sana hamd etmem söz konusudur.[132]
Ebu Abdullah
el-Humeydî dedi ki: Karşılaştığımız Bağdatlı hadis hafızlarından birisi şöyle
derdi: Bu hadisin mürsel oluşu açıkça ortadadır. O buna şunu delil gösterir; Um
Rûmân, Rasûlullah (sav) hayattayken vefat etmiştir. Mesruiî'un, Rasûlullah
(sav)ı görmediğinde ise hiçbir görüş ayrılığı yoktur.
Buhârî'nİn kaydettiği
Ubeydullah b. Abdullah b. Ebi Muleyke yoluyla gelen hadise göre de Âişe
(r.anhâ) -yüce Allah'ın (15. âyet-i kerîmede ki: "O zaman siz o sözü
birbirinizin dilinden alıp, duruyordunuz.'' anlamındaki buyruğu-:
"Dillerinizle yalan yere onu uyduruveriyordunuz" diye okur[133] ve
"el-velk" yalan söylemek demektir, dermiş. İbn Ebi Müleyke dedi ki:
O, bu hususu başkalarından daha iyi bilirdi. Çünkü bu buyruklar onun hakkında
nazil olmuştur.[134]
Buhârî dedi ki: Ma'mer
b. Râşid, ez-Zührî'den naklen dedi ki: tfk olayı el-Müreysî, gazvesinde meydana
gelmiştir.[135] İbn İshak da der ki: Bu
hicretin
altıncı yılında olmuştur. Musa b. Ukbe ise
dördüncü yılında demektedir.[136]
Yine Buharı, Ma'mer'den, o ez-Zührî'den şöyle dediğini kaydeder: el-Ve-lid b. Abdi'l-Melik
bana dedi ki: Ali'nin iftiraya katılanlar arasında olduğuna dair sana bir
rivayet geldi mi? Ben: Hayır, dedim fakat senin kavminden iki kişi olan Ebu
Seleme b. Abdu'r-Rahman ile Ebubekir b. Abdu'r-Rahman b. el-Haris b. Hişam'ın
bana haber verdiklerine'göre Âişe kendilerine şöyle demiştir: Ali kendisi ile
alakalı bu hususta konuşmamış kimselerden idi.[137]
Bunu ayrıca Ebubekr el-İsmailî de "el-Muharrac ale's-Sakih" adlı
eserinde Ma'mer'in, ez-Zührî'den aktardığı bir başka rivayetle kaydetmiştir. Orada
da şöyle denilmektedir: (ez-Zührî) dedi ki: Ben el-Velid b. Abdi'l-Melik'in
yanında idim. Bana dedi ki: "Aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi"
Ali b. Ebi Talib'dir. Ben, hayır dedim. Bana Said b. el-Müseyyeb, Urve, Alkame,
Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe anlattı. Hepsi dedi ki: Âişe'yi şöyle derken
dinledim: "Aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Abdullah b.
Ubeyy b. Selûl'dür.[138]
Yine Buhârî'nin, ez-Zikrî'den, o Urve'den o Âişe yoluyla rivayet ettiğine göre,
"aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Abdullah b. Ubeyy idi.[139]
Yüce Allah'ın: "Olmadık
iftira" (anlamını verdiğimiz): İfk: yalan, demektir. "el-Usbe (bir
topluluk)" ise üç adam demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yine
ondan nakledilen bir açıklamaya göre üçten dokuza kadar kişiyi ifade eder. İbn
Uyeyne kırk adam diye açıklamıştır. Mücahid, ondan onbeşe kadar demiştir. Bu
kelimenin sözlükte ve Arap dilinde asıl anlamı biri diğerini destekleyip
güçlendiren topluluk demektir.
"Hayır"ın gerçek
mahiyeti faydası, zararından daha fazla olan demektir. "Şer" ise
zararı, faydasından çok olana denilir. Hiçbir şer ihtiva etmeyen hayır cennet,
hiçbir hayır ihtiva etmeyen şer ise cehennemdir,
Allah'ın dostlarına
inen belâ hayırdır, çünkü onun verdiği dünyadaki acı dolayısıyla zararı azdır.
Hayrı ise âhiretteki pek büyük sevap ve mükâfatıdır.
Yüce Allah Aİşe
(r.anhâ)nın, onun yakınlarının ve Safvan'ın dikkatini çekmektedir. Çünkü
"siz bunu kendiniz İçin kötü bir şey sanmayın, bilakis o sizin İçin hayırlırdır"
buyruğunda hitab onlaradır. Hayırlı olmasına sebeb ise, fayda ve hayırlıhk
tarafının, şer tarafına ağır basmasıdır.
[140]
Rasûlullah (sav)
el-Mureysî' gazvesinin kendisi olan Mustahkoğulları gazvesinde Âişe'yi de
beraberinde almıştı. Geri dönüp Medine'ye yaklaştığında gece vakti yola
koyulmak ilanı verildi- O da yola koyulma ilanı esnasında kalkıp ordugahın
bulunduğu yerden bir parça uzaklaştı. İhtiyacını görüp de geri döndüğünde,
içine girip yerleşmek üzere hevdece doğru yürüdü. Elini göğsüne değdirdiğinde
Zafar boncuğundan yapılmış bir gerdanlığının kopmuş olduğunu anladı. Geri dönüp
onu aradı. O gerdanlığı aramasından dolayı kafileden geri kaldı. Nihayet
gerdanlığı bulup geri döndüğünde kimseyi bulamadı. Âişe (r.anhâ) yaşı genç ve
zayıf idi. Görevli olan adamlar hevdecini kaldırdığında, onun hevdecin içinde
olmadığını farketmediler bile. Kendisi geri döndüğünde kimseyi bulamayınca,
hevdecin içinde olmadığı anlaşılıp geriye gelip alırlar ümidi ile olduğu yerde
yattı ve uykuya daldı. Uykudan Saf-van b. el-Muattal'ın: "İnnâ lillâh ve
innâ ileyhi râciûn" demesi üzerine uyandı. Çünkü Safvan ordudaki
artçıları korumak maksadı ile ordunun arkasından gitmek üzere geri kalmıştı.
Denildiğine göre Âİşe
(r.anhâ), onun istircâda bulunması üzerine uyandı. Safvan devesinin sırtından
indi ve Âişe (r.anhâ) deveye bininceye kadar oradan uzaklaştı. Devenin
yularından tutop deveyi çekti ve nihayet öğle vakitlerinde orduya ulaştılar.
Bu sefer iftiracılar bu sözlerini düzüp ortaya atlılar. Bu hususta etrafında
toplanılan, bunu gizliden gizliye soruşturup kulaktan kulağa yayan ve
körükleyen kişi münafık Abdullah b. Ubeyy b. Selûl idi. Safvan'ın, Âişe
(r.anhâ)nın devesinin yularından tutup çektiğini görünce: "Allah'a andolsun
ki ne kadın bu adamın şerrinden kurtulabilmiştir, ne de bu adam kadının
şerrinden" diyen o olmuştur. Yine: "Sizin peygamberinizin hanımı bir
adamla birlikte geceyi geçirmiştir" diyen odur. Bu sözleri dillerine
dolayanlar arasında Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsâse ve Hanine bint Cahş da
vardı.
Bu hususta rivayet
edilen hadisin kısaca muhtevası budur. Bu hadis tama-miyle ve güzel bir şekilde
rivayeti Buharı ve Müslim'de yer alır. Müslim'deki rivayet ise daha
eksiksizdir.[141]
Hassân'ın iftiraya
dalıp ileri geri konuştuğunu işiten Safvan, ona gelerek başına kılıçla bir
darbe indirip şöyle dedi:
"Benden kılıcın
keskin ucunu karşıla; çünkü ben, Hicvedildiği zaman şairliği olmayan bir
delikanlıyım."
Bunun üzerine bir grub
kişi Hassan'ı alıp onu yakalarından sürükleyerek Rasûlullah (sav)ın huzuruna
getirdiler. Rasûlullah (sav), Hassan'ın yarası karşılığında kısas uygulama
yoluna gitmedi ve ondan hakkını bağışlamasını istedi. İşte bu da Hassan'ın
ileride geleceği üzere sözün en büyüğünü söyleyenlerden birisi olduğunu da
göstermektedir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Burada sözünü
ettiğimiz Safvân, Rasûlullah (sav)ın gazvelerinde kahramanlığı dolayısıyla
artçıların başında bulunurdu. Ashabı Kİram'ın en hayırlılarından idi. Onun
kadınlara karşı meyli olmayan (kısır) birisi olduğu da söylenmiştir. Bunu da
İbn İshak, Âişe (r.anhâ) yoluyla zikretmektedir. İki oğlunun olduğu da
söylenmiştir. Buna da hanımı ile başından geçen olayla ilgili rivayet edilen
hadis ve Peygamber (sav)ın iki oğlu hakkında söylediği: "Bu ikisi bir
karganın, bir kargaya benzeyişinden daha çok ona (babalarına) benzemektedirler"
sözü ile[142] yine hadis-i şerifteki:
"Allah'a yemin ederim, asla hiçbir yabancı kadının Örtüsünü kaldırmış
değilim"[143] sözleri -ki zina etmediğini
kastediyor- de buna delil teşkil etmektedir.
Safvan (r.a), Ömer
(r.a) döneminde hicri 19 yılında, Ermenistan gazvesinde şehit olmuştur.
Muaviye döneminde 58 yılında, Bizans topraklarında şehit düştüğü de
söylenmiştir.
[144]
"Onlardan
herbirislnln kazandığı günah kendisinindir" buyruğu ile İfk olayına
karışıp ileri geri konuşanları kastetmektedir. Bunların kim olduklarının adı
bize ulaşmamıştır. Yalnızca Hassan, Mistah, Hamne ve Abdullah'ın adları
bilinmektedir, diğerlerinin adını bilemiyoruz. Bunu da Urve b. ez-Zü-beyr
söylemiştir. Abdu'l-Melik b. Mervan bu hususta ona soru sormuş, o da: Şu kadar
var ki, onlar yüce Allah'ın buyurduğu gibi bir topluluk idiler, demiştir.
Hafsa (r.anhâ)nın
Mushaf'ında "topluluk" anlamındaki kelimeden sonra "dört kişilik
bir topluluk" anlamına gelecek şekilde; şeklindedir.
[145]
"Aralarından
sözün en büyüğünü söyleyene İse" buyruğundaki "en büyüğü"
anlamındaki kelimeyi Humeyd el-A'rec ve Ya'kub "kef" harfini -es-reli
okumak yerine- ötreli olarak; diye okumuşlardır. el-Ferrâ: Bu, güze! bir
kıraat şeklidir, çünkü Araplar: "Filan kişi şu-' nun, şunun en büyüğünü
üstlendi, söyledi" derler, demektedir,
Âişe (r.anhâ)dan bu
kişinin Hassan olduğunu söylediği ve yine gözleri kör olduğunda:
"Muhtemeldir ki yüce Allah'ın kendisini tehdit etmiş olduğu büyük azab
gözlerinin görmeyişidir" dediği rivayet edilmiştir. Onun bu sözleri
söylediğini ondan Mesruk rivayet etmektedir.[146]
Yine ondan rivayet edildiğine göre bu kişi Abdullah b. Ubeyy b. Selûrdur,[147]
doğru olanı da bu olmalıdır. Bunu da İbn Abbas söylemiştir.
Ebu Ömer b.
Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre Âişe (r.anhâ), Hassan'ın iftirada bulunmaktan
uzak olduğunu söylemiş ve: O hiçbir şey demedi, demiştir. Hassan da şu
beyitlerinde bu hususta bir şey söylemiş olduğunu kabul etmemektedir:
"İffetlidir,
vakarlıdır o bir şüphe ile onun hayasızlık ettiği söylenemez, Ve o hiçbir
şeyden haberi olmayan kadınların etlerinden yana acıkmış olarak sabahlar
(kimseden kötülükle söz etmez). Din ve mevki itibariyle insanların en
hayırlısının hanımıdır o, O hidayet peygamberinin, üstün değerlerin ve
faziletlerin sahibinin hanımıdır. Lüeyy b. Ğâlib kabilesinin (en şereflisi
olup) örtüler arkasındaki
hanım efendidir,
O yüksek ve şerefti
hedefler için çalışır, şanı asla zeval bulmaz. Üstün bir terbiyeye sahiptir,
Allah ona güzel bir ahlak bağışlamıştır, Her türlü kötülükten ve batıldan
tertemiz etmiştir onu. Şayet sana benim söyledim diye ulaştırılan sözler varsa,
Şunu bil ki, kamçımı ellerim yukarı doğru kaldırmış değildir. Nasıl olabilir
ki; hayatta olduğum sürece sevgim ve desteğim, Bütün mahfillerin süsü olan
Allah Rasûlünün hanedanına dır, Onun insanlar üzerinde üstün ve faailetli
rütbeleri vardır. Yüksek köşklere sahip olanların, yüksek konakları bu rütbelere
ulaşamazlar."
Rivayete göre Hassan,
Âişe (r.anhâ)a: "O iffetlidir, vekar sahibidir" diye başlayan şiirini
okuyunca, ona: Sen aslında böyle değilsin demiştir.[148] Bu
sözleriyle sen hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlar hakkında ileri geri konuşmuştun,
demek istemiştir.
Burada ise bir çelişki
vardır, ancak bu iki rivayeti şöylece bağdaştırmak mümkündür: Hassan bu hususta
açık seçik ifadelerle konuşmamış, bu konuda üstü kapalı sözler söylemiş ve
bazı işaretlerde bulunmuştur, o bakımdan onun böyle bir şeyi söylediği de
kendisine nisbet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hassan'ın İfk
olayında, iftirayı diline dolayıp dolamadığı ve ona had uygulanıp
uygulanmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun hangisinin doğru olduğunu
en iyi bilen yüce Allah'tır. Bundan sonraki baslığın konusu da budur.
[149]
Muhammed b. İshak ve
başkalarının rivayetine göre Peygamber (sav), İfk dolayısı ile iki erkek ve bir
kadına had cezası uygulamıştır. Bunlar Mistah, Hassan ve Hamne'dirler. Bunu
et-Tirmizı-de zikretmektedir.[150]
el-Kuşeyrî de İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav), İbn Ubeyy'e seksen
sopa vurdu, âhirette de onun için ateş azabı vardır. Yine el-Kuşeyrî der ki:
Haberlerde sabit olduğuna göre Peygamber İbn Ubeyy'e, Hassan'a ve Hamne'ye had
cezası vurmuş, Mistah'in da açık ifadelerle iftirada bulunduğu sabit
olmamıştır. Bununla birlikte o açtk ifadeter kul-lanmaksızın bir takım sözleri
dinler ve bunları yaygı ulaştırırdı.
el-Maverdî ve
başkaları derler ki: Peygamber (sav)in İfke karışanlara had uygulayıp
uygulamadığı hususunda iki farklı görüş vardır. Birincisine göre o tfke
karışanlardan hiçbir kimseye had uygulamamıştır, çünkü hadler ancak ya ikrar
ya da beyyine ile uygulanır. Yüce Allah ise bu hususta kendisine haber vermek
suretiyle hadleri uygulamasını isteyerek, kendisine olan kulluğunun gereğini
yerine getirmesini istememiştir. Tıpkı ona münafıkların kâfir olduklarını haber
vermekle birlikte, onları öldürmek suretiyle kendisine ibadette bulunmasını
istemediği gibi.
Derim ki: Bu hem
yanlıştır, hem de Kur'ân nassına muhaliftir. Çünkü yüce Allah: "Muhsan
hanımlara iftira edenler, sonradan" söylediklerinin doğruluğuna dair
"dört şahit getiremeyenlere seksener (değnek) vurun" diye
buyurmaktadır.
İkinci görüşe göre de
Peygamber Csav) İfke karışan kimseler olan Abdul-iah b. Ubeyy, Mistah b. Üsase,
Hassan b. Sabit ve Hamne bint Cahş'a had cezası uygulamıştır. İşte
müslümanlardan bir şair bu hususta şöyle demektedir:
"Andolsun bu
iftira sahiplerinden olan Hassan tatmıştır, Hamne ile birlikte; -çünkü onlar
yalan bir söz söylediler- ve bir de Mistah. îbn Selûl da uygulanan had ile
rezilliğin tadını almıştır. Çünkü o açık seçik bir şekilde yalan iftiralara
dalmıştı. Peygamberlerinin hanımlarına gayba taş atıp durdular. O kerim olan
Arş sahibinin gazabı ise (onlaradır) ve onlar çok büyük bir günah işlediler.
Bu hususta Allah
Raaûlüne eziyet ettiler, o bakımdan Ebediyyen üzerlerinde kalacak rezilliklere
büründiirüldüler ve rezil edildiler. Onların üzerlerine (iyilikleri)
tırpanlayıcı günahlar öyle bir yağdırıldı ki, Tıpkı yüksek bulutlardan
üzerlerine yağan yağmur taneleri gibi."
Derim ki: Haberlerde
meşhur ve ilim adamlarınca bilinen şu ki: Kendilerine had uygulanan şahıslar
Hassan, Mistah ve Hamne'dirler. Abdullah b. Ubeyy'e had uygulandığı işitilmiş
değildir.
Ebû Dâvûd'da, Âişe
(r.anhâ)dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Benim günahsızlığıma dair buyruk
nazil olunca Peygamber (sav) kalktı ve bu hususu söz konusu edip (inen)
Kur'ân-ı Kerîm (âyetlerin)i okudu. Minberden indikten sonra da o iki erkek ile
kadına hadlerinin uygulanmasını emretti.[151]
Bunların isimlerini de Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsase ve Hamne bint Cahş diye
vermektedir.[152]
et-Tahavî'nin
Kitab'mda da: "Seksener, seksener (değnek vurdu)" denilmektedir.
İlim adamlarımız
derler ki: Abduüah b. Ubeyy b. Selûl'a had uygulanmayışının sebebi yüce
Allah'ın âhirette ona pek büyük bir azab hazırlamış olmasıdır. Şayet dünyada
ona had uygulanmış olsaydı, bu onun âhiretteki azabının eksiltilmesi ve
hafifletilmesi anlamına gelirdi. Diğer taraftan yüce Allah Âtşe (r.anhâ)nın
günahsız olduğuna, buna karşılık ona iftirada bulunan herkesin de yalancı
olduğuna tanıklık etmiş olmaktadır. Böylelikle hadden beklenen fayda da gerçekleşmiş
olmaktadır. Zira bundan maksat, iftira edenin açığa çıkması ve iftiraya maruz
kalanın günahsız olduğunun ispatjanma-sıdır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ş ahitler i(ni) getiremediklerine göre onlar Allah katında
yalancıların tâ kendileridir." Adı geçen müslumanlara had uygulanmasının
sebebi ise onlardan sadır olmuş iftiranın günahının keffârete uğramasıdır. Ta
ki bu iftira dolayısıyla âhirette onların üzerinde herhangi bir sorumluluk
kalmasın. Peygamber (sav) da hadler hakkında: "Onlar uygulandığı kimseler
için bir keffarettir"[153]
diye buyurmuştur. -Ubâde b. es-Sâmit yoluyla gelen hadiste olduğu gibi.-
Şöyle de denilebilir:
İbn Ubeyy'e had uygulanmayı; kavminin kalbim İslâm'a ısındırmak ve oğluna
duyulan saygı sebebiyledir. Bir de bu hususta beklenen fitnenin alevini
söndürmek maksadıyladır. Zira Sa'd b. Ubâde ve onun kavminden -Müslim'in,
Sahih'inde olduğu gibi- fitnenin uçları görünmeye başlanmıştı.[154]
Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır.
[155]
"Bu iftirayı
İşittiğinizde mü'min erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel birzanda
bulunup... değil miydi?" buyruğu, iftiracıların söyledikleri yalanlar
karşısında beslemeleri gereken zan hususunda yüce Allah'ın mü'minlere bir
sitemidir.
İbn Zeyd dedi ki:
Mü'minler, "mü'min-bir şahıs annesine karşı böyle bir hayasızlığı
işleyemez" diye düşünmeli idiler, demiştir. Bu açıklamayı el-Mehdevî
nakletmekledir.
"Değil
miydi?" ifadesi; Niye ... medi?", anlamındadır, Aniamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Fazilet sahibi mü'min erkeklerle mü'min kadınların bu hususu
kendilerini ölçü alarak değerlendirmeleri gerekirdi. Böyle bir hal
kendilerinden uzak olduğu gibi Âişe ve Safvân hakkında da aynı şekilde hatta
daha da uzak bir ihtimaldir. Böyle doğru bir bakış açısının Eb~û Eyyûb el-Ensarî
ve hanımı hakkında söz konusu olduğu rivayet edilmektedir. Şöyle ki: Ebû Eyyûb
hanımının yanına girmiş, o da ona; Ey Ebıı Eyyûb söylenenleri duydun ımı? diye
sormuş. O: Evet, bu bir yalandır demiştir. Ey Eyyub'un anası sen olsaydın,
böyle bir şey yapar miydin? O: Allah'a yemin ederim ki hayır deyince, şu
cevabı verdi: Allah'a yemin ederim ki Âişe senden daha faziletlidir. Um Eyyub:
Evet, diye cevab vermiştir.[156]
İşte böyle bir
davranış ve böyle bir tutumun benzerini mü'minlerin hepsi gösteremedikleri
için yüce Allah bundan dolayı mü'minlere sitem etmiştir.
[157]
Yüce Allah'ın:
"Kendileri hakkında" buyruğu ile İlgili olarak en-Nehhâs şöyle
demiştir: "Kendileri hakkında" kardeşleri hakkında anlamındadır. Yüce
Allah müsiümanlara bir kimsenin birisine iftira ettiğini yahut kendilerinin
bilmedikleri bir şekilde bir çirkinlikle ondan söz ettiğini işitecek olurlarsa,
onların bu sözlerini reddedip, onu yalanlamaları gerektiğini bildirip bunu
farz kılmakta, bunu terkeden ve bu gibi sözleri nakledenleri tehdit etmektedir.
Derim ki: İşte bundan
dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme şu hükmün asıl
dayanağını teşkil etmektedir: İnsanın elde ettiği iman mertebesini, mü'minin
işgal ettiği salih konumu, müslümanın kendisiyle örtündüğü İffet elbisesini
yaygınlık kazansa dahi -esası itibariyle bozuk ya da belirsiz ise- onun
üzerinden hiçbir şey izâle edemez.
[158]
"Buna dair dört
şahit getirmeli değil miydiler?" buyruğu iftirada bulunanlar için bir
azardır.
"Değil
miydi?" lafzı, "niye ... medi, anlamındadır. Yani niye ileri
sürdükleri iftira hakkında dört şahit getirmediler.
Bu ifade daha önce
geçen ilk hükme râci'dir ve iftira (kazf) âyetinde geçen buyruklara atıf söz
konusudur.
[159]
"ŞahitlerKni)
getiremediklerine göre onlar, Allah katında yalancıların
tâ kendileridir." Yani onlar Allah'ın hükmü
gereğince yalancıdırlar. Kişi iddiasında doğru olmakla birlikte, buna dair
delil ortaya koymaktan acze düşebilir. Ancak böyle bir kimse, yüce Allah'ın
bilgisinde böyle olmasa dahi, şeriatın hükmü ve işin zahirine göre yalancı
sayılır. Şanı yüce Allah da hadleri dünyada teşri' buyurduğu hükümlere göre
tertib etmiştir; gerçek mahiyetiyle İnsana dair bilgisi gereğine göre değil.
Bu âhiretteki hükümlere esas teşkil eder.
Derim ki: Bu hususu
güçlendirip pekiştiren delillerden birisi de Buhârî'nin kaydettiği şu rivayettir;
Ömer b. el-Hattab (r.a) dedi ki: Ey İnsanlar! Gerçek
şu ki, artık vahiy kesilmiştir ve biz, sizleri
amellerinizden bizim için açığa çıkanlar sebebiyle sorumlu tutacağız. Kim bize
hayır izhar ederse, biz de onu güvenlik altında bulundurur ve onu yakınlaştınrız.
Onun içinde sakladıkları ile bizim hiçbir ilgimiz yoktur. İçinde sakladıkları
dolayısıyla onu hesaba çekecek olan Allah'tır. Kim de bize kötü bir şey izhar
edecek olursa, bu hususta onu emniyet altında tutmaz ve onu tasdik etmeyiz.
İsterse içinin güze) olduğunu söylemiş olsun.[160]
İlim adamları icmâ'
ile dünya ahkâmının zahire göre olduğunu, içte saklananların hakkındaki hükmü
de yüce Allah'ın vereceğini kabul etmişlerdir.
[161]
Yüce Allah'ın;
"Eğer Allah'ın size... lütuf ve rahmeti olmasaydı..." buy-ruğundaki:
kelimesi Sibeveyh'e göre mübtedâ olarak merfu'dur, haberi ise hazfedilmiştir.
Araplar bunun haberini açıkça zikretmezler. "Olmasaydrnın cevabının
hazfedil meşinin sebebi ise, bunun benzeri ifadelerin daha sonra söz konusu
edilecek olmasıdır. Nitekim yüce Allah; Ta üzerinizde lütfü, rahmeti ve...
olmasaydı" (en-Nur, 24/10) diye buyurmuştur. (Daha sonra bu âyette de):
"Size elbette... dokunurdu" diye cevabını vermiştir. Yani Âişe
hakkında söyledikleriniz sebebiyle dünyada da, âhirette de size büyük bir azab
dokunurdu, demektir. Bu da yüce Allah tarafından pek büyük bir sitemdir, fakat
o rahmeti sayesinde dünyada sizi setrettiği gibi, âhirette de tevbe ite
huzuruna gelenlere merhamet buyuracaktır.
"el-İfâda
(dalmak)": Söze dalmak demektir. İşte kendisi dolayısıyla sitemin söz
konusu olduğu da budur, Arapça'da; "Adamlar söze daldılar" denilir.
[162]
Yüce Allah'ın; "O
zaman siz o sözü birbirinizin dilinden abp duruyordunuz." buyruğunda
geçen; "Onu... alıp, duruyordunuz" anlamındaki kelimeyi Muhammed b.
es-Semeyka' "te" harfini ötreli, "lâm" harfini sakin,
"kaf" harfini de ötreli olarak (vav harfi de harf-i med olmak üzere);
den gelen bir kelime olarak okumuşlardır. Bu açıkça anlaşılan bir kıraattir.[163]
Ubeyy ve İbn Mes'ud
ise iki "te"li olmak üzere; "O zaman siz o sözü...
karşılıyordunuz" anlamında "telakki"den gelen bir kelime olarak
• okumuşlardır.
Yedi kıraat imamının
büyük çoğunluğu ise tek "te" ve (önceki) "zel" harfini
açıkça izhar edip idğâm etmeksizin okumuşlardır. Bu da aynı şekilde
"te-lakki"den gelmektedir. Ebu Amr, Hamza ve el-Kisaî "zel"
harfini, "te" harfine idğâm ile okumuşlardır. İbn Kesir ise
"zel" harfini izhar ederek, iki "te"yi de birbirine idğârn
İte okumuştur. Bu ise pek tutarlı olmayan bir kıraattir, çünkü iki sakin
harfin arka arkaya gelmesini gerektirmektedir ve bu; "Gizlice konuşmayın
ve birbirinize lakab takmayın" kı-raatindeki idğâm gibi değildir. Çünkü bu
"te" harflerinden önce sakin bir elif bulunmaktadır.
"Te"nİn yumuşak bir harf olması, bu gibi kelimelerde idgam ile
okunması güzel olmakla birlikte; "zel" harfi sakin olduğu taktirde o
kadar güzel görünmemektedir,
İbn Ya'iner ve Âİşe
(r.anhuma) -bu hususu insanlar arasında en iyi bilenler olarak- bu kelimeyi
"te" harfini üstün, "lam" harfini esreli, "kaf"
harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Bu kıraatin manası da Arapların bir
yalan söyleyip onu sürdürmesi anlamına gelen; sözlerinden alınmıştır. Onlar
müteaddi (geçişli) olan bir fiili böylelikle müteaddi olmayan (geçişsiz) bir
fiile delil olarak göstermektedirler.
İbn Atiyye der ki;
Bana göre bu kıraatte maksat; "Siz o yalanı söylüyor ve
sürdürüyordunuz" anlamfnda olup cer harfi hazfedildikten sonra bu fiile
zamir bitişmiştir. el-Halü ve Ebu Amr ise: aslında süratlenmek demektir,
derler. Mesela "Develer hızlıca geldi" denilir. Şair de şöyle
demektedir:
"Onlar bir
ordunun, üzerlerine baskın yaptığım görünce,
Şe'm (sol) taraftan
onlara kılıçla darbeler indiren büyük sürüler getirdiler.
Şüphesiz ki Husayn
dereyi görmeden paçaları sıvayandır,
Güçlü develer onu
Şam'dan (sırtlarında taşıyarak) hızlıca getirdiler.
Cimada bulunmadan önce
inzal eden kimse"
demektir. En hafif
şekliyle kılıç (ya da mızrak) darbesi indirmektir. Fiil şeklinde kullanılır,
Ona bir kaç kılıç darbesi indirdi" anlamındadır. O halde bu kelime
müşterek (birkaç anlamı bulunan) bir kelimedir.
[164]
"Ağızlarınızla
söylüyordunuz" ifadesi bir mübaîağa, bağlayıcı ve pekiş-tirici bir
ifadedir. "Bunu... sanıyordunuz" ifadesindeki zamir ise konuşulan
şeylere, o sözlere dalmaya ve onu yaymaya aittir.
"Basit bir
şey" yani kendisi sebebiyle günahın sizi gelip bulmayacağı önemsiz bir şey
"sanıyordunuz. Halbuki o Allah katında" günahı itibariyle "çok
büyüktür." Bu da Peygamber (sav)ın iki mezarın yanından geçişi ile ilgili
hadiste zikredilen; "Şüphesiz ki bunlar azab görmektedirler. Bununla birlikte
büyük bir günah sebebiyle de azab edilmiyorlar"[165]
buyruğunu andırmaktadır ki, bu size göre büyük değildir anlamındadır.
[166]
"Bu sözü
işittiğinizde: Böyle söz söylemek bize yakışmaz. (Ya Rab) Seni tenzih ederiz.
Bu büyük bir iftiradır, emeli değil miydiniz? Eğer müminler İseniz bunun
gibisine ebedîyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir. Allah sizlere
âyetlerini açıklıyor Allah en İyi bilendir, Ha-kîm'dir" buyruğu bütün
mü'minlere bir sitemdir. Yani sizin böyle bir sözü tepki ile karşılayıp,
reddetmeniz ve anlatmak ve nakletmek suretiyle bunları dilden dile
dolaştırmamanız, peygamberin hanımının böyle bir şeye bulaşmış olabileceğinden
yüce Allah'ı tenzih etmeniz, böyle bir sözün kesin bir iftira olduğuna hükmetmeniz
icab ederdi.
Bühtan (iftira); insan
hakkında kendisinde olmayan şeyleri söylemektir. Gıybet ise, insan hakkında
olan şeyleri (gıyabında) söz konusu etmektir. Bu mana Peygamber (sav)dan sahih
hadiste nakledilmiş bulunmaktadır.[167]
Daha sonra yüce Allah
benzeri bir duruma tekrar dönmemek hususunda onlara öğüt vermektedir.
" ... diye"
anlamındaki buyruk mefûlün leh'dir. Bu da; "(üt *» Dönmeniz hoş olmadığı
için..." vb. bir takdir iledir.
[168]
Yüce Allah'ın:
"Eğer mü m inler İseniz" ifadesi durup düşünmeyi hatırlatan ve
pekiştirici bir ifadedir. Bu bir kimsenin: Eğer erkeksen şunu, şunu yapman
gerekir, demesine benzer.
[169]
"Bunun gibisine
ebediyyen dönmeyeslnlz diye Allah size öğüt verir"
buyruğunda, Âişe
(r.anhâ) hakkında böyle bir sö2e dönmemeyi kastetmektedir. Çünkü böyle bir
sözün benzeri, ancak hakkında bu sözlerin söylendiği bir kimsenin benzeri
hakkında söylenebilir. Ya da Peygamber (sav)ın hanımları arasından onun
mertebesinde olan bir kimse hakkında söylenebilir. Çünkü böyle bir söz söylemek
Rasûtullah (sav)a hem namusu, hem de hanımları dolayısıyla eziyet etmektir.
Böyle bir iş yapan ise (bundan böyle) kâfir olur.
[170]
Hişam b. Ammar dedi
ki; Ben Malik'i şöyle derken dinledim: Ebubekir ve Ömer'e söven te'dib edilir.
Âise (r.anhâ)ya söven ise öldürülür, çünkü yüce Aliah; "Eğer mü'mînler
iseniz bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir"
diye buyurmaktadır. Buna göre Âişe (r.anhâ)ya söven bir kimse Kur'ân'a
muhalefet etmiş olur. Kur'ân'a muhalefet eden kimse de öldürülür.
İbnu'l-Arabî der ki:
Şafiî âlimleri: Âişe (r.anhâ)ya söven kimse, sair mü'minler hakkında olduğu
gibi te'dib edilir. Yüce Allah'ın: "Eğer mü'min-ler iseniz" buyruğu
Âişe (r.anhâ) hakkında bu işin küfür olduğu manasına değildir. Bu Peygamber
(sav)ın: "Herhangi bir kimsenin komşusu onun eziyet verici hallerinden
emin olmadığı sürece o kişi iman etmiş olmaz"[171] anlamındaki
hadise benzemektedir. Şayet Âişe (r.anhâ)ya söven kimseden imanın kaldırılması
hakikat anlamında olsaydı, Peygamber (sav)ın: "Zina eden bir kimse, zina
ettiği vakit mü'min olarak zina etmez"[172]
hadisinde olduğu gibi, hakikat manasına kullanılmış olurdu. Biz deriz ki:
Durum sizin iddia ettiğiniz gibi değildir, çünkü İfk hadisesine karışanlar o
tertemiz Âişe (r.anhâ)yı hayasızca bir iş işlemekle nitelendirip ona iftirada
bulundular. Yüce Allah'ın kendisinin uzak olduğu bir işi ona nisbet ederek
söven herkes Allah'ın hükmünü yalanlayan bir kimsedir. Allah'ı yalanlayan bir
kimse de kâfirdir. İşte Malik'in bu görüşünün izlediği yol budur. Bu da gören,
basiret sahibi kimseler tarafından açıkça görülen bir husustur. Eğer bir
kimse, Âişe Cr.an-hâ)ya Allah'ın kendisinin uzak olduğunu bildirdiği hususun
dışında bir sözle sövecek olursa, o kimsenin cezası te'dib edilmesidir.
[173]
"Şüphe yok ki
mü'minler arasında hayasızlıkların yayılmasını sevenlere" buyruğundaki
"Yayılması" fiili; den gelmekte olup "açıkça ortaya çıkmak ve
dağılmak" anlamını ifade eder.
"Mü'minler
arasında" buyruğundan kasıt da iffetli erkeklerle kadınlar arasında.,,
demektir. Bu umumi lafızdan kasıt, Âişe İle Safvan (Allah ikisinden de razı
olsun)dır. Âyet-i kerîmedeki "el-fâhlşe (hayasızlıklar)" ise son derece
çirkin, oldukça kötü fiil demektir. Bu âyette bu kelimenin kötü söz anlamına
geldiği de söylenmiştir,
"Dünyada da
âhirette de çok acıklı bir azab vardır." Dünyadaki azab-lan had cezasıdır.
Âhiretteki cezalan cehennem azabıdır. Cehennem azabı münafıklar için söz
konusudur. O halde bu ifade, tahsis edilmiştir. Çünkü daha önceden de
açıkladığımız gibi had mü'minler için bir keffârettir. Taberî der ki: Eğer
tevbe etmeksizin ve ısrar edici olarak ölürse (âhireete de onun için acıklı bir
azab vardır), anlamındadır.
[174]
"Allah.bîlİr."
O, bu günahın ne kadar büyük olduğunu da, onun cezasının ne olması gerektiğini
de, herşeyi de bilir.
"Siz
bilmezsiniz" buyruğuna gelince, Ebu'd-Derdâ yoluyla rivayet edilen hadise
göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kimse kendisinin o
hususta bir bilgisi olmadığı halde bir husumet hakkında insanlardan bir
kimsenin gücünü pekiştirecek olursa, bu işten vazgeçinceye kadar o kimse Allah'ın
gazabına maruz kalır. Herhangi bir kimse Allah'ın hadlerinden birisinin
uygulanmasını şefaati (iltimas ve torpil) ile engellemeye kalkışacak olursa o,
hak olan bir hususta Allah'a karşı inatlaşmış demektir. O'nun gazabına
kendisini maruz bırakır Allah'ın laneti kıyamet gününe kadar kesintisiz
üzerinde olur. Herhangi bir kimse, müslüman bir kimse aleyhine, onunla hiçbir
ilgisi olmadığı halde ve bu sözüyle dünyada onu hakir düşüreceğini bilerek,
bir sözü yaygınlaştıracak olursa, yüce Allah'ın o sözü sebebiyle o kimseyi
cehennem ateşine atması bir hak olur." Daha sonra Allah'ın
Kitabından bunu tasdik
eden şu: "Şüphe yok ki mü'minler arasında hayasızlıkların yayılmasını
sevenlere dünyada da, âhirette de çok acıklı bir azab vardır..." âyetini
okudu.[175]
"Ey iman edenler!
Şeytanın adımlarını" İzlediği yolları, gittiği yerleri "izlemeyin."
Yani şeytanın sizi kendisine çağırmış olduğu yolları izlemeyin, o yollardan
gitmeyin. "Adımlar" demek olan "el-hutuvat"ın tekili
"hutve"dir. Bu da iki ayak arasındaki mesafedir. "el-Hatve"
şeklinde mastardır, çoğulu da "hatavât" diye gelir. "Filan kişi
bize geldi" anlamındadır. Hadis-i şerifte geçen: "O cuma günü
insanların boyunları üzerinden adımlarını atarak gelen bir adam gördü"[176] ifadesinde
bu kökten geten fiil kullanılmıştır.
Cumhur
"adımlar" anlamındaki kelimeyi "ti" harfini ötreli olarak; diye
okumuşlardır. Âsim ve el-A'meş ise bunu sakin okurlar.
"Temize
çıkamazdı" ifadesini cumhur "kef" harfini şeddesiz olarak
okumuşlardır. Yani ne hidayet bulur, ne müslüman olur, ne de doğruyu
bilebilirdi. Bunun, ıslah olamazdı -anlamına geldiği de söylenmiştir,
"(t/i **): Islah oldu, olur" anlamındadır. el-Hasen ve Ebu Hayve ise
bu kelimeyi şeddeli okumuşlardır, yani O'nun sizi temizlemesi, arındırması,
sizi hidayete iletmesi ancak O'nun lütfuyla olur, amellerinizle değil.
eJ-Kİsaî der ki:
"Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını İzlemeyin" buyruğu bir ara
cümlesidir. "Sizden hiçbir kimse ebediyyen temize çıkamazdı" buyruğu
da ilk ve ikinci defa geçen: "Eğer Allah'ın üzerinizde lütuf ve rahmeti
olmasaydı..." buyruğunun cevabını teşkil etmektedir.
[177]
"Sizden fazilet
ve İmkân sahipleri... yemin etmesinler" âyeti ile ilgili olarak
rivayetlerden anlaşıldığına göre; bu buyruk Ebubekir b. Ebi Kuhafe (r.iû ile
Mistah b. Üsase arasındaki olay hakkında nazil olmuştur. Mistah, Ebu-bekir'in
teyzesi kızının oğlu idi. Bedir'e katılmış yoksul muhacirlerden birisi idi.
Nesebi Mistah b. Üsase b. Abbâd b. el-Muttalib b. Abdi Menaf dır. Adının Avf
olup, Mistah'ın lakab olduğu da söylenmiştir. Ebubekr (r.a) hem yoksulluğu, hem
de akrabalığı dolayısıyla ona infak ederdi. Mistah, bu iftira işine katılıp bu
hususta söyleyeceklerini söyleyince, Ebubekir (r.a) ona infak-ta bulunmamaya,
ebediyyen hiçbir şekilde ona Faydalı olacak bir iş yapmamaya yemin etti.
Mistah geldi, özür diledi ver Ben Hassan'ın meclislerine gider gelir, onun
söylediklerini işitir fakat bir şey söylemezdim, dedi, Ebubekir ona: Sen de
güldün ve söylenenlere katıldın, dedi. Yemini üzerinde de böylelikle ısrar
etti. Bunun üzerine bu âyet-İ kerime nazil oldu.
ed-Dahhak ve İbn Abbas
dedi ki: Mü'minlerden bir topluluk İfk hadisesinde söz söyleyen herkese
ulaştırdıktan iyiliklerini kestiler ve: Allah'a an-dolsun ki Âişe hakkında
ileri geri konuşan hiçbir kimseye iyiliğimiz dokunmayacaktır, dediler. Bunun
üzerine bu âyet-i kerîme onların hepsi hakkında nazil oldu.
Birincisi daha
doğrudur. Şu kadar var ki, âyet-i kerîme kıyamet gününe kadar bütün ümmeti kapsamakta
ve fazilet ve bolluk sahibi kimselerin öfkelenerek bu nitelikte olan kimselere
ebediyyen faydalı olmayacaklarına dair yemin etmeleri halini kapsamaktadır.
Sahih'İn rivayetine
göre şanı yüce ve mübarek olan Allah: "O olmadık İftirada bulunanlar sizden
bb- topluluktur" buyruğundan itibaren on âyeti kerîmeyi indirince,
Ebubekir -ki yakınlığı ve fakirliği dolayısıyla Mistah'a in-fakta bulunuyordu-
dedi ki: Allah'a yemin ederim, Âişe'ye bu söylediklerinden sonra ona
(Mistah'a) ebediyyen hiçbir infakta bulunmayacağım. Bunun üzerine yüce Allah:
"Sizden fazilet ve imkân sahipleri... yemin etmesinler... Allah'ın size
mağfiret etmesini sevmez misiniz?" buyruğunu indirdi.[178]
Abdullah b. el-Mubarek
dedi ki: Bu, yüce Allah'ın Kitabında en çok ümit veren âyetlerdendir. Ebubekr
(r.a) da dedi ki: Allah'a yemin ederim ki Allah'ın bana mağfiret etmesini çok
severim. Sonra da daha önceden infak ettiği şekilde Mistah'a infak etmeye
koyuldu ve: Ebediyyen bundan geri durmayacağım, dedi.[179]
Bu âyet-i kerîmede
İftira (kazOnın -her ne kadar büyük bir günah ise de-bütün amelleri boşa
çıkartmayacağına dair bir delil vardır. Çünkü yüce Allah Mistah'ı daha
sonradan hicret etmek ve iman sahibi olmakta nitelendirmiş bulunmaktadır.
Diğer büyük günahlar da böyledir. Allah'a ortak koşmanın dışında amelleri boşa
çıkartan hiçbir amel yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun eğer şirk koşarsan, amelin boşa çıkar." (ez-Zü-mer, 39/65)
[180]
Bir hususu işlememek
üzere yemin ettikten sonra o işi yapmanın yeminine bağlı kalmasından daha
uygun olduğunu gören kişi, o uygun olan İşi yapar ve yemininin keffâretini
yerine getirir. Yahut önce yemininin keffâre-tini yerine getirir, sonra o işi
yapar. Nitekim daha önceden el-Mâİde Sûresi'nde (5/89- âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
Fukahânın görüşüne
göre bir kimse, herhangi bir sünneti ya da mendu-bu işlememeğe dair yemin edip
bunu ebedi olmakla da kayıtlandıracak olursa bu onun şahitliğinin kabulünü
engelleyicidir. Bunu el-Bacî "el-Mun-teka" adh eserinde
zikretmektedir.
[181]
"Sizden
fazilet... sahihleri... yemin'etmesînler" buyruğundaki; ibaresi:
"Yemin etmesinler" demektir. "Yeftailu" vezninde olup yemin
demek olan; den gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Hanımla-rıyla cinsi temasta
bulunmamaya yemin edenler..." (el-Bakara, 2/226) buyruğunda da bu kökten
gelen fiil kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden eî-Bakara
Sûresi'nde (2/226-227. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bir kesim
de şöyle demektedir: Bu, kusurlu hareket etmek demektir. Bu da; "Bu
hususta kusurlu davrandım" ifadesinden gelmektedir. Yüce Allah'ın:
"(Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar." CÂ1-İ İmran, 3/118)
buyruğu da buradan gelmektedir.
[182]
"Allah'ın size
mağfiret etmesini sevmez misiniz?" buyruğu bir temsili ifade olup aynı
zamanda bir delildir. Yani sizler, Allah'ın günahlarınızı affetmesini
sevdiğiniz gibi, sizden daha aşağı durumda olanları da bağışlayınız. Peygamber
(sav)ın: "Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz"[183]
buyruğu da bu manayı dile getirmektedir.
[184]
Kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Bu âyet-i kerîme İfk hadisesine karışan isyankâr iftiracılara bu
lafız ile ne kadar İutfadici olduğunu dile getirmesi açısından, yüce Allah'ın
Kitabında en umut verici bir âyet-i kerîmedir.
Yüce Allah'ın
Kitabında en umut verici âyet-i kerîmenin: "Mü'minlere de muhakkak onlar
için Allah'tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğu müjdesini ver." (el-Ahzab,
33/47) buyruğu olduğu da söylenmiştir.
Yüce Alİah bir başka
yerde de: "İman edip, salih amel işleyenlere gelince, onlar cennetlerin
bahçelerindedir. Onlar için Rabbleri yanında istedikleri her şey vardır. İşte
bu büyük lütuf ve ihsanın tâ kendisidir" (eş-Şû-râ, 42/22) diye
buyurmaktadır. Yüce Allah bu âyet-i kerîmede geçen pek büyük lütfü İzah
ederken bir önceki âyet-i kerîmede de bu lütfün müjdesini vermektedir.
Yine umut verici
âyetlerden birisi de yüce Allah'ın: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri
giden kullarım..." (ez-Zümer, 39/53) buyruğu ile: "Allah kullarına
çok lütufkârdtr." (eş-Şûrâ, 42/19) buyruğudur.
Bazıları da şöyle
demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında yer akn en umut verici âyet-i kerîme:
"Elbette Rabbin sana-verecek, sen de hoşnut olacaksın." (ed-Duhâ,
93/5) âyet-i kerîmesidir. Çünkü Rasûluİlah (sav), ümmetinden herhangi bir
kimsenin cehennem ateşinde kalmasına razı olmaz.
[185]
Yüce Allah'ın: "Vermemeye
(mealde; etmemeye)" kelimesi; demek olup, burada, olumsuzluk edatı
hazfedilmiştir. Şairin:
"Allah adına
yemin ederim, oturmaya devam edeceğim (oturmayı bırakmayacağım)"
demesi gibidir. Bunu
ez-Zeccâc zikretmektedir. Ebu Ubeyde'nin açıklamalarına göre ise burada bu
olumsuzluk edatının takdirine gerek bulunmamaktadır.
"Affetsinler"
buyruğu; "Evin kalıntıları, izleri silindi" ifadesinden gelmektedir.
Affetmek, tıpkı evin kalıntı ve izlerinin silindiği gibi, günahın silinmesi
anlamındadır.
[186]
23. İffetli,
hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara İftira edenlere muhakkak dünyada
ve âhirette lanet edilmiştir. Onlar İçin çok büyük bir azab da vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[187]
Yüce Allah'ın:
"İffetli... kadınlar (el-muhsanat)" buyruğunun ne demek olduğuna dair
açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresİ'nde (4/24. âyet, 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
İlim adamlarının icma
ile kabul ettiklerine göre muhsan (iffetli) erkeklere iftirada bulunmanın
hükmü, kıyâs ve İstidlal yoluyla tıpkı muhsan (İffetli) kadınların hükmü
gibidir. Biz bunu sûrenin baş tarafında açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a
hamdolsun.
Bu âyet-i kerîme ile
kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Said b. Cübeyr der ki:
Âyet-i kerîme özel olarak Âİşe (r.anhâ)ya iftira eden kimseler hakkındadır.
Bazıları da şöyle demektedir: Âyet-i kerîme hem Âi-şe (r.anhâ) hakkında, hem de
Peygamber (sav)ın diğer zevceleri hakkındadır. Bu açıklamayı da İbn Abbas,
ed-Dahhak ve başkaları yapmıştır. Tevbe-nin de bunlara (şahitliklerinin kabulü
hususunda) bir faydası yoktur. Peygamberin hanımları dışında kalan iffetli
(muhsan) kadınlara iftira eden kimse için yüce Allah tevbe imkânı tanımış
bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah: "Muhsan hanımlara iftira edenler,
sonradan dört şahit getiremeyenlere seksener (değnek) vurun... Ancak bundan
sonra tevbe edenler ve ıslâh olanlar müstesna." (en-Nur, 24/4-5) diye
buyurmakta ve böyleleri için tevbe imkânını tanımakla birlikte, öbürlerine
tevbe imkânını tanımamaktadır. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya
göre bu tehdit iftira etmekte ısrar edip, bundan tevbe etmeyen kimseler
içindir.
Bir diğer görüş de
şöyledir: Âyet Âişe (r.anhâ)ya iftira edenler hakkında
nazil olmuş olmakla birlikte bununla, bu vasfa sahip
olan herkes kastedilmektedir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu âyet-i kerîme erkek olsun, kadın olsun iftirada bulunan
bütün insanlar hakkında umumidir. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur:
Şüphesiz ki iffetli olan kimselere iftirada bulunanlar... Böylelikle bunun
kapsamına (iftiraya maruz kalan) erkek de, dişi de dahil olmaktadır. en-Nehhâs
da bu açıklamayı tercih etmiştir.
Âyetin Mekke
müşrikleri hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü onlar hicret eden bir kadın
hakkında, bu kadın ancak zina etmek için yurdundan çıkmıştır, diyorlardı.
[188]
"Muhakkak dünyada
ve âhirette lanet edilmiştir" buyruğu hakkında Üim adamları derler ki:
Eğer bu âyet-i kerime ile, kastedilenler iftira eden mü'min kimseler İse
lanetten kasıt uzaklaştırmak, had vurmak ve mü'minle-rin onları yalnız bırakıp
onlarla pek konuşmamaları, adalet mertebesinden aşağıya inmeleri, mü'minler
tarafından kendilerinden güzel övgü ile söz edilmesinden uzak kalmalarıdır.
Bu âyet-i kerîme
sadece Âişe (r.anhâ)ya iftira eden kimseler hakkında özeldir, diyenlerin
görüşlerine göre; bu zorlu azap Abdullah b. Ubeyy ve benzerleri hakkında söz
konusu olur.
Âyet-i kerîme, Mekke
müşrikleri hakkında nazil olmuştur, diyenlerin açıklamalarına göre de başka bir
şey söylemeye gerek yoktur. Zaten onlar uzak tutulmuşlardır, âhirette de onlar
için pek büyük bir azap vardır. Aralarından müslüman olan kimseye gelince,
İslâm kendisinden öncekileri siler, süpürür.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
der ki: Bu âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili olarak yapılmış en güzel
açıklamalardan birisi de âyet-i kerîmenin erkek olsun, kadın olsun iftirada
bulunan bütün insanlar hakkında umumî olduğudur. Bu durumda ifadenin takdiri
şöyle olur: Şüphesiz ki iffetli kimselere iftirada bulunanlar... Bu
açıklamanın kapsamına erkek-dişi herkes girer. Aynı şekilde haklarında iftirada
bulunanlar için de böyledir. Şu kadar var ki, bu buyrukta müzekker kipi,
müennes kipi yerine tağlîb (ağırlık vermek) yoluyla kullanılmıştır.
[189]
24. O gün
onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine
şehâdet edeceklerdir.
"Yaptıkları"
anlamındaki buyruk genel oiarak "ya" ile okunmuştur. Ebu Hatim de bu
okuyuşu tercih etmiştir.
"Şehâdet
edeceklerdir" anlamındaki kelimeyi de el-A'meş, Yahya, Ham-za, el-Kisaî ve
Halef -"te" ile değil de- "ya" ile; şeklinde okumuşlardır,
Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü câr ile mecrûr isim ile fiilin arasına
girmiş bulunmaktadır. İfadenin anlamı da şudur: Onların kimilerinin dilleri,
kimilerinin aleyhine yaptıkları kazf ve iftiraya dair şahitlikte bulunacakları
o günde... Bir diğer açıklamaya göre; dilleri o günde söyledikleri şey-ter ile
aleyhlerine şahitlik edecektir.
"Elleri ve
ayakları" da dünya hayatında yaptıklarını, organları konuşup
söyleyeceklerdir, anlamına gelmektedir.
[190]
25. O günde
Allah onlara hakkettikleri cezalarını bütünüyle verecektir ve Allah'ın apaçık
hakkın tâ kendisi olduğunu da bileceklerdir.
Onların hakkettikleri
hesaplan ve cezalarıdır.
Mücahid: "O günde
hak olan Allah, onlara cezalarını bütünüyle verecektir." anlamında
"hak" lafzını yüce Allah'ın sıfatı olacak şekilde okumuştur.
Ebu Ubeyd1 der ki:
Şayet insanlara (bu hususta) muhalefet etmek güzel olamayan bir şey olmasaydı,
uygun okuma şekli ref, (bu şekil) olurdu. Böylelikle bu lafız yüce Allah'ın
sıfatı oturdu. Ayrıca bu Ubeyy'İn kıraatine de uygun düşerdi. î?öyle ki Cerir
b. Hâzim dedi ki: Ben Ubeyy'in mushafında: "Hak olan Allah onların
cezalarını eksiksiz verecektir"
şeklinde yazılı
olduğunu gördüm, en-Nehhâs dedi ki: Ebu Ubeyd'in bu sözleri pek uygun
değildir. Çünkü o Sevad-ı A'zam'a (en büyük kitlenin ittifakına) muhalif olan
bir delil göstermektedir. Onun bu açıklamasında delil olacak bir taraf da
yoktur. Çünkü böyle bir ifadenin Ubeyy'in Mushaf'ında bu şekilde olduğu sahih
olsa dahi kıraat; şeklinde: "O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını
eksiksiz verecektir" anlamında "ve cezalan" hak'tan bedel olarak
da okunabilir. Umumun kıraatinde ise "hak" kelimesi,
"cezaları" anlamındaki kelimenin sjfatıdır, manası da güzeldir. Çünkü
yüce Allah kötülük işleyenleri söz konusu edip onlan hak ile cezalandıracağını
bildirmektedir.
Nitekim yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Biz nankörlük edenlerden başkasını
cezalandırır mıyız?" (Sebe1, 34/17) Çünkü yüce Allah'ın kâfire de, kötülük
işleyene de ceza vermesi hak ve adalet iledir. İyilikte bulunan kimselere
amellerinin karşılığını vermesi ise ihsan ve lütuf iledir.
"Ve Allah'ın apaçık
hakkın tâ kendisi olduğunu da bileceklerdir." Burada geçen
"el-hakk" ve "el-mubîn" yüce Allah'ın isimlerinden iki
isimdir. Biz bunlara dair daha önce bir kaç yerde açıklamalarda bulunduğumuz
gibi özellikle de "el-Kitabu'l-Esnâ (fi Şerhi Esmûi'l-lâhil Hüsnâ)"
adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
[191]
26. Kötü
kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışır. İyi kadınlar da
iyi erkeklere, teiniz erkekler de temiz kadınlara yakışır. İşte onlar, o
müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır. Onlar için bir mağfiret ve cömertçe
bir rızık vardır.
İbn Zeyd dedi ki:
Buyruğun anlamı şudur: Kötü olan kadınlar, kötü olan şrkeklere yakışır. Aynı
şekilde kötü olan erkekler, kötü olan kadınlara yakışır. Yine iyi olan
kadınlar iyi olan erkeklere, iyi olan erkekler de iyi olan kadınlara vakısır.
Mücahid, İbn Cübeyr,
Atâ ve müfessirlerin çoğunluğu da şöyle demektedirler: Buyruğun anlamı şudur:
Kötü sözler kötü erkeklere, aynı şekilde kötü olan İnsanlara kötü sözler
yakışır. İyi sözler aynı şekilde İyi insanlara, iyi insanlar da iyi sözlere
yakışırlar.
en-Nehhâs,
"Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Bu açıklama bu
âyet-i kerîme hakkında yapılmış en güzel açıklamadır. Bu açıklamanın
doğruluğuna delil yüce Allah'ın: "İşte onlar, o müfterilerin dediklerinden
uzak olanlardır" buyruğudur. Yani Âişe ve Safvân kötü erkeklerin ve kötü
kadınların söylediklerinden uzaktırlar.
Bir diğer açıklamaya
göre; bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Zina eden erkek ancak zina eden
veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir..." (en-Nûr, 24/3) âyetine bina
edilmiştir. Buna göre "kötü kadınlar" zina eden kadınlar, "iyi
kadınlar" ise iffetli kadınlar demektir. Aynı şekilde iyi olan erkekler
ite İyi olan kadınlar da böyledir. Bu görüşü de yine en-Nehhâs tercih etmiştir,
İbn Zeyd'in açıklamasının manası da budur.
"İşte onlar o
müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır" ifadesinde genel olarak bu
türden olan kimseler kastedilmektedir. Âişe ve Safvân'ın da kastedildiği, o
bakımdan ifadenin (ikil gelmesi gerektiği halde), cem' olarak getirildiği de
söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Şayet kardeşleri varsa" (en-Nisâ,
4/11) buyruğunda da kastedilen iki kardeştir (bununla birlikte ifade üç ve
fazlası için kullanılan cem' halinde getirilmiştir). Bu açıklamayı da el-Fer-râ
yapmıştır.
"Uzak
olanlar" kendilerine yapılan iftiradan uzak ve münezzeh olanlar, demektir.
Bazı tahkik ehli
kimseler şöyle demişlerdir: Yusuf (a.s) zina iftirasına maruz kaldığında yüce
Allah beşikte yatan bir çocuğu konuşturarak uzaklığını açıkladı. Meryem (a.s)
da zina iftirasına maruz kaldığında yüce Allah onu İsa (Allah'ın salât ve
selâmları üzerine olsun) vasıtası ile temize çıkardı. Âişe (r,an-hâ) da zina
iftirasına rnaruz kaldığında yüce Allah onu Kur'ân-ı Kerîm ile temize çıkardı.
Onun bir çocuk ya da bir peygamber tarafından temize çıkarılmasına razı
olmayıp yüce Allah bizzat kendi kelâmıyla onun iftira ve bühtandan uzak
olduğunu ilân etti.
Ali b. Zeyd b.
Cüd'an'dan rivayete göre o dedesinden, o da Âişe (r.an-hâ)dan şöyle dediği
nakledilmiştir: Bana hiçbir kadına verilmemiş dokuz özellik verilmiştir;
Cebrail (a.s), Rasûlullah (sav)a benimle evlenmesini emrettiğinde avucu
içerisinde benim suretimle (peygambere) nazil oldu. Peygamber benimle bakire
olarak evlendi, benden başka bakire ile evlenmiş değildir. Peygamber (salât ve
selâm) başı benim göğsüme dayalı olduğu halde vefat etti. Benim odamda gömüldü,
melekler benim evimi kuşattılar. O hanımlarından birisiyle birlikte ise
hanımları yanından uzaklaşır ve ona vahiy öylece nazil olurdu. Halbuki ben
onunla aynı örtünün altında ve tenini benden ayırmadığı halde vahiy ona nazil
olurdu. Ben onun halifesinin ve onun sıd-dîkının kızıyım, benim suçsuz olduğuma
dair hüküm semâdan nazil olmuştur. Ben tertemiz olarak ve tertemiz olanın
nezdinde yaratıldım. Bana bir mağfiret ve pek cömertçe ve şerefli bir rızık
vaadinde bulunuldu.[192]
O bununla yüce
Allah'ın: "Onlar için bir mağfiret ve cömertçe bir rızık
vardır" buyruğunu
kastetmektedir ki, o da cennettir.
[193]
27. Ey iman
edenleri Kendi evlerinizden başka evlere, İzin alıp o ev halkına selâm vermeden
girmeyin. Bu, sizin İçin daha hayırlıdır. Olur ki öğüt alırsınız.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı on yedi başlık halinde sunacağız:
[194]
"Ey iman edenler!
Kendi evlerinizden başka evlere... girmeyin" buyruğu ile yüce Allah bize
şunu bildirmektedir: Şanı yüce Allah şerefti ve üstün kıldığı Âdemoğluna
meskenlerde kalma özelliğini vermiş, başkalarının görmelerine karşı onları bu
meskenlerde setretmiştir. Tek başlarına bu meskenlerden gereği gibi faydalanma
hakkını tanımıştır. Diğer insanların dışa-ndan bu meskenlere muttali olmalannı
yahut mesken sahiplerinin izni olmaksızın oralara girmelerini yasaklamıştır. O
bakımdan herhangi bir kimse onların herhangi bir avretlerine (başkaları
tarafından görülmesini istemedikleri bir hallerine) muttali olmaması için,
başkalarına karşı tesettüre raci' olan hususlara riâyeti bildirip onlara
gereken edebleri öğretmiş bulunmaktadır.
Müslim'in, Sahih'İnde
yer alan rivayete göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Her kim izinleri olmaksızın başkalarına ait bir eve
muttali olursa, o ev halkının o kimsenin gözünü çıkartmaları helâl olur.[195]
Bu buyruğun te'vili
hususunda farklı görüşler vardır. Kimi ilim adamı: Bu hadis zahirinin
anlaşıldığı şekliyle anlaşılmamalıdır, demişlerdir, Çünkü gözün çıkartılması
karşılığında bir tazminat söz konusudur ve bu haber, bu yönüyle neshedilmîş
olmaktadır. Bu buyruk yüce Allah'ın: "Şayet bir ceza verecek olursanız,
size yapılan saldırının misliyle karşılık verin" (en-Nahl. 16/126)
buyruğunun inişinden önce vârid olmuştur. Diğer taraftan kat'î bir hüküm ifade
etmek maksadıyla değil de, tehdit maksadıyla söylenmiş olma ihtimali de vardır
yüce Allah'ın Kitabına muhalif gelen bir rivayet gereğince amel etmek de caiz
değildir. Hem Peygamber (sav)in bazen zahirinden anlaşılan mananın dışında bir
maksatla söz söylediği olurdu. Nitekim haberde rivayet edildiğine göre Abbas
b. Mirdâs onu övmeye koyulunca, Bilâl'e: "Kalk, onun dilini kes" diye
buyurmuştur.[196] Halbuki bundan maksadı
ona bir şeyler vermesidir, yoksa bu sözleriyle gerçekten dilini kesmeyi
kastetmiş değildir. İşte bu buymkda -aynı şekilde- gözün çıkarılmasını söz
konusu etmekle birlikte, daha başka bir eve bakmasını önleyecek bir şekilde
ona bir uygulama yapılmasını kastetmiş olmalıdır.
Kimisi de şöyle
demiştir; Böyle bir durumda (göz çıkarana) ne tazminat ödemek, ne de kısas söz
konusudur. Yüce Allah'ın izniyle ileride geleceği üzere Enes yoluyla rivayet
edilen hadisten ötürü sahih olan da bu olmalıdır.
[197]
Bu âyetin nüzul sebebi
Ta bert ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivayetlerine göre şöyledir: Ensara
mensub bir kadın: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Ben evimde baba olsun, oğlum olsun
hiçbir kimsenin görmesini istemediği bir hal üzere bulunabiliyorum. Ben bu
halde iken babam gelir yanıma girer, yine ailemden bir başka adam çıkıp
gelebilir. Ne yapayım? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Bu sefer Ebubekir
(r.a) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde hanlar ve meskenler
vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (Bu gibi yerlere nasıl girilir?)
deyince, yüce Allah da: "Oturulmayan ve içlerinde... evlere girmenizde
size günah yoktur" (en-Nur, 24/29) âyetini inzal buyurdu.
[198]
Yüce Allah bize ait
olmayan evlere girmenin haram oluşunu, izin istemek demek olan isti'nâsa kadar
ileri götürmüştür. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: İsti'nâs bizim görüşümüze
göre -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- isti'zân (izin istemek) dernektir.
Nitekim Ubeyy, İbn Ab bas ve Saîd b. Cübeyr'in kıraatinde "İzin alıp, o
ev halkına selâm vermeden girmeyin" şeklindedir, "İsti'nâs"ın
öğrenmek istemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Evde kim olduğunu öğrenmeden
girmeyin, demek olur. Müca-hid dedi ki: Bu da öksürmekle yahut mümkün olan
herhangi bir şekilde olur. Kendisinin geldiğinin farkedildiğini anlayacağı bir
süre kadar da ağır hareket eder ve bundan sonra içeri girer. Bu anlamdaki bir
açıklamayı et-Tabe-rî de yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Şayet onlarda bir
reşit-likgörürseniz." (en-Nisâ, 4/6) buyruğunda (aynı kökten gelen bu
kelime) bilirseniz" demektir. Şair de şöyle demektedir:
"Hafif bir ses
duydu ve korkuttu avcı onuk İkindi vakti idi hatta akşam yaklaşmıştı,"
Derim ki: İbn
Ma'ce'nin, Sünen'inde şöyle bir rivayet vardır: Bize Ebubekr b. Ebi Şeybe
anlattı: Bize Abdu'r-Rahim b. Süleyman anlattı. O, Vâsıl b. es-Sâib'den, o Ebu
Sevre'den, o Ebu Eyyub el-Ensarî'den dedi ki: Ey Allah'ın Ra-sûlü, dedik. Selam
ne olduğunu biliyoruz, peki isci'nâs ne demektir? Şöyle buyurdu: "Adam ya
subhanallah, ya Allahu ekber, ya elhamdülillah der, ök-sürür ve aile halkını
haberdar eder."[199]
Derim ki: İşte bu,
Mücahid ve ona uygun kanaat belirtenlerin dedikleri gibi isti'nâsın,
isti'zândan farklı olduğu hususunda açık bir nasstır,
[200]
İbn Abbas'tan -bazı
kimselerin ise Said b. Cübeyr'den- rivayetlerine göre "İzin alıncaya
kadar" buyruğu(nda, hemzeden sonra nûn ve sin harflerinin gelmesi) katibin
bir hatası ya da bir yanılmağıdır. Asıl doğrusu "İzin ah..,ncaya
kadar" şeklindedir.
Ancak böyle bir
rivayet İbn Abbas'tan da, başkasından da sahih olarak gelmiş bir rivayet
değildir. Çünkü İslâm mushaflannın tümünde bu ifade onların hata dedikleri
şekilde sabit olmuştur, Osman (r.a) döneminden beri bu hususta icma ile sahih
olarak nakledilmiştir. Bu hatta muhalefet caiz değildir. Ashab-ı Ki ram'in
üzerinde icma' ettiği bir lafızın yazımında kâtibin hata ya da yanıldığını
söylemek ise İbn Abbas'tan sahih olarak nakledilmesi imkânsız bir iddiadır.
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Önünden de, arkasından da bâtıl ona
erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde lâyık olan tarafından
indirilmiştir." (Fussilet, 41/42); "Şüphe yok ki o Zikri (Kur'ân'ı)
Biz indirdik, onu koruyacak olan elbette Biziz." (el-Hicr, 15/9)
Ancak İbn Abbas'tan
ifadede bir takdim ve tehir olduğuna dair rivayet gelmiştir ve buna göre mana:
"Tâ ki ev halkına selâm verip, izin İstemeden girmeyin" şeklindedir.
Bunu da Ebû Hatim nakletmiştir.
İbn Atiyye der ki: İbn
Abbas'tan ve başkalarından böyle bir görüşün nakledilmesinin imkânsız olduğunu
ortaya koyan hususlardan birisi de; "is-ti'nâs" kökünden gelen fiilin
mana itibariyle çok sağlam bir bütünlük arzet-mekte oluşu ile Arap dilinde
bunun gayet kolay açıklanabilir olmasıdır. Ömer (r.a), Peygamber (sav)a: Ey
Allah'ın Rasûlü! Ben isti'nâs ediyorum (izin istiyorum), demişti. Bu esnada
Ömer de odanın kapısında ayakta duruyordu. Bu sözlerin geçtiği hadis de
meşhur'bir hadistir.[201] Bu
da onun Peygamber (sav)tan izin (isti'nâs) talebinde bulunmuş olmasını
gerektirmektedir. İbn Abbas böyle bir durumda Rasûlullah (sav)ın ashabının hata
ettiğini nasıl söyleyebilir?
Derim ki: Ebu Eyyub
yoluyla gelen (bir öndeki başlıkta kaydedilen) hadiste isti'nâsın selâmdan
önce olduğunu ve buna güre âyet-i kerîmenin olduğu haliyle, takdim ve tehir
söz konusu olmadan hüküm ifade ettiğini, içeri girdikten sonra selâm
verileceğini ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[202]
İzin İstemede sünnet
üç defadır, daha fazla izin istenmez. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: İzin
istemek üç defadır, herhangi bir kimsenin daha fazla izin istemesini uygun
görmüyorum. Ancak iznini İşittiremediğini kabul eden kimsenin, işittirmediği
kanaati kendisinde hasıl olursa, daha fazla iznini tekrarlamasında mahzur
görmemekteyim.
İzin isteme şekli
kişinin: "es-Selâmu aleykum, gireyim mi?" demesi suretiyle olur. Ona
izin verilirse, içeri girer. Geri dönmesi söylenirse, geri döner. Ses
çıkarılmazsa, üç defa izin ister ve üçüncüsünden sonra geri döner.
İzin istemekte sünnet,
izin isteğini üç defa tekrarlamaktır ve bundan fazla izin istenmez,
deyişimizin sebebi Ebu Musa el-Eş'arî yoluyla gelen hadis-i şeriftir, O, Ömer
b. el-Hattab'a karşı bu hadis gereğince uygulama yapmış, bu hususta Ebû Musa
lehine önce Ebû Said el Hudrî sonra da Ubeyy b. Ka'b şahitlikte bulunmuştur.
Bu, meşhur bir hadis olup bunu Sahih(-i Buhârî) rivayet etmiştir. Bu hadis, bu
hususta açık bir nasstır. Hadiste şöyle denilmektedir: ... Ömer: Yanımıza
gelmene engel olan ne oldu? diye sordu, o da şöyle dedi: Ben geldim, kapında
durup üç defa selâm verdim. Sen benim selâmımı almayınca, ben de geri döndüm.
Çünkü Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse üç
defa izin istediği halde, ona izin verilmeyecek olursa, geri dönsün. "[203]
İzin isteme şekli ile
ilgili olarak sözünü ettiğimiz hususa gelince; bu da Ebû Davud'un, Rib'î'den
kaydettiği rivayete dayanmaktadır. O dedi ki: Bize Âmiroğullanndan bir adam
anlattı. Peygamber (sav) bir evde bulunuyorken huzuruna girmek üzere izin
istedi(m) ve içeri gireyim mi? diye sordu(m). Peygamber (sav) hizmetçisine
şöyle buyurdu: "Çık da bu adama izin İstemeyi öğret. -Ona dedi
kî-:.es-Selâmu aleykum, gireyim mi? de" dedi. Adam onun bu sözlerini
işitince: es-Selamu Aleykum, gireyim mi? dedi. Peygamber (sav) da ona izin
verince, o da içeri girdi.[204]
Ta beride bunu
zikretmiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) "Ravda" diye anılan
bir cariyesine şöyle dedi: "Sen bu adama; es-Selâmu aleykum, gireyim mi?
demesini söyle" deyip, hadisi zikretmektedir.[205]
Rivayet edildiğine
göre İbn Ömer bir gün çölün sıcağından rahatsız olmuş ve Kureyş'e mensub bir
kadına ait bir çadıra giderek- es-Selâmu aleykum, gireyim mi? diye sormuş.
Kadın: Selâm ile gir, demiş. Ömer (r.a) sözlerini tekrarlayınca, kadın da
tekrarlamış. Sonunda Ömer (r.a) kadına: Gir de deyince, kadın da böyle demiş!
Görüldüğü gibi o: "Selâm ile (gir)" deyince, içeri girnıeyip durmuş.
Çünkü bu lafız ile; şahıs olarak değil, selâmınla gir, demeyi kastetmiş olma
ihtimali de vardır.
[206]
İlim adamlarımız
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: İzin istemenin üç defa
tekrarlanmasının sebebi, bir sözün, üç defa tekrarlanmasının duyulup
anlaşılmış olmasını -çoğunlukla- sağlamasından dolayıdır. Bunun için Peygamber
(sav) bir söz söyledi mi, söylediği iyice anlaşılsın diye üç defa tekrarlardı.
Bir topluluğa da selam verdi mi, selamını üç defa tekrarlardı. Üç defa
çoğunlukla duyulup, anlaşıldığına göre; üç defa izin istediği halde izin isteyene
müsaade edilmeyecek olursa, ev sahibinin izin vermeyi istemediği ortaya çıkar
ya da kesintiye uğratması imkânı bulunmayan bir mazereti dolayısıyla cevap veremeyecek
durumda demektir, İşte o vakit izin isteyenin geri dönmesi gerekir, çünkü izin
istemeyi daha fazla tekrarlamak, ev sahibini rahatsız edebilir. Hatta
meşguliyetini kesmesine sebep olup kendisine zararlı olabilir. Nitekim
Peygamber (sav), Ebu Eyyub'dan izin istediğinde o da alelacele çıkınca,
Peygamber: "Biz seni aceleye getirmiş de olabiliriz..." demiştir.[207]
Akîl b. Şihab'ın şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Üç defa selam verme sünnetine gelince, Rasûlullah
(sav), Sa'd b. Ubade'ye gidip: "es-Selâmu aleykum" dediği halde, ona
cevap vermediler. Rasûlullah (sav) sonra tekrar: "es-Selâmu aleykum"
dediği halde, onlar yine selâmını almadılar. Bunun üzerine Rasûlullah (sav)
geri döndü. Sa'd orilın bir daha selâm vermediğini görünce, geri döndüğünü anladı.
Arkasından çıktı ve nihayet ona yetişip: Ve aleykumü's-selâm ya Rasûlallah,
dedi. Biz sadece senin bize daha çok selâm vermeni istedik. Allah'a yemin
ederiz ki selamını işittik. Bunun üzerine Rasûlullah (sav), Sa'd ile birlikte
geri döndü ve evine girdi.[208] İbn
Şihab dedi ki: İşte üç defa selam verme bu kabilden rivayetlerden alınmıştır.
Ayrıca bunu el-Velid
b. Müslim, el-Evzaî'den rivayet etmiştir. el-Evzaî dedi ki: Yahya b. Ebi
Kesir'i şöyle derken dinledim: Bana Muhammed b. Ab-du'r-Rahman b. Es'ad b.
Zürare, Kays b. Sad'dan anlattı, o dedi ki: Rasûlullah (sav) evimizde bizi
ziyarete getdi ve: "es-Selâmu aleykum ve rahmetullah" dedi. Sa'd
yavaş bir sesle selamını aldı. Kays (b. Sa'd) dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)a
(içeri girmesi İçin) izin vermeyecek misin? dedim. O da: Onu bırak da bize
çokça selâm versin... dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu hadisi
Ebû Dâvûd da rivayet etmiş olup onda: "İbn Şihab dedi ki: İşte üç defa
selam vermek bu kabilden rivayetlerden alınmıştır." sözü yoktur. Ebû
Dâvûd dedi ki: Bu hadisi ayrıca Ömer b. Abdu'l-Vahid ile îbn Se-maa,
el-Evzaî'den mürsel olarak rivayet etmiş olup bunlar Kays b. Sa'd'ı
zik-retmemişlerdir,[209]
İbn Abbas (r.a)dan:
İnsanlar isti'zan gereğince uygulamayı terk etmiş I erdir, dediği rivayet
edilmektedir.
Bizim ilim adamlarımız
da -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Buna sebeb
insanların evlerine kapılar yaptırmış olmaları ve kapıların çalınmasıdtr.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebû Dâvûd da, Abdullah
b. Busr'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlul-lah (sav) bir ailenin kapısına
gitti itli yüzü kapıya karşı durmazdı. Bunun yerine kapının ya sağ ya da sol
tarafında durur ve: "es-Selâmu aleykum, es-se-lâmu aleykum" derdi.
Çünkü o gün evlerin (kapıları) üzerinde perde bulunmuyordu.[210]
Şayet kapı kapalı İse
istediği yerde durur ve öylece izin ister, dilerse de kapıyı çatar. Çünkü Ebu
Musa el-Eş'arî'nin rivayetine göre Rasûlullah (sav) Medine'de bir evin
bahçesinde, bir kuyunun kenarında bulunuyor idi. Ayaklarını kuyunun içine
uzatmıştı, Ebubekir kapıyı çaldı. Rasûluüah (ona): "Ona izin ver ve onu cennetle
müjdele" diye buyurdu.[211] Bu
hadisi Abdu'r-Rahman b. Ebi'z-Zinâd böylece rivayet etmiş, Salih b. Keysân ile
Yunus b, Yezid de ona mütabaat etmiş olup hep birlikte Ebu'z-Zinâd'dan, o Ebu
Se-leme'den, o Abdu'r-Rahman b. Nâfi'den, o da Ebu Musa'dan diye rivayet etmişlerdir.
Ancak Muhammed b. Amr el-Leysî onlara muhalefet ederek bu hadisi
Ebu'z-Zinâd'dan, o Ebu Seleme'den, o Nâfi' b. el-Hâris'den, o da Peygamber
(sav)dan böylece rivayet etmiştir. Ancak birincisinin isnadı daha sahihtir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[212]
Kapı işitilebilecek
kadar yavaş çalınmalıdır, şiddetle çalınmaz. Enes b. Malik şöyle demektedir:
Peygamber (sav)ın kapıları tırnaklarla çalınırdı. Bunu Ebubekr Ahmed b. Ali b.
Sabit el-Hatib "Comi'"inde zikretmektedir.[213]
Buhârî, Müslim ve
başkalarının rivayetine göre Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle demiştir: Peygamber
(sav)ın huzuruna girmek üzere izin istedim. O: "Kim o?" diye sordu.
Ben de: Benim, dedim. Peygamber (sav) bundan hoşlanma-mışcasına: "Benim,
benim" diye buyurdu.[214]
İlim adamlarımız
derler ki: Peygamber (sav)ın bu sözden hoşlanmayışı-nın sebebi
"benim" demesi ile tanımanın hasıl olmamasından dolayıdır. Bu hususta
uyulması gereken hüküm ise Ömer b. el-Hattab (r.a) ile Ebu Musa'nın uygulamasında
olduğu gibi adını zikretmesidir. Çünkü kişi adını zikretmekle tekrar soru ve
cevab külfeti ortadan kaldırılmış olur.
Ömer b, el-Hattab
(r.a)dan sabit olduğuna göre o Peygamber (sav)ın yanına -o (îlâ sebebiyle)
yüksekçe odasında bulunuyor iken- gitmiş ve: es-Se-lamu aleyke ya Rasûlallah,
es-selamu aleykum Ömer girebilir mi? demiştir..[215]
Müslim'in, Sahih'inde
de kaydedildiğine göre Ebu Musa, Ömer b. el-Hattab (r.a)ın huzuruna varmış ve:
es-Selâmu aleykum, bu Ebu Musa'dır, es-Selamu aleykum, bu el-Eş'arî'dir...
demiştir.[216]
el-Hatib,
"el-Camî'..." adlı eserinde Ali b. Âsim el-Vâsitî'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Basra'ya gittim, Şu'be'nin evine vardım. Kapısını çaldım, kim
o? dedi. Ben: Benim, dedim. Şu cevabı verdi: Ey adam! Benim, benim diye anılan
bir arkadaşım yoktur, Sonra yanıma çıkıp dedi ki: Bana Muham-med b. el-Munkedir
anlattı. O Cabir b. Abdullah'tan naklen dedi ki: Peygamber (sav)ın-huzuruna
bir ihtiyacım dolayısıyla gitmiştim. Kapısını çaldım. O: "Kim o?"
diye sordu. Ben de: Benim, dedim. O da: "Benim, benim" diye tekrarladı.
Rasûlullah (sav) benim bu sözümden -ya da onun bu sözünü- hoşlanmadı gibi.[217]
Ömer b. Şebbe'den de
naklettiğine göre o şöyle demiş: Bize Muhammed b. Selâm babasından naklen
anlattı, dedi ki: Amr b. Ubeyd'in kapısını çaldım. Bana: Kim o? diye sordu. Ben
de: Benim deyince, gaybı Allah'tan başka kimse bilemez, dedi. el-Hatib
(el-Bağdadî) dedi ki: Ben Kadı Ali b. el-Muhassin'in hadis şeyhlerinden
birisinden şunu naklettiğini duydum: Kapısı çalındı mı: Kim o? diye sorar.
Kapıdaki kişi: Benim, diyecek olursa, Hoca da: Benim, işte bu kapıyı çalan bir
kederdir derdi.[218]
Herbir kavmin izin
isterken kendi örflerine göre kullandıkları İfadeleri vardır. Nitekim Ebubekir
el-Hatib senedini kaydederek Ömer b. el-Haltab'm oğlu Âsım'ın kızı Um
Miskin'in azadlı kölesi Ebu Abdi'1-Melik'ten şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Hanım efendim beni Ebu Hureyre'ye gönderdi, o da benimle birlikte geldi.
Kapıya gelince Ender (içeri gireyim mi?) diye sordu. O da: Enderun, dedi. Hatib
bu bahsin başına "Farsça İ2in isteme" başlığını koymuştur. Ahmed b.
Salih'ten de şöyle dediğini zikretmektedir: ed-Derâver-dî, Isfahan halkından
olup, Medine'ye yerleşmiş birisi idi. İçeri girmek isteyen adama da: Enderun
derdi. O bakımdan Medineliler kendisine "ed-Deıa-verdî" demişlerdir.[219]
Ebû Davud'un, Kelede
b. Hanbel'den rivayetine göre; Safvan b. Ümeyye Rasûlullah (sav)a götürmek üzere
onunla bir miktar süt, altı-yedi aylık bir ceylan yavrusu ve bir miktar acur
göndermişti. Peygamber (sav) da o sırada Mekke'nin yukarı taraflarında
bulunuyordu. Yanına selâm vermeden girdim, o da; "Geri dön ve: es-selâmu
aleykum de, diye buyurdu." Bu da Safvân b. Umey-ye'nin müsiüman oluşundan
sonra idi.[220]
Ebu'z-Zübeyr'in,
Câbir'den rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Selam ile
söze başlamayana izin vermeyiniz."[221]
İbn Cüreyc şunu
zikreder: Bana Atâ haber verip dedi ki: Ebu Hureyre'yi şöyle derken dinledim:
Adam gireyim mi? diye sorup da seiâm vermeyecek olursa, sen-de ona: Anahtarı
getirinceye kadar hayır, de. Ben: es-selamu aleykum mu? dedim. O: Evet, dedi.[222]
Rivayet edildiğine
göre Huzeyfe (r.a)a bir adam geldi ve evin içinde ne olduğuna bakıp: es-Selamu
aleykum gireyim mi? dedi. Huzeyfe'de ona: Sen kıçınla henüz girmeden gözünle
zaten girmiş bulunuyorsun.
[223]
Bu bahse giren
hususlardan birisi de Ebû Davud'un kaydettiği şu rivayettir. Ebu Hureyre'den
rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Bir ki.nsenin,
bir kimseye elçi göndermesi ona izin vermesi demektir,"[224] Yani
bir kişi diğerine haber gönderecek (ve çağıracak) olursa, içeri girmesi için
ona izin vermiş demektir. Peygamber efendimizin şu hadisi de buna açıklık
getirmektedir: "Sizden biriniz, bir yemeğe davet edilip de o da gönderilen
elçi ile birlikte gelirse, şüphesiz ki bu, ona verilmiş bir izin
demektir." Bu hadisi de Ebû Dâvûd, Ebu Hureyre'den rivayet etmişıir.[225]
Göz göze değdi mi
artık selâm vermek icab eder. Onun seni görmüş olmasını, sakın yanına girmen
için bir izin olarak kabul etmeyesin. Selamın hakkını yerine getirmen gerekir,
çünkü onun huzuruna girmek isteyen ve: Gireyim mi? diyen sensin. Sana izin
verecek olursa girersin, aksi takdirde geri dönersin.
[226]
Sözünü ettiğimiz bütün
bu hükümler kişinin kendi evi dışındaki evler hakkındadır. Kişinin kaldığı
evine gelince, şayet o evde kişinin kendi hanımı varsa, yanına girmek için
izin İstemeye gerek yoktur. Ancak yanına girdi mi, selâm verir.
Katade der ki: Evine
girdiğin takdirde ailene selâm ver, çünkü onlar kendilerine selâm verdiklerin
arasında bu işe en lâyık olanlardır. Şayet evde seninle birlikte annen ya da
kızkardeşin varsa, ilim adamları derler ki: Ök-sür, aynğını yere vur ki senin
girdiğinin farkına varsınlar. Çünkü hanımının senden ulanmanı gerektirecek bir
taraf yoktur, ancak annen ile kızkardeşin senin kendilerini görmek istemediğin
bir durumda olmaları mümkündür.
İbnu'l-Kasım dedi ki:
Malik dedi ki: Kişi annesinin ve kızkardeşinîn yanına girmek istediği takdirde
izin ister. Atâ b. Yesâr'dan rivayete göre: Bir adam Peygamber (sav)a: Annemin
yanına, girmek için izin isteyeyim mü* diye sormuş. O da: "Evet" diye
buyurmuş. Adam: Ben ona hizmet ediyorum ama; deyince, yine ona: "Yanına
girmek için izin iste" diye buyurdu. Adam sözlerini üç defa tekrarladı.
Peygamber de: "Sen onu çıplak görmek ister misin?" deyince, adam: Hayır,
diye cevap verdi. Bu sefer peygamber: "O halde yanına gireceğin vakit
izin iste" diye buyurdu.[227]
Bunu Taberî (de) zikretmektedir.
[228]
Kişi kendi evine girip
de evde kimse bulunmuyor ise ilim adamlarımız derler ki: "Selam olsun
bizlere Rabbimizden, o en güzel selamlar; hoş, temiz ve mübarek kılınmış sözler.
Selâm Allah'a mahsustur" der. Bunu İbn Vehb, Peygamber (sav)dan zikretmiş
ise de senedi zayıftır.
Katâde dedi ki: Sen
içinde kimsenin bulunmadığı bir eve girecek okırsan: es-Selimu aleynâ ve alâ
ıbâdiHahi's-salihîn, de. Çünkü böyle demek emru-lunmuştur. Bize nakledildiğine
göre de melekler böyle diyenlerin selâmını alırlar. İbnu'l-Arabî der ki: Sahih
olan selam da vermemek, izin de istememektir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Derim ki: Katâde'nin
sözü güzeldir.
[229]
28. Eğer
onlarda kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oralara asla girmeyin.
Eğer size: "Geri gidin" denilirse, geri dönüp gidin. Bu sîzin İçin
daha temizdir. Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[230]
"Eğer onlarda
kimse bulamazsanız" buyruğunda geçen "onlarda... bulamazsanız"
btıyruğundaki zamir "başkasına ait olan evler"e aittir.
Taberî'nin,
Mücahid'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Eğer onlarda kimse
bulamazsanız" buyruğu, eğer sizin o evlerde eşya ve ihtiyacınız yoksa
demektir. Taberî bu yorumu zayıf kabul etmiştir, gerçekten de bu açık-, lama
oldukça zayıftır. Mücahid sanki, içinde kimsenin bulunmadığı ve mesken olarak
kullanılmayan evlere orada ihtiyacı veya eşyası bulunanın izinsiz olarak
girebileceği kanaatinde olduğunu gösteriyor gibidir. Yine onun görüşüne göre
"meta1" lafzı yaygı ve örtü kabilinden ev eşyası olmalıdır. Bütün bu
açıklamalar zayıftır.
Sahih olan, bu âyet-i
kerîmenin kendisinden önceki buyruklarla ve hadislerle alakalı bulunduğudur.
İfadenin takdiri de şöyledir; Ey iman edenler! Sizler kendinizin olmayan
evlere izin istemeden ve selâm vermeden girmeyiniz. Şayet size izin verilecek
olursa giriniz, aksi takdirde geri dönünüz. Nitekim Peygamber (sav)ın Sa'd'den
İzin istemesiyle yaptığı bu olmuştu. Ebu Musa'nın da Ömer (r.a)a karşı
davranışı böyle olmuştu. Şayet sizler o evlerde size izin verecek kimse bulamayacak
olursanız, izin alıncaya kadar da girmeyiniz, demek olur.
Taberî senedini
kaydederek Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Muhacirlerden bir adam
dedi ki: Bütün ömrüm boyunca bu âyet-i kerîmenin gereğini uygulayayım diye
uğraşıp durdum. İstedim ki, kardeşlerimden izin istediğim biri bana; Geri dön
desin de ben de yüce Allah'ın: "Bu sizin için daha temizdir" buyruğu
ile amel edip memnuniyetle geri döneyim.
[231]
Kapmın kapalı ya da
açık olması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü şeriat ev sahibinin izni ile
açılmadıkça evin içerisine girmeyi haram kılmak suretiyle bu yolu kapatmış
bulunmaktadır. O bakımdan kişiye düşen, hem eve gelirken, hem geri dönerken
evin içinde ne olduğunu bilmeyecek bir şekilde kapıya gelip izin almaya
çalışmaktır. İJim adamlarımızın rivayet ettiklerine göre Ömer b. el-Hattab
şöyle demiştir: Bir evin İçindekilerle güzünü dolduran bir kimse fâsıklık
etmiş ojur.
Sahih(-i Buharının,
Sehl b. Sa'd'dan kaydettiği rivayete göre bir adam Ra-sûlullah (sav)ın
kapısındaki bir delikten içeriyi gördü. Rasûluttah (sav)ın elinde de saçlarını
taradığı demir ya da tahtadan bir ucu sivri bir tarak vardı. Ra-sûlullah (sav)
ona: "Senin içeri doğru baktığını bilsem, bunu gözüne batırırdım. Çünkü
yüce Allah'ın izin istemeyi emretmiş olması görmekten ötürüdür.'[232]
Enes'ten rivayec
edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; "Bir adam izinsiz bir
şekilde seni görecek olursa, sen de attığın bir çakıl taşı ile onun gözünü
çıkartacak olursan, bundan dolayı senin için bir vebal söz konusu değildir,
"[233]
İzin istemenin eve
girmenin şartı ofduğu sabit olduğuna göre; şunu da belirtelim ki küçüğün de
büyüğün de izin atması caizdir. Enes b. Malik daha ergenlik yaşına gelmeden
önce Rasûlullah (sav)ın huzuruna girmek üzere izin isterdi. Ashab-ı Kiramın
oğulları ve kölelerine karşı tutumları da bu idi. Yüce Allah'ın izniyle
sûrenin sonlarında buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
[234]
"Allah sizin ne
yaptığınızı çok iyi bilir* buyruğu evlerin içindekini görmek kastı ile
tecessüsde bulunup masiyet maksadıyla ev halkının haberi olmadan içeri giren,
helâl ve caiz olmayan şeylere bakmak ve buna benzer günah işleme kastında olan
diğer lömSeleT R'İf\ bir tehdittir.
[235]
29.
Oturutmayan ve içlerinde size ait meta' bulunmayan evlere girmenizde size günah
yoktur. Allah açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:
[236]
Rivayet edildiğine
göre izin istemeyi emreden âyet-i kerîme nazil olduktan sonra bazıları bu işte
çok aşırıya gittiler. İster harabe olsun, ister orada kimseler yaşasın, nereye
giderse mutlaka selâm verir ve izin isterdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme
nazil oldu ve yüce Allah bu âyet-i kerîme ile kimsenin yaşamadığı herbir ev ya
da yere girmek için izin isteme yükümlülüğünü kaldırıp izinsiz girmeyi mubah
kıldı. Çünkü izin istemenin sebebi, sadece kişinin kendisi için görülmesi
haram olan şeyleri görme korkusudur. Böyle bir sebep ortadan kalktı mı, hüküm
de ortadan kalkar.
[237]
'İlim adamları burada
sözü edilen "evler" ile neyin kastedildiği hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Muhammed b. el-Hanefîyye, Katade ve Mücahid der ki:
Bunlar kervanların gidip geldiği yollarda bulunan oteller, kervansaraylardır.
Mücahid dedi ki: Bunlar içlerinde kimsenin yaşamadığı fakat bütün yolcuların
içlerinde girip barınmak üzere vakfedilmiş ve orada kendileri için meta'm yani
içindeki şeylerle faydalanacakları malzemenin bulunduğu yerlerdir.
Yine Muhammed b.
el-Hanefîyyeden rivayete göre burada kasıt, Mekke evleridir. Malik'in bu
husustaki görüşü de bunu açıklamaktadır. Bu açıklama da Mekke evlerinin mülk
edinîlemeycceği ve insanların bu evlerde ortak oldukları, Mekke'nin de kılıç
zoruyla fethedildiği görüşüne binâendir.
İbn Zeyd ile eş-Şa'bî
derler ki: Burada kasıt, çarşı-pazarlardaki dükkanlardır. eş-Şa'bî dedi ki:
Çünkü kişiler buraya satacakları malları getirip oraya koymuş olurlar ve
insanlara: Haydi gelin, demişlerdir.
Atâ da der ki; Burada
kasıt insanların küçük-büyük abdest bozmak maksadıyla daldıkları harabelerdir.
Bunda da bir çeşit meta' vardır.
Cabir b. Zeyd dedi ki:
Buradaki "meta" İle belli eşyalar kastedilme inektedir. Bunların
dışındaki ihtiyaçlar kastedilmektedir. Bir topluluğun gece ya da gündüz
konakladıkları bir yer yahut ihtiyaçlarını karşılamak için girdikleri bir
harabe, veya görmek maksadtyla-içine girdikleri bir evdir. Bütün bunlar birer
meta'dır ve bütün dünya menfaatleri de birer metâ'dır.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
dedi ki: Bu, müslümanların imamlarından birisinin yaptığı güzel bîr
açıklamadır. Ayrıca lügat anlamına da uygun düşmektedir, çünkü Arap dilinde
meta': menfaat demektir. "(Jl* Al £~«t): Allah seninle
faydalandırsın" ifadesi buradan geldiği gibi, yüce Allah'ın: "Onları
metâ'lan-dınn" (el-Ahzâb, 33/49) buyruğu da buradan gelmektedir.
Derim ki: Kadı Ebubekr
b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir; "Meta"'
lafzını bütün faydalanılan hususlar diye açıklayan bir kimse, etraflı bir
şekilde buyruğu tatbik etmiş ve bu konuda kesin sözü söylemiş olup, bu lafzın
kişi için fayda sağlayan her şeyi kapsadığını açıklamış olmaktadır. Meselâ,
öğrenci ilim talebi için yapılmış okullar demek olan hankâh-lara girer. Bir
yerde kalan bir kimse kervansaraylara girer. Müşteri bir şeyler satın almak
için dükkana girer. Tuvalet ihtiyacı olan bir kimse ihtiyacını görmek İçin
tuvalete girer. Kısacası herkes ihtiyacı ne ise ona uygun bir yere gider. İbn
Zeyd ile eş-Şa'bî'nin sözleri ise görüşlerden bir görüştür. Ancak büyük iş
hanlarında bulunan yerler, insanların malları dolayısıyla girilmesi mutlaka
mubah olan yerler değildir. Oraya girmek isteyen herkes için girmelerinin
mubah olmadığı İcmâ' ile kabul edilmiştir ve bu gibi yerlere ancak sahibi
tarafından kendilerine İzin verilmiş kimseler girer. Hatta bu gibi yerlerin
sahiplen insanların gelmesini önlemekle görevlidirler.
[238]
30.
Mü'mİnlere söyle ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini de korusunlar.
Böylesi onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah yaptıkları İşlerden çok
iyi haberdar olandır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız;
[239]
Yüce Allah görülmemesi
gereken şeyleri setredip örtmeyi söz konusu ettikten sonra; "mü'minlere
söyle ki: gözlerini sakınsınlar" buyruğu İle görmekle ilgili hususu söz
konusu etmektedir.
"Sakınsınlar"
lafzı, "Gözünü sakındı sakınır" denilir. Şair de der ki:
"Gözünü sakın
çünkü aen Numeyrlisin, Ne Ka'b'a ulaşırsın, ne de Kilâb'a."
Antere de şöyle demiştir:
"Hanım komşum
görünürse gözüme, sakınırım gözümü, Tâ ki komşumun barındığı yer onu
örtünceye."
Yüce Allah gözün neden
sakınılacağım ve mahrem yerlerinin neden korunacağını söz konusu etmemektedir.
Ancak bu, âdeten bilinen bir husustur ve bundan kasıt da helâl olandan değil,
haram olandan sakınmaktır.
Buhâri'de şöyle
denilmektedir: Said b. Ebi'l-Hasen, el-Hasen'e dedi ki: Acem kadınları göğüslerini
ve başlarını açıyorlar. (el-Hasen) dedi ki: Sen de gözünü ondan sakın. Yüce
Allah: "Mü'mİnlere söyle ki; Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini de
korusunlar* diye buyurmaktadır. Katâde de der ki: Kendilerine helâl olmayan
şeylerden (sakınsınlar) demektir. "Mü'mİn kadınlara da deki: Gözlerini
sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar..."
Yani kendisine yasak
kılınan şeye bakmak demek olan "hain bakış"tan sakınsınlar
(demektir)[240]
Gözlerini"
buyruğundakİ kelimesi, şanı yüce Allah'ın: "zaman da sizden hiçbir kimse
bunu ona yapmamıza engel olamazdı" (el-Hakka, 69/47) buyruğunda olduğu
gibi zâid (fazla) olduğu söylenmiştir. Bunun teb'îz (kısmîlik bildirmek) için
olduğu da söylenmiştir, çünkü kimi bakmalar mubahtır.
"Sakınmak"
eksiklik diye de açıklanmıştır, "Filan kişi filândan eksiltti"
denilir. Buna göre eğer göz işini yapma imkânı verilmeyecek olursa, ondan bir
şeyler düşülmüş ve eksiltilmiş demektir. Buna göre burada bu edat
"sakınma"nın sılasıdır. Ne kısmîlik (teb'îz) bildirmek içindir, ne
de fazladan gelmiştir.
[241]
Görmek kalbe açılan en
büyük kapıdır. Oraya ulaşan duyu yollarının en mükemmelidir. İşte bundan dolayı
görme dolayısıyla düşüşler de pek çoktur. Ondan sakındırmak gerekti
görülmüştür. Bütün haramlardan ve kendisi sebebiyle fitneye düşülmesi korkulan
her husustan gözün sakınılması farzdır. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Yollarda oturmaktan sakınınız," Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim için orada
oturmak kaçınılmaz bir şeydir. Biz oralarda sohbet ederiz, dediler. Şöyle
buyurdu: "Madem oturmaktan başka şeyi kabul etmiyorsunuz, o takdirde yolun
hakkını veriniz." Yolun hakkı nedir, ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Şöyle
buyurdu: "Gözün haramdan sakınılması, rahatsızlık verici şeylerin
önlenmesi, selâmın alınması, iyiliğin emredilip kötülüğün
sakındırılması." Bu hadisi Ebu Said el-Hudrî rivayet etmiş olup, Bu-hârî
ve Müslim kitaplarına kaydetmişlerdir.[242]
Rasûlullah (sav) da,
Ali (r.a)a şöyle demiştir: "Bir bakışın arkasına diğerini salma.
Birincisi senin hakkın olabilirse de, ikincisi senin hakkın değildir."[243]
el-Evzaî de şöyle
demiştir: Bana Harun b. Riâb'ın anlattığına göre, Gaz-van ve Ebu Musa el-Eş'arî
birlikte bir gazada bulunuyorlardı. Bir cariye üzerini açtı, Gazvan ona baktı.
(Ebu Musa) elini kaldırıp gözüne bir tokat indirdi, gözünü şişirdi ve dedi ki:
Sen, sana zarar verecek ve sana fayda sağlamayacak bir şeye bakıyorsun. Ebu
Musa ile karşılaşınca halini sordu ve dedi ki: Sen gözüne zulmettin, Allah'tan
mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü ilk bakışı onun lehine ise de bundan sonrası
onun aleyhinedir. el-Evzaî dedi ki: Gazvan gerçekten kendi nefsine hakim oldu,
ölünceye kadar gülmedi. Allah ondan razı olsun.
Müslim'in, Sahih'inde
Cerir b. Abdullah'tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav)a ani
bakış hakkında sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti.[244]
İşte bu
"gözlerini" buyruğundaki "min" edatının teb'îz (kısmîlik
bildirme) için olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir. Çünkü ilk
bakışa kişi hakim otamayabilir, o bakımdan ilk bakış hitabın teklifi kapsamına
girmez. Zira ilk bakışın kasti olma İhtimali yoktur. Dolayısıyla bu günah
kazandırıcı olmaz. O bakımdan bu hususta da mükellefiyet söz konusu olmaz.
Bundan dolayı, bunun bir kısmının ele alınması gerekmektedir. Ancak
"mahrem yerleri" için böyle buyurulmarfiıştır. Zira kişi mahrem
yerine hakim olabilir. eş-Şa'bî kişinin kızına, annesine ya da kızkardeşine
dahi uzun uzun ve devamlı bakmasını mekruh görmüştür. Elbetteki onun zamanı da
bizim bu zamanımızdan çok daha hayırlıdır. Kişinin kendisi için muharrem kılınmış,
mahrem birisine arzuyla ve tekrar tekrar bakması haramdır.
[245]
"Mahrem yerlerini
de korusunlar." Yani heiâl olmayan kimsenin görmesine karşı örtsünler, gizlesinler.
"Mahrem yerlerini* zinadan "korusunlar" diye de açıklanmıştır.
Bu görüşe göre şayet "gözlerini sakınsınlar" buyruğunda olduğu gibi
burada da edatı ile birlikte kullanılmış olsaydı, yine uygun düşerdi. Sahih
olan, hepsinin kastedildiği ve lafzın da umumî olduğudur.
Behz b. Hakim b.
Muaviye el-Kuşeyrî babasından, o dedesinden rivayetle dedi ki: Ey Allah'ın
Rasûlii! Biz mahrem yerlerimizden neyi bırakalım, neyi gösterelim. Şöyle
buyurdu: "Sen mahrem yerini (avretini) zevcen ya da cariyen dışında
herkesten korumalısın." Adam: Peki kişi kendisi gibi bir erkek- ile
birlikte bulunursa? diye sorunca, şöyle buyurdu: "Eğer onun görmemesini
sağlayabiliyorsan, bunu sağla." Bu sefer: Peki kişi ya tek başına kalırsa
diye sordum, şöyle buyurdu: "Allah kendisinden haya edilmeye insanlardan
daha bir layıktır."[246]
Âişe (r.anhâ),
Rasûtullah (sav) ile kendisinin durumunu söz konusu ederek şöyle demiştir: Ne
ben onunkini gördüm, ne de o benimkini.[247]
İlim adamları bu
âyet-i kerîmeye dayanarak peştemalsız hamama girmenin nass ile haram olduğunu
belirtmişlerdir. İbn Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir adamın
yaptığı en güzel infak, halvette kalacak şekilde hamama vereceği bir
dirhemdir. Yine îbn Abbas'tan sahih olarak nakledildiğine göre o et-Cuhfe'de
ihramlı olduğu halde hamama girmiştir. Buna göre erkeklerin peştemallı olmak
şartıyla, hamama girmeleri caizdir. Ay-hali, lohusalık ya da bir hastalıkları
dolayısıyla yıkanmak gibi bir zaruretten ötürü kadınlar için de hüküm böyledir.
Ancak onlar için daha evla ve faziletli olan mümkün olduğu takdirde evlerinde
yıkanmalarıdır. Ahmed b. Me-nî' şunu rivayet etmektedir: Bize el-Hasen b. Musa
anlattı, bize İbn Lehîa anlattı. Bize Zebban, Sehl b. Muaz'dan anlattı. Sehl
babasından, -o Um ed-Der-dâ'dan naklen- Um ed-Derdâ'yı şöyle derken dinledi:
Rasûlullah (sav) ile hamamdan çıktığım bir sırada karşılaştım. "Nerden
geliyorsun ey Um ed-Der-da?" dedi. Um ed-Derdâ: Hamamdan, deyince, şöyle
buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki herhangi bir kadın
elbiselerini annelerinden olmayan birisinin evinde çıkartacak olursa, mutlaka
kendisi ile aziz ve celil olan Rahman arasmdaki her türlü perdeyi parçalamış
olur."[248]
Ebubekr el-Bezzâr
Tavus'tan rivayetine göre İbn Ab bas (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav)
buyurdu ki: "Hamam adı verilen bir evden sakınınız," Ey
Allah'ın-Rasûlü! Kiri temizler, dediler. "O halde avretlerinizi
setrediniz" diye buyurdu.[249]
Ebu Muhammed
Abdu'l-Hakk[250] dedi ki: Bu hadisi
insanlar Tavus'tan mürsel olarak rivayet
etmelerine rağmen bu hususta isnadı en sahih olan hadistir. Ebû Davud'un bu
konuda haram ve mübâhlığa dair naklettiği rivayete gelince, senedlerinin
zayıflığı sebebiyle hiç sahih olanı yoktur. Tirmizî'nm rivayet ettiği de
böyledir.
Derim ki: Bu
zamanlarda hamama girmeye gelince, fazilet ve din ehli kimselere haramdır.
Çünkü insanlar çoğunlukla cahildirler ve hamamın ortasına geldiler mi
hükümlere hiç de aldırış etmezler. Peştemallannı bir kenara fırlatırlar, öyle
ki yaşını başını almış bir adamın hamamın içinde ve dışında, ayakta, avreti
açıkta, bacaklarını birbirine yaklaştırarak avretini kapatmaya çalışır, kimse
de ona bu yaptığının yanlış olduğunu söylememektedir. Bu, erkekler arasında
böyleyken ya kadınlar arasında durum nedir? Özellikle şu Mısır diyarında...
Çünkü onların hamamları insanların gözlerine karşı setredi-ct özelliğe sahip
değildir, taharetlenme yerleri de bulunmamaktadır. Lâ havle velâ kuvvete İllâ
billahi'l-aliyyîl azîm.
[251]
İlim adamları der ki:
Eğer hamama giren setr-i avrete riayet edecek olursa, şu on şarta da riayet
ederek hamama .girebilir:
1- Hamama
ancak ya tedavi ya da ter ve sıtmanın etkilerinden temizlenmek niyetiyle
girmelidir.
2- Kimsenin
olmadığı ya da insanların az bulunduğu vakitleri gözetmelidir.
3- Sağlam,
iyi dokunmuş bir peştamal ile avretini örtmelidir.
4- Gözüne
bakılması haram olmayan bir şey değmesin diye ya yere bakmalı ya da_ duvara
dönmelidir.
5- Gördüğü
münkeri yumuşak bir dille değiştirmeli, (mesela) tesettüre riayet et! Allah
seni setretsin (hatalarını örtsün), demelidir.
6- Herhangi
bir kimse ona masaj yapacak olursa, göbeğinden diz kapağına kadar olan
avretine elinin değmesine -hanımı ya da cariyesi olması müstesna- fırsat
vermemelidir. Baldırların bu açıdan avret olup olmadıkları hususunda görüş
ayrılığı vardır.
7- Hamama
şartlı olarak belli bir ücret ile veya insanların bu husustaki adetlerini
kabul ederek girmelidir.
8- Suyu
ihtiyaç kadar kullanmalıdır.
9- Şayet tek
başına hamama girme imkânı yoksa ücreti kendisi vermek üzere, dinlerini gereği
gibi koruyacak bir topluluk ile ittifak edip girmelidir.
10- Hamamda
cehennemi hatırlamalıdır. Eğer bütün bunlan sağlama imkanını bulamıyor ise
avretini iyice örtmeli ve gözünü haramdan sakınmaya gayret göstermelidir.
Tirmizî Ebu Abdullah,
"Nevâdiru'l-Usûl" adh eserinde Tavus'tan şu rivayeti kaydetmektedir:
Tavus, Abdullah b. Abbas (r.a)dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Hamam adı verilen bir evden sakınınız." Ey
Allah'ın Rasûlü! Orada kirler giderilir ve cehennem ateşini hatırlatır,
denilince şöyle buyurdu: "Şayet mutlaka gidecekseniz, o takdirde avretinizi
setrederek oraya giriniz."[252]
Ebu Hureyre yoluyla
naklettiği hadise göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır: "Müslüman
adamın girdiği hamam denilen ev ne güzel evdir[253]
-Çünkü oraya girdi mi Allah'tan cenneti ister ve cehennem ateşinden ona sığınır.-
Adamın girdiği bir ev olan damat evi de ne kötü evdir." Çünkü bu da kişiye
dünya şevkini aşılar, âhireti unutturur." Ebu Abdullah (Tirmizî el-Ha-kîm)
dedi ki: Bu gaflet ehli için böyledir. Yüce Allah, bu dünyayı içindekilerle
birlikte gaflet ehli için onlarla âhiretlerini hatırlamalarına sebeb teşkil
etsin diye yaratmıştır. Yakın ehli olan kimselere gelince, zaten âhiret onların
daima gözlerinin önündedir. Ne bir -hamam onu tedirgin eder, ne de bir damat
evi onu korkutur. Çünkü dünya, içindeki bu iki tür özelliği ile âhire-te
nisbetle çok cıhz kalır. Öyle ki bütün dünya nimetleri onların gözünde pek
büyük bir sofradan geriye kalan yemek kırıntılarını andırır. Onların gözlerinde
dünyanın bütün sıkıntıları, bütün dünya ehlinin çekeceği ceza türleri arasından
öldürülmeyi ya da asılmayı haketmiş, günahkâr veya suçlu birisinin kendisi
sebebiyle cezalandırıldığı bir öldürülme gibidir.
[254]
"Böylesi"
yani gözü haramdan sakınmak ve mahrem yerlerini korumak "onlar İçin daha
temizdir." Dinleri bakımından daha temizdir ve dünya pisliklerinden daha
bir uzaklaştırıcıdır.
"Şüphe yok ki
Allah yaptıkları işlerden çok İyi haberdar olandır." Ne
yaptıklarını çok iyi bilir. Bu, bîr tehdittir.
[255]
31. Mü'min
kadınlara da de ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar,
dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç süslerini göstermesinler. Başörtülerini
de yakalarının üzerine indirsinler. Zînetlerini eşlerinden, babalarından,
kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kardeşlerinden,
kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin oğullarından, kendi
kadınlarından, cariyelerinden, kadınlara meyli olmayan erkeklerden ve
kadınların avret yerlerini henüz anlamayan erkek çocuklardan başkasına sakın
göstermesinler. Gizledikleri zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar.
Ey iman edenler! Allah'a topluca tevbe edin ki, felah bulaşınız.
Bu âyet-i kerîmenin:
"Mü'min kadınlara da de ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini
korusunlar, dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç süslerini
göstermesinler" bölümüne dair açıklamalarımızı yirmiüç başlık halinde
sunacağız:
[256]
"Mü'min kadınlara
da de ki" buyruğunda şanı yüce Allah te'kid yoluyla özellikle de
hanımlara hitab etmektedir, Aslında "mü'minlere söyle ki,.." buyruğu
yeterü idi. Çünkü bu buyruk umumî olup erkeğiyle, kadınıyla bütün mü'minleri
kapsamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki bütün umumî hitablarda olduğu gibi.
Bu buyrukta; "Sakınsınlar"
kelimesinde tad'ıf (aynı harfin arka arkaya tekran)in çözüldüğünü görüyoruz.
Halbuki (önceki âyette): "Sakınsınlar" kelimesinde çözülmemiştir.
Çünkü bu âyette lâmu'l-fiil (fiifin son harfi) sakindir, önceki âyette ise
hareketidir. Her ikisi de ce-vab olmak üzere cezm mahallindedir,
Ayet-i kerîmede mahrem
yerlerinin korunmasından önce gözün haramdan sakmılmasının emredilmesi, görmenin
kalbin yol göstericisi oluşundan dolayıdır. Ölümden önce humma şeklindeki ateş
yükselmesinin öncü olması gibi. Bîr şair de bu anlamdan hareketle şöyle
demektedir:
"Sen gözün,
kalbin önderi olduğunu görmez misin?
İki göz ülfet sağladı
mı, kalb daha da ısınır, bilmez misin?"
Haberde de şöyle
denilmektedir: "Bakış İblis'in zehirli oklarından bir oktur. Kim gözünü
sakınırsa, yüce Allah onun kalbine bir halâvet (tatlılık)[257]
Mücahid der ki: Kadın
geldi mi şeytan onun başı üzerinde oturur ve bakan kimselere onu süsler, Geri
gitti mi bu sefer onun kalçaları üzerine oturur ve ona bakanlara, onu süslü
gösterir.
Halid b. Ebi
İmran'dan, dedi ki: Arka arkaya bakışlarını sürdürme, çünkü kul kimi zaman bir
defa bakar da ondan dolayı tıpkı yemeğin bozulup da kendisinden istifade
edilemeyecek hale gelmesinde olduğu gibi, kalp de bozulur, gider.
İşte bundan dolayı
şanı yüce Allah, mü'min erkeklere ve kadınlara helâl olmayan şeylere bakmaktan
gözlerini sakınmalarını emretmiştir. Ne erkeğin kadına bakması helâl olur, ne
de kadının erkeğe bakması. Çünkü kadının erkeğe ilgisi, erkeğin ona ilgisi
gibidir. Erkek kadına ne maksatla bakıyorsa, kadın da aynı maksatla ona bakar.
Müslim'in, Sahih'inde
yer aldığına göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken
dinledim: "Şüphesiz yüce Allah, Âdemoğ-lunun zinadan payını yazıp takdir
etmiştir. Kaçınılmaz olarak bunu gerçekleştirecektir. Gözler zina eder,
onların zinaları bakmaktır..."[258]
ez-Zührî de (yaşlan
küçük olduğundan) ayhali olmayanlara bakma hususunda şöyle demektedir: Küçük
dahi olsa, canın kendileri bakmaya çektiği kimselerin herhangi bir yerlerine
bakmak uygun değildir.
Atâ da bir kimsenin
satın almak İstemesi hali dışında Mekke'de satılan cariyelere bakmayı mekruh
görmüştür.
Buhârî ile Müslim'deki
rivayete göre Peygamber (sav), kendisine soru soran Has'amh kadına bakan
el-Fadl'ın yüzünü başka bir tarafa çevirmiştir[259]
Yine Peygamber (sav): "Gayret (kıskançlık) imandandır. Mİzâ (karşılıklı
olarak birbirlerinden lezzet almak) İse münafıklıktandır" diye
buyurmuştur.[260]
Miza, erkek ve
kadınların bir araya getirilip sonra da birinin diğerinden lezzet almasını
sağlayacak şekilde onları başbaşa bırakmak demektir. Bu kelime
"mezi"den alınmadır. Bunun erkeklerin, kadınların üzerine salınması
anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ifade meraya bırakılan atı anlatmak üzere;
tabirinden alınmıştır. Erkek hakkında "mezi" dişi hakkında da
"kazi" tabirleri kullanılır.
O halde Allah'a ve
âhiret gününe iman eden herhangi bir kadının helâl olduğu veya ebedi olarak haram
olduğu kimselerin dışında kalanlara zîne-tini göstermesi helâl değildir. Böyle
bir kimseye zînetini gösterebilmesi ise, bu hususta erkek ondan ebediyyen ümit
kestiğinden dolayı tabiatı itibariyle ona karşt bir hareket duymayacağından
emin oluşundandır.
[261]
Tİrmizî, Um Seleme'nin
azatlısı Nebhân'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) İbn Um Mektûm
bulunduktan yere girdiğinde, Peygamber (sav) ona ve Meymune'ye; "Hicab'ın
arkasına geçiniz" demiştir. Onlar: Ama o âmâdır deyince, kendisi:
"Siz de mi körsünüz, siz onu görmüyor nutsunuz?" diye buyurmuştur.[262]
Şayet: "Bu hadis
nakil ehlince sahih değildir, çünkü bu hadisi Um Sele-me'den rivayet eden onun
azatlısı Nebhân, hadisi delil gösterilmeyen kimselerdendir. Sahih olduğunu
kabul etsek bile, bu Peygamber (sav)ın hicab hususunda işlerini sıkı tuttuğu
gibi, hanımlarının hürmeti dolayısı ile işleri onlara karşı sıkı tutması
kabilindendir. Nitekim Ebû Dâvûd ve başka hadis imamları da buna böylece
işaret etmişlerdir.[263]
Geriye bu hususu sabit olmuş sahih hadisin ifade ettiği manadan başka bir
delil kalmaktadır. O da Peygamber (sav)ın Kays'ın kızı Fatıma'ya, Um Şerik'in
yanında iddet beklemesini emrettikten sonra: "O kadının yanına ashabım
gider gelir. Sen İbn Um Mektûm'un yanında iddetini bekle, çünkü o gözü görmeyen
bir adamdır. Sen elbiselerini üzerinden bırakacak olursan, o sent görmez"[264]
demesidir" denilirse, cevabımız şu olur:
Kimi ilim adamı bu
hadisi delil göstererek, kadının erkeğin bazı yerlerini görmesi caiz olduğu
halde erkeğin kadının aynı yerlerini görmesi caiz değildir. Baş, küpelerin
takıldığı yer gibi. Ancak avret caiz değildir. Buna göre bu hadis yüce
Allah'ın: "Mü'min kadınlara da de kb Gözlerini haramdan sakınsınlar"
buyruğunun genel ifadesini tahsis etmekte ve bu durumda: edatı bundan önceki
âyet-i kerîmede olduğu gibi teb'îz (kısmihk bildirmek) için zikredilmiş
olmaktadır.
İbnu'I-Arabî der ki;
Peygamber (sav)ın Fatıma bint Kays'a, Um Şerîk'in evinden, İbn Um Mektûm'un
evine taşınmasını emretmesi, bunun onun için Um Şerik'in evinde kalmasından
daha iyi ve uygun olmasından ötürüdür. Zira Um Şerik'in yanına gidip
gelenlerin çokluğu gibi özel bir durumu vardı. Dolayısıyla Fatıma'yi görecek
kişiler de çoğalırdı. İbn Um Mektûm'un evinde İse kimse onu görmezdi. Faüma'nın
gözünü îbn Um Mektum'dan sakındırması ihtimali buna göre daha yüksek ve daha
uygun düştüğünden, Peygamber bu hususta ona müsaade etmiş olmaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[265]
Şanı yüce Allah
kadınlara âyet-i kerîmenin geri kalan bölümünde istisna ettiği kimseler dışında
zînetlerini kimseye göstermemelerini emretmektedir. Buna sebeb fitneye
düşmekten ve düşürmekten sakınmaktır. Daha sonra görülebilecek durumdaki
zîneti istisna etmiştir. İlim adamları bunun miktarı hususunda farklı görüşlere
sahiptir. İbn Mes'ud dedi ki: Zînetin görünen kısmı elbiselerdir. İbn Cübeyr
yüzü de buna ekler. Yine Said b. Cübeyr, Atâ ve el-Evzaî: Yüz, eller ve
elbiselerdir, demektedirler.
tbn Abbas, Katade ile
el-Misver b. Mahreme derler ki: Zînetin görünen kısmı sürme, bilezik, kolun
yarısına kadar olan kına, küpeler ve ellerde bulunan büyükçe yüzüklerdir. Bu
ve benzerlerinin kadının yanına girenler tarafından görülmesi mubahtır.
Taberî, Katade'den
"kolun yarısı"nın manası hakkında Peygamber (sav)dan gelmiş bir hadis
zikretmektedir. Âişe (r.anhâ)dan, o da Peygamber (sav)dan diye zikrettiği başka
bir hadise göre de Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve âhîret gününe
iman eden bir kadının, ayhali olmaya başladığı takdirde yüzü ve şuraya kadar
elleri dışında herhangi bir yerini göstermesi helâl olmaz." Peygamber
böyle derken kolunun yarısını da eliyle kavradı.[266]
İbn Atiyye dedi ki:
Âyet-i kerîmenin lafızlan hükmü gereğince benim kuvvetli gördüğüm şudur: Kadın
zînetini göstermemekle emrolunmuştur. Zînet sayılabilen herbir şeyi saklamak
için gayret göstermelidir. Görünen kısmı, kaçınılmaz olan hareketler halindeki
bir zaruret gereğince yahut üstünü, başını düzeltmek ve buna benzer hallerdeki
zaruret gereğince istisna edilmiştir. Buna göre "görülen kısan"
kadınlar için zaruretin kaçınılmaz kıldığı yerlerdir ve affedilmiş bulunan
kısım da budur.
Derim ki: Bu güzel bir
görüştür. Ancak yüz ve ellerin hem adet İtibariyle hem de namazda ve hacda
ibadet esnasında görülmeleri çoğunlukla rastlanılan bir durum olduğundan
dolayı bu istisnanın yüz ve ellere raci olması uygun düşmektedir. Buna da Ebû
Davud'un rivayet ettiği şu hadis delil teşkil eder: Âişe (r.anhâ)dan:
Ebubekir'in kızı Esma (r.anhâ), üzerinde şeffaf elbiseler olduğu halde
Rasûlullah (sav)m huzuruna girdi. Rasûlullah (sav) ondan yüzünü çevirip ona:
"Ey Esma! Kadın baliğ olup ay hali olmaya başladı mı onun şu kısmı
müstesna görülmesi uygun olmaz" deyip yüz ve ellerine işaret etti.[267]
Bu, ihtiyat açısından
daha güçlü görülmektedir. İnsanların fesada erdiklerini göz önünde
bulundurarak kadın zînetinin görünen kısmı sayılan yüz ve ellerinden başkasını
göstermemelidir. Başarıyı ihsan edecek olan kendisinden başka hiçbir rab bulunmayan
Allah'tır.
Bizim (mezhebimize
mensub) ilim adamlarımızdan İbn Huveyzimendâd der ki: Kadın güzel olup da yüz
ve ellerinden ötürü fitneden korkulacak olursa, bunları da örtmesi gerekir.
Şayet yaşlı yahut da çirkin kabul edilen birisi ise o takdirde yüz ve ellerini
açması caiz olur.
[268]
Zînet iki kısımdır.
Birisi yaratılıştan gelir, diğeri ise kesbidir. Yaratılıştan gelen zînet
kadının yüzüdür. Zînetin aslını, yaratılışın güzelliğini ve hayatiyetin
manasını o ifade eder. Çünkü pek çok menfaat ve ilim edinme yolları yüzde
toplanmıştır.
Kesbî zînet ise
kadının kendi hilkatini güzelleştirmek için giriştiği çabalar sonucu ortaya
çıkandır. Elbiseler, zînet eşyaları, sürme, kına gibi. Yüce Allah'ın; "Her
mescidde zinetinizi alın" (el-A'raf, 7/3D buyruğu da bu kabildendir. Şair
de şöyle demektedir:
"Zînetlerini
takınırlar, gördüğün en güzel şekilde, Güzelliklerinden ötürü süslenmeyecek
olurlarsa da onlar, süslenmeyen kadınların en hayırlılarıdır."
[269]
Zînetin kimi zahirdir
(görünendir), kimisi bâtındır (görülmeyendir). Zînetin görünen kısmt her zaman
için ister mahrem, ister yabancı olsun bütün insanlara mubahtır. Bu hususta
ilim adamlarının görüşlerini zikretmiş bulunuyoruz. Zînetin görünmeyen kısmının
ise, şanı yüce Allah'ın bu âyet-i kerîmede ismen zikrettiği kimseler ya da
ontann yerini tutanlar dışındakilere gösterilmesi helâl olmaz.
Bilezik hususunda
görüş ayrılığı vardır. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Bilezik görünen süs
kısmmdandır, çünkü o ellerdedir. Mücahid de dedi ki: O zînetin gizlenmesi
gereken kısmına dahildir, çünkü ellerin dışındadır. O kollara takılır.
İbnu'l-Arabî der ki: Kına ise eğer ayaklara yakılırsa, o batın (gizlenmesi
gereken) zînet türündendir.
[270]
"Başörtülerini de
yakalarının üzerine indirsinler" buyruğunun: "İndirsinler"
lafzmdaki "lâm" harfini cumhur sakin olarak okumuşlardır ki, bu da
"emir lâm"ıdır. Ebu Amr ise İbn Abbas'ın rivayetine göre "emir
lam"ının aslına uygun olarak esreli okumuştur. Çünkü "emir lanTında
aslö-lan esreli olmasıdır. (Cumhûr'un kıraatinde) esrenin hazfedilmesi,
ağırlığı do-layisıyladır. Sakin okunması ise, bir takım kelimelerin
hafifletilmesi maksadıyla bazı esreli harflerinin sakin okunması
kabilindendir. Bu fiil, emir olduğundan ötürü cezm mahallindedir. Şu kadar var
ki, Sibeveyh'e göre maziye tabi kılmak suretiyle tek bir halde mebnidir.
Bu âyetin (nüzul)
sebebi şudur: Kadınlar o dönemde başlarını örttükleri t takdirde, başörtülerini
sırtlarının arka tarafına salıverirlerdi. en-Nekkaş der ki: Nabatilerin
yaptıkları gibi yaparlardı. Böylelikle boyun ve göğüs kısımları, kulakları da
örtülmeksizin açıkta kalırdı. Yüce Allah da başörtülerini yakalarının üzerine
bükmelerini emretmektedir. Bunun şekli de kadının başörtüsünü göğsünü örtmek
maksadı ile yakasının üzerinden geçirmesidir.
Buhârî'nin rivayetine
göre Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Allah, ilk muhacir hanımlara rahmet
buyursun. "Başörtülerini de yakalarının üzerine İndirsinler" buyruğu
nazil olunca, çarşaflarını yırttılar ve onlarla başlarını örttüler.[271]
Âişe (r.anhâ)nın
huzuruna kardeşi Abdu'r-Rahman'ın kızı Hafsa -Allah hepsinden razı olsun-
boynunu ve orada bulunanları gösterecek şekilde şeffaf bir örtü giyinmiş olduğu
halde girdi. Âişe (r.anhâ) bunu alıp yırttı ve: Başörtüsü örten (alttakini
göstermeyen) kalın bir şeyden olup yakanın üzerinden geçirilirse ancak
(başörtüsü) olabilir.[272]
"Başörtüleri"
kelimesi in çoğuludur. Bu da kadının kendisiyle başını örttüğü şey demektir.
"Kadın başörtüsüne büründü, bürünür" tabiri ile; "O kokusu hoş
olandır" ifadeleri de buradan gelmektedir.
kelimesi, çoğulu olup,
"yakalar" demektir. Bu da gömlek ya da entarinin (baştan geçirmek
için) kesildiği yer manasınadır. Kesmek anlamına gelen; den türemiştir. Meşhur
kıraate göre "yakalan" anlamındaki; kelimesinin "cim"
harfi ötreli okunmuştur. Kimi Kûfeli-ler ise "ya" harfi sebebiyle
esreli okumuştur. Nitekim: "Evler, yaşlılar" kelimelerini de böyle
okurlar. Eski nahivciler böyle bir kıraati caiz kabul etmezler ve bu
kelimelerin ilk harflerinin ötreli okunması gerektiğini söylerler. "Fels
ve fulûs" gibi,
ez-Zeccâc der ki:
Ötrenin yerine esre okumak (ibdâl yoluyla) caizdir. Ham-za'dan rivayet olunan
hem ötre, hem de esreyi bir arada okuyuşa ise imkân yoktur. Çünkü -caiz olmayan
imâ ile olması hali dışında- böyle bir telaffuza güç yetirebilmesine imkan
bulunmamaktadır.
Mukatil der ki:
"Yakalarının üzerine" buyruğu, göğüslerinin üzerine demektir. Yani
yakalarının bulunduğu yerin üzerine başörtülerini indirsinler.
[273]
Bu âyet-i kerîmede
"ceyb"in (yani yakanın), elbisede göğüs mahallinde olacağına delil
vardır. Selefin -Allah onlardan razı olsun- elbiselerinde de yakalar böyle
idi. Tıpkı günümüzde Endülüs'te kadınların ve Mısır diyarında da erkeklerin,
çocukların ve diğerlerinin yaptığı gibi yaparlardı, Buhârî de -yüce Allah'ın
rahmeti üzerine olsun-: "Gömleğin ve başka giyeceklerin yakasının göğüs
kısmında olduğuna dair'[274]
diye bir başlık açmış ve sonra da Ebu Hureyre (r.a)ın rivayet ettiği şu hadisi
kaydetmiş bulunmaktadır: "Rasûlullah (sav) cimri kimse ile tasaddukta
bulunan kimsenin misalini üzerlerinde demirden iki cübbe bulunan, iki adamın
misaline benzetmiştir. (Bu cübbeleri dolayısıyla) elleri mecburen göğüslerinin hizalanna
ve boğazlarına kadar ulaşmıştır..." Bu hadis tamamiyle daha önceden
geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-İsra, 17/29-âyet, l.başhk) Bu hadiste şu ifadeler
de yer almaktadır; Ebu Hureyre dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)ın parmağı ile
yakasına şöylece yaptığını gördüm. O yakasını genişletmek ister)cen, onun da
bir türlü genişlemediğini bir görmüş olsaydın.[275]
İşte bu açıkça şunu
göstermektedir: Peygamber (sav)ın yakası elbisesinin göğüs bölümünde idi. Zira
yakası şayet omuz tarafında bulunsaydı, elleri göğsüne ve boğazına doğru
zorunlu olarak toplanmış olmazdı. Bu da (bu hususta) güzel bir istidlaldir.
[276]
"Eşlerinden"
anlamındaki: lafzı Arap dilinde koca ve efendi anlamına gelen; çoğuludur.
Cibril hadisinde Peygamber (sav)ın belirttiği: "Cariye, efendisini
doğuracağı vakit"[277]
buyruğunda bu lafız, "efendi" anlamındadır ve burada fütuhatın
artması sebebiyle edinilecek cariyelerin çoğalacaklanna işarettir. Bunun
sonuGunda cariye olan herbir anne, çocuğu sebebiyle hürriyetine kavuşacaktır.
Sanki onu lütfedip, azad etmiş efendisiymiş gibi olacaktır. Çünkü azadlık onun
sebebiyle gerçekleşmiş olmaktadır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.
Derim ki: Peygamber
(sav)ın, Mariye (r.anhâ) hakkında söylediği: "Oğlu
onu azad etmiştir"[278]
sözünde hürriyeti oğluna nisbet etmesi de bu kabildendir. Bu hadise dair en
güzel açıklama şekillerinden birisi budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bu buyruğun bizim ile
ilgili olan kısmı da şudur: Koca ve efendi, kadının zînet mahallini
görebileceği gibi, zînetin ötesini de görmek durumundadır. Çünkü onun bedeninin
tamamı koca ya da efendiye hem lezzet almak, hem de bakmak itibariyle helâldir.
Bundan dolayı yüce Allah ilk olarak "eşlerMen söz etmiştir. Zira onların
muttali oldukları, zînetin daha da İlerisidir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlar ırzlarını korurlar Eşlerine yahut sağ elleriyle
sahip oldukları (cariyeleri)ne karşı müstesna. Çünkü onlar bundan dolayı
kınanmazlar." (el-Mu'minûn, 23/5-6)
[279]
İnsanlar kocanın,
karısının fercîne bakmasının cevazı hususunda farklı iki görüşe sahihtirler.
Bir görüşe göre caizdir, çünkü onun karısından lezzet alması caiz olduğuna
göre bakmak öncelikle caiz olmalıdır. Caiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Âişe
(r.anhâ) kendisi ile Rasûlullah (sav)ın durumunu söz konusu ederken: "Ne
ben onunkini gördüm, ne de o benimkini" demiştir.[280]
Ancak birinci görüş
daha sahihtir. Buradaki ifade İse, edebe daha uygundur, diye açıklanmıştır. Bu
açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmaktadır.
İlim adamlarımızdan
Esbağ da: Diliyle yalaması dahi caizdir, demektedir. İbn Huveyzîmendâd der ki:
Koca ve efendi, vücudunun diğer bölümlerine ve fercin -içine değil de- dış
kısmına bakması caizdir. Kadının da kocasının, cariyenin de efendisinin
avretine bakması aynı şekilde caizdir.
Derim ki: Peygamber
(sav)dan şöyle dediği rivayet edilmektedir; "Ferce bakmak körlüğe
sebebtir."[281]
Yani bakanın kör olmasına sebeb teşkil edebilir. Denildiğine göre; onlardan
doğacak çocuk kör doğar, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[282]
11.
Kadınların Zînetlerini Görebileceklerin Arasındaki Farklılık: Yüce Allah
öncelikle kocaları söz konusu ettikten sonra ikinci olarak mahrem olanları söz
konusu edip, kendilerine süs yerlerinin gösterilmesi bakımından onları eşit
seviyede zikretmiştir. Şu kadar var ki, insan nefsinde bulunana uygun olarak
mertebeleri farklı farklıdır. Kadının, kocasının oğlu önünde zînet mahallini
göstermekte baba ve kardeşine göre, daha ihtiyatlı olma gerektiğinde şüphe
yoktur. Bunların herbirisinin önünde gösterilebilecek yerler farklı farklıdır.
Elbetteki babanın görebileceği yerlerin bazıları, kocanın oğlunun önünde
açılması caiz değildir. Kadı İsmail'in naklettiğine göre Hasan ve Hüseyin
(r.anhuma) mü'minlerin annelerini görmezlerdi. İbn Abbas ise onların
mü'nıînlerin annelerini görmeleri helâldir, demiştir. İsmail der ki: Zannederim
Hasan ve Hüseyin bu kanaatlerine Peygamber (sav)ın hanımları ile ilgili âyet-İ
kerîmede kocaların oğulları söz konusu edilmediğinden uiaş-mış olmalıdırlar. Bu
âyet te yüce Allah'ın: "Hanımlar için babaları, oğulları, kardeşleri...
hakkında günah yoktur." (el-Ahzab, 33/55) buyruğudur, en-Nûr Sûresi'nde
de: "Zînetlerini eşlerinden... başkasına sakın göstermesinler" diye
buyurmaktadır. İbn Abbas da bu âyet-i kerîmeden hareketle görüş belirtirken,
Hasan ile Hüseyin diğer âyete dayanarak sözü geçen kanaate sahip olmuşla rdtr.
[283]
Yüce Allah:
"Kocalarının oğullarından" buyruğu ile kocaların erkek evlatlarını
kastetmektedir.
Bunun kapsamına erkek
veya dişilerden olma -oğulların oğulları ve kızların oğulları gibi- ne kadar
aşağıya inerlerse insinler, çocukların çocukları girer.
Aynı şekilde erkekler
tarafından babaların babalan ve annelerin babaları gibi ne kadar yukarı
çıkarlarsa çıksınlar, kocaların babaları ve dedeler de bu kabildendir. Bunların
oğullan da ne kadar aşağıya inerlerse insinler, aynı hükümdedir.
Ne kadar aşağı
inerlerse insinler kızların oğullan da böyledir. Oğulların çocukları ile
kızların çocukları arasında hiçbir fark yoktur. Kadınların kızkar-deşleri
açısından da durum böyledir. Bunlar ise öz baba ve annelerden olma kardeşler
ile ikisinden birisi vasıtasıyla kardeş olanlardır.
Erkek kardeşlerin ve
kızkardeslerin oğullan da ne kadar aşağıya İnerlerse insinler aynı
durumdadırlar. Bunların erkek ya da dişi olmaları farketmez. Kızkardeslerin
oğullan ile kızkardeslerin kızlarının oğullan gibi. Bütün bunlar kendileri ile
nikâhlanmaları da haram kılınanlar hükmündedirler. Nikâhta haramlık, doğum
sebebiyle meydana gelen akrabalıktan ötürüdür, bunlar mahrem diye
adlandırılırlar. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sû-"resi'nde
(4/23. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Cumhurun kanaatine
göre amca ve dayı da, kadınlara bakmalarının caiz
olması bakımından sair mahremler durumundadırlar.
Âyet-i kerîmede süt
emmekten söz edilmemektedir. Önceden de geçtiği üzere süt emme yoluyla
akrabalık, neseb yoluyla akrabalık gibidir. eş-Şa'bî »ve İkrime'ye göre ise,
amca ve dayı mahrem olanlardan değildir. îkrime şöyle demektedir: Âyet-i
kerîmede bunları söz konusu etmemesi (bu hususta) kendi oğullarına tabî
olmalarından (yani amca ve dayı çocuklarının mahrem olmayışından) dolayıdır.
[284]
"Kendi
kadınlarından" buyruğu ile kastedilenler müslüman kadınlardır, müslüman
cariyeler de bunun kapsamına- girer. Zimmet ehlinden olsun, başkalarından olsun
müşrik kadınlar, kapsamın dışındadır. Mü'min bir kadının, kendisinin cariyesi
olması hali müstesna müşrik bir kadının önünde bedeninin herhangi bir tarafını
açması helâl değildir. Cariyelerin müstesna kili nması İse, yüce Allah'ın:
"Cariyelerinden" buyruğu dolayısıyladır.
İbn Cüreyc, Ubade b,
Nusey ve Hişam el-Kâri' hristiyan kadının, müslüman kadın ile öpüşmesini yahut
avretini görmesini mekruh kabul ederlerdi. Onlar, "kendi
kadınlarından" buyruğunu buna yorumluyorlardı.
Ubâde b. Nusey dedi
ki; Ömer (r.a), Ubeyde b. el-Cerrah'a yazdığı mektubunda şunları söylemişti:
"Bana ulaştığına göre zimmet ehli kadınları, müslüman kadınlarla birlikte
hamamlara girmektedirler. Sen bunu yasakla ve buna engel ol. Çünkü zimmi bir
kadının müslüman kadının açıkta bulunan bedeninin herhangi bir tarafını görmesi
caiz değildir."[285]
(Ubade) devamla dedi ki: Bunun üzerine Ebu Ubeyde kalktı, yüce Allah'a dua
edip yakardıktan sonra dedi ki: Herhangi bir kadın mazeretsiz olarak sadece
yüzünün beyazlaşması maksadı ile hamama girecek olursa, yüzlerin ağaracağı o
günde Allah onun yüzünü karartsın.
İbn Abbâs (r.a) dedi
ki: Yahudi ya da hristiyan bir kadının, müslüman bir kadını görmesi -kocasına
nitelendirmemesi için- helâl değildir.
Bu mesele çerçevesinde
fukahânın farklı görüşleri vardır. Şayet kâfir kadın, müsiüman bir kadının
cariyesi ise hanımefendisine bakması caiz olur. Başkası İse caiz değildir. Buna
sebeb ise müslümanfarla kâfirler arasında velayet bağının olmaması ile sözünü
ettiğimiz hususlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[286]
"Kendi
cariyelerinden" buyruğunun zahiri erkek köleleri, müslüman ve kitab ehli
olan cariyeleri de kapsar, tlirn ehlinden bir kesimin görüşü de budur. Âişe ve
Um Seleme (r.anhuraâ)nın görüşlerinin de bu olduğu anlaşılmaktadır. İbn Abbas
der ki: Erkek kölenin, hanımefendisinin saçına bakmasında bir mahzur yoktur.
Eşheb der ki: Malik'e:
Kadın hadım edilmiş kimsenin önünde başörtüsünü bırakır mı? diye sorulmuş, o
da: Onun yahut da bir başkasının kölesi olduğu takdirde evet, ancak hürrün
karşısında olmaz, demiştir. Şayet erkekliği yerinde olup yaşça büyük, karın
tokluğuna çalıştırılan ve sahib olduğu kölesi ise, pek üstü başı muntazam
olmayıp görünüşü de yerinde değilse, saçlarını görebilir. Yine Eşheb dedi ki:
Malik dedi ki: Oğlun yahut da hanımın cariyesinin, adamın yanına tuvalete
girmesi uygun değildir. (Çünkü) yüce Allah: "Yahut sahibi olduğunuz
cariye(ler) ile yetinmelisiniz" (en-Nisâ, 4/3) diye buyurmaktadır.
Yine Eşheb, Malik'ten
şöyle dediğini nakletmektedir: Bayağı olan bir köle hanımefendisinin saçına
bakabilir. Ancak kocanın kölesi için bunu uygun görmemekteyim. Said b.
el-Müseyyeb dedi ki: Şu "cariyelerinden" buyruğu sakın sizi
aldatmasın. Bununla sadece cariyeler kastedilmiştir, erkek
köleler kastedilmiş
değildir.
eş-Şa'bî, erkek
kölenin hanımefendisinin saçına bakmasını mekruh görürdü. Aynı zamanda bu
Mücahid ile Atâ'nın da görüşüdür. Ebû Davud'un kaydettiği rivayete göre Enes
(r.a)ın naklettiğine göre Rasûlullah (sav) bağışlamış olduğu bir köleyi
Fatıma'nın yanına götürüp gitti. Fatıma'nın üzerinde de bir elbise vardı ki,
onunla başını örtecek olursa, ayaklarına kadar ulaşmazdı. Ayaklarından
itibaren örtmeye başlayacak olursa, başına kadar ulaşmazdı. Peygamber (sav)
onun bundan çektiği sıkıntıyı görünce dedi ki: "Senin için bir mahzur yok,
çünkü bunlardan birisi senin babandır, diğeri ise kölendir."[287]
"Kadınlara meyli
olmayan erkeklerden" buyruğu kadınlara ihtiyacı kalmamış erkekler
demektir. Âyet-i kerîmedeki; kelimesi, (mealde; meyil) ihtiyaç duymak
demektir.
Mesela; Şuna ihtiyaç
duydum, duyarım, denilir. da ihtiyaç demektir, çoğulu; diye gelir. Yüce
Allah'ın: "Ve onunla başka ihtiyaçlarımı da görürüm" (Tâ-Hâ, 20/18)
buyruğunda da bu kelime kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden
(Tâ-Hâ, 20/17-18. âyetler 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Şair Tarafe de
şöyle demektedir:
"Eğer kişi
cahilce sözler, günah ve hayasızca sözler söyleyecek olursa, (Belki) bir gün
ileri gidebilir (ama) sonra da bütün ihtiyaçları yok olur,
gider (hiçbir ihtiyacını karşılayamaz.)"
İlim adamları
"kadınlara meyli olmayan erkeklerden" buyruğunun an-lamt hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bunun kadınlara bir ihtiyacı olmayan ahmak kimse
olduğu söylendiği gibi, ebleh diye de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre
insanlar arkasından gidip onlarla beraber yemek yiyen ve onlarla oturup kalkan
kimse demektir, Böyle bir kimse zayıf ve güçsüa kişi olup kadınlar dolayısıyla
içinde herhangi bir istek duymaz, onlan arzulamaz,
Kastın, erkekliği
olmayan kimse olduğu söylendiği gibi, hayaları burulmuş, erkek de olmayan dişi
de olmayan kimse olduğu da söylenmiştir. Pir-i fanî ve henüz hiçbir şeyin
farkında olmayan küçük çocuk olduğu da söylenmiştir.
Bütün bu ayrı
ifadelerin hepsinin anlamı birbirine yakındır. Ortak özellikleri, kadınların
durumunu kavrayamayan ve bunlara dikkat edecek bir yanı bulunmayan kimse olduğudur.
Rasûlullah (sav)ın yakınlarında bulunan ve hünsâ olan Hit de böyle idi.
Peygamber (sav) onun Ğaylan kızı Bâdiye'riin güzelliklerini anlatırken
söylediklerini işitince (hanımlarına) ondan perde arkasına saklanmalarını
emretti. Buna dair hadisi Müslim, Ebû Dâvûd ve Muvatta'ında Malik ile başkaları
Hişam b. Urve'den, o Urve'den, o da Âişe (r.an-hâ)dan yoluyla rivayet
etmişlerdir.[288]
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: Abdu'l-Melik b. Habib, Malik'in kâtibi Habib'den
rivayetle dedi ki: Malik'e dedim ki: Süfyan, Ğaylan'ın kızı hadisinde
"kendisine Hit adı verilen bir Hünsâ" ifadesini ziyade etmiştir.
Halbuki senin kitabında Hit kaydı yoktur. Malik: Doğru söylemiştir, o
böyledir, dedi. Peygamber (sav) onu Zü'1-Huleyfe Mescidinin sol taraflarında
bir yer olan el-Hima denilen yere sürgüne göndermişti. Habib dedi ki: Yine
Malik'e dedim ki: Süfyan hadiste: Oturdu mu bir bina gibidir, konuştu mu
yumuşacık konuşur, demiştir.[289]
Malik dedi ki: Doğru söylemiştir, o (hadis) böyledir.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: Malik'in kâtibi Habib'in, Süfyan'dan hadiste yani Hişam
b. Urve'nin hadisinde söylediğini naklettiği: "Hit adı verilen bir
hünsâ" ifadesi bu hadisi Hişam'dan rivayet eden hiçbir kimse ne İbn
Uyeyne, ne de başkası tarafından bilinmemektedir. Yine hadisin ifadeleri arasında
"Hît adı verilen bir hünsa" diye kimse söyleme mistir. Bunu sadece
İbn Cüreyc hadisin tamamlanmasından sonra zikretmiştir. Süfyan'dan naklen onun
hadiste: "Oturdu mu bina gibi oturur, konuştu mu yumuşacık konuşur"
ifadeleri de bu şekildedir. Bunu da Hişam b. Urve yoluyla gelen hadiste ne
Süfyan, ne de başkaları söylemiş değildir. Bu lafız sadece el-Vâkıdî'nin rivayetinde
bulunmaktadır. Hayret edilecek şu ki, bunu Süfyan'dan nakletmekle, o da
Malik'ten onun böyle olduğunu tasdik ettiğini de nakletmektedir. Buna bağlı
olarak bu Malik'ten gelen bir rivayet olmaktadır. Halbuki bunu Malik'ten,
Habib'ten başkası rivayet etmediği gibi, yine ondan başkası da bunu Süfyan'dan
diye zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Mâlik'İn kâtibi olan
Habib ise bütün hadis âlimlerine göre hadisi terkedi-len zayıf bir ravidir,
onun hadisi yazılmaz. el-Vakidî ile el-Kelbî'nin Hünsâ Hit denilen şahsın, Um
Seleme'nin baba bîr kardeşi olan annesi de Rasûlul-lah (sav)ın halası Atike
olan, Abdullah b. Umeyye el-Mahzumî'ye söylediklerini belirttikleri sözlere de
iltifat edilmez. Bu rivayete göre Hit kızkardeşi Um Seleme'nin evinde bulunan
Abdullah b. Umeyye'ye, Rasûlullah (sav)ın da duymakta olduğu şu sözleri
söylemiştir: Yarın Allah size Taif i fethetmeyi nasib ederse, sana Sakifli
Gaylân b. Seleme'nin kızı Bâdiye'yi (Rasûlullah'tan istemeni) tavsiye ederim. O
sana doğru gelince (şişmanlığından) dört lop et ile gelir, geriye döndüğünde
sekiz ile gider. Papatya gibi bir ağzı vardır, oturdu mu yapı gibi oturur,
konuştu mu şarkı söyler gibi konuşur. Bacaklarının arasındaki yüz üstü
kapatılmış kapak gibidir. O Kays b. el-Hatim'in şu be-yitinde dediği gibidir:
"Bakan kimsenin
dikkatini üzerinde toplar, kendisi ise hiç oralı olmaz,
Yüzünde sanki inceden
inceye kan sızar.
Kadın çeşitleri
arasında onun hilkati,
Mu'tedildir o, ne kaba
sabadır, ne de son derece zayıf ve bir deri bir kemiktir.
Şanlı ve şerefli
olarak uyur,
Yavaşça kalktı mı
kırılır, dökülür gibidir."
Bunun üzerine
Peygamber (sav) ona: "Ey Allah'ın düşmanı! Sen gerçekten ona inceden
inceye ve dikkatlice bakmış bulunuyorsun." Sonra da onu Medine'den,
el-Himâ denilen yere sürdü. el-Kelbî'nin dediğine göre Taif fethedilince,
Abdu'r-Rahman b. Avf onunla (Bâdiye ile) evlendi ve ondan Bu-reyhe denilen oğlu
dünyaya geldi. Hit, Peygamber (sav) vefat edinceye kadar orada sürgünde kaldı.
Ebubekir halife seçilince, ona Hit'ten sözedildi, geri çevirmeyi kabul etmedi.
Yine Ömer halife olunca tekrar ona Hit'ten bahsedildi, o da geri gelmesini
kabul etmedi. Daha sonra Osman (r.a)a söz edildi ve ona şöyle denildi: O artık
yaşlandı, zayıfladı ve ihtiyaç içindedir. Bunun üzerine her cuma Medine'ye
girip bir şeyler dilenmesine ve tekrar yerine dönmesine izin verdi. Hit,
Abdullah b. Ebi Umeyye el-Mahzumî'nin azatlısı idi. Aynı zamanda Abdullah'ın
yine Tuveys adında bir kölesi de vardı.[290] Ebu
Ömer dedi ki: Bu kadının adının "ya" harfi İle "Bâdiye"
olduğu söylendiği gibi, "nun" harfiyle "Bâdine" olduğu da
söylenmiştir. Ancak ilim adamlarına göre doğrusu "ya" ile olduğudur,
çoğunluğunun kabul ettiği görüş de budur. ez-Zübeyrî de adının "ya"
ile olduğunu böylece zikretmiştir.[291]
Burada
"erkekler", "kadınlara meyli olmamak" ile
nitelendirilmiştir. Çünkü bizzat erkekler kastedilmiş değildirler. Bundan dolayı
lafız nekre gibi olmuştur. "(Mealde): Olmayan" kelimesi katıksız bir
nekre sayılmayacağından marife olan bir kelimenin vasfı (sıfatı) olabilir.
Buna bedeldir de diyebilirsiniz. Buna dair yapılacak açıklamalar, daha önce:
'...gazaba uğrayanların...kine değil" (el-Fâtiha, 1/7) buyruğu ile ilgili
yapılan açıklamalara benzemektedir.
Âsim vcîbn Âmir bu
lafzı nasb ile okumuştur. O takdirde bu istisna olur. Zînetlerini (kadınlara)
meyli olanlar müstesna, tabi' olanlara (mealde erkeklere) gösterebilirler,
demektir. Hal olması da mümkündür, yani kadınlara yaklaşmamdan acze düşmüş
olup onlara tabi olan erkekler zînetlerini görebilirler demektir. Bu
açıklamayı da Ebu Hatim yapmıştır. Zü'l-hal ise "et-tâbi-în (mealde;
erkekler)"deki müzekker zamirdir.
[292]
"Çocuklar"
buyruğu çoğul anlamında cins ismidir. Buna delil ise "O kimseler
ki..." ile nitelendirilmesidir. Hafsa'nın, Mushafında ise;.
"Çocuklar"
şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Ergenlik yaşına yak-laşmadıkça (küçüğe) tıfl
(çocuk) denilir.
"Kadınların avret
yerlerini henüz anlamayan" ifadesi, kadınlarla ilişki kuracak durumda
olmayanlar, demektir. Bu da yaşlan küçük olduğundan dolayı cima' maksadıyla
kadınların avretlerini açmamış kimseler anlamındadır. Kadınlarla ilişki
kurabilecek yaşa ulaşmamış çocuklar diye de açıklanmıştır. Nitekim; "O
şeyi bildim" anlamındadır. Yine bu ifade, o şeyi kahrettim, ona güç
yetirebildim anlamına gelir.
Cumhur "avret
yerleri" kelimesindeki "vav" harfini sakin olarak okumuşlardır.
Çünkü "vav"ın üzerinde hareke ağırdır. İbn Abbas'tan "vav"
harfini üstün okuduğu rivayet edilmiştir, "(o-birj tt): Tencere,
tencereler" gibi. el-Ferrâ da, Kayslıların bu kelimeyi "vav"
harfini üstün olarak okuduklarını nakletmektedir. en-Nehhâs: Kıyas böyle
söylenebilmesini gerektirir, çünkü bu bir sıfat değildir. Nitekim "Caz
önce geçen) tencere, tencereler" kelimesinde de böyledir. Şu kadar var ki
"Avret yerleri" kelimesi ve beherlerinde (vav harfini) sakin okumak
daha güzeldir. Zira "vav" hareke alıp da, makabli de harekeli İse o
takdirde elife kalbedilir. Bu şekilde söylenecek olursa da anlam ortadan
kalkar.
[293]
İlim adamları küçük
çocuğun karşısında yüz ve ellerin dışında kalan bedenin diğer yerlerini
örtmenin hükmü hususunda farklı görüşlere sahibtir. Bu görüşlerden birine göre
bu, bağlayıcı değildir, zira çocuk mükellef değildir, sahih olan görüş de
budur. Diğerine göre ise lazımdır, çünkü çocuk da bazen arzu duyabilir.
Örtünmekle emrolunmuş olan kadın da arzu duyabilir. Şayet ergenlik çağına
yaklaşacak olursa, tesettüre riayetin vücubu hususunda ergenlik yaşına basmış
çocuk hükmündedir. Şehveti kaybolmuş yaşlı da onun gibidir. Yine onda da tıpkı
küçük çocukta olduğu gibi, iki farklı görüş dile getirilmiştir. Sahih olan ise
(avreti açmanın) haramlığının kalıcı olduğudur. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî
yapmıştır.
[294]
Ön ve arkanın hem
erkek, hem kadın için avret olduğunu müslümanlar icmâ' ile kabul etmişlerdir.
Yine kadının tamamen -yüz ve elleri müstesnâ-avret olduğunda da icmâ'
etmişlerdir. Ancak yüz ve elleri hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim
adamlarının çoğunluğu da erkeğin avretinin göbekten, diz kapağına kadar
olduğunu kabul etmişlerdir ve bu avretinin görülmesi caiz değildir. Bu hususa
dair yeterli açıklamalar daha önceden el-A'râf Sû-resi'nde (7/26. âyet, 1.
bastıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[295]
Re'y ashabı derler ki:
Kadının kölesine karşı avreti göbek île diz kapağı arasındadır.[296]
îbnu'I-Arabî der ki:
Onlar sanki bu durumda hanımefendiyi erkek, köleyi de kadın gibi
değerlendirmişlerdir. Yüce Allah ise kadına bakmayı ya da ondan zevk almayı
mutlak olarak haram kılmış, ondan sonra kadından zevk almayı kocalara helâl
ktldığı gibi, cariyeleri de helâl kılmıştır. Daha sonra oni-ki kişiye karşı
süslenmeyi istisna etmiştir, köle de bunlardandır. Böyle bir kanaatle bizim
nasıl ilgimiz olabilir? Bu yanlış bir görüştür ve doğruluktan uzak bir
ictihaddtr. Bazıları yüce Allah'ın: "Cariyelerinden" buyruğunu
yalnızca cariyeler hakkında te'vil etmiş, köleleri dışarda bırakmıştır. Said b.
el-Musey-yeb bunlardan birisidir. Peki nasıl olur da bu açıklamalarında köleyi
dışarda bırakırlar, sonra da erkek köleleri kadınlar gibi değerlendirirler? Bu
gerçekten uzak bir ihtimaldir. İbnu'l-Arabî der ki; Şöyle de denilmiştir:
İfadenin takdiri şöyledir: Yahut onların ihtiyaç sahibi olmayan köleleri ile kadınlara
meyli olmayan erkekler... Bu açıklamayı da el-Mehdevî nakletmiştir.
[297]
"Gizledikleri
zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar" buyruğu şu demektir:
Kadın yürüdüğü vakit ayağındaki halhalların sesleri İşitilmesin diye ay_ağını
yere vurarak yürümez. Çünkü zînetin sesini işittirmek, tıpkı onu açıkça
göstermek gibidir. Hatta daha da ileridir, oysa maksat tesettürdür.
Taberî senedini
kaydederek el-Mu'temir'den, o babasından naklen şöyle dediğini zikreder:
Hadramî'nin iddiasına göre bir kadın, biri gümüşten, biri de boncuktan iki
halhal edinip bunları ayak bileklerine takınmış. Erkeklerin yanından
geçtiğinde, ayağını yere vurunca halhal boncuğa isabet edip ses çıkarmış.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmiş.
Böyle bir 2Înetin
sesinin işitilmesi onu açığa çıkarmaktan daha çok şehveti tahrik eder. Bu
açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.
[298]
Zîneti dolayısıyla
şımanp böyle yapan kadınların bu davranışları mekruhtur. Bunu süslenmek ve
erkeklerin dikkatini çekmek için yapmak ise haramdır ve yerilmiştir.
Erkek de kendisini
beğenerek (ucb) ayağını yere vurursa bu haramdır. Çünkü ucb büyük bir günahtır.
Eğer bunu süslenmek kastı İle yaparsa, bu da caiz değildir.
[299]
Mekkî -yüce Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Yüce Allah'ın Kitabında bu âyetten daha
çok zamir ihtiva eden bir başka âyet-i kerîme yoktur. Bu âyet-i kerîmede
mecrûr ve merfû' olmak üzere mü'rain hanımlara ait yirmi beş zamir vardır.[300]
Bu âyet-i kerîmenin:
"Ey İman edenleri Allah'a topluca terbc edin ki felah bulaşınız"
bölümüne dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız.[301]
"Teybe edin"
buyruğu bir emirdir. Tevbenin vacib ve bir farz-ı ayn olduğu hususunda ümmet
arasında görüş ayrılığı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ
Sûresi (4/17-18. âyetler, 1. başlık ve devamı) ile başka yerlerde geçmiş
bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
Buyruğun anlamı:
Allah'a tevbe ediniz, çünkü sizler yanılmaktan, yüce Allah'ın haklannı edâ
etmekte kusurlu hareket etmekten uzak kalamazsınız. O bakımdan durum ne olursa
olsun tevbeyi terketmemelisiniz.
[302]
Cumhur: "Ey"
lafzım "he" harfini üstün olarak okumuştur. İbn Âmir ise ötreli
okumuştur. Bunun izahı da "he" harfini bizzat kelimenin kendisinden
kabul etmesi şeklinde yapılır. Bu durumda münâdanın i'rabı da onun üzerinde
yapılmış olur. Ebu Ali ise bunun oldukça zayıf olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir:
İsmin sonu "ey'in ikinci "ya"sıdır. O bakımdan ötrenin ismin
sonunda yer alması gerekir. Şayet burada kelime ile bir arada gelmesi dolayısıyla
"he"nin ötreli olması caiz olursa, o takdirde "Allahumme"
lafzında "mim" harfinin de uzunca bir ifadede, sonraki bir kelimeyle
bir arada geleceğinden ötreli okunması da caiz olmalıdır. Sahih olan ise sudun
Peygamber (sav)dan bir kıraat şekli sabit olduğu takdirde geriye dilde bunun
doğru olduğuna inanmaktan başka bir şey kalmaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm delilin
tâ kendisidir. el-Ferrâ buna şu beyiti de örnek gösterir:
"Ey başka bir şey
kabul etmeksizin direten kalb,
Beyaz, güzel yüzlü ve
siyaha çalan dudaklılardan ayılıp, kendine gel!"
Bazıları da:
"Ey" üzerinde durak yaparlar, Bazıları da "elif" ile; diye durak yaparlar. Çünkü bunun vash halinde
bu "elifin hazfedi-liş illeti hem kendisinin, hem de ondan sonra gelen
"lâm"ın sakin oluşudur. Vakıf yapıldığı takdirde illet ortadan
kalkar, dolayısı İle elif de eski haline döner. Nitekim: "İhramda iken
aylanmayı helâl saymamak şartı İle" buyru-ğundaki "Helâl saymak"
kelimesi üzerinde vakıf yapılırsa, "ya" aynı şekilde geri döner.
Burada sözünü
ettiğimiz kıraat farklılığı yüce Allah'ın: "Ey sihirbaz" (ez-Zuhruf,
43/49) buyruğu ile "Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka (insanlar ve
cinler)" (er-Rahmân, 55/31) buyruklarında da aynı şekilde söz konusudur.
[303]
32.
İçinizden evli olmayanları köle tc cariyelerinizden de saUh olanları
evlendirin. Eğer onlar fakir İseler, Allah onları lütfü İle zengin kılar.
Allah Vâsidir, herşeyi çok iyi bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
[304]
Bu hitab tesettür ve
salâh bahsi ile ilgilidir. Yani aranızdan eşi bulunmayan kimseleri
evlendiriniz, çünkü iffetli kalmanın yolu budur. Hitab velileredir. Kocalara
olduğu da söylenmiş ise de doğru olan birincisidir. Zira yüce Allah kocaları
kastetmiş olsaydı, "Nikahlayınız (evleniniz)" demesi ve hemzesiz
okunması gerekirdi. Elif de o takdirde vasi için olurdu.
İşte bu da kadının
veli olmaksızın kendisini nikâhlayamayacağının bir delilidir. Çoğu ilim
adamlarının görüşü de budur. Ebu Hanİfe dedi ki: Dul ya da bakire velisiz
olarak denk birisi ile evlenecek olursa, bu nikâh caiz olur. Bu hususa dair
yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresinde (2/221. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
[305]
İlim adamlarının bu
hususta üç farklı görüşü bulunmaktadır. Bizim ilim adamlarımız derler ki: Bu
hususta hüküm, mü'minin günaha düşmek korkusunun varlığına, sabredememesine ve
sabretme gücü bulup bu hususta günaha düşme korkusunun sona ermesi
farklılığına göre değişiklik arzeder. Eğer din veya dünya yahut her ikisinde
helak olmaktan korkacak olursa, o takdirde nikahlanmak kesinlik kazanır. Şayet
hiçbir korku söz konusu değilse, her iki hal de onun İçin müsavi ise Şafiî bu
durumda nikâh mubahtır, demektedir. Malik ve Ebu Hanife ise müstehabdır
demektedir. Şafiî nikahlanmak bir zevki karşılamaktır, o bakımdan bu da yemek
ve içmek gibi mubah olur, der. Bizim ilim adamlarımız ise: "Kim benim
sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir"[306] (mealindeki)
sahih hadisi delil olarak almışlardır.
[307]
Yüce Allah'ın: "İçinizde
evli olmayanları" buyruğu, erkek olsun, kadın olsun eşleri olmayanlar
demektir. Bunun tekili: dır. Ebu Amr dedi ki: Bu kelime; ın maklûbu (yani
"mim" ile "ya" harfi arasında değişiklik meydana gelmiş
şekii)dır. Dilciler bu kelimenin asıl itibariyle, ister bakire, ister dul olsun
kocası olmayan kadın demek olduğunu ittifakla belirtmektedirler. Bu açıklama
Ebu Amr, el-Kisâî ve diğerlerinden nakledilmiştir. Araplar: " Kadın
evienmeksizin kaldı" derler. Peygamber (sav)ın hadisinde de şöyle
denilmektedir: "Ben ve ergenleşecekleri yahut ta yüce Allah lütfundan
onları zengin kılacağı zamana kadar küçük çocukları için evlenmeden duran
(süslenmeyi terkedip, çocuklarının bakımına kendisini verdiğinden dolayı da)
yanakları kararan kadın ile birlikte cennette şu ikisi gibi olacağız."[308]
Şair de şöyle
demektedir:
"Eğer aen nikâhlanırsan
ben de nikahlanırım, şayet evlenmeden kalırsan, -Ben sizden daha genç olmakla
birlikte- ben de evlenmeden kalırım*
Bu kelimenin müzekker
ismi; mastar ismi; şeklindedir. Mü-ennes ırmi şekli; müfred mütekellimi de;
şeklinde getir. Şair der ki:
''Ben evlenmeden
kaldım, öyle ki herbir arkadaş beni kınadı,
Benim evlenmeden
kaldığım gibi, Selma da evlenmeden kalır ümidiyle."
Ebu Ubeyd dedi ki:
Erkek için de, kadın için de; denilir. Bu çoğunlukla kadınlar hakkında
kullanılır. Erkekler için sanki istiare yoluyla kullanılmış gibidir. Umeyye b.
Ebi's-Salt der ki:
"Alioğullannın
mükâfatlarını versin Allah, Onların evli olanlarına da, evli olmayanlarına
da."
Bir kesim de şöyle
demektedir: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Zina eden kadını da ancak
zina eden veya müşrik olan bir erkek nikahlayabilir. Böylesi mü'minlere karam
kılınmıştır." (en-Nûr, 24/23) buyruğunun hükmünü neshetmektedir. Biz bunu
sûrenin baş tarafında açıklamış bulunuyoruz, Allah'a hamdolsün.
[309]
Yüce Allah'ın:
"içinizden evli olmayanları... evlendirin" buyruğu ile kastedilenler,
hür erkek ve kadınlardır. Daha sonra yüce Allah başkasının mülkiyeti altında
bulunanların hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Köle ve
cariyelerinizden de salih olanları evlendirin."
el-Hasen
"köleleriniz" anlamındaki: kelimesini, şeklinde okumuştur. Bu ise
çoğul isimdir.
el-Ferrâ der ki:
"Cariyeleriniz" anlamındaki kelimenin nasb île; şeklinde okunması
caizdir. Bu durumda onu " Salih olanlar" kelimesine atfetmektedir.
Bu durumda kasıt erkekler ve dişiler olur. Salâhtan kasıt iman olur. (İman
sahibi köle ve cariyelerinizi nikahlayınız, demek olur).
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Salih olmaları halinde cariye ve kölelerin evlendirilmesi
istenebilir. Onların evlendirilmesi caizdir, fakat bu hususta bir teşvik ve
müstehablık söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah: "Eğer onlarda bir
hayır görürseniz, onlarla mükâtebe yapınız." (en-Nûr, 24/33) buyruğu da
buna benzemektedir. Diğer taraftan kölede haytr olduğu bilinmese dahi kitabet
caiz olabilir. Ancak hitab burada teşvik ve müstehablık bildirmek sadedinde
vârid olmuştur. O bakımdan ancak kendisinde hayır bulunan kimselerle kitabet
yapmak müstehab olur.
[310]
İlim adamlannın
çoğunluğu efendinin köle ve cariyesini nikâhlanmaya (evlenmeye)
zorlayabileceği görüşündedirler. Bu Malik, Ebu Hanife ve başkalarının da
görüşüdür. Malik der ki: Ancak bu zararlı olduğu takdirde caiz olmaz. Buna
benzer bir görüş Şafıîden de rivayet edilmiştir. Sonra da şunu kaydeder:
Efendinin kölesini nikâhlanmaya zorlama hakkı yoktur. en-Nehaî der ki: Daha
önceden köleleri nikâhlanmaya zorluyorlar ve üzerlerine kapıyı kapatırlardı,
Şafiî mezhebine mensub
olanlar şöyle derler: Köle mükelleftir, o bakımdan nikâha mecbur edilemez.
Zira onun mükellef oluşu, kölenin insan olmak bakımından kâmil olduğuna delil
teşkil eder. Köle olmak itibariyle mülkiyetin ona taalluku, efendisinin onun
rakabesine ve menfaatine malik oluşu açısındandır. Cariye ise böyle değildir.
Cariyede onun mülkiyet hakkı, cariye ile birlikte olup arzusunu
gerçekleştirmek için de söz konusudur. Kölenin cinsi isteğinde ise efendisinin
herhangi bir hakkı yoktur. îşte bundan dolayı hanımefendi kölesine mubah
değildir.
Horasan ve Irak ilim
adamlarının dayanağı budur. Diğer bir dayanakları da talâk (boşama) hakkıdır.
Köle kendi adına nikâh akdine sahip olmakla birlikte, talâk hakkına da sahip
olur.
Bizim ilim
adamlarımızın lehine olan delil ise, efendinin malik oluş hakkının, kölenin
malik oluş hakkını da kuşatmış olması şeklindeki büyük inceliktir. Bundan
dolayı kölenin ancak efendisinin izniyle evlenebileceği ic-mâ' ile kabul
edilmiştir. Nikâh vb. hususlar ise maslahatlar kabilindendir. Kölenin
maslahatı ise efendinin yetkisi çerçevesindedir. Onun maslahatını görüp
gözeten odur ve köle adına bu maslahatı yerli yerince o gerçekleştirir.
[311]
"Eğer onlar fekir
iseler, Allah, onları lütfü Ue zengin kılar" buyruğunda ifade, hürler
hakkındadır. Yani erkek ve kadının fakirliği sebebiyle evlilikten kaçınmaya
kalkışmayınız. Çünkü "eğer onlar fakir İseler, Allah, onları lütfü ile
zengin kılar." Bu yüce Allah'ın rızasını isteyerek, O'na masi-yet olan
hususlardan korunmak maksadı ile evlenen kimseleri zengin kılacağına dair bir
vaaddir. İbn Mes'ud der ki: Nikâh yoluyla zengin olmaya bakınız demiş ve bu
âyet-i kertmeyi okumuştur.
Ömer (r.a) da şöyle
demiştir: Yüce Allah: "Eğer onlar fakir İseler, Allah onları, lütfü üe
zengin kılar" diye buyurmuşken nikahlanmak suretiyle zengin olmanın yolunu
aramayana hayret ederim.
Bu anlamdaki bir ifade
tbn Abbas (r.a)dan da rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre (r.a)m rivayet ettiği bir
hadise göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Üç kişi vardır ki
hepsine Allah'ın yardım etmesi Allah'ın üzerinde bir haktır. Allah yolunda
cihad eden kimse, iffetli olmayı isteyerek nikâh yapan bir kimse ve borcunu
ödemek isteyerek efendisiyle kitabet (yazışma) akdi yapmış bir kimse." Bu
hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmiş bulunmakta dır.[312]
Şayet: Bazen nikâh
yapmış fakat zengin olmamış kimseler görebiliyoruz, denilecek olursa, cevabımız
şu olur: Bunun sürekli olması gerekmemektedir. Bu bolluk bir an dahi
gerçekleşse, Allah'ın vaadi de doğru bir şekilde yerini bulmuş olur. Buradaki
zengin kılmanın, "nefsini zengin kılar" anlamında olduğu da
söylenmiştir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Zenginlik çokça
dünya malına sahip olmakla değildir. Zenginlik ancak nefsin zenginliğidir.
"[313]
Şöyle de denilmiştir:
Bu, kendisine asla muhalif olunmayan bir vaad değildir. Aksine kastedilen
şudur: Mal gider ve gelir, o bakımdan zengin olmayı ümid ediniz.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani yüce Allah dilediği takdirde lütfundan onları zengin
kılar. Bu da: "O dilerse yalvardığmız şeyi giderir." (el-En'âm, 6/41)
buyruğu ile; "Allah rızkı dilediğine genişletir." (er-Ra'd, 13/26)
buyruğunu andırmaktadır.
Anlamı: Eğer nikâha
muhtaç kimseler iseler, yüce Allah, zinaya yaklaşma-yıp iffetlerini korumaları
için onları helâl yoldan muhtaç olmaktan kurtarır, diye de açıklanmıştır,
[314]
Bu âyet-i kerîme
fakirin evlendirilebileceğine delildir. Fakir, benim malım yokken nasıl
evlenebilirim, dememelidir. Onun rızkını vermek Allah'a aittir. Peygamber
(sav) da kendisini Peygambere bağışlamak üzere gelmiş olan hanımı sadece bir
tek elbisesi olan bir kimse ile evlendirmiştir. Böyle bir durumda kadının,
fakirlik dolayısıyla nikâhı feshetme hakkı yoktur. Çünkü kadın fakir olduğu
halde kocasıyja evlenmeyi kabul etmiştir. Şayet onunla evlendiğinde zengin
olmak şartıyla evlenmiş olup da fakir olduğu ortaya çıkarsa ya da daha sonra
fakirleşecek olursa, ancak o vakit nikâhı feshetme hakkı doğabilir. Çünkü
açlığa sabretmek mümkün değildir. Bu görüş bizim (Maliki mezhebimize mensup)
ilim adamlarının görüşüdür.
en-Nekkaş der ki: Bu
âyet-i kerîme: Hakim, koca nafakayı sağlamayacak kadar fakir olduğu takdirde,
karı ile kocayı birbirinden ayırır, diyen kimselere karsı bir delildir. Çünkü
yüce Allah; "Allah onları zengin kılar" diye buyurmaktadır. Onları
birbirinden ayırır, diye buyurmamıştır.
Ancak bu oldukça zayıf
bir istidlaldir. Bu âyet-i kerîme nafakasını sağlamaktan acze düşmüş kimseler
hakkında hüküm bildirmemektedir. Bu sadece fakir olup da, evlenen kimseleri
zengin kılmaya dair bir vaaddir, Önceleri zengin iken daha sonra nafakayı
sağlayamayacak kadar fakirleşen kimseye gelince, bunlar hakim kararıyla
birbirlerinden ayrılırlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Eğer
birbirlerinden ayrılırlarsa Allah herbirini lütfü ile zengin kılar."
(en-Nisa, 4/130)
Yüce Allah'ın lütuflan
ise her zaman umulur ve bu lütfunu ihsan edeceği de vaadedümiştir.
[315]
33. Nikâh
(imkânı) bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik verinceye
kadar, iffetlerini korusunlar. Sahİb olduğunuz köle ve cariyeler arasından
sizden mükâtebe isteyenlerle -eğer onlarda bîr hayır görürseniz- mükâtebe
yapınız. Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin. Cariyeleriniz kendilerini
korumak İsterken, dünya hayatının geçici metâVm kazanmak için onları zinaya
zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphe yok ki Allah onların zorlanmalarından
sonra mağfiret ve rahmet edicidir.
34. Andolsun ki Biz, size açıklayıcı âyetler,
sizden önce geçmiş olanlardan misaller ve takva sahiplerine de bir öğüt
indirdik.
Bu buyrukların:
"Nikâh (imkânı) bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik
verinceye kadar, iffetlerini korusunlar" bölümüne dair açıklamalarımızı
dört başlık halinde sunacağız:
[316]
"Nikâh (imkânı)
bulamayanlarda... iffetlerini korusunlar" buyruğunda hitab, kendi işinin
yetkisini elinde bulunduran kimseleredir. Yetkisi başkasının elinde
bulunanlara hitab değildir, çünkü bu durumda olan kişiyi yetkili uygun
göreceği cihete götürür. Hacr altında bulunan kimse gibi. Bu hususta farklı bir
görüş bulunmamaktadır. İlim adamlarının bu husustaki iki görüşünden birisine
göre de hitab köle ve cariyeyedir.
[317]
İffetini korudu,
iffetli davrandı" fiilinin veznî dir. Afif olmayı istemek demektir. Yüce
Allah bu âyet-i kerîme ile, nikahlama imkânını herhangi bir şekilde bulamayan
kimselere iffetli olmalarım emretmektedir. Nikâhın engellerinden çoğunlukla
görüleni mal sahibi olamamak olduğundan ötürü lütfuyla onu zengin kılarak
kendisi İle evlenebileceği malı rı-zık olarak vereceği vaadinde bulunmaktadır.
Ya da az miktardaki bir mehi-re razı olacak bir kadın bulacağını yahut
kadınlara karşı duyduğu arzunun zail olacağı vaadini vermektedir.
Nesaî'nin rivayetine
göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Üç
kişi vardır ki hepsine aziz ve celil olan Allah'ın yardım etmesi O'nun üzerinde
bir haktır; Allah yolunda cihad eden, iffetli davranmak talebiyle nikahlanan
ve efendisine borcunu ödemeyi isteyen kitabet (yazışma) akdi yapmış olan.[318]
"Nikâh (imkânı)
bulamayanlar da* anlamındaki buyrukta -görüldüğü gibi- muzaf hazfedilmiştir.
Denildiğine göre burada nikâh hanımın nikâhlan-rnası için gerekli olan mehir ve
nafakadır. Nitekim kendisi ile örtülen elbiseye "lihâf", giyilen
şeye "libâs" denilmesi de bu kabildendir. Bu açıklamaya göre âyette
hazf söz konusu değildir. Bu açıklamayı müfessirlerden bir topluluk yapmıştır.
Onları bu açıklamaya iten yüce Allah'ın: "Allah lütfundan kendilerine
zenginlik verinceye kadar" buyruğudur. Onlar buradan hareketle iffetli
davranmakla emrolunan kimsenin, kendisiyle evlenebilecek kadar malı bulunmayan
kişi olduğunu zannetmişlerdir. Ancak böyle bir açıklamaya göre, iffetli
davranmakla emrolunanlar tahsis edilmektedir, bu da zayıf bir açıklamadır.
Aksine iffetli davranma emri daha önceden de açıklamış olduğumuz gibi, hangi
sebebten ötürü olursa olsun, nikahlanma imkânı bulamayan herkese yöneliktir.
[319]
Elverişli Olmayanın
Tutumu Ne Olmalıdır? İçinde nikahlanma arzusu bulunan bir kimse eğer buna imkân
bulabiliyorsa, onun evlenmesi müstehabdır. Şayet imkânı yoksa, ona düşen
iffetli hareket etmek, iffetini korumaktır. Oruçla dahi olsa bunun imkânını
araştırmalıdır, çünkü oruç kişinin şehvetini keser. Nitekim sahih haberde de
böyle bildirilmiştir[320]
Nikahlanma arzusu
taşımayan kimseye de uygun olan kendisini yüce Allah'a ibadete vermektir.
Çünkü haberde: "Sizin en hayırlınız ailesi ve çocuğu olmayan (ve bu
bakımdan) hafif olan kimsedir" denilmiştir.[321]
Hür kadınlar ile
evlenme İmkânı bulamama halinde cariyeleri nikahlamanın caiz olduğuna dair
açıklamalar daha Önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/25. âyet, 1. başlık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdol-sun.
Yüce Allah'ın bu
durumda olan bir kimse için iffetli olmak ile nikahlamak arasında başka bir
mertebeyi tesbit etmemiş olması, bunların dışındaki halin haram olduğunu
ortaya koymaktadır. Ancak bu hanımlığın kapsamına sağ elinin malik olduğu
(cariyeler) girmemektedir. Çünkü o başka bir nass ile mubah kılınmıştır ki, bu
da yüce Allah'ın: "... yahut sahibi olduğunuz cariyefler) ile (evlenmekle)
yetinmelisiniz" (en-Nisâ, 4/3) buyruğudur. Bu buyrukta böylece fazladan
cariyelerle evlenilebileceği hükmü de zikredilmiş olmaktadır. İmam Ahmed'in bu
husustaki görüşünün aksine de istimnâ'ntn haram olma hükmü de söz konusu
olmaktadır. Aynı şekilde müt'a nikâhı da nesh olduğundan dolayı bu kapsamın
dışındadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Mu'minûn Sûresi'nin baş
taraflarında (23/1-H. âyetler, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[322]
Buyruğun: "Sahip
olduğunuz köle ve cariyeler arasından sizden tnükâ-tebe isteyenlerle -eğer
onlarda bir hayır görürseniz- mükâtebe yapınız"
bölümüne dair açıklamalarımızı
da onaltı başlık[323]
halinde sunacağız:
[324]
"Sahip olduğunuz
köle -ve cariyeler arasından sizden mükâtebe İsteyenlerle" anlamındaki
buyrukta yer alan: "...enler" ref raahallindedir. el-Halil ve
Sibeveyh'e göre bir fiil takdiri ile nasb mahallindedir. Çünkü ondan sonra bir
emir gelmektedir.
Daha önceden köle ve
cariyelerden söz edildiğinden, burada da kölenin kitabet isteğinde bulunması
halinde onunla kitabet akdi yapmanın müstehab olduğu belirtilmektedir. Çünkü o,
bağımsız olmak, kazanç sahibi olmak ve istediği takdirde de evlenmek maksadı
ile bu istekte bulunmuş olabilir ve bu, onun için daha iffetli olur.
Denildiğine göre bu
âyet-i kerîme, Huvaytıb b. Abdu'l-Uzza'ya ait Subh -Sabîh de denilmiştir-
adındaki bir köle hakkında nazil olmuştur. Bu efendisinden mükâtebe talebinde
bulunduğu halde efendisi kabul etmemişti. Yüce Allah da bu âyet-i kerîmeyi
indirdi. Bunun üzerine Huveytıb onunla yüz dinar üzere yazıştı; ödemiş olduğu
yirmi dinarı da ona geri verip bağışladı ve Huneyn savaşında öldürüldü. Bunu
zikreden el-Kuşeyrî olup, en-Nekkaş da nakletmiştir.
Mekkî dedi ki: Bu
Kıptî, Sabîh olup Hâtıb b. Ebi Beltea'nın kölesiydi.
Özetle; yüce Allah
bütün mü'minlere kölesi bulunur bu köle kitabeti ister, efendisi de bu işin
onun için hayırlt-olacağını bilirse, onlarla mükâtebe yapmalarını efendilere
emretmektedir.
[325]
(Âyet-i kerîmede
lafzan geçen:) "el-Kitâb" ile "el-mükâtebe" aynı şeylerdir.
Mükâtebe de ancak iki kişi arasında cereyan eden işler hakkında kullanılan
"müfâale" veznindedir. Çünkü "mükâtebe" efendi ile kölesi
arasındaki bir akitleşmedir. Mesela; "Kitabet akdinde bulundu, mükâtebe
yaptı, mükâtebe yapmak" denilir. "Savaştı, savaşmak" denildiği
gibi.
Buna göre âyet-i
kerîmede "kitab" kelimesi fital, cilad ve difa' (çarpışma, vuruşma,
savunma) kelimeleri gibi bir mastardır.
Burada
"kitab" tabirinin, üzerinde bir şeyler yazılan bildiğimiz
"kitab" anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Araplar köle ile
yazıştıklarında buna dair hem kendileri, hem de köleleri hakkında bir yazı
yazarlardı.
Buna göre buyruk,
kendisi sebebiyle bir kitabın (belgenin) yazılıp kendilerine verilmesini
gerektiren azat olmak isteğinde bulunanlar.,. demek olur.
[326]
Şeriatte mükâtebe,
efendinin kölesi ile taksitlerle ödemek üzere belli bir mal üzerinde anlaşması
demektir. Bunu tamamen ödediği takdirde o köle hür olur.
Mükâtebenin iki hali
söz konusudur: Birincisi köle mükâtebe talebinde bulunur, efendi de bunu kabul
eder. Âyetin mutlak ve zahir ifadesinden anlaşılan budur.
İkinci halde ise köle
taleb eder, fakat efendi bunu kabul etmez. Bu hususta iki görüş vardır: Birisi
İkrime, Atâ, Mesrûk, Amr b. Dinar, ed-Dahhak b. Müzahim ve Zahirilerden bir
topluluğun görüşü olup böyle bir talebi kabul etmek efendinin görevidir,
derler.
Ancak İslâm âleminin
çeşitli bölgelerindeki ilim adamları, böyle bir yükümlülük yoktur, derler.
Bunun vacib olduğunu
kabul edenler, emrin mutlak olduğunu delil gösterirler. "Yap" mutlak
olarak zikredildiği takdirde, başka bir delil ile başka bir mananın kastedildiği
anlaşılmadığı sürece vücub ifade eder. Bu görüş Ömer b. el-Hattab ve İbn
Abbas'tan rivayet edilmiş olup, Taberî de bunu tercih etmiştir. Yine Davud
(ez-Zahirî) şunu delil göstermektedir: Muhammed b. Sîrin'in babası olan Şîrîn,
efendisi olan Enes b. Malik'ten kitabet akdi talebinde bulunmuş ancak Enes
kabul etmemiştir. Ömer (r.a) elindeki kamçıyı tepesine kaldırıp: "Eğer
onlarda bir hayır görürseniz, mükâtebe yapınız" buyruğunu okuyunca, o da
mükâtebede bulunmuştur.[327]Dâvûd
dedi ki: Ömer (r.a)'ın, Enes için yapmaması mubah olan bir hususta elindeki
kamçıyı kaldırması söz konusu olamazdı.
Cumhur da şunu delil
göstermektedir: Köle, efendisinden kendisini bir başkasına satmasını isteyecek
olursa, efendinin bunu yerine getirmesi icmâ' ile gerekli değildir. Bunun için
mecbur edilemez, isterse ona değerinin kat kat fazlası verilsin. Aynı şekilde
köle, efendisine: Beni azad et yahut beni mü-debber kıl (ölümünden sonra azad
olacağımı söyle) yahut ta beni evlendir diyecek olsa, yine efendinin bunları
yerine getirmesi icmâ' ile zorunlu değildir. Kitabet de bu şekildedir, Çünkü
kitabet karşılıklı bir ivaz akdidir. O bakımdan ancak rıza ile sahih olur.
(Karşı görüşü savunanların) mutlak emir vücub gerektirir, sözleri doğrudur.
Ancak o emrin vücubtan başka bir hükme yönlendirilmesini gerektirecek bir başka
karinenin bulunmaması halinde bu böyledir. Burada ise "kölede bir hayır
bilinmesi" şartına bağlı olarak zikredilmiştir. Yani vücub bâtını bir işe
taalluk etmektedir. O da efendinin bu işin hayırlı olacağını bilmesidir. Şayet
köle: Benimle yazış deyip, efendi: Ben bu işin senin için hayırlı olacağını
bilmiyorum, diyecek olursa, -ve bu gizli bir iş olduğu halde- bu hususta ona
başvurulur ve onun de- . diği esas alınır. Bu açıklama bu hususta gerçekten
güçlüdür.
[328]
İlim adamları yüce
Allah'ın: "Bir hayır" buyruğu hakkında farklı görüşlere sahihtirler.
İbn Abbas ve Atâ, maldır demişlerdir. Mücahid mal ve ödeyebilme demektir, der.
el-Hasen ve Nehaî din(darlık) ve güvenilirliktir derler.
Malik der ki: Kimi
ilim adamını şöyle derken dinledim: Bundan kasıt kazanabilme ve (mükâtebe
borcunu) ödeyebilme gücüdür. el-Leys'ten de buna benzer bir görüş
nakledilmiştir. Şafiî'nin görüşü de budur. Abîde es-Sel-mânî dedi ki: Bundan
kasıt namaz ve hayırdır. Tahavî der ki: Bundan kastın mal olduğunu
söyleyenlerin görüşü bize göre sahih değildir. Çünkü kölenin kendisi
efendisinin malıdır. Onun ayrıca bir malı nasıl olabilir? Bize göre buyruğun
anlamı şudur: Sizler onların din(dar) ve doğru kimseler olduk larını
bilirseniz, ayrıca onların size karşı kendileri üzerindeki kitabet bedelini
eksiksiz ödemek ve davranışlarında doğru olmakla yükümlü olduklarını ve bunun
kendileri İçin bir ibadet olduğunu bilerek size karşı böylece davranacaklarını
bilmeniz halinde onlarla yazışınız.
Ebu Ömer (b.
Abdi't-Berr) der ki; Burada "hayırMan kasıt, maldır görüşünü kabul
etmeyenler "ben onlann malının olduğunu biliyordum" anlamında:
ifadesinin kullanılabileceğini kabul etmezler. Ancak buna benzer ifade şekli;
"Ben onlarda hayır, salah ve emanet vasıflarının olduğunu biliyorum"
denilebilir. Ben yanında mal olduğunu biliyorum, anlamında; denilmeyip, ancak; denilir.
Derim ki: Berîre
hadisi -biraz sonra geleceği üzere-: Hayır'dan kasıt maldır, diyenlerin
kanaatlerini reddetmektedir.
[329]
îlim adamları meslek
sahibi olmayan köle ile kitabet akdi yapmak hususunda farklı görüşlere
sahiptir. İbn Ömer mesleği bulunmayan kölesi ile yazışma akdi yapmayı mekruh
görür ve: Sen bana insanların kirlerini yememi mi emrediyorsun? derdi. Buna
benzer bir görüş Selman el-Farisî'den nakledilmiştir.
Hakim b. Hizam'ın da
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ömer b. el-Hat-tab, Umeyr b. Sa'd'a şunları
yazdı: İmdi, sen huzurunda bulunan müslüman-lara insanlardan dilenmesinler diye
köleleri ile yazışmalarını yasakla.
el-Evzaî, Ahmed ve
İshak da bunu mekruh görmüşler. Malik, Ebu Hanice ve Şafiî ise buna müsaade
etmişlerdir.
Ali (r.a)dan rivayet
edildiğine göre müezzini olan Îbnu't-Teyyah kendisine şöyle demiştir: Malım
bulunmadığı halde mükâtebe yapabilir miyim? Ali (r.a): Evet, dedikten sonra
insanları bana sadaka vermeye teşvik etti, Bana mükâtebe akdinde ittifak
ettiğimiz miktardan fazlasını dahi verdiler. Ben Ali (r.a)ın yanına vardım,
bana: Sen bu artan miktarı da kölelikten kurtulmak isteyenlere ver, dedi.
Malik'ten bunu mekruh
gördüğü ve mesleği bulunmayan cariyenin halinin bozulmasına, fesada uğramasına
sebeb teşkil edeceğinden dolayı böyle bir cariye ile mükâtebe yapmayı mekruh
gördüğü de rivayet edilmiştir. Ancak delil sünnettir, sünnete muhalefet eden
şeyler delil olamaz. Hadis imamlarının Âişe (r.anhâ)dan rivayetlerine göre o
şöyle demiştir: Berîre yanıma geldi ve dedi ki: Benim efendilerim, her sene
bir ukiye ödenmek üzere dokuz yılda dokuz ukiye ödemem şartıyla benimle
mükâtebe akdi yaptılar, bana yardımcı ol... diye hadisin geri kalan bölümünü
rivayet etmektedir.[330]
İşte bu; efendinin,
yanında hiçbir şey bulunmasa dahi kölesiyle mükâtebe akdi yapabileceğine
delildir. Nitekim Berire'nin, Âişe (r.anhâ)ya gelerek, ona efendileri ile
yazıştığını ve ondan kendisine yardımcı olmasını istediğini görüyoruz. Bu da
henüz yazışmanın ilk sıralarında olmuştu, ondan herhangi bir taksit ödemeden
gerçekleşmişti. Bunu İbn Şihab, Urve'den bu şekilde zikretmiştir ki Âişe'nin,
Urve'ye haber verdiğine göre Berire yazışma bedelini ödemek hususunda Âişe'den
yardım istemeye gelmişti ve henüz yazışma bedelinden herhangi bir ödeme
yapmamıştı. Bunu Buhârî ve Ebû Dâ-vûd rivayet etmektedir.[331]
İŞte bunda herhangi
bir sanat, meslek ve mal sahibi olmasa dahi cariye ile yazışma akdi yapmanın
caiz oluşuna delil vardır. Peygamber (sav) da Be-rîre'nin bir kazanç yolunun
yahut da sürekli bir işinin ya da malının bulunup bulunmadığını sormamıştır.
Eğer bu gerekli bir şey olsaydı, elbette bu hususta onun hüküm vermesi için
buna dair soru sorması gerekirdi. Çünkü o, açıklayıcı ve öğretici olarak
gönderilmiştir. Bu hadiste yüce Allah'ın: "Eğer onlarda bir hayır
görürseniz" buyruğunda geçen "hayr"ı mal diye yorumlayanların
tevillerinin sağlıklı bir te'vil olmadığına ve sözü geçen "hayr"ın güvenilirlikle
birlikte kazanabilme gücü olduğuna delil bulunmaktadır. Doğrusunu en İyi bilen
Allah'tır.
[332]
Kitabet bedeli az
miktarda da olabilir, çok da olabilir, taksitli de olabilir.'
Çünkü Berire ile ilgili hadisten anlaşılan budur. Bu
hususta da ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Hamd,
Allah'adır.
Efendi, kölesi ile bin
dirhem ödemek üzere anlaşacak olup da herhangi bir vade söz konusu etmeyecek
olursa, bu -efendinin hoşuna gitmese dahi-çalışma imkânını bulması miktarına
göre taksitlere bölünür.
Şafiî der ki: Kitabet
bedeli için belli bir vadenin bulunması kaçınılmaz bir şeydir, asgarisi de üç
taksitte ödenmesidir.
Bir defada ödenmesi
üzerinde anlaşacak olurlarsa, ilim adamları arasında farklı görüşler vardır.
Çoğu ilim adamı bir defada ödenmesini caiz kabul ederler. Şafiî ise bir defada
Ödenmesinin caiz olmadığını söyler. Derhal ve peşin olarak ödenmesi ise elbette
caiz olmaz. Çünkü bu, ancak belli bir şarta bağlı olarak azad etmektir. Sanki
ona: Sen şunu şunu ödediğin takdirde hür olursun, demiş gibi olur ve bu bir
kitabet değildir.
İbnu'l-Arabî der ki:
İlim adamları ile selef, kitabet bedelinin peşin ödenmesi halinde iki farklı
görüş ileri sürmüşlerdir. Bizim (Maliki mezhebine men-sub) ilim adamlarımızın
görüşleri de aynı şekilde farklı farklıdır. Kıyasa göre sahih olan, kitabetin
vadeli olmasıdır. Berîre hadisinde vârid olduğu gibi yapılmalıdır. Çünkü
efendileri onunla her yıl birer ukiye ödemek şartıyla dokuz ukiye ödemek
üzerine onunla yazışmalardır.
Ashab-ı Kiram da böyle
yapmıştır. Bundan dolayı buna "kitabet" adı verilmiştir. Zira bu
akid yazılır ve ona şahit tutulur. Böylelikle bu akde verilen isim ve gelen
rivayet birbirini desteklemekte, bu akdin anlamı da buna güç kazandırmaktadır.
Şayet ödenmesi istenen mal, peşin olacak ve kölenin yanında da bir şeyler var
ise, bu bir mukataa malı ve mukataa akdi olur, kitabet akdi olmaz.[333]
İbn Hüveyzimendâd der
ki: Peşin ödenmek şartı üzere kölesiyle kitabet akdi yapacak olursa, bu belli
bir mat karşılığında azad etmek olur, kitabet olmaz. Ondan başka bizim
mezhebimize mensub ilim adamları, peşin ödenecek olan kitabet akdini caiz
kabul etmiş ve buna "kitâa" adını vermişlerdir. Kıyas da bunu
gerektirmektedir, çünkü kitabet akdinde vade belirlemek, sadece köleye kazanç
elde etmek için geniş bir zaman tanımak demektir. Nitekim kitabet bedelini
belirli taksitlerle Ödemekle yükümlü olan köle, eğer taksit vadeleri dolmadan
ödemesini getirip verecek olursa, efendi o ödemeleri almak ve (ödemesi bitmiş
ise) mükatebi vadeden önce azad etmek zorundadır. Kûfeli ilim adamları caiz
peşin ödenmek şartıyla yapılan kitabet akdini kabul etmişlerdir.
Derim ki: Peşin
kitabet hususunda Malik'ten açık bir nass varid olmuş değildir. Ancak Majikî
mezhebine mensub ilim adanılan: Bu caizdir derler ve buna "kitaa"
adını verirler, Şafiî'nin üç taksitten aşağısında kitabet caiz değildir, görüşü
ise sahih olamaz. Zira bu sahih olsaydı, bir başkasının: Kitabet bedelinin beş
taksitten daha aşağı ödenmesi caiz olamaz, demesi de mümkün olabilirdi. Çünkü
Peygamber (sav)ın döneminde Berîre ile ilgili taksitlerin asgari miktarı bu
idi. Peygamber (sav) bunu bilmiş ve bu hususta hüküm vermişti. O halde bunun
doğru bir delil olması öncelikle daha uygundur.
Buharı, Âİşe
(r.anhâ)dan rivayet ettiğine göre Berîre, Âişe (r.anhâ)nın yanına gelmiş ve
ondan kitabet bedelinde kendisine yardımcı olmasını istemişti. Üzerinde de beş
yıllık taksitlere bölünmüş beş ukiye kitabet bedeli borcu vardı..[334]
Ancak (bu rivayetin
senedinde) el-Leys Yunus'tan, o İbn Şihab'dan, o Ur-ve'den, o da Âişe'den:
Üzerinde beş yılda ödenmek üzere taksitlere bölünmüş beş ukiye borç vardı diye
rivayet etmiştir.[335]
Ebu Üsame, Hişam b.
Urve'den, o babasından, o Âişe (r.anhâ)dan dedi ki: Berîre gelip şöyle dedi:
Ben efendilerimle dokuz ukiye... ödemek üzere mü-kâtebe yaptım...[336]
Her iki rivayetin
zahiri birbiriyle teâruz'halindedir. Şu kadar var ki Hişam'ın hadisi muttasıl
Yunus'un hadisi de munkatı' olduğundan (Hişam'ın rivayeti) daha uygundur. Zira
Buhârî "el-Leys dedi ki: Bana Yunus anlattı (haddesenî)" demiştir.
Diğer taraftan Hişam babası ve dedesinden rivayet edilen hadislerde başkasına
göre daha bir sağlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[337]
Mükâteb üzerinde
kitabet bedelinden herhangi bir miktar ödenmeden kaldığı sürece, köle kalmaya
devam eder. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Mükâteb üzerinde
kitabet bedelinden bir dirhem (ödenmeden) kaldığı sürece yine köledir. "[338] Bu
hadisi Ebû Dâvûd, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden yoluyla
rivayet etmiştir.
Yine ondan rivayet
ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Herhangi bir köle yüz
dinar ödemek üzere mükâtebe akdi yapıp da on dinar müstesna geri kalanını
ödemiş ise o yine köledir. "[339]
Malik, Şafiî, Ebu
Hanife ve mezheblerine mensub ilim adamları ile es-Sev-rî, Ahmed, İshak, Ebu
Sevr, Dâvûd (ez-Zahirî) ve Taberî de hep bu görüştedir. Bu görüş aynı şekilde
İbn Ömer'den de çeşitli yollardan rivayet edildiği gibi Zeyd b. Sabit, Âişe ve
Um Seleme'den de rivayet edilmiştir. Bu konuda onlardan farklı bir rivayet
gelmiş değildir.
Bu görüş aynı zamanda
Ömer b. el-Hattab'dan da rivayet edilmiştir. İb-nu'1-Müseyyeb, el-Kastm, Salim
ve Atâ da bu doğrultuda görüş belirtmişlerdir. Malik der ki: Beldemizde (itim
adamlarından) kime yetiştiysek hep bu şekilde görüş beyan ederdi.
Bu hususta bir başka
görüş daha vardır ki, bu görüş Ali (r.a)dan rivayet edilmiştir. Buna göre köle
eğer kitabet bedelinin yarısını ödeyecek olursa artık o bir borçludur.
en-Nehaî de böyle demiştir. Bu görüş Ömer (r.a)dan da rivayet edilmiştir. Ancak
ondan, mükâteb üzerinde bir dirhem kaldığı sürece köle kalmaya devam eder,
şeklindeki görüşün isnadı, mükâteb kitabet bedelinin yarısını ödediği takdirde
artık onun üzerinde kölelik yoktur, şeklindeki görüşünün isnadından daha
iyidir. Bu hükmü de Ebu Ömer (b. Abdi'I-Berr) ifade etmiştir.
Yine Ali (r.a)dan
rivayet edildiğine göre; ödediği miktar kadar o kölenin de bir bolümü hürriyete
kavuşmuş olur. Yine ondan gelen bir başka rivayete göre, ödediği ijk taksit
ile birlikte azad olmak, onun üzerinde cereyan eder.
İbn Mes'ud dedi ki:
Köle kitabet bedelinin üçte birini ödediği takdirde artık o azad olmuş bir
borçludur. Şureyh'in görüşü de budur. Yine İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine
göre, şayet kitabet bedeli ikiyüz dinar olup kölenin değeri yüz dinar ise,
köle değerini teşkil eden yüz dinarı ödediği takdirde artık hürriyetine
kavuşur. Bu aynı şekilde en-Nehaî'nin görüşüdür.
Bir yedinci görüş de
şöyledir: Köle bedelinin dörtte üçünü ödeyip geriye dörtte biri kaldığı
takdirde, artık o bir borçludur ve bir daha köle olmaz. Bunu da Atâ b. Ebi
Rebah ifade etmiş olup ondan bu görüşü İbn Cüreyc rivayet etmiştir.
Kimi selef
âlimlerinden nakledildiğine göre; köle bizzat kitabet akdi ile artık hürdür ve
kitabet bedeli karşılığında borçludur, ebediyyen bir daha köle olmaz.
Ancak Berîre hadisi
-Peygamber (sav)dan gelişinin sıhhati dolayısıyla- bu görüşü reddetmektedir.
Yine bu hadiste mükâtebin köle olduğuna dair açık bir delil vardır. Eğer bu
olmasaydı, Berîre satılmayacaktı. Şayet Berîre'nin bir bölümü azad edilmiş olsaydı,
hiçbir şekilde bu azad edilmiş bölümünün satışı caiz olmazdı. Zira Peygamber
efendimizin icmâ' ile kabul edilmiş sünnetlerinden birisi de hür olan kimsenin
satılamayacağı şeklindedir.
Selman ile
Cuveyriye'nin kitabeti de bu şekildedir. Peygamber (sav) kitabet bedellerini
ödeyinceye kadar onların herbirisinin tamamen köle olduklarına dair hüküm
vermiştir. Bu da; mükâtebin üzerinde ödemesi gereken herhangi bir miktar
kaldığı sürece o bir köledir, şeklindeki görüşlerin lehine bir delildir.
Mükâteb hususunda Zeyd
b. Sabit, Ali b. Ebi Talib ile tartışmıştır. Ali'ye şöyle demiştir: Böyle
birisi zina edecek olursa, onu recm eder misin, yahut ta şahitlik edecek
olursa, şahitliğini geçerli kabul eder misin? Ali (r.a): Hayır demiş. Bu sefer
Zeyd: O halde üzerinde ödemesi gereken bir şey kaldığı sürece o bir köledir,
demiş.
Nesâî'nin, Ali ve İbn
Abbas (r.anhum)dan naklen kaydettiği rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Mükâteb'ten ödediği miktar kadarı azad edilir. Ödediği
miktar kadarıyla ona had uygulanır ve ondan azad edildiği kadarı ile de miras
alır." Bu hadisin isnadı sahihtir.[340]
Bu da Ali (r.a)dan
gelen rivayetin lehine bir delildir. Aynca Ebû Davud'un, Um Seleme ile kitabet
akdi yapmış bulunan Nebhân'dan kaydettiği rivayeti ile de desteklenmektedir.
Nebhan dedi ki: Ben Um Seleme'yi şöyle derken dinledim: Rasûlullah (sav) bize
(biz hanımlarına) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin mükâteb bir
kölesi olur da onun yanında (kitabet bedelini) ödeyecek bir şeyler var ise, o
vakit ondan perde arkasına saklanmalısınız." Bu hadisi Tirmizî de rivayet
etmiş olup, hasen, sahih bir hadistir, demiştir.[341]
Şu kadar var ki, bunun
Peygamber efendimizin zevcelerine bir hitabı olup onlar hakkında ihtiyat ve
vera'a uygun olan bir talimat olma ihtimali vardır. NiteJdm Peygamber (sav)in,
bir erkeğin, hanımı Sevde'nin kardeşi olduğuna hüküm vermiş olmakla birlikte
(ihtiyaten): "Ondan hicab arkasında gizlen" demesi[342] ile
Âişe ve Hafsa'ya: "Siz ikiniz de kör müsünüz? Siz onu görmüyor musunuz?"
demesi de bu kabildendir.[343]
Burada kastettiği şahıs İbn Um Mektum'dur. Halbuki aynı zamanda o Fatıma bint
Kays'ar "İbn Um Mektum'un yanında iddetini bekle" demişti.[344] Bu
hususa dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
[345]
İlim adamlarının icmâ'
ile kabul ettiklerine göre kitabet akdi yapmış olan kölenin ödemesi gereken
taksitlerden birisinin veya ikisinin, yahut bütün taksitlerin zamanı geldiği
halde, bu taksitleri istemeyip onu kendi haline bırakırsa, onlar kitabet
akdini sürdürmekte sabit kalmaya devam ettikleri sürece fesholmaz.
[346]
Malik dedi ki: Kölenin
görünen malı bulunuyor ise (kitabet bedelini ödemekten) âciz olduğunu söylemek
hakkı yoktur. Eğer açıkta görünen bir malı yoksa, böyle bir hakka sahiptir.
el-Evzaî der ki: Eğer
köle borcunu ödeyecek kadar güç, kuvvet sahibi bir kimse ise aciz olduğunu
söyleme imkânına sahip değildir.
Şafiî ise der ki: Onun
malının olduğu bilinsin, bilinmesin kitabetin bedelini ödeyebilecek gücünün
olduğu bilinsin, bilinmesin ödemekten âciz olduğunu söylemek hakkına sahiptir.
Ben bu bedeli ödeyemiyorum, kitabet akdini iptal ettim, diyebilmek hakkına
sahfptir.
Malik de der ki:
Mükâteb âciz olduğunu ortaya koyarsa, acizlikten önce efendisinin ondan
kabzettiği bütün taksitler efendiye helâl olur. Bu İster kölenin kendi öz
kazancı olsun, isterse de ona verilen sadaka olsun, farketmez. Kölelikten
kurtarılması için kendisine yapılan fakat kitabetini karşılayamayacak
miktardaki bedellere gelince, bu hususta ona yardımcı olan herkesin verdiğini
yahut mükâtebin helâllik dilediği miktarı rucû1 edip geri almak hakju vardır.
Şayet kölelikten kurtulmak için değil de sadaka olsun diye ona yardımcı olmuş
iseler, bu miktar kölenin âciz olduğunu bildirmesi halinde efendisine helâl
olur. Eğer aldığı miktarlar kendisini kölelikten kurtarmaya yeterli gelip
geriye bir miktar da artacak olursa verilen bu miktarlar şayet kölelikten
kurtanlmast maksadı ile verilmiş İse; artan miktan bu maksatla kendisine
yardımcı olanlara hisselerine göre geri çevirir, veya o miktarı ona helâl
ederler. Bütün bunlar İbnu'l-Kasım'ın naklettiği üzere Malik'in görüşleridir.
İlim adamlarının
çoğunluğu da şöyle demektedir: Efendinin mükâteb kölesinden kitabet bedeli
olarak kabzettikleri ve köle âciz olduğunu beyan ettikten sonra efendisinin
elinde artan sadaka ya da başka mallar, efendisine aittir. Efendisinin bütün
bunları alması ona helâldir. Şafiî ve Ebu Hanife mez-Tıeblerine mensub ilim
adamlarının, Ahmed b. Hanbel'in görüşü ve Şureyh'ten gelen bir rivayet
böyledir.
es-Sevri der ki:
Efendi kölenin kendisine verdiklerini kölelikten azad etmeye ayırır.
Mesrûk'un, en-Nehaî'nin görüşü ve Şureyh'ten gelen bir rivayet bu şekildedir.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Efendinin köleden kabzettikleri efendiye aittir. Acizlikten sonra
elinde artmış olan miktar ise efendisine değil, köleye aittir. Bu da; kölenin
de mülkiyet hakkı vardır, kanaatinde olan bazı ilim adamlarının görüşüdür.
İshak da der ki:
Kitabet hali esnasında kendisine verilen miktarlar, gerçek sahiplerine geri
iade edilirler.
[347]
Berîre hadisi değişik
yollardan ve çeşitli lafızlarla gelmiş olmakla birlikte Berîre'nin satışının,
önceden yapılmış bir kitabet akdinden sonra gerçekleştiğini ihtiva etmektedir.
İlim adamları bundan dolayı mükâtebin satışı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Buhârî de "razı olması halinde mükâtebin satılması"
diye bir başlık açmış bulunmaktadır.[348]
İbnu'l-Münzir ile
ed-Dâvûdî mükâtebin satılmaya razı olması halinde, bedelini ödemekten âciz
olmasa dahi azad etlilmek maksadı ile satılmasını caiz kabul edenlerdendir.
Ebu Ömer b. Abdİ'l-Berr'in beğendiği görüş de budur. İbn Şihab, Ebu'z-Zinad ve
Rabia da böyle demişlerdir. Ancak onlar şöyle de derler: Çünkü kölenin
satılmaya razı olması, onun bir acizliğinin ifadesidir.
Malik, Ebu Hanife ve
mezheblerine mensub ilim adamları ise şöyle demektedirler: Mükâteb, mükâteb
olarak kaldığı sürece -âciz olduğunu bildirmedikçe- satışı caiz olmaz. Onun
kitabetinin satışı da hiçbir halde caiz değildir. Şafiî'nin Mısır'daki görüşü
de budur. Irak'ta ise: Satışı caizdir, ancak kitabetinin satılması caiz
değildir, derdi. Malik ise kitabetin satışını caiz kabul etmektedir. Onu
ödeyecek olursa azad olur, aksi takdirde kitabeti satın alanın kölesi olmaya
devam eder. Ebu Hanife ise bunu kabul etmez, çünkü bu bir ğa-rar satışıdır
(kesin olmayan satış).
Şafiî'nin ise caiz
kabul eden ve etmeyen şeklinde farklı görüşleri gelmiştir. Bir kesim de şöyle
demektedir: Mükâtebin kitabet bedeli devam etmek şartıyla satılması caizdir,
eğer bedelini tamamen ödeyecek olursa azad olur ve onun velâsı onu satana ait
olur. Eğer ödemekten acze düşerse, onu satanın kölesi olur. en-Nehaî, Atâ, el-Leys,
Ahmed ve Ebu Sevr de böyle demiştir.
el-Evzaî de şöyle
demektedir: Mükâteb ancak azad edilmek için satılır. Bedelini ödemekten acze
düşmeyen önce satılması ise mekruhtur. Ahmed ve İshak'ın da görüşü budur.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Berîre hadisinde mükâtebin vadesi gel-raiş herhangi bir
taksidi ödemekten âciz olmamakla birlikte, satılmaya razı olduğu takdirde,
satılmasının caiz olduğunu göstermektedir ve bu mükâte-bin âciz olmadıkça,
satılması caiz değildir, iddiasında bulunanların görüşlerine muhaliftir. Çünkü
Berîre herhangi bir taksidi ödemekten acze düşmüş olduğunu söz konusu etmediği
gibi, ödeme vadesi gelmiş bir taksidinin olduğunu da bildirmemiştir. Peygamber
(sav) da kendisine: Sen ödemekten âciz misin? Yoksa vadesi gelmiş bir taksidin
var mı? diye de sormamıştır. Şayet kitabet akdi yapmış köle ve cariyenin
satılması ancak vadesi gelmiş bir taksidin ödenmesinden acze düşülmesi halinde
caiz olması gibi bir durum olsaydı, Peygamber (sav) mutlaka ona: Âciz midir?
değil midir? diye sorar ve onun vadesi gelmiş bir taksidini dahi olsun
ödemekten acze düştüğünü bilmeden onun satın alınmasına asla izin vermezdi.
ez-Zührî yoluyla gelen
hadiste de Berîre'nin henüz kitabet bedelinden bir şey ödememiş olduğu
kaydedilmektedir. Ben bu hususta sözü edilen Berîre hadisinden daha sahih
delil olacak bir rivayet bilmemekteyim. Peygamber (sav)dan da onunla çelişen
bir rivayet nakledilmemiştir. Gelen haberlerin hiçbirisinde de ödemekten yana
âciz olduğuna delil teşkil edecek bir ifade bulunmamaktadır.
Mükâtebin satılmasını
kabul etmeyenler bazı hususları delil göstermişlerdir: Bunlardan birisi şudur:
Sözü edilen bu kitabet akdi henüz gerçekleşmemişti. Berîre'nin: "Ben
efendilerimle kitabet akdi yaptım" demesinin anlarm, bu hususta onlarla
karşılıklı rızamız oldu ve onlar kitabet miktarını ve vadesini belirlemekle
birlikte henüz bu akdi gerçekleştirmediler, demektir. Şu kadar var ki,
hadislerin zahiri ifadelerin akışı üzerinde dikkatle düşünülecek olursa,
durumun bunun aksi olduğu görülecektir.
Bir diğer görüşe göre,
Berîre ödemekten acze düşmüş, o bakımdan efendileri ile birlikte kitabeti
feshetmek üzere ittifak etmiştir. İşte o vakit satış sahih olmuştur. Ancak bu
açıklama şu görüşü ileri sürenler için uygun düşer: Mükâtebin âciz olduğunun
anlaşılması eğer köle ile efendi bu hususta anlaşacak olurlarsa, ayrıca
hakimin hükmüne muhtaç değildir. Çünkü hak bu ikisi İle ilgilidir, bilinen
mezheb (görüş) de budur. Suhnûn ise şöyle der: Bu konuda mutlaka yetkilinin
hükmü gereklidir. Çünkü o her ikisinin karşılıklı olarak yüce Allah'ın hakkını
terketmek üzere anlaşabileceklerinden korkmuştur.
Berîre'nin ödemekten
yana âciz olduğunun doğruluğuna şu rivayet delildir: Berîre, Âişe (r.anhâ)nın
yanına gelmiş ve kitabet bedelinin ödenmesi hususunda ondan yardım istemişti.
Henüz daha kitabet bedelinden de hiçbir şey
ödememişti. Âişe (r.anhâ) kendisine şöyle dedi: "Sahiplerinin
yanına geri dön. Şayet istiyorlarsa senin yerine kitabet bedelini
ödeyebilirim." Bu, ifadenin zahirine göre onun kitabet bedelinin tamamını
ya da bir bölümünü ödemesi tahakkuk etmişti. Zira ödenmesi icab etmedikçe
hiçbir hakkın yerine getirilmesine dair hüküm verilmez. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
İşte bu açıklamalar
onların bu husustaki açıkladığımız görüşlerine dair en kuvvetli delilleridir.
İbnu'l-Münzir der ki:
Efendi mükâtebini satamaz, diyen kimselerin: Berî-re (ödemekten yana) acizlik
çekmiş olabilir, demesi dışında herhangi bir delilinin bulunduğunu bilmiyorum.
Şafiî de der ki: Bu hadisin en açık manalarından birisi de, mükâtebin sahibi
olan kimsenin mükâtebi satabileceğidir.
[349]
Mükâteb kitabet
bedelini tamamen öder ödemez hürriyetine kavuşur ve
ayrıca efendisinin onu azad ettiğini bildirmesine
gerek yoktur. Kitabet akdi döneminde kölenin cariyesinden doğan çocuklarının
durumu da aynı şekildedir. Onun hürriyetine kavuşması ile onlar da
hürriyetlerine kavuşurlar, ancak onun köleleşmesi dolayısıyla onlar köle
olmazlar. Çünkü bir kimsenin cariyesinden olma çocuğu, hür olan nazar-ı itibara
alınmak suretiyle kendi mesabesindedir. Kitabet akdi yapmış olan cariyenin
çocukları da aynı durumdadır. Eğer kitabet akdinden önce çocukları varsa,
bunlar şart koşulmadık -ça kitabetin kapsamına girmezler.
[350]
"Onlar» Allah'ın
size verdiği inaldan verin" buyruğu efendilere kitabet malı hususunda
kölelere yardımcı olmaya dair bir emirdir. Bu ya efendilerin ellerinde bulunan
mallardan onlara bir şeyler vermeleri suretiyle gerçekleşir, yahut onların
ödemekle yükümlü tutuldukları kitabet malının bir kısmını üzerlerinden
indirmekle gerçekleşir. Malik der ki: Mükâtebin üzerindeki son kitabet
taksidinden indirim yapar. Nitekim İbn Ömer de otuzbeşbin-den beşbin indirim
yapmıştır. Ali (r.a) da indirilen bu miktarın kitabet bedelinin dörtte biri
kadarı olmasını güzel görmüştür.
ez-Zehravî der ki: Bu
Peygamber (sav)dan rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen
ise üçte birinin indirilmesini güzel görmüşlerdir.. Katade onda biri indirilir
derken, İbn Cübeyr ondan bîr şeyler indirir demiş ve buna dair bir sınır
belirlememiştir. Şafiî'nin görüşü de budur, es-Sevrî de rJu görüşü güzel
bulmuştur.
Şafiî der ki:
"Şey" kendisine şey denilebilecek asgari miktardaki şey hakkında
kullanılır. Efendi bu indirime mecbur edilir, efendi ölmüş ise hakim tarafından
bu hususta mirasçıların aleyhine hüküm verilir.
Malik -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun-in görüşüne göre bu emir mendub-* luk ifade eder. İndirilecek miktar için
herhangi bir sınır takdir etmemiştir.
Şafiî yüce Allah'ın:
"Onlara...verin" emrinin mutlak oluşunu delil göstermiş ve vacibin
menduba atfedil meşinin Kur'ân-ı Kerîm'de olsun, Arap dilinde olsun bilinen
bir ifade tarzı olduğu görüşünü dile getirmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, akrabaya (bir-şeyler)
vermeyi emreder..." (en-Nahl, 16/90) vb.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bu hususu ondan önce Kadı İsmail b. İshak da zikretmiş bulunmaktadır. Şafiî
bir şeyler vermeyi vacib kabul etmiş, kitabeti ise vacib kabul etmemiştir.
Böylelikle o aslolan kitabeti gayr-ı vacib, onun fer'i durumundakini (birşeyler
vermeyi) ise vacib olarak değerlendirmiştir. Böyle bir görüşün ise benzeri
bulunmamaktadır, o vakit bu katıksız bir iddia olur (delilsizdir.) Şayet: Bu
nikâh gibidir, nikâh vacib değildir, fakat nikâh akdi gerçekleşti mi onun
hükümleri de vacib olur. Bunlardan birisi de (boşanan kadına) mut'a vermektir,
denilecek olursa, biz de şu cevabı veririz: Bize göre mut'a vacib değildir,
dolayısıyla Şafiî'nin görüşünü kabul edenlerin ileri sürebilecekleri bir
dayanak yoktur. Osman b. Affan ise kölesi ile mükâtebe akdi yapmış ve onun
kitabet bedelinden hiçbir indirim yapmayacağına dair de yemin etmiştir... diye
uzun açıklamalarda bulunur.
Derim ki: el-Hasen,
en-Nehaî ve Büreyde şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "Onlara—verin"
buyruğunda hitab bütün insanlara, kitabet akdi yapmış olanlara sadaka
vermeleri ve kölelikten kurtulmaları hususunda onlara yardımcı olmaları için
bir hitabtır. Zeyd b. Eşlem de der ki: Burada hitab yöneticileredir, kitabet
akdi yapmış olanlara zekât mallarından paylarına düşeni vermelerini
emretmektedir. İşte yüce Allah'ın: "Sadakalar... kölelere... mahsustur."
(et-Tevbe, 9/60) buyruğunun ihtiva ettiği anlam budur. Bu iki görüşe göre
mükâtebin efendisinin kitabet bedelinden bir şeyler indirmek yükümlülüğü
yoktur. Buna delil de şudur: Şayet yüce Allah kitabet taksitlerinden herhangi
bir indirimde bulunmalarını kastetmiş olsaydı: Ve onlardan şunu indirin,
demesi gerekirdi.
[351]
Eğer bizler, bu
buyrukta muhatablar efendilerdir, görüşünü kabul edecek olursak, şunu da
belirtelim ki Ömer b. el-Hattab'ın görüşüne göre indirim bedelin ilk
taksidinden yapılmalıdır. Böylelikle son taksidine erişilemeyecek korkuşuyla
yapılacak hayırda, efendi elini çabuk tutmuş olur.
Malik -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- ve başkalarının görüşüne göre ise indirim en son
taksitte yapılır.
Bunun sebebine
gelince, şayet indirim ilk taksitten yapılacak olursa, belki köle kitabet
bedelini ödemekten acze düşer, o takdirde köle de malı da efendisine geri
döner. O zaman da yaptığı indirim sadakanın bir bakıma tekrar kendisine dönüşü
gibi dönmüş olur. Bu da Abdullah b. Ömer ve Ali'nin görüşüdür.
Mücahid der ki: Herbir
taksitten bir miktar indirir.
İbnu'l-Arabî der kî:
Görüşüme göre daha kuvvetli olan indirimin son taksitten olacağıdır. Çünkü
indirim her zaman için borçların son ödemeleri sırasında gerçekleşir.
[352]
Mükâteb, kitabet
akdinden sonra kendisinin rızası ile azad edilmek üzere satılacak olur da
satıcısı onun bedelini kabzettikten sonra, satıcının ona karşılık alrmş olduğu
bedelden ona bir şeyler ödemek yükümlülüğü yoktur. İster azad edilsin diye
satmış olsun, ister bü maksatla satmamış olsun farket-mez. Bu da mükâtebin
kitabet bedelini ödediği efendisinin kölesine bu bedelden bir şeyler ödemesine
yahut yüce Allah'ın kitabında emrettiği üzere son taksidinden ya da herhangi
bir şekilde ödemelerinden bir şeyler indirmesine benzememektedir. Çünkü
Peygamber (sav) Berîre'nin efendilerine, -azad edilmesi için onu satmış
olmalarına rağmen- ondan kabzetmiş oldukları maldan tekrar Berîre'ye bir
şeyler vermelerini emretmiş değildir.
[353]
İlim adamlan kitabet
akdinin niteliği hususunda farklı görüşlere sahibtir-ler. İbn Huveyzimendâd der
ki: Bu akdin niteliği şu şekildedir: Efendi kölesine; seninle şu kadar malı,
şu taksitlerle ödemen şartı ile kitabet akdi yapıyorum. Bu ödemeleri
tamamladığın takdirde sen hürsün, der. Yahut ona: Sen bana on taksitte bin
(dirhem) öde ve o takdirde hür olursun, demesi suretiyle olur. Köle de: Ben
bunu kabul ettim veya buna benzer lafızlarla karşılık verir. Bu ödemeyi ne
zaman tamamlarsa, hürriyetine kavuşur.
Aynı şekilde köle,
efendisine benimle kitabet akdi yap diyecek olursa, ' efendi de yapayım yahut seninle yazışayım
demesi halinde de böyledir.
İbnu'l-Arabî der ki;
Böyle bir şeye gerek yoktur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in lafzı böyle bir şeyi
gerektirmediği gibi, hal de buna tanıklık etmektedir. Ancak söz konusu edilecek
olursa güzel olur, şayet sözü edilmeyecek olursa bu da zaten bilinen bir
husustur. Ayrıca sözle söylenmesine gerek yoktur.
Aslında bu bahsin
meseleleri ve bunların dalları budaklan pek çoktur. Biz bu meselelerin
esaslarının bir bölümünü zikretmiş bulunuyoruz. Kısa açıklamaları yeterli
görenler için bu kadarı kâfidir. Hidayete iletme başarısı Allah'tandır.
[354]
Mükâtebin mirası
hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşü vardır. Malİk'in görüşüne göre
mükâteb ölüp geriye, kalan kitabet borcundan daha fazla miktarda bir mal
terkedecek olursa ve kitabet döneminde dünyaya gelmiş ya da onlar adına da
kitabet yapmış olduğu çocukları varsa, onun çocukları kitabet bedelinin
ödenmesinden sonra arta kalan mala mirasçı olurlar. Çünkü onların da hükmü
babalarının hükmü gibidir. Eğer geriye artan bir mal bırakmamış ise, kitabet
bedelinin geri kalan bölümünü onlar temin etmek için çalışmalıdırlar. Babalan
azad edilmedikçe, onlar hürriyetlerine kavuşamazlar. Babalan onların da
kitabet bedelini ödemiş ise, çocukların aleyhine bu hususta (efendinin) bir
rücû' hakkı.yoktur. Çünkü efendilerine rağmen hürriyetlerine kavuşurlar.
Dolayısıyla babalarının mirasına onlar daha bir hak sahibidirler, çünkü
babalarının bütün hallerinde babalan ile eşittirler.
İkinci görüşe gelince,
geriye bıraktığı malından bütün kitabet bedeli ödenir ve hür alarak ötmüş gibi
değerlendirilir. Bütün çocukları da ona mirasçı olurlar. Çocuklarından
ölümünden önce hür olanlar ile kitabet akdi esnasında hür olmayıp, onlar adına
akitleştiği çocuklan yahut kitabet döneminde doğmuş olan çocuklan arasında
hiçbir fark yoktur. Çünkü hepsi de kitabet yükümlülükleri kendi adlarına
ödenmiş olmakla birlikte, hürriyet bakımından birbirleriyle eşitlenmiş
olurlar.
Bu görüş Ali ve İbn
Mes'ud'dan, Tabiîn arasından Atâ, el-Hasen, Tavus ve İbrahim'den rivayet
edilmiştir. Küfe fakihleri Süfyan es-Sevrî, Ebu Hanife mezhebine mensub
fakihler, el-Hasen b. Salih b. Hayy da bu görüştedir. İshak da bu görüşü
benimsemiştir.
Üçüncü görüş; mükâteb
kitabet bedelinin tamamını ödemeden önce ölürse, köle olarak ölmüş olur. Geriye
bırakacağı bütün mal da efendisine ait olur. Çocuklarından hiçbir kimse ondan
miras alamaz. Ne hür çocukları, 'ne de kitabet akdinde onunla birlikte olan
çocuklan. Çünkü o bütün kitabet bedelini ödemeden önce öldüğünden ötürü köle
olarak ölmüş olur, malı da efendisine ait olur. Dolayısıyla ölümünden sonra
onun hürriyetine kavuşturulması sahih değildir. Zira bir kölenin ölümünden
sonra hürriyetine kavuştunılması imkânsız bir şeydir. Kendileri hakkında da
kitabet akdi yapmış yahut kitabet akdi esnasında doğmuş çocuklarının ise,
kitabetin geri kalan bölümünü tamamlamaya çalışmaları vazifeleridir. Onların
üzerinden (babalarının) ödediği pay kadar da sakıt olur. Eğer (geri kalanı)
ödeyecek olurlarsa, hürriyetlerini elde ederler. Çünkü bu hususta onlar
babalarına tabi İdiler. Eğer ödeyemezlerse kölelikleri devam eder. Şafiî'nin
görüşü budur. Ahmed b. Hanbel de böyle demiştir. Ömer b. el-Hattab'ın, Zeyd b.
Sabit'in, Ömer b. Abdu'l-Aziz'in, ez-Zührî ve Katade'nin görüşü de budur.
[355]
"Cariyeleriniz
kendilerini korumak İsterken dünya hayatının geçici me-taını kazanmak İçin
onları zinaya zorlamayın" buyruğu ile ilgili olarak Câ-bir b. Abdullah ve
İbn Abbas (r.anhum)dan rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Abdullah b.
Ubeyy hakkında nazil olmuştur. Onun birisi Muâze, diğeri Museyke diye
adlandırılan iki cariyesi vardı. O bu cariyelerini zina etmeye zorlar ve hem
ücretlerini almak, hem de çocuklarının kazancına sahip olmak maksadıyla zina
etmeleri için onları,döverdi. Bu durumlarını Peygamber (sav)a şikâyet ettiler.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme hem onun, hem de münafıklardan onun yaptığı gibi
yapanların hakkında nazil oldu.[356]
Sözü edilen Muâze,
Peygamber (sav) ile kocası hakkında mücadele eden Havle'nin annesidir.
Müslim'in, Sahih'inde
Câbir'den gelen rivayete göre ise Abdullah b. Ubeyy'in birisi Museyke, diğeri
de Umeyme adında iki cariyesi vardı. O bunları zina etmeleri için zorlardı. Bu
hususu Peygamber (sav)a şikâyet etmeleri üzerine yüce Allah:
"Cariyeleriniz kendilerini korumak isterken... onları zinaya
zorlamayın... mağfiret ve rahmet edicidir" buyruğunu indirdi.[357]
Yüce Allah'ın:
"Kendilerini korumak isterken" buyruğu "câriyeler"e
râci'dir. Çünkü ancak cariyenin iffetini korumak istemesi halinde efendisinin
onu zorlamaya kalkışması düşünülebilir ve ancak bu halde zorlamanın yasaklanması
mümkün olur. Eğer cariye iffetini korumak istemiyor ise bu durumda efendisine:
Sen onu zorlama, demek düşünülemez. Çünkü cariyenin kendisi zina etmeyi istiyor
ise zorlamanın tasavvuruna imkân yoktur. O halde bu buyruk, durumu bu olan
cariyeler hakkında bu gibi efendilere yönelik bir emirdir. İbnu'l-Arabî işte
bu manaya işaret etmekte ve şöyle demektedir: Yüce Allah'ın burada kadının
iffetini korumak isteyişini söz konusu etmesi zorlamanın ancak bu halde söz
konusu olabileceğinden dolayıdır. Eğer kendisi zinayı istiyor ise zorlama
düşünülemez, işte bunu iyi anlamak gerekir, Bu ince noktaya nüfuz etmek pek çok
müfessir için mümkün olmamıştır. Kimi müfessir: Yüce Allah'ın:
"Kendilerini korumak isterken" buyruğu (bir önceki âyette sözü
edilen): "evli olmayanlar" arâci'dir, demiştir.
ez-Zeccac ve el-Huseyn
b. el-Fadl ise: İfadede takdim ve tehir vardır, demişlerdir. Yani sizler
içinizden evli olmayanları ve kölelerinizden de salih olanları iffetlerini
korumak istemeleri halinde evlendirin, demektir. Kimisi ise: Yüce Allah'ın;
"Kendilerini korumak isterken" buyruğundaki şart lağvedilmiştir ve
buna benzer zayıf açıklamalar yapılmıştır, Başanya ulaştıran Allah'tır.
"Dünya hayatının
geçici metaını kazanmak için" buyruğundan kasıt ise, cariyenin zina
yoluyla kazanacağı ve kol eleştirilip satılmak kasdı ile zina mahsulü
doğuracağı çocuktur. Şöyle de açıklanmıştır: Zina eden kimse kendisiyle zina
ettiği cariyeden doğma çocuğuna karşılık cariyenin efendisine yüz deve fidye
öder ve onu kölelikten kurtarırdı.
"Kim onları
zorlar s a" buna mecbur bırakırsa "şüphe yok ki Allah onların
zorlanmalarından sonra" onlar için "mağfiret ve" onlara
"rahmet sahibidir."
İbn Mes'ud, Cabir b.
Abdullah ve İbn Cübeyr "onlar İçin" lafzını ilave ederek Onlar için
mağfiret edicidir" diye okumuşlardır.
İkraha dair
açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet, 2.başlık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
Daha sonra yüce Allah
mü'minlere indirmiş olduğu apaydın âyetlerinde-ki nimetlerini sayıp dökmekte ve
bu âyetlerde geçmiş ümmetlere dair misaller de vermektedir. Bundan maksat,
geçmiş bu ümmetlerin içine düştükleri hatalara "düşmekten korunmaktır.
[358]
35. Allah, göklerle yetin nurudur. Nurunun misali içinde
kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer. O kandil de bir cam içindedir. O
cam ise doğuya da, batıya da nisbeti olmayan mübarek bir zeytin ağacından
tutuşturulan, parıltısı İnciyi andıran bir yıldız gibidir. O ağacın yağı
neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nur üstüne
nurdur, Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah, insanlar için
misaller getirir. Allah, herşeyl çok iyi bilendir.
"Allah, göklerle
yerin nurudur" âyetinde geçen "nûr" Arap dilinde: Gözle idrâk
olunan ışıklar demektir. Mecazi olarak doğru ve aydınlık anlamlar hakkında da
kullanılmıştır. Bu kabilden olmak üzere "nuru olan bir söz ve aydınlatıcı
kitab (el-Kitabu'1-Münîr)" denilmektedir. Şairin şu beyiti de bu
türdendir:
"Öyle bir neseb
ki a anki kuşluk güneşinden onun üzerinde, Bir nûr ve sabahın tan yeri
aydınlığından bir direk vardır."
İnsanlar da: Filan
kişi şehrin nuru, asrın güneşi ve ayıdır, derler. Yine şair şöyle demektedir:
"Sen
bir-güneşsin. diğer hükümdarlar ise gezegen yıldızlarıdır." Bir diğer şair
de şöyle demiştir;
"Sen şehirler
arasından belli bir maksadı niye tahsis etmedin, Kabilelerin ay'ı olan Halid b.
Yezid'i."
Bir diğer şair de
şöyle demiştir:
"Abdullah
geceleyin Merv'den yola koyuldu mu, Oradan, oranın nuru ve güzelliği yola
koyuldu, demektir."
Buna göre yüce
Allah'ın bir nuru vardır, ifadesi övmek kastı ile söylenebilir. Çünkü eşyayı
var eden O'dur, bütün eşyanın nuru ilk olarak O'ndan-dır ve eşyanın nuru O'ndan
sâdır olmuştur. Şanı yüce Allah ise idrâk olunan 'aydınlıklar kabilinden
değildir. Zalimlerin söylediklerinden O pek yüce ve pek büyüktür.
Hişam el-Cevatikî ve
Mücessime'den bir grub şöyle demektedir: O diğer nurlar gibi olmayan bir nurdur
ve diğer cisimler gibi olmayan bir cisimdir. Bütün bunlar yüce Allah hakkında
aklen ve naklen -Kelâm ilminde ilgili bahislerinde görüleceği gibi- muhal şeylerdir.
Diğer taraftan onların sözlerinde de çelişki vardır. Çünkü onların: Yüce Allah
hakkında O: bir cisimdir, yahut bir nurdur demek, O'nun hakkında bunların
hakikati gereğince hüküm vermek dernektir. Diğer taraftan diğer nurlar ve diğer
cisimler gibi olmayan ifadesi ise, önceden kabul ettikleri cisim oluş ve nûr
oluşu nefyetmektedir. Bu da bir çelişkidir. Yine bunun tahkiki Kelâm
ilmindedir. Onları bu çelişkilere düşüren ise tabi oldukları bir takım zahir
ifadelerdir ki, bunlardan birisi de bu âyeti kerîmedir. Peygamber (sav)ın
geceleyin teheccüde kalktığı vakit söylediği: "Allah'ım, hamd Sanadır,
göklerin ve yerin nuru Sensin."[359]
buyruğu ile kendisine: Rabbini gördün mü? diye sorulması üzerine, onun;
"Ben bir nûr gördüm" demesi[360] ve
benzeri diğer hadisler de bunlar arasındadır.
İlim adamları bu âyeti
kerîmenin te'vili hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Anlamın şöyle olduğu
söylenmiştin O'nun varlığı ve kudreti ile göklerin ve yerin nuru aydınlık
vermiştir, onların işleri dosdoğru yoluna girmiştir. Onlardaki yaratıklar bu
uygun halleriyle var olabilmiştir. Buna göre burada ifade, (maksadın)
anlaşılması için bir temsildir. Nitekim: Hükümdar ülkenin nurudur, denilmesi
de böyledir. Yani ülkenin İşleri onun sayesinde ayakta durur ve onun sayesinde ülkenin
bütün işleri düzelir. Çünkü onun bütün yaptıkları dosdoğru yoldadır. Görüldüğü
gibi burada nûr, hükümdar hakkında mecazi bir ifadedir. Yüce Allah'ın sıfatı
hakkında ise, katıksız bir hakikattir. Zira bütün mevcudatı yoktan var eden ve
aklı hidayete ileten bir nûr kılan O'dur. Zira mevcudun zuhuru O'nunla husule
gelmiştir. Tıpkı görülen şeylerin ışıkla zuhurunun gerçekleşmesi gibi. Şanı
yüce Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir, O'ndan başka rab yoktur. Bu
anlamdaki açıklamaları Mücahid, ez-Zührî ve başkaları yapmıştır.
İbn Arafe de şöyle
demektedir: Yani gökleri ve yeri nûrlandıran O'dur. ed-Dahhak ve el-Kurazî
böyle demiştir. Bu da: Filan kişi bizim kurtuluşumuz-dur, demelerine benzer ki;
kurtarıcımizdır anlamındadır. Filan kişi benim azı-ğımdır ifadesinin, beni
azıklandırandır, anlamında kullanılması gibi. Şair Cerir de şöyle demektedir:
"Sen bizim
nurumuz, yağmurumuz ve korumamızsın, Ve sen, senin gece nemini (şebnem)ini
umanlar için çok bol yapraklı bir bitkisin."
Mücahid dedi ki:
Göklerin ve yerin işlerini çekip çeviren, idare eden demektir. Ubeyy b. Ka'b,
el-Hasen ve Ebu'l-Âliye de: Gökleri güneş, ay ve yıldızlarla, yeryüzünü de
peygamberlerle, ilim adamlarıyla ve mü'minlerle süsleyen demektir.
İbn Abbas ve Enes de
şöyle demiştir: Göklerdeki ve yerdekileri hidayete ileten Allah'tır. Birinci
açıklama diğer bütün hususları daha bir kapsayıcı dır ve te'vil bakımından daha
sahihtir.
"Nurunun
misali"; mü'minin kalbine yerleştirmiş olduğu delillerin niteliği...
demektir. Çünkü delillere de "nûr" adı verilir. Şanı yüce Allah
Kitabına da nûr adını vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Size apaçık bir nûr
da indirmiştedir." (en-Nisâ, 4/174) O, peygamberine de "nûr"
adını vermiş ve şöyle buyurmuştur; "Size muhakkak ki Allah'tan bir nûr ve
apaçık bir kitap gel-miştir." (el-Mâide, 5/15)
Çünkü kitab hidayete
İletir ve açıklar, rasûl de böyledir.
Nurun yüce Allah'a
izafe edilmesinin açıklaması da şöyle yapılır: Delâleti tesbit eden, onu
açıklayan ve koyan O'dur.
Âyet-i kerîmenin bir
başka anlama gelme ihtimali de vardır. Bu anlamda misalin bir parçası ile misal
gösterilenin bir parçası birbirinin karşılığında bulunmamaktadır. Bunun yerine
bir cümlenin, diğer bir cümleye benzetilmesi söz konusudur. Şöyle ki: Allah'ın
hidayeti ve herbir mahluku mükemmel bir şekilde ve sapasağlam yaratmış olması
demek olan Allah'ın nurunun ve göz kamaştırıcı burhanların genel olarak misali,
yine genel olarak şu sizin en mükemmel bir şekilde edindiğiniz ışığın
sıfatlarına benzemektedir. Bu da insanların elinde bulunan nura dair
vasıfların en ileri derecesidir. Yüce Allah'ın nurunun apaçıklığının misali ey
İnsanlar, sizin aydınlığınızın en ileri derecesi olan bu misal gibidir.
"el-Miskât
(kandil yuvası)"; Duvarda pencerenin dışında bulunan küçük
oyuktur. Bu açıklamayı İbn Cübeyr ve müfessirlerin
büyük çoğunluğu yapmıştır. Böyle bir küçük oyuk ışığı daha bir toparlayıcıdır.
Onun içinde yer alan
kandil "el-misbâh" ise; bulunduğu başka yere göre daha çok ışık
verir. Mişkât'ın asıl anlamı, içine bir şeyler konulan kabtır. Yine mişkât,
kova gibi içinde suyun soğutulduğu deriden yapılmış kab (su kırbasOdır. Bu
kelime "mifale" vezninde olup, el-mikrât (tencere) ve el-rnis-fât
(süzgeç) gibi kelimeler de bu vezindedir. Şair de şöyle demektedir:
"Onun iki gözü
sanki bir taş içinde oyulmuş iki yuva (mişkât) gibidir Burçların uçları ile
özellikle açılmış gibi."
Mişkât (kandil
yuvası)nın, içinde fitilin bulunduğu kandilin iskeleti olduğu da söylenmiştir.
Mücahid, kandilin kendisidir demektedir, yine Mücahid: "Bir cam
içindedir" diye buyurması nurun şeffaf bir cisim oluşundan dolayıdır,
demiştir. Kandilin camın içinde bulunması, camın içinde bulunmamasına göre
daha çok aydınlık verir.
Kandil (el-misbâh) ise
saçtığı aydınlık ralev ile birlikte fitilin adıdır.
"O... parıltısı
inciyi andıran bir yıldız gibidir." Aydınlığında ve ışığında yıldızı
andırır. Bunun da iki anlama gelme ihtimali vardır: Ya kandil ile birlikte
böyledir demeyi murad etmiştir, yahut o arılığı ve özünün mükemel-liği
dolayısıyla bizatihi böyledir, demeyi kastetmiş olabilir. Bu te'vil aydınlığın
bir arada daha fazla olmasını daha bir sağlayıcıdır. ed-Dahhak der ki: İnciyi
andıran yıldız, zühre yıldızıdır.
"Mübarek bîr
zeytin ağacından tutuşturulan" ifadesi zeytin ağacının yağından
tutuşturulan takdirinde olup, muzaf hazfedilrniştir. "Mübarek"; bereketlendirilmiş,
geliştirilip büyütülmüş demektir. Zeytin ise meyveler arasında en bereketli ve
verimli olan bir ağaçtır, nar da bu şekildedir. Gözle görülüp, müşahede edilen
de bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Ebu Talib'in, Müsafir b, Ebi Amr b.
Umeyye b. Abd-i Şems hakkında söylemiş olduğu mersiyesinde şu beyitler yer
almaktadır:
"Ah keşke Müsafir
b. Ebi Amr (ile birlikte olsam), Evet "ah keşke'yi kederli olan söyler. O
yabancı ölü mübarek kılınsın,
airarınm mübarek kılındığı eibi."
Denildiğine göre,
dallarının aşağıdan yukarıya doğru yaprak vermesi de bu iki ağacın
bereketterindendir. İbn Abbas der ki: Zeytinde bir takım menfaatler vardır.
Zeytinyağı kandillerde kullanılır. Bir katıktır, vücuda sürülür, tabaklayıcı özelliği
vardır, Zeytinağacının odunu ve ondan sızan (reçinesi) bir yakıttır. Onda ne
varsa mutlaka onun bir faydası vardır. Hatta külü ile ibrişim yıkanır.'
Dünyada yeşermiş ilk ağaç odur, yine Tufandan sonra yeşeren ilk ağaç odur.
Peygamberlerin konakladıkları yerlerde ve arz-ı mukaddes'te yetişir. Yetmiş
peygamber o ağacın mübarek olması için dua etmiştir. İbrahim ve Muhammed
(salât ve selâm onlara) onlardandır. Peygamber (sav); "Allah'ım sen bize
zeytinyağını ve zeytini mübarek kıl" diye buyurmuş ve bunu iki defa
tekrarlamıştır,
[361]
Bu "doğuya da,
batıya da nisbeti olmayan" bir ağaçtır. İlim adamları yüce Allah'ın:
"Doğuya da, batıya da nisbeti olmayan" buyruğu hakkında farklı
açıklamalar yapmıştır, İbn Abbas, İkrime, Katade ve başkaları derler ki: Doğuya
nisbeti olan ağaç, güneşin doğuşu esnasında isabet ettiği, batışı esnasında
ise isabet etmediği ağaçtır. Buna sebeb ise önünde bulunan engeldir. Batıya
nisbeti olan ağaç ise bunun aksidir, yani bu ağaç bir çölde ve açık bir
arazidedir. Herhangi bir engel güneşin ışığını engellemez. Böyle bir hal zeytin
ağacının yağını daha bir güzelleştirtr. O bakımdan bu ağaç katıksız doğu
ışığını alan bir ağaç olmadığından ona "doğuya mensub (şarkıyye)"
deni-lemediği gibi, batıya da mensub olmayacağından ona "ğarbiyye" de
denilmez. Aksine böyle bir ağaç hem doğuya, hem batıya nisbeti olan bir
ağaçtır.
Taberî de İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ağaç etrafını kuşatmtş daha başka
ağaçlar arasındadır. Bu ağaç ne doğu tarafından açıktır, ne de batı tarafına
açıktır.
İbn Atiyye der ki: Bu
İbn Abbas'tan sahih olmayan bir rivayettir. Bu nitelikteki bir ağacın
doğru-dürüst meyvesi olmaz ve bu meyve de güzel bir şekilde toplanamaz. Varlık
aleminde görülen de budur.
el-Hasen der ki: Bu
ağaç dünya ağaçlarından değildir, bu yüce Allah'ın nuruna vermiş olduğu bir
misaldir. Eğer bu ağaç dünyada olmuş olsaydı, ya doğuya ya da batıya nisbeti
olacaktı.
es-Sa'lebî ise şöyle
demektedir: Kur'ân-ı Kerîm bu ağacın dünya ağaçlarından olduğunu açıkça ifade
etmiş bulunmaktadır. Çünkü bu ifade "ağaç"dan bedeldir. O bakımdan o:
"Bir zeytin ağacı" diye buyurmuştur.
İbn Zeyd de şöyle
demektedir: Bu Şam bölgesindeki ağaçlardan birisidir;
çünkü Şam bölgesindeki ağaçların ne doğuya, ne de
batıya nisbetleri vardır. Şam bölgesindeki ağaçlar, ağaçların en güzelidir.
Arz-ı Mübarek de orasıdır.
"Doğuya da
(nlsbetl olmayan)* ifadesi "zeytin ağacı"nın sıfatıdır. olumsuzluk
edatı ise sıfat ile mevsuf araşma girmiş sayılmaz. "Batıya da" anlamındaki
ifade de buna atfedilmiştir.
"O ağacın yağı
neredeyse kendisine ateş dokunmaksıznı dahi aydınlık verecektir." Bu
buyruk, bu aydınlığın ne kadar güzel, ne kadar pırıl pırıl ve ne kadar kaliteli
olduğunu en ileri derecede ifade etmektedir.
"Nûr üstüne
nurdur." Kandü yuvası içinde kandilin ışığı, camın ışığı ve zeytinyağının
ışığı bir araya gelmiş olmaktadır. Böylelikle bu, nûr üstüne nûr olur. Bütün bu
nurlar kandil yuvasında bir arada adeta hapsolduğundan en ileri derecede bir
aydınhk olmuştur.
İşte yüce Allah'ın
burhanları da böyledir, apaçıktırlar ve O'nun burhanları biri diğerinin üstüne
gelir. Bir uyarının arkasından bir başka uyarı gelir. Peygamberler göndermesi,
kitaplar indirmesi gibi. Akledip ibret alan bir kimse için bunlarda tekrar
tekrar öğütler gelmiş bulunmaktadır.
Daha sonra yüce Allah,
dilediği kimseleri kendi nuruna ilettiğini ve kullarından istediğini mutluluğa
kavuşturduğunu söz konusu etmektedir. Verdiği misallerle imana götürecek
şekilde ibret olsunlar ve düşünsünler diye kullarının üzerindeki lutfunu da
hatırlatmaktadır.
Abdullah b. Ayyaş b.
Ebi Rabia ve Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî: "Allah... nûrlandırdı"
şeklinde "nün" harfini ve şeddeli "vav"ı üstün ile
okumuştur.
Te'vilciler
"nurunun misali" buyruğunda ki zamirin kime ait olduğu hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Ka'b el-Ahbar ile İbn Cübeyr bunun Muhammed
(sav)a ait olduğunu söylemişlerdir. Muhammed (sav)ın nurunun misali...
şeklindedir. İbnu'l-Enbarî der ki: "Allah göklerle yerin nurudur"
buyruğunda durmak, güzel bir duraktır. Sonra da "nurunun misali içinde
kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer" diye başlanır ki, bu da Muhammed
(sav)ın nurunun misali demek olur.
Ubeyy b. Ka'b ile yine
İbn Cübeyr ve ed-Dahhak da zamir mü'minlere aittir, demişlerdir. Ubeyy'in
kıraatinde: "Mü'minlerin nurunun misali..." şeklindedir. Yine onun
"mü'minin nurunun misali" anlamında okuduğu rivayet edildiği gibi;
Ona iman edenin nurunun misali" diye bir,kıraati de rivayet edilmiştir.
„ el-Hasen der ki: Bu
zamir Kur'ân'a ve imana aittir. Mekkî de: Bütün bu görüşlere göre yüce
Allah'ın: "(^jVlj): Yerin" lafzı üzerinde vakıf yapılır.
İbn Aüyye der ki: Bu
görüşlerin muhtevasında 2amirin, daha önce sözü edilmemiş kimseye râci olması
söz konusudur. Yine misalin bir bölümünün misal gösterilenin bir bölümüne
tekabül etmesi söz konusudur. Kendisine misal verilenin Muhammed (sav)
olduğunu söyleyenlere göre -ki bu Ka'b el-Ah-bar'ın bir görüşüdür- Rasûlullah
(sav) kandil yuvası yahut kandilin içinde bulunduğu bölümdür. Kandil de
nübüvvet ve onunla ilişkisi bulunan ameli ve hidayetidir. Cam onun kalbidir,
mübarek ağaç vahiydir. Melekler de Allah'ın ona gelen elçileri ve ona ulaşan
bağlardır. Zeytinyağı ise vahyin İhtiva etmiş olduğu deliller, apaçık belgeler
ve âyetlerdir. Misali verilen kimse mü'mindir -ki bu Ubeyy'in sözüdür-
diyenlerin görüşlerine göre kandil yuvası mü'minin kalbidir. Kandil iman ve
ilimdir, cam mü'minin kalbidir. Zeytinyağı kalbin ihtiva ettiği deliller ve
hikmettir. Ubeyy der ki: O en güzel hali üzere, insanlar arasında tıpkı
ölülerin kabirleri arasında yürüyen canlı kimse gibi yürür.
Hakkında misal verilen
kişi Kur'ân ve imandır diyenlerin görüşlerine göre de ifadenin takdiri şöyle
olur: Mü'minin kalbinde bulunan iman nurunun misali, bir kandil yuvasına
benzer. Yani bu buyruklarda ifade edilenler gibidir. Bu görüşe göre benzetme
öncekiler gibi değildir. Çünkü kandil yuvası imana tekabül etmemektedir.
Bir kesim de şöyle
demektedir: "Nurunun" buyruğundaki zamir yüce Allah'a aittir. Bu da
es-Sa'lebî, el-Maverdî ve el-Mehdevî'nİn naklettiğine göre İbn Abbas'ın görüşü
olup bunun anlamına dair açıklama daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu görüşe
göre İse "yerin" anlamındaki "el-ard" kelimesi üzerinde
vakıf yapılmaz.
el-Mehdevı der ki:
"Nurunun" kelimesindeki "ne" C.nun) zamiri yüce Allah'a
aittir. İfadenin takdiri de şöyledir: Allah göklerde ve yerde bulunanla-n
hidayete,iletendir. O'nun müminlerin kalbindeki hidayetinin misali bir kandil
yuvası gibidir. Bu açıklama tbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Zeyd b. Eşlem
de böyle demiştir. el-Hasen der ki: "Nûrunun'daki "he" zamiri Allah'a
aittir. Ubeyy ve İbn Mes'ud bu buyruğu;"( "Mü'minin kalbindeki
nurunun misali bir kandil yuvasına benzer" şeklinde okurlardı. Muhammed
b. Ali et-Tirmizt der ki: Onlardan başkaları ise Kur'ân-ı Ke-rîm'de böyle
okumuş değildir. Şu kadar var ki, onların okumalarına uygun tevilde bulunulmuş
ve burada kasıt mü'minin kalbindeki nurudur, denilmiştir. Bir başka âyet-i
kerîme de bunu tasdik etmektedir: "Acaba -kendisi Rabbinden gelmiş bir nûr
üzere bulunup da- Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse
(sapıklıkta olan gibi) midir?" (ez-Zumer, 39/22)
Zamirin Allah'a ait
olmadığını söyleyenler şunu gerekçe gösterirler: Za-"mirin yüce Allah'a
ait olması mümkün değildir, çünkü yüce Allah'ın nuruna sınır olmaz.
Ebu Arar ed-Dûrî'nin
kendisinden rivayetine göre el-Kisaî "Bir kandil yuvası"
kelimesindeki "elif'i İmale ile okumuş ve ondan önceki "kePi de
esreli okumuştur. Nasr b. Âsim; "Bir cam" kelimesini "ze"
harfini üstün okumuştur. Ondan sonra gelen; "O cam" kelimesini de
böylece okumuştur. Bu da bir söyleyiştir.
İbn Âmir ve Âsım'dan
Hafs: "İnciyi andıran" şeklinde de "dâl" harfini ötreli,
"ya" harfini şeddeli okumuşlardır. Bu şekilde okunarak yıldızın inciyi
andırmakla vasfedilmesi ise ya beyazlık ve anlığı dolayısı iledir yahut bu
kelimenin aslı hemzeli; şeklinde ve itmek, bertaraf etmek anlamında olan; den
gelen "fu'îl" vezninde bir kelime olup hemzesi hafifletilmiş-tir.
("Ya" harfi şeddelenmiştir). Bu durumda "biri diğerini
iten" anlamına gelir. İsimleri bilinemeyen pek büyük yıldızlara da hemzesiz
olarak; denilir. Bu isimdeki hemzeyi hafifletmiş olabilirler, aslolan ise itmek
anlamın-a gelen; den gelmesidir.
Hamza ve Âsım'dan
rivayetle Ebubekir ise hemzeli ve medli olarak; diye okumuşlardır ki bu da
"defetmek, bertaraf etmek" anlamındaki kelimeden "fu'îl"
vezninde olur. Yani o yıldızın nuru birbirini defeder demek olur. el-Kisaî ve
Ebu Amr da: şeklinde "dal" harfi esreli ve hemzeli olarak yine itmek
anlamındaki kökten gelen bir lafız olarak okumuşlardır. Bu da "es-sikkîr
ve el-fissîk (çok sarhoş, çok fâsık kimse)" kelimelerine benzemektedir.
Sibeveyh der ki: Çok parlak olduğundan dolayı ışığı adeta birbirini iter,
demektir.
en-Nehhâs der ki: Ebu
Ubeyd, Ebu Amr İle el-Kisaî'nin kıraatlerini son derece zayıf bulur. Çünkü o
bu kıraate göre bu kelimenin "itmek" anlamından geldiğini kabul
etmektedir. O, bir ufuktan, diğer bir ufuğa akıp giden bir yıldızdır derriek
olur. Şayet onun bu açıklaması gibi olsaydı, bu ifadenin bir faydası olmazdı.
Böyle bir yıldızın pek çok yıldızdan ayrı bir meziyeti de bulunmazdı. Çünkü,
Ademoğullanndan bir insan geldi denilmeyeceği bilinen bir husustur. Ayrıca Ebu
Amr ve el-Kisaî gibi değerli ilim adamlarının böyle uzak bir ihtimale uygun bir
şekilde okumamaları gerekir. Ancak Muhammed b. Ye-zid'den rivayet olunduğuna
göre, onların bu okuyuşlarının te'vilini şu manada yorumladığı
nakledilmektedir: Bu, nuru etrafa doğru itilip, duran (yayılan) bir yıldızdır.
Nitekim yangın etrafa yayıldığı zaman; denilir. Bu da böyle bir kıraate uygun
bir te'vildir.
Said b. Mesâde'nin
nakline göre şöyle denilir: Yıldızın ışığı uzaklara ka^ dar gidip yükselecek
olursa; denilir. el-Cevherî de es-Sıhah adlı eserinde şöyle demektedir:
Yanımıza ansızın çı-kageldi, demektir. ifadesi de sikkîr ve hımmîr gibi
"fiil" veznin-He nlmak üzere buradan gelmektedir. Böyle bir kullanım
da onun oldukça
ileri derecede aydınlık saçması ve
parıldâmasından dolayıdır.
"Yıldız oldukça
parıldadı" denilir.
Ebu Amr b. el-A'lâ der
ki: Sa'd b. Bekr'e mensub ve Zat-u Irk ahalisinden bir adama şöyle sordum: Şu
büyük yıldıza ne ad veriyorsunuz? O, ona "ed-dirrî'" adını veriyoruz,
dedi. Bu kişi insanların en fasihlerinden birisi idî.
en-Nehhas der ki;
Ham2a'nın kıraatine gelince, bütün dilciler: Bu caiz olmayan bir lahndir
demişlerdir. Çünkü Arap dilinde "fu'îl" vezninde bir kelime yoktur.
Ancak Ebu Ubeyd bu hususta itiraz eder ve Hamza'nın lehine delil getirip, şöyle
demektedir: Bu kelime "fu'îl" vezninde değildir, bunun aslı
"fu'ûl"dür. Subbûh kelimesi gibi, "vav" yerine bedel olarak
"ya" harfi getirilmiştir. Nitekim Araplar; demişlerdir.
Ebu Ca'fer en-Nehhas
der ki: Böyle bir itiraz da, böyle bir delillendirme de en büyük ve en ağır
hatalardan birisidir. Çünkü böyle bir şey asla caiz olmaz. Eğer onun
söyledikleri caiz olsaydı, bu sefer "subbûh" yerine
"subbîh" denilmesi gerekirdi ki, bu görüşü ileri süren hiçbir kimse
yoktur. "Utiyy" kelimesinde bu kabilden değildir. Aralarındaki fark
gayet açıktır, zira "utiy" kelimesinde şu iki cihetten birisi
mutlaka vardır: Bu kelime ya -azgın anlamına gelen-: İn çoğuludur, o takdirde
böyle bir kelimede bedel lazım olur. Çünkü bu çoğul, bir değişiklik
kabilindendir ve "vav" da makabli ötre olduğu halde isimlerin son
harfi olarak bulunmaz. Bunun, bir öncesi sakin harf olup da, sakinin öncesi de
ötre olup sakin de güçlü ve sağlam bir engel olmadığından dolayı,ötre yerine
esre getirilmiş ve böylelikle "vav" "ya"ya kalbediîmiştir.
Eğer "utiy" kelimesi çoğul değil, tekil ise o takdirde bunun
"vav" lı olması daha uygundur. Kalbedümesinin caiz oluşu ise kelimenin
son harfi oluşundan dolayıdır. "Fuûl" vezninde ise "vav"
kelimenin son harfi olmadığından dolayı kalbedilmesi caiz olmaz. el-Cevherî
der ki: Ebu Ubeyd dedi ki: Şayet "dal" harfini ötreli okuyacak
olursak; denir ki bu durumda bu kelime "ed-durr: inci" kelimesine
nisbet edilmiş olur ki vezni de "fu'lî" olur ve bunda hemze telaffuz
edilmez. Zira Arap dilinde "fu'îl" vezni yoktur. Kıraat alimleri
arasında bunu hemzeli okuyanlar ise bu kelimenin "fu'ûl" vezninde
olduğunu kastetmek istemişlerdir. Subbûh kelimesi gibi. Dammelerin çokluğu
dolayısıyla, kelime ağır bulunduğundan kimi harfleri esreli okunmuştur.
el-Ahfeş de
kimilerinin; şeklinde; Onu defettim" kökünden olmak üzere okuduğunu da
nakletmektedir. Bu kelimeyi hemzeli olup,. bunu ilk harfi fethalı olmak üzere
"fa'îl" vezninde kabul etmiştir. Ayrıca: Bu da onun parıldayışından
ötürü böyledir, demiştir.
es-Sa'lebî dedi ki:
Said b. el-Müseyyeb ile Ebu Recâ bu kelimeyi "dal" harfi üstün ve
sonu hemzeli olmak üzere; diye okumuşlardır. Ebu Hatim dedi ki: Bu yanlıştır,
çünkü Arap dilinde "fail" vezni yoktur. Eğer her ikisinden böyle
okuduklarına dair rivayet sahih olarak gelmiş ise, onlarûn okuyuşu) bir
delildir.
"Tutuşturulan"
kelimesini Şeybe, Nâfi', Eyyûb, Sellâm, İbn Âmir3 Şamlılar ve Hafs, ötreli
"ya" ile "kaP harfi şeddesiz ve "dal" harfi de ötreli
olarak okumuşlardır. el-Hasen, es-Sülemî, Ebu Ca'fer ve Ebu Amr b. el-Alâ
el-Basrî ise; şeklinde harflerinin tamamı üstün ve "kaf harfi de şeddeli
olarak okumuşlardır. Bu kıraati Ebu Hatim ve Ebu Ubeyd tercih etmiştir.
en-Nehhâs der kir Bu
iki kıraat te birbirine yakındır. Çünkü her ikisi de "kandil"
hakkındadır, kandilin de bu sıfata sahip olması uygundur. Çünkü kandil etrafa
ışık' saçan ve aydınlatandır. "ez-Zücâce (cam)" ise onun bir kabından
ibarettir. el-Hasen ve diğerlerinin okuyuşuna göre bu fiiI;' Parıldadı,
parıldarın mazisidir. "Tutuşturulan" kelimesi ise; den muza-ri
fiildir. Nasr b. Âsim diye okumuştur. Onun kıraatine göre bu kelimenin aslı
şeklinde olup, iki "te"den birisi hazfedilmiştir. Çünkü diğeri ona
delâlet etmektedir. Kûfeliler de camı kastetmek üzere; "te" ile
okurlar. Bu iki kıraat ise "ez-zücâce: cam" kelimesinin müennes
olmasına binâendir. "Batıya da, doğuya da nlsbetl olmayan mübarek bir
zeytin ağacından" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"O ağacın yağı
neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nûr üstüne
nurdur" buyruğunda "dokunmaksızın dahi" anlamındaki fiilin
"te" harfi ile okunması "nar; ateş" kelimesi müennes kabul
edildiğinden dolayıdır. Ebu Ubeyd; bu kıraatten başkasını bilmediğini söylemektedir.
Ebu Hatim'in naklettiğine göre ise es-Süddî'nin, Ebu Malik'ten, onun da İbn
Abbas'tan rivayetine göre; İbn Abbas "ta" harfi yerine "ya"
harfi ile "Ateş dokunmaksızın dahi" diye okumuştur. Muhammed b. Yezid
der ki: Fiilin (ya ile) müzekker olarak okunması "ateş" anlamındaki
kelimenin hakiki müennes olmayışından dolayıdır. Ona göre müennes kelimelerin
durumu budur.
İbn Ömer de şöyle
demektedir: "Kandil yuvası" Muhammed (sav)ın karnı (göğsü),
"cam" onun kalbi, "kandil" ise yüce Allah'ın kalbine
yerleştirmiş olduğu ve mübarek bir ağaçtan tutuşturulan nurdur. Yani onun aslı
İbrahim'den gelmektedir, onun ağacı da odur. Yüce Allah, nuru tıpkı İbrahim
(a.s)ın kalbinde tutuşturduğu gibi Muhammed (sav)ın kalbinde de tutuşturmuştur.
Muhammed b. Ka'b da
şöyle demektedir: "Kandil yuvası" İbrahim'dir.
"Cam"
İsmail'dir. "Kandil" Muhammed'dir. Allah'ın salât ve selâmlan hepsine
olsun. Yüce Allah ona burada kandil dediği gibi; bir başka yerde de ondan
"sirâc; kandil" diye söz ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'a
izni ile çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak da..." (el-Ahzab, 33/46)
O mübarek bir ağaçtan tutuştumlmuştur. Bu da Adem (a.s)dır. Onun nesli
bereketli kılınmış ve o nesilden pek çok peygamber ve Allah dostu gelmiştir. Bu
ağacın İbrahim (a.s) olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın ona
"mübarek" demesi, peygamberlerinin çoğunun onun sulbünden gelmiş
olmasından dolayıdır.
"Doğuya da,
batıya da nlsbeti olmayan" ifadesi de şu demektir: Yani o yahudi de
değildi, hristiyan da değildi. O hanif bir müslümandı. Böyle buyurmasının
sebebi yahudilerin batı tarafına dönerek, hristiyanlann da doğuya doğru
dönerek namaz kılmalarındandır.
"O ağacın yağı
neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir." Yani
Muhammed (sav)ın güzellikleri yüce Allah kendisine vahiy ihsan etmeden önce de
insanlar tarafından açık seçik bir şekilde görülmüştür. "Nûr üstüne
nurdur." Yani o, peygamber soyundan gelen bir peygamberdir. ed-Dahhâk der
ki: Abdu'l-Muttalib'İ kandil yuvasına, Abdullah'ı cama, Peygamber (sav)ı
kandile benzetmiştir. O, onların içinde idi, peygamberliği de İbrahim'den
miras almıştır.
"Ağacından";
takva ve ndvan ağacı demektir. Hidayet ve iman aşireti demek olup, bunun aslı
da peygamberliktir, feri (dalı) mürüvvet (insanlık, mertliktir, dallan
indirilen Kur'ân-ı Kerîm'dir, yaprakları te'vildir. Bu ağacın bakıcılar»
Cebrail ve Mikail'dir.
Kadı Ebu Bekr b.
el-Arabî der ki: Bazı fakihlerin bu, yüce Allah'ın İbrahim, Muhammed,
Abdu'l-Muttalib ve oğlu Abdullah'a vermiş olduğu bir misaldir, demesi oldukça
garib hususlardan birisidir, "el-Mişkât (kandil yuvası) Habeşçe'de
duvardaki küçük oyuk demektir. Abdu'l-Muttalib, içinde kandil bulunan kandil
yuvasına benzetilmiştir. Bu ise cam demektir. Abdullah'ı ise kandile
benzetmiştir, cam da odur. Muhammed (sav) da kandil gibidir, yani onların
sulblerinden gelmiştir ve sanki o inci gibi parıldayan bir yıldız -ki o da
müşteri (Jüpiter) yıldızıdır- gibidir. "Mübarek bir zeytin ağacından
tutuşturulan" buyruğu o peygamberliği İbrahim (a.s)dan miras almıştır,
demektir. Mübarek ağaç da odur, kasıt ise haniflik dinidir. Bu ağacın doğuya
da, batıya da nisbeti yoktur. Yahudi de değildir, hristiyan da değildir.
"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık
verecektir" buyruğu da şu demektir: İbrahim neredeyse kendisine vahiy,
gelmeden önce dahi vahye uygun şeyler söyleyecektir. "Nûr üstüne
nurdur." Yani önce İbrahim, sonra da Muhammed (sav) peygamber olarak
etrafı aydınlatmışlardır. Kadı (Ebu Bekir) dedi ki: Bütün bunlar, buyruğun
zahir anlamından sapmadır, bununla birlikte temsili ifadelerde kişinin geniş
açıklamalarda bulunması da imkânsız değildir.
Derim ki: Aynı şey bu
husustaki bütün görüşler hakkında söylenebilir. Çünkü bu görüşlerden birincisi
müstesna, âyet ile irtibatlı değildir. Bu, yüce Allah'ın kendi nuruna dair
vermiş olduğu bir misaldir. Onun ta'zime layık olan nuruna misal vermek
imkânsız bir şeydir. Bu ancak bazı mahlukatı aracılığı ile insanların
dikkatlerini çekmek için verilmiş bir Örnektir. Zira insanlar kusurlu olduklan
için ancak kendi zatları ile ve kendi zatlarından olan şeyleri
kavrayabilirler. Eğer bu (temsili ifadeler) olmasaydı, yüce Allah'ı, Allah'tan
başka kimse de tanımış olmazdı. Bu açıklamayı da İbnu'l-Arabî yapmıştır.
İbn Abbas dedi ki: Bu
mü'minin kalbindeki Allah'ın nurunun ve hidayetinin misalidir. Nasıl ki saf
zeytinyağı ateş değmeden önce neredeyse parıl-dayacak, ateş dokunduğu takdirde
ışığı artıyor ise, mü'minin kalbi de kendisine ilim gelmeden önce neredeyse
hidayetin gereği işler yapar. İlim kendisine geldiği takdirde ilim, hidayetine
hidayet, nuruna da nûr katar. İbrahim (a.s)ın ilâhî marifetin kendisine
gelmesinden önce; "Bu benim Rabbimdir." (el-En'âm, 76) demesi gibi.
Halbuki daha önceden kimse ona Rabbinin olduğunu haber vermemişti. Yüce Allah
ona Rabbinin kendisi olduğunu haber verince bu sefer hidayeti daha bir artmış
oldu. "Rabbi ona: Teslim ol dediği zaman, o da; âlemlerin Rabbine teslim
oldum, demişti." (el-Bakara, 2/13D
Bunun mü'minin kalbindeki
Kur'ân'ın misali olduğunu söyleyenler de şöyle demektedirler: Nasıl ki kandil
ile aydınlanılıyor ve bu eksilmeden sürüp gidiyorsa, Kur'ân-ı Kerîm ile de
hidayet bulunduğu halde, onda bir eksiklik meydana gelmez. O halde
"kandil" Kur'ân-ı Kerîm, "cam" mü'minin kalbi, "kandil
yuvası" onun dili ve kavrayışı, "mübarek ağaç" ise vahiy
ağacıdır. "O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksizın dahi
aydınlık verecektir." Kur'ân'ın delilleri okunmadan dahi açıkça
ortadadır. "Nûr üstüne nurdur." Yani Kur'ân-ı Kerîm, yüce Allah'ın
insanlara göndermiş olduğu bir nurdur ve bu nûr Kur'ân'ın nüzulünden sonra
onların önüne dikmiş olduğu deliller Ve bilgilendirmelerle birliktedir.
Böylelikle onların nuruna nûr katılmış oldu. Daha sonra sözü edilen bu nurun
oldukça üstün ve değerli olduğunu haber vermektedir. Bu nura ancak yüce
Allah'ın hidayete nail olmasını murad ettiği kimseler nail olabilir. O
bakımdan şöyle buyurrnakta-Hır-Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder.
Allah İnsanlar için misaller getirir." Yani daha iyi kavrayabümeleri için
benzerlikleri onlara açıklar.
"Allah
herseyi" kimin hidayet bulduğunu, kimin de sapıklıkta olduğunu "çok
iyi bilendir."
İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre yahudiler: Ey Muhammed! Yüce Allah'ın nuru semânın altına nasıl
ulaşır? diye sormuşlar. Bunun üzerine yüce Allah bu örneği nurunun misali
olarak zikretmiştir.
[362]
36. (Bu)
Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir.
Sabah-akşam Onu oralarda teşbih ederler;
37.
Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan,
zekâtı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir (bunlar). Onlar kalblerin ve gözlerin
döneceği bir günden korkarlar.
38. Çünkü
Allah, onları işledikleri amellerinin en güzeli ile mükâfatlandıracak ve onlara
lütfendan fazlasıyla verecektir. Allah dilediğine hesapsız rızik verir.
Bu buyruğun:
"(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına İzin verdiği
evlerdedir. Sabah-akşam O'nu oralarda teşbih ederler. (Bunlar) kendilerini
ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı
vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir" bölümüne dair açıklamalarımızı ondokuz
başlık halinde sunacağız:
[363]
Yüce Allah'ın:
"(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve... evlerdedir" buyruğunda yer alan
"Evler buyruğundaki "be" harfi hem ötreli, hem de es-reli olarak
okunabilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/189. âyet, 11.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"...dedir"
edatının nereye taalluk ettiği hususunda farklı görüşler vardır. Bunun
"misbâh: kandü"e taalluk ettiği söylenilmiştir.[364]
Bunun: "O'nu... teşbih ederler" buyruğuna taalluk ettiği de
söylenmiştir. Bu açıklamaya göre (bir önceki âyetteki): "Allah herşeyi çok
iyi bitendir'' buyruğunda vakıf yapılır. İbnul-Enbarî dedi ki: Ben
Ebu'l-Abbas'i şöyle derken dinledim: Bu, kandil, cam ve yıldız kelimelerinin
halidir. Sanki: Bunlar... evlerdedir, denilmiş gibidir.
et-Tirmizî el-Hakim
Muhammed b. Ali de şöyle demektedir: "... evlerdedir" buyruğu
munfasıl (önceki âyetten ayn)dır. O: Allah, adının yüceltilme-sine izin verdiği
evlerdedir, diyor gibidir. Zaten bu doğrultuda haberler de gelmiş
bulunmaktadır. "Kim mescidde oturursa, o Rabbi ile oturuyor demektir"[365]
gibi. Tevrat'tan nakledildiği üzere haberde de şöyle varid olmuştur:
"Mü'min mescide yürüdüğü zaman şanı yüce Allah şöyle buyurur: Kulum beni
ziyaret etti, onu ağırlamak da Bana düşer. Ben onu cennetin dışında her hangi
bir şeyle ağırlamaya da razı olmuyorum. "[366]
İbnul-Enbarî der ki:
Buradaki; "...dedir" anlamındaki edatı eğer "teşbih
ederler" anlamındaki fiile mutaallak kabul eder, yahut da bunun
"er-ricâl: yiğitler" kelimesinin ref edicisi olduğunu kabul edersek,
o takdirde yüce Allah'ın; "Allah herşeyi çok iyi bilendir" buyruğu
üzerinde vakıf güzel olur.
er-Rummânî der ki: Bu
edat "tutuşturulan" anlamındaki fiile mutaallak-tır. Buna göre;
"çok iyi bilendir" lafzı üzerinde vakıf yapılmaz.
Eğer:
"Evterdedir* tafzı, "tutuşturulan" lafzına taalluk ettiğine göre
"kandil, kandil yuvası" müfred olarak gelirken "evler'in çoğul
gelmesi nasıl izah edilir? Halbuki kandil yuvası bir evde sadece bir tane olur,
denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Bu tekil olarak başlayan ve çoğul
olarak sona erdi-rilen çeşitli (mütelevven) hitab kabilindendir. Yüce Allah'ın:
"Ey Peygamber! Kadınları boşadığınızzaman..." (et-Talak, 65/1)
buyruğu ve benzerleri gibidir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada ayrı ayrı herbir evden söz edilmektedir. Bunun yüce
Allah'ın: "Onların arasında ay'ı bir nûr kılmış" (Nuh, 71/16) buyruğu
gibi olduğu da söylenmiştir. Halbuki ay göklerden sadece birisin dedir.
Burada sözü edilen
*evler"den maksadın ne olduğu hususunda beş görüş ileri sürülmüştür:
1- Yüce
Allah'a ibadet için tahsis edilmiş olan mescitlerdir. Bu mescitlerde semadaki
yıldızlar nasıl yeryüzünde bulunanlara aydınlık veriyorsa, se-madakilere öylece
aydınlık görünürler. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid ve el-Hasen yapmışlartır.
2- Bu evler
Beytu'l-Makdis'teki evlerdir. Bu görüş de el-Hasen'den nakledilmiştir.
3- Peygamber
(sav)ın haneleridir. Bu da Mücahid'den nakledilmiştir.
4- Bundan kasıt bütün evlerdir. Bu açıklamayı da
İkrime yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Sabah akşam O'nu oralarda teşbih
ederler" buyruğu ise bu evlerin mescitler olduğu kanaatini
güçlendirmektedir.
5- Bunlar
hepsi de peygamber tarafından inşa edilmiş olan dört mescid-dir: Ka'be, Beyt-i
Erîha (Beytu'l-Makdis), Medine Mescidi ve Küba Mescidi'dİr. Bu açıklamayı İbn
Büreyde yapmıştır. Bu, daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/108. âyet, 4. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır.
Derim ki: Kuvvetli
oian birinci görüştür. Çünkü Enes b. Malik (r.a), Ra-sûlullah (sav)dan şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Aziz ve celil olan Allah'ı seven beni de
sevsin. Beni seven ashabımı sevsin, ashabımı seven Kur'ân'ı sevsin. Kur'ân'ı
seven, mescidleri sevsin. Çünkü onlar Allah'ın avlularıdır, yüceltilmelerine
Allah'ın İ2in verdiği binalarıdır. Oraları mübarek ve hayırlı kılmıştır, orada
bulunanlar da hayırlıdır. Oralar muhafaza altındadır, oradakiler de muhafaza
altındadırlar. Onlar namazlarında iken aziz ve celil olan Allah da
ihtiyaçlarını karşılar, onla? mescitlerinde bulunuyorlarken, Allah da onları
muhafaza eder."[367]
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın yüceltUmesİnc... İzin verdiği" buyruğundaki "izin
vermek emretmek ve hükmetmek" anlamındadır. İzinin gerçek anlamı, bilmek
ve yasak koymaksızın imkân tanımaktır. Eğer onunla birlikte emir ve uygulama
bulunacak olursa, anlamı daha da güçlü olur,
"Yflceltîlmesİne"
buyruğunun bina edilip, yükseltilmelerine demek olduğu söylenmiştir. Bu
açıklamayı Mücahid ve İkrime yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Hani İbrahim ve
İsmail o Evin. temellerini birlikte yükseltiyorlardı" (el-Ba-kara, 2/127)
buyruğunda da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır.
Peygamber (sav) da
şöyle buyurmaktadır: "Kim kendi malından bir mes-cid bina edecek olursa,
yüce Allah da ona cennette bir ev bina eder."[368]
Bu anlamda mescid bina
etmeyi teşvik eden pek çok hadis-İ şerif vardır. Hasan-ı Basrî ve başkaları
şöyle demişlerdir: "Yticeltilmeslne" buyruğunun anlamı tazim edilip şanlarının
yükseltilmesine, necaset ve pisliklerden
arındırılıp,
temizletilmesine... demektir. Çünkü hadis-i şerifte şöyle buyurul-maktadır:
"Deri ateşten dolayı çekildiği gibi, mescitler de necasetten böylece
çekilirler. "[369]
İbn Mace de Sünen'inde
Ebu Said el-Hudrîden şöyle dediğini kaydetmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu
ki: "Kim mescidden rahatsızlık verici bîr şeyi (pislik ve benzerini)
dışarı çıkartacak olursa, Allah da ona cennette bir ev bina eder.'[370]
Âişe (r.anhâ)dan da
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bizlere mahallelerde
mescidler edinmemizi ve bu mescidlerin temiz tutulup, hoş kokularla
kokulandırılmasını emretmiştir.[371]
Bizler burada
kastedilenin, mescidlerin bina edilmesi olduğunu kabul edecek olursak, acaba
mescidlere süs ve nakış yapılır mı? Bu hususta farklı görüşler vardır.
Kimileri bunu mekruh görürken, kimileri de mubah kabul etmektedirler.
Hammâd b. Seleme,
Eyyub'dan, o Ebu Kılabe'den, o Enes'ten; Kata-de'nin de, Enes'ten rivayet ettiğine
göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştun "İnsanlar mescidlerle birbirlerine
karşı öğüneceklerî vakit gelmedikçe, kıyamet kopmayacaktır." Bu hadisi
Ebû Dâvûd rivayet etmiştir[372]
Buhârî'de de şöyle
denilmektedir: ...Enes de dedi ki: "Mescidlerle karşılıklı öğünürler.
Sonra da pek az müstesna orayı imar etmezler (namaza gitmezler.)"[373]
İbn Abbas da şöyle
demiştir: Yahudiler ve hristiyanlar (mabedlerini) süsledikleri gibi andolsun
sizler de oraları (mescidieri) süsleyeceksinizdir.[374]
Tirmizî el-Hakim Ebu Abdullah
da "NevĞdiru'l-Usul" adlı eserinde Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini
zikretmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Mes-cidlerinizi süsleyip
mushaflarınızı da allayıp pulladığmız takdirde artık helak olmak gelip sizi
bulacaktır. "[375]
Bunun mubah olduğunu
kabul edenler de mescidlerin süslenmesinin
mescidleri
ta'zim etmek demek olduğunu söyleyerek delii göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah
da: "Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği
evlerdedir" diye buyurmakla mesddlerin ta'zim edilmesini emretmektedir.
Osman (r.a)dan da
rivayete göre o, Peygamber (sav)ın mescidini tik ağacından bina etmiş ve
güzelleştirmiştir.
Ebu Hanife der ki:
Mescidleri altın suyu ile nakışlamakta bir mahzur yoktur.
Rivayet edildiğine
göre Ömer b. Abdu'1-Aziz de Peygamber (sav)ın mescidini nakışlarla süslemiş,
mescidin imar ve süsleme işini ileriye götürmüştür. Bu da onun halifeliğinden
önce Medine valiliği döneminde olmuş, kimse onun bu yaptığını tepki ile
karşılamamıştı.
Nakledildiğine göre
el-Velid b. Abdu'l-Melik de Dımaşk'taki (Şam'daki) mescidin yapımı ve
süslenmesi için Şam (Suriye) bölgesinden toplanan haracın üç mislini
harcamıştır. Yine rivayet edildiğine göre Davud oğlu Süleyman (İkisine de
salât ve selâm olsun) Beytu'l-Makdis mescidini bina etmiş ve onu ileri derecede
süslemiştir.
[376]
Mescidin kendilerine
karşı korunması ve uzak tutulması gereken hususlar arasında hoş olmayan
kokular, kötü sözler ve buna benzer açıklayacağımız diğer hususlar vardır.
Bunlara riayet etmek mescidlere gösterilen saygının bir parçasıdır. İbn Ömer
(r.a)dan rivayet edilen sahih hadise göre Rasû-luliah (sav) Tebûk gazvesinde
şöyle buyurmuştur: "Kim bu bitkiden -sarımsağı kastediyor- yiyecek
olursa, sakın mescidlere gelmesin. "[377]
Cabir b. Abdullah
(r.a)ın rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bu
bakliyattan yani sarımsaktan yiyecek olursa... " Bir seferinde de
"kim soğan, sarımsak ve pırasa yiyecek olursa, bizim mescidimize asla
yaklaşmasın. Çünkü melekler de Âdemoğullarının rahatsız olduğu şeylerden
rahatsız olurlar."[378]
Ömer b. el-Hattab
(r.a) da irad ettiği bir hutbesinde şöyle demiştir; Sonra siz ey insanlar iki
bitkiden yiyorsunuz ki benim görüşüme göre bunlar ancak pis şeylerdir. Şu
soğan ve sarımsağı kastediyorum. Andolsun Rasûlullah
(sav) mescidde
bunlann kokularının bir adamdan geldiğini gördüğü takdirde o kimse hakkında
emir vererek, Bakî'e kadar çıkartılırdı. O bakımdan bunlardan kim yiyecek
olursa, onları pişirmek suretiyle öldürsün. (Pis kokularının gitmesini
sağlasın.) Bu hadisi Müslim, Sahİh'inde rivayet etmiştir.[379]
İlim adamları derler
ki: Böyle bir kimsenin mescidden çıkartılmasının illeti onun başkalarını
rahatsız etmesi olduğuna göre; ktyasen şunu da söyleyebiliriz: Mescidde kötü
diliyle onlara karşı güzel olmayan davranışlarda bulunarak çevresindekilere
rahatsızlık veren yahut mesleğinin kötülüğü dolayısıyla kendisinden ayrılmayan
bir şekilde kötü kokan yahut cüzzam ve buna benzer rahatsızlık verici bir
hastalığı bulunan ve insanları rahatsız edecek bir hususu olan herkesi, bu
illet o kimsede bulunduğu sürece -ondan ayrılıncaya kadar- mescitten
çıkartabilmek hakkına sahiptirler.
Aynı şekilde sarımsak
ve buna benzer insanları rahatsız edici, hoş olmayan kokusu bulunan şeyleri
yiyen, kimseler namaz ya da ilim meclisinden, ziyafet vb. başka sebebler için
insanların toplu olarak bulunduğu yerlerden uzak kalırlar. Bundan dolayı (Ömer
-r.a-) soğan, sarımsak ve pırasayı bir arada söz konusu etmiş ve bunların
rahatsızlık verici şeylerden olduğunu haber vermiştir.
Ebu Ömer b.
Abdi'I-Berr dedi ki: Hocamız Ebu Ömer Ahmed b. Abdul-Melik b. Hişam'ın
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- komşuları tarafından şikâyet edilen ve
mescidde eliyle ve diliyle kendilerine eziyet ettiği ittifakla söylenen
birisine nasıl bir uygulama yapılması gerektiği hususunda kendisiyle
danışılması üzerine; o şahsın mescidden çıkartılıp oradan uzaklaştırılması,
komşularıyla birlikte namazda hazır bulunmaması doğrultusunda fetva verdiğini
gördüm. Zira böyle bir kimsenin delicesine ve haksızca hareketlerinden
kurtulmanın başka bir yolu yoktur. Bir gün bu kişi hakkında onunla müzakere
ettim, bu hususta vermiş olduğu fetva ile ilgili delil getirmesini istedim ve
karşılıklı olarak söz alışverişinde bulunduk. O da sarımsak yiyen kimse ile
ilgili hadisi delil gösterdi ve dedi ki: Bana göre böyle bir kimsenin bu. hali
sarımsak yiyen kimseden daha çok eziyet vericidir. Sarımsak yiyen bir kimse de
mescide cemaate katılmaktan alıkonulur.[380]
Derim ki: Mürsel rivayetler
arasında şöyle denilmektedir: "Kişi bir tek yalan söylediğinden melek
onun pis kokusundan dolayı uzaklaşıp gider."
Buna göre yalan
söylemek ve batıl sözler uydurmakla tanınan bir kimse de dışarı çıkartılır.
Çünkü bu da eziyet verici bir iştir.
[381]
İlim adamlarının
çoğunluğu İbn Ömer hadisi dolayısıyla bütün mescidlerin eşit olduğu
kanaatindedirler. Kimileri de şöyle demektedir: Buradaki (sarımsak vb. şeyler
ile ilgili) yasak sadece Rasûlullah (sav)tn mescidi hakkındadır. Buna sebep
ise Cebrail (a.s) ve onun mescide inişidir. Zira Cabir hadisinde: "Sakın
bizim mescidimize yaklaşmasın" diye buyurmuştur. Ancak birinci görüş daha
sahihtir, çünkü bu hükmü etkileyen sıfatt sö2 konusu etmiştir ki, bu da mescid
oluştur. Hükmü etkileyen sıfatın söz konusu edilmesi ise bir illet bildirmedir.
es-Sa'lebî isnadtnı kaydederek Enes (r.a)dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah kıyamet gününde dünya mescidlerini
beyaz ve asil develer suretinde getirir. Ayakları anber-den, boyunları
zaferandan, basları miskten, yularları yeşil zebercetten. O mes-cidlerde ikamet
edip ezan okuyanlar o develerin yularını çekecekler. İmamları da arkadan
sürecekler. Mescidleri imar edenler de onlara asılmış olacaklar. Böylelikle
kıyametin Arasaündan süratti bir şimşek gibi geçecekler, Mevkıf te bulunan
kimseler; Bunlar mukarreb melekler ve mürsel peygamberlerdir, diyecekler.
Bunun üzerine şöyle nida olunacak: Bunlar melek de değildir, peygamber de
değildir. Bunlar mescid ehli kimselerdir. Muhammed (sav) ümmetinden namazları
dikkatle koruyanlardır."[382]
Kur'ân-ı Kerîm'de de
şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret
gününe iman eden... kimseler imar eder." (et-Tevbe, 9/18) Bu buyruk bütün
mescidler hakkında geneldir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmaktadır;
"Sizler bir kimsenin mescidlere devam etmeyi itiyat haline getirdiğini
görecek olursanız, onun iman ehli olduğuna şahitlik ediniz. Çünkü yüce Allah:
'Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden... kimseler
imar eder" diye buyurmaktadır."[383] Bu
hadis daha önceden de (bk. et-Tevbe, 9/18. âyet, 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[384]
Aynı şekilde mescidler
alışveriş ve (benzeri) bütün işlerin yapılmasına kar-. şı himaye edilirler.
Çünkü Peygamber (sav) kaybetmiş olduğu kırmızı devesinin kayıbını yüksek sesle
ilan eden kimseye şöyle demiştir: "Hay bulmaz olasın! Mescidler ancak bina
ediliş maksatları için kullanılır." Bu hadisi Müslim, Süleyman b.
Bureyde'den, o babasından diye rivayet etmiş olup buna göre Peygamber (sav)
namazı bitirdikten sonra bir adam kalkıp, şöyle demiştir: Benim kırmızı devemi
bulan var mı:' Beni haberdar etsin. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: "Hay bulmaz olasın! Mescidler bina ediliş maksatları için
kullanılır,"[385]
İşte bu da mescidlerde
aslolanın namaz, zikir ve Kur'ân kıraati olduğuna, bunun dışında herhangi bir
iş yapılmaması gerektiğine delildir. Nitekim Enes (r.a)ın rivayet ettiği şu
hadiste de böylece açıklanmış bulunmaktadır: Rasûlullah (sav) ile birlikte
mescidde bulunduğumuz bir sırada Bedevi bir Arap geldi ve ayakta durup,
raescidde küçük abdestini bozdu. Rasûlullah (sav)ın ashabı: Dur, dur dediler.
Peygamber (sav) da şöyle buyurdu: "İhtiyacını görmesini ortada
bıraktırmayın. Onu haline terkedin." Bunun üzerine ihtiyacını giderinceye
kadar ona ilişmediler. Daha sonra Rasûlullah (sav) onu çağırıp şöyle dedi:
"Bu mescidlerde hiçbir şekilde böyle bir küçük ab-dest bozmak ya da
kirletilmeleri uygun değildir. Bu mescidler ancak Allah'ı zikretmek, namaz
kılmak ya da Kur'ân okumak içindir." -Ya da Rasûlullah (sav)ın buyurduğu
gibi... (Enes devamla") dedi ki: Orada bulunanlardan birisine emir verdi,
o da bir kova su getirip üzerine döktü. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[386]
Yüce Allah'ın
Kitabından buna delil olan buyruklardan birisi de O'nun: "İçlerinde adının
anılmasına izin verdiği evler..." buyruğudur. Peygamber (sav)ın Muaviye b.
el-Hakem es-Sülemî'ye söylediği şu sözler de buna delildir: "Şüphesiz ki
bu mescidlerde insanların kelâmından herhangi bir şey söylemek uygun düşmez.
Söylenebilecek sadece teşbihtir, tekbirdir ve Kur'ân kıraatidir." Yahut ta
Rasûlullah (sav)ın buyurduğu gibi...[387]
Bu hadisi bütün
uzunluğu ile Müslim, Sahihinde rivayet etmiş bulunmaktadır; bu kadarı da
yeter,
Ömer b. el-Hattab
(r.a), mescidde bir adamın sesini duyunca: Bu ses de ne oluyor? Nerede olduğunu
biliyor musun? diye çıkışmıştır.
Halef b. Eyyub bir
seferinde mescidinde oturmakta iken kölesi yanına gelip ona bir hususa dair
soru sordu. O da ayağa kalkıp nıescidden çıktı ve ona öylece cevap verdi. Niye
böyle yaptığı sorulunca, şöyle dedi: Şu, şu kadar
zamandan bu yana mescidde dünya kelâmı konuşmuş değilim. Bu gün de konuşmak
hoşuma gitmedi.
[388]
Tirmizî, Amr b.
Şuayb'dan, o babasından, o da dedesi yoluyla rivayet ettiğine göre; Rasûlullah
(sav) mescidde şiir okumayı, orada alışveriş yapmayı ve cuma gününde namazdan
önce insanların halkalar oluşturarak oturmalarını yasaklamıştır. (Tirmizî)
dedi ki: Bu hususta Büreyde, Cabir ve Enes'ten de rivayetler gelmiştir.
Abdullah b. Amr'in hadisi de hasen bir hadistir, Mu-hammed b. İsmail dedi ki:
Ben Muhammed'i (Tirmizî'de Ahmed'i) ve İshak'ı -başkalarını da zikrederek- Amr
b. Şuayb'in hadisini delil gösterdiklerini gördüm. Kimi ilim ehli kimseler de
mescidde alışveriş yapılmasını mekruh karşılamışlardır. Ahmed ve İshak da bu
görüştedirler.[389]
Rivayet edildiğine
göre de Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun) mescidde alışveriş yapan bir
topluluğun yanından geçince, elbisesini sarıp sarmaladıktan sonra onları vura
vura üzerlerine yürüdü ve bu arada da; Ey yılanların çocukları! Sizler
Allah'ın mescidlerini pazar edindiniz. Burası âhire-tin pazarıdır, diyordu.
Derim ki: Mezhebimize
mensub kimi İlim adamı mescidlerde çocuklara öğretmeyi mekruh görmüş ve bunun
da alışveriş kabilinden olduğu görüşünü belirtmiştir. Bu, ilim öğretmenin
ücret karşılığı yapılması halinde böyledir, Şayet ücretsiz yapılacak olsa,
yine bir başka açıdan bunun engellenmesi söz konusu olur. O da çocukların
pisliklerden ve kirletmekten kendilerini koruyamayacaklarıdır. Bu ise
mescidlerin temiz tutulmaması sonucunu doğurur. Rasûlullah (sav) da
mescidlerin temizlenmesini ve hoş kokularla ko-kulandırılmasını emrederek şöyle
buyurmuştur: "Çocuklarınızı, delilerinizi, kılıçlarınızı kınsız tutmayı,
orada hadlerinizi uygulayıp seslerinizi yükseltmeyi, karşılıklı
tartışmalarınızı mescidlerini2den uzak tutunuz. Cuma günlerinde oraları
kokulandırıp, tütsülendiriniz. Mescidlerinizin kapılarında da tuvalet ve
abdest alma yerleri yapınız."[390]
Bu hadisin isnadında
Umeyyeoğullarının azatlısı Dımaşklı el-Alâ b. Kesir vardır. Bu da hadis âlimlerine
göre zayıf bir ravidir. Bunu hadis hafızı Ebu Ahmed b. Adî el-Cürcanî
zikretmiştir.[391]
Yine Ebu Ahmed'in
zikrettiğine göre, Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle demiştir: İkindi namazını
mü'minlerin emin Osman ile birlikte kıldım. Mescidin bir tarafında bir terzi
gördü. Onun dışarı çıkartılmasını emretti. Ona: Ey mü'minlerin emiri! O
mescidi süpürüyor, kapıları kapatıyor ve bazen de su serpiyor denilince, Osman
şöyle dedi: Ben Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim:
"Sanatkârlarınızı mescidlerinizden uzaklaştırınız." Bu bellenmiş bir
hadis değildir, isnadında Muhammed b. Mucîb es-Sakafî vardır. Bu ise
Zâhibu'l-Hadis (hiçbir surette hadisi alınmayan) bir ravidir[392]
Derim ki: Bu anlamda
vârid olmuş rivayetlerin, rivayet yolları her ne kadar gevşek ise de manaları
sahihtir. Bu manaların sahih olduğuna, daha önce zikrettiklerimiz delil teşkil
etmektedir. Tirmizî der ki: Tabiîne mensub kimi ilim ehlince mescidde
alışverişe ruhsat verildiğine dair rivayet gelmiş bulunmaktadır. Peygamber
(sav)den de birden çok hadiste mescidde şiir okunabileceğine dair ruhsat da
rivayet edilmiş bulunmaktadır.[393]
Derim ki: Mescidlerde
şiir okumak hakkında farklı görüşler vardır. Kimisi mutlak olarak kabul
etmezken, kimisi mutlak olarak caiz kabul etmektedir. Ancak uygun olan bu
hususta hükmün tafsilatlı olarak ele alınmasıdır. Şöyleki: Şiire bakılır, eğer
şiir yüce Allah'a ya da Rasûlüne övgü ihtiva ediyor, yahut onları yakışık
olmayan şeylerden tenzih ediyor ise -Hassan'ın şiirlerinde olduğu gibi- veya
hayra teşvik, öğüt, dünyaya karşı zahîdliği, dünyalıktan az şeylerle yetinmeyi
ihtiva ediyor ise böyle şiirleri mescidlerde de, başka yerlerde de okumak
güzeldir. Mesela şairin şu beyitleri bu kabildendir:
"Dolaş, dur ey
nefis ki, ben de tek ve samed olana doğru gideyim, Bırak benim peşimi,
Rabbimden başkasını aramıyayım. O benim tesellim, benim sohbet ettiği mdir,
insanları ter ket artık, Çünkü sen O'nun dışında sığınacak kimse
bulamazsın."
Böyle olmayan şiirler
de caiz olmaz. Çünkü şiirde çoğunlukla çirkin sözler, yalan ve batılın süslü
gösterilmesi söz konusudur. Bu gibi hususlardan uzak kalan şiirde bile en
azından boş sözler ve gereksiz ifadeler vardır. Mescidler ise bundan uzak
tutulmalıdır. Çünkü yüce Allah: "Allah'ın yûceltilmeslne ve
İçlerinde adının anılmasına izin verdiği
evlerdedir" diye buyurmaktadır. Şiirin mescidde okunması bazen caiz
olabilir. Şairin şu beyiti gibi:
"Yumuşak kumların
(üzerinde yürüyen) ve yağmurun vurduğu
bir erkek deve gibi,
Ki sırtında yağmur vardır ve oradan aşağı düşmüştür."
Bir başka sairin su
beviti de bövledir:
"Sema (yağmur)
bir kavmin topraklarına düştü mü, Orada otlatırız isterlerse kızsınlar
(bizlere)"
Bu kabil şiirde her ne
kadar Allah'a hamd ve sena bulunmamakta ise de caizdir. Çünkü hayasızca sözler
ve yalan ihtiva etmemektedir. Caiz olan ve olmayan şiirlere dair yeterli
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle eş-Şuarâ Sûre-si'nde gelecektir.
Dârakutnî'nin
rivayetine göre Hişam b. Urve babasından, o Âişe (r.an-hâ)dan şöyle dediğini
nakletmektedir: Rasûlullah (sav)ın huzurunda şiirden söz edildi de şöyle
buyurdu: O bir sözdür, güzeli güzeldir, çirkini çirkindir. "[394]
Bu. hususta Abdullah
b. Amr b. el-Âs'tan, Ebu Hureyre'den ve İbn Ab-bas'tan rivayet edilen Peygamber
(sav)ın buyrukları da bulunmaktadır. Bunları (Dârakutnî) Sünen'inde zikretmiş
bulunmaktadır.
Derim ki: Şafiî
mezhebihe mensup ilim adamları bu sözü Şafiî'den nakletmektedirler ve ondan
başkasının bu sözleri söylemediğini ileri sürerler. Sanki onlar bu husustaki
hadislere vakıf olmamış gibidirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[395]
Mescidlerde sesin
yükseltilmesine gelince, şayet bu sesini yükseltenin maslahatının bir gereği
ise o vakit maksadının zatına olmak üzere ona beddua
edilir. Çünkü az önce kaydettiğimiz Bureyde yoluyla
gelen hadis bunu İfade etmektedir. Aynı şekilde Ebu Hureyre'nin naklettiği
hadise göre de Ra-sûluilah (sav) şöyie buyurmaktadır: "Kim birisinin
mescidde bir şey kaybettiğini ilan ettiğini işitirse: Allah onu sana geri
çevirmesin, desin, çünkü mes-cidler bunun İçin bina edilmiş değildir, "[396]
Malik ve bir grub iiim
adamı bu kanaattedir. Öyle ki bunlar, ilim ve başka bir maksat için dahi
mescidde sesin yükseltilmesini mekruh kabul ederler. Ebu Hanife mezhebine
mensub ilim adamları bizim -Maliki- mezhebimize mensub Muhammed b. Mesleme ise
davalaşma ve ilim maksadı ile sesi yükseltmeyi caiz kabul eder ve şöyle
derler: Çünkü onlar için bu şekilde seslerini yükseltmek kaçınılmaz bîr
şeydir. Ancak bu, hadisin zahirine muhaliftir. "Onlar için bu şekilde
davranmak kaçınılmaz bir şeydir." sözleri ise uygun değildir. Aksine İki
sebeb dolayısıyla bundan kaçınabilirler. Evvela vakar ve hürmette kusur
etmezler. Sürekli bunu hatırlarında tutarlar ve aksi olan işlerden kendilerini
sakındırırlar. İkinci olarak eğer buna imkân bulunmayacak olursa, o takdirde
bu maksatla özel bir yer tesbit edilmelidir. Nitekim Ömer (r.a), el-Butayha
diye adlandırılan geniş bir yer bina etmiş ve: Kim yüksek sesle konuşmak yahut
bir şiir okumak isterse -Rasûlullah (sav)ın mescidinde bunları yapmak
isteyenleri kastetmektedir- haydi bu geniş yere çıkıp gitsin. İşte bu da Ömer
(r.a)ın, mescidde şiir okunmasına karşı çıktığının delilidir. el-Butayha
denilen yerde, Mescidin dışında bunun için bir yer bina etmiştir.
[397]
Yabancı ve evi olmayan
erkek ya da kadınlardan bu işe ihtiyaç duyan kimselerin mescidde uyumalarına
gelince, bu caizdir. Çünkü Buhârî'de şöyle denilmektedir: ...Ebu Kılâbe,
Enes'ten naklen dedi ki: Ukl kabilesinden bir grup Peygamber (sav)ın yanına
geldiler. Onlar Suffe'de kaldılar. Abdu'r-Rahman b, Ebi Bekr dedi ki: Suffa
ashabı fakir kimseler idiler.[398]
Buhârî ile Müslim'de
kaydedildiğine göre de İbn Ömer bekâr bir delikanlı iken evlenmeden Peygamber
(sav)ın Mescidinde (kimi zaman) uyurdu.[399]
Buhârî'nin lafzı bu şekildedir,
Buhârî: "Kadının
mescidde uyuması" diye bir başlık açmış ve bu başlık altında Âişe
(r.anhâ)nın rivayet ettiği hadisi de zikretmiştir. Bu hadis ahalisi tarafından
bir kemer çalmakla itham edilen siyahi bir cariyenin başından geçenler
hakkındadır. Âişe dedi ki: Bu cariyenin mescidde kıldan bir çadırı ya da
küçükçe bir evi vardı...[400]
Atâ b. Ebi Rebah da
kırk yıl süreyle gecelerini mescidde geçirmiştir.
[401]
Müslim, Ebu Humeyd ya
da Ebu Useyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu
ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdiği takdirde; "Allah'ım
bana rahmetinin kapılarını aç" desin. Mescidden çıkacak olursa da:
"Allah'ım, lütfundan dilerim" desin."[402] Ebû
Dâvûd da bu hadisi böylece rivayee etmiş, ancak o: "Sizden herhangi bir
kimse mescide girecek olursa: Selâm versin, Peygamber (sav)a salât getirsin,
sonra da: "Allah'ım bana rahmetinin kapılarını aç, desin..."
fazlalığıyla rivayet etmektedir.[403]
İbn Mâce'nin
rivayetine göre de Rasûlullah (sav)ın kızı Fâtıma (r.anhâ) şöyle demiştir:
Rasûlullah (sav) mescide girdi mi:
"Allah'ın adıyla,
Rasûlullah'a selâm olsun. Allah'ım, bana günahlarımı bağışla ve bana
rahmetinin kapılarım aç" derdi. Çıktı mi da:
"Allah'ın adıyla,
Allah'ın Rasûlüne salât olsun. Allah'ım, günahlarımı bana bağışla ve bana
rahmetinin ve lütfunun kapılarını aç," derdi[404]
Ebu Hureyre'den
rivayete göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir
kimse mescide girdi mi, Peygamber (sav)a salât (ve selâm) getirsin ve şöyle
desin: "Allah'ım, bana rahmetinin kapılarını aç." Mescidden dışarıya
çıktı mı yine Peygamber (sav)a selâm getirsin ve: "Allah'ım, beni
kovulmuş şeytandan koru" desin."[405]
Ebû Dâvûd da Hayve b.
Şureyh'den şöyle dediğini rivayet eder: Ukbe b. Müslim ile karşılaştım. Ben ona
şöyle dedim: Bana ulaştığına göre senin Abdullah b. Amr b. el-Âs'dan rivayet
ettiğine göre Peygamber (sav) mescide girdi mi şöyle dermiş: "Azim olan
Allah'a, O'nun kerim olan zatına, kadim olan sultanına (egemenligine), kovulmuş
şeytandan sığınırım." (Ukbe> Evet, dedi. Dedi ki: O bunu söyledi mi
şeytan da: Günün diğer vakitlerinde de bana karşı korunmuş oldu, der.[406]
İki Rek'at Namaz
Kılmak (Tahiyyetu'l-Mescid):
Müslim'in, Ebû Kata
de'den rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Sizden
herhangi bir kimse mescide girdi mi oturmadan önce iki rek'at kılıversin."[407]
Yine ondan rivayete göre: Rasûlullah (sav) insanlar arasında oturuyor iken
mescide girdim. Ben de geçip oturdum, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:
"Oturmadan önce iki rek'at namaz kılmana engel olan nedir?" Ey Allah'ın
Rasûlü, dedim. Ben senin ve sair insanların oturmakta olduğunu gördüm. Şöyle
buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse mescide girecek olursa, iki rek'at
namaz kılmadan oturmasın. "[408]
İlim adamları derler
ki: Peygamber (sav) mescidi diğer evlerden ayıran bir Özellikle mümtaz
kılmıştır. O da namaz kılmadan oturmama meziyetidir.
İlim adamları genel
olarak burada namaz kılma emrinin mendubluk ve teşvik ifade ettiğini kabul etmekle
birlikte, Dâvûd (ez-Zahirî) ve mezhebine men-sub ilim adamları bunun vücub
ifade ettiği kanaatindedirler. Ancak bu kanaat batıldır. Eğer durum onların
dedikleri gibi olsaydı, abdestsiz bir kimsenin abdest almadan mescide
girmesinin haram olması gerekirdi. Bildiğim kadarıyla da kimse böyle bir görüş
ileri sürmüş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbrahim b. Yezid,
el-Evzaî'den, o Yahya b. Ebi Kesir'den, o Ebu Seleme b, Abdu'r-Rahman'dan, o
Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu
ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi iki rek'at namaz kılmadan
oturmasın. Sizden herhangi bir kimse evine girdi mi iki rek'at namaz kılmadan
oturmasın. Şüphesiz Allah onun, o iki rek'atmdan dolayı evinde hayır takdir
buyurur." Bu hadis mescid ile ev arasında eşitliği gerektirmektedir;
denilse;
Böyle diyene şu
şekilde cevap verilir: Eve giriş esnasında namaz kılmayı ifade eden bu
fazlalığın aslı yoktur. Bunu Buhârî söylemiştir[409] Bu
hususta az önce kaydettiğimiz Müslim tarafından rivayet edilen Ebu Katade
hadisi sahihtir. Burada sözü edilen İbrahim'den bildiğim kadarıyla Sa'd b.
Abdu'l-Hamid'den başka hadis rivayet eden olmamıştır. Bildiğim kadarıyla da
onun bu hadisten başka rivayeti de yoktur.[410] Bu
ifadeler Ebu Muhammed Abdu'l-Hakk'a aittir.
[411]
Said b. Zebbân
rivayetle dedi ki: Bana babam, babasından anlattı. O (babam) dedesinden, o Ebu
Hind (r.a)dan rivayetle.dedi ki: Temim -yani ed-Da-rî- Şam'dan, Medine'ye
kandiller, zeytinyağı ve ipler getirdi. Medine'ye ulaştığında cuma gecesine
rastgeldi. Ebu'l-Bü2ad diye anılan bir köleye emir vermesi üzerine köle kalkıp
o ipleri bağladı, kandilleri astı. Onlara su ve zeytinyağı doldurdu ve
aralarına da fitil yerleştirdi. Güneş batınca Ebu'l-Büzâd'a emir vererek bu
kandilleri yaktı. Rasûlullah (sav) mescide çıkınca, kandillerin parıldadığını
gördü. "Bunu kim yaptı?" diye sorunca, Temim ed-Darî yaptı ey
Allah'ın Rasûlü, dediler. Şöyle buyurdu: "Sen İslâm'ı aydınlattın, Allah
da dünyada da, âhirette de seni nûrlandirsın. Eğer bir kızım olsaydı, onu seninle
evlendirirdim." Nevfel b. el-Haris dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Benim
Nev-fel kızı el-Muğire adında bir kızım var, sen onu istediğinle
evlendirebilirsin deyince, Peygamber o kızı Temim'e nikahladı.
Zebbân yalnızca
Said'in adıdır. Onun nesebi de şu şekildedir: Ebu Osman Said b. Zebban b. Kaid
b. Zebbân b. Ebi Hind. Burada anılan Ebu Hind de Peygamber (sav)ın hacamatçısı
ve Beyâdaoğullarının azadlısıdır.
İbn Mace'nin
rivayetine göre de Ebu Said el-Hudrî şöyle demiştir: Mescid-lerde kandil yakan
ilk kişi Temim ed-Darî'dir.[412]
Enes'ten rivayet
edildiğine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir
mescidde bir kandil yakacak olursa, o ışık onda bulunduğu sürece melekler ve
Arşı yüklenenler ona dua edip dururlar ve şüphesiz ki mescidin süpürülmesinin
tozu Hür el-Iyn'in mehiridir."[413]
İlim adamları derler
ki: İçinde Kur'ân'ın okunduğu evin kandiller asmak suretiyle ve içinde mumlar
dikmekle aydınlatılması müstehabtır. Ramazan ayında da mesçidlerin
aydınlatılması arttırılır.
[414]
"Sabah akşam O'nu
oralarda teşbih ederler; ... yiğitlerdir" buyruğunda teşbih edenleri
nitelendirmesi hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Bir görüşe
göre bunlar yüce Allah'ın emirlerini gözetenler ve onun rızasını taleb
edenlerdir. Dünya işlerinden hiçbir iş onları narnaz kılmaktan ve Allah'ın
anmaktan, engellemez.
Ashab-ı Kiram'dan bir
çok kimse de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime namaz için ezanı işittiklerinde,
işlerini bırakıp hemen namaza koşuşan, çarşı ve pazardakiler hakkında inmiştir.
Salim b. Abdullah
pazarda bulunanların namaza gitmekte olduklarını görünce şöyle demiştir: İşte
yüce Allah'ın: "Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı
anmaktan... alıkoymadığı yiğitlerdir" buyruğunda kastettiği kimseler
bunlardır. Bu sözün İbn Mes'ud tarafından söylendiği de rivayet edilmiştir.
Abdullah b. Âmir ve
Ebubekr'in kendisinden rivayetine göre Âsim ile el-Hasen "O'nu teşbih
ederler" buyruğunu; O'na, oralarda teşbih olunur" anlamında meçhul
bir fiil olarak "be" harfini üstün okumuştur. Nâfî', İbn Ömer, Ebu
Amr ve Hamza ise "teşbih ederler" anlamında olmak üzere
"be" harfini esreli okurlardı. Ebu Âmr'ın, Asım'dan rivayeti de bu
şekildedir.
"Be" harfini
üstün okuyanların kıraatine göre bunun iki türlü manası vardır: Birincisine
göre, açıktan zikredilen fiilin delâlet ettiği gizli bir fiil ile
"yiğitlerdir" anlamındaki "rical" kelimesinin merfû'
olmasıdır. Bu da, yiğitler O'nu teşbih ederler, manasınadır. Buna göre (âyetin
son kelimesi olan) "akşam (el-âsâl)" kelimesi üzerinde vakıf yapılır.
Sîbeveyh bunun benzeri bir açıklamayı zikretmiş ve şu beyiti kaydetmiş
bulunmaktadır:
"Ağlansın Yezid
için, düşmanlık dolayısı ile zelil olup boyun eğen,
Ve atılan silahların
helak edip öldürmelerinden dolayı ihtiyacı olan kimseler/
Burada ifade, zelil
olan kimse onun için ağlasın, anlamındadır. İşte buna binaen: İfadesi Zeyd,
Arar'ı dövdü, anlamında kullanılır.
Diğer bir açıklama da
şöyledir: "Yiğitler" anlamındaki kelime mübtedâ olarak merfû'
okunur, haberi ise (birinci âyetin başındaki) "evlerdedir" anlamındaki
buyruktur. Yani Allah'ın yücekilmelerine izin verdiği evlerde bir takım
yiğitler vardır ki...
"O'nıı orada
teşbih ederler" ifadesi de "yüceltilmesi" fiilindeki zamirden
.hat olur. Şöyle denilmiş gibidir: Oralarda O'na teşbih edilerek
yüceltilmesi-ne... izin vermiştir. Bu durumda "akşam" anlamındaki
kelime üzerinde vakıf yapılmaz.
"Teşbih
ederler" fiilini "be" harfi esreli olarak okuyanlar ise
"akşam" (anlamındaki: "el-âsâl" kelimesi) üzerinde vakıf
yapmazlar. Çünkü bu durumda "teşbih ederler" fiili
"yiğitler" anlamındaki kelimenin fiilidir. Fiilin ise faile (özneye)
ihüyacı vardır ve burada hazfedilmiş de değildir. "Sabah-akşam"
anlamındaki kelimelere dair açıklamalar da daha önceden ei-A'raf Sûre-si'nin
sonlarında (7/205. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnızca
Allah'a mahsustur.
[415]
"O'nu oralarda
teşbih ederler" buyruğunun namaz kılarlar anlamında olduğu söylenmiştir.
İbn Abbas da: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her teşbih lafzı namaz demektir,
demiştir. Buna da yüce Allah'ın: "Sabah-akşam" buyruğu delildir.
Sabah ve öğleden sonra (akşama kadar) anlamındadır. Müfessirlerin çoğu da
şöyle demektedir: (İbn Abbas) "namaz" ile farz olan namazı kastetmiştir.
Sabah (el-ğuduvv) sabah namazını, akşam (el-âsâl); öğle, ikindi, akşam ile
yatsı namazlarım kapsar. Çünkü "el-âsâl" adı onların hepsini ifade
eder.
[416]
Ebû Davud'un
rivayetine göre Ebu Umâme Rasûlullah (sav)m şöyle buyurduğunu nakletmektedir;
"Kim evinden abdest almış olarak farz bir namaz kılmak üzere çıkarsa, onun
ecri tıpkı ihrama girmiş hacmin ecri gibidir. Kim de kuşluk namazı için çıkıp
da yalnız bu maksatla çıkacak olursa, onun da ecri umre yapan kimsenin ecri
gibidir. Aralarında lağv (boş söz ve iş) bulunmayan şekilde ardı arkasına
namaz kılmak ise illiyyînde bir kitabdır."[417]
Bureyde'den de,
Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Karanlıklarda
mescidlere yürüyüp, gidenleri kıyamet gününde tam nûr ile müjdele. "[418]
Müslim'in, Sahih'inde
kaydedildiğine göre Ebu Hureyre (r.a), Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Her kim sabah veya akşam mescide gidecek olursa, Allah
ona cennette sabah veya akşam gittiği her vakit bir İkram ve ziyafet
hazırlar.''[419]
Sahih'in dışındaki
kaynaklarda da şu ziyade vardır: "Nasıl ki sizden herhangi bir kimse
sevdiği kimseyi ziyaret edecek olursa, ona ikramda elinden geleni yapıyorsa
(ona öylece ikramda bulunacaktır.)"[420]
Bunu es-Sa'lebî zikretmektedir.
Müslim'in rivayetine
göre Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kim
evinde abdest alır, sonra da Allah'ın evlerinden herhangi birisine Allah'ın
farzlarından bir farizayı edâ etmek üzere yürüyerek gider-* se, atacağı iki
adımdan birisi ile bir günahı silinir, diğeri onu bir derece yükseltir.[421]
Yine Ebu Hureyre'den
rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Kişinin cemaatle
birlikte kıldığı bir namaz, evinde ve pazarında kıldığı namazdan yirmi küsur
kat daha fazladır. Çünkü onlardan herhangi bir kimse güzel bir şekilde abdest
alıp sonra da namaz kılmaktan başka bir arzusu bulunmayıp yalnızca namaz kılmak
arzusu ile mescide gidecek olursa, attığı herbir adım sebebiyle mutlaka onun
bir derecesi yükseltilir ve mutlaka onun bir günahı silinir; tâ ki mescide
girinceye kadar. Mescide girdikten sonra onun orada kalmasına sebep namaz
olduğu sürece namazda sayılır. Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığı yerinde
kaldığı sürece melekler de sizden o kimseye dua eder dururlar ve: Allah'ım ona
rahmet eyle, Allah'ım ona mağfiret eyle, Allah'ım onun tevbesini kabul buyur,
derler. Orada başkasını rahatsız etmediği ve abdestini bozmadığı sürece (bu
böylece sürer gider.)[422]
Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: Abdestini bozmadıkça (ne demektir!1 diye soruldu. (Ebu
Hudeyre): Yellenmedikçe yahut osurmadıkça, diye cevap verdi.[423]
Hakîm b. Zurayk dedi
ki: Said b. el-Müseyyeb'e: Sence cenazede hazır bulunmak mı daha iyidir, yoksa
mescidde oturmak mı? diye soruldu. Şu cevabı verdi: Bir cenazenin namazını
kılan bir kimseye bir kırat (ecir) vardır. Onun defnedilmesine tanık olan
kimseye iki kırat vardır. Bense mescidde oturmayı daha çok severim, çünkü
melekler: Allah'ım ona mağfiret buyur, Allah'ım ona rahmet eyle, Allah'ım
tevbesini kabul et, derler.
Rasûlullah (sav)ın
ashabından olan el-Hakem b. Ömer'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dünyada misafir (gibi) olunuz. Mescidleri ev
edininiz, kalblerinizi rikkate alıştırınız. Çokça tefekkür edip ağlayınız.
Hevâlarıruz sizleri ihtilâfa düşürmesin. Yerleşmeyeceğiniz binalar yapmayınız,
yemeyeceğiniz kadarını toplamayınız, erişemeyeceğiniz umutlar beslemeyiniz.
"[424]
Ebu'd-Derdâ da oğluna
şöyle demiştir: Mescid senin evin olsun, çünkü ben
Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim:
"Mescidler takva sahiplerinin evleridir. Mescidleri ev edinen kimseye yüce
Allah huzur ve sükûnu ve sırat üzerinden geçmeyi taahhüd etmiştir. "[425]
Ebu Sadık el-Ezdî Şuayb
b. el-Habhab'a yazdığı mektubunda şunları söyler: Sana mescidi ere gidip
oradan ayrılmamanı tavsiye ederim. Çünkü bana ulaştığına göre mescidler
peygamberlerin meclisleri idi.
Ebu tdris el-Havlânî
dedi ki; Mescidler insanlar arasından kerim kimselerin meclisleridir.
Malik b. Dinar da
şöyle demektedir: Bana ulaştığına göre şant yüce Allah şöyle buyurmuştur: Ben
kullarımı azaplandırmak isterim; ancak mescidleri imar edenlere, Kur'ân için
birlikte oturanlara ve müstüman olarak yetişen çocuklara bakarım da gazabım
sükûn bulur.
Yine Peygamber (sav)ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Âhir zamanda bir takım insanlar
olacaktır. Bunlar mescidlere gelirler ve halkalar halinde otururlar. Dünyayı ve
dünya sevgisini konuşurlar. Bunlarla oturmayınız, Allah'ın da böylelerine
ihtiyacı yoktur. "[426]
İbnu'l-Müseyyeb de
şöyle demiştir: Her kim bir mescidde oturursa o ancak Rabbinin huzurunda
oturur. Artık onun hayırdan başka bir şey söylemek hakkı yoktur.
Mescidlerin tazimi ve
mescidlere gereken saygının gösterilmesi ile ilgili yeterli açıklamalar daha
önceden (bk. et-Tevbe, 9/17-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Kimi ilim adamı bu
hususta onbeş madde zikrederek şöyle demektedir: Mescide duyulan saygının
gereği olarak: Şayet cemaat oturmakta ise girdiği vakit selâm vermelidir, Eğer
mescidde kimse yoksa "es-selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn"
demelidir ve oturmadan önce de iki rek'at namaz kılmalıdır.
Mescidde alışveriş
yapmamalıdır.
Orada herhangi bir ok
ya da kılıç çekmemelidir.
Mescidde kayıp aramaya
kalkışmamalıdır.
Yüce Allah'ın zikri
dışında sesini yükseltmemelidir, dünya sözleri konuşmamalıdır.
İnsanların boyunları
üzerinden yürümeye kalkışmamalı, bir yerde oturmak için kimseyle
çekişmemelidir, safta da kimsenin yerini daraltmamahdır.
Namaz kılan kimsenin
önünden geçmemeli, tükürmemeli, balgam çıkarmamalı, sümkürmemelidir.
Parmaklarını
çıtlatmamalı, bedeninde herhangi bir şeyle oynamamalıdır.
Necis şeyleri, küçük
çocukları ve delileri mescidden uzak tutmalıdır. Mescidde hadler
uygulanmamalıdır. Mescidde yüce Allah'ı çokça zikretmeli, O'ndan gafil
olmamalıdır.
Bir kimse bunlara
riâyet edecek olursa, mescidin hakkını ifa etmiş olur. Mescid onu koğulmuş
şeyeana karşı korur ve himaye eder, Haberde şöyle denilmektedir: "Bir
mescid içindekilerle birlikte semaya yükselerek, içinde konuştukları dünya
sözleri dolayısıyla o kimseleri yüce Allah'a şikâyet etri."[427]
Dârakutnî'nin
rivayetine göre Amir eş-Şa'bî şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu kiı
"Hilâlin iri görülmesi ve (kalınlığı sebebiyle) iki geceliktir denilmesi,
mescidlerin yol edinilmesi ve ani Ölümlerin ortaya çıkması kıyametin
yakınlaşmasından ötürüdür,"[428]
Bunu Abdu'l-Kebir b.
Muâfâ, Şerîk'den, o el-Abbas b. Zerîh'den, o Şa'bî'den, o Enes'den rivayet
etmektedir. Başkası ise bunu eş-Şa'brden mür-sel olarak rivayet etmektedir,
doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Hatim dedi ki:
Abdu'l-Kebir b. Mûâfâ sikadır, o ebdâldan sayılırdı, Buhârî'de kaydedildiğine
göre Ebu Musa, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her
kim bizim herhangi bir mescidimizden ya da pazarımızdan ok ile geçecek olursa,
okun ucunu tutsun ve eli İle (okun ucuyla) müslüman bir kimseyi
yaralamasın."[429]
Müslim'in kaydettiğine
göre de Enes şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Mescid'de
tükürmek bir günahtır, onun keffareti de onu gömmekti r.[430]
Ebu Zerr'den rivayete
göre Peygamber (sav) şöyle demiştir; "İyisiyle, kötüsüyle ümmetimin
amelleri bana gösterildi. Onların güzel amelleri arasında yoldan kaldırılan
rahatsız verici şeyler vardı. Kötü amelleri arasında da mescidde atılan ve
gömülmeyen balgam vardı. "[431]
Ebû Davud'un rivayet
ettiğine göre el-Farac b. Fedâte, Ebu Sa'd el-Him-yerî'mn şöyle dediğini
rivayet etmiştir: Ben Vasile b. el-Eska'ı, Dımaşk Mescidinde hasır üzerine
tükürdükten sonra ayağıyla onu sildiğini gördüm.
Ona: Niye böyle
yaptın? denilince, şöyle dedi: Çünkü ben Rasûlullah (sav)ı böyle yaparken
gördüm. Farac b. Fedâle zayıf bir râvidir.. Aynı şekilde Rasûlullah (sav)ın
Mescid'inde hasır da yoktu.[432]
Sahih olan; Rasûlullah
(sav)ın yere tükürdüğü ve bunu sol ayakkabısı ile sürttüğüdür.[433]
Vâsile'nin bunu kastetmiş olması muhtemeldir, bu sefer hasır da ona yorumlanmış
olur.
[434]
Yüce Allah'ın:
"Yiğitlerdir" diye buyurması ve özellikle erkekleri söz konusu etmesi,
kadınların mescidlerde herhangi bir paylarının olmadığını göstermektedir. Zira
onların ne cuma namazı kılmak, ne de cemaate katılmak sorumlulukları vardır.
Onların evlerinde kılacakları namazlar daha faziletlidir. Ebu Davud'un
rivayetine göre Abdullah (b. Mes'ud) (r.a) Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Kadının namazını odasında kılması, evin genişçe bir
yerinde kılmasından daha iyidir. Evinin iç taraflarında kılması, orta
yerlerindeki geniş bir yerinde kılmasından daha faziletlidir."[435]
"Kendilerini
ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan... alıkoymadığı" meşgul
etmediği "yiğitlerdir." Özellikle ticaretin söz konusu edilmesi,
insanı namazdan alıkoyan en büyük işlerden birisi olduğundan dolayıdır.
Ticaretin kapsamına girmekle birlikte niçin alışverişi tekrar zikretmiştir?
diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Ticaret ile satın almak kastedilmiştir.
Çünkü yüce Allah burada "bey' (mealde; alışveriş)" tabirini kullanmıştır.
Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar bir ticaret
ueyapir eğlence gördükleri zaman..." (el -Cumua, 62/11) Bu açıklamayı
el-Vakidî yapmıştır.
el-Kelbî der ki:
Tüccar başka yerlerden mal getiren ve bir yerden bir yere yolculuk yapan kimselerdir.
Satıcılar ise yerlerinde ikamet edenlerdir.
"Allah'ı
anmaktan" buyruğunun te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Atâ der ki:
Burada kasıt namazda hazır bulunmaktır. İbn Abbas da böyle demiştir. Ayrıca o,
"farz namaz" diye kayıtlamıştır. Ezandan alıkoymadığı diye de
açıklanmıştır ve bunu Yahya b. Selâm zikretmiştir.
O'nu güzel isimleriyle
anmak yani O'nu tevhid edip şanını yüceltmek diye de açıklanmıştır.
Âyet-i kerîme pazarda
ticaret yapanlar hakkında inmiştir. Bunu da İbn Ömer ifade etmiştir. Salim dedi
ki: Abdullah b. Ömer pazardan geçiyordu, o sırada iş yerleri sahipleri
dükkânları kapatmış bulunuyorlar ve cemaat halinde namaz kılmak üzere
kalkmışlardı. İşte: "kendilerini ticaretin de alışverişin de Allah'ı
anmaktan... alıkoymadığı yiğitlerdir" âyeti bunlar hakkında nazil
olmuştur, dedi.
Ebu Hureyre dedi ki:
Peygamber (sav)dan şöyle buyurdu: "Bunlar yeryüzünde Allah'ın lütfundan
arayarak, yeryüzünde yolculuk yapan kimselerdir."[436]
Denildiğine göre
Peygamber (sav) döneminde iki kişi vardı. Bunlann birisi satıcı olup namaz için
ezan okunduğunu işitir işitmez eğer terazi elinde bulunuyorsa onu atıverirdi,
güzel bir şekilde dahi koymazdı. Şayet terazi yerinde bulunuyorsa, onu oradan
kaldırmazdı. Diğeri ise demirci idi, ticaret maksadıyla kılıç yapardı. Eğer
çekici, Örsün üzerinde bulunuyor ise onu yerinde bırakırdı, şayet kaldırmış
ise ezanı işittiği takdirde arkasına atardı. İşte yüce Allah, onları ve onlara
uyan herkesi övmek üzere bu buyruğu indirmiştir.
[437]
"Namazdan"
ifadesi, yüce Allah'ın: "Allah'ı anmaktan" buyruğunda kastın,
namazdan başka bir şey olduğunu göstermektedir, yoksa tekrar olurdu.
"Namaz kıldı" denilir. Mastarının aslı, şeklinde olup, "vaV'ın
harekesi "kafa intikal edince "vav" da, "eliPe kalboldu.
Ondan sonra sakin bir elif olduğundan birileri hazfedildi. "He"nin
(yuvarlak te'nin) sabit kalması ise, hazfedilerek kelimenin bozulmaması
içindir. Ancak bu mastar izafe yapılınca, muzaf, "he"nin yerine
geçtiğinden hazfedilmesi caiz olmuştur. -İzafe edilmediği takdirde,
hazfedilmesi de caiz olmaz. Nitekim; "Vaadetti, vaadetmek" ile;
"tarttı, tartmak" denilir. Burada "he"nin (te harfinin)
hazfeditmesi caiz değildir. Çünkü zaten (ilk harf olan) "vav"
hazfedilmiştir. Zira kelimelerin aslı; ile dır. İzafet yapılması halinde bu
"he" (yuvarlak te) hazfedilir. el-Ferrâ şu beyiti nakletmektedir:
Seninle yakınlıkları
olanlar çabuk tuttular ellerini ayrılıkta ve
bu hususta çok acele ettiler, Hem de sana vermiş oldukları o sözlerinde
de durmadılar."
Burada şair "söz,
vaad" anlamındaki kelimenin sonundaki "he"yi (yuvarlak te'yi)
hazfetmiş bulunmaktadır. Buna sebeb ise bunun muzaf olarak gelmiş olmasıdır.
Enes (r.a)dan gelen
rivayete göre de Rasûlultah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah kıyamet
gününde dünya mescidlerini beyaz develermiş gibi getirir. Bunların ayaklan
amberden, boyunları zaferandan, başlan miskten, yularları yeşil zebercetten
olacaktır. Bu mescidlerin kayyûmlan ve oradaki müezzinler bu (deve suretindeki
mescid)leri önden çekecekler. İmamları ise arkadan sürecekler. Bu mescidleri
İmar edenler ise ona asılmış olacaklardır. Kıyametin Arasatında hızlıca çakan
şimşek gibi geçeceklerdir. Mevkıf te bulunanlar: Bunlar mukarreb melekler yahut
mürsel peygamberlerdir, diyecekler. Bu sefer: Bunlar melek de değildir,
peygamber de değildir. Fakat onlar Muhammed (sav) ümmeti arasından namazları
dikkatle koruyanlar ve mescidlere devam eden kimselerdir diye seslenecektir.
"[438]
Ali (r.a)dan şöyle
dediği nakledilmektedir: İnsanlar üzerinden öyle bir zaman gelecek ki İslâm'ın
sadece ismi, Kur'ân'ın sadece resmi kalacaktır. Mescidlerini ma'mur ederler,
fakat Allah'ı zikretmek bakımından harabe olacaktır. O zamanın en kötüleri
alimleridir, fitne onlardan başlayacak, onlara dönecektir.
Bu sözleriyle onların
bildikleri halde, bildiklerinin gereği ile amel etmeyeceklerini
kastetmektedir.
[439]
"Zekâtı
vermekten" buyruğu, el-Hasen'in dediğine göre farz olan zekâtı edâ
etmekten demektir. İbn Abbas da dedi ki: Burada zekâttan kasıt yüce Allah'a
itaat ve ihlâstır. Zira her mü'minin zekât verecek kadar malı olmaz.
"Onlar kalblerln
ve gözlerin döneceği bir günden" yani kıyamet gününden
"korkarlar." Bu, bugünün dehşetinden korkarlar, helak edilmekten endişe
ederler, demektir. "Dönmek (tekallub)" başka bir hale geçmek demektir.
Burada kasıt, kâfirlerin kalpleri ve gözleridir. Onların kalplerinin döndürülmesi
yerlerinden sökülüp, gırtlaklara kadar gelip dayanmasıdır. Artık o kalpler ne
yerlerine geri dönebilecektir, ne de çıkacaktır. Gözlerin dönmesi ise; gözlerin
sürmeli gibi iken morarması, görüyor iken görmez olup körel-mesidir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Kalpler kurtulma ümidi ile helak olma korkusu arasında döner,
durur (gider, gelir). Gözler de kitaplarının kendilerine hangi taraftan verileceğine
ve nerelere götürüleceklerine bakar durur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Şüphe edenlerin kalpieri bulundukları şüphe halinden başka bir
hale geçer. Artık gözleri de böyle oİacaktır, çünkü onlar kesin olarak herşeyi
görmüş olacaklardır. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir:
"Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskindir." (Kâf,
50/22) Onun dünyada iken sapıklık olarak gördüğü şeyin, artık doğruluğun tâ
kendisi olduğunu görecektir. Şu kadar var ki; bu görmelerinin âhirette kendilerine
hiçbir faydası olmayacaktır.
Bir başka açıklama da
şöyledir: Onların kalbleri cehennemin kor ateşleri üzerinde döndürülüp
duracaktır. Anlamın, kalplerin cehennem alevi ve ateşi üzerinde döndürülüp,
duracağını söyleyenlerin görüşlerine göre bu buyruk, yüce Allah'ın şu
buyruklarına benzemektedir: "Yüzlerinin ateşte evirilip, çeuirileceği o
günde..." (el-Ahzâb, 33/66); "Biz de onların kalplerini ve gözlerini
çeviririz." (el-En'âm, 6/110)
Şöyle de
açıklanmıştır: Ateş kimi sefer onları alevi İle yalayarak, kimi sefer de
pişirerek evrilip çevirilirler. Bir başka açıklamaya göre kalplerin evirilip
çevirilmesi onların çarpması, ızdırap duymasıdtr. Gözlerin döndürülmesi de,
gözlerle dehşetin değişik yerlerine bakmaktır.
"Çünkü Allah
onları İşledikleri amellerinin en güzeli ile mükafatlandıracak." Yüce
Allah burada güzelliklere karşılık verilecek mükâfatı söz konusu etmekte,
kötülüklere karşıltk verilecek cezaları zikretmemektedir. Bunların da cezasını
verecek olmakla birlikte, söz konusu etmemesinin iki sebebi vardır:
1- Bu bir
teşviktir. O bakımdan sadece arzu edilen, şevk duyulan şeyi zikretmekle
yetinilmiştir.
2-
Bu'onların büyük günah işlemelerinin söz konusu edilmeyeceği bir günün
niteliklerini anlatmaktadır. O bakımdan küçük günahları da affedilmiş olacaktır.
"Ve onlara
lütfundan fazlasıyla verecektir." Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır:
Birincisine göre yüce Allah herbîr iyiliğe on misliyle karşılık verecektir,
ikincisi ise karşılıksız olarak onlara kendi lütfundan ihsanlarda bulunacaktır.
"Allah dilediğine
hesapsız rızık verir." Yani verdiklerinin hesabını yapmayacaktır,
sormayacaktır. Zira O'nun ihsanının, bağışlarının sonu yoktur.
Rivayet olunduğuna
göre; bu âyet-i kerîme nazil olunca, Rasûkıllah (sav) Küba Mescidi'nin inşa
edilmesini emretti. Abdullah b. Revâha gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü!
Mescidleri bina eden kurtuluşa erer mi?
"Evet, ey
Revâha'nın oğlu" diye buyurdu. Peki ya orada ayakta ve oturarak namaz
kılanlar diye sorunca, Peygamber: "Evet onlar da ey Revâha'nın oğlu"
buyurdu. Bu sefer: Peki, ya Allah'a geceyi ancak secde ederek geçirirse
deyince, Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, ey Revâha'nın oğlu. Sec' yapmayı
bırak, çünkü hiçbir kula akıcı bir dilden (güzel konuşmadan) daha kötü bir şey
verilmiş değildir." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir.[440]
39. Kâfir
olanların amelleri, susuz kimsenin su sandığı dümdüz çöldeki bir serab
gibidir. Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey olmadığını görür. Halbuki
kendisi yanında Allah'ı bulmuştur, O da hemen onun hesabını tamam#n öder. Allah
hesabı çabuk görendir.
Yüce Allah mü'minlerin
misalini verdikten sonra, "kâfir olanların amelleri ... çöldeki bîr serab
gibidir" buyruğu ile kâfirin misalini vermektedir, Mukatil dedi ki: Bu
buyruk, Şeybe b. Rabja b. Abdi Şems hakkında nazil olmuştur. O bir din arayışı
içerisinde kendisini ibadete vermeye çalışan birisiydi. Peygamber (sav),
peygamber olarak ortaya çıkınca kâfir oldu.
Ebu Selıl dedi ki:
Âyet-i kerîme kitab ehli hakkında inmiştir. Dahhak'a göre İse âyet kâfir
kimsenin hayırlı amelleri hakkındadır, Sıla-i rahim, komşulara faydalı oimak
gibi.
Serab: Sıcağın
arttığı, günün orta vakitlerinde, tehlikeli geçitlerde yere bitişik su gibi
görünen şeylerdir. Âl denilen şey ise kuşluk vakti su gibi görünen (serab)
çeşididir, ancak sema ile yer arasında görününceye kadar yerden yükseliyormuş
gibi görünür.
Seraba bu ismin
veriliş sebebi, onun su gibi akması (serbetmesi)nden dolayıdır. Meselâ;
"Erkek deve yerde yürüdü, gitti" demektir. Serab'a "el-âl"
adı da verilir, bu da ancak çölde ve sıcakta olur. Susuz bir kimse onu su
zannederek aldanır. Şair der ki:
"Çıplak bir tepe
üstünde bir âl'in (serab'ın) parıldayışını gördü) diye, Kırbaamdaki suyu
boşaltan gibi oldum."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Biz savaşı
bırakınca onların ahidleri,
Düz alandaki parlak
serabın parıldayışı gibi oldu."
Şair İmruu'1-Kays da
şöyle demektedir:
"Ben binekleri
serabı çokça parıldayan alabildiğine uzak Herbir gediğe sürmedim mi?"
"Çöl(ler)"
kelimesi, in çoğuludur. "Komşular" kelimesinin: "Komşu"
kelimesinin çoğulu olması gibi. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Ebu Ubeyde
de der ki: Bu iki şekilde de aynı anlamdadır. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir.
Yeryüzünün düz, geniş ve bitkisi bulunmayan bölgelerine bu ad verilir. Serab
da böyle bir yerde olur. Bu kelimenin asıl anlamı, suyun karar kıldığı çukur
yer demektir, çoğulu da; şeklinde gelir.
el-Cevherî dedi ki:
"Yerin düz olan kısmı" demektir, çoğulu da; şeklinde gelir. Makabli
esreli olduğundan dolayı (sonuncusunda) "vav", "ya"ya
dönüşmüştür. İle aynıdır, bu da "vav"lıdır. Bazısı ise bunun çoğul
olduğunu söylemektedir.
"Susuz
kimsenin" o serabı "su sandığı dümdüz çöldeki bir serab gibidir.
Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey olmadığını görür." Zannettiği gibi
olmadığını görür ve hiçbir suyu bulunmayan bir yer ile karşılaşır.
Bu yüce Allah'ın
kâfirlere verdiği bir misaldir. Onlar amellerinin sevapları konusunda böyle
bir neticeyle karşılaşacaklardır. Yüce Allah'ın huzuruna geleceklerinde
amellerinin sevabının küfür sebebiyle boşa çıkmış olduğunu göreceklerdir. Yani
serab gören bir kimse, nasıl suyu bulunmayan bir şey su görüyor ve sonunda
helak olur ya da ölüyorsa, kâfir olanlar da böylece hiçbir şey
bulamayacaklardır.
"Halbuki
kendisinin yanında Allah'ı" gözetlemekte olduğunu "bulmuştur. O da
hemen onun hesabını" yani amelinin karşılığını "tamamen öder."
İmruu'1-Kays der ki:
"Geri dönüp,
süratle (yukardan aşağı) düşercesine koşup gitti, Ve o, artık hesabına
kavuşacağına kesinlikle inandı."
Allah'ın ameline
karşılık vaadettiği cezayı bulmuş olacakür, diye açıklandığı gibi, haşrolacağı
vakit Allah'ın emri ile karşı karşıya kalacaktır, diye de açıklanmıştır. Anlam
birbirine yakındır.
"Serab"
anlamındaki kelime; diye de okunmuştur. el-Mehdevî dedi ki: Buradaki (te'den
önceki) "elifin, "ayn"ın üzerindeki fetha'nın tok söylenişi
olması da mümkündür. Ayrıca kadınlara yaklaşmayan erkek için kullanılan;
söylenişine de benziyor olabilir. Ayrıca bu kelimenin; Çöl"ün çoğulu
olması da mümkündür. Buna göre vasi ve v.akf halinde de "te"
okunmalıdır.
NafT, İbn Ca'fer ve Şeybe'den
"susuz kimse" anlamındaki kelimeyi hem-zesiz olarak; diye okudukları
rivayet edilmiştir. Ancak onlardan nakledilen meşhur rivayet hemzeli
okunduğudur. Su-sadı, susar, susamak, susayan" denilir. Şayet hemze
okunmayacak olursa; ".Susayan" denilir.
"Kâfir
olanlar" anlamındaki ifade mübtedâ, "amelleri" anlamındaki kelime
de ikinci mübtedâdır. "Serab glbidir"deki benzetme edatı olan
"keP de haberdir. Cümle tamamiyle; "lar" haberdir. Bununla
birlikte "amelleri" kelimesinin "kâfir olanların"
terkibinin bedeli olması da mümkündür. Yani; "Küfre sapanların amelleri...
bir serab gibidir" takdirindedir ve buna göre muzaf hazfedilmiş
olmaktadır.
[441]
40. Yahut
derîn bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga örter, onu da üstünden
bîr dalga kaplar. Onların üzerlerinde bulutlar vardır. Birbiri üstünde
karanlıklar. Elini çıkarsa, neredeyse onu dahi göremeyecektir. Allah kime nur
vermemişse, onun nuru olmaz.
"Yahut derin bir
denizdeki karanlıklar gibidir" buyruğu İle yüce Allah, kâfirlere bir başka
örnek vermektedir. Yani onların amelleri ya çöldeki bir serab gibidir, yahut
karanlıklar gibidir. ez-Zeccâc der ki: Dilersen amellerine serabı örnek al,
dilersen karanlıkları örnek al, demektir. Buna göre buradaki "yahut"
mübahlık (serbestlik) bildirir. Nitekim daha önce bu kabilden açıklamalar yüce
Allah'ın: "Yahut... yağmura benzer" (el-Bakara, 2/19) buyruğunu
açıklarken geçmişti.
el-Cürcanî dedi ki:
Birinci âyet, kâfirlerin amellerini söz konusu etmektedir. İkincisi ise
onların küfürlerini dile getirmektedir. Küfrün amellere at-fedilmesine sebeb
ise, küfrün de onların amellerinden oluşundan dolayıdır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onları karanlıklardan, nura çıkarır,"
(el-Bakara, 2/257) Yani onları küfürden, imana çıkarır demektir.
Ebu Ali (el-Farisî)
dedi ki; Yahut "... karanlıklar gibidir" ifadesi yahut karanlıklara
sahip kimse gibidir, demektir. Böyle bir muzafın varlığına yüce Allah'ın:
"Elini çıkarsa..." buyruğu delâlet etmektedir, Buna göre buradaki
za-rnir hazfedilmiş muzafa aittir.
el-Kuşeyrî dedi ki:
ez-Zeccâc'a göre örneklendirme kâfirlerin amefleri hakkındadır. el-Cürcanî'ye
göre örnek kâfirin küfrü hakkında, Ebu Ali'ye göre, örnek kâfirin kendisi
hakkındadır.
İbn Abbas kendisinden
nakledilen bir rivayette: Bu kâfirin kalbinin misalidir, demektedir.
"Derin bir
denizdeki" buyruğunun terkibi, derinliğe mensub deniz anlamındadır;
denizde dibine ulaşılamayan demektir. "el-Lucce" de çok büyük su
anlamındadır, çoğulu "lucec" şeklinde gelir. "Dalgaları ardı sıra
geldi" anlamındadır. Peygamber (sav)ın şu buyruğu da buradan gelmektedir:
"Denizin dalgalı olduğu sırada denizde yolculuğa çıkan kimsenin üzerinden
(ilahi) himaye kalkar."[442]
Yüce Allah'ın; "Onu derin bir su sandı" (en-Neml, 27/44) buyruğu,
oldukça derin sandı, demektir. "Gemi büyük suya (denize) daldı"
denilir. "el-Lecc'e" ise
insanların çıkardıkları ses
demektir, mesela
"İnsanlann seslerini ve gürültülerini
duydum" anlamındadır. Şair Ebu'n-Necm de şöyle demektedir:
"Gürültü ve
patırtı içerisinde filânı filândan tut {ona yaklaşmasını Önle)!"
Sesler birbirine kanştı ve yükseldi" demek olur.
"Onu bir dalga
örter." Bu derin denizin üzerinde bir dalga bulunmaktadır, demektir.
"Onu da üstünden
bir dalga kaplar." Yani dalganın üstünde bir başka dalga vardır. Bu
ikinci dalganın üstünde de bir bulut vardır. Öylelikle dalga korkusu, rüzgar
korkusu ve bulut korkusu bir arada bulunur.
Onu dalga üstüne dalga
örter, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre; Dalgalar peşpeşe gelir,
öyle ki adeta biri diğerinin üstündeymiş gibi, demektir. Denizin dalgaları
kesintisiz arka arkaya gelip de bu dalgaların da üstünde bulut var ise, bu en
korkulu bir haldir. İki bakımdan daha korkunçtur: Bir defa kişinin
kendileriyle yolunu bulacağı yıldızların görülmesini önlemektedir. Diğer
taraftan bulutlarla beraber rüzgar ve bulutlardan inen yağmur dolayısı ile
korkunçtur.
"Birbiri üstünde
karanlıklar." İbn Muhaysın ve İbn Kesir'den, el-Bezzî izafet terkibi
halinde ve "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi esreli olarak; diye
okumuştur.[443]
Kunbul, "bulutlar"
anlamındaki kelimeyi; şeklinde tenvinli olarak; "Karanlıklar"
kelimesini de esreli ve tenvinli okumuştur.[444]
Diğerleri ise (her iki
kelimeyi de) ref ile ve tenvinli okumuşlardır.
el-Mehdevî dedi ki: Bu
buyruğu; "Onun üstünde karanlık bulutlar vardır" şeklinde izafet
halinde okuyanların kıraati şöyle açıklanır: Bulut bu karanlıklar zamanında
yukarı doğru yükseldiğinden dolayı, ona izafe edilmiştir. Nitekim yağmur
yağacağı vakit yükselen buluta da; "Rahmet bulutu" denilir.
"Bulutlar vardır. O karanlıklar ki..." şeklinde
"karanlıklar" anlamındaki kelimeyi mecrur okuyanlar, birinci
"karanlıklar" kelimesini te'kid veya ondan bedel olmak üzere esreli
okurlar. Bu durumda "bulut" kelimesi mübtedâ, "üstünden"
kelimesi de haber olur. (Üstünde bulut vardır, anlamında). "Bulutlar vardır...
karanlıklar" diye okuyanların kıraatine göre "karanlıklar"
mahzuf bir mübtedânın haberidir, ifadenin takdirî de: Onlar karanlıklardır
yahut bunlar karanlıklardır, şeklindedir.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
"Onu da üstünden bir dalga kaplar" ifadesi tam değildir. (Burada
cümle tamamlanmamaktadır). Çünkü; "onların üzerlerinde, bulutlar
vardır" ifadesi "dalga" lafzının sılasıdır. Vakıf ise yüce
Allah'ın "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" buyruğunun bitiminde
yapılırsa güzel bir vakıf olur. Sonrada; "birbiri üstünde
karanlıklar" diye başlanılır. Onlar biri diğerinin üstünde olan
karanlıklardır, demek olur. Mekkelilerden onların, yahut ... karanlıklar
gibidir. Öyle karanlıklar ki biri diğerinin üstündedir" anlamına gelecek
şekilde; şeklinde okudukları da rivayet edilmiştir. Bu takdirde
"bulutlar" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.
Diğer taraftan şöyle
denilmiştir: Bu karanlıklarla kastedilen bulutun karanlığı, dalganın
karanlığı, gecenin karanlığı ve denizin karanlığıdır. Bu karanlıklar
içerisinde olan bir kimse hiçbir şey, bir yıldız dahi göremez.
Karanlıklarla,
zorlukların kastedildiği" de söylenmiştir. Biri diğerinin üstünde olan
zorluklar ve sıkıntılar, demektir. Bir başka açıklamaya göre karanlıklarla kâfirlerin
amelleri, derin dalgalı denizle kâfirin kalbi, üstüste dalgalar ile onun
kalbini bürüyen cehalet, şüphe ve şaşkınlık, bulutla kastedilen kalbinin kabuk
bağlaması, kalbinin mühürlenmesidir. Bu anlamdaki açıklamalar İbn Abbas ve
başkalarından rivayet edilmiştir. Yani o kalbiyle iman nurunu göremez, tıpkı
denizde bu gibi karanlıklar içerisinde bulunan kimsenin elini yukarı doğru
kaldırdığında onu göremeyecek halde olması gibi.
Ubeyy b. Ka'b dedi ki:
Kâfir beş karanlık içerisinde döner durur. Sözü karanlıktır, ameli
karanlıktır, girdiği yer karanlık, çıktığı yer karanlık, kıyamet gününde
varacağı yer de cehennem ateşindeki karanlıklardır, ki o ne kötü bir varış
yeridir!
"Elini
çıkarsa" bakan bir kimse "neredeyse" karanlıkların şiddetinden
dolayı "onu dahi göremeyecektir." ez-Zeccâc ve Ebu Ubeyde dediler
ki: Yani onu göremez, görme noktasına dahi yaklaşamaz. el-Hasen'in sözünün anlamı
da budur. "Neredeyse" ifadesi onu görmeyi ummaz anlamındadır,
el-Ferrâ der ki: "Neredeyse" sıladır, (zâiddir) yani onu asla
göremez, demektir. Nitekim onu tanımıyorum, anlamında -bu edat kullanılarak
denilebilir.
el-Muberred der ki:
Ancak olanca bir gayret harcadıktan sonra elini görebilir, demektir. Nitekim:
"(î*Uk!t ^illjtouî U) Karanlıktan dolayı neredeyse seni göremeyecektim"
denildiği zaman ümit kestikten ve çok zorlandıktan sonra onu gördü, anlamını
ifade eder.
Bunun görmeye
yaklaşmakla birlikte görememek anlamını verdiği de söylenmiştir. Nitekim:
"Damat neredeyse prens olacak, devekuşu neredeyse uçacak, ayakkabısı olan
neredeyse binekli olacak" sözleri bu kabildendir.
en-Nehhâs dedi ki; Bu
hususta en doğru açıklama şudur: Yani elini görecek noktaya yaklaşama2. Onu
görecek hale yaklaşamadığına göre ne yakın, ne uzak hiçbir şekilde onu
göremez, demektir.
"Allah kime nur
vermemişse, onun nuru olmaz." Artık onun kendisiyle hidayet bulacağı bir
nuru bulunmaz ve herşey onun için kapkaranlık olur. İbn Abbas dedi ki: Allah'ın
kendisine din vermediği bir kimsenin dini olmaz. Allah'ın kıyamet gününde
kendisinin aydınlığında yürüyeceği bir nur vermediği kimse cennete giden yolu
bulamaz. Yüce Allah'ın su buyruğunda olduğu gibi: "Sizin için
aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur verir." (el-Hadîd, 57/28)
ez-Zeccâc der ki: Bu,
dünyada olan bir şeydir. Allah'ın kendisine hidayet vermediği kimse,
kendiliğinden hidâyet bulamaz, demektir.
Mukatil b. Süleyman
dedi ki: Bu âyet Utbe b. Rabia hakkında nazil olmuştur. O cahiliye döneminde
bağlanacağı bir din arıyordu. O bakımdan rahiplerin kıyafetlerini giyinmiş,
daha sonra da İslâm gelince kâfir olmuştu.
el-Maverdî de, Şeybe
b. Rabia hakkında inmiştir, demektedir. O cahiliye döneminde rahipler gibi
davranmaya çalışır, yün elbise giyinir ve bağlanacağı dini araştırırdı. Fakat
İslâm gelince küfre saptı.
Derim ki: İkisi de
kâfir olarak öldüler. Âyet-i kerîme ile her ikisinin de, başkalarının da
kastedilmiş olma ihtimali uzak değildir. Şöyle de denilmiştir: Âyet-i kerîme
Abdullah b. Cahş hakkında inmiştir. O müslüman olmuş, Habeşistan'a hicret
etmiş, müslüman olduktan sonra da hristiyanlığa girmişti. es-Sa'lebt'nin
naklettiğine göre Enes (r.a) şöyle demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki:
"Muhakkak yüce Allah beni bir nurdan yarattı. Ebubekir'i de benim
nurumdan yarattı. Ömer ve Âişe'yİı Ebubekir'in nurundan yarattı. Ümmetimin
diğer mü'minlerini Ömer'in nurundan yarattı. Ümmetimin mü'min kadınlarını da
Aişe'nin nurundan yarattı. Buna göre kim beni de sevmez, Ebu-bekir, Ömer ve
Aişe'yi de sevmezse onun nuru olmaz." Bunun üzerine: "Al-lah kime nur
vermemişse, onun nuru olmaz" buyruğu nazil oldu.
[445]
41. Görmedin
mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve saf saf uçan kuşlar, Allah'ı teşbih
ederler. Onların herbiri kendi dua ve teşbihlerini bilir. Allah onların
yaptıklarını çok iyi bilendir.
42. Göklerle
yerin mülkü Allah'ındır ve dönüş Allah'adır.
"Görmedin mi ki,
göklerde ve yerde olanlar ve saf saf uçan kuşlar Allah'ı teşbih ederler."
Şanı yüce Allah, âyetlerin açıklığını söz konusu ettikten sonra apaçık
delilleri daha da arttırmakta ve O'nun yarattıklarının değişiklikleri ile
kendilerini mutlak kemale kadir bir yaratan olduğuna delâlet ettiklerini
açıklamaktadır. O halde rasûller gönderen O'dur. O rasûlleri göndermiş ve
mucizelerle onları desteklemiştir. Onlar da cennet ve cehennemi haber
vermişlerdir. "Görmedin mi ki" buyruğunda hitab da Peygamber (sav)a
olup, bilmedin mi ki anlamındadır ve maksat herkesdir.
"Göklerde"
bulunan melekler "ve yerde olanlar" cinler ve insanlar "ve saf
saf uçan kuşlar." Mücahid ve başkaları derler ki: Namaz kılmak insana
aittir, teşbih getirmek de O'nun dışındaki yaratıkların özelliğidir. Süfyan da
der ki: Kuşların rükû' ve secdesi olmayan bir namazları vardır. Denildiğine
göre kuşların kanat çırpmaları bir namazdır, sesleri teşbihtir. Bunu da
en-Nek-kaş nakletmiştir.
Bir açıklamaya göre
burada sözü edilen teşbih, yaratılmış varlıklarda görülen ilâhî sanatın
eserleridir.
"Saf saf uçan
kuşlar" buyruğu, havada kanatlarını sıraya dizmiş kuşlar, demektir.
Cemaat; "Kuşlar" kelimesini" Olan" kelimesine atf ile
merfû' okumuşlardır. ez-Zeccac der ki; "Ve saf saf uçan kuşlarla
beraber" anlamını da vermek üzere "kuşlar" anlamındaki kelime
nasb ile okunabilir. en-Nehhâs dedi ki: Ben onun; ifadesi Zeyd ile birlikte
ayağa kalktım anlamında kullanıldığını söylediğini duydum. Hatta burada nasb
ile okumak, ref ile okumaktan daha uygundur, demiştir. Şayet; Ben ve Zeyd
kalktım" diyecek olursan, burada ref ile okumak daha güzeldir, nasb da
caizdir.
"Onların herblri
kendi dua ve teşbihlerini bilir" ifadenin anlamı şöyle olabilir: Yüce
Allah, onların herbirüsinin namazlarını ve teşbihlerini bilmektedir. Yani
namaz kılan herkesin namazını, teşbih eden herkesin teşbihini bilmektedir.
Bundan dolayı da "Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir" diye
buyurmaktadır. Yani onların itaatlerinden de, teşbihlerinden de hiçbir şey ona gizli
kalmaz. İşte bu bakımdan sonraki fiilin ne olduğunu açığa çıkardığı bir fiil
takdir ederek, Basra'lılara ve Kûfe'lilere göre; "Herbiri"
kelimesinin nasb ile okunmasını caiz kabul etmişlerdir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Namaz kılan ve teşbih eden herkes kendisinin mükellef
tutulduğu namazı ve teşbihi bilir. Bazıları da; "Onların herbirinin namazı
ve teşbihi bilinmiştir" şeklinde meçhul fiil olarak okumuşlardır. Kimi
nahivcilerin naklettiğine göre de bazıları; diye okumuştur. Bu ifadenin takdiri
de şöyle olabilir: Yüce Allah onların herbirisine namazlarını ve teşbihlerini
öğretmiştir. Anlam şöyle de olabilir: Herkes başkasına kendisinin namazım ve
teşbihini öğretmiştir. Buna göre burada "öğretmek" kavratmak ve
anlatmak demek olur. Maksat, özellikle kendilerine öğretilenlerdir. Çünkü
insanlar arasında kendilerine öğretilmeyenler de vardır. Anlam şöyle de
olabilir: Delil olarak gören herkes, bunlardan delil olarak faydalanmıştır.
Buna göre delillen-dirme "öğretme" ile ifade edilmiş olmaktadır.
Burada "salât
(namaz)" teşbih manasınadır, te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. "O
sırrı ve fısıltıyı bilir" demek gibi. Namaza bazen "teşbih" adı
da verilebilir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.
"Göklerle yerin
mülkü Allah'ındır ve dönüş Allah'adır." Bu buyruk da ha önce bir kaç yerde
açıklanmış bulunmaktadır.
[446]
43. Görmez
misin ki Allah, bulutları sürüyor, sonra aralarını birleştiriyor, sonra onları
üstüste yığıyor? Yağmurun onların aralarından çıktığını görürsün ve gökten
içinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir. Onu dilediğine isabet
ettirir, dilediğinden de uzak tutar. Onun şimşeğinin şiddetli ışığı gözleri
neredeyse alıverecek.
44. Allah,
gece ve gündüzü evirip çevirir. Şüphesiz ki bunda basî-ret sahipleri için bîr
İbret vardır.
"Görmez misin ki
Allah bulutları sürüyor..." buyruğunda yüce Allah, delillerinden bir
başkasını söz konusu etmektedir. Kalp gözlerinle "görmez misin ki Allah
bulutları" yine kendisinin dilediği yere "sürüyor" demektir.
"Rüzgar bulutlan sürer, inek de yavrusunu sürer" demektir,
"Haracın toplanması kolaylaştı" tabiri de buradan gelmektedir. Şair
en Nâbiğa da şöyle demiştir:
"Sana ailemin
yanından ve vatanımdan geldim,
Zayıf düşmüş bir canı
-onda bir ramak kaldıkça- sana doğru sürüyorum.
Yine şair şöyle demektedir:
"Cevza hurcundan
üzerine geceleyin bir yağmur yürüdü, Kuzey (tarafından gelen bulut) onun
üzerine dolu yağdırıyor."
"Sonra aralarını
birleştiriyor." Yani güçlensin, birbirine bitişsin, kesafeti artsın diye
dağınıkken onları toplayıp bir araya getiriyor. "Te'lif (birleştirmek)"
kelimesi aslında hemzelidir. O bakımdan: "Birleşti" denilir. Hemzesiz
olarak "vav" ile; "Birleştiriyor" şeklinde de okunmuştur.
"Bulut
(anlamındaki; es-sehâb)" kelimesi lafız İtibariyle tekildir, ancak an-lamı
çoğuldur. Bundan dolayı yüce Allah: "Bulutları sürüyor" diye buyurmaktadır.
Aralan" kelimesi
ancak iki ve daha fazlası için kullanılır. Burada (tekil olarak): "Arasını
(mealde; aralarını)" şeklinde kullanılması nasil caiz olmuştur? Cevab
şudur: Burada bu kelime çoğul olan bulutlar hakkında kullanılmıştır. Nitekim:
"Ağaçlar arasında oturdum" denirken "ağaçlar" anlamındaki
kelime olan "eş-şecer" kelimesi de lafıen tekildir. Böyle
deni-tebilmesi mana itibariyle çoğul olmasından dolayıdır. "Aralarında"
kelimesindeki "he" zamirinin müzekker olarak gelmesi râci olduğu
"es-sehâb; bulutlar" kelimesinin lafzı böyle olduğundan dolayıdır.
Bu anlamdaki açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır.
Bir diğer cevab da şu
şekildedir: "es-Sehab: bulut" kelimesi tekil olduğundan dolayı;
"Arasında" demek caiz olmuştur. Çünkü bulut (tekil olmakla birlikte)
pek çok parçayı ihtiva etmektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Dehul ile Havmel
arasında..."
Görüldüğü gibi burada
şair "arasında" anlamındaki kelimeyi tekil olmasına rağmen
"Dehûl" kelimesinin başına getirmiş bulunmaktadır. Buna sebeb ise
oranın bir çok yeri kapsaması dolayısıyladır.
Nitekim: "Küfe
arasında dolaşıp durdum" derken de böyledir. Çünkü Kûfe'de pek çok yerler
bulunmaktadır. Bu açıklamayı da ez-Zeccac ve başkası yapmıştır. el-Esmaî ise
böyle bir kullanımın caiz olmadığı kanaatindedir. O bakımdan o (az önce
naklettiğimiz mısraın bir bölümünü):
diye
rivayet ederdi.
"Sonra onları
üstflste yığıyor." Yani topluca bir arada, biri diğerinin üstüne
getiriyor. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Eğer gökten
düşen bir parça görseler: Üstüste yığılmış bir buluttur diyeceklerdir."
(et-Tûr, 52/42)
"er-Rakm: Üstüste yığmak"; bir şeyi üstüste toplamak demektir. Bu
anlamdan hareketle bir şeyi toplayıp, birini diğerinin üzerine bırakan kimsenin
bu halini anlatmak üzere; "Bir şeyi üstüste yığdı, yığar" denilir.
Bir şey kendisine toplanıp, bir araya geldiği vakit de; "Teraküm etti,
birikti" denilir. "er-Rukme" de bir araya gelmiş toplu çamur
demektir. "er-Rukâm" da üstüste yığılmış kum anlamındadır. Bulut ve
benzeri şeyler de böyledir. da, yolun yürünen geniş bölümü demektir.
"Yağmurun onun
aralarından çıktığını görürsün" buyruğunda (yağmur anlamı verilen):
"el-vedk" kelimesi ile İlgili iki görüş vardır. Bir görüşe göre
bundan kasıt şimşektir. Bu açıklamayı Ebu'l-Eşheb el-Ukaylî yapmıştır. Şairin
şu beyîti de bu kabildendir:
"Bir toz bulutu
çıkardık biz, onlar da arasından çıktılar, Tıpkı bulutun arasından şimşeğin
çıkması gibi."
İkinci açıklamaya göre
bu kelime yağmur demektir. Cumhur böyle açıklamıştır. Şairin şu beyiti de bu
kabildendir:
"Ne onun
yağmuruna benzer bir yağmur yağdır a bilmiştir bir bulut, Ne de herhangi bir
yer O'nun bitirdiğini bitirebilmiştir."
İmruu'1-Kays de şöyle
demektedir:
"O iki gözün yaşı
yağmurdur, ardı arkasına dökülen bir audur,
uzun süre devam eden
yağmurdur, Kesintisiz akandır, damla damla yaştır ve (iki gözüm yaş)
dökmektedir."
Bulut yağmur
yağdırdı" denilir. "Yağışlı" anlamına; denilir. "Yağmur damla damla yağdı"
demektir. ) Ona yakınlaştım" anlamındadır. Bir şeye olan tutkusu dolayısıyla
boyun eğen kimseye misal olarak verilen;" Deve suya yaklaştı" tabiri
de buradan gelmektedir.
Yakın olan yere;
denilir. "Bir şeyle teselli buldum, ünsiyet buldum" kısrak atı
istedi" demek olur." Eşeği arzulayan dişi eşek"; "Karşı
cinsi isteyen at veya kısrak" demektir. da denilir. "Aşırı
sıcak" demektir.
Aralar" kelimesi
in çoğuludur. "Dağ" kelimesinin çoğulunun; diye gelmesi gibidir. Bu
kelime, yağmurun arasından çıktığı boşluklar ve aralıklar, çıkış yerleri demektir.
Daha önceden el-Bakara Sû-resi'nde (2/164. âyet, 13. başlıkta) Ka'b el-Ahbâr'ın
şöyle dediği kaydedilmiştir: Bulut, yağmurun eleğidir. Şayet semadan su
indiğinde bulut olmasa, inen bu su, yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı,
tahrib ederdi.
İbn Abbas, ed-Dahhak
ve Ebu'l-Âliye bu kelimeyi tekil olarak "Arasından" diye
okumuşlardır. Nitekim günlük konuşma esnasında; "Ben kavim ortasında,
arasında idim" denilir.
"Ve gökten İçinde
dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir." Denildiğine göre yüce Allah,
semada dolu dağları yaratmıştır. O bunlardan doluları yağdırır, İfadede
hazfedilmiş kelimeler vardır, yani, O dolu dağlarından dolu indirir. Buna göre
burada "dolu" anlamındaki meful hazfedilmiştir. el-Ferrâ da buna
yakın bir açıklama yapmıştır. Çünkü ona göre ifadenin takdiri "dolu
dağlarından" şeklindedir. Ona göre dağlar ile dolu aynı şeylerdir. Âyet-i
kerîmedeki "dolu" anlamındaki kelime de cer mahallindedir, Onun bu
açıklamasına göre anlam: Orada dolu dağlarından indirir" burada
"dağlar" anlamındaki kelime tenvinli olmalıdır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Allah, semâda içlerinde dolu bulunan dağlar yaratmıştır. Buna
göre ifadenin takdiri şöyle olur: Ve O, içinde dolu bulunan semadaki dağlardan
(dolu) indirir. Buna göre buradaki: "...dan" sıladır.
Bir başka görüşe göre
anlam şudur: O, semâdan dağlar kadar yahut dağlar gibi doluları yere indirir.
O takdirde birinci: "...dan" gaye içindir. Çünkü başlangıç yeri
semadan indirmektir. İkincisi ise teb'îz içindir, çünkü dağların bir kısmı
doludur. Üçüncüsü ise cinsin beyanı içindir, zira o dağların türü doludan
olmaktır. el-Ahfeş dedi ki: Burada: "min; ...dan" edatı
"dağlarda" lafzında, "dolu" kelimesinden önce de, yani her
iki yerde de fazladan gelmiştir. "Dağlar" ve "dolu" nasb
mahallindedir. Yani O, semadan dağlar gibi olan dolu indirir, anlamındadır.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Onu dilediğine
isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar." Bu durumda O'nun isabet
ettirmesi bir azap, uzaklaştırması da bir nimet olmaktadır. Daha önceden
el-Bakara Sûresi (2/19. âyetin tefsiri) ile er-Ra'd Sûresi (13/12-13. âyetlerin
tefsiri)nde geçtiği üzere gökgürültüsünü duyan bir kimse üç defa:
"Gökgürültüsünün kendisine hamd ile meleklerin de korkusundan teşbih
ettiği zat, her türlü eksiklikten münezzehtir" diyecek olursa, o
gökgürültüsü dolayısıyla meydana gelecek musibetlerden esenliğe kavuşturulur.
"O'nun şimşeğinin
şiddeti" yani o bulutta meydana gelen şimşeğin ışığı, ileri derecedeki
parlaklığı ve ışığından dolayı "gözleri neredeyse alıverecek." Şair eş-Şemmâh şöyle demektedir:
"Şiddetli
parıltısını yükselttiğinde,
Mutlaka ışığını
görecekti neredeyse; gören müstesna.'
Şair İmruu'1-Kays da
şöyle demektedir:
"Aydınlatıyor
ışığı ya da (onun ışığı) bir papazın bol zeytinyağına Fitilini batırdığı kandil
gibi etrafı aydınlatıyor."
Buna göre; hem
şimşeğin ışığı hem tedavi amacıyla kullanılan bir bitki demektir, (»bljı) ise
yükseklik antemim ifade eder. İşte Talha b. Mu-sarrif de bu kelimeyi bu şekilde
ve ışığının şiddeti ve netliği hususunda mübalağa ifade anlamında okumuştur. O
böylelikle hakkında "şeref" anlamını ihtiva eden kipi kullanmış
olmaktadır. el-Muberred dedi ki: Sonu hemzesiz olarak bu kelime parlaklık
anlamındadır. Eğer şeref ve şan manasına kullanılacak olursa, medli (sonu
hemzeli) olarak kullanılır. İkisinin de asıl anlamı birdir, o da parlamaktır.
Talha b. Musarrif de; "Işıklarının üstün aydınlığı" diye okumuştur.
Ahmed b. Yahya dedi ki: İkinci kelime; in çoğuludur. en-Nehhas da şu açıklamayı
yapmaktadır: Bu, şimşek (anlamına gelen: el-berk)in bir miktarını ifade eder.
"Be" harfi üstün okunursa, bir tek şimşek çakışı anlamına gelir.
el-Cahderî ile
İbnu'l-Ka'kâ' da: şeklinde "ya" harfini ötreli ve "he"
harfini e'sreli olarak; kökünden gelmiş bir fiil şeklinde okumuşlardır. Bu
durumda; deki "be" zâid ve sıla demektir, (Anlamı, cumhurun
kıraatinde olduğu gibi, gözleri... ahverecek, şeklindedir). Diğerleri ise
"ya" ve "he" harflerini üstün olarak; "Gözleri...
alıve-recek" diye okumuşlardır. Buradaki "be" harfi de insak
içindir.
Şimşek, bulutun kesif
olarak üstüste yığılmış olduğuna delildir. Ayrıca yağmurun şiddetli
geleceğinin müjdesidir. Yıldırım düşeceğinden de sakındıncidır.
"Allah gece ve
gündüzü evirip çevirir." Denildiğine göre onları evirip çevirmesi, birini
diğerinden sonra getirmesi demektir. Bir diğer açıklamaya göre, onları
eksiltip arttırması demektir. Bir başka açıklamaya göre bu, gündüzün kimi
zaman bulutun karaniığıyla, kimi zaman da güneşin aydınlığı ile değiştirilmesidir.
Gece de aynı şekilde kimi zaman bulutun karanlığı ile kimi zaman da ayın ışığı
ile değişmektedir. Bu açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya
göre; evirilip çevirilmeteri bunlarda takdir edilmiş bulunan hayır ve şer,
fayda ile zararın farklılığı ile olur.
"Şüphesiz ki
bunda" yani sözünü ettiğimiz gece İle gündüzün evirilip çe-viriimesi ile
yağmur, yaz ve kış hallerinde "basiret sahipleri" Benim yarattığım
insanlar arasından basiret ehli olanlar "için bir İbret" dersi
"vardır."
[447]
45. Allah,
bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan bazısı karnı üzerinde yürür, bazısı
İki ayak üzere yürür, bazısı dört ayak üzere yürür. Allah dilediğini yaratır.
Muhakkak Allah, herzeye güç ye-tirendir.
46. Andölsun
ki Biz, açıklayıcı âyetler indirdik. Allah, dilediğini sırat-ı müstakime
iletir.
"Allah, bütün
canlıları sudan yarattı" anlamındaki buyruğu Yahya b. Vessâb, el-A'meş,
Hamza ve el-Kisaî izafet yaparak; "Allah her-şeyin... yaratıcısıdır"
diye okumuşlardır, Diğerleri de: "... yarattı" diye fiil olarak
okumuşlardır. Denildiğine göre: Her iki kıraatin de mana itibariyle anlamı
doğrudur. Yüce Allah, iki hususu haber vermiş olmaktadır. Bununla ilgili
olarak: İki kıraatten biri diğerinden daha sahihtir, demeyi gerektirecek bir durum
yoktur.
Bir diğer açıklamaya
göre "yarattı" ifadesi özel bir şey için kullanılır. "Yaratıcı"
da genel anlamda kullanılır. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Yaratıcıdır, bari'(yoktan var eden)dir." (el-Haşr, 59/24) Özel
yaratmayı ifade etmek üzere de: "Hamd gökleri ve yeri yaratan...
Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) diye buyurmuştur. "Sizi tek bir candan
yaratan...O'dur." (el-A'raf, 7/189) buyruğu da böyledir. O halde:
"Allah bütün canlıları sudan yarattı" buyruğunun da böyle olması
gerekir.
Canlı (demek olan;
ed-dâbbe): Yeryü2ünde hareket eden herbir canlı için kullanılır. "Hareket
etti, debelendi, hareket etti, debelenir, hareket edici" denilir. Sondaki
"he" (yuvarlak te) mübalağa İçindir. Buna dair açıklamalar da daha
önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/l64.âyet, 8.başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Sudan"
buyruğunun kapsamına cinler ve melekler dahil değildir. Çünkü bizler onları
görmediğimiz gibi, sudan yaratıldıkları da sabit olmamıştır. Hatta sahih
hadiste şöyle denilmektedir: "Melekler nurdan yaratılmışlardır, cinler de
nârdan (ateşten) yaratılmışlardır."[448] Bu
hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-Hicr, 15/27. âyetin
tefsin)
Müfessirler derler ki:
"Sudan" buyruğu ile kastedilen nutfeden yaratıldıklarıdır. en-Nekkaş
der ki: Bununla erkeklerin menileri kastedilmiştir. Aklî ilimlerle
uğraşanların çoğunluğu (cumhurun-nazara) derler ki; Bu buyrukla yüce Allah'ın
yaratmış olduğu herbir canlıda bir su bulunduğunu kastetmektedir. Adem (a.s)ı
su ile çamurdan yarattığı gibi. Peygamber (sav)ın Bedir gazvesinde, kendisine:
Sîz kimlerdensiniz? diye soran yaşlı adama: "Biz su'da-nız."[449]
cevabını verdiği hadiste buna göre açıklanır.
Bazıları da şöyle
açıklamışlardır: Burada cin ve melekler müstesna değildir. Aksine herbir canlı
sudan yaratılmıştır. Ateş de sudan yaratıldığı gibi, rüzgar da sudan
yaratılmıştır. Zira yüce Allah'ın kâinatta ilk yarattığı şey sudur. Daha sonra
da ondan herbir şeyi yaratmıştır.
Derim" ki: Bu
açıklamanın doğruluğuna yüce Allah'ın: "Onlardan bazısı karını üzerinde
yürür" buyruğu delil teşkil etmektedir. Karın üzerinde yürümek yılanlar
ve balıklar ile onlara benzer kurtçuk ve diğerleri hakkındadır. İki ayak
üzerinde yürümek insan ite yürümesi halinde kuşlar için söz konusudur. Dört
ayak üzerinde yürümek de diğer canlılar içindir. Ubeyy'in Mushaf ında da:
Aralarından daha fazlası üzerinde yürüyenler de vardır" fazlalığı da
bulunmaktadır. Bu fazlalık yengeç ve yeraltında bulunan çeşitli haşeratın
tümünü kapsamaktadır. Ancak bu icmâ' ile sabit olmuş Kur'ân ifadesi değildir.
Bununla birlikte en-Nekkaş şöyle demektedir: Yüce Allah'ın buyruğunda
"dört ayak" üzerinde yürüyenler söz konusu edilmekle daha fazla ayak
üzerinde yürüyenlerin söz konusu edilmesine gerek duyulmayarak yetinilmiştir.
Çünkü bütün hayvaniann aslında esas dayandıkları dört ayaktır. Bunlar da onun
yürümesinin esasını teşkil ederler. Bazılarında ayakların çokluğu
yaratılışındaki bir fazlalıktır. O hayvan yürürken onların hepsine ihtiyaç
duymaz.
İbn Atiyye der ki:
Görünen şu ki, bu çok sayıdaki ayak boşuna yaratılmış değiidir. Aksine hayvanın
bir yerden bir yere gitmesinde onlara gerek duyulur. Hepsi de hayvanın
hareketi halinde hareket ederler.
Kimisi de şöyle
demiştir: Âyet-i kerîmede dört ayak üzerinde yürümenin söz konusu olmadığını
belirten bir ifade yoktur. Zira buyrukta aralarında dört ayaktan fazlası
üzerinde yürüyenleri yoktur, denilmemiştir. İfadede hazfedilmiş sözler olduğu
da söylenmiştir: "Onların arasından da dört ayaktan daha fazlası üzerinde
yürüyenleri de vardır." Tıpkı Ubeyy'in Mushaf'ında olduğu gibi. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
"Dâbbe
(canlı)" kelimesi aklı eren ve ermeyen bütün varlıkları kapsar. Bu
bakımdan akıl sahibi olan varlık, akıl sahibi olmayan varlıklarla birlikte bulunduğundan
dolayı galib getirilmiştir (tağlîb.) Çünkü muhatab oian ve kendisinden ibadet
etmesi istenilen odur. Bundan dolayı yüce Allah (akıl sahibi varlıklar için
kullanılan zamir olan>; "Onlardan bazısı" ile: "Yürür"
diye buyurmuştur. Yüce Allah, bu farklılıkları söz konusu etmekle yaratıcının
varlığını isbata işaret etmektedir. Yani eğer bütün bunları mutlak hür irade
ve tercih sahibi bir yaratan olmasaydı, bunların arasında böyle farklılıklar
olmazdı. Aksine hepsi tek bir tür olurdu, bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Hepsi bir su ile sulanır. Yine de onlardan bir kısmını
lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunlarda da aklını
kullananlar için âyetler vardır." (er-Ra'd, 13/4)
"Allah dilediğini
yaratır, muhakkak Allah herşeye güç yetirendir." Dilediği herşeyi yaratma
kudretine sahiptir.
Andolsun kî Biz,
açıklayıcı âyetler indirdik. Allah dilediğini sıratı müstakime iletir."
Buna dair açıklamalar birden çok yerde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
[450]
47.
"Biz, Allah'a re Rasûlünc iman ve itaat ettik" derler. Bundan sonra
da onlardan bir kısmı geri dönerler.Onlar mü’minler değildir.
Yüce Allah'ın:
"Biz, Allah'a ve Rasülüne İman ve itaat ettik, derler"
buyruğu ile
kastedilenler münafıklardır. Onlar dilleriyle, yakînleri ve ihiâs-lan
bulunmaksızın: Allah'a ve Rasûlüne iman ettik, itaat ettik, derler. Ancak onlar
bu sözlerini söylemekle birlikte yalan söylüyorlar. Çünkü "sonra da onlardan
bir kısmı geri dönerler. Onlar tnü'minler değildir."
[451]
48.
Aralarında hükmetmek İçin onlar Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında,
onlardan bir kısmı yüz çevirir.
49. Eğer hak
kendilerinin ise ona sürat ve İtaatle gelirler.
50. Acaba
kalblerinde hastalık mı vardır bunların? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yahut Allah
ve Rasfilü kendilerine haksızlık eder diye mi korkarlar? Hayır, onlar
zulmedenlerin tâ kendileridir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[452]
"Aralarında
hükmetmek İçin onlar Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında..." buyruğu
ile ilgili olarak Taberî ve başkaları şöyle demişlerdir: Adı Bişr olan
münafıklardan biri ile yahudilerden bir adam arasında bir arazi hakkında
anlaşmazlık vardı. Yahudi Rasûlullah (sav)ın huzurunda mahkemeleşmeye, onun
hükmüne başvurmaya çağırdı onu. Münafık haksız idi, o bunu kabul etmeyerek:
Muhammed bize haksızlık yapar. Bunun yerine biz Ka'b b. el-Eşref in hakemliğine
başvuralım, dedi. Bu âyet onun hakkında nazil oldu.
Bir görüşe göre de
âyet-i kerîme, Ümeyye oğullarına mensub el-Muğîre
b. Vâil hakkında inmiştir. Muğire ile Ali b. Ebi Talib (r.a) arasında
bir su ve
bir arazi ile ilgili anlaşmazlık konusu
vardı. Muğire, Ali ile Rasûlullah (sav)m
huzurunda
mahkemeleşmeyi kabul etmeyerek: O, bana buğzeder deyince,
âyet-i kerime nazil oldu. Bunu da el-Maverdî
nakletmektedir. el-Maverdî der ki: Burada (tekii
olarak): "Hükmetmek için" diye buyurufup "hükmetmeleri
için" denilmemesi Rasûlullah (sav)ın kastedilmiş olması dolayısıyladır. Yüce
Allah'ın anılarak buyruğa başlanması ise, Allah'ı ta'zim ve söz başlangıcı
içindir.
[453]
"Eğer hak
kendilerinin ise ona sürat ve itaatle gelirler." Ona itaat eder boyun
eğerler. Çünkü Muhammed (sav)ın hak ile hükmedeceğini bilirler.
"Filan kişi
filanın hükmüne itaat (iz'an) etti, eder" denilir. en-Nekkaş da bu
kelimenin boyun eğmek anlamında olduğunu söylemiştir, Mücahid, hızlıca gelmek
diye açıklamıştır. el-Ahfeş ve İb-nu'1-Arabî de kabul ve ikrar etmek, diye
açıklamışlardır.
"Acaba
kalblcrinde hastalık" şüphe ve tereddüt "mı vardır bunların? Yoksa
şüpheye mi düştüler?" Yoksa Muhammed (sav)ın peygamberliği ve adaleti
hususunda onlarda bir şüphe mi meydana geldi?
"Yahut Allah ve
Rasûlü" vereceği hükümde haksızlık ederek, zulme saparak
"kendilerine haksızlık eder diye mi korkarlar?" Burada buyruğun soru
lafzıyla gelmesi, azarlama üslûbunun daha ağır, yermenin daha ileri derecede
oluşundan dolayıdır. Cerir'in överken kullandığı ifadeler de böyledir:
"Sizler
bineklerin sırtına binenlerin en hayırlıları, Ve bütün insanlar arasında el
ayaları en ıslak (en cömert ihsanlarda
bulunan) kimseler
değil misiniz?"
"Hayır onlar
zulmedenlerin" inatçı kâfirlerin "tâ kendileridir." Çünkü yüce
Allah'ın hükmünden yüz çeviriyorlar.
[454]
Eğer verilecek hüküm
antlaşmalı ile müslüman arasında ise yargı yetkisi müslümanlara aittir, zimmet
ehlinin bu konuda herhangi bir hakları yoktur. Şayet anlaşmazlık konusu iki
zımmî arasında ise bu hususta yetki onlarındır. Şayet taraflar İslâm'ın
hakimine başvuracak olurlarsa, o dilediği takdirde hü-Icüm verir, dilediği
takdirde onlardan yüz çevirir. el-Mâide Sûresi'nde (5/42. âyet, 2. başlıkta)
geçtiği gibi.
[455]
Bu âyet-i kerîme Allah
ve Rasûlünün hükmüne çağıranın, çağrısını kabul etmenin farz olduğuna delil
teşkil etmektedir. Çünkü yüce Allah, kendisi ile hasmı arasında hüküm vermek
üzere Allah Rasûlüne çağırılan (ve bunu kabul etmeyen) kimseyi en çirkin
ifadelerle yermiş ve: "Acaba kalblerinde hastalık mı vardır
bunların?" diye buyurmuştur,
İbn Huveyzîmendâd der
ki: Hakimin meclisine çağırılan herkesin bu çağrıyı -hakimin fasık olduğunu
bilmediği sürece, yahut ta davacı ile davalı arasında bir düşmanlık olduğunu
bilmediği sürece- bu çağrıyı kabul etmesi farzdır.
ez-Zehrâvt senedini
kaydederek el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'in rivayetine göre Rasûluîlah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Her kimin hasmı kendisini müs-iüman hakimlerden bir hakime
çağırdığı halde bunu kabul etmeyecek olursa, o kimse zalimdir ve onun hiçbir
hakkı yoktur."[456]
Bunu el-Maverdî de zikretmiş bulunmaktadır.
İbnu'l-Arabîdedi ki:
Bu, bâtıl bir hadistir. "O zalim bir kimsedir" sözü ise doğru bir
sözdür. "Onun hiçbir hakkı yoktur" ifadesi ise sahih olamaz. Bununla
o kimse hak üzere olamaz, demek,istemiş olabilir.
[457]
51.
Aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne davet olunduklarında,
mü'minlerin sözleri ancak: "İşittik ve itaat ettik" demektir. İşte
bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.
"Aralarında
hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne" yani Allah'ın kitabına ve Rasûlünün
hükmüne "davet olunduklarında mü'minlerin sözleri ancak; İşittik ve itaat
ettik, demektir." İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bu buyruğu ile hoşlarına
gitmeyen hususlarda olsa dahi muhacirlerle, ensarın itaatkâr olduklarını haber
vermektedir. Yani bu gibi hallerde onların söyleyecekleri söz budur. Diğerleri
ise eğer mü'min olsalardı, .onlar da: İşittik ve itaat ettik, demeliydiler.
Buyruktaki "demek" anlamındaki kelime; in haberi olarak
nasbedilmiştir. Bunun ismi ise "demektir" buyruğu nd ad ir. Bu da
yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar yalnızca şöyle diyorlardı:
Rabbimiz günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı affet..." (Al-i
İm-ran, 3/147)
Bir açıklamaya göre:
"Mü'minlerin sözleri ancak..." buyruğu anlatılan diğer ifadeler
arasında bir sıla Cara cümlesi) durumundadır. Yüce Allah'ın: "Onlar:
Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşulur?, dediler" (Meryem, 19/29)
buyruğu gibi.
İbnu'l-Ka'kâ da:
"Aralarında hükmetmek üzere" buyruğunu meçhul olarak;
"Aralarında hükmolunmak üzere" diye okumuştur, Ali b. Ebİ Talİb de:
"söz..." kelimesini re ile okumuştur.
[458]
52. Kim,
Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, İste
onlar kurtulan kimselerdir.
"Kim" vermiş
olduğu emir ve hükümlerde "Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'tan
korkar ve O'ndan sakınırsa" buyruğundaki "O'ndan sakınırsa"
anlamındaki kelimeyi Hafs; şeklinde cezm etmek niyetiyle "kaf"
harfini sâkm okumuştur. Şair de şöyle demiştir:
"Kim sakmıra,
muhakkak, Allah onunla beraberdir, Nitekim yüce Allah'ın rızkı gider ve
gelir."
Diğerleri ise bunu
esrelî okumuşlardır. Çünkü bu kelimenin cezm hali (zamirden önceki) son harfi
(olan "ya")nin hazfi İledir. Ebu Amr ve Ebubekr ise • "he"
harfini sakin okumuşlardır. Ya'kub ile Kalûn, Nafî'den Ebu Amr'dan el-B_usti ve
Hafs ise kesreyi belli belirsiz (ihtilas ile) çıkartmışlardır. Diğerleri ise
"he" harfini açıkça kesreli okumuşlardır.
"İşte onlar
kurtulan kimselerdir" buyruğu ile ilgili olarak Eslem'in naklettiğine
göre Ömer (r.a), Peygamber (sav)ın mescidinde ayakta namaz kılmakta iken Rum
Dih kan 'I arından bir adam onun yanı başında durmuş ve şöyle diyormuş: Ben de
şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki
Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Ömer ona: Bu haiin ne, diye sorunca, o da: Allah'a
teslim oldum, demiş. Ömer (r.a) ona: Bunun bir sebebi var mı, diye sorunca, şu
cevabı vermiş: Evet, ben Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve peygamberlere gönderilen
kitapların bir çoğunu okudum. Bir esirin Kur'ân'dan bir âyeti okuduğunu
işittim. Bu âyet-i kerîmede daha önce geçen kitaplardakî bütün muhtevayı
toplamış olduğunu gördüm. Bildim ki bu Allah tarafından gönderilmiş bir
kitaptır. O bakımdan ben de müslüman oldum. Ona: Bu hangi âyettir? diye
sorunca, şu cevabı verdi: Bu âyet yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kim"
farz olan hususlarda "Allah'a" sünnet olan hususlarda "ve
Kasûlüne itaat ederse" ömrünün geçmiş olanında "Allah'tan korkar
ve" geri kalan ömründe de "O'ndan sakınırsa, İşte onlar kurtulan
kimselerdir." Kurtulan kimse ise cehennem ateşinden kurtulup, cennete girdirilen
kimse demektir. Bunun üzerine Ömer (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) şöyle
buyurdu: "Bana geni^ kapsamlı, özlü sözler (cevâmiu'l-kelim)
verildi."[459]
53. Eğer
sen, onlara emredersen "muhakkak çıkacaklardır" dîye var güçleriyle
Allah adına yemin ettiler. De ki: "Yemin etmeyin (Sizden istenen) ma'rûf
bir itaattir. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
"... var
güçleriyle Allah adına yemin ettiler" buyruğu ile tekrar münafıklardan
söz edilmektedir. Çünkü yüce Allah, onların Peygamber (sav)ın hükmünden
hoşlanmadıklarını açıklayınca, onlar Peygamber (sav)ın yanına gelerek şöyle
dediler: Allah'a andolsun, şayet bizlere yurdumuzu bırakıp çıkmayı,
hanımlarımızı ve mallarımızı terketmeyi emredecek olursan, bunları dahi
yaparız. Bize cihadı emredecek olursan, elbette cihad ederiz, dediler. Bunun
üzerine bu âyet-i kerîme nazil otdu. Yani onlar Allah adına yemin.ederek
bundan böyle seninle birlikte savağa çıkacaklarına ve itaat edeceklerine dair
yemin etliler.
"Var
güçleriyle"; yemin edebildikleri kadar yemin ettiler, demektir. Mu-katil
dedi ki: Kim Allah adına yemin ederse, o yemini var gücüyle yapmış demektir.
Daha önceden buna dair açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/109. âyet, 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Var
güçleriyle" anlamındaki kelime mastar kabul edilerek nasb edilmiştir.
İfade; "İleri derecede yemin ederek" takdirindedir.
İfade, "de ki:
Yemin etmeyin" buyruğu ile tamam olmaktadır. "Mâruf bir İtaat"
yemin etmenizden sizin için daha uygundur. Ya da siz ma'rûf bir şekilde itaat
edin, halis bir kalble ma'rûf söz söyleyin, yemine gerek yoktur. Mü-cahid dedi
ki: İfadenin anlamı şu şekildedir: Sizin itaatinizin mahiyeti bilinen bir
iştir. O da yalan söylemektir ve yalanlamaktır. Yani sizden ma'rûf olan (sizin
bilinen tavrınız) ihlâs değil, yalancılıktır.
"Şüphesiz ki
Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." Sözle itaat ettiğinizi, fiilen de
muhalefet ettiğinizi bilir.
[460]
54. De ki:
"Allah'a da İtaat edin, Rasûlüne de itaat edin." Eğer yüz
çevirirseniz, ona düşen ancak ona yükletilendir. Size düşen de size yükletilendir.
Ona itaat ederseniz, hidayet bulursunuz. Peygambere düşen de ancak apaçık
tebliğdir.
"De ki: Allah'a
da itaat edin, Rasûlüne de itaat edin." İhtâsla itaat edin, münafıklığı
terkedin. "Eğer yüz çevirirseniz" anlamındaki; buyruğunda iki
"te"den birisi ha2fedilmiştir. Buna da bundan sonra gelen
"size...". ifadesi olup "onlara" denilmemiş olması,
delildir.
"Ona düşen ancak
ona yükletilen" risaleti "tebliğdir. Size düşen de size
yükletilen" O'na itaat etmek "dir." Bu şekildeki açıklama İbn
Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.
"O'na İtaat
ederseniz, hidayet bulursunuz." Yüce Allah hidayet bulmayı O'na itaat ile
birlikte takdir buyurmuştur.
"Peygambere düşen
ancak apaçık tebliğdir."
[461]
55. Allah,
İçinizden iman edip, salih amel işleyenlere vaad etti ki: "Onlardan
öncekileri halife yaptığı gibi -andolsun ki- onları da muhakkak yeryüzünde
halife kılacak. Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar
yapacak, önceki korkularını güvene çevirecektir." (Böylece) onlar Bana
hiçbir şeyi ortak koşmakstzuı ibadet etsinler. Bundan sonra artık kim kâfir
olursa, onlar fâsıkların tâ kendileridir.
Bu âyet-i kerîme
Ebubekir ve Ömer (r.a) hakkında nazil olmuştur. Bu açıklamayı İmam Malik
yapmıştır.
Yine denildiğine göre,
bu âyetin iniş sebebi şudur: Peygamber (sav)ın bazı ashabının, düşmanla
çarpışmanın zorluklarından ve bu hususta başlarına gelecek tehlikeden,
duydukları korkulardan ve bir türlü silahı elden bırakmadıklarından (sürekli
savaştıklarından) söz etmesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.
Ebu'l-Âliye dedi ki:
Rasûlullah (sav), yüce Allah kendisine vahyi bildirdikten sonra, on yıl
Mekke'de kendisi ve ashabı korku içerisinde kaldılar. Gizli ve açık Allah'ın
yoluna davet ettiler. Sonra Allah Rasûlüne Medine'ye hicret etmesi emri
verildi. Orada da korku içindeydiler, sabah-akşam silahla beraberdiler. Bir
adam: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, içinde güvenlik duyacağımız ve silahımızı
bırakacağımız bir gün görecek miyiz? Peygamber (sav): "Aradan fazla zaman
geçmeyecek; öyle ki sizden herhangi bir adam pek büyük bir topluluk arasında
üzerinde silah namına bir şey bulunmaksızın oturmuş
olacaktır" diye buyurdu ve bu âyet-i kerîme nazil
oldu. Yüce Allah da peygamberini Arap yarımadasının tamamında hakim kıldı.
Silahlarını bıraktılar ve güvenlik duydular.[462]
en-Nehhâs dedi ki: Bu
âyet-i kerîmede Rasûlullah (sav)ın peygamberliğine açık bir delâlet vardır,
Çünkü yüce Allah, ona vermiş olduğu bu vaadi yerine getirmiştir.
en-Nekkaş, Kitab'ında
naklettiğine göre Dahhak şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Ebubekir, Ömer, Osman
ve Ali'nin halifeliğini ihtiva etmektedir. Çünkü onlar hem iman ehli idiler,
hem salih amel işlediler. Rasûlullah (sav) da: "Halifelik benden sonra
otuz yıldır"[463]
diye buyurmuştur.
İbnu'l-Arabî
"Ahkamu'l-Kur'ân'' adlı eserinde bu görüşü benimsemiş ve tercih ederek
şöyle demiştir: İİim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme dört halifenin
halifeliğine delildir. Bu âyette yüce Allah'ın onları halifelik makamına
getirdiğine ve onların emanet sahibi olup onlardan razı olduğuna de-iiî
bulunmaktadır. Onlar, Allah'ın kendileri için beğenip seçtiği din üzere idiler.
Zira günümüze kadar hiçbir kimse fazilette onların önüne geçebilmiş değildir,
Onlar yönetimi ellerinde tuttular, müslümanlan idare ettiler. Dinin alanını
himaye ettiler, O bakımdan verilen bu,ilâhî söz onlar hakkında gerçekleşmiş
olmaktadır. Eğer bu verilen söz onlar için gerçekleştirilmemiş, onlar
vasıtasıyla gerçekleşmemiş, onlar hakkında vârid olmamış ise, o takdirde başka
kim hakkında söz konusu oiabilir ki? Onlardan sonra da günümüze kadar onlar
gibi kimse gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir. Allah onlardan razı
olsun.
Bu görüsü el-Kuşeyrî
de İbn Abbas'tan rivayet etmiş bulunmaktadır. Bu görüşün sahipleri Rasûlullah
(sav)ın azadlı kölesi Sefîne'nin rivayet ettiği şu hadisi de
delil-gösterirler. Sefine dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Halifelik benden sonra otuz yıldır, sonra da hükümdarlık olacaktır."
Sefine dedi ki: Şimdi hesab et. Ebubekİr'in halifeliği iki yıl, Ömer'in
halifeliği on yıl, Osman'ın halifeliği oniki yıl, Ali'nin halifeliği de altı
yıl.[464]
Kimileri de şöyle
demiştir: Bu yeryüzünün tamamının İslâm adı altında egemenliğe kavuşacağı
hususunda bütün ümmete verilmiş bir sözdür. Nitekim Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Yeryüzü benim önüme getirildi. Do-ğulannı ve batılarım
gördüm. Benim ümmetimin mülkü bana yeryüzünün gösterilen her tarafına
yayılacaktır. "[465]
İbn Atiyye de
Tefsir'inde bu görüşü şu sözleriyle tercih etmiş bulunmaktadır: Sahih olan
âyet-i kerîmenin cumhurun halifelik makamına getirildiği doğrultusundadır.
Onların halifelik makamına getirilmesi ise onlara ülkelerin egemenliğini
verip, bu ülkelerin sahipleri olmalarıdır. Şam'da, Irak'ta, Horasan'da ve
Mağrib'de görüldüğü gibi.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Biz onlara deriz kî: Bu peygamberlik, halifelik, davetin yerleştirilmesi ve
şeriatın genelliği hususunda bir genel vaaddir. Böylece verilen bu söz herkes
hakkında kendi gücü ve haline göre tahakkuk etmiştir. Hatta müftüler, kadılar
ve imamlar hakkında bile gerçekleşmiştir. Bu verilen şerefli sözün yerine
getirilmesi ile ilgili olarak halifelik, yalnızca daha önceden geçmiş
halifeler ile sınırlıdır.
Daha sonra o bu konuda
bir itirazı ve farklı bir kanaati söz konusu etmektedir ki, muhtevası şudur:
Denilse ki: Bu husus ancak sadece Ebubekir hakkında doğru kabul edilebilir.
Çünkü Ömer ve Osman suikast ile öldürüldüler. Halifelik hususunda da Ali ile
çekişildi. Deriz ki: Korkunun güvene çevrilmesi kapsamına Ölümden herhangi bir
şekilde emin olup, esenliğe kavuşmak girmemektedir. Ali'nin savaşlara
katılması ise güvenliği ortadan kaldırmış değildir. Ayrıca savaşın söz konusu
olmaması güvenliğin bir şartı da değildir. Güvenliğin şartı sadece
insanın'kendi isteği ile kendisine hakim ola-bilmesidir. Peygamber (sav)ın
Mekke'de ashabının durumunda olmamasıdır.
Daha sonra sözlerinin
sonunda şunları söylemektedir: İşin gerçeği şu ki, onlar (Mekke'de) yenik
düşürülmüş iken galip oldular. Takib altında iken, kendileri takib eden
oldular. İşte bu, güvenlik ve güç sahibi olmanın en ileri derecesidir.
Derim ki: Bu durum
sadece dört halifeye has değildir ki, âyetin umumu ile yankzca onların
kastedildiği söylenebilsin. Aksine bu hususta bütün muhacirler hatta başkaları
dahi onlarla ortaktır. Nitekim Kureyşliler, Uhud ve başka savaşlarda özellikle
de Hendek'te müslümanlara hücum ederek gelmişlerdi. Öyle ki yüce Allah onların
hepsi hakkında şu buyruklarla haber vermektedir: "Hani onlar size hem
üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. O vakit gözler yerinden kaymış,
yürekler de gırtlaklara varmıştı. Allah hakkında da türlü zanlarda
bulunuyordunuz. İşte orada mü'minler imtihan edilmiş ve şiddetli şekilde
sarsılmışlardı." (el-Ahzâb, 33/10) Daha sonra yüce Allah, kâfirleri
herhangi bir hayra nail olmaksızın gerisin geri çevirdi, mü'minlere güvenlik
verdi. Onlara kâfirlerin topraklarını, ülkelerini ve mallarım miras verdi.
İşte yüce Allah'ın:
"Andolsun ki, onları da muhakkak yeryüzünde halife yapacak" buyruğu
ile kastedilen budur. "Oalardan öncekileri halife yaptığı gibi"
buyruğunda da kastedilenler İsrailoğullandır. Zira yüce Allah Mısır'daki
zorbaları helak etmiş ve onların topraklarını ve ülkelerini İsrailoğul-larına
miras vermişti. Bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zaafa
uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına
da mirasçı kıldık.1' (el-A'râf, 7/137)
İşte aslıab-ı kiram da
böylece zaafa uğratılmış (mustaz'af) ve korku içerisinde idiler. Daha sonra
yüce Allah, onlara güvenlik verdi, onlara iktidar verdi ve onları yöneticiler
kıldı. Böylelikle âyet-i kerîmenin herhangi bir tahsis söz konusu olmaksızın
genel olarak Muhammed (sav)ın ümmeti hakkında umumi olduğu ortaya çıkmaktadır.
Zira tahsis (genelin özelleştirilmesi) ancak kendisine teslimiyetle boyun
eğilmesi gereken kimseden gelen bir haber ile olur. Bilinen aslî kaide ise
(tahsis söz konusu olmadıkça) umuma ya-pışılması gerektiğidir.
Rasûluliah (sav)dan
onların korkularının daha sonra güvenlik ile değiştirilmesi manasını ifade
eden hadisler de gelmiş bulunmaktadır. Ashabı kendisine: İçinde güvenlik
duyacağımız ve silâhı elden bırakacağımız bir gün görecek miyiz? deyince, o
şöyle buyurdu: "Fazla bir zaman geçmeden sizden herhangi bir kimse pek
büyük bir kalabalık arasında üzerinde silah bulunmaksızın oturacağı zaman gelecektir.
(Pek yakındır)."[466]
Yine Peygamber (sav)
şöyle buyurmaktadır: "Allah'a andolsun ki Allah bu işi tamamlayacaktır, O
kadar ki süvari, San'a'dan, Hadramevt'e kadar yol alacak da ancak Allah'tan ve
kurdun koyunlarına saldıracağından korkacaktır. Fakat sizler acele
ediyorsunuz." Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivayet etmiştir.[467]
Tıpkı Rasûlullah (sav)ın haber verdiği gibi olmuştur.
O halde bu âyet-i
kerime peygamberlik mucizelerinden birisidir, zira ileride olacakları haber
vermektedir ve (böyle) olmuştur.
"Andolsun ki,
onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak" buyruğu ile ilgili iki
görüş vardır. Birinci görüşe göre, buradan kasıt, Mekke topraklarıdır. Çünkü
muhacirler yüce Allah'tan bunu istediler, onlara İsrailoğul-lanna vaad olunduğu
gibi vaa dol undu. Bu anlamdaki açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.
İkinci görüşe göre,
kasıt; Arap ve Acemlerin topraklandır. İbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan budur.
Çünkü Mekke toprakları muhacirlere haram kılınmıştır. Peygamber (sav) da şöyle
buyurmuştur: "Fakat zavallı Sa'd b. Havle..." Rasûlullah (sav) bu
sözleriyle Sa'd b. Havle'nin Mekke'de ölmesini üzüntüyle karşıladığını ifade
ediyordu.[468]
Yine Sahih(-i
Buhârî)de şöyle buyurmuştur: "Muhacir, hac ibadetinin gereklerini yerine
getirdikten sonra, Mekke'de üç gün kalır. "[469]
"Andolsun ki,
onları da... halife kılacak" buyruğundaki "lâm" gizli bir
kasemin (yeminin) cevabıdır, çünkü vaad bir sözdür. Bu ifadenin takdiri şu
şekildedir: Allah, iman edip salih amel işleyenlere dedi ki: Allah'a an dolsun
ki onları yeryüzünde halifelik makamına getirecektir ve onları oranın
hükümdarları (ve emniyet içerisinde yaşayan) sakinleri kılacaktır.
"Onlardan
Öncekileri halife yaptığı gibi" buyruğunda kastedilenler
îs-railoğullarıdır. O, Mısır ve Şam'daki zorbaları helak etti, onların yurtlarını
topraklarını onlara miras olarak verdi.
"Halife yaptığı
gibi" buyruğu genel olarak "te" ve "lâm" harfleri
üstün olarak okunmuştur. Buna sebep ise "vaadetti" ile "andolsım
ki, onları da muhakkak halife kılacak" buyruklarıdır. İsa b. Ömer, Ebube-kir
ile el-Mufaddal'ın kendisinden rivayetine göre Âsim ise "te" harfini
ötre-li, "lam" harfini esreli meçhul fiil olarak ("halife
kılındıkları gibi" anlamında) okumuşlardır.
"Kendileri için
seçip beğendiği dinlerini onlar için İktidar yapacak"
buyruğunda sözü edilen
din, İslâm dinidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve size din
olarak İslâm'ı beğenip seçtim." (el-Mâide, 5/3) Bu buyruğa dair
açıklamalar daha Önceden (el-Mâide, 5/3. âyet, 25- başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Suleym b. Âmir,
el-Mikdâd b. el-Esved'den şöyle dediğini rivayet eder: Ra-sûlullah (sav)ı şöyle
buyururken dinledim: "Yeryüzünde ne kadar taştan ya da kerpiçten bir ev
varsa, mutlaka Allah o evin içine İslâm sözünü ya aziz bir kimsenin izzetiyle
ya da zelil bir kimsenin zilletiyle mutlaka sokacaktır. Onların izzetiyle
girerse, o kimseleri İslâm sözünün ehli kılar. Zilletiyle girerse, o söze
boyun eğip, itaat ederler. "[470] Bu
hadisi el-Mâverdî: Yeryüzünden kasıt Arap ve Acem topraklarıdır, diyenlerin
görüşlerinin bir delili olarak zikretmektedir ki, bu da az önce geçtiği üzere
bu husustaki ikinci görüşün ifadesidir.
"lannı...
çevirecektir" buyruğunu İbn Muhaysın, İbn Kesir, Ya'kub ve Ebubekr; (Jjjl)
kökünden gelen bir fiil olarak şeddesiz okumuştur. el-Hasen'İn kıraati ve Ebu
Hatim'in tercihi budur. Diğerleri ise; ( Ji )den gelen bir fiil olarak şeddeli
okumuşlardır. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur, çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de çokça
kullanılan kip budur. Nitekim yüce Allah: "Allah'm sözlerinde asla
değiştirme olmaz." (Yunus, 10/64); "Biz, bir âyeti diğer bir âyetin
yerine getirip değiştirdiğimizde..." (en-Nahl, 16/101) buyruklarında ve
benzerlerinde hep bu kipler kullanılmıştır. Bu ise iki ayrı söyleyiştir.
en-Nehhâs der ki:
Muhammed b, el-Cehm, el-Feirâ'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Âsim İle
el-A'meş "...larını...çevirecektir" buyruğunu şeddeli okumuşlardır.
Ancak bu Âsım'dan gelen yanlış bir rivayettir. Bundan sonra yine bundan daha
ağır bir yanlışlığı söz konusu etmektedir ki o da diğerlerinin de bu kelimeyi
tahfif ile (şeddesiz) okuduklarını nakletmiş olmasıdır. en-Nehhâs der ki: Ahmed
b. Yahya'nın iddiasına göre şeddeli okumak ile şed-desiz okumak arasında bir
fark bulunmaktadır ve şeddeli okuyuşun anlamı: Değiştirmektir, olur. Şeddesiz
ve (mazisi hemzeli) okuyuş ise izale etmek ve bir şeyin yerine başkasını koymak
demektir. en-Nehhâs dedi ki: Bu doğru bir açıklamadır, nitekim benim için bu
dirhemi değiştir diye (hemzeli ve şeddesiz olarak fiili) kullandığımız
takdirde bunu izaie et (benden al) ve bana başkasını ver, demek isteriz.
Bununla birlikte şeddeli olarak da kullanıldığı vakit değiştirmek manasını
ifade eder. Şu kadar var ki, bunların biri diğerinin yerine
kullanılabilmektedir. Onun sözünü ettiği şekil ise, daha çok kullanılır. Buna
dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/56. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. İbrahim (a.s) Sûresi'nde de
şeddeli kullanımın bir şeyin bizzat kendisini izale etmek anlamına geldiğine
dair sünnetten delili de kaydetmiş bulunuyoruz. Bu hususu orada tetkik
edebilirsiniz. (İbrahim, 14/48-52. âyetlerin tefsiri). "Rabbimi-zin bize
onun yerine, ondan hayırlısını değiştirmesi (vermesi) umulur." (el-Kalem,
68/32) buyruğunda "değiştirme" anlamını veren fiil hem şeddeli, hem
de şeddesiz okunmuştur.
"Bana... ibadet
etsinler" buyruğu hal konumundadır. Yani onlar Allah'a ihlâsla ibadet
ettikleri halde.,. Bununla birlikte onlara övgü üslûbunda yeni bir cümle
olması da mümkündür. (Mealde olduğu gibi)
"Bana hiçbir şeyi
ortak koşmaksızın" buyruğu ile ilgili olarak dört görüş vardır:
1- Benden
başka hiçbir ilâha ibadet etmezler. Bu görüşü en-Nekkaş nak-Ietmiştir.
2- Hiçbir
kimseye karşı, Bana ibadetlerinde riyakârlık yapmazlar.
3- Benden başkasından korkmazlar. Bu da İbn
Abbas'ın açıklamasıdır.
4- Benden
başkasını sevmezler. Bu da Mücahİd'in açıklamasıdır.
"Bundan sonra
artık kim kâfir olursa" yani bu nimetleri inkâr ederse, görüldüğü gibi
burada nimetlere karşı nankörlük kastedilmektedir. Çünkü daha sonra yüce Allah:
"Onlar fâsıkların tâ kendileridir" diye buyurmaktadır. Allah'ı inkâr
eden kâfir ise, bu nimetlerden önce de, bu nimetlerden sonra da fâsık bir
kimsedir.
[471]
56. Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Rasûle itaat edin ki rahmete kavuşturulanınız.
Bu buyruk daha önceden
(54. âyet-i kerîmede) geçmiş bulunmaktadır. Burada ibadet emrini de te'kid
olmak üzere tekrarlamıştır.
[472]
57. Sakın
kâfirlerin yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacağı
yer ateştir. O ne kötü bir dönüş yeridir.
"Sakın kâfirlerin
yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma!" buyruğu Peygamber
(sav)a bir teselli ve İlâhî yardımın geleceğine dair bir vaad-dir.
Genel olarak
"Sakın... sanma" şeklinde hitab olarak "te" ile okumuşlardır.
Ancak İbn Âmir, Hamza ve Ebu Hayve ise "ya" ile okumuşlardır. Yani,
sakın kâfirlerin kendileri yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sanmasın.
Çünkü "sanma" fiili iki mef ûle geçiş yapar. ez-Zeccac'ın görüşü budur.
el-Ferrâ ve Ebu Ali de şöyle demişlerdir: Bu durumda fiilin Peygamber (sav)a
ait olması da mümkündür. Yani sakın Muhammed, kâfirlerin yeryüzünde âciz
bırakacaklarını sanmasın. Buna göre "Ier" birinci meful, "Âciz
bırakacaklarını" ifadesi de ikinci meful olmaktadır. Birinci görüşe göre
ise "kâfirler" anlamındaki kelime fail, "kendilerini"
anlamındaki kelime de birinci meful dür ve bu (âyet-i kerîmede)
hazfedilmiştir. "Âciz bırakacaklarını" anlamındaki kelimede ikinci
meful olur.
en-Nehhas dedi ki: Ben
ister Basralı, ister Kûfeli olsun Arap dili bilginleri arasında Hamza'nın
kıraatinin hatalı olduğunu söylemeyen bir kimse bilmiyorum. Çünkü onların
kimisi bu kıraat lahndir, çünkü o "sanma" anlamındaki fiilin sadece
bir tek mefulünü getirmektedir, der. Bunu söyleyenlerden birisi de Ebu
Hâtim'dir. el-Ferrâ der ki: Bu zayıftır, ancak zayıf demekle birlikte birinci mefûlün
hazfedilmiş olması şartıyla caiz kabul etmektedir ki, bunu da açıklamış
bulunuyoruz. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı bu kıraat hakkında şöyle
derken dinledim: "Kâfirler" nasb mahallinde olur. (Devamla) dedi ki:
Buyruğun anlamı da şöyle olur: Sakın kâfir, kâfir olanların yeryüzünde âciz
bırakacaklarını zannetmesin.
Derim ki: Bu da
el-Ferrâ ve Ebu Ali'nin açıklamalarına uygun düşmektedir. Ancak onların
açıklamalarına göre fail Peygamber (sav)dır. Bu açıklamaya göre ise fail
kâfirdir. "Âciz bırakacaklarını" ise elinden kurtulacaklarını...
anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/34. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Onların varacağı
yer ateştir. O ne kötü bîr dönüş yeridir." Onların dönecekleri yer pek
kötü olacaktır,
[473]
58. Ey iman
edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız,
sizden üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz
olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra... Bunlar sizin elbisesiz
olabileceğiniz üç vakittir. Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yoktur, onlara
da. Onlar da yanınıza girip çıkarlar, herbiriniz de diğerinin yanına girip
çıkar. Allah âyetleri size böyle açıklar. Allah çok iyi bilendir, Hakîm'dİr.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
sekiz başlık halinde sunacağız:
[474]
İlim adamları derler
ki: Bu âyet-i kerîme hâsstır, bundan önceki âyet-i kerîme ise umumîdir. Zira
yüce Allah orada: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin
alıp o ev halkına selâm vermeden girmeyin" (en-Nur, 24/27) diye
buyurmaktadır. Daha sonra yüce Allah burada hitabı tah-sîs ederek, şöyle
buyurmaktadır: "Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler... sizden üç defe
izin İstesinler." Bu âyet-i kerîme İle özetlikle izin isteyen bazı
kimseleri söz konusu etmektedir. Aynı şekilde birinci âyet-i kerîmede zaman
itibariyle bütün zamanları umumi olarak kapsamaktadır. Bu âyet-i kerîmede ise
bir takım vakitler özellikle söz konusu edilmiştir. Bu vakitler içerisinde
ister köle, ister cariye, ister çirkin, ister güzel görünümlü olsun ancak izin
istedikten sonra girebilecektir.
Mukatil dedi ki:
Âyet-i kerîme Mersed kızı Esma hakkında nazil olmuştur. Onun bulunduğu yere yaşlıca
olan kölesi girmişti. Rasûlullah (sav)a bundan şikayetçi olunca, bu âyet-i
kerîme nazil eldu. Âyetin iniş sebebinin Mudlic'in, Ömer (r.a)ın yanına girmesi
olduğu da söylenmiştir ki, ileride gelecektir.
[475]
Yüce Allah'ın:
"Sizden Üç defa tein İstesinler" buyruğu ile kimlerin kastedildiği
hususunda İlim adamlarının attı ayrı görüşü vardır:
1- Âyet-i
kerîme neshe dil mistir. Bu görüş İbnu'l-Müseyyeb ve İbn Cübeyr'e aittir.
2- İzin
isteme menduptur, ancak vacib değildir. Bu görüş, Ebu Kılâbe'ye aittir. O:
Onların iyilikleri açısından bu emir kendilerine verilmiştir, demektedir.
3- Bundan
kasıt kadınlardır. Bu görüş de Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî'nin görüşüdür.
4- İbn Ömer:
Bu âyet-i kerîme kadınlar hakkında değil de erkekler hakkındadır, demiştir. Bu
da dördüncü görüştür.
5- Bu
önceleri vacib idi. Zira ne kilitleri, ne de kapılan vardı. Eğer aynı durum söz
konusu olursa, yine vacib olan İzin isteme hükmü söz konusu olur. Bu açıklamayı
da el-Mehdevî, îbn Abbas'tan nakletmektedir.
6- Bu âyet-i
kerîme muhkemdir, farzdır, sabittir. Erkekler hakkında da, kadınlar hakkında
da.
İlim ehlinin çoğunluğu
bu görüştedir. el-Kasım, Câbir b. Zeyd ve eş-Şa'bî de bunlar arasındadır. En
zayıf görüş ise es-Sülemî'nin görüşüdür. Zira; "...ler" Arap dilinde
kadınlar için kullanılmaz. Kadınlar için bunun yerine; kullanılır. Kıyas ve
re'y sahipleri İbn Ömer'in görüşünü güzel kabul etmektedirler.
Çünkü; Arap dilinde
erkekler hakkında kullanılır. Her ne kadar kadınlar da onlarla birlikte buyruğun
kapsamına girebiliyor ise de bu bir de-3i 1 ile olabilir. İfade ise zahiri
üzere kabul edilir. Şu kadar var ki bu görüşün isnadında Leys b. Ebi Süleym
vardır,[476]
İbn Abbas'ın görüşüne
gelince, bunu Ebu Davud, Ubeydullah b. Ebi Ye-zid'den rivayet etmektedir, Buna
göre Ubeydullah, İbn Abbas'ı şöyle derken dinlemiş: Bir âyet var ki insanların
çoğu onun gereğini emretmemektedirier. Bu izin isteme âyetidir. Ben şu cariyeme
dahi emrediyorum, o da yanıma girmek için izin ister. Ebu Davud dedi ki: Atâ
bunu bu şekilde İbn Abbas'tan "onuCn gereğini) emreder" lafzı İle
rivayet etmiştir.[477]
İkrime'nin rivayetine
göre Iraklılardan bir grub: Ey İbn Abbas dediler. Bize izin alma emri verilen
fakat kimsenin kendisi ile amel etmediği şu âyet-i kerîme hakkındaki görüşün
nedir? Aziz ve celil olan Allah'ın: "Ey iman edenler! Sağ ellerinizin
sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız, sizden üç defa izin
istesinler. Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz
vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin elbisesiz olabileceğiniz üç
vakittir. Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yoktur, onlara da. Onlar da
yanınıza girip, çıkarlar..." diye buyurmaktadır. Ebû Dâvûd dedi ki:
el-Ka'nebî buyruğu; "Allahçok iyi bilendir, Hakimdir" buy ruğuna
kadar okudu, îbn Abbas dedi ki: "Şüphesiz Allah Halîm'dir, mü'nıin-lere
karşı çok merhametlidir ve O, ayıp hallerin görülmemesini (setri) sever.
İnsanların evlerinin ne perdeleri, ne de başkalarına karşı örten örtüleri vardı.
Bazen hizmetçi ya da çocuk, yahut kişinin himayesindeki yetim bir kız, adamın
yanına o ailesi üzerinde iken girebiliyordu. Allah onlara bu elbisesiz
olunabilecek vakitlerde izin istemelerini emretti. Yüce Allah böylelikle onlara
bu gibi hallerinin, başkalarının görmesine karşı korunmasını ve hayrı getirdi.
Ondan sonra da bununla (gereğince) amel eden kimseyi görmedim. "[478]
Derim ki: Bu güze! bir
metindir. Said'in ve İbn Cübeyr'in görüşlerini reddetmektedir. Çünkü burada
âyetin nesh olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Ancak bu âyetin indiği
zaman belli bir hal vardı, sonradan bu hal ortadan kalktı. Eğer benzeri hal
tekrar görülecek olursa, hükmü aynen bakidir. Hatta hükmü bugün için çöllerde,
sahralarda ve benzeri yerlerde müs-lümanlann meskenlerinin bir çoğu hakkında
sabittir. Vekî', Süfyan'dan, o Musa b. Ebi Âişe'den, onun da eş-Şa'bî'den
rivayetine göre yüce Allah'ın: "Ey iman edenleri Sağ ellerinizin sahip
olduğu kimseler... Sizden irç defa izin İstesinler" âyeti hakkında
eş-Şa'bî: Mensuh değildir, demiştir. Ben de: Ama insanlar gereğince amel
etmiyorlar, deyince: Buna karşı Allah'ın yardımını taleb ederiz, dedi.
[479]
Kimi ilim adamı şöyle
demektedir: Üç defa izin istemek yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Sağ
ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız sizden üç
defe izin istesinler" buyruğundan alınmıştır. Bu ilim adamı der ki: Bu
buyrukla yüce Allah, üç defa izin istemeyi kastetmiştir. Bu buyruk Kur'ân-ı
Kerîm'de kölelerle, çocuklar hakkında vârid olmuştur. Ra-sûlullah (sav)in
sünneti ise herkes hakkında umumîdir.
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Bu ilim adamının bu kabilden söylediklerinin her ne kadar açıklanabilir bir
tarafı varsa da kendisinin istidlal ettiği şekilde bu âyetin tefsirinde ilim
adamlarının yaptıkları açıklamalar arasında bilinen böyle bir görüş yoktur.
İlim adamlarının çoğunluğunun "üç defa" buyruğu hakkında
söylediklerinden kasıt, üç vakitte izin alsınlar şeklinde olduğudur. Bu
görüşlerinin doğruluğuna da bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın bu üç vakti
zikrederek: "Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz
vakit ve yatsı namazından sonra" buyruğu delil teşkil etmektedir.
[480]
Yüce Allah, bu âyet-i
kerîme ile kullarını edeblendirmekte ve kölelerin -onların giriş çıkışlarına
aldmlmadığı için- ve henüz ergenleşmemiş olmakla birlikte açılmanın ve benzeri
hallerin ne demek olduğunu kavrayacak yaştaki çocukların sözü edilen bu üç
vakitte yakınlarının odalarına girecekleri zamanda izin almalarını isteyerek
edeblendirmektedir. Bu üç vakitlerde insanlar adeten açılırlar ve elbisesiz
bulunurlar. Fecirden önceki zaman, uykunun bittiği vakittir. Artık uyku
elbiseleri çıkartılır, gündüz elbiseleri giyilir. Öğle sıcağında istirahate
çekilme zamanı da, aynı şekilde elbiselerin çıkartılacağı bir vakittir. Çünkü
bu vakitte gündüzün tşığı parlak, harareti şiddet-1 lidir. Yatsı namazından
sonrası da uyumak için elbiselerin çıkarılacağı vakittir. İşte bu üç vakitte
insanlar çoğunlukla açık bulunabilirler.
Rivayete göre
Rasûlullah (sav) ensardan Müdlic diye anılan bir köleyi Ömer b. el-Hattab'a onu
çağırmak üzere öğle vakti göndermişti. Uyumakta olduğunu ve üzerinde kapıyı
kapatmış olduğunu gördü. Köle kapıyı çaldı, ona seslenip içeri girdi. Ömer
(r.a) uyanınca oturdu ve avreti kısmen acıtınca şöyle dedi; Yüce Allah'ın
oğullarımıza, kadınlarımıza, hizmetçilerimize bu saatlerde izin almadan
girmelerini yasaklamış olmasını ne kadar da arzu ederdim. Daha sonra Rasûlullah
(sav)ın huzuruna vardığında bu âyet-i kerîmenin inmiş olduğunu gördü. Yüce
Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapandı.[481]
Halbuki bu âyet-i
kerîme Mekki'dİr.
[482]
Yüce Allah'ın:
"Ve sizden baliğ olmayanlarınız" buyruğu, sizden hür olup da henüz
ergenlik çağına gelmemiş olanlar kastedilmektir. Bu açıklamayı Mü-cahid
yapmıştır. Nakledildiğine göre İsmail b. İshak şöyle dermiş: Sağ ellerinizin
sahip olduğu kimseler arasından henüz ergenlik yaşına gelmemiş olanlar sizden
izin istesinler. Buna göre ifade de takdim ve te'hir vardır. Âyet-i kerîme de
cariyeler hakkındadır.
Cumhur "el-hulum
(baliğ olmak)" kelimesini İâm" harfi ötreli okumuştur. el-Hasen b.
Ebi'l-Hasen ise bunu sakin olarak (el-hulm şeklinde) okumuştur. Buna sebeb ise
ötrenin telaffuzunun ağırlığıdır. Ebu Amr da bu okuyuşu güzel bulurdu.
"Üç defa"
kelimesi zarf olarak nasbedümtştir. Çünkü onlara üç defa izin istemeleri
emredilmemiştir, onlara üç durumda İzin istemeleri emredilmiştir.
"Üç" lafzındaki zarf oluşu "sabah namazından önce, öğle vaktinde
elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra" buyruğu
açıklamaktadır. Bunun manası daha önceden geçmiş bulunmaktadır, yoksa her
seferinde üç defa izin istemek vacib değildir.
"Bunlar sizin
elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir" buyruğunu yedi kıraat imamının
çoğunluğu "üç" anlamındaki kelimeyi ref ile okumuşlardır. Ancak
Hamza, el-Kisaî ve Âsim'dan Ebubekir yüce Allah'ın; "üç defa"
buyruğundaki zarftan bedel olmak üzere nasb ile okumuştur. Ebu Hatim der ki:
Burada nasb ile okuyuş zayıf ve merduttur. el-Ferrâ ise: Merfû' okuyuşu daha
çok severim demiş ve şöyle devam etmiştir: Merfû' okuyuşu tercih edişimin
sebebi şudur: Burada mana bu üç hal elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir,
şeklindedir.
el-Kisaî'ye göre ise
merfû' olması mübtedâ olduğu içindir. Ona göre haber sonraki ifadelerdir. O
buyruğun aid olduğu görüşünü (daha önce geçen "üç defa" ile ilgili
olduğunu) kabul etmeyerek açıktan açığa bunun mübte-dâ olduğunu ifade etmiş ve
şöyle demiştir. "Avretler" kelimesi kişinin avretinin açık
olabileceği zaman demektir. Ancak o burada "üç" kelimesini nasb ile
okumuştur.
Nasb hakkında da iki
görüş vardır; Birincisine göre bu daha önce geçen "üç defe" buyruğu
İle alâkalıdır. el-Ferrâ'mn bunu uzak bir ihtimal görmesinin sebebi de budur.
ez-Zeccâc ise şöyle
demektedir: Yani; ""Elbisesiz olabileceğiniz üç vakitte sizden izin
istesinler" anlamında olup burada mu-zaf hazfedilmiş, muzafun-ileyh de
onun yerine geçirilmiştir.
"Elbisesiz
olunacak vakitler" kelimesi, in çoğuludur. Bu türden kelimelerin sahih
olanları (illetli harfi bulunmayanları) çoğulu "fe'alât" şeklinde
-ayn harfi üstün olarak- gelir. "Çanak, çanaklar" ve benzerlerinde
olduğu gibi. İlletli olan kelimelerde ise ayn (kelimenin mücerred halinin
ikinci harfi)i sakin kultanırlar, "Yumurta, yumurtalar" gibi. Çünkü
ikinci harf (olan "ya")in üstün ojarak okunması illetli olduğundan
dolayı söz konusu değildir. Şairin şu beyi tinde üstün okumak ise istisnaîdir:
"O yumurtalar
aahibi, gider ve gelir,
Omuzları sıvazlarken o
şefkatlidir, dolaşır durur."
[483]
"Bu üç vakitten
sonra size de bîr vebal yoktur, onlara da." Yani sizler üstünüz, başınız
açık bulunsa dahi, izin almadan bulunduğunuz yere girebilirler.
"Girip,
çıkarlar" buyruğu "onlar girip çıkarlar" anlamındadır, el-Ferrâ
der ki: Bu konuşma esnasında; Onlar sizin hizmetçilerinizdir, yanınıza girip
çıkarlar, demek gibidir. Bu kelimenin nasb İle okunmasını el-Ferrâ caiz kabul
etmektedir. Çünkü bu kelime nekredir. Buna karşılık "üzerinize"
lafzın-daki zamir ise marifedir. Basralılar ise "üzerinize" ve
"birbirinizeBki iki zamirden -âmillerin farklılığı dolayısıyla- hal
olmasını caiz kabul etmemektedirler. Çünkü "aklı başında iki kişi olan
Zeyd'e uğradım ve Amr'ın yanında konakladım" anlamında olmak üzere ve
"aklı başında iki kişi" anlamındaki kelime
Zeyd ile Amr'ın sıfatı
olmak üzere; demek uygun değildir. Buna göre "onlar da yanınıza girip
çıkarlar" buyruğu onlar yanınıza girip çıkarlar, siz de onların yanına
girip çıkarsınız, anlamındadır, Peygamber efendimizin kedi hakkındaki: "o
sizin üzerinize girip çıkanlardandır"[484]
hadisinde bu lafız geçmektedir.
Yüce Allah bu buyrukta
açık bulunabileceğimiz üç vakitte izinsiz girmelerini yasaklamış
bulunmaktadır. Çünkü "avret" kelimesi aslında karşısında engel
bulunmayan herşey demektir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten evlerimiz avrettir
(korumasızdır)" (el-Ahzab, 33/13) buyruğunda da bu lafız kullanılmıştır
ki, oraya girmek kolaydır, anlamındadır. Yüce Allah izin istemeyi gerektiren
sebebi de açıklamaktadır ki, bu da açık olunabilecek halde kişinin ailesiyle
başbaşa olması halidir. Buna göre, bu enirin yerine getirilmesi kaçınılmaz bir
hal almakta ve bu buyruğun neshi imkânsız olmaktadır
Daha sonra yüce Allah
şu buyruğu ile (diğer vakitlerde) izin istememenin vebalini kaldırmaktadır:
"Bu üç vakitten sonra size de vebal yoktur, onlara da. Onlar da yanınıza
girip çıkarlar, herbirlniz de diğerinin yanına girip çıkar." Yani kiminiz,
kiminizin yanına girip çıkar.
"Allah, âyetleri
size böyle açıklar" buyruğundaki; "Böylece" lafzındaki
"kef" harfi nasb konumundadır. Yani yüce Allah, kendisine nasıl
ibadet edileceğine delâlet eden âyetleri sizlere bu gibi hususları açıkça beyan
ettiği gibi, beyan etmektedir.
"Allah, çok İyi
bilendir, Hakİm'dİr" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara,
2/32. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[485]
Yüce Allah:
"Yatsı namazından sonra" buyruğunda "salâtu'l-işâ'"den
kasıt, el-ateme (gecenin kararma vakü) namazıdır. Müslim'in, Sahih'inde Abdullah
b. Ömer (r.a)ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav)ı şöyle
buyururken dinledim: "Sakın Bedevi Araplar, namazınızın adı hususunda size
galip gelmesinler. Şunu biliniz ki bunun adı "ej-işâ"'dır. Onlar ise
(bu vakitte) develeri sebebiyle karanlıkta bulunurlar." Diğer rivayette de
şöyle
denilmektedir: "(Bu vaktin adı)
Allah'ın Kitabında işâdır. Onlar (Bedevi Araplar) develeri bu karanlık vakitte
sağarlar. "[486]
Buhârî'de de, Ebu
Berze'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber
(sav)ın işâ' (yatsı namazını)yı te'hir ettiği olurdu.[487]
Enes de der ki:
Peygamber (sav) yatsı (işâ') namazını geciktirdi.[488]
Bu ilk İsa'ya delâlet
etmektedir. Sahih'te de: O namazı kıldt, yani ikindi namazını iki işâ' vakti
olan akşam ile yatsı arasında kıldı.
[489]
Muvatta'da ve
başkalarında şöyle denilmektedir: Eğer onlar ateme (yatsı) namazı ile sabah
namazında neler olduğunu bilselerdi, emekleyerek dahi olsa bu namazlara
gelirlerdi.[490]
Müslim'in, Sahih'inde
de Câbir b. Semura'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav)
namazları sizin namazınıza yakın bir şekilde kılardı. Ancak yatsı namazını
(el-ateme) sizin bu vakiti kıldığınızdan bir parça daha sonra kılardı ve o
namazı hafifletirdi.[491]
Ebubekr İbnu'l-Arabî
der ki: Bu haberler birbirleriyle tearuz (çatışma) halindedir. Tarih
itibariyle bunların hangisinin önce, hangisinin sonra olduğu bilinmemektedir.
Peygamber (sav)ın akşam namazına işa' demeyi, işa' (yatsı) namazına da ateme
demeyi yasakladığı sabittir. Ashab'ın -diğerleri bir tarafa- görüşlerinden
bunu reddeden bir görüş bulunmamaktadır. İbn Ömer de şöyle derdi: Ateme namazı
diyen günahkâr olur. İbnu'l-Kasim dedi ki: Malik dedi ki: Yüce Allah'ın;
"Yatsı (el-işa1) namazından sonra" buyruğunda yüce Allah bu namaza
işa' adını vermektedir. Peygamber (sav) da bu namaza yüce Allah'ın verdiği
ismin verilerek anılmasını güzel görmüştür. Kişi bunu aile halkına ve
çocuklarına öğretmelidir. (Yatsı namazı kastedilerek) ateme, ancak bunu
(İşâ'yı) anlamayan kimseye hitab ederken kullanılabilir. Hassan br Sabit şöyle
demiştir:
"Hâlâ orada
teselli eden. olurdu,
Oranın meraları
arasında develer ve koyunlar,
Sen bırak bunu ama
söyle bana, yatsı vakti gittikten sonra,
Uykumu kaçıran bir
hayale karşı kim bana yardım edebilir?"
Şöyle de
açıklanmıştır: Buradaki yasak yatsı namazına "ateme" adını veren Bedevi
Araplara uymayı yasaklamayı ihtiva eder. Bunun sebebi de yüce Allah'ın bu
namaza Kitab-ı Kerîm'inde vermiş olduğu ismin terkedilme-mesidir. Çünkü O:
"Yatsı (el-işâ') namazından sonra" diye buyurmaktadır. Sanki bu
buyruklardaki yasaklama, evlâ olanı gösteren bir nehiy mahiyetindedir, yoksa
haramhk ifade eden bir nehy değildir; yatsı namazına "el-ateme" adtnı
vermenin caiz olmayacağı anlamında değildir. Nitekim Peygamber (sav)ın bu
namaza "el-ateme" adını verdiğinin de sabit olduğu görülmektedir.
Ebubekir ve Ömer (r,a) da bu namaza, bu ismin verilmesini mubah görmüşlerdir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bunun yasaklanış sebebi, bu şekildeki şerefli ve dini bir
ibadete dünyevî bir işin adı olan o ismin kullanılışından insanları uzaklaştırmaktır.
Bu ise Bedevi Arapların o vakitte "el-ateme" adım verdikleri süt
sağma işidir. Peygamber (sav)ınr "Çünkü develerin sağılması o akşam vaktinde
olur" ifadesi buna tanıklık etmektedir.
[492]
İbn Mace, Sünen'inde
şu rivayeti zikretmektedir: Bize Osman b. Ebi Şey-be anlattı: Bize İsmail b.
Ayyaş, Umâre b. Gaziyye'den anlattı: Umâre, Enes b. Malik'ten, onun Ömer b,
el-Hattab'dan rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyururmuşr "Kim, kırk
gece yatsı namazının ilk rek'atini kaçırmadan cemaatle kılacak olursa, bu sebeb
dolayısıyla yüce Allah, onun İçin cehennem ateşinden azadlık yazar."[493]
Müslim'in,
Sahih'indeki rivayete göre Osman b. Affan (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Kim yatsı namazını cemaatle kılacak olursa, gecenin
yarısını namaz kılmış gibi olur. Kim de sabah namazını cemaatle birlikte
kılarsa, o da gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur."[494]
Dârakutnî de
Sünen'inde şu rivayeti kaydetmektedir: Sübey1 ya da Tubey', Ka'b'dan dedi ki:
Kim güzelce abdest alır, son işâ'yı (yatsıyı) kılar, ondan sonra da dört rek'at
kılıp bunların rükû' ve sucudlarını mükemmel yapar, bu rek'atlerde neler
okuduğunu (manasını) bilirse, bunlar onun için Kadir gecesi seviyesinde olur.[495]
59. Sizden
olan çocuklar, baliğ olduklarında kendilerinden öncekiler İzin istedikleri
gibi, onlar da izin istesinler. Allah, size âyetlerini böyle açıklar.
AllahAlîm'dir, Hakîmdir.
Bulûğ" kelimesini
el-Hasen "lam" harfini sakin okumuş, damme-yi ağırlığı dolayısıyla
hazfetmiştir.
Buyruğun anlamı şudur:
Çocuklar sözü'geçen üç vakitte izin istemekle em-rolunmuşlardır. Önceden de
belirttiğimiz gibi bunun dışındaki vakitlerde ise izin istememek onlara
mubahtır. Daha sonra yüce Allah bu âyet-i kerîmede eğer bulûğa ermişlerse, her
vakit İzin istemek hususunda erkeklerin hükmünde olmalarını emretmektedir. Bu
da yüce Allah'ın hükümlerini beyânı, helâl ve haramı izahı kabilindendir.
Yüce Allah:
"Onlar da izin istesinler" diye buyurmakta ama "sizden izin
istesinler" diye buyurmamaktadır. Halbuki bir önceki âyet-i kerîme'de:
"Sizden... izin istesinler" diye buyurmuştur, çünkü çocuklar muhatab
da değildirler, emirleri yerine getirmek suretiyle ibadet etmeleri de
istenmemiştir.
İbn Cüreyc dedi ki:
Ben Ataya: "Sizden olan çocuklar baliğ olduklarında... izin
İstesinler" diye buyurulmaktadır, dedim, dedi ki: Ergenlik yaşına
geldikleri takdirde ister hür, ister köle olsunlar insanların izin istemeleri
icab eder.
Ebu İshak el-Fezârî
dedi kî: Ben el-Evzaî'ye: İzin istemesi gereken çocuğun sının nedir? diye sordum.
O: Dört yaş, dedi. Bu yaştaki çocuk izin istemedikçe bir kadının yanına
giremez. ez-Zührî de böyle demiştir: Yani adam. annesinin yanına girmek için
izin ister. İşte bu âyet-i kerîme böyle bir husus hakkında nâzîl olmuştur.
[496]
60. Nikâh
ümidi kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar İçin, süslerini göstermemek
şartıyla, rubalarını bırakmakta onlar üzerine vebal yoktur. Bununla beraber
iffet etmeleri onlar İçin hayırlıdır. Allah, çok iyi İşitendir, çok iyi
bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[497]
"Yaşlanıp oturmuş
kadınlar" buyruğunda geçen; "Yaşlanıp, oturmuşlar" lafzının
tekili, sonunda "te" harfi olmaksızın: şeklinde gelir. Bu
"te" harfinin hazfi bu oturmanın yaşlılık dolayısıyla olduğuna
delâlet etmesi içindir. Nitekim; "Hamile kadın" lafzında da "he
(yuvarlak te)"nin hazfı, yükünün hamilelik dolayısıyla olduğuna delâlet
etmesi içindir. Şair de şöyle demektedir:
Şayet onun karnındaki,
kadınlar arasında olsaydı hamile kalırlardı; Oturan kadınlar kısır iseler
de..."
Bunun dışındaki
sebepler dolayısıyla oturan kadın hakkında ise; "Evinde oturan kadın"
denilir ve he (yuvarlak te) harfi ile; "Sırtı üzerinde yük taşıyan
kadın" denilir.
"el-Kavâid"
aynı zamanda evin temeli demektir. Bunun da tekili "he"li olarak;
şeklinde gelir.
[498]
"Yaşlanıp oturmuş
kadınlar (el-kavâid)" yaşlan dolayısıyla herhangi bir iş yapamadığından
dolayı yerinde oturup kalan, çocuk doğuramayan, ay halinden kesilmiş, acuze
kadınlar kastedilir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Rabîa şöyle demektedir:
Bu göründüğü zaman yaşlılığından dolayı kendisinden hoşlanılmayan kadındır. Ebu
Ubeyde de der ki: Bunlar çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş kadınlardır. Ancak bu
uygun bir açıklama değildir. Çünkü kadın çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş
olmakla birlikte, ondan kadın olarak yararlanmak mümkün olabilir. Bu açıklamayı
el-Mehde-vî yapmıştır.
[499]
Yüce Allah'ın:
"Nikâh ümidi kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar İçin süslerini
göstermemek şartıyla rubalarını bırakmakta, onlar üzerine vebal yoktur"
buyruğunda özellikle yaşlanmış kadınlar hakkında bu hükmü söz konusu etmesi,
nefislerin onlara meyledecek halde olmamalarından dolayıdır. Çünkü erkeklerin
onlara karşı bir arzuları olmaz. Dolayısıyla bu gibi kadınlara başkalarına
mubah olmayan şeyler mubah kılınmış ve kendileri için yorucu bir özellik
arzeden tesettüre ileri derecede riâyet külfeti üzerlerinden kaldırılmıştır.
[500]
İbn Mes'ud, Ubeyy ve
İbn Abbas "rubalarını bırakmakta..." anlamındaki buyruğu; şeklinde;
ziyadesi ile okumuşlardır.
İbn Abbas dedi kî:
Burada kasıt cilbâbdır. Yine İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre "Cilbablarından
(rubalanndan)" diye okuduğu da rivayet edilmiştir. Araplar da yaşı
ilerlemiş, bundan dolayı da üzerine başörtüsü almayan kadın için; derler.
Bazıları da şöyle
demektedir: Burada söz konusu edilen kadınlar evlenme ümidi kalmamış, oldukça
yaşlanmış olanlardır. Böyle bir kadının saçının görülmesinde bir mahzur yoktur.
Buna göre böyle bir kadının başörtüsünü almaması caizdir. Ancak sahih olan,
tesettüre riâyet hususunda böyle bir kadının da, genç bir kadın gibi
olduğudur. Şu kadar var ki, bu şekilde yaşlı bir kadın gömleğin ve başörtüsünün
üzerine konulan cilbâbı almaması mümkündür, Bu açıklamayı da İbn Mes'ud, İbn
Cübeyr ve başkaları yapmıştır.
[501]
"Süslerini
göstermemek şartıyla" buyruğu, kendilerine bakılsın diye zînetlerini açığa
çıkarmaksızın ve süslenmeye kalkışmaksizm çünkü böylesi en çirkin ve haktan en
uzak bir işdir.
Teberruc"
süslenmek, açılmak ve gözlere açık vaziyette görülmek demektir. "Yüksek
burçlar" ile; " Semaların ve surların burçları" tabiri de
buradan gelmekte olup, onları örtecek herhangi bir perde ve engelin olmaması
demektir.
Aİşe (r.anhâ)ya: Ey
mü'minlerin annesi! Kına yakmak, gerdanlık, küpe, halhal, altın yüzük ve ince
elbiseler hakkında ne dersin? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Ey kadınlar
topluluğu! Hepinizin durumu birinizin durumu gibidir. Allah, sizden görmeleri
haram olan bir şeyi görmek, helâl olmayan kimselerin karşısında süslerinizi
göstermemek şartıyla zîneti size helâl kilmiştır.[502]
Atâ dedi ki: Bu evlerindeki
hükmü ifade eder, dışarı çıktığı takdirde üzerinden cilbabını bırakması helâl
değildir. Bu açıklamaya göre "süslerini göstermemek şartıyla"
ifadesi, evlerinden çıkmamak şartıyla anlamında olur. Buna göre de: Eğer evinde
bulunuyor ise entarisinin üzerinde mutlak bir cilbab giyinmelidir, demek
gerekmez. Çünkü böyle bir şeyi kabul etmek uzak bir ihtimaldir, ancak bulunduğu
yere yabancı (nâmahrem) birisinin girmesi hali müstesnadır.
Daha sonra yüce Allah
hepsinin kendilerini koruyarak tesettüre riayet etmelerinin, üst elbiselerini
çıkarmayıp iffetli hareket ederek genç kadınların yaptıklarını yapmalarının,
kendileri İçin daha faziletli ve hayırlı olduğunu söz konusu etmektedir.
İbn Mes'ud,
"İffet etmeleri" anlamındaki buyruğu; şeklinde; "ya" harfi
ile "te" harfleri arasında "sin" bulunmaksızın okumuştur.
Diğer taraftan şöyle
denilmiştir: Kadının vücudunun çizgilerini gösterecek şekilde ince elbiseler
giymesi, süslenmesi kabilindendir. Sahth(-i Müslim), Ebu Hureyre'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İki sınıf
insan vardır ki bunlar cehennem ehlindendir. Henüz onları görmüyorum.
(Bunların) bir kesimi ile birlikte tıpkı sığır kuyruklarını andıran kamçılar
bulunur. Onlarla insanları döverler. (Diğerleri ise) giyimli fakat çıplak,
kendilerine meylettiren ve kendileri de meyleden, başlan yan yatmış deve
hörgüçlerini andıran kadınlardır. Bu kadınlar cennete girmeyecekler, kokusunu
dahi almayacaklardır. Şüphesiz cennetin kokusu şu kadar, şu kadar mesafeden
alınır. "[503]
İbnul-Arabîdedi ki:
Peygamber (sav)ın onları giyimli olarak değerlendirmesi, üzerlerinde elbise
bulunacağındandır. Çıplak olarak nitelendirmesi ise, elbise ince olduğu
takdirde onların niteliklerini ortaya çıkarmasından, güzelliklerini açığa
vurmasındandır, bu ise haramdır.
Derim ki; Bu, bu
hususta ilim adamlarının yaptıkları iki yorumdan birisidir. İkincisine
gelince, onlar elbiseleri bakımından giyimlidirler fakat şanı yüce Allah'ın
hakkında; "Takva elbisesine gelince, o daha hayırlıdır." (el-A'raf,
7/26) diye buyurduğu takva elbisesi açısından da çıplaktırlar. Bu kabilden
olmak üzere şu beyitleri de nakletmektedirler:
"Eğer kişi takva
elbisesini giymeyecek olursa, O giyimli olsa bile çıplak olarak gider, gelir.
Kişinin giydiği en hayırlı elbise Rabbine itaattir, Hayır yoktur, Rabbine âai
olan kimsede."
Müslim'in, Sahih'İnde
Ebu Said el-Hudrînin şöyle dediği kaydedilmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu
ki: "Uykuda olduğum sırada insanların bana ar-zedildiklerini gördüm.
Onların üzerlerinde gömlekler vardı. Kimisi memelere kadar ulaşmış, kimisi
bundan daha yukarıda, Ömer b. el-Hattab geçti, üzerinde eteklerini yerden
çektiği uzunca bir gömlek vardı." (Ashab): Bunu ne ile te'vil ettin, ey
Allah'ın Rasûlü? diye sordular. Peygamber: "Din" diye buyurdu.[504]
Peygamber (sav)ın
gömleği dine bağlılık diye yorumlaması yüce Allah'ın: "Tiıkvâ elbisesine
gelince, o daha hayırlıdır." (el-A'râf, 7/26) buyruğundan alınmadır.
Araplar da fazilet ve iffetten kinaye yoluyla "elbise" diye söz ederler.
Nitekim bir şair şöyle demektedir:
"Avfoğullarının
elbisesi tertemizdir ve kirden, pastan uzaktır."
Peygamber (sav), Osman
(r.a)'a şöyle demiştir "Şüphesiz Allah sana bir gömlek giydirecektir, eğer
senden o gömleği sıyırıp çıkarmanı isteyecek olurlarsa, sakın çıkarma. "[505]
Burada da Peygamber (sav) halifelikten "gömlek" diye söz etmiştir
ki, bu da bilinen ve güzel bir istiaredir.
Derim ki: Bu yorum
konu ile ilgili iki yorumun sahih olanıdır. Bu dönemde onlara yakışan yorum da
budur. Özellikle genç kadınlar için bu böyledir, çünkü onlar süslenmekte ve
süslerini açığa vurdukları halde dışarı çıkmaktadırlar. Onlar elbiseleri
itibariyle giyimlidirler, fakat gerçekte takva bakımından çıplaktırlar. Hem
zahiren, hem batınen. Çünkü kadın zînetini açığa vurmakta ve kendisine kimlerin
baktığına aldırmamaktadir. Hatta onların gözettikleri maksat dahi budur, bu
onların açıkça görülen bir halleridir. Eğer onlarda takvadan bir eser
bulunsaydı, asla böyle bir şey yapmazlar ve hiç kimse oralarda kimin olduğunu
dahi farketmezdi. Bu yorumu pekiştiren hususlardan birisi de hadisin geri
kalan bölümünde onların nitelikleri ile ilgili söz konusu edilen şu sözlerdir:
"Başları yan yatmış deve hörgüçlerini andırır." Hadiste sözü edilen
"el-buht" adındaki deve türü oldukça iri yarı bir deve çeşididir,
hörgüçleri de pek büyüktür. Onların başlarını bu develerin hörgüç-lerine
benzetmesinin sebebi, bunların saçların örüklerini başlarının ortalarında
kaldırıp toplamalarından dolayıdır, Bu, görülen ve bilinen bir husustur. Onlara
bakan bir kimse de elbette kınanır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur:
'Ben, benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne ter-ketmiş
değilim." Bu hadisi Buhâri rivayet etmiştir.[506]
61. Gözü
görmeyen için bir sorumluluk yoktur. Topala sorumluluk yoktur, hastanın da bir
sorumluluğu yoktur. Kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden, analarınızın
evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeşlerinizin evlerinden,
amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden
yahut teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz
kimselerin veya dostlarınızın evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca
yoktur ve sizin İçin topluca veya ayrı ayrı yemenizde de vebal yoktur. Ne
zaman ki, bu evlere girerseniz, kendinize Allah tarafından mübarek ve pek güzel
bir selâm olmak üzere selâm veriniz. Allah size akıl edesiniz diye âyetleri
böyle açıklıyor.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
[507]
"Gözü görmeyen
için bir sorumluluk yoktur..." diye başlayan yüce Allah'ın buyruğu ile
ilgili olarak ilim adamlarının farklı sekiz ayrı görüşü vardır. Bu görüşlerin
en kabule değer olanları da üç tanedir: Mensûhtur, nâsıh-tir, muhkemdir. Şimdi
bu üç görüşü ele alalım:
1- Bu âyet-i
kerîme -yüce Allah'ın: "Kendievlerinizden..." buyruğundan itibaren
âyetin sonuna kadar- mensûhtur. Bu görüş Abdu'r-Rahman b. Zeyd'e aittir. O
şöyle demektedir: Bu, artık ardı arkası kesilmiş bir uygulamadır. Çünkü
İslâm'ın ilk dönemlerinde kapılannın kilitleri yoktu. Kapılar üzerinde perde
gerilirdi. Kimi zaman bir adam gelir, aç olduğu için evde kimse de olmadığı
halde içeri girerdi. Yüce Allah böyle bir evin yemeğinden yemeyi mubah
kılmıştır. Daha sonra evlere kilit vurulmaya başlandı. Artık kimseye bu
kilitleri açmak helâl değildir. Dolayısıyla bu durum geride kaldı ve ardı arkası
kesildi. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Hiçbir kimse bir başkasına
ait bir davarı onun izni olmadıkça sağmasın."[508] Bu
hadisi hadis
imamları rivayet etmiştir.
2- Ayet-İ
Kerîme nâsihtir. Bunu da bir grub ilim adamı söylemiştir. Ali b. Ebi Talha, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şanı yüce Allah: "Ey iman
edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (en-Nisa, 4/29)
âyetini indirince, müslümanlar: Yüce Allah, bizlere mallarımızı aramızda bâtıl
yollarla yememizi yasaklamış bulunuyor. Şüphesiz ki yenilecek bir şey, malların
en faziletlisidir. O bakımdan bizden herhangi birisinin bir başkasının yamnda
yemek yemesi helâl olamaz, diyerek insanlar başkalarının yemeklerini yemekten
uzak durdu. Bunun üzerine yüce Allah: "Gözü görmeyen İçin bir sorumluluk
yoktur... ya da anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin...
evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur" âyetini indirdi.
Devamla dedi ki: İşte burada sözü edilen kişi, bir başkasının bakılması, çekip
çevrilmesi gereken işlerini görmekle görevlendirilen kişidir.
Derim ki: Burada sözü
edilen Ali b. Ebi Talha, Haşimoğullarının mevlâ-sı (azadlısı)dır. Şam'da
yerleşmiştir, künyesi Ebu'l-Hasen'dİr. Ebu Muhammed olduğu da söylenmiştir.
Babası Ebu Talha'nın adı da Salim'dir. Onun tefsir ile ilgili rivayetleri
eleştirilmiştir. İbn Abbas'ı görmediği söylenir,[509]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Âyet-i
Kerîme muhkemdir. Sözlerine uyulan ilim ehli bir topluluk bu görüştedir. Said
b. el-Müseyyeb, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud bunlar arasındadır.
ez-Zührî'nin, Urve'den, onun da Âişe (r.anhâ)dan rivayetine göre şöyle
demiştir: Müslümanlar Rasûlullah (sav) ile birlikte topluca savaşa çtkarlar.
Anahtarlarını da aralarında kötürüm olan kimselere bırakır ve şöyle derlerdi:
İhtiyacınız olursa, yiyebilirsiniz. Ancak bunlar: Onlar bize bu yemekleri gönül
hoşluğu ile helâl kılmadılar, diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah da:
"Kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden... yemenizde size de bir
sakınca yoktur" âyetini sonuna kadar indirdi.[510]
en-Nehhâs dedi ki:
"Hep birlikte sefere çıkıyorlardı..." hep beraber gazaya
çıkıyorlardı, demekti[511]
en-Nehhâs (devamla)
dedi kir Bu görüş âyet-i kerîme hakkında yapılmış rivayetlerin en
değerlilerindendir. Çünkü bu görüşte ashab ile tabiîn tarafından âyet-i
kerîmenin muayyen bir şey hakkında indiği tayin edilmektedir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bu, (âyet-i kerîme ile) uygunluk arzeden bir görüştür, çünkü kötürümler cihada
çıkan sahabilerle birlikte çıkmayıp geri kalıyorlar, çıkanların da mallan
onların elinde bulunuyordu. Ancak yüce Allah'ın: "Ya da anahtarlarını
elinizde bulundurduğunuz kimselerin..." buyruğu zaten bunu
gerektirmektedir. O halde bu görüş oldukça uzak bir ihtimal olarak görülmektedir.
Ancak tercih edilen şöyle demek olmalıdır: Yüce Allah, görmenin şart olduğu
yükümlülüklerde gözleri görmeyenden vebali kaldırdığı gibi, yürümenin teklifte
bir şart olduğu ve topallık ile birlikte istenen fiillerin yapılmasına imkân
bulunmadığı hallerde de topaldan sorumluluğu kaldırmıştır. Hastadan da
yükümlülüğünün düşmesinde etkili olan hususların sorumluluğu kaldırılmıştır.
Oruç, namazın şartları, rükünleri, cihad vb. gibi. Daha sonra da açıklamak
üzere şöyle buyurmaktadır: Kendi evlerinizden,.. yemenizde size de bir sakınca
yoktur. İşte bu doğru bir anlamdır, apaçık ve faydalı bir tefsirdir. Şeriat ve
akıl da bunu desteklemektedir. Âyetin tefsirinde ayrıca bir nakle de gerek
yoktur.
Derim ki: İbn Atîyye
de buna İşaret ederek şöyle demektedir: Âyetin zahiri ve şeriatın emri şunu
göstermektedir ki; boylelerinden mecburiyetten yapamadıkları fakat niyetleri o
işi en kâmil manada yapmak olduğu halde, mazeretleri sebebiyle daha eksiğini
yapmak durumunda kaldıkları bütün hususlarda sorumluluk ve veballeri
kaldırılmıştır. Bu gibi hallerde onlara sorumluluk yoktur. Sorumluluk (harec)
hakkında söylenenler ise, bundan sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir:
[512]
İbn Zeyd dedi ki: Buradaki
"zorluk" gazadaki zorluktur. Yani böylelerinin gazadan geri
kalmalarında bir vebal yoktur. Yüce Allah'ın: "Kendi evlerinizden... size
de bir sakınca yoktur" buyruğu mana itibariyle öncekilerden kopuktur,
onlarla ilgisi yoktur.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Âyet-i Kerîme tümüyle yemek ile ilgili hususlara dairdir. Bu kesim
devamla şöyle demektedir: Muhamtned (sav) pey-ga.nber gönderilmeden önce
Araplarla Medine'de bulunanlar çeşitli hastalıklara mübtelâ kimselerle
birlikte yemek yemekten uzak kalırlardı. Onlardan kimisi bu İşi gözleri
görmeyen kimsenin eli raslgele yerlere değdiğinden, topal bir kimse
gelişîgüzet oturduğundan, hasta olan bir kimse koktuğundan ve rahatsızlığından
dolayı bu gibi kimselerle yemek yemekten tiksinir ve uzak kalırlardı, Ancak bu
cahili bir ahlâktır ve kibirliliktir. İşte bu âyet-i kerîme bu hususta uyarıcı
olmak üzere nazil olmuştur.
Mazeret ve rahatsızlık
sahibi olmayan kimselerden bazıları da bu işi çekinmek ve sakınmak kastıyla
yaparlardı. Çünkü bu mazeret sahipleri yemek hususunda sağlıklı kimselere göre
daha geri idiler. Zira âmâ olan kimsenin gözleri görmüyor, topal olan bir kimse
kalabalığa karışamıyor, hasta ise zayıf bir kimsedir. O bakımdan âyet-i kerîme
onlarla birlikte yemek yemeyi mii-bah kılmak üzere nazil olmuştur.
ez-Zehravînin
Kitabında İbn Abbas'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Bu gibi özür sahipleri,
özürleri dolayısıyla insanlarla birlikte yemek yemekten çekindiler, Bunun
üzerine bu âyet-i kerime onlara yemek yemeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.
Denildiğine göre bir
kimse bu gibi özürlülerden birisini evine götürüp de orada yiyecek bir şey
bulamadı mı, onu alır akrabalarından birisinin evine götürürdü. Bu özür
sahipleri bundan çekindiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
[513]
"Kendi
evinizden... size de bir sakınca yoktur" buyruğu yeni bir söz başlangıcıdır.
Ey insanlar sizin için de vebal yoktur, demektir. Ancak muhatab olan ile
muhatab olmayan bir arada bulunduğundan dolayı İfadenin düzgün olması açısından
muhatab tağlîb edilmiştir. Yüce Allah, yakın akrabaların evlerini söz konusu
etmekle birlikte, oğulların evleri bu arada söz konusu edilmemiştir.
Müfessirler derler ki: Oğulların evleri yüce Allah'ın: "Kendi evlerinizden"
buyruğunun kapsamına girmesi dolayısıyla ayrıca söz konusu edilmemiştir. Çünkü
kişinin oğlunun evi, kendi evidir. Hadis-i şerifte de: "Sen de, malın da
babana aitsiniz" denilmiştir.[514]
Diğer taraftan burada çocuklar söz konusu, edilmeden akrabalar söz konusu
edilmiştir.
en-Nehhâs da şöyle
demektedir: Bazılan bu görüşe itiraz ederek şöyle demişlerdir: Bu yüce
Allah'ın Kitabına karşı bir tahakkümdür, fakat zahiren daha uygun olanı oğlun
burada sözü edilenlerden farklı olmamasıdır. Zira Peygamber (sav)dan rivayet
edilen; "Sen de, malın da babana aitsiniz" buyruğunu delil
göstermek, pek kuvvetli değildir. Çünkü bu hadis oldukça zayıftır. Sahih olsa
bile bunda delil olacak bir taraf yoktur. Zira Peygamber (sav) orada sözü
geçen muhatabın malının babasına ait olduğunu öğretmiş bulunuyor. Hadisin
anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen babana aitsin, "malın
da" ibaresi yeni bir cümle başlangıcı olup maiınsa senindir, anlamındadır.
Bunu katî ojarak ortaya koyan delil ise, baba ile oğul arasında mirasçı-lısın
söz konusu olmasıdır.
et-Tirmizî el-Hakîm de
şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: "Kendi evlerinizden... yemek yemenizde
size de bîr sakınca yoktur" buyruğunun izahı şöyledir: Sanki burada
sizin, akrabalarınızın ve çocuklarınızın bulunduğu meskenler demek İstemiş
gibidir. Bu durumda aile halkının ve çocukların orada onlara ait bir takım
eşyası olur. Mesken sahibi olan bu adam da bu hususta bazı şeyleri onların
istifadesine sunmuştur. Böyle bir durumda o yiyecek şeylerden, onlarla beraber
yemesinde bir mahzur yoktur. Yahut kocanın ve çocuğun orada kendilerine ait ve
kendi mülkleri olan bir takım şeyler bulunabilir. Bu hususta da onun için bir
vebal söz konusu değildir.
[515]
"Babalarınızın
erlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşlerinizin
evlerinden,
kızkardeslerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın
evlerinden, dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden..."
buyruğu ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: Onla-nn bu hususta
izinlerinin olması halinde söz konusudur. Başkaları da şöyle demektedir: İster
izin versinler, ister izin vermesinler kişi yiyebilir. Çünkü aralarındaki
akrabalık onlar tarafından verilen bir izin demektir. Bunun böyle olmasının
sebebi, aradaki akrabalığın bir şefkat meydana getirmesi ve bu şefkat sebebiyle
onlara ait herhangi bir şeyi yemelerini gönül hoşluğuy-la karşılayarak
öğrenmeleri halinde bundan dolayı sevinmeleridir.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Yüce Allah, bizlere eğer yemek çok ve insanlara ikram edilen bir durumda ise,
izin almaksızın nesep cihetiyle akrabalardan yemek yemeyi mubah kılmıştır.
Şayet bu yemek alıkonulmuş ve bir yerlerde saklanmış ise, onu almak onlara
caiz değildir. Alıkonulup saklananlara kadar uzanmaları caiz olmaz. Aynı
şekilde yenilmeyen şeylere el uzatmaları da. İsterse alıkonulup saklanan bir
şey olmasa dahi, onların izni alınmadıkça ona el uzatılmaz.
[516]
"Ya da
anahtarlarını elinde bulundurduğunuz kimselerin... evlerinden yemek yemenizde
size de bir sakınca yoktur" buyruğu sizin yığıp biriktirdiğiniz ve
tasarrufunuzun altında bulunan şeyler, demektir. Bunun büyük çoğunluğu da,
kişinin kendi evinde ve kendisinin kilitleyip anahtarını yanında bulundurduğu
şeyler hakkında sözkonusudur. ed-Dahhak, Katade ve Mü-cahid'in te'vili budur.
Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre âyetin kapsamına vekiller, köleler ve
ücretle çalıştırılanlar girmektedir. İbn Abbas dedi ki: Bununla kişinin
arazisindeki kâhyası, malının hazinedarı kastedilmektedir. Böyle bir kimsenin
yönetmekten sorumlu olduğu şeylerden yemesi caizdir.
Ma'mer, Katade'den, o
İkrime'den şöyle dediğini zikretmektedir: Kişi anahtara sahip oldu mu,
hazinedar demektir. O bakımdan onun az bir şeyler yemesinde bir sakınca yoktur.
İbnu'l-Arabî der ki:
Hazinedarın anbarda biriktirilen şeylerden yeme hakkı icmâ' ile kabul
edilmiştir. Bu, onun belirli bir ücretini almaması halinde böyledir. Şayet
hazinedarlığı karşılığında bir ücret alıyor ise, ondan yemesi onun için haram
olur.
Said b. Cübeyr,
"elinizde bulundurduğunuz" anlamındaki buyruğu; şeklinde
"mim" harfini ötreli, "lam" harfini şeddeli ve esreli
olarak okumuştur (ki, siz'n elinize teslim edilen, mülkiyetinize verilen
anlamına gelir.) Aynı şekilde "anahtarlar" kelimesini "te"
ile "hâ" arasına bir "ye" koyarak; şeklinde,
"Anahtar" kelimesinin çoğulu olarak okumuştur ki, buna dair
açıklamalar daha önceden el-En'ânı suresinde (6/59-âyet, 1.başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Katade de tekil
olarak; "Anahtarını" diye okumuştur.
İbn Abbas dedi ki:
Âyet-i Kerîme el-Hâris b. Amr hakkında nazil olmuştur. O Rasûlullah (sav) ile
birlikte gazaya çıkmış, geriye Malik b. Zeyd'i de aile halkım gözetmek üzere
vekil tayin etmişti. Geri döndüğünde Malik'İn maddi bakımdan çok sıkıntı
çekmekte olduğunu görünce halini sordu, onun: Senin iznin olmadan, senin
yiyeceklerinden yemekten çekindim, demesi üzerine yüce Allah bu âyet-i
kerîmeyi inzal buyurdu.
[517]
Yüce Allah'ın:
"Veya dostlarınızın'' buyruğundakt "es-sadîk" kelimesi (aslında
tekil olmakla birlikte) çoğul anlamındadır. "el-Aduw: Düşman" kelimesi
de böyledir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Benim düşmamm-
dır." (eş-Şuarâ,
26/77) Şair Cerir de şöyle demektedir:
"Onlar aşkı
çağırdılar, sonra ok attılar kalplerimize, düşmanların oklarıyla, Kendileri
ise, arkadaştırlar.[518]
Sadîk (arkadaş, dost):
Sana sevgisinde samimi olan, senin de kendisine samimiyetle sevgi duyduğun
kimsedir.
Bu buyruğun, yüce
Allah'ın; "Peygamberin evlerine sizin için yemeğe izin verilmeden
girmeyin" (el-Ahzâb, 33/53) buyruğu ile: "Eğer oralarda kimse
bulamazsanız... oralara asla girmeyin." (en-Nur, 24/28) buyruğu ve Peygamber
(sav)tn: "Müslüman bir kimsenin malı onun gönül hoşluğu ile olmadıkça
(başkasına) helâl olmaz"[519]
buyruğu ile neshedilmiştir. Bu buyruğun muhkem olduğu da söylenmiştir, daha
sahih olan da budur. Muhammed b. Sevr'in naklettiğine göre Ma'mer şöyle demiş:
Katade'nin evine girdim, orada taze hurma buldum, ondan yemeğe koyuldum. O, bu
ne oluyor, dedi. Ben de: Senin evinde taze hurma buldum ve ben de yedim
deyince, iyi yaptın, dedi. Yüce Allah: "Veya dostlarınızın
evlerinden..." diye buyurmuştur.
Abdu'r-Rezzak,
Ma'mer'den, onun da Katade'den naklettiğine göre Kata-de yüce Allah'ın;
"Veya dostlarınızın evlerinden" buyruğu hakkında şöyle dediğini
nakletmektedir: Arkadaşının evine (gerek duymadığın için) onun iznini sormadan
girecek oiursan, bunda bir mahzur yoktur. Ma'mer der ki: Ben Katade'ye: Şu
testiden içeyim mi, diye sordum. O da sen benim arka-daştmsın, bu izin İstemek de
ne oluyor, dedi.
Peygamber (sav) da
Beyrahâ diye adlandırılan Ebu Talha'ya ait bahçeye giriyor ve -ilim
adamlarımızın dediklerine göre- oradaki tatlı sudan onun iznini İstemeden
İçiyordu. Halbuki bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız: Su yer
sahiplerinin mülkiyetindedir, görüşündedirler. Arkadaşın izni olmaksızın
suyundan içmek caiz olduğuna göre, onun meyvesinden, yiyeceğinden de
arkadaşının bu hususu o yenilen şeyin önemsizliği ve pek kıymetli olmayışı
dolayısıyla -ya da aralarındaki sevgi sebebiyle- gönül hoşluğu ile
karşılayacağını bildiği takdirde, izinsiz yemesi caiz olur.
Um Haram'ın, Peygamber
(sav)a yanında uyuduğu sırada yemek yedirmesi de bu kabildendir. Çünkü
çoğunlukla görülen şu ki: Evde bulunan yemek erkeğe aittir, hanımı ise bu
yemekte ariyet yoluyla tasarrufta bulunur. Bütün bunlar, yemekten beraberinde
götürmemesi, bu yemekleri yemekle kendi malını korumak maksadını gütmemesi ve
az miktarda olup, pek önemsenmeyecek türden olması, halinde böyledir.
[520]
Yüce Allah, bu âyet-i
kerîmede dost ve arkadaşı bağı sağlam, katıksız akrabalık ile birlikte söz
konusu etmektedir. Çünkü sevgi yakınlığı da oldukla s:kı bir bağdır.
en-Nekkaş'ın Kitabı'nda kaydedildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Dost
bağı, akrabalık bağından daha sıkıdır. Nitekim cehennemlikler şöylece imdat
isteyeceklerdir: "Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur, candan
bir dostumuz da yok." (eş-Şuarâ, 26/100-101)
Derim ki: İşte bundan
dolayı bizim mezhebimize göre tıpkı akrabanın, akraba lehine şahitliği caiz
olmadığı gibi, dostun da dostu lehine şahitliği caiz değildir. Buna dair
açıklamalar ve bunun sebebi en-Nisâ Sûresi'nde (4/135. âyet, 2. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır. Bir darb-ı meselde de şöyle denilmektedir: Kardeşini mi
daha çok seversin, yoksa arkadaşını mı? Arkadaşım olması halinde kardeşimi.
[521]
Yüce Allah'ın:
"Ve sizin topluca veya ayrı ayrı yemenizde de vebal yoktur"
buyruğunun Leys b. Bekroğullan hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bunlar
Kinâneoğullarına mensup bir koldur. Onlardan herhangi bir kimse tek başına
yemek yemez ve kendisiyle beraber yemek yiyecek birisini buluncaya kadar
günlerce aç beki ermiş. Şairlerden birisinin şu beyiti de bu türdendir:
"Sen bir yemek
yaptm mı onu (benimle) yiyecek birisini ara, Çünkü ben tek başıma yemek
yemem."
İbn Atİyye dedi ki:
Onlarda bu uygulama, İbrahim (sav)dan miras kalmıştı. O da tek başına yemek
yemezdi.
Kimi Arapların
misafiri oldu mu ancak misafiri ile birlikte yemek yer. Onunla yemek yeyinceye
kadar kendisi hiçbir şey yemezdi. Bu âyet-İ kerîme yemek yeme sünnetini
açıklamak üzere nazil oldu. Buna muhalif Arap-larda görülen her türlü
uygulamayı da ortadan kaldırıp Araplarca haram kabul edilen tek başına yemek
yemeyi mubah kılmaktadır. Çünkü Araplar bu hususta erdemli bir ahlâka doğru
gitmek isterken, bu hükme bağlılık konusunda aşırıya kaçmışlardır. Elbetteki
beraber yemek yiyecek birisini bulundurmak güzel bir şeydir. Şu kadar var ki
tek başına yemek yemeyi de haram görmemek gerekir.
[522]
Yüce Allah'ın:
"Topluca veya ayrı ayrı" anlamındaki buyrukta; "Topluca"
kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. "Ayrı ayrı" kelimesi de;
in çoğuludur, bu da
ayrılmak anlamına bir mastardır. Topluluk dağıldı anlamında; denilir.
Buhârî, Sahih'inde
şöyle bir başlık açmıştır: "Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur,
topala sorumluluk yoktur, hastanın da bir sorumluluğu yoktur" âyeti ile
yolcuların beraberlerindeki azıktan bir araya toplamaları ve bir arada yemek
yemeleri.[523]
İlim adamlarımızın
söylediklerine göre; bu babtaki maksadı, yemek hususunda halleri farklı olsa
dahi topluca yemek yemenin mubah olduğuna dikkat çekmektir. Peygamber (sav) bu
hususu uygun görmüş, bundan dolayı bu, yolcuların beraberlerinde bulunan
azıkları ortaya koymaları, ziyafetler ve yolculuk esnasında herkesin azığını
çıkarması ve yemeğe çağırılan topluluklarda uygulanagelen bir sünnet olmuştur.
Bir kimse, eğer emanet olarak yahut akrabalık veya arkadaşlık dolayısıyla bir
başkasının anahtarlarını elinde bulunduruyor ise, ister arkadaşı ile birlikte
olsun, ister akrabası ile birlikte olsun, yalnız başına olsun oradan
yiyebilir.
(Buharı'nin açtığı
başlıkta geçen): "en-Nihd" kelimesi arkadaşların kendi aralarında
harcamak kastıyla belli bir miktarda topladıkları mal ya da yiyecektir. Bu
şekilde davrananlar hakkında; Azıklarını topladılar" denilir. Bu
açıklamalar (Halil b. Ahmed'in) "el-Ayn" adlı eserinden nakledilmiştir.
İbn Düreyd de der ki: Bu kabilden olmak üzere; "Kendi aralarında
paylaştılar ve herkes payına düşeni ortaya koydu" denilir. el-He-revî de
şöyle demektedir: el-Hasen'in (zikrettiği) bir hadisinde şöyle denilmektedir:
"Beraberinizdeki azığı çıkartınız, bu bereketi daha bir arttırır,
ahlâkınızı daha bir güzelleştirir."[524]
Hadiste geçen "en-nihd" arkadaşların yolculuk ya da başka bir halde
harcamalarını eşit olarak paylaştırmaları demektir. Araplar: -Nun harfi esreli
olarak: Nihdini çıkart! derler.
el-Mühelleb der ki:
Nihd, yemeği yiyen kimseler tarafından herkes eşit yesin diye konulmaz. Herkes
yiyebildiği kadarını yer ve bazen bir kişi diğerinden daha fazla yiyebilir.
Böyte bir uygulamayı
terketmenin vera' bakımından daha uygun olduğu söylenmiştir. Eğer arkadaşlar
hergün aralarından birisinin yemeğini yemek üzere toplanıyor iseler, bu nihd
uygulamasından daha güzeldir. Çünkü onların nihd uygulamasına başvurmaları
ancak herkes kendi malını yesin diyedir, bu maksatla bir araya gelirler. Diğer
taraftan onlardan birisi kendi malından daha az yerken, başkası da kendi
getirdiği maldan daha fazlasını yiyebilir. Fakat bir gün birisinin yanında,
öbür gün bir diğerinin yanında şartsız olarak bulunacak olurlarsa,
birbirlerinin misafirleri olurlar. Misafir de kendisinin önüne getirilenden
(ikram edenin) gönül hoşluğu ile yer.
Eyyub es-Sahtiyânî der
ki: Nihd uygulaması şu şekildeydi: Bir topluluk yolculukta bulunur, onlardan
birisi daha erken eve varır. Bir davar keser, yemek hazırlar, sonra da onlann
yanına varır. Daha sonra yine tekrar daha önce evine varır, aynı şeyi yapar.
Bunun Ü2erine şöyle dediler: Senin bu yaptığının bir benzerini hepimiz yapmak
isteriz. Gelin biz kendi aramızda belli bir husus üzerinde anlaşalım ve bu
konuda kimimiz, kimimize daha faziletli olmasın. Bunun üzerine aralarında nihd
denilen uygulamayı anlaşarak tesbit ettiler. Salih kimseler birbirleriyle
nihdleştiklerinde onlann en faziletli olardan diğer arkadaşlarının önlerine
getirdiklerinden daha fazlasını getirmenin yolunu arardı. Şayet böyle bir hali
bilecek olurlarsa, onun bu uygulamasına razı olmayacak iseler, o takdirde
onlardan habersiz bu işi gizlice yapardı.
[525]
Yüce Allah'ın:
"Ne zaman ki bu evlere girerseniz, kendinize Allah tarafından mübarek ve
pek güzel bir selâm olmak üzere selâm veriniz. Allah size aktl edesiniz diye
âyetleri böyle açıklıyor" buyruğu ile ilgili olarak te'vil alimleri hangi
evlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbrahim en-Nehaî
ve el-Hasen bu buyruk ile mescidlerİ kastetmiştir, derler. Yani sizler orada
sizin gibi bulunan kimselere selam veriniz. Şayet mescid-lerde kimse bulunmuyor
ise, o takdirde kişi: es-Selâmu alâ Rasûlillah (Allah Rasûlüne selâm olsun)
diyerek selam verir. Melekleri kastederek: es-Selâmu aleykum der, de
söylenmiştir. Sonra da: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn (selâm
bizlere ve Allah'ın salih kullarına) der.
Abdu'r-Rezzak şu
rivayeti kaydeder: Bize Ma'mer, Amr b. Dinar'dan haber verdi. O İbn Abbas
(r.a)dan; yüce Allah'ın: "Ne zaman ki bu evlere girerseniz, kendinize...
selâm veriniz" buyruğu ile ilgili olarak dedi ki: Mescide girdiğin
takdirde: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, de.
Bir başka görüşe göre
burada evlerden kasıt, mesken olarak kullanılan evlerdir. Yani siz kendi
kendinize selâm veriniz. Câbir b. Abdullah ve yine İbn Abbas ile Atâ b. Ebi
Rebah bu görüştedirler ve şöyle derler: Kişi mesken olarak kullanılmayan evlere
girdiği takdirde kendi kendisine: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn
diyerek selâm verir.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Buyruğun bütün evler hakkında umumî olduğu sa-
hih olan görüştür.
Bunu belli bir takım evlere tahsis etmenin delili yoktur. Buyrukta ifadenin
mutlak olarak gelmesi, bu umumî ifadenin kapsamına ister başkasına ait olsun,
ister kendisine ait olsun her evin girmesi içindir. Kişi, önceden de geçtiği
üzere başkasına ait olan bir eve girecek olursa izin ister. Kendisine ait eve
girecek olursa, haberde vârid olduğu üzere selâm verir ve: es-Selâmu aleynâ ve
alâ İbadillahi's-salihîn der. Bu görüş İbn Ömer'e aittir. Bu şekilde selâm
vermek evin boş olması halindedir, eğer orada aile halkı, hizmetçileri varsa,
bu sefer: es-Selamu aleykum, demelidir. Şayet girdiği yer bir mescid ise o
takdirde es-selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, desin. İbn Ömer, boş ev
hakkında da böyle demiştir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Benim tercih ettiğim görüşe gelince, şayet ev boş ise selâm vermek gerekli
değildir. Çünkü eğer maksat melekler ise melekler hiçbir halde zaten kuldan
ayrılmazlar. Kişinin kendi evine girdiği vakit; Maşa-allah lâ kuvvete illâ
billah diyerek, Allah'ı anması müstehabtır. Nitekim buna dair açıklamalar daha
önce el-Kehf Sûresi'nde (18/39-41.âyetler, 2.başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
el-Kuşeyrî, yüce
Allah'ın: "Ne zaman ki bu evlere girseniz..." buyruğu hakkında şöyle
demektedir: Daha uygun olan şöyle demektir: Bu buyruk bütün evler hakkında
umumîdir. Eğer orada müslüman bir kimse sakin ise: es-Selâmu aleykum ve
rahmetullahi ve berakâtuhû, der. Şayet orada kimse bulunmuyor ise o vakit;
es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, der. Eğer evde müslüman
olmayanlar bulunuyor ise, o vakitte: Selâm hidayete tabi olanlara, yahut;
es-selamu ateynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn der.
İbn Huveyzimendâd da
şöyle demektedir: Ebu'l-Abbas el-Asam bana yazdığı mektubunda şunları söyledi:
Bize Muhammed b. Abdillah b. Abdi'1-Ha-kem anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb
anlattı dedi ki: Bize Cafer b. Meysere'nin Zeyd b. Eslem'den anlattığına göre,
Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Sizler evlere girdiğiniz vakit oranın
halkına selâm veriniz. Allah'ın adını anınız, çünkü sizden herhangi bir kimse
evine girdiği vakit selâm verip yüce Allah'ın adını da yemeği üzerine anacak
olursa, şeytan arkadaşlarına: Burada geceleyin kalma imkânınız yok, akşam
yemeği de yiyemezsiniz, der. Şayet sizden herhangi bir kimse (evine)
girdiğinde selâm vermeyip yediği yemeğin başında da Allah'ın adını anmayacak
olursa, şeytan arkadaşlarına: Artık siz geceyi geçireceğiniz yeri de buldunuz
akşam yemeğini de buldunuz der."[526]
Derim ki: Bu hadisin
manası Câbir (r.a)ın rivayeti ile Peygamber (sav)a
merfûen sabit, olmuştur ve bu hadisi Müslim rivayet
etmiştir. Ebû Dâvûd'da Ebû Mâlik
el-Eşcaî*nİn şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Kişi evine girecek olursa:
Allah'ım ben Sen'den
girişimin hayrını, çıkışımın da hayrını dilerim. Allah'm adı ile girdik,
Allah'ın adı ile çıktık ve Rabbimiz olan Allah'a tevekkül ettik, desin, sonra
da aile halkına selâm versin."[527]
"Selâm olmak
üzere" lafzı mastar (mef ul-i mutlak)dır. Çünkü "selâm veriniz"
ifadesi de bu anlardı ihtiva etmektedir, Yüce Allah bu sefamı bereketli
olmakla nitelendirmiştir, çünkü bunda hem dua, hem de müslümanın sevgisini
kendisine doğru çekine (sevgisini kazanma) söz konusudur. Aynı şekilde yüce
Allah bu selâmı "pek güzel (tayyib)" olmakla da nitelendirmiştir.
Çünkü bunu işiten böyle bir selâmdan hoşlanır ve güzel bulur.
"Böyle"
buyruğundaki "kef" teşbih edatıdır. ise sözü geçen bu sünnetlere
işarettir. Yani sizlere bu hususlarda dininizin sünnetlerini açıkladığı gibi,
dininizde sizin için gerekli olan diğer hususları da böylece açıklar.
[528]
62. Müminler
ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Rasûlüne iman ederler. Aynı zamanda
onlar kamuyu ilgilendiren herhangi bir işi danışmak için onunla bir arada
olduklarında, ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar. Şüphe yok ki senden
izin
isteyenler, Allah'a ve Rasûlüne İman
edenlerdir. Bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan kime istersen
izin ver ve onlar için Allah'tan mağfiret iste. Muhakkak Allah bağışlayandır,
rahmet edicidir.
Bu buyruğun:
"Mü'minler ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Rasûlüne iman
ederler. Aynı zamanda onlar kamuyu ilgilendiren herhangi bir İşi danışmak için
onunla bir arada olduklarında, ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar"
bölümü ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[529]
"Mü'minler ancak
o kimselerdir ki..." buyruğunda yer alan; "Ancak" ifadesi bu
âyet-i kerîmede hasr içindir. Yani Allah'a ve Rasûlüne iman eden kimselerin
imanı, Rasûlün emrini dinleyen, Rasûl bir işi tamamlamak isterken kendisi karşı
çıkarak toplantı esnasında ayrılıp gitmek ve buna benzer bir yolla o işi bozmak
istemek suretiyle ona karşı inatlaşmayacak bir duruma gelmedikçe, tamam olmaz, kemate
ermez.
Yüce Allah, sûrenin
baş taraflarında apaçık âyetler indirmiş olduğunu beyân etmişti. Bu indirilen
âyetler İse sadece Muhammed (sav)a indirilmiş bulunuyor. Onun vermiş olduğu
emirlerin Kur'ân-ı Kerîm'in emirleri gibi olduğu bilinsin diye. Burada da
sûreyi ona tabi olma emrini te'kid ederek sona erdirmektedir.
[530]
Burada sözü edilen
"kamuyu İlgilendiren İş"in ne olduğu hususunda görüş ayrılığı
vardır. Kimisine göre bundan kasıt, imamın (İslâm devlet başkanının) belli bir
maslahatı yaygınlaştırmak için insanları toplamayı gerek duyduğu hususlardır.
Dinde bir sünneti yerleştirmek yahut bir araya gelmek suretiyle düşmanı
korkutmak ve savaş için bir araya gelmek kastedilmektedir, diye de
açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah: "İş hususunda onlarla müşavere
et" (3/159) diye buyurmaktadır. Eğer bu işin fayda ve zararı onların bu
hususta müşavere etmek için toplanmalarını gerektiriyor ise, bu kamuyu ilgilendiren
bir iş demektir. Burada kendisinden izin alınması istenen imam,. emir vermek
yetkisine sahip olan imam (yönetici)dır. Hiç kimse herhangi bir mazereti
dolayısıyla, onun iznini almaksızın gitmez. Onun iznini alarak gidecek olursa
hakkındaki kötü zan da ortadan kalkmış olur.
Mekhul ve ez-Zührî:
Cumada kamuyu ilgilendiren işlerdendir. Şayet yönetici olan imam namaz
kıldırmak üzere kendisini öne geçirmiş ise, eğer izin İsteyeni görebiliyorsa,
namaz kıldırmakla görevli olan imamdan da izin almak icab eder. İbn Sîrin dedi
ki: (Selef) minber üzerinde hutbe İrad eden imamdan izin alırlardı. Bu iş
çoğalınca Ziyad dedi ki: Kim etini ağzına koyarsa, izine gerek olmaksızın
çıkıp gitsin. Bu husus Medine'de oluyordu. Nihayet Sehl b. Ebi Salih cuma günü
burnu kanayınca imamdan izin aldı...
Âyetin zahiri
Peygamber (sav)ın hayatta iken işgal ettiği emirlik (yöneticilik) makamında
bulunan emirden izin istemeyi gerektirmektedir. Çünkü din ile ilgili herhangi
bir husus dolayısıyla imam o kimseye izin vermemek görüşünde olabilir. Sadece
namaz kıldırmakla görevli olan imamın ise böyle bir yetkisi yoktur. Çünkü o
peygamberlik makamının ifa ettiği görevlerden birisi olan ve dinin bir
parçasını teşkil eden belli bir hususta vekildir.
Rivayet edildiğine
göre bu âyet-i kerîme, Kureyşliler Ebu Süfyan'ın, Ga-tafanlılar da Uyeyne b. Hısn'ın
kumandasında Medine üzerine hücum etmek üzere geldikleri vakit, hendeğin
kazılması hakkında nazil olmuştur. Peygamber (sav) Medine etrafında hendek
kazmaya başlamıştı. Bu da hicretin beşinci yılı şevval ayında gerçekleşmişti.
Münafıklar işten kurtulmak için görünmeden biri diğerinin arkasına saklanarak
sıvışıp gidiyorlar ve gerçekle ilgisi olmayan mazeretler ileri sürüyorlardı.
Buna benzer bir rivayeti Eşheb ile İbn Abdİ'l-Hakem, Malik'ten nakletmiştir.
Muhammed b. İshak da böyle demiştir.
Mukatil dedi ki: Bu
âyet Ömer (r.a) hakkında nazil olmuştur. O Tebûk Gazvesinde geri dönmek
maksadıyla Peygamber (sav)tan izin istedi. O da ona izin verdi ve; "Geri
dönebilirsin, Allah'a yemin ederim ki sen münafık değilsin" demiş ye bu
sözlerini münafıklara işittirmek istemişti.
İbn Abbas (r.a) da
dedi kt: Ömer (r.a) umre yapmak üzere izin istemişti. Peygamber (sav)de ona
izin vermiş ve şöyle buyurmuştu; "Ey Hafs'ın babası yapacağın iyi
dualarında bizi unutma, "[531]
Derim ki: Sahih olan
bütün görüşleri kapsadığı için birincisidir. İbnu'1-Ara-bî de âyetin nüzul
sebebi ile ilgili olarak Malik ve İbn İshak'tan nakledilen rivayeti tercih
etmiş ve bunun savaşa has bir durum olduğunu bildirmiştir. Sonra da şöyle
demektedir: Bunu açıklığa kavuşturan iki husus vardır:
1- Yüce
Allah'ın diğer âyet-î kerîmede: "Aranızda birbirinizin arkasına
gizlenerek, gizilce sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah bilir" diye buyurmaktadır.
Bu da-münafıkların bu şekilde sıvışıp gittiklerini, cemaat arasından
çaktıklarını, Rasûlullah (sav)ı da terkettiklerini göstermektedir. Yüce Allah,
onların hepsine, Rasûlullah (sav) kendisine izin
vermedikçe onlardan hiçbirisinin çıkmamasını emretmektedir. Böylelikle o
kişinin imanı onaya çıkmış oluyordu.
2- Yüce
Allah'ın: "Ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar" buyruğunda
şunu sormak gerekir: İmam hutbe irad ederken, herhangi bir ihtiyacı sebebiyle
izin istemeyi gerektiren ne olacak ki? Çünkü bu şekilde abdes-ti bozulmak
durumunda olan bir kimseye imamın engel olmak ya da onu orada bırakmak noktasında
bir tercihi söz konusu olamaz. Halbuki yüce Allah: "Onlardan kime istersen
izin ver" demektedir. Böylelikle bununla bu İzin istemenin yalnızca savaşa
has olduğunu açıklamış olmaktadır.
Derim ki: Buyruğun
umumî olduğu görüşü daha uygun, daha üstün, daha güzel ve daha âlâdır,
"Onlardan kime
istersen izin ver" buyruğu gereğince Peygamber (sav) muhayyer idi. İzin
vermek isterse verir, istemezse vermezdi, Katade dedi ki: "Onlardan kime
istersen izin ver" buyruğu yüce Allah'ın: "Allah affetsin seni...
niçin onlara izin verdin?" (et-Tevbe, 9/43) buyruğu ile neshedilmiştir.
"Ve onlar İçin
Allah'tan mağfiret dile." Onların bir mazeretlerinin olduğunu bildiğin
takdirde cemaatten ayrılıp, çıkmalarından ötürü onlara mağfiret dile.
"Muhakkak Allah bağışlayandır, rahmet edicidir."
[532]
63.
Peygamberin çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi bellemeyin.
Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek, gizlice sıvışıp gidenlerinizi
muhakkak Allah bilir. Artık Onun emrine muhalefet edenler kendilerine bir
mihnet veya acıklı bir azabın isabet etmesinden çekinsinler.
"Peygamberin
çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi bellemeyin" buyruğu ile
uzaktan: Ey Ebe't-Kasım (Peygamber efendimizin künyesidir) diye bağırmasın,
demektir. Aksine onu ta'zim ederek ona sesleniniz. Nitekim el-HucurâtTta şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak ki Rasûlullah'ın huzurunda seslerini
alçaltanlar..." (el-Hucurât, 49/3)
Said b. Cübeyr ve
Mücahid dediler ki: Buyruğun anlamı: Yumuşak bir şekilde: Ya Rasûlallah
deyiniz, yüksek sesle ve kaba bir üslûpla; ya Muham-med, demeyiniz demektir,
Katade de şöyle
demiştir: Onun şerefini ortaya koyan ve onu tazim eden bir surette
davranmalarını emretmektedir,
İbn Abbas da şöyle
demiştir: Allah Rasûlünün size beddua etmenize se-beb teşkil edecek bir iş yapmayınız,
çünkü onun duası kabul edilen bir duadır.
"Aranızda
birbirinizin arkasına gizlenerek gizlice sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah
bilir" buyruğunda geçen: "Gitmek" çıkmak demektir.
"Gizlenerek sıvışmak" da, den gelir ve görülmek korkusu ile bir
şeyin arkasından gizlenmek halini ifade eder. Münafıklar cuma namazından
böylece sıvışıp, giderlerdi,
"Gizilce
sıvışmak" lafzı bu buyrukta hal konumunda bir mastardır, yani gizlenerek,
sıvışarak gidenler anlamındadır. Bu da birinin diğeri arkasından saklanmasını
ifade eder. Rasûlullah (sav) tarafından görülmesin diye biri ötekinin arkasına
geçerdi. Çünkü münafıklar için cuma gününden ve hutbeyi dinlemek için hazır
olmaktan daha ağır bir iş yoktu. Bunu en-Nek-kaş nakletmiştir. Buna dair
açıklamalar daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
Bir diğer açıklamaya
göre, onlar biri diğerinin arkasına saklanarak geri dönmek maksadıyla cihattan
sıvışıp kaçıyorlardı. el-Hasen dedi ki: Burada sıvışıp gitmekten kasıt,
cihaddan kaçıp gitmektir. Hassan'm şu beyiti de bu anlamı dile getirmektedir:
"Kureyş ise
sıvışarak önümüzden kaçmaktadır, Yerini koruyamıyor, onların akılları oldukça
hafiftir."
"Sıvışıp
gitmek" anlamındaki kelimenin "vav" harfinin sahih bir harf gibi
telaffuz edilmesi; "Gizlenerek sıvışıp gitti" fiilinde harekeli
oluşundan dolayıdır. Bu fiilin mazi, müzari ve mastarı: şeklinde de, şeklinde
de kullanılır. Mastarında "vav"ın, "ya" harfine
dönüşmesi i'lâl halinde tabi kılmak suretiyle
makablinin kesreli oluşundan dolayıdır. Şayet mastarı; diye gelirse, o takdirde
i'lâl yapılmaz. Çünkü bu vezinde i'lâl caiz değildir.
"Artık onun
emrine muhalefet edenler... sakınsınlar." Bu âyet-i kerîmeyi fukahâ emrin
vücub ifade ettiğine delil göstermişlerdir. Bunun delil olma şekli de şöyle
açıklanır; Şanı yüce Allah, emrine muhalefet etmekten sa-kındırmakta ve böyle
bir muhalefet dolayısıyla cezaya çarptırılmanın söz konusu olacağını;
belirterek "kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın İsabet
etmesinden çekinsinler" diye tehditte bulunmaktadır. O halde ona muhalefet
haramdır, buna göre emrine uymak da vacibtir.
Burada sözü edilen
"mihnet (fitne)"den kasıt, İbn Abbas'a göre öldürülmektir. Atâ ise
sarsıntıya uğramak ve çeşitli dehşetli hallerdir, demektedir. Ca'fer b.
Muhammed de: Onlara musallat kılınacak zalim bir yöneticidir, diye
açıklamıştır. Bunun Rasûlullah (sav)a muhalefetin uğursuzluğu sebebiyle
kalplerin mühürlenmesi olduğu da söylenmiştir. "Onun emrine"
buyru-ğundaki zamirin yüce Allah'ın emrine ait olduğu söylenmiştir ki, bu Yahya
b. Selâm'ın görüşüdür. Kata de'ye göre ise Rasûlullah (sav)ın emrine râ-ci'dir.
"Artık onun
emrine muhalefet edenler" buyruğu onun emrinden yüz çevirenler demektir.
Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş yer atan; ...den, dan" burada zaiddir, demektedir.
el-Halil ve Sibeveyh
ise; Bu zaid değildir, manası: O emir verdikten sonra emrine muhalefet
edenler, demektir, demişlerdir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"...Ve uyanırken
(uyandıktan sonra) kuşak bağlamaz."
Yüce Allah'ın:
"Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı* (el-Kehf, 18/50) buyruğu da bu
türdendir. Rabbinin emrinden sonra fastklık etti, demektir.
"İsabet
etmesi" anlamındaki buyruğun başına gelen; ...ve" lafzı daha önce
geçen "çekinsinler" anlamındaki fiil dolayısıyla nasb mahallinde-dir.
Çoğu nahivcilere göre (harf-i cersiz olarak) Zeyd'den korktu, anlamında; demek caiz değildir. Ancak bu edatın
kullanılması ile birlikte caizdir, çünkü bu edat İle beraber cer harfleri
hazfedilir.
[533]
64. Dikkat
edin! Şüphe yok ki göklerle yerde olanlar Allah'ındır. O, sizin neyin üzerinde
olduğunuzu çok İyi bilir. O'na döndürülecekleri gün onlara neler yaptıklarını
haber verecektir. Allah her-şeyi çok iyi bilendir.
"Dikkat edin!
Şüphe yok ki göklerle yerde olanlar" hem yaratılmaları,
hem de mülkiyet ve
egemenlikleri itibariyle "Allah'ındır. O, sizin neyin üzerinde olduğunuzu
çok iyi bilir." Ve bu amelinizin karşılığını size verir. Burada
"Bilir" buyruğu, "bilmiştir" anlamındadır.
Buyruk daha Önce hitab
şeklinde iken.lıaber verme üslûbuna geçilerek: "O'na döndürülecekleri gün
onlara neler yaptıklarını haber verecektir" şeklinde gaibe dair haber
üslûbuna geçmektedir ki, bu anlatım şekline: Hitabu't-Telvin (çeşitlendirme
suretiyle hitab) adı verilir.
"Onlara neler
yaptıklarını" işledikleri amelleri "haber verecektir." Ve onlara
amellerinin karşılığını da verecektir.
"Allah
herşeyi" amellerini ve hallerini
"çok iyi bilendir."
Sûre İhtiva ettiği
tefsire dair açıklamalarıyla birlikte burada sona ermektedir. İşimizi
kolaylaştırmasından ötürü hamd Allah'adır.
[534]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/253
[2] Hakim, el-Müstedrek, II, 396. Teihis'te hadis ile
ilgili notta hadisin mevzu (uydurma) olduğu, Ebû Hâtim'in, hadisin ravilerinden
Abdulvehhâb b. ed-Dahhâk'ın yalancı olduğunu söylediği be t inilmektedir.
Beyhakî, Şuabu'l-îman, II, 477de Hakimden kaydettiği isnâd ile kaydettikten
sonra, hemen ardından bir başka isnad ile benzer bir rivayetin bulunduğunu da
belirtip hu isnadın da "münker* olduğunu kaydetmektedir.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/253-254.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/255.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/255.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/255-256.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/256.
[8] Buhârî, Siyam 50, Nafakat 13, Keffârât 2-4, Müslim,
Siyam 81 vd; Ebû Dâvûd, Savm 38,İbn Mace, Siyam 14; Müsned, II, 241, VI, 276.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/256-257.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/257.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/257.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/257-258.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/258.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/258.
[15] Muvatta, Hudûd 12
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/258-259.
[17] el-Heysemî, Mecmaıt'z-Zevâid, VI, 253. Senedinin
munkalı' (kesik) olduğu ve zayıf tavı bulunduğu kaydıyla.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/259.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/259-260.
[20] Buhâri, Şehâdât 21. Tefsir 24. .sûre 3; Müslim, Liân
11, 12; Ebû Dâvûd, Talâk 27; Tir-muî, Tefsir 24. süre 3; Nesâi, Talâk 37, 38;
ibn Mâce, Talâk 27; Müsned, 1, 238
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/260.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/260-261.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/261.
[24] Müslim, Hutlûd 38; İbn Mâce, Hudûd 16; Müsmd, 1, 140,
144.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/262.
[26] Dârakutni, III, 157
[27] Buhârî, Savın 49, Hııdûd 42, Temenni 9, t'tisâm 5;
Müslim, Siyam 57; Dârİml, Savm 14; Müsned, II, 281, 516.
[28] Buhârî, Temenni 9; Müslim, Siyam 59-60; Müsned, III,
124, 193, 200, 253-
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/262-264.
[30] Nesâi, Kat'us-Sârik 7; ayrıca bu manada Rasûlullah
(sav)a menfi bir hadis olarak* Ne-sâî, aynı yer; İbn Mâcc Hudiıd 3; Müsned, II,
362, 402.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/264.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/265.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/265-266.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/266.
[35] İbnu'l-Cevzî, el-Mevzûât, III, 107-8'de mevzii
(uydurma) olduklarım belirtmektedir.
[36] Bu anlamda teshil edemedik. Ancak, amellerin yüce
Allah'a her pazartesi ve perşembe günü arzedildiğine dair rivayetler için bk.:
Müslim, Birr 35, 36; Ebû Dâvûd, Savm 59; Tirmizl, Savm 43; Dârimî, Savm 41;
Muvatta', Husnu'I-Huluk 18; Müsned, II, 268, 329, 48.4, V, 200, 201, 205, 209.
[37] Bu hadisi de bu lafzıyla teshit edemedik. "Şaban
ayının onbeşinci gecesinde yüce Allah'ın, müşrik ya da kardeşine kin
besleyenlerin dışındakilere mağfiret edeceğine dair" sıhhat mertebesine
ulaşamayan bazı rivayetler için bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Ze-vâid, VIII, 65.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/266.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/267.
[39] Ebû Dâvûd, Nikâh 4; Tirmizt, Tefsir 24. sûre 1; Nesâi,
Nikâh 12,
[40] Müsned, U, 159, 225; Hakim, el-Müetedrek, II, 396; Beyhakî,
Sünen, VIII, 246.
[41] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 132£J'de, İbn Ömer
demektedir. Hadisin (yukarıda gösterilen kaynaklarda) râvisi ise Abdullah b,
Artır b. el-Âs'tır. Ashabdan r>u görüşü ifade edenin o nlması daha uygun
geliyor.
[42] Ebû Dâvâd, Nikâh 4; Müsned, II, 324.
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/267-270.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/270.
[45] Yani evlilik sebebiyle sabit olan bir (akım haramlar
zina sebebiyle sabit olmaz.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/271.
[47] Birinci başlıkta geçmiş olan bu hadisin kaynakları da
orada gösterilmişti.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/271.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/272.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/272.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/272.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/272-273.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/273.
[54] Buharî, Şehâdât 21, Tefsir 24. sûre 3; Müslim, Liân
11; Ebû Dâvud, Talâk 26; Tirmizt, Tefsir 24. sûre 3; Nesai, Talâk 37, 38; İbn
Mâce, Talâk 27; Müsned, III, 142.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/273-274.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/274.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/274-275.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/275-276.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/276-277.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/277.
[60] Buhârî, Hudûd 45; Müslim, Eymân 37; Ebû Dâvûd, Edeb
124; Tirmizt, Blrr 30; Müs-ned, II, 431, 500
[61] Darakutnî, III, 91
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/278.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/278.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/278-279.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/279-280.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/280.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/281.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/281.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/281.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/282.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/282.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/282-283.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/283.
[74] "Çocukların dürüp katladığı mendil" anlamını
verdiğimiz kelime aslında noktalı "hı" iledir. Ancak elimizdeki
nüshada bu kelime noktasızdır. Noktasız olarak bu beyite uygun bir anlam ihtiva
etmediğinden, bu kelimeyi böylece anlamlandırmayı uygun gördük.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/283-284.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/284-285.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/285.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/285-286.
[79] İbn Mace, Zühd 30
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/286-288.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/288.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/288-289.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/289.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/289-290.
[85] Bu hadis daha finceden ikinci âyetin tefsirinde
13 haslıkla işaret edilmiş, kaynaklan da
orada gösterilmişti.
[86] Buharî, Hudûd 40, Tevhid 20; Müslim, Liân İĞ, 17;
Dârimî, Nikâh 37; Müsıted, IV, 248.
Ancak sözü geçen bu şahıs, Sad b. Muâz değil, Sa'd h.
öbâde'dir.
[87] Uveymir h. Eşkan el-Adânî'nin başından geçen bu olaya
dair rivayetler için bk.: Buhârî, Tefsir 24. sûre 1T Talak 4, 29, hisâm 5;
Müslim, Liân 1; Ebü Dâuûd, Talâk 27; Nesâi, Talak 7, 35; İbn Mâce, Talâk 27;
Dârimî, Nikâh 39; Muvatta', Talâk 34; Müsned,
v, 334, 336, 337.
[88] Dârakutnî, III, 277.
[89] Adı; "İmrân h. Ebû Enes'" diye kaydedilen
şahıs, Dârakutnî, belirtilen yerde: "İmrân h, Ebî Uveys'' oiafak
zikredilmektedir.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/290-292.
[91] Burada "istihrâ'dan kasıt, kocanın ay halinden
sonra hanımı ile ilişki kurmamış olmak-ia birlikte kendisinden de hamile
olmadığının anlatılmış olması demektir.
[92] Ebû Dâvûd, Talak 27, hadis no: 2256
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/292-294.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/294.
[95] Hadisin, ikinci âyetin tefsiri 13. başlıkçı gösterilen
kaynaklarına bakınız,
[96] Darakutnî, III, 163, râviterinden Osman h.
AlxhırrahmSn'ın, İıadİNİ metruk bir râvî" olduğunu kaydetmektedir.
[97] Dârakutni, III, 164. Hadis ile ilgili Ebu't-Tayyib
Mıılıammed Abâdinin ÎVliA'inde: "bu mevkuf rivayetin dahi sitbûuı
tanışılır" denilmektedir.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/294-296.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/296.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/296.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/297.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/297.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/297-298.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/298.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/298.
[106] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 253'te "haklı
ile olması dışında müminin sırtı kortı-ma altındadır'' anlamında Zayıf olduğu
kaydıyla. Ayrıca Buharı, Hudûd 9. hah: "Hir had ya da lıir hak gereği
olması dışında, mtl'minin sırlı koruma altındadır" manasınadır.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/298-299.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/299.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/300.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/300.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/300-301.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/301-302.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/302.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/302.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/302.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/303.
[117] Ebû Dâvûd, Talâk 27, hadis no: 2256'da; bu
hatırlatmaların yapıldığı zikredilmekte ise de, ağızlarının birisi tarafından
kapatıldığına dair hir ifade geçmemektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/303-304.
[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/304-305.
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/305.
[120] Buharı, Tefsir 24. sûre 4; Ebû Dâvâd, Ta!5k 27;
Dârimi, Nikâh 39.
[121] Buhari, Talak 33, 53; Müslim, Liân 5; Ebû Dâvâd, Talâk
27; Nesâî, Taiük 44; Müsned.U, 11.
[122] Lânetleşmek, karşılsklı olarak uzaklaştırmak, birinin
diğerini kovması anlamındadır.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/305-306.
[123] Dârakutnî, III, 276
[124] Darakutni, III, 276-7
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/307.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/308.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/308.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/308.
[128] Ancak, görüleceği gibi başlık sayısı yirmisekiz değil,
yirmiyedidir.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/309-311.
[130] Merhum rniifessirimizin verdiği bu senecf ile
Buhârı'nin verdiği senedlerin mukayesesi için bk.: Buhârî, Şehâdât 2, 15,
Tefsir 12. sürt- 3, 24. sûre 6, 7, Meğâzî, 32, 34, Ey-inân 13, 18, İ'tisâm 28,
Tevhîd 35, 52.
[131] Buhari, Tefsir 24. sûre 7.
[132] İfk Hadisi'nin az önce Buhârî'de gösterilen yerler
dışında zikredildiği başka yerlerin bazıları: Müslim, Tevbe 56; Tirmizi,
Tefsir 24. sûre 4; Müsned, VI, 59-60, 194-196.
[133] Buraya kadar: Buhârî, Tefsir 24. sûre 8
[134] Buhârî, Meğâzî 34.
[135] Buhârî, Meğâzî 32. Ancak, "Ma'mer b. Râşid"
yerine: "en-Nu'mân b. Râşid"
[136] Buharî, Meğâzî 32
[137] Buhâri, Meğâzî
34
[138] Hk. ibn Hâcer, Fethu'l-Bârl, VII, 502
[139] Buhârî, Tefsir 24. sûre 5.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/311-313.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/313.
[141] İfk hadisinin kaynaklan birinci başlıkta
gösterilmişti.
[142] Buhâri, Libâs 22
[143] Buhâri, Meğâzî 34; Müslim, Tevte 57.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/314-315.
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/315.
[146] Buharî, Meğâzî 34, Tefsir 24. sûre 10; Müslim,
Fedâilu's-sahâbe 155'te: Mesrûk'un sorusu üzerine Âige (r.anhâ)mn'
"Kötülükten daha şiddetli hangi azap vardır!" dediği belirtilmektedir.
[147] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur,
VI, 152.
[148] Buhari, Meğazî 34, Tefsir 24. süre 10, 11; Müslim,
Fedâilıı's-sahâhe 155
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/315-317.
[150] Tirmizî Tefsir
74. süre 5
[151] Ebû Dâvûd, Hudûd 34
[152] Ebû Dâvûd, Hudûd 34
[153] Buhârî, İman 11, Menâkihıı'l-Ensâr 43, Tefsir 60. sûre
3, Hııclûd ü, 14, Ahkâm 49, Tev-hîd 31, Müslim, Hııdhud 41; Tirmizî, Huchid 12;
Nesâî, lîey'at 9; Müsned, V, 3K 320.
[154] Müslim, Tevbe 56. hadiste zikrettiği üzere Peygamber
(sav), ıninhec üzerinde: 'Ey ııuis-. [umanlar, eziyeti hane halkım hususunda
dahi beni rahatsız edecek noktaya gelmiş bulunun bir kişiye, benim adıma
ağzının payını kim verecek..." deyince, Sa'd h. Muâz: Bu içi ben
yaparım, demişti. Âise (r.anhâ) dedi
ki: Salih bir zat olan Hazreclileriniıı reisi, taassuba kapılarak Sa'd b.
Mıiâz'a: Yalan söyledin... diye cevap vermişti... Merhum mii-fessirimiz buna
işaret etmektedir.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/317-319.
[156] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, Vî, 159
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/319-320.
[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/320.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/320.
[160] Buharî, Şehâdât 5
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/320-321.
[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/321.
[163] Buna göre buyruk: O zaman siz o sözü dillerinizle
(ortaya) atıveriyorckınuz, anlamına gelir.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/321-322.
[165] Buhârî, Vudû' 55, 56, Ceniiz 89, Edeb 46, 49; Müslim,
Tahâre 111; Ebû Dâoüd, Tahâ-re 11; Tirmizî, Tahâre 53; İbn Mâee, Tahâre 26;
Dârimi, Vudû' 61; Müsned, I, 225, V, 35, 39.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/323.
[167] Müslim, Hirr 70; Ebâ Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî. Birr 23;
Dârimî, Rikaak 6; Müsned, II, 230, 384, 386, 458
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/323.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/324.
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/324.
[171] Buhârî, Edeb 29; Müslim, iman 73; Tirmizl, Kiyâıne 60;
Müsned, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154, IV, 31, VI, 385
[172] Buharî, Mezalim 30, Eşriha 1, H.udııd 1, fi; Müslim,
İmân 100, 104; Ebû D&vûd, Sün-ne 15; Tirmizî, İmân 11; Nesâî, Kasâme 49,
Kutus-Sârik 1, Eşribe 42; İbn Möce. Fiten 3; Dârinit, Eşribe 11; Müsned, II,
243, 317, 376, 386, 479, III, 346, VI, 139
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/324-325.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/325.
[175] Ebu'd-Derdâ'dan gelen iki ayrı rivayetin tek bir
rivayet halinde zikredildiği bu hadisleri: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV,
201'de; pek Önemli olmayan bazı farklılıklar ve bazı takdim ve tehirle;
"birincisinin ravileri arasında tanımadığı bir ravinin bulunduğu
ikincisinin râvilerinin sika (güvenilir) kimseler oldukları" kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/325-326.
[176] Az farkla: Ebû Dâvüd, Salât 232; Nesât, Cumua 2;
ayrıca bk: Ebû Düvûd, Tahâre 127, Salât 219; Tirmizî, Cumua 17; Milsned, II,
214, III, 81, 417, 437, V, 198.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/326.
[178] Buhârt, Şehâdât 15, Meğâzî34, Tefsir 24. sûre 6, 11,
Eyman 18; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî. Tefsir 24. sûre 4; Müsned, VI, 60, 197,
36H
[179] Müslim, Tevbe 56.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/326-327.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/327-328.
[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/328.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/328.
[183] el-Heysemî, Mecmau's-Zevâid, III, 17, VIII, 187, X,
193 Kiminin senedinin zayıf, kiminin hasen olduğu kaydıyla.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/328.
[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/329.
[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/329.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/330.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/330-331.
[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/331.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/332.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/332-333.
[192] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 241
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/333-335.
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/335.
[195] Müslim, Edeb 43; Müsned, II, 266.
[196] Peygamber (sav), ileri gelen bazı kimselerin
kalplerini İslâm'a ısındırmak maksadıyla, bir takım bağışlarda bulunmuştur.
Şair Abba.s b. Mirdâs'a da diğerlerine göre daha az sayıda deve bağışlamıştı.
O da bu hususta Peygamber (sav)'e sitem ifadeleri ihtiva eden bir şiir
sftyleyivermişti. Allah Ha-sülu: Bunu alın da bana karsı uzattığı dilini
kesin" diye buyurdu. Ashâb da gönlünü hoş edinceye kadar ona hirşeyler
verdiler. İşte Peygamberin emrettiği "dilinin kesilmesi" budur. (İbn
Hişânı, ea-Siretu'n-Ne-beviyye, IV, 107-108)
[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/335-336
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/336.
[199] İbn Mâce, Edeb 17. Senedinde rivayet ettiği hadisleri
münker görülmüş Ehû Sevre'nin bulunduğu kay d edilmektedir.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/337.
[201] Buhâri, Mezâlim 25, Nikâh 93; Müslim, Talâk 30, 34;
Tirmizî, Tefsir 66. sûre; Müsned, I, 33.
Sözü edilen hu meşhur
hadis, Peygamber (sav)in haramlarına îlâ (onlara yaklaşmamaya dair yemin)
etmesi ve Ömer (ra)in endişelenip gerçeği öğrenmek istemesi üzerine vârid olmuş
bir hadistir. Hadisin belirtilen kaynaklarda delil olarak gösterilen ve
"izin istemek" anlamındaki kelime burada belirtildiği gibi
"isti'nâs" kökünden değil, "istizan" kö-kimdendir
Ancak, merhum müFessirimiz açıklamaları paragrafın başında belirtildiği
gibi, İhn Atiyyeden nakletmektedir. Nitekim İhn Atiyye'nin Tefsir'imte (XI,
291) ifade nakledildiği gihidir. İhn Atiyye, lafzın bu şekilde kullanıldığı bir
kaynağa dayanmış olmalıdır.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/337-338.
[203] Buhâri, İstizan 13; Müslim, Âdâb 33-37; Ebâ Dâvûd,
Edeb Î27; Tirmisi, İsti'zfm 3; Ibn Mân, Edeb 17; Dûrirrû, İstizan 1; Müsned,
III, 19; IV, 403, 410.
[204] Ebû Dâvud, Edeb 126
[205] Suyûtî, ed-Durru'l-Mtnsûr, VI, 172.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/338-339.
[207] Buhârî, VudıY 34; Müslim, Hayz «3; İbn Mdce, Tahâre 110;
Müsned, III, 21, 26.
[208] Ebû Dâvûd, Edeb 128
[209] Ebû Dâvûd, Edeb 128
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/340.
[210] Ebû Davüd, Edeh 128
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/341.
[211] Buhârî, Fi ten 17, Ahbârul-Âhâd 3, Fedflilu's-Sahâbe
6; Müslim, FedâLİu's-Salıâbe 28, 29; Tirmizl, Menâkıh 18; Müsned, 1, 5, II,
165, 111, 408, IV, 393, 406, 407
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/341.
[213] Ebû Bekr Ahmed el-Hatib, el-Câmi' li Ahl&ki'r-Râvî
ve Âdâbi's-Sâmi; Beyrıu I4l6/199û, t 740 Vf H. 444.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/341.
[214] Buhârî, İstizan 17; Müslim, Âdâb 38, 39; Tirmizl,
istizan 18; Müsned, III, 363
[215] Bu hadisin kaynaklan için dördüncü başlığa bakınız.
[216] Bu hadisin kaynaklan için beşinci başlığa bakınız.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/342.
[217] el.Hatîh a.e.e.. I, 243,
[218] el-Hatîb, a.g.e., 1, 243-244
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/342-343.
[219] el-Hâtib, a.g.e., I, 247.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/343.
[220] Ebû Dâvûd, Edeb 127; Tirmizi, İsti'zân 18; Müsned, IV,
4l4.
[221] el-Heysemî, Meemau'z-Zeuâid, VIII, 32; el-Hatîb,
a.g.e., I, 241
[222] el-Heysemî, Meemau'z-Zeuâid, VIII, 32; el-Hatîh,
a.g.e. I, 241.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/343.
[224] Ebû Dâvûd, Edeb 128
[225] Ebû Dâvûd, Edeb 128
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/343-344.
[226] Ebû Dâvûd, Edeb 128
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/344.
[227] el-Beyhakî, es-Sunenu't-Kübrâ, VII, 157
[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/344.
[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/345.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/345.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/345-346.
[232] Buharı, Libâs 75, İstizan 11, Diyât 23; Müslim, Âdâb
40, 41; Ebû D&vûd, Edeb 126; Tir-mizî, İstizan 17; Nesâî, KasSme 47;
Dârimî, Diyât 23; Müsned, V, 330, 335
[233] Buhârî, Diyât 23; Müslim, Âdâb 44; Nesât, KasSme 4H;
Müsned, II, 243
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/346.
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/347.
[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/347.
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/347.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/347.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/347-348.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/349.
[240] Buhâri, İsti'zâtı 2
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/349-350.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/350.
[242] Buhâri, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû
Dâvâd, Edeb 12; Müsned, III, 36.
[243] Ebû Dâvdd, Nikâh 43; Tirmizl, Edeb 2b, Dârimt, Rikaak
3; Müsned, V, 351, 353, 357
[244] Müslim, Âdâb 45; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizi, Edeb
28; Müsned, IV, 358, 561.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/350-351.
[246] Buhâri, Ğıısl 20; Ebû Dâvûd, Hammâm 2; Tirmizî, Edeb
22, 39; tbn Mâce, Nikâh 28: Müsned, V, 3-4
[247] İbn Mâce, Nikâh 28 (yakın bir rivayet)
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/351-352.
[248] Müsned, VI, 362. Bu hadisteki "hamam'dan
(geliyorum)" gibi ifadeleri gözönünde bulunduran İhnu'l-Cevzfnitı, hem o
dönemde "hamam" olmadığı, hem de ravîleri dolayısıyla hadisi
"el-Ehâdisıı'1-Vâhiye" adlı eserinde illetli gördüğünü belirtmekte
ise de. Hafız İbn Hacer, "ez-Zebb..." adlı eserinde hadisin zayıf
olmadığını savunmakta ve "o dftnemlerde hamamların olmadığı"
gerekçesinin ise burada sftzü edilen "hamam"dan mutlak olarak
yıkanılan ve banyo yapılan yer olarak anlaşılabileceğini belirterek cevaplandırmaktadır,
bk. Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, et-Fethu'r-Rabbâni, II, 151.
[249] Bu anlamdaki hadisler için bk.: Eba Davûd, Hammâm 1;
Tirmizî, Edeh 43; Nesâi, Öusl 2
[250] Bk. el-Kettânî, er-Ri$âletu'l-Mustatrafe, s. 173.
[251] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/352-353.
[252] Bir önceki başlıkta benzer bîr rivayet geçti. İlgili
nota bakınız.
[253] el-Aclûnî, Keşftı'l-Hafû, II, 322, senfilin.if 'metruk
(rivayetleri terk edilip alınmayan), yalancı bir ravîolan Salih b, Ahmed
bulunduğu ve bu râvînin hadis uydurduğu belirtilip örnek olarak da bu
rivayetinin gösterildiği kaydıyla.
[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/353-354.
[255] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/354.
[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/355.
[257] el-Hevsemî, Mecmatı'z-Zev&id, VIII, 63, senedinde
zayıf ravi bulunduğu kaydıyla.
[258] Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, 21;
Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Müsned, II, 276, 317, 329...
[259] Buhârî, Hacc 1; İsti'zân 2; Müslim, Hacc 407; Ebâ
Dâvûd, Menisİk 25; Nesât, Menâ-sik 12; Muv'atta, Hacc 97; Müsned, I, 359.
[260] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 327. Hâvilerinden Ebû
Mercum'un, Nesâî ve başkaları tarafından sika (güvenilir) bir râvi olduğu
kabul edilmekle birlikte, tbn Main tarafından zayıf bir râvi kabul edildiği
kaydıyla.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/356-357.
[262] Ebu Davud, Libas 34; Tirmizi, Edeb 29; Müsned, VI,
296.
[263] Ebû Dâvüd, işaret edilen hadisi kaydettikten sonra:
"Bu peygamberin hanımlarına hastır, deyip "Fatıma bint Kays'a: İbn Um
Mektûm'un yanında iddet bekle demiş olduğuna dikkat çekmektedir.
[264] Müslim, Talâk 36; Ebû Dâvdd, Talâk 39; Nesâi, Nikâh
22; Mavatta, Talâk 67; Müsıud, VI, 412
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/357-358.
[266] Taberî, Câmiu'lBeyan, XVIII, 118-119.
[267] Ebu Davud, Libas 31.
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/358-359.
[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/360.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/360.
[271] Buhâri, Tefsir 24. sûre 12; Ebû Ddvûd, Libâs 30
[272] Suyutî, ed-Durru'l-Mensûr,
VI, 182
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/360-361.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/361-362.
[274] Buhârî, Libâs 9
[275] Buharî, Libâs 9; Müslim, Zekât 75-76; Nesât, Zekât 6l;
Müsned, II, 256, 523
[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/362.
[277] Esasında birçok yerde zikredilen Cibril hadisinde
"cariyenin efendisini doğurması" anlamındaki ibare bu lafız ile
Müslim, İman 7'de geçmektedir.
[278] İbn Mace, Itk 2
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/362-363.
[280] İbn Mâce, Nikah 28 (yakın bir rivayet).
[281] Hadisin uydurma (mevzu') olduğu belirtilmiştir. Geniş
biigi için bk.: Şevkâni, el-Fevâ-idu'l-Meamûa, s. 127-128.
[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/363.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/363-364.
[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/364-365.
[285] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, VI, 183
[286] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/365.
[287] Ebû Dûvad. Libâs 32
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/366.
[288] Buhari, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selam
32, 33i Ebû Dâvûd, libâs 33; Muuatta, Vasiyyet 5; Müsned, VI, 290, 318.
Ancak merhum müfessirımizin kaydettiği senetle bu hadisi yalnızca
Müslim, kaydettiği rivayetin birinde bir de Ebû Dâvûd zikretmiş bulunmaktadır.
Diğer yerlerde hadis Um Seleme yoluyladır.
[289] İbn Abdi'1-berr, tt-Temtıîd, XXII, 277'deki açıklaması
ışığında böylece tercüme edildi.
[290] Burada: ibaresini terceine etmekte zorlandığımız gibi;
bu ifadelerin aktarıldığı ve biraz sonra yerine ibaret edeceğimiz et-Temhîd'de
de bulunmamaktadır.
[291] İbn Abdi'l-Berr, et-Ttmhîd, 270-277. Ayrıca bk.
elîstizkâr, XXIII, 59-65.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/366-369.
[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/369.
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/369-370.
[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/370.
[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/370-371.
[296] Ancak Hanefiterin bu husustaki görüşü böyle değildir.
Meselâ, el-Cessâs şöyle demektedir: "... Erkek köle, hanımefendisinin
saçına bakamaz. Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarının görüşü hudur. Mahrem
bir kimse olması müstesna... Çünkü (bakmasının) haram oluşu bakımından köle
île hür arasında fark yoktur. Hanımefendinin kölesine haram oluşu ebedî
olmadığı için köle de diğer yabancı erkekler gibidir."
(Ah-k&mu'l-Kuı'ân, III, 318).
[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/371.
[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/371-372.
[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/372.
[300] Ancak, zamirler 26 adettir,
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372.
[301] Aynı âyetin devamı olduğundan biz de başlık
numaralarını 23'ten itibaren devam ettirmeyi uygun bulduk.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372
[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/372
[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/372-373.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/373-374.
[305] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/374.
[306] Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesât, Nikâh 4;
Dârimi, Nikâh 3; Müsned, II, 158,
[307] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/374.
[308] Ebû Dâvûd, Edeb 121; Afüsned, VI, 29.
[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/374-375.
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/376.
[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/376-377.
[312] Tirmizi, Fedâilu'l-Cihâd 20; JVesdî, Nikâh 5, Cihâd
12; İbn Mâce, İlk 3; Afiisned. II, 251
437.
[313] Buhârt, Rikaak 15; Müslim, Zekât 120; Tirmizî, Zühd
40; İbn Mâce, Zühd 9; Müsned II, 243, 261, 315, 390, 438, 443, 539, 540.
[314] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/377-378.
[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/378.
[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/379.
[317] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/379-380.
[318] Otuzikinci âyet, beşinci başlıkta da geçmiş bulunan bu
hadisin kaynaklan orada gösterilmiş htılnnmakladır.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/380.
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/380.
[320] Buhâri, Savm 10, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1; Nesât,
Siyam 43; İbn Mâce, Nikâh 1; Dâ-rimî, Nikâh 2; Müsned, I, 57, 378, 424, 425,
432.
[321] "Sizin ikiyüz,(yılın)dan sonra en
hayırlınız..." anlamında: el-Aiîzî, es-Siracu'l-Munîr
Şer-hu'l-Cûmi'i's-Sagir, II, 253, senedinin zayıf olduğu kaydıyla. Uydurma
olduğu da söylenmiştir. Bk. el-Adûnî, Keşfu'l-Haf&, I, 386-387.
[322] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/380-381.
[323] Açıklamalar aynı âyetin devamına ait olduğundan
dolayı, merhum mufessirin yaptığı şekilde değil de, başlık numaralarını
"bef"ten itibaren devam ettirmeyi uygun bulduk.
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/381.
[325] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/381-382.
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/382.
[327] Buhârî, Mukâtib 1
[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/382-383.
[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/384.
[330] Buhârl, Şurût 13, Buyu' 73, Mukâtib 3; Müslim, Itk
6-8; Ebû Dâvûd, Itk 2; Nesût, Buyu' 86; İbn Mâce, Itk 3; Muvattâ, Itk 17;
Müsned, VI, 213.
[331] Bir önceki kaynakta gösterilen yerler.
[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/384-385.
[333] Biraz sonra gelecek açıklamalardan da anlaşılacağı
üzere mukaıaa belirli bir miktarı derhal ve peşin ödemek üzere anlaşmak
demektir.
[334] Buhârl, Mukâtih 1
[335] Buhârl, aynı yer.
[336] Buhûrt, Mükâtib 3
[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/385-387
[338] Ebû Davûd, Itk 1; Tirmizt, Buyu' 35; İbn Mâee, İtk 3;
Müsned, II, 178, 184, Z06, 209.
[339] Ebû Dâvûd, İtk 1.
[340] Nesâi, Kasâme 39; Tirmizi, Buyu' 35; Müsned, I, 94,
104, 260, 292, 363 (kısmen)
[341] Ebû Dâvûd, Itk 1; Tirmizî, Buyu' 35; İbn M&ce, Itk
3; Müsned, VI, 289, 308, 311
[342] Meselâ: Buhârî, Itk 8, Buyu1 3, 100...; Ebû Dâvûd,
Talâk 34; Nesât, Talâk 48, .49; İbn Mâce, Nikâh 59; Dârimî, Nikâh 41; Muvattâ',
Akdiye 20; Müsned, IV, 5, VI, 37, 129...
[343] Otuzbirincî âyet, ikinci başlıkta da geçmiş bulunan bu
hadisin kaynakları için oraya bakınız.
[344] Bu hadis de daha önce otuzbirinci âyet, ikinci
başlıkta geçmişti. Kaynakları için oraya bakınız.
[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/387-389.
[346] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/390.
[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/390-391.
[348] Buhâri, Mukâtib 3
[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/391-393.
[350] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/393.
[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/393-394.
[352] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/394-395.
[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/395.
[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/395-396.
[355] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/396-397.
[356] Müslim, Tefsir 26; Suyfttî, ed-Durru'l-Mensûr, VI,
192-194.
[357] Müslim, Tefsir 27.
[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/397-398.
[359] Buhârî, Teheccüd 1, Deavât 10, Tevhîd 8, 24, 35;
Müslim, SalâtıVl-Müsâfirîn 199; Ebû Dûvûd, Salât 119; Tirmizt, Deavât 29;
Nesâl, Kıyâmu'l-leyl 9; îbn Mâce, İkâmetu"s-Sa-lât 180; Dârimî, Salât 169;
Muvatta, Kur'ân 34; Müsned, 1, 298, 308.
[360] Müslim, İman 292, Müsned, V, 147.
[361] Bu lafız ve bu manada hadis olarak tespit edemedik.
Ancak: "Zeytin yağını yeyin ve ondan sürünün, çünkü o, mübarek bir
ağaçtandır" anlamındaki hadisi: Tirmizî, Et'ime 43; îbn Mâce, Et'ime 34;
Dûrimî, Et'îme 20; Mü&ned, III, 494'de rivayet etmişlerdir.
[362] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/398-410.
[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/411.
[364] Bu takdire göre anlam: O kandiller... evlerdedir,
anlamında olur.
[365] ve
[366] Mescid'e gidenlerin günahlarının bağışlanması gibi bir
takım mükâfatlarla ödüllendirileceğine dair pekçok rivayet bulunmakla
birlikte, bu manada Peygamber'den gelen bir rivayet tespit edemedik.
[367] Hadis olarak tespit edemedik.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/411-413.
[368] İbn Mâce, Mesâcid 1. Yakın lafızlarla vârid olmuş
benzeri rivayetler: el-Heysemî, Mec-mau'z-Zevâid, II, 7-8.
[369] el-Aclûnî. Rtşfu'l-Hafâ, I, 253'te, Aliyyu'l-Karîden
naklen, böyle bir hadisin bulunmadığım zikretmektedir.
[370] İbn Mâce, Mesâcid 9
[371] Ebû Dâvûd, Salât 13; Tirmizl, Cumua 64; İbn Mâce,
Mesâcid 9-
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/413-414.
[372] Ebü Dûvûd, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 2; İbn Mâce, Mesâcîd
2; Dârimi, Salât 123; Müsned, III, 134, 145, 152, 230, 283.
[373] Buhârl, Saiât 62.
[374] Ebû Dâvûd, Salât 12.
[375] el-Azizi,
es-Sirâcu'l-Muntr Şerhu'l-Câmi'i's-Sağtr, I, 127, "zayıf
olduğu" kaydıyla.
[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/414-415.
[377] Buhâri, E2ân 160; Müslim, Mesâcid 68; Ebû Dâvûd, Efîme
40; Dârimî, Et'ime 21; Müs-ned, II, 13, 20, Buharı, Mflstim ve Dârimî'de bu
gazvenin Tebûk değil, Hayber olduğu kaydedilmektedir,
[378] Müslim, Mesâcid 72-74; Tirmizî, Efime 13; Nesâî, Mesâcid
16; İbn Mâce, tkâmetus-sa-lât 58; Müsned, II,
[379] Müslim, Mesâcid 78; Nesâî, Mesâcid 17; İbn Mûce,
tkâmetus-Salât 58, Et'ime 59; Müs-ned, I, 28.
[380] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, VI, 423. Ancak İbn
Abdil-Herr, sözünü ettiği hocasının adı gerek burada, gerek, el-İstizkâr, I,
394te: "Abdıılmelik b. Hişam* olarak değil de, "... Abdulmelik b.
Hâşim..." olarak kaydedilmektedir.
[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/415-417.
[382] Hadis olarak kaynağım tespit edemedik.
[383] Tirmizl. Tefsir 9. sûre 9: İbn Mâce. Mesâcid 19;
Dârimt, Salât 23; Müsned, HI, 68, 76.
[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/417.
[385] Müslim, Mesâcid 80-81; İbn Mâce, Mesftcid 11
[386] Buhâri, Ecleb 35; Müslim, Tahâre 98, 199; Nesâî,
Tahâre 45, Miyâh 2; îbn Mâce, Tahâ-re 78; Müsned, III, 191, 226.
[387] Müslim, Tahâre 100; Müsned, III, 191.
[388] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/417-419.
[389] Tirmizî, Salât 123. Hadis ayrıca: Nesâl, Mesâcld 23;
lbn Mâce, Mesâcid 5'de de yer almaktadır. .
[390] Müslim, Mesâcid 5
[391] Hadisin senedine bakıldığında ei-Alâ h. Kesîrin ismen
zikredil meçi iği görülecektir. Kfln-yesi verilen Ebû Saîd, el-Alâ b. Kesîr'in
kendisidir. İlk. ez-Zehebî, Mîzûnu'l-İtidât, IV, 24; îbn Hacer,
Tekztbul-Tekzîb, VIII, 170.
[392] Bk. Zehebî, Maûnu'l-l'tidût, V, 149; tbn Hacer,
Tehzîbul-Tehzîb, IX, 379-Î80.
[393] Tirmizî. Salât 123-
[394] Dârakutnî, IV, 155
[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/419-421.
[396] Müslim, Mesâcid 79; Ebû Dâvûd, Salât 21; İbn Mâce,
Mesâcid 11; Müsned, II, 349, 420.
[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/421-422.
[398] Buhârî, Salât 5HT Meviikîtus-Salâ 41; Müsned, I, 197,
19S.
[399] Buhârî, Salât 58; Müslim, Fedâikı's-Sahâbe 140; Nesâî,
Mesâcid 29.
[400] Buhârî, Salât 57.
[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/422-423.
[402] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 68; Bbü Dâvûd, Salât 18;
Nesâî, Mesâcid 36; İbn Mâce, Me-sâcid 13; Zİâriml, İsti'zân 56; Müsned, III,
497, V, 425.
[403] Ebû Dâvâd, Salât 18.
[404] İbn Mâce, Mesâcid 13; Tirmizİ, Salât 117.
[405] An Mâce, Mesâcid 13
[406] Ebû Dûvûd, S-AİÂt 18
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/423-424.
[407] Buhârl, Salât 60; Müslim, Salâtul-MÜsâFirîn 69; Ebû
Dâoüd, Salât 19; Tirmizi, Salât 118;
Nesâî, Mesâcid 37; Dârimi, Salât 114; Muvatta,
Kasru's-Salât 57; Müsned, V, 295, 296,
303, 305, 311
[408] Müslim, Salâtu'l-Mü-sâfirûn 70; Müsned, V, 305.
[409] ez-Zehebî, Mîzânu'l-Hidâl, I, 74.
[410] Bk. ez-Zehebî, aynı yer.
[411] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/424-425.
[412] İbn Mâce, Mesâcid 9
[413] Hadis olarak tespit edemedik. Bir temriz siğası olan
"nıviye; rivayet edildi' tabirinin kullanması dikkatten kaçmamalıdır.
[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/425.
[415] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/425-427.
[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/427.
[417] Ebû Dâvûd, Salât 48 "
[418] Bukâri, Ezan 37; Müslim, Mesâcid 285; Uüsned, II, 509
[419] Ebû Dâvûd, Salât 48; Tirmizl, MevâkûtuVSalât 51; İbn
Mâce, Mesâcid 14.
[420] Bu fazlalığı hadis olarak teshit edemedik.
[421] Müslim, Mesâcid 282.
[422] Buhârî, Eîan 30, Salât 87, Buyu1 49; Müslim, Mesâcid
282; Ebû Dâvûd, Salar 48; İbn Mâte, Mesâcid 14.
[423] Müslim, Mesâcid 274; Ebû Dâvûd, Salât 20
[424] Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, 6433, zayıf hadis olduğu
kaydıyla.
[425] el-Heysemî, Mecmâu'zZevâd, II, 22.
[426] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 24; "râvileri
arasında hadis uyduran birisinin bulunduğu" kaydıyla
[427] Hadis olarak tespit edemedik,
[428] Darakutnî'de tespit edemedik.
[429] Buhârî, Salât 67
[430] Buhari, Salat 37; Müslim, Mesâcid 55-56; Ebû Dâvûd,
Satât 22; Tirmizî, Cuma 49; Nesâî,
Mesâeid 30; Dârimî, Salât 116; Müsned, III, 109, 173,
183..., V, 260
[431] Müslim, Mesâcid 57; îbn Mâce, Edeh 7; Müsned, V, 178,
1Ö0.
[432] EbûDâvûd, Salât 22
[433] Ebû Dâvud, Salât 22
[434] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/427-431.
[435] Ebû Dâvûd, Salât 53
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/431.
[436] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 207-208
[437] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/431-432.
[438] Daha önce beşinci başlıkta geçmiş olan bu rivayet ile
ilgili not orada görülebilir.
[439] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/432-433.
[440] el-Mâverdi, en-Nuket ve'l-Uyûn,
IV, 108. Eserin muhakkiki ilgili notunda bu hadisi herhangi bir kaynakta
tespit edemediğini söylemektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/433-435.
[441] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/435-437.
[442] "Dalgalı olduğu zamaiTanlamındakL fiil olan;
"izel-tecce" yerine; yine aynı anlamı ifade eden:
'"inde'dticâcihî" ve "ize'rtecce" şeklinde; Müsned, V, 79,
271.
[443] Buna göre meal şöyle olur: Onların üzerinde de
karanlık bulutlar vardır. Biri diğerinin üstündedir...
[444] Bu okuyuş ise biraz sonra geleceği üzere birinci
"karanlıklar" kelimesinin tekidi veya bedeii olur.
[445] es-Sa'lebînin çokça uydurma hadisi eserine kaydettiği
bilinen bir husustur. 3u rivayetin de bu kabilden olduğu açıkça görülmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/437-441.
[446] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/442-443.
[447] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/443-449.
[448] Müslim, Zühci 60; Müsned, VI, 153
[449] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, II, 195
[450] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/449-451.
[451] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/451-452.
[452] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/452.
[453] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/452-453.
[454] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/453.
[455] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/453.
[456] Benzer rivayetler ve değerlendirmeler için hk.-
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, [V, 198
Ayrıca hk. el-Mâverdi, en-Naket
ve'l-Uyûn, IV, İlâda muhakkikin 2 no'lu notu.
[457] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/454.
[458] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/454-455.
[459] Sadece kıssanın sonunda işaret edilen hadis için:
Bukârt, Ta'bir 11; Müslim, Mesâcid 5-8; Tirmizî, Siyer 5. Ayrıca bk.:
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevûid, I, 169.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/455-456.
[460] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/456-457.
[461] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/457-458.
[462] el-Vâhîdî, Esbâbu NüzÛli'l-Kur'&n, s, 338; Suyûtî,
ed-Durru'l-Mensûr, VI, 217.
[463] Ebû Dâuûd, Sünne 8; Tlrmizl, Fiten 48, Müsned, V, 220,
221. .
[464] Ebû Dâvûd, Sünne 8; Tirmigt, Piten 48; Müsned, V, 220,
221.
[465] Müslim, Fiten 19; Ebû Dâuüd, Fiten 1; Tirmizl, Filen
14; îbn Mâce, Fiten 9; Müsned, V, 278, 284.
[466] Âyetin bitarafında tamamı zikredilen bu rivayetin
kaynaklan da orada gösterilmiştir.
[467] Buhârî, Menâkıb 25, Menâkıhu'l-Ensâr 29, İkrah 1;
Müsned, V, 111, VI, 395.
[468] Buhârî, Cenâiz 37, Menâkıbu'i-Ensâr 49, Ferâz 6;
Müslim, Vasiyjret 5; Muvatta, Vasiyet 4.
[469] Buharî, Menâkibu'l-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441;
Tinnizî, Hacc 103; Nesâİ, Taksir 4; Müs-ned, V, 53.
[470] Manayı etkilemeyen cüzî bazı lafzî farklılıklarla:
Müsned, VI, 4.
[471] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/458-464.
[472] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/464.
[473] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/464-465.
[474] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/465-466.
[475] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/466.
[476] Leys b, Ebi) Süleym: H. 141 veya 142 yılında vefat
etmiş, salih bir zar olmakta birlikte, kanıt olmaksızın hatalı rivayetlerde
bulunmuş ve çeşitli bakımlardan tenkide maruz kalmış birisidir. Geniş bilgi
için bk. tbn Hacer, Tehzlbut-Tehztb, VIII, 417-419.
[477] Ebû Dâvûd, Edeb 129-130
[478] Ebû Dâvûd, Edeb 129-130
[479] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/466-468.
[480] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/468.
[481] Bazı lafzî farklarla: d-Vâhidî, Esbâbu
Nüzûli'l-Kur'ân, s. 339. Ancak merhum müellif "âyetin MekkI olduğunu
söylemekle, hu rivayeti pek güvenilir bulmadığını ima etmektedir.
[482] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/468-469.
[483] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/469-470.
[484] Ebû Dâvûd, Tahâre 38; TirmUi, Tahâre 69; Nesâî, Tahâre
54, Miyâh 8; İbn Mâce, Tahâre 32; Dârimî, Vudû' 58; Muvatta', Tahâre 13;
Müsned, V, 296, 303, 309.
Rivayetlerin bir kısmında merhum müfessirimizin naklettiği şekilde
"ev; yahut, veya" bir kısmında ise "ve" İledir. Türkçe'de
bu fark, çoğulların müzekker (eril) ya da milzekker dişiî oiması fark etmediği
için, bu edatın böyle olması da fark etmez. Ancak Müsned, V, 3O3'te hâvilerden
Lshâk b. İsa'nın "ve*1 yerine "ev..." diye rivayet ettiği
belirtilmektedir.
[485] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/470-471.
[486] Müslim, Mesâcid 228, 229; Ebû D&vüd, Etleb 78;
Nes&î, Mevâkît 23; Müsned, II, 19, 144, V, 55.
[487] Buharı, Mevâkîtu's-Salât 20
[488] Buharı, tyevâkîtu's-Satât 20
[489] Buhâri, Mevâkît 20: "Peygamber akşam ile yatsıyı
kıldı' anlamında.
[490] Buharı, Ezan 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salar 129;
Nes&î. Mevâkît 22, Ezan 31; Muoat-
la' Salâtırl-Cemaa 6, Nida 3; Müsned, II, 278, 303,
375, 533, VI, 80
[491] Müslim, Mesâcid 227; Müsned, V, 89, 105.
[492] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/471-473.
[493] İbn Mâce, Mesâcid 18. Hadisin akabinde kaydedilen
Zevâid'deki bilgiye göre, hadis hem mürsel, hem zayıftır. Çünkü Umâre, Enes ile
karşılaşmamış, İsmail de tedlis yapar (hadisteki hususları giz!er)di.
Merhum Kurtubînin senedi özellikle
kaydetmesinin sebebi de bu olmalıdır.
[494] Müslim, Mesâcid 260: Tîrmizî. Salât 51: Müsned. I. 58.
86
[495] Dârakutnt, III, 194.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/473-474.
[496] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/474.
[497] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/475.
[498] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/475.
[499] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/475-476.
[500] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/476.
[501] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/476.
[502] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,
VI, 222.
[503] Müslim, Libas 125, Cennet 52; Muvatta, Libâs 7 (sadece
kadınlarla İlgili kısmı); Müs-ned, II, 356, 440.
[504] Buhârl, İmân 15, Ta'bîr 17, 18, Fedâilu Ashabi'n-Nebîy
6; Müslim, Fedâiiu's-Sahâbe 15; Tirmiîî, Ru'yâ 9; Nesâî, İmân 18; Dârimi,
Rıt'yâ 13; Müsned, III, 86,V, J74.
[505] Tirmizi, Menâkıb 18; İbn Mâce, Mukaddime 11, hadis no:
112; Müsned, VI, 75, 87, 114, 149.
[506] Buhâri, Nikâh 17; Müslim, Zikr 97, 98; Tirmizl, Etleh
31; İbn Mâce, Fiten 19; Müsned, V. 200. 210
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/476-479.
[507] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/479-480.
[508] Buhârt, Lukata 8; Müslim, Lukata 13; Ebû Dâvûd, Cihâd
86; Ibn Mâce, Ticârât 68; Mu-uattâ', tsti'zân 17; Müsned, II, 6, 57.
[509] lbn Abbas'ı görmediği konusunda ilim adamiarı ittifak
etmiş görünüyor. Bk. İbn Hacer, Tekztbu't-Tefıztb. VTI, 298-299
[510] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 224
[511] Bıırdan itibaren en-Nerıhâs'tan hadis-i şerifte geçen
ve hep birlikte sefere çıkmak demek olan "îâb" lafzı İle
"kötürümler*1 dernek olan "damnâ" kelimeleri ile ilgili beş-altı
satırlık lugavî açıklama aktarmaktadır. Âyetin tefsiri ile doğrudan alakalı
olmadığı için ayrıca tercüme edilmemiştir.
[512] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/480-482.
[513] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/482-483.
[514] Ebû Dâvûd, Buyu' 77; İbn Mâce, Ticârât 64
[515] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/483-484.
[516] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/484.
[517] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/484-485.
[518] Şair de burada "arkadaşlar" anlamında tekil
olarak "sadık" kelimesini kullanmıştır.
[519] Müsned, V, 72
[520] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/485-486.
[521] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/486-487.
[522] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/487.
[523] Buhâri,.Ef ime 7. Elimizdeki basılı Buhârî
nüshalarında bab başlığı, âyet-i kerimeden ibarettir. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri,
IX, 439'daki başlık ise -mana geliştiren tek kelimelik bir ziyade dışında
müessirimizin zikrettiği ile aynıdır.
[524] Ebul-Ferec İhnul-Cevzî, Ğaribu'l-Hadts, Beyrut
1405/1985, II, 444; İbnul-Esir, en-Ni-hâye, V, 135.
[525] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/487-489.
[526] Müslim, Eşribe 103; Ebû Dâvüd, Et'ime 15; îbn Mâce,
Dıta 19; Müsned, HI, 346.
[527] Ebû Dâvûd, Edel-s 103. Ebû Dâvûd'cta hadisin rSvisi
Ebû Malih d-Eşcaî olarak değil, Ebû Mâ] ih e 1 -Eş'arî olarak zikredilmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/489-491.
[528] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/491.
[529] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/491-492.
[530] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/492.
[531] Ebû Davûd. Virr 1\ TVrmirî. neavâr 1(19- 1hn Mhre Mpnüsilc
[532] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/492-494.
[533] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/494-496.
[534] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/497.