NUR SURESİ 7

1- Zinanın Tarifi: 7

2- Evli Olmayanın Zina Cezası: 8

3- Kıraate Dair Bazı Açıklamalar: 8

4- Bu Buyrukta Dişi İle Erkeğin Birlikte Zikredilmesinin Hikmeti: 8

5- Zina Eden Dişinin Önce Zikredilmesi: 8

6- Celd (Sopa) Hükmü Umumi Değildir; 9

7- Aynı Örtü Altında Bir Erkek ve Bir Kadın Bulunursa: 9

8- Celde (Değnek, Sopa) Cezası: 9

9- Bu Emrin Muhatabı: 9

10- Sopa Cezası Nasıl Uygulanır?. 9

11- Zina Cezası Uygulanacak Olanın Elbiselerinin Soyulması: 10

12- Erkek ve Kadınları Dövme Keyfiyeti: 10

13- Hadlerin Uygulanacağı Yerler: 10

14- Had Cezasında Vurma Şekli: 10

15- Vurma Hadlerinin Şiddeti: 11

16- Haddi Uygulama Yetkisi Kimindir?. 11

17- Zina ve Kazfte Sopa Cezasının Sayısı Nass ile Tesbit Edilmiştir: 11

18- Şefkat ve Merhamet Allah'ın Hadlerinin Uygulanmasına Engel Olmamalıdır; 12

19- "Allah'ın Dini" Allah'ın Hükmüdür: 12

20- Mü'minlerden Bir Kesim Cezanın Uygulanışına Tanık Olmalıdır: 13

21- Cezanın Uygulanması Esnasında Topluluğun Hazır Bulunmasından Maksat Nedir?: 13

22- Zina Suçunun Ağırlığı: 13

1- Bu Âyetin Anlamı: 14

2- Zaniye Kadın île Evlenmek Sahihtir: 15

3- Zina Eden Erkek ve Kadının Biribirleriyle Evlenmeleri: 15

4- Zinakûr Bilinen Bir Kimsenin Böyle Olmadığı İntibaını Vererek Evlenmesinin Hükmü: 16

5- Âyetin Muhkem Olmadığını Söyleyenler ve Bu Görüşün Bazı Hükümlere Etkisi: 16

6- Mü'minlere Fahişelerle Evlenmek Haramdır: 16

7- İslâm ve Harb Diyarında Zinanın Hükmü: 16

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 16

2- İftiranın Sözlük Anlamı: 17

3- İffetlilere İftira: 17

4- Zina İftirasında Aranan Şartlar: 17

5- Zina İftirasında Kullanılan Açık ve Kapalı İfadelerin Hükmü: 17

6- Kitap Ehli Kimselere Zina İftirasında Bulunmak: 18

7- Zina İftirasında Bulunan Kölenin Cezası ve Had Kimin Hakkıdır?. 18

8- Hür Bir Kimse Köleye Zina İftirasında Bulunursa: 19

9- Hür Olan Kimseye Köle Zannıyla Zina İftirasında Bulunanın Hükmü: 19

10- Zina İftirasına Dair Kapalı Bir İfadeye Örnek: 19

11- Bazı Şartları Eksik Olan Zina İftirasında Bulunmanın Hükmü: 19

12- Peygamber (sav)ın Hanımlarından Birisine Zina İftirasında Bulunanın Hükmü: 20

13- İftiralarını Şahitle îspatlayamayanlar: 20

14- Şahidlerin, Şahitlikte Bulunmalarında Aranan Şartlar: 20

15- Şahitlik Tamam Olmakla Birlikte, Şahitlerin Âdil Oldukları Belirtilmezse: 20

16- Zina Cezası Uygulandıktan Sonra Şahidlerden Birisi Şehadetinden Dönecek Olursa: 21

17- Kazf Haddi Allah'ın Hakkı mıdır? Kul Hakkı mıdır?: 21

18-"Dört Şahit" İfadesi İle İlgili Kıraat ve Açıklanması: 21

19- Dört Şahidin, Şahitliğinde Aranan Şartlar: 21

20-  "Seksen Celde". 22

21- Tevbe Edenlerin Durumu: 22

22- İftirada Bulunanın Şahitliği Ne Zaman Düşer?: 22

23- Böyle Bir Günahtan Tevbe Eden Kimsenin Tevbeden Sonra Şahitliği Hangi Alanlarda Caizdir?. 23

24- Atıf İle Birbirine Bağlanmış Cümlelerden Sonra Yapılan İstisnanın Fıkıh Usulü Açısından Hükmü: 23

25- Şehadetin Kabul Edilmemesi, İftira Cezasının Uygulanması Şartına Bağlıdır: 24

26- Allah Günahları Bağışlayandır: 24

1- Kıraate ve Nahve Dair Bazı Açıklamalar: 24

2- Buyrukların Nüzul Sebebi: 25

3- Hanımlara Zina İftirasının Mahiyeti ve Bazı Hükümleri: 26

4- Gebeliğin Kendisinden Olmadığını İddia Ederse: 26

5- Liân Kimler Arasında Olur? Liân Sonucu Ayrılmanın Mahiyeti: 27

6- Dilsizin. Lanetleşmesi: 28

7- Daha Sonra Evlendiği Hanımına Liân Yapabilir mi?. 28

8- Boşamadan Sonra Zina İsnadında Bulunmak: 28

9- İddetin Bitiminden Sonra Koca İte Hanımı Arasında Lanetleşmenin Yapılabileceği Yer: 28

10- Hamile Kadın İle Doğumdan Önce Lânetleşilir mi?. 28

11- Arka Yoldan İlişki İsnadında Lânetleşme Gerekir mi?. 29

12- Bir Kişi Kendi Hanımına ve Kayınvalidesine Zina İsnad Ederse: 29

13- Hanımının Zina Ettiğini İleri Sürdükten Sonra Hanımı Lânetleşmeden Önce Zina Edecek Olursa: 29

14- Bir Kimse Hamile Kalmayacak Kadar Yaşlı Olan Hanımına Zina İftirasında Bulunacak Olursa: 29

15- Birisi Koca Olmak Üzere Dört Kişi Bir Kadının Zina Ettiğine Dair Şahitlik Ederlerse: 29

16- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını İddia Etmeyecek Olursa: 30

17- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını Söylemeyi Gerekçeye Bağlı Olarak Erteleyecek Olursa: 30

18- Birisine Harf Ziyadesi ya da Eksiği ile "Zinakâr" Demek: 30

19- Fasit Nikâhla Nikâhlandığı Zevcesi ile Liân Olur mu?. 30

20- Koca Lânetleşmeyi Kabul Etmeyecek Olursa: 31

21- Şahitleri ile Birlikte Kocanın Lânetleşme Hakkı Var mıdır?: 31

22- Lânetleşmeye Önce Kim Başlar: 31

23- Lûnetleşme Keyfiyeti: 31

24- İsmini Zikrettiği Bir Adam ile Karısının Zina Ettiğini Söyleyenin Hükmü: 32

25- Liânın Yapılacağı Yer: 32

26- Lânetleşmenin Sonucu Olan Hükümler: 32

27- Koca Lânetleşmeden Sonra Kendisinin Yalan Söylediğini İleri Sürerse: 33

28- Lânetleşmenin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Unsurlar; 33

29- Lânetleşmede Ayrılığın Gerçekleşeceği Zaman ile İlgili Görüş Ayrılıklarının Etkisi: 34

30- Lânetleşme Sonucu Meydana Gelen Ayrılık Nikâhın Feshedilmesi midir?. 34

1- Buyrukların Nuzül Sebebi: 34

2- Âyetlerdeki Bazı Lafızlar: 36

3- İfkin (Hz. Âişe'ye İftiranın) Sebebi: 36

4- Herkesin Kazandığı Günah Kendisinindir: 37

5- O Büyük Sözü Dillerine Dolayanlar: 37

6- İfk Hadisesi Dolayısı ile Kendilerine Had Uygulanan Şahıslar: 37

7- Mü'minhrin Birbirlerine Karşı Takınmaları Gereken Tavır: 38

8- Mü'minlerde Aslolan Günahsızlıktır: 39

9- Böyle Bir İddianın İsbatlanması İçin Dört Şahit Gerekir; 39

10- İftiralarını Dört Şahit Getirerek İspatlayamayanlarm Cezası: 39

11- "Allah'ın Lütuf ve Rahmeti Olmasaydı...". 39

12- Bazı Kelimelerin Okunuşu ve Anlamlan: 40

13- Dille Söylenen ve Önemsenmeyen Allah Katında İse Büyük Günah Görülen Bir İş: 40

14- Asılsız ve İspatlanamayan İddialara Karşı Mü'minlerin Takınmaları Gereken Tavır: 40

15- "Eğer Mü'min İseniz...". 41

16- Ebediyyen Benzer Bir İşe Dönmemek Gerekir: 41

17- Hz. Âişe'ye Dil Uzatmanın Cezası: 41

18- Mü'minler Arasında Hayasızlığın Yayılmasını İsteyenlerin Cezası: 41

19- Allah Herşeyi Bilendir: 41

20- Şeytanın Adımları İzlenmemelidir; 42

21- İyilik Yapmamaya Yemin Etmek: 42

22- İftira Büyük Günahlardan Olduğu Halde Diğer Amelleri Boşa Çıkartmaz: 43

23- Bir Hususa Yemin Ettikten Sonra O îşi Yapmanın Daha Uygun Olduğu Görülürse: 43

24-  "Yemin" Lafzı: 43

25- Allah'ın Mağfireti Sevilmez mi?: 43

26- En Umut Verici Âyetler: 43

27- Affetmek: 43

1- Âyet Kimler Hakkındadır?. 44

2- İffetli ve Bir Şeyden Haberdar Olmayan Mü'minlere İftirada Bulunanların Cezası: 44

1- Başkalarına Ait Meskenlere Girme Adabı: 46

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi; 46

3- Evlere Girmek İçin İzin. İstemek: 47

4- "İsti'nâs" Kelimesinin Yazılışı İle İlgili Asılsız Bir Rivayet: 47

5- İzin îstemenin Sünnet Şekli: 48

6- İzin İstemenin Üç Defa İle Sınırlandırılmasının Sebebi: 48

7- Evlerin Girişlerinde Kapı Ya da Perdenin Bulunmasının İzin İstemeye Etkisi: 49

8- Kapı Kapalı Bulunuyor îse: 49

9- Kapı Nasıl Çalınır?. 49

10- Kapıyı Çalanın: Kim O Diye Sorulması Üzerine: "Ben" Diye Cevap Vermesi: 49

11- Kim O? Sorusuna: "Ben" diye Cevap Vermenin Sakıncası: 49

12- Örfe Göre İzin İsteme Şekilleri: 50

13- İçeri Girmeden Selam Vermek: 50

14- Davet, Girmek İçin İzin Sayılır mı?. 50

15- Ne Zaman Selam Vermek Gerekir?. 50

16- Kişinin Kendi Evine Girmesi İle İlgili Hükümler: 51

17- Kişi Kendi Evine Girdiğinde Kimse Yoksa: 51

1- Eğer Evlerde Kimse Yoksa: 51

2- Kapının Açık Yada Kapalı Olması İzin İsteme Gereğini Etkilemez: 51

3- Küçüğün de Büyüğün de İzin Alması Geçerlidir: 52

4- Ne Yaparsanız Allah Bilir: 52

1- İzinsiz Girilebilecek Yerler: 52

2- Âyet-i Kerîmede Zikredilen *Evler"den Kasıt: 52

1- Gözleri Haramdan Sakınmak: 53

2- Gözlerin Sakınması: 53

3- Görmek Kalbe Açılan En Büyük Kapıdır: 53

4- Mahrem Yerlerin Korunması: 54

5- Umumi Banyolara (Hamamlara) Girmenin Hükmü: 54

6- Hamama Girmenin Şartları: 55

7- Haramdan Sakınmanın Güzelliği: 55

1- Mü'min Hanımlar da Gözlerini Haramdan Sakınmalıdır: 56

2- Kadınların da Erkeklere Bakmaktan Sakınmaları: 57

3- Kadının Yabancılara Göstermesi Caiz Olmayan "Zînet’i: 57

4- Zînetin Kısımları: 58

5- Görünen ve Görünmeyen Zînet: 58

6- Başörtülerini Taksınlar: 58

7- "el-Himar (Başörtüsü)": 58

8- "Yaka"nın Yeri ve Mahiyeti: 59

9- Kadınların Zînetlerini Görebileceklerden: Kocaları: 59

10- Kocanın, Karısının Avret Mahalline Bakması: 59

12- Kocaların Oğulları: 60

13- "Kendi Kadınlarından": 60

14- "Cariyelerinden": 61

15- Kadınlara Meyli Olmayan Erkekler: 61

16- "Kadınlara Meyli Olmayanlar'a Dair Bir Açıklama: 62

17- Çocuklar: 63

18- Yüz ve Ellerin Dışında Kalan Vücudun Sair Yerlerini Çocuğa Karşı Örtmenin Hükmü: 63

19-Avret Mahalli: 63

20- Kadınların Avreti ve Avretlerini Gösterebilecekleri Bazı Kimseler ile İlgili Açıklamalar: 63

21- Ayakları Yere Vurmadan Yürümek: 64

22- Zîneti Dolayısıyla Şımarmak: 64

23- Bu Âyetteki Zamirlerin Sayısı: 64

24- Tevbenin Gereği: 64

25- "Ey: Eyyuhâ'nın Okunması: 64

1- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi: 65

2- Nikâhlanmanın Hükmü: 65

3- Evli Olmayanlar: 65

4- Cariye ve Köleleri Evlendirmek: 66

5- Efendi, Cariye ve Kölesini Nikâhlanmaya Zorlayabilir mi?: 66

6- Eğer Fakir îseler Allah Onları Lütfuyla Zengin Kılar: 66

7- Fakirlik Sebebiyle Evlenmekten Uzak Durmamak Gerekir: 67

1- İffetlerini Koruma Emrinin Muhatabları: 67

2- İffetini Korumanın Mükâfatı: 67

3- İffetli Davranma Emrinin Muhatabları: 68

4- Evlenmek İsteyip İmkânları 68

5- Kitabet (Yazışma) İsteyen Köleler: 68

6- Mükâtebe Akdi: 69

7- Sert Bir Terim Olarak Mükâtebenin Anlamı: 69

8- Bu Buyrukta Sözü Edilen "Hayr'ın Mahiyeti: 69

9- Mesleği Olmayanla Kitabet Akdi Yapmak: 70

10- Kitabet Bedelinin Nitelikleri ve Bedelin Taksitlere Bölünmesi: 70

11- Kitabet Akdi Yapan Köle Hürriyetine Kavuşmak İçin Bedelin Tamamını Ödemek Zorunda mıdır?. 71

12- Köle Taksitlerini Ödemez, Efendi de İstemezse: 72

13- Kölenin Kitabet Akdini Ödeyememesi ve Bundan Önce Yaptığı Ödemelerin Durumu: 72

14- Kitabet Akdi île İlgili Çeşitli Hükümler: 73

15- Mükâteb Kitabet Bedelini Ödemekle Hürriyetine Kavuşur: 74

16- Kitabet Akdi Yapanlara Yardımcı Olmak: 74

17- Kitabet Bedelinden İndirim İlk Taksitlerden mi, Son Taksitlerden mi Yapılır?. 75

18- Kitabet Akdi Yapmış Olan Kölenin Satılması: 75

19- Kitabet Akdinin Niteliği: t 75

20- Mükâtebin Mirası: 75

1- Allah'ın Adının Yüceltildiği Evler: 82

2- Mescidlere İhtimam Göstermek: 83

3- Mescidlere Süs ve Nakış Yapmak: 83

4- Mescidin, Rahatsızlık Verici Şeylere Karşı Korunması: 84

5- Mescidlerin, Mescidleri İmar Etmenin, Mescidlere Devam Etmenin Fazileti: 84

6- Mescidlerde, Mescidlerle Bağdaşmayan İşlerin Yapılması: 85

7- Mescidde Kayıp İlânı, Alış-veriş Yapmak, Şiir Okumak vs.nin Hükmü; 85

8- Mescidlerde Seslerin Yükseltilmesi: 87

9- Mescidde Uyumak: 87

10- Mescide Giriş ve Çıkışın Adabı: 87

11- Mescide Girdikten Sonra Oturmadan. 88

12- Mescidlerin Kandillerle Aydınlatılması: 88

13- Allah'ı Teşbih Edenlerin Nitelikleri: 89

14- Bu Buyrukta Geçen "Tesbih"in Anlamı: 89

15- Mescidlere Gidip Gelmenin Orada Kalmanın Fazileti: 89

16- Hanımların Mescidlere Gitmelerinin Hükmü: 91

17- Allah'ı Anmanın Önünde Engel Tanımayanlar: 91

18- Namazı Kılmak: 92

19- Zekât Verenler ve Kıyamet Gününden Korkanlar: 92

1- Âyetlerin Nüzul Sebebi: 100

2- Allah ve Rasûlü Hükmü Karşısında Münafıkların Tavırları: 100

3- Zımnıîlerin, Müslümanlarla ve Kendi Aralarındaki Anlaşmazlıklarda Hüküm Vermek Yetkisi Kime Aittir?. 100

4- Allah ve Rasûlünün Hükmüne Daveti Kabulün Gereği: 100

1- Bu Âyet-i kerîme İle İzin İstemeye Dair Bundan Önceki 27. Âyet Arasındaki İlgi: 105

2- İzin İstemeleri İstenen Kimseler: 105

3- Üç Defa İzin İstemek; 106

4- Yüce Allah'ın Kullarına Edeb Öğretmesi: 106

5- İzin Alacak Kimseler ve İzin Alacakları Vakitler: 107

6- İzinsiz Girilebilecek Vakitler: 107

7- Yatsı Namazı ve Adlandırılması: 108

8- Yatsı Namazını Cemaatle Kılmanın. Fazileti: 109

1- Yaşlanıp Oturmuş Kadınlar: 109

2- Oturan Kadınlardan Kasıt: 110

3- Yaşlanıp Oturmuş Kadınların Özel Hükmünün Sebebi; 110

4- Yaşlanmış Kadınların, Üzerlerine Almama Ruhsatına Sahip Oldukları Örtüler: 110

5- Süsten Uzak Durmak ve tffet Yolunu Seçmek; 110

1- Âyet-i Kerîme Muhkem midir?. 112

2- Âyette Sözü Edilen "Zorîuk"un Mahiyeti: 113

3- Kişinin Kendi Evinden Yemesi: 113

4- Evlerinden Yemek Yemenin Sakıncalı Olmadığı Kimseler: 113

5- Anahtarları Elde Bulunan Kimselerin Evlerinden Yemek: 114

6- Arkadaşların Malından Yemek: 114

7- Dost ve Akraba: 115

8- Topluca ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek: 115

9- Yolculukta Birlikte ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek: 115

10- Evlere Girerken Selâm Vermek: 116

11- Verilecek Selâmın Niteliği: 117

1- Peygamber (sav)tn Emrine Uymak: 117

2- Kamuyu İlgilendiren İşin Mahiyeti: 117


NUR SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

Medine’de indiği icma ile kabul edilmiştir. [1]

 

1. (Bu) indirdiğimiz ve farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt alasınız di­ye onda apaçık âyetler de indirdik.

 

Bu sûrenin maksadı iffet ve tesettüre dair hükümleri zikretmektir.

Ömer (r.a) Küfe ahalisine: "Hanımlarınıza Nur Sûresİ'ni öğretiniz" diye ta­limat yazmıştır. Âişe (r.anha) da şöyle demiştir: "Kadınları yüksek köşkler­de yerleştirmeyiniz, onlara yazı yazmayı da öğretmeyiniz. Onlara Nur Sûre­si ile yün eğirmeyi öğretiniz. "[2]

"Ve farz kıldığımız" buyruğu "ra" harfi şeddesiz olarak okun­muştur. Yani bu sûrede bulunan hükümleri sizlere de, sizlerden sonra gele­cek olanlara da farz kıimışızdır.

Şeddeli okuyuşun anlamı da: Biz bu sûrede çeşitli hükümleri farz kılmı-şızdtr, demek otur.

Ebu Amr "ra" harfini şeddeli olarak okumuştur. Yine bunun anlamı, onu kısımlara ayırarak, kısım kısım indirdik, demektir. Çünkü "farz" kesmek de­mektir. "Yayın kesmesi" ifadesi de buradan gelmektedir. Miras feraizi, nafaka farzı da böyledir. Yine ondan şeddeli okuyuşun, onu tafsilat­lı açıklamalar ihtiva eden bir sûre kıldık ve geniş geniş açıkladık anlamında olduğu da nakledilmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre bu okuyuş, çokluk manasını ifade eder. Bu da sûredeki çok sayıdaki farzlar dolayısı iledir.

Sûre sözlükte şerefli bir konuma verilen addır. Kur'ân-ı Kerîrn'deki sûre­lere bu adın veriliş sebebi de budur. Şair Züheyr (doğrusu Nâbiğa'dtr) der ki:

"Allah'ın sana bir sûre (yüksek bir makam ve üstünlük) verdiğini görmez misin? Ondan aşağıda kalan herbir hükümdarın O'na doğru yükselmeye çalıştığını görürsün."

Buna dair açıklamalar kitabımızın mukaddimesinde (sûre, âyet, kelime ve harf başlığı altında) geçmiş bulunmaktadır.

"Sûre" kelimesi mübtedâ olarak merfû' da okunmuştur. Haberi de "İndir­diğimiz" anlamındaki kelimedir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş yap­mıştır. ez-Zeccac, el-Ferrâ ve el-Müberred ise "sûre" kelimesini mübtedâmn haberi olarak merfû' okumuşlardır. Çünkü bu kelime nekredir, Hiçbir yerde ise nekre ile başlanmaz. Bu da: "Bu... bir sûredir" anlamındadır.

"Sûre" kelimesinin mübtedâ, ondan sonraki buyrukların da katıksız bir nek­re olmaktan çıkarttığı sıfatı olması da ihtimal dahilindedir. Böyle bir durum sebebiyle de mübtedâ olması uygun düşmektedir. Haber de yüce Allah'ın; "Zina eden dişi..." buyruğunda yer almış olur.

"Biz bir sûre indirdik, o sureyi İndirdik" takdirinde olarak "sûre" kelimesi nasb ile de okunmuştur. Şair şöyle demektedir:

Tek başıma yanından geçecek olursam korkarım kurttan, Artık korkarım, rüzgarlardan korkarım yağmurdan."

Ya da bir fiil takdiri İle de nasb edilmiş olabilir. Yani: Sûreyi oku, demek olur. el-Ferrâ der ki: (Nasb ile okuyuşa göre) "(kendisini) indirdiğimiz" buy-ruğundaki zamirden haldir. Bu şekilde zamirden hal olan bir kelimenin, hal sahibi olan zamirden önce gelmesi caizdir. [3]

 

2. Zina eden dişi İle zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vu­run, Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş kimseler İseniz, Al­lah'ın dini hususunda her ikisine de acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da azaplarına tanık olsunlar.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmiiki başlık halinde sunacağız: [4]

 

1- Zinanın Tarifi:

 

Yüce Allah'ın: "Zina eden dişi ile zina eden erkeğin..." buyruğunda geçen zina -hırsızlık ve öldürme gibi- sözlükte de şeriatte de ne anlama gel­diği bilinen bir terimdir. Bu da erkeğin bir kadın ile -aralarında nikâh ve ni­kâh şüphesi olmaksızın- kadının da iradesi ile fercinde İlişki kurmanın adı­dır. Şöyle de tarifi yapılabilir: Zina, tabiat itibariyle arzu edilen, fakat şer'an haram kılınan şekilde bir ferci, bir ferce sokmaktır. Bu husus gerçekleşti mi had vacib olur.

Zina haddi, bunun gerçek mahiyeti, ilim adamlarının bu husustaki görüş­lerine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-İ ke­rîmenin en-Nisâ Sûresi'nde yer alan "zina edenleri evlerde hapsetme" âyeti ile "onlara eziyet etme" âyetini (en-Nisâ, 4/15-16. âyetleri) neshettiği ittifak­la kabul edilmiştir. [5]

 

2- Evli Olmayanın Zina Cezası:

 

Yüce Allah'ın: "Herbirine yüzer değnek vurun" buyruğu zina eden hür, bâlığ ve evlenmemiş olanın haddini (cezasını) ifade etmektedir. Erkek ve di­şi için ceza budur. Sünnette de, bir yıllık sürgün bu husustaki görüş ayrılık­ları söz konusu olmakla birlikte de sabit olmuştur.

Cariyelere ceza elli celdedir. Çünkü yüce Allah: "Şayet evlendikten son­ra fuhuş işlerlerse onlara muhsan olanlara verilen cezanın yarısı verilir." (en-Nisâ, 4/25) diye buyurmaktadır. Bu cariye hakkındaki hükümdür, köle de aynı durumdadır.

Hür ve muhsan (evli) kimselerin zina halinde cezaları ise, sopa değil recm-dir. İlim adamları arasında hem yüz celde vurulur, sonra da recmedilir diyen­ler de vardır, Bütün bu hususlar geniş bir şekilde en-Nisâ Sûresi'nde (belir­tilen âyetlerin tefsirinde) geçmiş olduğundan burada onları tekrarlamaya ge­rek kalmamıştır. Yüce Allah'a hamdolsun. [6]

 

3- Kıraate Dair Bazı Açıklamalar:

 

"Zina eden dişi ile zina eden erkeğin* anlamındaki buyruğu cumhur ref ile okumuşlardır. İsa b. Ömer es-Sakafî ise "Zina eden dişi" lafzını nasb ile okumuştur. Sibeveyh'e göre bu daha uygundur, çünkü ona göre bu; "Zeyd'i vur" takdirindedir. Yine Sibeveyh'e güre ref ile okuma­nın da izahı şöyle olur: Bu bir mübtedantn haberidir ve takdiri de şöyledir: "Size okunanlar arasında zina eden dişi ile zina eden erkeğin... hükmü...dır." Her ne kadar Sibeveyh'e göre kıyas nasb ile okumak şeklinde ise de, insanlar bunu icmâ' ile merfû' okumuşlardır. el-Fer-râ, el-Müberred ve ez-Zeccac ise refi daha uygun görmektedirler. Haber de yüce Allah'ın: "Vurun" buyruğudur. Çünkü ifadenin manası şöyledir: Zina eden dişi ile zina eden erkeğe Allah'ın hükmü gereğince celde vurulur." Bu da güzel bir açıklamadır ve nahivcilerin çoğunluğunun görüşüdür. Arzu ediiirse haber; "(zina eden dişi ile zina eden erkeğe) celde vur­mak gerekir" şeklinde takdir de edilebilir. İbn Mes'ud ise sonda "ye" harfi ol­maksızın, "Zina eden erkek" diye okumuştur. [7]

 

4- Bu Buyrukta Dişi İle Erkeğin Birlikte Zikredilmesinin Hikmeti:

 

Şanı yüce Allah, erkeği ve dişiyi birlikte zikretmiştir. Halbuki "zani" de­mek yeterli olurdu. Bir görüşe göre ikisinin de zikredilmesi te'kid içindir. Ni­tekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadının... ellerini kesin." (el-Mâide, 5/38)

Burada her ikisinin birlikte söz konusu edilmesi herhangi bir kimsenin; erkek bu fiili işleyen, kadın da bu fiilin kendisinde işlendiği nesne olduğun­dan dolayı kadına had icab etmez, diye bir kanaate kapılmaması içindir. İş­te burada dişinin de söz konusu edilmesi, aralarında Şafiî'nin de bulundu­ğu bir takım ilim adamlarının içine düştüğü bir müşkülü ortadan kaldırmak içindir. Bunlar şöyle demişlerdir; Ramazan ayında ilişki kurmak halinde ka­dına keffaret yoktur, çünkü bu hususta peygamberden hükmü sormaya ge­len kişi: Ben ramazan gününde eşimle cima ettim demiştir. Peygamber (sav) da ona: "Keffaretıe bulun" diye cevap vermiştir.[8] Görüldüğü gibi Peygamber burada erkeğe keffarette bulunmayı emretmiştir, kadın ise cima eden de-ğiSdir, ilişkiyi kuran da değildir. [9]

 

5- Zina Eden Dişinin Önce Zikredilmesi:

 

Bu âyet-i kerîmede zina eden dişinin ünce anılmış olması, o dönemde ka­dınların zinalarının çokça yaygın olmasından dolayıdır. O dönemin fahişe­leri ile Arapların cariyelerinin sancaktan olurdu ve zinayı açıktan açığa işler­lerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Zina, kadınlar için daha bir utanç vericidir ve ha­milelik dolayısıyla onların zinaları daha bir zararlıdır.

Bir diğer açıklama da şöyle yapılmıştır Kadında şehvet daha çoktur ve on­da daha baskındır. İşte hükmün ağırlığına dikkat çekmek için kadının önce­likle söz konusu edilmesi şehvetini bastırması İçindir. Her ne kadar kadın­da fıtrî olarak haya varsa da zina etti mi büsbütün hayası gider. Aynı şekil­de (zina dolayısı ile) kadın için utanılacak durum daha ileri derecededir. Zi­ra kadınların asıl konumu hicab ve korunmak çerçevesindedir. Onların ön­ceden anılmaları bu hükmün ağırlığına ve bu açıdan onlara dair hükmün öne­mine dikkat çekmek içindir. [10]

 

6- Celd (Sopa) Hükmü Umumi Değildir;

 

Yüce Allah'ın: "Zina eden dişi ile zina eden erkeği" buyruğunda isimle­rin başına gelen elif ve lam cins içindir. Bu da bütün zina edenler hakkın­da hükmün böylece umumî olduğu anlamına gelir. Recm ile birlikte celde ce­zasının da verileceğini kabul edenler derler ki: Sünnet fazladan bir hüküm gelirmiş ve o bakımdan recm ve celd birlikte uygulanır. Bu İshak b. Râha-veyh ve el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'in görüşüdür. Ali b. Ebi Talib (r.a) da Şura-ha'ya böylece uygulama yapmıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/16. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Cumhur ise şöyle demektedir: Bu hüküm (celd hükmü) evlenmemiş er­kek ve dişi hakkındadır. Onlar, kölelerin ve cariyelerin bu umumun kapsa­mı dışında olduğunu belirterek, bu âyetin umumî olmadığına delil göstermiş­lerdir. [11]

 

7- Aynı Örtü Altında Bir Erkek ve Bir Kadın Bulunursa:

 

Şanı yüce Allah, zina eden İki kişiye, bu hususta aleyhlerine şahidlîk edil­mesi halinde, uygulanması gereken cezayı -ileride de açıklanacağı üzere- be­lirtmiş bulunmaktadır. İlim adamları da icma ile böyle demişlerdir. Ancak bir erkek, bir kadın ile aynı örtü altında bulunacak olursa, uygulanması gereken hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İshak b. Râhaveyh der ki: Bunların herbirine yüzer değnek vurulur. Bu görüş Ömer ve Ali (r.a)dan da rivayet edilmekle birlikte; böyle bir görüş onlardan sabit olma­mıştır.

Atâ ve Süfyan es-Sevrî de: Te'dib edilirler, demişlerdir. Malik ve Ahmed de te'dib'in sınırı ile ilgili görüşleri göz önünde bulundurarak böyle demiş­lerdir. İbnu'l-Munzir dedi ki: Bizim gördüğümüz ilim adamlarının büyük ço­ğunluğu bu halde bulunan kimselerin te'dib edileceği kanaatinde idiler. Bu mesele ile ilgili tercihe değer görüşün hangisi olduğu ile ilgili açıklamalar, daha önceden Hûd Sûresi'nde (11/84-95. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır. Hamd, yalnız Allah'adır. [12]

 

8- Celde (Değnek, Sopa) Cezası:

 

Yüce Allah'ın: "Vurun" buyruğunda "fe" harfi başa gelmiş bulun­maktadır. Çünkü bu bir emirdir, emir de şarta benzer.

el-Müberred der ki: Bu buyrukta bir çeşit (şart ve) ceza manası da vardır. Bir kimse zina ederse, ona şunu şunu uygulayınız, anlamındadır. Burada "fe" harfi gelmesinin sebebi budur. Yüce Allah'ın; "Hırsızlık eden erkek ile hırsızlık eden kadının ellerini kesiniz" (el-Mâide, 5/38) buyruğu da böyledir. [13]

 

9- Bu Emrin Muhatabı:

 

Bu emirle muhatab olan kimselerin, imam (İslâm devlet yöneticisi) ile onun adına görevde bulunanlar olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Malik ile Şafiî ek olarak: Kölelere de efendileri uygular, demişlerdir. Şafiî; bütün sopa ve el kes­me cezalarında da böyledir (yani efendi köleye cezayı uygular), der. Malik ise el kesme cezasında değil de sopa cezasında efendinin cezayı uygulaya­cağını kabul etmiştir.

Burada hitabın müslümanlara yönelik olduğu da söylenmiştir. Çünkü di­nin hükümlerim uygulamak, bütün müslümanların görevidir. Bundan sonra imam, bu hükümleri onların adına vekaleten uygular. Zira hepsinin hadle­rin uygulanması için bir araya gelip toplanmalarına imkân yoktur. [14]

 

10- Sopa Cezası Nasıl Uygulanır?

 

İlim adamları sopa cezasının kamçı ile uygulanması gerektiğini icmâ ile kabul etmişlerdir. Bu uygulamada kullanılacak olan kamçının ne çok sert ve katı ne de pek yumuşak olmayıp ikisi arasında olması gerekir. Malik, Zeyd b. Eslem'den rivayet ettiğine göre; bir adara Rasûlullah (sav) döneminde zi­na ettiği itirafında bulundu. Rasûiullah (sav) kendisine bir kamçı getirilme­sini istedi. Ona kırık bir kamçı getirildi: "Bundan daha yukarıda olsun" di­ye buyurdu. Bu sefer yeni, henüz yanları keskince bir yeni kamçı getirildi. Bu sefer: "Bundan daha aşağıda olsun" diye buyurdu. Bunun üzerine ona, keskinliği nisbeten gitmiş ve bir parça yumuşamış bir kamçı getirildi. Rasû­lullah (sav)ın emir verilmesi üzerine ona ceza uygulandı.[15]

Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) dedi ki: Bütün Muvatta' ravileri bu hadisi böy­lece mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Herhangi bir şekilde bu lafızla, bu ha­disin muttasıl bir senedle rivayet edildiğini bilmiyorum, Ma'mer de Yahya b. Ebi Kesİr'den, Peygamber (sav)dan aynen onun benzeri bir hadis rivayet et­miştir. Ömer (r.a)ın şarab içmesi dolayısıyla Kudame (b. Maz'un)u tam bir amçı ile vurduğuna dair açıklamalar daha önceden el-Mâİde Sûresi'nde (5/93. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada sözü edilen tam kamçıdan kasıt, ortalama bir kamçıdır. [16]

 

11- Zina Cezası Uygulanacak Olanın Elbiselerinin Soyulması:

 

İlim adamları zina dolayısıyla sopa vurulacak olan kimsenin elbiselerinin soyulması hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, Ebu Hanife ve baş­kaları, üzerlerinden elbiseleri çıkartılır, demişlerdir. Ancak kadının üzerin­de kendisini vurulacak sopalara karşı koruyacak olan elbiseler dışında, onu setredecek kadarı bırakılır.

el-Evzaî de şöyle demektedir; İmam muhayyerdir, isterse (erkeğin) elbi­selerini çıkartır, isterse bırakır. eş-Şa'bî ve en-Nehaî şöyle demektedirler: El­biselerini üzerinden soymaz ama üzerinde de bir gömlek bırakır. İbn Mes'ud dedi ki: Bu ümmette tamamen elbiseleri soymak da, upuzun yatırmak da he­lâl değildir.[17] es-Sevri de bu görüştedir. [18]

 

12- Erkek ve Kadınları Dövme Keyfiyeti:

 

İlim adamları erkek ve kadınların dövülmesi keyfiyeti hususunda farklı gö­rüşlere sahiptir. Malik der ki: Bütün hadlerde erkek ile kadın arasında hiç­bir fark yoktur. İkisinden yalnızca birisine haddin uygulanması söz konusu değildir. Ona göre had, ancak sırta uygulanırsa yerini bulur.

Re'y ashabı ve Şafii'lerin görüşüne göre ise erkek ayakta durur halde dövülür. Bu aynı zamanda Ali b. Ebi Talib (r.a)ın da görüşüdür.

el-Leys b. Sa'd ile Ebu Hanife ve Şafiî derler ki: Bütün hadlerde dövmek ve ta'zir'de dövmek, yere uzunlamasına yatırılmaksızın, ayakta ve üzerinde elbise bulunmaksızın uygulanır. Ancak kazf haddi üzerinde elbise bulundu­ğu halde vurulur. Bunu el-Mehdevî, et-Tahsil'de Malik'ten nakletmektedir. Üzerindeki palto ve kürk gibi kalın elbiseler de çıkartılır. Şafiî de şöyle de­mektedir; Eğer yatırmakta bir salah varsa yatırılır. [19]

 

13- Hadlerin Uygulanacağı Yerler:

 

İlim adanılan had uygulanması esnasında insanın nerelerine vurulacağı hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik dedi ki: (Vurarak uygulanan) bü­tün hadler ancak sırta vurulur. Ta'zir de bu şekildedir. Şafiî ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Yüze ve ferce vurulmaz, diğer azalara vuru­lur. Bu görüş Ali (r.a)dan da rivayet edilmiştir. İbn Ömer de zina dolayısıy­la celde vurdurduğu bir cariyenin ayaklarına da vurulmasını işaret etmiştir.

tbn Atiyye der ki: Yüze, avrete ve Öldürme tehlikesi bulunan yerlere vu­rulmayacağı hususunda icmâ' vardır. Başa vurulması hususunda görüş ayrı­lığı vardır. Cumhur başa vurmaktan sakınılır derken, Ebu Yusuf: Başa vuru­lur, demiştir. Ömer ve oğlu (Abdullah)ın da başa vurulur, dedikleri rivayet edilmiştir. Ömer (r.a) da, had olarak değil de ta'zir olarak Sabiğ'in başına vur­muştur. Malik'İn delillerinden birisi de: İnsanların yaptıklarını gördüğü uy­gulama ile Peygamber (sav)ın: "Ya delil getirirsin, yahut ta sırtına had uygularım"[20] şeklindeki hadisidir, ileride gelecektir. [21]

 

14- Had Cezasında Vurma Şekli:

 

Gereken şekilde vurmanın, can yakıcı olmakla birlikte, yaralamaması ve deriyi yırtmaması gerekir. Vuran kimsenin koltuk altı görünecek kadar eli­ni kaldırmaması gerekir. Cumhur bu görüştedir, Ali ve İbn Mes'ud (r.a)ın da görüşü budur.

Ömer (r.a)a had uygulanması gereken bir adam getirildi. Ona iki kamçı arası bir kamçı getirildi. Vurana: Vur, fakat koltuk altın görünmesin ve her azasına da hakkını ver, diye buyurdu.

- Yine Ömer (r.a)a içki içmiş birisi getirildi, o da şöyle dedi: Şimdi ben se­ni, sana karşı içinde bir şefkat duymayacak birisine göndereceğim. Onu Mu-tî' b. el-Esved el-Adevî'ye gönderdi ve; Yarın sabah ona had vur, dedi.

Ömer (r.a) onun yanına vardığında, ona şiddetle vurmakta olduğunu gördü ve: Sen adamı öldürdün, ona kaç celde vurdun? diye sordu. O: Altmış deyin­ce, bunları (şiddetli vurduğun için) geri kalan yirmisinin yerine say, dedi.

Ebu Ubeyde dedi ki: Ömer (r.a)ın: "Bunları geriye kalan yirminin yerine say" sözleri şu demektir: Senin ona vurduğun bu şiddetli darbeleri geriye kal­mış ve vurmadığın yirmi celdenin yerine say ve geri kalan yirmi celdeyi ona vurma.

Bu hadisteki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: İçki içene uygulanacak ce­zada vuruşlar hafiftir.

İlim adamları hangi hadlerin vuruşlarının daha ağır olacağı hususunda fark­lı görüşlere sahiptirler ki, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmek­tedir. [22]

 

15- Vurma Hadlerinin Şiddeti:

 

Malik ve mezhebine mensub ilim adamları ile ei-Leys b. Sa'd şöyle demiş­lerdir: Vurma bütün hadlerde birbirine eşittir ve bu vurma iz bırakmayacak ve iki vuruş şekli arasında ortalama olacaktır. Şafiî (r.a)ın görüşü de budur.

Ebu Hanife ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Ta'zir, vurma­nın en şiddetli olanıdır. Zina dolayısıyla vurma, içki dolayısıyla vurmadan da­ha şiddetlidir. İçki içene uygulanacak vurma cezası kazfteki vurmadan da­ha ağırdır.

es-Sevrî ise şöyle demektedir: Zinada vurma cezası, kazfin vurma ceza­sından daha şiddetlidir. Kazfin vurması ise şarab içmenin cezası olan vurma­dan daha şiddetlidir.

Malik bu hususta vurmaların sayısının nass ile tesbit edildiğini delil gös­termiştir. Hükmü kabul edilmesi gerekenden (şeriat koyucudan) bu hadle­rin herhangi birisinin hafifletileceğine ya da ağırlaştıracağına dair bir nass varid olmamıştır.

Ebu Hanife ise Ömer (r.a)ın uygulamasını delil göstermiştir. Onun ta'zir dolayısıyla uyguladığı vurma cezası, zina dolayısıyla uyguladığı vurma ceza­sından daha ağırdır.

es-Sevrî de şunu delil göstermiştir: Zinanın vurma cezası sayıca daha faz­la olduğundan dolayı kazfin cezasından daha ağır şiddette olması imkânsız­dır. İçki hakkında da aynı şey söylenir. Çünkü içki ile İlgili had ictihad ile sa­bit olmuştur. İctihad ile ilgili meseleler ise tevkif ile sabit olmuş (nass ile tes­bit edilmiş) meselelerin kuvvetinde olamazlar. [23]

 

16- Haddi Uygulama Yetkisi Kimindir?

 

Yüce Allah'ın zina, şarab, zina iftirası ve buna benzer uygulanmasını farz kıldığı hadlerin, yöneticilerin huzurunda uygulanması gerekir. Bu had­di ancak imamın bu iş için seçeceği faziletli ve ha/ırlı kimseler uygularlar. Böyle bir durum ortaya çıktığı her seferinde sahabe (Allah hepsinden razı ol­sun) böyle yapardı. Buna sebeb, bunların yerine getirilmeleri, miktarları, uy­gulanacakları yerleri ve halleri itibariyle gereği gibi korunmaları gereken, uy­gulanan şer'i bir(er) kural ve Allah'a yakınlaştırıcı bir(er) ibadet olmalarıdır. Bunlara dair şart ve hükümler aşılamaz. Çünkü müslümanın kanı ve değeri pek büyüktür. Mümkün olan her yolla buna gereken riayetin gösterilmesi icab eder.

Sahİh(-i Müslim)in rivayetine göre Hudayn b. el-Münzir Ebu Sâsân şöyle demiştir: Osman b. Affan'ın huzuruna Velid'în getirildiğini gördüm. Velid sa­bah namazını iki rek'at kıldırdıktan sonra: Size daha da kıldırayım (mı)? di­ye sormuş. Birileri Humran olan iki kişi aleyhine şahitlik etmişti. Humran onun şarab içtiğine dair, diğeri ise onu kusarken gördüğüne dair şahitlik etmişti. Osman (r.a) dedi ki: Onun kusmasının tek sebebi içmiş olmasıdır. Sonra da: Ey Ali! Kalk, buna sopa vur, dedi. Ali: Ey Hasan! Kalk, ona sopa vur, dedi. Bu sefer el-Hasen -bu sözlerinden rahatsız gibi- şöyle dedi: Bunun nimetin­den istifade eden kimse külfetine de onun katlanmasını iste! Bunun üzeri­ne: Ey Abdullah b. Ca'fer kalk, buna sopa vur, dedi. O da ona sopa vurma­ya başladı, Ali (r.a) da sayıyordu...[24]

(Buna dair açıklamalar) daha önceden el-Maide Sûresi'nde de geçmişti. Şimdi Osman (r.a)m, İmam Ali'ye: Kalk, ona sopa vur, demesi üzerinde dik­katle düşünelim. [25]

 

17- Zina ve Kazfte Sopa Cezasının Sayısı Nass ile Tesbit Edilmiştir:

 

Yüce Allah zina ve kazfte sopa cezalarının sayısını nass ile tesbit etmiş bu­lunmaktadır. İçki içmenin cezasının seksen sopa olduğu da Ömer (r.a)ın As-hab-ı Kıranı'm huzurunda -ei-Maide Sûresi'nde (5/93. âyet, 9. başlıkta) geç­tiği üzere- tesbit edilmiş bulunmaktadır. O halde bütün bu hususlarda tes­bit edilmiş olan bu had aşılamaz.

İbnu'l-Arabî der ki: "Bunun böyle olması, insanların peşi peşine kötülük işlememeleri, masiyetlerin onlara tatlı görünmemeleri halinde böyledir. Ta ki insanlar kötülük İşlemeye alışmasınlar ve sürekli kendilerini masiyet işle­meye vermesinler. İşledikleri münkerden birbirlerini nehyetmeyecek bir hale düşmesinler. Bu hale geldikleri takdirde, o vakit hadleri ağırlaştırmak kaçınılmaz bir hal alır. Günahın daha fazla işlenmesi dolayısıyla had de art­tırılır. Ömer (r.a)a Ramazanda sarhoş olmuş bir kişi getirilir, ona yüz değnek vurur. Bunun sekseni içki içme haddi İdi, yirmisi de Ramazan ayının saygın­lığını çiğnemesi dolayısıyla idi. İşte bu şekilde işlenen suçun ağırlığı ve çiğ­nenen saygınlıkların ileri derecede olması halinde de cezaların arttırılması ge­rekmektedir. Bir adam küçük bir çocukla oynaşınca vali ona üçyüz kamçı vur­muştu. Malik bunu haber alınca, buna karşı bir tepki göstermedi. Peki ya bi­zim şu çağımızda saygınlıkların nasıl çiğnendiğini, masiyetlerin nasıl önem­senmediğini, münkerlerin açıkça işlenip hadler karşılığında rüşvet alınarak satıldıklarını ve hakimlerin huzurunda kölelerin hadleri uyguladıklarını gör­müş olsaydı, hiç şüphesiz kahrından ölür, kimseyle oturmazdı. Hasbunallah ve ni'mel-vekil (Allah bize yeter! O ne güzel vekiDdir!"

Derim kî: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya belki de bundan dolayı iç­ki haddi seksen sopaya ulaşıncaya kadar arttırılmıştır. Darakutnî rivayet ediyor: Bize Kadı el-Huseyn b. İsmail anlattı: Bize Ya'kub b. İbrahim ed-Dev-rakî anlattı. Bize Safvan b. İsa anlattı, bize Üsame b. Zeyd, ez-Zührî'den an­lattı. ez-Zührî dedi ki: Bana Abdu'r-Rahman b. Ezher haber verdi. Dedi ki: Huneyn günü Rasûlullah (sav)ı insanlar arasından geçerek Halid b. el-Velid'in evini sorduğunu gördüm. Huzuruna sarhoş birisi getirildi. Rasûlullah (sav) yanında bulunanlara söyleyince, onlar da ellerinde bulunanlarla onu vurdu­lar. Rasûlullah (sav) da onun üzerine toprak attı. Sonra Ebubekİr (r.a)ın hu­zuruna sarhoş birisi getirildi. O günlerde onların vurdukları ceza miktarını tesbit etmeye çalıştı ve kırk sopa vurdu. ez-Zührî dedi ki: Sonra bana Humeyd b. Abdu'r-Rahman, İbn Vebra el-Kelbî'den şöyle dediğini nakletti: Halid b. el-Velid beni Ömer'e gönderdi, yanına vardım. Huzurunda Osman b. Affan, Abdu'r-Rahman b. Avf, Ali, Talha ve ez-Zübeyr vardı. Onunla birlikte mes-cidde yaslanmış oturuyorlardı. Dedim ki; Halid b. el-Velid beni sana gönder­di, onun sana selamı var, diyor ki; İnsanlar içki içmeye iyiden iyiye alıştılar. Onun cezasını da önemsemez oldular. Ömer dedi ki: İşte bunlar senin ya­nında bulunuyorlar, haydi onlara sor. Ali dedi ki: Görüşümüze göre sarhoş olan bir kimse hezeyana başlar. Hezeyana başladı mı iftira eder. İftira eden kimseye de seksen sopa ceza uygulanmalıdır. Bunun üzerine Ömer dedi ki: Arkadaşına onun bu söylediklerini tebliğ et. Bunun üzerine Halid de seksen sopa vurdu, Ömer de seksen sopa ceza uyguladı. Ömer (r.a)ın huzuruna böy­le bir işi yanılarak işlemiş zayıf bir kimse getirildi mi kırk celde vururdu. Os­man da aynı şekilde kimine seksen, kimine ktrk sopa vururdu."[26]

Peygamber (sav)ın ashabı azarlayıcı bir üslupla: "Eğer hilalin gözükme­si gecikmiş olsaydı, ben de size daha fazla (oruç tuttururdum)"[27] sözleri de bu kabildendir. Çünkü onlar (Peygamber efendimize uyarak) aralıksız oruç tutmaktan vazgeçmemişlerdi. Bir rivayette de şöyle buyurmuştur: "Eğer ay uzayıp gitmiş olsaydı, sizinle öyle aralıksız bir oruç tutardık ki, bu konuda gereksiz yere işi sıkı tutanlar, böyle sıkı tutmalarından vazgeçeceklerdi."[28]

Hamıd b. Yahya, Süfyan'dan, o Mis'ar'dan, o Atâ b. Ebi Mervan'dan riva­yetine göre Ali, Necaşi'ye içki dolasıyla yüz celde vurmuştur. Bunu Ebu Ömer (b, Abdi'1-Berr) zikretmiş, ancak sebebini belirtmemiştir. [29]

 

18- Şefkat ve Merhamet Allah'ın Hadlerinin Uygulanmasına Engel Olmamalıdır;

 

Yüce Allah'ın: "Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş kimseler İseniz, Al­lah'ın dini hususunda her İkisine de acıyacağınız tutmasın* buyruğu şu demektir: Kendilerine had uygulanacak olanlara şefkat duyarak hadleri uy­gulamaktan uzak durmayınız. Acıtmayacak bir şekilde vuruşlarınızı hafiflet­meyiniz.

Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğunun açıklaması bu şekildedir.

eş-Şa'bî, en-Nehaî ve Said b. Cübeyr de "Allah'ın dîni hususunda her İki­sine de acıyacağınız tutmasın" buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Vur­ma ve celde cezasının uygulanması sırasında demektir. Ebu Hureyre (r.a) de­di kî: Bir yerde, bir haddin uygulanması, o yerin ahalisi İçin kırk günlük yağ­mur yağmasından daha hayırlıdır.[30] Daha sonra bu âyet-i kerîmeyi okudu.

"Ra'fet (acımak)"; rahmetten daha ince bir duygudur.

Bu kelime "feale" vezninde elifin üstün telaffuzu ile; şeklinde okunduğu gibi, "fe'âle" vezninde; diye de okunmuştur. Böylelikle bu kelimenin üç türlü söylenişi bulunmaktadır, hepsi de mastardır. En meşhur olanı birincisi "elifin sakin okunuşu)dır. Bu da kalbi incelip merhamet duy­ma halini anlatan; dan gelmektedir. Elif sakin ve medli olarak; şekillerinde söylenir. "Üzüntü, keder" gibi.  ise; ona ra'fet duydum, demektir. Rauf, yüce Allah'ın sıfat­larından olup, şefkatli ve çok merhametli demektir. [31]

 

19- "Allah'ın Dini" Allah'ın Hükmüdür:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'ın dini hususunda" buyruğu, Allah'ın hükmü hu­susunda anlamındadır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmak­tadır: "Yoksa o hükümdarın dinine göre kardeşini alıkoyabilecek değildi." (Yusuf, 12/76) Burada "hükümdarın dini"nden kasıt, onun hükmüdür.

"Allah'ın dini hususunda" buyruğunun Allah'a size emretmiş ve şeriat kıl­mış olduğu hadlerin uygulanmasında, Allah'a itaat hususunda... diye de açık­lanmıştır.

Daha sonra yüce Allah bu hususta onların kararlılık göstermeleri gerek­tiğini hatırlatmak ve teşvik etmek üzere: "Allah'a ve âhiret gününe İman edi­yorsanız diye" buyurmaktadır. Bu ifade bir işe teşvik etmek istediğiniz bir kimseye: Eğer adamsan bu işi yap, demeye benzer. Yiğit adamların yapma­ları gereken İş budur, dernektir. [32]

 

20- Mü'minlerden Bir Kesim Cezanın Uygulanışına Tanık Olmalıdır:

 

"Mü'minlerden bir topluluk da azaplarına tanık olsunlar" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Cezanın uygulanışına te'dib edilmeyi hakeden-lerden başkaları tanık olmaz.

Mücahid dedi ki: Bir adamdan, bin kişiye kadar; İbn Zeyd de: Zina hak­kında şahitliğe kıyas ederek dört kişinin hazır olması kaçınılmazdır, demiş­tir. Çünkü bu da onunla ilgili bir husustur. Malik, el-Leys ve Şafiî'nin de gö­rüşü budur.

İkrime ve Atâ ise şöyle demektedirler: İki kişinin şahitlik etmesi kaçınıl­mazdır. Malik'in meşhur görüşü de budur. Çünkü o bunu bir şahitlik konu­su olarak değerlendirmiştir.

ez-Zührî: Üç kişi demiştir. Çünkü çoğul kipinin asgari miktarı o kadardır. ei-Hasen de: Bir ve daha yukarısı demiştir, yine ondan on kişi dediği de ri­vayet edilmiştir. erRabf ise üçten fazla olmalıdır, demiştir.

Mücahid'in delili yüce Allah'ın: "Onların herbir kesiminden bir topluluk da... kalmalı değil miydi?" (et-Tevbe, 9/122); "Eğer mü'minlerden iki top­luluk birbirleri ile çarpışırlarsa..." (el-Hucurat, 49/9) buyruklarıdır. Bu ise iki adamın dövüşmesi hakkında nazil olmuştur. O halde yüce Allah'ın; "Mü'minlerden bir topluluk da azaplarına tanık olsunlar" buyruğunda da böyle olmalıdır. Birden, bine kadar sayıdaki kimseye de "taife (mealde; topluluk)" adı verilir. İbn Abbas ve İbrahim de böyle demişlerdir.

Ebu Berze el-Eslemî de zina edip çocuk doğurmuş bir cariyesinin üzeri­ne bir elbise örttükten sonra, oğluna; iz bırakmayacak, hafif te olmayıp fakat acıtacak şekilde elli sopa vurmasını emretti. Bir topluluk da çağırdıktan sonra; "Mü'mİnlerden bir topluluk da azaplarına tanık olsunlar" buyru­ğunu okudu. [33]

 

21- Cezanın Uygulanması Esnasında Topluluğun Hazır Bulunmasından Maksat Nedir?:

 

Topluluğun hazır bulunmasındaki maksadın ne olduğu hususunda fark­lı görüşler vardır. Acaba bundan kasıt zina edenlere sert davranıp herkesin huzurunda onların azarlanması mıdır ve bu, hem ceza uygulananları bu suç­tan uzaklaştırıp hazır bulunanların da bununla öğüt alarak, bundan dolayı uzak kalmaları, buna dair haberin yaygınlaşarak geride kalanların da bun­dan ibret almaları mıdır? Yoksa bu cezanın uygulandığı kimselere tevbe et­meleri ve ilahi rahmete nail olmaları için midir? Bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır: [34]

 

22- Zina Suçunun Ağırlığı:

 

Huzeyfe (r.a)dan gelen rivayete göre o Peygamber (sav)ın şöyle buyur­duğunu nakletmektedir: "Ey insanlar topluluğu! Zinadan uzak durunuz. Çünkü onda altı tane kötü haslet vardır. Bunların üçü dünyada, üçü âhiret-tedir. Dünyadakiler şunlardır: Zina güzelliği giderir, fakirliğe sebeb olur, öm­rü kısaltır. Âhiretteki kötü hasletlere gelince: (İlâhî) gazabı, kötü bir şekilde hesaba çekilmeyi ve cehennemde de ebedî kalmayı gerektirir."[35]

Enes'ten rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her cuma iki defa ümmetimin amelleri bana sunulur. Allah'ın zina edenlere gazabı pek şid­detlidir."[36]

Yine Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Şa'ban ayının onbeşinci gecesinde yüce Allah ümmetime (rahmet nazarıyla) bakar. Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamış her mü'mine mağfiret buyurur. Beşi müstesna: Si­hirbaz, kâhin, anne-babasma karşt gelen, içkici ve zina üzere ısrar eden.[37]

 

3. Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zina eden kadını da ancak zina eden veya müş­rik olan bir erkek nikahlayabilir. Böylesi müminlere haram kı­lınmıştır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [38]

 

1- Bu Âyetin Anlamı:

 

İlim adamları bu âyetin anlamı hususunda, altı türlü te'vil olunabileceği­ni söyleyerek, farklı görüşler belirtmişlerdir:

I-Bu âyetten maksat, zinanın ne kadar çirkin ve ne kadar kötü olduğu­nu, mü'minlere de kesinlikle haram kılınmış olduğunu anlatmaktır. Bu an­lamın önceki buyruklarla da ilişkisi gayet güzel ve beliğdir. Yüce Allah: "An­cak— nikâh edebilir" buyruğu ancak böyle birisi ile ilişki kurabilir demek­tir. Burada nikâh, cima manasına kullanılmış olur. Bunun hem erkek, hem kadın için ayrı ayrı söz konusu edilmesi ise, mübalağa ve her iki tarafı da bu hususta sorumlu tutmak manasındadır.

Daha sonra fazladan bir de müşrik kadın İle müşrik erkeği de zikretmek­tedir ki, şirk zinaya göre masiyetler arasında daha genel bir masiyettir. Bu­nun da anlamı şöyle olur: Zina eden bir kimse, zina ettiği vakit ya müslüman-lardan zina eden bir kadın ite ilişki kurmaktadır, veya ondan daha güzel müş­riklerden bir kadın ile ilişki kurmaktadır.

İbn Abbas ve yakın öğrencilerinden bu âyet-i kerîmedeki "nikâh" lafzı­nın ilişki kurmak ve cima manasına olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.

ez-Zeccâc bunu kabul etmeyerek şöyle der: Yüce Allah'ın Kitabında m-kâh lafzı ancak evlendirmek, evlenmek manasına kullanılmıştır.

Ancak durum dediği gibi değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ondan sonra baş­ka bir koca ile nikâhlanmadıkça" (el Bakara, 2/230) diye buyurulmaktadır. Peygamber (sav) da bunun (nikahlanıp, evlenmek suretiyle) ilişki kurmak an­lamında olduğunu beyan etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/230. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Taberî de bu te'vile uygun bir rivayeti Said b, Cübeyr, İbn Abbas ve İk-rime'den nakletmektedir. Ancak bu rivayeti tamamlayıcı da olmayan, sonu­ca da götürmeyen bir şekilde kaydetmiştir. el-Hattabî de bu görüşü İbn Ab-bas'tan nakletmiş ve bunun anlamının ilişki kurmak olduğunu belirtmiştir. Ya­ni bu zina, ancak bir zaniye ile yapılır. Bu da her iki tarafın da zina etmiş ola­cağını ifade eder. Bu bir görüş.

2-Ebû Dâvûd ve Tİrmizî'nin rivayetine göre Anır b. Şuayb babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre Mersed b. Ebi Mersed Mekke'deki esirleri taşır (Medine'ye getirir, kurtanr)dı. Mekke'de "Anak" diye adlandırılan bir fa­hişe vardı, bu da onun dostu idi. Mersed dedi ki: Peygamber (sav)a gelip de­dim ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Anak'ı nikahlayayım mı? Bir süre sustu, bana ce­vap vermedi. Bunun üzerine: "Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikahlayabilir" buyruğu nazil oldu, beni çağırdı ve bana bu âyeti okuduktan sonra: "Onu nikahlama" dedi.[39]

Ebû Davud'un lafzı bu şekildedir, Tİrmizî'nin rivayeti ise daha eksiksiz­dir. el-Hattabî dedi ki: Bu hüküm o kadına hastır, çünkü o kadın kâfir idi. Zi­na eden müslüman bir kadının nikâh akdi feshedilmez.

Bu görüşe göre de bu âyet-i kerime müslümanlardan özel bir kişi hakkın­da inmiştir. Bu kişi, zinakâr fahişelerden olup Um Mehzûl diye bilinen bir ka­dını nikahlamak için izin istemişti. Bu kadın, (kendisiyle evlenecek olanın) nafakasını karşılamayı da taahhüt etmişti. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi.[40] Bu görüşü Amr b. el-Âs[41] ile Mücâhid ifade etmiştir.

4- Bu âyet-i kerîme, Suffa ashabı hakkında nazil olmuştur. Bunlar muha­cirlerden olup Medine'de evleri, aşiretleri yoktu. Mescidin suffasında yerleş­mişlerdi. Dörtyüz kişi idiler. Gündüzün nzık peşinde koşar, geceleyin de suf-fada kalırlardı. Medine'de de açıktan açığa fuhuş işleyen fahişeler vardı. Bun­ların elbiseleri ve yemekleri pek çoktu. Suffadakiler bunlarla evlenip onla­rın meskenlerinde barınıp yemeklerinden yiyip elbiselerinden giyinmek is­tediler. Bu âyet-i kerîme onları böyle bir duruma düşmekten korumak üze­re nazil olmuştur. Bu açıklamayı da İbn Ebi Salih yapmıştır.

5- ez-Zeccac ve başkası bu görüşü el-Hasen'den nakletmişlerdir. Buna gö­re o şöyle demiştir: Burada kasıt, kendilerine zina haddi uygulanmış, zina eden erkek ve kadındır. O şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın bir hükmüdür.

Zina haddi uygulanmış bir erkeğin, zina haddi uygulanmış bir kadından baş­kasıyla evlenmesi caiz değildir. İbrahim en-Nehaî de buna yakın görüş be­lirtmiştir.

Ebû Davud'un, Musannef'inde (Sünen'inde) kaydedildiğine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Zina edip had uygu­lanmış bir erkek ancak kendisi gibi olanı nikahlayabilir."[42]

Rivayete göre had uygulanmış bir kimse, had uygulanmamış bir kadın ile evlenmiş, Ali (r.a) da onları birbirlerinden ayırmıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu naklen sabit olmadığı gibi, aklen de sahih olmayan bir husustur. Erkekler ara­sından had uygulanmış birisinin yalnızca had uygulanmış kadınları nikahlaya­bileceğin! söylemek doğru olabilir mi? Bu hangi rivayete dayanarak kabul edi­lebilir ve şeriatteki hangi aslî hüküm, bu kıyasın dayanağını teşkil edebilir?

Derim ki: el-Kiya (el-Herâsî) bu görüşü aynı zamanda Şafiî mezhebine mensub kimi müteahhir fakihlerden de nakletmiş ve zina eden bir erkek eğer zina etmeyen bir kadın ile evlenecek olursa, âyetin zahiri gereğince birbir­lerinden ayrılacaklarını belirtmişlerdir. el-Kiyâ der ki: Ancak bu zahir ile amel etmektir. Bu görüşü kabul eden bir kimsenin zina eden bir erkeğin, müşrik bir kadınla evlenmesini de caiz kabul etmesi, zina eden bir kadının da müşrik bir erkekle evlenmesini caiz kabul etmesi gerekir. Bunun caiz olma­sı ise son derece uzak bir ihtimaldir ve hatta bu büsbütün İslâm'dan çıkış­tır. Hatta bunlar bazen şunu da söylerler: Âyet-i kerîme zina eden kadın hak­kında değil de özel olarak müşrik erkeğin nîkâhlanması hususunda neshedilmiştir.

6- Âyet-i kerîme neshedilmiştir. Malik, Yahya b. Said'den, o Said b. el-Mü-seyyeb'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir. Zina eden kadını da an­cak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikahlayabilir" buyruğu hakkın-da(Said b. el-Müseyyeb) dedi ki; Bu âyet-i kerîmeyi daha sonra gelen: "İçi­nizden evli olmayanları... evlendirin" (en-Nur, 24/32) âyeti neshetmiştir. İbn Amr da böyle demiştir. O dedi ki: Zina eden kadın da müslümanlann evli ol­mayan (dul)ları arasına girer.

Ebu Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğu bu görüşü be­nimsemişlerdir. Fetva verme ehliyetine sahip kimseler de şöyle derler: Bir ka­dın ile zina eden bir kimse o zina ettiği kadın ile evlenebileceği gibi başka­sı da onunla evlenebilir, Bu İbn Ömer'in, Salim'in, Cabir b. Zeyd'in, Ata, Ta­vus ve Malik b. Enes'in görüşü olduğu gibi, Ebu Hanife ve mezhebine men­sup ilim adamlarının da görüşüdür.

Şafiî der ki: Bu âyet hakkında söylenecek söz Said b. el-Müseyyeb'in sö­zü gibidir. Allah'tan yanılmayacağımı ümit ederek söylüyorum ki, bu âyet mensuhtur.

İbn Atiyye dedi ki: Bu âyet-i kerîmede müşriklerden söz edilmesi bütün bu yaklaşımları zayıf kılmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence uygun görüş şu­dur: Nikâh lafzı ile ya İbn Abbas'ın dediği gibi, ilişki kurmak kastedilmiştir, yahutda akit. Eğer ilişki kurmak kastedilmiş ise bunun manası: Bir zina an­cak zaniye bir kadın iie yapılır. Bu da şu demektir: Erkek de, kadın da her iki taraf da zinakârdır. Buna göre âyetin takdiri de şöyle olur: Zinakâr bir ka­dın ile ilişki kurmak, ancak zina eden bir erkeğin yahut müşrik bir erkeğin işidir. Bu açıklama İbn Abbas'tan rivayet edilmektedir ve sahih bir manadır.

Eğer: Baliğ bir kimse bir kız çocuğu ile yahut akıllı bir kişi deli birisi ile yahut uyuyan bir kişi uykuda olan bir kadın ile zina edecek olursa, bu sade­ce erkek tarafından bir zinadır ve bu erkek zaniye olmayan birisini nikahla­mış (ilişki kurmuş) olmaktadır. O takdirde daha önce geçen maksadın dışı­na çıkılmış olmaktadır denilirse, cevabımız şu olur: Bu, her bakımdan bir zi­nadır. Şu kadar var ki onlardan birisinden had düşer, diğerine İse uygulanır.

Şayet "nikâh" lafzı ile akit kastedilmiş ise buyruğun anlamı şöyle olur: Zi­na etmiş bir kadın ile evlenip de, hamile olup olmadığını anlamadan onun­la gerdeğe giren bir kimse zina eden kişi gibidir. Ancak bu hususta ilim adam-iannın ihtilâfı dolayısıyla ona had uygulanmaz, Şayet böyle birisi ile nikâh akdi yapıp da onun hamileliği, ortaya çıkıncaya kadar, onunla gerdeğe gir­meyecek olursa, İcma iie bu akit caizdir.

Bir diğer görüşe göre âyet-i kerîmenin maksadı, zina eden bir erkek, za­niye bir kadından başkasıyla evlenemez, demek değildir. Çünkü böyle biri­sinin zaniye olmayan bir kadın ile evlenmesi de düşünülebilir. Ancak mana şöyle olur: Zaniye bir kadın ile evlenen bir kimse de zanidir. Sanki: Zaniye kadını ancak zina eden erkek nikâhlar, denilmek istenmiş ve ifadelerde la­fızlar yer değiştirmiştir. Bu da şu demektir: Zaniyeyİ ancak onun zinasına ra­zı olan bir erkek nikahlayabilir. Böyle bir şeye de ancak kendisi zina ediyor ise razı olur, [43]

 

2- Zaniye Kadın île Evlenmek Sahihtir:

 

Bu âyet-i kerîmede zaniye ile evlenmenin sahih olduğuna delil vardır. Ay­nı şekilde evli birisinin hanımı zina edecek olursa, nikâh fâsid olmaz. Koca da zina edecek olursa, hanımı ile olan nikâhı fâsid olmaz. Bu açjklama ise âyet-i kerîmenin mensûh olduğunu kabul etmeye binâendir. Âyetin muhkem olduğu da söylenmiştir, bu da ileride gelecektir. [44]

 

3- Zina Eden Erkek ve Kadının Biribirleriyle Evlenmeleri:

 

Rivayete göre Ebubekir (r.a) döneminde bir adam bir kadın ile zina etti. Her ikisine de yüzer sopa had uyguladıktan sonra olduğu yerde onları birbir­leriyle evlendirdi ve sonra da onları bir sene sürgüne gönderdi. Benzeri bir uygulama Ömer, İbn Mes'ud ve Câbir (r.anhum)dan da rivayet edilmiştir.

İbn Abbas dedi ki: Bunun başı zina, sonu nikâhla bitmiştir.

Buna şöyle bir Örnek gösterilebilir: Bir adam birisinin bahçesinden mey­ve çalar, sonra bahçe sahibine gider. O çaldığı meyveyi ondan satın alır. Çal­ması haram, satın alması helâldir.

Şafiî ve Ebu Hanife bu görüşü kabul etmişler ve suyun (zinanın) hurmi-yetinin olmadığı görüşünü benimsemişlerdir,[45]

İbn Mes'ud (r.a)dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir adam, bir ka­dın ile zina eder, sonra da onu nikahlayacak olursa1 her ikisi de ebediyyen zinakârdırlar. İşte Malik de bu görüşü kabul etmiştir. Onun görüşüne göre o fasit olan suyundan rahminin temizliğini anlayıncaya kadar onu nikâhla-yamaz. Çünkü nikâhın kendine göre bir hürmeti (saygınlığı) vardır. Onun say­gınlığından birisi de nikâh dolayısı ile helâl olan suyun, zina suyunun üze­rine dökülmemesi ve böylelikle haramın helâla, hakir ve bayağı halin suyu­nun, şerefli halin suyu ile karışmamasıdır. [46]

 

4- Zinakûr Bilinen Bir Kimsenin Böyle Olmadığı İntibaını Vererek Evlenmesinin Hükmü:

 

İbn Hüveyzimendâd der ki: Zina veya fasıklık türlerinden bir başkası ile bilinen ve bunu açıktan işleyen bir kimse, şayet namus ve iffet ehli bir aile­nin kızı ile evlenir de kendisi hakkında onları aldatacak (namus ehli birisi ol­duğunu gösterecek) olursa, onunla birlikte kalmak yahut ondan aynlmak hu­susunda muhayyerdirler. Çünkü bu da kusurlardan bir kusur gibidir. İbn Hü­veyzimendâd bu görüşüne Peygamber (sav)ın: "Zinakâr ve bundan dolayı had cezası uygulanmış olan bir kimse ancak kendisi gibi olanı nikahlayabilir"[47] hadisini delil göstermiştir.

İbn Hüveyzimendâd der ki: Hadiste had cezası uygulanmış birisinin söz konusu edilmesinin sebebi, fasıkhkla meşhur olmasıdır. İşte evlenmesi ha­linde eşinden ayrılması icab eden kişi budur. Fâsıklıkla meşhur olmayan kişi hakkında bu hüküm söz konusu değildir. [48]

 

5- Âyetin Muhkem Olmadığını Söyleyenler ve Bu Görüşün Bazı Hükümlere Etkisi:

 

Mütekaddiminden bir kesim şöyle demiştir; Âyet-i Kerîme nesh edilmiş de­ğildir. Bunlara göre zina eden bir kimsenin kendisi ile hanımı arasındaki ni­kâhı fasid olur. Kadın zina edecek olursa, kendisi ile kocası arasındaki ni­kâhı da fasid olur. Bunlardan bir topluluk da şöyle demiştir: Bu yolla nikâh fesh olmaz, ancak kocaya hanımı zina ettiği takdirde karısını boşaması em­redilir. Boşamayacak olursa, günahkâr olur. Ne zina eden bir kadınla, ne zi­na eden bir erkekle evlenmek caizdir. Ancak tevbe açıkça tesbit edilecek olur­sa, o takdirde nikahlanmak caiz olur. [49]

 

6- Mü'minlere Fahişelerle Evlenmek Haramdır:

 

"Böylesi mü'minlere haram kılınmıştır." Yani bu gibi fahişeleri nikah­lamak mü'minlere haramdır. Kimi te'vil âlimleri şunu iddia ederler: Böyle fa­hişelerle nikâhlanmayı yüce Allah, Muhammed (sav) ümmetine haram kılmış­tır. Bu türden kadınların en meşhurlarından birisi de Anâk diye bilinen ka­dındır, [50]

 

7- İslâm ve Harb Diyarında Zinanın Hükmü:

 

Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde zinayı haram kılmıştır. Erkek nerede zina ederse etsin, ona had uygulanmalıdır. Malik, Şafiî ve Ebu Sevr'in görüşü bu­dur. Re'y ashabı ise müslüman bir kimse eğer Dar-ı Harbde eman ile bulu­nur da orada zina ettikten sonra İslâm diyarına çıkıp gelecek olursa, ona had uygulanmaz.

İbnu'l-Münzir der ki: Dar-ı Harb ile Dar-ı İslam arasında fark yoktur. Kim zina ederse, ona had uygulanır. Bu yüce Allah'ın: "Zina eden dişi ile zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun" buyruğunun zahirinin bir ge­reğidir. [51]

 

4. Muhsan hanımlara iftira edenler, sonradan dört şahit getirme-seler o kimselere seksener (değnek) vurun ve şahitliklerini ebe-diyyen kabul etmeyin. Onlar fâsıkların tâ kendileridir.

5. Ancak bundan sonra tevbe edenler ve ıslâh olanlar müstesna. Şüphesiz Allah günahları bağışlayandır, rahmet edendir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmialtı başlık halinde sunacağız: [52]

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Bu âyet-i kerîme zina iftirasını yapanlar hakkında inmiştir. Said b. Cübeyr dedi ki: Bu âyetin iniş sebebi mü'minlerîn annesi Âişe (r.anhâ) hakkında söy­lenenler olmuştur.

Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme özel olarak o olay hakkında de­ğil, genel olarak zina İftirasında bulunanlar sebebiyle nazil olmuştur. İbnu'I-Münzir dedi ki: Rasûlullah (sav)ın haberleri arasında iftiraya açıkça delâlet eden bir haber bulamamaktayız. Ancak yüce Allah'ın Kitabı bu konuda ye-terii olup başkasına ihtiyaç bırakmamaktadır ve haddi gerektiren kazfin var olduğuna delil teşkil etmektedir, ilim ehli de bu hususta icmâ' halindedirler. [53]

 

2- İftiranın Sözlük Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "...iftira edenler" buyruğu ile seb edenler, sö-venler kastedilmektedir. Bu kelime İçin "ram'ı" ismi istiare olarak kullanıl­mıştır. Çünkü bu, sözlü olarak eziyet vermek anlamındadır. Nitekim en-Nâ-biğa şöyle demiştir:

"Dilin yarası, elin yarası gibidir." Bir başka şair de şöyle demektedir;

"Benim de babamın da uzak olduğu bir hususta bana iftirada bulundu, O kuyu sebebiyle bana iftira etti."

Buna "kazf adı da verilir. Hadis İ şerifte geçen: "İbn Ümeyye hanımını, Şerik b. es-Sahmâ ile (zina etmekle) kazfetti (suçladı)" hadisinde de bu ifa­de kullanılmıştır.[54]

 

3- İffetlilere İftira:

 

Yüce Allah, kadınları -bu açıdan- daha önemli olduklarından, böyle bir fiili işledikleri iftirası nefisleri daha bir yaralayıcı ve daha çirkin olduğundan dolayı bu âyet-i kerîmede söz konusu etmiştir. Erkeklere böyle bir iftirada bulunmak da mana itibariyle âyetin hükmüne girmektedir. Ümmet de bu hu­susta icmâ' etmiştir. Bu da yüce Allah'ın domuz etinin haram olduğunu nass ile bildirmekle birlikte, yağının, kıkırdaklarının ve benzerlerinin de ma­na itibariyle benzemeleri ve icmâ' dolayısıyla (o hükme) dahil olmasına ben­zemektedir.

ez-Zehravî'nin naklettiğine göre buyruk, muhsan olan kişiler anlamında­dır. Dolayısıyla bu kelime lafzı itibariyle erkekleri de, kadınları da kapsamak­tadır. Buna delil yüce Allah'ın: "Kadınlardan muhsan olanlar da..." (en-Nisâ, 4/24) buyruğu da buna delildir.

Bir toplulukla şöyle demiştin "Muhsana" ile kasıt ferclerdir. Nitekim yü­ce Allah: "Fercini muhsan kılan (ırzını koruyan) o kızı da (an)" (el-Enbiya, 21/91) diye buyurmaktadır. O takdirde âyetin kapsamına erkek ve kadınların avret yerleri girer.

Bir diğer görüşe göre yabancı kadına İftiranın söz konusu edilmesi, da­ha sonra erkeğin kendi hanımına iftira etmesi halini atfetmek içindir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

Cumhur "Muhsan hanımlara" kelimesini "sâd" harfini üstün olarak okumuşlardır. Yahya b. Vessâb ise esreli okumuştur. "Muhsan kadın­lar" burada iffetli kadınlar anlamındadır. en-Nisâ Sûresi'nde (4/25. âyet, 5- baş­lık ve devamında) ihsandan söz edilmiş ve mertebeleri belirtilmiştir. Yüce Al­lah'a hamdolsun. [55]

 

4- Zina İftirasında Aranan Şartlar:

 

Zina iftirası (kazf)de ilim adamlarına göre dokuz şart bulunmalıdır: Bu şart­ların ikisi iftirada bulunan kimsede olmalıdır. Bunlar akıl ve bulûğdur. Çün­kü bu iki şart mükellef olmanın asıl dayanaklarıdır. Bu şartlan taşımayanlar mükellef değildir.

İki şart iftira (kazOde kullanılan ifadelerde aranır. Bu da bu iftirasında had­di gerektirecek bir ilişkiyi söz konusu etmelidir ki, bu da zina ya da Lut kav­minin amelidir, yahut iftira ettiği kimseyi -diğer masiyetler ile değil de- ba­basından olmadığını söylemekle olur.

Beş şart da hakkında iftirada bulunulan kimsede aranır. Bunlar da akıl, bu­lûğ, müslüman olmak, hürriyet, kendisine iftira yoluyla isnad edilen fuhuş­tan uzak iffetli olmak -başkasından uzak olup, olmaması aranmaz. -

İftirayı atanda akıl ve buluğu şart koştuğumuz gibi, iftiraya uğrayanda da bunlan şart koşmamız -ihsanın mahiyeti çerçevesinde olmamakla birlikte- had-din, ancak kendisine iftira atılan kimseye gelebilecek zarar yolu ile eziyec-ten uzak tutmak için emredilmiş olmasından dolayıdır. Âkil ve baliğ olma­yan kimse hakkında ise böyle bir zarar söz konusu değildir. Zira bu gibi kim­selerin İster kendilerinin yaptıkları, ister kendilerine yapıldığı söylenmiş ol­sun, Lût kavminin amelini işlemeleri zina diye adlandırılmaz. [56]

 

5- Zina İftirasında Kullanılan Açık ve Kapalı İfadelerin Hükmü:

 

İlim adamları zina iftirası açıkça zikredilmesi halinde bunun haddi gerek-tirici bir iftira olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Şayet açık olmayarak üs­tü kapalı bir ifade kullanacak olursa, Malik: Bu da bir iftiradır, demiştir. Şa­fiî ve Ebu Hanife ise; ben bu sözlerimle ona zina iftirasında bulunmayı kas­tettim, demedikçe kazf (zina iftirası) olmaz,

Malik'in görüşünün delili, iftira dolayısıyla haddin ancak iftirada buluna­nın iftira ettiği kimseyi karşı karşıya bıraktığı musibeti ortadan kaldırmak için öngörülmüş olmasıdır. Eğer böyle bir musibet kapalı ifade ile gerçekleşiyor ise, o halde bu kapalı ifadenin de açıkça kullanılan ifade gibi bir kazf olma­sı icab eder. Bu hususta da esas dayanak, kullanılan İfadeden anlaşılandır. Şa­nı yüce Allah Şuayb (a.s) hakkında bize şunu haber vermektedir: "Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin." (Hûd, 11/87) Kav­mi bu sözleriyle onun beyinsiz ve sapık olduğunu söylemek istemişlerdi. On­lar daha önceden Hûd Sûresi'nde (belirtilen âyetin tefsirinde) geçtiği üzere yo­rumlardan birisine göre, zahiren övgü olan sözlerle ona kapalı ifadelerle ha­karet etmek istemişlerdi. Yüce Allah, Ebu Cehil hakkında da (kıyamette ken­disine) şöyle denileceğini bildirmektedir: "Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (ed-Duhan, 44/49) Meryem (selâm ona)e de şu sözlerin söy­lendiğini bize nakletmektedir: "Ey Harun'un Kardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Anan da ahlâksız bir kadın değildi." (Meryem, 19/28) Onlar bu sözleriyle babasını öğmüş, annesinin de hayasızlık etmediğini yani zina et­memiş olduğunu söylemişler, fakat kapalı bir ifadeyle Meryem hakkında bunu kullanmış oluyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de onların küfürleri ve Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulun­maları sebebiyle..." (en-Nisa, 4/156) Onların küfürlerinin ne olduğu bilinmek­tedir, pek büyük iftiraları ise kapalı sözlerle onun hakkında söyledikleridir. Yani senin baban kötü bir adam değildi, annen de hayasız bir kadtn değildi. Yani sen (kocan bulunmadığı halde) bu çocuğu doğurmuş olmakla onlar gi­bi olmadığını göstermiş oluyorsun, (demek istemişlerdi).

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Deki: 'Göklerden ve yer­den sizi rızıklandıran kimdir?'Allah'tır de. Şüphe yok ki Biz yakut siz ya bir hidayet üzereyiz, veya apaçık bir sapıklıkta." (Sebe\ 34/24) Bu İfadeler­den anlaşıldığı üzere kasıt, kâfirlerin hidayet üzere olmadıkları, yüce Allah'ın ve Rasûlünün gösterdiği yolun ise hidayet olduğudur. îşte böylelikle kapa­lı ifadelerden tıpkı açık ifadelerden, anlaşılanın kendisi anlaşılmaktadır. Ni­tekim Ömer (r.a) da şair el-Hutay'a'yı şu sözleri söylemesi üzerine hapset­miş idi:

"Bırak üstün değerleri için. yolculuk yapma, onları ele geçirmek

Otur (evinde)! Çünkü sen (kendisine) yemek yedirilen,, elbise giydirilensin."

Çünkü o bu sözleriyle (hicvettiği şahsı) yemek yedirilmeleri, içirilmeleri ve giyimlerinin karşılanması bakımından kadınlara benzetmiş olmaktadır. Ne-caşî'nin şu:

"Onun kabilesi hiçbir taahhüdü ihlâl etmezler, İnsanlara bir hardal tanesi kadar dahi zulmetmezler."

Sözlerini işitince: Keşke Hattab da böyle olsaydı, demişti. Şair ise bu söz­leriyle kabilesinin zayıf olduğunu anlatmak istemiştir. Buna benzer ifadeler pe'k çoktur, [57]

 

6- Kitap Ehli Kimselere Zina İftirasında Bulunmak:

 

İlim adamlarının cumhuru (çoğunluğu) kitab ehline mensub bir erkek ve­ya onlardan bir kadına zina iftirasında bulunan kimseye had uygulanmayacağı kanaatindedirler.

ez-Zührî, Said b. el-Müseyyeb ve İbn Ebi Leylâ ise şöyle demişlerdir: Şa­yet kadının müslüman bir kocadan olma bir çocuğu varsa, bu iftirada bulu­nana had uygulanır,

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır: Bu görüşe göre, bir kimse eğer müsl umanın nikahı altında bulunan hristiyan bir kadına iftirada bulunacak olursa, ona had uygulanır.

İbnu'l-Münzir der ki: İlim adamlarının ileri gelenleri birinci görüşü benim­semiş ve ittifakla bunu dile getirmişlerdir. Ben bu hususta muhalefet eden bir kimseye ne yetiştim, ne de karşılaştım. Hristiyan bir kimse, hür müslü­man bir kimseye zina iftirasında bulunacak olursa müslümanın cezası gibi ona da seksen sopa vurulur. Bu hususta görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. [58]

 

7- Zina İftirasında Bulunan Kölenin Cezası ve Had Kimin Hakkıdır?

 

İlim adamlarının cumhuruna göre; köle, hür bir kimseye zina iftirasında bulunacak olursa, ona kırk sopa vurulur. Çünkü bu da tıpkı zina haddi gi­bi kölelik dolayısıyla yan yarıya indirilir.

İbn Mes'ud, Ömer b. Abdu'İ-Aziz, Kabisa b. Züeyb'den gelen rivayete gö­re ise köleye seksen sopa vurulur. Ebubekr b. Muhammed de hür bir kim­seye zina iftirasında bulunmuş bir köleye seksen sopa vurmuştur. el-Evzaî de bu görüştedir.

Cumhur, yüce Allah'ın: "Şayet... fuhuş işlerlerse onlara evli ve hür kadın­lara verilen cezanın yarısı verilir" (en-Nİsa, 4/25) buyruğunu delil göster­mektedirler.

Diğerleri de şöyle demektedir: Biz daha önceki buyruklardan zinanın yü­ce Allah'a ait bir hak olduğunu anlamaktayız. Yüce Allah'ın üzerindeki ni­metleri az olan kimseler hakkında daha hafif, yüce Allah'ın nimetleri üzerin­de pek çok olan kimse hakkında ise daha çirkin bir iş olabilir. Ancak iftira suçunun cezası insanın bir hakkıdır ve bu hak, iftiraya uğrayanın ırzına kar­şı işlenen suç dolayısıyla vacib olmuştur. Böyle bir suç kölelik ya da hürri­yet dolayısıyla farklılık arzetmez. Bu görüşün sahipleri şöyle de diyebilirler: Eğer bu hususta farklılık olsaydı, zina hakkında söz konusu edildiği gibi bu­rada da söz konusu edilmeliydi.

İbnu'l-Münzir der ki; Ancak genel olarak İslâm âleminin belli başlı böl­gelerindeki ilim adamlarının kabul ettiği görüş birincisidir, ben de birinci gö­rüşü kabul etmekteyim. [59]

 

8- Hür Bir Kimse Köleye Zina İftirasında Bulunursa:

 

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre; hür bir kimse köleye if­tirada bulunacak olursa, bundan dolayı ona ceza uygulanmaz. Buna sebep aralarındaki mertebe farkı ile Peygamber (sav)ın şu buyruklarıdır: "Kim kö­lesine zina İftirasında bulunacak olursa, böyle olması hali müstesna kıyamet gününde ona had uygulanır." Bu hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.[60] Bazı rivayet yollarında şu ifadeler de bulunmaktadır: "Kim kölesine zina if­tirasında bulunup da bunu ispatlamayacak olursa, kıyamet gününde ona had, seksen sopa olarak uygulanır. "[61] Bunu da Darakutnî zikretmektedir.

İlim adamları derler ki: Bunun âhirette uygulanacak olmasının sebebi ora­da böyle bir mülkiyetin kaldırılacağından, üstün olan ile aşağıda olanın, hür ile kölenin eşit olacağından ve kimsenin kimseye takva dışında herhangi bir üstünlüğünün bulunmayacağından dolayıdır. Bunlar gerçekleşeceğinde in­sanlar hadlerde ve saygınlıkta birbirlerine eşit olurlar. Kimde bir hak varsa, o hak a]inip sahibine verilir. Mazlumun, zalimi affetmesi hali müstesna.

Dünyada birbirlerine denk olmayışlarının sebebi, kölelere malik olanla­rın onları mükâfatlandırmak (ya da cezalandırmak) hususunda herhangi bir olumsuz hal ile karşı karşıya kalmamalarıdır. O takdirde hiçbir hususta efendilerin herhangi bir saygınlıkları ve üstünlükleri de kalmaz. İnsanların birbirlerinin emirlerine verilmesinin faydası da ortadan kalkar. Bu, hikmeti sonsuz, herşeyi bilenin bir hikmetidir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. [62]

 

9- Hür Olan Kimseye Köle Zannıyla Zina İftirasında Bulunanın Hükmü:

 

Malik ve Şafiî derler ki: Bir kimse köle zannettiği bir kişiye zina iftirasın­da bulunup da onun hür olduğu anlaşılırsa, ona had uygulanır. Hasan-ı Bas-rî de bu görüştedir, İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Yine Malik der ki: Um veled (efendisinden çocuk doğurmuş cariye)e zina İftirasında bulunan bir kimseye de had uygulanır. İbn Ömer'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Şafiî'nin görüşüne kıyasen o da bu görüşte olmalıdır. Hasan-ı Basrî ise: Böyle bir kimseye had uygulanmaz, demiştir. [63]

 

10- Zina İftirasına Dair Kapalı Bir İfadeye Örnek:

 

İlim adamları bir erkeğe: Ey iki bacağı arasında kendisiyle ilişki kurulmuş kişi, diyen kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbnu'l-Ka-sım; Böylesine had uygulanır, çünkü bu kapalı bir ifadedir, demiştir. Eşheb ise: Bu söz dolayısıyla had uygulanmaz demiştir, Çünkü bu söz, icma ile zi­na sayılmayan bir fiile nisbet etmedir. [64]

 

11- Bazı Şartları Eksik Olan Zina İftirasında Bulunmanın Hükmü:

 

Bulûğdan önce ve kendisiyle ilişki kurulması mümkün olan bir kız çocu­ğuna zina iftirasında bulunan bir kimsenin bu sözleri Malik'e göre bir kazf (zina iftirasOdır. Ebu Hanife, Şafiî ve Ebu Sevr ise: Bu kazf sayılmaz, çünkü bu durumdaki bir çocuğa had uygulanmayacağı için yapılan bu iftira da zi­na iftirası sayılmaz. Ancak bunu söyleyen kimseye de ta'zir cezası uygulanır, demişlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Mesele her iki ihtimali de kaldırır ve zorcadır. Çün­kü Malik iftiraya uğrayanın ırzını koruma altına almayı göz önünde bulun­dururken, diğerleri ise iftirada bulunanın haksız cezaya karşı korunmasını göz önünde bulundurmuşlardır. Ancak iftiraya uğrayanın ırzını koruma altına al­mak daha önceliklidir. Çünkü iftirada bulunan bir kimse dilinin ucu ile mahremiyetini açığa çıkarmıştır, o bakımdan ona had uygulamak gerekir,

İbnu'l-Münzir der ki: Ahmed dokuz yaşındaki kız çocuğu hakkında: Ona iftirada bulunana sopa cezası vurulur, demiştir. Oğlan çocuğu da on yaşına ulaştığı takdirde ona iftirada bulunan dövülür. İshak der ki: Benzeri ilişki ku­rabilen bir erkek çotuğa zina iftirasında bulunan kimseye had uygulanır. Kız çocuğu da dokuz yaşını geçti mi bu durumdadır, İbnu'l-Münzir der ki: Ba­liğ olmayan bir kimseye iftirada bulunana had uygulanmaz, çünkü bu bir ya­landır. Ancak verdiği rahatsızlık dolayısıyla ona ta'zir cezası uygulanır.

Ebu Ubeyd dedi ki: Ali (r.a)dan rivayet edildiğine göre bir kadın yanına gelmiş ve ona kocasının kendisine ait olan cariye ile ilişki kurduğunu söz ko­nusu etmiş. Ali (r.a) ona şöyle demiş; Eğer doğru söylüyor isen, biz onu rec-mederiz. Şayet yalan söylüyor isen, o takdirde sana iftira cezası uygularız. Bu sefer kadın: İçimdeki kin ve öfke ile birlikte beni serbest bırakınız, aileme geri gideyim, cevabını vermiş.

Ebu Ubeyd dedi ki: Bu hadisteki fıkhl inceliklerden birisi şudur: Koca ha­nımına ait olan cariye ile ilişki kuracak olursa, ona had uygulanır.

Bir diğer incelik de şudur: Bir kimse bu hususta ona iftirada bulunacak olursa, ona iftirada bulunan kişiye had uygulanır. Ali (r.a)ın: Eğer yalan söy­lüyor isen, sana iftira cezası uygularız, sözüne dikkat etmemiz gerekir. Bü­tün bunlar şöyle izah edilir: Eğer bu işi yapan kişi, yaptığını ve söylediğini bilmeyen bir kimse değilse bu hüküm söz konusudur. Eğer bunları bilmeyen yahut helal olduğu şüphesi iddiasında bulunan bir kimse ise, bütün bu hallerde had cezası ondan bertaraf edilir.

Bu rivayetteki bir diğer fıkhî incelik de şudur: Bir adam, bir adama haki­min huzurunda zina iftirasında bulunacak olsa, iftiraya uğrayan da hazır bu­lunmuyor ise, iftiraya uğrayan kişi gelip cezanın uygulanmasını isteyinceye kadar, iftirada bulunana bir ceza verilmez. Çünkü gelip onu tasdik edebilir, bunu bilemiyoruz. Nitekim Ali (r.a)ın bu kadına ceza vermeye kalkışmadı­ğı görülmektedir.

Yine bundan anlaşıldığına göre; hakimin huzurunda bir adama zina ifti­rasında bulunulacak olsa, daha sonra iftiraya uğrayan kişi gelip hakkım is­terse, kendisi bu iftirayı dinlemiş olduğundan dolayı hakim bu hakkı alır. Ni­tekim: Eğer yalan söylüyor isen, sana ceza uygularız, dediğini görüyoruz. Bu­na sebep ise iftiranın insanlara ait haklar arasında yer almasıdır.

Derim ki: Kazf haddi Allah'ın haklarından mıdır, yoksa insanların hakla­rından mıdır, hususunda görüş ayrılığı vardır, ileride gelecektir.

Ebu Ubeyd dedi ki: el-Esmaî dedi ki: Şu'be bu rivayette kadının söyledi­ği: "Beni hıncım ve öfkemle başbaşa bırakınız" sözleri hakkında bana soru sordu, ben de ona şöyle dedim: Bu ifade tencerenin kaynayıp taş­ması tabirinden alınmıştır, O bakımdan tencerenin kaynayıp taşmasını anlat­mak üzere: denilir. O bakımdan bu kadının sözlerinin anlamı şu olur: İçinde öfke ve kıskançlık -istediği sonucu alamayınca- kay­nayıp, taşmaktadır. İşte bu anlamdan hareketle; deni­lir, yani içinde ona karşı kaynayıp coşan bir kini vardır, demek istenir. [65]

 

12- Peygamber (sav)ın Hanımlarından Birisine Zina İftirasında Bulunanın Hükmü:

 

Peygamber (sav)ın hanımlarından birisine zina iftirasında bulunan kim­seye iki had uygulanır. Bu görüş Mesruk'a aittir, İbnu'i-Arabî der ki: Sahih olan bu haddin bir tane olacağıdır, çünkü yüce Allah'ın: "Muhsan hanım­lara iftira edenler..." âyeti umumidir; onlann sahib oldukları şeref onlara ya­pılan iftira dolayısıyla haddin arttırılmasını gerektirmez. Çünkü konumun şe­refi hadlere etki etmez. Şerefin azlığı da azaltılması suretiyle haddi etkilemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

' İleride Âişe (r.anhâ)ya İftirada bulunan kimsenin öldürülüp öldürülmeye­ceğine dair açıklamalar gelecektir. [66]

 

13- İftiralarını Şahitle îspatlayamayanlar:

 

Yüce Allah'ın: "Sonradan dört şahit getînneseler" buyruğu, böyle bir id­dianın ispatlanması İçin gerekli olan dörc şahidi getiremeyenler, demektir. Bu dört şahit diğer haklardan farklı olarak zina için gereklidir, bu da yüce Al­lah'ın kullarına bir rahmeti ve onların hallerini setretmek içindir. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/15- âyet, 5. başlık ve deva­mında) geçmiş bulunmaktadır. [67]

 

14- Şahidlerin, Şahitlikte Bulunmalarında Aranan Şartlar:

 

Malik'e -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- göre şahitlerin şehadeti edâ şart­larından birisi de; bunun aynı mecliste (tek oturumda) gerçekleşmesidir. Eğer bu şahitlik değişik meclislerde gerçekleşirse, şahitlik olmaz. Abdu'l-Melik de­di ki: Şahitlerin toplu olarak da, ayrı olarak da şahitlikleri kabul edilir.

Malik şahitlerin bir arada bulunup (Öylece şehadet etmelerini) bir taab-bud kabul etmektedir. İbnu'l-Hasan da böyle demiştir.

Abdu'l-Melik'in görüşüne göre ise maksat, şahitliğin edâ edilmesi ve bu­nun toplamı bulmasıdır. Bu da hasıl olmuştur. Osman el-Bettî ve Ebu Sevr'in görüşü de budur, İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü yüce Allah: "Sonradan dört şahit getirmeseler" ile "şahitlerini getiremediklerine göre..." (en-Nûr, 24/13) diye buyurmakta, bunların ayrı ayrı veya bir arada bulunma­larını söz konusu etmemektedir. [68]

 

15- Şahitlik Tamam Olmakla Birlikte, Şahitlerin Âdil Oldukları Belirtilmezse:

 

Şahitlik tamam olmakla birlikte, şahitlerin âdil oldukları tesbit edilmeye­cek olursa, o takdirde Hasan-1 Basrî ve Şa'bfnin görüşlerine göre ne şahit­lere had gerekir, ne de hakkında şahitlikte bulunulan kimseye. Ahmed, en-Nu'man (b. Sabit yani Ebu Hanife) ve Muhammed b. el-Hasen de bu görüş­tedirler.

Malik der ki: Dört kişi onun zina ettiğine dair şahitlik etse ve bunlardan birisi âdil olarak kabul edilmeyen yahut ta köle olursa, hepsine celde vuru­lur. Süfyan es-Sevrî, Ahmed ve İshak da bir kadının zina ettiğine dair şahit­lik eden dört âmâya celde vurulacağı görüşündedirler. [69]

 

16- Zina Cezası Uygulandıktan Sonra Şahidlerden Birisi Şehadetinden Dönecek Olursa:

 

Zina ettiği hususunda aleyhinde şahitlik edilen şahıs recmedildikten son­ra, şahitlerden birisi şahitliğinden geri dönerse, bir kesimin görüşüne göre diyetin dörtte birini tazminat olarak öder, diğerlerine de bir şey düşmez. Ka-tade, Hammad, İkrime, Ebu Haşim, Malik, Ahmed ve Re'y ashabı böyle de­mişlerdir.

Şafiî de şöyle der: Eğer: Ben bunu öldürülsün diye kasten yaptım diye­cek olursa, ölenin velileri muhayyerdirler, Dilerlerse onun öldürülmesini ta-leb ederler, dilerlerse onu affedip diyetin dörtte birini alırlar ve bununla bir­likte ona da (kazf) haddi uygulanır.

flasan-ı Basrî de o kimse öldürülür, diğer üçüne de her birisi diyetin dört­te biri ödetilir, demiştir.

İbn Şîrîn der ki: Şayet ben hata ettim, benim kastettiğim bir başkası idi di­yecek olursa, bütünüyle tam bir diyet öder. Eğer kasten böyle yaptım diye­cek olursa, ona karşılık öldürülür. İbn Şubrume de bu görüştedir. [70]

 

17- Kazf Haddi Allah'ın Hakkı mıdır? Kul Hakkı mıdır?:

 

İlim adamları kazf haddi Allah'ın haklarından mıdır, kul haklarından mı­dır yoksa her iki hakkın karışımı mıdır, hususunda farklı görüşlere sahiptir­ler. Birincisi Ebu Hanife'nin görüşüdür, ikincisi Malik ve Şafiî'nin görüşüdür, üçüncüsü ise kimi müteahhir ilim adamlarının görüşüdür.

Görüş ayrılığının etkisi şudur: Şayet bu yüce Allah'ın bir hakkı olup ima­ma ulaşacak olursa, iftiraya maruz kalan kişi bu hususta talepte bulunmaya­cak olsa dahi imam bu haddi uygular. İftirada bulunan kişiye de kendisi ile Allah arasında yapacağı tevbenin faydası olur. Zinada olduğu gibi, kölelik se­bebiyle had yarıya iner.

Şayet kul hakkı ise, imam bu hakkı iftiraya maruz kalanın talebi olmadık­ça uygulamaz. Kulun affetmesiyle de bu ceza düşer, İftiraya maruz kalan ki­şi hakkını helâl etmedikçe, iftira edene de tevbenin faydası olmaz. [71]

 

18-"Dört Şahit" İfadesi İle İlgili Kıraat ve Açıklanması:

 

Yüce Allah'ın: "Dört şahit" ibaresini cumhur "dört" anlamın­daki kelimeyi "şahitler" anlamındaki kelimeye izafet yaparak okumuşlardır. Abdullah b. Müslim b, Yesâr ile Ebu Zür'a b. Amr b. Cerir ise "Dört" kelimesini tenvinli olarak okumuşlardır. "Şahit" kelimesi ile ilgili de dört türlü açıklama yapılmıştır; Bu kelime "dört" anlamındaki kelimenin sıfatı ya da bedeli olarak cer m a hat) indedir. Bununla birlikte nekreden hal ya da temyiz de olabilir. Ancak hal ve temyiz olması tartışılır. Zira burada hal, nekredendir, temyiz ise çoğul gelmiştir. Sibeveyh'in görüşüne göre sayı ten-vinli gelmekle birlikte, onu izafe yapmamak, ancak şiirde caiz olur. Ebu'1-Feth Osman b. Cinnî ise bu kıraati güzel görmekle birlikte, cumhurun kıraatini da­ha sevimli bulmuştur, en-Nehhâs der ki: "Şahitler" kelimesi, "sonra da dört şahit getiremeyecek olurlarsa" antamında nasb mahallinde olabilir. [72]

 

19- Dört Şahidin, Şahitliğinde Aranan Şartlar:

 

Dört şahidin bizzat gördüklerine ve bu işi tıpkı (sürme) milin(in) sürme-danlıkta olduğu gibi, gördüklerine şahitlik edecek şekilde olmalıdır. Bundan önce en-Nisa Sûresi'nde (4/15.'âyet, 5. başlıkta) ve hadisin nassında geçti­ği gibi.

Ayrıca bu şahitlik Malik'in görüşüne göre; aynı yerde bir arada yapılma­lıdır. Onlardan birisi bu hususta tereddüt geçirecek olursa, (açıkça) şahitlik eden diğer üçüne iftira cezası uygulanır. Nitekim Ömer, el-Muğire b. Şu'be'nİn durumu hakkında böyle yapmıştı. Çünkü Muğire'nin aleyhinde Ebu Bekre Nu-fey' b. el-Hârİs ile kardeşi Nafî -ez-Zehravî'ye göre; (kardeşi) Abdullah b. el-Haris'tİr- ve bu İkisinin anne bir kardeşi ve Muaviye'nin kardeşi olduğunu be­lirterek nesebine ilhak ettiği Ziyad ile (dördüncü olarak) Şibl b. Ma'bed el-Becelî şahitliği eda etmek için geldiklerinde, Ziyad durdu ve bu konuda şa­hitlik etmedi. Bunun üzerine Ömer (r.a) sözü edilen üç kişiye kazf cezasını uyguladı. [73]

 

20-  "Seksen Celde"

 

Yüce Allah'ın: "O kimselere... celde vurun" buyruğunda ge­çen "celd" vurmak demektir. "Mücâlede" derilerde veya derilerle vuruşmak anlamındadır. Bilahare "celd" bunların dışında kılıç ya da başka şeylerle vu­ruşmak için istiare olarak kullanılmıştır. Kays b. el-Hatim'in şu beyiti de bu kabildendir;

"el-Hadika günü kılıçla miğfer siz ve zırhsız olarak çarpışırım onlarla, Elimde kılıç, çocukların oynarken dürüp katladığı bir mendil[74] gibidir."

"Seksener" kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir. "Değnek" kelimesi de temyizdir.

"Ve şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin" ifadesi ömür boyunca on­ların şahitliklerinin kabul edilmemesini gerektirmektedir. Daha sonra onla­rın fâsık, yani yüce Allah'a itaatin dışına çıkan kimseler olduklarına hüküm vermektedir. [75]

 

21- Tevbe Edenlerin Durumu:

 

"Ancak... tevbe edenler müstesna" buyruğu istisna olarak nasb mahallindedir. Bedel olarak cer mahallinde olması da mümkündür, ya­ni iftira ettikten sonra tevbe edip hallerini düzelten kimseler dışında onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyiniz.

"Şüphesiz Allah günahları bağışlayandır, rahmet edendir."

Ayet-i kerîme iftirada bulunan hakkında üç hüküm ihtiva etmektedir: So­pa vurulması, şahitliğinin ebediyyen reddedilmesi ve fasıklığı.

Buyruktaki İstisnanın, ona vurulacak sopa cezasında herhangi bir etkisi­nin olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Bundan tek istisna ileride geleceği üze­re Şa'bî'den gelen rivayettir. İstisnanın, fâsıkhğı hususunda etkili olacağı da icma ile kabul edilmiştir. Ancak ilim adamları bu istisnanın, bu kimselerin şa­hitliğinin reddi hususundaki etkisi ile ilgili farklı görüşlere sahiptirler.

Kadı Şureyh, İbrahim en-Nehaî, Hasan-ı Basrî, Süfyan es-Sevrî ve Ebu Ha-nife der ki: İstisnanın şahitliğinin reddedilmesinde herhangi bir etkisi yok­tur. Onun fâsıkhğı ancak Allah nezdinde ortadan kalkar. İftirada bulunan kim­senin şahitliği, tevbe etse, kendi kendisini yalanlasa dahi hiçbir şekilde, hiç­bir durumda asla kabul edilmez.

Cumhurun kanaatine göre ise istisnanın şahitliğin reddi hususunda etki­si olur. İftira eden kimse tevbe ettiği takdirde, şahitliği de kabul edilir. Çün­kü onun şahitliğinin reddedilmesi ancak fasıklıktan dolayı idi. Tevbe ile bu ortadan kalktığına göre, kendisine iftira haddinin uygulanmasından önce ol­sun, sonra olsun şahitliği kabul edilir. Genel olarak fukahânın kabul ettiği gö­rüş budur.

Ancak böyle bir kimsenin tevbesinin ne şekilde olacağı hakkında farklı görüşler vardır. Ömer b. el-Hattab (r.a), eş Şa'hî ve diğerlerine göre; kendi­sine had uygulandığı nususta yalancı olduğunu belirtmedikçe tevbe etmiş ol­maz. Ömer (r.a)ın uygulaması da bu şekildedir, çünkü o Muğire aleyhine şa­hitlik edenlere şöyle demişti: Kim yalancı olduğunu söylerse bundan sonra ben onun şahitliğini kabul ederim, kim de böyle yapmayacak olursa ben de şahitliğini geçerli kılmam. eş-Şibl b. Ma'bed ve Nafî b. el-Hâris b. Kelede ken­dilerini yalanladılar ve tevbe ettiler. Ebu Bekre ise böyle bir işe yanaşmadı, o bakımdan onun şahitliğini kabul etmezdi. en-Nehhâs bu görüşü Medineli-lerden de nakletmektedir.

Aralarında Malik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkalarının da bulunduğu bir kesim de şöyle demiştir: Böyle bir kimsenin tevbesi halini ıs­lah edip, düzeltmesidir. İsterse yalanlamak suretiyle söylediği sözden geri dön­mesin. İftirası dolayısıyla pişmanlık duyup mağfiret dilemesi ve benzen bir işe tekrar dönmeyi terketmesi ona yeter. İbn Cerir'in de görüşü budur.

eş-Şa'bî'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: İstisna her üç hükümden de yapılmıştır, Böyle bir kimse tevbe eder, tevbesi açığa çıkarsa ona had uy­gulanmaz, şahitliği kabul edilir ve fasıklıkla nitelendirilmesi de ortadan kal­kar. Çünkü artık o, kendilerinden razı olunan (şahitliği kabul edilen) kim­selerden olmuş olur. Yüce Allah da: "Muhakkak Ben tevbe eden... kimsele­re çok çok mağfiret ediciyim." (Tâ-Hâ, 20/82) diye buyurmuştur. [76]

 

22- İftirada Bulunanın Şahitliği Ne Zaman Düşer?:

 

İlim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- zina iftirasında bulunan kimsenin şahitliğinin ne zaman düşeceğini (geçersiz olup kabul edil­meyeceği) hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbnu'l-Macişun: Bizzat iftira etmesiyle birlikte (düşer) derken, İbnu'l-Kasım, Eşheb ve Suhnun ise: Ona had cezası uygulanmadıkça şahitliği düşmez, demişlerdir. Eğer af ya da bu­na benzer haddi uygulamaya engel herhangi bir sebeb bulunursa şahitliği red­dedilmez.

Şeyh Ebu'l-Hasen el-Lahmî der ki: Böyle bir kimsenin eceli gelinceye ka­dar şahitliği İptal edilir. Ancak iftira halinde kişinin kendisini yalanlamak su­retiyle tevbenin söz konusu olacağı, görüşü tercih edilmektedir. Aksi takdir­de eğer iftirada bulunup kendisine had uygulandıktan sonra yine de adale­ti üzere kalacağı söyleniyorsa, adaletin geri dönmesi nasıl söz konusu olsun? [77]

 

23- Böyle Bir Günahtan Tevbe Eden Kimsenin Tevbeden Sonra Şahitliği Hangi Alanlarda Caizdir?

 

Tevbe ettikten sonra şahitliğinin geçerli olacağını kabut edenler, hangi hu­suslarda şahitliğinin kabul edileceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ma­lik -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Kayıtsız ve şartsız olarak her hususta şahitliği caizdir. Herhangi bir günah sebebiyle had cezası uygulan­mış olan herkesin durumu da budur. Bu görüşü Nâfî ve İbn Abdi'l-Hakem, Malik'ten rivayet etmişlerdir. Aynı zamanda bu İbn Kinâne'nin de görüşüdür.

el-Vakaar (lakabli Zekeriya b. Yahya)'nın Malikten naklettiğine göre; özel olarak haddin kendisine uygulandığı hususta şahitliği kabul edilmez, ancak diğer hususlarda şahitliği kabul edilir. Mutarrif ve İbnu'l-Macişun'un da gö­rüşü budur.

el-Utbî, Esbağ ve Suhnun'dan da benzerini rivayet etmektedir. Suhnun de­di ki: Herhangi bir hususta kendisine had uygulanmış bir kimsenin şahitli­ği, kendisine haddin uygulandığı benzer bir durumda geçerli değildir. Mut-tarrif ve İbnu'l-Macişun da şöyle demişlerdir: Zina İftirası dolayısıyla ya da zina sebebiyle kendisine had uygulanmış olan bir kimsenin zina, kazf ve li-ân ile ilgili hiçbir hususta şahitliği kabul edilmez, isterse adaletli bir kimse olsun. Onlar bu görüşlerini Malik'ten rivayet ederler.

Zina mahsulü çocuğun şahitliğinin zina ile ilgili hususlarda caiz olmaya­cağını da ittifakla kabul etmişlerdir. [78]

 

24- Atıf İle Birbirine Bağlanmış Cümlelerden Sonra Yapılan İstisnanın Fıkıh Usulü Açısından Hükmü:

 

Birbirine atıf ile bağlanmış cümlelerden sonra, istisna yapıldığı takdirde Malik, Şafiî ve mezhebine mensub ilim adamlarına göre bu istisna, bütün cüm­lelere ait olur.

Ebu Hanife ve onun mezhebine mensub ileri gelen ilim adamlarına gö­re istisna zikredilmiş en yakına râci olur. Burada da fâsıklıktır, bundan do­layı şahitliği kabul edilmez. Çünkü istisna özel olarak fasıklığa raci'dir, şa­hitliği kabulüne değil.

Bu usûl kaidesinde görüş ayrılığının İki sebebi vardır.

Birinci sebep: Cümleler bünyelerindeki atıf dolayısıyla tek bir cümle hükmünde midir, yoksa herbir cümlenin bağımsız olarak ayrı bir hükmü var­dır ve atıf harfi ifadeyi güzelleştirici ve hükmü ortak kılıcı mıdır, şeklindeki görüş ayrılığıdır. Cümlelerin atfı hususunda doğru olan görüş budur. (Hüküm­lerde ortak kılıcıdır) Çünkü nahivde de bilindiği üzere farklı cümlelerin bi­rinin diğerine atfedilmesi caizdir.

İkinci sebep; istisnanın önceki cümlelere ait olması bakımından şarta ben-zetilmesidir. Bunu kabul eden fukahâ istisnanın önce geçen bütün cümlele­re ait olduğunu kabul ederler.

Bir diğer görüş ise; bu benzerliğin olmadığı doğrultusundadır. Zira böy­le bir şey dilde kıyas kabiÜndendir, bu ise fıkıh usûlünde bilindiği üzere fa­sittir. Aslolan bütün bunların ihtimal dahilinde olduğu ve bir tercihin yapı­lamayacağıdır. O halde bu konuda el-Kadi'nin dediği şekilde genel bir ka­naat belirtmemek gerekir. Bu hususta yüce Allah'ın Kitabında her iki şeklinde varid olması meseleyi daha da zorlaştırmaktadır. Mesela, muharebe (yol kesme) âyetinde (el-Mâide, 5/33) zamirin önce zikredilenlerin hepsine ait ol­duğu ittifakla kabul edilmiştir. Hata yoluyla rnü'minin öldürülmesi ile ilgili âyette (en-Nisa, 4/92) istisnanın da son cümleye ait olduğu İttifakla kabul edil­miştir. (Konumuzu teşkil eden) kazf âyetinde ise her iki ihtimal de söz ko­nusudur. O halde burada meselenin tetkik edilerek bir sonuca ulaşmak ge­reği kaçınılmaz biricik yol olarak, ortaya çıkmaktadır.

İlim adamlarımız der ki: İşte bu, usûle dair genel bir yaklaşım tarzıdır. Cü­zî alanda, fikhî bakış açısında Malik ve Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerlerine ol-sun-nin görüşleri ağırlık kazanmaktadır. Şöyle ki: Burada istisna fasıklığa ve şahitliğin kabul edilmesi yasağına bir arada râci'dir. Bu hususta kabul edil­mesi gereken bir haberin, aralarında fark olduğunu belirtmesi hali müstes­na. Ümmet tevbenin küfrü dahi sileceğini icma ile kabul etmiştir. Küfürden daha aşağı mertebede olanları silmesi ise öncelikle söz konusudur. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır,

Ebu Ubeyd der ki: İstisna bir önceki cümleye râci'dir. Bir kimseyi zina et­mekle suçlayan bir kişi bizzat zinayı işleyenden daha büyük bir günah işle­miş olamaz. Zina eden tevbe etliği takdirde şahitliği kabul edilir, çünkü; "gü­nahtan tevbe eden, günahı olmayan bir kimse gibidir."[79]

Yüce Allah kulundan tevbeyi kabul ettiğine göre, kulların tevbe edenin tevbe ettiğini kabul etmeleri öncelikle söz konusudur. Üstelik böyle bir is­tisna Kur'ân-ı Kerîm'de bir kaç yerde mevcuttur. Bunlardan birisi yüce Al­lah'ın: "Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşanların... yalnız... tevbe edenler müs­tesnadırlar" (el-Mâide, 5/33-34) buyruğudur. Şüphesiz kî bu istisna daha ön­ce anılanların hepsine aittir.

ez-Zeccâc der ki: Zina iftirasında bulunan kimsenin günahı kâfirden da­ha büyük değildir. O halde tevbe edip halini düzelttiği takdirde şahitliğinin kabul edilmesi de onun hakkıdır. (ez-Zeccâc devamla) der ki: Yüce Al­lah'ın: "Ebedlyyen" buyruğu ise, iftira etmeye devam ettiği sürece anlamın­dadır. Nitekim: Kâfirin şahitliğini ebediyyen kabul etme! denildiği takdirde, bu kâfir kaldığı sürece kabul etme, anlamındadır,

eş-Şa'bî der ki: Bu meselede muhalif kanaat sahipleri lehine şöyle bir de­lil vardır: Allah onun tevbesini kabul ederken, siz onun şahitliğini kabul et­memektesiniz.

Diğer taraftan, istisna bir takım usûl âlimlerinin kanaatine göre eğer son cümleye râci' ise yüce Allah'ın: "Onlar fdsıkların tâ kendileridir" buyruğu bir ta'lildir. Yoksa bizatihi muştaki] bir cümle değildir, fasıklıkları sebebiyle şahitliklerini kabul etmeyiniz, demektir. Fâsıklık ortadan kalkacak olursa, şahitlikleri ne diye kabul edilmesin?

Diğer taraftan iftirada bulunan kimsenin tevbesi, kendi kendisini yalan-lamasıdır. Nitekim Ömer (r.a), Muğire'ye iftirada bulunan kimselere benze­ri bir sözü ashabın huzurunda söylemiş ve onlardan kimse buna itiraz etme­miştir. Halbuki mesele Basra'dan, Hicaz'a kadar ve oradan diğer bölgelere kadar oldukça yaygınlık kazanmıştı. Eğer âyetin te'vili Kûfelilerİn dediği gi­bi olsaydı, Ashab-ı Kiram'ın böyle bir şeyi bilmemeleri düşünülemez ve Ömer'e: İftirada bulunan bir kimsenin tevbesinin kabul edilmesi, ebediyyen caiz değildir, derlerdi. Yüce Allah'ın Kitabının yanlış te'vil edilmesi sonucun­da verilen bir hükme karşı susmaları mümkün olmazdı. Böylelikle onların (muhalif kanaatte olanların) görüşleri çürütülmüş olmaktadır. Yardım Al­lah'tandır. [80]

 

25- Şehadetin Kabul Edilmemesi, İftira Cezasının Uygulanması Şartına Bağlıdır:

 

el-Kuşeyrî dedi ki: Şayet iftiraya maruz kalan kişi, İftirada bulunana had-din uygulanmasını istemeden ya da yetkili devlet otoritesine konu arzedil-meden Önce ölür, yahut affederse, o takdirde iftirada bulunan şahsın şahit­liğinin kabul edileceğinde görüş ayrıltğı yoktur. Çünkü karşı kanaati savu­nanlara göre bu meselede şahitliğin kabul edilmesinin yasaklanışı, cezanın uygulanmasına atfedilmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O kimselere seksener değnek vurun ve şahitliklerini ebedlyyen kabul etme­yin." İşte bu hususta Şafiî de şöyle demektedir: Böyle bir kimsenin had uy­gulanmadan önceki hali, had uygulandıktan sonraki halinden daha kötüdür, çünkü hadler keffârettir. Daha iyi halinde şahitliği reddedilirken, olumsuz ve daha aşağı halde nasıl kabul edilebilir?

Derim ki: O böyle demiştir, ancak bu hususta bir aykırılık yoktur. Çün­kü daha önce Îbnu'l-Macişun'dan bizzat iftirada bulunmakla şahitliğinin reddedileceğine dair görüş kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu, el-Leys, el-Evzaî ve Şafiî'nin de görüşüdür. Had uygulanmayacak olsa dahi şahitliği reddedi­lir, çünkü İftirada bulunmakla fâsık olur. Zira bu büyük günahlardandır. İf­tiraya maruz kalan kimsenin zina ettiğini ikrar etmedikçe, ya da aleyhine de-lil,ortaya konulmadıkça, onun böyle bir günahtan uzak olduğu sahih bir şe­kilde ortaya konulamaz. [81]

 

26- Allah Günahları Bağışlayandır:

 

"Ve ıslah olanlar müstesna" buyruğu ile tevbe ettiklerini açığa vuranla­rı kastetmektedir. Amellerini ıslah edenler diye de açıklanmıştır.

"Şüphesiz Allah günahları bağışlayandır, rahmet edendir." Çünkü on­lar da tevbe etmişler ve yüce Allah tevbekrini kabul etmiştir. [82]

 

6. Eşlerine zînâ İsnad edip kendilerinden başka şahldleri olmayan­ların herbirisinin şahitliği dört defo: "Kendisi muhakkak doğ­ru söyleyenlerdendir" diye Allah adına şehadet etmesidir.

7. Beşincisinde de: "Eğer yalancılardan ise Allah'ın laneti üzerine olsun" diye şehadet eder.

8. Kadının: "Billahi o, muhakkak yalancılardandır" diye dört de­fa şahitlik etmesi, o zevceden cezayı savar.

9. Beşincisinde de: "Eğer o doğru söyleyenlerden ise Allah'ın ga­zabı benim üzerime olsun" der.

10. Ya üzerinizde Allah'ın lütfü, rahmeti ve Allah gerçekten tevbe-lerİ kabul eden Hakîm olmasaydı...

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız: [83]

 

1- Kıraate ve Nahve Dair Bazı Açıklamalar:

 

"Kendilerinden başka şahitleri olmayanların" buyruğunda; "Kendileri" lafzı ref ile bedel olarak okunmuştur. İstisna olarak ve bir de; "ol... an"ın haberi olarak nasb ile de okunabilir.

"Herbirisinin şahitliği dört defa... Allah adına şehadet etmesidir" buy­ruğunda "Şahitliği" ref ile mübtedâ okuyuş, Kûfeliierin kıraati olup; "Dört defe" da onun haberidir. Yani kişinin üzerinden iftira had­dini ortadan kaldıracak olan kimsenin şahitliği, dört defa yapacağı şahitlik­tir.

Medineliler ile Ebu Anır "dört defa" anlamındaki kelimeyi nasb ile oku­muşlardır. Çünkü "şahitliği" kelimesi; " Şahitlik etmesi" anlamın­dadır. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlardan herhangi birisi dört defa şahit­lik etmelidir. Yahut da durum onlardan herhangi birisinin dört şahitlikte bu­lunmasıdır. İkincisinde; bu lafzın "şehâdet" kelimesi ile mansub olduğunda da görüş ayrılığı yoktur.

"Beşincisinde" anlamındaki buyruk mübteda olarak merfu'dur. Haber ise ve onun sılasıdır. Bu edatın şeddesiz gelmesinin anlamı şeddeli gelenin-ki gibidir. Çünkü; manasındadır.

Ebu Abdu'r-Rahman, Talha ve Hafs'ın rivayetine göre Âsim bu kelimeyi nasb ite okumuştur. Bunun da anlamı: Beşinci defa şahitliği de... diye yapar. Diğerleri, mübteda olarak merfû' okumuşlardır. Haber, "Allah'ın laneti üzerine olsun" buyruğundadır. Yani beşinci şehadet, adamın söyleyece­ği:"...Allah'ın laneti üzerine olsun" sözleridir, şeklindedir. [84]

 

2- Buyrukların Nüzul Sebebi:

 

Ebû Davud'un zikrettiği İbn Abbas yoluyla gelen rivayete göre Hilâl b. Ümeyye Peygamber (sav)ın huzurunda hanımının Şerik b. Sahmâ ile zina et­tiğini ileri sürdü. Peygamber (sav): "Ya delil getirirsin yahut sırtına had uy­gularım" diye buyurdu. Hilâl dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden herhangi bir kimse bir adamı hanımının üzerinde görecek olursa, gidip delil mi arayacak? Peygamber (sav) yine: "Ya delil getirirsin yahut sırtına had uygularım" de­meye devam etti. Hilâl dedi ki: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki ben gerçekten doğru söylüyorum ve yemin ederim ki Allah benim bu işim hak­kında sırtımı uygulanacak hadden kurtaracak buyrukları indirecektir. Bunun üzerine; "Eşlerine zina İsnad edip kendilerinden başka şahitleri olmayan­ların herbirislne...* âyeti nazil oldu ve bu buyrukları: "Eğer o doğru söy­leyenlerden ise... der" âyetine kadar okudu ve hadisin tamamını zikretti.[85]

Denildiğine göre daha önce geçen ve muhsan hanımlara zina iftirasında bulunan kimseler hakkındaki âyet-i kerîme nazil olunca ve bu âyet zahiri iti­bariyle gerek kocaları, gerekse de başkalarını kapsadığından dolayı Sa'd b. Muâz dedi ki; Ey Allah'ın Rasûlü! Ben hanımımla birlikte bir adamı görece­ğim de gidip dört şahit getirinceye kadar ona mühlet vereceğim öyle mi? Allah'a yemin ederim (korkutmak maksadıyla) kılıcın eniyte değil de keskin ta­rafıyla öldürmek kastıyla vururum. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurdu: "Siz Sa'd'ın bu derece kıskançlığına hayret mi ediyorsunuz? Elbette -ki ben ondan daha kıskancım, yüce Allah ise benden de kıskançtır. "[86]

Sa'd'in söylediği sözler ile ilgili farklı rivayetler gelmiş ise de manaları bu­na yakındır.

Daha sonra da Hilal b. Ümeyye el-Vâkifî geldi ve hanımının Şerik b. Sah-mâ el-Belevî ile -belirttiğimiz üzere- zina ettiğini ileri sürdü. Peygamber (sav) ona kazf haddi vurmayı kararlaştırdı ise de bunun üzerine bu âyet-i kerîme­ler nazil oldu. Rasûlullah (sav) onları mescidde bir araya getirdi ve lanetleş-tiler. Beşinci şahitlik esnasında kadın kendisine öğütler verilip de: Eğer ya­lan söylüyor isen (artık bu), ilâhî azabı gerektirecek bir ifadedir denilince, tereddüt etti. Sonra da: Ben bu günden itibaren artık kavmimi rezil edemem dedi ve lanetleşmeyi tamamladı. Rasûluilah (sav) da onları"birbirinden ayır­dı. Daha sonra o kadın -istenilmeyen vasıflarda- teni siyah, beyaza çalan de­veyi andıran bir çocuk doğurdu. Bundan sonra bu oğlu Mısır'a emir oldu ve babasının kim olduğunu bilmiyordu.

Yine Uveymir (b. Eşkar) el-Aclânî gelerek hanımının zina ettiğini İleri sür­dü ve lanetleşti. Meşhur olan ise Hilal'in başından geçen olayın daha önce meydana geldiği ve âyetin nüzul sebebini teşkil ettiğidir. Bir görüşe göre de Uveymir b. Eşkar'ın başından geçen olay daha önce olmuştur. Bu da hadis imamlarının rivayet ettikleri meşhur bir hadistir.[87]

Ebu Abdullah b. Ebi Sufra dedi ki: Doğru olan hanımının zina ettiğini ile­ri süren Uveymir olduğudur. Hilal b. Ümeyye adı hata yoluyla zikredilmiş­tir. et-Taberî dedi ki: Hadiste Hilal b. Ümeyye adının zikredilmesi münker-dir. İftira eden şahsın asıl adı Uveymir b. Zeyd b. el-Ced b. el-Aclanî'dîr. Bu Peygamber (sav) ile birlikte Uhud'da hazır bulunmuştu. Hanımının Şerik b. es-Sehma ile zina ettiğini söylemişti. es-Sahma Şerik'in annesinin adıdır. Ona bu ismin veriliş sebebi siyah oluğu idi. Kendisi asıl İbn Abde b. el-Ced b. el-Aclânî'dİr. Ahbar bilginleri böyle diyorlardı.

Denildiğine göre Peygamber (sav) cuma günü hutbesinde insanlara: "Muhsan hanımlara İftira edenler..." buyruklarını okudu. Âsim b. Adî el-Ensarî dedi ki: Allah bent sana feda etsin. Bizden bir kimse hanımının karnı üzerinde bir adam bulacak olsa ve cereyan eden olayı haber verip, konu­şursa ona seksen sopa vurulacak. Müslümanlar da o kimseye fasık diyecek­ler, şahitliği de kabul edilmeyecek. Peki böyle bir durumda biz dört şahidi nereden bulacağız? O gidip dört şahit buluncaya kadar adam işini görmüş, bitirmiş olacak. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Âyet böyle indirildi. Ey Âsim b. Adî." Âsim buyruğu dinleyen ve itaat eden bir halde çıkıp gitti. İstirca et­mekte (innâ lillah ve innâ ileyhi raciun demekte) olan Hilal b. Ümeyye ile karşılaştı. Ona; Ne haber? diye sordu. O da: Kötü dedi, Şerik b. es-Sahma'yı kanm Havle'nin karnı üzerinde onunla zina ederken buldum. Burada sözü edilen Havle ise Âsim b. Adiy'in kızıdır. Bu rivayet te bu şekildedir: Yani ha­nımı ile Şerik'İ gören kişi Hilal b. Ümeyye'dir. Fakat sahih olan, -daha önce açıklandığı üzere- buna muhaliftir.

el-Kelbî dedi ki: Daha kuvvetli ihtimale göre hanımı ile birlikte Şerik'i gö­ren kişi Uveymir el-Aclanfdir. Çünkü Peygamber (sav)dan el-Aclanî ile ha­nımı arasında lanetleşmeyi gerçekleştirdi, şeklindeki rivayetler çoktur. Ravi-ler de zina eden bu şahsın Şerik b. Abde olup annesinin adının es-Sahmâ ol­duğunu ittifakla belirtmektedirler. Uveymir ile Kays'ın kızı Havle ve Şerik ise Âsım'ın amca çocuklarıdırlar. Bu olay hicretin dokuzuncu yıltnda, Şa'ban ayın­da, Rasûluilah (sav)ın Tebuk'ten Medine'ye dönüşü sırasında olmuştu. Bu açıklamaları et-Taberî yapmıştır.

Darakutnî'nin rivayetine göre de Abdullah b. Ca'fer şöyle demiştir; Uvey­mir et-Aclânî ile hanımı arasında lanetleşmeyi gerçekleştirdiği sırada Rasû­luilah (sav)ın huzurunda bulundum. Rasûlullah (sav) o sırada Tebûk gazve­sinden dönmüştü. (Uveymir) karısının karnında gebe bulunduğu çocuğu ka­bul etmemiş ve bunun İbnu's-Sahmâ'dan olduğunu söylemişti. Rasûlullah (sav) da ona şöyle buyurmuştu: "Hanımını getir. Hakkınızda Kur'ân nazil ol­muş bulunuyor." Peygamber ikindi namazından sonra minber'İn yakınında bir örtü üzerinde aralarında lanetleşmeyi icra etti.[88]

Bu rivayetin senedinde el-Vâkıdî, ed-Dahhâk b. Osman'dan, o İmran b. Ebi Enes'ten[89] dedi ki; Ben Abdullah b. Ca'fer'i şöyle derken dinledim... di­yerek hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. [90]

 

3- Hanımlara Zina İftirasının Mahiyeti ve Bazı Hükümleri:

 

'Yüce Allah'ın: "Eşlerine zina isnadedlp..." buyruğu her türlü zina isna­dı hakkında umumi bir tabirdir. İster hanımına: Sen zina ettin, ister: Ey zâniye, desin, isterse de: Ben onu zina ederken gördüm, ya da: Bu çocuk ben­den değildir desin, âyet-i kerime bütün bunları kapsamaktadır. Koca eğer dört şahit getirmeyecek olursa, liân icab eder, İlim adamlarının cumhuru, fuka-hânın geneli ve hadis ehlinin büyük topluluğu bu görüştedir. Malik'ten de buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Malik şöyle derdi: Ben seni zina ederken gördüm demedikçe, yahut karısının hamileliğinin ya da çocuğunun kendisinden olmadığını söylemedikçe laneüeşme olmaz.

Ebu'z-Zinâd, Yahya b. Said ve el-Bettî'nin de görüşleri Malik'in görüşü gi­bidir: Mülâane (lânetleşme, liân) zina iftirasını yapmakla gerekmeyip ya görmekle yahut da istibrâya rağmen[91] hamilelikle birlikte çocuğun kendisin­den olmadığını iddia etmekle olur. Malik'in meşhur olan görüşü budur, İb-nu'l-Kasım da böyle demiştir.

Ancak doğru olan -yüce Allah'ın: «Eşlerine zina isnad edip..." buyruğu­nun umumiliği dolayısıyla- birinci görüştür. İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-ı Ke-rîm'in zahir ifadesi, görmek söz konusu olmaksızın mücerred iftira sebebiy­le lanetleşmenin vacib olmasında yeterlidir. O bakımdan onun esas alınma­sı gerekir. Özellikle sahih hadiste de şöyle denilmektedir: Ne dersin? Bir adam karısı ile birlikte birisini görürse, ne yapmalıdır? Peygamber (sav): "Git onu getir" demiş ve gördüğünü açıkça söylemekle onu mükellef tutmamıştır. Kör bir kimsenin hanımına zina İsnad etmesi halinde lanetleşeceği icmâ ile ka­bul edilmiştir. Eğer görmek, lanetleşmenin bir şartı olsaydı, âmâ için lanet­lenme söz konusu olmazdı. Bu açıklamayı Ebu Ömer yapmıştır. İbnu'1-Kas-sar'ın da Malik'ten naklettiğine göre; âmânın lanetleşmesi: Ben o adamın fer-cinin, karımın fercinde olduğunu elimle dokunarak tespit ettim, demedikçe sahih olmaz.

Bu hususta Malik ve ona uyanların lehine delil, Ebû Dâvûd'da yer alan şu rivayettir: İbn Abbas (r.a)dan dedi ki: (Tebuk'e mazeretsiz olarak gitmedik­leri için) tevbeleri kabul edilen üç kişiden birisi olan Hilâl b. Ümeyye, ak­şam vakti çalıştığı arazisinden geri dönünce hanımı yanında bir adam gör­dü. Gözüyle gördü, kulağıyla işitti. Sabah oluncaya kadar onu tedirgin ede­cek bir şey yapmadı. Sabah olunca Rasûlullah (sav)ın yanına gidip şöyle de­di: Ey Allah'ın Rasûlüi Ben akşam vakti ailemin yanına geri döndüm. Onla­rın yanında bir adam gördüm. Gözümle gördüm, kulağımla işittim. Rasûlul-lah (sav) onun bu söylediklerinden hoşlanmadı ve bu ifadeler ona çok ağır geldi. Bunun üzerine: "Eşlerine zina isnad edip, kendilerinden başka şa­hitleri olmayanların her birisinin şahitliği..." âyeti nazil oldu deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[92]

İşte bu, Rasûlullah (sav)ın hakkında hüküm verdiği lânetleşmenin ancak görmek halinde süz konusu olduğunu ve dolayısıyla bundan daha ileriye git­memek gerektiğini göstermektedir. Kim hanımına zina isnad edip de görmek­ten söz etmezse ona had uygulanır. Buna sebep yüce Allah'ın: "Muhsan ha­nımlara iftira edenler..." buyruğunun genel ifadesidir. [93]

 

4- Gebeliğin Kendisinden Olmadığını İddia Ederse:

 

Koca hanımının gebeliğinin kendisinden olmadığını iddia ederse lanetle-şîr. Çünkü bu görmekten daha kuvvetli bir delildir, ancak ilişki kurmamış ol­duğunu ve ondan sonra da hamile olmadığının anlaşıldığını (istibrâ) söz ko­nusu etmelidir.

İlim adamlarımız istibrâ (hamile olmadığının anlaşılması) hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Muğîre ve Malik bu husustaki İki görüşlerin­den birisine göre bu hususta bir defa ay hali olmak yeterlidir, derler. Yine Malik: Ancak üç ay hali olduktan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söyler, demiştir. Ancak sahih olan birincisidir, çünkü rahimde hamileliğin bu­lunmadığı bir ay hali ile gerçekleşir. Nitekim cariyenin istibrâsı (hamile ol­madığının anlaşılması) da bununla gerçekleşir. Üç defa ay hali olmayı iddet-lerde göz önünde bulundurmak, ilende yüce Allah'ın izniyle et-Talâk Sûre­si'nde açıklanacağı üzere bir başka sebepten dolayıdır.

el-Lahmî, Malik'ten bir defasında şöyle dediğini nakletmektedir: Çocuk is­tibrâ ile (kadının ay hali olması delil gösterilmekle) nefyedilmez (reddedil­mez,) Çünkü gebelikle beraber ay hali de olunabilir. Eşheb, İbnu'l-Mevvâz'ın Kitab'ında böyle demiştir, el-Muğire de bu görüştedir. O ayrıca şöyle der: Ço­cuğun kendisinden olmadığını ancak beş yıl süre geçmekle İleri sürebilir, çün­kü -önceden de geçtiği üzere- hamilelik süresinin azamisi budur, [94]

 

5- Liân Kimler Arasında Olur? Liân Sonucu Ayrılmanın Mahiyeti:

 

Mezhebimize (Maliki mezhebine) göre liân hür olsunlar, köle olsunlar, mü'min ya da kâfir olsunlar, fâsık ya da adaletli olsunlar her iki eş arasında olur. Şafiî de bu görüştedir. Ancak adam ile cariyesi arasında, kendisi ile um veledi arasında la netleşme söz konusu değildir.

Bir görüşe göre cariyenin çocuğunun ondan olmadığı ancak -Kândan fark­lı olarak- tek bir yemin ile kabul edilebilir. Şöyle de denilmiştir: Um veledi­nin çocuğunu reddedecek olursa lanetledir.

Birinci görüş, Mâliki mezhebi esaslarından çıkartılan sonuçtur, doğrusu da budur. Ebu Hanife der ki: Lian ancak hür ve müslüman iki eş arasında sa­hih olur. Çünkü ona göre Hân bir şahitliktir. Bize ve Şafiî'ye göre liân bir ye­mindir. Yemini sahiholan herkesin zina iftirasında bulunup liân yapması da sahihtir. Erkek ve kadının mükellef olmalarının şart olduğunu (fukahâ) itti­fakla kabul etmişlerdir.

Hadiste yer alan; "Hanımıyla birlikte bir adam buldu" ifadesi lanetleşme-nin karı ve kocaya vacib olduğunun delilidir. Çünkü bu hususta erkekler ara­sında da, kadınlar arasında da herhangi bir tahsise gidilmemiştir. Liân âye­ti de bu soruya cevap olarak nazil olmuş ve: "Eşlerine zina İsnad edip..." buyrularak eşler arasında bir tahsis yoluna gidilmemiştir. Malik ile Medine-liler de bu görüştedirler. Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Ubeyd ve Ebu Sevr'in de görüşleri budur.

Aynı şekilde liân nikâhın feshedilmesini gerektirdiğinden bu yönüyle talâka benzemektedir. Dolayısıyla talâk yapması caiz olan herkesin iiân yapması da caiz olur. Liân ise yapılan yeminlerden ibarettir, şahitlik değil­dir. Nitekim söz söyleyenlerin en doğrusu olan yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Bizim şahitliğimiz o iki kişinin şahadetinden elbette daha doğrudur." (el-Mâide, 5/107) Burada "şahitlik" yemin anlamındadır. Yüce Allah bir baş­ka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: 'Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün.'" (el-Munafikun, 63/11) Daha sonra ise: "Onlar yeminlerini kalkan edindiler." (el-Munafikun, 63/2) diye buyurmaktadır. Peygamber (sav) da; "Şayet yeminler olmasaydı, ben ona ne yapacağımı bilirdim. "[95] diye buyurmaktadır,

es-Sevrî ve Ebu Hanife'nin getirdikleri delillere gelince; bu deliller ayak­lan üstünde durabilecek kadar güçlü değildir. Bunlardan birisi Amr b. Şuayb'in babasından, onun dedesi Abdullah b. Amr'dan gelen rivayettir. Rasûlullah (sav) dedi ki: "Dört kişi arasında lanetleşme yoktur: Hür ite cariye arasında liân yoktur. Hür kadın ile küle arasında liân yoktur. Müslüman ile yahudi ka­dın arasında liân yoktur. Müslüman ile hristiyan kadın arasında liân yoktur." Bunu Darakutnî hepsi de zayıf oian çeşitli yollardan rivayet etmektedir,[96]

İki imam el-Evzaî ve îbn Cüreyc, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesinden, dedesinin sözü olarak rivayet etmekte olup, Peygamber (sav)a merfu olarak nisbet etmemektedirler.[97]

Kıyastan da şunu delil göstermişlerdir: Kocalar yüce Allah'ın: "Kendile­rinden başka şahitleri olmayanların" buyruğunda şahidler arasından istis­na edildiklerinden; ancak şahitliği caiz olan kimselerin Iânetleşmeleri icab et­mektedir. Aynı şekilde şayet bu bir yemin olsaydı, defalarca tekrarlanmaz­dı. Bunun tekrarlanmasındaki hikmet ise sayı itibariyle zinada aranan şahit­ler sayısının yerini cutmasıdır.

Biz deriz ki: Bu iddia kasame yemini ile çürütülebilir, çünkü kasame ye­mini icmâ' İle şahitlik olmamakla birlikte defalarca tekrarlanır. Tekrarlanma­sındaki hikmet İse namus ve kanların vebalinin büyüklüğüdür. İbnu'l-Arabî der ki: Liânın yemin olup şahitlik olmadığının ayırıcı ölçüsü şudur: Koca id­diasını ispatlamak ve kendisini azaptan (cezadan) kurtarmak için, kendi nef­si için kendisi lehine yemin eder. Herhangi bir kimsenin kalkıp "şeriatte şa­hit başkası aleyhine hüküm gerektirecek sözlerle kendisi hakkında ve ken­di adına şahitlik eder" iddiasında bulunması mümkün müdür? Böyle bir şey aslı (nastan dayanağı) itibariyle (delil olmaktan) uzaktır, kıyas yoluyla da bu­na benzer bir hükme varılamaz. [98]

 

6- Dilsizin. Lanetleşmesi:

 

İlim adamları dilsizin lanetleşmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik ve Şafiî Ianetleşir derler. Çünkü dilsiz bir kimse, -ne dediği anlaşıldı­ğı takdirde- talâkı, ziharı ve îlâsı sahih olan kimselerdendir. Ebu Hanife: La-netleşmez demiştir, çünkü dilsiz, şahitlik yapmaya ehil kimselerden değildir. Zira konuştuğu takdirde lanetleşmeyi kabul etmeyebilir. O halde bizim ona haddi uygulamaya imkânımız olmaz. Bu anlamdaki açıklamalar ve buna da­ir deliller daha Önce Meryem Sûresi'nde (19/29-33. âyetler, 5- başlıkta) geç­miş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [99]

 

7- Daha Sonra Evlendiği Hanımına Liân Yapabilir mi?

 

İbnu'l-Arabî dedi ki: Ebu Hanife'nin görüşüne göre âyet umumîdir. O ba­kımdan o şöyle demektedir; Adam kendisiyle evlenmeden önce eşine zina ettiği iftirasında bulunacak olursa, onunla Ianetleşir. Ancak o bu görüşü ile­ri sürerken yüce Allah'ın: "Muhsan hanımlara iftira edenler" buyruğunun muhtevasını unutmuş görünmektedir. Bu durumda koca, henüz daha evli de­ğilken kadının zina ettiği iftirasında bulunmuştur. Liân, ancak nesebi de il­gilendiren bir zina iftirası hakkında söz konusudur. Bu ise nesebi ilgilendir­meyen bir zina İftirasında bulunmuştur. O bakımdan tıpkı yabancı bir kadı­na zina isnadında bulunması halinde olduğu gibi, bu da lânetleştirmeyi ge­rektirmez. [100]

 

8- Boşamadan Sonra Zina İsnadında Bulunmak:

 

Hanımını boşa diktan sonra zina iftirasında bulunacak olursa, duruma bakılır. Eğer ortada kocanın, kendisinden olmadığını ileri sürdüğü bir neseb yahut bir hamilelik bulunup onunla alakası olmadığını ortaya koymak isti­yorsa lanetleşir, aksi takdirde lanetleşemez.

Osman el-Bettî dedi ki: Hiçbir şekilde lanetleşemez, çünkü böyle bir ka­dın zevce değildir.

Ebu Hanife dedi ki: Her iki halde de la neti eşmez, çünkü zevce değildir.

Ancak az önce sözünü ettiğimiz şekilde hanımı henüz olmadan önce if­tira dolayısıyla lanetleşmeyi kabul etmesi ile bu, bir çelişkidir. Daha doğru­su bu durumda lanetleşmesi daha uygundur. Çünkü nikâh önceden vardı ve o kendisine katılacak bir nesebi reddedip onunla ilgisinin olmadığını orta­ya koymak istemektedir. Dolayısıyla lanetleşme kaçınılmaz bir şeydir. Eğer ortada beklenilen bir hamilelik ve kendisine taalluk edeceğinden korkulan bir neseb bulunmuyorsa, lanetlenmenin bir faydası yoktur. Ne diye lanetleş­me hükmünü vermektedir. Bu durumda zina isnadı katıksız bir iftira olup yü­ce Allah'ın; "Muhsan hanımlara İftira edenler..." buyruğunun genel çerçe­vesi içerisine girmektedir. Buna göre böyle birisine had uygulamak icab eder ve açıkça tutarsızlığı dolayısıyla el-Betrî'nin söylediği de çürütülmüş olur. [101]

 

9- İddetin Bitiminden Sonra Koca İte Hanımı Arasında Lanetleşmenin Yapılabileceği Yer:

 

İddetin bitiminden sonra koca ile önceki hanımı arasında yalnızca tek bir meselede lanetleşme yapılabilir. O da kocanın hanımının yanında değil iken gıyabında bir çocuk doğurmuş olması ve onun durumdan haberdar ol­mayarak onu boşayıp iddetinin bu haliyle sona ermesidir. Daha sonra koca gelip de bu çocuğun kendisinden olmadığını söyleyecek olursa, bu nokta­da iddetten sonra eski karısıyla lanetleşebilir. Aynı şekilde karısının vefatın­dan sonra gelip de çocuğun kendisinden olmadığını söyleyecek olursa, id­detin geçişinden sonra kadın ölmüş olmakla birlikte, kendi kendisine (yal­nız başına) lanetleşir. Karısına mirasçı olur. Çünkü aralarında ayrılık meyda­na gelmeden önce ölmüş bulunmaktadır. [102]

 

10- Hamile Kadın İle Doğumdan Önce Lânetleşilir mi?

 

Koca hamileliğin kendisinden olmadığını iddia edip bu husus şartlarına uygun şekilde gerçekleşecek olursa, doğumdan önce de lanetleşebilir. Şafiî de bu görüştedir.

Ebu Hanife ise: Ancak doğum yaptıktan sonra lanetleşebilir; çünkü gebe­lik diye zannedilen husus, herhangi bir hastalığın sebebi de olabilir, demek­tedir.

- Bizim açık delilimiz Peygamber (sav)ın doğumdan önce lanetteşmeyi kabul ettiği ve şöyle buyurduğudur: "Eğer şu şekilde çocuk doğurursa, o ba­basına aittir. Eğer böyle bir çocuk doğurursa, filana aittir." Çocuk, Peygam­berin belirttiği hoşlanılmayan vasıflarda dünyaya geldi. [103]

 

11- Arka Yoldan İlişki İsnadında Lânetleşme Gerekir mi?

 

Hanımını arka yoldan başkasıyla ilişki kurmakla itham ettiği takdirde lâ-netleşir. Ebu Hanife: Lânetleşmez, demiştir. O, bunu Lût kavminin ilişkisinin haddi gerektirmediği kaidesine binâen söylemiştir. Ancak bu yanlıştır, çün­kü böyle bir iftira da başlı başına bir musibettir ve yüce Allah'ın: "Eşlerine zi­na edip... "buyruğunun genel kapsamı içerisine girmektedir. Daha önce el-A'raf Sûresi (7/80. âyet, 2. başlıkta) ve eJ-Mu'minun Sûresinde (23/10-11. âyet­ler, 7. başlıkta) bundan dolayı haddin gerektiğine dair açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır. [104]

 

12- Bir Kişi Kendi Hanımına ve Kayınvalidesine Zina İsnad Ederse:

 

İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu adamın (Ebu Hanife'nin) garib kanaatlerinden bi­risi de şudur: Koca hanımının ve annesinin zina ettiğini ileri sürer de anne dolayısıyla kendisine had uygulanacak olursa, kız dolayısı ile ona had uygu­lanmaz. Şayet kızı dolayısıyla lanetlenirse, annesi dolayısıyla uygulanması ge­reken had düşmez. Ancak bu görüşünün açıklanabilir bir tarafı yoktur ve ben bu hususta onların nakledilen bir rivayetlerini de görmedim. Bu son dere­ce yanlış bir iddiadır. Çünkü o aynı zamanda eşi olan kız hakkında annenin haddi dolayısıyla âyetin umumunu tahsis ederken herhangi bir rivayete ve kıyasını esas aldığı herhangi bir asla dayanması da söz konusu değildir. [105]

 

13- Hanımının Zina Ettiğini İleri Sürdükten Sonra Hanımı Lânetleşmeden Önce Zina Edecek Olursa:

 

Bir kimse, hanımının zina ettiğini ileri sürdükten sonra, lânetleşmeden önce zina edecek olursa (kocaya) ne had gerekir, ne de lânetleşme. Ebu Han­ife, Şafiî ve ilim ehlinin çoğunluğu da böyle demiştir.

es-Sevrî ve el-Müzeni ise iftira edenden had sakıt olmaz demişlerdir. İf­tiraya maruz kalanın iftiradan sonra zina etmiş olması daha önceki muhsan oluşuna bir halel getirmez ve bu, ihsanı ortadan kaldırmaz. Çünkü muhsan-lık ve iffetin göz önünde bulundurulacağı vakit iftira halidir, ondan sonrası değil. Nitekim bir müslümana iftira edip zina ettiğini söyledikten sonra, if­tiraya maruz kalan kimse bu iftiraya maruz kaldıktan sonra ve iftira edene had uygulanmasından önce, irtidad edecek olursa, iftira edenden had düş­mez. Aynı şekilde bütün hadler uygulanması gereken vakitlerinde göz önün­de bulundurulurlar, uygulanma vaktindeki durum değil.

Bizim delilimiz şudur: Lânetleşmeden ve haddin uygulanmasından önce öyle bir husus ortaya çıkmaktadır ki, eğer bu baştan beri mevcut olsaydı, lâ-netleşmenin sıhhatini ve haddin vücubunu engellerdi. İkinci halde de bunun ortaya çıkması aynı şeydir. Nitekim bir kimse zahiren adaletli olan iki şahit tutacak olsa, hakim de onların zina etmek, içki içmek gibi bir fiil İşledikle­ri tçin.fasıklıkları ortaya çıkıncaya kadar şahitlikleri gereğince hüküm verme­yecek olursa (bu durumun ortaya çıkışından sonra) hakimin onların, o hu­sustaki şahitlikleri ile hüküm vermesi caiz değildir. Aynı şekilde iffet ve muh­san oluşa dair hüküm de zahire bakılarak tesbit edilir, kat'î ve yakîn bir ka­naat göz önünde bulundurulmaz. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Mü'minin sırtı koruma altındadır."[106] Dolayısıyla katî bir delil bulunmadık­ça iftira edene had uygulanmaz. Başarı Allah'tandır. [107]

 

14- Bir Kimse Hamile Kalmayacak Kadar Yaşlı Olan Hanımına Zina İftirasında Bulunacak Olursa:

 

Bir kimse hamile kalmayacak kadar yaşlanmış karısına zina isnadında bu­lunacak olursa lânetleşirler. Erkek kendisine uygulanacak haddi, kadın da kendisine gelecek olan azabı defetmek için lanetlesin Şayet hamile kalma­yacak kadar küçük yaşta olursa, bu sefer erkek, üzerinden haddi defetmek için lânetleşir, kadın lânetlegmez. Çünkü ikrar edecek olursa, ona herhan­gi bir ceza uygulanmaz. İbnu'l-Mâcişûn der ki: Buluğ yaşına gelmemiş ola­na iftira eden kimseye had uygulanmaz. el-Lahmî der ki: Buna göre hami­le olmayacak kadar küçük kadının kocasının lâneüeşme yükümlülüğü de yoktur. [108]

 

15- Birisi Koca Olmak Üzere Dört Kişi Bir Kadının Zina Ettiğine Dair Şahitlik Ederlerse:

 

Dört kişi bir kadının zina ettiğini söyleyip, bu dörtten birisi kadının ko­cası ise koca lânetleşir, diğer üç şahide de had cezası vurulur. Şafiî'nin iki gö­rüşünden birisi budur, ikinci görüşe göre ise bunlara had uygulanmaz.

Ebu Hanife der ki: Eğer koca ile birlikte üç kişi baştan şahitlik ederse, şa­hitlikleri kabul edilir ve kadına had cezası uygulanır. Bizim delilimiz yüce Al­lah'ın: "Muhsan hanımlara iftira edenler..." (6. âyet) âyetidir. Bu buyruk ta yüce Allah muhsan bir kimseye iftira edip de dört şahit getiremeyen kim­seye had cezası uygulanacağını haber vermektedir. Bu buyruğun zahiri ifti­ra eden kimsenin dışında dört tane şahidin getirilmesini gerektirmektedir. Ko­ca ise hanımına iftira eden bir kimsedir. Dolayısıyla o da şahitlerden birisi olmaktan çıkmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [109]

 

16- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını İddia Etmeyecek Olursa:

 

Koca, hanımının hamile olduğunu görüp de onun kendisinden olmadığı­nı söylemeyecek olursa, artık sustuktan sonra onu tekrar reddetme hakkı kal­maz. Şureyh ile Mücahid: Ebediyyen o çocuğu reddetme hakkına sahiptir, de­mişlerdir. Ancak bu bir hatadır, çünkü hamileliği öğrendikten sonra susma­sı, onun kendisinden olduğuna rıza göstermesi demektir, Tıpkı önce çocu­ğun kendisinden olduğunu ikrar edip daha sonra onu nefyetmesi gibidir. O durumda onun bu nefyi kabul edilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [110]

 

17- Koca, Karısının Hamileliğinin Kendisinden Olmadığını Söylemeyi Gerekçeye Bağlı Olarak Erteleyecek Olursa:

 

Koca, karısının hamileliğinin kendisinden olmadığını İleri sürmeyi doğum yapıncaya kadar erteler ve: Ben bunun ileride boşalacak bir kist olacağını ya­hut ta düşük yaparak böylelikle iftiradan kurtulmuş olacağımı ümit ediyor­dum, diyecek olursa, doğumdan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söy­lemesi mümkün belirli bir süresi var mıdır ve bu süreyi geçirecek olursa bu İmkân ortadan kalkar rru? Bu hususta görüş ayrılığı vardır.

' Biz (Malİkiler) deriz ki: Şayet o, üç gün geçinceye kadar mazeretsiz ola­rak susarsa, o çocuğun kendisinden olduğuna razı demektir ve o çocuğun kendisinden olmadığını ileri süremez. Şafiî de bu görüştedir. Yine Şafiî şöy­le demiştir: Adet olduğu üzere hakimin huzurunda imkân bulmakla birlik­te, çocuğun kendisinden olmadığını söylemeyecek olursa, artık bundan sonra o çocuğun kendisinden olmadığını söyleme hakkı kalmaz.

Ebu Hanife: Ben bu hususta herhangi bir iddete itibar etmiyorum, demek­tedir, Ebu Yusuf ile Muhammed: Bu hususta nifâs (lohusalık) müddeti olan kırk günlük bir süre muteberdir, demişlerdir.

İbnu'l-Kassar der ki; Görüşümüzün delili şudur: Babanın kendi çocuğu­nun, kendisinden olmadığını söylemesi haramdır. Kendisinden olmayan bir çocuğun kendisinden olduğunu söylemesi de haramdır. O bakımdan bu ço­cuğun kendisinden olmadığını söylemesinin caiz olup olmadığı hususunda gereği üzere düşünüp taşınabilmesi için ona genişlik tanımak kaçınılmaz bir şeydir. Bu süreyi üç gün olarak belirlememizin sebebi çokluğun ilk sınırı, az­lığın da son sının oluşundandır. Nitekim el-Musarrat (diye bilinen memele­ri bağlandığı için, memeleri sütle dolmuş koyun, inek, dişi deve vs.)nin du­rumunun tecrübe edilebilmesi için tanınan süre de üç gündür. Burada da bu sürenin öylelikle tanınması gerekir.

Ebu Yusuf İle Muhammed'in kabul ettikleri süreyi (mesela) doğum ve süt emzirme süresine tercih etmeyi haklı kılacak herhangi bir sebeb yoktur. Çün­kü bu konuda onların lehine şeriatte herhangi bir tanık bulunmamaktadır. Biz ise bu hususta şeriatte musarrat için l,anınan sürede bir tanık zikretmiş bulunmaktayız. [111]

 

18- Birisine Harf Ziyadesi ya da Eksiği ile "Zinakâr" Demek:

 

İbnu'l-Kassar der ki: Bir kadın kocasına ya da yabancı birisine: Ey zani-ye (erkeğe zani, kadına zaniye denilir) diyecek olursa, aynı şekilde yaban­cı bir erkek, yabancı bir erkeğe böyle hitab edecek olursa, bu hususta bizim mezhebimize mensub ilim adamlarının herhangi bir ifadelerinin bulunduğu­nu bilmiyorum. Ancak kanaatime göre böyle bir söz kazf olur ve bunu söy­leyene de had uygulanır, çünkü böyle diyen bir kimse bununla bir harf zi­yade söylemiş olmaktadır. Şafiî ile Muhammed b. el-Hasen de böyle demiş­tir. Ebu Hanife ile Ebu Yusuf derler ki: Bu söz kazf olmaz. (Hanefi mezhe­bi imamları) ittifakla derler ki: Karısına ("ya" eksiği ile) ey zani diyecek olur­sa, bu bir kazftir. Bunun erkek hakkında kazf oluşunun delili ise şudur: Şa­yet hitabtan manası anlaşılıyor ise hükmü de sabit olur. İster bu Arapça al­mayan bir lafızla söylensin, ister Arapça söylensin. Nitekim bir kimse kadı­na (erkeğe hitab olan kip ile:) sen zina ettin diyecek olursa, bu dahi kazf olur. Çünkü bunun manası bu lafızdan anlaşılmaktadır, Ebu Hanife İle Ebu Yu­suf un lehine delil şudur: Yüce Allah'ın: "Bir kısım kadınlar... de­diler." (Yusuf, 12/30) buyruğunda kadınlar hakkında müzekker kipin kulla­nılması uygun olduğuna göre, bir kimsenin bir kadına "(erkeğe hitab olan şekliyle): ey zani" demesinin kazf olması da uygun düşmektedir. Ancak müzekker fiilin önceden gelmesi halinde nıüennes olarak kullanılması caiz olmadığından dolayı, müennes kip ile ona hitab etmesinin bir hükmü olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [112]

 

19- Fasit Nikâhla Nikâhlandığı Zevcesi ile Liân Olur mu?

 

Fasit nikâh ile nikâhlı zevcesi ile liân yapar. Çünkü o kadın ile ilişki kur­muş bulunmaktadır ve bu durumda neseb ona ilhak edilir. O bakımdan bu hususta liân da söz konusu olur. [113]

 

20- Koca Lânetleşmeyi Kabul Etmeyecek Olursa:

 

Koca lânetleşmeyi kabul etmeyecek olursa, hükmün ne olacağı hususun­da farklı görüşler vardır. Ebu Hanife der ki: Ona had uygulanmaz, çünkü yü­ce Allah, yabancı İçin haddi, koca için Hânı öngörmüştür. Yabancı kimsenin iftirası halinde liân söz konusu olmayacağına göre, koca hakkında da had söz konusu olmaz. Ancak lânetleşmeyi kabul edinceye kadar hapse atılır. Çün­kü hadler kıyasa başvurmak suretiyle ertelenemez.

Malik, Şafiî ve fukahânın çoğunluğu şöyle demektedirler: Koca lânetleş­meyi kabul etmeyecek olursa, ona had uygulanır. Çünkü yabancı için şahit­ler ne ise, onun İçin iftiradan uzak olduğunu ortaya koymakta laneti eşmek odur. Eğer yabancı bir kimse şahit getirmeyecek otursa ona had uygulanır. Lânetleşmeyecek olursa kocanın hükmü de bu olmalıdır. el-Aclânî ile İlgili hadiste buna delâlet eden hususlar vardır. Çünkü o hadiste el-Aclânî'nin şöy­le dediği kaydedilmektedir: "Eğer susarsam, beni öfkelendiren bir hususa rağ­men susmuş olacağım. Eğer öldürürsem öldürüleceğim, konuşursam bana so­pa cezası uygulanacak." [114]

 

21- Şahitleri ile Birlikte Kocanın Lânetleşme Hakkı Var mıdır?:

 

Yine ilim adamları kocanın şahit getirmekle birlikte lânetleşme hakkı olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik ile Şafiî der ki: Şa­hitleri ister olsun, ister olmasın lânetleşir. Çünkü şahidlerin, haddi bertaraf et­menin dışında herhangi bir etkileri yoktur. Çocuğun kendinden olmadığını İle­ri sürmek ve bunu kabul etmemek için de lânetleşme kaçınılmaz bir şeydir.

Ebu Hanife ve mezhebine mensub ilim adamları şöyle derler: Kocanın lâ-netleşmesi kendisinden başka şahitlerinin bulunmadığı halde söz konusudur. Çünkü yüce Allah: "Kendilerinden başka şahitleri olmayanların hcrblri-sinin şahitliği..." diye buyurmaktadır. [115]

 

22- Lânetleşmeye Önce Kim Başlar:

 

Lânetleşmeye, yüce Allah'ın buyruğunda öncelikle kendisinden söz etti­ği kimse olan koca başlar. Bunun sonucunda koca kendisine uygulanacak iftira cezasını önlemiş ve çocuğun kendisinden olmadığını bildirmiş olmak­tadır. Çünkü Peygamber (sav): "Ya deli! getirirsin yahut da strtına bir had uy­gulanacaktır."

Şayet kocadan önce kadının başlaması istenecek olursa caiz olmaz. Çün­kü bu yüce Allah'ın zikrettiği sıranın aksine olur. Ebu Hanife, caiz olur de­miştir, ancak bu batıldır. Çünkü Kur'ân'ın zahirine muhaliftir, Ayrıca bu hu­susta onun dayandığı bir esası olmadığı gibi, mana itibariyle de görüsünü güç­lendirecek bir taraf yoktur. Bilakis mana bizi desteklemektedir, çünkü kadın iânetleşmeye başladığı takdirde o sabit olmamış bir şeyi reddetmiş olur ki; bunun da açıklanabilir bir tarafı yoktur. [116]

 

23- Lûnetleşme Keyfiyeti:

 

Lânetleşme keyfiyetine gelince; hakim lânetleşecek kocaya şöyle der: De­ki: Allah adına şahitlik ederim ki, ben bu kadını zina ederken gördüm. Zi­na eden erkeğin fercini, onun fercinde sürmedanlıktaki sürme mili gibi gör­düm ve onu gördükten sonra ben onunla ilişki kurmadım. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Andolsun ki bu kadın zina etti ve onun zinasından sonra da ben onunla bir ilişki kurmadım. Bu iki lafızdan dilediği herhangi birisini dört de­fa tekrarlar. Şayet bu lafızlar hakkında veya herhangi birisinde yemin etmek­ten kaçınacak olursa, ona had uygulanır.

Şayet hamileliğin kendisinden olmadığını ileri sürecek olursa şöyle der: Allah adına şahitlik ederim ki, ben onun hamile olup olmadığını anlamak için ondan uzak'durdum ve ondan sonra da onunla ilişki kurmadım ve bu hami­lelik benden değildir, diyerek ona işaret eder. Bu hususta da dört defa ye­min edip bu yeminlerin herbirisinde: Onun aleyhine söylemiş olduğum bu sözümde şüphesiz ki ben doğru söyleyenlerdenim, Daha sonra beşincisin­de de: "Eğer yalan söyleyenlerden isem Allah'ın laneti üzerime olsun" der. İsterse: Eğer onun hakkında söylediğim hususlarda yalan söylüyor isem... da diyebilir.

Koca bunları söylediği takdirde ona had uygulanmaz ve çocuğun da kendisinden olmadığı sabit olur. Koca lânetleşmesini bitirdikten sonra kadın kalkar ve Allah adına dört defa yemin eder. Bu yeminlerinde: Allah adına şa­hitlik ederim ki û yalancıdır. Yahut; o benim aleyhime ileri sürdüğü iddia ve söz konusu ettiği hususlarda yalan söyleyenlerdendir, der. Şayet hamile ise: Ve şüphesiz benim bu gebeliğim ondandır, der. Sonra da beşincisinde:

Eğer o doğru söyleyen birisi ise, Allah'ın gazabı üzerime olsun; ya da: Eğer bu söylediği sözlerinde doğru söyleyenlerden ise... der.

Zina iftirası dolayısı ile lânetleşmeyi vacib kabul edenlere göre bu dört şa­hitlikten herbirisinde: Allah adına şahitlik ederim ki, şüphesiz ki ben filan ka­dın hakkındaki zina iddiamda doğru söyleyenlerdenim, der. Beşincisinde ise: Eğer onun hakkında iddia ettiğim zina hususunda ben yalan söylüyor isem Allah'ın laneti üzerime olsun. Kadın da der ki: Allah adına şahitlik ederim ki, o bana isnad ettiği zina hususunda yalan söyleyen birisidir. Beşincisinde de: Eğer o bana isnad etmiş olduğu zina hususunda doğru söyleyen birisi ise Al­lah'ın gazabı üzerime olsun, der.

Şafiî der ki: Lânetleşen kişi; Ben eşim, filanın kızı filana isnad ettiğim zi­na iddiasında doğru söyleyenlerden olduğuma dair Allah adına şahi'lik ede­rim, der ve eğer hazır bulunuyor ise ona işaret eder. Bu sözlerini dört defa tekrarlar. İmam (halife, hakim) ona öğüt verir, yüce Allah'ı hatırlatır ve ona der ki: Eğer doğru söylemiyor isen, Allah'ın lanetine uğrayacağından korka­rım. Şayet bu lânetleşmeye devam etmek istediğini görür ise birisine eliyle ağzını kapatmasını ister ve şöyle demesini emreder: Senin: Eğer yalancılar­dan isem Allah'ın taneli üzerime olsun, sözlerini söylemen lanetin senin üze­rine inmeni gerektirir. Şayet yine kabul etmeyecek olursa onu bırakır ve şu sözleri söyler: Eğer ben filan kadına İsnad ettiğim zina iddiasında yalan söy­leyenlerden isem, Allah'ın laneti üzerime olsun.

Şafiî bu hususta Ebû Davud'un, İbn Abbas'tan naklettiği rivayeti delil gös­termektedir. Buna göre Rasûlullah (sav) lânetleşen karı-kocaya lânetleşme-lerini emrettiği esnada bir adama da, beşinci yemini yapacağı sırada elini ağ­zına koymasını emredip: Bu (lanetin sana gelmesini) gerektiricidir, demiş ol­masını.delil göstermektedir.[117]

 

24- İsmini Zikrettiği Bir Adam ile Karısının Zina Ettiğini Söyleyenin Hükmü:

 

İlim adamları ismen zikrettiği bir adam ile zina ettiğini söyleyerek, karı­sına zina isnad eden kimseye had uygulanıp uygulanmayacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik der ki: Karısı dolayısıyla liân yapması ge­rekir. Zina ettiğini söylediği adam dolayısıyla da ona had uygulanır. Ebu Ha-nife de böyle demiştir, çünkü bu sözleriyle zina iftira etmek zorunda olma­dığı bir kimseye zina isnadında bulunmuş olmaktadır.

Şafiî: Ona had gerekmez, demektedir, çünkü yüce Allah karısının zina ettiğini söyleyen bir kimseye: "Eşlerine zina isnad edip..." buyruğu ile sade­ce bir haddin uygulanmasını öngörmüş ve muayyen bir kimsenin adını zik­reden ile zikretmeyen arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir, el-Aclanî de karısının Şerik ile zina ettiğini söylediği gibi, Hilal b, Ümeyye de aynı şe­kilde söylemiş ve bunlardan herhangi birisine ayrıca had uygulanmamıştır. İbnu'l-Arabî der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in zahiri bizim lehimizedir, çünkü yüce Allah yabancı bir kimse ile zevceye zina iftirasında bulunma ile ilgili had­di mutlak olarak zikretmiş, daha sonra zevceye zina isnadı dolayısıyla had­den liân ile kurtulacağı hususi hükmünü getirmiştir. Yabancılara zina isnad etme hükmü ise âyetteki mutlak hal ile kalmıştır. Şerik dolayısıyla el-Aclâ-nî'ye ve Hilal'e had uygulanmayışının sebebi ise, Şerik'in böyle bir talepte bulunmayışıdır. Kazf haddi de gerek bizim, gerek onların icmaı ile ancak mağ­dur tarafın talebinden sonra imam tarafından uygulanır. [118]

 

25- Liânın Yapılacağı Yer:

 

Lânetleşen iki kişi lânetleşmelerini bitirdikten sonra ayrılırlar ve onların herbirisi caminin, diğerinin çıktığı kapıdan farklı bir kapısından çıkar. İkisi­nin de aynı kapıdan çıkmalarının lanetlenmelerine bir zararı olmaz.

Laneti eşmenin ancak sultanın yahut da onun yerini tutan bir hakimin hu­zurunda ve cuma namazının kılındığı bir camide yapılacağı hususunda gö­rüş ayrılığı yoktur. Kimi ilim adamları lânetleşmenin ikindi namazından sonra camide yapılmasını müstehab kabul etmiştir.

Hristiyan olan bir kadın, müslüman kocası ile kendisinin tıpkı müslüman kadının laneti eşeceği gibi, kilisesinin ta'zim edeceği bir yerinde laneti esir. [119]

 

26- Lânetleşmenin Sonucu Olan Hükümler:

 

Malik ve mezhebine mensub ilim adamları derler ki: Lânetleşme tamam ol­du mu lânetleşen kişiler artık birbirlerinden ayrılırlar. Ebediyyen bir daha bir araya gelemezler, biri diğerinden miras alamaz. İster bir kocayla evlenmeden önce, ister sonra bir daha tekrar kocanın o kadına dönmesi de helâl olmaz. el-Leys b, Sa'd'ın, Züfer b. el-Huzeyl'in ve el-Evzaî'nin görüşü de budur.

Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed b. el-Hasan ise der ki: Hakim on­ları birbirlerinden ayırmadığı sürece lânetleşmeyi bitirmelerinden sonra bir­birlerinden aynlmış olmazlar. es-Sevri de bu görüştedir. Çünkü İbn Ömer şöy-. ie demiştir: Rasûlullah (sav) lânetleşen kimseleri birbirinden ayırmıştır.[120] İbn Ömer bu sözleriyle ayırma işini Peygamber (sav)a izafe etmiştir. Diğer bir delilleri de Peygamber (sav)ın; "Senin onun aleyhine bir yolun yoktur[121] buy­ruğudur

Şafiî de der ki: Koca şahitliği ve laneti eşmeyi tamamladıktan sonra artık karısının onunla evlilik bağı kesilmiş olur. Karısı ister lânetleşsin, ister lânet-leşmesin. (Şafiî) der ki: Kadının lânetleşr ıesi sadece kendine haddin uygu­lanmasını önlemek içindir, başka bir sebebi yoktur. Onun lânetleşmesinin ara­daki evlilik bağının sona ermesinde herhangi bir katkısı olmaz. Erkeğin la­netlenmesi, çocuğun kendisinden olmadığını ortaya koyduğuna ve erkeğin üzerinden haddi kaldırdığına göre; aradaki evlilik bağı da sona erer.

Osman el-Bettî ise lanetlenmenin, koca ayrıca karısını boşamadıkça ara­daki evlilik bağına bir eksiklik getirdiği görüşünde değil İdi. Böyle bir görü­şü ondan önce Ashab-ı Kiram'dan herhangi bir kimse ifade etmiş değildir. Bu­nunla birlikte el-Bettî lânetleşen kocanın lânetleşmeden sonra karısın) boşa­masını müstehab kabul etmiş, bundan önce müstehab kabul etmemiştir. Bu da ona göre lânetleşmenin yeni bir hüküm ihdas etmiş olduğunun delilidir. Osman'ın aynı görüşünü -et-Taberî'nin naklettiğine göre- Cabir b. Zeyd de ifade etmiştir. Bu görüşü el-Lahmî, Muhammed b. Ebi Sufra'dan da naklet­mektedir. (Mâliki) mezhebin(in) meşhur olan görüşü ise lânetleşmenin biz­zat tamamlanması ile birlikte birbirlerinden ayrılmalarının gerçekleşeceği şek­lindedir. Bu görüşün sahipleri şunu delil gösterirler: Yüce Allah'ın kitabın­da erkek veya kadının lânetleşmesi halinde ayrılığın gerçekleşmesini gerek­tirecek bir hüküm yoktur. Ayrıca Uveymir de: Eğer onu yanımda tutacak olur­sam, ona yalan söylemiş olurum, demiş ve onu üç defa boşamıştır. Ona: Böy­le bir söz söylemene gerek olmadığı halde niye böyle bir söz söyledin, çün­kü sen lânetlegmekle onu boşamış oldun, dememiştir.

Meşhur olan görüşünde Malik'in ve ona muvafakat edenlerin lehine de­lil Peygamber (sav)ın: "Senin onun aleyhine herhangi bir yolun yoktur" di­ye buyurmuş olmasıdır. Bu ise onun lânetleşmenin tamamlanmasıyla birlik­te, karısının aleyhine herhangi bir yolunun kalmamış olduğunu bildirmek­ledir, Oniarı birbirinden ayırması ise yeni bir hüküm değildir, o yüce Allah'ın aralarında emretmiş olduğu uzaklaşmanın yerine getirilmesinden ibarettir. Za­ten tânetleşmenin sözlükteki anlamı da budur.[122]

 

27- Koca Lânetleşmeden Sonra Kendisinin Yalan Söylediğini İleri Sürerse:

 

İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre lânetleşen karı-koca bir daha ebediyyen nikâhtanamazlar. Şayet koca, daha sonra kendisinin yalan söylediğini söyleyecek olursa, ona had uygulanır ve çocuk onun nesebine katılır. Bununla birlikte karısı da ona ebediyyen bir daha geri dönmez. Uy­gulama, hakkında şüphe ve ihtilâfın söz konusu olmadığı bu sünnet üzere yapılagelmiştir.

Îbnu'l-Münzir'in, Atâ'dan naklettiğine göre lânetleşen koca eğer lânetleş­meden sonra yalan söylediğini söyleyecek olursa, ona had uygulanmaz. Ancak onlar Allah'tan gelen bir lanet sebebiyle de birbirlerinden ayrılmış olur­lar.

Ebu Hanife ve Muhammed de şöyle demektedirler: Yalan söylediğini bil­direcek olursa, ona had uygulanır ve çocuk nesebine katılır. Bundan sonra da artık o da o kadına talib olacaklardan birisi olur, dilerse onu ister. Bu ay­nı zamanda Said b. el-Müseyyeb, el-Hasen, Said b. Cübeyr ve Abdu'l-Aziz b. Ebi Seleme'nİn de görüşüdür. Derler ki; Çocuk onun nesebine katıldığı gi­bi artık nikâhlanması da onun için helâLolur. Çünkü bu İkisi arasında her­hangi bir fark yoktur.

Çoğunluğun görüşüne delil, Peygamber (sav)ın: "Senin onun -aleyhine bir yolun yoktur" hadisidir. Burada "kendi kendini yalanlama halin müstesna" diye buyurulmamtştır,

İbn İshak ve bir topluluk ez-Zührî'den şöyle dediğini rivayet ederler: Sün­net, bu ikisi laneti eştikleri takdirde bunların birbir!erinden ayrılacakları ve ebediyyen bir araya gelemeyecekleri şeklinde uygulana gelmiştir.

Bunu Dârakutnî de rivayet ettiği gibi, bunu Said b. Cübeyr yoluyla gelen merfû' bir hadis olarak da rivayet etmiştir. Said b. Cübeyr'in, İbn Ömer (r.a)dan, onun Peygamber (sav)dan rivayetine göre Peygamber şöyle buyur­muştur: "Lânetleşen iki kişi ayrıldıkları takdirde, ebediyyen bir daha bir araya gelemezler."[123]

Ali ile Abdullah (b. Mes'ııd)un da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Sün­netin uygulanması şu ki: Lânetleşen kişiler bir daha bir araya gelemezler. Ali (r.a)dan; "ebediyyen" kaydı da vardır.[124]

 

28- Lânetleşmenin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Unsurlar;

 

Lanetlenmenin dört hususa ihtiyacı vardır:

Lafızların sayısı: Bu da az Önce geçtiği üzere dört defa şahitliktir.

Yer: Orada bulunulan yerdeki en şerefli bir mekâna gidilir. Eğer Mekke'de iseler rükün ile makam arasında, Medine'de iseler minberin yanında, Beytu'l-Makdis'te iseler malum kayanın yanında, şayet diğer şehirlerde bulunuyor ise­ler oranın mescidlerinde lânetleşirler. Eğer kâfir iseler ta'zimine inandıkları yerlere gönderilirler, yahudi iseler havrada, mecusi iseler ateş mabedinde, put­perest gibi dinsiz kimseler iseler hakimin hüküm vereceği mecliste araların­da lânetleşirler.

Zaman: İkindi vaktinden sonradır.

İnsanların toplanması: Bu da dört ve daha fazla kişinin huzurunda yapıl­masıdır.

Görüldüğü gibi lafız ve insanların bir arada bulunması temel şartlar, za­man ve mekan ise müstehab şartlardır. [125]

 

29- Lânetleşmede Ayrılığın Gerçekleşeceği Zaman ile İlgili Görüş Ayrılıklarının Etkisi:

 

Lânetleşenlerin birbirinden ayrılması ancak lânetleşmenin tamamlanma­sıyla gerçekleşir, diyenlerin görüşüne göre lânetleşme tamamlanmadan ön­ce taraflardan birisi Ölecek olursa, diğeri ona mirasçı otur.

Ayrılık ancak imamın (veya onun yerine bakanın) ayırması ile gerçekle­şeceğini söyleyenlerin görüşüne göre; birisi bundan ve lânetleşmenin tamam­lanmasından önce ölecek olursa, diğeri ona mirasçı olur.

Şafiî'nin görüşüne göre kadın lanetlenmeden önce, taraflardan birisi öle­cek olursa, biri diğerinin mirasçısı olamaz. [126]

 

30- Lânetleşme Sonucu Meydana Gelen Ayrılık Nikâhın Feshedilmesi midir?

 

Îbnu'l-Kassâr dedi ki: Bize göre lânetleşme dolayısıyla meydana gelen ayır­ma nikâhın feshi değildir. el-Müdevvene'de benimsenen görüş budur. Çün­kü Hân ile meydana gelen ayrılığın hükmü, tıpkı talâk sonucu ayrılığın hük­mü gibidir. Kendisi ile gerdeğe girilmemiş olan kadına mehrin yarısı verilir.

İbnul-Cellâb'ın Muhtesasında ise: Böyle bir kadına hiçbir şey verilmez. ' Bu görüşe göre; lânetleşme sonucu meydana gelen ayırmanın, feshoiması ge­rekir. [127]

 

11. O olmadık İftirada bulunanlar sizden bir topluluktur. Si2 bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayır­lıdır. Onlardan herbirisînin kazandığı günah kendisinindir. Aralarından sözün en büyüğünü söyleyene ise çok büyük bir azab vardır.

12. Bu iftirayı işittiğinizde mümin erkekler ve kadınlar kendileri hakkında güzel bir zanda bulunup: "Bu apaçık bir iftiradır" demeli değil miydi?

13. (İftirada bulunanlar) buna dair dört şahit getirmeli değil iniydi­ler? Şahitleri getiremediklerine göre onlar Allah katında yalan­cıların tâ kendileridir.

14. Eğer Allah'ın size dünya ve âhlrette lütuf ve rahmeti olmasay­dı, İçine daldığınızdan ötürü size elbette büyük bir azab doku­nurdu.

15. O zaman siz o sözü birbirinizin dilinden alıp duruyordunuz. Hakkında hiçbir bilginizin olmadığı bir şeyi ağızlarınızla söy­lüyordunuz. Bunu basit bîr şey sanıyordunuz. Halbuki o Allah katında çok büyüktür.

16. Bu sözü işittiğinizde: "Böyle söz söylemek bize yakışmaz. (Ya Rab) Seni tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır" demeli değil miy­diniz?

17. Eğer mü'minler iseniz bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir.

18.  Allah sizlere âyetlerini açıklıyor. Allah en iyi bilendir, Ha-kîm'dir.

19. Şüphe yok İd mü'minler arasında hayasızlıkların yayılmasını se­venlere dünyada da, âhirette de çok acıklı bir azab vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

20. Eğer Allah'ın size lütuf ve rahmeti ve Allah gerçekten ra'fetli ve merhametli olmasaydı (dünyada hemen sizi azablandınverirdi.)

21. Ey İman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, çirkin işleri münkeri emre­der. Eğer Allah'ın üzerinizde lütuf ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbir kimse ebediyyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediği­ni temize çıkarır. Allah herşeyi işitendir, çok iyi bilendir.

22. Sizden fazilet ve imkân sahipleri yakınlara, fakirlere ve Allah yolunda hicret edenlere in fak etmemeye yemin etmesinler. Af­fetsinler ve görmezlikten gelsinler. Allah'ın size mağfiret etme­sini sevmez misiniz? Allah çok bağışlayandır, bol bol rahmet edi­cidir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmisekiz başlık[128] halinde sunacağız: [129]

 

1- Buyrukların Nuzül Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "O olmadık iftirada bulunanlar sizden bir topluluktur." buyruğundaki; "Bir topluluktur* buyruğu; "Muhakkak ki..."

edatının haberidir. Hai olarak nasbedilmesi de caizdir. O takdirde haber "on­lardan herbirisînîn kazandığı günah kendisinindir" buyruğu olur.

Bu buyrukların nüzul sebebine gelince; hadis imamlarının rivayet ettiği Âişe G\anhâ)nın başından geçen olayla ilgili uzunca İfk hadisinde zikredi­lenlerdir. Bu da sahih ve meşhur bir haberdir. Bu haberin şöhreti onu ayrı­ca zikretmeye ihtiyaç bırakmayacaktır. Biraz sonra muhtasar olarak gelecek­tir. Aynca Buharı bu hadisi muallak olarak da rivayet etmiştir, onun rivaye­ti daha eksiksizdir. O şöyle demektedir:

Üsâme, Hişam b. Urve'den, o babasından, o Âişe'den rivayetle dedi ki:..[130]

Yine Buhârî bu hadisi Muhammed b. Kesir'den, o kardeşi Süleyman'dan, Mesrûk'un rivayetinden, Mesrûk, Âişe'nin annesi Um Rûrnân'dan rivayete gö­re Um Rûmân dedi ki: Âişe'ye iftira edilince (ve o da bu haberi aldığında) bayılıp yere düştü...[131]

Yine Musa b. İsmail'den, o Ebu Vail yoluyla gelen hadiste şöyle dediği nakledilmektedir: Bana Mesruk b, el-Ecda' anlattı dedi ki: Bana Âişe'nin anne­si olan Um Ruman anlatü dedi ki: Ben ve Âişe oturduğumuz bir sırada en-sardan bir kadın yanımıza gelip dedi ki: Allah filana şunu yaptı, Ailah filâ­na şunu yaptı. Um Ruman; Bu dediğin de ne demek oluyor? diye sordu. Ka­dın dedi ki: Ben bu söze dalıp konuşanlardan birisiydim. Yine: Bu da ne de­mek? diye sorunca, kadın: Şöyle şöyle dedi. Âişe: Rasûlullah (sav) da duy­du mu? diye sorunca, kadın: Evet, dedi, Peki ya Ebubekir? diye sordu, kadın yine: evet, dedi ve olduğu yerde baygın düştü. Kendisine geldiğinde ateşi yük­selmiş ve titriyordu. Üzerine elbiselerini bıraktım ve onu örttüm. Peygamber (sav) geldi: "Buna böyle ne oluyor?" diye sordu. Ben: Ey Allah'ın Rasûiü! Onu titreten bir hummaya yakalandı (ateşi yükseldi.) Şöyle buyurdu: "Bu konu­da dilde dolaşan bir söz dolayısıyladır belki." (Um Rûmân): Evet, dedi. Bu­nun üzerine Âişe oturdu ve dedi ki: Allah'a yemin ederim, yemin edecek olur­sam benim doğru söylediğime inanmazsınız. Eğer bir şeyler söyleyecek olursam, benim hiçbir kusurumun olmadığını kabul etmezsiniz. Benim mi­salim ile sizin misaliniz Ya'kub ile onun oğullarına benzer. Bu söyledikleri­nize karşı Allah'tan yardım taleb ederim. (Um Rûmân) dedi ki: Peygamber bir şey söylemeksizin çıkıp gitti. Yüce Allah da onun suçsuz olduğuna dair buyruklarını indirdi. (Âişe) dedi ki: Cundan dolayı Allah'a hamdederim. Bundan ötürü ne kimseye, ne de (Rasûlullaht, kastederek) sana hamd etmem söz konusudur.[132]

Ebu Abdullah el-Humeydî dedi ki: Karşılaştığımız Bağdatlı hadis hafızla­rından birisi şöyle derdi: Bu hadisin mürsel oluşu açıkça ortadadır. O buna şunu delil gösterir; Um Rûmân, Rasûlullah (sav) hayattayken vefat etmiştir. Mesruiî'un, Rasûlullah (sav)ı görmediğinde ise hiçbir görüş ayrılığı yoktur.

Buhârî'nİn kaydettiği Ubeydullah b. Abdullah b. Ebi Muleyke yoluyla ge­len hadise göre de Âişe (r.anhâ) -yüce Allah'ın (15. âyet-i kerîmede ki: "O zaman siz o sözü birbirinizin dilinden alıp, duruyordunuz.'' anlamında­ki buyruğu-: "Dillerinizle yalan yere onu uyduruveriyor­dunuz" diye okur[133] ve "el-velk" yalan söylemek demektir, dermiş. İbn Ebi Müleyke dedi ki: O, bu hususu başkalarından daha iyi bilirdi. Çünkü bu buy­ruklar onun hakkında nazil olmuştur.[134]

Buhârî dedi ki: Ma'mer b. Râşid, ez-Zührî'den naklen dedi ki: tfk olayı el-Müreysî, gazvesinde meydana gelmiştir.[135] İbn İshak da der ki: Bu hicretin altıncı yılında olmuştur. Musa b. Ukbe ise dördüncü yılında demektedir.[136] Yine Buharı, Ma'mer'den, o ez-Zührî'den şöyle dediğini kaydeder: el-Ve-lid b. Abdi'l-Melik bana dedi ki: Ali'nin iftiraya katılanlar arasında olduğu­na dair sana bir rivayet geldi mi? Ben: Hayır, dedim fakat senin kavminden iki kişi olan Ebu Seleme b. Abdu'r-Rahman ile Ebubekir b. Abdu'r-Rahman b. el-Haris b. Hişam'ın bana haber verdiklerine'göre Âişe kendilerine şöyle demiştir: Ali kendisi ile alakalı bu hususta konuşmamış kimselerden idi.[137] Bunu ayrıca Ebubekr el-İsmailî de "el-Muharrac ale's-Sakih" adlı eserin­de Ma'mer'in, ez-Zührî'den aktardığı bir başka rivayetle kaydetmiştir. Ora­da da şöyle denilmektedir: (ez-Zührî) dedi ki: Ben el-Velid b. Abdi'l-Melik'in yanında idim. Bana dedi ki: "Aralarından sözün en büyüğünü söyleyen ki­şi" Ali b. Ebi Talib'dir. Ben, hayır dedim. Bana Said b. el-Müseyyeb, Urve, Alkame, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe anlattı. Hepsi dedi ki: Âişe'yi şöy­le derken dinledim: "Aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Ab­dullah b. Ubeyy b. Selûl'dür.[138] Yine Buhârî'nin, ez-Zikrî'den, o Urve'den o Âişe yoluyla rivayet ettiğine göre, "aralarından sözün en büyüğünü söyleyen kişi" Abdullah b. Ubeyy idi.[139]

 

2- Âyetlerdeki Bazı Lafızlar:

 

Yüce Allah'ın: "Olmadık iftira" (anlamını verdiğimiz): İfk: yalan, demektir. "el-Usbe (bir topluluk)" ise üç adam demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yine ondan nakledilen bir açıklamaya göre üçten dokuza kadar kişiyi ifade eder. İbn Uyeyne kırk adam diye açıklamıştır. Mücahid, on­dan onbeşe kadar demiştir. Bu kelimenin sözlükte ve Arap dilinde asıl an­lamı biri diğerini destekleyip güçlendiren topluluk demektir.

"Hayır"ın gerçek mahiyeti faydası, zararından daha fazla olan demektir. "Şer" ise zararı, faydasından çok olana denilir. Hiçbir şer ihtiva etmeyen ha­yır cennet, hiçbir hayır ihtiva etmeyen şer ise cehennemdir,

Allah'ın dostlarına inen belâ hayırdır, çünkü onun verdiği dünyadaki acı dolayısıyla zararı azdır. Hayrı ise âhiretteki pek büyük sevap ve mükâfatıdır.

Yüce Allah Aİşe (r.anhâ)nın, onun yakınlarının ve Safvan'ın dikkatini çek­mektedir. Çünkü "siz bunu kendiniz İçin kötü bir şey sanmayın, bilakis o sizin İçin hayırlırdır" buyruğunda hitab onlaradır. Hayırlı olmasına sebeb ise, fayda ve hayırlıhk tarafının, şer tarafına ağır basmasıdır. [140]

 

3- İfkin (Hz. Âişe'ye İftiranın) Sebebi:

 

Rasûlullah (sav) el-Mureysî' gazvesinin kendisi olan Mustahkoğulları gaz­vesinde Âişe'yi de beraberinde almıştı. Geri dönüp Medine'ye yaklaştığında gece vakti yola koyulmak ilanı verildi- O da yola koyulma ilanı esnasında kal­kıp ordugahın bulunduğu yerden bir parça uzaklaştı. İhtiyacını görüp de ge­ri döndüğünde, içine girip yerleşmek üzere hevdece doğru yürüdü. Elini göğ­süne değdirdiğinde Zafar boncuğundan yapılmış bir gerdanlığının kopmuş olduğunu anladı. Geri dönüp onu aradı. O gerdanlığı aramasından dolayı ka­fileden geri kaldı. Nihayet gerdanlığı bulup geri döndüğünde kimseyi bula­madı. Âişe (r.anhâ) yaşı genç ve zayıf idi. Görevli olan adamlar hevdecini kal­dırdığında, onun hevdecin içinde olmadığını farketmediler bile. Kendisi ge­ri döndüğünde kimseyi bulamayınca, hevdecin içinde olmadığı anlaşılıp geriye gelip alırlar ümidi ile olduğu yerde yattı ve uykuya daldı. Uykudan Saf-van b. el-Muattal'ın: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" demesi üzerine uyan­dı. Çünkü Safvan ordudaki artçıları korumak maksadı ile ordunun arkasın­dan gitmek üzere geri kalmıştı.

Denildiğine göre Âİşe (r.anhâ), onun istircâda bulunması üzerine uyan­dı. Safvan devesinin sırtından indi ve Âişe (r.anhâ) deveye bininceye kadar oradan uzaklaştı. Devenin yularından tutop deveyi çekti ve nihayet öğle va­kitlerinde orduya ulaştılar. Bu sefer iftiracılar bu sözlerini düzüp ortaya at­lılar. Bu hususta etrafında toplanılan, bunu gizliden gizliye soruşturup ku­laktan kulağa yayan ve körükleyen kişi münafık Abdullah b. Ubeyy b. Selûl idi. Safvan'ın, Âişe (r.anhâ)nın devesinin yularından tutup çektiğini görün­ce: "Allah'a andolsun ki ne kadın bu adamın şerrinden kurtulabilmiştir, ne de bu adam kadının şerrinden" diyen o olmuştur. Yine: "Sizin peygamberi­nizin hanımı bir adamla birlikte geceyi geçirmiştir" diyen odur. Bu sözleri dil­lerine dolayanlar arasında Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsâse ve Hanine bint Cahş da vardı.

Bu hususta rivayet edilen hadisin kısaca muhtevası budur. Bu hadis tama-miyle ve güzel bir şekilde rivayeti Buharı ve Müslim'de yer alır. Müslim'de­ki rivayet ise daha eksiksizdir.[141]

Hassân'ın iftiraya dalıp ileri geri konuştuğunu işiten Safvan, ona gelerek başına kılıçla bir darbe indirip şöyle dedi:

"Benden kılıcın keskin ucunu karşıla; çünkü ben, Hicvedildiği zaman şairliği olmayan bir delikanlıyım."

Bunun üzerine bir grub kişi Hassan'ı alıp onu yakalarından sürükleyerek Rasûlullah (sav)ın huzuruna getirdiler. Rasûlullah (sav), Hassan'ın yarası kar­şılığında kısas uygulama yoluna gitmedi ve ondan hakkını bağışlamasını is­tedi. İşte bu da Hassan'ın ileride geleceği üzere sözün en büyüğünü söyle­yenlerden birisi olduğunu da göstermektedir, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Burada sözünü ettiğimiz Safvân, Rasûlullah (sav)ın gazvelerinde kahraman­lığı dolayısıyla artçıların başında bulunurdu. Ashabı Kİram'ın en hayırlıların­dan idi. Onun kadınlara karşı meyli olmayan (kısır) birisi olduğu da söylen­miştir. Bunu da İbn İshak, Âişe (r.anhâ) yoluyla zikretmektedir. İki oğlunun olduğu da söylenmiştir. Buna da hanımı ile başından geçen olayla ilgili ri­vayet edilen hadis ve Peygamber (sav)ın iki oğlu hakkında söylediği: "Bu iki­si bir karganın, bir kargaya benzeyişinden daha çok ona (babalarına) ben­zemektedirler" sözü ile[142] yine hadis-i şerifteki: "Allah'a yemin ederim, asla hiçbir yabancı kadının Örtüsünü kaldırmış değilim"[143] sözleri -ki zina etme­diğini kastediyor- de buna delil teşkil etmektedir.

Safvan (r.a), Ömer (r.a) döneminde hicri 19 yılında, Ermenistan gazvesin­de şehit olmuştur. Muaviye döneminde 58 yılında, Bizans topraklarında şe­hit düştüğü de söylenmiştir. [144]

 

4- Herkesin Kazandığı Günah Kendisinindir:

 

"Onlardan herbirislnln kazandığı günah kendisinindir" buyruğu ile İfk olayına karışıp ileri geri konuşanları kastetmektedir. Bunların kim oldukla­rının adı bize ulaşmamıştır. Yalnızca Hassan, Mistah, Hamne ve Abdullah'ın adları bilinmektedir, diğerlerinin adını bilemiyoruz. Bunu da Urve b. ez-Zü-beyr söylemiştir. Abdu'l-Melik b. Mervan bu hususta ona soru sormuş, o da: Şu kadar var ki, onlar yüce Allah'ın buyurduğu gibi bir topluluk idiler, de­miştir.

Hafsa (r.anhâ)nın Mushaf'ında "topluluk" anlamındaki kelimeden sonra "dört kişilik bir topluluk" anlamına gelecek şekilde; şeklindedir. [145]

 

5- O Büyük Sözü Dillerine Dolayanlar:

 

"Aralarından sözün en büyüğünü söyleyene İse" buyruğundaki "en büyüğü" anlamındaki kelimeyi Humeyd el-A'rec ve Ya'kub "kef" harfini -es-reli okumak yerine- ötreli olarak; diye okumuşlardır. el-Ferrâ: Bu, gü­ze! bir kıraat şeklidir, çünkü Araplar: "Filan kişi şu-' nun, şunun en büyüğünü üstlendi, söyledi" derler, demektedir,

Âişe (r.anhâ)dan bu kişinin Hassan olduğunu söylediği ve yine gözleri kör olduğunda: "Muhtemeldir ki yüce Allah'ın kendisini tehdit etmiş olduğu büyük azab gözlerinin görmeyişidir" dediği rivayet edilmiştir. Onun bu söz­leri söylediğini ondan Mesruk rivayet etmektedir.[146] Yine ondan rivayet edildiğine göre bu kişi Abdullah b. Ubeyy b. Selûrdur,[147] doğru olanı da bu olmalıdır. Bunu da İbn Abbas söylemiştir.

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre Âişe (r.anhâ), Hassan'ın if­tirada bulunmaktan uzak olduğunu söylemiş ve: O hiçbir şey demedi, demiş­tir. Hassan da şu beyitlerinde bu hususta bir şey söylemiş olduğunu kabul etmemektedir:

"İffetlidir, vakarlıdır o bir şüphe ile onun hayasızlık ettiği söylenemez, Ve o hiçbir şeyden haberi olmayan kadınların etlerinden yana acıkmış olarak sabahlar (kimseden kötülükle söz etmez). Din ve mevki itibariyle insanların en hayırlısının hanımıdır o, O hidayet peygamberinin, üstün değerlerin ve faziletlerin sahibinin hanımıdır. Lüeyy b. Ğâlib kabilesinin (en şereflisi olup) örtüler arkasındaki

hanım efendidir,

O yüksek ve şerefti hedefler için çalışır, şanı asla zeval bulmaz. Üstün bir terbiyeye sahiptir, Allah ona güzel bir ahlak bağışlamıştır, Her türlü kötülükten ve batıldan tertemiz etmiştir onu. Şayet sana benim söyledim diye ulaştırılan sözler varsa, Şunu bil ki, kamçımı ellerim yukarı doğru kaldırmış değildir. Nasıl olabilir ki; hayatta olduğum sürece sevgim ve desteğim, Bütün mahfillerin süsü olan Allah Rasûlünün hanedanına dır, Onun insanlar üzerinde üstün ve faailetli rütbeleri vardır. Yüksek köşklere sahip olanların, yüksek konakları bu rütbelere ulaşamazlar."

Rivayete göre Hassan, Âişe (r.anhâ)a: "O iffetlidir, vekar sahibidir" diye başlayan şiirini okuyunca, ona: Sen aslında böyle değilsin demiştir.[148] Bu söz­leriyle sen hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlar hakkında ileri geri konuş­muştun, demek istemiştir.

Burada ise bir çelişki vardır, ancak bu iki rivayeti şöylece bağdaştırmak mümkündür: Hassan bu hususta açık seçik ifadelerle konuşmamış, bu konu­da üstü kapalı sözler söylemiş ve bazı işaretlerde bulunmuştur, o bakımdan onun böyle bir şeyi söylediği de kendisine nisbet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hassan'ın İfk olayında, iftirayı diline dolayıp dolamadığı ve ona had uy­gulanıp uygulanmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun hangisinin doğru olduğunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Bundan sonraki baslığın konu­su da budur. [149]

 

6- İfk Hadisesi Dolayısı ile Kendilerine Had Uygulanan Şahıslar:

 

Muhammed b. İshak ve başkalarının rivayetine göre Peygamber (sav), İfk dolayısı ile iki erkek ve bir kadına had cezası uygulamıştır. Bunlar Mistah, Hassan ve Hamne'dirler. Bunu et-Tirmizı-de zikretmektedir.[150]

el-Kuşeyrî de İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav), İbn Ubeyy'e seksen sopa vurdu, âhirette de onun için ateş azabı var­dır. Yine el-Kuşeyrî der ki: Haberlerde sabit olduğuna göre Peygamber İbn Ubeyy'e, Hassan'a ve Hamne'ye had cezası vurmuş, Mistah'in da açık ifade­lerle iftirada bulunduğu sabit olmamıştır. Bununla birlikte o açtk ifadeter kul-lanmaksızın bir takım sözleri dinler ve bunları yaygı ulaştırırdı.

el-Maverdî ve başkaları derler ki: Peygamber (sav)in İfke karışanlara had uygulayıp uygulamadığı hususunda iki farklı görüş vardır. Birincisine gö­re o tfke karışanlardan hiçbir kimseye had uygulamamıştır, çünkü hadler an­cak ya ikrar ya da beyyine ile uygulanır. Yüce Allah ise bu hususta kendi­sine haber vermek suretiyle hadleri uygulamasını isteyerek, kendisine olan kulluğunun gereğini yerine getirmesini istememiştir. Tıpkı ona münafıkların kâfir olduklarını haber vermekle birlikte, onları öldürmek suretiyle kendisi­ne ibadette bulunmasını istemediği gibi.

Derim ki: Bu hem yanlıştır, hem de Kur'ân nassına muhaliftir. Çünkü yü­ce Allah: "Muhsan hanımlara iftira edenler, sonradan" söylediklerinin doğruluğuna dair "dört şahit getiremeyenlere seksener (değnek) vurun" diye buyurmaktadır.

İkinci görüşe göre de Peygamber Csav) İfke karışan kimseler olan Abdul-iah b. Ubeyy, Mistah b. Üsase, Hassan b. Sabit ve Hamne bint Cahş'a had ce­zası uygulamıştır. İşte müslümanlardan bir şair bu hususta şöyle demektedir:

"Andolsun bu iftira sahiplerinden olan Hassan tatmıştır, Hamne ile birlikte; -çünkü onlar yalan bir söz söylediler- ve bir de Mistah. îbn Selûl da uygulanan had ile rezilliğin tadını almıştır. Çünkü o açık seçik bir şekilde yalan iftiralara dalmıştı. Peygamberlerinin hanımlarına gayba taş atıp durdular. O kerim olan Arş sahibinin gazabı ise (onlaradır) ve onlar çok büyük bir günah işlediler.

Bu hususta Allah Raaûlüne eziyet ettiler, o bakımdan Ebediyyen üzerlerinde kalacak rezilliklere büründiirüldüler ve rezil edildiler. Onların üzerlerine (iyilikleri) tırpanlayıcı günahlar öyle bir yağdırıldı ki, Tıpkı yüksek bulutlardan üzerlerine yağan yağmur taneleri gibi."

Derim ki: Haberlerde meşhur ve ilim adamlarınca bilinen şu ki: Kendile­rine had uygulanan şahıslar Hassan, Mistah ve Hamne'dirler. Abdullah b. Ubeyy'e had uygulandığı işitilmiş değildir.

Ebû Dâvûd'da, Âişe (r.anhâ)dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Benim gü­nahsızlığıma dair buyruk nazil olunca Peygamber (sav) kalktı ve bu hususu söz konusu edip (inen) Kur'ân-ı Kerîm (âyetlerin)i okudu. Minberden indik­ten sonra da o iki erkek ile kadına hadlerinin uygulanmasını emretti.[151] Bunların isimlerini de Hassan b. Sabit, Mistah b. Üsase ve Hamne bint Cahş diye vermektedir.[152]

et-Tahavî'nin Kitab'mda da: "Seksener, seksener (değnek vurdu)" denil­mektedir.

İlim adamlarımız derler ki: Abduüah b. Ubeyy b. Selûl'a had uygulanma­yışının sebebi yüce Allah'ın âhirette ona pek büyük bir azab hazırlamış ol­masıdır. Şayet dünyada ona had uygulanmış olsaydı, bu onun âhiretteki aza­bının eksiltilmesi ve hafifletilmesi anlamına gelirdi. Diğer taraftan yüce Al­lah Âtşe (r.anhâ)nın günahsız olduğuna, buna karşılık ona iftirada bulunan herkesin de yalancı olduğuna tanıklık etmiş olmaktadır. Böylelikle hadden beklenen fayda da gerçekleşmiş olmaktadır. Zira bundan maksat, iftira ede­nin açığa çıkması ve iftiraya maruz kalanın günahsız olduğunun ispatjanma-sıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ş ahitler i(ni) getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir." Adı geçen müslumanlara had uygulanmasının sebebi ise onlardan sadır olmuş iftiranın günahının keffârete uğramasıdır. Ta ki bu iftira dolayısıyla âhirette onların üzerinde herhangi bir sorumluluk kalmasın. Peygamber (sav) da hadler hakkında: "Onlar uygulandığı kimseler için bir keffarettir"[153] diye buyurmuş­tur. -Ubâde b. es-Sâmit yoluyla gelen hadiste olduğu gibi.-

Şöyle de denilebilir: İbn Ubeyy'e had uygulanmayı; kavminin kalbim İs­lâm'a ısındırmak ve oğluna duyulan saygı sebebiyledir. Bir de bu hususta bek­lenen fitnenin alevini söndürmek maksadıyladır. Zira Sa'd b. Ubâde ve onun kavminden -Müslim'in, Sahih'inde olduğu gibi- fitnenin uçları görün­meye başlanmıştı.[154] Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır. [155]

 

7- Mü'minhrin Birbirlerine Karşı Takınmaları Gereken Tavır:

 

"Bu iftirayı İşittiğinizde mü'min erkekler ve kadınlar kendileri hakkın­da güzel birzanda bulunup... değil miydi?" buyruğu, iftiracıların söyledik­leri yalanlar karşısında beslemeleri gereken zan hususunda yüce Allah'ın mü'minlere bir sitemidir.

İbn Zeyd dedi ki: Mü'minler, "mü'min-bir şahıs annesine karşı böyle bir hayasızlığı işleyemez" diye düşünmeli idiler, demiştir. Bu açıklamayı el-Mehdevî nakletmekledir.

"Değil miydi?" ifadesi; Niye ... medi?", anlamındadır, Aniamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Fazilet sahibi mü'min erkeklerle mü'min kadınların bu hususu kendilerini ölçü alarak değerlendirmeleri ge­rekirdi. Böyle bir hal kendilerinden uzak olduğu gibi Âişe ve Safvân hakkın­da da aynı şekilde hatta daha da uzak bir ihtimaldir. Böyle doğru bir bakış açısının Eb~û Eyyûb el-Ensarî ve hanımı hakkında söz konusu olduğu riva­yet edilmektedir. Şöyle ki: Ebû Eyyûb hanımının yanına girmiş, o da ona; Ey Ebıı Eyyûb söylenenleri duydun ımı? diye sormuş. O: Evet, bu bir yalandır demiştir. Ey Eyyub'un anası sen olsaydın, böyle bir şey yapar miydin? O: Al­lah'a yemin ederim ki hayır deyince, şu cevabı verdi: Allah'a yemin ederim ki Âişe senden daha faziletlidir. Um Eyyub: Evet, diye cevab vermiştir.[156]

İşte böyle bir davranış ve böyle bir tutumun benzerini mü'minlerin hep­si gösteremedikleri için yüce Allah bundan dolayı mü'minlere sitem etmiş­tir. [157]

 

8- Mü'minlerde Aslolan Günahsızlıktır:

 

Yüce Allah'ın: "Kendileri hakkında" buyruğu ile İlgili olarak en-Nehhâs şöyle demiştir: "Kendileri hakkında" kardeşleri hakkında anlamındadır. Yüce Allah müsiümanlara bir kimsenin birisine iftira ettiğini yahut kendile­rinin bilmedikleri bir şekilde bir çirkinlikle ondan söz ettiğini işitecek olur­larsa, onların bu sözlerini reddedip, onu yalanlamaları gerektiğini bildirip bu­nu farz kılmakta, bunu terkeden ve bu gibi sözleri nakledenleri tehdit etmek­tedir.

Derim ki: İşte bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bu âyet-i ke­rîme şu hükmün asıl dayanağını teşkil etmektedir: İnsanın elde ettiği iman mertebesini, mü'minin işgal ettiği salih konumu, müslümanın kendisiyle örtündüğü İffet elbisesini yaygınlık kazansa dahi -esası itibariyle bozuk ya da belirsiz ise- onun üzerinden hiçbir şey izâle edemez. [158]

 

9- Böyle Bir İddianın İsbatlanması İçin Dört Şahit Gerekir;

 

"Buna dair dört şahit getirmeli değil miydiler?" buyruğu iftirada bulu­nanlar için bir azardır.

"Değil miydi?" lafzı, "niye ... medi, anlamındadır. Yani ni­ye ileri sürdükleri iftira hakkında dört şahit getirmediler.

Bu ifade daha önce geçen ilk hükme râci'dir ve iftira (kazf) âyetinde ge­çen buyruklara atıf söz konusudur. [159]

 

10- İftiralarını Dört Şahit Getirerek İspatlayamayanlarm Cezası:

 

"ŞahitlerKni) getiremediklerine göre onlar, Allah katında yalancıların tâ kendileridir." Yani onlar Allah'ın hükmü gereğince yalancıdırlar. Kişi id­diasında doğru olmakla birlikte, buna dair delil ortaya koymaktan acze dü­şebilir. Ancak böyle bir kimse, yüce Allah'ın bilgisinde böyle olmasa dahi, şeriatın hükmü ve işin zahirine göre yalancı sayılır. Şanı yüce Allah da had­leri dünyada teşri' buyurduğu hükümlere göre tertib etmiştir; gerçek mahi­yetiyle İnsana dair bilgisi gereğine göre değil. Bu âhiretteki hükümlere esas teşkil eder.

Derim ki: Bu hususu güçlendirip pekiştiren delillerden birisi de Buhârî'nin kaydettiği şu rivayettir; Ömer b. el-Hattab (r.a) dedi ki: Ey İnsanlar! Gerçek şu ki, artık vahiy kesilmiştir ve biz, sizleri amellerinizden bizim için açığa çı­kanlar sebebiyle sorumlu tutacağız. Kim bize hayır izhar ederse, biz de onu güvenlik altında bulundurur ve onu yakınlaştınrız. Onun içinde sakla­dıkları ile bizim hiçbir ilgimiz yoktur. İçinde sakladıkları dolayısıyla onu he­saba çekecek olan Allah'tır. Kim de bize kötü bir şey izhar edecek olursa, bu hususta onu emniyet altında tutmaz ve onu tasdik etmeyiz. İsterse içinin gü­ze) olduğunu söylemiş olsun.[160]

İlim adamları icmâ' ile dünya ahkâmının zahire göre olduğunu, içte sak­lananların hakkındaki hükmü de yüce Allah'ın vereceğini kabul etmişlerdir. [161]

 

11- "Allah'ın Lütuf ve Rahmeti Olmasaydı..."

 

Yüce Allah'ın; "Eğer Allah'ın size... lütuf ve rahmeti olmasaydı..." buy-ruğundaki: kelimesi Sibeveyh'e göre mübtedâ olarak merfu'dur, ha­beri ise hazfedilmiştir. Araplar bunun haberini açıkça zikretmezler. "Olmasaydrnın cevabının hazfedil meşinin sebebi ise, bunun benzeri ifade­lerin daha sonra söz konusu edilecek olmasıdır. Nitekim yüce Allah; Ta üze­rinizde lütfü, rahmeti ve... olmasaydı" (en-Nur, 24/10) diye buyurmuştur. (Daha sonra bu âyette de): "Size elbette... dokunurdu" diye cevabını ver­miştir. Yani Âişe hakkında söyledikleriniz sebebiyle dünyada da, âhirette de size büyük bir azab dokunurdu, demektir. Bu da yüce Allah tarafından pek büyük bir sitemdir, fakat o rahmeti sayesinde dünyada sizi setrettiği gibi, âhi­rette de tevbe ite huzuruna gelenlere merhamet buyuracaktır.

"el-İfâda (dalmak)": Söze dalmak demektir. İşte kendisi dolayısıyla site­min söz konusu olduğu da budur, Arapça'da; "Adam­lar söze daldılar" denilir. [162]

 

12- Bazı Kelimelerin Okunuşu ve Anlamlan:

 

Yüce Allah'ın; "O zaman siz o sözü birbirinizin dilinden abp duruyor­dunuz." buyruğunda geçen; "Onu... alıp, duruyordunuz" anlamın­daki kelimeyi Muhammed b. es-Semeyka' "te" harfini ötreli, "lâm" harfini sa­kin, "kaf" harfini de ötreli olarak (vav harfi de harf-i med olmak üzere); den gelen bir kelime olarak okumuşlardır. Bu açıkça anlaşılan bir kı­raattir.[163]

Ubeyy ve İbn Mes'ud ise iki "te"li olmak üzere; "O zaman siz o sözü... karşılıyordunuz" anlamında "telakki"den gelen bir kelime olarak • okumuşlardır.

Yedi kıraat imamının büyük çoğunluğu ise tek "te" ve (önceki) "zel" har­fini açıkça izhar edip idğâm etmeksizin okumuşlardır. Bu da aynı şekilde "te-lakki"den gelmektedir. Ebu Amr, Hamza ve el-Kisaî "zel" harfini, "te" harfi­ne idğâm ile okumuşlardır. İbn Kesir ise "zel" harfini izhar ederek, iki "te"yi de birbirine idğârn İte okumuştur. Bu ise pek tutarlı olmayan bir kıraattir, çün­kü iki sakin harfin arka arkaya gelmesini gerektirmektedir ve bu; "Gizlice konuşmayın ve birbirinize lakab takmayın" kı-raatindeki idğâm gibi değildir. Çünkü bu "te" harflerinden önce sakin bir elif bulunmaktadır. "Te"nİn yumuşak bir harf olması, bu gibi kelimelerde idgam ile okunması güzel olmakla birlikte; "zel" harfi sakin olduğu taktirde o ka­dar güzel görünmemektedir,

İbn Ya'iner ve Âİşe (r.anhuma) -bu hususu insanlar arasında en iyi bilen­ler olarak- bu kelimeyi "te" harfini üstün, "lam" harfini esreli, "kaf" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Bu kıraatin manası da Arapların bir yalan söyle­yip onu sürdürmesi anlamına gelen; sözlerinden alınmış­tır. Onlar müteaddi (geçişli) olan bir fiili böylelikle müteaddi olmayan (ge­çişsiz) bir fiile delil olarak göstermektedirler.

İbn Atiyye der ki; Bana göre bu kıraatte maksat; "Siz o yala­nı söylüyor ve sürdürüyordunuz" anlamfnda olup cer harfi hazfedildikten son­ra bu fiile zamir bitişmiştir. el-Halü ve Ebu Amr ise: aslında süratlen­mek demektir, derler. Mesela "Develer hızlıca geldi" denilir. Şair de şöyle demektedir:

"Onlar bir ordunun, üzerlerine baskın yaptığım görünce,

Şe'm (sol) taraftan onlara kılıçla darbeler indiren büyük sürüler getirdiler.

Şüphesiz ki Husayn dereyi görmeden paçaları sıvayandır,

Güçlü develer onu Şam'dan (sırtlarında taşıyarak) hızlıca getirdiler.

Cimada bulunmadan önce inzal eden kimse"

demektir. En hafif şekliyle kılıç (ya da mızrak) darbesi indirmektir. Fiil şeklinde kullanılır, Ona bir kaç kılıç dar­besi indirdi" anlamındadır. O halde bu kelime müşterek (birkaç anlamı bu­lunan) bir kelimedir. [164]

 

13- Dille Söylenen ve Önemsenmeyen Allah Katında İse Büyük Günah Görülen Bir İş:

 

"Ağızlarınızla söylüyordunuz" ifadesi bir mübaîağa, bağlayıcı ve pekiş-tirici bir ifadedir. "Bunu... sanıyordunuz" ifadesindeki zamir ise konuşulan şeylere, o sözlere dalmaya ve onu yaymaya aittir.

"Basit bir şey" yani kendisi sebebiyle günahın sizi gelip bulmayacağı önemsiz bir şey "sanıyordunuz. Halbuki o Allah katında" günahı itibariy­le "çok büyüktür." Bu da Peygamber (sav)ın iki mezarın yanından geçişi ile ilgili hadiste zikredilen; "Şüphesiz ki bunlar azab görmektedirler. Bununla bir­likte büyük bir günah sebebiyle de azab edilmiyorlar"[165] buyruğunu andır­maktadır ki, bu size göre büyük değildir anlamındadır. [166]

 

14- Asılsız ve İspatlanamayan İddialara Karşı Mü'minlerin Takınmaları Gereken Tavır:

 

"Bu sözü işittiğinizde: Böyle söz söylemek bize yakışmaz. (Ya Rab) Seni tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır, emeli değil miydiniz? Eğer müminler İseniz bunun gibisine ebedîyyen dönmeyesiniz diye Allah si­ze öğüt verir. Allah sizlere âyetlerini açıklıyor Allah en İyi bilendir, Ha-kîm'dir" buyruğu bütün mü'minlere bir sitemdir. Yani sizin böyle bir sözü tepki ile karşılayıp, reddetmeniz ve anlatmak ve nakletmek suretiyle bunla­rı dilden dile dolaştırmamanız, peygamberin hanımının böyle bir şeye bulaş­mış olabileceğinden yüce Allah'ı tenzih etmeniz, böyle bir sözün kesin bir iftira olduğuna hükmetmeniz icab ederdi.

Bühtan (iftira); insan hakkında kendisinde olmayan şeyleri söylemektir. Gıybet ise, insan hakkında olan şeyleri (gıyabında) söz konusu etmektir. Bu mana Peygamber (sav)dan sahih hadiste nakledilmiş bulunmaktadır.[167]

Daha sonra yüce Allah benzeri bir duruma tekrar dönmemek hususunda onlara öğüt vermektedir.

" ... diye" anlamındaki buyruk mefûlün leh'dir. Bu da; "(üt *» Dönmeniz hoş olmadığı için..." vb. bir takdir iledir. [168]

 

15- "Eğer Mü'min İseniz..."

 

Yüce Allah'ın: "Eğer mü m inler İseniz" ifadesi durup düşünmeyi hatır­latan ve pekiştirici bir ifadedir. Bu bir kimsenin: Eğer erkeksen şunu, şunu yapman gerekir, demesine benzer. [169]

 

16- Ebediyyen Benzer Bir İşe Dönmemek Gerekir:

 

"Bunun gibisine ebediyyen dönmeyeslnlz diye Allah size öğüt verir"

buyruğunda, Âişe (r.anhâ) hakkında böyle bir sö2e dönmemeyi kastetmek­tedir. Çünkü böyle bir sözün benzeri, ancak hakkında bu sözlerin söylendi­ği bir kimsenin benzeri hakkında söylenebilir. Ya da Peygamber (sav)ın ha­nımları arasından onun mertebesinde olan bir kimse hakkında söylenebilir. Çünkü böyle bir söz söylemek Rasûtullah (sav)a hem namusu, hem de ha­nımları dolayısıyla eziyet etmektir. Böyle bir iş yapan ise (bundan böyle) kâ­fir olur. [170]

 

17- Hz. Âişe'ye Dil Uzatmanın Cezası:

 

Hişam b. Ammar dedi ki; Ben Malik'i şöyle derken dinledim: Ebubekir ve Ömer'e söven te'dib edilir. Âise (r.anhâ)ya söven ise öldürülür, çünkü yü­ce Aliah; "Eğer mü'mînler iseniz bunun gibisine ebediyyen dönmeyesiniz diye Allah size öğüt verir" diye buyurmaktadır. Buna göre Âişe (r.anhâ)ya söven bir kimse Kur'ân'a muhalefet etmiş olur. Kur'ân'a muhalefet eden kim­se de öldürülür.

İbnu'l-Arabî der ki: Şafiî âlimleri: Âişe (r.anhâ)ya söven kimse, sair mü'minler hakkında olduğu gibi te'dib edilir. Yüce Allah'ın: "Eğer mü'min-ler iseniz" buyruğu Âişe (r.anhâ) hakkında bu işin küfür olduğu manasına değildir. Bu Peygamber (sav)ın: "Herhangi bir kimsenin komşusu onun ezi­yet verici hallerinden emin olmadığı sürece o kişi iman etmiş olmaz"[171] an­lamındaki hadise benzemektedir. Şayet Âişe (r.anhâ)ya söven kimseden imanın kaldırılması hakikat anlamında olsaydı, Peygamber (sav)ın: "Zina eden bir kimse, zina ettiği vakit mü'min olarak zina etmez"[172] hadisinde olduğu gi­bi, hakikat manasına kullanılmış olurdu. Biz deriz ki: Durum sizin iddia et­tiğiniz gibi değildir, çünkü İfk hadisesine karışanlar o tertemiz Âişe (r.anhâ)yı hayasızca bir iş işlemekle nitelendirip ona iftirada bulundular. Yüce Allah'ın kendisinin uzak olduğu bir işi ona nisbet ederek söven herkes Allah'ın hükmünü yalanlayan bir kimsedir. Allah'ı yalanlayan bir kimse de kâfirdir. İşte Malik'in bu görüşünün izlediği yol budur. Bu da gören, basiret sahibi kim­seler tarafından açıkça görülen bir husustur. Eğer bir kimse, Âişe Cr.an-hâ)ya Allah'ın kendisinin uzak olduğunu bildirdiği hususun dışında bir söz­le sövecek olursa, o kimsenin cezası te'dib edilmesidir. [173]

 

18- Mü'minler Arasında Hayasızlığın Yayılmasını İsteyenlerin Cezası:

 

"Şüphe yok ki mü'minler arasında hayasızlıkların yayılmasını seven­lere" buyruğundaki "Yayılması" fiili; den gelmekte olup "açıkça ortaya çıkmak ve dağılmak" anlamını ifade eder.

"Mü'minler arasında" buyruğundan kasıt da iffetli erkeklerle kadınlar ara­sında.,, demektir. Bu umumi lafızdan kasıt, Âişe İle Safvan (Allah ikisinden de razı olsun)dır. Âyet-i kerîmedeki "el-fâhlşe (hayasızlıklar)" ise son de­rece çirkin, oldukça kötü fiil demektir. Bu âyette bu kelimenin kötü söz an­lamına geldiği de söylenmiştir,

"Dünyada da âhirette de çok acıklı bir azab vardır." Dünyadaki azab-lan had cezasıdır. Âhiretteki cezalan cehennem azabıdır. Cehennem azabı mü­nafıklar için söz konusudur. O halde bu ifade, tahsis edilmiştir. Çünkü da­ha önceden de açıkladığımız gibi had mü'minler için bir keffârettir. Taberî der ki: Eğer tevbe etmeksizin ve ısrar edici olarak ölürse (âhireete de onun için acıklı bir azab vardır), anlamındadır. [174]

 

19- Allah Herşeyi Bilendir:

 

"Allah.bîlİr." O, bu günahın ne kadar büyük olduğunu da, onun cezası­nın ne olması gerektiğini de, herşeyi de bilir.

"Siz bilmezsiniz" buyruğuna gelince, Ebu'd-Derdâ yoluyla rivayet edilen hadise göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kimse ken­disinin o hususta bir bilgisi olmadığı halde bir husumet hakkında insanlar­dan bir kimsenin gücünü pekiştirecek olursa, bu işten vazgeçinceye kadar o kimse Allah'ın gazabına maruz kalır. Herhangi bir kimse Allah'ın hadlerin­den birisinin uygulanmasını şefaati (iltimas ve torpil) ile engellemeye kalkı­şacak olursa o, hak olan bir hususta Allah'a karşı inatlaşmış demektir. O'nun gazabına kendisini maruz bırakır Allah'ın laneti kıyamet gününe kadar ke­sintisiz üzerinde olur. Herhangi bir kimse, müslüman bir kimse aleyhine, onunla hiçbir ilgisi olmadığı halde ve bu sözüyle dünyada onu hakir düşü­receğini bilerek, bir sözü yaygınlaştıracak olursa, yüce Allah'ın o sözü sebe­biyle o kimseyi cehennem ateşine atması bir hak olur." Daha sonra Allah'ın

Kitabından bunu tasdik eden şu: "Şüphe yok ki mü'minler arasında haya­sızlıkların yayılmasını sevenlere dünyada da, âhirette de çok acıklı bir azab vardır..." âyetini okudu.[175]

 

20- Şeytanın Adımları İzlenmemelidir;

 

"Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını" İzlediği yolları, gittiği yerleri "iz­lemeyin." Yani şeytanın sizi kendisine çağırmış olduğu yolları izlemeyin, o yollardan gitmeyin. "Adımlar" demek olan "el-hutuvat"ın tekili "hutve"dir. Bu da iki ayak arasındaki mesafedir. "el-Hatve" şeklinde mastardır, çoğulu da "hatavât" diye gelir. "Filan kişi bize geldi" anlamındadır. Hadis-i şerifte geçen: "O cuma günü insanların boyunları üzerinden adımlarını atarak gelen bir adam gördü"[176] ifa­desinde bu kökten geten fiil kullanılmıştır.

Cumhur "adımlar" anlamındaki kelimeyi "ti" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Âsim ve el-A'meş ise bunu sakin okurlar.

"Temize çıkamazdı" ifadesini cumhur "kef" harfini şeddesiz ola­rak okumuşlardır. Yani ne hidayet bulur, ne müslüman olur, ne de doğru­yu bilebilirdi. Bunun, ıslah olamazdı -anlamına geldiği de söylenmiştir, "(t/i **): Islah oldu, olur" anlamındadır. el-Hasen ve Ebu Hayve ise bu ke­limeyi şeddeli okumuşlardır, yani O'nun sizi temizlemesi, arındırması, sizi hi­dayete iletmesi ancak O'nun lütfuyla olur, amellerinizle değil.

eJ-Kİsaî der ki: "Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını İzlemeyin" buy­ruğu bir ara cümlesidir. "Sizden hiçbir kimse ebediyyen temize çıkamaz­dı" buyruğu da ilk ve ikinci defa geçen: "Eğer Allah'ın üzerinizde lütuf ve rahmeti olmasaydı..." buyruğunun cevabını teşkil etmektedir. [177]

 

21- İyilik Yapmamaya Yemin Etmek:

 

"Sizden fazilet ve İmkân sahipleri... yemin etmesinler" âyeti ile ilgili ola­rak rivayetlerden anlaşıldığına göre; bu buyruk Ebubekir b. Ebi Kuhafe (r.iû ile Mistah b. Üsase arasındaki olay hakkında nazil olmuştur. Mistah, Ebu-bekir'in teyzesi kızının oğlu idi. Bedir'e katılmış yoksul muhacirlerden biri­si idi. Nesebi Mistah b. Üsase b. Abbâd b. el-Muttalib b. Abdi Menaf dır. Adı­nın Avf olup, Mistah'ın lakab olduğu da söylenmiştir. Ebubekr (r.a) hem yoksulluğu, hem de akrabalığı dolayısıyla ona infak ederdi. Mistah, bu iftira işi­ne katılıp bu hususta söyleyeceklerini söyleyince, Ebubekir (r.a) ona infak-ta bulunmamaya, ebediyyen hiçbir şekilde ona Faydalı olacak bir iş yapma­maya yemin etti. Mistah geldi, özür diledi ver Ben Hassan'ın meclislerine gi­der gelir, onun söylediklerini işitir fakat bir şey söylemezdim, dedi, Ebube­kir ona: Sen de güldün ve söylenenlere katıldın, dedi. Yemini üzerinde de böylelikle ısrar etti. Bunun üzerine bu âyet-İ kerime nazil oldu.

ed-Dahhak ve İbn Abbas dedi ki: Mü'minlerden bir topluluk İfk hadise­sinde söz söyleyen herkese ulaştırdıktan iyiliklerini kestiler ve: Allah'a an-dolsun ki Âişe hakkında ileri geri konuşan hiçbir kimseye iyiliğimiz dokun­mayacaktır, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme onların hepsi hakkın­da nazil oldu.

Birincisi daha doğrudur. Şu kadar var ki, âyet-i kerîme kıyamet gününe kadar bütün ümmeti kapsamakta ve fazilet ve bolluk sahibi kimselerin öfke­lenerek bu nitelikte olan kimselere ebediyyen faydalı olmayacaklarına dair yemin etmeleri halini kapsamaktadır.

Sahih'İn rivayetine göre şanı yüce ve mübarek olan Allah: "O olmadık İf­tirada bulunanlar sizden bb- topluluktur" buyruğundan itibaren on âyeti kerîmeyi indirince, Ebubekir -ki yakınlığı ve fakirliği dolayısıyla Mistah'a in-fakta bulunuyordu- dedi ki: Allah'a yemin ederim, Âişe'ye bu söylediklerin­den sonra ona (Mistah'a) ebediyyen hiçbir infakta bulunmayacağım. Bunun üzerine yüce Allah: "Sizden fazilet ve imkân sahipleri... yemin etmesinler... Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" buyruğunu indirdi.[178]

Abdullah b. el-Mubarek dedi ki: Bu, yüce Allah'ın Kitabında en çok ümit veren âyetlerdendir. Ebubekr (r.a) da dedi ki: Allah'a yemin ederim ki Allah'ın bana mağfiret etmesini çok severim. Sonra da daha önceden infak ettiği şe­kilde Mistah'a infak etmeye koyuldu ve: Ebediyyen bundan geri durmaya­cağım, dedi.[179]

 

22- İftira Büyük Günahlardan Olduğu Halde Diğer Amelleri Boşa Çıkartmaz:

 

Bu âyet-i kerîmede İftira (kazOnın -her ne kadar büyük bir günah ise de-bütün amelleri boşa çıkartmayacağına dair bir delil vardır. Çünkü yüce Al­lah Mistah'ı daha sonradan hicret etmek ve iman sahibi olmakta nitelendir­miş bulunmaktadır. Diğer büyük günahlar da böyledir. Allah'a ortak koşmanın dışında amelleri boşa çıkartan hiçbir amel yoktur. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Andolsun eğer şirk koşarsan, amelin boşa çıkar." (ez-Zü-mer, 39/65) [180]

 

23- Bir Hususa Yemin Ettikten Sonra O îşi Yapmanın Daha Uygun Olduğu Görülürse:

 

Bir hususu işlememek üzere yemin ettikten sonra o işi yapmanın yemi­nine bağlı kalmasından daha uygun olduğunu gören kişi, o uygun olan İşi yapar ve yemininin keffâretini yerine getirir. Yahut önce yemininin keffâre-tini yerine getirir, sonra o işi yapar. Nitekim daha önceden el-Mâİde Sûresi'nde (5/89- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Fukahânın görüşüne göre bir kimse, herhangi bir sünneti ya da mendu-bu işlememeğe dair yemin edip bunu ebedi olmakla da kayıtlandıracak olursa bu onun şahitliğinin kabulünü engelleyicidir. Bunu el-Bacî "el-Mun-teka" adh eserinde zikretmektedir. [181]

 

24-  "Yemin" Lafzı:

 

"Sizden fazilet... sahihleri... yemin'etmesînler" buyruğundaki; ibaresi: "Yemin etmesinler" demektir. "Yeftailu" vezninde olup yemin demek olan; den gelmektedir. Yüce Allah'ın: "Hanımla-rıyla cinsi temasta bulunmamaya yemin edenler..." (el-Bakara, 2/226) buy­ruğunda da bu kökten gelen fiil kullanılmıştır. Buna dair açıklamalar daha ön­ceden eî-Bakara Sûresi'nde (2/226-227. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır. Bir kesim de şöyle demektedir: Bu, kusurlu hareket etmek demektir. Bu da; "Bu hususta kusurlu davrandım" ifadesinden gelmektedir. Yü­ce Allah'ın: "(Onlar halinizi bozmaktan hiç geri kalmazlar." CÂ1-İ İmran, 3/118) buyruğu da buradan gelmektedir. [182]

 

25- Allah'ın Mağfireti Sevilmez mi?:

 

"Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" buyruğu bir temsili ifade olup aynı zamanda bir delildir. Yani sizler, Allah'ın günahlarınızı affet­mesini sevdiğiniz gibi, sizden daha aşağı durumda olanları da bağışlayınız. Peygamber (sav)ın: "Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz"[183] buyruğu da bu manayı dile getirmektedir. [184]

 

26- En Umut Verici Âyetler:

 

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme İfk hadisesine karışan is­yankâr iftiracılara bu lafız ile ne kadar İutfadici olduğunu dile getirmesi açı­sından, yüce Allah'ın Kitabında en umut verici bir âyet-i kerîmedir.

Yüce Allah'ın Kitabında en umut verici âyet-i kerîmenin: "Mü'minlere de muhakkak onlar için Allah'tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğu müjdesini ver." (el-Ahzab, 33/47) buyruğu olduğu da söylenmiştir.

Yüce Alİah bir başka yerde de: "İman edip, salih amel işleyenlere gelin­ce, onlar cennetlerin bahçelerindedir. Onlar için Rabbleri yanında iste­dikleri her şey vardır. İşte bu büyük lütuf ve ihsanın tâ kendisidir" (eş-Şû-râ, 42/22) diye buyurmaktadır. Yüce Allah bu âyet-i kerîmede geçen pek bü­yük lütfü İzah ederken bir önceki âyet-i kerîmede de bu lütfün müjdesini ver­mektedir.

Yine umut verici âyetlerden birisi de yüce Allah'ın: "De ki: Ey nefisleri aley­hine ileri giden kullarım..." (ez-Zümer, 39/53) buyruğu ile: "Allah kulları­na çok lütufkârdtr." (eş-Şûrâ, 42/19) buyruğudur.

Bazıları da şöyle demektedir: Yüce Allah'ın Kitabında yer akn en umut verici âyet-i kerîme: "Elbette Rabbin sana-verecek, sen de hoşnut olacaksın." (ed-Duhâ, 93/5) âyet-i kerîmesidir. Çünkü Rasûluİlah (sav), ümmetinden her­hangi bir kimsenin cehennem ateşinde kalmasına razı olmaz. [185]

 

27- Affetmek:

 

Yüce Allah'ın: "Vermemeye (mealde; etmemeye)" kelimesi; demek olup, burada, olumsuzluk edatı hazfedilmiştir. Şairin:

"Allah adına yemin ederim, oturmaya devam edeceğim (oturmayı bırakmayacağım)"

demesi gibidir. Bunu ez-Zeccâc zikretmektedir. Ebu Ubeyde'nin açıklama­larına göre ise burada bu olumsuzluk edatının takdirine gerek bulunmamak­tadır.

"Affetsinler" buyruğu; "Evin kalıntıları, izleri silindi" ifadesin­den gelmektedir. Affetmek, tıpkı evin kalıntı ve izlerinin silindiği gibi, güna­hın silinmesi anlamındadır. [186]

 

23. İffetli, hiçbir şeyden haberi olmayan mümin kadınlara İftira edenlere muhakkak dünyada ve âhirette lanet edilmiştir. Onlar İçin çok büyük bir azab da vardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [187]

 

1- Âyet Kimler Hakkındadır?

 

Yüce Allah'ın: "İffetli... kadınlar (el-muhsanat)" buyruğunun ne demek olduğuna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresİ'nde (4/24. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İlim adamlarının icma ile kabul ettiklerine göre muhsan (iffetli) erkekle­re iftirada bulunmanın hükmü, kıyâs ve İstidlal yoluyla tıpkı muhsan (İffet­li) kadınların hükmü gibidir. Biz bunu sûrenin baş tarafında açıklamış bulu­nuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.

Bu âyet-i kerîme ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler var­dır. Said b. Cübeyr der ki: Âyet-i kerîme özel olarak Âİşe (r.anhâ)ya iftira eden kimseler hakkındadır. Bazıları da şöyle demektedir: Âyet-i kerîme hem Âi-şe (r.anhâ) hakkında, hem de Peygamber (sav)ın diğer zevceleri hakkında­dır. Bu açıklamayı da İbn Abbas, ed-Dahhak ve başkaları yapmıştır. Tevbe-nin de bunlara (şahitliklerinin kabulü hususunda) bir faydası yoktur. Peygam­berin hanımları dışında kalan iffetli (muhsan) kadınlara iftira eden kimse için yüce Allah tevbe imkânı tanımış bulunmaktadır. Çünkü yüce Allah: "Muh­san hanımlara iftira edenler, sonradan dört şahit getiremeyenlere seksener (değnek) vurun... Ancak bundan sonra tevbe edenler ve ıslâh olanlar müs­tesna." (en-Nur, 24/4-5) diye buyurmakta ve böyleleri için tevbe imkânını ta­nımakla birlikte, öbürlerine tevbe imkânını tanımamaktadır. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre bu tehdit iftira etmekte ısrar edip, bundan tev­be etmeyen kimseler içindir.

Bir diğer görüş de şöyledir: Âyet Âişe (r.anhâ)ya iftira edenler hakkında nazil olmuş olmakla birlikte bununla, bu vasfa sahip olan herkes kastedil­mektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyet-i kerîme erkek olsun, kadın olsun iftira­da bulunan bütün insanlar hakkında umumidir. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Şüphesiz ki iffetli olan kimselere iftirada bulunanlar... Böyle­likle bunun kapsamına (iftiraya maruz kalan) erkek de, dişi de dahil olmak­tadır. en-Nehhâs da bu açıklamayı tercih etmiştir.

Âyetin Mekke müşrikleri hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü onlar hic­ret eden bir kadın hakkında, bu kadın ancak zina etmek için yurdundan çık­mıştır, diyorlardı. [188]

 

2- İffetli ve Bir Şeyden Haberdar Olmayan Mü'minlere İftirada Bulunanların Cezası:

 

"Muhakkak dünyada ve âhirette lanet edilmiştir" buyruğu hakkında Üim adamları derler ki: Eğer bu âyet-i kerime ile, kastedilenler iftira eden mü'min kimseler İse lanetten kasıt uzaklaştırmak, had vurmak ve mü'minle-rin onları yalnız bırakıp onlarla pek konuşmamaları, adalet mertebesinden aşağıya inmeleri, mü'minler tarafından kendilerinden güzel övgü ile söz edilmesinden uzak kalmalarıdır.

Bu âyet-i kerîme sadece Âişe (r.anhâ)ya iftira eden kimseler hakkında özel­dir, diyenlerin görüşlerine göre; bu zorlu azap Abdullah b. Ubeyy ve ben­zerleri hakkında söz konusu olur.

Âyet-i kerîme, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur, diyenlerin açıklamalarına göre de başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Zaten onlar uzak tutulmuşlardır, âhirette de onlar için pek büyük bir azap vardır. Arala­rından müslüman olan kimseye gelince, İslâm kendisinden öncekileri siler, süpürür.

Ebu Ca'fer en-Nehhâs der ki: Bu âyet-i kerîmenin te'vili ile ilgili olarak yapılmış en güzel açıklamalardan birisi de âyet-i kerîmenin erkek olsun, ka­dın olsun iftirada bulunan bütün insanlar hakkında umumî olduğudur. Bu durumda ifadenin takdiri şöyle olur: Şüphesiz ki iffetli kimselere iftirada bu­lunanlar... Bu açıklamanın kapsamına erkek-dişi herkes girer. Aynı şekilde haklarında iftirada bulunanlar için de böyledir. Şu kadar var ki, bu buyruk­ta müzekker kipi, müennes kipi yerine tağlîb (ağırlık vermek) yoluyla kul­lanılmıştır. [189]

 

24. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söy­leyerek aleyhlerine şehâdet edeceklerdir.

 

"Yaptıkları" anlamındaki buyruk genel oiarak "ya" ile okunmuştur. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir.

"Şehâdet edeceklerdir" anlamındaki kelimeyi de el-A'meş, Yahya, Ham-za, el-Kisaî ve Halef -"te" ile değil de- "ya" ile; şeklinde okumuşlar­dır, Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çünkü câr ile mecrûr isim ile fiilin arasına girmiş bulunmaktadır. İfadenin anlamı da şudur: Onların kimilerinin dilleri, kimilerinin aleyhine yaptıkları kazf ve iftiraya dair şahitlikte buluna­cakları o günde... Bir diğer açıklamaya göre; dilleri o günde söyledikleri şey-ter ile aleyhlerine şahitlik edecektir.

"Elleri ve ayakları" da dünya hayatında yaptıklarını, organları konuşup söyleyeceklerdir, anlamına gelmektedir. [190]

 

25. O günde Allah onlara hakkettikleri cezalarını bütünüyle vere­cektir ve Allah'ın apaçık hakkın tâ kendisi olduğunu da bilecek­lerdir.

 

Onların hakkettikleri hesaplan ve cezalarıdır.

Mücahid: "O günde hak olan Allah, onlara ceza­larını bütünüyle verecektir." anlamında "hak" lafzını yüce Allah'ın sıfatı ola­cak şekilde okumuştur.

Ebu Ubeyd1 der ki: Şayet insanlara (bu hususta) muhalefet etmek güzel ol­amayan bir şey olmasaydı, uygun okuma şekli ref, (bu şekil) olurdu. Böyle­likle bu lafız yüce Allah'ın sıfatı oturdu. Ayrıca bu Ubeyy'İn kıraatine de uygun düşerdi. î?öyle ki Cerir b. Hâzim dedi ki: Ben Ubeyy'in mushafında: "Hak olan Allah onların cezalarını eksiksiz verecektir"

şeklinde yazılı olduğunu gördüm, en-Nehhâs dedi ki: Ebu Ubeyd'in bu söz­leri pek uygun değildir. Çünkü o Sevad-ı A'zam'a (en büyük kitlenin ittifa­kına) muhalif olan bir delil göstermektedir. Onun bu açıklamasında delil ola­cak bir taraf da yoktur. Çünkü böyle bir ifadenin Ubeyy'in Mushaf'ında bu şekilde olduğu sahih olsa dahi kıraat; şeklinde: "O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını eksiksiz verecektir" anlamında "ve cezalan" hak'tan bedel olarak da okunabilir. Umumun kıraatinde ise "hak" kelimesi, "cezaları" anlamındaki kelimenin sjfatıdır, manası da güzeldir. Çünkü yüce Allah kötülük işleyenleri söz konusu edip onlan hak ile ceza­landıracağını bildirmektedir.

Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır; "Biz nankörlük edenlerden başkasını cezalandırır mıyız?" (Sebe1, 34/17) Çünkü yüce Allah'ın kâfire de, kötülük işleyene de ceza vermesi hak ve adalet iledir. İyilikte bu­lunan kimselere amellerinin karşılığını vermesi ise ihsan ve lütuf iledir.

"Ve Allah'ın apaçık hakkın tâ kendisi olduğunu da bileceklerdir." Bu­rada geçen "el-hakk" ve "el-mubîn" yüce Allah'ın isimlerinden iki isimdir. Biz bunlara dair daha önce bir kaç yerde açıklamalarda bulunduğumuz gibi özel­likle de "el-Kitabu'l-Esnâ (fi Şerhi Esmûi'l-lâhil Hüsnâ)" adlı eserimizde zik­retmiş bulunuyoruz. [191]

 

26. Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışır. İyi kadınlar da iyi erkeklere, teiniz erkekler de temiz ka­dınlara yakışır. İşte onlar, o müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır. Onlar için bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır.

 

İbn Zeyd dedi ki: Buyruğun anlamı şudur: Kötü olan kadınlar, kötü olan şrkeklere yakışır. Aynı şekilde kötü olan erkekler, kötü olan kadınlara ya­kışır. Yine iyi olan kadınlar iyi olan erkeklere, iyi olan erkekler de iyi olan kadınlara vakısır.

Mücahid, İbn Cübeyr, Atâ ve müfessirlerin çoğunluğu da şöyle demekte­dirler: Buyruğun anlamı şudur: Kötü sözler kötü erkeklere, aynı şekilde kö­tü olan İnsanlara kötü sözler yakışır. İyi sözler aynı şekilde İyi insanlara, iyi insanlar da iyi sözlere yakışırlar.

en-Nehhâs, "Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: Bu açıkla­ma bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış en güzel açıklamadır. Bu açıklama­nın doğruluğuna delil yüce Allah'ın: "İşte onlar, o müfterilerin dediklerin­den uzak olanlardır" buyruğudur. Yani Âişe ve Safvân kötü erkeklerin ve kötü kadınların söylediklerinden uzaktırlar.

Bir diğer açıklamaya göre; bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Zina eden er­kek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâh edebilir..." (en-Nûr, 24/3) âyetine bina edilmiştir. Buna göre "kötü kadınlar" zina eden kadınlar, "iyi kadınlar" ise iffetli kadınlar demektir. Aynı şekilde iyi olan erkekler ite İyi olan kadınlar da böyledir. Bu görüşü de yine en-Nehhâs tercih etmiştir, İbn Zeyd'in açıklamasının manası da budur.

"İşte onlar o müfterilerin dediklerinden uzak olanlardır" ifadesinde ge­nel olarak bu türden olan kimseler kastedilmektedir. Âişe ve Safvân'ın da kas­tedildiği, o bakımdan ifadenin (ikil gelmesi gerektiği halde), cem' olarak ge­tirildiği de söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Şayet kardeşleri varsa" (en-Nisâ, 4/11) buyruğunda da kastedilen iki kardeştir (bununla birlikte ifade üç ve fazlası için kullanılan cem' halinde getirilmiştir). Bu açıklamayı da el-Fer-râ yapmıştır.

"Uzak olanlar" kendilerine yapılan iftiradan uzak ve münezzeh olanlar, demektir.

Bazı tahkik ehli kimseler şöyle demişlerdir: Yusuf (a.s) zina iftirasına ma­ruz kaldığında yüce Allah beşikte yatan bir çocuğu konuşturarak uzaklığını açıkladı. Meryem (a.s) da zina iftirasına maruz kaldığında yüce Allah onu İsa (Allah'ın salât ve selâmları üzerine olsun) vasıtası ile temize çıkardı. Âişe (r,an-hâ) da zina iftirasına rnaruz kaldığında yüce Allah onu Kur'ân-ı Kerîm ile te­mize çıkardı. Onun bir çocuk ya da bir peygamber tarafından temize çıka­rılmasına razı olmayıp yüce Allah bizzat kendi kelâmıyla onun iftira ve bühtandan uzak olduğunu ilân etti.

Ali b. Zeyd b. Cüd'an'dan rivayete göre o dedesinden, o da Âişe (r.an-hâ)dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bana hiçbir kadına verilmemiş dokuz özel­lik verilmiştir; Cebrail (a.s), Rasûlullah (sav)a benimle evlenmesini emretti­ğinde avucu içerisinde benim suretimle (peygambere) nazil oldu. Peygamber benimle bakire olarak evlendi, benden başka bakire ile evlenmiş değil­dir. Peygamber (salât ve selâm) başı benim göğsüme dayalı olduğu halde vefat etti. Benim odamda gömüldü, melekler benim evimi kuşattılar. O hanım­larından birisiyle birlikte ise hanımları yanından uzaklaşır ve ona vahiy öy­lece nazil olurdu. Halbuki ben onunla aynı örtünün altında ve tenini benden ayırmadığı halde vahiy ona nazil olurdu. Ben onun halifesinin ve onun sıd-dîkının kızıyım, benim suçsuz olduğuma dair hüküm semâdan nazil olmuş­tur. Ben tertemiz olarak ve tertemiz olanın nezdinde yaratıldım. Bana bir mağ­firet ve pek cömertçe ve şerefli bir rızık vaadinde bulunuldu.[192]

O bununla yüce Allah'ın: "Onlar için bir mağfiret ve cömertçe bir rızık

vardır" buyruğunu kastetmektedir ki, o da cennettir. [193]

 

27. Ey iman edenleri Kendi evlerinizden başka evlere, İzin alıp o ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin İçin daha hayırlı­dır. Olur ki öğüt alırsınız.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on yedi başlık halinde sunacağız: [194]

 

1- Başkalarına Ait Meskenlere Girme Adabı:

 

"Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere... girmeyin" buy­ruğu ile yüce Allah bize şunu bildirmektedir: Şanı yüce Allah şerefti ve üs­tün kıldığı Âdemoğluna meskenlerde kalma özelliğini vermiş, başkalarının görmelerine karşı onları bu meskenlerde setretmiştir. Tek başlarına bu mes­kenlerden gereği gibi faydalanma hakkını tanımıştır. Diğer insanların dışa-ndan bu meskenlere muttali olmalannı yahut mesken sahiplerinin izni olmak­sızın oralara girmelerini yasaklamıştır. O bakımdan herhangi bir kimse on­ların herhangi bir avretlerine (başkaları tarafından görülmesini istemedikle­ri bir hallerine) muttali olmaması için, başkalarına karşı tesettüre raci' olan hususlara riâyeti bildirip onlara gereken edebleri öğretmiş bulunmaktadır.

Müslim'in, Sahih'İnde yer alan rivayete göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her kim izinleri olmaksızın baş­kalarına ait bir eve muttali olursa, o ev halkının o kimsenin gözünü çıkartmaları helâl olur.[195]

Bu buyruğun te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Kimi ilim adamı: Bu hadis zahirinin anlaşıldığı şekliyle anlaşılmamalıdır, demişlerdir, Çünkü gö­zün çıkartılması karşılığında bir tazminat söz konusudur ve bu haber, bu yö­nüyle neshedilmîş olmaktadır. Bu buyruk yüce Allah'ın: "Şayet bir ceza ve­recek olursanız, size yapılan saldırının misliyle karşılık verin" (en-Nahl. 16/126) buyruğunun inişinden önce vârid olmuştur. Diğer taraftan kat'î bir hüküm ifade etmek maksadıyla değil de, tehdit maksadıyla söylenmiş olma ihtimali de vardır yüce Allah'ın Kitabına muhalif gelen bir rivayet gereğin­ce amel etmek de caiz değildir. Hem Peygamber (sav)in bazen zahirinden anlaşılan mananın dışında bir maksatla söz söylediği olurdu. Nitekim haber­de rivayet edildiğine göre Abbas b. Mirdâs onu övmeye koyulunca, Bilâl'e: "Kalk, onun dilini kes" diye buyurmuştur.[196] Halbuki bundan maksadı ona bir şeyler vermesidir, yoksa bu sözleriyle gerçekten dilini kesmeyi kastetmiş değildir. İşte bu buymkda -aynı şekilde- gözün çıkarılmasını söz konusu et­mekle birlikte, daha başka bir eve bakmasını önleyecek bir şekilde ona bir uygulama yapılmasını kastetmiş olmalıdır.

Kimisi de şöyle demiştir; Böyle bir durumda (göz çıkarana) ne tazminat ödemek, ne de kısas söz konusudur. Yüce Allah'ın izniyle ileride geleceği üze­re Enes yoluyla rivayet edilen hadisten ötürü sahih olan da bu olmalıdır. [197]

 

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi;

 

Bu âyetin nüzul sebebi Ta bert ve başkalarının Adiy b. Sâbit'ten rivayet­lerine göre şöyledir: Ensara mensub bir kadın: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Ben evimde baba olsun, oğlum olsun hiçbir kimsenin görmesini istemediği bir hal üzere bulunabiliyorum. Ben bu halde iken babam gelir yanıma girer, yine ai­lemden bir başka adam çıkıp gelebilir. Ne yapayım? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Bu sefer Ebubekir (r.a) dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Şam yolu üzerinde han­lar ve meskenler vardır. Oralarda da hiç kimse bulunmuyor, (Bu gibi yerle­re nasıl girilir?) deyince, yüce Allah da: "Oturulmayan ve içlerinde... evle­re girmenizde size günah yoktur" (en-Nur, 24/29) âyetini inzal buyurdu. [198]

 

3- Evlere Girmek İçin İzin. İstemek:

 

Yüce Allah bize ait olmayan evlere girmenin haram oluşunu, izin istemek demek olan isti'nâsa kadar ileri götürmüştür. İbn Vehb dedi ki: Malik dedi ki: İsti'nâs bizim görüşümüze göre -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- isti'zân (izin istemek) dernektir. Nitekim Ubeyy, İbn Ab bas ve Saîd b. Cübeyr'in kı­raatinde "İzin alıp, o ev halkına selâm vermeden girmeyin" şeklindedir, "İsti'nâs"ın öğrenmek istemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Evde kim olduğunu öğrenmeden girmeyin, demek olur. Müca-hid dedi ki: Bu da öksürmekle yahut mümkün olan herhangi bir şekilde olur. Kendisinin geldiğinin farkedildiğini anlayacağı bir süre kadar da ağır hare­ket eder ve bundan sonra içeri girer. Bu anlamdaki bir açıklamayı et-Tabe-rî de yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Şayet onlarda bir reşit-likgörürseniz." (en-Nisâ, 4/6) buyruğunda (aynı kökten gelen bu kelime) bi­lirseniz" demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Hafif bir ses duydu ve korkuttu avcı onuk İkindi vakti idi hatta akşam yaklaşmıştı,"

Derim ki: İbn Ma'ce'nin, Sünen'inde şöyle bir rivayet vardır: Bize Ebubekr b. Ebi Şeybe anlattı: Bize Abdu'r-Rahim b. Süleyman anlattı. O, Vâsıl b. es-Sâib'den, o Ebu Sevre'den, o Ebu Eyyub el-Ensarî'den dedi ki: Ey Allah'ın Ra-sûlü, dedik. Selam ne olduğunu biliyoruz, peki isci'nâs ne demektir? Şöyle buyurdu: "Adam ya subhanallah, ya Allahu ekber, ya elhamdülillah der, ök-sürür ve aile halkını haberdar eder."[199]

Derim ki: İşte bu, Mücahid ve ona uygun kanaat belirtenlerin dedikleri gi­bi isti'nâsın, isti'zândan farklı olduğu hususunda açık bir nasstır, [200]

 

4- "İsti'nâs" Kelimesinin Yazılışı İle İlgili Asılsız Bir Rivayet:

 

İbn Abbas'tan -bazı kimselerin ise Said b. Cübeyr'den- rivayetlerine gö­re "İzin alıncaya kadar" buyruğu(nda, hemzeden sonra nûn ve sin harflerinin gelmesi) katibin bir hatası ya da bir yanılmağıdır. Asıl doğru­su "İzin ah..,ncaya kadar" şeklindedir.

Ancak böyle bir rivayet İbn Abbas'tan da, başkasından da sahih olarak gelmiş bir rivayet değildir. Çünkü İslâm mushaflannın tümünde bu ifade onla­rın hata dedikleri şekilde sabit olmuştur, Osman (r.a) döneminden beri bu hususta icma ile sahih olarak nakledilmiştir. Bu hatta muhalefet caiz değil­dir. Ashab-ı Ki ram'in üzerinde icma' ettiği bir lafızın yazımında kâtibin ha­ta ya da yanıldığını söylemek ise İbn Abbas'tan sahih olarak nakledilmesi im­kânsız bir iddiadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Önünden de, arka­sından da bâtıl ona erişemez. (Çünkü o) hikmeti sonsuz, her hamde lâyık olan tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42); "Şüphe yok ki o Zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik, onu koruyacak olan elbette Biziz." (el-Hicr, 15/9)

Ancak İbn Abbas'tan ifadede bir takdim ve tehir olduğuna dair rivayet gel­miştir ve buna göre mana: "Tâ ki ev halkına selâm verip, izin İstemeden gir­meyin" şeklindedir. Bunu da Ebû Hatim nakletmiştir.

İbn Atiyye der ki: İbn Abbas'tan ve başkalarından böyle bir görüşün nakledilmesinin imkânsız olduğunu ortaya koyan hususlardan birisi de; "is-ti'nâs" kökünden gelen fiilin mana itibariyle çok sağlam bir bütünlük arzet-mekte oluşu ile Arap dilinde bunun gayet kolay açıklanabilir olmasıdır. Ömer (r.a), Peygamber (sav)a: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben isti'nâs ediyorum (izin istiyorum), demişti. Bu esnada Ömer de odanın kapısında ayakta duruyor­du. Bu sözlerin geçtiği hadis de meşhur'bir hadistir.[201] Bu da onun Peygam­ber (sav)tan izin (isti'nâs) talebinde bulunmuş olmasını gerektirmektedir. İbn Abbas böyle bir durumda Rasûlullah (sav)ın ashabının hata ettiğini nasıl söy­leyebilir?

Derim ki: Ebu Eyyub yoluyla gelen (bir öndeki başlıkta kaydedilen) ha­diste isti'nâsın selâmdan önce olduğunu ve buna güre âyet-i kerîmenin ol­duğu haliyle, takdim ve tehir söz konusu olmadan hüküm ifade ettiğini, içe­ri girdikten sonra selâm verileceğini ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [202]

 

5- İzin îstemenin Sünnet Şekli:

 

İzin İstemede sünnet üç defadır, daha fazla izin istenmez. İbn Vehb de­di ki: Malik dedi ki: İzin istemek üç defadır, herhangi bir kimsenin daha fazla izin istemesini uygun görmüyorum. Ancak iznini İşittiremediğini kabul eden kimsenin, işittirmediği kanaati kendisinde hasıl olursa, daha fazla iznini tekrarlamasında mahzur görmemekteyim.

İzin isteme şekli kişinin: "es-Selâmu aleykum, gireyim mi?" demesi sure­tiyle olur. Ona izin verilirse, içeri girer. Geri dönmesi söylenirse, geri döner. Ses çıkarılmazsa, üç defa izin ister ve üçüncüsünden sonra geri döner.

İzin istemekte sünnet, izin isteğini üç defa tekrarlamaktır ve bundan faz­la izin istenmez, deyişimizin sebebi Ebu Musa el-Eş'arî yoluyla gelen hadis-i şeriftir, O, Ömer b. el-Hattab'a karşı bu hadis gereğince uygulama yapmış, bu hususta Ebû Musa lehine önce Ebû Said el Hudrî sonra da Ubeyy b. Ka'b şahitlikte bulunmuştur. Bu, meşhur bir hadis olup bunu Sahih(-i Buhârî) ri­vayet etmiştir. Bu hadis, bu hususta açık bir nasstır. Hadiste şöyle denilmek­tedir: ... Ömer: Yanımıza gelmene engel olan ne oldu? diye sordu, o da şöy­le dedi: Ben geldim, kapında durup üç defa selâm verdim. Sen benim selâ­mımı almayınca, ben de geri döndüm. Çünkü Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: "Sizden herhangi bir kimse üç defa izin istediği halde, ona izin ve­rilmeyecek olursa, geri dönsün. "[203]

İzin isteme şekli ile ilgili olarak sözünü ettiğimiz hususa gelince; bu da Ebû Davud'un, Rib'î'den kaydettiği rivayete dayanmaktadır. O dedi ki: Bize Âmiroğullanndan bir adam anlattı. Peygamber (sav) bir evde bulunuyorken huzuruna girmek üzere izin istedi(m) ve içeri gireyim mi? diye sordu(m). Pey­gamber (sav) hizmetçisine şöyle buyurdu: "Çık da bu adama izin İstemeyi öğ­ret. -Ona dedi kî-:.es-Selâmu aleykum, gireyim mi? de" dedi. Adam onun bu sözlerini işitince: es-Selamu Aleykum, gireyim mi? dedi. Peygamber (sav) da ona izin verince, o da içeri girdi.[204]

Ta beride bunu zikretmiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) "Ravda" di­ye anılan bir cariyesine şöyle dedi: "Sen bu adama; es-Selâmu aleykum, gi­reyim mi? demesini söyle" deyip, hadisi zikretmektedir.[205]

Rivayet edildiğine göre İbn Ömer bir gün çölün sıcağından rahatsız olmuş ve Kureyş'e mensub bir kadına ait bir çadıra giderek- es-Selâmu aleykum, gi­reyim mi? diye sormuş. Kadın: Selâm ile gir, demiş. Ömer (r.a) sözlerini tek­rarlayınca, kadın da tekrarlamış. Sonunda Ömer (r.a) kadına: Gir de deyin­ce, kadın da böyle demiş! Görüldüğü gibi o: "Selâm ile (gir)" deyince, içe­ri girnıeyip durmuş. Çünkü bu lafız ile; şahıs olarak değil, selâmınla gir, de­meyi kastetmiş olma ihtimali de vardır. [206]

 

6- İzin İstemenin Üç Defa İle Sınırlandırılmasının Sebebi:

 

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: İzin isteme­nin üç defa tekrarlanmasının sebebi, bir sözün, üç defa tekrarlanmasının du­yulup anlaşılmış olmasını -çoğunlukla- sağlamasından dolayıdır. Bunun için Peygamber (sav) bir söz söyledi mi, söylediği iyice anlaşılsın diye üç defa tek­rarlardı. Bir topluluğa da selam verdi mi, selamını üç defa tekrarlardı. Üç de­fa çoğunlukla duyulup, anlaşıldığına göre; üç defa izin istediği halde izin is­teyene müsaade edilmeyecek olursa, ev sahibinin izin vermeyi istemediği or­taya çıkar ya da kesintiye uğratması imkânı bulunmayan bir mazereti dolayı­sıyla cevap veremeyecek durumda demektir, İşte o vakit izin isteyenin geri dönmesi gerekir, çünkü izin istemeyi daha fazla tekrarlamak, ev sahibini ra­hatsız edebilir. Hatta meşguliyetini kesmesine sebep olup kendisine zararlı ola­bilir. Nitekim Peygamber (sav), Ebu Eyyub'dan izin istediğinde o da alelace­le çıkınca, Peygamber: "Biz seni aceleye getirmiş de olabiliriz..." demiştir.[207]

Akîl b. Şihab'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Üç defa selam verme sünnetine gelince, Rasûlullah (sav), Sa'd b. Ubade'ye gidip: "es-Selâmu aleykum" dediği halde, ona cevap vermediler. Rasûlullah (sav) sonra tekrar: "es-Selâmu aleykum" dediği halde, onlar yine selâmını almadılar. Bunun üze­rine Rasûlullah (sav) geri döndü. Sa'd orilın bir daha selâm vermediğini gö­rünce, geri döndüğünü anladı. Arkasından çıktı ve nihayet ona yetişip: Ve aleykumü's-selâm ya Rasûlallah, dedi. Biz sadece senin bize daha çok selâm vermeni istedik. Allah'a yemin ederiz ki selamını işittik. Bunun üzerine Ra­sûlullah (sav), Sa'd ile birlikte geri döndü ve evine girdi.[208] İbn Şihab dedi ki: İşte üç defa selam verme bu kabilden rivayetlerden alınmıştır.

Ayrıca bunu el-Velid b. Müslim, el-Evzaî'den rivayet etmiştir. el-Evzaî de­di ki: Yahya b. Ebi Kesir'i şöyle derken dinledim: Bana Muhammed b. Ab-du'r-Rahman b. Es'ad b. Zürare, Kays b. Sad'dan anlattı, o dedi ki: Rasûlul­lah (sav) evimizde bizi ziyarete getdi ve: "es-Selâmu aleykum ve rahmetullah" dedi. Sa'd yavaş bir sesle selamını aldı. Kays (b. Sa'd) dedi ki: Ben Ra­sûlullah (sav)a (içeri girmesi İçin) izin vermeyecek misin? dedim. O da: Onu bırak da bize çokça selâm versin... dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zik­retti. Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivayet etmiş olup onda: "İbn Şihab dedi ki: İşte üç defa selam vermek bu kabilden rivayetlerden alınmıştır." sözü yok­tur. Ebû Dâvûd dedi ki: Bu hadisi ayrıca Ömer b. Abdu'l-Vahid ile îbn Se-maa, el-Evzaî'den mürsel olarak rivayet etmiş olup bunlar Kays b. Sa'd'ı zik-retmemişlerdir,[209]

 

7- Evlerin Girişlerinde Kapı Ya da Perdenin Bulunmasının İzin İstemeye Etkisi:

 

İbn Abbas (r.a)dan: İnsanlar isti'zan gereğince uygulamayı terk etmiş I er­dir, dediği rivayet edilmektedir.

Bizim ilim adamlarımız da -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demiş­lerdir: Buna sebeb insanların evlerine kapılar yaptırmış olmaları ve kapıla­rın çalınmasıdtr. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Dâvûd da, Abdullah b. Busr'dan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlul-lah (sav) bir ailenin kapısına gitti itli yüzü kapıya karşı durmazdı. Bunun ye­rine kapının ya sağ ya da sol tarafında durur ve: "es-Selâmu aleykum, es-se-lâmu aleykum" derdi. Çünkü o gün evlerin (kapıları) üzerinde perde bulun­muyordu.[210]

 

8- Kapı Kapalı Bulunuyor îse:

 

Şayet kapı kapalı İse istediği yerde durur ve öylece izin ister, dilerse de kapıyı çatar. Çünkü Ebu Musa el-Eş'arî'nin rivayetine göre Rasûlullah (sav) Medine'de bir evin bahçesinde, bir kuyunun kenarında bulunuyor idi. Ayak­larını kuyunun içine uzatmıştı, Ebubekir kapıyı çaldı. Rasûluüah (ona): "Ona izin ver ve onu cennetle müjdele" diye buyurdu.[211] Bu hadisi Abdu'r-Rahman b. Ebi'z-Zinâd böylece rivayet etmiş, Salih b. Keysân ile Yunus b, Yezid de ona mütabaat etmiş olup hep birlikte Ebu'z-Zinâd'dan, o Ebu Se-leme'den, o Abdu'r-Rahman b. Nâfi'den, o da Ebu Musa'dan diye rivayet et­mişlerdir. Ancak Muhammed b. Amr el-Leysî onlara muhalefet ederek bu ha­disi Ebu'z-Zinâd'dan, o Ebu Seleme'den, o Nâfi' b. el-Hâris'den, o da Peygam­ber (sav)dan böylece rivayet etmiştir. Ancak birincisinin isnadı daha sahih­tir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [212]

 

9- Kapı Nasıl Çalınır?

 

Kapı işitilebilecek kadar yavaş çalınmalıdır, şiddetle çalınmaz. Enes b. Ma­lik şöyle demektedir: Peygamber (sav)ın kapıları tırnaklarla çalınırdı. Bunu Ebubekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib "Comi'"inde zikretmektedir.[213]

 

10- Kapıyı Çalanın: Kim O Diye Sorulması Üzerine: "Ben" Diye Cevap Vermesi:

 

Buhârî, Müslim ve başkalarının rivayetine göre Câbir b. Abdullah (r.a) şöy­le demiştir: Peygamber (sav)ın huzuruna girmek üzere izin istedim. O: "Kim o?" diye sordu. Ben de: Benim, dedim. Peygamber (sav) bundan hoşlanma-mışcasına: "Benim, benim" diye buyurdu.[214]

İlim adamlarımız derler ki: Peygamber (sav)ın bu sözden hoşlanmayışı-nın sebebi "benim" demesi ile tanımanın hasıl olmamasından dolayıdır. Bu hususta uyulması gereken hüküm ise Ömer b. el-Hattab (r.a) ile Ebu Musa'nın uygulamasında olduğu gibi adını zikretmesidir. Çünkü kişi adını zikretmek­le tekrar soru ve cevab külfeti ortadan kaldırılmış olur.

Ömer b, el-Hattab (r.a)dan sabit olduğuna göre o Peygamber (sav)ın ya­nına -o (îlâ sebebiyle) yüksekçe odasında bulunuyor iken- gitmiş ve: es-Se-lamu aleyke ya Rasûlallah, es-selamu aleykum Ömer girebilir mi? demiştir..[215]

Müslim'in, Sahih'inde de kaydedildiğine göre Ebu Musa, Ömer b. el-Hattab (r.a)ın huzuruna varmış ve: es-Selâmu aleykum, bu Ebu Musa'dır, es-Selamu aleykum, bu el-Eş'arî'dir... demiştir.[216]

 

11- Kim O? Sorusuna: "Ben" diye Cevap Vermenin Sakıncası:

 

el-Hatib, "el-Camî'..." adlı eserinde Ali b. Âsim el-Vâsitî'den şöyle dedi­ğini nakletmektedir: Basra'ya gittim, Şu'be'nin evine vardım. Kapısını çaldım, kim o? dedi. Ben: Benim, dedim. Şu cevabı verdi: Ey adam! Benim, benim diye anılan bir arkadaşım yoktur, Sonra yanıma çıkıp dedi ki: Bana Muham-med b. el-Munkedir anlattı. O Cabir b. Abdullah'tan naklen dedi ki: Peygam­ber (sav)ın-huzuruna bir ihtiyacım dolayısıyla gitmiştim. Kapısını çaldım. O: "Kim o?" diye sordu. Ben de: Benim, dedim. O da: "Benim, benim" diye tek­rarladı. Rasûlullah (sav) benim bu sözümden -ya da onun bu sözünü- hoş­lanmadı gibi.[217]

Ömer b. Şebbe'den de naklettiğine göre o şöyle demiş: Bize Muhammed b. Selâm babasından naklen anlattı, dedi ki: Amr b. Ubeyd'in kapısını çaldım. Bana: Kim o? diye sordu. Ben de: Benim deyince, gaybı Allah'tan başka kim­se bilemez, dedi. el-Hatib (el-Bağdadî) dedi ki: Ben Kadı Ali b. el-Muhassin'in hadis şeyhlerinden birisinden şunu naklettiğini duydum: Kapısı çalındı mı: Kim o? diye sorar. Kapıdaki kişi: Benim, diyecek olursa, Hoca da: Benim, işte bu kapıyı çalan bir kederdir derdi.[218]

 

12- Örfe Göre İzin İsteme Şekilleri:

 

Herbir kavmin izin isterken kendi örflerine göre kullandıkları İfadeleri var­dır. Nitekim Ebubekir el-Hatib senedini kaydederek Ömer b. el-Haltab'm oğ­lu Âsım'ın kızı Um Miskin'in azadlı kölesi Ebu Abdi'1-Melik'ten şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Hanım efendim beni Ebu Hureyre'ye gönderdi, o da benimle birlikte geldi. Kapıya gelince Ender (içeri gireyim mi?) diye sordu. O da: Enderun, dedi. Hatib bu bahsin başına "Farsça İ2in isteme" başlığını koymuştur. Ahmed b. Salih'ten de şöyle dediğini zikretmektedir: ed-Derâver-dî, Isfahan halkından olup, Medine'ye yerleşmiş birisi idi. İçeri girmek iste­yen adama da: Enderun derdi. O bakımdan Medineliler kendisine "ed-Deıa-verdî" demişlerdir.[219]

 

13- İçeri Girmeden Selam Vermek:

 

Ebû Davud'un, Kelede b. Hanbel'den rivayetine göre; Safvan b. Ümeyye Rasûlullah (sav)a götürmek üzere onunla bir miktar süt, altı-yedi aylık bir cey­lan yavrusu ve bir miktar acur göndermişti. Peygamber (sav) da o sırada Mek­ke'nin yukarı taraflarında bulunuyordu. Yanına selâm vermeden girdim, o da; "Geri dön ve: es-selâmu aleykum de, diye buyurdu." Bu da Safvân b. Umey-ye'nin müsiüman oluşundan sonra idi.[220]

Ebu'z-Zübeyr'in, Câbir'den rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Selam ile söze başlamayana izin vermeyiniz."[221]

İbn Cüreyc şunu zikreder: Bana Atâ haber verip dedi ki: Ebu Hureyre'yi şöyle derken dinledim: Adam gireyim mi? diye sorup da seiâm vermeyecek olursa, sen-de ona: Anahtarı getirinceye kadar hayır, de. Ben: es-selamu aley­kum mu? dedim. O: Evet, dedi.[222]

Rivayet edildiğine göre Huzeyfe (r.a)a bir adam geldi ve evin içinde ne olduğuna bakıp: es-Selamu aleykum gireyim mi? dedi. Huzeyfe'de ona: Sen kıçınla henüz girmeden gözünle zaten girmiş bulunuyorsun. [223]

 

14- Davet, Girmek İçin İzin Sayılır mı?

 

Bu bahse giren hususlardan birisi de Ebû Davud'un kaydettiği şu rivayet­tir. Ebu Hureyre'den rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Bir ki.nsenin, bir kimseye elçi göndermesi ona izin vermesi demektir,"[224] Ya­ni bir kişi diğerine haber gönderecek (ve çağıracak) olursa, içeri girmesi için ona izin vermiş demektir. Peygamber efendimizin şu hadisi de buna açıklık getirmektedir: "Sizden biriniz, bir yemeğe davet edilip de o da gönderilen el­çi ile birlikte gelirse, şüphesiz ki bu, ona verilmiş bir izin demektir." Bu ha­disi de Ebû Dâvûd, Ebu Hureyre'den rivayet etmişıir.[225]

 

15- Ne Zaman Selam Vermek Gerekir?

 

Göz göze değdi mi artık selâm vermek icab eder. Onun seni görmüş ol­masını, sakın yanına girmen için bir izin olarak kabul etmeyesin. Selamın hak­kını yerine getirmen gerekir, çünkü onun huzuruna girmek isteyen ve: Gi­reyim mi? diyen sensin. Sana izin verecek olursa girersin, aksi takdirde ge­ri dönersin. [226]

 

16- Kişinin Kendi Evine Girmesi İle İlgili Hükümler:

 

Sözünü ettiğimiz bütün bu hükümler kişinin kendi evi dışındaki evler hak­kındadır. Kişinin kaldığı evine gelince, şayet o evde kişinin kendi hanımı var­sa, yanına girmek için izin İstemeye gerek yoktur. Ancak yanına girdi mi, se­lâm verir.

Katade der ki: Evine girdiğin takdirde ailene selâm ver, çünkü onlar kendilerine selâm verdiklerin arasında bu işe en lâyık olanlardır. Şayet ev­de seninle birlikte annen ya da kızkardeşin varsa, ilim adamları derler ki: Ök-sür, aynğını yere vur ki senin girdiğinin farkına varsınlar. Çünkü hanımının senden ulanmanı gerektirecek bir taraf yoktur, ancak annen ile kızkardeşin senin kendilerini görmek istemediğin bir durumda olmaları mümkündür.

İbnu'l-Kasım dedi ki: Malik dedi ki: Kişi annesinin ve kızkardeşinîn yanına girmek istediği takdirde izin ister. Atâ b. Yesâr'dan rivayete göre: Bir adam Peygamber (sav)a: Annemin yanına, girmek için izin isteyeyim mü* diye sormuş. O da: "Evet" diye buyurmuş. Adam: Ben ona hizmet ediyorum ama; deyince, yine ona: "Yanına girmek için izin iste" diye buyurdu. Adam sözlerini üç defa tekrarladı. Peygamber de: "Sen onu çıplak görmek ister misin?" deyince, adam: Hayır, diye cevap verdi. Bu sefer peygamber: "O hal­de yanına gireceğin vakit izin iste" diye buyurdu.[227] Bunu Taberî (de) zikret­mektedir. [228]

 

17- Kişi Kendi Evine Girdiğinde Kimse Yoksa:

 

Kişi kendi evine girip de evde kimse bulunmuyor ise ilim adamlarımız der­ler ki: "Selam olsun bizle­re Rabbimizden, o en güzel selamlar; hoş, temiz ve mübarek kılınmış söz­ler. Selâm Allah'a mahsustur" der. Bunu İbn Vehb, Peygamber (sav)dan zik­retmiş ise de senedi zayıftır.

Katâde dedi ki: Sen içinde kimsenin bulunmadığı bir eve girecek okırsan: es-Selimu aleynâ ve alâ ıbâdiHahi's-salihîn, de. Çünkü böyle demek emru-lunmuştur. Bize nakledildiğine göre de melekler böyle diyenlerin selâmını alırlar. İbnu'l-Arabî der ki: Sahih olan selam da vermemek, izin de isteme­mektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Katâde'nin sözü güzeldir. [229]

 

28. Eğer onlarda kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oralara asla girmeyin. Eğer size: "Geri gidin" denilirse, geri dönüp gidin. Bu sîzin İçin daha temizdir. Allah sizin ne yaptı­ğınızı çok iyi bilir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [230]

 

1- Eğer Evlerde Kimse Yoksa:

 

"Eğer onlarda kimse bulamazsanız" buyruğunda geçen "onlarda... bu­lamazsanız" btıyruğundaki zamir "başkasına ait olan evler"e aittir.

Taberî'nin, Mücahid'den naklettiğine göre o şöyle demiştir: "Eğer onlar­da kimse bulamazsanız" buyruğu, eğer sizin o evlerde eşya ve ihtiyacınız yoksa demektir. Taberî bu yorumu zayıf kabul etmiştir, gerçekten de bu açık-, lama oldukça zayıftır. Mücahid sanki, içinde kimsenin bulunmadığı ve mes­ken olarak kullanılmayan evlere orada ihtiyacı veya eşyası bulunanın izin­siz olarak girebileceği kanaatinde olduğunu gösteriyor gibidir. Yine onun gö­rüşüne göre "meta1" lafzı yaygı ve örtü kabilinden ev eşyası olmalıdır. Bütün bu açıklamalar zayıftır.

Sahih olan, bu âyet-i kerîmenin kendisinden önceki buyruklarla ve hadis­lerle alakalı bulunduğudur. İfadenin takdiri de şöyledir; Ey iman edenler! Siz­ler kendinizin olmayan evlere izin istemeden ve selâm vermeden girmeyiniz. Şayet size izin verilecek olursa giriniz, aksi takdirde geri dönünüz. Nitekim Peygamber (sav)ın Sa'd'den İzin istemesiyle yaptığı bu olmuştu. Ebu Musa'nın da Ömer (r.a)a karşı davranışı böyle olmuştu. Şayet sizler o evlerde size izin verecek kimse bulamayacak olursanız, izin alıncaya kadar da girmeyiniz, de­mek olur.

Taberî senedini kaydederek Katade'den şöyle dediğini nakletmektedir: Mu­hacirlerden bir adam dedi ki: Bütün ömrüm boyunca bu âyet-i kerîmenin ge­reğini uygulayayım diye uğraşıp durdum. İstedim ki, kardeşlerimden izin is­tediğim biri bana; Geri dön desin de ben de yüce Allah'ın: "Bu sizin için da­ha temizdir" buyruğu ile amel edip memnuniyetle geri döneyim. [231]

 

2- Kapının Açık Yada Kapalı Olması İzin İsteme Gereğini Etkilemez:

 

Kapmın kapalı ya da açık olması arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü şe­riat ev sahibinin izni ile açılmadıkça evin içerisine girmeyi haram kılmak su­retiyle bu yolu kapatmış bulunmaktadır. O bakımdan kişiye düşen, hem eve gelirken, hem geri dönerken evin içinde ne olduğunu bilmeyecek bir şekil­de kapıya gelip izin almaya çalışmaktır. İJim adamlarımızın rivayet ettikleri­ne göre Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: Bir evin İçindekilerle güzünü dol­duran bir kimse fâsıklık etmiş ojur.

Sahih(-i Buharının, Sehl b. Sa'd'dan kaydettiği rivayete göre bir adam Ra-sûlullah (sav)ın kapısındaki bir delikten içeriyi gördü. Rasûluttah (sav)ın elin­de de saçlarını taradığı demir ya da tahtadan bir ucu sivri bir tarak vardı. Ra-sûlullah (sav) ona: "Senin içeri doğru baktığını bilsem, bunu gözüne batırır­dım. Çünkü yüce Allah'ın izin istemeyi emretmiş olması görmekten ötürü­dür.'[232]

Enes'ten rivayec edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur; "Bir adam izinsiz bir şekilde seni görecek olursa, sen de attığın bir çakıl taşı ile onun gözünü çıkartacak olursan, bundan dolayı senin için bir vebal söz ko­nusu değildir, "[233]

 

3- Küçüğün de Büyüğün de İzin Alması Geçerlidir:

 

İzin istemenin eve girmenin şartı ofduğu sabit olduğuna göre; şunu da be­lirtelim ki küçüğün de büyüğün de izin atması caizdir. Enes b. Malik daha ergenlik yaşına gelmeden önce Rasûlullah (sav)ın huzuruna girmek üzere izin isterdi. Ashab-ı Kiramın oğulları ve kölelerine karşı tutumları da bu idi. Yü­ce Allah'ın izniyle sûrenin sonlarında buna dair daha geniş açıklamalar ge­lecektir. [234]

 

4- Ne Yaparsanız Allah Bilir:

 

"Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilir* buyruğu evlerin içindekini gör­mek kastı ile tecessüsde bulunup masiyet maksadıyla ev halkının haberi ol­madan içeri giren, helâl ve caiz olmayan şeylere bakmak ve buna benzer gü­nah işleme kastında olan diğer lömSeleT R'İf\ bir tehdittir. [235]

 

29. Oturutmayan ve içlerinde size ait meta' bulunmayan evlere girmenizde size günah yoktur. Allah açıkladığınızı da, gizledi­ğinizi de bilir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız: [236]

 

1- İzinsiz Girilebilecek Yerler:

 

Rivayet edildiğine göre izin istemeyi emreden âyet-i kerîme nazil olduk­tan sonra bazıları bu işte çok aşırıya gittiler. İster harabe olsun, ister orada kimseler yaşasın, nereye giderse mutlaka selâm verir ve izin isterdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu ve yüce Allah bu âyet-i kerîme ile kim­senin yaşamadığı herbir ev ya da yere girmek için izin isteme yükümlülüğü­nü kaldırıp izinsiz girmeyi mubah kıldı. Çünkü izin istemenin sebebi, sade­ce kişinin kendisi için görülmesi haram olan şeyleri görme korkusudur. Böyle bir sebep ortadan kalktı mı, hüküm de ortadan kalkar. [237]

 

2- Âyet-i Kerîmede Zikredilen *Evler"den Kasıt:

 

'İlim adamları burada sözü edilen "evler" ile neyin kastedildiği hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Muhammed b. el-Hanefîyye, Katade ve Mücahid der ki: Bunlar kervanların gidip geldiği yollarda bulunan oteller, kervan­saraylardır. Mücahid dedi ki: Bunlar içlerinde kimsenin yaşamadığı fakat bü­tün yolcuların içlerinde girip barınmak üzere vakfedilmiş ve orada kendile­ri için meta'm yani içindeki şeylerle faydalanacakları malzemenin bulundu­ğu yerlerdir.

Yine Muhammed b. el-Hanefîyyeden rivayete göre burada kasıt, Mekke evleridir. Malik'in bu husustaki görüşü de bunu açıklamaktadır. Bu açıkla­ma da Mekke evlerinin mülk edinîlemeycceği ve insanların bu evlerde or­tak oldukları, Mekke'nin de kılıç zoruyla fethedildiği görüşüne binâendir.

İbn Zeyd ile eş-Şa'bî derler ki: Burada kasıt, çarşı-pazarlardaki dükkan­lardır. eş-Şa'bî dedi ki: Çünkü kişiler buraya satacakları malları getirip ora­ya koymuş olurlar ve insanlara: Haydi gelin, demişlerdir.

Atâ da der ki; Burada kasıt insanların küçük-büyük abdest bozmak mak­sadıyla daldıkları harabelerdir. Bunda da bir çeşit meta' vardır.

Cabir b. Zeyd dedi ki: Buradaki "meta" İle belli eşyalar kastedilme inek­tedir. Bunların dışındaki ihtiyaçlar kastedilmektedir. Bir topluluğun gece ya da gündüz konakladıkları bir yer yahut ihtiyaçlarını karşılamak için girdik­leri bir harabe, veya görmek maksadtyla-içine girdikleri bir evdir. Bütün bun­lar birer meta'dır ve bütün dünya menfaatleri de birer metâ'dır.

Ebu Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu, müslümanların imamlarından birisinin yaptığı güzel bîr açıklamadır. Ayrıca lügat anlamına da uygun düşmektedir, çünkü Arap dilinde meta': menfaat demektir. "(Jl* Al £~«t): Allah seninle faydalandırsın" ifadesi buradan geldiği gibi, yüce Allah'ın: "Onları metâ'lan-dınn" (el-Ahzâb, 33/49) buyruğu da buradan gelmektedir.

Derim ki: Kadı Ebubekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle de­miştir; "Meta"' lafzını bütün faydalanılan hususlar diye açıklayan bir kimse, etraflı bir şekilde buyruğu tatbik etmiş ve bu konuda kesin sözü söylemiş olup, bu lafzın kişi için fayda sağlayan her şeyi kapsadığını açıklamış olmak­tadır. Meselâ, öğrenci ilim talebi için yapılmış okullar demek olan hankâh-lara girer. Bir yerde kalan bir kimse kervansaraylara girer. Müşteri bir şey­ler satın almak için dükkana girer. Tuvalet ihtiyacı olan bir kimse ihtiyacını görmek İçin tuvalete girer. Kısacası herkes ihtiyacı ne ise ona uygun bir ye­re gider. İbn Zeyd ile eş-Şa'bî'nin sözleri ise görüşlerden bir görüştür. Ancak büyük iş hanlarında bulunan yerler, insanların malları dolayısıyla girilmesi mutlaka mubah olan yerler değildir. Oraya girmek isteyen herkes için girme­lerinin mubah olmadığı İcmâ' ile kabul edilmiştir ve bu gibi yerlere ancak sa­hibi tarafından kendilerine İzin verilmiş kimseler girer. Hatta bu gibi yerle­rin sahiplen insanların gelmesini önlemekle görevlidirler. [238]

 

30. Mü'mİnlere söyle ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini de korusunlar. Böylesi onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah yaptıkları İşlerden çok iyi haberdar olandır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız; [239]

 

1- Gözleri Haramdan Sakınmak:

 

Yüce Allah görülmemesi gereken şeyleri setredip örtmeyi söz konusu et­tikten sonra; "mü'minlere söyle ki: gözlerini sakınsınlar" buyruğu İle görmekle ilgili hususu söz konusu etmektedir.

"Sakınsınlar" lafzı, "Gözünü sakındı sakınır" denilir. Şair de der ki:

"Gözünü sakın çünkü aen Numeyrlisin, Ne Ka'b'a ulaşırsın, ne de Kilâb'a." Antere de şöyle demiştir:

"Hanım komşum görünürse gözüme, sakınırım gözümü, Tâ ki komşumun barındığı yer onu örtünceye."

Yüce Allah gözün neden sakınılacağım ve mahrem yerlerinin neden ko­runacağını söz konusu etmemektedir. Ancak bu, âdeten bilinen bir husus­tur ve bundan kasıt da helâl olandan değil, haram olandan sakınmaktır.

Buhâri'de şöyle denilmektedir: Said b. Ebi'l-Hasen, el-Hasen'e dedi ki: Acem kadınları göğüslerini ve başlarını açıyorlar. (el-Hasen) dedi ki: Sen de gözünü ondan sakın. Yüce Allah: "Mü'mİnlere söyle ki; Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini de korusunlar* diye buyurmaktadır. Katâde de der ki: Kendilerine helâl olmayan şeylerden (sakınsınlar) demektir. "Mü'mİn ka­dınlara da deki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar..."

Yani kendisine yasak kılınan şeye bakmak demek olan "hain bakış"tan sa­kınsınlar (demektir)[240]

 

2- Gözlerin Sakınması:

 

Gözlerini" buyruğundakİ kelimesi, şanı yüce Allah'ın: "zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapma­mıza engel olamazdı" (el-Hakka, 69/47) buyruğunda olduğu gibi zâid (faz­la) olduğu söylenmiştir. Bunun teb'îz (kısmîlik bildirmek) için olduğu da söy­lenmiştir, çünkü kimi bakmalar mubahtır.

"Sakınmak" eksiklik diye de açıklanmıştır, "Fi­lan kişi filândan eksiltti" denilir. Buna göre eğer göz işini yapma imkânı ve­rilmeyecek olursa, ondan bir şeyler düşülmüş ve eksiltilmiş demektir. Buna göre burada bu edat "sakınma"nın sılasıdır. Ne kısmîlik (teb'îz) bildirmek için­dir, ne de fazladan gelmiştir. [241]

 

3- Görmek Kalbe Açılan En Büyük Kapıdır:

 

Görmek kalbe açılan en büyük kapıdır. Oraya ulaşan duyu yollarının en mükemmelidir. İşte bundan dolayı görme dolayısıyla düşüşler de pek çok­tur. Ondan sakındırmak gerekti görülmüştür. Bütün haramlardan ve kendi­si sebebiyle fitneye düşülmesi korkulan her husustan gözün sakınılması farzdır. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yollarda oturmaktan sakınınız," Ey Allah'ın Rasûlü! Bizim için orada oturmak kaçınılmaz bir şeydir. Biz ora­larda sohbet ederiz, dediler. Şöyle buyurdu: "Madem oturmaktan başka şeyi kabul etmiyorsunuz, o takdirde yolun hakkını veriniz." Yolun hakkı nedir, ey Allah'ın Rasûlü! dediler. Şöyle buyurdu: "Gözün haramdan sakınılması, ra­hatsızlık verici şeylerin önlenmesi, selâmın alınması, iyiliğin emredilip kö­tülüğün sakındırılması." Bu hadisi Ebu Said el-Hudrî rivayet etmiş olup, Bu-hârî ve Müslim kitaplarına kaydetmişlerdir.[242]

Rasûlullah (sav) da, Ali (r.a)a şöyle demiştir: "Bir bakışın arkasına diğe­rini salma. Birincisi senin hakkın olabilirse de, ikincisi senin hakkın değil­dir."[243]

el-Evzaî de şöyle demiştir: Bana Harun b. Riâb'ın anlattığına göre, Gaz-van ve Ebu Musa el-Eş'arî birlikte bir gazada bulunuyorlardı. Bir cariye üzerini açtı, Gazvan ona baktı. (Ebu Musa) elini kaldırıp gözüne bir tokat in­dirdi, gözünü şişirdi ve dedi ki: Sen, sana zarar verecek ve sana fayda sağ­lamayacak bir şeye bakıyorsun. Ebu Musa ile karşılaşınca halini sordu ve de­di ki: Sen gözüne zulmettin, Allah'tan mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü ilk ba­kışı onun lehine ise de bundan sonrası onun aleyhinedir. el-Evzaî dedi ki: Gazvan gerçekten kendi nefsine hakim oldu, ölünceye kadar gülmedi. Allah ondan razı olsun.

Müslim'in, Sahih'inde Cerir b. Abdullah'tan şöyle dediği kaydedilmekte­dir: Rasûlullah (sav)a ani bakış hakkında sordum. Bana gözümü çevirmemi emretti.[244]

İşte bu "gözlerini" buyruğundaki "min" edatının teb'îz (kısmîlik bildir­me) için olduğunu söyleyenlerin görüşlerini desteklemektedir. Çünkü ilk ba­kışa kişi hakim otamayabilir, o bakımdan ilk bakış hitabın teklifi kapsamı­na girmez. Zira ilk bakışın kasti olma İhtimali yoktur. Dolayısıyla bu günah kazandırıcı olmaz. O bakımdan bu hususta da mükellefiyet söz konusu ol­maz. Bundan dolayı, bunun bir kısmının ele alınması gerekmektedir. Ancak "mahrem yerleri" için böyle buyurulmarfiıştır. Zira kişi mahrem yerine ha­kim olabilir. eş-Şa'bî kişinin kızına, annesine ya da kızkardeşine dahi uzun uzun ve devamlı bakmasını mekruh görmüştür. Elbetteki onun zamanı da bi­zim bu zamanımızdan çok daha hayırlıdır. Kişinin kendisi için muharrem kı­lınmış, mahrem birisine arzuyla ve tekrar tekrar bakması haramdır. [245]

 

4- Mahrem Yerlerin Korunması:

 

"Mahrem yerlerini de korusunlar." Yani heiâl olmayan kimsenin görme­sine karşı örtsünler, gizlesinler. "Mahrem yerlerini* zinadan "korusunlar" diye de açıklanmıştır. Bu görüşe göre şayet "gözlerini sakınsınlar" buyru­ğunda olduğu gibi burada da edatı ile birlikte kullanılmış olsaydı, yi­ne uygun düşerdi. Sahih olan, hepsinin kastedildiği ve lafzın da umumî ol­duğudur.

Behz b. Hakim b. Muaviye el-Kuşeyrî babasından, o dedesinden rivayet­le dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlii! Biz mahrem yerlerimizden neyi bırakalım, ne­yi gösterelim. Şöyle buyurdu: "Sen mahrem yerini (avretini) zevcen ya da ca­riyen dışında herkesten korumalısın." Adam: Peki kişi kendisi gibi bir erkek- ile birlikte bulunursa? diye sorunca, şöyle buyurdu: "Eğer onun görmemesi­ni sağlayabiliyorsan, bunu sağla." Bu sefer: Peki kişi ya tek başına kalırsa diye sordum, şöyle buyurdu: "Allah kendisinden haya edilmeye insanlardan da­ha bir layıktır."[246]

Âişe (r.anhâ), Rasûtullah (sav) ile kendisinin durumunu söz konusu ede­rek şöyle demiştir: Ne ben onunkini gördüm, ne de o benimkini.[247]

 

5- Umumi Banyolara (Hamamlara) Girmenin Hükmü:

 

İlim adamları bu âyet-i kerîmeye dayanarak peştemalsız hamama girme­nin nass ile haram olduğunu belirtmişlerdir. İbn Ömer'den şöyle dediği ri­vayet edilmektedir: Bir adamın yaptığı en güzel infak, halvette kalacak şe­kilde hamama vereceği bir dirhemdir. Yine îbn Abbas'tan sahih olarak nak­ledildiğine göre o et-Cuhfe'de ihramlı olduğu halde hamama girmiştir. Bu­na göre erkeklerin peştemallı olmak şartıyla, hamama girmeleri caizdir. Ay-hali, lohusalık ya da bir hastalıkları dolayısıyla yıkanmak gibi bir zaruretten ötürü kadınlar için de hüküm böyledir. Ancak onlar için daha evla ve fazi­letli olan mümkün olduğu takdirde evlerinde yıkanmalarıdır. Ahmed b. Me-nî' şunu rivayet etmektedir: Bize el-Hasen b. Musa anlattı, bize İbn Lehîa an­lattı. Bize Zebban, Sehl b. Muaz'dan anlattı. Sehl babasından, -o Um ed-Der-dâ'dan naklen- Um ed-Derdâ'yı şöyle derken dinledi: Rasûlullah (sav) ile ha­mamdan çıktığım bir sırada karşılaştım. "Nerden geliyorsun ey Um ed-Der-da?" dedi. Um ed-Derdâ: Hamamdan, deyince, şöyle buyurdu: "Nefsim elin­de olana yemin ederim ki herhangi bir kadın elbiselerini annelerinden olma­yan birisinin evinde çıkartacak olursa, mutlaka kendisi ile aziz ve celil olan Rahman arasmdaki her türlü perdeyi parçalamış olur."[248]

Ebubekr el-Bezzâr Tavus'tan rivayetine göre İbn Ab bas (r.a) şöyle demiş­tir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Hamam adı verilen bir evden sakınınız," Ey Allah'ın-Rasûlü! Kiri temizler, dediler. "O halde avretlerinizi setrediniz" di­ye buyurdu.[249]

Ebu Muhammed Abdu'l-Hakk[250] dedi ki: Bu hadisi insanlar Tavus'tan mürsel olarak rivayet etmelerine rağmen bu hususta isnadı en sahih olan ha­distir. Ebû Davud'un bu konuda haram ve mübâhlığa dair naklettiği rivaye­te gelince, senedlerinin zayıflığı sebebiyle hiç sahih olanı yoktur. Tirmizî'nm rivayet ettiği de böyledir.

Derim ki: Bu zamanlarda hamama girmeye gelince, fazilet ve din ehli kim­selere haramdır. Çünkü insanlar çoğunlukla cahildirler ve hamamın ortası­na geldiler mi hükümlere hiç de aldırış etmezler. Peştemallannı bir kenara fırlatırlar, öyle ki yaşını başını almış bir adamın hamamın içinde ve dışında, ayakta, avreti açıkta, bacaklarını birbirine yaklaştırarak avretini kapatmaya çalışır, kimse de ona bu yaptığının yanlış olduğunu söylememektedir. Bu, er­kekler arasında böyleyken ya kadınlar arasında durum nedir? Özellikle şu Mı­sır diyarında... Çünkü onların hamamları insanların gözlerine karşı setredi-ct özelliğe sahip değildir, taharetlenme yerleri de bulunmamaktadır. Lâ hav­le velâ kuvvete İllâ billahi'l-aliyyîl azîm. [251]

 

6- Hamama Girmenin Şartları:

 

İlim adamları der ki: Eğer hamama giren setr-i avrete riayet edecek olur­sa, şu on şarta da riayet ederek hamama .girebilir:

1- Hamama ancak ya tedavi ya da ter ve sıtmanın etkilerinden temizlen­mek niyetiyle girmelidir.

2- Kimsenin olmadığı ya da insanların az bulunduğu vakitleri gözetmeli­dir.

3- Sağlam, iyi dokunmuş bir peştamal ile avretini örtmelidir.

4- Gözüne bakılması haram olmayan bir şey değmesin diye ya yere bak­malı ya da_ duvara dönmelidir.

5- Gördüğü münkeri yumuşak bir dille değiştirmeli, (mesela) tesettüre ri­ayet et! Allah seni setretsin (hatalarını örtsün), demelidir.

6- Herhangi bir kimse ona masaj yapacak olursa, göbeğinden diz kapa­ğına kadar olan avretine elinin değmesine -hanımı ya da cariyesi olması müs­tesna- fırsat vermemelidir. Baldırların bu açıdan avret olup olmadıkları hu­susunda görüş ayrılığı vardır.

7- Hamama şartlı olarak belli bir ücret ile veya insanların bu husustaki adet­lerini kabul ederek girmelidir.

8- Suyu ihtiyaç kadar kullanmalıdır.

9- Şayet tek başına hamama girme imkânı yoksa ücreti kendisi vermek üze­re, dinlerini gereği gibi koruyacak bir topluluk ile ittifak edip girmelidir.

10- Hamamda cehennemi hatırlamalıdır. Eğer bütün bunlan sağlama im­kanını bulamıyor ise avretini iyice örtmeli ve gözünü haramdan sakınmaya gayret göstermelidir.

Tirmizî Ebu Abdullah, "Nevâdiru'l-Usûl" adh eserinde Tavus'tan şu riva­yeti kaydetmektedir: Tavus, Abdullah b. Abbas (r.a)dan şöyle dediğini nak­letmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Hamam adı verilen bir evden sa­kınınız." Ey Allah'ın Rasûlü! Orada kirler giderilir ve cehennem ateşini ha­tırlatır, denilince şöyle buyurdu: "Şayet mutlaka gidecekseniz, o takdirde av­retinizi setrederek oraya giriniz."[252]

Ebu Hureyre yoluyla naklettiği hadise göre de Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurmaktadır: "Müslüman adamın girdiği hamam denilen ev ne güzel evdir[253] -Çünkü oraya girdi mi Allah'tan cenneti ister ve cehennem ateşinden ona sı­ğınır.- Adamın girdiği bir ev olan damat evi de ne kötü evdir." Çünkü bu da kişiye dünya şevkini aşılar, âhireti unutturur." Ebu Abdullah (Tirmizî el-Ha-kîm) dedi ki: Bu gaflet ehli için böyledir. Yüce Allah, bu dünyayı içindeki­lerle birlikte gaflet ehli için onlarla âhiretlerini hatırlamalarına sebeb teşkil etsin diye yaratmıştır. Yakın ehli olan kimselere gelince, zaten âhiret onla­rın daima gözlerinin önündedir. Ne bir -hamam onu tedirgin eder, ne de bir damat evi onu korkutur. Çünkü dünya, içindeki bu iki tür özelliği ile âhire-te nisbetle çok cıhz kalır. Öyle ki bütün dünya nimetleri onların gözünde pek büyük bir sofradan geriye kalan yemek kırıntılarını andırır. Onların gözlerin­de dünyanın bütün sıkıntıları, bütün dünya ehlinin çekeceği ceza türleri ara­sından öldürülmeyi ya da asılmayı haketmiş, günahkâr veya suçlu birisinin kendisi sebebiyle cezalandırıldığı bir öldürülme gibidir. [254]

 

7- Haramdan Sakınmanın Güzelliği:

 

"Böylesi" yani gözü haramdan sakınmak ve mahrem yerlerini korumak "onlar İçin daha temizdir." Dinleri bakımından daha temizdir ve dünya pis­liklerinden daha bir uzaklaştırıcıdır.

"Şüphe yok ki Allah yaptıkları işlerden çok İyi haberdar olandır." Ne yaptıklarını çok iyi bilir. Bu, bîr tehdittir. [255]

 

31. Mü'min kadınlara da de ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yer­lerini korusunlar, dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç süslerini göstermesinler. Başörtülerini de yakalarının üzeri­ne indirsinler. Zînetlerini eşlerinden, babalarından, kocaları­nın babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kar­deşlerinden, kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin oğul­larından, kendi kadınlarından, cariyelerinden, kadınlara mey­li olmayan erkeklerden ve kadınların avret yerlerini henüz anlamayan erkek çocuklardan başkasına sakın göstermesin­ler. Gizledikleri zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasın­lar. Ey iman edenler! Allah'a topluca tevbe edin ki, felah bula­şınız.

 

Bu âyet-i kerîmenin: "Mü'min kadınlara da de ki: Gözlerini sakınsınlar, mahrem yerlerini korusunlar, dışarıda kendiliğinden görünen kısmı ha­riç süslerini göstermesinler" bölümüne dair açıklamalarımızı yirmiüç baş­lık halinde sunacağız: [256]

 

1- Mü'min Hanımlar da Gözlerini Haramdan Sakınmalıdır:

 

"Mü'min kadınlara da de ki" buyruğunda şanı yüce Allah te'kid yoluy­la özellikle de hanımlara hitab etmektedir, Aslında "mü'minlere söyle ki,.." buyruğu yeterü idi. Çünkü bu buyruk umumî olup erkeğiyle, kadınıyla bü­tün mü'minleri kapsamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'deki bütün umumî hitablarda olduğu gibi.

Bu buyrukta; "Sakınsınlar" kelimesinde tad'ıf (aynı harfin ar­ka arkaya tekran)in çözüldüğünü görüyoruz. Halbuki (önceki âyette): "Sakınsınlar" kelimesinde çözülmemiştir. Çünkü bu âyette lâmu'l-fiil (fiifin son harfi) sakindir, önceki âyette ise hareketidir. Her ikisi de ce-vab olmak üzere cezm mahallindedir,

Ayet-i kerîmede mahrem yerlerinin korunmasından önce gözün haram­dan sakmılmasının emredilmesi, görmenin kalbin yol göstericisi oluşundan dolayıdır. Ölümden önce humma şeklindeki ateş yükselmesinin öncü olma­sı gibi. Bîr şair de bu anlamdan hareketle şöyle demektedir:

"Sen gözün, kalbin önderi olduğunu görmez misin?

İki göz ülfet sağladı mı, kalb daha da ısınır, bilmez misin?"

Haberde de şöyle denilmektedir: "Bakış İblis'in zehirli oklarından bir ok­tur. Kim gözünü sakınırsa, yüce Allah onun kalbine bir halâvet (tatlılık)[257]

Mücahid der ki: Kadın geldi mi şeytan onun başı üzerinde oturur ve ba­kan kimselere onu süsler, Geri gitti mi bu sefer onun kalçaları üzerine otu­rur ve ona bakanlara, onu süslü gösterir.

Halid b. Ebi İmran'dan, dedi ki: Arka arkaya bakışlarını sürdürme, çün­kü kul kimi zaman bir defa bakar da ondan dolayı tıpkı yemeğin bozulup da kendisinden istifade edilemeyecek hale gelmesinde olduğu gibi, kalp de bo­zulur, gider.

İşte bundan dolayı şanı yüce Allah, mü'min erkeklere ve kadınlara helâl olmayan şeylere bakmaktan gözlerini sakınmalarını emretmiştir. Ne erkeğin kadına bakması helâl olur, ne de kadının erkeğe bakması. Çünkü kadının er­keğe ilgisi, erkeğin ona ilgisi gibidir. Erkek kadına ne maksatla bakıyorsa, kadın da aynı maksatla ona bakar.

Müslim'in, Sahih'inde yer aldığına göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz yüce Allah, Âdemoğ-lunun zinadan payını yazıp takdir etmiştir. Kaçınılmaz olarak bunu gerçek­leştirecektir. Gözler zina eder, onların zinaları bakmaktır..."[258]

ez-Zührî de (yaşlan küçük olduğundan) ayhali olmayanlara bakma husu­sunda şöyle demektedir: Küçük dahi olsa, canın kendileri bakmaya çektiği kimselerin herhangi bir yerlerine bakmak uygun değildir.

Atâ da bir kimsenin satın almak İstemesi hali dışında Mekke'de satılan ca­riyelere bakmayı mekruh görmüştür.

Buhârî ile Müslim'deki rivayete göre Peygamber (sav), kendisine soru so­ran Has'amh kadına bakan el-Fadl'ın yüzünü başka bir tarafa çevirmiştir[259] Yine Peygamber (sav): "Gayret (kıskançlık) imandandır. Mİzâ (karşılıklı ola­rak birbirlerinden lezzet almak) İse münafıklıktandır" diye buyurmuştur.[260]

Miza, erkek ve kadınların bir araya getirilip sonra da birinin diğerinden lezzet almasını sağlayacak şekilde onları başbaşa bırakmak demektir. Bu ke­lime "mezi"den alınmadır. Bunun erkeklerin, kadınların üzerine salınması an­lamında olduğu da söylenmiştir. Bu ifade meraya bırakılan atı anlatmak üze­re; tabirinden alınmıştır. Erkek hakkında "mezi" dişi hakkında da "kazi" tabirleri kullanılır.

O halde Allah'a ve âhiret gününe iman eden herhangi bir kadının helâl olduğu veya ebedi olarak haram olduğu kimselerin dışında kalanlara zîne-tini göstermesi helâl değildir. Böyle bir kimseye zînetini gösterebilmesi ise, bu hususta erkek ondan ebediyyen ümit kestiğinden dolayı tabiatı itibariy­le ona karşt bir hareket duymayacağından emin oluşundandır. [261]

 

2- Kadınların da Erkeklere Bakmaktan Sakınmaları:

 

Tİrmizî, Um Seleme'nin azatlısı Nebhân'dan rivayet ettiğine göre Peygam­ber (sav) İbn Um Mektûm bulunduktan yere girdiğinde, Peygamber (sav) ona ve Meymune'ye; "Hicab'ın arkasına geçiniz" demiştir. Onlar: Ama o âmâdır deyince, kendisi: "Siz de mi körsünüz, siz onu görmüyor nutsunuz?" diye bu­yurmuştur.[262]

Şayet: "Bu hadis nakil ehlince sahih değildir, çünkü bu hadisi Um Sele-me'den rivayet eden onun azatlısı Nebhân, hadisi delil gösterilmeyen kim­selerdendir. Sahih olduğunu kabul etsek bile, bu Peygamber (sav)ın hicab hususunda işlerini sıkı tuttuğu gibi, hanımlarının hürmeti dolayısı ile işleri on­lara karşı sıkı tutması kabilindendir. Nitekim Ebû Dâvûd ve başka hadis imam­ları da buna böylece işaret etmişlerdir.[263] Geriye bu hususu sabit olmuş sa­hih hadisin ifade ettiği manadan başka bir delil kalmaktadır. O da Peygam­ber (sav)ın Kays'ın kızı Fatıma'ya, Um Şerik'in yanında iddet beklemesini em­rettikten sonra: "O kadının yanına ashabım gider gelir. Sen İbn Um Mektûm'un yanında iddetini bekle, çünkü o gözü görmeyen bir adamdır. Sen elbisele­rini üzerinden bırakacak olursan, o sent görmez"[264] demesidir" denilirse, ce­vabımız şu olur:

Kimi ilim adamı bu hadisi delil göstererek, kadının erkeğin bazı yerleri­ni görmesi caiz olduğu halde erkeğin kadının aynı yerlerini görmesi caiz de­ğildir. Baş, küpelerin takıldığı yer gibi. Ancak avret caiz değildir. Buna gö­re bu hadis yüce Allah'ın: "Mü'min kadınlara da de kb Gözlerini haramdan sakınsınlar" buyruğunun genel ifadesini tahsis etmekte ve bu durumda: edatı bundan önceki âyet-i kerîmede olduğu gibi teb'îz (kısmihk bil­dirmek) için zikredilmiş olmaktadır.

İbnu'I-Arabî der ki; Peygamber (sav)ın Fatıma bint Kays'a, Um Şerîk'in evinden, İbn Um Mektûm'un evine taşınmasını emretmesi, bunun onun için Um Şerik'in evinde kalmasından daha iyi ve uygun olmasından ötürü­dür. Zira Um Şerik'in yanına gidip gelenlerin çokluğu gibi özel bir durumu vardı. Dolayısıyla Fatıma'yi görecek kişiler de çoğalırdı. İbn Um Mektûm'un evinde İse kimse onu görmezdi. Faüma'nın gözünü îbn Um Mektum'dan sa­kındırması ihtimali buna göre daha yüksek ve daha uygun düştüğünden, Pey­gamber bu hususta ona müsaade etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [265]

 

3- Kadının Yabancılara Göstermesi Caiz Olmayan "Zînet’i:

 

Şanı yüce Allah kadınlara âyet-i kerîmenin geri kalan bölümünde istisna ettiği kimseler dışında zînetlerini kimseye göstermemelerini emretmektedir. Buna sebeb fitneye düşmekten ve düşürmekten sakınmaktır. Daha sonra gö­rülebilecek durumdaki zîneti istisna etmiştir. İlim adamları bunun miktarı hususunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Mes'ud dedi ki: Zînetin görünen kıs­mı elbiselerdir. İbn Cübeyr yüzü de buna ekler. Yine Said b. Cübeyr, Atâ ve el-Evzaî: Yüz, eller ve elbiselerdir, demektedirler.

tbn Abbas, Katade ile el-Misver b. Mahreme derler ki: Zînetin görünen kıs­mı sürme, bilezik, kolun yarısına kadar olan kına, küpeler ve ellerde bulu­nan büyükçe yüzüklerdir. Bu ve benzerlerinin kadının yanına girenler tara­fından görülmesi mubahtır.

Taberî, Katade'den "kolun yarısı"nın manası hakkında Peygamber (sav)dan gelmiş bir hadis zikretmektedir. Âişe (r.anhâ)dan, o da Peygamber (sav)dan diye zikrettiği başka bir hadise göre de Peygamber şöyle buyurmuştur: "Al­lah'a ve âhîret gününe iman eden bir kadının, ayhali olmaya başladığı tak­dirde yüzü ve şuraya kadar elleri dışında herhangi bir yerini göstermesi he­lâl olmaz." Peygamber böyle derken kolunun yarısını da eliyle kavradı.[266]

İbn Atiyye dedi ki: Âyet-i kerîmenin lafızlan hükmü gereğince benim kuv­vetli gördüğüm şudur: Kadın zînetini göstermemekle emrolunmuştur. Zînet sayılabilen herbir şeyi saklamak için gayret göstermelidir. Görünen kısmı, ka­çınılmaz olan hareketler halindeki bir zaruret gereğince yahut üstünü, başı­nı düzeltmek ve buna benzer hallerdeki zaruret gereğince istisna edilmiştir. Buna göre "görülen kısan" kadınlar için zaruretin kaçınılmaz kıldığı yerler­dir ve affedilmiş bulunan kısım da budur.

Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Ancak yüz ve ellerin hem adet İtibariy­le hem de namazda ve hacda ibadet esnasında görülmeleri çoğunlukla rast­lanılan bir durum olduğundan dolayı bu istisnanın yüz ve ellere raci olma­sı uygun düşmektedir. Buna da Ebû Davud'un rivayet ettiği şu hadis delil teş­kil eder: Âişe (r.anhâ)dan: Ebubekir'in kızı Esma (r.anhâ), üzerinde şeffaf el­biseler olduğu halde Rasûlullah (sav)m huzuruna girdi. Rasûlullah (sav) ondan yüzünü çevirip ona: "Ey Esma! Kadın baliğ olup ay hali olmaya baş­ladı mı onun şu kısmı müstesna görülmesi uygun olmaz" deyip yüz ve elle­rine işaret etti.[267]

Bu, ihtiyat açısından daha güçlü görülmektedir. İnsanların fesada erdik­lerini göz önünde bulundurarak kadın zînetinin görünen kısmı sayılan yüz ve ellerinden başkasını göstermemelidir. Başarıyı ihsan edecek olan kendi­sinden başka hiçbir rab bulunmayan Allah'tır.

Bizim (mezhebimize mensub) ilim adamlarımızdan İbn Huveyzimendâd der ki: Kadın güzel olup da yüz ve ellerinden ötürü fitneden korkulacak olur­sa, bunları da örtmesi gerekir. Şayet yaşlı yahut da çirkin kabul edilen biri­si ise o takdirde yüz ve ellerini açması caiz olur. [268]

 

4- Zînetin Kısımları:

 

Zînet iki kısımdır. Birisi yaratılıştan gelir, diğeri ise kesbidir. Yaratılıştan gelen zînet kadının yüzüdür. Zînetin aslını, yaratılışın güzelliğini ve hayati­yetin manasını o ifade eder. Çünkü pek çok menfaat ve ilim edinme yolla­rı yüzde toplanmıştır.

Kesbî zînet ise kadının kendi hilkatini güzelleştirmek için giriştiği çaba­lar sonucu ortaya çıkandır. Elbiseler, zînet eşyaları, sürme, kına gibi. Yüce Allah'ın; "Her mescidde zinetinizi alın" (el-A'raf, 7/3D buyruğu da bu kabil­dendir. Şair de şöyle demektedir:

"Zînetlerini takınırlar, gördüğün en güzel şekilde, Güzelliklerinden ötürü süslenmeyecek olurlarsa da onlar, süslenmeyen kadınların en hayırlılarıdır." [269]

 

5- Görünen ve Görünmeyen Zînet:

 

Zînetin kimi zahirdir (görünendir), kimisi bâtındır (görülmeyendir). Zîne­tin görünen kısmt her zaman için ister mahrem, ister yabancı olsun bütün in­sanlara mubahtır. Bu hususta ilim adamlarının görüşlerini zikretmiş bulunu­yoruz. Zînetin görünmeyen kısmının ise, şanı yüce Allah'ın bu âyet-i kerîme­de ismen zikrettiği kimseler ya da ontann yerini tutanlar dışındakilere gös­terilmesi helâl olmaz.

Bilezik hususunda görüş ayrılığı vardır. Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Bi­lezik görünen süs kısmmdandır, çünkü o ellerdedir. Mücahid de dedi ki: O zînetin gizlenmesi gereken kısmına dahildir, çünkü ellerin dışındadır. O kol­lara takılır. İbnu'l-Arabî der ki: Kına ise eğer ayaklara yakılırsa, o batın (gizlenmesi gereken) zînet türündendir. [270]

 

6- Başörtülerini Taksınlar:

 

"Başörtülerini de yakalarının üzerine indirsinler" buyruğunun: "İndirsinler" lafzmdaki "lâm" harfini cumhur sakin olarak okumuş­lardır ki, bu da "emir lâm"ıdır. Ebu Amr ise İbn Abbas'ın rivayetine göre "emir lam"ının aslına uygun olarak esreli okumuştur. Çünkü "emir lanTında aslö-lan esreli olmasıdır. (Cumhûr'un kıraatinde) esrenin hazfedilmesi, ağırlığı do-layisıyladır. Sakin okunması ise, bir takım kelimelerin hafifletilmesi maksa­dıyla bazı esreli harflerinin sakin okunması kabilindendir. Bu fiil, emir olduğundan ötürü cezm mahallindedir. Şu kadar var ki, Sibeveyh'e göre maziye tabi kılmak suretiyle tek bir halde mebnidir.

Bu âyetin (nüzul) sebebi şudur: Kadınlar o dönemde başlarını örttükleri t takdirde, başörtülerini sırtlarının arka tarafına salıverirlerdi. en-Nekkaş der ki: Nabatilerin yaptıkları gibi yaparlardı. Böylelikle boyun ve göğüs kısım­ları, kulakları da örtülmeksizin açıkta kalırdı. Yüce Allah da başörtülerini ya­kalarının üzerine bükmelerini emretmektedir. Bunun şekli de kadının başör­tüsünü göğsünü örtmek maksadı ile yakasının üzerinden geçirmesidir.

Buhârî'nin rivayetine göre Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Allah, ilk muha­cir hanımlara rahmet buyursun. "Başörtülerini de yakalarının üzerine İn­dirsinler" buyruğu nazil olunca, çarşaflarını yırttılar ve onlarla başlarını ört­tüler.[271]

Âişe (r.anhâ)nın huzuruna kardeşi Abdu'r-Rahman'ın kızı Hafsa -Allah hep­sinden razı olsun- boynunu ve orada bulunanları gösterecek şekilde şeffaf bir örtü giyinmiş olduğu halde girdi. Âişe (r.anhâ) bunu alıp yırttı ve: Başör­tüsü örten (alttakini göstermeyen) kalın bir şeyden olup yakanın üzerinden geçirilirse ancak (başörtüsü) olabilir.[272]

 

7- "el-Himar (Başörtüsü)":

 

"Başörtüleri" kelimesi in çoğuludur. Bu da kadının ken­disiyle başını örttüğü şey demektir. "Kadın başörtüsü­ne büründü, bürünür" tabiri ile; "O kokusu hoş olandır" ifa­deleri de buradan gelmektedir.

kelimesi, çoğulu olup, "yakalar" demektir. Bu da göm­lek ya da entarinin (baştan geçirmek için) kesildiği yer manasınadır. Kesmek anlamına gelen; den türemiştir. Meşhur kıraate göre "yakalan" an­lamındaki; kelimesinin "cim" harfi ötreli okunmuştur. Kimi Kûfeli-ler ise "ya" harfi sebebiyle esreli okumuştur. Nitekim: "Evler, yaşlılar" kelimelerini de böyle okurlar. Eski nahivciler böyle bir kıraati caiz kabul etmezler ve bu kelimelerin ilk harflerinin ötreli okunması gerektiğini söylerler. "Fels ve fulûs" gibi,

ez-Zeccâc der ki: Ötrenin yerine esre okumak (ibdâl yoluyla) caizdir. Ham-za'dan rivayet olunan hem ötre, hem de esreyi bir arada okuyuşa ise imkân yoktur. Çünkü -caiz olmayan imâ ile olması hali dışında- böyle bir telaffu­za güç yetirebilmesine imkan bulunmamaktadır.

Mukatil der ki: "Yakalarının üzerine" buyruğu, göğüslerinin üzerine de­mektir. Yani yakalarının bulunduğu yerin üzerine başörtülerini indirsinler. [273]

 

8- "Yaka"nın Yeri ve Mahiyeti:

 

Bu âyet-i kerîmede "ceyb"in (yani yakanın), elbisede göğüs mahallinde olacağına delil vardır. Selefin -Allah onlardan razı olsun- elbiselerinde de ya­kalar böyle idi. Tıpkı günümüzde Endülüs'te kadınların ve Mısır diyarında da erkeklerin, çocukların ve diğerlerinin yaptığı gibi yaparlardı, Buhârî de -yü­ce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-: "Gömleğin ve başka giyeceklerin yaka­sının göğüs kısmında olduğuna dair'[274] diye bir başlık açmış ve sonra da Ebu Hureyre (r.a)ın rivayet ettiği şu hadisi kaydetmiş bulunmaktadır: "Rasûlullah (sav) cimri kimse ile tasaddukta bulunan kimsenin misalini üzerlerinde de­mirden iki cübbe bulunan, iki adamın misaline benzetmiştir. (Bu cübbeleri dolayısıyla) elleri mecburen göğüslerinin hizalanna ve boğazlarına kadar ulaş­mıştır..." Bu hadis tamamiyle daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. el-İsra, 17/29-âyet, l.başhk) Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır; Ebu Hu­reyre dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)ın parmağı ile yakasına şöylece yaptığı­nı gördüm. O yakasını genişletmek ister)cen, onun da bir türlü genişlemedi­ğini bir görmüş olsaydın.[275]

İşte bu açıkça şunu göstermektedir: Peygamber (sav)ın yakası elbisesinin göğüs bölümünde idi. Zira yakası şayet omuz tarafında bulunsaydı, elleri göğ­süne ve boğazına doğru zorunlu olarak toplanmış olmazdı. Bu da (bu husus­ta) güzel bir istidlaldir. [276]

 

9- Kadınların Zînetlerini Görebileceklerden: Kocaları:

 

"Eşlerinden" anlamındaki: lafzı Arap dilinde koca ve efendi an­lamına gelen; çoğuludur. Cibril hadisinde Peygamber (sav)ın belirt­tiği: "Cariye, efendisini doğuracağı vakit"[277] buyruğunda bu lafız, "efendi" anlamındadır ve burada fütuhatın artması sebebiyle edinilecek cariyelerin çoğalacaklanna işarettir. Bunun sonuGunda cariye olan herbir an­ne, çocuğu sebebiyle hürriyetine kavuşacaktır. Sanki onu lütfedip, azad et­miş efendisiymiş gibi olacaktır. Çünkü azadlık onun sebebiyle gerçekleşmiş olmaktadır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır.

Derim ki: Peygamber (sav)ın, Mariye (r.anhâ) hakkında söylediği: "Oğlu onu azad etmiştir"[278] sözünde hürriyeti oğluna nisbet etmesi de bu kabilden­dir. Bu hadise dair en güzel açıklama şekillerinden birisi budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu buyruğun bizim ile ilgili olan kısmı da şudur: Koca ve efendi, kadının zînet mahallini görebileceği gibi, zînetin ötesini de görmek durumundadır. Çünkü onun bedeninin tamamı koca ya da efendiye hem lezzet almak, hem de bakmak itibariyle helâldir. Bundan dolayı yüce Allah ilk olarak "eşlerMen söz etmiştir. Zira onların muttali oldukları, zînetin daha da İleri­sidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar ırzlarını korurlar Eş­lerine yahut sağ elleriyle sahip oldukları (cariyeleri)ne karşı müstesna. Çünkü onlar bundan dolayı kınanmazlar." (el-Mu'minûn, 23/5-6) [279]

 

10- Kocanın, Karısının Avret Mahalline Bakması:

 

İnsanlar kocanın, karısının fercîne bakmasının cevazı hususunda farklı iki görüşe sahihtirler. Bir görüşe göre caizdir, çünkü onun karısından lezzet al­ması caiz olduğuna göre bakmak öncelikle caiz olmalıdır. Caiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Âişe (r.anhâ) kendisi ile Rasûlullah (sav)ın durumunu söz konusu ederken: "Ne ben onunkini gördüm, ne de o benimkini" demiş­tir.[280]

Ancak birinci görüş daha sahihtir. Buradaki ifade İse, edebe daha uygun­dur, diye açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmaktadır.

İlim adamlarımızdan Esbağ da: Diliyle yalaması dahi caizdir, demektedir. İbn Huveyzîmendâd der ki: Koca ve efendi, vücudunun diğer bölümlerine ve fercin -içine değil de- dış kısmına bakması caizdir. Kadının da kocasının, cariyenin de efendisinin avretine bakması aynı şekilde caizdir.

Derim ki: Peygamber (sav)dan şöyle dediği rivayet edilmektedir; "Ferce bakmak körlüğe sebebtir."[281] Yani bakanın kör olmasına sebeb teşkil edebi­lir. Denildiğine göre; onlardan doğacak çocuk kör doğar, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [282]

 

11. Kadınların Zînetlerini Görebileceklerin Arasındaki Farklılık: Yüce Allah öncelikle kocaları söz konusu ettikten sonra ikinci olarak mah­rem olanları söz konusu edip, kendilerine süs yerlerinin gösterilmesi bakı­mından onları eşit seviyede zikretmiştir. Şu kadar var ki, insan nefsinde bulunana uygun olarak mertebeleri farklı farklıdır. Kadının, kocasının oğlu önün­de zînet mahallini göstermekte baba ve kardeşine göre, daha ihtiyatlı olma gerektiğinde şüphe yoktur. Bunların herbirisinin önünde gösterilebilecek yer­ler farklı farklıdır. Elbetteki babanın görebileceği yerlerin bazıları, kocanın oğlunun önünde açılması caiz değildir. Kadı İsmail'in naklettiğine göre Ha­san ve Hüseyin (r.anhuma) mü'minlerin annelerini görmezlerdi. İbn Abbas ise onların mü'nıînlerin annelerini görmeleri helâldir, demiştir. İsmail der ki: Zannederim Hasan ve Hüseyin bu kanaatlerine Peygamber (sav)ın hanımla­rı ile ilgili âyet-İ kerîmede kocaların oğulları söz konusu edilmediğinden uiaş-mış olmalıdırlar. Bu âyet te yüce Allah'ın: "Hanımlar için babaları, oğulla­rı, kardeşleri... hakkında günah yoktur." (el-Ahzab, 33/55) buyruğudur, en-Nûr Sûresi'nde de: "Zînetlerini eşlerinden... başkasına sakın göstermesin­ler" diye buyurmaktadır. İbn Abbas da bu âyet-i kerîmeden hareketle görüş belirtirken, Hasan ile Hüseyin diğer âyete dayanarak sözü geçen kanaate sa­hip olmuşla rdtr. [283]

 

12- Kocaların Oğulları:

 

Yüce Allah: "Kocalarının oğullarından" buyruğu ile kocaların erkek ev­latlarını kastetmektedir.

Bunun kapsamına erkek veya dişilerden olma -oğulların oğulları ve kız­ların oğulları gibi- ne kadar aşağıya inerlerse insinler, çocukların çocukları girer.

Aynı şekilde erkekler tarafından babaların babalan ve annelerin babala­rı gibi ne kadar yukarı çıkarlarsa çıksınlar, kocaların babaları ve dedeler de bu kabildendir. Bunların oğullan da ne kadar aşağıya inerlerse insinler, ay­nı hükümdedir.

Ne kadar aşağı inerlerse insinler kızların oğullan da böyledir. Oğulların çocukları ile kızların çocukları arasında hiçbir fark yoktur. Kadınların kızkar-deşleri açısından da durum böyledir. Bunlar ise öz baba ve annelerden ol­ma kardeşler ile ikisinden birisi vasıtasıyla kardeş olanlardır.

Erkek kardeşlerin ve kızkardeslerin oğullan da ne kadar aşağıya İnerler­se insinler aynı durumdadırlar. Bunların erkek ya da dişi olmaları farketmez. Kızkardeslerin oğullan ile kızkardeslerin kızlarının oğullan gibi. Bütün bun­lar kendileri ile nikâhlanmaları da haram kılınanlar hükmündedirler. Nikâh­ta haramlık, doğum sebebiyle meydana gelen akrabalıktan ötürüdür, bunlar mahrem diye adlandırılırlar. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sû-"resi'nde (4/23. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Cumhurun kanaatine göre amca ve dayı da, kadınlara bakmalarının caiz olması bakımından sair mahremler durumundadırlar.

Âyet-i kerîmede süt emmekten söz edilmemektedir. Önceden de geçtiği üzere süt emme yoluyla akrabalık, neseb yoluyla akrabalık gibidir. eş-Şa'bî »ve İkrime'ye göre ise, amca ve dayı mahrem olanlardan değildir. îkrime şöy­le demektedir: Âyet-i kerîmede bunları söz konusu etmemesi (bu hususta) kendi oğullarına tabî olmalarından (yani amca ve dayı çocuklarının mahrem olmayışından) dolayıdır. [284]

 

13- "Kendi Kadınlarından":

 

"Kendi kadınlarından" buyruğu ile kastedilenler müslüman kadınlardır, müslüman cariyeler de bunun kapsamına- girer. Zimmet ehlinden olsun, başkalarından olsun müşrik kadınlar, kapsamın dışındadır. Mü'min bir kadı­nın, kendisinin cariyesi olması hali müstesna müşrik bir kadının önünde be­deninin herhangi bir tarafını açması helâl değildir. Cariyelerin müstesna ki­li nması İse, yüce Allah'ın: "Cariyelerinden" buyruğu dolayısıyladır.

İbn Cüreyc, Ubade b, Nusey ve Hişam el-Kâri' hristiyan kadının, müslü­man kadın ile öpüşmesini yahut avretini görmesini mekruh kabul ederlerdi. Onlar, "kendi kadınlarından" buyruğunu buna yorumluyorlardı.

Ubâde b. Nusey dedi ki; Ömer (r.a), Ubeyde b. el-Cerrah'a yazdığı mek­tubunda şunları söylemişti: "Bana ulaştığına göre zimmet ehli kadınları, müslüman kadınlarla birlikte hamamlara girmektedirler. Sen bunu yasakla ve buna engel ol. Çünkü zimmi bir kadının müslüman kadının açıkta bulunan bedeninin herhangi bir tarafını görmesi caiz değildir."[285] (Ubade) devamla de­di ki: Bunun üzerine Ebu Ubeyde kalktı, yüce Allah'a dua edip yakardıktan sonra dedi ki: Herhangi bir kadın mazeretsiz olarak sadece yüzünün beyaz­laşması maksadı ile hamama girecek olursa, yüzlerin ağaracağı o günde Al­lah onun yüzünü karartsın.

İbn Abbâs (r.a) dedi ki: Yahudi ya da hristiyan bir kadının, müslüman bir kadını görmesi -kocasına nitelendirmemesi için- helâl değildir.

Bu mesele çerçevesinde fukahânın farklı görüşleri vardır. Şayet kâfir ka­dın, müsiüman bir kadının cariyesi ise hanımefendisine bakması caiz olur. Başkası İse caiz değildir. Buna sebeb ise müslümanfarla kâfirler arasında ve­layet bağının olmaması ile sözünü ettiğimiz hususlardır. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır. [286]

 

14- "Cariyelerinden":

 

"Kendi cariyelerinden" buyruğunun zahiri erkek köleleri, müslüman ve kitab ehli olan cariyeleri de kapsar, tlirn ehlinden bir kesimin görüşü de bu­dur. Âişe ve Um Seleme (r.anhuraâ)nın görüşlerinin de bu olduğu anlaşılmak­tadır. İbn Abbas der ki: Erkek kölenin, hanımefendisinin saçına bakmasın­da bir mahzur yoktur.

Eşheb der ki: Malik'e: Kadın hadım edilmiş kimsenin önünde başörtüsü­nü bırakır mı? diye sorulmuş, o da: Onun yahut da bir başkasının kölesi ol­duğu takdirde evet, ancak hürrün karşısında olmaz, demiştir. Şayet erkekli­ği yerinde olup yaşça büyük, karın tokluğuna çalıştırılan ve sahib olduğu kö­lesi ise, pek üstü başı muntazam olmayıp görünüşü de yerinde değilse, saçlarını görebilir. Yine Eşheb dedi ki: Malik dedi ki: Oğlun yahut da hanı­mın cariyesinin, adamın yanına tuvalete girmesi uygun değildir. (Çünkü) yü­ce Allah: "Yahut sahibi olduğunuz cariye(ler) ile yetinmelisiniz" (en-Nisâ, 4/3) diye buyurmaktadır.

Yine Eşheb, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Bayağı olan bir köle hanımefendisinin saçına bakabilir. Ancak kocanın kölesi için bunu uygun görmemekteyim. Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Şu "cariyelerinden" buyruğu sakın sizi aldatmasın. Bununla sadece cariyeler kastedilmiştir, erkek

köleler kastedilmiş değildir.

eş-Şa'bî, erkek kölenin hanımefendisinin saçına bakmasını mekruh görür­dü. Aynı zamanda bu Mücahid ile Atâ'nın da görüşüdür. Ebû Davud'un kaydettiği rivayete göre Enes (r.a)ın naklettiğine göre Rasûlullah (sav) bağış­lamış olduğu bir köleyi Fatıma'nın yanına götürüp gitti. Fatıma'nın üzerin­de de bir elbise vardı ki, onunla başını örtecek olursa, ayaklarına kadar ulaş­mazdı. Ayaklarından itibaren örtmeye başlayacak olursa, başına kadar ulaş­mazdı. Peygamber (sav) onun bundan çektiği sıkıntıyı görünce dedi ki: "Senin için bir mahzur yok, çünkü bunlardan birisi senin babandır, diğeri ise kölendir."[287]

 

15- Kadınlara Meyli Olmayan Erkekler:

 

"Kadınlara meyli olmayan erkeklerden" buyruğu kadınlara ihtiyacı kalmamış erkekler demektir. Âyet-i kerîmedeki; kelimesi, (mealde; me­yil) ihtiyaç duymak demektir.

Mesela; Şuna ihtiyaç duydum, duyarım, denilir. da ihtiyaç demektir, çoğulu; diye gelir. Yüce Allah'ın: "Ve onunla başka ihtiyaçlarımı da görürüm" (Tâ-Hâ, 20/18) buyruğunda da bu kelime kullanılmıştır. Buna dair açıklama­lar daha önceden (Tâ-Hâ, 20/17-18. âyetler 4. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır. Şair Tarafe de şöyle demektedir:

"Eğer kişi cahilce sözler, günah ve hayasızca sözler söyleyecek olursa, (Belki) bir gün ileri gidebilir (ama) sonra da bütün ihtiyaçları yok olur, gider (hiçbir ihtiyacını karşılayamaz.)"

İlim adamları "kadınlara meyli olmayan erkeklerden" buyruğunun an-lamt hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunun kadınlara bir ihtiyacı ol­mayan ahmak kimse olduğu söylendiği gibi, ebleh diye de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre insanlar arkasından gidip onlarla beraber yemek yiyen ve onlarla oturup kalkan kimse demektir, Böyle bir kimse zayıf ve güçsüa kişi olup kadınlar dolayısıyla içinde herhangi bir istek duymaz, onlan arzulamaz,

Kastın, erkekliği olmayan kimse olduğu söylendiği gibi, hayaları burul­muş, erkek de olmayan dişi de olmayan kimse olduğu da söylenmiştir. Pir-i fanî ve henüz hiçbir şeyin farkında olmayan küçük çocuk olduğu da söy­lenmiştir.

Bütün bu ayrı ifadelerin hepsinin anlamı birbirine yakındır. Ortak özel­likleri, kadınların durumunu kavrayamayan ve bunlara dikkat edecek bir ya­nı bulunmayan kimse olduğudur. Rasûlullah (sav)ın yakınlarında bulunan ve hünsâ olan Hit de böyle idi. Peygamber (sav) onun Ğaylan kızı Bâdiye'riin güzelliklerini anlatırken söylediklerini işitince (hanımlarına) ondan perde ar­kasına saklanmalarını emretti. Buna dair hadisi Müslim, Ebû Dâvûd ve Muvatta'ında Malik ile başkaları Hişam b. Urve'den, o Urve'den, o da Âişe (r.an-hâ)dan yoluyla rivayet etmişlerdir.[288]

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Abdu'l-Melik b. Habib, Malik'in kâtibi Habib'den rivayetle dedi ki: Malik'e dedim ki: Süfyan, Ğaylan'ın kızı hadisin­de "kendisine Hit adı verilen bir Hünsâ" ifadesini ziyade etmiştir. Halbuki se­nin kitabında Hit kaydı yoktur. Malik: Doğru söylemiştir, o böyledir, dedi. Pey­gamber (sav) onu Zü'1-Huleyfe Mescidinin sol taraflarında bir yer olan el-Hima denilen yere sürgüne göndermişti. Habib dedi ki: Yine Malik'e dedim ki: Süfyan hadiste: Oturdu mu bir bina gibidir, konuştu mu yumuşacık konuşur, demiştir.[289] Malik dedi ki: Doğru söylemiştir, o (hadis) böyledir.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Malik'in kâtibi Habib'in, Süfyan'dan ha­diste yani Hişam b. Urve'nin hadisinde söylediğini naklettiği: "Hit adı veri­len bir hünsâ" ifadesi bu hadisi Hişam'dan rivayet eden hiçbir kimse ne İbn Uyeyne, ne de başkası tarafından bilinmemektedir. Yine hadisin ifadeleri ara­sında "Hît adı verilen bir hünsa" diye kimse söyleme mistir. Bunu sadece İbn Cüreyc hadisin tamamlanmasından sonra zikretmiştir. Süfyan'dan naklen onun hadiste: "Oturdu mu bina gibi oturur, konuştu mu yumuşacık konuşur" ifadeleri de bu şekildedir. Bunu da Hişam b. Urve yoluyla gelen hadiste ne Süfyan, ne de başkaları söylemiş değildir. Bu lafız sadece el-Vâkıdî'nin riva­yetinde bulunmaktadır. Hayret edilecek şu ki, bunu Süfyan'dan nakletmek­le, o da Malik'ten onun böyle olduğunu tasdik ettiğini de nakletmektedir. Bu­na bağlı olarak bu Malik'ten gelen bir rivayet olmaktadır. Halbuki bunu Ma­lik'ten, Habib'ten başkası rivayet etmediği gibi, yine ondan başkası da bu­nu Süfyan'dan diye zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Mâlik'İn kâtibi olan Habib ise bütün hadis âlimlerine göre hadisi terkedi-len zayıf bir ravidir, onun hadisi yazılmaz. el-Vakidî ile el-Kelbî'nin Hünsâ Hit denilen şahsın, Um Seleme'nin baba bîr kardeşi olan annesi de Rasûlul-lah (sav)ın halası Atike olan, Abdullah b. Umeyye el-Mahzumî'ye söyledik­lerini belirttikleri sözlere de iltifat edilmez. Bu rivayete göre Hit kızkardeşi Um Seleme'nin evinde bulunan Abdullah b. Umeyye'ye, Rasûlullah (sav)ın da duymakta olduğu şu sözleri söylemiştir: Yarın Allah size Taif i fethetme­yi nasib ederse, sana Sakifli Gaylân b. Seleme'nin kızı Bâdiye'yi (Rasûlullah'tan istemeni) tavsiye ederim. O sana doğru gelince (şişmanlığından) dört lop et ile gelir, geriye döndüğünde sekiz ile gider. Papatya gibi bir ağzı vardır, otur­du mu yapı gibi oturur, konuştu mu şarkı söyler gibi konuşur. Bacaklarının arasındaki yüz üstü kapatılmış kapak gibidir. O Kays b. el-Hatim'in şu be-yitinde dediği gibidir:

"Bakan kimsenin dikkatini üzerinde toplar, kendisi ise hiç oralı olmaz,

Yüzünde sanki inceden inceye kan sızar.

Kadın çeşitleri arasında onun hilkati,

Mu'tedildir o, ne kaba sabadır, ne de son derece zayıf ve bir deri bir kemiktir.

Şanlı ve şerefli olarak uyur,

Yavaşça kalktı mı kırılır, dökülür gibidir."

Bunun üzerine Peygamber (sav) ona: "Ey Allah'ın düşmanı! Sen gerçek­ten ona inceden inceye ve dikkatlice bakmış bulunuyorsun." Sonra da onu Medine'den, el-Himâ denilen yere sürdü. el-Kelbî'nin dediğine göre Taif fet­hedilince, Abdu'r-Rahman b. Avf onunla (Bâdiye ile) evlendi ve ondan Bu-reyhe denilen oğlu dünyaya geldi. Hit, Peygamber (sav) vefat edinceye ka­dar orada sürgünde kaldı. Ebubekir halife seçilince, ona Hit'ten sözedildi, ge­ri çevirmeyi kabul etmedi. Yine Ömer halife olunca tekrar ona Hit'ten bah­sedildi, o da geri gelmesini kabul etmedi. Daha sonra Osman (r.a)a söz edil­di ve ona şöyle denildi: O artık yaşlandı, zayıfladı ve ihtiyaç içindedir. Bu­nun üzerine her cuma Medine'ye girip bir şeyler dilenmesine ve tekrar ye­rine dönmesine izin verdi. Hit, Abdullah b. Ebi Umeyye el-Mahzumî'nin azat­lısı idi. Aynı zamanda Abdullah'ın yine Tuveys adında bir kölesi de vardı.[290] Ebu Ömer dedi ki: Bu kadının adının "ya" harfi İle "Bâdiye" olduğu söylen­diği gibi, "nun" harfiyle "Bâdine" olduğu da söylenmiştir. Ancak ilim adam­larına göre doğrusu "ya" ile olduğudur, çoğunluğunun kabul ettiği görüş de budur. ez-Zübeyrî de adının "ya" ile olduğunu böylece zikretmiştir.[291]

 

16- "Kadınlara Meyli Olmayanlar'a Dair Bir Açıklama:

 

Burada "erkekler", "kadınlara meyli olmamak" ile nitelendirilmiştir. Çünkü bizzat erkekler kastedilmiş değildirler. Bundan dolayı lafız nekre gi­bi olmuştur. "(Mealde): Olmayan" kelimesi katıksız bir nekre sayılma­yacağından marife olan bir kelimenin vasfı (sıfatı) olabilir. Buna bedeldir de diyebilirsiniz. Buna dair yapılacak açıklamalar, daha önce: '...gazaba uğra­yanların...kine değil" (el-Fâtiha, 1/7) buyruğu ile ilgili yapılan açıklamala­ra benzemektedir.

Âsim vcîbn Âmir bu lafzı nasb ile okumuştur. O takdirde bu istisna olur. Zînetlerini (kadınlara) meyli olanlar müstesna, tabi' olanlara (mealde erkek­lere) gösterebilirler, demektir. Hal olması da mümkündür, yani kadınlara yak­laşmamdan acze düşmüş olup onlara tabi olan erkekler zînetlerini görebi­lirler demektir. Bu açıklamayı da Ebu Hatim yapmıştır. Zü'l-hal ise "et-tâbi-în (mealde; erkekler)"deki müzekker zamirdir. [292]

 

17- Çocuklar:

 

"Çocuklar" buyruğu çoğul anlamında cins ismidir. Buna delil ise "O kimseler ki..." ile nitelendirilmesidir. Hafsa'nın, Mushafında ise;.

"Çocuklar" şeklinde çoğul olarak gelmiştir. Ergenlik yaşına yak-laşmadıkça (küçüğe) tıfl (çocuk) denilir.

"Kadınların avret yerlerini henüz anlamayan" ifadesi, kadınlarla ilişki kuracak durumda olmayanlar, demektir. Bu da yaşlan küçük olduğundan do­layı cima' maksadıyla kadınların avretlerini açmamış kimseler anlamındadır. Kadınlarla ilişki kurabilecek yaşa ulaşmamış çocuklar diye de açıklanmıştır. Nitekim; "O şeyi bildim" anlamındadır. Yine bu ifade, o şe­yi kahrettim, ona güç yetirebildim anlamına gelir.

Cumhur "avret yerleri" kelimesindeki "vav" harfini sakin olarak okumuş­lardır. Çünkü "vav"ın üzerinde hareke ağırdır. İbn Abbas'tan "vav" harfini üs­tün okuduğu rivayet edilmiştir, "(o-birj tt): Tencere, tencereler" gibi. el-Ferrâ da, Kayslıların bu kelimeyi "vav" harfini üstün olarak okuduklarını nak­letmektedir. en-Nehhâs: Kıyas böyle söylenebilmesini gerektirir, çünkü bu bir sıfat değildir. Nitekim "Caz önce geçen) tencere, tencereler" kelimesinde de böyledir. Şu kadar var ki "Avret yerleri" kelimesi ve beherle­rinde (vav harfini) sakin okumak daha güzeldir. Zira "vav" hareke alıp da, makabli de harekeli İse o takdirde elife kalbedilir. Bu şekilde söylenecek olur­sa da anlam ortadan kalkar. [293]

 

18- Yüz ve Ellerin Dışında Kalan Vücudun Sair Yerlerini Çocuğa Karşı Örtmenin Hükmü:

 

İlim adamları küçük çocuğun karşısında yüz ve ellerin dışında kalan be­denin diğer yerlerini örtmenin hükmü hususunda farklı görüşlere sahibtir. Bu görüşlerden birine göre bu, bağlayıcı değildir, zira çocuk mükellef değildir, sahih olan görüş de budur. Diğerine göre ise lazımdır, çünkü çocuk da ba­zen arzu duyabilir. Örtünmekle emrolunmuş olan kadın da arzu duyabilir. Şayet ergenlik çağına yaklaşacak olursa, tesettüre riayetin vücubu hususun­da ergenlik yaşına basmış çocuk hükmündedir. Şehveti kaybolmuş yaşlı da onun gibidir. Yine onda da tıpkı küçük çocukta olduğu gibi, iki farklı görüş dile getirilmiştir. Sahih olan ise (avreti açmanın) haramlığının kalıcı olduğu­dur. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî yapmıştır. [294]

 

19-Avret Mahalli:

 

Ön ve arkanın hem erkek, hem kadın için avret olduğunu müslümanlar icmâ' ile kabul etmişlerdir. Yine kadının tamamen -yüz ve elleri müstesnâ-avret olduğunda da icmâ' etmişlerdir. Ancak yüz ve elleri hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İlim adamlarının çoğunluğu da erkeğin avretinin göbek­ten, diz kapağına kadar olduğunu kabul etmişlerdir ve bu avretinin görülmesi caiz değildir. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-A'râf Sû-resi'nde (7/26. âyet, 1. bastıkta) geçmiş bulunmaktadır. [295]

 

20- Kadınların Avreti ve Avretlerini Gösterebilecekleri Bazı Kimseler ile İlgili Açıklamalar:

 

Re'y ashabı derler ki: Kadının kölesine karşı avreti göbek île diz kapağı arasındadır.[296]

îbnu'I-Arabî der ki: Onlar sanki bu durumda hanımefendiyi erkek, köle­yi de kadın gibi değerlendirmişlerdir. Yüce Allah ise kadına bakmayı ya da ondan zevk almayı mutlak olarak haram kılmış, ondan sonra kadından zevk almayı kocalara helâl ktldığı gibi, cariyeleri de helâl kılmıştır. Daha sonra oni-ki kişiye karşı süslenmeyi istisna etmiştir, köle de bunlardandır. Böyle bir ka­naatle bizim nasıl ilgimiz olabilir? Bu yanlış bir görüştür ve doğruluktan uzak bir ictihaddtr. Bazıları yüce Allah'ın: "Cariyelerinden" buyruğunu yalnızca cariyeler hakkında te'vil etmiş, köleleri dışarda bırakmıştır. Said b. el-Musey-yeb bunlardan birisidir. Peki nasıl olur da bu açıklamalarında köleyi dışar­da bırakırlar, sonra da erkek köleleri kadınlar gibi değerlendirirler? Bu ger­çekten uzak bir ihtimaldir. İbnu'l-Arabî der ki; Şöyle de denilmiştir: İfadenin takdiri şöyledir: Yahut onların ihtiyaç sahibi olmayan köleleri ile kadınlara meyli olmayan erkekler... Bu açıklamayı da el-Mehdevî nakletmiştir. [297]

 

21- Ayakları Yere Vurmadan Yürümek:

 

"Gizledikleri zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar" buyruğu şu demektir: Kadın yürüdüğü vakit ayağındaki halhalların sesleri İşitilme­sin diye ay_ağını yere vurarak yürümez. Çünkü zînetin sesini işittirmek, tıp­kı onu açıkça göstermek gibidir. Hatta daha da ileridir, oysa maksat tesettür­dür.

Taberî senedini kaydederek el-Mu'temir'den, o babasından naklen şöyle dediğini zikreder: Hadramî'nin iddiasına göre bir kadın, biri gümüşten, biri de boncuktan iki halhal edinip bunları ayak bileklerine takınmış. Erkeklerin yanından geçtiğinde, ayağını yere vurunca halhal boncuğa isabet edip ses çı­karmış. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inmiş.

Böyle bir 2Înetin sesinin işitilmesi onu açığa çıkarmaktan daha çok şeh­veti tahrik eder. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. [298]

 

22- Zîneti Dolayısıyla Şımarmak:

 

Zîneti dolayısıyla şımanp böyle yapan kadınların bu davranışları mekruh­tur. Bunu süslenmek ve erkeklerin dikkatini çekmek için yapmak ise haram­dır ve yerilmiştir.

Erkek de kendisini beğenerek (ucb) ayağını yere vurursa bu haramdır. Çünkü ucb büyük bir günahtır. Eğer bunu süslenmek kastı İle yaparsa, bu da caiz değildir. [299]

 

23- Bu Âyetteki Zamirlerin Sayısı:

 

Mekkî -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: Yüce Al­lah'ın Kitabında bu âyetten daha çok zamir ihtiva eden bir başka âyet-i ke­rîme yoktur. Bu âyet-i kerîmede mecrûr ve merfû' olmak üzere mü'rain ha­nımlara ait yirmi beş zamir vardır.[300]

 

Bu âyet-i kerîmenin: "Ey İman edenleri Allah'a topluca terbc edin ki fe­lah bulaşınız" bölümüne dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız.[301]

 

24- Tevbenin Gereği:

 

"Teybe edin" buyruğu bir emirdir. Tevbenin vacib ve bir farz-ı ayn oldu­ğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi (4/17-18. âyetler, 1. başlık ve devamı) ile baş­ka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

Buyruğun anlamı: Allah'a tevbe ediniz, çünkü sizler yanılmaktan, yüce Al­lah'ın haklannı edâ etmekte kusurlu hareket etmekten uzak kalamazsınız. O bakımdan durum ne olursa olsun tevbeyi terketmemelisiniz. [302]

 

25- "Ey: Eyyuhâ'nın Okunması:

 

Cumhur: "Ey" lafzım "he" harfini üstün olarak okumuştur. İbn Âmir ise ötreli okumuştur. Bunun izahı da "he" harfini bizzat kelimenin kendisinden kabul etmesi şeklinde yapılır. Bu durumda münâdanın i'rabı da onun üze­rinde yapılmış olur. Ebu Ali ise bunun oldukça zayıf olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: İsmin sonu "ey'in ikinci "ya"sıdır. O bakımdan ötrenin ismin sonunda yer alması gerekir. Şayet burada kelime ile bir arada gelmesi dola­yısıyla "he"nin ötreli olması caiz olursa, o takdirde "Allahumme" lafzında "mim" harfinin de uzunca bir ifadede, sonraki bir kelimeyle bir arada gele­ceğinden ötreli okunması da caiz olmalıdır. Sahih olan ise sudun Peygam­ber (sav)dan bir kıraat şekli sabit olduğu takdirde geriye dilde bunun doğ­ru olduğuna inanmaktan başka bir şey kalmaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm deli­lin tâ kendisidir. el-Ferrâ buna şu beyiti de örnek gösterir:

"Ey başka bir şey kabul etmeksizin direten kalb,

Beyaz, güzel yüzlü ve siyaha çalan dudaklılardan ayılıp, kendine gel!"

Bazıları da: "Ey" üzerinde durak yaparlar, Bazıları da "elif" ile;  diye durak yaparlar. Çünkü bunun vash halinde bu "elifin hazfedi-liş illeti hem kendisinin, hem de ondan sonra gelen "lâm"ın sakin oluşudur. Vakıf yapıldığı takdirde illet ortadan kalkar, dolayısı İle elif de eski haline dö­ner. Nitekim: "İhramda iken aylanmayı helâl saymamak şartı İle" buyru-ğundaki "Helâl saymak" kelimesi üzerinde vakıf yapılırsa, "ya" aynı şekilde geri döner.

Burada sözünü ettiğimiz kıraat farklılığı yüce Allah'ın: "Ey si­hirbaz" (ez-Zuhruf, 43/49) buyruğu ile "Ey ağır yükler altında bulunan iki fırka (insanlar ve cinler)" (er-Rahmân, 55/31) buyruklarında da aynı şekilde söz konusudur. [303]

 

32. İçinizden evli olmayanları köle tc cariyelerinizden de saUh olan­ları evlendirin. Eğer onlar fakir İseler, Allah onları lütfü İle zen­gin kılar. Allah Vâsidir, herşeyi çok iyi bilendir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [304]

 

1- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

 

Bu hitab tesettür ve salâh bahsi ile ilgilidir. Yani aranızdan eşi bulunma­yan kimseleri evlendiriniz, çünkü iffetli kalmanın yolu budur. Hitab velile­redir. Kocalara olduğu da söylenmiş ise de doğru olan birincisidir. Zira yü­ce Allah kocaları kastetmiş olsaydı, "Nikahlayınız (evleniniz)" de­mesi ve hemzesiz okunması gerekirdi. Elif de o takdirde vasi için olurdu.

İşte bu da kadının veli olmaksızın kendisini nikâhlayamayacağının bir de­lilidir. Çoğu ilim adamlarının görüşü de budur. Ebu Hanİfe dedi ki: Dul ya da bakire velisiz olarak denk birisi ile evlenecek olursa, bu nikâh caiz olur. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresinde (2/221. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [305]

 

2- Nikâhlanmanın Hükmü:

 

İlim adamlarının bu hususta üç farklı görüşü bulunmaktadır. Bizim ilim adamlarımız derler ki: Bu hususta hüküm, mü'minin günaha düşmek korku­sunun varlığına, sabredememesine ve sabretme gücü bulup bu hususta gü­naha düşme korkusunun sona ermesi farklılığına göre değişiklik arzeder. Eğer din veya dünya yahut her ikisinde helak olmaktan korkacak olursa, o tak­dirde nikahlanmak kesinlik kazanır. Şayet hiçbir korku söz konusu değilse, her iki hal de onun İçin müsavi ise Şafiî bu durumda nikâh mubahtır, demek­tedir. Malik ve Ebu Hanife ise müstehabdır demektedir. Şafiî nikahlanmak bir zevki karşılamaktır, o bakımdan bu da yemek ve içmek gibi mubah olur, der. Bizim ilim adamlarımız ise: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir"[306] (mealindeki) sahih hadisi delil olarak almışlardır. [307]

 

3- Evli Olmayanlar:

 

Yüce Allah'ın: "İçinizde evli olmayanları" buyruğu, erkek ol­sun, kadın olsun eşleri olmayanlar demektir. Bunun tekili: dır. Ebu Amr dedi ki: Bu kelime; ın maklûbu (yani "mim" ile "ya" harfi arasında de­ğişiklik meydana gelmiş şekii)dır. Dilciler bu kelimenin asıl itibariyle, ister bakire, ister dul olsun kocası olmayan kadın demek olduğunu ittifakla be­lirtmektedirler. Bu açıklama Ebu Amr, el-Kisâî ve diğerlerinden nakledilmiş­tir. Araplar: " Kadın evienmeksizin kaldı" derler. Peygamber (sav)ın hadisinde de şöyle denilmektedir: "Ben ve ergenleşecekleri yahut ta yüce Allah lütfundan onları zengin kılacağı zamana kadar küçük çocukları için evlenmeden duran (süslenmeyi terkedip, çocuklarının bakımına kendi­sini verdiğinden dolayı da) yanakları kararan kadın ile birlikte cennette şu ikisi gibi olacağız."[308]

Şair de şöyle demektedir:

"Eğer aen nikâhlanırsan ben de nikahlanırım, şayet evlenmeden kalırsan, -Ben sizden daha genç olmakla birlikte- ben de evlenmeden kalırım*

Bu kelimenin müzekker ismi; mastar ismi; şeklindedir. Mü-ennes ırmi şekli; müfred mütekellimi de; şeklinde getir. Şair der ki:

''Ben evlenmeden kaldım, öyle ki herbir arkadaş beni kınadı,

Benim evlenmeden kaldığım gibi, Selma da evlenmeden kalır ümidiyle."

Ebu Ubeyd dedi ki: Erkek için de, kadın için de; denilir. Bu çoğun­lukla kadınlar hakkında kullanılır. Erkekler için sanki istiare yoluyla kulla­nılmış gibidir. Umeyye b. Ebi's-Salt der ki:

"Alioğullannın mükâfatlarını versin Allah, Onların evli olanlarına da, evli olmayanlarına da."

Bir kesim de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikahlayabilir. Böy­lesi mü'minlere karam kılınmıştır." (en-Nûr, 24/23) buyruğunun hükmünü neshetmektedir. Biz bunu sûrenin baş tarafında açıklamış bulunuyoruz, Al­lah'a hamdolsün. [309]

 

4- Cariye ve Köleleri Evlendirmek:

 

Yüce Allah'ın: "içinizden evli olmayanları... evlendirin" buyruğu ile kas­tedilenler, hür erkek ve kadınlardır. Daha sonra yüce Allah başkasının mül­kiyeti altında bulunanların hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Kö­le ve cariyelerinizden de salih olanları evlendirin."

el-Hasen "köleleriniz" anlamındaki: kelimesini, şeklinde okumuştur. Bu ise çoğul isimdir.

el-Ferrâ der ki: "Cariyeleriniz" anlamındaki kelimenin nasb île; şeklinde okunması caizdir. Bu durumda onu " Salih olanlar" keli­mesine atfetmektedir. Bu durumda kasıt erkekler ve dişiler olur. Salâhtan ka­sıt iman olur. (İman sahibi köle ve cariyelerinizi nikahlayınız, demek olur).

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Salih olmaları halinde cariye ve kö­lelerin evlendirilmesi istenebilir. Onların evlendirilmesi caizdir, fakat bu hususta bir teşvik ve müstehablık söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah: "Eğer onlarda bir hayır görürseniz, onlarla mükâtebe yapınız." (en-Nûr, 24/33) buyruğu da buna benzemektedir. Diğer taraftan kölede haytr oldu­ğu bilinmese dahi kitabet caiz olabilir. Ancak hitab burada teşvik ve müste­hablık bildirmek sadedinde vârid olmuştur. O bakımdan ancak kendisinde hayır bulunan kimselerle kitabet yapmak müstehab olur. [310]

 

5- Efendi, Cariye ve Kölesini Nikâhlanmaya Zorlayabilir mi?:

 

İlim adamlannın çoğunluğu efendinin köle ve cariyesini nikâhlanmaya (ev­lenmeye) zorlayabileceği görüşündedirler. Bu Malik, Ebu Hanife ve başka­larının da görüşüdür. Malik der ki: Ancak bu zararlı olduğu takdirde caiz ol­maz. Buna benzer bir görüş Şafıîden de rivayet edilmiştir. Sonra da şunu kay­deder: Efendinin kölesini nikâhlanmaya zorlama hakkı yoktur. en-Nehaî der ki: Daha önceden köleleri nikâhlanmaya zorluyorlar ve üzerlerine kapı­yı kapatırlardı,

Şafiî mezhebine mensub olanlar şöyle derler: Köle mükelleftir, o bakım­dan nikâha mecbur edilemez. Zira onun mükellef oluşu, kölenin insan ol­mak bakımından kâmil olduğuna delil teşkil eder. Köle olmak itibariyle mülkiyetin ona taalluku, efendisinin onun rakabesine ve menfaatine malik oluşu açısındandır. Cariye ise böyle değildir. Cariyede onun mülkiyet hak­kı, cariye ile birlikte olup arzusunu gerçekleştirmek için de söz konusudur. Kölenin cinsi isteğinde ise efendisinin herhangi bir hakkı yoktur. îşte bun­dan dolayı hanımefendi kölesine mubah değildir.

Horasan ve Irak ilim adamlarının dayanağı budur. Diğer bir dayanakları da talâk (boşama) hakkıdır. Köle kendi adına nikâh akdine sahip olmakla birlikte, talâk hakkına da sahip olur.

Bizim ilim adamlarımızın lehine olan delil ise, efendinin malik oluş hak­kının, kölenin malik oluş hakkını da kuşatmış olması şeklindeki büyük in­celiktir. Bundan dolayı kölenin ancak efendisinin izniyle evlenebileceği ic-mâ' ile kabul edilmiştir. Nikâh vb. hususlar ise maslahatlar kabilindendir. Kö­lenin maslahatı ise efendinin yetkisi çerçevesindedir. Onun maslahatını gö­rüp gözeten odur ve köle adına bu maslahatı yerli yerince o gerçekleştirir. [311]

 

6- Eğer Fakir îseler Allah Onları Lütfuyla Zengin Kılar:

 

"Eğer onlar fekir iseler, Allah, onları lütfü Ue zengin kılar" buyruğun­da ifade, hürler hakkındadır. Yani erkek ve kadının fakirliği sebebiyle evli­likten kaçınmaya kalkışmayınız. Çünkü "eğer onlar fakir İseler, Allah, on­ları lütfü ile zengin kılar." Bu yüce Allah'ın rızasını isteyerek, O'na masi-yet olan hususlardan korunmak maksadı ile evlenen kimseleri zengin kıla­cağına dair bir vaaddir. İbn Mes'ud der ki: Nikâh yoluyla zengin olmaya ba­kınız demiş ve bu âyet-i kertmeyi okumuştur.

Ömer (r.a) da şöyle demiştir: Yüce Allah: "Eğer onlar fakir İseler, Allah onları, lütfü üe zengin kılar" diye buyurmuşken nikahlanmak suretiyle zengin olmanın yolunu aramayana hayret ederim.

Bu anlamdaki bir ifade tbn Abbas (r.a)dan da rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre (r.a)m rivayet ettiği bir hadise göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Üç kişi vardır ki hepsine Allah'ın yardım etmesi Allah'ın üzerinde bir hak­tır. Allah yolunda cihad eden kimse, iffetli olmayı isteyerek nikâh yapan bir kimse ve borcunu ödemek isteyerek efendisiyle kitabet (yazışma) akdi yap­mış bir kimse." Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmiş bulunmakta dır.[312]

Şayet: Bazen nikâh yapmış fakat zengin olmamış kimseler görebiliyoruz, denilecek olursa, cevabımız şu olur: Bunun sürekli olması gerekmemekte­dir. Bu bolluk bir an dahi gerçekleşse, Allah'ın vaadi de doğru bir şekilde ye­rini bulmuş olur. Buradaki zengin kılmanın, "nefsini zengin kılar" anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Nitekim sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Zenginlik çokça dünya malına sahip olmakla değildir. Zenginlik ancak nefsin zenginliğidir. "[313]

Şöyle de denilmiştir: Bu, kendisine asla muhalif olunmayan bir vaad değildir. Aksine kastedilen şudur: Mal gider ve gelir, o bakımdan zengin olma­yı ümid ediniz.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani yüce Allah dilediği takdirde lütfundan onla­rı zengin kılar. Bu da: "O dilerse yalvardığmız şeyi giderir." (el-En'âm, 6/41) buyruğu ile; "Allah rızkı dilediğine genişletir." (er-Ra'd, 13/26) buy­ruğunu andırmaktadır.

Anlamı: Eğer nikâha muhtaç kimseler iseler, yüce Allah, zinaya yaklaşma-yıp iffetlerini korumaları için onları helâl yoldan muhtaç olmaktan kurtarır, diye de açıklanmıştır, [314]

 

7- Fakirlik Sebebiyle Evlenmekten Uzak Durmamak Gerekir:

 

Bu âyet-i kerîme fakirin evlendirilebileceğine delildir. Fakir, benim ma­lım yokken nasıl evlenebilirim, dememelidir. Onun rızkını vermek Allah'a ait­tir. Peygamber (sav) da kendisini Peygambere bağışlamak üzere gelmiş olan hanımı sadece bir tek elbisesi olan bir kimse ile evlendirmiştir. Böyle bir durumda kadının, fakirlik dolayısıyla nikâhı feshetme hakkı yoktur. Çünkü kadın fakir olduğu halde kocasıyja evlenmeyi kabul etmiştir. Şayet onunla evlendiğinde zengin olmak şartıyla evlenmiş olup da fakir olduğu or­taya çıkarsa ya da daha sonra fakirleşecek olursa, ancak o vakit nikâhı fes­hetme hakkı doğabilir. Çünkü açlığa sabretmek mümkün değildir. Bu görüş bizim (Maliki mezhebimize mensup) ilim adamlarının görüşüdür.

en-Nekkaş der ki: Bu âyet-i kerîme: Hakim, koca nafakayı sağlamayacak kadar fakir olduğu takdirde, karı ile kocayı birbirinden ayırır, diyen kimse­lere karsı bir delildir. Çünkü yüce Allah; "Allah onları zengin kılar" diye bu­yurmaktadır. Onları birbirinden ayırır, diye buyurmamıştır.

Ancak bu oldukça zayıf bir istidlaldir. Bu âyet-i kerîme nafakasını sağla­maktan acze düşmüş kimseler hakkında hüküm bildirmemektedir. Bu sade­ce fakir olup da, evlenen kimseleri zengin kılmaya dair bir vaaddir, Önce­leri zengin iken daha sonra nafakayı sağlayamayacak kadar fakirleşen kim­seye gelince, bunlar hakim kararıyla birbirlerinden ayrılırlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa Allah herbirini lüt­fü ile zengin kılar." (en-Nisa, 4/130)

Yüce Allah'ın lütuflan ise her zaman umulur ve bu lütfunu ihsan edece­ği de vaadedümiştir. [315]

 

33. Nikâh (imkânı) bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar, iffetlerini korusunlar. Sahİb olduğu­nuz köle ve cariyeler arasından sizden mükâtebe isteyenlerle -eğer onlarda bîr hayır görürseniz- mükâtebe yapınız. Onlara Al­lah'ın size verdiği maldan verin. Cariyeleriniz kendilerini ko­rumak İsterken, dünya hayatının geçici metâVm kazanmak için onları zinaya zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphe yok ki Allah onların zorlanmalarından sonra mağfiret ve rahmet edi­cidir.

34.  Andolsun ki Biz, size açıklayıcı âyetler, sizden önce geçmiş olanlardan misaller ve takva sahiplerine de bir öğüt indirdik.

 

Bu buyrukların: "Nikâh (imkânı) bulamayanlar da Allah, lütfundan ken­dilerine zenginlik verinceye kadar, iffetlerini korusunlar" bölümüne da­ir açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [316]

 

1- İffetlerini Koruma Emrinin Muhatabları:

 

"Nikâh (imkânı) bulamayanlarda... iffetlerini korusunlar" buyruğun­da hitab, kendi işinin yetkisini elinde bulunduran kimseleredir. Yetkisi baş­kasının elinde bulunanlara hitab değildir, çünkü bu durumda olan kişiyi yet­kili uygun göreceği cihete götürür. Hacr altında bulunan kimse gibi. Bu hususta farklı bir görüş bulunmamaktadır. İlim adamlarının bu husustaki iki gö­rüşünden birisine göre de hitab köle ve cariyeyedir. [317]

 

2- İffetini Korumanın Mükâfatı:

 

İffetini korudu, iffetli davrandı" fiilinin veznî dir. Afif olmayı istemek demektir. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile, nikahlama imkânı­nı herhangi bir şekilde bulamayan kimselere iffetli olmalarım emretmekte­dir. Nikâhın engellerinden çoğunlukla görüleni mal sahibi olamamak oldu­ğundan ötürü lütfuyla onu zengin kılarak kendisi İle evlenebileceği malı rı-zık olarak vereceği vaadinde bulunmaktadır. Ya da az miktardaki bir mehi-re razı olacak bir kadın bulacağını yahut kadınlara karşı duyduğu arzunun zail olacağı vaadini vermektedir.

Nesaî'nin rivayetine göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)ın şöyle buyur­duğunu nakletmektedir; "Üç kişi vardır ki hepsine aziz ve celil olan Allah'ın yardım etmesi O'nun üzerinde bir haktır; Allah yolunda cihad eden, iffetli dav­ranmak talebiyle nikahlanan ve efendisine borcunu ödemeyi isteyen kitabet (yazışma) akdi yapmış olan.[318]

 

3- İffetli Davranma Emrinin Muhatabları:

 

"Nikâh (imkânı) bulamayanlar da* anlamındaki buyrukta -görüldüğü gi­bi- muzaf hazfedilmiştir. Denildiğine göre burada nikâh hanımın nikâhlan-rnası için gerekli olan mehir ve nafakadır. Nitekim kendisi ile örtülen elbi­seye "lihâf", giyilen şeye "libâs" denilmesi de bu kabildendir. Bu açıklama­ya göre âyette hazf söz konusu değildir. Bu açıklamayı müfessirlerden bir top­luluk yapmıştır. Onları bu açıklamaya iten yüce Allah'ın: "Allah lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar" buyruğudur. Onlar buradan hare­ketle iffetli davranmakla emrolunan kimsenin, kendisiyle evlenebilecek ka­dar malı bulunmayan kişi olduğunu zannetmişlerdir. Ancak böyle bir açık­lamaya göre, iffetli davranmakla emrolunanlar tahsis edilmektedir, bu da za­yıf bir açıklamadır. Aksine iffetli davranma emri daha önceden de açıklamış olduğumuz gibi, hangi sebebten ötürü olursa olsun, nikahlanma imkânı bulamayan herkese yöneliktir. [319]

 

4- Evlenmek İsteyip İmkânları

 

Elverişli Olmayanın Tutumu Ne Olmalıdır? İçinde nikahlanma arzusu bulunan bir kimse eğer buna imkân bulabiliyorsa, onun evlenmesi müstehabdır. Şayet imkânı yoksa, ona düşen iffetli ha­reket etmek, iffetini korumaktır. Oruçla dahi olsa bunun imkânını araştırma­lıdır, çünkü oruç kişinin şehvetini keser. Nitekim sahih haberde de böyle bil­dirilmiştir[320]

Nikahlanma arzusu taşımayan kimseye de uygun olan kendisini yüce Al­lah'a ibadete vermektir. Çünkü haberde: "Sizin en hayırlınız ailesi ve çocu­ğu olmayan (ve bu bakımdan) hafif olan kimsedir" denilmiştir.[321]

Hür kadınlar ile evlenme İmkânı bulamama halinde cariyeleri nikahlama­nın caiz olduğuna dair açıklamalar daha Önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdol-sun.

Yüce Allah'ın bu durumda olan bir kimse için iffetli olmak ile nikahlamak arasında başka bir mertebeyi tesbit etmemiş olması, bunların dışındaki ha­lin haram olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bu hanımlığın kapsamına sağ elinin malik olduğu (cariyeler) girmemektedir. Çünkü o başka bir nass ile mu­bah kılınmıştır ki, bu da yüce Allah'ın: "... yahut sahibi olduğunuz cariyefler) ile (evlenmekle) yetinmelisiniz" (en-Nisâ, 4/3) buyruğudur. Bu buyrukta böylece fazladan cariyelerle evlenilebileceği hükmü de zikredilmiş olmak­tadır. İmam Ahmed'in bu husustaki görüşünün aksine de istimnâ'ntn haram olma hükmü de söz konusu olmaktadır. Aynı şekilde müt'a nikâhı da nesh olduğundan dolayı bu kapsamın dışındadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Mu'minûn Sûresi'nin baş taraflarında (23/1-H. âyetler, 7. başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır. [322]

 

Buyruğun: "Sahip olduğunuz köle ve cariyeler arasından sizden tnükâ-tebe isteyenlerle -eğer onlarda bir hayır görürseniz- mükâtebe yapınız"

bölümüne dair açıklamalarımızı da onaltı başlık[323] halinde sunacağız: [324]

 

5- Kitabet (Yazışma) İsteyen Köleler:

 

"Sahip olduğunuz köle -ve cariyeler arasından sizden mükâtebe İsteyenlerle" anlamındaki buyrukta yer alan: "...enler" ref raahallindedir. el-Halil ve Sibeveyh'e göre bir fiil takdiri ile nasb mahallindedir. Çünkü on­dan sonra bir emir gelmektedir.

Daha önceden köle ve cariyelerden söz edildiğinden, burada da kölenin kitabet isteğinde bulunması halinde onunla kitabet akdi yapmanın müstehab olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, bağımsız olmak, kazanç sahibi olmak ve istediği takdirde de evlenmek maksadı ile bu istekte bulunmuş olabilir ve bu, onun için daha iffetli olur.

Denildiğine göre bu âyet-i kerîme, Huvaytıb b. Abdu'l-Uzza'ya ait Subh -Sabîh de denilmiştir- adındaki bir köle hakkında nazil olmuştur. Bu efen­disinden mükâtebe talebinde bulunduğu halde efendisi kabul etmemişti. Yü­ce Allah da bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Bunun üzerine Huveytıb onunla yüz dinar üzere yazıştı; ödemiş olduğu yirmi dinarı da ona geri verip bağışladı ve Huneyn savaşında öldürüldü. Bunu zikreden el-Kuşeyrî olup, en-Nekkaş da nakletmiştir.

Mekkî dedi ki: Bu Kıptî, Sabîh olup Hâtıb b. Ebi Beltea'nın kölesiydi.

Özetle; yüce Allah bütün mü'minlere kölesi bulunur bu köle kitabeti is­ter, efendisi de bu işin onun için hayırlt-olacağını bilirse, onlarla mükâtebe yapmalarını efendilere emretmektedir. [325]

 

6- Mükâtebe Akdi:

 

(Âyet-i kerîmede lafzan geçen:) "el-Kitâb" ile "el-mükâtebe" aynı şeyler­dir. Mükâtebe de ancak iki kişi arasında cereyan eden işler hakkında kulla­nılan "müfâale" veznindedir. Çünkü "mükâtebe" efendi ile kölesi arasında­ki bir akitleşmedir. Mesela; "Kitabet akdinde bulundu, mükâtebe yaptı, mükâtebe yapmak" denilir. "Savaştı, savaş­mak" denildiği gibi.

Buna göre âyet-i kerîmede "kitab" kelimesi fital, cilad ve difa' (çarpışma, vuruşma, savunma) kelimeleri gibi bir mastardır.

Burada "kitab" tabirinin, üzerinde bir şeyler yazılan bildiğimiz "kitab" an­lamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü Araplar köle ile yazıştıklarında bu­na dair hem kendileri, hem de köleleri hakkında bir yazı yazarlardı.

Buna göre buyruk, kendisi sebebiyle bir kitabın (belgenin) yazılıp ken­dilerine verilmesini gerektiren azat olmak isteğinde bulunanlar.,. demek olur. [326]

 

7- Sert Bir Terim Olarak Mükâtebenin Anlamı:

 

Şeriatte mükâtebe, efendinin kölesi ile taksitlerle ödemek üzere belli bir mal üzerinde anlaşması demektir. Bunu tamamen ödediği takdirde o köle hür olur.

Mükâtebenin iki hali söz konusudur: Birincisi köle mükâtebe talebinde bu­lunur, efendi de bunu kabul eder. Âyetin mutlak ve zahir ifadesinden anla­şılan budur.

İkinci halde ise köle taleb eder, fakat efendi bunu kabul etmez. Bu hu­susta iki görüş vardır: Birisi İkrime, Atâ, Mesrûk, Amr b. Dinar, ed-Dahhak b. Müzahim ve Zahirilerden bir topluluğun görüşü olup böyle bir talebi ka­bul etmek efendinin görevidir, derler.

Ancak İslâm âleminin çeşitli bölgelerindeki ilim adamları, böyle bir yü­kümlülük yoktur, derler.

Bunun vacib olduğunu kabul edenler, emrin mutlak olduğunu delil gös­terirler. "Yap" mutlak olarak zikredildiği takdirde, başka bir delil ile başka bir mananın kastedildiği anlaşılmadığı sürece vücub ifade eder. Bu görüş Ömer b. el-Hattab ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiş olup, Taberî de bunu ter­cih etmiştir. Yine Davud (ez-Zahirî) şunu delil göstermektedir: Muhammed b. Sîrin'in babası olan Şîrîn, efendisi olan Enes b. Malik'ten kitabet akdi ta­lebinde bulunmuş ancak Enes kabul etmemiştir. Ömer (r.a) elindeki kamçı­yı tepesine kaldırıp: "Eğer onlarda bir hayır görürseniz, mükâtebe yapınız" buyruğunu okuyunca, o da mükâtebede bulunmuştur.[327]Dâvûd dedi ki: Ömer (r.a)'ın, Enes için yapmaması mubah olan bir hususta elindeki kamçıyı kal­dırması söz konusu olamazdı.

Cumhur da şunu delil göstermektedir: Köle, efendisinden kendisini bir baş­kasına satmasını isteyecek olursa, efendinin bunu yerine getirmesi icmâ' ile gerekli değildir. Bunun için mecbur edilemez, isterse ona değerinin kat kat fazlası verilsin. Aynı şekilde köle, efendisine: Beni azad et yahut beni mü-debber kıl (ölümünden sonra azad olacağımı söyle) yahut ta beni evlendir diyecek olsa, yine efendinin bunları yerine getirmesi icmâ' ile zorunlu de­ğildir. Kitabet de bu şekildedir, Çünkü kitabet karşılıklı bir ivaz akdidir. O bakımdan ancak rıza ile sahih olur. (Karşı görüşü savunanların) mutlak emir vücub gerektirir, sözleri doğrudur. Ancak o emrin vücubtan başka bir hükme yönlendirilmesini gerektirecek bir başka karinenin bulunmaması halinde bu böyledir. Burada ise "kölede bir hayır bilinmesi" şartına bağlı olarak zikredilmiştir. Yani vücub bâtını bir işe taalluk etmektedir. O da efendinin bu işin hayırlı olacağını bilmesidir. Şayet köle: Benimle yazış de­yip, efendi: Ben bu işin senin için hayırlı olacağını bilmiyorum, diyecek olur­sa, -ve bu gizli bir iş olduğu halde- bu hususta ona başvurulur ve onun de- . diği esas alınır. Bu açıklama bu hususta gerçekten güçlüdür. [328]

 

8- Bu Buyrukta Sözü Edilen "Hayr'ın Mahiyeti:

 

İlim adamları yüce Allah'ın: "Bir hayır" buyruğu hakkında farklı görüş­lere sahihtirler. İbn Abbas ve Atâ, maldır demişlerdir. Mücahid mal ve öde­yebilme demektir, der. el-Hasen ve Nehaî din(darlık) ve güvenilirliktir der­ler.

Malik der ki: Kimi ilim adamını şöyle derken dinledim: Bundan kasıt ka­zanabilme ve (mükâtebe borcunu) ödeyebilme gücüdür. el-Leys'ten de bu­na benzer bir görüş nakledilmiştir. Şafiî'nin görüşü de budur. Abîde es-Sel-mânî dedi ki: Bundan kasıt namaz ve hayırdır. Tahavî der ki: Bundan kas­tın mal olduğunu söyleyenlerin görüşü bize göre sahih değildir. Çünkü kö­lenin kendisi efendisinin malıdır. Onun ayrıca bir malı nasıl olabilir? Bize gö­re buyruğun anlamı şudur: Sizler onların din(dar) ve doğru kimseler olduk larını bilirseniz, ayrıca onların size karşı kendileri üzerindeki kitabet bede­lini eksiksiz ödemek ve davranışlarında doğru olmakla yükümlü oldukları­nı ve bunun kendileri İçin bir ibadet olduğunu bilerek size karşı böylece dav­ranacaklarını bilmeniz halinde onlarla yazışınız.

Ebu Ömer (b. Abdi't-Berr) der ki; Burada "hayırMan kasıt, maldır görü­şünü kabul etmeyenler "ben onlann malının olduğunu biliyordum" anlamın­da: ifadesinin kullanılabileceğini kabul etmezler. Ancak buna benzer ifade şekli; "Ben onlarda hayır, salah ve emanet vasıflarının olduğunu biliyorum" denilebilir. Ben yanında mal olduğunu biliyorum, anlamında; denilmeyip, ancak; denilir.

Derim ki: Berîre hadisi -biraz sonra geleceği üzere-: Hayır'dan kasıt mal­dır, diyenlerin kanaatlerini reddetmektedir. [329]

 

9- Mesleği Olmayanla Kitabet Akdi Yapmak:

 

îlim adamları meslek sahibi olmayan köle ile kitabet akdi yapmak husu­sunda farklı görüşlere sahiptir. İbn Ömer mesleği bulunmayan kölesi ile ya­zışma akdi yapmayı mekruh görür ve: Sen bana insanların kirlerini yememi mi emrediyorsun? derdi. Buna benzer bir görüş Selman el-Farisî'den nakle­dilmiştir.

Hakim b. Hizam'ın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ömer b. el-Hat-tab, Umeyr b. Sa'd'a şunları yazdı: İmdi, sen huzurunda bulunan müslüman-lara insanlardan dilenmesinler diye köleleri ile yazışmalarını yasakla.

el-Evzaî, Ahmed ve İshak da bunu mekruh görmüşler. Malik, Ebu Hani­ce ve Şafiî ise buna müsaade etmişlerdir.

Ali (r.a)dan rivayet edildiğine göre müezzini olan Îbnu't-Teyyah kendisine şöyle demiştir: Malım bulunmadığı halde mükâtebe yapabilir miyim? Ali (r.a): Evet, dedikten sonra insanları bana sadaka vermeye teşvik etti, Bana mükâtebe akdinde ittifak ettiğimiz miktardan fazlasını dahi verdiler. Ben Ali (r.a)ın yanına vardım, bana: Sen bu artan miktarı da kölelikten kurtulmak is­teyenlere ver, dedi.

Malik'ten bunu mekruh gördüğü ve mesleği bulunmayan cariyenin hali­nin bozulmasına, fesada uğramasına sebeb teşkil edeceğinden dolayı böy­le bir cariye ile mükâtebe yapmayı mekruh gördüğü de rivayet edilmiştir. An­cak delil sünnettir, sünnete muhalefet eden şeyler delil olamaz. Hadis imam­larının Âişe (r.anhâ)dan rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Berîre yanıma gel­di ve dedi ki: Benim efendilerim, her sene bir ukiye ödenmek üzere dokuz yılda dokuz ukiye ödemem şartıyla benimle mükâtebe akdi yaptılar, bana yar­dımcı ol... diye hadisin geri kalan bölümünü rivayet etmektedir.[330]

İşte bu; efendinin, yanında hiçbir şey bulunmasa dahi kölesiyle mükâte­be akdi yapabileceğine delildir. Nitekim Berire'nin, Âişe (r.anhâ)ya gelerek, ona efendileri ile yazıştığını ve ondan kendisine yardımcı olmasını istediği­ni görüyoruz. Bu da henüz yazışmanın ilk sıralarında olmuştu, ondan her­hangi bir taksit ödemeden gerçekleşmişti. Bunu İbn Şihab, Urve'den bu şe­kilde zikretmiştir ki Âişe'nin, Urve'ye haber verdiğine göre Berire yazışma be­delini ödemek hususunda Âişe'den yardım istemeye gelmişti ve henüz ya­zışma bedelinden herhangi bir ödeme yapmamıştı. Bunu Buhârî ve Ebû Dâ-vûd rivayet etmektedir.[331]

İŞte bunda herhangi bir sanat, meslek ve mal sahibi olmasa dahi cariye ile yazışma akdi yapmanın caiz oluşuna delil vardır. Peygamber (sav) da Be-rîre'nin bir kazanç yolunun yahut da sürekli bir işinin ya da malının bulunup bulunmadığını sormamıştır. Eğer bu gerekli bir şey olsaydı, elbette bu hu­susta onun hüküm vermesi için buna dair soru sorması gerekirdi. Çünkü o, açıklayıcı ve öğretici olarak gönderilmiştir. Bu hadiste yüce Allah'ın: "Eğer onlarda bir hayır görürseniz" buyruğunda geçen "hayr"ı mal diye yorum­layanların tevillerinin sağlıklı bir te'vil olmadığına ve sözü geçen "hayr"ın gü­venilirlikle birlikte kazanabilme gücü olduğuna delil bulunmaktadır. Doğru­sunu en İyi bilen Allah'tır. [332]

 

10- Kitabet Bedelinin Nitelikleri ve Bedelin Taksitlere Bölünmesi:

 

Kitabet bedeli az miktarda da olabilir, çok da olabilir, taksitli de olabilir.' Çünkü Berire ile ilgili hadisten anlaşılan budur. Bu hususta da ilim adamla­rı arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Hamd, Allah'adır.

Efendi, kölesi ile bin dirhem ödemek üzere anlaşacak olup da herhangi bir vade söz konusu etmeyecek olursa, bu -efendinin hoşuna gitmese dahi-çalışma imkânını bulması miktarına göre taksitlere bölünür.

Şafiî der ki: Kitabet bedeli için belli bir vadenin bulunması kaçınılmaz bir şeydir, asgarisi de üç taksitte ödenmesidir.

Bir defada ödenmesi üzerinde anlaşacak olurlarsa, ilim adamları arasın­da farklı görüşler vardır. Çoğu ilim adamı bir defada ödenmesini caiz kabul ederler. Şafiî ise bir defada Ödenmesinin caiz olmadığını söyler. Derhal ve peşin olarak ödenmesi ise elbette caiz olmaz. Çünkü bu, ancak belli bir şar­ta bağlı olarak azad etmektir. Sanki ona: Sen şunu şunu ödediğin takdirde hür olursun, demiş gibi olur ve bu bir kitabet değildir.

İbnu'l-Arabî der ki: İlim adamları ile selef, kitabet bedelinin peşin öden­mesi halinde iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Bizim (Maliki mezhebine men-sub) ilim adamlarımızın görüşleri de aynı şekilde farklı farklıdır. Kıyasa gö­re sahih olan, kitabetin vadeli olmasıdır. Berîre hadisinde vârid olduğu gi­bi yapılmalıdır. Çünkü efendileri onunla her yıl birer ukiye ödemek şartıy­la dokuz ukiye ödemek üzerine onunla yazışmalardır.

Ashab-ı Kiram da böyle yapmıştır. Bundan dolayı buna "kitabet" adı ve­rilmiştir. Zira bu akid yazılır ve ona şahit tutulur. Böylelikle bu akde verilen isim ve gelen rivayet birbirini desteklemekte, bu akdin anlamı da buna güç kazandırmaktadır. Şayet ödenmesi istenen mal, peşin olacak ve kölenin ya­nında da bir şeyler var ise, bu bir mukataa malı ve mukataa akdi olur, kita­bet akdi olmaz.[333]

İbn Hüveyzimendâd der ki: Peşin ödenmek şartı üzere kölesiyle kitabet akdi yapacak olursa, bu belli bir mat karşılığında azad etmek olur, kitabet olmaz. Ondan başka bizim mezhebimize mensub ilim adamları, peşin öde­necek olan kitabet akdini caiz kabul etmiş ve buna "kitâa" adını vermişler­dir. Kıyas da bunu gerektirmektedir, çünkü kitabet akdinde vade belirlemek, sadece köleye kazanç elde etmek için geniş bir zaman tanımak demektir. Ni­tekim kitabet bedelini belirli taksitlerle Ödemekle yükümlü olan köle, eğer taksit vadeleri dolmadan ödemesini getirip verecek olursa, efendi o ödeme­leri almak ve (ödemesi bitmiş ise) mükatebi vadeden önce azad etmek zo­rundadır. Kûfeli ilim adamları caiz peşin ödenmek şartıyla yapılan kitabet ak­dini kabul etmişlerdir.

Derim ki: Peşin kitabet hususunda Malik'ten açık bir nass varid olmuş de­ğildir. Ancak Majikî mezhebine mensub ilim adanılan: Bu caizdir derler ve bu­na "kitaa" adını verirler, Şafiî'nin üç taksitten aşağısında kitabet caiz değildir, görüşü ise sahih olamaz. Zira bu sahih olsaydı, bir başkasının: Kitabet bede­linin beş taksitten daha aşağı ödenmesi caiz olamaz, demesi de mümkün ola­bilirdi. Çünkü Peygamber (sav)ın döneminde Berîre ile ilgili taksitlerin asga­ri miktarı bu idi. Peygamber (sav) bunu bilmiş ve bu hususta hüküm vermiş­ti. O halde bunun doğru bir delil olması öncelikle daha uygundur.

Buharı, Âİşe (r.anhâ)dan rivayet ettiğine göre Berîre, Âişe (r.anhâ)nın ya­nına gelmiş ve ondan kitabet bedelinde kendisine yardımcı olmasını istemiş­ti. Üzerinde de beş yıllık taksitlere bölünmüş beş ukiye kitabet bedeli bor­cu vardı..[334]

Ancak (bu rivayetin senedinde) el-Leys Yunus'tan, o İbn Şihab'dan, o Ur-ve'den, o da Âişe'den: Üzerinde beş yılda ödenmek üzere taksitlere bölün­müş beş ukiye borç vardı diye rivayet etmiştir.[335]

Ebu Üsame, Hişam b. Urve'den, o babasından, o Âişe (r.anhâ)dan dedi ki: Berîre gelip şöyle dedi: Ben efendilerimle dokuz ukiye... ödemek üzere mü-kâtebe yaptım...[336]

Her iki rivayetin zahiri birbiriyle teâruz'halindedir. Şu kadar var ki Hişam'ın hadisi muttasıl Yunus'un hadisi de munkatı' olduğundan (Hişam'ın rivayeti) daha uygundur. Zira Buhârî "el-Leys dedi ki: Bana Yunus anlattı (haddesenî)" demiştir. Diğer taraftan Hişam babası ve dedesinden rivayet edilen hadisler­de başkasına göre daha bir sağlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [337]

 

11- Kitabet Akdi Yapan Köle Hürriyetine Kavuşmak İçin Bedelin Tamamını Ödemek Zorunda mıdır?

 

Mükâteb üzerinde kitabet bedelinden herhangi bir miktar ödenmeden kal­dığı sürece, köle kalmaya devam eder. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur: "Mükâteb üzerinde kitabet bedelinden bir dirhem (ödenmeden) kaldığı sürece yine köledir. "[338] Bu hadisi Ebû Dâvûd, Amr b. Şuayb'dan, o ba­basından, o da dedesinden yoluyla rivayet etmiştir.

Yine ondan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; "Her­hangi bir köle yüz dinar ödemek üzere mükâtebe akdi yapıp da on dinar müs­tesna geri kalanını ödemiş ise o yine köledir. "[339]

Malik, Şafiî, Ebu Hanife ve mezheblerine mensub ilim adamları ile es-Sev-rî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr, Dâvûd (ez-Zahirî) ve Taberî de hep bu görüş­tedir. Bu görüş aynı şekilde İbn Ömer'den de çeşitli yollardan rivayet edil­diği gibi Zeyd b. Sabit, Âişe ve Um Seleme'den de rivayet edilmiştir. Bu ko­nuda onlardan farklı bir rivayet gelmiş değildir.

Bu görüş aynı zamanda Ömer b. el-Hattab'dan da rivayet edilmiştir. İb-nu'1-Müseyyeb, el-Kastm, Salim ve Atâ da bu doğrultuda görüş belirtmişler­dir. Malik der ki: Beldemizde (itim adamlarından) kime yetiştiysek hep bu şekilde görüş beyan ederdi.

Bu hususta bir başka görüş daha vardır ki, bu görüş Ali (r.a)dan rivayet edilmiştir. Buna göre köle eğer kitabet bedelinin yarısını ödeyecek olursa ar­tık o bir borçludur. en-Nehaî de böyle demiştir. Bu görüş Ömer (r.a)dan da rivayet edilmiştir. Ancak ondan, mükâteb üzerinde bir dirhem kaldığı süre­ce köle kalmaya devam eder, şeklindeki görüşün isnadı, mükâteb kitabet be­delinin yarısını ödediği takdirde artık onun üzerinde kölelik yoktur, şeklin­deki görüşünün isnadından daha iyidir. Bu hükmü de Ebu Ömer (b. Abdi'I-Berr) ifade etmiştir.

Yine Ali (r.a)dan rivayet edildiğine göre; ödediği miktar kadar o kölenin de bir bolümü hürriyete kavuşmuş olur. Yine ondan gelen bir başka rivayete gö­re, ödediği ijk taksit ile birlikte azad olmak, onun üzerinde cereyan eder.

İbn Mes'ud dedi ki: Köle kitabet bedelinin üçte birini ödediği takdirde ar­tık o azad olmuş bir borçludur. Şureyh'in görüşü de budur. Yine İbn Mes'ud'dan rivayet edildiğine göre, şayet kitabet bedeli ikiyüz dinar olup kö­lenin değeri yüz dinar ise, köle değerini teşkil eden yüz dinarı ödediği tak­dirde artık hürriyetine kavuşur. Bu aynı şekilde en-Nehaî'nin görüşüdür.

Bir yedinci görüş de şöyledir: Köle bedelinin dörtte üçünü ödeyip geri­ye dörtte biri kaldığı takdirde, artık o bir borçludur ve bir daha köle olmaz. Bunu da Atâ b. Ebi Rebah ifade etmiş olup ondan bu görüşü İbn Cüreyc ri­vayet etmiştir.

Kimi selef âlimlerinden nakledildiğine göre; köle bizzat kitabet akdi ile artık hürdür ve kitabet bedeli karşılığında borçludur, ebediyyen bir daha kö­le olmaz.

Ancak Berîre hadisi -Peygamber (sav)dan gelişinin sıhhati dolayısıyla- bu görüşü reddetmektedir. Yine bu hadiste mükâtebin köle olduğuna dair açık bir delil vardır. Eğer bu olmasaydı, Berîre satılmayacaktı. Şayet Berîre'nin bir bölümü azad edilmiş olsaydı, hiçbir şekilde bu azad edilmiş bölümünün sa­tışı caiz olmazdı. Zira Peygamber efendimizin icmâ' ile kabul edilmiş sünnet­lerinden birisi de hür olan kimsenin satılamayacağı şeklindedir.

Selman ile Cuveyriye'nin kitabeti de bu şekildedir. Peygamber (sav) ki­tabet bedellerini ödeyinceye kadar onların herbirisinin tamamen köle olduk­larına dair hüküm vermiştir. Bu da; mükâtebin üzerinde ödemesi gereken her­hangi bir miktar kaldığı sürece o bir köledir, şeklindeki görüşlerin lehine bir delildir.

Mükâteb hususunda Zeyd b. Sabit, Ali b. Ebi Talib ile tartışmıştır. Ali'ye şöyle demiştir: Böyle birisi zina edecek olursa, onu recm eder misin, yahut ta şahitlik edecek olursa, şahitliğini geçerli kabul eder misin? Ali (r.a): Ha­yır demiş. Bu sefer Zeyd: O halde üzerinde ödemesi gereken bir şey kaldı­ğı sürece o bir köledir, demiş.

Nesâî'nin, Ali ve İbn Abbas (r.anhum)dan naklen kaydettiği rivayete gö­re Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Mükâteb'ten ödediği miktar kadarı azad edilir. Ödediği miktar kadarıyla ona had uygulanır ve ondan azad edildiği kadarı ile de miras alır." Bu hadisin isnadı sahihtir.[340]

Bu da Ali (r.a)dan gelen rivayetin lehine bir delildir. Aynca Ebû Davud'un, Um Seleme ile kitabet akdi yapmış bulunan Nebhân'dan kaydettiği rivayeti ile de desteklenmektedir. Nebhan dedi ki: Ben Um Seleme'yi şöyle derken dinledim: Rasûlullah (sav) bize (biz hanımlarına) buyurdu ki: "Sizden her­hangi birinizin mükâteb bir kölesi olur da onun yanında (kitabet bedelini) ödeyecek bir şeyler var ise, o vakit ondan perde arkasına saklanmalısınız." Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş olup, hasen, sahih bir hadistir, demiştir.[341]

Şu kadar var ki, bunun Peygamber efendimizin zevcelerine bir hitabı olup onlar hakkında ihtiyat ve vera'a uygun olan bir talimat olma ihtimali vardır. NiteJdm Peygamber (sav)in, bir erkeğin, hanımı Sevde'nin kardeşi olduğu­na hüküm vermiş olmakla birlikte (ihtiyaten): "Ondan hicab arkasında giz­len" demesi[342] ile Âişe ve Hafsa'ya: "Siz ikiniz de kör müsünüz? Siz onu gör­müyor musunuz?" demesi de bu kabildendir.[343] Burada kastettiği şahıs İbn Um Mektum'dur. Halbuki aynı zamanda o Fatıma bint Kays'ar "İbn Um Mektum'un yanında iddetini bekle" demişti.[344] Bu hususa dair açıklamalar da daha ön­ceden geçmiş bulunmaktadır. [345]

 

12- Köle Taksitlerini Ödemez, Efendi de İstemezse:

 

İlim adamlarının icmâ' ile kabul ettiklerine göre kitabet akdi yapmış olan kölenin ödemesi gereken taksitlerden birisinin veya ikisinin, yahut bütün tak­sitlerin zamanı geldiği halde, bu taksitleri istemeyip onu kendi haline bıra­kırsa, onlar kitabet akdini sürdürmekte sabit kalmaya devam ettikleri süre­ce fesholmaz. [346]

 

13- Kölenin Kitabet Akdini Ödeyememesi ve Bundan Önce Yaptığı Ödemelerin Durumu:

 

Malik dedi ki: Kölenin görünen malı bulunuyor ise (kitabet bedelini ödemekten) âciz olduğunu söylemek hakkı yoktur. Eğer açıkta görünen bir malı yoksa, böyle bir hakka sahiptir.

el-Evzaî der ki: Eğer köle borcunu ödeyecek kadar güç, kuvvet sahibi bir kimse ise aciz olduğunu söyleme imkânına sahip değildir.

Şafiî ise der ki: Onun malının olduğu bilinsin, bilinmesin kitabetin bede­lini ödeyebilecek gücünün olduğu bilinsin, bilinmesin ödemekten âciz oldu­ğunu söylemek hakkına sahiptir. Ben bu bedeli ödeyemiyorum, kitabet ak­dini iptal ettim, diyebilmek hakkına sahfptir.

Malik de der ki: Mükâteb âciz olduğunu ortaya koyarsa, acizlikten önce efendisinin ondan kabzettiği bütün taksitler efendiye helâl olur. Bu İster kö­lenin kendi öz kazancı olsun, isterse de ona verilen sadaka olsun, farketmez. Kölelikten kurtarılması için kendisine yapılan fakat kitabetini kar­şılayamayacak miktardaki bedellere gelince, bu hususta ona yardımcı olan herkesin verdiğini yahut mükâtebin helâllik dilediği miktarı rucû1 edip geri almak hakju vardır. Şayet kölelikten kurtulmak için değil de sadaka olsun diye ona yardımcı olmuş iseler, bu miktar kölenin âciz olduğunu bildirmesi halinde efendisine helâl olur. Eğer aldığı miktarlar kendisini kölelikten kur­tarmaya yeterli gelip geriye bir miktar da artacak olursa verilen bu miktar­lar şayet kölelikten kurtanlmast maksadı ile verilmiş İse; artan miktan bu mak­satla kendisine yardımcı olanlara hisselerine göre geri çevirir, veya o mik­tarı ona helâl ederler. Bütün bunlar İbnu'l-Kasım'ın naklettiği üzere Malik'in görüşleridir.

İlim adamlarının çoğunluğu da şöyle demektedir: Efendinin mükâteb kölesinden kitabet bedeli olarak kabzettikleri ve köle âciz olduğunu beyan ettikten sonra efendisinin elinde artan sadaka ya da başka mallar, efendisine aittir. Efendisinin bütün bunları alması ona helâldir. Şafiî ve Ebu Hanife mez-Tıeblerine mensub ilim adamlarının, Ahmed b. Hanbel'in görüşü ve Şureyh'ten gelen bir rivayet böyledir.

es-Sevri der ki: Efendi kölenin kendisine verdiklerini kölelikten azad et­meye ayırır. Mesrûk'un, en-Nehaî'nin görüşü ve Şureyh'ten gelen bir rivayet bu şekildedir.

Bir kesim de şöyle demektedir: Efendinin köleden kabzettikleri efendiye aittir. Acizlikten sonra elinde artmış olan miktar ise efendisine değil, köle­ye aittir. Bu da; kölenin de mülkiyet hakkı vardır, kanaatinde olan bazı ilim adamlarının görüşüdür.

İshak da der ki: Kitabet hali esnasında kendisine verilen miktarlar, ger­çek sahiplerine geri iade edilirler. [347]

 

14- Kitabet Akdi île İlgili Çeşitli Hükümler:

 

Berîre hadisi değişik yollardan ve çeşitli lafızlarla gelmiş olmakla birlik­te Berîre'nin satışının, önceden yapılmış bir kitabet akdinden sonra gerçek­leştiğini ihtiva etmektedir. İlim adamları bundan dolayı mükâtebin satışı hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. Buhârî de "razı olması halinde mükâte­bin satılması" diye bir başlık açmış bulunmaktadır.[348]

İbnu'l-Münzir ile ed-Dâvûdî mükâtebin satılmaya razı olması halinde, be­delini ödemekten âciz olmasa dahi azad etlilmek maksadı ile satılmasını ca­iz kabul edenlerdendir. Ebu Ömer b. Abdİ'l-Berr'in beğendiği görüş de bu­dur. İbn Şihab, Ebu'z-Zinad ve Rabia da böyle demişlerdir. Ancak onlar şöy­le de derler: Çünkü kölenin satılmaya razı olması, onun bir acizliğinin ifa­desidir.

Malik, Ebu Hanife ve mezheblerine mensub ilim adamları ise şöyle demek­tedirler: Mükâteb, mükâteb olarak kaldığı sürece -âciz olduğunu bildirmedik­çe- satışı caiz olmaz. Onun kitabetinin satışı da hiçbir halde caiz değildir. Şa­fiî'nin Mısır'daki görüşü de budur. Irak'ta ise: Satışı caizdir, ancak kitabeti­nin satılması caiz değildir, derdi. Malik ise kitabetin satışını caiz kabul etmek­tedir. Onu ödeyecek olursa azad olur, aksi takdirde kitabeti satın alanın kö­lesi olmaya devam eder. Ebu Hanife ise bunu kabul etmez, çünkü bu bir ğa-rar satışıdır (kesin olmayan satış).

Şafiî'nin ise caiz kabul eden ve etmeyen şeklinde farklı görüşleri gelmiş­tir. Bir kesim de şöyle demektedir: Mükâtebin kitabet bedeli devam etmek şar­tıyla satılması caizdir, eğer bedelini tamamen ödeyecek olursa azad olur ve onun velâsı onu satana ait olur. Eğer ödemekten acze düşerse, onu satanın kölesi olur. en-Nehaî, Atâ, el-Leys, Ahmed ve Ebu Sevr de böyle demiştir.

el-Evzaî de şöyle demektedir: Mükâteb ancak azad edilmek için satılır. Bedelini ödemekten acze düşmeyen önce satılması ise mekruhtur. Ahmed ve İshak'ın da görüşü budur.

Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) der ki: Berîre hadisinde mükâtebin vadesi gel-raiş herhangi bir taksidi ödemekten âciz olmamakla birlikte, satılmaya razı olduğu takdirde, satılmasının caiz olduğunu göstermektedir ve bu mükâte-bin âciz olmadıkça, satılması caiz değildir, iddiasında bulunanların görüşle­rine muhaliftir. Çünkü Berîre herhangi bir taksidi ödemekten acze düşmüş olduğunu söz konusu etmediği gibi, ödeme vadesi gelmiş bir taksidinin ol­duğunu da bildirmemiştir. Peygamber (sav) da kendisine: Sen ödemekten âciz misin? Yoksa vadesi gelmiş bir taksidin var mı? diye de sormamıştır. Şayet ki­tabet akdi yapmış köle ve cariyenin satılması ancak vadesi gelmiş bir taksi­din ödenmesinden acze düşülmesi halinde caiz olması gibi bir durum olsay­dı, Peygamber (sav) mutlaka ona: Âciz midir? değil midir? diye sorar ve onun vadesi gelmiş bir taksidini dahi olsun ödemekten acze düştüğünü bilmeden onun satın alınmasına asla izin vermezdi.

ez-Zührî yoluyla gelen hadiste de Berîre'nin henüz kitabet bedelinden bir şey ödememiş olduğu kaydedilmektedir. Ben bu hususta sözü edilen Berî­re hadisinden daha sahih delil olacak bir rivayet bilmemekteyim. Peygam­ber (sav)dan da onunla çelişen bir rivayet nakledilmemiştir. Gelen haberle­rin hiçbirisinde de ödemekten yana âciz olduğuna delil teşkil edecek bir ifa­de bulunmamaktadır.

Mükâtebin satılmasını kabul etmeyenler bazı hususları delil göstermişler­dir: Bunlardan birisi şudur: Sözü edilen bu kitabet akdi henüz gerçekleşme­mişti. Berîre'nin: "Ben efendilerimle kitabet akdi yaptım" demesinin anlarm, bu hususta onlarla karşılıklı rızamız oldu ve onlar kitabet miktarını ve vade­sini belirlemekle birlikte henüz bu akdi gerçekleştirmediler, demektir. Şu ka­dar var ki, hadislerin zahiri ifadelerin akışı üzerinde dikkatle düşünülecek olursa, durumun bunun aksi olduğu görülecektir.

Bir diğer görüşe göre, Berîre ödemekten acze düşmüş, o bakımdan efen­dileri ile birlikte kitabeti feshetmek üzere ittifak etmiştir. İşte o vakit satış sa­hih olmuştur. Ancak bu açıklama şu görüşü ileri sürenler için uygun düşer: Mükâtebin âciz olduğunun anlaşılması eğer köle ile efendi bu hususta anla­şacak olurlarsa, ayrıca hakimin hükmüne muhtaç değildir. Çünkü hak bu iki­si İle ilgilidir, bilinen mezheb (görüş) de budur. Suhnûn ise şöyle der: Bu ko­nuda mutlaka yetkilinin hükmü gereklidir. Çünkü o her ikisinin karşılıklı ola­rak yüce Allah'ın hakkını terketmek üzere anlaşabileceklerinden korkmuştur.

Berîre'nin ödemekten yana âciz olduğunun doğruluğuna şu rivayet delil­dir: Berîre, Âişe (r.anhâ)nın yanına gelmiş ve kitabet bedelinin ödenmesi hu­susunda ondan yardım istemişti. Henüz daha kitabet bedelinden de hiçbir şey ödememişti. Âişe (r.anhâ) kendisine şöyle dedi: "Sahiplerinin yanına geri dön. Şayet istiyorlarsa senin yerine kitabet bedelini ödeyebilirim." Bu, ifadenin za­hirine göre onun kitabet bedelinin tamamını ya da bir bölümünü ödemesi ta­hakkuk etmişti. Zira ödenmesi icab etmedikçe hiçbir hakkın yerine getiril­mesine dair hüküm verilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İşte bu açıklamalar onların bu husustaki açıkladığımız görüşlerine dair en kuvvetli delilleridir.

İbnu'l-Münzir der ki: Efendi mükâtebini satamaz, diyen kimselerin: Berî-re (ödemekten yana) acizlik çekmiş olabilir, demesi dışında herhangi bir de­lilinin bulunduğunu bilmiyorum. Şafiî de der ki: Bu hadisin en açık manala­rından birisi de, mükâtebin sahibi olan kimsenin mükâtebi satabileceğidir. [349]

 

15- Mükâteb Kitabet Bedelini Ödemekle Hürriyetine Kavuşur:

 

Mükâteb kitabet bedelini tamamen öder ödemez hürriyetine kavuşur ve ayrıca efendisinin onu azad ettiğini bildirmesine gerek yoktur. Kitabet akdi döneminde kölenin cariyesinden doğan çocuklarının durumu da aynı şekil­dedir. Onun hürriyetine kavuşması ile onlar da hürriyetlerine kavuşurlar, an­cak onun köleleşmesi dolayısıyla onlar köle olmazlar. Çünkü bir kimsenin cariyesinden olma çocuğu, hür olan nazar-ı itibara alınmak suretiyle kendi mesabesindedir. Kitabet akdi yapmış olan cariyenin çocukları da aynı durum­dadır. Eğer kitabet akdinden önce çocukları varsa, bunlar şart koşulmadık -ça kitabetin kapsamına girmezler. [350]

 

16- Kitabet Akdi Yapanlara Yardımcı Olmak:

 

"Onlar» Allah'ın size verdiği inaldan verin" buyruğu efendilere kitabet malı hususunda kölelere yardımcı olmaya dair bir emirdir. Bu ya efendile­rin ellerinde bulunan mallardan onlara bir şeyler vermeleri suretiyle gerçek­leşir, yahut onların ödemekle yükümlü tutuldukları kitabet malının bir kıs­mını üzerlerinden indirmekle gerçekleşir. Malik der ki: Mükâtebin üzerinde­ki son kitabet taksidinden indirim yapar. Nitekim İbn Ömer de otuzbeşbin-den beşbin indirim yapmıştır. Ali (r.a) da indirilen bu miktarın kitabet bede­linin dörtte biri kadarı olmasını güzel görmüştür.

ez-Zehravî der ki: Bu Peygamber (sav)dan rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud ile el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ise üçte birinin indirilmesini güzel görmüşlerdir.. Katade onda biri indirilir derken, İbn Cübeyr ondan bîr şeyler indirir demiş ve buna dair bir sınır belirlememiştir. Şafiî'nin görüşü de budur, es-Sevrî de rJu görüşü güzel bulmuştur.

Şafiî der ki: "Şey" kendisine şey denilebilecek asgari miktardaki şey hakkında kullanılır. Efendi bu indirime mecbur edilir, efendi ölmüş ise hakim ta­rafından bu hususta mirasçıların aleyhine hüküm verilir.

Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-in görüşüne göre bu emir mendub-*  luk ifade eder. İndirilecek miktar için herhangi bir sınır takdir etmemiştir.

Şafiî yüce Allah'ın: "Onlara...verin" emrinin mutlak oluşunu delil göster­miş ve vacibin menduba atfedil meşinin Kur'ân-ı Kerîm'de olsun, Arap dilin­de olsun bilinen bir ifade tarzı olduğu görüşünü dile getirmiştir. Nitekim yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, akrabaya (bir-şeyler) vermeyi emreder..." (en-Nahl, 16/90) vb.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu hususu ondan önce Kadı İsmail b. İshak da zik­retmiş bulunmaktadır. Şafiî bir şeyler vermeyi vacib kabul etmiş, kitabeti ise vacib kabul etmemiştir. Böylelikle o aslolan kitabeti gayr-ı vacib, onun fer'i durumundakini (birşeyler vermeyi) ise vacib olarak değerlendirmiştir. Böy­le bir görüşün ise benzeri bulunmamaktadır, o vakit bu katıksız bir iddia olur (delilsizdir.) Şayet: Bu nikâh gibidir, nikâh vacib değildir, fakat nikâh akdi gerçekleşti mi onun hükümleri de vacib olur. Bunlardan birisi de (boşanan kadına) mut'a vermektir, denilecek olursa, biz de şu cevabı veririz: Bize gö­re mut'a vacib değildir, dolayısıyla Şafiî'nin görüşünü kabul edenlerin ileri sürebilecekleri bir dayanak yoktur. Osman b. Affan ise kölesi ile mükâtebe akdi yapmış ve onun kitabet bedelinden hiçbir indirim yapmayacağına da­ir de yemin etmiştir... diye uzun açıklamalarda bulunur.

Derim ki: el-Hasen, en-Nehaî ve Büreyde şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın: "Onlara—verin" buyruğunda hitab bütün insanlara, kitabet akdi yapmış olan­lara sadaka vermeleri ve kölelikten kurtulmaları hususunda onlara yardım­cı olmaları için bir hitabtır. Zeyd b. Eşlem de der ki: Burada hitab yönetici­leredir, kitabet akdi yapmış olanlara zekât mallarından paylarına düşeni vermelerini emretmektedir. İşte yüce Allah'ın: "Sadakalar... kölelere... mah­sustur." (et-Tevbe, 9/60) buyruğunun ihtiva ettiği anlam budur. Bu iki gö­rüşe göre mükâtebin efendisinin kitabet bedelinden bir şeyler indirmek yü­kümlülüğü yoktur. Buna delil de şudur: Şayet yüce Allah kitabet taksitlerin­den herhangi bir indirimde bulunmalarını kastetmiş olsaydı: Ve onlardan şu­nu indirin, demesi gerekirdi. [351]

 

17- Kitabet Bedelinden İndirim İlk Taksitlerden mi, Son Taksitlerden mi Yapılır?

 

Eğer bizler, bu buyrukta muhatablar efendilerdir, görüşünü kabul edecek olursak, şunu da belirtelim ki Ömer b. el-Hattab'ın görüşüne göre indirim be­delin ilk taksidinden yapılmalıdır. Böylelikle son taksidine erişilemeyecek korkuşuyla yapılacak hayırda, efendi elini çabuk tutmuş olur.

Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkalarının görüşüne göre ise indirim en son taksitte yapılır.

Bunun sebebine gelince, şayet indirim ilk taksitten yapılacak olursa, bel­ki köle kitabet bedelini ödemekten acze düşer, o takdirde köle de malı da efendisine geri döner. O zaman da yaptığı indirim sadakanın bir bakıma tek­rar kendisine dönüşü gibi dönmüş olur. Bu da Abdullah b. Ömer ve Ali'nin görüşüdür.

Mücahid der ki: Herbir taksitten bir miktar indirir.

İbnu'l-Arabî der kî: Görüşüme göre daha kuvvetli olan indirimin son tak­sitten olacağıdır. Çünkü indirim her zaman için borçların son ödemeleri sı­rasında gerçekleşir. [352]

 

18- Kitabet Akdi Yapmış Olan Kölenin Satılması:

 

Mükâteb, kitabet akdinden sonra kendisinin rızası ile azad edilmek üze­re satılacak olur da satıcısı onun bedelini kabzettikten sonra, satıcının ona karşılık alrmş olduğu bedelden ona bir şeyler ödemek yükümlülüğü yoktur. İster azad edilsin diye satmış olsun, ister bü maksatla satmamış olsun farket-mez. Bu da mükâtebin kitabet bedelini ödediği efendisinin kölesine bu be­delden bir şeyler ödemesine yahut yüce Allah'ın kitabında emrettiği üzere son taksidinden ya da herhangi bir şekilde ödemelerinden bir şeyler indirmesi­ne benzememektedir. Çünkü Peygamber (sav) Berîre'nin efendilerine, -azad edilmesi için onu satmış olmalarına rağmen- ondan kabzetmiş olduk­ları maldan tekrar Berîre'ye bir şeyler vermelerini emretmiş değildir. [353]

 

19- Kitabet Akdinin Niteliği: t

 

İlim adamlan kitabet akdinin niteliği hususunda farklı görüşlere sahibtir-ler. İbn Huveyzimendâd der ki: Bu akdin niteliği şu şekildedir: Efendi köle­sine; seninle şu kadar malı, şu taksitlerle ödemen şartı ile kitabet akdi yapı­yorum. Bu ödemeleri tamamladığın takdirde sen hürsün, der. Yahut ona: Sen bana on taksitte bin (dirhem) öde ve o takdirde hür olursun, demesi sure­tiyle olur. Köle de: Ben bunu kabul ettim veya buna benzer lafızlarla karşı­lık verir. Bu ödemeyi ne zaman tamamlarsa, hürriyetine kavuşur.

Aynı şekilde köle, efendisine benimle kitabet akdi yap diyecek olursa,  ' efendi de yapayım yahut seninle yazışayım demesi halinde de böyledir.

İbnu'l-Arabî der ki; Böyle bir şeye gerek yoktur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in lafzı böyle bir şeyi gerektirmediği gibi, hal de buna tanıklık etmektedir. Ancak söz konusu edilecek olursa güzel olur, şayet sözü edilmeyecek olursa bu da zaten bilinen bir husustur. Ayrıca sözle söylenmesine gerek yoktur.

Aslında bu bahsin meseleleri ve bunların dalları budaklan pek çoktur. Biz bu meselelerin esaslarının bir bölümünü zikretmiş bulunuyoruz. Kısa açık­lamaları yeterli görenler için bu kadarı kâfidir. Hidayete iletme başarısı Al­lah'tandır. [354]

 

20- Mükâtebin Mirası:

 

Mükâtebin mirası hususunda ilim adamlarının üç farklı görüşü vardır. Malİk'in görüşüne göre mükâteb ölüp geriye, kalan kitabet borcundan daha fazla miktarda bir mal terkedecek olursa ve kitabet döneminde dünyaya gelmiş ya da onlar adına da kitabet yapmış olduğu çocukları varsa, onun ço­cukları kitabet bedelinin ödenmesinden sonra arta kalan mala mirasçı olur­lar. Çünkü onların da hükmü babalarının hükmü gibidir. Eğer geriye artan bir mal bırakmamış ise, kitabet bedelinin geri kalan bölümünü onlar temin etmek için çalışmalıdırlar. Babalan azad edilmedikçe, onlar hürriyetlerine kavuşamaz­lar. Babalan onların da kitabet bedelini ödemiş ise, çocukların aleyhine bu hususta (efendinin) bir rücû' hakkı.yoktur. Çünkü efendilerine rağmen hür­riyetlerine kavuşurlar. Dolayısıyla babalarının mirasına onlar daha bir hak sa­hibidirler, çünkü babalarının bütün hallerinde babalan ile eşittirler.

İkinci görüşe gelince, geriye bıraktığı malından bütün kitabet bedeli ödenir ve hür alarak ötmüş gibi değerlendirilir. Bütün çocukları da ona mi­rasçı olurlar. Çocuklarından ölümünden önce hür olanlar ile kitabet akdi es­nasında hür olmayıp, onlar adına akitleştiği çocuklan yahut kitabet dönemin­de doğmuş olan çocuklan arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü hepsi de kita­bet yükümlülükleri kendi adlarına ödenmiş olmakla birlikte, hürriyet bakı­mından birbirleriyle eşitlenmiş olurlar.

Bu görüş Ali ve İbn Mes'ud'dan, Tabiîn arasından Atâ, el-Hasen, Tavus ve İbrahim'den rivayet edilmiştir. Küfe fakihleri Süfyan es-Sevrî, Ebu Hanife mez­hebine mensub fakihler, el-Hasen b. Salih b. Hayy da bu görüştedir. İshak da bu görüşü benimsemiştir.

Üçüncü görüş; mükâteb kitabet bedelinin tamamını ödemeden önce ölürse, köle olarak ölmüş olur. Geriye bırakacağı bütün mal da efendisine ait olur. Çocuklarından hiçbir kimse ondan miras alamaz. Ne hür çocukla­rı, 'ne de kitabet akdinde onunla birlikte olan çocuklan. Çünkü o bütün ki­tabet bedelini ödemeden önce öldüğünden ötürü köle olarak ölmüş olur, ma­lı da efendisine ait olur. Dolayısıyla ölümünden sonra onun hürriyetine ka­vuşturulması sahih değildir. Zira bir kölenin ölümünden sonra hürriyetine kavuştunılması imkânsız bir şeydir. Kendileri hakkında da kitabet akdi yapmış yahut kitabet akdi esnasında doğmuş çocuklarının ise, kitabetin geri kalan bölümünü tamamlamaya çalışmaları vazifeleridir. Onların üzerinden (baba­larının) ödediği pay kadar da sakıt olur. Eğer (geri kalanı) ödeyecek olurlar­sa, hürriyetlerini elde ederler. Çünkü bu hususta onlar babalarına tabi İdiler. Eğer ödeyemezlerse kölelikleri devam eder. Şafiî'nin görüşü budur. Ahmed b. Hanbel de böyle demiştir. Ömer b. el-Hattab'ın, Zeyd b. Sabit'in, Ömer b. Abdu'l-Aziz'in, ez-Zührî ve Katade'nin görüşü de budur. [355]

 

"Cariyeleriniz kendilerini korumak İsterken dünya hayatının geçici me-taını kazanmak İçin onları zinaya zorlamayın" buyruğu ile ilgili olarak Câ-bir b. Abdullah ve İbn Abbas (r.anhum)dan rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerîme Abdullah b. Ubeyy hakkında nazil olmuştur. Onun birisi Muâze, di­ğeri Museyke diye adlandırılan iki cariyesi vardı. O bu cariyelerini zina et­meye zorlar ve hem ücretlerini almak, hem de çocuklarının kazancına sahip olmak maksadıyla zina etmeleri için onları,döverdi. Bu durumlarını Peygam­ber (sav)a şikâyet ettiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme hem onun, hem de münafıklardan onun yaptığı gibi yapanların hakkında nazil oldu.[356]

Sözü edilen Muâze, Peygamber (sav) ile kocası hakkında mücadele eden Havle'nin annesidir.

Müslim'in, Sahih'inde Câbir'den gelen rivayete göre ise Abdullah b. Ubeyy'in birisi Museyke, diğeri de Umeyme adında iki cariyesi vardı. O bun­ları zina etmeleri için zorlardı. Bu hususu Peygamber (sav)a şikâyet etmele­ri üzerine yüce Allah: "Cariyeleriniz kendilerini korumak isterken... on­ları zinaya zorlamayın... mağfiret ve rahmet edicidir" buyruğunu indirdi.[357]

Yüce Allah'ın: "Kendilerini korumak isterken" buyruğu "câriyeler"e râci'dir. Çünkü ancak cariyenin iffetini korumak istemesi halinde efendisinin onu zorlamaya kalkışması düşünülebilir ve ancak bu halde zorlamanın ya­saklanması mümkün olur. Eğer cariye iffetini korumak istemiyor ise bu du­rumda efendisine: Sen onu zorlama, demek düşünülemez. Çünkü cariyenin kendisi zina etmeyi istiyor ise zorlamanın tasavvuruna imkân yoktur. O halde bu buyruk, durumu bu olan cariyeler hakkında bu gibi efendilere yö­nelik bir emirdir. İbnu'l-Arabî işte bu manaya işaret etmekte ve şöyle demek­tedir: Yüce Allah'ın burada kadının iffetini korumak isteyişini söz konusu etmesi zorlamanın ancak bu halde söz konusu olabileceğinden dolayıdır. Eğer kendisi zinayı istiyor ise zorlama düşünülemez, işte bunu iyi anlamak gerekir, Bu ince noktaya nüfuz etmek pek çok müfessir için mümkün olma­mıştır. Kimi müfessir: Yüce Allah'ın: "Kendilerini korumak isterken" buy­ruğu (bir önceki âyette sözü edilen): "evli olmayanlar" arâci'dir, demiştir.

ez-Zeccac ve el-Huseyn b. el-Fadl ise: İfadede takdim ve tehir vardır, de­mişlerdir. Yani sizler içinizden evli olmayanları ve kölelerinizden de salih olanları iffetlerini korumak istemeleri halinde evlendirin, demektir. Kimisi ise: Yüce Allah'ın; "Kendilerini korumak isterken" buyruğundaki şart lağvedil­miştir ve buna benzer zayıf açıklamalar yapılmıştır, Başanya ulaştıran Allah'tır.

"Dünya hayatının geçici metaını kazanmak için" buyruğundan kasıt ise, cariyenin zina yoluyla kazanacağı ve kol eleştirilip satılmak kasdı ile zina mah­sulü doğuracağı çocuktur. Şöyle de açıklanmıştır: Zina eden kimse kendisiy­le zina ettiği cariyeden doğma çocuğuna karşılık cariyenin efendisine yüz de­ve fidye öder ve onu kölelikten kurtarırdı.

"Kim onları zorlar s a" buna mecbur bırakırsa "şüphe yok ki Allah onla­rın zorlanmalarından sonra" onlar için "mağfiret ve" onlara "rahmet sa­hibidir."

İbn Mes'ud, Cabir b. Abdullah ve İbn Cübeyr "onlar İçin" lafzını ilave ede­rek Onlar için mağfiret edicidir" diye okumuşlardır.

İkraha dair açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi'nde (16/106. âyet, 2.başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

Daha sonra yüce Allah mü'minlere indirmiş olduğu apaydın âyetlerinde-ki nimetlerini sayıp dökmekte ve bu âyetlerde geçmiş ümmetlere dair misal­ler de vermektedir. Bundan maksat, geçmiş bu ümmetlerin içine düştükleri hatalara "düşmekten korunmaktır. [358]

 

35. Allah, göklerle yetin nurudur. Nurunun misali içinde kandil bu­lunan bir kandil yuvasına benzer. O kandil de bir cam içinde­dir. O cam ise doğuya da, batıya da nisbeti olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulan, parıltısı İnciyi andıran bir yıldız gibidir. O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nur üstüne nurdur, Allah dilediği kimseyi nuruna hidayet eder. Allah, insanlar için misaller ge­tirir. Allah, herşeyl çok iyi bilendir.

 

"Allah, göklerle yerin nurudur" âyetinde geçen "nûr" Arap dilinde: Gözle idrâk olunan ışıklar demektir. Mecazi olarak doğru ve aydınlık anlam­lar hakkında da kullanılmıştır. Bu kabilden olmak üzere "nuru olan bir söz ve aydınlatıcı kitab (el-Kitabu'1-Münîr)" denilmektedir. Şairin şu beyiti de bu türdendir:

"Öyle bir neseb ki a anki kuşluk güneşinden onun üzerinde, Bir nûr ve sabahın tan yeri aydınlığından bir direk vardır."

İnsanlar da: Filan kişi şehrin nuru, asrın güneşi ve ayıdır, derler. Yine şa­ir şöyle demektedir:

"Sen bir-güneşsin. diğer hükümdarlar ise gezegen yıldızlarıdır." Bir diğer şair de şöyle demiştir;

"Sen şehirler arasından belli bir maksadı niye tahsis etmedin, Kabilelerin ay'ı olan Halid b. Yezid'i."

Bir diğer şair de şöyle demiştir:

"Abdullah geceleyin Merv'den yola koyuldu mu, Oradan, oranın nuru ve güzelliği yola koyuldu, demektir."

Buna göre yüce Allah'ın bir nuru vardır, ifadesi övmek kastı ile söylene­bilir. Çünkü eşyayı var eden O'dur, bütün eşyanın nuru ilk olarak O'ndan-dır ve eşyanın nuru O'ndan sâdır olmuştur. Şanı yüce Allah ise idrâk olunan 'aydınlıklar kabilinden değildir. Zalimlerin söylediklerinden O pek yüce ve pek büyüktür.

Hişam el-Cevatikî ve Mücessime'den bir grub şöyle demektedir: O diğer nurlar gibi olmayan bir nurdur ve diğer cisimler gibi olmayan bir cisimdir. Bütün bunlar yüce Allah hakkında aklen ve naklen -Kelâm ilminde ilgili ba­hislerinde görüleceği gibi- muhal şeylerdir. Diğer taraftan onların sözlerin­de de çelişki vardır. Çünkü onların: Yüce Allah hakkında O: bir cisimdir, ya­hut bir nurdur demek, O'nun hakkında bunların hakikati gereğince hüküm vermek dernektir. Diğer taraftan diğer nurlar ve diğer cisimler gibi olmayan ifadesi ise, önceden kabul ettikleri cisim oluş ve nûr oluşu nefyetmektedir. Bu da bir çelişkidir. Yine bunun tahkiki Kelâm ilmindedir. Onları bu çeliş­kilere düşüren ise tabi oldukları bir takım zahir ifadelerdir ki, bunlardan bi­risi de bu âyeti kerîmedir. Peygamber (sav)ın geceleyin teheccüde kalktığı vakit söylediği: "Allah'ım, hamd Sanadır, göklerin ve yerin nuru Sensin."[359] buyruğu ile kendisine: Rabbini gördün mü? diye sorulması üzerine, onun; "Ben bir nûr gördüm" demesi[360] ve benzeri diğer hadisler de bunlar arasın­dadır.

İlim adamları bu âyeti kerîmenin te'vili hususunda farklı görüşlere sahih­tirler. Anlamın şöyle olduğu söylenmiştin O'nun varlığı ve kudreti ile gök­lerin ve yerin nuru aydınlık vermiştir, onların işleri dosdoğru yoluna girmiş­tir. Onlardaki yaratıklar bu uygun halleriyle var olabilmiştir. Buna göre bu­rada ifade, (maksadın) anlaşılması için bir temsildir. Nitekim: Hükümdar ül­kenin nurudur, denilmesi de böyledir. Yani ülkenin İşleri onun sayesinde ayakta durur ve onun sayesinde ülkenin bütün işleri düzelir. Çünkü onun bü­tün yaptıkları dosdoğru yoldadır. Görüldüğü gibi burada nûr, hükümdar hak­kında mecazi bir ifadedir. Yüce Allah'ın sıfatı hakkında ise, katıksız bir ha­kikattir. Zira bütün mevcudatı yoktan var eden ve aklı hidayete ileten bir nûr kılan O'dur. Zira mevcudun zuhuru O'nunla husule gelmiştir. Tıpkı görülen şeylerin ışıkla zuhurunun gerçekleşmesi gibi. Şanı yüce Allah, her türlü ek­siklikten münezzehtir, O'ndan başka rab yoktur. Bu anlamdaki açıklamala­rı Mücahid, ez-Zührî ve başkaları yapmıştır.

İbn Arafe de şöyle demektedir: Yani gökleri ve yeri nûrlandıran O'dur. ed-Dahhak ve el-Kurazî böyle demiştir. Bu da: Filan kişi bizim kurtuluşumuz-dur, demelerine benzer ki; kurtarıcımizdır anlamındadır. Filan kişi benim azı-ğımdır ifadesinin, beni azıklandırandır, anlamında kullanılması gibi. Şair Cerir de şöyle demektedir:

"Sen bizim nurumuz, yağmurumuz ve korumamızsın, Ve sen, senin gece nemini (şebnem)ini umanlar için çok bol yapraklı bir bitkisin."

Mücahid dedi ki: Göklerin ve yerin işlerini çekip çeviren, idare eden de­mektir. Ubeyy b. Ka'b, el-Hasen ve Ebu'l-Âliye de: Gökleri güneş, ay ve yıl­dızlarla, yeryüzünü de peygamberlerle, ilim adamlarıyla ve mü'minlerle süsleyen demektir.

İbn Abbas ve Enes de şöyle demiştir: Göklerdeki ve yerdekileri hidaye­te ileten Allah'tır. Birinci açıklama diğer bütün hususları daha bir kapsayıcı dır ve te'vil bakımından daha sahihtir.

"Nurunun misali"; mü'minin kalbine yerleştirmiş olduğu delillerin nite­liği... demektir. Çünkü delillere de "nûr" adı verilir. Şanı yüce Allah Kitabı­na da nûr adını vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Size apaçık bir nûr da indir­miştedir." (en-Nisâ, 4/174) O, peygamberine de "nûr" adını vermiş ve şöy­le buyurmuştur; "Size muhakkak ki Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap gel-miştir." (el-Mâide, 5/15)

Çünkü kitab hidayete İletir ve açıklar, rasûl de böyledir.

Nurun yüce Allah'a izafe edilmesinin açıklaması da şöyle yapılır: Delâle­ti tesbit eden, onu açıklayan ve koyan O'dur.

Âyet-i kerîmenin bir başka anlama gelme ihtimali de vardır. Bu anlamda misalin bir parçası ile misal gösterilenin bir parçası birbirinin karşılığında bu­lunmamaktadır. Bunun yerine bir cümlenin, diğer bir cümleye benzetilme­si söz konusudur. Şöyle ki: Allah'ın hidayeti ve herbir mahluku mükemmel bir şekilde ve sapasağlam yaratmış olması demek olan Allah'ın nurunun ve göz kamaştırıcı burhanların genel olarak misali, yine genel olarak şu sizin en mükemmel bir şekilde edindiğiniz ışığın sıfatlarına benzemektedir. Bu da in­sanların elinde bulunan nura dair vasıfların en ileri derecesidir. Yüce Allah'ın nurunun apaçıklığının misali ey İnsanlar, sizin aydınlığınızın en ileri derece­si olan bu misal gibidir.

"el-Miskât (kandil yuvası)"; Duvarda pencerenin dışında bulunan küçük oyuktur. Bu açıklamayı İbn Cübeyr ve müfessirlerin büyük çoğunluğu yap­mıştır. Böyle bir küçük oyuk ışığı daha bir toparlayıcıdır.

Onun içinde yer alan kandil "el-misbâh" ise; bulunduğu başka yere gö­re daha çok ışık verir. Mişkât'ın asıl anlamı, içine bir şeyler konulan kabtır. Yine mişkât, kova gibi içinde suyun soğutulduğu deriden yapılmış kab (su kırbasOdır. Bu kelime "mifale" vezninde olup, el-mikrât (tencere) ve el-rnis-fât (süzgeç) gibi kelimeler de bu vezindedir. Şair de şöyle demektedir:

"Onun iki gözü sanki bir taş içinde oyulmuş iki yuva (mişkât) gibidir Burçların uçları ile özellikle açılmış gibi."

Mişkât (kandil yuvası)nın, içinde fitilin bulunduğu kandilin iskeleti oldu­ğu da söylenmiştir. Mücahid, kandilin kendisidir demektedir, yine Mücahid: "Bir cam içindedir" diye buyurması nurun şeffaf bir cisim oluşundan dola­yıdır, demiştir. Kandilin camın içinde bulunması, camın içinde bulunmama­sına göre daha çok aydınlık verir.

Kandil (el-misbâh) ise saçtığı aydınlık ralev ile birlikte fitilin adıdır.

"O... parıltısı inciyi andıran bir yıldız gibidir." Aydınlığında ve ışığın­da yıldızı andırır. Bunun da iki anlama gelme ihtimali vardır: Ya kandil ile birlikte böyledir demeyi murad etmiştir, yahut o arılığı ve özünün mükemel-liği dolayısıyla bizatihi böyledir, demeyi kastetmiş olabilir. Bu te'vil aydın­lığın bir arada daha fazla olmasını daha bir sağlayıcıdır. ed-Dahhak der ki: İnciyi andıran yıldız, zühre yıldızıdır.

"Mübarek bîr zeytin ağacından tutuşturulan" ifadesi zeytin ağacının ya­ğından tutuşturulan takdirinde olup, muzaf hazfedilrniştir. "Mübarek"; bere­ketlendirilmiş, geliştirilip büyütülmüş demektir. Zeytin ise meyveler arasın­da en bereketli ve verimli olan bir ağaçtır, nar da bu şekildedir. Gözle gö­rülüp, müşahede edilen de bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Ebu Talib'in, Müsafir b, Ebi Amr b. Umeyye b. Abd-i Şems hakkında söylemiş ol­duğu mersiyesinde şu beyitler yer almaktadır:

"Ah keşke Müsafir b. Ebi Amr (ile birlikte olsam), Evet "ah keşke'yi kederli olan söyler. O yabancı ölü mübarek kılınsın,

 airarınm mübarek kılındığı eibi."

Denildiğine göre, dallarının aşağıdan yukarıya doğru yaprak vermesi de bu iki ağacın bereketterindendir. İbn Abbas der ki: Zeytinde bir takım men­faatler vardır. Zeytinyağı kandillerde kullanılır. Bir katıktır, vücuda sürülür, tabaklayıcı özelliği vardır, Zeytinağacının odunu ve ondan sızan (reçinesi) bir yakıttır. Onda ne varsa mutlaka onun bir faydası vardır. Hatta külü ile ib­rişim yıkanır.' Dünyada yeşermiş ilk ağaç odur, yine Tufandan sonra yeşeren ilk ağaç odur. Peygamberlerin konakladıkları yerlerde ve arz-ı mukaddes'te yetişir. Yetmiş peygamber o ağacın mübarek olması için dua etmiştir. İbra­him ve Muhammed (salât ve selâm onlara) onlardandır. Peygamber (sav); "Al­lah'ım sen bize zeytinyağını ve zeytini mübarek kıl" diye buyurmuş ve bu­nu iki defa tekrarlamıştır, [361]

Bu "doğuya da, batıya da nisbeti olmayan" bir ağaçtır. İlim adamları yü­ce Allah'ın: "Doğuya da, batıya da nisbeti olmayan" buyruğu hakkında farklı açıklamalar yapmıştır, İbn Abbas, İkrime, Katade ve başkaları derler ki: Doğuya nisbeti olan ağaç, güneşin doğuşu esnasında isabet ettiği, batışı es­nasında ise isabet etmediği ağaçtır. Buna sebeb ise önünde bulunan engel­dir. Batıya nisbeti olan ağaç ise bunun aksidir, yani bu ağaç bir çölde ve açık bir arazidedir. Herhangi bir engel güneşin ışığını engellemez. Böyle bir hal zeytin ağacının yağını daha bir güzelleştirtr. O bakımdan bu ağaç katıksız do­ğu ışığını alan bir ağaç olmadığından ona "doğuya mensub (şarkıyye)" deni-lemediği gibi, batıya da mensub olmayacağından ona "ğarbiyye" de denilmez. Aksine böyle bir ağaç hem doğuya, hem batıya nisbeti olan bir ağaçtır.

Taberî de İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ağaç etrafını kuşatmtş daha başka ağaçlar arasındadır. Bu ağaç ne doğu tarafından açık­tır, ne de batı tarafına açıktır.

İbn Atiyye der ki: Bu İbn Abbas'tan sahih olmayan bir rivayettir. Bu ni­telikteki bir ağacın doğru-dürüst meyvesi olmaz ve bu meyve de güzel bir şekilde toplanamaz. Varlık aleminde görülen de budur.

el-Hasen der ki: Bu ağaç dünya ağaçlarından değildir, bu yüce Allah'ın nu­runa vermiş olduğu bir misaldir. Eğer bu ağaç dünyada olmuş olsaydı, ya do­ğuya ya da batıya nisbeti olacaktı.

es-Sa'lebî ise şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm bu ağacın dünya ağaçla­rından olduğunu açıkça ifade etmiş bulunmaktadır. Çünkü bu ifade "ağaç"dan bedeldir. O bakımdan o: "Bir zeytin ağacı" diye buyurmuştur.

İbn Zeyd de şöyle demektedir: Bu Şam bölgesindeki ağaçlardan birisidir; çünkü Şam bölgesindeki ağaçların ne doğuya, ne de batıya nisbetleri vardır. Şam bölgesindeki ağaçlar, ağaçların en güzelidir. Arz-ı Mübarek de orasıdır.

"Doğuya da (nlsbetl olmayan)* ifadesi "zeytin ağacı"nın sıfatıdır. olumsuzluk edatı ise sıfat ile mevsuf araşma girmiş sayılmaz. "Batıya da" an­lamındaki ifade de buna atfedilmiştir.

"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksıznı dahi aydınlık verecektir." Bu buyruk, bu aydınlığın ne kadar güzel, ne kadar pırıl pırıl ve ne kadar kaliteli olduğunu en ileri derecede ifade etmektedir.

"Nûr üstüne nurdur." Kandü yuvası içinde kandilin ışığı, camın ışığı ve zeytinyağının ışığı bir araya gelmiş olmaktadır. Böylelikle bu, nûr üstüne nûr olur. Bütün bu nurlar kandil yuvasında bir arada adeta hapsolduğundan en ileri derecede bir aydınhk olmuştur.

İşte yüce Allah'ın burhanları da böyledir, apaçıktırlar ve O'nun burhan­ları biri diğerinin üstüne gelir. Bir uyarının arkasından bir başka uyarı gelir. Peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi gibi. Akledip ibret alan bir kim­se için bunlarda tekrar tekrar öğütler gelmiş bulunmaktadır.

Daha sonra yüce Allah, dilediği kimseleri kendi nuruna ilettiğini ve kul­larından istediğini mutluluğa kavuşturduğunu söz konusu etmektedir. Ver­diği misallerle imana götürecek şekilde ibret olsunlar ve düşünsünler diye kullarının üzerindeki lutfunu da hatırlatmaktadır.

Abdullah b. Ayyaş b. Ebi Rabia ve Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî: "Allah... nûrlandırdı" şeklinde "nün" harfini ve şeddeli "vav"ı üstün ile okumuştur.

Te'vilciler "nurunun misali" buyruğunda ki zamirin kime ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ka'b el-Ahbar ile İbn Cübeyr bunun Muhammed (sav)a ait olduğunu söylemişlerdir. Muhammed (sav)ın nurunun misali... şeklindedir. İbnu'l-Enbarî der ki: "Allah göklerle yerin nurudur" buyruğunda durmak, güzel bir duraktır. Sonra da "nurunun misali içinde kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer" diye başlanır ki, bu da Muham­med (sav)ın nurunun misali demek olur.

Ubeyy b. Ka'b ile yine İbn Cübeyr ve ed-Dahhak da zamir mü'minlere ait­tir, demişlerdir. Ubeyy'in kıraatinde: "Mü'minlerin nurunun misali..." şeklindedir. Yine onun "mü'minin nurunun misali" anlamında okuduğu rivayet edildiği gibi; Ona iman edenin nurunun misali" diye bir,kıraati de rivayet edilmiştir.

„ el-Hasen der ki: Bu zamir Kur'ân'a ve imana aittir. Mekkî de: Bütün bu gö­rüşlere göre yüce Allah'ın: "(^jVlj): Yerin" lafzı üzerinde vakıf yapılır.

İbn Aüyye der ki: Bu görüşlerin muhtevasında 2amirin, daha önce sözü edil­memiş kimseye râci olması söz konusudur. Yine misalin bir bölümünün mi­sal gösterilenin bir bölümüne tekabül etmesi söz konusudur. Kendisine mi­sal verilenin Muhammed (sav) olduğunu söyleyenlere göre -ki bu Ka'b el-Ah-bar'ın bir görüşüdür- Rasûlullah (sav) kandil yuvası yahut kandilin içinde bu­lunduğu bölümdür. Kandil de nübüvvet ve onunla ilişkisi bulunan ameli ve hidayetidir. Cam onun kalbidir, mübarek ağaç vahiydir. Melekler de Allah'ın ona gelen elçileri ve ona ulaşan bağlardır. Zeytinyağı ise vahyin İhtiva etmiş olduğu deliller, apaçık belgeler ve âyetlerdir. Misali verilen kimse mü'mindir -ki bu Ubeyy'in sözüdür- diyenlerin görüşlerine göre kandil yuvası mü'minin kalbidir. Kandil iman ve ilimdir, cam mü'minin kalbidir. Zeytinyağı kalbin ih­tiva ettiği deliller ve hikmettir. Ubeyy der ki: O en güzel hali üzere, insanlar arasında tıpkı ölülerin kabirleri arasında yürüyen canlı kimse gibi yürür.

Hakkında misal verilen kişi Kur'ân ve imandır diyenlerin görüşlerine gö­re de ifadenin takdiri şöyle olur: Mü'minin kalbinde bulunan iman nurunun misali, bir kandil yuvasına benzer. Yani bu buyruklarda ifade edilenler gi­bidir. Bu görüşe göre benzetme öncekiler gibi değildir. Çünkü kandil yuva­sı imana tekabül etmemektedir.

Bir kesim de şöyle demektedir: "Nurunun" buyruğundaki zamir yüce Al­lah'a aittir. Bu da es-Sa'lebî, el-Maverdî ve el-Mehdevî'nİn naklettiğine göre İbn Abbas'ın görüşü olup bunun anlamına dair açıklama daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu görüşe göre İse "yerin" anlamındaki "el-ard" ke­limesi üzerinde vakıf yapılmaz.

el-Mehdevı der ki: "Nurunun" kelimesindeki "ne" C.nun) zamiri yüce Al­lah'a aittir. İfadenin takdiri de şöyledir: Allah göklerde ve yerde bulunanla-n hidayete,iletendir. O'nun müminlerin kalbindeki hidayetinin misali bir kan­dil yuvası gibidir. Bu açıklama tbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Zeyd b. Eşlem de böyle demiştir. el-Hasen der ki: "Nûrunun'daki "he" zamiri Allah'a aittir. Ubeyy ve İbn Mes'ud bu buyruğu;"( "Mü'mi­nin kalbindeki nurunun misali bir kandil yuvasına benzer" şeklinde okurlar­dı. Muhammed b. Ali et-Tirmizt der ki: Onlardan başkaları ise Kur'ân-ı Ke-rîm'de böyle okumuş değildir. Şu kadar var ki, onların okumalarına uygun tevilde bulunulmuş ve burada kasıt mü'minin kalbindeki nurudur, denilmiş­tir. Bir başka âyet-i kerîme de bunu tasdik etmektedir: "Acaba -kendisi Rabbinden gelmiş bir nûr üzere bulunup da- Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse (sapıklıkta olan gibi) midir?" (ez-Zumer, 39/22)

Zamirin Allah'a ait olmadığını söyleyenler şunu gerekçe gösterirler: Za-"mirin yüce Allah'a ait olması mümkün değildir, çünkü yüce Allah'ın nuruna sınır olmaz.

Ebu Arar ed-Dûrî'nin kendisinden rivayetine göre el-Kisaî "Bir kan­dil yuvası" kelimesindeki "elif'i İmale ile okumuş ve ondan önceki "kePi de esreli okumuştur. Nasr b. Âsim; "Bir cam" kelimesini "ze" harfini üs­tün okumuştur. Ondan sonra gelen; "O cam" kelimesini de böyle­ce okumuştur. Bu da bir söyleyiştir.

İbn Âmir ve Âsım'dan Hafs: "İnciyi andıran" şeklinde de "dâl" har­fini ötreli, "ya" harfini şeddeli okumuşlardır. Bu şekilde okunarak yıldızın in­ciyi andırmakla vasfedilmesi ise ya beyazlık ve anlığı dolayısı iledir yahut bu kelimenin aslı hemzeli; şeklinde ve itmek, bertaraf etmek anlamında olan; den gelen "fu'îl" vezninde bir kelime olup hemzesi hafifletilmiş-tir. ("Ya" harfi şeddelenmiştir). Bu durumda "biri diğerini iten" anlamına ge­lir. İsimleri bilinemeyen pek büyük yıldızlara da hemzesiz olarak; denilir. Bu isimdeki hemzeyi hafifletmiş olabilirler, aslolan ise itmek anlamın-a gelen; den gelmesidir.

Hamza ve Âsım'dan rivayetle Ebubekir ise hemzeli ve medli olarak; diye okumuşlardır ki bu da "defetmek, bertaraf etmek" anlamındaki kelimeden "fu'îl" vezninde olur. Yani o yıldızın nuru birbirini defeder demek olur. el-Kisaî ve Ebu Amr da: şeklinde "dal" harfi esreli ve hemzeli ola­rak yine itmek anlamındaki kökten gelen bir lafız olarak okumuşlardır. Bu da "es-sikkîr ve el-fissîk (çok sarhoş, çok fâsık kimse)" kelimelerine benze­mektedir. Sibeveyh der ki: Çok parlak olduğundan dolayı ışığı adeta birbi­rini iter, demektir.

en-Nehhâs der ki: Ebu Ubeyd, Ebu Amr İle el-Kisaî'nin kıraatlerini son de­rece zayıf bulur. Çünkü o bu kıraate göre bu kelimenin "itmek" anlamından geldiğini kabul etmektedir. O, bir ufuktan, diğer bir ufuğa akıp giden bir yıl­dızdır derriek olur. Şayet onun bu açıklaması gibi olsaydı, bu ifadenin bir fay­dası olmazdı. Böyle bir yıldızın pek çok yıldızdan ayrı bir meziyeti de bulun­mazdı. Çünkü, Ademoğullanndan bir insan geldi denilmeyeceği bilinen bir hu­sustur. Ayrıca Ebu Amr ve el-Kisaî gibi değerli ilim adamlarının böyle uzak bir ihtimale uygun bir şekilde okumamaları gerekir. Ancak Muhammed b. Ye-zid'den rivayet olunduğuna göre, onların bu okuyuşlarının te'vilini şu mana­da yorumladığı nakledilmektedir: Bu, nuru etrafa doğru itilip, duran (yayılan) bir yıldızdır. Nitekim yangın etrafa yayıldığı zaman; denilir. Bu da böyle bir kıraate uygun bir te'vildir.

Said b. Mesâde'nin nakline göre şöyle denilir: Yıldızın ışığı uzaklara ka^ dar gidip yükselecek olursa; denilir. el-Cevherî de es-Sıhah adlı eserinde şöyle demektedir: Yanımıza ansızın çı-kageldi, demektir. ifadesi de sikkîr ve hımmîr gibi "fiil" veznin-He nlmak üzere buradan gelmektedir. Böyle bir kullanım da onun oldukça ileri derecede aydınlık saçması ve parıldâmasından dolayıdır.

"Yıldız oldukça parıldadı" denilir.

Ebu Amr b. el-A'lâ der ki: Sa'd b. Bekr'e mensub ve Zat-u Irk ahalisinden bir adama şöyle sordum: Şu büyük yıldıza ne ad veriyorsunuz? O, ona "ed-dirrî'" adını veriyoruz, dedi. Bu kişi insanların en fasihlerinden birisi idî.

en-Nehhas der ki; Ham2a'nın kıraatine gelince, bütün dilciler: Bu caiz ol­mayan bir lahndir demişlerdir. Çünkü Arap dilinde "fu'îl" vezninde bir ke­lime yoktur. Ancak Ebu Ubeyd bu hususta itiraz eder ve Hamza'nın lehine delil getirip, şöyle demektedir: Bu kelime "fu'îl" vezninde değildir, bunun as­lı "fu'ûl"dür. Subbûh kelimesi gibi, "vav" yerine bedel olarak "ya" harfi ge­tirilmiştir. Nitekim Araplar; demişlerdir.

Ebu Ca'fer en-Nehhas der ki: Böyle bir itiraz da, böyle bir delillendirme de en büyük ve en ağır hatalardan birisidir. Çünkü böyle bir şey asla caiz ol­maz. Eğer onun söyledikleri caiz olsaydı, bu sefer "subbûh" yerine "subbîh" denilmesi gerekirdi ki, bu görüşü ileri süren hiçbir kimse yoktur. "Utiyy" ke­limesinde bu kabilden değildir. Aralarındaki fark gayet açıktır, zira "utiy" ke­limesinde şu iki cihetten birisi mutlaka vardır: Bu kelime ya -azgın anlamı­na gelen-: İn çoğuludur, o takdirde böyle bir kelimede bedel lazım olur. Çünkü bu çoğul, bir değişiklik kabilindendir ve "vav" da makabli ötre oldu­ğu halde isimlerin son harfi olarak bulunmaz. Bunun, bir öncesi sakin harf olup da, sakinin öncesi de ötre olup sakin de güçlü ve sağlam bir engel ol­madığından dolayı,ötre yerine esre getirilmiş ve böylelikle "vav" "ya"ya kalbediîmiştir. Eğer "utiy" kelimesi çoğul değil, tekil ise o takdirde bunun "vav" lı olması daha uygundur. Kalbedümesinin caiz oluşu ise kelimenin son harfi oluşundan dolayıdır. "Fuûl" vezninde ise "vav" kelimenin son har­fi olmadığından dolayı kalbedilmesi caiz olmaz. el-Cevherî der ki: Ebu Ubeyd dedi ki: Şayet "dal" harfini ötreli okuyacak olursak; denir ki bu durumda bu kelime "ed-durr: inci" kelimesine nisbet edilmiş olur ki vezni de "fu'lî" olur ve bunda hemze telaffuz edilmez. Zira Arap dilinde "fu'îl" vezni yoktur. Kıraat alimleri arasında bunu hemzeli okuyanlar ise bu kelimenin "fu'ûl" vezninde olduğunu kastetmek istemişlerdir. Subbûh kelimesi gibi. Dammelerin çokluğu dolayısıyla, kelime ağır bulunduğundan kimi harfleri esreli okunmuştur.

el-Ahfeş de kimilerinin; şeklinde; Onu defettim" kökün­den olmak üzere okuduğunu da nakletmektedir. Bu kelimeyi hemzeli olup,. bunu ilk harfi fethalı olmak üzere "fa'îl" vezninde kabul etmiştir. Ayrıca: Bu da onun parıldayışından ötürü böyledir, demiştir.

es-Sa'lebî dedi ki: Said b. el-Müseyyeb ile Ebu Recâ bu kelimeyi "dal" harfi üstün ve sonu hemzeli olmak üzere; diye okumuşlardır. Ebu Ha­tim dedi ki: Bu yanlıştır, çünkü Arap dilinde "fail" vezni yoktur. Eğer her iki­sinden böyle okuduklarına dair rivayet sahih olarak gelmiş ise, onlarûn oku­yuşu) bir delildir.

"Tutuşturulan" kelimesini Şeybe, Nâfi', Eyyûb, Sellâm, İbn Âmir3 Şamlılar ve Hafs, ötreli "ya" ile "kaP harfi şeddesiz ve "dal" harfi de ötreli ola­rak okumuşlardır. el-Hasen, es-Sülemî, Ebu Ca'fer ve Ebu Amr b. el-Alâ el-Basrî ise; şeklinde harflerinin tamamı üstün ve "kaf harfi de şeddeli olarak okumuşlardır. Bu kıraati Ebu Hatim ve Ebu Ubeyd tercih etmiştir.

en-Nehhâs der kir Bu iki kıraat te birbirine yakındır. Çünkü her ikisi de "kan­dil" hakkındadır, kandilin de bu sıfata sahip olması uygundur. Çünkü kandil etrafa ışık' saçan ve aydınlatandır. "ez-Zücâce (cam)" ise onun bir kabından iba­rettir. el-Hasen ve diğerlerinin okuyuşuna göre bu fiiI;' Parıldadı, parıldarın mazisidir. "Tutuşturulan" kelimesi ise; den muza-ri fiildir. Nasr b. Âsim diye okumuştur. Onun kıraatine göre bu kelime­nin aslı şeklinde olup, iki "te"den birisi hazfedilmiştir. Çünkü diğeri ona delâlet etmektedir. Kûfeliler de camı kastetmek üzere; "te" ile okurlar. Bu iki kıraat ise "ez-zücâce: cam" kelimesinin müennes olmasına binâendir. "Batıya da, doğuya da nlsbetl olmayan mübarek bir zeytin ağacından" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir. Nûr üstüne nurdur" buyruğunda "dokunmaksızın dahi" anla­mındaki fiilin "te" harfi ile okunması "nar; ateş" kelimesi müennes kabul edil­diğinden dolayıdır. Ebu Ubeyd; bu kıraatten başkasını bilmediğini söylemek­tedir. Ebu Hatim'in naklettiğine göre ise es-Süddî'nin, Ebu Malik'ten, onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre; İbn Abbas "ta" harfi yerine "ya" harfi ile "Ateş dokunmaksızın dahi" diye okumuştur. Muhammed b. Yezid der ki: Fiilin (ya ile) müzekker olarak okunması "ateş" anlamındaki ke­limenin hakiki müennes olmayışından dolayıdır. Ona göre müennes kelime­lerin durumu budur.

İbn Ömer de şöyle demektedir: "Kandil yuvası" Muhammed (sav)ın kar­nı (göğsü), "cam" onun kalbi, "kandil" ise yüce Allah'ın kalbine yerleştirmiş olduğu ve mübarek bir ağaçtan tutuşturulan nurdur. Yani onun aslı İbra­him'den gelmektedir, onun ağacı da odur. Yüce Allah, nuru tıpkı İbrahim (a.s)ın kalbinde tutuşturduğu gibi Muhammed (sav)ın kalbinde de tutuştur­muştur.

Muhammed b. Ka'b da şöyle demektedir: "Kandil yuvası" İbrahim'dir.

"Cam" İsmail'dir. "Kandil" Muhammed'dir. Allah'ın salât ve selâmlan hepsine olsun. Yüce Allah ona burada kandil dediği gibi; bir başka yerde de on­dan "sirâc; kandil" diye söz ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah'a izni ile ça­ğıran ve nûr saçan bir kandil olarak da..." (el-Ahzab, 33/46) O mübarek bir ağaçtan tutuştumlmuştur. Bu da Adem (a.s)dır. Onun nesli bereketli kılınmış ve o nesilden pek çok peygamber ve Allah dostu gelmiştir. Bu ağacın İbra­him (a.s) olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın ona "mübarek" demesi, pey­gamberlerinin çoğunun onun sulbünden gelmiş olmasından dolayıdır.

"Doğuya da, batıya da nlsbeti olmayan" ifadesi de şu demektir: Yani o yahudi de değildi, hristiyan da değildi. O hanif bir müslümandı. Böyle bu­yurmasının sebebi yahudilerin batı tarafına dönerek, hristiyanlann da doğu­ya doğru dönerek namaz kılmalarındandır.

"O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydınlık verecektir." Yani Muhammed (sav)ın güzellikleri yüce Allah kendisine va­hiy ihsan etmeden önce de insanlar tarafından açık seçik bir şekilde görül­müştür. "Nûr üstüne nurdur." Yani o, peygamber soyundan gelen bir pey­gamberdir. ed-Dahhâk der ki: Abdu'l-Muttalib'İ kandil yuvasına, Abdullah'ı cama, Peygamber (sav)ı kandile benzetmiştir. O, onların içinde idi, peygam­berliği de İbrahim'den miras almıştır.

"Ağacından"; takva ve ndvan ağacı demektir. Hidayet ve iman aşireti de­mek olup, bunun aslı da peygamberliktir, feri (dalı) mürüvvet (insanlık, mert­liktir, dallan indirilen Kur'ân-ı Kerîm'dir, yaprakları te'vildir. Bu ağacın ba­kıcılar» Cebrail ve Mikail'dir.

Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî der ki: Bazı fakihlerin bu, yüce Allah'ın İbra­him, Muhammed, Abdu'l-Muttalib ve oğlu Abdullah'a vermiş olduğu bir mi­saldir, demesi oldukça garib hususlardan birisidir, "el-Mişkât (kandil yuva­sı) Habeşçe'de duvardaki küçük oyuk demektir. Abdu'l-Muttalib, içinde kandil bulunan kandil yuvasına benzetilmiştir. Bu ise cam demektir. Abdul­lah'ı ise kandile benzetmiştir, cam da odur. Muhammed (sav) da kandil gi­bidir, yani onların sulblerinden gelmiştir ve sanki o inci gibi parıldayan bir yıldız -ki o da müşteri (Jüpiter) yıldızıdır- gibidir. "Mübarek bir zeytin ağa­cından tutuşturulan" buyruğu o peygamberliği İbrahim (a.s)dan miras al­mıştır, demektir. Mübarek ağaç da odur, kasıt ise haniflik dinidir. Bu ağacın doğuya da, batıya da nisbeti yoktur. Yahudi de değildir, hristiyan da değil­dir. "O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksızın dahi aydın­lık verecektir" buyruğu da şu demektir: İbrahim neredeyse kendisine vahiy, gelmeden önce dahi vahye uygun şeyler söyleyecektir. "Nûr üstüne nurdur." Yani önce İbrahim, sonra da Muhammed (sav) peygamber olarak etrafı ay­dınlatmışlardır. Kadı (Ebu Bekir) dedi ki: Bütün bunlar, buyruğun zahir an­lamından sapmadır, bununla birlikte temsili ifadelerde kişinin geniş açıklamalarda bulunması da imkânsız değildir.

Derim ki: Aynı şey bu husustaki bütün görüşler hakkında söylenebilir. Çün­kü bu görüşlerden birincisi müstesna, âyet ile irtibatlı değildir. Bu, yüce Al­lah'ın kendi nuruna dair vermiş olduğu bir misaldir. Onun ta'zime layık olan nuruna misal vermek imkânsız bir şeydir. Bu ancak bazı mahlukatı aracılı­ğı ile insanların dikkatlerini çekmek için verilmiş bir Örnektir. Zira insanlar kusurlu olduklan için ancak kendi zatları ile ve kendi zatlarından olan şey­leri kavrayabilirler. Eğer bu (temsili ifadeler) olmasaydı, yüce Allah'ı, Allah'tan başka kimse de tanımış olmazdı. Bu açıklamayı da İbnu'l-Arabî yapmıştır.

İbn Abbas dedi ki: Bu mü'minin kalbindeki Allah'ın nurunun ve hidaye­tinin misalidir. Nasıl ki saf zeytinyağı ateş değmeden önce neredeyse parıl-dayacak, ateş dokunduğu takdirde ışığı artıyor ise, mü'minin kalbi de kendi­sine ilim gelmeden önce neredeyse hidayetin gereği işler yapar. İlim kendi­sine geldiği takdirde ilim, hidayetine hidayet, nuruna da nûr katar. İbrahim (a.s)ın ilâhî marifetin kendisine gelmesinden önce; "Bu benim Rabbimdir." (el-En'âm, 76) demesi gibi. Halbuki daha önceden kimse ona Rabbinin oldu­ğunu haber vermemişti. Yüce Allah ona Rabbinin kendisi olduğunu haber ve­rince bu sefer hidayeti daha bir artmış oldu. "Rabbi ona: Teslim ol dediği za­man, o da; âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti." (el-Bakara, 2/13D

Bunun mü'minin kalbindeki Kur'ân'ın misali olduğunu söyleyenler de şöy­le demektedirler: Nasıl ki kandil ile aydınlanılıyor ve bu eksilmeden sürüp gidiyorsa, Kur'ân-ı Kerîm ile de hidayet bulunduğu halde, onda bir eksiklik meydana gelmez. O halde "kandil" Kur'ân-ı Kerîm, "cam" mü'minin kalbi, "kandil yuvası" onun dili ve kavrayışı, "mübarek ağaç" ise vahiy ağacıdır. "O ağacın yağı neredeyse kendisine ateş dokunmaksizın dahi aydınlık ve­recektir." Kur'ân'ın delilleri okunmadan dahi açıkça ortadadır. "Nûr üstü­ne nurdur." Yani Kur'ân-ı Kerîm, yüce Allah'ın insanlara göndermiş oldu­ğu bir nurdur ve bu nûr Kur'ân'ın nüzulünden sonra onların önüne dikmiş olduğu deliller Ve bilgilendirmelerle birliktedir. Böylelikle onların nuruna nûr katılmış oldu. Daha sonra sözü edilen bu nurun oldukça üstün ve değerli ol­duğunu haber vermektedir. Bu nura ancak yüce Allah'ın hidayete nail olma­sını murad ettiği kimseler nail olabilir. O bakımdan şöyle buyurrnakta-Hır-Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder. Allah İnsanlar için misal­ler getirir." Yani daha iyi kavrayabümeleri için benzerlikleri onlara açıklar.

"Allah herseyi" kimin hidayet bulduğunu, kimin de sapıklıkta olduğunu "çok iyi bilendir."

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre yahudiler: Ey Muhammed! Yüce Al­lah'ın nuru semânın altına nasıl ulaşır? diye sormuşlar. Bunun üzerine yüce Allah bu örneği nurunun misali olarak zikretmiştir. [362]

 

36. (Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Sabah-akşam Onu oralarda teşbih eder­ler;

37. Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir (bunlar). Onlar kalblerin ve gözlerin döneceği bir günden korkarlar.

38. Çünkü Allah, onları işledikleri amellerinin en güzeli ile mükâ­fatlandıracak ve onlara lütfendan fazlasıyla verecektir. Allah di­lediğine hesapsız rızik verir.

 

Bu buyruğun: "(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılma­sına İzin verdiği evlerdedir. Sabah-akşam O'nu oralarda teşbih ederler. (Bunlar) kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı yiğitlerdir" bölümüne dair açıklamalarımızı ondokuz başlık halinde sunacağız: [363]

 

1- Allah'ın Adının Yüceltildiği Evler:

 

Yüce Allah'ın: "(Bu) Allah'ın yüceltilmesine ve... evlerdedir" buyruğun­da yer alan "Evler buyruğundaki "be" harfi hem ötreli, hem de es-reli olarak okunabilir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/189. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"...dedir" edatının nereye taalluk ettiği hususunda farklı görüşler var­dır. Bunun "misbâh: kandü"e taalluk ettiği söylenilmiştir.[364] Bunun: "O'nu... teşbih ederler" buyruğuna taalluk ettiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre (bir önceki âyetteki): "Allah herşeyi çok iyi bitendir'' buyruğunda vakıf ya­pılır. İbnul-Enbarî dedi ki: Ben Ebu'l-Abbas'i şöyle derken dinledim: Bu, kan­dil, cam ve yıldız kelimelerinin halidir. Sanki: Bunlar... evlerdedir, denilmiş gibidir.

et-Tirmizî el-Hakim Muhammed b. Ali de şöyle demektedir: "... evlerde­dir" buyruğu munfasıl (önceki âyetten ayn)dır. O: Allah, adının yüceltilme-sine izin verdiği evlerdedir, diyor gibidir. Zaten bu doğrultuda haberler de gelmiş bulunmaktadır. "Kim mescidde oturursa, o Rabbi ile oturuyor demek­tir"[365] gibi. Tevrat'tan nakledildiği üzere haberde de şöyle varid olmuştur: "Mü'min mescide yürüdüğü zaman şanı yüce Allah şöyle buyurur: Kulum be­ni ziyaret etti, onu ağırlamak da Bana düşer. Ben onu cennetin dışında her hangi bir şeyle ağırlamaya da razı olmuyorum. "[366]

İbnul-Enbarî der ki: Buradaki; "...dedir" anlamındaki edatı eğer "teşbih ederler" anlamındaki fiile mutaallak kabul eder, yahut da bunun "er-ricâl: yiğitler" kelimesinin ref edicisi olduğunu kabul edersek, o takdirde yüce Al­lah'ın; "Allah herşeyi çok iyi bilendir" buyruğu üzerinde vakıf güzel olur.

er-Rummânî der ki: Bu edat "tutuşturulan" anlamındaki fiile mutaallak-tır. Buna göre; "çok iyi bilendir" lafzı üzerinde vakıf yapılmaz.

Eğer: "Evterdedir* tafzı, "tutuşturulan" lafzına taalluk ettiğine göre "kan­dil, kandil yuvası" müfred olarak gelirken "evler'in çoğul gelmesi nasıl izah edilir? Halbuki kandil yuvası bir evde sadece bir tane olur, denilecek olur­sa, şöyle cevap verilir: Bu tekil olarak başlayan ve çoğul olarak sona erdi-rilen çeşitli (mütelevven) hitab kabilindendir. Yüce Allah'ın: "Ey Peygamber! Kadınları boşadığınızzaman..." (et-Talak, 65/1) buyruğu ve benzerleri gi­bidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada ayrı ayrı herbir evden söz edilmektedir. Bu­nun yüce Allah'ın: "Onların arasında ay'ı bir nûr kılmış" (Nuh, 71/16) buyruğu gibi olduğu da söylenmiştir. Halbuki ay göklerden sadece birisin dedir.

Burada sözü edilen *evler"den maksadın ne olduğu hususunda beş gö­rüş ileri sürülmüştür:

1- Yüce Allah'a ibadet için tahsis edilmiş olan mescitlerdir. Bu mescitler­de semadaki yıldızlar nasıl yeryüzünde bulunanlara aydınlık veriyorsa, se-madakilere öylece aydınlık görünürler. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid ve el-Hasen yapmışlartır.

2- Bu evler Beytu'l-Makdis'teki evlerdir. Bu görüş de el-Hasen'den nak­ledilmiştir.

3- Peygamber (sav)ın haneleridir. Bu da Mücahid'den nakledilmiştir.

4-  Bundan kasıt bütün evlerdir. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. Yü­ce Allah'ın: "Sabah akşam O'nu oralarda teşbih ederler" buyruğu ise bu ev­lerin mescitler olduğu kanaatini güçlendirmektedir.

5- Bunlar hepsi de peygamber tarafından inşa edilmiş olan dört mescid-dir: Ka'be, Beyt-i Erîha (Beytu'l-Makdis), Medine Mescidi ve Küba Mescidi'dİr. Bu açıklamayı İbn Büreyde yapmıştır. Bu, daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/108. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Derim ki: Kuvvetli oian birinci görüştür. Çünkü Enes b. Malik (r.a), Ra-sûlullah (sav)dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Aziz ve celil olan Allah'ı seven beni de sevsin. Beni seven ashabımı sevsin, ashabımı seven Kur'ân'ı sevsin. Kur'ân'ı seven, mescidleri sevsin. Çünkü onlar Allah'ın av­lularıdır, yüceltilmelerine Allah'ın İ2in verdiği binalarıdır. Oraları mübarek ve hayırlı kılmıştır, orada bulunanlar da hayırlıdır. Oralar muhafaza altındadır, oradakiler de muhafaza altındadırlar. Onlar namazlarında iken aziz ve celil olan Allah da ihtiyaçlarını karşılar, onla? mescitlerinde bulunuyorlarken, Allah da onları muhafaza eder."[367]

 

2- Mescidlere İhtimam Göstermek:

 

Yüce Allah'ın: "Allah'ın yüceltUmesİnc... İzin verdiği" buyruğundaki "izin vermek emretmek ve hükmetmek" anlamındadır. İzinin gerçek anlamı, bil­mek ve yasak koymaksızın imkân tanımaktır. Eğer onunla birlikte emir ve uy­gulama bulunacak olursa, anlamı daha da güçlü olur,

"Yflceltîlmesİne" buyruğunun bina edilip, yükseltilmelerine demek oldu­ğu söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid ve İkrime yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Hani İbrahim ve İsmail o Evin. temellerini birlikte yükseltiyorlardı" (el-Ba-kara, 2/127) buyruğunda da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır.

Peygamber (sav) da şöyle buyurmaktadır: "Kim kendi malından bir mes-cid bina edecek olursa, yüce Allah da ona cennette bir ev bina eder."[368]

Bu anlamda mescid bina etmeyi teşvik eden pek çok hadis-İ şerif vardır. Hasan-ı Basrî ve başkaları şöyle demişlerdir: "Yticeltilmeslne" buyruğu­nun anlamı tazim edilip şanlarının yükseltilmesine, necaset ve pisliklerden arındırılıp, temizletilmesine... demektir. Çünkü hadis-i şerifte şöyle buyurul-maktadır: "Deri ateşten dolayı çekildiği gibi, mescitler de necasetten böyle­ce çekilirler. "[369]

İbn Mace de Sünen'inde Ebu Said el-Hudrîden şöyle dediğini kaydetmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kim mescidden rahatsızlık verici bîr şe­yi (pislik ve benzerini) dışarı çıkartacak olursa, Allah da ona cennette bir ev bina eder.'[370]

Âişe (r.anhâ)dan da şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) biz­lere mahallelerde mescidler edinmemizi ve bu mescidlerin temiz tutulup, hoş kokularla kokulandırılmasını emretmiştir.[371]

 

3- Mescidlere Süs ve Nakış Yapmak:

 

Bizler burada kastedilenin, mescidlerin bina edilmesi olduğunu kabul ede­cek olursak, acaba mescidlere süs ve nakış yapılır mı? Bu hususta farklı gö­rüşler vardır. Kimileri bunu mekruh görürken, kimileri de mubah kabul et­mektedirler.

Hammâd b. Seleme, Eyyub'dan, o Ebu Kılabe'den, o Enes'ten; Kata-de'nin de, Enes'ten rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştun "İnsanlar mescidlerle birbirlerine karşı öğüneceklerî vakit gelmedikçe, kıya­met kopmayacaktır." Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir[372]

Buhârî'de de şöyle denilmektedir: ...Enes de dedi ki: "Mescidlerle karşı­lıklı öğünürler. Sonra da pek az müstesna orayı imar etmezler (namaza git­mezler.)"[373]

İbn Abbas da şöyle demiştir: Yahudiler ve hristiyanlar (mabedlerini) süs­ledikleri gibi andolsun sizler de oraları (mescidieri) süsleyeceksinizdir.[374]

Tirmizî el-Hakim Ebu Abdullah da "NevĞdiru'l-Usul" adlı eserinde Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Mes-cidlerinizi süsleyip mushaflarınızı da allayıp pulladığmız takdirde artık he­lak olmak gelip sizi bulacaktır. "[375]

Bunun mubah olduğunu kabul edenler de mescidlerin süslenmesinin mescidleri ta'zim etmek demek olduğunu söyleyerek delii göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah da: "Allah'ın yüceltilmesine ve içlerinde adının anılma­sına izin verdiği evlerdedir" diye buyurmakla mesddlerin ta'zim edilmesi­ni emretmektedir.

Osman (r.a)dan da rivayete göre o, Peygamber (sav)ın mescidini tik ağa­cından bina etmiş ve güzelleştirmiştir.

Ebu Hanife der ki: Mescidleri altın suyu ile nakışlamakta bir mahzur yoktur.

Rivayet edildiğine göre Ömer b. Abdu'1-Aziz de Peygamber (sav)ın mes­cidini nakışlarla süslemiş, mescidin imar ve süsleme işini ileriye götürmüş­tür. Bu da onun halifeliğinden önce Medine valiliği döneminde olmuş, kim­se onun bu yaptığını tepki ile karşılamamıştı.

Nakledildiğine göre el-Velid b. Abdu'l-Melik de Dımaşk'taki (Şam'daki) mescidin yapımı ve süslenmesi için Şam (Suriye) bölgesinden toplanan ha­racın üç mislini harcamıştır. Yine rivayet edildiğine göre Davud oğlu Süley­man (İkisine de salât ve selâm olsun) Beytu'l-Makdis mescidini bina etmiş ve onu ileri derecede süslemiştir. [376]

 

4- Mescidin, Rahatsızlık Verici Şeylere Karşı Korunması:

 

Mescidin kendilerine karşı korunması ve uzak tutulması gereken husus­lar arasında hoş olmayan kokular, kötü sözler ve buna benzer açıklayacağı­mız diğer hususlar vardır. Bunlara riayet etmek mescidlere gösterilen saygı­nın bir parçasıdır. İbn Ömer (r.a)dan rivayet edilen sahih hadise göre Rasû-luliah (sav) Tebûk gazvesinde şöyle buyurmuştur: "Kim bu bitkiden -sarım­sağı kastediyor- yiyecek olursa, sakın mescidlere gelmesin. "[377]

Cabir b. Abdullah (r.a)ın rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur: "Kim bu bakliyattan yani sarımsaktan yiyecek olursa... " Bir seferin­de de "kim soğan, sarımsak ve pırasa yiyecek olursa, bizim mescidimize as­la yaklaşmasın. Çünkü melekler de Âdemoğullarının rahatsız olduğu şeyler­den rahatsız olurlar."[378]

Ömer b. el-Hattab (r.a) da irad ettiği bir hutbesinde şöyle demiştir; Son­ra siz ey insanlar iki bitkiden yiyorsunuz ki benim görüşüme göre bunlar an­cak pis şeylerdir. Şu soğan ve sarımsağı kastediyorum. Andolsun Rasûlullah  (sav) mescidde bunlann kokularının bir adamdan geldiğini gördüğü takdir­de o kimse hakkında emir vererek, Bakî'e kadar çıkartılırdı. O bakımdan bun­lardan kim yiyecek olursa, onları pişirmek suretiyle öldürsün. (Pis kokula­rının gitmesini sağlasın.) Bu hadisi Müslim, Sahİh'inde rivayet etmiştir.[379]

İlim adamları derler ki: Böyle bir kimsenin mescidden çıkartılmasının il­leti onun başkalarını rahatsız etmesi olduğuna göre; ktyasen şunu da söyle­yebiliriz: Mescidde kötü diliyle onlara karşı güzel olmayan davranışlarda bu­lunarak çevresindekilere rahatsızlık veren yahut mesleğinin kötülüğü dola­yısıyla kendisinden ayrılmayan bir şekilde kötü kokan yahut cüzzam ve bu­na benzer rahatsızlık verici bir hastalığı bulunan ve insanları rahatsız edecek bir hususu olan herkesi, bu illet o kimsede bulunduğu sürece -ondan ayrı­lıncaya kadar- mescitten çıkartabilmek hakkına sahiptirler.

Aynı şekilde sarımsak ve buna benzer insanları rahatsız edici, hoş olma­yan kokusu bulunan şeyleri yiyen, kimseler namaz ya da ilim meclisinden, ziyafet vb. başka sebebler için insanların toplu olarak bulunduğu yerlerden uzak kalırlar. Bundan dolayı (Ömer -r.a-) soğan, sarımsak ve pırasayı bir ara­da söz konusu etmiş ve bunların rahatsızlık verici şeylerden olduğunu ha­ber vermiştir.

Ebu Ömer b. Abdi'I-Berr dedi ki: Hocamız Ebu Ömer Ahmed b. Abdul-Melik b. Hişam'ın -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- komşuları tarafından şi­kâyet edilen ve mescidde eliyle ve diliyle kendilerine eziyet ettiği ittifakla söy­lenen birisine nasıl bir uygulama yapılması gerektiği hususunda kendisiyle danışılması üzerine; o şahsın mescidden çıkartılıp oradan uzaklaştırılması, komşularıyla birlikte namazda hazır bulunmaması doğrultusunda fetva ver­diğini gördüm. Zira böyle bir kimsenin delicesine ve haksızca hareketlerin­den kurtulmanın başka bir yolu yoktur. Bir gün bu kişi hakkında onunla mü­zakere ettim, bu hususta vermiş olduğu fetva ile ilgili delil getirmesini iste­dim ve karşılıklı olarak söz alışverişinde bulunduk. O da sarımsak yiyen kim­se ile ilgili hadisi delil gösterdi ve dedi ki: Bana göre böyle bir kimsenin bu. hali sarımsak yiyen kimseden daha çok eziyet vericidir. Sarımsak yiyen bir kimse de mescide cemaate katılmaktan alıkonulur.[380]

Derim ki: Mürsel rivayetler arasında şöyle denilmektedir: "Kişi bir tek ya­lan söylediğinden melek onun pis kokusundan dolayı uzaklaşıp gider."

Buna göre yalan söylemek ve batıl sözler uydurmakla tanınan bir kimse de dışarı çıkartılır. Çünkü bu da eziyet verici bir iştir. [381]

 

5- Mescidlerin, Mescidleri İmar Etmenin, Mescidlere Devam Etmenin Fazileti:

 

İlim adamlarının çoğunluğu İbn Ömer hadisi dolayısıyla bütün mescidle­rin eşit olduğu kanaatindedirler. Kimileri de şöyle demektedir: Buradaki (sa­rımsak vb. şeyler ile ilgili) yasak sadece Rasûlullah (sav)tn mescidi hakkın­dadır. Buna sebep ise Cebrail (a.s) ve onun mescide inişidir. Zira Cabir ha­disinde: "Sakın bizim mescidimize yaklaşmasın" diye buyurmuştur. Ancak bi­rinci görüş daha sahihtir, çünkü bu hükmü etkileyen sıfatt sö2 konusu etmiş­tir ki, bu da mescid oluştur. Hükmü etkileyen sıfatın söz konusu edilmesi ise bir illet bildirmedir. es-Sa'lebî isnadtnı kaydederek Enes (r.a)dan şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Allah kıyamet günün­de dünya mescidlerini beyaz ve asil develer suretinde getirir. Ayakları anber-den, boyunları zaferandan, basları miskten, yularları yeşil zebercetten. O mes-cidlerde ikamet edip ezan okuyanlar o develerin yularını çekecekler. İmam­ları da arkadan sürecekler. Mescidleri imar edenler de onlara asılmış olacak­lar. Böylelikle kıyametin Arasaündan süratti bir şimşek gibi geçecekler, Mevkıf te bulunan kimseler; Bunlar mukarreb melekler ve mürsel peygam­berlerdir, diyecekler. Bunun üzerine şöyle nida olunacak: Bunlar melek de değildir, peygamber de değildir. Bunlar mescid ehli kimselerdir. Muhammed (sav) ümmetinden namazları dikkatle koruyanlardır."[382]

Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın mescidlerini an­cak Allah'a ve âhiret gününe iman eden... kimseler imar eder." (et-Tevbe, 9/18) Bu buyruk bütün mescidler hakkında geneldir. Peygamber (sav) da şöy­le buyurmaktadır; "Sizler bir kimsenin mescidlere devam etmeyi itiyat hali­ne getirdiğini görecek olursanız, onun iman ehli olduğuna şahitlik ediniz. Çünkü yüce Allah: 'Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden... kimseler imar eder" diye buyurmaktadır."[383] Bu hadis daha ön­ceden de (bk. et-Tevbe, 9/18. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [384]

 

6- Mescidlerde, Mescidlerle Bağdaşmayan İşlerin Yapılması:

 

Aynı şekilde mescidler alışveriş ve (benzeri) bütün işlerin yapılmasına kar-. şı himaye edilirler. Çünkü Peygamber (sav) kaybetmiş olduğu kırmızı devesinin kayıbını yüksek sesle ilan eden kimseye şöyle demiştir: "Hay bulmaz olasın! Mescidler ancak bina ediliş maksatları için kullanılır." Bu hadisi Müs­lim, Süleyman b. Bureyde'den, o babasından diye rivayet etmiş olup buna göre Peygamber (sav) namazı bitirdikten sonra bir adam kalkıp, şöyle demiş­tir: Benim kırmızı devemi bulan var mı:' Beni haberdar etsin. Bunun üzeri­ne Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Hay bulmaz olasın! Mescidler bina ediliş maksatları için kullanılır,"[385]

İşte bu da mescidlerde aslolanın namaz, zikir ve Kur'ân kıraati olduğuna, bunun dışında herhangi bir iş yapılmaması gerektiğine delildir. Nitekim Enes (r.a)ın rivayet ettiği şu hadiste de böylece açıklanmış bulunmaktadır: Rasûlullah (sav) ile birlikte mescidde bulunduğumuz bir sırada Bedevi bir Arap geldi ve ayakta durup, raescidde küçük abdestini bozdu. Rasûlullah (sav)ın ashabı: Dur, dur dediler. Peygamber (sav) da şöyle buyurdu: "İhti­yacını görmesini ortada bıraktırmayın. Onu haline terkedin." Bunun üzeri­ne ihtiyacını giderinceye kadar ona ilişmediler. Daha sonra Rasûlullah (sav) onu çağırıp şöyle dedi: "Bu mescidlerde hiçbir şekilde böyle bir küçük ab-dest bozmak ya da kirletilmeleri uygun değildir. Bu mescidler ancak Allah'ı zikretmek, namaz kılmak ya da Kur'ân okumak içindir." -Ya da Rasûlullah (sav)ın buyurduğu gibi... (Enes devamla") dedi ki: Orada bulunanlardan bi­risine emir verdi, o da bir kova su getirip üzerine döktü. Bu hadisi de Müs­lim rivayet etmiştir.[386]

Yüce Allah'ın Kitabından buna delil olan buyruklardan birisi de O'nun: "İçlerinde adının anılmasına izin verdiği evler..." buyruğudur. Peygamber (sav)ın Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî'ye söylediği şu sözler de buna de­lildir: "Şüphesiz ki bu mescidlerde insanların kelâmından herhangi bir şey söy­lemek uygun düşmez. Söylenebilecek sadece teşbihtir, tekbirdir ve Kur'ân kıraatidir." Yahut ta Rasûlullah (sav)ın buyurduğu gibi...[387]

Bu hadisi bütün uzunluğu ile Müslim, Sahihinde rivayet etmiş bulunmak­tadır; bu kadarı da yeter,

Ömer b. el-Hattab (r.a), mescidde bir adamın sesini duyunca: Bu ses de ne oluyor? Nerede olduğunu biliyor musun? diye çıkışmıştır.

Halef b. Eyyub bir seferinde mescidinde oturmakta iken kölesi yanına ge­lip ona bir hususa dair soru sordu. O da ayağa kalkıp nıescidden çıktı ve ona öylece cevap verdi. Niye böyle yaptığı sorulunca, şöyle dedi: Şu, şu kadar zamandan bu yana mescidde dünya kelâmı konuşmuş değilim. Bu gün de ko­nuşmak hoşuma gitmedi. [388]

 

7- Mescidde Kayıp İlânı, Alış-veriş Yapmak, Şiir Okumak vs.nin Hükmü;

 

Tirmizî, Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o da dedesi yoluyla rivayet et­tiğine göre; Rasûlullah (sav) mescidde şiir okumayı, orada alışveriş yapma­yı ve cuma gününde namazdan önce insanların halkalar oluşturarak oturma­larını yasaklamıştır. (Tirmizî) dedi ki: Bu hususta Büreyde, Cabir ve Enes'ten de rivayetler gelmiştir. Abdullah b. Amr'in hadisi de hasen bir hadistir, Mu-hammed b. İsmail dedi ki: Ben Muhammed'i (Tirmizî'de Ahmed'i) ve İshak'ı -başkalarını da zikrederek- Amr b. Şuayb'in hadisini delil gösterdiklerini gör­düm. Kimi ilim ehli kimseler de mescidde alışveriş yapılmasını mekruh kar­şılamışlardır. Ahmed ve İshak da bu görüştedirler.[389]

Rivayet edildiğine göre de Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun) mes­cidde alışveriş yapan bir topluluğun yanından geçince, elbisesini sarıp sar­maladıktan sonra onları vura vura üzerlerine yürüdü ve bu arada da; Ey yı­lanların çocukları! Sizler Allah'ın mescidlerini pazar edindiniz. Burası âhire-tin pazarıdır, diyordu.

Derim ki: Mezhebimize mensub kimi İlim adamı mescidlerde çocuklara öğretmeyi mekruh görmüş ve bunun da alışveriş kabilinden olduğu görüşü­nü belirtmiştir. Bu, ilim öğretmenin ücret karşılığı yapılması halinde böyle­dir, Şayet ücretsiz yapılacak olsa, yine bir başka açıdan bunun engellenme­si söz konusu olur. O da çocukların pisliklerden ve kirletmekten kendileri­ni koruyamayacaklarıdır. Bu ise mescidlerin temiz tutulmaması sonucunu do­ğurur. Rasûlullah (sav) da mescidlerin temizlenmesini ve hoş kokularla ko-kulandırılmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınızı, delilerinizi, kılıçlarınızı kınsız tutmayı, orada hadlerinizi uygulayıp seslerinizi yükseltme­yi, karşılıklı tartışmalarınızı mescidlerini2den uzak tutunuz. Cuma günlerin­de oraları kokulandırıp, tütsülendiriniz. Mescidlerinizin kapılarında da tuva­let ve abdest alma yerleri yapınız."[390]

Bu hadisin isnadında Umeyyeoğullarının azatlısı Dımaşklı el-Alâ b. Kesir vardır. Bu da hadis âlimlerine göre zayıf bir ravidir. Bunu hadis hafızı Ebu Ahmed b. Adî el-Cürcanî zikretmiştir.[391]

Yine Ebu Ahmed'in zikrettiğine göre, Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle demiş­tir: İkindi namazını mü'minlerin emin Osman ile birlikte kıldım. Mescidin bir tarafında bir terzi gördü. Onun dışarı çıkartılmasını emretti. Ona: Ey mü'min­lerin emiri! O mescidi süpürüyor, kapıları kapatıyor ve bazen de su serpiyor denilince, Osman şöyle dedi: Ben Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinle­dim: "Sanatkârlarınızı mescidlerinizden uzaklaştırınız." Bu bellenmiş bir ha­dis değildir, isnadında Muhammed b. Mucîb es-Sakafî vardır. Bu ise Zâhibu'l-Hadis (hiçbir surette hadisi alınmayan) bir ravidir[392]

Derim ki: Bu anlamda vârid olmuş rivayetlerin, rivayet yolları her ne ka­dar gevşek ise de manaları sahihtir. Bu manaların sahih olduğuna, daha ön­ce zikrettiklerimiz delil teşkil etmektedir. Tirmizî der ki: Tabiîne mensub ki­mi ilim ehlince mescidde alışverişe ruhsat verildiğine dair rivayet gelmiş bu­lunmaktadır. Peygamber (sav)den de birden çok hadiste mescidde şiir oku­nabileceğine dair ruhsat da rivayet edilmiş bulunmaktadır.[393]

Derim ki: Mescidlerde şiir okumak hakkında farklı görüşler vardır. Kimi­si mutlak olarak kabul etmezken, kimisi mutlak olarak caiz kabul etmekte­dir. Ancak uygun olan bu hususta hükmün tafsilatlı olarak ele alınmasıdır. Şöyleki: Şiire bakılır, eğer şiir yüce Allah'a ya da Rasûlüne övgü ihtiva edi­yor, yahut onları yakışık olmayan şeylerden tenzih ediyor ise -Hassan'ın şi­irlerinde olduğu gibi- veya hayra teşvik, öğüt, dünyaya karşı zahîdliği, dün­yalıktan az şeylerle yetinmeyi ihtiva ediyor ise böyle şiirleri mescidlerde de, başka yerlerde de okumak güzeldir. Mesela şairin şu beyitleri bu kabilden­dir:

"Dolaş, dur ey nefis ki, ben de tek ve samed olana doğru gideyim, Bırak benim peşimi, Rabbimden başkasını aramıyayım. O benim tesellim, benim sohbet ettiği mdir, insanları ter ket artık, Çünkü sen O'nun dışında sığınacak kimse bulamazsın."

Böyle olmayan şiirler de caiz olmaz. Çünkü şiirde çoğunlukla çirkin söz­ler, yalan ve batılın süslü gösterilmesi söz konusudur. Bu gibi hususlardan uzak kalan şiirde bile en azından boş sözler ve gereksiz ifadeler vardır. Mescidler ise bundan uzak tutulmalıdır. Çünkü yüce Allah: "Allah'ın yûceltilmeslne ve İçlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir" diye buyurmaktadır. Şi­irin mescidde okunması bazen caiz olabilir. Şairin şu beyiti gibi:

"Yumuşak kumların (üzerinde yürüyen) ve yağmurun vurduğu

bir erkek deve gibi, Ki sırtında yağmur vardır ve oradan aşağı düşmüştür."

Bir başka sairin su beviti de bövledir:

"Sema (yağmur) bir kavmin topraklarına düştü mü, Orada otlatırız isterlerse kızsınlar (bizlere)"

Bu kabil şiirde her ne kadar Allah'a hamd ve sena bulunmamakta ise de caizdir. Çünkü hayasızca sözler ve yalan ihtiva etmemektedir. Caiz olan ve olmayan şiirlere dair yeterli açıklamalar yüce Allah'ın izniyle eş-Şuarâ Sûre-si'nde gelecektir.

Dârakutnî'nin rivayetine göre Hişam b. Urve babasından, o Âişe (r.an-hâ)dan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav)ın huzurunda şiirden söz edildi de şöyle buyurdu: O bir sözdür, güzeli güzeldir, çirkini çirkindir. "[394]

Bu. hususta Abdullah b. Amr b. el-Âs'tan, Ebu Hureyre'den ve İbn Ab-bas'tan rivayet edilen Peygamber (sav)ın buyrukları da bulunmaktadır. Bun­ları (Dârakutnî) Sünen'inde zikretmiş bulunmaktadır.

Derim ki: Şafiî mezhebihe mensup ilim adamları bu sözü Şafiî'den nak­letmektedirler ve ondan başkasının bu sözleri söylemediğini ileri sürerler. San­ki onlar bu husustaki hadislere vakıf olmamış gibidirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [395]

 

8- Mescidlerde Seslerin Yükseltilmesi:

 

Mescidlerde sesin yükseltilmesine gelince, şayet bu sesini yükseltenin mas­lahatının bir gereği ise o vakit maksadının zatına olmak üzere ona beddua edilir. Çünkü az önce kaydettiğimiz Bureyde yoluyla gelen hadis bunu İfa­de etmektedir. Aynı şekilde Ebu Hureyre'nin naklettiği hadise göre de Ra-sûluilah (sav) şöyie buyurmaktadır: "Kim birisinin mescidde bir şey kaybet­tiğini ilan ettiğini işitirse: Allah onu sana geri çevirmesin, desin, çünkü mes-cidler bunun İçin bina edilmiş değildir, "[396]

Malik ve bir grub iiim adamı bu kanaattedir. Öyle ki bunlar, ilim ve baş­ka bir maksat için dahi mescidde sesin yükseltilmesini mekruh kabul eder­ler. Ebu Hanife mezhebine mensub ilim adamları bizim -Maliki- mezhebi­mize mensub Muhammed b. Mesleme ise davalaşma ve ilim maksadı ile se­si yükseltmeyi caiz kabul eder ve şöyle derler: Çünkü onlar için bu şekil­de seslerini yükseltmek kaçınılmaz bîr şeydir. Ancak bu, hadisin zahirine mu­haliftir. "Onlar için bu şekilde davranmak kaçınılmaz bir şeydir." sözleri ise uygun değildir. Aksine İki sebeb dolayısıyla bundan kaçınabilirler. Evvela vakar ve hürmette kusur etmezler. Sürekli bunu hatırlarında tutarlar ve ak­si olan işlerden kendilerini sakındırırlar. İkinci olarak eğer buna imkân bu­lunmayacak olursa, o takdirde bu maksatla özel bir yer tesbit edilmelidir. Nitekim Ömer (r.a), el-Butayha diye adlandırılan geniş bir yer bina etmiş ve: Kim yüksek sesle konuşmak yahut bir şiir okumak isterse -Rasûlullah (sav)ın mescidinde bunları yapmak isteyenleri kastetmektedir- haydi bu ge­niş yere çıkıp gitsin. İşte bu da Ömer (r.a)ın, mescidde şiir okunmasına kar­şı çıktığının delilidir. el-Butayha denilen yerde, Mescidin dışında bunun için bir yer bina etmiştir. [397]

 

9- Mescidde Uyumak:

 

Yabancı ve evi olmayan erkek ya da kadınlardan bu işe ihtiyaç duyan kim­selerin mescidde uyumalarına gelince, bu caizdir. Çünkü Buhârî'de şöyle de­nilmektedir: ...Ebu Kılâbe, Enes'ten naklen dedi ki: Ukl kabilesinden bir grup Peygamber (sav)ın yanına geldiler. Onlar Suffe'de kaldılar. Abdu'r-Rahman b, Ebi Bekr dedi ki: Suffa ashabı fakir kimseler idiler.[398]

Buhârî ile Müslim'de kaydedildiğine göre de İbn Ömer bekâr bir delikan­lı iken evlenmeden Peygamber (sav)ın Mescidinde (kimi zaman) uyurdu.[399] Buhârî'nin lafzı bu şekildedir,

Buhârî: "Kadının mescidde uyuması" diye bir başlık açmış ve bu başlık al­tında Âişe (r.anhâ)nın rivayet ettiği hadisi de zikretmiştir. Bu hadis ahalisi ta­rafından bir kemer çalmakla itham edilen siyahi bir cariyenin başından geçenler hakkındadır. Âişe dedi ki: Bu cariyenin mescidde kıldan bir çadırı ya da küçükçe bir evi vardı...[400]

Atâ b. Ebi Rebah da kırk yıl süreyle gecelerini mescidde geçirmiştir. [401]

 

10- Mescide Giriş ve Çıkışın Adabı:

 

Müslim, Ebu Humeyd ya da Ebu Useyd'den şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide gir­diği takdirde; "Allah'ım bana rahmetinin kapılarını aç" desin. Mescidden çıkacak olursa da: "Allah'ım, lütfundan dilerim" desin."[402] Ebû Dâvûd da bu hadisi böylece rivayee etmiş, ancak o: "Sizden herhangi bir kimse mescide girecek olursa: Selâm versin, Peygamber (sav)a salât getirsin, sonra da: "Allah'ım bana rahmetinin kapı­larını aç, desin..." fazlalığıyla rivayet etmektedir.[403]

İbn Mâce'nin rivayetine göre de Rasûlullah (sav)ın kızı Fâtıma (r.anhâ) şöy­le demiştir: Rasûlullah (sav) mescide girdi mi:

"Allah'ın adıyla, Rasûlullah'a selâm olsun. Allah'ım, bana günahlarımı bağışla ve ba­na rahmetinin kapılarım aç" derdi. Çıktı mi da:

"Allah'ın adıyla, Allah'ın Rasûlüne salât olsun. Allah'ım, günahlarımı bana ba­ğışla ve bana rahmetinin ve lütfunun kapılarını aç," derdi[404]

Ebu Hureyre'den rivayete göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Siz­den herhangi bir kimse mescide girdi mi, Peygamber (sav)a salât (ve selâm) getirsin ve şöyle desin: "Allah'ım, bana rahmetinin kapılarını aç." Mescidden dışarıya çıktı mı yine Peygamber (sav)a selâm ge­tirsin ve: "Allah'ım, beni kovulmuş şeytandan ko­ru" desin."[405]

Ebû Dâvûd da Hayve b. Şureyh'den şöyle dediğini rivayet eder: Ukbe b. Müslim ile karşılaştım. Ben ona şöyle dedim: Bana ulaştığına göre senin Ab­dullah b. Amr b. el-Âs'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) mescide gir­di mi şöyle dermiş: "Azim olan Allah'a, O'nun kerim olan zatına, kadim olan sultanına (egemenligine), kovulmuş şeytandan sığınırım." (Ukbe> Evet, dedi. Dedi ki: O bu­nu söyledi mi şeytan da: Günün diğer vakitlerinde de bana karşı korunmuş oldu, der.[406]

 

11- Mescide Girdikten Sonra Oturmadan

 

İki Rek'at Namaz Kılmak (Tahiyyetu'l-Mescid):

Müslim'in, Ebû Kata de'den rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi oturmadan önce iki rek'at kılıversin."[407] Yine ondan rivayete göre: Rasûlullah (sav) insanlar arasında otu­ruyor iken mescide girdim. Ben de geçip oturdum, Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurdu: "Oturmadan önce iki rek'at namaz kılmana engel olan nedir?" Ey Al­lah'ın Rasûlü, dedim. Ben senin ve sair insanların oturmakta olduğunu gör­düm. Şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse mescide girecek olursa, iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. "[408]

İlim adamları derler ki: Peygamber (sav) mescidi diğer evlerden ayıran bir Özellikle mümtaz kılmıştır. O da namaz kılmadan oturmama meziyetidir.

İlim adamları genel olarak burada namaz kılma emrinin mendubluk ve teş­vik ifade ettiğini kabul etmekle birlikte, Dâvûd (ez-Zahirî) ve mezhebine men-sub ilim adamları bunun vücub ifade ettiği kanaatindedirler. Ancak bu ka­naat batıldır. Eğer durum onların dedikleri gibi olsaydı, abdestsiz bir kimse­nin abdest almadan mescide girmesinin haram olması gerekirdi. Bildiğim ka­darıyla da kimse böyle bir görüş ileri sürmüş değildir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

İbrahim b. Yezid, el-Evzaî'den, o Yahya b. Ebi Kesir'den, o Ebu Seleme b, Abdu'r-Rahman'dan, o Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. Sizden herhangi bir kimse evine gir­di mi iki rek'at namaz kılmadan oturmasın. Şüphesiz Allah onun, o iki rek'atmdan dolayı evinde hayır takdir buyurur." Bu hadis mescid ile ev arasında eşitliği gerektirmektedir; denilse;

Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Eve giriş esnasında namaz kılma­yı ifade eden bu fazlalığın aslı yoktur. Bunu Buhârî söylemiştir[409] Bu husus­ta az önce kaydettiğimiz Müslim tarafından rivayet edilen Ebu Katade hadisi sahihtir. Burada sözü edilen İbrahim'den bildiğim kadarıyla Sa'd b. Abdu'l-Hamid'den başka hadis rivayet eden olmamıştır. Bildiğim kadarıyla da onun bu hadisten başka rivayeti de yoktur.[410] Bu ifadeler Ebu Muhammed Abdu'l-Hakk'a aittir. [411]

 

12- Mescidlerin Kandillerle Aydınlatılması:

 

Said b. Zebbân rivayetle dedi ki: Bana babam, babasından anlattı. O (ba­bam) dedesinden, o Ebu Hind (r.a)dan rivayetle.dedi ki: Temim -yani ed-Da-rî- Şam'dan, Medine'ye kandiller, zeytinyağı ve ipler getirdi. Medine'ye ulaş­tığında cuma gecesine rastgeldi. Ebu'l-Bü2ad diye anılan bir köleye emir ver­mesi üzerine köle kalkıp o ipleri bağladı, kandilleri astı. Onlara su ve zey­tinyağı doldurdu ve aralarına da fitil yerleştirdi. Güneş batınca Ebu'l-Büzâd'a emir vererek bu kandilleri yaktı. Rasûlullah (sav) mescide çıkınca, kandille­rin parıldadığını gördü. "Bunu kim yaptı?" diye sorunca, Temim ed-Darî yap­tı ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Şöyle buyurdu: "Sen İslâm'ı aydınlattın, Allah da dünyada da, âhirette de seni nûrlandirsın. Eğer bir kızım olsaydı, onu se­ninle evlendirirdim." Nevfel b. el-Haris dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Benim Nev-fel kızı el-Muğire adında bir kızım var, sen onu istediğinle evlendirebilirsin deyince, Peygamber o kızı Temim'e nikahladı.

Zebbân yalnızca Said'in adıdır. Onun nesebi de şu şekildedir: Ebu Osman Said b. Zebban b. Kaid b. Zebbân b. Ebi Hind. Burada anılan Ebu Hind de Peygamber (sav)ın hacamatçısı ve Beyâdaoğullarının azadlısıdır.

İbn Mace'nin rivayetine göre de Ebu Said el-Hudrî şöyle demiştir: Mescid-lerde kandil yakan ilk kişi Temim ed-Darî'dir.[412]

Enes'ten rivayet edildiğine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir mescidde bir kandil yakacak olursa, o ışık onda bulunduğu sü­rece melekler ve Arşı yüklenenler ona dua edip dururlar ve şüphesiz ki mes­cidin süpürülmesinin tozu Hür el-Iyn'in mehiridir."[413]

İlim adamları derler ki: İçinde Kur'ân'ın okunduğu evin kandiller asmak suretiyle ve içinde mumlar dikmekle aydınlatılması müstehabtır. Ramazan ayında da mesçidlerin aydınlatılması arttırılır. [414]

 

13- Allah'ı Teşbih Edenlerin Nitelikleri:

 

"Sabah akşam O'nu oralarda teşbih ederler; ... yiğitlerdir" buyruğun­da teşbih edenleri nitelendirmesi hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Bir görüşe göre bunlar yüce Allah'ın emirlerini gözetenler ve onun rı­zasını taleb edenlerdir. Dünya işlerinden hiçbir iş onları narnaz kılmaktan ve Allah'ın anmaktan, engellemez.

Ashab-ı Kiram'dan bir çok kimse de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerime na­maz için ezanı işittiklerinde, işlerini bırakıp hemen namaza koşuşan, çarşı ve pazardakiler hakkında inmiştir.

Salim b. Abdullah pazarda bulunanların namaza gitmekte olduklarını görünce şöyle demiştir: İşte yüce Allah'ın: "Kendilerini ticaretin de, alışve­rişin de Allah'ı anmaktan... alıkoymadığı yiğitlerdir" buyruğunda kastet­tiği kimseler bunlardır. Bu sözün İbn Mes'ud tarafından söylendiği de riva­yet edilmiştir.

Abdullah b. Âmir ve Ebubekr'in kendisinden rivayetine göre Âsim ile el-Hasen "O'nu teşbih ederler" buyruğunu; O'na, oralarda teşbih olunur" anlamında meçhul bir fiil olarak "be" harfini üstün okumuştur. Nâfî', İbn Ömer, Ebu Amr ve Hamza ise "teşbih ederler" anla­mında olmak üzere "be" harfini esreli okurlardı. Ebu Âmr'ın, Asım'dan riva­yeti de bu şekildedir.

"Be" harfini üstün okuyanların kıraatine göre bunun iki türlü manası vardır: Birincisine göre, açıktan zikredilen fiilin delâlet ettiği gizli bir fiil ile "yiğitlerdir" anlamındaki "rical" kelimesinin merfû' olmasıdır. Bu da, yiğit­ler O'nu teşbih ederler, manasınadır. Buna göre (âyetin son kelimesi olan) "akşam (el-âsâl)" kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Sîbeveyh bunun benzeri bir açıklamayı zikretmiş ve şu beyiti kaydetmiş bulunmaktadır:

"Ağlansın Yezid için, düşmanlık dolayısı ile zelil olup boyun eğen,

Ve atılan silahların helak edip öldürmelerinden dolayı ihtiyacı olan kimseler/

Burada ifade, zelil olan kimse onun için ağlasın, anlamındadır. İşte buna binaen: İfadesi Zeyd, Arar'ı dövdü, anlamında kullanılır.

Diğer bir açıklama da şöyledir: "Yiğitler" anlamındaki kelime mübtedâ ola­rak merfû' okunur, haberi ise (birinci âyetin başındaki) "evlerdedir" anla­mındaki buyruktur. Yani Allah'ın yücekilmelerine izin verdiği evlerde bir ta­kım yiğitler vardır ki...

"O'nıı orada teşbih ederler" ifadesi de "yüceltilmesi" fiilindeki zamirden .hat olur. Şöyle denilmiş gibidir: Oralarda O'na teşbih edilerek yüceltilmesi-ne... izin vermiştir. Bu durumda "akşam" anlamındaki kelime üzerinde va­kıf yapılmaz.

"Teşbih ederler" fiilini "be" harfi esreli olarak okuyanlar ise "akşam" (an­lamındaki: "el-âsâl" kelimesi) üzerinde vakıf yapmazlar. Çünkü bu durum­da "teşbih ederler" fiili "yiğitler" anlamındaki kelimenin fiilidir. Fiilin ise fa­ile (özneye) ihüyacı vardır ve burada hazfedilmiş de değildir. "Sabah-akşam" anlamındaki kelimelere dair açıklamalar da daha önceden ei-A'raf Sûre-si'nin sonlarında (7/205. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnızca Allah'a mahsustur. [415]

 

14- Bu Buyrukta Geçen "Tesbih"in Anlamı:

 

"O'nu oralarda teşbih ederler" buyruğunun namaz kılarlar anlamında ol­duğu söylenmiştir. İbn Abbas da: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen her teşbih lafzı na­maz demektir, demiştir. Buna da yüce Allah'ın: "Sabah-akşam" buyruğu de­lildir. Sabah ve öğleden sonra (akşama kadar) anlamındadır. Müfessirlerin ço­ğu da şöyle demektedir: (İbn Abbas) "namaz" ile farz olan namazı kastetmiş­tir. Sabah (el-ğuduvv) sabah namazını, akşam (el-âsâl); öğle, ikindi, akşam ile yatsı namazlarım kapsar. Çünkü "el-âsâl" adı onların hepsini ifade eder. [416]

 

15- Mescidlere Gidip Gelmenin Orada Kalmanın Fazileti:

 

Ebû Davud'un rivayetine göre Ebu Umâme Rasûlullah (sav)m şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir; "Kim evinden abdest almış olarak farz bir namaz kılmak üzere çıkarsa, onun ecri tıpkı ihrama girmiş hacmin ecri gibidir. Kim de kuşluk namazı için çıkıp da yalnız bu maksatla çıkacak olursa, onun da ecri umre yapan kimsenin ecri gibidir. Aralarında lağv (boş söz ve iş) bulun­mayan şekilde ardı arkasına namaz kılmak ise illiyyînde bir kitabdır."[417]

Bureyde'den de, Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğunu rivayet etmekte­dir: "Karanlıklarda mescidlere yürüyüp, gidenleri kıyamet gününde tam nûr ile müjdele. "[418]

Müslim'in, Sahih'inde kaydedildiğine göre Ebu Hureyre (r.a), Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim sabah veya akşam mescide gidecek olursa, Allah ona cennette sabah veya akşam gittiği her va­kit bir İkram ve ziyafet hazırlar.''[419]

Sahih'in dışındaki kaynaklarda da şu ziyade vardır: "Nasıl ki sizden her­hangi bir kimse sevdiği kimseyi ziyaret edecek olursa, ona ikramda elinden geleni yapıyorsa (ona öylece ikramda bulunacaktır.)"[420] Bunu es-Sa'lebî zik­retmektedir.

Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kim evinde abdest alır, sonra da Allah'ın evlerinden herhangi birisine Allah'ın farzlarından bir farizayı edâ etmek üzere yürüyerek gider-* se, atacağı iki adımdan birisi ile bir günahı silinir, diğeri onu bir derece yük­seltir.[421]

Yine Ebu Hureyre'den rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş­tur: "Kişinin cemaatle birlikte kıldığı bir namaz, evinde ve pazarında kıldı­ğı namazdan yirmi küsur kat daha fazladır. Çünkü onlardan herhangi bir kim­se güzel bir şekilde abdest alıp sonra da namaz kılmaktan başka bir arzusu bulunmayıp yalnızca namaz kılmak arzusu ile mescide gidecek olursa, attığı herbir adım sebebiyle mutlaka onun bir derecesi yükseltilir ve mutlaka onun bir günahı silinir; tâ ki mescide girinceye kadar. Mescide girdikten son­ra onun orada kalmasına sebep namaz olduğu sürece namazda sayılır. Siz­den herhangi bir kimse namaz kıldığı yerinde kaldığı sürece melekler de siz­den o kimseye dua eder dururlar ve: Allah'ım ona rahmet eyle, Allah'ım ona mağfiret eyle, Allah'ım onun tevbesini kabul buyur, derler. Orada başkasını rahatsız etmediği ve abdestini bozmadığı sürece (bu böylece sürer gider.)[422]

Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Abdestini bozmadıkça (ne demek­tir!1 diye soruldu. (Ebu Hudeyre): Yellenmedikçe yahut osurmadıkça, diye ce­vap verdi.[423]

Hakîm b. Zurayk dedi ki: Said b. el-Müseyyeb'e: Sence cenazede hazır bulunmak mı daha iyidir, yoksa mescidde oturmak mı? diye soruldu. Şu cevabı verdi: Bir cenazenin namazını kılan bir kimseye bir kırat (ecir) vardır. Onun defnedilmesine tanık olan kimseye iki kırat vardır. Bense mescidde oturmayı daha çok severim, çünkü melekler: Allah'ım ona mağfiret buyur, Allah'ım ona rahmet eyle, Allah'ım tevbesini kabul et, derler.

Rasûlullah (sav)ın ashabından olan el-Hakem b. Ömer'den de şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Dünyada misafir (gibi) olunuz. Mescidleri ev edininiz, kalblerinizi rikkate alıştırınız. Çokça tefekkür edip ağlayınız. Hevâlarıruz sizleri ihtilâfa düşürmesin. Yerleşmeyeceğiniz bi­nalar yapmayınız, yemeyeceğiniz kadarını toplamayınız, erişemeyeceğiniz umutlar beslemeyiniz. "[424]

Ebu'd-Derdâ da oğluna şöyle demiştir: Mescid senin evin olsun, çünkü ben Rasûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Mescidler takva sahiplerinin evleridir. Mescidleri ev edinen kimseye yüce Allah huzur ve sükûnu ve sırat üzerinden geçmeyi taahhüd etmiştir. "[425]

Ebu Sadık el-Ezdî Şuayb b. el-Habhab'a yazdığı mektubunda şunları söy­ler: Sana mescidi ere gidip oradan ayrılmamanı tavsiye ederim. Çünkü bana ulaştığına göre mescidler peygamberlerin meclisleri idi.

Ebu tdris el-Havlânî dedi ki; Mescidler insanlar arasından kerim kimselerin meclisleridir.

Malik b. Dinar da şöyle demektedir: Bana ulaştığına göre şant yüce Allah şöyle buyurmuştur: Ben kullarımı azaplandırmak isterim; ancak mescidleri imar edenlere, Kur'ân için birlikte oturanlara ve müstüman olarak yetişen çocuklara bakarım da gazabım sükûn bulur.

Yine Peygamber (sav)ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Âhir zamanda bir takım insanlar olacaktır. Bunlar mescidlere gelirler ve halkalar halinde otururlar. Dünyayı ve dünya sevgisini konuşurlar. Bunlarla otur­mayınız, Allah'ın da böylelerine ihtiyacı yoktur. "[426]

İbnu'l-Müseyyeb de şöyle demiştir: Her kim bir mescidde oturursa o an­cak Rabbinin huzurunda oturur. Artık onun hayırdan başka bir şey söylemek hakkı yoktur.

Mescidlerin tazimi ve mescidlere gereken saygının gösterilmesi ile ilgili yeterli açıklamalar daha önceden (bk. et-Tevbe, 9/17-18. âyetlerin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır.

Kimi ilim adamı bu hususta onbeş madde zikrederek şöyle demektedir: Mescide duyulan saygının gereği olarak: Şayet cemaat oturmakta ise girdiği vakit selâm vermelidir, Eğer mescidde kimse yoksa "es-selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn" demelidir ve oturmadan önce de iki rek'at namaz kıl­malıdır.

Mescidde alışveriş yapmamalıdır.

Orada herhangi bir ok ya da kılıç çekmemelidir.

Mescidde kayıp aramaya kalkışmamalıdır.

Yüce Allah'ın zikri dışında sesini yükseltmemelidir, dünya sözleri konuş­mamalıdır.

İnsanların boyunları üzerinden yürümeye kalkışmamalı, bir yerde oturmak için kimseyle çekişmemelidir, safta da kimsenin yerini daraltmamahdır.

Namaz kılan kimsenin önünden geçmemeli, tükürmemeli, balgam çıkar­mamalı, sümkürmemelidir.

Parmaklarını çıtlatmamalı, bedeninde herhangi bir şeyle oynamamalıdır.

Necis şeyleri, küçük çocukları ve delileri mescidden uzak tutmalıdır. Mescidde hadler uygulanmamalıdır. Mescidde yüce Allah'ı çokça zikret­meli, O'ndan gafil olmamalıdır.

Bir kimse bunlara riâyet edecek olursa, mescidin hakkını ifa etmiş olur. Mescid onu koğulmuş şeyeana karşı korur ve himaye eder, Haberde şöyle denilmektedir: "Bir mescid içindekilerle birlikte semaya yükselerek, içinde konuştukları dünya sözleri dolayısıyla o kimseleri yüce Allah'a şikâyet etri."[427]

Dârakutnî'nin rivayetine göre Amir eş-Şa'bî şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu kiı "Hilâlin iri görülmesi ve (kalınlığı sebebiyle) iki geceliktir denil­mesi, mescidlerin yol edinilmesi ve ani Ölümlerin ortaya çıkması kıyametin yakınlaşmasından ötürüdür,"[428]

Bunu Abdu'l-Kebir b. Muâfâ, Şerîk'den, o el-Abbas b. Zerîh'den, o Şa'bî'den, o Enes'den rivayet etmektedir. Başkası ise bunu eş-Şa'brden mür-sel olarak rivayet etmektedir, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebu Hatim dedi ki: Abdu'l-Kebir b. Mûâfâ sikadır, o ebdâldan sayılırdı, Buhârî'de kaydedildiğine göre Ebu Musa, Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim bizim herhangi bir mescidimizden ya da pazarımızdan ok ile geçecek olursa, okun ucunu tutsun ve eli İle (okun ucuyla) müslüman bir kimseyi yaralamasın."[429]

Müslim'in kaydettiğine göre de Enes şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Mescid'de tükürmek bir günahtır, onun keffareti de onu göm­mekti r.[430]

Ebu Zerr'den rivayete göre Peygamber (sav) şöyle demiştir; "İyisiyle, kötüsüyle ümmetimin amelleri bana gösterildi. Onların güzel amelleri arasın­da yoldan kaldırılan rahatsız verici şeyler vardı. Kötü amelleri arasında da mes­cidde atılan ve gömülmeyen balgam vardı. "[431]

Ebû Davud'un rivayet ettiğine göre el-Farac b. Fedâte, Ebu Sa'd el-Him-yerî'mn şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben Vasile b. el-Eska'ı, Dımaşk Mes­cidinde hasır üzerine tükürdükten sonra ayağıyla onu sildiğini gördüm.

Ona: Niye böyle yaptın? denilince, şöyle dedi: Çünkü ben Rasûlullah (sav)ı böyle yaparken gördüm. Farac b. Fedâle zayıf bir râvidir.. Aynı şekilde Rasûlullah (sav)ın Mescid'inde hasır da yoktu.[432]

Sahih olan; Rasûlullah (sav)ın yere tükürdüğü ve bunu sol ayakkabısı ile sürttüğüdür.[433] Vâsile'nin bunu kastetmiş olması muhtemeldir, bu sefer hasır da ona yorumlanmış olur. [434]

 

16- Hanımların Mescidlere Gitmelerinin Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: "Yiğitlerdir" diye buyurması ve özellikle erkekleri söz konusu etmesi, kadınların mescidlerde herhangi bir paylarının olmadığını gös­termektedir. Zira onların ne cuma namazı kılmak, ne de cemaate katılmak sorumlulukları vardır. Onların evlerinde kılacakları namazlar daha faziletlidir. Ebu Davud'un rivayetine göre Abdullah (b. Mes'ud) (r.a) Peygamber (sav)dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Kadının namazını odasında kılması, evin genişçe bir yerinde kılmasından daha iyidir. Evinin iç taraflarında kılması, or­ta yerlerindeki geniş bir yerinde kılmasından daha faziletlidir."[435]

 

17- Allah'ı Anmanın Önünde Engel Tanımayanlar:

 

"Kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan... alıkoy­madığı" meşgul etmediği "yiğitlerdir." Özellikle ticaretin söz konusu edil­mesi, insanı namazdan alıkoyan en büyük işlerden birisi olduğundan dolayıdır. Ticaretin kapsamına girmekle birlikte niçin alışverişi tekrar zikret­miştir? diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Ticaret ile satın almak kas­tedilmiştir. Çünkü yüce Allah burada "bey' (mealde; alışveriş)" tabirini kul­lanmıştır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar bir ticaret ueyapir eğlence gördükleri zaman..." (el -Cumua, 62/11) Bu açıklamayı el-Vakidî yapmıştır.

el-Kelbî der ki: Tüccar başka yerlerden mal getiren ve bir yerden bir yere yolculuk yapan kimselerdir. Satıcılar ise yerlerinde ikamet edenlerdir.

"Allah'ı anmaktan" buyruğunun te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Atâ der ki: Burada kasıt namazda hazır bulunmaktır. İbn Abbas da böyle de­miştir. Ayrıca o, "farz namaz" diye kayıtlamıştır. Ezandan alıkoymadığı diye de açıklanmıştır ve bunu Yahya b. Selâm zikretmiştir.

O'nu güzel isimleriyle anmak yani O'nu tevhid edip şanını yüceltmek diye de açıklanmıştır.

Âyet-i kerîme pazarda ticaret yapanlar hakkında inmiştir. Bunu da İbn Ömer ifade etmiştir. Salim dedi ki: Abdullah b. Ömer pazardan geçiyordu, o sırada iş yerleri sahipleri dükkânları kapatmış bulunuyorlar ve cemaat halin­de namaz kılmak üzere kalkmışlardı. İşte: "kendilerini ticaretin de alış­verişin de Allah'ı anmaktan... alıkoymadığı yiğitlerdir" âyeti bunlar hak­kında nazil olmuştur, dedi.

Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav)dan şöyle buyurdu: "Bunlar yer­yüzünde Allah'ın lütfundan arayarak, yeryüzünde yolculuk yapan kimseler­dir."[436]

Denildiğine göre Peygamber (sav) döneminde iki kişi vardı. Bunlann birisi satıcı olup namaz için ezan okunduğunu işitir işitmez eğer terazi elinde bulunuyorsa onu atıverirdi, güzel bir şekilde dahi koymazdı. Şayet terazi yerinde bulunuyorsa, onu oradan kaldırmazdı. Diğeri ise demirci idi, ticaret maksadıyla kılıç yapardı. Eğer çekici, Örsün üzerinde bulunuyor ise onu yerin­de bırakırdı, şayet kaldırmış ise ezanı işittiği takdirde arkasına atardı. İşte yüce Allah, onları ve onlara uyan herkesi övmek üzere bu buyruğu indirmiştir. [437]

 

18- Namazı Kılmak:

 

"Namazdan" ifadesi, yüce Allah'ın: "Allah'ı anmaktan" buyruğunda kas­tın, namazdan başka bir şey olduğunu göstermektedir, yoksa tekrar olurdu. "Namaz kıldı" denilir. Mastarının aslı, şeklinde olup, "vaV'ın harekesi "kafa intikal edince "vav" da, "eliPe kalboldu. Ondan sonra sakin bir elif olduğundan birileri hazfedildi. "He"nin (yuvarlak te'nin) sabit kalması ise, hazfedilerek kelimenin bozulmaması içindir. Ancak bu mas­tar izafe yapılınca, muzaf, "he"nin yerine geçtiğinden hazfedilmesi caiz ol­muştur. -İzafe edilmediği takdirde, hazfedilmesi de caiz olmaz. Nitekim; "Vaadetti, vaadetmek" ile; "tarttı, tartmak" denilir. Bura­da "he"nin (te harfinin) hazfeditmesi caiz değildir. Çünkü zaten (ilk harf olan) "vav" hazfedilmiştir. Zira kelimelerin aslı; ile dır. İzafet yapılması halinde bu "he" (yuvarlak te) hazfedilir. el-Ferrâ şu beyiti naklet­mektedir:

Seninle yakınlıkları olanlar çabuk tuttular ellerini ayrılıkta ve bu hususta çok acele ettiler, Hem de sana vermiş oldukları o sözlerinde de durmadılar."

Burada şair "söz, vaad" anlamındaki kelimenin sonundaki "he"yi (yuvar­lak te'yi) hazfetmiş bulunmaktadır. Buna sebeb ise bunun muzaf olarak gel­miş olmasıdır.

Enes (r.a)dan gelen rivayete göre de Rasûlultah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah kıyamet gününde dünya mescidlerini beyaz develermiş gibi ge­tirir. Bunların ayaklan amberden, boyunları zaferandan, başlan miskten, yular­ları yeşil zebercetten olacaktır. Bu mescidlerin kayyûmlan ve oradaki müez­zinler bu (deve suretindeki mescid)leri önden çekecekler. İmamları ise ar­kadan sürecekler. Bu mescidleri İmar edenler ise ona asılmış olacaklardır. Kıyametin Arasatında hızlıca çakan şimşek gibi geçeceklerdir. Mevkıf te bulunanlar: Bunlar mukarreb melekler yahut mürsel peygamberlerdir, diyecekler. Bu sefer: Bunlar melek de değildir, peygamber de değildir. Fakat onlar Muhammed (sav) ümmeti arasından namazları dikkatle koruyan­lar ve mescidlere devam eden kimselerdir diye seslenecektir. "[438]

Ali (r.a)dan şöyle dediği nakledilmektedir: İnsanlar üzerinden öyle bir za­man gelecek ki İslâm'ın sadece ismi, Kur'ân'ın sadece resmi kalacaktır. Mescidlerini ma'mur ederler, fakat Allah'ı zikretmek bakımından harabe olacaktır. O zamanın en kötüleri alimleridir, fitne onlardan başlayacak, on­lara dönecektir.

Bu sözleriyle onların bildikleri halde, bildiklerinin gereği ile amel et­meyeceklerini kastetmektedir. [439]

 

19- Zekât Verenler ve Kıyamet Gününden Korkanlar:

 

"Zekâtı vermekten" buyruğu, el-Hasen'in dediğine göre farz olan zekâtı edâ etmekten demektir. İbn Abbas da dedi ki: Burada zekâttan kasıt yüce Al­lah'a itaat ve ihlâstır. Zira her mü'minin zekât verecek kadar malı olmaz.

"Onlar kalblerln ve gözlerin döneceği bir günden" yani kıyamet günün­den "korkarlar." Bu, bugünün dehşetinden korkarlar, helak edilmekten en­dişe ederler, demektir. "Dönmek (tekallub)" başka bir hale geçmek demek­tir. Burada kasıt, kâfirlerin kalpleri ve gözleridir. Onların kalplerinin döndürül­mesi yerlerinden sökülüp, gırtlaklara kadar gelip dayanmasıdır. Artık o kalpler ne yerlerine geri dönebilecektir, ne de çıkacaktır. Gözlerin dönmesi ise; gözlerin sürmeli gibi iken morarması, görüyor iken görmez olup körel-mesidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Kalpler kurtulma ümidi ile helak olma korkusu arasında döner, durur (gider, gelir). Gözler de kitaplarının kendilerine hangi taraftan verileceğine ve nerelere götürüleceklerine bakar durur.

Şöyle de açıklanmıştır: Şüphe edenlerin kalpieri bulundukları şüphe halinden başka bir hale geçer. Artık gözleri de böyle oİacaktır, çünkü onlar kesin olarak herşeyi görmüş olacaklardır. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Şimdi senden perdeni kaldırdık, bugün gözün pek keskin­dir." (Kâf, 50/22) Onun dünyada iken sapıklık olarak gördüğü şeyin, artık doğruluğun tâ kendisi olduğunu görecektir. Şu kadar var ki; bu görmelerinin âhirette kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Onların kalbleri cehennemin kor ateşleri üzerinde döndürülüp duracaktır. Anlamın, kalplerin cehennem alevi ve ateşi üzerinde döndürülüp, duracağını söyleyenlerin görüşlerine göre bu buy­ruk, yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Yüzlerinin ateşte evirilip, çeuirileceği o günde..." (el-Ahzâb, 33/66); "Biz de onların kalplerini ve gözlerini çeviririz." (el-En'âm, 6/110)

Şöyle de açıklanmıştır: Ateş kimi sefer onları alevi İle yalayarak, kimi se­fer de pişirerek evrilip çevirilirler. Bir başka açıklamaya göre kalplerin evirilip çevirilmesi onların çarpması, ızdırap duymasıdtr. Gözlerin döndürül­mesi de, gözlerle dehşetin değişik yerlerine bakmaktır.

"Çünkü Allah onları İşledikleri amellerinin en güzeli ile mükafatlan­dıracak." Yüce Allah burada güzelliklere karşılık verilecek mükâfatı söz konusu etmekte, kötülüklere karşıltk verilecek cezaları zikretmemektedir. Bunların da cezasını verecek olmakla birlikte, söz konusu etmemesinin iki sebebi vardır:

1- Bu bir teşviktir. O bakımdan sadece arzu edilen, şevk duyulan şeyi zik­retmekle yetinilmiştir.

2- Bu'onların büyük günah işlemelerinin söz konusu edilmeyeceği bir günün niteliklerini anlatmaktadır. O bakımdan küçük günahları da affedil­miş olacaktır.

"Ve onlara lütfundan fazlasıyla verecektir." Bunun iki anlama gelme ih­timali vardır: Birincisine göre yüce Allah herbîr iyiliğe on misliyle karşılık verecektir, ikincisi ise karşılıksız olarak onlara kendi lütfundan ihsanlarda bulunacaktır.

"Allah dilediğine hesapsız rızık verir." Yani verdiklerinin hesabını yap­mayacaktır, sormayacaktır. Zira O'nun ihsanının, bağışlarının sonu yoktur.

Rivayet olunduğuna göre; bu âyet-i kerîme nazil olunca, Rasûkıllah (sav) Küba Mescidi'nin inşa edilmesini emretti. Abdullah b. Revâha gelip şöyle de­di: Ey Allah'ın Rasûlü! Mescidleri bina eden kurtuluşa erer mi?

"Evet, ey Revâha'nın oğlu" diye buyurdu. Peki ya orada ayakta ve otura­rak namaz kılanlar diye sorunca, Peygamber: "Evet onlar da ey Revâha'nın oğlu" buyurdu. Bu sefer: Peki, ya Allah'a geceyi ancak secde ederek geçi­rirse deyince, Peygamber şu cevabı verdi: "Evet, ey Revâha'nın oğlu. Sec' yap­mayı bırak, çünkü hiçbir kula akıcı bir dilden (güzel konuşmadan) daha kö­tü bir şey verilmiş değildir." Bunu da el-Maverdî zikretmektedir.[440]

 

39. Kâfir olanların amelleri, susuz kimsenin su sandığı dümdüz çöl­deki bir serab gibidir. Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey ol­madığını görür. Halbuki kendisi yanında Allah'ı bulmuştur, O da hemen onun hesabını tamam#n öder. Allah hesabı çabuk gö­rendir.

 

Yüce Allah mü'minlerin misalini verdikten sonra, "kâfir olanların amel­leri ... çöldeki bîr serab gibidir" buyruğu ile kâfirin misalini vermektedir, Mukatil dedi ki: Bu buyruk, Şeybe b. Rabja b. Abdi Şems hakkında nazil ol­muştur. O bir din arayışı içerisinde kendisini ibadete vermeye çalışan biri­siydi. Peygamber (sav), peygamber olarak ortaya çıkınca kâfir oldu.

Ebu Selıl dedi ki: Âyet-i kerîme kitab ehli hakkında inmiştir. Dahhak'a gö­re İse âyet kâfir kimsenin hayırlı amelleri hakkındadır, Sıla-i rahim, komşu­lara faydalı oimak gibi.

Serab: Sıcağın arttığı, günün orta vakitlerinde, tehlikeli geçitlerde yere bi­tişik su gibi görünen şeylerdir. Âl denilen şey ise kuşluk vakti su gibi görü­nen (serab) çeşididir, ancak sema ile yer arasında görününceye kadar yer­den yükseliyormuş gibi görünür.

Seraba bu ismin veriliş sebebi, onun su gibi akması (serbetmesi)nden do­layıdır. Meselâ; "Erkek deve yerde yürüdü, gitti" demektir. Se­rab'a "el-âl" adı da verilir, bu da ancak çölde ve sıcakta olur. Susuz bir kim­se onu su zannederek aldanır. Şair der ki:

"Çıplak bir tepe üstünde bir âl'in (serab'ın) parıldayışını gördü) diye, Kırbaamdaki suyu boşaltan gibi oldum."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Biz savaşı bırakınca onların ahidleri,

Düz alandaki parlak serabın parıldayışı gibi oldu."

Şair İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Ben binekleri serabı çokça parıldayan alabildiğine uzak Herbir gediğe sürmedim mi?"

"Çöl(ler)" kelimesi, in çoğuludur. "Komşular" keli­mesinin: "Komşu" kelimesinin çoğulu olması gibi. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Ebu Ubeyde de der ki: Bu iki şekilde de aynı anlamdadır. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir. Yeryüzünün düz, geniş ve bitkisi bulunma­yan bölgelerine bu ad verilir. Serab da böyle bir yerde olur. Bu kelimenin asıl anlamı, suyun karar kıldığı çukur yer demektir, çoğulu da; şek­linde gelir.

el-Cevherî dedi ki: "Yerin düz olan kısmı" demektir, çoğulu da; şeklinde gelir. Makabli esreli olduğundan dolayı (sonuncu­sunda) "vav", "ya"ya dönüşmüştür. İle aynıdır, bu da "vav"lıdır. Bazısı ise bunun çoğul olduğunu söylemektedir.

"Susuz kimsenin" o serabı "su sandığı dümdüz çöldeki bir serab gibi­dir. Nihayet ona yaklaşınca, onun bir şey olmadığını görür." Zannettiği gi­bi olmadığını görür ve hiçbir suyu bulunmayan bir yer ile karşılaşır.

Bu yüce Allah'ın kâfirlere verdiği bir misaldir. Onlar amellerinin sevap­ları konusunda böyle bir neticeyle karşılaşacaklardır. Yüce Allah'ın huzuru­na geleceklerinde amellerinin sevabının küfür sebebiyle boşa çıkmış olduğunu göreceklerdir. Yani serab gören bir kimse, nasıl suyu bulunmayan bir şey su görüyor ve sonunda helak olur ya da ölüyorsa, kâfir olanlar da böy­lece hiçbir şey bulamayacaklardır.

"Halbuki kendisinin yanında Allah'ı" gözetlemekte olduğunu "bul­muştur. O da hemen onun hesabını" yani amelinin karşılığını "tamamen öder." İmruu'1-Kays der ki:

"Geri dönüp, süratle (yukardan aşağı) düşercesine koşup gitti, Ve o, artık hesabına kavuşacağına kesinlikle inandı."

Allah'ın ameline karşılık vaadettiği cezayı bulmuş olacakür, diye açıklan­dığı gibi, haşrolacağı vakit Allah'ın emri ile karşı karşıya kalacaktır, diye de açıklanmıştır. Anlam birbirine yakındır.

"Serab" anlamındaki kelime; diye de okunmuştur. el-Mehdevî de­di ki: Buradaki (te'den önceki) "elifin, "ayn"ın üzerindeki fetha'nın tok söy­lenişi olması da mümkündür. Ayrıca kadınlara yaklaşmayan erkek için kul­lanılan; söylenişine de benziyor olabilir. Ayrıca bu kelimenin; Çöl"ün çoğulu olması da mümkündür. Buna göre vasi ve v.akf halin­de de "te" okunmalıdır.

NafT, İbn Ca'fer ve Şeybe'den "susuz kimse" anlamındaki kelimeyi hem-zesiz olarak; diye okudukları rivayet edilmiştir. Ancak onlardan nakledilen meşhur rivayet hemzeli okunduğudur. Su-sadı, susar, susamak, susayan" denilir. Şayet hemze okunmayacak olursa; ".Susayan" denilir.

"Kâfir olanlar" anlamındaki ifade mübtedâ, "amelleri" anlamındaki ke­lime de ikinci mübtedâdır. "Serab glbidir"deki benzetme edatı olan "keP de haberdir. Cümle tamamiyle; "lar" haberdir. Bununla birlikte "amel­leri" kelimesinin "kâfir olanların" terkibinin bedeli olması da mümkündür. Yani; "Küfre sapanların amelleri... bir serab gibidir" takdirindedir ve buna göre muzaf hazfedilmiş olmaktadır. [441]

 

40. Yahut derîn bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga ör­ter, onu da üstünden bîr dalga kaplar. Onların üzerlerinde bu­lutlar vardır. Birbiri üstünde karanlıklar. Elini çıkarsa, neredey­se onu dahi göremeyecektir. Allah kime nur vermemişse, onun nuru olmaz.

 

"Yahut derin bir denizdeki karanlıklar gibidir" buyruğu İle yüce Allah, kâfirlere bir başka örnek vermektedir. Yani onların amelleri ya çöldeki bir serab gibidir, yahut karanlıklar gibidir. ez-Zeccâc der ki: Dilersen amelleri­ne serabı örnek al, dilersen karanlıkları örnek al, demektir. Buna göre bu­radaki "yahut" mübahlık (serbestlik) bildirir. Nitekim daha önce bu kabilden açıklamalar yüce Allah'ın: "Yahut... yağmura benzer" (el-Bakara, 2/19) buy­ruğunu açıklarken geçmişti.

el-Cürcanî dedi ki: Birinci âyet, kâfirlerin amellerini söz konusu etmek­tedir. İkincisi ise onların küfürlerini dile getirmektedir. Küfrün amellere at-fedilmesine sebeb ise, küfrün de onların amellerinden oluşundan dolayıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları karanlıklardan, nura çı­karır," (el-Bakara, 2/257) Yani onları küfürden, imana çıkarır demektir.

Ebu Ali (el-Farisî) dedi ki; Yahut "... karanlıklar gibidir" ifadesi yahut ka­ranlıklara sahip kimse gibidir, demektir. Böyle bir muzafın varlığına yüce Al­lah'ın: "Elini çıkarsa..." buyruğu delâlet etmektedir, Buna göre buradaki za-rnir hazfedilmiş muzafa aittir.

el-Kuşeyrî dedi ki: ez-Zeccâc'a göre örneklendirme kâfirlerin amefleri hak­kındadır. el-Cürcanî'ye göre örnek kâfirin küfrü hakkında, Ebu Ali'ye göre, örnek kâfirin kendisi hakkındadır.

İbn Abbas kendisinden nakledilen bir rivayette: Bu kâfirin kalbinin misa­lidir, demektedir.

"Derin bir denizdeki" buyruğunun terkibi, derinliğe mensub deniz an­lamındadır; denizde dibine ulaşılamayan demektir. "el-Lucce" de çok büyük su anlamındadır, çoğulu "lucec" şeklinde gelir. "Dalgaları ardı sı­ra geldi" anlamındadır. Peygamber (sav)ın şu buyruğu da buradan gelmek­tedir: "Denizin dalgalı olduğu sırada de­nizde yolculuğa çıkan kimsenin üzerinden (ilahi) himaye kalkar."[442] Yüce Al­lah'ın; "Onu derin bir su sandı" (en-Neml, 27/44) buyruğu, olduk­ça derin sandı, demektir. "Gemi büyük suya (denize) daldı" denilir.   "el-Lecc'e"  ise   insanların  çıkardıkları  ses   demektir,   mesela "İnsanlann seslerini ve gürültülerini duydum" anlamında­dır. Şair Ebu'n-Necm de şöyle demektedir:

"Gürültü ve patırtı içerisinde filânı filândan tut {ona yaklaşmasını Önle)!" Sesler birbirine kanştı ve yükseldi" demek olur.

"Onu bir dalga örter." Bu derin denizin üzerinde bir dalga bulunmakta­dır, demektir.

"Onu da üstünden bir dalga kaplar." Yani dalganın üstünde bir başka dal­ga vardır. Bu ikinci dalganın üstünde de bir bulut vardır. Öylelikle dalga kor­kusu, rüzgar korkusu ve bulut korkusu bir arada bulunur.

Onu dalga üstüne dalga örter, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre; Dalgalar peşpeşe gelir, öyle ki adeta biri diğerinin üstündeymiş gibi, demektir. Denizin dalgaları kesintisiz arka arkaya gelip de bu dalgaların da üstünde bulut var ise, bu en korkulu bir haldir. İki bakımdan daha korkunç­tur: Bir defa kişinin kendileriyle yolunu bulacağı yıldızların görülmesini önlemektedir. Diğer taraftan bulutlarla beraber rüzgar ve bulutlardan inen yağmur dolayısı ile korkunçtur.

"Birbiri üstünde karanlıklar." İbn Muhaysın ve İbn Kesir'den, el-Bezzî izafet terkibi halinde ve "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi esreli olarak; diye okumuştur.[443]

Kunbul, "bulutlar" anlamındaki kelimeyi; şeklinde tenvinli ola­rak; "Karanlıklar" kelimesini de esreli ve tenvinli okumuştur.[444]

Diğerleri ise (her iki kelimeyi de) ref ile ve tenvinli okumuşlardır.

el-Mehdevî dedi ki: Bu buyruğu; "Onun üstünde ka­ranlık bulutlar vardır" şeklinde izafet halinde okuyanların kıraati şöyle açık­lanır: Bulut bu karanlıklar zamanında yukarı doğru yükseldiğinden dolayı, ona izafe edilmiştir. Nitekim yağmur yağacağı vakit yükselen buluta da; "Rahmet bulutu" denilir. "Bulutlar vardır. O ka­ranlıklar ki..." şeklinde "karanlıklar" anlamındaki kelimeyi mecrur okuyan­lar, birinci "karanlıklar" kelimesini te'kid veya ondan bedel olmak üzere esreli okurlar. Bu durumda "bulut" kelimesi mübtedâ, "üstünden" kelimesi de haber olur. (Üstünde bulut vardır, anlamında). "Bulutlar var­dır... karanlıklar" diye okuyanların kıraatine göre "karanlıklar" mahzuf bir mübtedânın haberidir, ifadenin takdirî de: Onlar karanlıklardır yahut bunlar karanlıklardır, şeklindedir.

İbnu'l-Enbarî dedi ki: "Onu da üstünden bir dalga kaplar" ifadesi tam de­ğildir. (Burada cümle tamamlanmamaktadır). Çünkü; "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" ifadesi "dalga" lafzının sılasıdır. Vakıf ise yüce Allah'ın "onların üzerlerinde, bulutlar vardır" buyruğunun bitiminde yapılırsa gü­zel bir vakıf olur. Sonrada; "birbiri üstünde karanlıklar" diye başlanılır. On­lar biri diğerinin üstünde olan karanlıklardır, demek olur. Mekkelilerden on­ların, yahut ... karanlıklar gibidir. Öyle karanlıklar ki biri diğerinin üstünde­dir" anlamına gelecek şekilde; şeklinde okudukları da rivayet edil­miştir. Bu takdirde "bulutlar" anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapmak gü­zel olmaz.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Bu karanlıklarla kastedilen bulutun ka­ranlığı, dalganın karanlığı, gecenin karanlığı ve denizin karanlığıdır. Bu ka­ranlıklar içerisinde olan bir kimse hiçbir şey, bir yıldız dahi göremez.

Karanlıklarla, zorlukların kastedildiği" de söylenmiştir. Biri diğerinin üstün­de olan zorluklar ve sıkıntılar, demektir. Bir başka açıklamaya göre karan­lıklarla kâfirlerin amelleri, derin dalgalı denizle kâfirin kalbi, üstüste dalga­lar ile onun kalbini bürüyen cehalet, şüphe ve şaşkınlık, bulutla kastedilen kalbinin kabuk bağlaması, kalbinin mühürlenmesidir. Bu anlamdaki açıkla­malar İbn Abbas ve başkalarından rivayet edilmiştir. Yani o kalbiyle iman nu­runu göremez, tıpkı denizde bu gibi karanlıklar içerisinde bulunan kimse­nin elini yukarı doğru kaldırdığında onu göremeyecek halde olması gibi.

Ubeyy b. Ka'b dedi ki: Kâfir beş karanlık içerisinde döner durur. Sözü ka­ranlıktır, ameli karanlıktır, girdiği yer karanlık, çıktığı yer karanlık, kıyamet gününde varacağı yer de cehennem ateşindeki karanlıklardır, ki o ne kötü bir varış yeridir!

"Elini çıkarsa" bakan bir kimse "neredeyse" karanlıkların şiddetinden do­layı "onu dahi göremeyecektir." ez-Zeccâc ve Ebu Ubeyde dediler ki: Ya­ni onu göremez, görme noktasına dahi yaklaşamaz. el-Hasen'in sözünün an­lamı da budur. "Neredeyse" ifadesi onu görmeyi ummaz anlamındadır, el-Ferrâ der ki: "Neredeyse" sıladır, (zâiddir) yani onu asla göremez, de­mektir. Nitekim onu tanımıyorum, anlamında -bu edat kullanılarak denilebilir.

el-Muberred der ki: Ancak olanca bir gayret harcadıktan sonra elini görebilir, demektir. Nitekim: "(î*Uk!t ^illjtouî U) Karanlıktan dolayı nere­deyse seni göremeyecektim" denildiği zaman ümit kestikten ve çok zorlan­dıktan sonra onu gördü, anlamını ifade eder.

Bunun görmeye yaklaşmakla birlikte görememek anlamını verdiği de söy­lenmiştir. Nitekim: "Damat neredeyse prens olacak, devekuşu neredeyse uça­cak, ayakkabısı olan neredeyse binekli olacak" sözleri bu kabildendir.

en-Nehhâs dedi ki; Bu hususta en doğru açıklama şudur: Yani elini gö­recek noktaya yaklaşama2. Onu görecek hale yaklaşamadığına göre ne ya­kın, ne uzak hiçbir şekilde onu göremez, demektir.

"Allah kime nur vermemişse, onun nuru olmaz." Artık onun kendisiy­le hidayet bulacağı bir nuru bulunmaz ve herşey onun için kapkaranlık olur. İbn Abbas dedi ki: Allah'ın kendisine din vermediği bir kimsenin dini olmaz. Allah'ın kıyamet gününde kendisinin aydınlığında yürüyeceği bir nur verme­diği kimse cennete giden yolu bulamaz. Yüce Allah'ın su buyruğunda oldu­ğu gibi: "Sizin için aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur verir." (el-Hadîd, 57/28)

ez-Zeccâc der ki: Bu, dünyada olan bir şeydir. Allah'ın kendisine hidayet vermediği kimse, kendiliğinden hidâyet bulamaz, demektir.

Mukatil b. Süleyman dedi ki: Bu âyet Utbe b. Rabia hakkında nazil olmuş­tur. O cahiliye döneminde bağlanacağı bir din arıyordu. O bakımdan rahip­lerin kıyafetlerini giyinmiş, daha sonra da İslâm gelince kâfir olmuştu.

el-Maverdî de, Şeybe b. Rabia hakkında inmiştir, demektedir. O cahiliye döneminde rahipler gibi davranmaya çalışır, yün elbise giyinir ve bağlana­cağı dini araştırırdı. Fakat İslâm gelince küfre saptı.

Derim ki: İkisi de kâfir olarak öldüler. Âyet-i kerîme ile her ikisinin de, başkalarının da kastedilmiş olma ihtimali uzak değildir. Şöyle de denilmiş­tir: Âyet-i kerîme Abdullah b. Cahş hakkında inmiştir. O müslüman olmuş, Habeşistan'a hicret etmiş, müslüman olduktan sonra da hristiyanlığa girmiş­ti. es-Sa'lebt'nin naklettiğine göre Enes (r.a) şöyle demiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: "Muhakkak yüce Allah beni bir nurdan yarattı. Ebubekir'i de be­nim nurumdan yarattı. Ömer ve Âişe'yİı Ebubekir'in nurundan yarattı. Üm­metimin diğer mü'minlerini Ömer'in nurundan yarattı. Ümmetimin mü'min kadınlarını da Aişe'nin nurundan yarattı. Buna göre kim beni de sevmez, Ebu-bekir, Ömer ve Aişe'yi de sevmezse onun nuru olmaz." Bunun üzerine: "Al-lah kime nur vermemişse, onun nuru olmaz" buyruğu nazil oldu. [445]

 

41. Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve saf saf uçan kuş­lar, Allah'ı teşbih ederler. Onların herbiri kendi dua ve teş­bihlerini bilir. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir.

42. Göklerle yerin mülkü Allah'ındır ve dönüş Allah'adır.

 

"Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve saf saf uçan kuşlar Al­lah'ı teşbih ederler." Şanı yüce Allah, âyetlerin açıklığını söz konusu ettik­ten sonra apaçık delilleri daha da arttırmakta ve O'nun yarattıklarının deği­şiklikleri ile kendilerini mutlak kemale kadir bir yaratan olduğuna delâlet et­tiklerini açıklamaktadır. O halde rasûller gönderen O'dur. O rasûlleri gön­dermiş ve mucizelerle onları desteklemiştir. Onlar da cennet ve cehennemi haber vermişlerdir. "Görmedin mi ki" buyruğunda hitab da Peygamber (sav)a olup, bilmedin mi ki anlamındadır ve maksat herkesdir.

"Göklerde" bulunan melekler "ve yerde olanlar" cinler ve insanlar "ve saf saf uçan kuşlar." Mücahid ve başkaları derler ki: Namaz kılmak insana aittir, teşbih getirmek de O'nun dışındaki yaratıkların özelliğidir. Süfyan da der ki: Kuşların rükû' ve secdesi olmayan bir namazları vardır. Denildiğine göre kuşların kanat çırpmaları bir namazdır, sesleri teşbihtir. Bunu da en-Nek-kaş nakletmiştir.

Bir açıklamaya göre burada sözü edilen teşbih, yaratılmış varlıklarda gö­rülen ilâhî sanatın eserleridir.

"Saf saf uçan kuşlar" buyruğu, havada kanatlarını sıraya dizmiş kuşlar, demektir. Cemaat; "Kuşlar" kelimesini" Olan" kelimesine atf ile merfû' okumuşlardır. ez-Zeccac der ki; "Ve saf saf uçan kuşlarla beraber" anlamını da vermek üzere "kuşlar" anlamındaki kelime nasb ile okunabilir. en-Nehhâs dedi ki: Ben onun; ifadesi Zeyd ile birlikte ayağa kalk­tım anlamında kullanıldığını söylediğini duydum. Hatta burada nasb ile okumak, ref ile okumaktan daha uygundur, demiştir. Şayet; Ben ve Zeyd kalktım" diyecek olursan, burada ref ile okumak daha güzel­dir, nasb da caizdir.

"Onların herblri kendi dua ve teşbihlerini bilir" ifadenin anlamı şöy­le olabilir: Yüce Allah, onların herbirüsinin namazlarını ve teşbihlerini bilmek­tedir. Yani namaz kılan herkesin namazını, teşbih eden herkesin teşbihini bil­mektedir. Bundan dolayı da "Allah onların yaptıklarını çok iyi bilendir" diye buyurmaktadır. Yani onların itaatlerinden de, teşbihlerinden de hiçbir şey ona gizli kalmaz. İşte bu bakımdan sonraki fiilin ne olduğunu açığa çı­kardığı bir fiil takdir ederek, Basra'lılara ve Kûfe'lilere göre; "Herbiri" kelimesinin nasb ile okunmasını caiz kabul etmişlerdir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Namaz kılan ve teşbih eden her­kes kendisinin mükellef tutulduğu namazı ve teşbihi bilir. Bazıları da; "Onların herbirinin namazı ve teşbihi bilinmiştir" şek­linde meçhul fiil olarak okumuşlardır. Kimi nahivcilerin naklettiğine göre de bazıları; diye okumuştur. Bu ifadenin takdiri de şöyle olabilir: Yüce Allah onların herbirisine namazlarını ve teşbihlerini öğ­retmiştir. Anlam şöyle de olabilir: Herkes başkasına kendisinin namazım ve teşbihini öğretmiştir. Buna göre burada "öğretmek" kavratmak ve anlatmak demek olur. Maksat, özellikle kendilerine öğretilenlerdir. Çünkü insanlar ara­sında kendilerine öğretilmeyenler de vardır. Anlam şöyle de olabilir: Delil ola­rak gören herkes, bunlardan delil olarak faydalanmıştır. Buna göre delillen-dirme "öğretme" ile ifade edilmiş olmaktadır.

Burada "salât (namaz)" teşbih manasınadır, te'kid olmak üzere tekrarlan­mıştır. "O sırrı ve fısıltıyı bilir" demek gibi. Namaza bazen "teşbih" adı da ve­rilebilir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî yapmıştır.

"Göklerle yerin mülkü Allah'ındır ve dönüş Allah'adır." Bu buyruk da ha önce bir kaç yerde açıklanmış bulunmaktadır. [446]

 

43. Görmez misin ki Allah, bulutları sürüyor, sonra aralarını bir­leştiriyor, sonra onları üstüste yığıyor? Yağmurun onların ara­larından çıktığını görürsün ve gökten içinde dolu bulunan ba­zı dağlardan (dolu) indirir. Onu dilediğine isabet ettirir, diledi­ğinden de uzak tutar. Onun şimşeğinin şiddetli ışığı gözleri neredeyse alıverecek.

44. Allah, gece ve gündüzü evirip çevirir. Şüphesiz ki bunda basî-ret sahipleri için bîr İbret vardır.

 

"Görmez misin ki Allah bulutları sürüyor..." buyruğunda yüce Allah, de­lillerinden bir başkasını söz konusu etmektedir. Kalp gözlerinle "görmez mi­sin ki Allah bulutları" yine kendisinin dilediği yere "sürüyor" demektir. "Rüzgar bulutlan sürer, inek de yavrusu­nu sürer" demektir, "Haracın toplanması kolaylaştı" ta­biri de buradan gelmektedir. Şair en Nâbiğa da şöyle demiştir:

"Sana ailemin yanından ve vatanımdan geldim,

Zayıf düşmüş bir canı -onda bir ramak kaldıkça- sana doğru sürüyorum.

Yine şair şöyle demektedir:

"Cevza hurcundan üzerine geceleyin bir yağmur yürüdü, Kuzey (tarafından gelen bulut) onun üzerine dolu yağdırıyor."

"Sonra aralarını birleştiriyor." Yani güçlensin, birbirine bitişsin, kesa­feti artsın diye dağınıkken onları toplayıp bir araya getiriyor. "Te'lif (birleş­tirmek)" kelimesi aslında hemzelidir. O bakımdan: "Birleşti" denilir. Hemzesiz olarak "vav" ile; "Birleştiriyor" şeklinde de okunmuştur.

"Bulut (anlamındaki; es-sehâb)" kelimesi lafız İtibariyle tekildir, ancak an-lamı çoğuldur. Bundan dolayı yüce Allah: "Bulutları sürüyor" diye buyur­maktadır.

Aralan" kelimesi ancak iki ve daha fazlası için kullanılır. Burada (tekil olarak): "Arasını (mealde; aralarını)" şeklinde kullanılması nasil caiz olmuştur? Cevab şudur: Burada bu kelime çoğul olan bulutlar hak­kında kullanılmıştır. Nitekim: "Ağaçlar arasında oturdum" denirken "ağaçlar" anlamındaki kelime olan "eş-şecer" kelimesi de lafıen tekildir. Böyle deni-tebilmesi mana itibariyle çoğul olmasından dolayıdır. "Aralarında" kelime­sindeki "he" zamirinin müzekker olarak gelmesi râci olduğu "es-sehâb; bu­lutlar" kelimesinin lafzı böyle olduğundan dolayıdır. Bu anlamdaki açıklama­yı el-Ferrâ yapmıştır.

Bir diğer cevab da şu şekildedir: "es-Sehab: bulut" kelimesi tekil olduğun­dan dolayı; "Arasında" demek caiz olmuştur. Çünkü bulut (tekil olmak­la birlikte) pek çok parçayı ihtiva etmektedir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Dehul ile Havmel arasında..."

Görüldüğü gibi burada şair "arasında" anlamındaki kelimeyi tekil olma­sına rağmen "Dehûl" kelimesinin başına getirmiş bulunmaktadır. Buna sebeb ise oranın bir çok yeri kapsaması dolayısıyladır.

Nitekim: "Küfe arasında dolaşıp durdum" derken de böyledir. Çünkü Kûfe'de pek çok yerler bulunmaktadır. Bu açıklamayı da ez-Zeccac ve başkası yapmıştır. el-Esmaî ise böyle bir kullanımın caiz olma­dığı kanaatindedir. O bakımdan o (az önce naklettiğimiz mısraın bir bölü­münü): diye rivayet ederdi.

"Sonra onları üstflste yığıyor." Yani topluca bir arada, biri diğerinin üs­tüne getiriyor. Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Eğer gökten düşen bir parça görseler: Üstüste yığılmış bir buluttur diyeceklerdir."

(et-Tûr, 52/42) "er-Rakm: Üstüste yığmak"; bir şeyi üstüste toplamak demek­tir. Bu anlamdan hareketle bir şeyi toplayıp, birini diğerinin üzerine bırakan kimsenin bu halini anlatmak üzere; "Bir şeyi üstüste yığ­dı, yığar" denilir. Bir şey kendisine toplanıp, bir araya geldiği vakit de; "Teraküm etti, birikti" denilir. "er-Rukme" de bir araya gel­miş toplu çamur demektir. "er-Rukâm" da üstüste yığılmış kum anlamında­dır. Bulut ve benzeri şeyler de böyledir. da, yolun yürünen geniş bölümü demektir.

"Yağmurun onun aralarından çıktığını görürsün" buyruğunda (yağmur anlamı verilen): "el-vedk" kelimesi ile İlgili iki görüş vardır. Bir görüşe gö­re bundan kasıt şimşektir. Bu açıklamayı Ebu'l-Eşheb el-Ukaylî yapmıştır. Şa­irin şu beyîti de bu kabildendir:

"Bir toz bulutu çıkardık biz, onlar da arasından çıktılar, Tıpkı bulutun arasından şimşeğin çıkması gibi."

İkinci açıklamaya göre bu kelime yağmur demektir. Cumhur böyle açık­lamıştır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Ne onun yağmuruna benzer bir yağmur yağdır a bilmiştir bir bulut, Ne de herhangi bir yer O'nun bitirdiğini bitirebilmiştir."

İmruu'1-Kays de şöyle demektedir:

"O iki gözün yaşı yağmurdur, ardı arkasına dökülen bir audur,

uzun süre devam eden yağmurdur, Kesintisiz akandır, damla damla yaştır ve (iki gözüm yaş) dökmektedir."

Bulut yağmur yağdırdı" denilir. "Yağışlı" anlamına;  denilir. "Yağmur damla damla yağdı" demektir. ) Ona yakınlaştım" anlamındadır. Bir şeye olan tutkusu dolayısıy­la boyun eğen kimseye misal olarak verilen;" Deve suya yaklaştı" tabiri de buradan gelmektedir.

Yakın olan yere; denilir. "Bir şeyle teselli buldum, ünsiyet buldum" kısrak atı istedi" demek olur." Eşeği arzulayan dişi eşek"; "Karşı cinsi isteyen at veya kısrak" demektir. da denilir. "Aşırı sıcak" demektir.

Aralar" kelimesi in çoğuludur. "Dağ" kelimesinin çoğulunun; diye gelmesi gibidir. Bu kelime, yağmurun arasından çık­tığı boşluklar ve aralıklar, çıkış yerleri demektir. Daha önceden el-Bakara Sû-resi'nde (2/164. âyet, 13. başlıkta) Ka'b el-Ahbâr'ın şöyle dediği kaydedilmiş­tir: Bulut, yağmurun eleğidir. Şayet semadan su indiğinde bulut olmasa, in­en bu su, yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı, tahrib ederdi.

İbn Abbas, ed-Dahhak ve Ebu'l-Âliye bu kelimeyi tekil olarak "Arasından" diye okumuşlardır. Nitekim günlük konuşma esnasında; "Ben kavim ortasında, arasında idim" denilir.

"Ve gökten İçinde dolu bulunan bazı dağlardan (dolu) indirir." Denil­diğine göre yüce Allah, semada dolu dağları yaratmıştır. O bunlardan dolu­ları yağdırır, İfadede hazfedilmiş kelimeler vardır, yani, O dolu dağlarından dolu indirir. Buna göre burada "dolu" anlamındaki meful hazfedilmiştir. el-Ferrâ da buna yakın bir açıklama yapmıştır. Çünkü ona göre ifadenin takdi­ri "dolu dağlarından" şeklindedir. Ona göre dağlar ile dolu aynı şeylerdir. Âyet-i kerîmedeki "dolu" anlamındaki kelime de cer mahallindedir, Onun bu açıklamasına göre anlam: Orada dolu dağlarından indirir" bu­rada "dağlar" anlamındaki kelime tenvinli olmalıdır.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, semâda içlerinde dolu bulunan dağlar yarat­mıştır. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Ve O, içinde dolu bulunan se­madaki dağlardan (dolu) indirir. Buna göre buradaki: "...dan" sıladır.

Bir başka görüşe göre anlam şudur: O, semâdan dağlar kadar yahut dağ­lar gibi doluları yere indirir. O takdirde birinci: "...dan" gaye içindir. Çünkü başlangıç yeri semadan indirmektir. İkincisi ise teb'îz içindir, çünkü dağların bir kısmı doludur. Üçüncüsü ise cinsin beyanı içindir, zira o dağla­rın türü doludan olmaktır. el-Ahfeş dedi ki: Burada: "min; ...dan" edatı "dağlarda" lafzında, "dolu" kelimesinden önce de, yani her iki yerde de faz­ladan gelmiştir. "Dağlar" ve "dolu" nasb mahallindedir. Yani O, semadan dağ­lar gibi olan dolu indirir, anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar." Bu durum­da O'nun isabet ettirmesi bir azap, uzaklaştırması da bir nimet olmaktadır. Daha önceden el-Bakara Sûresi (2/19. âyetin tefsiri) ile er-Ra'd Sûresi (13/12-13. âyetlerin tefsiri)nde geçtiği üzere gökgürültüsünü duyan bir kimse üç de­fa: "Gökgürültüsünün kendisine hamd ile meleklerin de korkusundan teşbih ettiği zat, her türlü eksiklikten münezzehtir" diyecek olursa, o gökgürültüsü dolayısıyla meydana gelecek musibetlerden esenliğe kavuşturulur.

"O'nun şimşeğinin şiddeti" yani o bulutta meydana gelen şimşeğin ışığı, ileri derecedeki parlaklığı ve ışığından dolayı "gözleri neredeyse alıverecek."  Şair eş-Şemmâh şöyle demektedir:

"Şiddetli parıltısını yükselttiğinde,

Mutlaka ışığını görecekti neredeyse; gören müstesna.'

Şair İmruu'1-Kays da şöyle demektedir:

"Aydınlatıyor ışığı ya da (onun ışığı) bir papazın bol zeytinyağına Fitilini batırdığı kandil gibi etrafı aydınlatıyor."

Buna göre; hem şimşeğin ışığı hem tedavi amacıyla kullanılan bir bitki demektir, (»bljı) ise yükseklik antemim ifade eder. İşte Talha b. Mu-sarrif de bu kelimeyi bu şekilde ve ışığının şiddeti ve netliği hususunda mü­balağa ifade anlamında okumuştur. O böylelikle hakkında "şeref" anlamını ihtiva eden kipi kullanmış olmaktadır. el-Muberred dedi ki: Sonu hemzesiz olarak bu kelime parlaklık anlamındadır. Eğer şeref ve şan manasına kulla­nılacak olursa, medli (sonu hemzeli) olarak kullanılır. İkisinin de asıl anla­mı birdir, o da parlamaktır. Talha b. Musarrif de; "Işıklarının üs­tün aydınlığı" diye okumuştur. Ahmed b. Yahya dedi ki: İkinci kelime; in çoğuludur. en-Nehhas da şu açıklamayı yapmaktadır: Bu, şimşek (an­lamına gelen: el-berk)in bir miktarını ifade eder. "Be" harfi üstün okunursa, bir tek şimşek çakışı anlamına gelir.

el-Cahderî ile İbnu'l-Ka'kâ' da: şeklinde "ya" harfini ötreli ve "he" harfini e'sreli olarak; kökünden gelmiş bir fiil şeklinde oku­muşlardır. Bu durumda; deki "be" zâid ve sıla demektir, (Anlamı, cumhurun kıraatinde olduğu gibi, gözleri... ahverecek, şeklindedir). Diğer­leri ise "ya" ve "he" harflerini üstün olarak; "Gözleri... alıve-recek" diye okumuşlardır. Buradaki "be" harfi de insak içindir.

Şimşek, bulutun kesif olarak üstüste yığılmış olduğuna delildir. Ayrıca yağ­murun şiddetli geleceğinin müjdesidir. Yıldırım düşeceğinden de sakındıncidır.

"Allah gece ve gündüzü evirip çevirir." Denildiğine göre onları evirip çevirmesi, birini diğerinden sonra getirmesi demektir. Bir diğer açıklamaya gö­re, onları eksiltip arttırması demektir. Bir başka açıklamaya göre bu, gündü­zün kimi zaman bulutun karaniığıyla, kimi zaman da güneşin aydınlığı ile de­ğiştirilmesidir. Gece de aynı şekilde kimi zaman bulutun karanlığı ile kimi zaman da ayın ışığı ile değişmektedir. Bu açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre; evirilip çevirilmeteri bunlarda takdir edilmiş bu­lunan hayır ve şer, fayda ile zararın farklılığı ile olur.

"Şüphesiz ki bunda" yani sözünü ettiğimiz gece İle gündüzün evirilip çe-viriimesi ile yağmur, yaz ve kış hallerinde "basiret sahipleri" Benim yarat­tığım insanlar arasından basiret ehli olanlar "için bir İbret" dersi "vardır." [447]

 

45. Allah, bütün canlıları sudan yarattı. Onlardan bazısı karnı üze­rinde yürür, bazısı İki ayak üzere yürür, bazısı dört ayak üzere yürür. Allah dilediğini yaratır. Muhakkak Allah, herzeye güç ye-tirendir.

46. Andölsun ki Biz, açıklayıcı âyetler indirdik. Allah, dilediğini sırat-ı müstakime iletir.

 

"Allah, bütün canlıları sudan yarattı" anlamındaki buyruğu Yahya b. Vessâb, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî izafet yaparak; "Allah her-şeyin... yaratıcısıdır" diye okumuşlardır, Diğerleri de: "... yarattı" diye fiil ola­rak okumuşlardır. Denildiğine göre: Her iki kıraatin de mana itibariyle anla­mı doğrudur. Yüce Allah, iki hususu haber vermiş olmaktadır. Bununla ilgili olarak: İki kıraatten biri diğerinden daha sahihtir, demeyi gerektirecek bir du­rum yoktur.

Bir diğer açıklamaya göre "yarattı" ifadesi özel bir şey için kullanılır. "Ya­ratıcı" da genel anlamda kullanılır. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmakta­dır: "Yaratıcıdır, bari'(yoktan var eden)dir." (el-Haşr, 59/24) Özel yaratmayı ifade etmek üzere de: "Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) diye buyurmuştur. "Sizi tek bir candan yaratan...O'dur." (el-A'raf, 7/189) buyruğu da böyledir. O halde: "Allah bütün canlıları sudan yarat­tı" buyruğunun da böyle olması gerekir.

Canlı (demek olan; ed-dâbbe): Yeryü2ünde hareket eden herbir canlı için kullanılır. "Hareket etti, debelendi, hareket etti, debelenir, hareket edici" denilir. Sondaki "he" (yuvarlak te) mübalağa İçindir. Buna da­ir açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/l64.âyet, 8.başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır.

"Sudan" buyruğunun kapsamına cinler ve melekler dahil değildir. Çün­kü bizler onları görmediğimiz gibi, sudan yaratıldıkları da sabit olmamıştır. Hatta sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Melekler nurdan yaratılmışlardır, cinler de nârdan (ateşten) yaratılmışlardır."[448] Bu hadis daha önceden de geç­miş bulunmaktadır. (Bk. el-Hicr, 15/27. âyetin tefsin)

Müfessirler derler ki: "Sudan" buyruğu ile kastedilen nutfeden yaratıldık­larıdır. en-Nekkaş der ki: Bununla erkeklerin menileri kastedilmiştir. Aklî ilim­lerle uğraşanların çoğunluğu (cumhurun-nazara) derler ki; Bu buyrukla yü­ce Allah'ın yaratmış olduğu herbir canlıda bir su bulunduğunu kastetmekte­dir. Adem (a.s)ı su ile çamurdan yarattığı gibi. Peygamber (sav)ın Bedir gaz­vesinde, kendisine: Sîz kimlerdensiniz? diye soran yaşlı adama: "Biz su'da-nız."[449] cevabını verdiği hadiste buna göre açıklanır.

Bazıları da şöyle açıklamışlardır: Burada cin ve melekler müstesna değil­dir. Aksine herbir canlı sudan yaratılmıştır. Ateş de sudan yaratıldığı gibi, rüz­gar da sudan yaratılmıştır. Zira yüce Allah'ın kâinatta ilk yarattığı şey sudur. Daha sonra da ondan herbir şeyi yaratmıştır.

Derim" ki: Bu açıklamanın doğruluğuna yüce Allah'ın: "Onlardan bazısı karını üzerinde yürür" buyruğu delil teşkil etmektedir. Karın üzerinde yü­rümek yılanlar ve balıklar ile onlara benzer kurtçuk ve diğerleri hakkında­dır. İki ayak üzerinde yürümek insan ite yürümesi halinde kuşlar için söz ko­nusudur. Dört ayak üzerinde yürümek de diğer canlılar içindir. Ubeyy'in Mus­haf ında da: Aralarından daha fazlası üzerinde yürüyen­ler de vardır" fazlalığı da bulunmaktadır. Bu fazlalık yengeç ve yeraltında bu­lunan çeşitli haşeratın tümünü kapsamaktadır. Ancak bu icmâ' ile sabit ol­muş Kur'ân ifadesi değildir. Bununla birlikte en-Nekkaş şöyle demektedir: Yüce Allah'ın buyruğunda "dört ayak" üzerinde yürüyenler söz konusu edilmekle daha fazla ayak üzerinde yürüyenlerin söz konusu edilmesine gerek duyulmayarak yetinilmiştir. Çünkü bütün hayvaniann aslında esas dayan­dıkları dört ayaktır. Bunlar da onun yürümesinin esasını teşkil ederler. Ba­zılarında ayakların çokluğu yaratılışındaki bir fazlalıktır. O hayvan yürürken onların hepsine ihtiyaç duymaz.

İbn Atiyye der ki: Görünen şu ki, bu çok sayıdaki ayak boşuna yaratılmış değiidir. Aksine hayvanın bir yerden bir yere gitmesinde onlara gerek duyu­lur. Hepsi de hayvanın hareketi halinde hareket ederler.

Kimisi de şöyle demiştir: Âyet-i kerîmede dört ayak üzerinde yürümenin söz konusu olmadığını belirten bir ifade yoktur. Zira buyrukta aralarında dört ayaktan fazlası üzerinde yürüyenleri yoktur, denilmemiştir. İfadede hazfedil­miş sözler olduğu da söylenmiştir: "Onların arasından da dört ayaktan daha fazlası üzerinde yürüyenleri de vardır." Tıpkı Ubeyy'in Mushaf'ında olduğu gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Dâbbe (canlı)" kelimesi aklı eren ve ermeyen bütün varlıkları kapsar. Bu bakımdan akıl sahibi olan varlık, akıl sahibi olmayan varlıklarla birlikte bu­lunduğundan dolayı galib getirilmiştir (tağlîb.) Çünkü muhatab oian ve ken­disinden ibadet etmesi istenilen odur. Bundan dolayı yüce Allah (akıl sahi­bi varlıklar için kullanılan zamir olan>; "Onlardan bazısı" ile: "Yürür" diye buyurmuştur. Yüce Allah, bu farklılıkları söz konu­su etmekle yaratıcının varlığını isbata işaret etmektedir. Yani eğer bütün bun­ları mutlak hür irade ve tercih sahibi bir yaratan olmasaydı, bunların arasın­da böyle farklılıklar olmazdı. Aksine hepsi tek bir tür olurdu, bu da yüce Al­lah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Hepsi bir su ile sulanır. Yine de onlar­dan bir kısmını lezzetlerinde, bir kısmından üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunlarda da aklını kullananlar için âyetler vardır." (er-Ra'd, 13/4)

"Allah dilediğini yaratır, muhakkak Allah herşeye güç yetirendir." Dilediği herşeyi yaratma kudretine sahiptir.

Andolsun kî Biz, açıklayıcı âyetler indirdik. Allah dilediğini sıratı müs­takime iletir." Buna dair açıklamalar birden çok yerde daha önceden geç­miş bulunmaktadır. [450]

 

47. "Biz, Allah'a re Rasûlünc iman ve itaat ettik" derler. Bundan sonra da onlardan bir kısmı geri dönerler.Onlar mü’minler değildir.

 

Yüce Allah'ın: "Biz, Allah'a ve Rasülüne İman ve itaat ettik, derler"

buyruğu ile kastedilenler münafıklardır. Onlar dilleriyle, yakînleri ve ihiâs-lan bulunmaksızın: Allah'a ve Rasûlüne iman ettik, itaat ettik, derler. Ancak onlar bu sözlerini söylemekle birlikte yalan söylüyorlar. Çünkü "sonra da on­lardan bir kısmı geri dönerler. Onlar tnü'minler değildir." [451]

 

48. Aralarında hükmetmek İçin onlar Allah'a ve Rasûlüne çağırıl­dıklarında, onlardan bir kısmı yüz çevirir.

49. Eğer hak kendilerinin ise ona sürat ve İtaatle gelirler.

50. Acaba kalblerinde hastalık mı vardır bunların? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yahut Allah ve Rasfilü kendilerine haksızlık eder diye mi korkarlar? Hayır, onlar zulmedenlerin tâ kendileridir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [452]

 

1- Âyetlerin Nüzul Sebebi:

 

"Aralarında hükmetmek İçin onlar Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkların­da..." buyruğu ile ilgili olarak Taberî ve başkaları şöyle demişlerdir: Adı Bişr olan münafıklardan biri ile yahudilerden bir adam arasında bir arazi hakkın­da anlaşmazlık vardı. Yahudi Rasûlullah (sav)ın huzurunda mahkemeleşme­ye, onun hükmüne başvurmaya çağırdı onu. Münafık haksız idi, o bunu ka­bul etmeyerek: Muhammed bize haksızlık yapar. Bunun yerine biz Ka'b b. el-Eşref in hakemliğine başvuralım, dedi. Bu âyet onun hakkında nazil oldu.

Bir görüşe göre de âyet-i kerîme, Ümeyye oğullarına mensub el-Muğîre b. Vâil hakkında inmiştir. Muğire ile Ali b. Ebi Talib (r.a) arasında bir su ve bir arazi ile ilgili anlaşmazlık konusu vardı. Muğire, Ali ile Rasûlullah (sav)m huzurunda mahkemeleşmeyi kabul etmeyerek: O, bana buğzeder deyince, âyet-i kerime nazil oldu. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir. el-Maverdî der ki: Burada (tekii olarak): "Hükmetmek için" diye buyurufup "hükmetmele­ri için" denilmemesi Rasûlullah (sav)ın kastedilmiş olması dolayısıyladır. Yü­ce Allah'ın anılarak buyruğa başlanması ise, Allah'ı ta'zim ve söz başlangıcı içindir. [453]

 

2- Allah ve Rasûlü Hükmü Karşısında Münafıkların Tavırları:

 

"Eğer hak kendilerinin ise ona sürat ve itaatle gelirler." Ona itaat eder boyun eğerler. Çünkü Muhammed (sav)ın hak ile hükmedeceğini bilir­ler.

"Filan kişi filanın hükmüne itaat (iz'an) et­ti, eder" denilir. en-Nekkaş da bu kelimenin boyun eğmek anlamında oldu­ğunu söylemiştir, Mücahid, hızlıca gelmek diye açıklamıştır. el-Ahfeş ve İb-nu'1-Arabî de kabul ve ikrar etmek, diye açıklamışlardır.

"Acaba kalblcrinde hastalık" şüphe ve tereddüt "mı vardır bunların? Yoksa şüpheye mi düştüler?" Yoksa Muhammed (sav)ın peygamberliği ve adaleti hususunda onlarda bir şüphe mi meydana geldi?

"Yahut Allah ve Rasûlü" vereceği hükümde haksızlık ederek, zulme sa­parak "kendilerine haksızlık eder diye mi korkarlar?" Burada buyruğun so­ru lafzıyla gelmesi, azarlama üslûbunun daha ağır, yermenin daha ileri de­recede oluşundan dolayıdır. Cerir'in överken kullandığı ifadeler de böyledir:

"Sizler bineklerin sırtına binenlerin en hayırlıları, Ve bütün insanlar arasında el ayaları en ıslak (en cömert ihsanlarda

bulunan) kimseler değil misiniz?"

"Hayır onlar zulmedenlerin" inatçı kâfirlerin "tâ kendileridir." Çünkü yüce Allah'ın hükmünden yüz çeviriyorlar. [454]

 

3- Zımnıîlerin, Müslümanlarla ve Kendi Aralarındaki Anlaşmazlıklarda Hüküm Vermek Yetkisi Kime Aittir?

 

Eğer verilecek hüküm antlaşmalı ile müslüman arasında ise yargı yetkisi müslümanlara aittir, zimmet ehlinin bu konuda herhangi bir hakları yoktur. Şayet anlaşmazlık konusu iki zımmî arasında ise bu hususta yetki onlarındır. Şayet taraflar İslâm'ın hakimine başvuracak olurlarsa, o dilediği takdirde hü-Icüm verir, dilediği takdirde onlardan yüz çevirir. el-Mâide Sûresi'nde (5/42. âyet, 2. başlıkta) geçtiği gibi. [455]

 

4- Allah ve Rasûlünün Hükmüne Daveti Kabulün Gereği:

 

Bu âyet-i kerîme Allah ve Rasûlünün hükmüne çağıranın, çağrısını kabul etmenin farz olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü yüce Allah, kendisi ile hasmı arasında hüküm vermek üzere Allah Rasûlüne çağırılan (ve bunu ka­bul etmeyen) kimseyi en çirkin ifadelerle yermiş ve: "Acaba kalblerinde has­talık mı vardır bunların?" diye buyurmuştur,

İbn Huveyzîmendâd der ki: Hakimin meclisine çağırılan herkesin bu çağrıyı -hakimin fasık olduğunu bilmediği sürece, yahut ta davacı ile dava­lı arasında bir düşmanlık olduğunu bilmediği sürece- bu çağrıyı kabul etme­si farzdır.

ez-Zehrâvt senedini kaydederek el-Hasen b. Ebi'l-Hasen'in rivayetine göre Rasûluîlah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kimin hasmı kendisini müs-iüman hakimlerden bir hakime çağırdığı halde bunu kabul etmeyecek olur­sa, o kimse zalimdir ve onun hiçbir hakkı yoktur."[456] Bunu el-Maverdî de zik­retmiş bulunmaktadır.

İbnu'l-Arabîdedi ki: Bu, bâtıl bir hadistir. "O zalim bir kimsedir" sözü ise doğru bir sözdür. "Onun hiçbir hakkı yoktur" ifadesi ise sahih olamaz. Bu­nunla o kimse hak üzere olamaz, demek,istemiş olabilir. [457]

 

51. Aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne davet olun­duklarında, mü'minlerin sözleri ancak: "İşittik ve itaat ettik" de­mektir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.

 

"Aralarında hükmetmek üzere Allah'a ve Rasûlüne" yani Allah'ın kita­bına ve Rasûlünün hükmüne "davet olunduklarında mü'minlerin sözleri ancak; İşittik ve itaat ettik, demektir." İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bu buy­ruğu ile hoşlarına gitmeyen hususlarda olsa dahi muhacirlerle, ensarın ita­atkâr olduklarını haber vermektedir. Yani bu gibi hallerde onların söyleye­cekleri söz budur. Diğerleri ise eğer mü'min olsalardı, .onlar da: İşittik ve itaat ettik, demeliydiler. Buyruktaki "demek" anlamındaki kelime; in ha­beri olarak nasbedilmiştir. Bunun ismi ise "demektir" buyruğu nd ad ir. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Onlar yalnızca şöyle diyorlar­dı: Rabbimiz günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımızı affet..." (Al-i İm-ran, 3/147)

Bir açıklamaya göre: "Mü'minlerin sözleri ancak..." buyruğu anlatılan di­ğer ifadeler arasında bir sıla Cara cümlesi) durumundadır. Yüce Allah'ın: "On­lar: Beşikte bulunan bir çocuk ile nasıl konuşulur?, dediler" (Meryem, 19/29) buyruğu gibi.

İbnu'l-Ka'kâ da: "Aralarında hükmetmek üzere" buyruğunu meçhul olarak; "Aralarında hükmolunmak üzere" diye okumuştur, Ali b. Ebİ Talİb de: "söz..." kelimesini re ile okumuştur. [458]

 

52. Kim, Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, İste onlar kurtulan kimselerdir.

 

"Kim" vermiş olduğu emir ve hükümlerde "Allah'a ve Rasûlüne itaat eder­se, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa" buyruğundaki "O'ndan sakınır­sa" anlamındaki kelimeyi Hafs; şeklinde cezm etmek niyetiyle "kaf" harfini sâkm okumuştur. Şair de şöyle demiştir:

"Kim sakmıra, muhakkak, Allah onunla beraberdir, Nitekim yüce Allah'ın rızkı gider ve gelir."

Diğerleri ise bunu esrelî okumuşlardır. Çünkü bu kelimenin cezm hali (za­mirden önceki) son harfi (olan "ya")nin hazfi İledir. Ebu Amr ve Ebubekr ise • "he" harfini sakin okumuşlardır. Ya'kub ile Kalûn, Nafî'den Ebu Amr'dan el-B_usti ve Hafs ise kesreyi belli belirsiz (ihtilas ile) çıkartmışlardır. Diğerleri ise "he" harfini açıkça kesreli okumuşlardır.

"İşte onlar kurtulan kimselerdir" buyruğu ile ilgili olarak Eslem'in nak­lettiğine göre Ömer (r.a), Peygamber (sav)ın mescidinde ayakta namaz kıl­makta iken Rum Dih kan 'I arından bir adam onun yanı başında durmuş ve şöy­le diyormuş: Ben de şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Ömer ona: Bu haiin ne, diye sorunca, o da: Allah'a teslim oldum, demiş. Ömer (r.a) ona: Bunun bir sebebi var mı, diye sorunca, şu cevabı vermiş: Evet, ben Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve peygamberlere gönderilen kitapların bir çoğunu okudum. Bir esi­rin Kur'ân'dan bir âyeti okuduğunu işittim. Bu âyet-i kerîmede daha önce ge­çen kitaplardakî bütün muhtevayı toplamış olduğunu gördüm. Bildim ki bu Allah tarafından gönderilmiş bir kitaptır. O bakımdan ben de müslüman ol­dum. Ona: Bu hangi âyettir? diye sorunca, şu cevabı verdi: Bu âyet yüce Al­lah'ın şu buyruğudur: "Kim" farz olan hususlarda "Allah'a" sünnet olan hususlarda "ve Kasûlüne itaat ederse" ömrünün geçmiş olanında "Allah'tan korkar ve" geri kalan ömründe de "O'ndan sakınırsa, İşte onlar kurtulan kimselerdir." Kurtulan kimse ise cehennem ateşinden kurtulup, cennete gir­dirilen kimse demektir. Bunun üzerine Ömer (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Bana geni^ kapsamlı, özlü sözler (cevâmiu'l-kelim) verildi."[459]

 

53. Eğer sen, onlara emredersen "muhakkak çıkacaklardır" dîye var güçleriyle Allah adına yemin ettiler. De ki: "Yemin etmeyin (Sizden istenen) ma'rûf bir itaattir. Şüphesiz Allah yaptıklarınız­dan haberdardır."

 

"... var güçleriyle Allah adına yemin ettiler" buyruğu ile tekrar müna­fıklardan söz edilmektedir. Çünkü yüce Allah, onların Peygamber (sav)ın hük­münden hoşlanmadıklarını açıklayınca, onlar Peygamber (sav)ın yanına ge­lerek şöyle dediler: Allah'a andolsun, şayet bizlere yurdumuzu bırakıp çık­mayı, hanımlarımızı ve mallarımızı terketmeyi emredecek olursan, bunları da­hi yaparız. Bize cihadı emredecek olursan, elbette cihad ederiz, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil otdu. Yani onlar Allah adına yemin.ede­rek bundan böyle seninle birlikte savağa çıkacaklarına ve itaat edeceklerine dair yemin etliler.

"Var güçleriyle"; yemin edebildikleri kadar yemin ettiler, demektir. Mu-katil dedi ki: Kim Allah adına yemin ederse, o yemini var gücüyle yapmış de­mektir. Daha önceden buna dair açıklamalar el-En'âm Sûresi'nde (6/109. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"Var güçleriyle" anlamındaki kelime mastar kabul edilerek nasb edilmiştir. İfade; "İleri derecede yemin ederek" takdirindedir.

İfade, "de ki: Yemin etmeyin" buyruğu ile tamam olmaktadır. "Mâruf bir İtaat" yemin etmenizden sizin için daha uygundur. Ya da siz ma'rûf bir şe­kilde itaat edin, halis bir kalble ma'rûf söz söyleyin, yemine gerek yoktur. Mü-cahid dedi ki: İfadenin anlamı şu şekildedir: Sizin itaatinizin mahiyeti bilinen bir iştir. O da yalan söylemektir ve yalanlamaktır. Yani sizden ma'rûf olan (si­zin bilinen tavrınız) ihlâs değil, yalancılıktır.

"Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." Sözle itaat ettiğini­zi, fiilen de muhalefet ettiğinizi bilir. [460]

 

54. De ki: "Allah'a da İtaat edin, Rasûlüne de itaat edin." Eğer yüz çevirirseniz, ona düşen ancak ona yükletilendir. Size düşen de size yükletilendir. Ona itaat ederseniz, hidayet bulursunuz. Peygambere düşen de ancak apaçık tebliğdir.

 

"De ki: Allah'a da itaat edin, Rasûlüne de itaat edin." İhtâsla itaat edin, münafıklığı terkedin. "Eğer yüz çevirirseniz" anlamındaki; buyru­ğunda iki "te"den birisi ha2fedilmiştir. Buna da bundan sonra gelen "size...". ifadesi olup "onlara" denilmemiş olması, delildir.

"Ona düşen ancak ona yükletilen" risaleti "tebliğdir. Size düşen de si­ze yükletilen" O'na itaat etmek "dir." Bu şekildeki açıklama İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.

"O'na İtaat ederseniz, hidayet bulursunuz." Yüce Allah hidayet bulma­yı O'na itaat ile birlikte takdir buyurmuştur.

"Peygambere düşen ancak apaçık tebliğdir." [461]

 

55. Allah, İçinizden iman edip, salih amel işleyenlere vaad etti ki: "Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi -andolsun ki- onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak. Kendileri için seçip be­ğendiği dinlerini onlar için iktidar yapacak, önceki korkuları­nı güvene çevirecektir." (Böylece) onlar Bana hiçbir şeyi ortak koşmakstzuı ibadet etsinler. Bundan sonra artık kim kâfir olur­sa, onlar fâsıkların tâ kendileridir.

 

Bu âyet-i kerîme Ebubekir ve Ömer (r.a) hakkında nazil olmuştur. Bu açık­lamayı İmam Malik yapmıştır.

Yine denildiğine göre, bu âyetin iniş sebebi şudur: Peygamber (sav)ın ba­zı ashabının, düşmanla çarpışmanın zorluklarından ve bu hususta başlarına gelecek tehlikeden, duydukları korkulardan ve bir türlü silahı elden bırak­madıklarından (sürekli savaştıklarından) söz etmesi üzerine bu âyet-i kerî­me nazil olmuştur.

Ebu'l-Âliye dedi ki: Rasûlullah (sav), yüce Allah kendisine vahyi bildirdik­ten sonra, on yıl Mekke'de kendisi ve ashabı korku içerisinde kaldılar. Giz­li ve açık Allah'ın yoluna davet ettiler. Sonra Allah Rasûlüne Medine'ye hic­ret etmesi emri verildi. Orada da korku içindeydiler, sabah-akşam silahla be­raberdiler. Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, içinde güvenlik duyacağımız ve silahımızı bırakacağımız bir gün görecek miyiz? Peygamber (sav): "Ara­dan fazla zaman geçmeyecek; öyle ki sizden herhangi bir adam pek büyük bir topluluk arasında üzerinde silah namına bir şey bulunmaksızın oturmuş olacaktır" diye buyurdu ve bu âyet-i kerîme nazil oldu. Yüce Allah da pey­gamberini Arap yarımadasının tamamında hakim kıldı. Silahlarını bıraktılar ve güvenlik duydular.[462]

en-Nehhâs dedi ki: Bu âyet-i kerîmede Rasûlullah (sav)ın peygamberliği­ne açık bir delâlet vardır, Çünkü yüce Allah, ona vermiş olduğu bu vaadi ye­rine getirmiştir.

en-Nekkaş, Kitab'ında naklettiğine göre Dahhak şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin halifeliğini ihtiva etmektedir. Çün­kü onlar hem iman ehli idiler, hem salih amel işlediler. Rasûlullah (sav) da: "Halifelik benden sonra otuz yıldır"[463] diye buyurmuştur.

İbnu'l-Arabî "Ahkamu'l-Kur'ân'' adlı eserinde bu görüşü benimsemiş ve tercih ederek şöyle demiştir: İİim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerîme dört halifenin halifeliğine delildir. Bu âyette yüce Allah'ın onları halifelik maka­mına getirdiğine ve onların emanet sahibi olup onlardan razı olduğuna de-iiî bulunmaktadır. Onlar, Allah'ın kendileri için beğenip seçtiği din üzere idi­ler. Zira günümüze kadar hiçbir kimse fazilette onların önüne geçebilmiş de­ğildir, Onlar yönetimi ellerinde tuttular, müslümanlan idare ettiler. Dinin ala­nını himaye ettiler, O bakımdan verilen bu,ilâhî söz onlar hakkında gerçek­leşmiş olmaktadır. Eğer bu verilen söz onlar için gerçekleştirilmemiş, onlar vasıtasıyla gerçekleşmemiş, onlar hakkında vârid olmamış ise, o takdirde baş­ka kim hakkında söz konusu oiabilir ki? Onlardan sonra da günümüze ka­dar onlar gibi kimse gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir. Allah on­lardan razı olsun.

Bu görüsü el-Kuşeyrî de İbn Abbas'tan rivayet etmiş bulunmaktadır. Bu gö­rüşün sahipleri Rasûlullah (sav)ın azadlı kölesi Sefîne'nin rivayet ettiği şu ha­disi de delil-gösterirler. Sefine dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyurur­ken dinledim: "Halifelik benden sonra otuz yıldır, sonra da hükümdarlık ola­caktır." Sefine dedi ki: Şimdi hesab et. Ebubekİr'in halifeliği iki yıl, Ömer'in halifeliği on yıl, Osman'ın halifeliği oniki yıl, Ali'nin halifeliği de altı yıl.[464]

Kimileri de şöyle demiştir: Bu yeryüzünün tamamının İslâm adı altında ege­menliğe kavuşacağı hususunda bütün ümmete verilmiş bir sözdür. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü benim önüme getirildi. Do-ğulannı ve batılarım gördüm. Benim ümmetimin mülkü bana yeryüzünün gös­terilen her tarafına yayılacaktır. "[465]

İbn Atiyye de Tefsir'inde bu görüşü şu sözleriyle tercih etmiş bulunmak­tadır: Sahih olan âyet-i kerîmenin cumhurun halifelik makamına getirildiği doğrultusundadır. Onların halifelik makamına getirilmesi ise onlara ülkele­rin egemenliğini verip, bu ülkelerin sahipleri olmalarıdır. Şam'da, Irak'ta, Ho­rasan'da ve Mağrib'de görüldüğü gibi.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Biz onlara deriz kî: Bu peygamberlik, halifelik, da­vetin yerleştirilmesi ve şeriatın genelliği hususunda bir genel vaaddir. Böy­lece verilen bu söz herkes hakkında kendi gücü ve haline göre tahakkuk et­miştir. Hatta müftüler, kadılar ve imamlar hakkında bile gerçekleşmiştir. Bu verilen şerefli sözün yerine getirilmesi ile ilgili olarak halifelik, yalnızca da­ha önceden geçmiş halifeler ile sınırlıdır.

Daha sonra o bu konuda bir itirazı ve farklı bir kanaati söz konusu etmek­tedir ki, muhtevası şudur: Denilse ki: Bu husus ancak sadece Ebubekir hak­kında doğru kabul edilebilir. Çünkü Ömer ve Osman suikast ile öldürüldü­ler. Halifelik hususunda da Ali ile çekişildi. Deriz ki: Korkunun güvene çev­rilmesi kapsamına Ölümden herhangi bir şekilde emin olup, esenliğe kavuş­mak girmemektedir. Ali'nin savaşlara katılması ise güvenliği ortadan kaldır­mış değildir. Ayrıca savaşın söz konusu olmaması güvenliğin bir şartı da de­ğildir. Güvenliğin şartı sadece insanın'kendi isteği ile kendisine hakim ola-bilmesidir. Peygamber (sav)ın Mekke'de ashabının durumunda olmamasıdır.

Daha sonra sözlerinin sonunda şunları söylemektedir: İşin gerçeği şu ki, onlar (Mekke'de) yenik düşürülmüş iken galip oldular. Takib altında iken, kendileri takib eden oldular. İşte bu, güvenlik ve güç sahibi olmanın en ile­ri derecesidir.

Derim ki: Bu durum sadece dört halifeye has değildir ki, âyetin umumu ile yankzca onların kastedildiği söylenebilsin. Aksine bu hususta bütün mu­hacirler hatta başkaları dahi onlarla ortaktır. Nitekim Kureyşliler, Uhud ve baş­ka savaşlarda özellikle de Hendek'te müslümanlara hücum ederek gelmiş­lerdi. Öyle ki yüce Allah onların hepsi hakkında şu buyruklarla haber ver­mektedir: "Hani onlar size hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gelmiş­lerdi. O vakit gözler yerinden kaymış, yürekler de gırtlaklara varmıştı. Allah hakkında da türlü zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada mü'minler imtihan edilmiş ve şiddetli şekilde sarsılmışlardı." (el-Ahzâb, 33/10) Daha sonra yüce Allah, kâfirleri herhangi bir hayra nail olmaksızın gerisin geri çe­virdi, mü'minlere güvenlik verdi. Onlara kâfirlerin topraklarını, ülkelerini ve mallarım miras verdi.

İşte yüce Allah'ın: "Andolsun ki, onları da muhakkak yeryüzünde ha­life yapacak" buyruğu ile kastedilen budur. "Oalardan öncekileri halife yap­tığı gibi" buyruğunda da kastedilenler İsrailoğullandır. Zira yüce Allah Mısır'daki zorbaları helak etmiş ve onların topraklarını ve ülkelerini İsrailoğul-larına miras vermişti. Bu hususta da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batıla­rına da mirasçı kıldık.1' (el-A'râf, 7/137)

İşte aslıab-ı kiram da böylece zaafa uğratılmış (mustaz'af) ve korku içe­risinde idiler. Daha sonra yüce Allah, onlara güvenlik verdi, onlara iktidar ver­di ve onları yöneticiler kıldı. Böylelikle âyet-i kerîmenin herhangi bir tahsis söz konusu olmaksızın genel olarak Muhammed (sav)ın ümmeti hakkında umumi olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira tahsis (genelin özelleştirilmesi) an­cak kendisine teslimiyetle boyun eğilmesi gereken kimseden gelen bir ha­ber ile olur. Bilinen aslî kaide ise (tahsis söz konusu olmadıkça) umuma ya-pışılması gerektiğidir.

Rasûluliah (sav)dan onların korkularının daha sonra güvenlik ile değiş­tirilmesi manasını ifade eden hadisler de gelmiş bulunmaktadır. Ashabı kendisine: İçinde güvenlik duyacağımız ve silâhı elden bırakacağımız bir gün görecek miyiz? deyince, o şöyle buyurdu: "Fazla bir zaman geçmeden sizden herhangi bir kimse pek büyük bir kalabalık arasında üzerinde silah bulun­maksızın oturacağı zaman gelecektir. (Pek yakındır)."[466]

Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a andolsun ki Allah bu işi tamamlayacaktır, O kadar ki süvari, San'a'dan, Hadramevt'e kadar yol ala­cak da ancak Allah'tan ve kurdun koyunlarına saldıracağından korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." Bu hadisi Müslim, Sahih'inde rivayet etmiş­tir.[467] Tıpkı Rasûlullah (sav)ın haber verdiği gibi olmuştur.

O halde bu âyet-i kerime peygamberlik mucizelerinden birisidir, zira ileride olacakları haber vermektedir ve (böyle) olmuştur.

"Andolsun ki, onları da muhakkak yeryüzünde halife kılacak" buyru­ğu ile ilgili iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, buradan kasıt, Mekke top­raklarıdır. Çünkü muhacirler yüce Allah'tan bunu istediler, onlara İsrailoğul-lanna vaad olunduğu gibi vaa dol undu. Bu anlamdaki açıklamayı en-Nekkaş yapmıştır.

İkinci görüşe göre, kasıt; Arap ve Acemlerin topraklandır. İbnu'l-Arabî de­di ki: Sahih olan budur. Çünkü Mekke toprakları muhacirlere haram kılın­mıştır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Fakat zavallı Sa'd b. Havle..." Rasûlullah (sav) bu sözleriyle Sa'd b. Havle'nin Mekke'de ölmesini üzüntüy­le karşıladığını ifade ediyordu.[468]

Yine Sahih(-i Buhârî)de şöyle buyurmuştur: "Muhacir, hac ibadetinin ge­reklerini yerine getirdikten sonra, Mekke'de üç gün kalır. "[469]

"Andolsun ki, onları da... halife kılacak" buyruğundaki "lâm" gizli bir kasemin (yeminin) cevabıdır, çünkü vaad bir sözdür. Bu ifadenin tak­diri şu şekildedir: Allah, iman edip salih amel işleyenlere dedi ki: Allah'a an dolsun ki onları yeryüzünde halifelik makamına getirecektir ve onları oranın hükümdarları (ve emniyet içerisinde yaşayan) sakinleri kılacaktır.

"Onlardan Öncekileri halife yaptığı gibi" buyruğunda kastedilenler îs-railoğullarıdır. O, Mısır ve Şam'daki zorbaları helak etti, onların yurtlarını top­raklarını onlara miras olarak verdi.

"Halife yaptığı gibi" buyruğu genel olarak "te" ve "lâm" harfleri üstün olarak okunmuştur. Buna sebep ise "vaadetti" ile "andolsım ki, onları da muhakkak halife kılacak" buyruklarıdır. İsa b. Ömer, Ebube-kir ile el-Mufaddal'ın kendisinden rivayetine göre Âsim ise "te" harfini ötre-li, "lam" harfini esreli meçhul fiil olarak ("halife kılındıkları gibi" anlamında) okumuşlardır.

"Kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için İktidar yapacak"

buyruğunda sözü edilen din, İslâm dinidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim." (el-Mâide, 5/3) Bu buy­ruğa dair açıklamalar daha Önceden (el-Mâide, 5/3. âyet, 25- başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

Suleym b. Âmir, el-Mikdâd b. el-Esved'den şöyle dediğini rivayet eder: Ra-sûlullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: "Yeryüzünde ne kadar taştan ya da kerpiçten bir ev varsa, mutlaka Allah o evin içine İslâm sözünü ya aziz bir kimsenin izzetiyle ya da zelil bir kimsenin zilletiyle mutlaka sokacaktır. Onların izzetiyle girerse, o kimseleri İslâm sözünün ehli kılar. Zilletiyle gi­rerse, o söze boyun eğip, itaat ederler. "[470] Bu hadisi el-Mâverdî: Yeryüzün­den kasıt Arap ve Acem topraklarıdır, diyenlerin görüşlerinin bir delili ola­rak zikretmektedir ki, bu da az önce geçtiği üzere bu husustaki ikinci görü­şün ifadesidir.

"lannı... çevirecektir" buyruğunu İbn Muhaysın, İbn Kesir, Ya'kub ve Ebubekr; (Jjjl) kökünden gelen bir fiil olarak şeddesiz okumuş­tur. el-Hasen'İn kıraati ve Ebu Hatim'in tercihi budur. Diğerleri ise; ( Ji )den gelen bir fiil olarak şeddeli okumuşlardır. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur, çün­kü Kur'ân-ı Kerîm'de çokça kullanılan kip budur. Nitekim yüce Allah: "Allah'm sözlerinde asla değiştirme olmaz." (Yunus, 10/64); "Biz, bir âyeti di­ğer bir âyetin yerine getirip değiştirdiğimizde..." (en-Nahl, 16/101) buyruk­larında ve benzerlerinde hep bu kipler kullanılmıştır. Bu ise iki ayrı söyle­yiştir.

en-Nehhâs der ki: Muhammed b, el-Cehm, el-Feirâ'dan şöyle dediğini nak­letmektedir: Âsim İle el-A'meş "...larını...çevirecektir" buyruğunu şeddeli okumuşlardır. Ancak bu Âsım'dan gelen yanlış bir rivayettir. Bundan sonra yine bundan daha ağır bir yanlışlığı söz konusu etmektedir ki o da diğerle­rinin de bu kelimeyi tahfif ile (şeddesiz) okuduklarını nakletmiş olmasıdır. en-Nehhâs der ki: Ahmed b. Yahya'nın iddiasına göre şeddeli okumak ile şed-desiz okumak arasında bir fark bulunmaktadır ve şeddeli okuyuşun anlamı: Değiştirmektir, olur. Şeddesiz ve (mazisi hemzeli) okuyuş ise izale etmek ve bir şeyin yerine başkasını koymak demektir. en-Nehhâs dedi ki: Bu doğru bir açıklamadır, nitekim benim için bu dirhemi değiştir diye (hemzeli ve şed­desiz olarak fiili) kullandığımız takdirde bunu izaie et (benden al) ve bana başkasını ver, demek isteriz. Bununla birlikte şeddeli olarak da kullanıldığı vakit değiştirmek manasını ifade eder. Şu kadar var ki, bunların biri diğeri­nin yerine kullanılabilmektedir. Onun sözünü ettiği şekil ise, daha çok kul­lanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde (4/56. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. İbrahim (a.s) Sûresi'nde de şeddeli kullanımın bir şeyin bizzat kendisini izale etmek an­lamına geldiğine dair sünnetten delili de kaydetmiş bulunuyoruz. Bu husu­su orada tetkik edebilirsiniz. (İbrahim, 14/48-52. âyetlerin tefsiri). "Rabbimi-zin bize onun yerine, ondan hayırlısını değiştirmesi (vermesi) umulur." (el-Kalem, 68/32) buyruğunda "değiştirme" anlamını veren fiil hem şedde­li, hem de şeddesiz okunmuştur.

"Bana... ibadet etsinler" buyruğu hal konumundadır. Yani onlar Allah'a ihlâsla ibadet ettikleri halde.,. Bununla birlikte onlara övgü üslûbunda ye­ni bir cümle olması da mümkündür. (Mealde olduğu gibi)

"Bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın" buyruğu ile ilgili olarak dört gö­rüş vardır:

1- Benden başka hiçbir ilâha ibadet etmezler. Bu görüşü en-Nekkaş nak-Ietmiştir.

2- Hiçbir kimseye karşı, Bana ibadetlerinde riyakârlık yapmazlar.

3-  Benden başkasından korkmazlar. Bu da İbn Abbas'ın açıklamasıdır.

4- Benden başkasını sevmezler. Bu da Mücahİd'in açıklamasıdır.

"Bundan sonra artık kim kâfir olursa" yani bu nimetleri inkâr ederse, görüldüğü gibi burada nimetlere karşı nankörlük kastedilmektedir. Çünkü daha sonra yüce Allah: "Onlar fâsıkların tâ kendileridir" diye buyurmaktadır. Allah'ı inkâr eden kâfir ise, bu nimetlerden önce de, bu nimetlerden sonra da fâsık bir kimsedir. [471]

 

56. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Rasûle itaat edin ki rah­mete kavuşturulanınız.

 

Bu buyruk daha önceden (54. âyet-i kerîmede) geçmiş bulunmaktadır. Bu­rada ibadet emrini de te'kid olmak üzere tekrarlamıştır. [472]

 

57. Sakın kâfirlerin yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacağı yer ateştir. O ne kötü bir dönüş yeridir.

 

"Sakın kâfirlerin yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma!" buy­ruğu Peygamber (sav)a bir teselli ve İlâhî yardımın geleceğine dair bir vaad-dir.

Genel olarak "Sakın... sanma" şeklinde hitab olarak "te" ile oku­muşlardır. Ancak İbn Âmir, Hamza ve Ebu Hayve ise "ya" ile okumuşlardır. Yani, sakın kâfirlerin kendileri yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını san­masın. Çünkü "sanma" fiili iki mef ûle geçiş yapar. ez-Zeccac'ın görüşü bu­dur. el-Ferrâ ve Ebu Ali de şöyle demişlerdir: Bu durumda fiilin Peygamber (sav)a ait olması da mümkündür. Yani sakın Muhammed, kâfirlerin yeryü­zünde âciz bırakacaklarını sanmasın. Buna göre "Ier" birinci meful, "Âciz bırakacaklarını" ifadesi de ikinci meful olmaktadır. Birin­ci görüşe göre ise "kâfirler" anlamındaki kelime fail, "kendilerini" anlamın­daki kelime de birinci meful dür ve bu (âyet-i kerîmede) hazfedilmiştir. "Âciz bırakacaklarını" anlamındaki kelimede ikinci meful olur.

en-Nehhas dedi ki: Ben ister Basralı, ister Kûfeli olsun Arap dili bilginle­ri arasında Hamza'nın kıraatinin hatalı olduğunu söylemeyen bir kimse bilmiyorum. Çünkü onların kimisi bu kıraat lahndir, çünkü o "sanma" anlamın­daki fiilin sadece bir tek mefulünü getirmektedir, der. Bunu söyleyenlerden birisi de Ebu Hâtim'dir. el-Ferrâ der ki: Bu zayıftır, ancak zayıf demekle bir­likte birinci mefûlün hazfedilmiş olması şartıyla caiz kabul etmektedir ki, bu­nu da açıklamış bulunuyoruz. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı bu kıraat hakkında şöyle derken dinledim: "Kâfirler" nasb mahallinde olur. (De­vamla) dedi ki: Buyruğun anlamı da şöyle olur: Sakın kâfir, kâfir olanların yeryüzünde âciz bırakacaklarını zannetmesin.

Derim ki: Bu da el-Ferrâ ve Ebu Ali'nin açıklamalarına uygun düşmekte­dir. Ancak onların açıklamalarına göre fail Peygamber (sav)dır. Bu açıklama­ya göre ise fail kâfirdir. "Âciz bırakacaklarını" ise elinden kurtulacaklarını... anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/34. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"Onların varacağı yer ateştir. O ne kötü bîr dönüş yeridir." Onların dö­necekleri yer pek kötü olacaktır, [473]

 

58. Ey iman edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve siz­den baliğ olmayanlarınız, sizden üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra... Bunlar sizin elbisesiz olabileceği­niz üç vakittir. Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yoktur, on­lara da. Onlar da yanınıza girip çıkarlar, herbiriniz de diğerinin yanına girip çıkar. Allah âyetleri size böyle açıklar. Allah çok iyi bilendir, Hakîm'dİr.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [474]

 

1- Bu Âyet-i kerîme İle İzin İstemeye Dair Bundan Önceki 27. Âyet Arasındaki İlgi:

 

İlim adamları derler ki: Bu âyet-i kerîme hâsstır, bundan önceki âyet-i ke­rîme ise umumîdir. Zira yüce Allah orada: "Ey iman edenler! Kendi evleri­nizden başka evlere izin alıp o ev halkına selâm vermeden girmeyin" (en-Nur, 24/27) diye buyurmaktadır. Daha sonra yüce Allah burada hitabı tah-sîs ederek, şöyle buyurmaktadır: "Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler... sizden üç defe izin İstesinler." Bu âyet-i kerîme İle özetlikle izin isteyen ba­zı kimseleri söz konusu etmektedir. Aynı şekilde birinci âyet-i kerîmede za­man itibariyle bütün zamanları umumi olarak kapsamaktadır. Bu âyet-i ke­rîmede ise bir takım vakitler özellikle söz konusu edilmiştir. Bu vakitler içe­risinde ister köle, ister cariye, ister çirkin, ister güzel görünümlü olsun an­cak izin istedikten sonra girebilecektir.

Mukatil dedi ki: Âyet-i kerîme Mersed kızı Esma hakkında nazil olmuştur. Onun bulunduğu yere yaşlıca olan kölesi girmişti. Rasûlullah (sav)a bundan şikayetçi olunca, bu âyet-i kerîme nazil eldu. Âyetin iniş sebebinin Mudlic'in, Ömer (r.a)ın yanına girmesi olduğu da söylenmiştir ki, ileride gelecektir. [475]

 

2- İzin İstemeleri İstenen Kimseler:

 

Yüce Allah'ın: "Sizden Üç defa tein İstesinler" buyruğu ile kimlerin kas­tedildiği hususunda İlim adamlarının attı ayrı görüşü vardır:

1- Âyet-i kerîme neshe dil mistir. Bu görüş İbnu'l-Müseyyeb ve İbn Cübeyr'e aittir.

2- İzin isteme menduptur, ancak vacib değildir. Bu görüş, Ebu Kılâbe'ye aittir. O: Onların iyilikleri açısından bu emir kendilerine verilmiştir, demek­tedir.

3- Bundan kasıt kadınlardır. Bu görüş de Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî'nin görüşüdür.

4- İbn Ömer: Bu âyet-i kerîme kadınlar hakkında değil de erkekler hak­kındadır, demiştir. Bu da dördüncü görüştür.

5- Bu önceleri vacib idi. Zira ne kilitleri, ne de kapılan vardı. Eğer aynı durum söz konusu olursa, yine vacib olan İzin isteme hükmü söz konusu olur. Bu açıklamayı da el-Mehdevî, îbn Abbas'tan nakletmektedir.

6- Bu âyet-i kerîme muhkemdir, farzdır, sabittir. Erkekler hakkında da, ka­dınlar hakkında da.

İlim ehlinin çoğunluğu bu görüştedir. el-Kasım, Câbir b. Zeyd ve eş-Şa'bî de bunlar arasındadır. En zayıf görüş ise es-Sülemî'nin görüşüdür. Zira; "...ler" Arap dilinde kadınlar için kullanılmaz. Kadınlar için bunun yerine; kullanılır. Kıyas ve re'y sahipleri İbn Ömer'in görüşü­nü güzel kabul etmektedirler.

Çünkü; Arap dilinde erkekler hakkında kullanılır. Her ne kadar ka­dınlar da onlarla birlikte buyruğun kapsamına girebiliyor ise de bu bir de-3i 1 ile olabilir. İfade ise zahiri üzere kabul edilir. Şu kadar var ki bu görüşün isnadında Leys b. Ebi Süleym vardır,[476]

İbn Abbas'ın görüşüne gelince, bunu Ebu Davud, Ubeydullah b. Ebi Ye-zid'den rivayet etmektedir, Buna göre Ubeydullah, İbn Abbas'ı şöyle derken dinlemiş: Bir âyet var ki insanların çoğu onun gereğini emretmemektedirier. Bu izin isteme âyetidir. Ben şu cariyeme dahi emrediyorum, o da yanıma gir­mek için izin ister. Ebu Davud dedi ki: Atâ bunu bu şekilde İbn Abbas'tan "onuCn gereğini) emreder" lafzı İle rivayet etmiştir.[477]

İkrime'nin rivayetine göre Iraklılardan bir grub: Ey İbn Abbas dediler. Bi­ze izin alma emri verilen fakat kimsenin kendisi ile amel etmediği şu âyet-i kerîme hakkındaki görüşün nedir? Aziz ve celil olan Allah'ın: "Ey iman eden­ler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olmayanlarınız, sizden üç defa izin istesinler. Sabah namazından önce, öğle vaktinde el­bisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin elbi­sesiz olabileceğiniz üç vakittir. Bu üç vakitten sonra size de bir vebal yok­tur, onlara da. Onlar da yanınıza girip, çıkarlar..." diye buyurmaktadır. Ebû Dâvûd dedi ki: el-Ka'nebî buyruğu; "Allahçok iyi bilendir, Hakimdir" buy ruğuna kadar okudu, îbn Abbas dedi ki: "Şüphesiz Allah Halîm'dir, mü'nıin-lere karşı çok merhametlidir ve O, ayıp hallerin görülmemesini (setri) sever. İnsanların evlerinin ne perdeleri, ne de başkalarına karşı örten örtüleri var­dı. Bazen hizmetçi ya da çocuk, yahut kişinin himayesindeki yetim bir kız, adamın yanına o ailesi üzerinde iken girebiliyordu. Allah onlara bu elbise­siz olunabilecek vakitlerde izin istemelerini emretti. Yüce Allah böylelikle on­lara bu gibi hallerinin, başkalarının görmesine karşı korunmasını ve hayrı ge­tirdi. Ondan sonra da bununla (gereğince) amel eden kimseyi görmedim. "[478]

Derim ki: Bu güze! bir metindir. Said'in ve İbn Cübeyr'in görüşlerini red­detmektedir. Çünkü burada âyetin nesh olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Ancak bu âyetin indiği zaman belli bir hal vardı, sonradan bu hal or­tadan kalktı. Eğer benzeri hal tekrar görülecek olursa, hükmü aynen baki­dir. Hatta hükmü bugün için çöllerde, sahralarda ve benzeri yerlerde müs-lümanlann meskenlerinin bir çoğu hakkında sabittir. Vekî', Süfyan'dan, o Mu­sa b. Ebi Âişe'den, onun da eş-Şa'bî'den rivayetine göre yüce Allah'ın: "Ey iman edenleri Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler... Sizden irç defa izin İstesinler" âyeti hakkında eş-Şa'bî: Mensuh değildir, demiştir. Ben de: Ama insanlar gereğince amel etmiyorlar, deyince: Buna karşı Allah'ın yardı­mını taleb ederiz, dedi. [479]

 

3- Üç Defa İzin İstemek;

 

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Üç defa izin istemek yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler ve sizden baliğ olma­yanlarınız sizden üç defe izin istesinler" buyruğundan alınmıştır. Bu ilim adamı der ki: Bu buyrukla yüce Allah, üç defa izin istemeyi kastetmiştir. Bu buyruk Kur'ân-ı Kerîm'de kölelerle, çocuklar hakkında vârid olmuştur. Ra-sûlullah (sav)in sünneti ise herkes hakkında umumîdir.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu ilim adamının bu kabilden söylediklerinin her ne kadar açıklanabilir bir tarafı varsa da kendisinin istidlal ettiği şekilde bu âyetin tefsirinde ilim adamlarının yaptıkları açıklamalar arasında bilinen böyle bir görüş yoktur. İlim adamlarının çoğunluğunun "üç defa" buyruğu hakkında söylediklerinden kasıt, üç vakitte izin alsınlar şeklinde olduğudur. Bu görüşlerinin doğruluğuna da bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın bu üç vak­ti zikrederek: "Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisesiz olabilece­ğiniz vakit ve yatsı namazından sonra" buyruğu delil teşkil etmektedir. [480]

 

4- Yüce Allah'ın Kullarına Edeb Öğretmesi:

 

Yüce Allah, bu âyet-i kerîme ile kullarını edeblendirmekte ve kölelerin -onların giriş çıkışlarına aldmlmadığı için- ve henüz ergenleşmemiş olmakla birlikte açılmanın ve benzeri hallerin ne demek olduğunu kavrayacak yaş­taki çocukların sözü edilen bu üç vakitte yakınlarının odalarına girecekleri zamanda izin almalarını isteyerek edeblendirmektedir. Bu üç vakitlerde in­sanlar adeten açılırlar ve elbisesiz bulunurlar. Fecirden önceki zaman, uyku­nun bittiği vakittir. Artık uyku elbiseleri çıkartılır, gündüz elbiseleri giyilir. Öğle sıcağında istirahate çekilme zamanı da, aynı şekilde elbiselerin çıkar­tılacağı bir vakittir. Çünkü bu vakitte gündüzün tşığı parlak, harareti şiddet-1 lidir. Yatsı namazından sonrası da uyumak için elbiselerin çıkarılacağı vakit­tir. İşte bu üç vakitte insanlar çoğunlukla açık bulunabilirler.

Rivayete göre Rasûlullah (sav) ensardan Müdlic diye anılan bir köleyi Ömer b. el-Hattab'a onu çağırmak üzere öğle vakti göndermişti. Uyumakta olduğu­nu ve üzerinde kapıyı kapatmış olduğunu gördü. Köle kapıyı çaldı, ona ses­lenip içeri girdi. Ömer (r.a) uyanınca oturdu ve avreti kısmen acıtınca şöyle dedi; Yüce Allah'ın oğullarımıza, kadınlarımıza, hizmetçilerimize bu saatler­de izin almadan girmelerini yasaklamış olmasını ne kadar da arzu ederdim. Daha sonra Rasûlullah (sav)ın huzuruna vardığında bu âyet-i kerîmenin in­miş olduğunu gördü. Yüce Allah'a şükür olmak üzere secdeye kapandı.[481]

Halbuki bu âyet-i kerîme Mekki'dİr. [482]

 

5- İzin Alacak Kimseler ve İzin Alacakları Vakitler:

 

Yüce Allah'ın: "Ve sizden baliğ olmayanlarınız" buyruğu, sizden hür olup da henüz ergenlik çağına gelmemiş olanlar kastedilmektir. Bu açıklamayı Mü-cahid yapmıştır. Nakledildiğine göre İsmail b. İshak şöyle dermiş: Sağ elle­rinizin sahip olduğu kimseler arasından henüz ergenlik yaşına gelmemiş olan­lar sizden izin istesinler. Buna göre ifade de takdim ve te'hir vardır. Âyet-i kerîme de cariyeler hakkındadır.

Cumhur "el-hulum (baliğ olmak)" kelimesini İâm" harfi ötreli okumuş­tur. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ise bunu sakin olarak (el-hulm şeklinde) oku­muştur. Buna sebeb ise ötrenin telaffuzunun ağırlığıdır. Ebu Amr da bu oku­yuşu güzel bulurdu.

"Üç defa" kelimesi zarf olarak nasbedümtştir. Çünkü onlara üç defa izin istemeleri emredilmemiştir, onlara üç durumda İzin istemeleri em­redilmiştir. "Üç" lafzındaki zarf oluşu "sabah namazından önce, öğle vak­tinde elbisesiz olabileceğiniz vakit ve yatsı namazından sonra" buyruğu açıklamaktadır. Bunun manası daha önceden geçmiş bulunmaktadır, yoksa her seferinde üç defa izin istemek vacib değildir.

"Bunlar sizin elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir" buy­ruğunu yedi kıraat imamının çoğunluğu "üç" anlamındaki kelimeyi ref ile okumuşlardır. Ancak Hamza, el-Kisaî ve Âsim'dan Ebubekir yüce Allah'ın; "üç defa" buyruğundaki zarftan bedel olmak üzere nasb ile okumuştur. Ebu Ha­tim der ki: Burada nasb ile okuyuş zayıf ve merduttur. el-Ferrâ ise: Merfû' oku­yuşu daha çok severim demiş ve şöyle devam etmiştir: Merfû' okuyuşu ter­cih edişimin sebebi şudur: Burada mana bu üç hal elbisesiz olabileceğiniz üç vakittir, şeklindedir.

el-Kisaî'ye göre ise merfû' olması mübtedâ olduğu içindir. Ona göre ha­ber sonraki ifadelerdir. O buyruğun aid olduğu görüşünü (daha önce geçen "üç defa" ile ilgili olduğunu) kabul etmeyerek açıktan açığa bunun mübte-dâ olduğunu ifade etmiş ve şöyle demiştir. "Avretler" kelimesi kişinin avre­tinin açık olabileceği zaman demektir. Ancak o burada "üç" kelimesini nasb ile okumuştur.

Nasb hakkında da iki görüş vardır; Birincisine göre bu daha önce geçen "üç defe" buyruğu İle alâkalıdır. el-Ferrâ'mn bunu uzak bir ihtimal görme­sinin sebebi de budur.

ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Yani; ""Elbise­siz olabileceğiniz üç vakitte sizden izin istesinler" anlamında olup burada mu-zaf hazfedilmiş, muzafun-ileyh de onun yerine geçirilmiştir.

"Elbisesiz olunacak vakitler" kelimesi, in çoğuludur. Bu türden kelimelerin sahih olanları (illetli harfi bulunmayanları) çoğulu "fe'alât" şeklinde -ayn harfi üstün olarak- gelir. "Çanak, çanaklar" ve ben­zerlerinde olduğu gibi. İlletli olan kelimelerde ise ayn (kelimenin mücerred halinin ikinci harfi)i sakin kultanırlar, "Yumurta, yumurtalar" gi­bi. Çünkü ikinci harf (olan "ya")in üstün ojarak okunması illetli olduğundan dolayı söz konusu değildir. Şairin şu beyi tinde üstün okumak ise istisnaîdir:

"O yumurtalar aahibi, gider ve gelir,

Omuzları sıvazlarken o şefkatlidir, dolaşır durur." [483]

 

6- İzinsiz Girilebilecek Vakitler:

 

"Bu üç vakitten sonra size de bîr vebal yoktur, onlara da." Yani sizler üstünüz, başınız açık bulunsa dahi, izin almadan bulunduğunuz yere gire­bilirler.

"Girip, çıkarlar" buyruğu "onlar girip çıkarlar" anlamındadır, el-Ferrâ der ki: Bu konuşma esnasında; Onlar sizin hizmetçilerinizdir, yanınıza girip çıkarlar, demek gibidir. Bu kelimenin nasb İle okunmasını el-Ferrâ caiz kabul etmektedir. Çünkü bu kelime nekredir. Buna karşılık "üzerinize" lafzın-daki zamir ise marifedir. Basralılar ise "üzerinize" ve "birbirinizeBki iki zamir­den -âmillerin farklılığı dolayısıyla- hal olmasını caiz kabul etmemektedirler. Çünkü "aklı başında iki kişi olan Zeyd'e uğradım ve Amr'ın yanında konak­ladım" anlamında olmak üzere ve "aklı başında iki kişi" anlamındaki kelime

Zeyd ile Amr'ın sıfatı olmak üzere; demek uy­gun değildir. Buna göre "onlar da yanınıza girip çıkarlar" buyruğu onlar ya­nınıza girip çıkarlar, siz de onların yanına girip çıkarsınız, anlamındadır, Pey­gamber efendimizin kedi hakkındaki: "o si­zin üzerinize girip çıkanlardandır"[484] hadisinde bu lafız geçmektedir.

Yüce Allah bu buyrukta açık bulunabileceğimiz üç vakitte izinsiz girme­lerini yasaklamış bulunmaktadır. Çünkü "avret" kelimesi aslında karşısında engel bulunmayan herşey demektir. Yüce Allah'ın: "Gerçekten evlerimiz avrettir (korumasızdır)" (el-Ahzab, 33/13) buyruğunda da bu la­fız kullanılmıştır ki, oraya girmek kolaydır, anlamındadır. Yüce Allah izin is­temeyi gerektiren sebebi de açıklamaktadır ki, bu da açık olunabilecek hal­de kişinin ailesiyle başbaşa olması halidir. Buna göre, bu enirin yerine ge­tirilmesi kaçınılmaz bir hal almakta ve bu buyruğun neshi imkânsız olmak­tadır

Daha sonra yüce Allah şu buyruğu ile (diğer vakitlerde) izin istememe­nin vebalini kaldırmaktadır: "Bu üç vakitten sonra size de vebal yoktur, on­lara da. Onlar da yanınıza girip çıkarlar, herbirlniz de diğerinin yanına girip çıkar." Yani kiminiz, kiminizin yanına girip çıkar.

"Allah, âyetleri size böyle açıklar" buyruğundaki; "Böylece" lafzındaki "kef" harfi nasb konumundadır. Yani yüce Allah, kendisine nasıl ibadet edileceğine delâlet eden âyetleri sizlere bu gibi hususları açıkça be­yan ettiği gibi, beyan etmektedir.

"Allah, çok İyi bilendir, Hakİm'dİr" buyruğuna dair açıklamalar da da­ha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [485]

 

7- Yatsı Namazı ve Adlandırılması:

 

Yüce Allah: "Yatsı namazından sonra" buyruğunda "salâtu'l-işâ'"den kasıt, el-ateme (gecenin kararma vakü) namazıdır. Müslim'in, Sahih'inde Ab­dullah b. Ömer (r.a)ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav)ı şöy­le buyururken dinledim: "Sakın Bedevi Araplar, namazınızın adı hususunda size galip gelmesinler. Şunu biliniz ki bunun adı "ej-işâ"'dır. Onlar ise (bu vakitte) develeri sebebiyle karanlıkta bulunurlar." Diğer rivayette de şöyle denilmektedir: "(Bu vaktin adı) Allah'ın Kitabında işâdır. Onlar (Bedevi Araplar) develeri bu karanlık vakitte sağarlar. "[486]

Buhârî'de de, Ebu Berze'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Peygamber (sav)ın işâ' (yatsı namazını)yı te'hir ettiği olurdu.[487]

Enes de der ki: Peygamber (sav) yatsı (işâ') namazını geciktirdi.[488]

Bu ilk İsa'ya delâlet etmektedir. Sahih'te de: O namazı kıldt, yani ikindi namazını iki işâ' vakti olan akşam ile yatsı arasında kıldı. [489]

Muvatta'da ve başkalarında şöyle denilmektedir: Eğer onlar ateme (yat­sı) namazı ile sabah namazında neler olduğunu bilselerdi, emekleyerek da­hi olsa bu namazlara gelirlerdi.[490]

Müslim'in, Sahih'inde de Câbir b. Semura'dan şöyle dediği kaydedilmek­tedir: Rasûlullah (sav) namazları sizin namazınıza yakın bir şekilde kılardı. Ancak yatsı namazını (el-ateme) sizin bu vakiti kıldığınızdan bir parça da­ha sonra kılardı ve o namazı hafifletirdi.[491]

Ebubekr İbnu'l-Arabî der ki: Bu haberler birbirleriyle tearuz (çatışma) ha­lindedir. Tarih itibariyle bunların hangisinin önce, hangisinin sonra olduğu bilinmemektedir. Peygamber (sav)ın akşam namazına işa' demeyi, işa' (yat­sı) namazına da ateme demeyi yasakladığı sabittir. Ashab'ın -diğerleri bir ta­rafa- görüşlerinden bunu reddeden bir görüş bulunmamaktadır. İbn Ömer de şöyle derdi: Ateme namazı diyen günahkâr olur. İbnu'l-Kasim dedi ki: Ma­lik dedi ki: Yüce Allah'ın; "Yatsı (el-işa1) namazından sonra" buyruğunda yüce Allah bu namaza işa' adını vermektedir. Peygamber (sav) da bu nama­za yüce Allah'ın verdiği ismin verilerek anılmasını güzel görmüştür. Kişi bu­nu aile halkına ve çocuklarına öğretmelidir. (Yatsı namazı kastedilerek) ateme, ancak bunu (İşâ'yı) anlamayan kimseye hitab ederken kullanılabilir. Hassan br Sabit şöyle demiştir:

"Hâlâ orada teselli eden. olurdu,

Oranın meraları arasında develer ve koyunlar,

Sen bırak bunu ama söyle bana, yatsı vakti gittikten sonra,

Uykumu kaçıran bir hayale karşı kim bana yardım edebilir?"

Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki yasak yatsı namazına "ateme" adını ve­ren Bedevi Araplara uymayı yasaklamayı ihtiva eder. Bunun sebebi de yü­ce Allah'ın bu namaza Kitab-ı Kerîm'inde vermiş olduğu ismin terkedilme-mesidir. Çünkü O: "Yatsı (el-işâ') namazından sonra" diye buyurmaktadır. San­ki bu buyruklardaki yasaklama, evlâ olanı gösteren bir nehiy mahiyetinde­dir, yoksa haramhk ifade eden bir nehy değildir; yatsı namazına "el-ateme" adtnı vermenin caiz olmayacağı anlamında değildir. Nitekim Peygamber (sav)ın bu namaza "el-ateme" adını verdiğinin de sabit olduğu görülmekte­dir. Ebubekir ve Ömer (r,a) da bu namaza, bu ismin verilmesini mubah gör­müşlerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunun yasaklanış sebebi, bu şekildeki şerefli ve dini bir ibadete dünyevî bir işin adı olan o ismin kullanılışından insanları uzak­laştırmaktır. Bu ise Bedevi Arapların o vakitte "el-ateme" adım verdikleri süt sağma işidir. Peygamber (sav)ınr "Çünkü develerin sağılması o akşam vak­tinde olur" ifadesi buna tanıklık etmektedir. [492]

 

8- Yatsı Namazını Cemaatle Kılmanın. Fazileti:

 

İbn Mace, Sünen'inde şu rivayeti zikretmektedir: Bize Osman b. Ebi Şey-be anlattı: Bize İsmail b. Ayyaş, Umâre b. Gaziyye'den anlattı: Umâre, Enes b. Malik'ten, onun Ömer b, el-Hattab'dan rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyururmuşr "Kim, kırk gece yatsı namazının ilk rek'atini kaçırmadan cemaatle kılacak olursa, bu sebeb dolayısıyla yüce Allah, onun İçin cehen­nem ateşinden azadlık yazar."[493]

Müslim'in, Sahih'indeki rivayete göre Osman b. Affan (r.a) şöyle demiş­tir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kim yatsı namazını cemaatle kılacak olur­sa, gecenin yarısını namaz kılmış gibi olur. Kim de sabah namazını cemaat­le birlikte kılarsa, o da gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur."[494]

Dârakutnî de Sünen'inde şu rivayeti kaydetmektedir: Sübey1 ya da Tubey', Ka'b'dan dedi ki: Kim güzelce abdest alır, son işâ'yı (yatsıyı) kılar, ondan sonra da dört rek'at kılıp bunların rükû' ve sucudlarını mükemmel yapar, bu rek'atlerde neler okuduğunu (manasını) bilirse, bunlar onun için Kadir ge­cesi seviyesinde olur.[495]

 

59. Sizden olan çocuklar, baliğ olduklarında kendilerinden önce­kiler İzin istedikleri gibi, onlar da izin istesinler. Allah, size âyet­lerini böyle açıklar. AllahAlîm'dir, Hakîmdir.

 

Bulûğ" kelimesini el-Hasen "lam" harfini sakin okumuş, damme-yi ağırlığı dolayısıyla hazfetmiştir.

Buyruğun anlamı şudur: Çocuklar sözü'geçen üç vakitte izin istemekle em-rolunmuşlardır. Önceden de belirttiğimiz gibi bunun dışındaki vakitlerde ise izin istememek onlara mubahtır. Daha sonra yüce Allah bu âyet-i kerîmede eğer bulûğa ermişlerse, her vakit İzin istemek hususunda erkeklerin hükmün­de olmalarını emretmektedir. Bu da yüce Allah'ın hükümlerini beyânı, he­lâl ve haramı izahı kabilindendir.

Yüce Allah: "Onlar da izin istesinler" diye buyurmakta ama "sizden izin istesinler" diye buyurmamaktadır. Halbuki bir önceki âyet-i kerîme'de: "Sizden... izin istesinler" diye buyurmuştur, çünkü çocuklar muhatab da de­ğildirler, emirleri yerine getirmek suretiyle ibadet etmeleri de istenmemiştir.

İbn Cüreyc dedi ki: Ben Ataya: "Sizden olan çocuklar baliğ oldukların­da... izin İstesinler" diye buyurulmaktadır, dedim, dedi ki: Ergenlik yaşına geldikleri takdirde ister hür, ister köle olsunlar insanların izin istemeleri icab eder.

Ebu İshak el-Fezârî dedi kî: Ben el-Evzaî'ye: İzin istemesi gereken çocu­ğun sının nedir? diye sordum. O: Dört yaş, dedi. Bu yaştaki çocuk izin iste­medikçe bir kadının yanına giremez. ez-Zührî de böyle demiştir: Yani adam. annesinin yanına girmek için izin ister. İşte bu âyet-i kerîme böyle bir hu­sus hakkında nâzîl olmuştur. [496]

 

60. Nikâh ümidi kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar İçin, süsle­rini göstermemek şartıyla, rubalarını bırakmakta onlar üzeri­ne vebal yoktur. Bununla beraber iffet etmeleri onlar İçin ha­yırlıdır. Allah, çok iyi İşitendir, çok iyi bilendir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [497]

 

1- Yaşlanıp Oturmuş Kadınlar:

 

"Yaşlanıp oturmuş kadınlar" buyruğunda geçen; "Yaşlanıp, oturmuşlar" lafzının tekili, sonunda "te" harfi olmaksızın: şeklinde ge­lir. Bu "te" harfinin hazfi bu oturmanın yaşlılık dolayısıyla olduğuna delâlet etmesi içindir. Nitekim; "Hamile kadın" lafzında da "he (yuvar­lak te)"nin hazfı, yükünün hamilelik dolayısıyla olduğuna delâlet etmesi için­dir. Şair de şöyle demektedir:

Şayet onun karnındaki, kadınlar arasında olsaydı hamile kalırlardı; Oturan kadınlar kısır iseler de..."

Bunun dışındaki sebepler dolayısıyla oturan kadın hakkında ise; "Evinde oturan kadın" denilir ve he (yuvarlak te) harfi ile; "Sırtı üzerinde yük taşıyan kadın" denilir.

"el-Kavâid" aynı zamanda evin temeli demektir. Bunun da tekili "he"li ola­rak; şeklinde gelir. [498]

 

2- Oturan Kadınlardan Kasıt:

 

"Yaşlanıp oturmuş kadınlar (el-kavâid)" yaşlan dolayısıyla herhangi bir iş yapamadığından dolayı yerinde oturup kalan, çocuk doğuramayan, ay halinden kesilmiş, acuze kadınlar kastedilir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Rabîa şöyle demektedir: Bu göründüğü zaman yaşlılığından dolayı kendisinden hoşlanılmayan kadındır. Ebu Ubeyde de der ki: Bunlar çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş kadınlardır. Ancak bu uygun bir açıklama de­ğildir. Çünkü kadın çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş olmakla birlikte, ondan kadın olarak yararlanmak mümkün olabilir. Bu açıklamayı el-Mehde-vî yapmıştır. [499]

 

3- Yaşlanıp Oturmuş Kadınların Özel Hükmünün Sebebi;

 

Yüce Allah'ın: "Nikâh ümidi kalmamış, yaşlanıp oturmuş kadınlar İçin süslerini göstermemek şartıyla rubalarını bırakmakta, onlar üzerine ve­bal yoktur" buyruğunda özellikle yaşlanmış kadınlar hakkında bu hükmü söz konusu etmesi, nefislerin onlara meyledecek halde olmamalarından dolayı­dır. Çünkü erkeklerin onlara karşı bir arzuları olmaz. Dolayısıyla bu gibi ka­dınlara başkalarına mubah olmayan şeyler mubah kılınmış ve kendileri için yorucu bir özellik arzeden tesettüre ileri derecede riâyet külfeti üzerlerinden kaldırılmıştır. [500]

 

4- Yaşlanmış Kadınların, Üzerlerine Almama Ruhsatına Sahip Oldukları Örtüler:

 

İbn Mes'ud, Ubeyy ve İbn Abbas "rubalarını bırakmakta..." anlamında­ki buyruğu; şeklinde; ziyadesi ile okumuşlardır.

İbn Abbas dedi kî: Burada kasıt cilbâbdır. Yine İbn Mes'ud'dan rivayet edil­diğine göre "Cilbablarından (rubalanndan)" diye okuduğu da ri­vayet edilmiştir. Araplar da yaşı ilerlemiş, bundan dolayı da üzerine başör­tüsü almayan kadın için; derler.

Bazıları da şöyle demektedir: Burada söz konusu edilen kadınlar evlen­me ümidi kalmamış, oldukça yaşlanmış olanlardır. Böyle bir kadının saçının görülmesinde bir mahzur yoktur. Buna göre böyle bir kadının başörtüsünü almaması caizdir. Ancak sahih olan, tesettüre riâyet hususunda böyle bir ka­dının da, genç bir kadın gibi olduğudur. Şu kadar var ki, bu şekilde yaşlı bir kadın gömleğin ve başörtüsünün üzerine konulan cilbâbı almaması mümkün­dür, Bu açıklamayı da İbn Mes'ud, İbn Cübeyr ve başkaları yapmıştır. [501]

 

5- Süsten Uzak Durmak ve tffet Yolunu Seçmek;

 

"Süslerini göstermemek şartıyla" buyruğu, kendilerine bakılsın diye zînetlerini açığa çıkarmaksızın ve süslenmeye kalkışmaksizm çünkü böyle­si en çirkin ve haktan en uzak bir işdir.

Teberruc" süslenmek, açılmak ve gözlere açık vaziyette görülmek demek­tir. "Yüksek burçlar" ile; " Semaların ve surların burçları" tabiri de buradan gelmekte olup, onları örtecek herhangi bir perde ve engelin olmaması demektir.

Aİşe (r.anhâ)ya: Ey mü'minlerin annesi! Kına yakmak, gerdanlık, küpe, hal­hal, altın yüzük ve ince elbiseler hakkında ne dersin? diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: Ey kadınlar topluluğu! Hepinizin durumu birinizin durumu gi­bidir. Allah, sizden görmeleri haram olan bir şeyi görmek, helâl olmayan kim­selerin karşısında süslerinizi göstermemek şartıyla zîneti size helâl kilmiştır.[502]

Atâ dedi ki: Bu evlerindeki hükmü ifade eder, dışarı çıktığı takdirde üzerinden cilbabını bırakması helâl değildir. Bu açıklamaya göre "süslerini göstermemek şartıyla" ifadesi, evlerinden çıkmamak şartıyla anlamında olur. Buna göre de: Eğer evinde bulunuyor ise entarisinin üzerinde mutlak bir cilbab giyinmelidir, demek gerekmez. Çünkü böyle bir şeyi kabul etmek uzak bir ihtimaldir, ancak bulunduğu yere yabancı (nâmahrem) birisinin gir­mesi hali müstesnadır.

Daha sonra yüce Allah hepsinin kendilerini koruyarak tesettüre riayet et­melerinin, üst elbiselerini çıkarmayıp iffetli hareket ederek genç kadınların yaptıklarını yapmalarının, kendileri İçin daha faziletli ve hayırlı olduğunu söz konusu etmektedir.

İbn Mes'ud, "İffet etmeleri" anlamındaki buyruğu; şeklinde; "ya" harfi ile "te" harfleri arasında "sin" bulunmaksızın okumuştur.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Kadının vücudunun çizgilerini göstere­cek şekilde ince elbiseler giymesi, süslenmesi kabilindendir. Sahth(-i Müs­lim), Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: "İki sınıf insan vardır ki bunlar cehennem ehlindendir. Henüz on­ları görmüyorum. (Bunların) bir kesimi ile birlikte tıpkı sığır kuyruklarını an­dıran kamçılar bulunur. Onlarla insanları döverler. (Diğerleri ise) giyimli fa­kat çıplak, kendilerine meylettiren ve kendileri de meyleden, başlan yan yat­mış deve hörgüçlerini andıran kadınlardır. Bu kadınlar cennete girmeyecek­ler, kokusunu dahi almayacaklardır. Şüphesiz cennetin kokusu şu kadar, şu kadar mesafeden alınır. "[503]

İbnul-Arabîdedi ki: Peygamber (sav)ın onları giyimli olarak değerlendir­mesi, üzerlerinde elbise bulunacağındandır. Çıplak olarak nitelendirmesi ise, elbise ince olduğu takdirde onların niteliklerini ortaya çıkarmasından, güzelliklerini açığa vurmasındandır, bu ise haramdır.

Derim ki; Bu, bu hususta ilim adamlarının yaptıkları iki yorumdan birisi­dir. İkincisine gelince, onlar elbiseleri bakımından giyimlidirler fakat şanı yü­ce Allah'ın hakkında; "Takva elbisesine gelince, o daha hayırlıdır." (el-A'raf, 7/26) diye buyurduğu takva elbisesi açısından da çıplaktırlar. Bu ka­bilden olmak üzere şu beyitleri de nakletmektedirler:

"Eğer kişi takva elbisesini giymeyecek olursa, O giyimli olsa bile çıplak olarak gider, gelir. Kişinin giydiği en hayırlı elbise Rabbine itaattir, Hayır yoktur, Rabbine âai olan kimsede."

Müslim'in, Sahih'İnde Ebu Said el-Hudrînin şöyle dediği kaydedilmekte­dir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Uykuda olduğum sırada insanların bana ar-zedildiklerini gördüm. Onların üzerlerinde gömlekler vardı. Kimisi memele­re kadar ulaşmış, kimisi bundan daha yukarıda, Ömer b. el-Hattab geçti, üze­rinde eteklerini yerden çektiği uzunca bir gömlek vardı." (Ashab): Bunu ne ile te'vil ettin, ey Allah'ın Rasûlü? diye sordular. Peygamber: "Din" diye bu­yurdu.[504]

Peygamber (sav)ın gömleği dine bağlılık diye yorumlaması yüce Allah'ın: "Tiıkvâ elbisesine gelince, o daha hayırlıdır." (el-A'râf, 7/26) buyruğundan alınmadır. Araplar da fazilet ve iffetten kinaye yoluyla "elbise" diye söz eder­ler. Nitekim bir şair şöyle demektedir:

"Avfoğullarının elbisesi tertemizdir ve kirden, pastan uzaktır."

Peygamber (sav), Osman (r.a)'a şöyle demiştir "Şüphesiz Allah sana bir gömlek giydirecektir, eğer senden o gömleği sıyırıp çıkarmanı isteyecek olur­larsa, sakın çıkarma. "[505] Burada da Peygamber (sav) halifelikten "gömlek" di­ye söz etmiştir ki, bu da bilinen ve güzel bir istiaredir.

Derim ki: Bu yorum konu ile ilgili iki yorumun sahih olanıdır. Bu dönem­de onlara yakışan yorum da budur. Özellikle genç kadınlar için bu böyledir, çünkü onlar süslenmekte ve süslerini açığa vurdukları halde dışarı çıkmak­tadırlar. Onlar elbiseleri itibariyle giyimlidirler, fakat gerçekte takva bakımın­dan çıplaktırlar. Hem zahiren, hem batınen. Çünkü kadın zînetini açığa vurmakta ve kendisine kimlerin baktığına aldırmamaktadir. Hatta onların gö­zettikleri maksat dahi budur, bu onların açıkça görülen bir halleridir. Eğer onlarda takvadan bir eser bulunsaydı, asla böyle bir şey yapmazlar ve hiç kim­se oralarda kimin olduğunu dahi farketmezdi. Bu yorumu pekiştiren husus­lardan birisi de hadisin geri kalan bölümünde onların nitelikleri ile ilgili söz konusu edilen şu sözlerdir: "Başları yan yatmış deve hörgüçlerini andırır." Ha­diste sözü edilen "el-buht" adındaki deve türü oldukça iri yarı bir deve çe­şididir, hörgüçleri de pek büyüktür. Onların başlarını bu develerin hörgüç-lerine benzetmesinin sebebi, bunların saçların örüklerini başlarının ortaların­da kaldırıp toplamalarından dolayıdır, Bu, görülen ve bilinen bir husustur. Onlara bakan bir kimse de elbette kınanır. Peygamber (sav) da şöyle buyur­muştur: 'Ben, benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne ter-ketmiş değilim." Bu hadisi Buhâri rivayet etmiştir.[506]

 

61. Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur. Topala sorumluluk yoktur, hastanın da bir sorumluluğu yoktur. Kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşleri­nizin evlerinden, kızkardeşlerinizin evlerinden, amcalarını­zın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerin­den yahut teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarını eliniz­de bulundurduğunuz kimselerin veya dostlarınızın evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur ve sizin İçin top­luca veya ayrı ayrı yemenizde de vebal yoktur. Ne zaman ki, bu evlere girerseniz, kendinize Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir selâm olmak üzere selâm veriniz. Allah size akıl ede­siniz diye âyetleri böyle açıklıyor.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: [507]

 

1- Âyet-i Kerîme Muhkem midir?

 

"Gözü görmeyen için bir sorumluluk yoktur..." diye başlayan yüce Allah'ın buyruğu ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı sekiz ayrı görüşü var­dır. Bu görüşlerin en kabule değer olanları da üç tanedir: Mensûhtur, nâsıh-tir, muhkemdir. Şimdi bu üç görüşü ele alalım:

1- Bu âyet-i kerîme -yüce Allah'ın: "Kendievlerinizden..." buyruğundan itibaren âyetin sonuna kadar- mensûhtur. Bu görüş Abdu'r-Rahman b. Zeyd'e aittir. O şöyle demektedir: Bu, artık ardı arkası kesilmiş bir uygulamadır. Çün­kü İslâm'ın ilk dönemlerinde kapılannın kilitleri yoktu. Kapılar üzerinde per­de gerilirdi. Kimi zaman bir adam gelir, aç olduğu için evde kimse de olma­dığı halde içeri girerdi. Yüce Allah böyle bir evin yemeğinden yemeyi mu­bah kılmıştır. Daha sonra evlere kilit vurulmaya başlandı. Artık kimseye bu kilitleri açmak helâl değildir. Dolayısıyla bu durum geride kaldı ve ardı ar­kası kesildi. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Hiçbir kimse bir baş­kasına ait bir davarı onun izni olmadıkça sağmasın."[508] Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir.

2- Ayet-İ Kerîme nâsihtir. Bunu da bir grub ilim adamı söylemiştir. Ali b. Ebi Talha, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şanı yüce Allah: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (en-Nisa, 4/29) âyetini indirince, müslümanlar: Yüce Allah, bizlere mallarımızı aramız­da bâtıl yollarla yememizi yasaklamış bulunuyor. Şüphesiz ki yenilecek bir şey, malların en faziletlisidir. O bakımdan bizden herhangi birisinin bir başkasının yamnda yemek yemesi helâl olamaz, diyerek insanlar başkaları­nın yemeklerini yemekten uzak durdu. Bunun üzerine yüce Allah: "Gözü gör­meyen İçin bir sorumluluk yoktur... ya da anahtarlarını elinizde bulun­durduğunuz kimselerin... evlerinden yemek yemenizde size de bir sakın­ca yoktur" âyetini indirdi. Devamla dedi ki: İşte burada sözü edilen kişi, bir başkasının bakılması, çekip çevrilmesi gereken işlerini görmekle görevlen­dirilen kişidir.

Derim ki: Burada sözü edilen Ali b. Ebi Talha, Haşimoğullarının mevlâ-sı (azadlısı)dır. Şam'da yerleşmiştir, künyesi Ebu'l-Hasen'dİr. Ebu Muhammed olduğu da söylenmiştir. Babası Ebu Talha'nın adı da Salim'dir. Onun tefsir ile ilgili rivayetleri eleştirilmiştir. İbn Abbas'ı görmediği söylenir,[509] Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Âyet-i Kerîme muhkemdir. Sözlerine uyulan ilim ehli bir topluluk bu görüştedir. Said b. el-Müseyyeb, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud bunlar arasındadır. ez-Zührî'nin, Urve'den, onun da Âişe (r.anhâ)dan riva­yetine göre şöyle demiştir: Müslümanlar Rasûlullah (sav) ile birlikte toplu­ca savaşa çtkarlar. Anahtarlarını da aralarında kötürüm olan kimselere bıra­kır ve şöyle derlerdi: İhtiyacınız olursa, yiyebilirsiniz. Ancak bunlar: Onlar bize bu yemekleri gönül hoşluğu ile helâl kılmadılar, diyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah da: "Kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden... ye­menizde size de bir sakınca yoktur" âyetini sonuna kadar indirdi.[510]

en-Nehhâs dedi ki: "Hep birlikte sefere çıkıyorlardı..." hep beraber gaza­ya çıkıyorlardı, demekti[511]

en-Nehhâs (devamla) dedi kir Bu görüş âyet-i kerîme hakkında yapılmış rivayetlerin en değerlilerindendir. Çünkü bu görüşte ashab ile tabiîn tarafından âyet-i kerîmenin muayyen bir şey hakkında indiği tayin edilmektedir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu, (âyet-i kerîme ile) uygunluk arzeden bir görüştür, çünkü kötürümler cihada çıkan sahabilerle birlikte çıkmayıp geri kalıyorlar, çıkanların da mallan onların elinde bulunuyordu. Ancak yüce Allah'ın: "Ya da anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin..." buyruğu zaten bunu gerektirmektedir. O halde bu görüş oldukça uzak bir ihtimal olarak gö­rülmektedir. Ancak tercih edilen şöyle demek olmalıdır: Yüce Allah, görme­nin şart olduğu yükümlülüklerde gözleri görmeyenden vebali kaldırdığı gi­bi, yürümenin teklifte bir şart olduğu ve topallık ile birlikte istenen fiillerin yapılmasına imkân bulunmadığı hallerde de topaldan sorumluluğu kaldırmış­tır. Hastadan da yükümlülüğünün düşmesinde etkili olan hususların sorum­luluğu kaldırılmıştır. Oruç, namazın şartları, rükünleri, cihad vb. gibi. Daha sonra da açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: Kendi evlerinizden,.. yeme­nizde size de bir sakınca yoktur. İşte bu doğru bir anlamdır, apaçık ve fay­dalı bir tefsirdir. Şeriat ve akıl da bunu desteklemektedir. Âyetin tefsirinde ayrıca bir nakle de gerek yoktur.

Derim ki: İbn Atîyye de buna İşaret ederek şöyle demektedir: Âyetin za­hiri ve şeriatın emri şunu göstermektedir ki; boylelerinden mecburiyetten ya­pamadıkları fakat niyetleri o işi en kâmil manada yapmak olduğu halde, ma­zeretleri sebebiyle daha eksiğini yapmak durumunda kaldıkları bütün husus­larda sorumluluk ve veballeri kaldırılmıştır. Bu gibi hallerde onlara sorum­luluk yoktur. Sorumluluk (harec) hakkında söylenenler ise, bundan sonra­ki başlığın konusunu teşkil etmektedir: [512]

 

2- Âyette Sözü Edilen "Zorîuk"un Mahiyeti:

 

İbn Zeyd dedi ki: Buradaki "zorluk" gazadaki zorluktur. Yani böyleleri­nin gazadan geri kalmalarında bir vebal yoktur. Yüce Allah'ın: "Kendi evle­rinizden... size de bir sakınca yoktur" buyruğu mana itibariyle öncekiler­den kopuktur, onlarla ilgisi yoktur.

Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i Kerîme tümüyle yemek ile ilgili hu­suslara dairdir. Bu kesim devamla şöyle demektedir: Muhamtned (sav) pey-ga.nber gönderilmeden önce Araplarla Medine'de bulunanlar çeşitli hastalık­lara mübtelâ kimselerle birlikte yemek yemekten uzak kalırlardı. Onlardan kimisi bu İşi gözleri görmeyen kimsenin eli raslgele yerlere değdiğinden, to­pal bir kimse gelişîgüzet oturduğundan, hasta olan bir kimse koktuğundan ve rahatsızlığından dolayı bu gibi kimselerle yemek yemekten tiksinir ve uzak kalırlardı, Ancak bu cahili bir ahlâktır ve kibirliliktir. İşte bu âyet-i kerîme bu hususta uyarıcı olmak üzere nazil olmuştur.

Mazeret ve rahatsızlık sahibi olmayan kimselerden bazıları da bu işi çe­kinmek ve sakınmak kastıyla yaparlardı. Çünkü bu mazeret sahipleri yemek hususunda sağlıklı kimselere göre daha geri idiler. Zira âmâ olan kimsenin gözleri görmüyor, topal olan bir kimse kalabalığa karışamıyor, hasta ise za­yıf bir kimsedir. O bakımdan âyet-i kerîme onlarla birlikte yemek yemeyi mii-bah kılmak üzere nazil olmuştur.

ez-Zehravînin Kitabında İbn Abbas'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Bu gibi özür sahipleri, özürleri dolayısıyla insanlarla birlikte yemek yemek­ten çekindiler, Bunun üzerine bu âyet-i kerime onlara yemek yemeyi mubah kılmak üzere nazil oldu.

Denildiğine göre bir kimse bu gibi özürlülerden birisini evine götürüp de orada yiyecek bir şey bulamadı mı, onu alır akrabalarından birisinin evine götürürdü. Bu özür sahipleri bundan çekindiler. Bunun üzerine bu âyet-i ke­rîme nazil oldu. [513]

 

3- Kişinin Kendi Evinden Yemesi:

 

"Kendi evinizden... size de bir sakınca yoktur" buyruğu yeni bir söz baş­langıcıdır. Ey insanlar sizin için de vebal yoktur, demektir. Ancak muhatab olan ile muhatab olmayan bir arada bulunduğundan dolayı İfadenin düzgün olması açısından muhatab tağlîb edilmiştir. Yüce Allah, yakın akrabaların ev­lerini söz konusu etmekle birlikte, oğulların evleri bu arada söz konusu edil­memiştir. Müfessirler derler ki: Oğulların evleri yüce Allah'ın: "Kendi evle­rinizden" buyruğunun kapsamına girmesi dolayısıyla ayrıca söz konusu edilmemiştir. Çünkü kişinin oğlunun evi, kendi evidir. Hadis-i şerifte de: "Sen de, malın da babana aitsiniz" denilmiştir.[514] Diğer taraftan burada çocuklar söz konusu, edilmeden akrabalar söz konusu edilmiştir.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bazılan bu görüşe itiraz ederek şöyle de­mişlerdir: Bu yüce Allah'ın Kitabına karşı bir tahakkümdür, fakat zahiren da­ha uygun olanı oğlun burada sözü edilenlerden farklı olmamasıdır. Zira Pey­gamber (sav)dan rivayet edilen; "Sen de, malın da babana aitsiniz" buyruğu­nu delil göstermek, pek kuvvetli değildir. Çünkü bu hadis oldukça zayıftır. Sahih olsa bile bunda delil olacak bir taraf yoktur. Zira Peygamber (sav) ora­da sözü geçen muhatabın malının babasına ait olduğunu öğretmiş bulunu­yor. Hadisin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen babana aitsin, "ma­lın da" ibaresi yeni bir cümle başlangıcı olup maiınsa senindir, anlamındadır. Bunu katî ojarak ortaya koyan delil ise, baba ile oğul arasında mirasçı-lısın söz konusu olmasıdır.

et-Tirmizî el-Hakîm de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: "Kendi evleriniz­den... yemek yemenizde size de bîr sakınca yoktur" buyruğunun izahı şöy­ledir: Sanki burada sizin, akrabalarınızın ve çocuklarınızın bulunduğu mes­kenler demek İstemiş gibidir. Bu durumda aile halkının ve çocukların ora­da onlara ait bir takım eşyası olur. Mesken sahibi olan bu adam da bu hu­susta bazı şeyleri onların istifadesine sunmuştur. Böyle bir durumda o yiye­cek şeylerden, onlarla beraber yemesinde bir mahzur yoktur. Yahut kocanın ve çocuğun orada kendilerine ait ve kendi mülkleri olan bir takım şeyler bu­lunabilir. Bu hususta da onun için bir vebal söz konusu değildir. [515]

 

4- Evlerinden Yemek Yemenin Sakıncalı Olmadığı Kimseler:

 

"Babalarınızın erlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşlerinizin

evlerinden, kızkardeslerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, ha­lalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin ev­lerinden..." buyruğu ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: Onla-nn bu hususta izinlerinin olması halinde söz konusudur. Başkaları da şöy­le demektedir: İster izin versinler, ister izin vermesinler kişi yiyebilir. Çün­kü aralarındaki akrabalık onlar tarafından verilen bir izin demektir. Bunun böyle olmasının sebebi, aradaki akrabalığın bir şefkat meydana getirmesi ve bu şefkat sebebiyle onlara ait herhangi bir şeyi yemelerini gönül hoşluğuy-la karşılayarak öğrenmeleri halinde bundan dolayı sevinmeleridir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah, bizlere eğer yemek çok ve insanlara ik­ram edilen bir durumda ise, izin almaksızın nesep cihetiyle akrabalardan ye­mek yemeyi mubah kılmıştır. Şayet bu yemek alıkonulmuş ve bir yerlerde sak­lanmış ise, onu almak onlara caiz değildir. Alıkonulup saklananlara kadar uzanmaları caiz olmaz. Aynı şekilde yenilmeyen şeylere el uzatmaları da. İs­terse alıkonulup saklanan bir şey olmasa dahi, onların izni alınmadıkça ona el uzatılmaz. [516]

 

5- Anahtarları Elde Bulunan Kimselerin Evlerinden Yemek:

 

"Ya da anahtarlarını elinde bulundurduğunuz kimselerin... evlerinden yemek yemenizde size de bir sakınca yoktur" buyruğu sizin yığıp biriktir­diğiniz ve tasarrufunuzun altında bulunan şeyler, demektir. Bunun büyük ço­ğunluğu da, kişinin kendi evinde ve kendisinin kilitleyip anahtarını yanın­da bulundurduğu şeyler hakkında sözkonusudur. ed-Dahhak, Katade ve Mü-cahid'in te'vili budur. Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre âyetin kapsamına vekiller, köleler ve ücretle çalıştırılanlar girmektedir. İbn Abbas dedi ki: Bununla kişinin arazisindeki kâhyası, malının hazinedarı kastedilmektedir. Böyle bir kimsenin yönetmekten sorumlu olduğu şeylerden yemesi ca­izdir.

Ma'mer, Katade'den, o İkrime'den şöyle dediğini zikretmektedir: Kişi anahtara sahip oldu mu, hazinedar demektir. O bakımdan onun az bir şey­ler yemesinde bir sakınca yoktur.

İbnu'l-Arabî der ki: Hazinedarın anbarda biriktirilen şeylerden yeme hak­kı icmâ' ile kabul edilmiştir. Bu, onun belirli bir ücretini almaması halinde böyledir. Şayet hazinedarlığı karşılığında bir ücret alıyor ise, ondan yemesi onun için haram olur.

Said b. Cübeyr, "elinizde bulundurduğunuz" anlamındaki buyruğu; şeklinde "mim" harfini ötreli, "lam" harfini şeddeli ve esreli olarak oku­muştur (ki, siz'n elinize teslim edilen, mülkiyetinize verilen anlamına gelir.) Aynı şekilde "anahtarlar" kelimesini "te" ile "hâ" arasına bir "ye" koyarak; şeklinde, "Anahtar" kelimesinin çoğulu olarak okumuştur ki, buna dair açıklamalar daha önceden el-En'ânı suresinde (6/59-âyet, 1.başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır.

Katade de tekil olarak; "Anahtarını" diye okumuştur.

İbn Abbas dedi ki: Âyet-i Kerîme el-Hâris b. Amr hakkında nazil olmuş­tur. O Rasûlullah (sav) ile birlikte gazaya çıkmış, geriye Malik b. Zeyd'i de aile halkım gözetmek üzere vekil tayin etmişti. Geri döndüğünde Malik'İn maddi bakımdan çok sıkıntı çekmekte olduğunu görünce halini sordu, onun: Senin iznin olmadan, senin yiyeceklerinden yemekten çekindim, de­mesi üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu. [517]

 

6- Arkadaşların Malından Yemek:

 

Yüce Allah'ın: "Veya dostlarınızın'' buyruğundakt "es-sadîk" kelimesi (as­lında tekil olmakla birlikte) çoğul anlamındadır. "el-Aduw: Düşman" kelime­si de böyledir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Benim düşmamm-

dır." (eş-Şuarâ, 26/77) Şair Cerir de şöyle demektedir:

"Onlar aşkı çağırdılar, sonra ok attılar kalplerimize, düşmanların oklarıyla, Kendileri ise, arkadaştırlar.[518]

Sadîk (arkadaş, dost): Sana sevgisinde samimi olan, senin de kendisine samimiyetle sevgi duyduğun kimsedir.

Bu buyruğun, yüce Allah'ın; "Peygamberin evlerine sizin için yemeğe izin verilmeden girmeyin" (el-Ahzâb, 33/53) buyruğu ile: "Eğer oralarda kimse bulamazsanız... oralara asla girmeyin." (en-Nur, 24/28) buyruğu ve Peygam­ber (sav)tn: "Müslüman bir kimsenin malı onun gönül hoşluğu ile olmadık­ça (başkasına) helâl olmaz"[519] buyruğu ile neshedilmiştir. Bu buyruğun muhkem olduğu da söylenmiştir, daha sahih olan da budur. Muhammed b. Sevr'in naklettiğine göre Ma'mer şöyle demiş: Katade'nin evine girdim, ora­da taze hurma buldum, ondan yemeğe koyuldum. O, bu ne oluyor, dedi. Ben de: Senin evinde taze hurma buldum ve ben de yedim deyince, iyi yaptın, dedi. Yüce Allah: "Veya dostlarınızın evlerinden..." diye buyurmuştur.

Abdu'r-Rezzak, Ma'mer'den, onun da Katade'den naklettiğine göre Kata-de yüce Allah'ın; "Veya dostlarınızın evlerinden" buyruğu hakkında şöy­le dediğini nakletmektedir: Arkadaşının evine (gerek duymadığın için) onun iznini sormadan girecek oiursan, bunda bir mahzur yoktur. Ma'mer der ki: Ben Katade'ye: Şu testiden içeyim mi, diye sordum. O da sen benim arka-daştmsın, bu izin İstemek de ne oluyor, dedi.

Peygamber (sav) da Beyrahâ diye adlandırılan Ebu Talha'ya ait bahçeye giriyor ve -ilim adamlarımızın dediklerine göre- oradaki tatlı sudan onun iz­nini İstemeden İçiyordu. Halbuki bizim (Maliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız: Su yer sahiplerinin mülkiyetindedir, görüşündedirler. Arkada­şın izni olmaksızın suyundan içmek caiz olduğuna göre, onun meyvesinden, yiyeceğinden de arkadaşının bu hususu o yenilen şeyin önemsizliği ve pek kıymetli olmayışı dolayısıyla -ya da aralarındaki sevgi sebebiyle- gönül hoş­luğu ile karşılayacağını bildiği takdirde, izinsiz yemesi caiz olur.

Um Haram'ın, Peygamber (sav)a yanında uyuduğu sırada yemek yedirme­si de bu kabildendir. Çünkü çoğunlukla görülen şu ki: Evde bulunan yemek erkeğe aittir, hanımı ise bu yemekte ariyet yoluyla tasarrufta bulunur. Bütün bunlar, yemekten beraberinde götürmemesi, bu yemekleri yemekle kendi ma­lını korumak maksadını gütmemesi ve az miktarda olup, pek önemsenme­yecek türden olması, halinde böyledir. [520]

 

7- Dost ve Akraba:

 

Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede dost ve arkadaşı bağı sağlam, katıksız ak­rabalık ile birlikte söz konusu etmektedir. Çünkü sevgi yakınlığı da olduk­la s:kı bir bağdır. en-Nekkaş'ın Kitabı'nda kaydedildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Dost bağı, akrabalık bağından daha sıkıdır. Nitekim cehennem­likler şöylece imdat isteyeceklerdir: "Artık bize şefaat edecek bir kimse de yok­tur, candan bir dostumuz da yok." (eş-Şuarâ, 26/100-101)

Derim ki: İşte bundan dolayı bizim mezhebimize göre tıpkı akrabanın, ak­raba lehine şahitliği caiz olmadığı gibi, dostun da dostu lehine şahitliği ca­iz değildir. Buna dair açıklamalar ve bunun sebebi en-Nisâ Sûresi'nde (4/135. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bir darb-ı meselde de şöyle denilmektedir: Kardeşini mi daha çok seversin, yoksa arkadaşını mı? Arka­daşım olması halinde kardeşimi. [521]

 

8- Topluca ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek:

 

Yüce Allah'ın: "Ve sizin topluca veya ayrı ayrı yemenizde de vebal yoktur" buyruğunun Leys b. Bekroğullan hakkında nazil olduğu söylenmiş­tir. Bunlar Kinâneoğullarına mensup bir koldur. Onlardan herhangi bir kim­se tek başına yemek yemez ve kendisiyle beraber yemek yiyecek birisini bu­luncaya kadar günlerce aç beki ermiş. Şairlerden birisinin şu beyiti de bu tür­dendir:

"Sen bir yemek yaptm mı onu (benimle) yiyecek birisini ara, Çünkü ben tek başıma yemek yemem."

İbn Atİyye dedi ki: Onlarda bu uygulama, İbrahim (sav)dan miras kalmış­tı. O da tek başına yemek yemezdi.

Kimi Arapların misafiri oldu mu ancak misafiri ile birlikte yemek yer. Onunla yemek yeyinceye kadar kendisi hiçbir şey yemezdi. Bu âyet-İ kerî­me yemek yeme sünnetini açıklamak üzere nazil oldu. Buna muhalif Arap-larda görülen her türlü uygulamayı da ortadan kaldırıp Araplarca haram ka­bul edilen tek başına yemek yemeyi mubah kılmaktadır. Çünkü Araplar bu hususta erdemli bir ahlâka doğru gitmek isterken, bu hükme bağlılık konu­sunda aşırıya kaçmışlardır. Elbetteki beraber yemek yiyecek birisini bulun­durmak güzel bir şeydir. Şu kadar var ki tek başına yemek yemeyi de haram görmemek gerekir. [522]

 

9- Yolculukta Birlikte ya da Ayrı Ayrı Yemek Yemek:

 

Yüce Allah'ın: "Topluca veya ayrı ayrı" anlamındaki buyrukta; "Topluca" kelimesi hal olarak nasbedilmiştir. "Ayrı ayrı" kelimesi de;

in çoğuludur, bu da ayrılmak anlamına bir mastardır. Topluluk dağıl­dı anlamında; denilir.

Buhârî, Sahih'inde şöyle bir başlık açmıştır: "Gözü görmeyen için bir so­rumluluk yoktur, topala sorumluluk yoktur, hastanın da bir sorumlulu­ğu yoktur" âyeti ile yolcuların beraberlerindeki azıktan bir araya toplama­ları ve bir arada yemek yemeleri.[523]

İlim adamlarımızın söylediklerine göre; bu babtaki maksadı, yemek hu­susunda halleri farklı olsa dahi topluca yemek yemenin mubah olduğuna dik­kat çekmektir. Peygamber (sav) bu hususu uygun görmüş, bundan dolayı bu, yolcuların beraberlerinde bulunan azıkları ortaya koymaları, ziyafetler ve yol­culuk esnasında herkesin azığını çıkarması ve yemeğe çağırılan topluluklar­da uygulanagelen bir sünnet olmuştur. Bir kimse, eğer emanet olarak yahut akrabalık veya arkadaşlık dolayısıyla bir başkasının anahtarlarını elinde bu­lunduruyor ise, ister arkadaşı ile birlikte olsun, ister akrabası ile birlikte ol­sun, yalnız başına olsun oradan yiyebilir.

(Buharı'nin açtığı başlıkta geçen): "en-Nihd" kelimesi arkadaşların kendi aralarında harcamak kastıyla belli bir miktarda topladıkları mal ya da yiyecek­tir. Bu şekilde davrananlar hakkında; Azıklarını topladılar" deni­lir. Bu açıklamalar (Halil b. Ahmed'in) "el-Ayn" adlı eserinden nakledilmiş­tir. İbn Düreyd de der ki: Bu kabilden olmak üzere; "Ken­di aralarında paylaştılar ve herkes payına düşeni ortaya koydu" denilir. el-He-revî de şöyle demektedir: el-Hasen'in (zikrettiği) bir hadisinde şöyle denilmek­tedir: "Beraberinizdeki azığı çıkartınız, bu bereketi daha bir arttırır, ahlâkınızı daha bir güzelleştirir."[524] Hadiste ge­çen "en-nihd" arkadaşların yolculuk ya da başka bir halde harcamalarını eşit olarak paylaştırmaları demektir. Araplar: -Nun harfi esreli olarak: Nihdini çı­kart! derler.

el-Mühelleb der ki: Nihd, yemeği yiyen kimseler tarafından herkes eşit ye­sin diye konulmaz. Herkes yiyebildiği kadarını yer ve bazen bir kişi diğerin­den daha fazla yiyebilir.

Böyte bir uygulamayı terketmenin vera' bakımından daha uygun olduğu söylenmiştir. Eğer arkadaşlar hergün aralarından birisinin yemeğini yemek üzere toplanıyor iseler, bu nihd uygulamasından daha güzeldir. Çünkü on­ların nihd uygulamasına başvurmaları ancak herkes kendi malını yesin diyedir, bu maksatla bir araya gelirler. Diğer taraftan onlardan birisi kendi ma­lından daha az yerken, başkası da kendi getirdiği maldan daha fazlasını yi­yebilir. Fakat bir gün birisinin yanında, öbür gün bir diğerinin yanında şart­sız olarak bulunacak olurlarsa, birbirlerinin misafirleri olurlar. Misafir de ken­disinin önüne getirilenden (ikram edenin) gönül hoşluğu ile yer.

Eyyub es-Sahtiyânî der ki: Nihd uygulaması şu şekildeydi: Bir topluluk yol­culukta bulunur, onlardan birisi daha erken eve varır. Bir davar keser, yemek hazırlar, sonra da onlann yanına varır. Daha sonra yine tekrar daha önce evi­ne varır, aynı şeyi yapar. Bunun Ü2erine şöyle dediler: Senin bu yaptığının bir benzerini hepimiz yapmak isteriz. Gelin biz kendi aramızda belli bir husus üze­rinde anlaşalım ve bu konuda kimimiz, kimimize daha faziletli olmasın. Bu­nun üzerine aralarında nihd denilen uygulamayı anlaşarak tesbit ettiler. Sa­lih kimseler birbirleriyle nihdleştiklerinde onlann en faziletli olardan diğer ar­kadaşlarının önlerine getirdiklerinden daha fazlasını getirmenin yolunu arar­dı. Şayet böyle bir hali bilecek olurlarsa, onun bu uygulamasına razı olmaya­cak iseler, o takdirde onlardan habersiz bu işi gizlice yapardı. [525]

 

10- Evlere Girerken Selâm Vermek:

 

Yüce Allah'ın: "Ne zaman ki bu evlere girerseniz, kendinize Allah tara­fından mübarek ve pek güzel bir selâm olmak üzere selâm veriniz. Allah size aktl edesiniz diye âyetleri böyle açıklıyor" buyruğu ile ilgili olarak te'vil alimleri hangi evlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbrahim en-Nehaî ve el-Hasen bu buyruk ile mescidlerİ kastetmiştir, derler. Yani sizler orada sizin gibi bulunan kimselere selam veriniz. Şayet mescid-lerde kimse bulunmuyor ise, o takdirde kişi: es-Selâmu alâ Rasûlillah (Allah Rasûlüne selâm olsun) diyerek selam verir. Melekleri kastederek: es-Selâmu aleykum der, de söylenmiştir. Sonra da: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn (selâm bizlere ve Allah'ın salih kullarına) der.

Abdu'r-Rezzak şu rivayeti kaydeder: Bize Ma'mer, Amr b. Dinar'dan ha­ber verdi. O İbn Abbas (r.a)dan; yüce Allah'ın: "Ne zaman ki bu evlere gi­rerseniz, kendinize... selâm veriniz" buyruğu ile ilgili olarak dedi ki: Mes­cide girdiğin takdirde: es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, de.

Bir başka görüşe göre burada evlerden kasıt, mesken olarak kullanılan ev­lerdir. Yani siz kendi kendinize selâm veriniz. Câbir b. Abdullah ve yine İbn Abbas ile Atâ b. Ebi Rebah bu görüştedirler ve şöyle derler: Kişi mesken olarak kullanılmayan evlere girdiği takdirde kendi kendisine: es-Selâmu aley­nâ ve alâ ibadillahi's-salihîn diyerek selâm verir.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Buyruğun bütün evler hakkında umumî olduğu sa-

hih olan görüştür. Bunu belli bir takım evlere tahsis etmenin delili yoktur. Buyrukta ifadenin mutlak olarak gelmesi, bu umumî ifadenin kapsamına is­ter başkasına ait olsun, ister kendisine ait olsun her evin girmesi içindir. Ki­şi, önceden de geçtiği üzere başkasına ait olan bir eve girecek olursa izin is­ter. Kendisine ait eve girecek olursa, haberde vârid olduğu üzere selâm ve­rir ve: es-Selâmu aleynâ ve alâ İbadillahi's-salihîn der. Bu görüş İbn Ömer'e aittir. Bu şekilde selâm vermek evin boş olması halindedir, eğer orada aile halkı, hizmetçileri varsa, bu sefer: es-Selamu aleykum, demelidir. Şayet gir­diği yer bir mescid ise o takdirde es-selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, desin. İbn Ömer, boş ev hakkında da böyle demiştir.

İbnu'l-Arabî der ki: Benim tercih ettiğim görüşe gelince, şayet ev boş ise selâm vermek gerekli değildir. Çünkü eğer maksat melekler ise melekler hiç­bir halde zaten kuldan ayrılmazlar. Kişinin kendi evine girdiği vakit; Maşa-allah lâ kuvvete illâ billah diyerek, Allah'ı anması müstehabtır. Nitekim bu­na dair açıklamalar daha önce el-Kehf Sûresi'nde (18/39-41.âyetler, 2.başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır.

el-Kuşeyrî, yüce Allah'ın: "Ne zaman ki bu evlere girseniz..." buyruğu hakkında şöyle demektedir: Daha uygun olan şöyle demektir: Bu buyruk bü­tün evler hakkında umumîdir. Eğer orada müslüman bir kimse sakin ise: es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhû, der. Şayet orada kimse bu­lunmuyor ise o vakit; es-Selâmu aleynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn, der. Eğer evde müslüman olmayanlar bulunuyor ise, o vakitte: Selâm hidayete tabi olan­lara, yahut; es-selamu ateynâ ve alâ ibadillahi's-salihîn der.

İbn Huveyzimendâd da şöyle demektedir: Ebu'l-Abbas el-Asam bana yaz­dığı mektubunda şunları söyledi: Bize Muhammed b. Abdillah b. Abdi'1-Ha-kem anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı dedi ki: Bize Cafer b. Meysere'nin Zeyd b. Eslem'den anlattığına göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Sizler ev­lere girdiğiniz vakit oranın halkına selâm veriniz. Allah'ın adını anınız, çün­kü sizden herhangi bir kimse evine girdiği vakit selâm verip yüce Allah'ın adı­nı da yemeği üzerine anacak olursa, şeytan arkadaşlarına: Burada geceleyin kalma imkânınız yok, akşam yemeği de yiyemezsiniz, der. Şayet sizden her­hangi bir kimse (evine) girdiğinde selâm vermeyip yediği yemeğin başında da Allah'ın adını anmayacak olursa, şeytan arkadaşlarına: Artık siz geceyi ge­çireceğiniz yeri de buldunuz akşam yemeğini de buldunuz der."[526]

Derim ki: Bu hadisin manası Câbir (r.a)ın rivayeti ile Peygamber (sav)a merfûen sabit, olmuştur ve bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Ebû Dâvûd'da Ebû Mâlik el-Eşcaî*nİn şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kişi evine girecek olursa:

Allah'ım ben Sen'den girişimin hayrını, çıkışımın da hayrını dilerim. Al­lah'm adı ile girdik, Allah'ın adı ile çıktık ve Rabbimiz olan Allah'a tevekkül ettik, desin, sonra da aile halkına selâm versin."[527]

 

11- Verilecek Selâmın Niteliği:

 

"Selâm olmak üzere" lafzı mastar (mef ul-i mutlak)dır. Çünkü "se­lâm veriniz" ifadesi de bu anlardı ihtiva etmektedir, Yüce Allah bu sefamı be­reketli olmakla nitelendirmiştir, çünkü bunda hem dua, hem de müslümanın sevgisini kendisine doğru çekine (sevgisini kazanma) söz konusudur. Aynı şe­kilde yüce Allah bu selâmı "pek güzel (tayyib)" olmakla da nitelendirmiştir. Çünkü bunu işiten böyle bir selâmdan hoşlanır ve güzel bulur.

"Böyle" buyruğundaki "kef" teşbih edatıdır. ise sözü geçen bu sünnetlere işarettir. Yani sizlere bu hususlarda dininizin sünnetlerini açıkladığı gibi, dininizde sizin için gerekli olan diğer hususları da böylece açıklar. [528]

 

62. Müminler ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Rasûlüne iman ederler. Aynı zamanda onlar kamuyu ilgilendiren herhan­gi bir işi danışmak için onunla bir arada olduklarında, ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar. Şüphe yok ki senden izin isteyenler, Allah'a ve Rasûlüne İman edenlerdir. Bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan kime istersen izin ver ve on­lar için Allah'tan mağfiret iste. Muhakkak Allah bağışlayandır, rahmet edicidir.

 

Bu buyruğun: "Mü'minler ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Ra­sûlüne iman ederler. Aynı zamanda onlar kamuyu ilgilendiren herhan­gi bir İşi danışmak için onunla bir arada olduklarında, ondan izin alma­dıkça yanından ayrılmazlar" bölümü ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık ha­linde sunacağız: [529]

 

1- Peygamber (sav)tn Emrine Uymak:

 

"Mü'minler ancak o kimselerdir ki..." buyruğunda yer alan; "An­cak" ifadesi bu âyet-i kerîmede hasr içindir. Yani Allah'a ve Rasûlüne iman eden kimselerin imanı, Rasûlün emrini dinleyen, Rasûl bir işi tamamlamak isterken kendisi karşı çıkarak toplantı esnasında ayrılıp gitmek ve buna benzer bir yolla o işi bozmak istemek suretiyle ona karşı inatlaşmayacak bir duruma gelmedikçe, tamam olmaz, kemate ermez.

Yüce Allah, sûrenin baş taraflarında apaçık âyetler indirmiş olduğunu be­yân etmişti. Bu indirilen âyetler İse sadece Muhammed (sav)a indirilmiş bu­lunuyor. Onun vermiş olduğu emirlerin Kur'ân-ı Kerîm'in emirleri gibi oldu­ğu bilinsin diye. Burada da sûreyi ona tabi olma emrini te'kid ederek sona erdirmektedir. [530]

 

2- Kamuyu İlgilendiren İşin Mahiyeti:

 

Burada sözü edilen "kamuyu İlgilendiren İş"in ne olduğu hususunda gö­rüş ayrılığı vardır. Kimisine göre bundan kasıt, imamın (İslâm devlet başka­nının) belli bir maslahatı yaygınlaştırmak için insanları toplamayı gerek duyduğu hususlardır. Dinde bir sünneti yerleştirmek yahut bir araya gelmek suretiyle düşmanı korkutmak ve savaş için bir araya gelmek kastedilmekte­dir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah: "İş hususunda onlarla müşa­vere et" (3/159) diye buyurmaktadır. Eğer bu işin fayda ve zararı onların bu hususta müşavere etmek için toplanmalarını gerektiriyor ise, bu kamuyu il­gilendiren bir iş demektir. Burada kendisinden izin alınması istenen imam,. emir vermek yetkisine sahip olan imam (yönetici)dır. Hiç kimse herhangi bir mazereti dolayısıyla, onun iznini almaksızın gitmez. Onun iznini alarak gi­decek olursa hakkındaki kötü zan da ortadan kalkmış olur.

Mekhul ve ez-Zührî: Cumada kamuyu ilgilendiren işlerdendir. Şayet yö­netici olan imam namaz kıldırmak üzere kendisini öne geçirmiş ise, eğer izin İsteyeni görebiliyorsa, namaz kıldırmakla görevli olan imamdan da izin al­mak icab eder. İbn Sîrin dedi ki: (Selef) minber üzerinde hutbe İrad eden imamdan izin alırlardı. Bu iş çoğalınca Ziyad dedi ki: Kim etini ağzına ko­yarsa, izine gerek olmaksızın çıkıp gitsin. Bu husus Medine'de oluyordu. Ni­hayet Sehl b. Ebi Salih cuma günü burnu kanayınca imamdan izin aldı...

Âyetin zahiri Peygamber (sav)ın hayatta iken işgal ettiği emirlik (yöneti­cilik) makamında bulunan emirden izin istemeyi gerektirmektedir. Çünkü din ile ilgili herhangi bir husus dolayısıyla imam o kimseye izin vermemek gö­rüşünde olabilir. Sadece namaz kıldırmakla görevli olan imamın ise böyle bir yetkisi yoktur. Çünkü o peygamberlik makamının ifa ettiği görevlerden bi­risi olan ve dinin bir parçasını teşkil eden belli bir hususta vekildir.

Rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerîme, Kureyşliler Ebu Süfyan'ın, Ga-tafanlılar da Uyeyne b. Hısn'ın kumandasında Medine üzerine hücum etmek üzere geldikleri vakit, hendeğin kazılması hakkında nazil olmuştur. Peygam­ber (sav) Medine etrafında hendek kazmaya başlamıştı. Bu da hicretin be­şinci yılı şevval ayında gerçekleşmişti. Münafıklar işten kurtulmak için görün­meden biri diğerinin arkasına saklanarak sıvışıp gidiyorlar ve gerçekle ilgi­si olmayan mazeretler ileri sürüyorlardı. Buna benzer bir rivayeti Eşheb ile İbn Abdİ'l-Hakem, Malik'ten nakletmiştir. Muhammed b. İshak da böyle demiştir.

Mukatil dedi ki: Bu âyet Ömer (r.a) hakkında nazil olmuştur. O Tebûk Gaz­vesinde geri dönmek maksadıyla Peygamber (sav)tan izin istedi. O da ona izin verdi ve; "Geri dönebilirsin, Allah'a yemin ederim ki sen münafık değil­sin" demiş ye bu sözlerini münafıklara işittirmek istemişti.

İbn Abbas (r.a) da dedi kt: Ömer (r.a) umre yapmak üzere izin istemişti. Peygamber (sav)de ona izin vermiş ve şöyle buyurmuştu; "Ey Hafs'ın baba­sı yapacağın iyi dualarında bizi unutma, "[531]

Derim ki: Sahih olan bütün görüşleri kapsadığı için birincisidir. İbnu'1-Ara-bî de âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Malik ve İbn İshak'tan nakledilen rivayeti tercih etmiş ve bunun savaşa has bir durum olduğunu bildirmiştir. Sonra da şöyle demektedir: Bunu açıklığa kavuşturan iki husus vardır:

1- Yüce Allah'ın diğer âyet-î kerîmede: "Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek, gizilce sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah bilir" diye buyur­maktadır. Bu da-münafıkların bu şekilde sıvışıp gittiklerini, cemaat arasından çaktıklarını, Rasûlullah (sav)ı da terkettiklerini göstermektedir. Yüce Allah, onların hepsine, Rasûlullah (sav) kendisine izin vermedikçe onlardan hiçbi­risinin çıkmamasını emretmektedir. Böylelikle o kişinin imanı onaya çıkmış oluyordu.

2- Yüce Allah'ın: "Ondan izin almadıkça yanından ayrılmazlar" buyru­ğunda şunu sormak gerekir: İmam hutbe irad ederken, herhangi bir ihtiya­cı sebebiyle izin istemeyi gerektiren ne olacak ki? Çünkü bu şekilde abdes-ti bozulmak durumunda olan bir kimseye imamın engel olmak ya da onu ora­da bırakmak noktasında bir tercihi söz konusu olamaz. Halbuki yüce Allah: "Onlardan kime istersen izin ver" demektedir. Böylelikle bununla bu İzin istemenin yalnızca savaşa has olduğunu açıklamış olmaktadır.

Derim ki: Buyruğun umumî olduğu görüşü daha uygun, daha üstün, da­ha güzel ve daha âlâdır,

"Onlardan kime istersen izin ver" buyruğu gereğince Peygamber (sav) muhayyer idi. İzin vermek isterse verir, istemezse vermezdi, Katade dedi ki: "Onlardan kime istersen izin ver" buyruğu yüce Allah'ın: "Allah affetsin se­ni... niçin onlara izin verdin?" (et-Tevbe, 9/43) buyruğu ile neshedilmiştir.

"Ve onlar İçin Allah'tan mağfiret dile." Onların bir mazeretlerinin oldu­ğunu bildiğin takdirde cemaatten ayrılıp, çıkmalarından ötürü onlara mağfi­ret dile. "Muhakkak Allah bağışlayandır, rahmet edicidir." [532]

 

63. Peygamberin çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi bellemeyin. Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek, gizlice sıvışıp gidenlerinizi muhakkak Allah bilir. Artık Onun emrine muhalefet edenler kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın isabet etmesinden çekinsinler.

 

"Peygamberin çağrısını aranızda birbirinize çağırdığınız gibi belleme­yin" buyruğu ile uzaktan: Ey Ebe't-Kasım (Peygamber efendimizin künyesidir) diye bağırmasın, demektir. Aksine onu ta'zim ederek ona sesleniniz. Ni­tekim el-HucurâtTta şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki Rasûlullah'ın hu­zurunda seslerini alçaltanlar..." (el-Hucurât, 49/3)

Said b. Cübeyr ve Mücahid dediler ki: Buyruğun anlamı: Yumuşak bir şe­kilde: Ya Rasûlallah deyiniz, yüksek sesle ve kaba bir üslûpla; ya Muham-med, demeyiniz demektir,

Katade de şöyle demiştir: Onun şerefini ortaya koyan ve onu tazim eden bir surette davranmalarını emretmektedir,

İbn Abbas da şöyle demiştir: Allah Rasûlünün size beddua etmenize se-beb teşkil edecek bir iş yapmayınız, çünkü onun duası kabul edilen bir du­adır.

"Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek gizlice sıvışıp gidenlerini­zi muhakkak Allah bilir" buyruğunda geçen: "Gitmek" çık­mak demektir. "Gizlenerek sıvışmak" da, den gelir ve görül­mek korkusu ile bir şeyin arkasından gizlenmek halini ifade eder. Münafık­lar cuma namazından böylece sıvışıp, giderlerdi,

"Gizilce sıvışmak" lafzı bu buyrukta hal konumunda bir mastar­dır, yani gizlenerek, sıvışarak gidenler anlamındadır. Bu da birinin diğeri ar­kasından saklanmasını ifade eder. Rasûlullah (sav) tarafından görülmesin di­ye biri ötekinin arkasına geçerdi. Çünkü münafıklar için cuma gününden ve hutbeyi dinlemek için hazır olmaktan daha ağır bir iş yoktu. Bunu en-Nek-kaş nakletmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmiş bulunmak­tadır.

Bir diğer açıklamaya göre, onlar biri diğerinin arkasına saklanarak geri dön­mek maksadıyla cihattan sıvışıp kaçıyorlardı. el-Hasen dedi ki: Burada sıvı­şıp gitmekten kasıt, cihaddan kaçıp gitmektir. Hassan'm şu beyiti de bu an­lamı dile getirmektedir:

"Kureyş ise sıvışarak önümüzden kaçmaktadır, Yerini koruyamıyor, onların akılları oldukça hafiftir."

"Sıvışıp gitmek" anlamındaki kelimenin "vav" harfinin sahih bir harf gi­bi telaffuz edilmesi; "Gizlenerek sıvışıp gitti" fiilinde harekeli oluşun­dan dolayıdır. Bu fiilin mazi, müzari ve mastarı: şeklinde de, şeklinde de kullanılır. Mastarında "vav"ın, "ya" harfine dönüşmesi i'lâl halinde tabi kılmak suretiyle makablinin kesreli oluşundan dolayıdır. Şayet mastarı; diye gelirse, o takdirde i'lâl yapılmaz. Çün­kü bu vezinde i'lâl caiz değildir.

"Artık onun emrine muhalefet edenler... sakınsınlar." Bu âyet-i kerî­meyi fukahâ emrin vücub ifade ettiğine delil göstermişlerdir. Bunun delil ol­ma şekli de şöyle açıklanır; Şanı yüce Allah, emrine muhalefet etmekten sa-kındırmakta ve böyle bir muhalefet dolayısıyla cezaya çarptırılmanın söz ko­nusu olacağını; belirterek "kendilerine bir mihnet veya acıklı bir azabın İsa­bet etmesinden çekinsinler" diye tehditte bulunmaktadır. O halde ona muhalefet haramdır, buna göre emrine uymak da vacibtir.

Burada sözü edilen "mihnet (fitne)"den kasıt, İbn Abbas'a göre öldürül­mektir. Atâ ise sarsıntıya uğramak ve çeşitli dehşetli hallerdir, demektedir. Ca'fer b. Muhammed de: Onlara musallat kılınacak zalim bir yöneticidir, di­ye açıklamıştır. Bunun Rasûlullah (sav)a muhalefetin uğursuzluğu sebebiy­le kalplerin mühürlenmesi olduğu da söylenmiştir. "Onun emrine" buyru-ğundaki zamirin yüce Allah'ın emrine ait olduğu söylenmiştir ki, bu Yahya b. Selâm'ın görüşüdür. Kata de'ye göre ise Rasûlullah (sav)ın emrine râ-ci'dir.

"Artık onun emrine muhalefet edenler" buyruğu onun emrinden yüz çe­virenler demektir. Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş yer atan; ...den, dan" bu­rada zaiddir, demektedir.

el-Halil ve Sibeveyh ise; Bu zaid değildir, manası: O emir verdikten son­ra emrine muhalefet edenler, demektir, demişlerdir. Şairin şu mısraında ol­duğu gibi:

"...Ve uyanırken (uyandıktan sonra) kuşak bağlamaz."

Yüce Allah'ın: "Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı* (el-Kehf, 18/50) buyruğu da bu türdendir. Rabbinin emrinden sonra fastklık etti, demektir.

"İsabet etmesi" anlamındaki buyruğun başına gelen; ...ve" lafzı da­ha önce geçen "çekinsinler" anlamındaki fiil dolayısıyla nasb mahallinde-dir. Çoğu nahivcilere göre (harf-i cersiz olarak) Zeyd'den korktu, anlamın­da;  demek caiz değildir. Ancak bu edatın kullanılması ile birlikte caizdir, çünkü bu edat İle beraber cer harfleri hazfedilir. [533]

 

64. Dikkat edin! Şüphe yok ki göklerle yerde olanlar Allah'ındır. O, sizin neyin üzerinde olduğunuzu çok İyi bilir. O'na döndürüle­cekleri gün onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah her-şeyi çok iyi bilendir.

 

"Dikkat edin! Şüphe yok ki göklerle yerde olanlar" hem yaratılmaları,

hem de mülkiyet ve egemenlikleri itibariyle "Allah'ındır. O, sizin neyin üze­rinde olduğunuzu çok iyi bilir." Ve bu amelinizin karşılığını size verir. Bu­rada "Bilir" buyruğu, "bilmiştir" anlamındadır.

Buyruk daha Önce hitab şeklinde iken.lıaber verme üslûbuna geçilerek: "O'na döndürülecekleri gün onlara neler yaptıklarını haber verecektir" şeklinde gaibe dair haber üslûbuna geçmektedir ki, bu anlatım şekline: Hitabu't-Telvin (çeşitlendirme suretiyle hitab) adı verilir.

"Onlara neler yaptıklarını" işledikleri amelleri "haber verecektir." Ve onlara amellerinin karşılığını da verecektir.

"Allah herşeyi" amellerini ve hallerini  "çok iyi bilendir."

Sûre İhtiva ettiği tefsire dair açıklamalarıyla birlikte burada sona ermek­tedir. İşimizi kolaylaştırmasından ötürü hamd Allah'adır. [534]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/253

[2] Hakim, el-Müstedrek, II, 396. Teihis'te hadis ile ilgili notta hadisin mevzu (uydurma) olduğu, Ebû Hâtim'in, hadisin ravilerinden Abdulvehhâb b. ed-Dahhâk'ın yalancı ol­duğunu söylediği be t inilmektedir. Beyhakî, Şuabu'l-îman, II, 477de Hakimden kay­dettiği isnâd ile kaydettikten sonra, hemen ardından bir başka isnad ile benzer bir ri­vayetin bulunduğunu da belirtip hu isnadın da "münker* olduğunu kaydetmektedir.

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/253-254.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/255.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/255.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/255-256.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/256.

[8] Buhârî, Siyam 50, Nafakat 13, Keffârât 2-4, Müslim, Siyam 81 vd; Ebû Dâvûd, Savm 38,İbn Mace, Siyam 14; Müsned, II, 241, VI, 276.

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/256-257.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/257.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/257.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/257-258.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/258.

[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/258.

[15] Muvatta, Hudûd 12

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/258-259.

[17] el-Heysemî, Mecmaıt'z-Zevâid, VI, 253. Senedinin munkalı' (kesik) olduğu ve zayıf ta­vı bulunduğu kaydıyla.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/259.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/259-260.

[20] Buhâri, Şehâdât 21. Tefsir 24. .sûre 3; Müslim, Liân 11, 12; Ebû Dâvûd, Talâk 27; Tir-muî, Tefsir 24. süre 3; Nesâi, Talâk 37, 38; ibn Mâce, Talâk 27; Müsned, 1, 238

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/260.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/260-261.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/261.

[24] Müslim, Hutlûd 38; İbn Mâce, Hudûd 16; Müsmd, 1, 140, 144.

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/262.

[26] Dârakutni, III, 157

[27] Buhârî, Savın 49, Hııdûd 42, Temenni 9, t'tisâm 5; Müslim, Siyam 57; Dârİml, Savm 14; Müsned, II, 281, 516.

[28] Buhârî, Temenni 9; Müslim, Siyam 59-60; Müsned, III, 124, 193, 200, 253-

[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/262-264.

[30] Nesâi, Kat'us-Sârik 7; ayrıca bu manada Rasûlullah (sav)a menfi bir hadis olarak* Ne-sâî, aynı yer; İbn Mâcc Hudiıd 3; Müsned, II, 362, 402.

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/264.

[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/265.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/265-266.

[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/266.

[35] İbnu'l-Cevzî, el-Mevzûât, III, 107-8'de mevzii (uydurma) olduklarım belirtmektedir.

[36] Bu anlamda teshil edemedik. Ancak, amellerin yüce Allah'a her pazartesi ve perşem­be günü arzedildiğine dair rivayetler için bk.: Müslim, Birr 35, 36; Ebû Dâvûd, Savm 59; Tirmizl, Savm 43; Dârimî, Savm 41; Muvatta', Husnu'I-Huluk 18; Müsned, II, 268, 329, 48.4, V, 200, 201, 205, 209.

[37] Bu hadisi de bu lafzıyla teshit edemedik. "Şaban ayının onbeşinci gecesinde yüce Al­lah'ın, müşrik ya da kardeşine kin besleyenlerin dışındakilere mağfiret edeceğine da­ir" sıhhat mertebesine ulaşamayan bazı rivayetler için bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Ze-vâid, VIII, 65.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/266.

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/267.

[39] Ebû Dâvûd, Nikâh 4; Tirmizt, Tefsir 24. sûre 1; Nesâi, Nikâh 12,

[40] Müsned, U, 159, 225; Hakim, el-Müetedrek, II, 396; Beyhakî, Sünen, VIII, 246.

[41] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, III, 132£J'de, İbn Ömer demektedir. Hadisin (yukarıda gösterilen kaynaklarda) râvisi ise Abdullah b, Artır b. el-Âs'tır. Ashabdan r>u görüşü ifa­de edenin o nlması daha uygun geliyor.

[42] Ebû Dâvâd, Nikâh 4; Müsned, II, 324.

[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/267-270.

[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/270.

[45] Yani evlilik sebebiyle sabit olan bir (akım haramlar zina sebebiyle sabit olmaz.

[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/271.

[47] Birinci başlıkta geçmiş olan bu hadisin kaynakları da orada gösterilmişti.

[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/271.

[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/272.

[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/272.

[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/272.

[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/272-273.

[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/273.

[54] Buharî, Şehâdât 21, Tefsir 24. sûre 3; Müslim, Liân 11; Ebû Dâvud, Talâk 26; Tirmizt, Tefsir 24. sûre 3; Nesai, Talâk 37, 38; İbn Mâce, Talâk 27; Müsned, III, 142.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/273-274.

[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/274.

[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/274-275.

[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/275-276.

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/276-277.

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/277.

[60] Buhârî, Hudûd 45; Müslim, Eymân 37; Ebû Dâvûd, Edeb 124; Tirmizt, Blrr 30; Müs-ned, II, 431, 500

[61] Darakutnî, III, 91

[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/278.

[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/278.

[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/278-279.

[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/279-280.

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/280.

[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/281.

[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/281.

[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/281.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/282.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/282.

[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/282-283.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/283.

[74] "Çocukların dürüp katladığı mendil" anlamını verdiğimiz kelime aslında noktalı "hı" ile­dir. Ancak elimizdeki nüshada bu kelime noktasızdır. Noktasız olarak bu beyite uygun bir anlam ihtiva etmediğinden, bu kelimeyi böylece anlamlandırmayı uygun gördük.

[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/283-284.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/284-285.

[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/285.

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/285-286.

[79] İbn Mace, Zühd 30

[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/286-288.

[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/288.

[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/288-289.

[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/289.

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/289-290.

[85] Bu hadis daha finceden ikinci âyetin tefsirinde 13  haslıkla işaret edilmiş, kaynaklan da orada gösterilmişti.

[86] Buharî, Hudûd 40, Tevhid 20; Müslim, Liân İĞ, 17; Dârimî, Nikâh 37; Müsıted, IV, 248. Ancak sözü geçen bu şahıs, Sad b. Muâz değil, Sa'd h. öbâde'dir.

[87] Uveymir h. Eşkan el-Adânî'nin başından geçen bu olaya dair rivayetler için bk.: Buhârî, Tefsir 24. sûre 1T Talak 4, 29, hisâm 5; Müslim, Liân 1; Ebü Dâuûd, Talâk 27; Nesâi, Talak 7, 35; İbn Mâce, Talâk 27; Dârimî, Nikâh 39; Muvatta', Talâk 34; Müsned, v, 334, 336, 337.

[88] Dârakutnî, III, 277.

[89] Adı; "İmrân h. Ebû Enes'" diye kaydedilen şahıs, Dârakutnî, belirtilen yerde: "İmrân h, Ebî Uveys'' oiafak zikredilmektedir.

[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/290-292.

[91] Burada "istihrâ'dan kasıt, kocanın ay halinden sonra hanımı ile ilişki kurmamış olmak-ia birlikte kendisinden de hamile olmadığının anlatılmış olması demektir.

[92] Ebû Dâvûd, Talak 27, hadis no: 2256

[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/292-294.

[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/294.

[95] Hadisin, ikinci âyetin tefsiri 13. başlıkçı gösterilen kaynaklarına bakınız,

[96] Darakutnî, III, 163, râviterinden Osman h. AlxhırrahmSn'ın, İıadİNİ metruk bir râvî" ol­duğunu kaydetmektedir.

[97] Dârakutni, III, 164. Hadis ile ilgili Ebu't-Tayyib Mıılıammed Abâdinin ÎVliA'inde: "bu mevkuf rivayetin dahi sitbûuı tanışılır" denilmektedir.

[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/294-296.

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/296.

[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/296.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/297.

[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/297.

[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/297-298.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/298.

[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/298.

[106] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 253'te "haklı ile olması dışında müminin sırtı kortı-ma altındadır'' anlamında Zayıf olduğu kaydıyla. Ayrıca Buharı, Hudûd 9. hah: "Hir had ya da lıir hak gereği olması dışında, mtl'minin sırlı koruma altındadır" manasınadır.

[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/298-299.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/299.

[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/300.

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/300.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/300-301.

[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/301-302.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/302.

[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/302.

[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/302.

[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/303.

[117] Ebû Dâvûd, Talâk 27, hadis no: 2256'da; bu hatırlatmaların yapıldığı zikredilmekte ise de, ağızlarının birisi tarafından kapatıldığına dair hir ifade geçmemektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/303-304.

[118] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/304-305.

[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/305.

[120] Buharı, Tefsir 24. sûre 4; Ebû Dâvâd, Ta!5k 27; Dârimi, Nikâh 39.

[121] Buhari, Talak 33, 53; Müslim, Liân 5; Ebû Dâvâd, Talâk 27; Nesâî, Taiük 44; Müsned.U, 11.

[122] Lânetleşmek, karşılsklı olarak uzaklaştırmak, birinin diğerini kovması anlamındadır.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/305-306.

[123] Dârakutnî, III, 276

[124] Darakutni, III, 276-7

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/307.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/308.

[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/308.

[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/308.

[128] Ancak, görüleceği gibi başlık sayısı yirmisekiz değil, yirmiyedidir.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/309-311.

[130] Merhum rniifessirimizin verdiği bu senecf ile Buhârı'nin verdiği senedlerin mukayese­si için bk.: Buhârî, Şehâdât 2, 15, Tefsir 12. sürt- 3, 24. sûre 6, 7, Meğâzî, 32, 34, Ey-inân 13, 18, İ'tisâm 28, Tevhîd 35, 52.

[131] Buhari, Tefsir 24. sûre 7.

[132] İfk Hadisi'nin az önce Buhârî'de gösterilen yerler dışında zikredildiği başka yerlerin ba­zıları: Müslim, Tevbe 56; Tirmizi, Tefsir 24. sûre 4; Müsned, VI, 59-60, 194-196.

[133] Buraya kadar: Buhârî, Tefsir 24. sûre 8

[134] Buhârî, Meğâzî 34.

[135] Buhârî, Meğâzî 32. Ancak, "Ma'mer b. Râşid" yerine: "en-Nu'mân b. Râşid"

[136] Buharî, Meğâzî 32

[137] Buhâri,  Meğâzî 34

[138] Hk. ibn Hâcer, Fethu'l-Bârl, VII, 502

[139] Buhârî, Tefsir 24. sûre 5.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/311-313.

[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/313.

[141] İfk hadisinin kaynaklan birinci başlıkta gösterilmişti.

[142] Buhâri, Libâs 22

[143] Buhâri, Meğâzî 34; Müslim, Tevte 57.

[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/314-315.

[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/315.

[146] Buharî, Meğâzî 34, Tefsir 24. sûre 10; Müslim, Fedâilu's-sahâbe 155'te: Mesrûk'un so­rusu üzerine Âige (r.anhâ)mn' "Kötülükten daha şiddetli hangi azap vardır!" dediği be­lirtilmektedir.

[147] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, VI, 152.

[148] Buhari, Meğazî 34, Tefsir 24. süre 10, 11; Müslim, Fedâilıı's-sahâhe 155

[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/315-317.

[150] Tirmizî   Tefsir 74. süre 5

[151] Ebû Dâvûd, Hudûd 34

[152] Ebû Dâvûd, Hudûd 34

[153] Buhârî, İman 11, Menâkihıı'l-Ensâr 43, Tefsir 60. sûre 3, Hııclûd ü, 14, Ahkâm 49, Tev-hîd 31, Müslim, Hııdhud 41; Tirmizî, Huchid 12; Nesâî, lîey'at 9; Müsned, V, 3K 320.

[154] Müslim, Tevbe 56. hadiste zikrettiği üzere Peygamber (sav), ıninhec üzerinde: 'Ey ııuis-. [umanlar, eziyeti hane halkım hususunda dahi beni rahatsız edecek noktaya gelmiş bu­lunun bir kişiye, benim adıma ağzının payını kim verecek..." deyince, Sa'd h. Muâz: Bu içi ben yaparım,   demişti. Âise (r.anhâ) dedi ki: Salih bir zat olan Hazreclileriniıı reisi, taassuba kapılarak Sa'd b. Mıiâz'a: Yalan söyledin... diye cevap vermişti... Merhum mii-fessirimiz buna işaret etmektedir.

[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/317-319.

[156] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, Vî, 159

[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/319-320.

[158] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/320.

[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/320.

[160] Buharî, Şehâdât 5

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/320-321.

[162] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/321.

[163] Buna göre buyruk: O zaman siz o sözü dillerinizle (ortaya) atıveriyorckınuz, anlamına gelir.

[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/321-322.

[165] Buhârî, Vudû' 55, 56, Ceniiz 89, Edeb 46, 49; Müslim, Tahâre 111; Ebû Dâoüd, Tahâ-re 11; Tirmizî, Tahâre 53; İbn Mâee, Tahâre 26; Dârimi, Vudû' 61; Müsned, I, 225, V, 35, 39.

[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/323.

[167] Müslim, Hirr 70; Ebâ Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî. Birr 23; Dârimî, Rikaak 6; Müsned, II, 230, 384, 386, 458

[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/323.

[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/324.

[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/324.

[171] Buhârî, Edeb 29; Müslim, iman 73; Tirmizl, Kiyâıne 60; Müsned, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154, IV, 31, VI, 385

[172] Buharî, Mezalim 30, Eşriha 1, H.udııd 1, fi; Müslim, İmân 100, 104; Ebû D&vûd, Sün-ne 15; Tirmizî, İmân 11; Nesâî, Kasâme 49, Kutus-Sârik 1, Eşribe 42; İbn Möce. Fiten 3; Dârinit, Eşribe 11; Müsned, II, 243, 317, 376, 386, 479, III, 346, VI, 139

[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/324-325.

[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/325.

[175] Ebu'd-Derdâ'dan gelen iki ayrı rivayetin tek bir rivayet halinde zikredildiği bu hadis­leri: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 201'de; pek Önemli olmayan bazı farklılıklar ve bazı takdim ve tehirle; "birincisinin ravileri arasında tanımadığı bir ravinin bulunduğu ikincisinin râvilerinin sika (güvenilir) kimseler oldukları" kaydıyla.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/325-326.

[176] Az farkla: Ebû Dâvüd, Salât 232; Nesât, Cumua 2; ayrıca bk: Ebû Düvûd, Tahâre 127, Salât 219; Tirmizî, Cumua 17; Milsned, II, 214, III, 81, 417, 437, V, 198.

[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/326.

[178] Buhârt, Şehâdât 15, Meğâzî34, Tefsir 24. sûre 6, 11, Eyman 18; Müslim, Tevbe 56; Tirmizî. Tefsir 24. sûre 4; Müsned, VI, 60, 197, 36H

[179] Müslim, Tevbe 56.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/326-327.

[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/327-328.

[181] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/328.

[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/328.

[183] el-Heysemî, Mecmau's-Zevâid, III, 17, VIII, 187, X, 193 Kiminin senedinin zayıf, kimi­nin hasen olduğu kaydıyla.

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/328.

[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/329.

[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/329.

[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/330.

[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/330-331.

[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/331.

[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/332.

[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/332-333.

[192] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 241

[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/333-335.

[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/335.

[195] Müslim, Edeb 43; Müsned, II, 266.

[196] Peygamber (sav), ileri gelen bazı kimselerin kalplerini İslâm'a ısındırmak maksadıy­la, bir takım bağışlarda bulunmuştur. Şair Abba.s b. Mirdâs'a da diğerlerine göre da­ha az sayıda deve bağışlamıştı. O da bu hususta Peygamber (sav)'e sitem ifadeleri ih­tiva eden bir şiir sftyleyivermişti. Allah Ha-sülu: Bunu alın da bana karsı uzattığı di­lini kesin" diye buyurdu. Ashâb da gönlünü hoş edinceye kadar ona hirşeyler verdi­ler. İşte Peygamberin emrettiği "dilinin kesilmesi" budur. (İbn Hişânı, ea-Siretu'n-Ne-beviyye, IV, 107-108)

[197] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/335-336

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/336.

[199] İbn Mâce, Edeb 17. Senedinde rivayet ettiği hadisleri münker görülmüş Ehû Sevre'nin bulunduğu kay d edilmektedir.

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/337.

[201] Buhâri, Mezâlim 25, Nikâh 93; Müslim, Talâk 30, 34; Tirmizî, Tefsir 66. sûre; Müsned, I, 33.

Sözü edilen hu meşhur hadis, Peygamber (sav)in haramlarına îlâ (onlara yaklaşmamaya da­ir yemin) etmesi ve Ömer (ra)in endişelenip gerçeği öğrenmek istemesi üzerine vârid olmuş bir hadistir. Hadisin belirtilen kaynaklarda delil olarak gösterilen ve "izin iste­mek" anlamındaki kelime burada belirtildiği gibi "isti'nâs" kökünden değil, "istizan" kö-kimdendir

Ancak, merhum müFessirimiz açıklamaları paragrafın başında belirtildiği gibi, İhn Atiyyeden nakletmektedir. Nitekim İhn Atiyye'nin Tefsir'imte (XI, 291) ifade nakledildiği gihidir. İhn Atiyye, lafzın bu şekilde kullanıldığı bir kaynağa dayanmış olmalıdır.

[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/337-338.

[203] Buhâri, İstizan 13; Müslim, Âdâb 33-37; Ebâ Dâvûd, Edeb Î27; Tirmisi, İsti'zfm 3; Ibn Mân, Edeb 17; Dûrirrû, İstizan 1; Müsned, III, 19; IV, 403, 410.

[204] Ebû Dâvud, Edeb 126

[205] Suyûtî, ed-Durru'l-Mtnsûr, VI, 172.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/338-339.

[207] Buhârî, VudıY 34; Müslim, Hayz «3; İbn Mdce, Tahâre 110; Müsned, III, 21, 26.

[208] Ebû Dâvûd, Edeb 128

[209] Ebû Dâvûd, Edeb 128

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/340.

[210] Ebû Davüd, Edeh 128

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/341.

[211] Buhârî, Fi ten 17, Ahbârul-Âhâd 3, Fedflilu's-Sahâbe 6; Müslim, FedâLİu's-Salıâbe 28, 29; Tirmizl, Menâkıh 18; Müsned, 1, 5, II, 165, 111, 408, IV, 393, 406, 407

[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/341.

[213] Ebû Bekr Ahmed el-Hatib, el-Câmi' li Ahl&ki'r-Râvî ve Âdâbi's-Sâmi; Beyrıu I4l6/199û, t 740 Vf H. 444.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/341.

[214] Buhârî, İstizan 17; Müslim, Âdâb 38, 39; Tirmizl, istizan 18; Müsned, III, 363

[215] Bu hadisin kaynaklan için dördüncü başlığa bakınız.

[216] Bu hadisin kaynaklan için beşinci başlığa bakınız.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/342.

[217] el.Hatîh a.e.e.. I, 243,

[218] el-Hatîb, a.g.e., 1, 243-244

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/342-343.

[219] el-Hâtib, a.g.e., I, 247.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/343.

[220] Ebû Dâvûd, Edeb 127; Tirmizi, İsti'zân 18; Müsned, IV, 4l4.

[221] el-Heysemî, Meemau'z-Zeuâid, VIII, 32; el-Hatîb, a.g.e., I, 241

[222] el-Heysemî, Meemau'z-Zeuâid, VIII, 32; el-Hatîh, a.g.e. I, 241.

[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/343.

[224] Ebû Dâvûd, Edeb 128

[225] Ebû Dâvûd, Edeb 128

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/343-344.

[226] Ebû Dâvûd, Edeb 128

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/344.

[227] el-Beyhakî, es-Sunenu't-Kübrâ, VII, 157

[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/344.

[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/345.

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/345.

[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/345-346.

[232] Buharı, Libâs 75, İstizan 11, Diyât 23; Müslim, Âdâb 40, 41; Ebû D&vûd, Edeb 126; Tir-mizî, İstizan 17; Nesâî, KasSme 47; Dârimî, Diyât 23; Müsned, V, 330, 335

[233] Buhârî, Diyât 23; Müslim, Âdâb 44; Nesât, KasSme 4H; Müsned, II, 243

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/346.

[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/347.

[235] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/347.

[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/347.

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/347.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/347-348.

[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/349.

[240] Buhâri, İsti'zâtı 2

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/349-350.

[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/350.

[242] Buhâri, Mezâlim 22, İsti'zân 2; Müslim, Libâs 114; Ebû Dâvâd, Edeb 12; Müsned, III, 36.

[243] Ebû Dâvdd, Nikâh 43; Tirmizl, Edeb 2b, Dârimt, Rikaak 3; Müsned, V, 351, 353, 357

[244] Müslim, Âdâb 45; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizi, Edeb 28; Müsned, IV, 358, 561.

[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/350-351.

[246] Buhâri, Ğıısl 20; Ebû Dâvûd, Hammâm 2; Tirmizî, Edeb 22, 39; tbn Mâce, Nikâh 28: Müsned, V, 3-4

[247] İbn Mâce, Nikâh 28 (yakın bir rivayet)

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/351-352.

[248] Müsned, VI, 362. Bu hadisteki "hamam'dan (geliyorum)" gibi ifadeleri gözönünde bu­lunduran İhnu'l-Cevzfnitı, hem o dönemde "hamam" olmadığı, hem de ravîleri dola­yısıyla hadisi "el-Ehâdisıı'1-Vâhiye" adlı eserinde illetli gördüğünü belirtmekte ise de. Hafız İbn Hacer, "ez-Zebb..." adlı eserinde hadisin zayıf olmadığını savunmakta ve "o dftnemlerde hamamların olmadığı" gerekçesinin ise burada sftzü edilen "hamam"dan mutlak olarak yıkanılan ve banyo yapılan yer olarak anlaşılabileceğini belirterek cevap­landırmaktadır, bk. Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, et-Fethu'r-Rabbâni, II, 151.

[249] Bu anlamdaki hadisler için bk.: Eba Davûd, Hammâm 1; Tirmizî, Edeh 43; Nesâi, Öusl 2

[250] Bk. el-Kettânî, er-Ri$âletu'l-Mustatrafe, s. 173.

[251] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/352-353.

[252] Bir önceki başlıkta benzer bîr rivayet geçti. İlgili nota bakınız.

[253] el-Aclûnî, Keşftı'l-Hafû, II, 322, senfilin.if 'metruk (rivayetleri terk edilip alınmayan), yalancı bir ravîolan Salih b, Ahmed bulunduğu ve bu râvînin hadis uydurduğu belir­tilip örnek olarak da bu rivayetinin gösterildiği kaydıyla.

[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/353-354.

[255] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/354.

[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/355.

[257] el-Hevsemî, Mecmatı'z-Zev&id, VIII, 63, senedinde zayıf ravi bulunduğu kaydıyla.

[258] Buhârî, İsti'zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, 21; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Müsned, II, 276, 317, 329...

[259] Buhârî, Hacc 1; İsti'zân 2; Müslim, Hacc 407; Ebâ Dâvûd, Menisİk 25; Nesât, Menâ-sik 12; Muv'atta, Hacc 97; Müsned, I, 359.

[260] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 327. Hâvilerinden Ebû Mercum'un, Nesâî ve başka­ları tarafından sika (güvenilir) bir râvi olduğu kabul edilmekle birlikte, tbn Main tara­fından zayıf bir râvi kabul edildiği kaydıyla.

[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/356-357.

[262] Ebu Davud, Libas 34; Tirmizi, Edeb 29; Müsned, VI, 296.

[263] Ebû Dâvüd, işaret edilen hadisi kaydettikten sonra: "Bu peygamberin hanımlarına hastır, deyip "Fatıma bint Kays'a: İbn Um Mektûm'un yanında iddet bekle demiş oldu­ğuna dikkat çekmektedir.

[264] Müslim, Talâk 36; Ebû Dâvdd, Talâk 39; Nesâi, Nikâh 22; Mavatta, Talâk 67; Müsıud, VI, 412

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/357-358.

[266] Taberî, Câmiu'lBeyan, XVIII, 118-119.

[267] Ebu Davud, Libas 31.

[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/358-359.

[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/360.

[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/360.

[271] Buhâri, Tefsir 24. sûre 12; Ebû Ddvûd, Libâs 30

[272] Suyutî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 182

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/360-361.

[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/361-362.

[274] Buhârî, Libâs 9

[275] Buharî, Libâs 9; Müslim, Zekât 75-76; Nesât, Zekât 6l; Müsned, II, 256, 523

[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/362.

[277] Esasında birçok yerde zikredilen Cibril hadisinde "cariyenin efendisini doğurması" an­lamındaki ibare bu lafız ile Müslim, İman 7'de geçmektedir.

[278] İbn Mace, Itk 2

[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/362-363.

[280] İbn Mâce, Nikah 28 (yakın bir rivayet).

[281] Hadisin uydurma (mevzu') olduğu belirtilmiştir. Geniş biigi için bk.: Şevkâni, el-Fevâ-idu'l-Meamûa, s. 127-128.

[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/363.

[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/363-364.

[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/364-365.

[285] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensur, VI, 183

[286] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/365.

[287] Ebû Dûvad. Libâs 32

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/366.

[288] Buhari, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selam 32, 33i Ebû Dâvûd, libâs 33; Muuatta, Vasiyyet 5; Müsned, VI, 290, 318.

Ancak merhum müfessirımizin kaydettiği senetle bu hadisi yalnızca Müslim, kaydettiği ri­vayetin birinde bir de Ebû Dâvûd zikretmiş bulunmaktadır. Diğer yerlerde hadis Um Se­leme yoluyladır.

[289] İbn Abdi'1-berr, tt-Temtıîd, XXII, 277'deki açıklaması ışığında böylece tercüme edildi.

[290] Burada: ibaresini terceine etmekte zorlandığımız gibi; bu ifadelerin ak­tarıldığı ve biraz sonra yerine ibaret edeceğimiz et-Temhîd'de de bulunmamaktadır.

[291] İbn Abdi'l-Berr, et-Ttmhîd, 270-277. Ayrıca bk. elîstizkâr, XXIII, 59-65.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/366-369.

[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/369.

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/369-370.

[294] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/370.

[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/370-371.

[296] Ancak Hanefiterin bu husustaki görüşü böyle değildir. Meselâ, el-Cessâs şöyle demek­tedir: "... Erkek köle, hanımefendisinin saçına bakamaz. Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarının görüşü hudur. Mahrem bir kimse olması müstesna... Çünkü (bakma­sının) haram oluşu bakımından köle île hür arasında fark yoktur. Hanımefendinin kö­lesine haram oluşu ebedî olmadığı için köle de diğer yabancı erkekler gibidir." (Ah-k&mu'l-Kuı'ân, III, 318).

[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/371.

[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/371-372.

[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372.

[300] Ancak, zamirler 26 adettir,

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372.

[301] Aynı âyetin devamı olduğundan biz de başlık numaralarını 23'ten itibaren devam et­tirmeyi uygun bulduk.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372

[302] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372

[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/372-373.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/373-374.

[305] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/374.

[306] Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesât, Nikâh 4; Dârimi, Nikâh 3; Müsned, II, 158,

[307] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/374.

[308] Ebû Dâvûd, Edeb 121; Afüsned, VI, 29.

[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/374-375.

[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/376.

[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/376-377.

[312] Tirmizi, Fedâilu'l-Cihâd 20; JVesdî, Nikâh 5, Cihâd 12; İbn Mâce, İlk 3; Afiisned. II, 251  437.

[313] Buhârt, Rikaak 15; Müslim, Zekât 120; Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce, Zühd 9; Müsned II, 243, 261, 315, 390, 438, 443, 539, 540.

[314] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/377-378.

[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/378.

[316] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/379.

[317] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/379-380.

[318] Otuzikinci âyet, beşinci başlıkta da geçmiş bulunan bu hadisin kaynaklan orada gös­terilmiş htılnnmakladır.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/380.

[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/380.

[320] Buhâri, Savm 10, Nikâh 2, 3; Müslim, Nikâh 1; Nesât, Siyam 43; İbn Mâce, Nikâh 1; Dâ-rimî, Nikâh 2; Müsned, I, 57, 378, 424, 425, 432.

[321] "Sizin ikiyüz,(yılın)dan sonra en hayırlınız..." anlamında: el-Aiîzî, es-Siracu'l-Munîr Şer-hu'l-Cûmi'i's-Sagir, II, 253, senedinin zayıf olduğu kaydıyla. Uydurma olduğu da söy­lenmiştir. Bk. el-Adûnî, Keşfu'l-Haf&, I, 386-387.

[322] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/380-381.

[323] Açıklamalar aynı âyetin devamına ait olduğundan dolayı, merhum mufessirin yaptığı şekilde değil de, başlık numaralarını "bef"ten itibaren devam ettirmeyi uygun bulduk.

[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/381.

[325] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/381-382.

[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/382.

[327] Buhârî, Mukâtib 1

[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/382-383.

[329] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/384.

[330] Buhârl, Şurût 13, Buyu' 73, Mukâtib 3; Müslim, Itk 6-8; Ebû Dâvûd, Itk 2; Nesût, Bu­yu' 86; İbn Mâce, Itk 3; Muvattâ, Itk 17; Müsned, VI, 213.

[331] Bir önceki kaynakta gösterilen yerler.

[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/384-385.

[333] Biraz sonra gelecek açıklamalardan da anlaşılacağı üzere mukaıaa belirli bir miktarı der­hal ve peşin ödemek üzere anlaşmak demektir.

[334] Buhârl, Mukâtih 1

[335] Buhârl, aynı yer.

[336] Buhûrt, Mükâtib 3

[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/385-387

[338] Ebû Davûd, Itk 1; Tirmizt, Buyu' 35; İbn Mâee, İtk 3; Müsned, II, 178, 184, Z06, 209.

[339] Ebû Dâvûd, İtk 1.

[340] Nesâi, Kasâme 39; Tirmizi, Buyu' 35; Müsned, I, 94, 104, 260, 292, 363 (kısmen)

[341] Ebû Dâvûd, Itk 1; Tirmizî, Buyu' 35; İbn M&ce, Itk 3; Müsned, VI, 289, 308, 311

[342] Meselâ: Buhârî, Itk 8, Buyu1 3, 100...; Ebû Dâvûd, Talâk 34; Nesât, Talâk 48, .49; İbn Mâce, Nikâh 59; Dârimî, Nikâh 41; Muvattâ', Akdiye 20; Müsned, IV, 5, VI, 37, 129...

[343] Otuzbirincî âyet, ikinci başlıkta da geçmiş bulunan bu hadisin kaynakları için oraya ba­kınız.

[344] Bu hadis de daha önce otuzbirinci âyet, ikinci başlıkta geçmişti. Kaynakları için oraya bakınız.

[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/387-389.

[346] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/390.

[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/390-391.

[348] Buhâri, Mukâtib 3

[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/391-393.

[350] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/393.

[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/393-394.

[352] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/394-395.

[353] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/395.

[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/395-396.

[355] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/396-397.

[356] Müslim, Tefsir 26; Suyfttî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 192-194.

[357] Müslim, Tefsir 27.

[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/397-398.

[359] Buhârî, Teheccüd 1, Deavât 10, Tevhîd 8, 24, 35; Müslim, SalâtıVl-Müsâfirîn 199; Ebû Dûvûd, Salât 119; Tirmizt, Deavât 29; Nesâl, Kıyâmu'l-leyl 9; îbn Mâce, İkâmetu"s-Sa-lât 180; Dârimî, Salât 169; Muvatta, Kur'ân 34; Müsned, 1, 298, 308.

[360] Müslim, İman 292, Müsned, V, 147.

[361] Bu lafız ve bu manada hadis olarak tespit edemedik. Ancak: "Zeytin yağını yeyin ve on­dan sürünün, çünkü o, mübarek bir ağaçtandır" anlamındaki hadisi: Tirmizî, Et'ime 43; îbn Mâce, Et'ime 34; Dûrimî, Et'îme 20; Mü&ned, III, 494'de rivayet etmişlerdir.

[362] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/398-410.

[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/411.

[364] Bu takdire göre anlam: O kandiller... evlerdedir, anlamında olur.

[365] ve

[366] Mescid'e gidenlerin günahlarının bağışlanması gibi bir takım mükâfatlarla ödül­lendirileceğine dair pekçok rivayet bulunmakla birlikte, bu manada Peygamber'den ge­len bir rivayet tespit edemedik.

[367] Hadis olarak tespit edemedik.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/411-413.

[368] İbn Mâce, Mesâcid 1. Yakın lafızlarla vârid olmuş benzeri rivayetler: el-Heysemî, Mec-mau'z-Zevâid, II, 7-8.

[369] el-Aclûnî. Rtşfu'l-Hafâ, I, 253'te, Aliyyu'l-Karîden naklen, böyle bir hadisin bulunma­dığım zikretmektedir.

[370] İbn Mâce, Mesâcid 9

[371] Ebû Dâvûd, Salât 13; Tirmizl, Cumua 64; İbn Mâce, Mesâcid 9-

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/413-414.

[372] Ebü Dûvûd, Salât 12; Nesâî, Mesâcid 2; İbn Mâce, Mesâcîd 2; Dârimi, Salât 123; Müsned, III, 134, 145, 152, 230, 283.

[373] Buhârl, Saiât 62.

[374] Ebû Dâvûd, Salât 12.

[375] el-Azizi,  es-Sirâcu'l-Muntr Şerhu'l-Câmi'i's-Sağtr, I, 127, "zayıf olduğu" kaydıyla.

[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/414-415.

[377] Buhâri, E2ân 160; Müslim, Mesâcid 68; Ebû Dâvûd, Efîme 40; Dârimî, Et'ime 21; Müs-ned, II, 13, 20, Buharı, Mflstim ve Dârimî'de bu gazvenin Tebûk değil, Hayber olduğu kaydedilmektedir,

[378] Müslim, Mesâcid 72-74; Tirmizî, Efime 13; Nesâî, Mesâcid 16; İbn Mâce, tkâmetus-sa-lât 58; Müsned, II,

[379] Müslim, Mesâcid 78; Nesâî, Mesâcid 17; İbn Mûce, tkâmetus-Salât 58, Et'ime 59; Müs-ned, I, 28.

[380] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, VI, 423. Ancak İbn Abdil-Herr, sözünü ettiği hocasının adı gerek burada, gerek, el-İstizkâr, I, 394te: "Abdıılmelik b. Hişam* olarak değil de, "... Abdulmelik b. Hâşim..." olarak kaydedilmektedir.

[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/415-417.

[382] Hadis olarak kaynağım tespit edemedik.

[383] Tirmizl. Tefsir 9. sûre 9: İbn Mâce. Mesâcid 19; Dârimt, Salât 23; Müsned, HI, 68, 76.

[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/417.

[385] Müslim, Mesâcid 80-81; İbn Mâce, Mesftcid 11

[386] Buhâri, Ecleb 35; Müslim, Tahâre 98, 199; Nesâî, Tahâre 45, Miyâh 2; îbn Mâce, Tahâ-re 78; Müsned, III, 191, 226.

[387] Müslim, Tahâre 100; Müsned, III, 191.

[388] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/417-419.

[389] Tirmizî, Salât 123. Hadis ayrıca: Nesâl, Mesâcld 23; lbn Mâce, Mesâcid 5'de de yer al­maktadır. .

[390] Müslim, Mesâcid 5

[391] Hadisin senedine bakıldığında ei-Alâ h. Kesîrin ismen zikredil meçi iği görülecektir. Kfln-yesi verilen Ebû Saîd, el-Alâ b. Kesîr'in kendisidir. İlk. ez-Zehebî, Mîzûnu'l-İtidât, IV, 24; îbn Hacer, Tekztbul-Tekzîb, VIII, 170.

[392] Bk. Zehebî, Maûnu'l-l'tidût, V, 149; tbn Hacer, Tehzîbul-Tehzîb, IX, 379-Î80.

[393] Tirmizî. Salât 123-

[394] Dârakutnî, IV, 155

[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/419-421.

[396] Müslim, Mesâcid 79; Ebû Dâvûd, Salât 21; İbn Mâce, Mesâcid 11; Müsned, II, 349, 420.

[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/421-422.

[398] Buhârî, Salât 5HT Meviikîtus-Salâ 41; Müsned, I, 197, 19S.

[399] Buhârî, Salât 58; Müslim, Fedâikı's-Sahâbe 140; Nesâî, Mesâcid 29.

[400] Buhârî, Salât 57.

[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/422-423.

[402] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 68; Bbü Dâvûd, Salât 18; Nesâî, Mesâcid 36; İbn Mâce, Me-sâcid 13; Zİâriml, İsti'zân 56; Müsned, III, 497, V, 425.

[403] Ebû Dâvâd, Salât 18.

[404] İbn Mâce, Mesâcid 13; Tirmizİ, Salât 117.

[405] An Mâce, Mesâcid 13

[406] Ebû Dûvûd, S-AİÂt 18

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/423-424.

[407] Buhârl, Salât 60; Müslim, Salâtul-MÜsâFirîn 69; Ebû Dâoüd, Salât 19; Tirmizi, Salât 118; Nesâî, Mesâcid 37; Dârimi, Salât 114; Muvatta, Kasru's-Salât 57; Müsned, V, 295, 296, 303, 305, 311

[408] Müslim, Salâtu'l-Mü-sâfirûn 70; Müsned, V, 305.

[409] ez-Zehebî, Mîzânu'l-Hidâl, I, 74.

[410] Bk. ez-Zehebî, aynı yer.

[411] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/424-425.

[412] İbn Mâce, Mesâcid 9

[413] Hadis olarak tespit edemedik. Bir temriz siğası olan "nıviye; rivayet edildi' tabirinin kullanması dikkatten kaçmamalıdır.

[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/425.

[415] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/425-427.

[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/427.

[417] Ebû Dâvûd, Salât 48 " 

[418] Bukâri, Ezan 37; Müslim, Mesâcid 285; Uüsned, II, 509

[419] Ebû Dâvûd, Salât 48; Tirmizl, MevâkûtuVSalât 51; İbn Mâce, Mesâcid 14.

[420] Bu fazlalığı hadis olarak teshit edemedik.

[421] Müslim, Mesâcid 282.

[422] Buhârî, Eîan 30, Salât 87, Buyu1 49; Müslim, Mesâcid 282; Ebû Dâvûd, Salar 48; İbn Mâte, Mesâcid 14.

[423] Müslim, Mesâcid 274; Ebû Dâvûd, Salât 20

[424] Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, 6433, zayıf hadis olduğu kaydıyla.

[425] el-Heysemî, Mecmâu'zZevâd, II, 22.

[426] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 24; "râvileri arasında hadis uyduran birisinin bulun­duğu" kaydıyla

[427] Hadis olarak tespit edemedik,

[428] Darakutnî'de tespit edemedik.

[429] Buhârî, Salât 67

[430] Buhari, Salat 37; Müslim, Mesâcid 55-56; Ebû Dâvûd, Satât 22; Tirmizî, Cuma 49; Nesâî, Mesâeid 30; Dârimî, Salât 116; Müsned, III, 109, 173, 183..., V, 260

[431] Müslim, Mesâcid 57; îbn Mâce, Edeh 7; Müsned, V, 178, 1Ö0.

[432] EbûDâvûd, Salât 22

[433] Ebû Dâvud, Salât 22

[434] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/427-431.

[435] Ebû Dâvûd, Salât 53

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/431.

[436] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 207-208

[437] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/431-432.

[438] Daha önce beşinci başlıkta geçmiş olan bu rivayet ile ilgili not orada görülebilir.

[439] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/432-433.

[440] el-Mâverdi, en-Nuket ve'l-Uyûn, IV, 108. Eserin muhakkiki ilgili notunda bu hadisi her­hangi bir kaynakta tespit edemediğini söylemektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/433-435.

[441] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/435-437.

[442] "Dalgalı olduğu zamaiTanlamındakL fiil olan; "izel-tecce" yerine; yine aynı anlamı ifa­de eden: '"inde'dticâcihî" ve "ize'rtecce" şeklinde; Müsned, V, 79, 271.

[443] Buna göre meal şöyle olur: Onların üzerinde de karanlık bulutlar vardır. Biri diğerinin üstündedir...

[444] Bu okuyuş ise biraz sonra geleceği üzere birinci "karanlıklar" kelimesinin tekidi veya bedeii olur.

[445] es-Sa'lebînin çokça uydurma hadisi eserine kaydettiği bilinen bir husustur. 3u rivaye­tin de bu kabilden olduğu açıkça görülmektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/437-441.

[446] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/442-443.

[447] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/443-449.

[448] Müslim, Zühci 60; Müsned, VI, 153

[449] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, II, 195

[450] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/449-451.

[451] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/451-452.

[452] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/452.

[453] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/452-453.

[454] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/453.

[455] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/453.

[456] Benzer rivayetler ve değerlendirmeler için hk.- el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, [V, 198  Ayrıca hk. el-Mâverdi,  en-Naket ve'l-Uyûn, IV, İlâda muhakkikin 2 no'lu notu.

[457] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/454.

[458] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/454-455.

[459] Sadece kıssanın sonunda işaret edilen hadis için: Bukârt, Ta'bir 11; Müslim, Mesâcid 5-8; Tirmizî, Siyer 5. Ayrıca bk.: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevûid, I, 169.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/455-456.

[460] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/456-457.

[461] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/457-458.

[462] el-Vâhîdî, Esbâbu NüzÛli'l-Kur'&n, s, 338; Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 217.

[463] Ebû Dâuûd, Sünne 8; Tlrmizl, Fiten 48, Müsned, V, 220, 221. .

[464] Ebû Dâvûd, Sünne 8; Tirmigt, Piten 48; Müsned, V, 220, 221.

[465] Müslim, Fiten 19; Ebû Dâuüd, Fiten 1; Tirmizl, Filen 14; îbn Mâce, Fiten 9; Müsned, V, 278, 284.

[466] Âyetin bitarafında tamamı zikredilen bu rivayetin kaynaklan da orada gösterilmiştir.

[467] Buhârî, Menâkıb 25, Menâkıhu'l-Ensâr 29, İkrah 1; Müsned, V, 111, VI, 395.

[468] Buhârî, Cenâiz 37, Menâkıbu'i-Ensâr 49, Ferâz 6; Müslim, Vasiyjret 5; Muvatta, Vasiyet 4.

[469] Buharî, Menâkibu'l-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441; Tinnizî, Hacc 103; Nesâİ, Taksir 4; Müs-ned, V, 53.

[470] Manayı etkilemeyen cüzî bazı lafzî farklılıklarla: Müsned, VI, 4.

[471] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/458-464.

[472] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/464.

[473] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/464-465.

[474] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/465-466.

[475] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/466.

[476] Leys b, Ebi) Süleym: H. 141 veya 142 yılında vefat etmiş, salih bir zar olmakta birlikte, kanıt olmaksızın hatalı rivayetlerde bulunmuş ve çeşitli bakımlardan tenkide maruz kal­mış birisidir. Geniş bilgi için bk. tbn Hacer, Tehzlbut-Tehztb, VIII, 417-419.

[477] Ebû Dâvûd, Edeb 129-130

[478] Ebû Dâvûd, Edeb 129-130

[479] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/466-468.

[480] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/468.

[481] Bazı lafzî farklarla: d-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, s. 339. Ancak merhum müellif "âyetin MekkI olduğunu söylemekle, hu rivayeti pek güvenilir bulmadığını ima etmek­tedir.

[482] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/468-469.

[483] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/469-470.

[484] Ebû Dâvûd, Tahâre 38; TirmUi, Tahâre 69; Nesâî, Tahâre 54, Miyâh 8; İbn Mâce, Ta­hâre 32; Dârimî, Vudû' 58; Muvatta', Tahâre 13; Müsned, V, 296, 303, 309.

Rivayetlerin bir kısmında merhum müfessirimizin naklettiği şekilde "ev; yahut, veya" bir kısmında ise "ve" İledir. Türkçe'de bu fark, çoğulların müzekker (eril) ya da milzekker dişiî oiması fark etmediği için, bu edatın böyle olması da fark etmez. Ancak Müsned, V, 3O3'te hâvilerden Lshâk b. İsa'nın "ve*1 yerine "ev..." diye rivayet ettiği belirtilmek­tedir.

[485] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/470-471.

[486] Müslim, Mesâcid 228, 229; Ebû D&vüd, Etleb 78; Nes&î, Mevâkît 23; Müsned, II, 19, 144, V, 55.

[487] Buharı, Mevâkîtu's-Salât 20

[488] Buharı, tyevâkîtu's-Satât 20

[489] Buhâri, Mevâkît 20: "Peygamber akşam ile yatsıyı kıldı' anlamında.

[490] Buharı, Ezan 9, 32, Şehâdât 30; Müslim, Salar 129; Nes&î. Mevâkît 22, Ezan 31; Muoat- la' Salâtırl-Cemaa 6, Nida 3; Müsned, II, 278, 303, 375, 533, VI, 80

[491] Müslim, Mesâcid 227; Müsned, V, 89, 105.

[492] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/471-473.

[493] İbn Mâce, Mesâcid 18. Hadisin akabinde kaydedilen Zevâid'deki bilgiye göre, hadis hem mürsel, hem zayıftır. Çünkü Umâre, Enes ile karşılaşmamış, İsmail de tedlis yapar (ha­disteki hususları giz!er)di. Merhum Kurtubînin senedi özellikle kaydetmesinin sebebi de bu olmalıdır.

[494] Müslim, Mesâcid 260: Tîrmizî. Salât 51: Müsned. I. 58. 86

[495] Dârakutnt, III, 194.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/473-474.

[496] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/474.

[497] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/475.

[498] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/475.

[499] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/475-476.

[500] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/476.

[501] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/476.

[502] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 222.

[503] Müslim, Libas 125, Cennet 52; Muvatta, Libâs 7 (sadece kadınlarla İlgili kısmı); Müs-ned, II, 356, 440.

[504] Buhârl, İmân 15, Ta'bîr 17, 18, Fedâilu Ashabi'n-Nebîy 6; Müslim, Fedâiiu's-Sahâbe 15; Tirmiîî, Ru'yâ 9; Nesâî, İmân 18; Dârimi, Rıt'yâ 13; Müsned, III, 86,V, J74.

[505] Tirmizi, Menâkıb 18; İbn Mâce, Mukaddime 11, hadis no: 112; Müsned, VI, 75, 87, 114, 149.

[506] Buhâri, Nikâh 17; Müslim, Zikr 97, 98; Tirmizl, Etleh 31; İbn Mâce, Fiten 19; Müsned, V. 200. 210

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/476-479.

[507] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/479-480.

[508] Buhârt, Lukata 8; Müslim, Lukata 13; Ebû Dâvûd, Cihâd 86; Ibn Mâce, Ticârât 68; Mu-uattâ', tsti'zân 17; Müsned, II, 6, 57.

[509] lbn Abbas'ı görmediği konusunda ilim adamiarı ittifak etmiş görünüyor. Bk. İbn Hacer, Tekztbu't-Tefıztb. VTI, 298-299

[510] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 224

[511] Bıırdan itibaren en-Nerıhâs'tan hadis-i şerifte geçen ve hep birlikte sefere çıkmak de­mek olan "îâb" lafzı İle "kötürümler*1 dernek olan "damnâ" kelimeleri ile ilgili beş-altı satırlık lugavî açıklama aktarmaktadır. Âyetin tefsiri ile doğrudan alakalı olmadığı için ayrıca tercüme edilmemiştir.

[512] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/480-482.

[513] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/482-483.

[514] Ebû Dâvûd, Buyu' 77; İbn Mâce, Ticârât 64

[515] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/483-484.

[516] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/484.

[517] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/484-485.

[518] Şair de burada "arkadaşlar" anlamında tekil olarak "sadık" kelimesini kullanmıştır.

[519] Müsned, V, 72

[520] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/485-486.

[521] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/486-487.

[522] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/487.

[523] Buhâri,.Ef ime 7. Elimizdeki basılı Buhârî nüshalarında bab başlığı, âyet-i kerimeden ibarettir. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, IX, 439'daki başlık ise -mana geliştiren tek kelime­lik bir ziyade dışında müessirimizin zikrettiği ile aynıdır.

[524] Ebul-Ferec İhnul-Cevzî, Ğaribu'l-Hadts, Beyrut 1405/1985, II, 444; İbnul-Esir, en-Ni-hâye, V, 135.

[525] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/487-489.

[526] Müslim, Eşribe 103; Ebû Dâvüd, Et'ime 15; îbn Mâce, Dıta 19; Müsned, HI, 346.

[527] Ebû Dâvûd, Edel-s 103. Ebû Dâvûd'cta hadisin rSvisi Ebû Malih d-Eşcaî olarak değil, Ebû Mâ] ih e 1 -Eş'arî olarak zikredilmektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/489-491.

[528] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/491.

[529] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/491-492.

[530] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/492.

[531] Ebû Davûd. Virr 1\ TVrmirî. neavâr 1(19- 1hn Mhre  Mpnüsilc

[532] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/492-494.

[533] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/494-496.

[534] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/497.