Bu sûrenin bütünü
Medeni 'dir 62 veya 64 ayettir.
"(Bu)
indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir.Onda, açık açık
ayetler indirdik. İyice belleyip ibret alasınız diye"
(Nur, 1).[1]
Kıraat imamlarının
hepsi, "sûre" kelimesini ref ile okurlarken, Talha bin Musarnf, nasb
ile okumuştur. Bunu ref ile okuyanların kıraatini izah için, ekseri âlimler
söyle derler: "Nekirenin mübtedâ olması caiz değildir. Buna göre ifadenin
takdiri, "Bu, İndirdiğimiz bir sûredir" şeklindedir. Yahut da biz
deriz ki: fadesi, sıfat ve mevsuftan müteşekkil bir mübtedadır, haberi
mahzuftur ve takdiri "Sana vahyettiklerimiz arasında indirdiğimiz şu sûre
de bulunmaktadır" şeklindedir. Ahfeş ise: "Nekirenin mübtedâ olması
yadırganacak bir şey değildir. Binâenaleyh buradaki "sure" kelimesi
mübtedâ "Onu indirdik" ifadesi ise onun haberidir" demiştir.
Bu kelimeyi mansub
okuyanlar, fiil manasından Ötürü mansub okumuşlardır. Buna göre ifade, ftjjl*
iji^/sûreye tâbi olunuzYahut, "sûreyi okuyunuz" yahut da "Biz
bir sûre indirdik" takdirindedir.
.
"Sûre"
nedir, "İnzal" (indirme) nedir?" meselelerinin izahı daha Önce
geçmişti.
[2]
Eğer,
"inzal" ancak yukarıdan aşağı doğru olur. Dolayısıyla bu, "Allah
Teâlâ'nın bir tarafta olduğunu gösterir" denilirse, biz deriz ki: Buna
birkaç açıdan cevab verilir:
a) Cebrail (a.s), o sûreyi Levh-I Mahfuzdan
ezberleyip alıyor, sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'e indiriyordu. İşte bundan ötürü
mecazen, "indirme" (inzal) kelimesi kullanılmıştır.
b) Allah Teâlâ, o sûreyi ümmü'l-kitab (kitablann
anası, kaynağı olan Levh-i Mahfuz)dan, en yakın semâya (1. semaya) toptan
indirmiş, sonra da onu, Cebrail
(a.s) vasıtası ile
kısım kısım (parça parça) oradan indirmiştir.
c) Bu,
"Biz onu peygambere verdik" manasındadır. Bu tıpkı, kölenin efendislyle
konuşurken, "Efendime ihtiyacımı yükselttim, yani sundum" demesi
gibidir. Aynen bunun gibi, efendiden köleye olan şeyler de, "inzal"
(İndirme) ifadesiyle anlatılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, ''Güzel kelimeler ancak
O'na yükselir. O (kelimeleri) de iyi ameller yükseltir1' (Fatır, 10)
buyurmuştur.
[3]
Ayetteki "Onu farz kıldık" ifadesine
gelince, meşhur olan bu fiilin seddesiz okunmasıdır. İbn Kesir ve Ebu Amr ise,
bunu şeklinde şeddeli okumuşlardır. Şeddesiz okunuşa göre, farz, ölçüp biçmek,
kesmek, takdir etmek manalarına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, 'Tarzettiğinizin,
yani takdir ettiğiniz miktarın yarısı onlarındır" (Bakara, 237) ve
"OKur'an'ı seninüzerine farz kılan, yani takdir eden (Allah)..."
(Kasas, 85} buyurmuştur. Fakat sûrenin "farz edilmesi" mümkün
değildir. Çünkü sûre varlık âlemine girmiştir. Var olanı, var iken yeniden var
etmek imkansızdır. Dolayısıyla ayetteki bu ifadenin, "Biz, o sûrede beyân
edilen (hükümleri) farz kıldık" manasında olması gerekir. Cenâb-ı Hak bu
ifadeyi kullanmıştır, çünkü bu sûrede yer alan şeylerin çoğu hüküm ve hadd
(ceza) babmdand\r. İşte bundan ölürü, "sûre" kelimesinden sonra,
"Onu farz kıldık" ifadesini getirmiştir.
Bu fiilin şeddeli
okunuşuna gelince, şedde mübalağayı ve teksiri, yani çokluğu ve fazlalığı ifade
eder. Mübalağaya gelince bu, sûrede elen alınanların bir takım haddler
(cezalar) ve hükümler olması açısındandır. Binâenaleyh bütün bunların kabul
edilebilmesi için, bunların farz olduğunu iyice ve kuvvetlice ifade etmek
gerekir. Teksir (çok oluş) da şu iki sebebten ötürüdür:
a) Allah
Tealâ bu sûrede, çeşitli hükümleri bildirmiştir.
b) Hak Teâlâ, bu hükümleri bütün mükelleflere,
ömürlerinin sonuna kadar farz kılmıştır.
Hak Teâlâ'nın
"Onda açık açık ayetler indirdik" ifadesine gelince, bu hususta şu
izahlar yapılabilir:
a) Allah
Teâlâ, sûrenin başında, çeşitli hüküm ve haddlerden, sonunda ise tevhid
delillerinden bahsetmiştir. Dolayısıyla O'nun "Onu farz kıldık' ifadesi
sûrenin başında bildirdiği o hükümlere; "Onda açık açık ayetler
indirdik" ifadesi de, sûrenin sonunda beyân ettiği tevhid delillerine
işarettir. Bu izahı ayetteki öjJS*Âî föti "İyice belleyip ibret alasınız
diye.." cümlesi de destekler. Çünkü hükümler ve şer'i esaslar, henüz
muhataplarca bilinmiyordu ki hatırlanması da söz konusu olsun. Fakat tevhidin
delilleri, zahir oldukları için, sanki onlara malum gibi idi. İşte bundan Ötürü
onlar, bu delilleri hatırlamak, bunlar üzerinde tefekkür edip ibret almakla
emrolunmuşlardı.
b) Ebû
Müslim şöyle der: "Buradaki "açık açık ayetler" ile, sûrede ele
alınan haddlerin ve şer'i hükümlerin kastedilmiş olması mümkündür. Bu tıpkı,
"Rabbim, bana bir ayet ver..." (Allah) dedi ki: "Senin ayetin,
sapasağlam olduğun halde üç gece insanlarla konuşmamandır " (Meryem, 10)
ayeti gibidir. Hz. Zekeriyyâ (a.s), böyle söyleyerek, Rabbisinden kendisine bir
ameli farz kılmasını istemiştir.
c) Kadi
şöyle der: "Bu sûre, bazı farzları kapsadığı gibi, Cenâb-ı Hakk'ın beyân
edeceği, birçok başka konuyu da ihtiva etmiştir. Allah Teâiâ'mn bu konuları
beyânı tafsilatlı olacağı için, ayetlerini "açık açık ayetler" diye
tavsif etmiştir."
Hak Teâlâ'nın
"İyice belleyip ibret alasınız diye..." ifadesindeki fiil, şeddeli ve
şeddesiz zal ile okunmuştur. kelimesinin manasının izahı, Bakara sûresinde
geçmişti. Kâdi şöyle der: "Bu kelime (için) manasınadır. Bu da, Hak
Teâlâ'nın, herkesin tezekkür etmesini (iyice belleyip ibret almasını)
istediğine delâlet eder."
Buna şöyle cevap
verilir: "Eğer Allah Teâlâ herkesten böyle yapmasını istemiş olsaydı, o
zaman onları günaha sevkedecek sebebleri kuvvetlendirmezdi. Bu kuvvet
kazandırma olmamış olsaydı, o zaman bir işin, bir müreccih olmadan meydana
gelmesi gerekirdi. Bu da caiz olsaydı, o zaman imkân ve hudûs delilleriyle,
müreccihin varlığına istidlal etmek mümkün olmazdı. Dolayısıyla bir yaratıcının
olmadığı neticesine varılırdı. Durum böyle olunca da (Umulur ki, belki)
kelimesini, Bakara Sûresi'nde zikredilen manalara hamletmek gerekir. (Bakara,
21).[4]
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûrede pek çok hükümden bahsetmiştir: Birinci Hüküm şudur:
"Zina eden kadın
ve zina eden erkeğe, bunlardan herbirine yüzer değnek
vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız,
Allah'ın dinini onlara
uygulamanıza
merhametiniz mani olmasın. Mü'minlerinden bir zümre de
bunların cezalandırılmasına şâhid olsun"
(Nûr, 2).
Bil ki ayetteki
ifadeleri Halil ve Sibeveyh'e göre "2âni ve zaniye (ile ilgili hüküm),
Allah'ın size farz kıldığı şeylerdendir". Yani, "Onlara celde
vurun" manasında olmak üzere, haberleri mahzûf mübtedadırlar. Ayetteki (değnek
vurun) kelimesinin bunların haberi olması da mümkündür. Bu iki kelimenin
başındaki elif-lâmlar, şart manasını taşıyan (kim) manasına oldukları için,
haberlerinin başına fâ gelmiştir. Çünkü ifadenin takdiri "Hangi kadın ve
erkek zina ederse, onlara değnek vurun" şeklindedir. Bu tıpkı senin,
"Kim zina ederse, ona değnek vurun" demen gibidir. Bu iki kelime,
zahirde olan fiilin açıkladığı mukadder bir fiil ile (iştigâl ile), mansub
olarak da okunmuşlardır. Yine yâ'sız olarak
şeklinde de okumuştur.
Bil ki bu ayetle
ilgili söz, şu iki çeşitte toplanır:
a) Şer'î hükümlerle alâkalı olanlar:
b)
Akliyat (aklî delillerle) ilgili olanlar...
Şimdi biz bu iki konuya, inşaallah, gücümüzün yettiğince eğilelim:
[5]
Birinci çeşit: Bu,
şer'î hükümlerle ilgili olanlardır. Bil ki zina haramdır ve büyük
günahlardandır. Buna şunlar delâlet eder:
1) Allah Teâlâ, "Onlar Allah'ın yanında
başka bir tanrıya daha tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymazlar, zina etmezler. Kim bunlardan (birini) yaparsa, cezaya çarpar"
(Furkan, 68) ayetinde, zinayı, şirk ve cana kıyma ile birlikte zikretmiştir.
Yine Hak Teâlâ, "Zinaya yaklaşma! Çünkü o bir hayasızlıktır, kötü bir
yoldur" (Isra, 32) buyurmuştur.
2) Allah Teâlâ, iftira ve içki içme cezasının aksine,
zinada tam yüz değnek vurulmasını farz kılmış, bu hususta recmi (taşlayarak
öldürme) hükmünü getirmiş, mü'minleri bu hususta merhamet etmekten nehyetmiş,
teşhir için, bir grubun uygulanan cezaya şâhid olmasını emretmiş ve o gurubun
mu'minlerden olması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü fasıklar kendi kavimlerinin
salih kişilerinden daha fazla utanıp ders alırlar.
3) Huzeyfe (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir.
"Ey
insanlar cemaati, zinadan sakmm. Çünkü onda, üçü dünya, üçü de âhiret ile
ilgili altı özellik var. Dünya ile ilgili olanlar şunlardır: O, an-namasu,
vakan yok eder, fakirlik getirir ve ömrü noksanlaştırır. Ahiretle ilgili
olanlar ise, Allah 'm gazabı, kötü bir hesap ve cehennem azabıdır."
Abdullah (b. Mea'ud)
(r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ey Allah'ın Resulü Allah
katında hangi günah büyüktür?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "O
seni yaratmış olduğu halde, O'na şirk koşman" cevabını verdi. Ben,
"Sonra hangisi?" dediğimde o, "Seninle beraber (rızkını) yer
korkusuyla, çocuğunu öldürmen" dedi. Ben, "Sonra hangisi?"
dediğimde de, "Komşunun hanımıyla zina etmendir" buyurdu.[6]Bunun
üzerine Allah Teâlâ, bu sözü tasdik için, "Onlar Allah'ın yanında başka
bir tanrıya daha tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymazlar,
zina etmezler" (Furkan. 68) ayetini indirdi.
Bil ki tefsir etmekte
olduğumuz ayette, şu hususları incelemek gerekir:
a) Zinanın
mâhiyetini (ne demek olduğunu),
b) Zinanın
hükümlerini,
c) Zinanın,
o hükümleri gerektirmesi için, nazar-ı dikkate alınması gereken şartları,
d) Zinanın
yapıldığının anlaşılabileceği yolları,
e) Ayetteki,
"değnek vurun" emrinin muhataplarının kimler olduğu;
f) Zinada
emredilen recm ve celde cezalarının nasıl uygulanacağı konuları...
[7]
Birinci konu: Bu,
zinanın mahiyeti ile ilgilidir. Bazı âlimlerimiz, zinayı şeyle tarif
etmişlerdir: "Zina, bir cinsel uzvu, tabiat itibarıyla arzu duyulan ve
fakat kesinlikle haram olan bir ferce sokmak demektir." Bu konuyla ilgili
birkaç mesele var:
[8]
Âlimler, livataya
(homoseksüelliğe) de "zina" denilip,
demlemeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bazıları,
"Evet" demişler ve buna, hem
"nass"dan, hem "mana"dan
(dilden) delil getirmişlerdir. Nassdan delil, Ebu Musa'l- Eş'ârî
(r.aj'nin Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği şu
hadistir: "Erkek, erkeğe geldiğinde (livata ettiklerinde) ikisi de
zânidir."[9]Bu görüşte olanların
manadan delilleri İse şudur: Livâta, hem şekil, hem esas itibarıyla, tıpkı zina
gibidir. Şeklen zina gibi oluşu şundan dolayıdır: Çünkü zina, bir cinsel uzvu
tabiat itibarıyla arzu duyulan ve fakat kesinlikle haram olan bir ferce
sokmaktır. Dübür de, bir "ferc"tir. Çünkü kadının önüne fere
denilmesi, oradaki
boşluktan ötürüdür.
Aynı boşluk (yarık-delik), dübürde de vardır. Bu konuda söylenecek en ileri şey
şudur: Örfen livâtaya, zina denilmez. Fakat bu, dilin aslına, kelimenin
kullanılışına zarar vermez. Mesela "tıp" dan bir ilim olduğu halde,
"Bu tabib, fakat âlim değildir" denilmesi gibidir. Esas bakımından
olan benzerliğe gelince, zina, sırf haram yolla, tab'an arzu duyulan bir yerde,
şehveti teskin etmektir. Aynı durum, livatada da sözkonusudur. Çünkü o ön ve
arka, arzu duyulan mahallerdir. Zira bu iki yer, şehvetle ilgili, sıcaklık,
yumuşaklık ve giriş yeri darlığı gibi, Özellikler bakımından müşterektirler.
İşte bundan ötürü, bazıları "İnsan tabiatı, bu iki mahalli farklı görmez.
Haram ve helallik açısından, bunları birbirinden ayıran şeriattır"
demişlerdir. Bunlar, livâtaya da "zina" isminin verilebileceğini
söyleyenlerin delilleridir.
Ekseri âlimler ise,
İivatanın (haram olmakla birlikte), "zina" ismine dâhil olmadığını
söylemiş ve buna şu delilleri getirmişlerdir:
1) Yaygın
örfe göre, birisine livata, diğerine zina denir. Aslolan, bu örfe riayet
etmektir.
2) Bir kimse zina etmeyeceğine yemin etse, fakat
livatada bulunsa, yeminini bozmuş olmaz.
3) Sahabe, İivatanın hükmü hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Halbuki onlar, dili (Arapça'yı) iyi biliyorlardı. Binâenaleyh
eğer, livata'ya "zina" ismi veriliyor olsaydı, zinanın cezası
hususunda, Kur'ân'daki ayet onları ihtilaftan ve bu konuda ictihâd etmekten
alıkordu.
Birinci görüşte delil
getirilen hadise gelince, oradaki zina, "günah'1 manasına hamledilmiştir.
Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Kadın, kadına gelse (sevicilik
etseler), ikisi de zâniyedir"[10] ve
"Eller zina eder, gözler zina ec/er"[11]hadisleridir.
Birinci görüşe sahip olanların yaptığı kıyas (mukayese), uzak bir izahtır.
Çünkü ferce, her ne kadar boşluğundan ötürü "fere" adı verilmiş ise de,
her boşluk (ve yarık) bulunan şeye "fere" denmez. Aksi halde, ağzın
ve gözün de "fere" diye isimlendirilebilmesi gerekir. Hem sonra
Araplar, yıldıza parladığı için "necm" demişler ama, her parlayan
şeye "necm" dememişlerdir. Yine Araplar, ana karnındaki yavruya,
saklı ve gizli olduğu için "cenîn" adını vermişlerdir, ama her saklı
ve gözükmez şeye bu ismi vermemişlerdir.
[12]
Bil ki Şafii (r.h)'nin
livata hakkında iki görüşü vardır:
1) Bunlardan
doğrusu şudur: Livata yapana, zina cezası uygulanır. Binâenaleyh o kimse eğer
evli ise, recmedilir, bekâr ise, yüz değnek vurulur ve bir yıllığına sürgün
edilir.
2) Livata
yapanlar, ister evli-ister bekar olsunlar, ikisi de Öldürülür. Çünkü İbn Abbas
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kimi,
Lût (a.s)'un (kâfir) kavminin işi gibi iş yaparken bulursanız, faili de mefûlü
de öldürünüz'.[13]
Bu kişinin nasıl
öldürüleceği hususunda şu şekiller ileri sürülmüştür:
a) Onun boynu, tıpkı mürted gibi,
koparılmaksızın kesilir.
b) Taşlanarak öldürülür, yani recmedilir. Bu,
İmâm Malik, İmam Ahmed b. Hanbel ve İshâk (b. RAhû'ye)'nin görüşüdür.
c) Üzerine
duvar yıkılarak öldürülür. Bu görüş Hz. Ebu Bekir (r.a)'dan gelmektedir.
d) Dağın
tepesinden, uçurumdan aşağı atılarak öldürülür. Bu da Hz. Ali (r.a)'dan
gelmektedir. Onlar, bu görüşleri, Hak Teâlâ'nın, Lût (a.s)'un kavmini bu
şekillerde helak etmesinden ötürü söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"(Şehirlerinin) üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıkdan pişirilmiş
bir taş (yağmuru) yağdırdık" (Hicr, 74) buyurmuştur. Ebu Hanife (r.h)'ye
göre ise, livata yapana hadd vurulmaz, aksine ta'zir cezası verilir.
Livatada mefûl olana
ise, eğer akıllı baliğ ve gönüllü olarak bu işi yapmışsa, failin öldürüleceğine
hükmedersek, hadisten ötürü bu da aynen, failin öldürüldüğü gibi öldürülür. Yok
eğer, "faile zina cezası gerekir" hükmünü verirsek, o zaman, ister
evli-ister bekar olsun, mefûte yüz deynek vurulur ve bir yıl sürgün edilir.
Mefûlün, evli bir kadın olması halinde recmedilerek öldürüleceği söylenmiştir.
Ama bu hüküm yanlıştır. Çünkü o, arkasının kullanılmasına müsâde ettiği için,
"muhsan" olmaz. Binâenaleyh ona, erkeğin mefûl olması halindeki gibi,
zina cezası gerekmez.
Şâfli (r.h)'nin livata
yapanlara hadd gerektiği hususundaki delilleri şunlardır:
1) Livata,
ya mahiyet itibarıyla zinaya denktir, yahut da bu mahiyetin levazımı (ayrılmaz
vasıfları, esasları) hususunda ona denktir. Durum böyle olunca, ona zina haddi
gerekir. Bu mukaddimelerden (öncüllerden) birincinin izahı şöyledir: Hz. Peygamber
(s.a.s), "Erkek, erkeğe geldiğinde, ikisi de zânidir" buyurmuştur.
Binâenaleyh bu ifade, lûtilik yapanın da zâni olduğunu göstermektedir. Bir
mahiyete, "mutabıkı" olarak delâlet eden lafız (kelime), o mahiyetin
bütün levazımının husulüne de "iltizâm?" olarak delâlet eder.
Mutabık? ve iltizamı delâletler, delâlet etme bakımından aynıdırlar.
Dolayısıyla "zina" mahiyetinin mevcud olduğuna delâlet eden lafız,
aynı zamanda onun bütün levazımının (ayrılmaz vasıflarının) bulunduğuna da delâlet
eder. İşte bu noktada bakılır: Eğer zina ismi (mahiyeti), livatada da var ise,
o da, "zina eden kadın ve zina eden erkeğe, bunlardan her birine yüzer
değnek vurun" ayetinin hükmüne dâhil olmuş olur. Yok eğer livatada, zina
mahiyeti tahakkuk etmemiş ise, o zaman zina mahiyetinin levazımının bulunmuş
olması gerekir. Çünkü
bir mahiyetin
bulunduğunu gösteren kelimenin, o mahiyetin bütün levazımının da bulunduğunu
gösterdiği sabittir. Mahiyet hakkında, bununla amel edilmemiştir. Binâenaleyh
bunun, o mahiyetin bütün levazımına delâlet etme hususunda, amel edilen bir şey
olarak kalmaya devam etmesi gerekir. Haddin vâcib oluşu, zinanın levazımından,
(ayrılmaz vasıflarındandır), Binâenaleyh bu haddin, livata için de söz konusu
olması gerekir. Bu konuda, en ileri söz şudur: Hz. Peygamber (s.a.s)'ın,
"Kadın, kadına gelse (sevicilik etseler), ikisi de zâniyedir"
hadisinde, zina olarak bahsedilen durum için, bu hüküm uygulanmamıştır. Fakat
burada, bu hükümle amel etmemek, erkek-erkeğe olan durumda da amel etmemeyi
gerektirmez.
2) Lûtinin
katli vacip olup
onun recmedilerek öldürülmesi
gerekir. Bu mukaddimelerden
birincisinin delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Kim, Lût'un (kâfir)
kavminin işi gibi iş yaparsa, faili de mefûiü de öldürün" hadisidir. İkinci mukaddimenin delili ise şudur: Onu
öldürmek farz olduğuna göre, zina işlemiş olması gerekir. Aksi halde onu
öldürmek caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), "Bir müslümanın kanı,
ancak şu üç sebebin birinden ötürü helâl olur (öldürülür)" buyurmuştur. Konumuz
olan meselede, ne imandan sonra küfür (yani irtidâd), ne de haksız yere
birisini öldürmüş olma yoktur. Dolayısıyla, bu hadisede, evlilikten sonra zina
durumu olmamış olsaydı, Lûti'nin öldürüimemesi gerekirdi. Bu, evlilikten sonra
yapılmış zina sayıldığına göre, bu hadisten ötürü recm gerekeceği sabit olur.
3) Biz,
livatayı zinaya kıyas ediyoruz. Bu hususta, ikisinde de müşterek olan nokta ise
şudur: Tab'ı bir lezzet duyulduğu için, insanı zinaya sevkeder. Zina ise,
çirkin bir iştir. Dolayısıyla, yasaklanması uygundur. Zina haddi (cezası)da,
zinadan alıkoymaya münasib bir cezadır. Zina ile livata arasında şu iki
bakımdan fark vardır:
a) Zinada, insanı ona sevkeden pek çok sebeb
vardır. Binâenaleyh bunun meydana gelmesi, daha fazla fesada sebebiyet verir.
Bundan dolayt, zinadan caydırıcı şeylere daha fazla ihtiyaç vardır.
b) Zina,
nesebin bozulmasına, belirsiz hale gelmesine sebeb olur. Bunlar şehveti
kesilmemiş ihtiyar kadınlarla yapılan cinsi münasebette de bu iki hususun söz
konusu olmadığı söylenerek cevab verilir.
Ebu Hanife (r.h) de,
görüşüne şunları delil getirmiştir:
1) Lûtilik, daha önce de bahsedildiği gibi,
"zina" değildir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Bir
müslümanın kanı, ancak şu üç sebebin birinden ötürü helal olur" hadisinden
ötürü, öldürüimemesi gerekir.
2) Lûtilik,
ne şer'î bir engelleyici (caydırıcı) hükme ihtiyaç duyulma bakımından, ne de
cinayet (suç) olarak zinaya denk değildir. Binâenaleyh cezası bakımından da ona
denk olamaz. Şer'î bir engelleyiciye ihtiyaç duyulmama hususunda ikisi arasında
bir eşitliğin bulunmayışının delili şudur: Livataya, faili arzu duysa bile,
mefûlü, tab'an buna arzu duymaz. Fakat zina böyle değildir. Çünkü zinaya
sevkeden sebebler, her
iki tarafta da
mevcuttur. Zina ve Uvâtanın, suç olarak birbirlerinin dengi olmayışlarına
gelince, zinada nesebin kaybolması, belirsiz hale gelmesi söz konusudur.
Livatada ise böyle birşey yoktur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre,
Livatamn ceza bakımından, zinaya denk olmaması gerekir. Bir de delil, haddin,
zararı olduğu için, yürürlüğe konulmasını nefyeder.[14]
Fakat bu prensib ile zina konusunda amel edilmemiştir. Binâenaleyh bu prensibin
livata konusuda, aslı üzere devam etmesi gerekir.
3) Zinanın
cezası, sanki kadına verilmiş olan mehrin karşılığıdır. Binâenaleyh lûtilikte bir
mehir olmadığına göre, hadd (cezası) da olmaz.
Ebu Hanife'nin birinci
deliline şöyle cevap veririz: "Lûtilik, her ne kadar mahiyeti açısından
zinaya denk olmasa da, hükümleri açısından denktir" ikinci delile şöyle
cevab veririz: "Her ne kadar mefûl livataya arzu duymasa bile, bu failin
aşırı istek ve arzusundan dolayı yapılır. Çünkü insan, yasaklanan şeylere
meyyaldir. Üçüncü delile de şu şekilde cevap veririz: Bu ikisi arasında,
mutlaka müşterek bir nokta vardır. Allah en iyi bilendir.
[15]
Ümmet-i Muhammed,
hayvanlarla cinsi münasebette
bulunmanın haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Böyle bir münasebette
bulunanın cezası hususunda, İmam Şafii tarafından şu görüşler belirtilmiştir:
Bu kimseye, zina haddi
(cezası) gerekir. Binâenaleyh evli ise, recmedilir; bekarsa, yüz sopa vurulup,
bir yıl sürgüne gönderilir.
b) Evli de
olsa, bekar da olsa, bu kişi öldürülür. Çünkü İbn Abbas (r.a), Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir.
"Kim
bir hayvanla cinsi münasebette bulunursa, onu öldürün, onunla birlikte o
hayvanı da öldürün'[16]
Bunun üzerine İbn Abbaa'a, "Ya o hayvanın suçu ne?" denildiğinde o,
"Zannediyorum ki Hz. Peygamber (s.a.s) bunu sırf, maruz kıldığı o muamele
sebebiyle etinin yenilmesini mekruh gördüğünden ötürü söylemiştir,,diye cevap
verir.
c) Şafii'den
nakledilen en doğru görüşe göre -ki aynı zamanda Ebu Hanlfe, Mâlik, Sevri ve
Ahmet b. Hanbel (r.hm)'in de görüşüdür- o kimseye "ta'zîr" cezası
gerekir. Çünkü şer'î cezalar, nefsin temayül edip, arzu ettiği (bazı) şeylerden
onu caydırmak için meşru kılınmıştır. Bu fiil ise, nefsin (normalde) arzu
duyamayacağı şeylerdendir.
Alimler, İbn Abbas
(r.a)'dan rivayet edilen şu yukarıdaki hadisi, senedi zayıf olduğu için, zayıf
kabul etmişlerdir. Böyle bir hadisin var olduğu farz edilse bile, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den rivayet edilen şu rivayetle tezad teşkil eder: Hz. Peygamber
{s.a.s), yemek maksadının dışında, hayvanları kesmekten (Öldürmekten)
nehyetmiştir.
[17]
Kadınları fuhuşta
çalıştırarak haram kazanç elde etmenin, ölü kimse ile cinsi temasta bulunmanın
ve el ile istimna
yapmanın cezası
sadece tazirdir.
[18]
İkinci konu: Bu,
zinanın hükümleri hakkındadır. Bil ki İslâm'ın ilk yıllarında zinanın cezası,
evliler ve dullar için, müebbed hapis; bakire için ise söz ile eziyet vermekti.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı
içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet ederlerse, onları ölüm alıp
gotürünceye kadar, yahut Allah onlara bir yo!gösterinceye kadar, kendilerini
evlerde alıkoyun, (hapsedin). Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerin her ikisine de
eziyet edin. Eğer tevbe eder ve hallerini düzeltirlerse, artık onlara
(eziyetten) vazgeçin" buyurmuştur. Hak Teâlâ sonra bu hükmünü neshetti,
(evliler ve) dullar için cezayı recm, bekarların zina cezasını da yüz değnek ve
sürgün kılmıştır. Binâenaleyh şimdi bu iki meseleyi ele alalım:
[19]
Hariciler recmi kabul
etmezler ve bu hususta şu delilleri ileri sürerler:
a) Allah
Teâlâ, "O (cariyeler) evlendikten sonra bir
fuhuş irtikâb ettiler mi o vakit üzerlerine hür
kadınlar
üzerine olan cezanın
yansı (verilir)"(nim,25) buyurmuştur. Binâenaleyh eğer evlilere
recm cezası gerekseydi, kölelerin recminin, bunun yarısı
olması gerekirdi. Fakat
recmin yarısı olmaz.
b) Hak Teâlâ
Kur'ân'da küfür (inkâr), adam öldürme ve hırsızlık yapma gibi çeşitli günah ve
isyanlardan bahsetmiş, fakat bunların hükümlerini, zinanınki kadar tafsilatlı
bildirmemiştir. Baksana Cenâb-ı Hak, "Zinaya yaklaşmayın"buyurarak
zinayı yasaklamış, sonra da bütün günahlarda olduğu gibi, peşisıra bunun
cezasının cehennem olduğunu bildirmiş; üçüncü olarak sopalamaktan bahsetmiş;
dördüncü olarak da bir grub mü'minin ceza verilirken orada hazır olmasını emretmiş;
beşinci olarak "Allah'ın dini hususunda merhametiniz tutmasın"
ifadesi ile de, o zâniye acımayı nehyetmiştir. Sonra altıncı olarak, müslüman
bir kimseye zina iftirasında bulunana seksen değnek vurulmasını farz kılmış ve
böyle bir cezayı, zinadan daha büyük oldukları halde, katillik ve kâfirlik
iftirasında bulunanlar için vermemiştir. Yedinci olarak, "Onların
şâhjdliklerini ebediyyen kabul etmeyiniz" (Nûr, 4) buyurmuş; sekizinci
olarak da, kendi hanımına zina isnadında bulunan kimseler için mulâaneyi
(lanetleşmeyi) gerektiren ve (yalancı olanın) Allah'ın gazabına müstehak olması
gibi cezalardan bahsetmiş; dokuzuncu olarak zâniye bir kadını ancak zâni bir
erkeğin veya bir müşriğin alabileceğini söylemiş; onuncu olarak da zinanın
tesbiti için, dört şahit bulunması gerektiğini bildirmiştir. Binâenaleyh ister
az ister çok olsun zinanın hükümleri hususunda böylesine detaya inildiğine
göre, bunun hükümlerinin en ileri
derecesi
olan recmin ihmâl edilmesi, zikredilmemesi caiz olmaz. Eğer recm meşru kılınmış
olsaydı, izi ve tesiri çok olur, herkesçe bilinirdi. Allah Teâlâ, Kur'ân'da
bunu açıkça zikretmediğine göre, bu onun farz olmadığını gösterir.
c) Hak
Teâlâ'nın "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe, bunlardan herbirine yüzer
değnek vurun" ayeti, bütün zina edenlere celde vurulmasının farz olduğunu
gösterir. O zinâkârların bazısına, haber-i vahide dayanarak, recmin gerekli
olduğunu söylemek ise, Kur'ân'ın bu umûmi nassının (hükmünün), haber-i vâhid
ile tahsisini (sınırlandırılmasını) gerektirir ki bu caiz değildir. Çünkü
Kur'ân'ın metni kesindir, haber-i vahidin metni ise kesin değildir. Kesin olan
ise, zannî olandan üstündür.
[20]
Müctehid imamların
ekserisi, evli birisi zina ederse, recmolunacağı hususunda şu şekilde istidlal
etmişlerdir: Herşeyden önce, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu recm cezasını
uyguladığı tevatür ile sabittir. Ebu Bekr er-RAzi şöyle der: "Recm
cezasının uygulandığını, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Ali, Câbir b. Abdullah,
Ebu Sa'ld el-Hudri, Ebu Hureyre, Büreyde-el Eslemî, Zeyd b. Hâlid ve diğer
birçok sahabe rivayet etmiş, haber vermişlerdir. Bu râvilerin bazısı, Ma'iz'in
recmedildiği hadisesini rivayet etmişler, bazıları da Zahmiyye ve Gamidiyye'nin
recmedilme hadisesini nak-letmişlerdir. Hz. Ömer (r,a): "Eğer insanlar, "Ömer
Allah'ın kitabına fazladan şeyler kattı" diyecek olmasalardı, bu recm
hükmünü Kur'ân'ın içine yazar (yazdırır)dım" demiştir.
[21]
Haricîlerin
görüşlerine şu şekilde cevap verebiliriz: "Onların, "Zinanın cezası
sadece celde (yüz sopa)dır" şeklindeki görüşlerine karşı şöyle deriz:
"Bu takdirde, yani evlilerin zinasının cezasının recm olduğu söylenecek
olursa, Kur'ân-ı Kerim haber-i vâhidle tahsis edilmiş olur" şeklinde bir
iddia ileri sürülüyorsa, biz deriz ki: Aksine Kur'ân'ın bu nassı, haber-i
vâhidle değil, mütevatir hadisle tahsis edilmiştir. Çünkü biz, recm hükmünün
tevatür yoluyla rivayet edildiğini beyan etmiştik. Hem sonra biz, Usûl-u
Fıkıh'da, Kur'ân'ın haber-i vahid ile tahsisinin de caiz olduğunu anlattık.
Haricilerin ikinci delillerine
karşı cevaben deriz ki: Maslahatların değişmesi sebebiyle, şer'î hükümlerin
değişmesi uzak görülecek birşey değildir. Binâenaleyh belki de recmin farz
olmasını gerektiren o maslahat, bu husustaki o ilk ayetlerin nüzulünden sonra
ortaya çıkmıştır.
Üçüncü delillerine şu
şekilde cevap veririz: Hz. Ali (r.a)'nin, zina cezası olarak celde ve recmi
birlikte uyguladığı rivayet edilmiştir ki bu, İmam Ahmed, İshak ve Davud(u
Zahlrt'nin) tercihi olan uygulamadır. Bunlar, bu iki cezanın birlikte
uygulanması gerektiği hususunda şu delilleri ileri sürmüşlerdir.
1) Bu
ayetin, umûmi (genel) oluşu celdenin, mütevâtir haber de recmin uygulanmasının
farz olduğunu gösterir. Bu iki hüküm arasında bir tezad da yoktur. Dolayısıyla
cemedilmeleri, (birlikte uygulanmaları) gerekir.
2) Hz.
Peygambar(s.a.s), "Bekar, bekar ile zina ederse, bunların cezası yüz
değnek ve bir yıl sürgündür. Evli evli ile (dul dul ile), bu işi yaptığında ise
cezaları, yüz değnek ve taşla recmdir"[22]
buyurmuştur.
3) Ebu Bekr er-RâzI, Ahkamu'l-Kur'an'ın da, İbn
Cüreyc'den, o da Ibn Zübeyr'den, İbn Ziibeyr de Câbir (r.a)'den şunu rivayet
etmiştir: "Bir erkek bir kadınla zina etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s) emir
verdi ve onlara sopa vuruldu. Sonra, bu erkeğin evli olduğu haber verilince, Hz.
Peygamber (s.a.s), bu sefer onun recmedilmesini emretti."
4) Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ali (r.a),
Şerâha el-Hamedanİyye ye celde cezası uygulamış, sonra recmetmiş ve müteakiben:
"Ona, Allah'ın kitabına göre sopa vurdum, Resûlullah'ın sünnetine göre de
recmettim" demiştir.
Bil ki
müçtehidlerin ekserisi, evli
kimsenin recmedileceği, fakat sopa vurulmayacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Onların bu husustaki delilleri şunlardır:
1) Asîf
(işçi) kıssası
[23]. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), "£y Üneys şu adamın karısının yanma git, eğer (zinasını) itiraf
ederse, onu recme
[24]
buyurmuş ve celdeden bahsetmemiştir. Eğer recm İle birlikte celde de
gerekseydi, Hz. Peygamber (s.a.s), mutlaka bundan da bahsederdi.
2) Ma'iz
hadisesi, çeşitli şekillerde rivayet edilmiştir. Ama o rivayetlerin hiçbirinde,
recm ile birlikte celdeden bahsedilmemiştir. Binâenaleyh eğer, recmin yamsıra
celde (sopa) da gerekseydi, Hz. Peygamber (s.a.s) Mâ'iz'e önce celde vururdu.
Eğer ona celde vurmuş olsaydı, recm olunuşu rivayet edildiği gibi, bu da
rivayet olunurdu. Çünkü rivayet edilme bakımından, biri diğerinden daha evlâ
değildir. Gamidtyye Kıssasında da durum böyledir. Çünkü o, zina ettiğini ikrar
etmiş, Hz. Peygamber (s.a.s) de, çocuğunu doğurduktan sonra onu
recmettirmiştir. Eğer ona sopa (celde) cezası da uygulanmış olsaydı, bu da
nakledilirdi.
3)
Zühri'nin, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, onun da İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (r.a) şöyle demiştir: "Aradan uzun zaman
geçer de, birisi kalkıp, "Biz Allah'ın kitabında recm hükmünü
görmüyoruz" der ve böylece Allah'ın indirdiği bir farzı, insanlar
terkederek sapıtır diye endişe ediyorum. Çünkü
biz, "Yaşlı
(evli) bir erkek ve kadın zina ederlerse, onları kesinlikle recmedin "
şeklinde (bir ayet) okuyorduk. Hz. Peygamber (s.a.s), recm
cezasını uyguluyordu. Ondan sonra bizler de
uyguladık." Hz. Ömer (r.a) böylece, Allah'ın recmi farz kıldığını haber
vermiştir. Binâenaleyh eğer recm ile birlikte celde cezası da gerekseydi, o
mutlaka bunu da zikrederdi.
Recmin yanısıra
celdenin de uygulanacağını söyleyen kimselere şöyle cevap veririz: Onlar bu
hususta ayete tutunmuşlardır. Halbuki ayet, muhsan (evli) olanlarla ilgilidir.
Kur'ân'ın umûmi hükmünü, mütevâtir haberle tahsis etmek imkansız değildir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Evli evli ile (dul dul ile), bu işi yaptığında ise
cezalan yüz değnek ve taşla recmdir" hadisine gelince, belki de bu,
"Ya Üneys, şu kadına var, eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet"
hadisinden önce söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, zina eden bir kadına önce
cetde vurup, sonra recmetmesi meselesine gelince, belki de Hz. Peygamber önce,
evli olduğunu bilmediği için sopa vurdu. Sonra onun evli olduğunu öğrenince,
onu recmetti. Bu, aynı zamanda Hz. Ali (r.a)'nin tatbikatıyla ilgili rivayete
de bir cevaptır. Bütün bunlar cevap hususunda söylenebilecek şeylerdir. Allah
en iyi bilendir.
[25]
Şafii (r.h), bekara
uygulanacak zina cezasında, celde ve sürgünün birlikte olacağını söylerken; Ebu
Hanife (r.h), bunun cezasının sadece celde olduğunu, sürgünün ise
imâmın (devlet başkanının) re'yine bırakıldığını
söylemiştir. İmâm Mâlik ise, zâni erkeğin hem sopalanıp, hem sürgün
edileceğini, zâniye kadının ise sopalanacağını, ama sürgün edilmeyeceğini
söylemiştir. Şafiî (r.h)'nin delili, Ubâde (r.a)'nin, Hz. Peygamber (s.a.s)'den
rivayet ettiği şu hadistir: "(Zinakârlar hakkındaki hükmü) benden alıp
(öğrenin), benden alıp (öğrenin): Allah o (zina eden) kadınlar için işte bir
yol gösterdi: Bekar, bekar ile zina ederse, bunların cezası yüz değnek ve bir
yıl sürgündür. Evli evli ile (dul dul ile) bu işi yaptığında ise, cezalan yüz
değnek ve taşla recmdir.
[26]Buna,
Ebu Hureyre (r.a) ile Zeyd b. Hâlld (r.a)'in rivayet ettikleri şu husus da
delâlet etmektedir. Bir adam, Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldi ve "Ya
Resulullah, oğlum falanca adamın hakkına tecâvüz etti, hanımıyla zina etti.
Buna karşılık, bir köle ve yüz koyunu (o adama) fidye olarak verdim. Daha sonra
bilenler, oğlumun cezasının yüz değnek ve bir yıl sürgün, o kadının cezasının
ise recm olduğunu söylediler. Aramızdaki hükmü ver" dedi. Hz. Peygamber
(s.a.s): "Canım elinde olan Zât'a yemin ederim ki, hiç şüphesiz aranızda
Allah'm kitabıyla hükmedeceğim. O koyunlar ve köle sana geri verilecek. Oğlunun
cezası yüz sopa ve bt yıl sürgündür" buyurdu ve sonra Eşlem Kabilesi'nden
birisine dönerek, "Ey Üneys, şu adamın karısının yanma git, eğer zinasını
itiraf ederse, onu recmet"[27]
dedi.
[28]
Ebu Hanife (r.h) ise,
sürgünün olmayacağı hususunda şu izahları yapmıştır:
1) Sürgünü
gerekli görmek, ayetin hükmünü nesh demek olur. Halbuki Kur'ân, haber-i vâhidle
neshedilemez. Hanefîler bu neshi şu üç şekilde izah etmişlerdir:
a) Cenâb-ı
Hak, celde (sopa)yı, zina hadisesine, fâ edâtıyla bağlamıştır. Fâ edatı ise,
ceza (cevap) içindir. Fakat dil âlimleri şöyle derler: "Allah'dan
başkasına yemin etmek, hem bir şart, hem bir ceza (cevap) söylemek
demektir." Dil âlimleri, şartı, başına İn (eğer) kelimesinin dâhil olduğu
şey; cezayı (cevabı) da, başına fâ harfi gelen şey olarak izah etmişlerdir.
Ceza kendisiyle kifayetin (yeterliliğin) meydana geldiği şeye denilip, Arapların, "Biz ona yettik"
manasında söyledikleri i şeklindeki deyimlerinden alınmıştır. Hz. Peygamber
(s.a.s)
"O sana yeter.
Ama senden sonra hiç kimse için yeterli olmaz" buyurmuştur. "Su ve
ot, deveye yetti" denilişi de bu köktendir. Kendisiyle birlikte başka bir
ceza gerekli olmazsa, ancak o zaman "celde" ile yetinme meydana
gelmiş olur. Binâenaleyh celdenin yanısıra başka bir cezayı gerekli görmek celdenin
yeterli olmadığını kabul etmek olur.
b) Ayette bahsedilen sadece celde olduğuna göre,
cezanın tamamı budur. Binâenaleyh eğer biz, celde ile birlikte sürgünün de
olması gerektiğini söylersek, o zaman celde cezanın tamamı değil, bir kısmı
olmuş olur ki, bu da celdenin cezanın tamamı oluşu hususunu nesh demek olur.
c) Celdenin, cezanın tamamı olması halinde, buna
o zâninin şâhidliğini kabul etmeme de cezaya dahil olur. Binâenaleyh eğer
celdeyi, cezanın bir ktsmı sayacak olsak, o zaman bu hüküm zail olmuş olur.
Böylece de sürgünün gerekli görülmesinin, bu ayetin neshi demek olacağı sabit
olur.
2) Ebu Bekr
er-RâzI şöyle der: "Eğer celdenin yanısıra, sürgün de gerekseydi, bu ayeti
okurken sahabenin, ayeti duydukları zaman, celdenin cezanın tamamı olduğunu
sanmamaları için. Hz. Peygamber (s.a.s)'in onları bundan haberdâr etmesi
gerekirdi. Eğer böyle olmuş olsaydı, bu sürgün hükmü, tıpkı ayetin hükmünün
herkesçe bilinmesi gibi bilinirdi. Sürgün ile ilgili rivayetler bu dereceye
ulaşamayıp, aksine âhâd yollardan geldiğine göre, bunun söz konusu olmadığı
anlaşılır.
3) Ebu
Hureyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in, cariyeler hakkında şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "(Bir câriye) zina ederse, ona celde vurun. Yine zina
ederse, yine celde vurun. Yine zina ederse yine celde vurun. Sonra onu, bir
yulara bile olsa satın gitsin.
[29]
Bir başka rivayette
ise "(Sahibi) ona haddi uygulasm.
Bu
ceza verişinden dolayı ayıplama olmaz"[30]
buyurulmustur. Bu hadislerle şu şekilde istidlal edilmektedir: Eğer sürgün de
söz konusu olsaydı, o zaman Hz. Peygamber (s.a.s), sopanın yanında bunu da
zikrederdi.
4) Câriye
hakkında sürgün ya meşru kılınmıştır, ya kılınmamıştır. Bunun meşru kılınmış
olması mümkün değildir. Çünkü bundan, kendisinden bir suç sâdır olmadığı halde
efendisinin zarara uğraması söz konusu olur. Bu ise caiz değildir. Bir de Hz.
Peygamber (s.a.s), "Sonraonu, bir yulara bile olsa satın gitsin"
buyurmuştur. Eğer onun sürgünü gerekseydi, satılması mümkün olmazdı. Çünkü
sürgün edildikten sonra, satın alana teslimi mümkün değil. Sürgünün câriye için
meşru olmamış olması da mümkün değildir. Çünkü Hak Teâlâ, "Onlara, hür
kadınlar üzerine olan cezanın yarısı verilir" (nim, 25) buyurmuştur.
5) Eğer
sürgün sadece erkek hakkında meşru olmuş olsaydı, o zaman kadtn hakkında da ya
meşru olurdu, ya olmazdı. İkinci ihtimal söz konusu olamaz. Çünkü suçtaki
eşitlik, her ikisi hakında da vardır. Eğer kadın hakkında bu sürgün meşru olmuş
olsaydı, o zaman bu iş ya sadece onun için uygulanırdı, ya da mahremi olan
birisiyle birlikte uygulanması gerekirdi. Birincisi, hem naklî, hem aklî
delilden ötürü caiz değildir. Nakli delil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Bir kadının, yarımda mahremi olmaksızın
yolculuk etmesi helâl değildir"[31]
hadis-i şerifidir.
Aklî delil ise şudur:
Şehvet, kadınlarda daha çoktur. Dinî hüküm ve cezalarla caydırma, inanan ve
samimi olan insanlar için geçerlidir. Çünkü kadınların genel olarak zina
etmemeleri, başlarındaki muhafız erkeklerin varlığına ve yakınlarından
utanmalarına bağlıdır. Sürgün etmekle ise kadın, yakınlarının ve
koruyucularının elinden çıkmış olur. Böylece kendisini tanıyanlardan
uzaklaştığı için hayası azalır ve zina kapısı açılır. Kadınlar genellikle
fakirdirler. Yolculukta fakirlikleri ve ihtiyaçları daha fazla dur. Bütün
bunların hepsi, fuhuş kapısının o kadına açılmasına sebeb teşkil etmiş otur.
"Biz o kadını ya
kocasıyla, ya bir mahremiyle birlikte sürgüne göndeririz" demek de mümkün
değildir. Çünkü suçsuzu cezalandırmak, "Hiç kimse, hiç kimsenin günah
yükünü yüklenmez" (İsra, 15) ayetinden ötürü caiz değildir.
6) Hz.
Ömer'in, Rabl'a b. Ümeyye h. Halefi içki içmesinden ötürü Hayber'e sürdüğü;
Rabi'a'nın Bizans İmparatoru Hirakl'e kaçtığı, bunun üzerine Hz. Ömer (r.a)'in:
"Bundan sonra artık hiç kimseyi sürgün etmeyeceğim" dediği rivayet
edilmiştir. Hz. Ömer, bu ifadesinde zina (işleyeni) müstesna tutmamıştır. Hz.
Ali (r.a)'nin de, bekarlar hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bunlar zina ettiklerinde,
celdelenirler
(sopalanırlar), ama sürgün edilmezler. Çünkü onları sürgün etmek, fitne
sebeblerindendir."
İbn Ömer (r.a)'den de,
kendisinin zinakâr bir cariyesinin olduğunu, bundan dolayı ona celde(sopa)
vurduğu, ama onu sürgün etmediği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh eğer sürgün
etmek zina cezasında gerekli birşey olsaydı, bu husus büyük sahabilere saklı ve
gizli kalmazdı.
7) Rivayet
olunduğuna göre bir ihtiyar, bir cariyenin üzerinde, onun ayıp yerinde günaha
girerken yakalandı. Bu adam Hz. Peygamber (s.a.s)'e getirildi. Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Ona yüz sopa
vurunuz" dedi. Bunun üzerine, "O buna dayanamaz" denildi. Hz.
Peygamber (s.a.s) de, "Üzerinde yüz salkım bulunan bir hurma salkımı
(dalı) alın, ona onunla (bir kere) vurun ve bırakın gitsin"[32]
buyurdu. Eğer sürgün gerekli olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s) mutlaka onu sürgün
ederdi. İmdi eğer, "O hareket edemeyen güçsüz bir kimse olduğu için, Hz.
Peygamber (s.a.s), onu
sürgün etmemiştir" denilirse, biz deriz ki: "O zaman Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, onu üzerine bindirip sürgüne göndereceği bir hayvanı, Beytülmal'den
kiralaması gerekirdi. Buna göre, "Belki de o kimse, o hayvana binmekten de
âcizdi" denilirse biz deriz ki: "Zinaya gücü yeten, nasıl olur da,
hayvana
binip üzerinde durmaya
kadir olamaz."
8) Sürgün
etmek, öldürmenin bir eşidir. Çünkü Hak Teâlâ, "Kendinizi öldürün, yahut
yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık" (Nisa, 66) buyurmuş ve böylece
ikisini birbirine denk olarak zikretmiştir. Binâenaleyh bekar bir kimsenin,
zina etmesi halinde, Allah Teâlâ onu öldürmeyi meşru kılmadığına göre, bunun
dengi olan sürgünün de meşru kılınmamış olması gerekir.
Bunlardan birincisine
şöyle cevap verilir: Allah'ın kelâmında, (ilgili ayette), cetdeyi emreden
ifadenin başına (fâ) edatının getirilmesinden başka bir husus söz konusu
değildir. "Başına bu edat gelen ifâde, (şartın) cezasıdır" şeklindeki
söz, ne Allah'ın sözü, ne de Resûlullah'ın sözüdür. Aksine bu, bir kısım
edebiyatçıların görüşüdür. Dolayısıyla bu, delil olmaz.
Onun İkinci olarak
söylediği, "Eğer sürgün meşru olsaydı, celde zina cezasının bütünü
olmazdı" şeklindeki görüşüne karşı deriz ki: "Sürgün işinin zail
olduğu hususunda bir niza (münakaşa) yok. Çünkü hiçbir şeyin isbatı, var olan o
şeyin yokluğunun zail olduğunu gerektirmekten daha az değildir. Fakat burada
zail olan şer'i bir hüküm değil, aksine sırf berâ'at-i asliyyedir. Bu gibi zail
oluşların, haber-i vâhid ile isbatı imkansız değildir. Biz, "zail olan,
sırf asli yokluktur" dedik. Çünkü celde cezasının olduğunu söylemek,
sürgün cezasının olduğunu söylemek ile, sürgünün yanısıra celdenin olduğunu
söyleme arasında, müşterek bir mefhumdur. Her iki kısım arasında, müşterek
miktar ise, iki kısımdan biri ile anlaşılamaz.
O halde, celdenin
olduğunu söylemede, kesinlikle, sürgünün ne gerekli olduğuna ne de gerekli
olmadığına dâir bir işaret yoktur. Fakat sürgün etmeme, beraat-i asliyyeye
nazaran aklen bilinmiştir. Dolayısıyla haber-i vahid gelip, sürgünün gerekli
olduğuna delâlet edince, celdenin farziyetine delalet eden lafzın mana ve
medlullerinden hiçbirini izale etmemiş, sadece beraat-i asliyyeyi izale
etmiştir. "Fakat celdenin tek başına yeterli olması, onun yalnız başına
zina cezasının tamamı olması ve insanın şahidliğinin kabul edilmemesinin buna
dayanması gibi hususlar, bu cezaya ilavenin nefyine tâbidir. Binâenaleyh bu
nefy işi, aklen malum olunca, bu husustaki haber-i vahidi kabul etmek de
mümkündür. Bu tıpkı şuna benzer: Eğer farzlar, beş tane olsaydı,
mükellefiyetten kurtulmak onları edaya dayanırdı. Şâhidliğin kabul edilmesi
hususunda, başka bir şey ilave edilecek olsaydı, onun haber-i vahid ve kıyasla
isbatının yanısıra, mükellefiyetten kurtulma ve şahidfiği kabul işi, o fazlalığı
edaya varıp dayanırdı. İşte burada da böyledir. Ama, şayet Cenâb-ı Hak,
"Celde, sopa, "hadd"İn tamamıdır" demiş olsaydı ve biz de,
sadece bu "hadd"in, cezanın, şehadetin reddedilme sebebi olduğunu
bilmiş olsaydık, işte bu noktada, ek, ilave bir cezanın bulunduğunu isbat
hususunda, "haber-i vâhid" kabul edilmezdi. Çünkü, ilâve bir cezanın
bulunmadığı, mütevatir şer'î bir delil ile sabit olmuştur.
İkincisine şu şekilde
cevap verebiliriz: Eğer onun ileri sürmüş olduğu şey, doğru olmuş olsaydı, o
zaman ifadesi umumî oian ayeti tahsis eden herşeyin, meşhur olma açısından bu
ayetin mertebesine çıkması gerekirdi. Halbuki böyle olmadığı malumdur.
Üçüncüsüne şöyle cevap
verebiliriz: Hz. Peygamber'in, "Sonra, onu satınız" sözü,
"takib" (hemen, derhal) manasını ifade etmez. Belki de o cariye, önce
sürgün edilmiş, sürgün edildikten sonra da satılmıştır.
Dördüncüsüne şu
şekilde cevap verebiliriz: Bu, Tirmizî'nin, el-Câmi'inde rivayet ettiği şu
hadise terstir: "Hz. Peygamber (s.a.s), sopaladı "celde" vurdu
ve sürgün etti. Ebu Bekir de, sopa vurdu ve sürgün etti."
Besincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Kölenin sürgün edilmesi hususunda, Şafii (r.h)'nin
iki görüşü bulunmaktadır:
a) Sürgün
edilmez. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s) "Sizden birisinin cariyesi zina
ettiğinde, ona hadd uygulasm "[33]
buyurmuş, fakat sürgün etmeyi emretmemiştir. Bir de, sürgün etmek, eziyyet
vermek ve sıkıntı çektirmek içindir. Halbuki köle olan kimse için, sürgün
etmede eziyyet bulunmaz. Çünkü o, (zaten) elden ele dolaşmakta, satılmaktadır.
Bir başka husus da, kölenin sağladığı menfaatlerin efendisine ait
olmasıdır. Binâenaleyh, kölenin
sürgün edilmesinde, efendisine zarar verme söz konusudur.
b) Daha
doğru olanı,bu görüşe göre sürgün edilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, " o vakit
üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yansı
verilir" (Nisa, 25) buyurmuştur. Her ne kadar efendisi zarar görse dahi,
mürted olması sebebiyle kölenin öldürülmesi ve zina ve iftira sebebiyle
sopalanması durumunda olduğu gibi, efendisinin göreceği zarar nazar-ı dikkate
alınmaz. Binâenaleyh, o halde ne kadar süreyle sürgün edilir? İşte bu hususta
iki görüş vardır:
1) Altı ay
sürgün edilir. Çünkü, bu da bölünmeyi,yarılanmayı kabul eder. Nitekim, onun
sopalanma cezası da, hürlerin cezasının yarısıdır.
2) Bir yıl
süreyle sürgün edilir. Çünkü sürgün etmenin gayesi, onu huzursuz etmek ve
korkutmak olup,bu da kişinin yaratılışıyla alâkalı olan bir husustur.
Binâenaleyh, bu hususta tıpkı ilâ ve "ünne" (cinsi münasebetten
acizliğin) müddeti gibi, hür ve köle, eşit olur.
Altıncısına şöyle
cevap verilir: Kadın, yalnız başına sürgün edilemez, tam aksine mahremiyle
birlikte sürgün edilir. Eğer mahremi, o kadınla birlikte çıkıp gitme
fedakârlığını göstermezse, mahreminin ücreti Beytü'l-mâl'den ödenir. Yok, eğer
onun bir mahremi yoksa, tıpkı kendileriyle birlikte hacca gidebildiği gibi,
güvenilir kadınlarla birlikte sürgün edilir. Onun, "Sürgün etmek, o kadına
zina kapısını açar" şeklindeki sözüne gelince, biz bunu kabul
edemeyeceğimizi beyan ederiz. Çünkü zinanın ekserisi, ülfetle, ünsiyyetle ve
kalbi bu işe yöneltmekle olur. Halbuki bu hallerin, bu şeylerin ekserisi ise,
sürgün ile yok olur, atalete uğrar. Çünkü insan bu durumda, bir tedirginliğedir
yorgunluğa ve bir bitkinliğe düşer. Binâenaleyh, böylece de, zina etmeğe zaman
bulamaz.
Yedincisine de şu
şekilde cevap verilir: Hayvana binmekten (yolculuktan) aciz olan insanın,
zinaya kadir olması niye uzak görülsün?
Sekizincisine de şu
şekilde cevap verilir: Tazir kasdı ile sürgün mümkündür. Sizin (sekizinci)
iddianız bu esasla nakzedilir. Allah en iyisini bilendir.
[34]
İmamlar, Cenâb-ı
Hakk'm, "Zina eden kadınla zina eden
erkekten
" ifadesinin, bütün zinakârlar hakkında, o hükmü
ifade ettiği hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne
var ki
onlar, bu delâletin keyfiyyeti hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere kimileri, "Zina eden erkek
lafzı, umûm ifade eder" demişlerdir. Halbuki, tercihe sayan olan, umûm
ifade etmediğidir. Bunun delilleri şunlardır:
a) Bir kimse veya "Elbiseyi giyindim, suyu içtim"
dediğinde, onun bu sözü umûm ifade etmez.
b) Bu
ifadeyi, kendisiyle çoğul kelimelerin tekit edildiği şey ile tekid etmek, caiz
değildir. Binâenaleyh, "Adam, bana topluca geldi" denilemez.
c) Bu gibi kelimeler, çoğul olan sıfatlarla da
sıfatlanamazlar. Binâenaleyh,
"Bana, fakirler olan adam geldi" ve "Fazıl kimseler olan
fakih konuştu" denilemez. Ama Arapların "İnsanlar beyazlar olan
dirhemi, yani gümüşü ve, sarılar olan dinarı yani altını tükettiler"
şeklindeki sözlerine gelince, hep böyle olmaması deliliyle, mecazdır. Yine,
eğer "Sanlar olan dinar" ifadesi hakikat olsaydı, tıpkı "sanlar
olan dinarlar" ifadesi hakikat olduğunda, "san dinarlar" İfadesi
mecaz olacağı gibi, o zaman, "sarı dinar" ifadesinin de mecaz olması
gerekir.
d) O zinâkâr
erkek, bu zinakar erkeğin bir parçasıdır. Binaenaleyh, bu zinâkâr erkeğe sopayı
gerekli kılmak, o zina eden erkeğe de sopayı gerekli kılmadır. Binâenaleyh,
şayet o zina eden erkeğe sopayı gerekli kılmak, her zina eden erkeğe sopayı
gerekli kılmak demek olsaydı, o zaman zina eden bu erkeğe sopayı gerekli kılmak
zina eden her erkeğe sopayı gerekli kılmayı neticelendirirdi. Böyle olmadığına
göre, onların söylemiş oldukları o şey batıl olmuş olur.
İmdi şayet,
"Mutlak lafız, ancak "tayîn" lafzından âri olmak şartıyla umûm
ifade eder. Yahut da, mutlak lafız, her ne kadar umumiliği iktiza etse bile,
ancak ne var ki "tayin" lafzı, hususiliği gerektirir" denilmesi
niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Birincisi batıldır. Çünkü
yokluğun, tesirde bir payı bulunmaz. İkincisi de, bir çelişkiyi gerektirir ki,
bu da aslolanın zıddıdır.
e)
"İnsan ancak gülen varlıktır" cümlesini ele alalım. Bu cümlede geçen
İnsan sözünden "bütün insanlar" anlaşılsaydı, bu tıpkı "her
insan gülen varlıktır" demek durumunda olurdu. Halbuki bu, mütenakız bir
durumdur. Çünkü bu ifade, insan olmanın, her bir insana hasredil meşin i
gerektirir. Hasnn manası ise, başkasında değil, sadece onda sabit olmasıdır.
Binâenaleyh, bu ifade, herbir insan şahsının başka bir şey değil, sadece gülen
olduğu neticesini verir. Karşı taraf buna şu iki şekilde delil getirmiştir:
a) Bu gibi
ifadelerden, istisna yapılabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Muhakkak insan kat'i
bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güze! güzel amellerde bulunanlar böyle
değil"(ast. 2-3) buyurmuştur. Halbuki istisna, yapılmaması halinde, sözün
muhtevasına girecek şeyleri, o sözden çıkarmak için yapılır.
b) Eliflâm, tarif içindir. Halbuki bu tarif,
mahiyetin tarifi için değildir. Çünkü, mahiyetin tarifi, zaten ismin kendisiyle
tahakkuk etmiştir. Yine bu tarif, bizatihi bir şeyin tarifi için de değildir.
Çünkü, lafızda buna bir delâlet bulunmamaktadır. Yine bu tarif, hususilik
derecelerinden herhangi birisi için de yapılmamıştır. Çünkü, bu derecelerin bir
kısmı, diğer bir kısmından daha üstün değildir. Binâenaleyh bunu hepsinin
tarifi manasına hamletmek gerekir.
Bunlardan birincisine
şu şekilde cevap verebiliriz: O istisna, mecazi bir istisnadır. Bunun delili
ise, "Müminler hariç, insanı gördüm" denilmesinin -doğru olmadığıdır.
İkincisine de şu şekilde cevap verilebilir: Senin bu sözün, eliflâmın, ' cemi
sığalarına gelmesiyle bir müşkillik arzeder. Binâenaleyh, şayet onun burada
tekid için gelmiş olduğunu söylersen, işte orada da böyledir. Bazı kimseler de
şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi her ne kadar lafzı bakımından
umûm ifade etmese bile, ancak ne var ki bu ifade, bu umumiliği karineler
bakımından ifade etmiştir. Bu, şu iki sebeptendir:
a) Hükmün,
müşterek bir vasfa dayanması, o vasfın, o hükmün illeti olduğunu gösterir. Hele
hele vasıf, uygun bir vasıfsa. İşte, burada böyledir. Binâenaleyh bu, zinanın,
o haddin farz olmasının illeti ve sebebi olduğuna delâlet eder. Bu sebeple de,
"Her ne zaman zina hadisesi gerçekleşirse, illet malûlünden ayrılamayacağı
gerekçesiyle, "celde"nin farziyyeti de tahakkuk eder" denilmesi
gerekir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesinden, ya bütün zina yapanlar, yahut da onların bir kısmı
kastedilmiştir. Eğer ikincisi olursa, ayet mücmel olur. Ayetin mücmel oluşu
ise, kendisiyle amel etme fırsatına mani olur. Ancak ne var ki, onunla amel
etmek emredilmiştir. Vacibin (farzın), ancak kendisiyle tamamlandığı şey de,
vacib (farz)dır. Binâenaleyh, kendisiyle amel edilebilmesi için, bu ifadeyi
umumiliğe hamletmek gerekir. Allah en iyisini bilendir[35]
Üçüncü konu:
Zinanın bazan recmi, bazan da celdeyi gerektirmesi hususunda nazar-ı dikkate
alınan şartlar hakkındadır. İmdi, biz deriz ki: Ulemâ, zinanın, bu iki hükmü
(yani bazan recmi, bazan celdeyi) gerektirici olmasının, akıl ve buluğ şartına
bağlı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh, çocuğa ve deliye, ne
recm ne celde gerekmez. Halbuki bu iki şart, bu iki hükme has olmayıp, tam
aksine bunlar, bütün şerl cezalarda nazarı dikkate alınmışlardır. Bunların
recmi gerektirmesine gelince, aklın ve buluğa ermenin yanısıra, diğer şu
şartların da mutlaka bulunması gerekir:
[36]
Birinci şart:
Hürriyet... Alimler, kölenin kesinlikle recmedileceği hususunda icmâ
etmişlerdir.
İkinci şart: Sahih, muteber bir nikâhla
evlenmiş olma. Binaenaleyh, "ihsan"
vasfı, mitk-i yeminle cinsi münasebette bulunmak, şüpheli bir vat'da,
cinsi münasabette bulunmak fasit bir nikâhla tahakkuk etmez.
Üçüncü sıfat:
Duhul (Halvet ve Zifaf). Bu vasfın mutlaka bulunması gerekir, çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) "Dul (evli) dul ile (münasebette bulunduklarında
recmedilirler)" buyurmuştur. O kadın, ancak vat1 (münasebet) ile dul olur.
Burada
[37]
(Sahih)
bir nikâhla 'münasebette
bulunmanın, buluğ, hürriyet ve
akıl vasıflarına bağlanmış olması şartı var mıdır? Bu hususta şu iki izah
yapılmıştır:
a) Bu, şart
değildir. Hatta bir köle, bir cariye ile sahih bir nikahla münasebette bulunsa,
yahut da o, deli veya küçükken münasebette bulunsa, sonra da buluğa erse
(akıliansa), bundan sonra zina etse, bu kimseye recm gerekir. Çünkü bu,
kendisiyle ilk koca için helalliğin meydana geldiği bir münasebettir.
Binâenaleyh tıpkı bulûğa ermesi (akıllanması) halindeki münasebet gibi, bununla
"muhsan" oluş vasfı meydana gelir. Bir de nikah akdi, bulûğa ermeden
veya deli iken olabilir. Binâenaleyh, cinsi münasebette bulunma da böyledir.
b)
Nassın zahiri olup en doğru olan, ve aynı
zamanda Ebû Hanîfe'nin de benimsediği görüşe göre, (sahih) bir nikâhla
münasebette bulunmanın, buluğ, hürriyet ve akıl vasıflarının tahakkukundan
sonra olması şarttır. Çünkü Ebu Hanîfe, en mükemmel bir biçimde, yani sahih bir
nikâhla münasebette bulunmayı şart koşunca, o bu münasebette bulunmanın kemâl
halinde, (buluğa erdikten sonra ve delilik halinin dışında) olmasını da şart
koşmuştur.
[38]
Kemâl vasfı, her iki
taraf için mi nazar-ı dikkate alınan bir vasıftır, yoksa onlardan herbirinde,
arkadaşının değil de sadece kendisinin kemâli mi nazar-ı dikkate alınır? Bu
hususta da iki görüş bulunur:
a) Bu, her
iki taraf için de nazar-ı dikkate alınan bir husustur. Öyle ki, bir çocuk,
baliğ, hür ve âkile bir kadınla cinsi münasebette bulunsa, o çocuk o kadını
muhsan, evli yapamaz. Bu, Ebu Hanîfe ve İmam Muhammed'in görüşüdür.
b)
Her birinde, bizzat kendisinin kemali nazar-ı dikkate
alınır. Bu, Ebu Yusuf (r.h)'un görüşüdür.
Birinci görüşün delili
şudur: Bu, cinsi münasebette bulunan iki taraftan birisi için,
"muhsan" olmayı ifade etmeyen bir münasebette bulunmadır.
Binâenaleyh, tıpkı cariyenin vat' edilmesi gibi, diğerinde de
"muhsan" olmayı ifade edmez.
İkinci görüşün delili ise
şudur: Tarafların, nikâh yapılırken, muhsan sıfatı üzere bulunmaları şart
değildir. Duhûl esnasında da bu şart değildir.
[39]
Dördüncü şart:
Müslüman olma, Şafii (r.h) ve Ebu Yusuf'a göre, zinanın recmi gerektirmesi
hususunda şart değildir. Ebu Hanîfe (r.h) ise, bunun şart olduğunu söylemiştir.
Şafii'nin delilleri
şunlardır:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Onlar cizyeyi kabul ederlerse, onlara müslümanlann
lehine olanların onların da lehine olduğunu; müslümanlann aleyhine olanlann
onların da aleyhlerine olduğunu haber verin, söyleyin"
[40]buyurmuştur.
Zinaya yeltenmesi halinde, kişiye recmin vâcib olması, müslüman aleyhine
olanlar cümlesindendir. Binâenaleyh, eşitliğin sağlanabilmesi için, zımminin de
böyle olması gerekir.
b) Mâlikin Nâfİ'den, Nâfiin de İbn Ömer'den
rivayet ettikleri şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s), zina eden bir yahudi
erkekle, zina eden bir yahudi kadını recmetti. Binâenaleyh bu noktada, şu
söylenebilir: Hz. Peygamber, bu hükmü, ya kendi şeriatına göre vermiştir, yahut
da kendinden öncekilerin şeriatına göre vermiştir. Eğer birincisi olursa,
bununla nasıl istidlal edileceği açıktır. İkincisi de böyledir. Çünkü o, O'nun
için bir şeriat olmuş olur.
c) Kâfir
kimsenin zina etmesi, müslüman kimsenin zina etmesi gibidir. Binâenaleyh kâfire
müslümana ne gerekiyorsa, aynı ceza gerekir. Bu böyledir, çünkü zina haram ve
çirkindir. Dolayısıyla insanları bundan menetmek (caydırıcı cezalar koymak)
uygun olur. Recmi gerekli kılmak, zinadan caydırmaya elverişli bir cezadır.
Geriye sadece küfür ve iman bakımından olan farklılık kalmaktadır. Küfür, her
nekadar cinayetin
(suçun)
ağırlaştırılmasını gerektirmese de, onun hafifletilmesini de gerektirmez.
[41]
Ebu Hanîfe (r.h)'nin
delilleri ise şunlardır:
1) O,
ayetteki "Zina eden kadınla, zina eden erkekden herbirine"
ifadesinin, umûm oluşuna sarılmıştır. Bu ayet ile, müslüman hakkında amel etmek
vâcibtir. Fakat zımmide bulunmayan bir manadan (sıfattan) ötürü, bununla onun
hakkında amel etmek vâcib değildir. İkisi arasındaki farkın izaht şudur:
Taşlarla recmetmekle zina edeni öldürmek, büyük bir cezadır. Dolayısıyla bu
ceza, ancak büyük bir suça karşılık söz konusu olur. Suç ise, cani (suçu
işleyen) hakkında, Hütrân-ı nimette bulunmasından dolayı aklen ve şer'an
büyüktür. Aklen büyük oluşu şöyledir: Günah, bir küfran-ı nimet (nankörlük)tür.
Nimetler daha çok ve daha büyük olduğu zaman, onlara karşı nankörlük de o
derecede daha büyük ve daha çirkin olur. Şer'an büyük oluşu da şöyledir: Allah
Teâlâ, Peygamber (s.a.s)'in hanımları hakkında, "Ey Peygamber zevceleri,
içinizden kimi açık bir terbiyesizlik ederse onun azabı iki kat artırılır"
(Ahz&b, 30) buyurmuştur. Binâenaleyh, Alfan Teâ/â'nın nimetleri, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in hanımları hakkında daha çok tahakkuk ettiği için, onlar
hakkındaki ilâhî azab tehdidi de daha çok olmuştur.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s) hakkında Cenâb-ı Hak, "Eğer sana sebat vermiş olmasaydık, sen
onlara (belki) biraz meyledecektin. O takdirde ise biz, dirimin de katmerli,
ölümün de katmerli (acısını) sana tamracaktık muhakkak" {lam, 74-76)
buyurmuştur. Hz. Muhammed (s.a.s)'e verilen nübüvvet, en büyük bir nimet olduğu
için, ondan sâdır olabilecek herhangi bir masiyet de o
nisbette büyük olur. Allah Teâlâ'nın, evli müslümana olan nimeti, zımmiye olan
nimetinden daha çoktur. Binâenaleyh müslümanın işleyeceği günah daha büyük
demektir. Bu sebeble de onun cezasının daha şiddetli ve ağır olması gerekir.
2) Zımmi,
"muhsan" oluştan sonra zina
etmemiştir. Binâenaleyh, onun katledilmesi
gerekmez. Bu iki cümleden birincisinin izahı şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s)
"Kim, Allah'a bir göz açıp-kapama süresi kadar bile şirk koşarsa muhsan
olmaz"
[42]buyurmuştur. İkinci
cümlenin, izahı şudur: Muhsan olmayan müslümanın katli vacib değildir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s) "Müslüman bir kişinin kanı, ancak şu üç şeyden biri
sebebiyle mubah olur't[43]
buyurmuştur. Müslümanın hali böyle olunca, zımminin de böyle olması gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Onlar (zimmiler) cizye akdini (anlaşmasını)
kabul ettikleri takdirde, müslümanlann lehine ve aleyhine olan şeylerin,
onların da lehine ve aleyhine olduğunu onlara bildir"[44]buyurmuştur.
3) Biz, kazf
cezasında nazar-ı dikkata alınan "muhsan"lıkta, müslüman oluşun
nazar-ı dikkate alındığında müttefikiz. Binâenaleyh recm cezasında nazar-ı
dikkate alınan muhsanlık da böyledir. Bu ikisi arasındaki cihet-i câmı'a
(müşterek nokta) ise, bahsettiğimiz "nimetin mükemmel ve büyük
oluşu"dur.
Bunlardan birincisine
şu şekilde cevap veririz: Bu ifadeden, evli müslümanlar tahsis edilmiştir. Evli
zımmiler de böyledir. Bu görüşte olanların, mü'minler üzerindeki rnmetin fazla
ve büyük olduğu şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: İslâm nimeti, kulun
desbi ile elde edilmiştir. Binâenaleyh bu, ilave (fazladan) bir hizmet (ibadet)
gibi olmuş olur. Hizmetin fazlalığı ise, mazeret sebebi olmasa bile hiç
olmazsa, cezanın fazlalığına sebep sayılmamalıdır. İkincisine de şu şekilde
cevap veririz: Zımminin, müşrik olduğunu kabul etmiyoruz. Onun müşrik olduğunu
kabul etsek bile, "ihsan" kelimesi ile bazan evlilik murad edilir.
Çünkü Hak Teâlâ, "Muhsan olan kadınlara iftira edenler" (Nûr, 4)
buyurmuştur. Yine Hak Teâlâ'nın "O kadınlar (cariyeler) muhsan
olurlarsa" (Nisa, 25) ayeti, "evlenirlerse" diye tefsir
edilmiştir. Bunun böyle ofduğu sabit olunca, diyoruz ki: Evli zımmi de, bu
tefsire göre muhsandır. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Muhsan
olduktan sonra zina1' ifadesinden ötürü, bunun da recmedilmesi gerekir.
Müslüman hakkındaki hüküm işte bu vasfa dayanmaktadır. Dolayısıyla bu, bu
vasfın, recm hükmünün illeti olduğunu gösterir. Bu vasıf, zımmide de vardır.
Dolayısıyla bunun onun hakkında da recm hükmünü gerektirici olması icâb der.
Üçüncüsüne de şu şekilde cevap verilir: Kazf (iftira) cezası, iftira edilene
bir iyilik olsun diye, bu arı (utancı) defetmek içindir. Kâfir ise, iyiliğe,
ikrama ve şerefinin korunulmasına lâyık değildir. Buradaki durum ise böyle
değildir. Allah en iyi bilendir.
Celde ile alakalı
olanlara gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:[45]
Âlimler, kölenin
recmedilemeyeceği ve celdelenemeyeceği
hususunda
ittifak etmişlerdir. Cariyelere, muhsan kadınlar
İçin gerekli cezanın yarısının söz konusu olduğu ise
Kur'ân'ın nassı ile sabittir. Binâenaleyh şüphesiz
âlimler, zâniye cariyenin de, elli değnek ile cezalandırılacağı hususunda
ittifak etmişlerdir. Kölelere gelince, zahiriler dışındaki âlimlerin çoğu, zâni
kölenin de elli sopayla cezalandırılacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü
onlar şöyle demişlerdir: Hak Teâlâ'nın "Zina eden kadınla, zina eden
erkekten her birine" ayetinin umûmi oluşu, köle ve cariyeye de yüz değnek
vurmayı gerektirir. Fakat nass, câriye hakkında, bu cezanın yarısının söz
konusu olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh şimdi biz, köleyi cariyeye kıyaslayacak
olursak, bu,kitabın umûmi ayetini kıyas ile tahsis etmek olur ki, caiz
değildir.
Onlardan bazıları da
şöyle demişlerdir: "Câriye evli iken zina ederse elli değnek, evli
değilken zina ederse yüz değnek vurulur." Bunlar bu fikre, Hak Teâlâ'nın,
"Her birine yüzer değnek vurun" ayetinin zahirinden hareketle
varmışlar ve "Eğer o kadınlar (cariyeler) muhsan olurlarsa o vakit
özerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yansı verilir" (Nisa, 25)
ayetindeki "muhsan olurlarsa" ifadesinin, "evlenirlerse"
manasına geldiğini söylemişlerdir.
[46]
Şafii ve Ebu Hanife
(rıh), "zımmiye celde vurulur" derken, İmam Mâlik (r.h),"zımmiye
celde cezası uygulanmaz" demiştir. Bizim delillerimiz şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Zina eden kadınla, zina eden erkekten herbirine" ayetinin
umûmi oluşu.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Sizden birinizin cariyesi zina ettiğinde, o ona
celde vursun "[47]
hadisi şerifi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ellerinizin altında
bulunan (kölelerinize) hadleri
uygulayınrı[48]buyurmuş, zımmi ve
müslümanı birbirinden ayırdetmemistir.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s), zina eden bir yahûdi çiftini recmetmiştir. Binâenaleyh bu
recm, eğer Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatından kaynaklanmış ise, ulaşmak
istediğimiz netice hasıl olmuş demektir. Yok eğer yahûdi şeriatından
kaynaklanmış ise, Hz. Peygamber (s.a.s) yaptığı için bu, artık onun şeriatından
da olmuştur. Bu meselenin özü, kâfirlerin şer'î hükümlerin furûu ile muhatap
okluklarına varıp dayanır.
[49]
Dördüncü bahis: Bu,
kişiden zinanın sâdır o'duğuna delâlet eden şeyler hakkındadır. Bil ki zinanın
sadır olduğu, şu üç şeyden biri ile bilinir:
a) İmâmın (yetkili .olanın) bunu bizzat görmesi
ile.
b) Zina edenin itirafı ile.
c)
Şahidlerin, o kimse aleyhine şahidlik
etmesiyle.
[50]
Birincisine, yani
imâmın bizzat onu görmesine gelince, âlim Munyl's-Sünne[51]"Kitabu't-Tehzib"inde
bu hususta şöyle der: "Kâdinin, kendi bilgisine dayanarak hüküm vermekten
kaçınması gerektiğinde İhtilaf yoktur. Mesela, bir kimse, bir başkası üzerinde
hakkı (alacağı) olduğunu iddia etse ve bu hususta bir delil getirse, kadı da, o
kimsenin, alacaklı olduğu kimseyi ibra etmiş olduğunu, yani onda alacağı
olmadığını söylediğini bilse; bu kimse, o kimsenin falanca vakit babasını
Öldürdüğünü iddia etse, ama kâdi onun babasını, bu iddiadan sonra diri olarak
görse; yahut bu kimse bir kadınla evlenmiş olduğunu iddia etse, ama kâdi adamın
o kadını boşadığını duysa, kâdinin bu bilgileri ile, bu hususta şâhidler
getirse bile, hüküm vermesi caiz olmaz. Kâdinin kendi bilgisiyle hükmetmesi
caiz midir? Mesela, bir kimse birisinde bin lira alacağı olduğunu iddia etse ve
kâdi de, onun ona borç verdiğini görmüş olsa; yahut aleyhine iddiada bulunulan
kimsenin, bunu ikrar ettiğini duymuş olsa, bu hususta şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
[52]
Birinci görüş: En
doğru olan bu görüşe göre, Ebu Yusuf, İmam Muhammed
ve İmam Müzeni (r.h) şöyle demişlerdir: "Kâdinin
(hâkimin), kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesi caizdir. Çünkü kâdinin
sözleri hakkında, zann-ı galib üzere olduğu halde, şahidlerin şâhidliği ile
hükmetmesi caiz olduğuna göre, kesin bir bilgi üzere olduğu halde, gördüğü ve
duyduğu ile hükmetmesi haydi haydi caizdir. Şafii (r.h) de,
"Rl»âle"sinde şöyle demektedir: "Ben, iki şâhidden daha kuvvetli
olan bilgimle; bir şâhid ve yeminden daha kuvvetli olan iki şâhid ile yahut da
bir erkek iki kadın şâhid ile ve ceza vermekten ve yemini reddetmekten daha
kuvvetli olan bir şâhid ve bir yemin ile hüküm veririm."
[53]
İkinci görüş:
"Kâdi konu hakkındaki bildiği şeyle hükmedemez." Bu, İbn Ebl
Leyla'nın görüşüdür. Çünkü bir töhmete kapı açmamak, kazada (hüküm vermede)
şarttır. Töhmete kapı açmama ise, mâli cezalarda gerçekleşemez. Fakat ukûbatta,
bakılır; eğer bu, kısas ve kazf (iftira) cezası gibi, kul haklarından ise, bu
hususta mâli konulara dayandırılarak hâkim, kendi bildiğine göre hüküm
verebilir mi? Eğer burada, "hüküm veremez" dersek, beri tarafta haydi
haydi veremez. Aksi halde, bu hususta iki görüş vardır: Aradaki fark şudur:
Allah'ın hukuku (hakları), müsamahaya (fazla derinlemesine incelememeye) bina
edilmiştir. Her iki görüşe göre de, kâdinin (hâkimin),
idare ettiği belde ve
idare ettiği zaman ile başkası arasında, ilim elde etmesi bakımından bir fark
yoktur.
Ebû Hanîfe (r.h) ise
şöyle der: "Eğer kâdi, ıdâre ettiği beldede ve idare ettiği zamanda, (o
meselede) bir bilgi elde etmiş ise, bu bilgisine göre hüküm verebilir. Aksi
halde veremez." Biz de diyoruz ki: "Bilgi, bu durumların farklı oluşu
ile değişmez. Dolayısıyla durumların farklı oluşuna göre, hükmün değişmemesi
gerekir." Allah en iyi bilendir.
[54]
İkinci yola, yani
ikrara gelince, İmam Şafii (r.h): "Zinayı bir defa ikrar bile, haddi
(cezayı) gerektirir" derken, Ebû Hanîîe (r.h): "Hayır, aksine dört
defa, dört ayrı yerde ikrar gerekir" demiştir. Ahmet b. Hanbel ise:
"Mutlaka dört kere ikrar gerekir. Ama bunların, dört ayrı mecliste (yerde)
veya tek bir mecliste (yerde) yapılmasında bir fark yoktur" der.
Şafii'nin delili, şu
iki şeydir:
a) 'Asif (işçi) hadisesi. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), "Eğer itiraf ederse, onu recmet" buyurmuştur. Bu, tek bir
itirafın bile, recm cezasının uygulanması için yeterli olduğunun delilidir.
b) Zina
eden, bunu ikrar ettiğinde, ona cezası gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
>*ÜaJU jei\ "Zahire göre hükmet" buyurmuştur. Tek bir ikrar ise,
zahiri ortaya kor. Hele hele, böyle konularda. Bu böyledir. Çünkü zinayı ikrar
etmekten caydırıcı şeyler çok kuvvetlidir. Zira bu, o anda bir utanç, peşisıra
da şiddetli bir ceza sebebidir. Yalan söylemekten caydırıcı unsurlar da
mevcuttur. Dolayısıyla bü*un bu caydırıcı unsurlar birlikte bulunduğunda,
itiraftan geri durmak kuvvet kazanır. Böylece o kimsenin böyle bir ikrara
yönelmesinin, bu işin doğru olmasından ötürü olduğu sabit olur. Bu ortaya
çıkınca da, hem hadisin hem ayetin muhtevasına girmiş olur. Yahut da biz bu
hususu, kişinin adam öldürdüğünü veya mürted olduğunu ikrar etmesine
kıyaslarız.
Ebu Hanife (r.h)'nin
delilleri ise şunlardır:
1) Mâ'iz
hadisesi. Ebû Hanffe, bunu şu birkaç açıdan delil getirmiştir:
a) Hz.
Peygamber (s.a.s), MA'Iz'den ilk (itirafında), onu duymamazlıktan gelmiştir.
Eğer Mâ'lz'e bundan dolayı had (ceza) gerekseydi, Hz.
Peygamber (s.a.s) duymamazlıktan gelmezdi. Çünkü hüccet tamam olduktan
sonra, Allah'ın hadlerini yerine getirmemek caiz olmaz.
b) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Sen, kendi aleyhine dört kez şehâdette bulundun"
buyurmuştur. Eğer tek İtiraf, haddi gerektirmede dört itiraf gibi olsaydı, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bu sözü lağu (boş ve lüzumsuz) olurdu.
c) Hz. Ebu
Bekir es-Sıddik (r.a)'in, Mâ iz (r.a)'e, üç ikrarından (itirafından) sonra,
"Eğer dördüncü kez itirafta bulunacak olursan, Resulüllah seni mutlaka
recmettinr" dediği rivayet edilmiştir.
d) Büreyde
et-Eslemi (r.a)'nin: "Biz Peygamber ashabı, "Eğer Mâ'iz dört defa
itirafta bulunmasaydı, Hz. Peygamber (s.a.s) onu recmedmeyecekti" der
dururduk" dediği rivayet edilmiştir.
2) Onlar,
ikrarı şâhidliğe kıyas etmişlerdir. Binâenaleyh zinada, ancak dört şâhid
gerekli olduğu gibi, itiraf (ikrar)da da, böyledir. Bu hususta cihet-i camia
(müşterek nokta) ise, bu fuhşun haberini mümkün olduğu kadar gizlemeye gayret
etmektir.
3) Zina,
ancak dört şâhidle yahut da "lian"da olduğu gibi dört yeminle
reddedilir. Binâenaleyh zinanın, dört itiraf neticesinde sabit olmuş olması
gerekir. İşte bu özelliği ile zina, diğer haklardan ayrılır. Çünkü diğer
haklar, tek bir yeminle reddedilebilir, dolayısıyla da bunlar tek bir ikrarla
sabit olur.
Birinciye şöyle cevab
verilir: Hadiste, sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'in, dört şehâdetle hükmettiği
meselesi yer almaktadır. Bu ise, tek bir şâhidlikle hüküm vermeye ters düşmez.
İkinciye şöyle cevap
verilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: Kendisine iftira edilmiş kimse, zina
ettiğini bir kerectk bile kabullendi mi, iftira eden kimseden hadd-i kazf
düşer. Eğer bu tek itirafla zina sabit olmamış olsaydı, iftira edenden ceza
düşmezdi. Bu, tıpkı iki kişinin bir zina hadisesine şahit olmaları halinde, iki
şahadetle zina isbat edilemeyeceği için, iftira eden kimseden haddin (iftira
cezasının) sakıt olmaması gibidir. Allah en iyi bilendir.
[55]
Üçüncü yol, şahidlik
yoludur. Alimler, zinanın isbatı hususunda mutlaka dört şahidin bulunmasının
gerekli olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Buna, "Kadınlarınızdan fuhşu
irtikâb edenlere karşı içinizden dört şahid getirin"(Nisa, 13) ayeti
delâlet eder. Bu husustaki geniş izahımız, inşaallah, "Sonra da dört şahid
getiremezlerse"
(Nur, 4) ayetinin tefsirinde gelecektir.
[56]
Beşinci bahis: Bu
ayetteki, "Deynek vurun" ifadesiyle, kimlere hitab edildiği
hususundadır. Ümmet-i Muhammed, bu ayetle devlet başkanına (İmâm halifeye)
hitab edildiği hususunda ittifak etmiştir. Sonra bu ayete dayanarak, alimler
müslümanların bir halifesinin bulunmasının farz ve şart olduğunu söyleyerek
şöyle demişlerdir: "Çünkü Hak Teâlâ, bu haddin (cezanın) yerine
getirilmesini emretmiştir. Alimler de bunu, ancak halifenin yerine
getirebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Mutlak vacibin, ancak kendisi ile
tamamlandığı şey, eğer mükellefin kudreti dâhilinde ise, aynı şekilde vâcibtir.
Dolayısıyla başlarına bir halife seçmek, müslümanlara vâcibtir. Bu delilin
izahı, "Erkek hırsızın ve kadın hırsızın ellerini kesin"
(m&hh>, 38) ayetinin
Burada geriye şu üç
mesele kalıyor:
[57]
Şafii (r.h):
"Efendi kölelerine haddi
(seri cezaları)
uygulayabilir" demiştir ki bu, İbn Mes'ûd, İbn
Ömer,
Fatıma ve Âişe
(r.ahm)'nin görüşüdür. Ebu Hanife, Ebu
Yusuf,
İmam Muhammed ve Züfer (r.hm.)'e göre, kölenin
efendisi bu yetkiye sahib değildir. İmam Mâlik ise şöyle demiştir:
"Efendi, zina etme,
içki içme ye iftira
hadlerini ona uygulayabilir. Ama hırsızlıktan ötürü onun elini
kesemez. Bunu ancak imam (devlet başkanı ve onun yetki
verdiği birisi), kesebilir.
Bu aynı zamanda
Leysin görüşüdür.
Şâfli (r.h)'nin
delilleri şunlardır:
1) Hz,
Peygamber (s.a.s) "Ellerinizin, altındaki köle ve cariyelere hadleri
uygulayın"[58] buyurmuştur. Ebû Hu rey
re (r.a)'den. Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Sizden birinin cariyesi zina ederse, o ona celde vursun "[59](bir
diğer rivayette) "ona hadd vursun'.'
Ebu Bekr er-Râzi
(el-Cessâs) şöyle der: Bu hadislerde, (sizin söylediğiniz) bu hususa bir delil
yoktur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Sağ ellerinizin altında olan
kimselere (köle ve cariyelerinize) hadleri uygulayın" hadisi, tıpkı:
"Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun"
ayeti gibidir. Halbuki bu ayetten maksadın ise, bu zina fiilinin, hadd (ceza)
uygulanabilmesi için imama (halifeye) iletilmesinin gerekli olduğu, bunun
muhatabının imamlar olduğu ve imamların, bu işi yapanlara cezayı
uygulayabilmeleri için, diğer inşaların da bu gibi hadiseleri imamlara
iletmekle mükellef oldukları malumdur. İşte Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu hadisi,
aynı manaya gelir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Sizden birinin cariyesi
zi'nâ ederse, o ona celde vursun" hadisi şerifine gelince, her celde bir
"had" değildir. Çünkü bazan celde (sopa) "ta'zir" için de
olabilir. Binâenaleyh "ta'zir"i uyguladığımızda, hadisin gereğini
tastamam yerine getirmiş oluruz. *
Buna şöyle cevap
veririz: Cessâs'ın, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Hadleri
uygulayın" ifadesi, haddin yerine getirilmesini emreden bir ifadedir.
Dolayısıyla "Bu ifade, "Hâdisenin imama iletilmesi
"manasınadır" şeklindeki görüşü, hadisin zahirini bırakmadır. Bu
konuda, en son söz şudur: Ayetteki, "Değnek ı/urun"emrinde zahiri
mana terkedilmiş (buna mecazi mana verilmiştir). Fakat ne var ki, ayette zahiri
mana terkedildi diye, hadisin de zahiri manasının terkedilmesi gerekmez.
Cessâs'ın: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Ona celde vursun" hadisi
ile, "ta'zir" kastedilmiştir" şeklindeki görüşü de yanlıştır.
Çünkü zinadan bahsedildikten sonra zikredilen celde ile, ancak zina haddi
manası anlaşılır.
2)
Sultan (imam-halife), köleye haddi
uygulayabildiğine göre, kölenin efendisi bu işi haydi haydi yapabilir. Çünkü
efendinin köle ile olan ilgi ve münasebeti, sultanın ilgi ve münasebetinden
daha kuvvetlidir. Zira mülkiyyet, halifeye yapılan biat akdinden daha güçlüdür.
Bir de, efendilerin köleler üzerindeki velayetleri (yetkileri), sultanın
tebaasına olan velayetinin üstündedir. Öyle ki mesela bir cariyenin efendisi ve
babası mevcud olsa, onu evlendirme velayeti (yetkisi), babasına değil
efendisine aittir. Hem sonra baba da, nikah velayeti hususunda sultandan önce
gelir. Dolayısıyla efendi, sultandan, birkaç derece daha ileridir. Bu sebeble
efendi cezaları köleye uygulamaya daha ehildir. Bir başka husus da, bu makamda
efendinin, imamın sahib olamayacağı tasarruflara (hak ve yetkilere) sahib
oluşudur. Binâenaleyh efendinin, bu hususta daha evlâ olduğu sabit olur.
[60]
3)
Efendinin,
köleye ta'zir cezasını vermeye yetkili olduğunda müttefikiz. Binâenaleyh
"had" de böyledir. Çünkü her ne kadar bunlardan hadlerin miktarı
şer'an belirlenmiş, ta'zirlerin miktarı belirlenmemiş ise de herbiri diğerinin
eşidir.
[61]
Ebu Bekir er-Râzi
(el-Cessâs), EbÛ Hanlfe'nin mezhebine şu delileri getirmiştir:
1) Cenâb-ı Hakk'tn, "Zina eden kadınla zina
eden erkekten herbirine yüzer değnek vurun" ayetinin bütün insanlara değil
de, sadece imamlar (devlet reisleri) için bir hitab olduğu hususunda şüphe
yoktur. Dolayısıyla ayetin takdiri (mecazi) manası, "Ey imamlar
(halifeler) ve kâdiler (hakimler), onlardan herbirine yüzer değnek vurun"
şeklindedir. Cenâb-ı Hak bu ayette, kendilerine bu hadler uygulanacak olan hür
ve köleleri ayırmamıştır. Binâenaleyh hürlere ve kölelere, cezayı uygulamada
efendilerin değil de, sadece imamların yetkili olmuş olması gerekir.
2) Eğer efendinin kölesinin aleyhine, hırsızlık
yaptı diye şâhidlik edenlerin şâhidliğini dinleyip, sonra onun elini kesme
yetkisi olsaydı ve o şâhidter de sonra bu sahiciliklerinden vazgeçselerdi, o
zaman şâhidlere "tazmîn" cezasını uygulama yetkisine de sahib olması
gerekirdi. Çünkü şâhidlere, "tazmin" cezasını uygulamak, hakimin
onların yaptığı şahadete göre verdiği hükümle alakalıdır. Çünkü eğer hâkim
onların şahadetlerine göre hüküm vermemiş olsa, o zaman o şâhidler herhangi bir
şeyi tazmin etmezlerdi. Bu durumda da, hâkim, kendi verdiği hükümden ötürü, o
şâhidlere tazminin gerekli olduğuna hükmetmiş olurdu ki, bu batıldır. Çünkü hiç
kimsenin kendisi için hükmetme yetkisi yoktur. Böylece efendinin, işte bu
şekilde kölesinin aleyhine olan beyyineleri (şâhidlikleri) dinleme ve onun
elini kesme yetkisi olmadığını anlamış oluyoruz.
3) Kölenin
mâliki (efendisi), mülküne olan sevgisinden Ötürü, çoğu kez haddi tam manasıyla
uygulayamaz. Böyle bir töhmet (ihtimal) söz konusu olunca, bu işin ona bırakılmaması
gerekir.
[62]
Birincisine şöyle
cevab verilir: Ayetteki "Değnek vurun " emri açıkça imamlara
yapılmış bir hitab değildir. Fakat bu, dolaylı olarak
onlara bir hitabtır. Çünkü imamdan başkasının bu işi üslenemeyeceği hususunda
icmâ oluştuğu için, bu hitabı imamlara yönelik kabul ediyoruz. Burada imamın
bunu üstlenemeyeceği hususunda bir icma ise oluşmamıştır. Çünkü esas münakaşa
konusu budur.
İkincisine de şöyle
cevab verilir: Muhyl's-sünne, "Tehzlb" adlı kitabında şöyle
der: "Efendinin,
hırsızlık veya yol kesicilik yaptığı için kölesinin elini kesme yetkisi var
mıdır?" Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
1) Bunlardan en doğrusuna göre, böyle bir yetki
söz konusudur. Çünkü Buveyti, bir rivayette, buna dâir açıklamada bulunmuş ve
İbn Ömer (r.a)'in, zina yaptığı ve içki içtiği için kölesine celde vurduğu
gibi, hırsızlık yapan bir kölesinin elini kestiğini rivayet etmiştir.
2) Hayır, el
kesme cezasını uygulama imama aittir. Celde ise böyle değildir. Çünkü efendi,
celde nevinden cezalarda yetkilidir: Mesela ta'zirde olduğu gibi. Ama o, kesme
nevinden cezalarda yetkili değildir.
Daha sonra o sözüne şöyle devam eder: Kölesine uyguladığı her türlü cezayı efendi, ancak
kölesinin o suçu itiraf ettiği sabit olduğunda uygulayabilir. Binâenaleyh eğer
kölenin işlediği bu suça dâir bir beyyine (delil) bulunursa, efendi bu
husustaki şâhidlikleri dinleyebilir mi? İşte bu hususta da İki görüş vardır:
a) Dinler.
Çünkü efendi, kölenin itiraf etmesi durumunda haddi uygulayabildiğine göre,
tıpkı imâm gibi, beyyine (delil ve şâhidlik) ile de bu hakka sahibtir.
b) Hayır, dinleyemez. Aksine bu ancak hâkimlerin
yetkisindedir.
Üçüncüsüne de
"senin bu görüşün, ta'zir cezası ile tenakuz teşkil eder" diye cevab
veririz.
[63]
İmam olmadığı zaman,
insanlardan hiçbirinin bu hadleri uygulama yetkisi yoktur. Aksine evlâ olan
insanların, bu işi yerine getirecek sâlih bir kimse seçmeleridir.
[64]
İdareye el koyan
(mütegallib) bir harici (âsi)
hadleri uygulayabilir mi?
Bazıları,
onun bu yetkisi olduğunu söylerken; bazıları: "Hayır, onun bu yetkisi
yoktur. Çünkü, bizim velayetini, izâle etmemiz gerekmeyen bir kimse tarafından
hadlerin yerine getirilmesi, bu işi sâlih bir kimseye bırakmamızdan daha uzak
bir iştir" demiştir.
[65]
Altıncı bahis: Bu,
hadlerin nasıl yerine getirileceği hususundadır. Celde cezasına gelince, bil ki
avette sadece "celde" lafzı ver almaktadır Binâenaleyh hu ifade
şiddetli, hafif, bütün uzuvlara veya bazı uzuvlara
uygulanacak celde manasında, müşterek bir lafızdır. Dolayısıyla bu durumda
ayette, bu kayıdlara (şekillere) dâir 1 bir ipucu yoktur. Aksine ayetin gereği,
bu sorumluluktan sopayı vuranın nasıl kurtulacağı meselesidir. Çünkü bu kimse,
emrolunduğu bir şeyi yerine getirmektedir. Dolayısıyla sorumluluktan kurtulması
gerekir. Keşşaf Sahibi şöyle der: "Celde lafzında, acının ve sızının, etin
içine işlememesi gerektiğine bir işaret vardır. Çünkü "celd", deriye
vurmak demektir. Nitekim Arapça'da tıpkı hâ'nın fethası ile, "sırtına
vurdu" manasında demen gibi, "onun derisine yani karnına, başına
vurdu" denilir. Fakat bu celdenin maksadının, menetmek (zinadan caydırmak)
olduğunu bildiğimiz için ve caydırıcılığın da hafif sopa ile olmayacağını
bildiğimiz için, âlimler bu celdenin nasıl olacağı hususunda, kıyas yoluyla
hüküm belirtmişlerdir." Burada birkaç mesele vardır:
[66]
Muhsan (evli) kişi,
elbisesi çıkarılmadan celdelenir. Fakat
bu
celdenin, bundan doğacak acının, o insana ulaşması
gerekir. Onun elbiselerinden fazla olanları ve kürkü
çıkarılır.
Rivayete göre"Ebu Ubeyde b.
el-Cerrâh (r.a)'a, bir adam
had uygulanmak üzere
getirildi. Adam, elbisesini (gömleğini) çıkarmaya koyuldu ve:
"Bu günahkar bedenime, üzerinde gömlek bulunduğu
halde vurulması doğru olmaz"
dedi.
Bunun üzerine Ebu Ubeyde: "Ona elbisesini çıkarmasını söylemeyin"
dedi
ve ona elbisesinin üzerinden celde
vurdu."
Kadına gelince, bu cezanın uygulanması
için elbisesini çıkarmanın caiz olmadığında ihtilaf yoktur. Aksine açılmaması
için, elbisesi iyice düğmelenir, bağlanır ve bu işi yine bir kadın yapar.
[67]
Bu kimse bağlanılmaz;
aksine elleriyle korunabilmesi için,
bağlanmadan
bırakılır. Erkek ayakta iken, kadın ise oturur
vaziyette olarak had uygulanır. Ebu Yusuf (r.h) şöyle der:
İbn Ebİ Leyla, iftira eden kadına, kadın ayakta olduğu
halde sopa vurdurdu da,
Ebû Hanîfe, onun hata
ettiğini söyledi."
[68]
Ne yaralayacak kadar
yeni, ne de acıtmayacak kadar eski
olmavan,
orta durumda bir kamçı ile bu ceza uygulanır.
Yine ne şiddetli ne de zayıf olan, ikisi ortası bir vuruşla
vurulur. Ebu Osman en-Nehdi şunu rivayet etmiştir:
Hz. Ömer (r.a)'e, bir adam had vurulmak için
getirildi. Sonra da şiddetli (kuvvetli ve sert) bir kamçı getirilince:
"Bundan daha yumuşağını getirin" dedi. Bunun üzerine, ona daha
yumuşak bir kamçı getirilince: "Hayır, bundan biraz sertini
istiyorum" dedi. O zaman, ikisi arası orta sertlikte bir kamçı getirildi.
O da buna razı oldu."
[69]
Kamçılar, (vuruşlar),
uzuvlara dağıtılarak vurulur, aynı yere vurulmaz. Âlimler, bunu vuranın yüz,
karın ve avret mahalli
gibi, tehlikeli
yerlere vurmaktan sakınması
gerektiği
hususunda ittifak
etmişlerdir. Şafii (r.h)'ye göre, başa vurulabilir. Fakat Ebû Hanffe (r.h),
başa vurulmaması gerektiğini söylemiştir ki bu, Hz. AH (r.a)'nin görüşüdür..
Şafii (r.h)'nin delili
şudur: Hz. Ebu Bekir (r.a) "Ben, başlara da vururum. Çünkü şeytan
oradadır" demiştir. Hz. Ömer (r.a)'in, ısrarla ve rahatsız edici bir
şekilde "Zâriyaf'ın ne demek olduğunu soran Sabig b. Useylin başına
(kamçıyla) vurduğu rivayet edilmiştir.
Ebu Hariffe (r.h)'nin
delili ise şudur: Biz, yüze vurulamayacağı hususunda (sizinle) müttefikiz. Baş
da böyledir. Bu ikisi arasında müşterek nokta ise, hem hüküm, hem de manadır.
Hükme gelince, dövmenin tesirinden ötürü, başta meydana gelen, ayıp ve
kusurlar, tıpkı yüzde meydana gelen kusurlar gibidir. Bunun delili şudur: Başta
ve yüzde meydana getirilen, (kemiğin gözükeceği bir biçimde) derin yaralamalarla
diğer yaralamaların hükmü aynıdır. Bu ikisi, bedenin diğer yerlerindeki
yaralamalardan farklıdırlar. Çünkü, başın ve yüzün dışındaki böylesine derin
yaralamalarda, hakimin hükmü gerekir. Burada, başta ve yüzde meydana gelen
yaraların cezası olan "Erş" (ceza) gerekmez. Binâenaleyh, başın ve
yüzün, vurmaktan ve dövülmekten korunmaları gerektiği ve farz olduğu hususunda
eşit olmaları gerekir. Manaya gelince, bu yüze vurmada gözlere karşı işlenen
bir suç söz konusu olduğu için, yüze vurmaktan men edildiği içindir. Böyle bir
hususiyet, başta da bulunur. Çünkü, başa vurmadan dolayı, gözler kararır. Ve,
çoğu kez bu vurmadan dolayı, gözde su meydana gelir. Yine, bu vurmadan ötürü,
aklın karışması da söz konusudur.
Şafii mezhebinin
alimleri buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Yüz ile başa vurma arasında, fark
bulunmaktadır. Çünkü, yüze vurulduğunda, alın kemiği ince olduğu için, çoğu kez
kırılır. Ama, kafatası böyle değildir. Çünkü, son derece serttir. Bir de, göz,
son derece şeffafdır. Binâenaleyh, göze vurmalar, körlük meydana getirir. Hem,
yüze vurmak, burnu da kırar. Çünkü burun, ince kıkırdakdan meydana gelmiştir.
Aynı zamanda, yüze vurmak dişleri de kırar; çünkü dişler şeffaf kemiksi
maddeden yapılmıştır. Keza, yüze vurma halinde, beyine yakın olduğu için
tehlikeli bölge olan yanaklara da değebilir. Binâenaleyh, bu vurmanın tesiri,
hızlı bir biçimde beyin kütlesine intikal edeceği için, buralara vurmak da son
derece tehlikelidir. Halbuki bütün bunlar, başa vurmada söz konusu değildir.
[70]
Şayet, hadd cezası
için vurulan kamçılar, mesela hergün
bir
veya iki kamçı vurmak gibi, kendisiyle şerl cezanın
tahakkuk etmeyeceği bir biçimde (günlere) dağıtılacak
olsa,
bunlar sayılmaz. Ama, hergün yirmi veya
daha fazla vurulursa, o zaman hesap edilir, sayılır. Evlâ olan, bu cezanın,
(günlere) dağıtılmamasıdır.
[71]
Hamile bir
kadına bu tür şer'î bir ceza uygulamak
gerektiğinde, o kadın çocuğunu doğurmadıkça, bu ceza
uygulanamaz. İmran İbn
el-Husayn, şunu rivayet etmiştir:
Cüheyne
Kabilesinden bir kadın, hamile olduğu halde,
zînâ suçundan dolayı Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ey Allah'ın
Nebisi! Şer'î cezayı hak ettim, onu bana uygula!" dedi. Bunun üzerine
Allah'ın nebisi de, o kadının velisini çağırdı ve: "Ona güzel muamelede
bulun, çocuğunu doğurduğunda, onu bana getir" dedi, velisi de böyle yaptı.
Kadın gelince, Allah'ın nebisi, o kadına üzerindeki elbisesini bağlamasını,
düğmelemesini emretti. Daha sonra, Hz. Peygamber kadın hakkındaki emrini verdi,
kadın da böylece recmedildi. Sonra da, o kadının namazını kıldı. Çünkü bütün
bunlardan maksat, (kişileri) telef etmek değil, eğitmek ve terbiye etmektir.
[72]
Şayet, hasta bir
kimseye şer'î ceza olarak, değnek vurmak gerekirse bakılır. Eğer onda,
başağnsı, zayıflık ve doğurma gibi, gitmesi umut edilen bir hastalık varsa, bu
iş o kimse
iyileşinceye kadar ertelenir. Bu tıpkı,
bir kimseye şayet kendisine bir şer'î ceza veya el kesme gibi hadd
uygulanmışsa, bu şeyin tesiri geçinceye, iyileşinceye kadar, o kimseye başka
bir şerf cezanın uygulanmaması gibidir. Yok, eğer o kimsede iyileşmez türden
akciğer ve müzmin hastalıklar kabilinden bir hastalık bulunursa, bu ceza
ertelenmez. Ona, kamçıyla da vurulmaz. Çünkü o, bunun (tesirinden) ölebilir.
Halbuki maksat ve gaye onun ölümü değildir. Bu hususta ihtilaf yoktur: ister
zina ettiği sırada sağlığı yerinde olup sonra hastalanmış olsun, isterse hasta
iken zina etmiş olsun. Tam aksine, üzerinde yüz salkım bulunan bir hurma
salkımı (dalı)yla vurulur. Böylece bu vuruş yüz değneğin yerini tutmuş olur.
Nitekim, Cenâb-ı Hak Hz. Eyyûb (a.s)'ın hadisesinde de, "Eline bir demet
sap a! da onunla vur. Yemininde durmadık etme" (S*d, 44) buyurmuştur. Ebû
Hanîfe (r.h)'ye göre ise bu kimseye o kamçıyla vurulur. Bizim,
(Şafiilerin)delili, rivayet edilen şu husustur: "Yatalak bir adam, bir
kadınla zina etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber emretti de, ashâb-ı kiram, yüz
salkımı olan (bir dal) aldılar ve ona bununla tek bir kere vurdular." Bir
de, namaz çeşitli durumlara göre, farklı farklı haller alınca, haddin de böyle
durumlara girmesi haydi haydi mümkündür.
[73]
Hadd cezası, havanın
mutedil olduğu bir zamanda uygulanır. Binâenaleyh, eğer bu ceza, sıcağın veya
soğuğun şiddetli olduğu bir zamanda uygulanmak istenirse, bakılır. Eğer bu
hadd, recm ise, tıpkı hastalık esnasında uygulandığı gibi, bu zaman da
uygulanır. Çünkü, bu haddin, cezanın maksadı, (zaten) onu öldürmektir. Bu
recmin, o kimsenin ikrarı ile sabit olması halinde, havanın mutedil olması veya
iyileşmesi ümit edilen hastalığın iyileşmesine kadar tehirediiebiteceği de
ileri sürülmüştür. Çünkü o, recm uygulamasının herhangi bir noktasında, her an
ikrarından vazgeçebilir. Halbuki bu durumda recm, onun bedeninde iz bırakmış ve
sıcağın-soğuğun şiddeti ile hastalık da, onun helak edilmesine, bir tür
yardımcı olmuşlardır. (Yani, bu unsurların recme karışmaması için
ertelenebileceği söylenmiştir). Ama, recmin "beyyine" ile (şahitlerin
şehâdetleri ile) sabit olması durumu böyle değildir. Çünkü bu ceza artık sakıt
olmaz. Ama, uygulanacak ceza, "celde" (sopa) olursa, tıpkı hastalık
halinde bu cezanın uygulanmaması gibi, iyice sıcak ve iyice soğuk zamanlarda da
yerine getirilmesi caiz olmaz. Recme gelince, bu hususta birkaç mesele vardır:
[74]
Şâftl ve Malik
(r.h), imamın, kişilerin
recmedilmes
esnasında bulunup
bulunmamasının caiz olduğunu.
şahitlerin de
bulunmasının gerekli olmadığını söylerken
Ebû
Hanîfe (r.h) şöyle demiştir: "Eğer
zina hadisesi
"beyyine"
ile sabit olmuşsa, recmi uygulamaya ilk
önce şahitlerin, sonra devlet
başkanının (veya
yetkilinin),sonra da diğer insanların başlaması gerekir. Eğer bu zina
hadisesi kişinin kendi ikrarı ile sabit olmuşsa, recme
önce devlet başkanı, daha sonra
da
diğer insanlar başlar." Şafii (r.h)'in delili Hz. Peygamber'in, Mâtz'le
Gamkiyye'nin
recmed il melerin i emredip, sonra da
bizzat kendisinin onların recmedilişlerinde
bulunmayışıdır.
[75]
Eğer zina hadisesi, kişinin ikrarı ile sabit
olmuşsa, kişi de her ne zaman ikrarından vazgeçerse, haddin bir kısmı ister
uygulansın isterse uygulanmasın, haddin uygulanması bırakılır. Bu,Ebû Hanîfe
(r.h), Sevrî, Ahmed İbn Hanbel ve İsh&k'ın görüşüdür. Hasan el-Basri, İbn
Ebi Leylâ ve Dflvud ise onun ikrarından rücuunun kabul edilemeyeceğini
söylemişlerdir. İmam Malik'den ise, bu hususta iki rivayet gelmiştir.
Birinci görüşün delili
şudur: Mâiz'e taşlar isabet ettiği zaman o kaçmıştı. Bunu (bilahare) öğrenen
Hz. Peygamber (s.a.s) "onun yakasını bırakmalı değil miydiniz!"
buyurdu.
[76]
Kadın için açılıp
saçılmamasını temin gayesiyle göğüslerini
aşan
boyda bircukur kazılır ve böylece taşlanır. Ama erkek
için böyle bir çukur kazılmaz. Çünkü Ebu Said el-Hudri
şunu rivayet etmiştir: "Mfllz Hz. Peygamber'e
geldi ve: "Ya Resulullah! Ben bir fahişeyle cinsi münasebette bulundum.
Binâenaleyh bana, o cezayı uygula" dedi. Hz. Peygamber ise, birkaç kez onu
geri çevirdi. Sonra da, kavmine sorunca onlar: "Biz bunda bir sakınca görmüyoruz"
dediler. Bunun üzerine bize, onu recmetmemizi emretti. Derken, biz onu Garkad
mıntıkasına götürdük. Ama, biz onu ne bağladık, ne de onun için bir çukur
kazdık." RazI sözüne devamla şöyle der: "Biz onu, kemiklerle, özlü
çamurlarla (keseklerle) ve çakıl taşlarıyla taşladık. Derken, o kaçtı, biz
arkasından kovaladık. Harre (Medine yakınında bir bölge adı) denen mıntıkanın
ortalarına geldi ve karşımıza dikildi. Böylece biz onu, yığılıp kalıncaya
kadar, o Harre'nin büyük kaya parçalarıyla taşladık." Bundan istidlal
edilecek husus ravinin: "Biz onu bağlamadık ve biz ona çukur kazmadık. O,
kaçtı" şeklindeki sözleridir. Demek ki, o şayet bir çukurda olsaydı, o
buna imkan bulamayacaktı.
[77]
Kendisine ceza
uygulanmasından dolayı ölen kimse yıkanır.
Tekfin
edilir, namazı kılınır ve müslümanlann kab- fistanlığına gömülür.
İşte, bu ayetle ilgili
şer'î hükümlerin açıklanmasına dair söylemek istediğimiz şeylerin tamamı budur.
[78]
Bu konudaki akli
meselelere gelince: Bil ki, bazı kimseler şöyle demektedir: Bedenin, pekçok
parçadan meydana geldiğinde şüphe yoktur. Binâenaleyh, ya bedenin herbir
parçasında başlıbaşına bir hayat, bir ilim ve bir kudret bulunur, veyahut da
bütün cüzlerinde tek hayat, tek ilim ve tek kudret bulunur. İkincisi, tek bir
"araz"ın pekçok mahalde bulunmasının imkansız olması sebebiyle,
imkansızdır. Binâenaleyh, haliyle, geriye birinci şık kalır. Durum böyle olunca
da, bedenin herbir parçası, başlıbaşına canlı, alim ve kadir olmuş olur.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Zina fiilini işleyen o adamın sırtı değil,
avret mahallidir. Binâenaleyh, daha nasıl Hakim olan zatın sırtına vurmayı
emretmesi güzel ve yerinde olabilir? Bir de, bazan insan zinaya yöneldiği
sırada zayıf, cansız ve kansız olur; daha sonra, şişmanlar;ge!işir.
Binâenaleyh, zina fiilinden uzak olduğu halde, bu sonradan meydana gelen
kısımların incitilmesi nasıl caiz olabilir? Buna göre şayet birisi, "Bu,
şu iki bakımdan reddedilmiştir:
1) Bedenin
her bir parçası, başlı başına fail ve başlı başına hayy, diri değildir. Böyle
olması imkânsızdır. Tam aksine, dirilik, ilim ve kudret tek bir cüzde bulunur,
sonra da bu tek cüz, dirilik, alimlik ve kadirlik hükmünün (vasfının)
parçaların tümüne geçmesini sağlamıştır. Böylece de, bedenin tümü, tek canlı,
tek âlim ve tek kadir oluvermiştir. Böyle olması halinde, bu soru ortadan
kalkar.
2) Şöyle
denilebilir: "Fail, muharrik ve müdrik olan, cisim ve cismani olmayan bir
şeydir ki bu, ancak bu bedeni idare eden şeydir. Böyle olması halinde de, bu
soru ortadan kalkar" diyebilir. Böyle diyene şöyle cevap verilebilir:
Cevap: Birincisi
tutarsızdır. Çünkü, ilim, tek bir cüz ile kaim olup, (onda bulunduğunda), bu
durumda ya bedenin meydana geldiği parçaların tümü ile, tek bir âlimiyet (bilme
hali bulunmuş olur ki, bu durumda da, tek bir sıfatın pekçok mahalde bulunması
neticesi ortaya çıkar ki, bu olamaz. Yahut da, her bir parçada başlıbaşına bir
âlimiyet (bilme hali) bulunmuş olur ki, böylece de, zikredilen mahzur geri dönmüş
olur.
İkincisi de son derece
uzak bir ihtimaldir. Çünkü, o kötü işi yapan, bedenden fırlamış şu uzuv
olduğuna göre, daha niçin ceza olarak bu bedene vurulmaktadır? diye
sorulabilir. Bil ki, şerfhükümlerin gayesi, kişilerin menfaatlerine olan
şeyleri görüp gözetmektir. Biz, serî cezaların bir caydırıcılık ifade ettiğini
biliyoruz. O halde, maksat hasıl olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.
[79]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah'ın dini hususunda, acıyacağınız tutmasın" ifadesine gelince,
bu hususta iki mesele bulunur:
[80]
Re'fet, rikkat-i kalb
ve merhamet demektir. Kırşat imamlarının
hemen hepsi, hemzenin
sükunu ile
(Re'fetun)
şeklinde okumuşlardır. Bu kelime, hemzenin fethası ile, iiij (reefetun)
şeklinde okunduğu gibi, vezninde olmak üzere şeklinde de okunmuştur.
[81]
Bu ifadenin, "Haddi" atâlete uğratmak veya
noksan
yapmak suretiyle, sizi herhangi bir
merhamet almasın"
şeklinde olması
muhtemel olup, buna göre mana, "şefkat
ve merhametinizden dolayı Allah'ın hadlerini atâlete uğratmayın ve
onları yerine
getirmeyi ihmal etmeyin" şeklinde
olur. Bu mana ve görüş, Mücahidjkrime ve Said
İbn Cübeyr'e ait olup, Ferrfl ve Zeccâc'ın da tercihleridir.
Bu ifadeden kastedilen
mananın, "Celde'nin hafifletilmesi suretiyle, sizi herhangi bir merhamet
ve şefkat tutmasın" şeklinde olması da muhtemel olup, bu da Said
İbnu'l-Müseyyeb, Hasan el-Basri ve Katâde'nin görüşüdür. Bu ifade, her iki
manaya da muhtemel bir ifade olup, birincisi daha uygundur. Çünkü ayette bahsi geçen
şey, celde'nin bizzat kendisi olup, onun keyfiyetinden bahsedilmemiştir.
Binâenaleyh, ceide'yle ilgili şeyin de onunla alakalı olması gerekir. Bu konuda
örnek olarak, Hz. Peygamber (s.a.s) kâfidir. Çünkü "Şayet.
"Muhammed'in kus Fatma da hırsızlık etmiş olsaydı, onun da elini
keserdim"[82] buyurmuştur. Cenâb-ı Hak,
''Allah'ın dini hususunda" ifadesiyle de, dinin herhangi bir şeyi yapmayı
gerektirmesi halinde, kişinin kendi merhamet ve şefkatini, o şeyin aksi istikametinde kullanmasının doğru olmayacağına
dikkat çekmiştir.
Ayetteki "Eğer
Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" ifadesi, Allah ve O'nun dini için
kişileri coşturma (tehyîc) ve onların öfkelerini galayana getirme kabilinden
bir ifadedir.
Cübbai, bu ayetin
takdirî manasının, "Eğer müminseniz, hadleri yerine getirmekten geri
durmayın" şeklinde olduğunu, bunun da, Mürcie'nin söylediğinin aksine,
farzları yerine getirmekle meşgul olmanın, İmandan olduğuna delâlet ettiğini
söylemiştir.
Buna şöyle cevap
verilir: Merhamet ve şefkat ancak, insan kendi tabiatı ile, evlâ olanın o
cezaların yerine getirilmemesi olduğuna hükmetmesi halinde meydana gelir
ki, bu durumda böyle bir kimse dini inkâr etmiş olur
ve imandan çıkmış olur. Nitekim hadiste şöyle varid olmuştur: "Şer'î
cezadan bir kamçı noksan yapan bir yönetici, bu işi yapan kişi huzura çıkarılır
da ve ona, "bunu niçin yaptın?" denilir. O da bunun üzerine,
"Senin kullarına olan merhametinden dolayrcevabım verir. Bunun üzerine
ona, "Sen, onlara benden daha mı merhametlisin?" denilir ve cehenneme
atılması emredilir. Yine, şer'î cezada bir kamçı fazla vuran kimse de huzur-u
ilahiye getirilir. Ve ona da, "Bunu niçin yaptın?" denilir. O da,
"Sana isyandan vazgeçsinler diye" cevabını verince, Cenâb-ı Hak,
"Sen bu hususta, benden daha mı adil ve hakimsin?" der, onun da
cehenneme atılmasını emreder.
[83]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Müminlerden bir zümre de, bunların azabına şahit olsun" emrine
gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.
[84]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Müminlerden bir zümre de, bunların azabına şahit olsun" sözü, zahirî
vücub ifade eden biremirdir. Ancak ne var ki fukaha, şöyle demiştir:
"Orada bir topluluğun bulunması, müstehab olup, bunun gayesi, kendisinde
daha fazla caydırıcılık bulunduğu ve sopa vuran kimseden töhmeti de kaldırdığı
için, haddin yerli yerince ifa edildiğini ilandır. Bu ayet-i kerimede geçen,
"zümre,taife" ifadesiyle, şahitlerin kastedildiği de ileri
sürülmüştür. Çünkü onların şehadetlerini sürdürdükleri anlaşılsın diye, onların
orada bulunmaları gerekir.
[85]
Alimler,
"taife"nin en azı hususunda ihtilaf ederek, şu görüşleri
belirtmişlerdir:
a) Bu, tek
bir kimsedir. Bu görüş, Nehai ve Mücahid'e ait
olup, bunlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer müminlerden iki zümre
birbiriyle döğüşürlerse" {Hücum 9) ifadesiyle istidlal etmişlerdir.
b)
"Taife"nin en azı, iki kişidir. Bu, İkrime ve Atâ'nın görüşüdür.
Bunlarda, "O halde, kimi de din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve
kavmleri kendilerine geldikleri zaman onları Allah azabıyla korkutmaları için-
(gitmeyip kalmalıdırlar)" Tevbe. 122) ayetiyle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Her üç, bir fırkadır, gruptur. Üçün dışında kalan ise, bir
veya ikidir. İhtiyat, en fazlasını almayı gerektirir."
c) Taifenin
en azı üçtür. Bu da Zühri ve Katâde'nin görüşü olup, bunlar da şöyle
demişlerdir: "Taife, tıpkı bir şeyin etrafını kuşatan bir cemaat gibi, bir
halka oluşturan gruptur. Bu halkanın meydana gelmesinden gerekli olan en az
sayı ise, üçtür."
d) Taifenin
en azı, zina şahidlerinin sayısı olan, dörttür. Bu da, İbn Ab bas ve Şafii
(r.a)'nin görüşüdür.
e) Taifenin
en azı ondur. Bu da, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Çünkü, mükemmel sayı ondur.
[86]
Bunun "azab"
diye adlandırılması, bir ceza olduğunu ifade
eder. Aynı sebebten
dolayı (nekâlen) diye
adlandınldığı gibi,
tekrar yapmaya mani olduğu için de,
'azab"
diye isimlendirilmiş olabilir. Cenâb-ı Hak, "müminlerden" kelimesi
ile de, şehadet eden o kimselerin işte bu vasıfta olmaları gerektiğine dikkat
çekmiştir. Çünkü onlar, böyle bir vasfı taşıyınca, onların orada bulunmalarının
caydırıcılıktaki tesiri artar. Ve yine, onların görüp müşahede ettikleri
haberlerin tesiri ve kıymeti büyür de, böylece kendisine sopa vurulan kimse,
onların bulunmaları sebebiyle, halinin iyice duyulacağından korkar. Böylece bu
bulunma, daha başta bu işe teşebbüs etmeme halini temin eder. Allah en iyi
bilendir.
[87]
İkinci hüküm, Cenâb-ı
Hakk'ın
"Zina eden erkek,
zina eden veya müşrik olan kadından başkasını nikahlamaz. Zina eden kadını da
zina eden veya müşrik olan bir erkekten başkası nikahlamaz. Bu (suretle
evlenmek) mü'minler üzerine haram kılınmıştı"
(Nur. 3).
ayetinin
ifade ettiği husustur.
nehiy sığasıyla,
meczûrn olarak, (Lâ yenkih) şeklinde olarak, okunmuştur. Yine fiilide, hâ'nın fethasıyla, fa (harume)
şeklinde okunmuştur. Sonra, bu ayetle ilgili birkaç soru vardın
Birinci soru: Cenâb-ı
Hakk'm, "Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan kadından başkasını
nikahlamaz" ifadesinin zahiri, bir haberdir. (Bu cümle, bir haber
cümlesidir). Ama durum, bu zahirî ifadenin ortaya koydığı gibi değildir. Çünkü
biz, zina eden bir erkeğin bazan, namuslu, mümin kadınla evlendiğini; bazan da,
zina eden bir kadını, namuslu ve mümin bir erkeğin nikahladığını görmekteyiz.
İkinci soru: Cenâb-ı
Hak, "Bu (suretle evlenmek) müminler üzerine haram kılınmıştır"
buyurmuştur. Halbuki, bu da böyle değildir. Çünkü, mümin bir kimsenin, zina
etmiş olan bir kadınla evlenmesi helaldir.
Cevap: Bil ki,
müfessirler işte bu iki sorudan dolayı şu izahları yapmışlardır.
1) İzahların
en güzeli, KaffAl'ın yapmış olduğu şu izahtır: "Bu ifade, her ne kadar
umûm bir ifade ise de, ancak ne var ki, bundan genellik, ekseriyet manası
kastedilmiştir. Bu böyledir, zira işi gücü zina etmek ve fısk olan piş bir
fâsık, sâlih kadınlarla evlenmeyi arzulamaz. O ancak, kendisi gibi olan pis bir
fâsık veya müşrik kadınla evlenme arzusu duyar. İyi,$alih erkekler, pis fasık
kadınlarla evlenme arzusu duymayıp, tam aksine onlardan iyice nefret ederler.
Bunlarla evlenmeye, ancak kendileri gibi fasık ve müşrik erkekler arzu
duyarlar. Binâenaleyh bu durum, genelde böyledir. Bu tıpkı, "Hayrı ve
güzeli, ancak muttaki oian kimse işler, yapar. Bazan da, bazı hayrı ve güzeli,
muttaki olmayan da yapar" denilmesi gibidir. İşte burada da böyledir.
Cenâb-ı Hakk'ın, Bu
(suretle evlenmek) müminler üzerine haram kılınmıştır" (ifadesiyle ilgili
soruya) gelince, buna da şu iki yönden cevap verebiliriz:
Birinci yön: Allah
katında makbul mümin bir erkeğin, zina eden bir kadınla evlenmesi, kadına arzu
duyması ve bu sebeple de, zinâkârlıkla adlandırılmış fasıklar arasına
karışması, mümin kimseye haramdır. Çünkü, böyle bir evlilikte, fasıklara
benzeme, töhmet mahallerinde durma ve bu hususta, kötü sözlere ve gıybetlere
sebeb olma vardır. Kasten;bile bile, isyankâr olan kimselerle oturup kalkmadan
dolayı, nice günahlar işlenilir. Ya, zâni kadınlar ve günahkar erkeklerle
evlilik nasıl bir netice verir?
2) Arzu ve
isteği, tamamiyle zâniye kadınlara yöneltmek, sâliha kadınlara arzu duymamak,
mümin erkeklere haramdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin manası, "Zina
eden erkek, sadece zina eden kadınlara arzu duyar" şeklindedir.
Binâenaleyh, işte bu hasr müminlere haram kılınmıştır. Bu sebeple, bu hasr'ın
haram kılınmasından, mümin erkeğin, zâniye kadınla evlenmesinin haram olduğu
neticesi çıkmaz. Binâenaleyh, işte bu ayetin tefsirinde esas olan husus budur.
[88]
İkinci yön: Cenâb-ı
Hakk'ın kelimelerinin başındaki eliflâm, her ne kadar zahiren umumîlik ifade
etse bile, ancak ne var ki, burada bu husus, ayetin kendileri hakkında nazil
olduğu kimselere tahsis edilmiştir. Nitekim, Mücahfd, Ata,İbn Ebi Rabah ve
Katade şöyle demişlerdir: "Muhacirler, Medine'ye geldi, içlerinde malları
ve kabilesi, akrabası olmayan fakirler de bulunuyordu. Medinede de, kendilerini
satan zinâkâr kadınlar vardı. O gün, bu tür kadınlar, Medinelilerin en
varlıklılarıydı. Herbirinin kapısının üstünde, onların zinâkâr olduklarının
anlaşılması için baytarların alametlerine benzer alametler bulunuyordu. Ve
onların yanına, sadece zina eden erkeklerle müşrikler girip çıkardı. İşte bu
sebeple onların bu kazançlarına, Medine'ye gelmiş olan o bir grup fakir
müsiüman arzu duyarak, "Allah bizi onlardan müstağni kılacağı bir zamana
kadar onlarla evlenelim" dediler, bunun
üzerine de, Hz. Peygamberden izin talebinde bulundular. İşte bunun
üzerine bu ayet nazil oldu. Buna göre ayetin takdiri, "O zina eden
erkekler, ancak o zina eden kadınları alırlar. Ve, o zina eden kadınları da,
ancak zina eden o erkekler alırlar. Onları nikahlamak müminlere haram
kılınmıştır" şeklinde olur.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin zahiri, her ne kadar
bir haber cümlesi ise de, ancak ne var ki bununla, "nehy"
kastedilmiştir. Buna göre mana, "zina eden her erkeğin, ancak zina eden
bir kadınla evlenmesi uygun düşer. Bu, müminlere haram kılınmıştır"
şeklinde olur. İslâm'ın başlangıç yıllarındaki hüküm, işle böyleydi. Yapılan bu
izaha göre de alimler, şu iki hususu ileri sürmüşlerdir:
Birinci husus: Bu
hüküm, zina eden erkeğin ve kadının, namuslu kadın ve erkeklerle; namuslu erkek
ve kadınların da, zina eden kadın ve erkeklerle evlenmelerinin haram kılındığı
şu ana kadar devam etmektedir. Bunun Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. AH, fbn Mesûd
ve Hz. Âişe'nin mezhebi ve görüşü olduğu ileri sürülmüştür. Sonra bunların
arasında, bu işe yeni başlayanla, bunu sürdürenin aynı olduğunu ileri sürerek
şöyle diyenler de vardır: "Bir mü'mine, zinâkâr bir kadınla evlenmek helâl
olmadığı gibi, onun hanımının, nikahı altında iken zina etmesi halinde, bu
evliliği sürdürmesi de helâl olmaz." Bazıları da bu iki şeyi birbirinden
ayrı mütalaa ederler. Çünkü evliliğe mani olacak şeyler arasında, mesela
ihramiı olmak, iddet bekliyor olmak gibi, nikahın devamına mâni olmayan şeyler
de vardır.
İkinci husus: Bu hüküm
mensuhtur. Alimler bunu neyin neshettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Cübbaİ'nin bunu icmanın neshettiğini söylediği rivayet edilmiştir. Saİd b.
Müseyyeb'den de bunun, "Sizin için helal olan kadınlardan nikahlayın"
(Nisa, 3) ayeti ile, "içinizden bekarları evlendirin" (Nur, 32)
ayetinin umûm oluşu ile neshed ildiğin i söylediği rivayet edilmiştir. Muhakkik
âlimler ise, her iki görüşün de zayıf olduğunu belirtmişlerdir: Birincisine
gelince, usûl-ü fıkıh'da icmânın ne kendisinin neshedileceği. ne de onunla
başka birşeyin neshedileceği söylenmiştir. Hem sonra bir ihtilaftan sonra
meydana gelen icmâ, hüccet olamaz. Bu meseledeki icmâdan önce de, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin muhalefetleri vardır. Binâenaleyh bu icmâ nasıl
doğru olabilir. İkinci görüşe gelince, Hak Teâlâ'nın, "Sizin için helâl
olan kadınlardan nikahlayın" emri, nâsih olamaz. Çünkü burada mutlaka,
sebeb, neseb, yahut bu ikisi dışında, nikaha mâni herhangi bir şeyin
bulunmaması şartı vardır. Birisi şöyle diyebilir: "Bu ayetin muhtevasına,
bir kadını kardeşi veya kardeşinin oğlu ile evlendirme meselesi girmediği gibi,
zâni bir kadını mü'min bir erkekle evlendirme meselesi de girmez."
Biz deriz ki: bir
ayrılığı meydana getirme hususunda, zinanın, başka şeylerde bulunmayan
tesirleri vardır. Baksana, birisi o kadına zina iftirasında bulunduğunda, bunun
peşinden, bazı bakımlardan o kadını bir ayrılık izler. Halbuki böylesi şeyler,
haddi gerektiren şeylerde gerekli değildir. Bir de zina, utanç sebebidir ve
"firaş"a tesir eder. Binâenaleyh bu özellikleri ile diğer şeylerden
farklıdır.
Böyle bir nesh
bulunduğunu iddia edenler, şu şeküde istidlalde bulunuyorlar: İbn Abbas
(r.a)'a, bir kadınla zina eden erkeğin, o kadınla evlenip evlenemeyeceği
meselesi sorulmuş, İbn Abbas (r.a) da, evlenebileceğini söyleyerek, bu kimseyi
bir ağacın meyvesini önce çalıp, sonra onun parasını verip satın alan kimseye
benzetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu husus sorulduğunda O, "ilk durum
zina, sonu ise nikâhtır. Haram ise, helâli haram kılmaz" buyurmuştur.
4) Ayetteki
nikah sözü, "vat"' (cima) manasına alınır. Buna göre mana, "Zina
eden erkek, zina ederken ancak, zâni veya müşrik bir kadınla zina etmiştir.
Zina eden kadının durumu da böyledir. Bu ise mü'minlere haramdır. Yani zina
mü'minlere haramdır" şeklindedir. Ebu Müslim'in tev'vili de bu şekildedir.
Zeccac der ki: "Bu te'vil, şu iki açıdan yanlıştır:
1) Allah'ın
kitabında geçen bütün "nikah" lafızları evlenme manasınadır. Bu lafız
kesinlikle "vat' " (cima) manasına alınmamıştır.
2) Bu mana,
sözü faydalı (manalı) olmaktan çıkarır. Çünkü bu ifadeyle, "zina eden
erkek, ancak zina eden bir kadınla cima eder" diyecek olursak, yine aynı
problem söz konusu olur. Zira zina eden erkeğin, kendisiyle evlendiğinde
iffetli ve namuslu kadın ile cima ettiğini bilmekteyiz. Yine bununla,
"zina eden erkek, ancak onun o kadınla cimâsı bir zina olduğu zaman,
zinâkar bir kadınla cima etmiş olur" diyecek olursak, bu manasız bir söz
olmuş olur" demiştir. Burada söylenecek sözün sonu budur.
Üçüncü soru: Hak
Teâlâ'nın "Zina eden erkek, zina eden kadından başkasını nikahlamaz"
ayeti ile, "Zina eden kadını da, zina eden bir erkekten başkası
nikahlamaz" ifadeleri arasında ne fark vardır?
Cevap: Birinci ifade,
zina eden erkeğin sadece zinâkâr kadınlarla evlenme arzusu içinde olduğunu
gösterir. Bu ifade, zina etmeyen bir erkeğin zinâkâr bir kadını nikahlama
arzusu duymadığını ifade etmemektedir. Dolayısıyla şüphesiz bu husus, ikinci
ifade ile belirtilmiştir.
Dördüncü soru: Önceki
ayette, zina eden erkek zina eden kadından önce zikredilmiştir. Bu ayette ise
aksi yapılmıştır, niçin?
Cevap: Önceki ayet, o
zinâkâr kadının bu suçundan ötürü cezasını belirtmek için getirilmiştir. Kadın
ise zinanın esas unsurudur. İkinci ayet ise, nikah konusuyla ilgili olarak
getirilmiştir. Nikahda ise asıl olan erkektir. Çünkü bunu arzu eden ve isteyen
erkektir.
[89]
"Namuslu ve hür
kadınlara (zina) iftirası atan, sonra (buna) dört şahid getiremeyen kimselerden
(herbirine) de seksen değnek vurun. Onların şâhidliklerini ebediyyen kabul
etmeyin. Onlar fâşıkların tâa kendileridir. Ancak bundan sonra tevbe eden ve
(hallerini) düzeltenler müstesna. Çünkü
Allah
gafur ve rahimdir"
(Nûr, 4-5).
Bil ki ayetin zahiri
evli ve namustu kadınlara atılan iftiranın konusunu belirtmemektedir.
"Atma" ifadesinin zikredilmesi zinaya delâlet etmez. Çünkü,
"iftira atan", bazan kadınlara, hırsızlık, içki içme ve küfür gibi
şeyleri de isnad edip, iftira atabilir. Doğrusu, kesinliğe delâlet eden bir
karinenin mutlaka bulunması gerekir. Alimlerimiz ise, bu ifadeden muradın, zina
isnadında bulunma olduğu hususunda icmâ etmişlerdir. Ayet-i kerimede buna
delâlet eden şu birkaç ifade (işaret) vardır:
1) "Zina" ifadesi daha önce geçmiştir.
2) Cenâb-ı Hak, muhsanat kelimesini zikretmiştir
ki bu, "iffetli ve namuslu kadınlar" manasınadır. Binâenaleyh bu,
"iftira atma" ile kastedilenin, bu namuslu kadınlara, iffetliliğin
zıddı olan birşeyi iftira etme olduğuna delâlet eder.
3) Ayetteki,
"Sonra (buna) dört şâhid getiremeyen" ifadesi ki bu, "O
kadınlara isnâd edip, iftira attıkları hususun doğruluğuna dâir dört şahid (...)"
demektir. Bu sayıdaki şahidin ancak zina konusunda şart olduğu ise
bilinmektedir.
4)
Zinadan başka herhangi bir şeyin iftira
edilmesi sebebiyle vâcib olmadığı hususunda icmânın bulunması. Bundan ötürü
ayetteki bu iftira atmadan muradın, zina isnâd ve iftirasında bulunmak olduğu
anlaşılmıştır. Bunu anladığın vakit, bil ki, bu ayet üzerinde konuşmak,
iftirada bulunmak, iftirada bulunan ve iftiraya uğrayan kimseler konularına
bağlıdır.
[90]
Birinci konu, iftirada
bulunmak hakkındadır. Bu konuda birkaç mesele vardır:
"Kazf"(iftira
atma) lafızları, sarih, kinaye ve ta'riz olmak
üzere üç kısımdırlar. Sarih (açık) olanı, iftira edenin, "Ey
zâniye kadın!", "Ey kadın, zina ettin"
yahut da'önün veya
arkan zina etti"
gibi bir ifade kullanmasıdır. Eğer o,
"Bedenin zina etti" derse, bu hususta iki
izah şekli vardır:
1) Bu, tıpkı
"Elin zina etti" sözü gibi bir kinayedir. Zira zinanın hakikati,
cinsiyet uzvu ile olmasıdır. Bedenin diğer yerleri ise, buna ancak bir araç ve
vasıta olur.
2) En sahih olan görüşe göre, bu sarih bir
ifadedir. Çünkü bu fiil ancak bütün bedenle olur. Cinsiyet uzvu ise, fiilin
tahakkukunda bir alet ve vasıtadır.
Kinaye lafızlarına
gelince, bu da iftira edenin, "Ey fâsık kadın, ey fâcir kadın, ey habis
kadın, ey kendini kiraya veren kadın, ey haramzade kadın" veya "Benim
karım, kendisine dokunan (uzanan) hiçbir eli geri çevirmez." Bu gibi
ifadeler ancak, söyleyen kimsenin bununla zinayı kastetmesiyle, bir iftira
olur: Aynı şekilde birisi bir Arab'a, "Ey Nabat'h" dese, bu ifadede,
eğer bununla iftira etme manasını kastetmiş olursa bir İftira olur. O kişi bu
ifadesiyle iftira ve isnadda bulunmayı murad etmiş ise bu, o arabın annesi için
bir iftira olmuş olur. Aksi halde olmaz. Fakat kişi, "Ben, bu sözle,
oturduğu yer ve konuştuğu yer itibarıyla Nabat'h olmasını kastettim" der
ve bu söze muhatab olan arabın annesi ise, onun bu sözle iftirayı murad
ettiğini iddia ederse, muteber olan söz, o kişinin yeminle söyleyeceği sözdür.
Bu konudaki ta'rizli
ifadelere gelince, bunlar, bunları söyleyen iftirayı dileyerek söylemiş olsa
bile, iftira sayılmaz. Bu, insanın şu sözü gibidir, "Ey helâl oğlu,
helâl-zâde(!)", "Bana gelince, ben zina etmedim. Annem de zinâkar
değildir." Bu, Şafii, Ebû Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed. Züfer, İbn Şübrüme,
Sevrî ve Hasan b. Salih'in (Allah hepsine rahmet etsin) görüşüdür. İmam Malik
(r.h) ise, "Böyle bir (ta'rizden) ötürü hadd gerekir" derken, Ahmed
b. Hanbel ve ishflk: "bu hoşnudluk durumunda değil de, kızgınlık halinde
söylenirse, bir iftiradır" demişlerdir. Bize göre, ise ta'riz yoluyla
"kazf'te (iftira isnadında) bulunma, hem iftira olabilir, hem başka birşey
olabilir. Binâenaleyh bu durumda haddin vâcib olmaması gerekir. Çünkü aslolan
berâet-i zimmet (sucsuzluk)tur. Bir şüpheden ötürü, bu asıldan dönülemez. Hz.
Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur. "Hadleri, şüpheler ile kaldırınız
[91]
(yani şüpheli bir durum olursa hadleri uygulamayın). Bir de hadler, zararları
nefyeden nassın hilafına olarak meşru kılınmıştır. Sarih bir ifadeyle meydana
gelen eziyet, ta'riz yoluyla yapılan iftiradan dolayı meydana gelen eziyetten
fazladır. Bu görüşe muhalif dan, EvzâTnin ZuhrTden, Zührf'nin Salimden, onun da
İbn Ömer (r.a)'den rivayet ettiği şu haberle istidlal etmiştir: İbn Ömer (r.a),
"(Babam) Ömer, ta'riz yoluyla yapılan iftiralarda da had uygulardı"
demiştir. Yine rivayet edildiğine göre, iki adam Hz. Ömer (r.a)'in zamanında
birbirlerine sövdüler. Birisi diğerine,
"Vallahi
ne ben zinâkarım, ne de anam" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a),
sahabeyle istişarede bulundu. Onlardan biri: "Bu adam, anasını ve babasını
medhetmiştir" derken, diğerleri: "Muhakkak ki bu adamın ebeveyninin
bunlardan başka iyi özelliklen de vardır. (Niçin sadece bunu söyledi)"
dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer o adama seksen değnek vurdu. Buna şöyle cevap
verilir: Hz. Ömer (r.a)'in, tariz yoluyla söylenilen ifadenin hükmü hususunda,
sahabeyle istişarede bulunmasında, onların nezdinde bu konuda vakıf oldukları
bir bilginin bulunmadığına ve bu konuda rey ve ictihadlarıyla görüş
belirttiklerine bir delâlet vardır.
[92]
Bu, iftiranın birden
fazla olması hakkındadır. Bil ki iftira
eden,
ya bir şahsa defalarca, yahut bütün bir cemaata
iftirada bulunabilir.
Birçok kereler bir şahsa iftira etmişse
bakılır,
eğer mesela "defalarca "Sen Amr ile zina ettin"
demek suretiyle tek
bir zina fiilini murad etmiş ise, ona tek bir had gerekir. Yok eğer,
birincisi için vurulan hadden sonra, bu sözü ikinci
kez söylerse, ikincisinden ötürü
ta'zir
cezası uygulanır. Eğer "Zeyd'le zina ettin." "Amr'la zina
ettin" demek suretiyle
bir kadına birçok
zina isnadında bulunursa, bakılır, had çoğalır mı, çoğalmaz mı?
Bu konuda iki görüş vardır:
1) Lafza (söylenen söze) göre, had de çoğalır
(katlanır). Bir de bu, kul hakkına girer. Binâenaleyh bunda, borçlarda olduğu
gibi, bir tedahül (iç-içe girme, biri diğerinin yerini tutma) meydana gelmez.
2) En doğru
olan görüşe göre ise, bu iftiraların cezası tedahül eder. Binâenaleyh hepsine
karşılık tek bir haddin uygulanması gerekir. Çünkü her ikisi de, hakeden
kimseye uygulanacak, aynı cinsten bir had cezasıdır. Binâenaleyh zina
cezalarında olduğu gibi, iftira cezalarının da tedahül etmesi gerekir.
Eğer kişi, kendi
hanımına birkaç defa zina isnadında bulunmuş ise en sahih görüşe göre burada,
haddin katlanacağını söylesek de, söylemesek de, tek bir "li'an"
yeterlidir. Fakat kişi, mevcud olmayan, orada bulunmayan birilerine iftira
etmişse bakılır, eğer her bir kişiye, ayrı ayrı ifadelerle iftirada bulunmuşsa,
her bir kişiden ötürü ayrı ayrı birer had uygulanması gerekir. Ebû Hanlfe
(r.h)'ye göre ise, ona tek bir haddin uygulanması gerekir. Ebû Hanife (r.h)'nin
görüşüne, Ebu Bekir er-Râci (el-Cessas), Kur'ân, Sünnet ve Kıyas'dan deliller
getirmiştir: Kur'ân'dan delili, ayetteki "Namuslu ve hür kadınlara (zina)
iftirası atan" ifadesidir. Bu, "iffetli kadınlara iftira atan herkese
celde gerekir" demektir. Bu da, iffetli bir kadınlar grubuna iftira atan
bir kişiye, seksen sopadan fazlasının vurulmamasını gerektirir. Binaenaleyh bir
iffetli kadınlar topluluğuna iftirada bulunan bir kişiye, birden fazla cezanın
(haddin) gerekti okluğunu söyleyen, ayete muhalefet etmiş olur. Bunun sünnetten
delili, Ikrime'nin İbn Abbas (r.a)'dan rivayet etmiş olduğu şu haberdir:
"Hilâl b. Ümeyye, Resûlullah (s.a.8)
Bunlardan birincisine
şöyle cevap veririz: Ayetteki kelimesi ile kelimesi cemi siğalardır. Cemi
(çoğul) olana, çoğul ile mukabelede bulunulduğu zaman, tekile de tekil ile
mukabelede bulunulur. O zaman mana,"iffetli bir kadına, iftira eden bir
kişiye had vacibtir" şeklinde olur. Bu takdirde Şafii (r.h)'nin bu ayeti
delil getiriş sebebi ortaya çıkar. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve hür
kadınlara (muhsanata) iftira atanlara, seksen değnek vurun"emr\, değnek
vurmanın namuslu kadınlara iftira atmaya ve, bilhassa uygun olduğu zaman, bu
hükmün o vasfa dayandığına delâlet eder. Çünkü bu bir illet ve sebebiyyeti
hissettirmektedir. Binâenaleyh ayet-i kerime, bu vasfa sahib olması sebebiyle,
bu isimlendirmeden ötürü, iffetli ve namuslu (muhsan) bir kadına iftira etmenin
sopa cezasını gerektirdiğine delâlet etmektedir.
Bu sabit olunca biz
diyoruz ki: Birisi birisine iftira ettiği zaman, bu haddi gerektirir. İkinci
kez iftira ettiğinde, bu ikinci iftiranın da haddi icâb ettirmesi gerekir.
Sonra ikinci iftiranın neticesi olan cezanın, birinci iftiranın haddi olması
caiz değildir. Çünkü bu birincisi, birinci iftiradan dolayı vâcib olmuştur.
Zaten vâcib olanı, yeniden vâcib kılmak ise imkansızdır. Dolayısıyla ikinci
iftiradan ötürü ikinci bir had gerekir. Bu konuda söylenebilecek en ileri söz,
bu ifadenin zinanın cezalarına delâlet ettiğinin söylenmesi di r. Fakat biz, bu
delil ile burada amel edilmeyeceğini söylüyoruz. Çünkü zinanın cezası,
İftiranın cezasından daha serttir. İkisi arasındaki fark ortaya çıkınca,
ikisini aynı kabul .etmek imkânsız olur.
(Cessâs'ın) sünnetten
deliline gelince, bu hadiste buna bir delil yoktur. Çünkü o ikisine tek
bir^lafızla iftira edilmiştir. Bu konudaki tafsilatlı açıklamamız, inşaallah
gelecektir.
Onun kıyasdan delili
de fâsiddir. Çünkü hadd-i kazf (iftira cezası), kul hakkıdır. Bunun delili, bu
cezanın ancak, iftira edilen kimsenin isteği üzerine uygulanmasıdır. Kul
haklarında ise, zina cezasının aksine, tedahül olmaz. Zina cezası ise, Allah
hakkıdır. Bütün bunlar, bir kimse bir cemaata, (topluluğa), onlardan herbirine,
aynı şekilde ayrı ayrı iftira attığında söz konusudur. Ama onların hepsine
birden tek bir ifade ile iftira atıp, "Sizler zinâkarsınız" yahut
"sizler zina ettiniz" derse, bu durumda
iki görüş vardır: Bunların en doğrusu, İmam Şafii'nin mesheb-i cedidi
(sonraki görüşü) olan şu görüştür: İftira edilen o kimselerden herbiri için,
iftira edene ayrı ayrı birer ceza gerekir. Çünkü bu, kul haklarından olup,
birbirine tedahül etmez (biri diğerlerinin yerini tutmaz.) Bir de o kimse,
onlardan herbirine bu iftirasıyla ayrı bir sıkıntı ve eziyet vermiş, böylece
de, onların hepsine ayrı ayrı iftira etmiş gibi olmuştur. İmam Şafii'nin kadim
(eski-önceki) görüşüne göre ise, onların hepsinden ötürü kullanılan iftira
lafzına nisbetle tek bir had cezası gerekir. Çünkü tek lafız kullanılmıştır. Bu
görüşlerden birincisi daha doğrudur. Çünkü bu, ayetin mefhumuna daha uygundur.
Buna göre bir adam birisine, "Ey iki zinâkânn oğlu" dese bu tek
ifadeyle o kişinin hem anasına, hem babasına bir iftira olmuş olur. Bunu
söyleyene de iki hadd uygulanması gerekir.
[94]
Bu, iftira ve isnadda
bulunmayı mubah kılan haller hakkındadır. "Kazf", yasak (mahzur),
mubah ve vâcib olmak üzere üç kısma ayrılır. Sözün özü şudur: Meydanda
kocanın kabul etmek istemeyeceği bir çocuk yok ise,
"kazf" vacib değildir. (Çocuk olsaydı, "kazf" de bulunmak
vacib olacaktı). Mubah olur mu olmaz mı meselesine gelince, bakılır. Eğer koca,
onu zina ederken bizzat gözleriyle görmüşse, ya da kadın, kendisi aleyhine zina
yaptığını ikrar etmiş ve koca da, içinden onun doğru söylediğine kanaat
getirmişse, yahut sözüne güvenilir birinden bunu duymuşsa. yahutta duymamış ama
insanlar arasında falancanın falanca kadınla zina yaptığ haberi yaygınlaşmış ve
koca da adamı kadının evinden çıkarken ya da, bir evde kadınla birlikte
görmüşse, İthamın pekişmesi, sağlamlaşması için, onun "kazf" da
bulunması mubah olur. Ve, "Bir adam "Ey Allah'ın Resulü, benim uzanan
hiçbir eli geri çevirmeyen bir karım var!" deyince, Allah'ın Resulü,
"Onu boşa!" buyurdu. Adam, "Onu seviyorum" deyince de,
"öyleyse, nikahında tut" buyurdu" şeklinde rivayet edilen
haberden dolayı, onu nikahında tutması ve fitneye hazır vaziyetini kontrol
altında tutarak onun bu halini örtmesi caizdir.
Ama bunu sözüne
güvenilmeyen birinden duymuşsa, ya da haber insanlar arasında yaygınlaşmış,
fakat koca o adamı hanımıyla birlikte görmemişse, ya da aksi olmuşsa, onun
"kazf"da bulunması helal olmaz. Çünkü bunu sözüne güvenilmeyen bir
kimse söyler de, söz dağılır. Ya da adam o kadının evine, ya bir kimseden
korktuğu için, veya hırsızlık için girmiş olabilir. Zina arzusuyla girmiş ama
kadın bundan kaçınmış da olabilir. Cenâb-ı Hak, "O uydurma haberi
getirenler, içinizden bir zümredir">or, n) buyurmuştur.
Ama ortada, adamın
kabul etmek istemediği bir çocuk varsa, bakılır. Eğer koca, hanımıyla cinsi
münasebette bulunmamış olması ya da bulunup da ancak doğumun cima zamanından
itibaren attı aydan daha kısa veya dört seneden daha fazla zamanda olması
sebebiyle çocuğun kendisinden olmadığından kesinkes emin ise, o zaman ona,
"li'ân, yaparak çocuğu reddetmesi gerekir. Çünkü, nasıl kendi
nesebinden olanı reddetmek haram ise, aynı şekilde
başkasının nesebinden olanı da kendi nesebine katmak haram ve yasaktır. Çünkü
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Herhangi bir kadın eğer, onlardan olmayan birini
(çocuğu) o kavme idhâ} eder, girdirirse, hiçbir surette Allah'la münasebeti
kalmamıştır; Allah da onu, cennetine sokmamıştır (sokmayacaktır) "[95]
onlardan olmayan çocuğu bir kavme idhal etmek onlar arasına sokmak kadına haram
olunca, aynı şekilde erkeğe de böyle olur. Çocuğu, cima vaktinden itibaren,
attı aydan daha fazla veya dört seneden daha az bir zaman zarfında doğurması
sebebiyle, çocuğun ondan olması muhtemel ise, bakılır. Eğer kadın hayz hali ile
temizlenmemişse (istibrâ) yahut temizlenmiş, ama istibra vaktinden itibaren
altı aydan daha kısa bir zamanı içinde doğum yapmışsa, o zaman onu zina ile
itham etse bile, kocanın "kazf" da bulunması ve çocuğu reddetmesi
helâl olmaz. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur, ''Herhangi bir adam,
kendisine doğru bakıp dururken çocuğunu inkâr ederse, kıyamet gününde Allah
ondan gizlenir ve onu, önceki ve sonraki ümmetlerin huzurunda utandırır"[96]
Ama kadın hayız hali
ile temizlenmiş, istibrâ vaktinden itibaren altı aydan daha fazla bir zaman
sonra da doğum yapmışsa, onun "kazf"da bulunması ve çocuğu reddetmesi
mubah olur. Evlâ dam, yapmamastdır. Çünkü kadın, hamile olduğu halde, hayız
kanı görebilir.
Eğer hanımı, kendileri
beyaz olduğu halde siyah olan bir çocuk doğurmak suretiyle, kendisine
benzemeyen bir çocuk dünyaya getirmişse, bakılır. Koca, eğer hanımını zina ile
itham etmemişse, çocuğunu reddetme hakkı yoktur. Çünkü Ebu Hureyr»j[r.a)şunu
rivayet etmiştir: "Adamın biri Hz. Peygamberce "Hanımım siyah bir
oğlan doğurdu" der. Hz. Peygamber "senin develerin var mı?" diye
sorunca, "Evet" der. "Renkleri nasıl?" diye sorunca,
"Kızıllar" diye cevap verir. Hz. Peygamber, "Onlar içinde hiç
kül rengi olanlar var mı?" diye sorunca, "Evet" cevabını verir.
Hz. Peygamber, "Bu nasıl olmuş?" deyince, adam "daman
çekmiş" cevabını verince, Hz. Peygamber, "Muhtemelen bu da, bir
damarına çekmiştir" buyurur.
Ama adam, kadını zina
ile itham eder ya da, bir adamla zinada bulunmakla itham eder, kadın da, adama
benzeyen bir çocuk doğurursa, çocuğu reddetmesinin mubah olup olmadığına dair
iki izah bulunur:
a)
Reddedemez. Çünkü damarı çeker.
b) Bu hakkı vardır. Çünkü itham, şüphe ile de
kuvvetlenmiştir
İkinci Bahis: Bu,
iftira atan hakkındadır. Burada birkaç mesele vardır:
[97]
Çocuk veya deli,
hanımına veya yabancı bir kadına iftira
attığında,
bu ikisine, ne o anda, ne de buluğa erdikten sonra
hadd"
uygulanmaz. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s)
"Kalem yani
sorumluluk, şu üç gruptan kaldırılmıştır"[98]
buyurmuştur. Ancak ne var ki, kendilerinin temyiz kabiliyeti varsa, terbiye
için, tazir edilirler (başka bir cezaya da muhatab olurlar). Binâenaleyh
çocuğa, bu tazir cezası uygulanmasa, derken çocuk da buluğa erse, Kaffal, tazir
cezasının düşeceğini ifade eder. Çünkü bu tazir cezası, onu edebsizlikten men
etmek içindi. Halbuki, bundan daha kuvvetli olan bir men edici meydana
gelmiştir ki, bu da çocuğun buluğa ermesidir.
[99]
Dilsiz bir kimsenin,
anlaşılan bir işareti ve okunabilen bir yazısı bulunur da, bir kimse de, bu
işareti veya bu yazısıyla
bir kimseye iftira
ederse, dilsiz olan bu kimseye hadd-i kazf gerekir. Onu, işaret veya yazıyla
"mülaane" (li'an)de de bulunulabilir. EbÛ Hanffe (r.h)'ye göreyse,
dilsiz kimsenin iftirası ve "li'ân"t sahih değildir. Şafii (r.h)'nin
görüşü ayetin zahirine daha yakındır. Çünkü, yazıyla veya işaretle iftirada
bulunan kimse, "muhsan-evli, iffetli" bir kadına iftira atmış ve onu,
utanç içine sokmuştur. Binâenaleyh, bu kimsenin, ayet-i kerimenin zahirinin
ifade ettiği hükmün muhtevasına girmesi gerekir. Zira biz (şâfiiler) bu
kimsenin iftirasını ve li'ân'ını, diğer hükümlere kıyaslamaktayız.
[100]
Alimler kölenin bir
hüre iftira atması meselesinde ihtilaf
etmişlerdir.
Bu cümleden olarak Şafii, Ebû Hanîfe, Malik,
Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed, Züfer ve Osman "bu
kimseye kırk sopa vurulur" hükmünü vermişlerdir.
Sevri, Cafer İbn Muhammed'in babasından, Hz. Ali (r.a)'nin "iftira atan
köleye, kırk sopa vurulur" dediğini; Abdullah İbn Ömer'in de, "Ben,
Ebu Bekir, Ömer, Osman ve ondan sonra gelen halifelerin hepsini, iftira eden
köleye kırk değnek vurdururken gördüm, onlara bu halde yetiştim" dediğini
rivayet etmiştir. Evzai ise, böylesi bir köleye seksen değnek vurulacağını
ifade etmiştir ki, bu da İbn-i Mesûd'dan rivayet edilmiştir. Ömer İbn
Abdulazlz'in, yalan söyleyen köleye seksen değnek vurduğu rivayet edilmiştir.
Bu mesele, şu noktaya
varıp dayanır: Bu ayet, seksen değnek vurulması hususunda, sarih bir ifadedir.
Binâenaleyh, bu cezayı kim kırka indirgerse, onun bu husustaki dayanağı,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb ettiler mi, o
vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yansı (verilir)" (Nisa,
25) ayetidir. Binâenaleyh bu ayet, zina eden cariyeye uygulanacak olan haddin,
hür kimsenin cezasının yarısı olduğu hususunda açık bir nassdtr. Daha sonra, bu
görüşte olanlar, kölenin cezasını, zina haddinin yarısı olması hususunda,
cariyeye
kıyasladılar. Bunun akabinden de,
iftirada bulunan kölenin cezasını, onun hakkındaki zina cezasının yarısı olması
meselesine kıyasladılar ki bu da, bu işin neticesinin, Kitab'ın umumi
ifadesinin, böylesi bir kıyasla tahsis edilmesi meselesine varıp dayanır.
[101]
Âlimler, kâfir
kimsenin de, Cenâb-ı Hakk'ın "Namuslu ve hür kadınlara iftira
atan kimseler" <Nûr, 4)
ayetinin
muhtevasına girdiği
hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu vasıf kafiri de içine alır. Buna mani
de yoktur. Binâenaleyh, yahudi olan kimse de, müslüman birisine iftirada
bulunduğunda, seksen değnekle cezalandırılır. Allah en iyisini bilendir.
[102]
Üçüncü bahis:
Kendisine iftira atılan kimse, (muhsana) hakkındadır. Ebu Müslim şöyle der:
"el-İhsan sözü, hem evli kimse, hem de evlenmemiş olsa bile, namuslu olan
kimseler için kullanılır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Meryem hakkında "Namusunu koruyan o kadın,
(Meryem)"(Enbiya.91) buyurmuştur. Bu kelime, avret mahallini, ferci
korumak, men etmek ifadesinden alınmıştır. Binâenaleyh bir kadın evlendiğinde,
ırzını ve namusunu, kocası hariç herkesten men eder, korur. Evlenmemiş kimseler
ise bunu, (bila istisna) herkesten korur. Bu meseleye şu birkaç mesele daha
dayanır:
[103]
Ayetin zahiri, ister
müslüman ister kâfir, ister hür isterse köle olsun, bütün namuslu ve iffetli
kadınları şümulüne alır.
Ancak ne var ki,
fukaha şöyle demişlerdir: "İhsan (muhsan) olmanın şartları beştir: İslâm,
akıl, buluğa erme, hürriyet ve iffetli olmak. Biz, bu konuda müslüman olmanın
gerekli olduğunu söyledik. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'a şirk koşan kimse,
"muhsan"değildir"[104]
buyurmuştur. Biz yine bu konuda, akıllı olmayı ve buluğa ermeyi nazar-ı dikkate
aldık, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
buyurmuştur. Yine biz, bu konuda hürriyet vasfına itibar ettik, çünkü
kölenin derecesi noksandır. Binâenaleyh köleye, zina ile ta'n edilmesi ağır
gelmez. Biz bu konuda, o kimsenin zinadan korunmuş olmasını, namuslu olmasını
da nazar-ı itibare aldık, çünkü bu ceza iftira eden kimseyi yalanlamak için
konulmuş olan bir cezadır. Binâenaleyh, iftira edilen kimse zinâkâr olunca, ona
iftirada bulunan bu kimse, bu iftira ve isnadında doğru olmuş olur. İftira
edilen kimsenin, şüphe veyahut da fasit bir nikâhla vat' olunmuş, (üzerine duhûl
vaki olmuş) bir kadın olması durumu da böyledir. Çünkü burada, helâl olma
şüphesi bulunduğu gibi, zina şüphesi de bufunur. Binâenaleyh, iki şüpheden biri
cinsî münasebette bulunan kimseden bu şüpheyi düşürdüğüne göre, diğeri de bu
cezayı iftira eden kimseden de düşürür.
Ayrıca biz şöyle
diyoruz: Kâfire, deliye, çocuğa, köleye veyahut da, bir kadına iftira atmış
olan bir kimseye iftira eden kimseye hadd uygulanmaz. Tam aksine bu kimseye,
sadece eziyyet olsun diye, tazir edilir. Öyle ki, bir kimse gençliğinin ta
başında bir kere zina etse, sonra tevbekâr olsa, halini islâh etse, salâh
içinde yaşlansa, bu kimseye iftira atan kimseye hadd uygulanmaz. Yine bir
kâfirin veya bir kölenin zina edip de, sonradan da kâfir olan müslüman, köle de
hür olsa, bu ikisi halterini de düzeltseler, sonra kalksa birisi bunlara
iftirada bulunsa, durum yine aynı olup, bunlara iftira eden kimselere hadd
cezası uygulanmaz. Ama, küçükken veya deli iken birisi zina etse, sonra da
küçük buluğa erse, deli olan da iyileşse, sonra kalksa birisi böyle kimselere
iftirada bulunsa, iftira eden kimseye had uygulanır. Çünkü çocuğun ve delinin
fiili zina sayılmaz. Bir kimse, "muhsan" olan birisine iftirada
bulunsa, iftira eden kimseye ceza uygulanmadan önce, kendisine iftira edilen bu
kimse zina etse, kendisine iftira eden o kimseden "hadd" sakıt olur,
düşer. Çünkü (şu anda) bu kimseden böyle bir zinanın sadır olması, Önceki hali
hususunda bir şüphe doğurur. Zira Allah Teâlâ, kulunun itk irtikab ettiği
suçta, hemencecik onun bu suçunu yüzüne vurmayan ifşa etmeyen Kerim bir zâttır.
Binâenaleyh, onun bu halinin ortaya çıkmasıyla, o kimsenin daha önce de böylesi
şeylerle haşır neşir olduğu anlaşılmış olur. Rivayet edildiğine göre birisi,
Hz. Ömer zamanında zina eder ve, "Allah'a yemin ederim ki, bundan başka
zina etmedim" der. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Yalan söyledin, çünkü
Allah, kulunu ilk günahında rezil kepaze etmez" der. Müzeni ve Ebu Sevr
ise, "Sonradan meydana gelen zina hadisesi, müfteriden, "hadd"
cezasını düşürmez" demişlerdir.
[105]
Hasan el-Basrt,
Cenâb-ı Hakk'ın.
ifedesinin hem
erkekleri hem de kadınları içine alan bir
ifade olduğunu
söylerken, diğer ulemâ bunu
kabul
etmeyerek şöyle demişlerdir: "Çünkü,
"el-muhsanât"
kelimesi cem-i
müennestir. Binâenaleyh, erkekleri içine almaz. Tam aksine, bu
konuda "muhsan" erkeklerle
"muhsana" kadınlar arasında herhangi bir farkın
bulunmadığına, icmâ delâlet eder.
[106]
"Muhsana"
olmayan kadınlara iftira atmak, haddi değil,
ta'zîr cezasını gerektirir. Ancak kendisine iftira atılan kimse,
kendisine nisbet edilen fiille şöhret bulmuşsa, artık
bu
noktada ne hadd ne de ta'zîr söz
konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın ayetinin tefsiri hususundaki sözünün tamamı budur.
[107]
Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra dört şahit getiremeyen
"ifadesine gelince bu hususta şu iki bahis söz konusudur:
Birinci bahis: Bil ki Allah Teâlâ iftira atan kimse hakkında, dört şahit getiremediğinde şu
üç şeyle hükmetmiştir:
a) Seksen değnek vurulması.
b)
Şahadetinin batıl olması, kabul edilmemesi.
c) Tevbe
edinceye kadar, fasık hükmünü alması.
İtim adamları, kişinin
zina ettiğine dair delil getiremediğinde, sırf iftira atmış olmasından dolayı
bu kimseye "hadd"in vacib olduğuna İttifak etmelerine rağmen, bu
hükümlerin nasıl sübut bulacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Binaenaleyh, bu
cümleden olarak bazıları o kimseye hadd uygulanmadan önce onun şehâdetinin
bâtıl olduğunu ve o kimsenin fasıklık damgasını yediğini söylemişlerdir ki, bu
Şafiî ve Ley» Ibn Sa'd'in görüşüdür. Ebu Hantfe, irnamn Malik, Ebu Yusuf,
İmam-ı Muhamımd ve Züfer ise, bu kimseye had uygulanmadığı sürece, onun
şehâdetinin makbul olduğunu söylemişlerdir. Ebu Bekr er-Rtzi (el-Cesaas),
"Bu onların, "Kendisine hadd uygulanmadığı müddetçe, o kimse fasıklık
damgasını yememiştir. Çünkü o kimse fasıklık damgasını yemiş olsaydı, onun
sehâdeti caiz olmazdı. Zira fasıklık damgası, bu damgayı yiyen kimsenin
şehâdetini ibtal eder" şeklindeki sözlerinin gereğidir" demiştir.
Ebu Bekr er-Razi, Ebu
Hanife'nin görüşünün doğruluğuna dair şu delilleri ileri sürmüştür:
1) Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve hür
kadınlara iftira atan, sonra dört şahit getirmeyen kimselere de seksen değnek
vurun" emrinin zahiri, haddin farz olmasının, hem iftira atma hem de bu
hususta şahit getirmeme hususlarına bağlı olduğunu iktiza etmektedir.
Binâenaleyh, biz hadd hükmünü, sadece iftira atmaya bağlayacak olursak, bu,bu
cezanın, (bahsettiğimiz) bu iki şeye bağlı olmasını zedeler ki, bu da, ayetin
hilafınadtr. Hem, celdenin farziyyeti, bu iki şeyin ikisine birden dayanmış
olan bir hükümdür. Binâenaleyh, sırf o iki şeyden birisinin tahakkuk etmesiyle,
haddin tahakkuk etmemesi gerekir. Bu tıpkı, bir kimsenin hanımına, "Eğer o
eve girer ve falancayla konuşursan, sen boşsun" demesine benzer.
Binâenaleyh, o kadın bu iki şeyden birisini yapıp diğerini yapmadığında, bu
husustaki ceza (hüküm) tahakkuk etmez. İste burada da böyledir.
2) İftira
atan kimseye, sırf iftirası sebebiyle yalancılık isnat edilemez. Durum böyle
olunca, sırf iftirasından dolayı, şehâdetinin reddedil memesi gerekir. Bu iki
cümlenin, birincisini şu üç yönden izah edebiliriz:
a) Onun sırf
iftira etmiş olması, şayet kendisinin yalancı olmasını gerektirmiş olsaydı,
artık onun bundan sonra o kimsenin zina ettiğine dair getirdiği beyyinenin,
delilin de kabul edilmemesi gerekirdi. Çünkü, onun yalan söylediğine dair hüküm
verilmiştir. Onun iftira etmiş olmasından dolayı yalan söylediğine dair verilen
hüküm ise, o kimsenin iftira edilen kimsenin zina ettiğine dair doğru
söylediğinin doğruluğuna şehâdet eden kimselerin de şahitliklerinin batıl
olduğuna hükmetmektir. Ulemâ, bu kimsenin getireceği delilin kabul edileceği
hususunda ittifak edince, sırf iftira etmiş olmasından dolayı o kimsenin yalan
söylediğine dair hüküm verilemeyeceği sabit
b) Hanımına
zina iftirasında bulunan bir kimsenin, sırf bu iftiradan dolayı, yalan
söylediğine hükmedilemez. Aksi halde, bu kimse ile hanımı arasında
"liân"laşmanın gerekli olduğuna hükmedilemezdi. O kimseye,
kendisinin yalan söylediğine hükmedilmekle birlikte, hanımına attığı
zina iftirası hususunda doğru söylediğine dair, Allah'a yemin etmekle
emrolunup, Hz. Peygamber (s.a.s) de, karıkoca arasındaki
"liân"laşmadan sonra s-jtf "Allah, sizi ikinizden
birisinin yalana olduğunu biliyor. Binâenaleyh, sizden
tevbe eden yok mu?"[108]
buyurunca, böylece Hz. Peygamber belirlemeksizin, onlardan birisinin yalancı
olduğunu haber verip, iftira edenin yalan söylediğine hükmetmemiştir Bu
davranışta, sırf iftiranın, o kimsenin yalancı olmasını gerektirmediğine delil
vardır.
c) Cenâb-ı
Hak, "Buna karşı dört şahit getirmeli değil miydiler? Madem ki onlar
şahitleri getiremediler, o halde onlar Allah indinde yalancıların ta
kendileridir" (Nûr, 13) buyurmuş, sırf iftira etmiş olmalarından dolayı,
onların yalan söylemiş olduklarına hükmetmemiştir. Binâenaleyh, bütün bu
izahlarla iftira eden kimseye, sırf iftirası sebebiyle "yalan
söyleme" hükmünün verilemeyeceği sabit olmuş olur. Durum böyle olunca da,
sırf iftira atmış olmasından dolayı, bu kimsenin şehâdetinin batıl olmaması
gerekir. Çünkü bu kimse yine âdil,yine güvenilirdir. Ondan sudur eden bu hal
ise, bütün bu vasıflarına zıt değildir. Onun, adalet vasfı üzere kaldığı
gerektiğine göre, şehâdetinin de kabul edilmiş olması, makbul olması gerekir.
3)
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Kendilerine kazf (iftira) cezası uygulanmış olanlar müstesna, müslümanlar
birbirlerine karşı âdil şahidler (sayılırlar)"[109]
Böylece Hz. Peygamber {s.a.s), kendisine bu ceza uygulanmadıkça, itham eden
kimsenin adalet vasfının devam ettiğini haber vermiştir.
4) İkrime
İbn Abbas (r.a)'dan, Hilâl b. Ümeyye kıssası hususunda şunu rivayet etmiştir:
"Hilâl b. Ümeyye, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına gelip hanımına zina
isnadında bulununca Hz. Peygamber (s.a.s) "Hilâle celde vurulur ve onun
müslümanlar hakkındaki şâhidliği batıl olur (geçersizdir)"[110]
buyurmuş ve böylece Hilâlin şehâdetinin bâtıl oluşunun, ona celde
uygulanmasından dolayı olduğunu haber vermiştir ki bu da sadece iftiranın onun
şahadetini geçersiz kılmayacağının delilidir.
5) Şâfli
(r.h), kazf şâhidliğinde bulunan kimselerin ayrı ayrı gelmeleri halinde de, bu
sahiciliklerinin kabut edileceğini iddia etmiştir. Binâenaleyh eğer sırf
isnadda bulunmak, kişinin şehâdetini batıl kılmış olsaydı, artık daha sonra
onunla birlikte üç kişi şahadet etse bile, bunun şahadetinin makbul olmaması
gerekirdi. Çünkü bu kimse
iftirası sebebiyle
fâsık olmuş ve hakkında yalan söylediği hükmü verilmiş otur. Şâhidlerin ayrı
ayrı gelmeleri durumunda, sahiciliklerinin kabul edilmesinde ise, sırf
iftiradan ötürü, şâhidliklerinin bâtıl olmamasını gerektiren bir husus
yatmaktadır.
Bu hususta İmâm-ı
Şafii (r.h)'nin görüşünün izahı da şudur: Allah Teâlâ, dört şâhid getirmeme
durumunda kazif işine, biribirlerine "vâv" (ve) harfi ile atfedilmiş,
(ayetteki) üç hususu bağlamıştır. Vâv (ve) edatı ise, tertibi (sıra ile olma
manasını) gerektirmez. Binâenaleyh o üç şeyin, biribirlerine dayanmamaları
gerekir. Bu sebeble, onun sahidliğinin kabul edilmeyişinin, haddin (cezanın)
uygulanmasına bağlanmaması gerekir. Had ister uygulansın ister uygulanmasın, o
kimsenin sahidliğinin reddi gerekir.
[111]
İkinci bahis: Bu,
zinaya nasıl şahidlik yapılacağı hususundadır. Cenâb-ı Hak,
"Kadınlarınızdan fuhşa irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid
getirin"(Nisa, 15) ve "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra da
dört şahid getiremeyen kimselere seksen değnek vurun"(Nur, 4)
buyurmuştur. Sa'd b. Ubflde (r.a), "Ey Allah'ın Resulü, söyle bakayım,
yani ben hanımımın yanında birisini yakalayacağım ve sonra dört şahid
getirinceye kadar ona dokunmayacağım (öyle 'demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s), "Evet" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[112]
Zinayı ikrar (itiraf)
iki kişinin şahidliği ile sabit olur mu? Bu hususta iki görüş vardır:
a) Tıpkı
zina fiili gibi, birisinin zina yaptığını ikrar etmesi de dört şahid ile sabit
olur.
b) Bu, zina
fiilinin aksine, iki şahidle de sabit olur. Çünkü fiile muttali olunmayabilir.
Binâenaleyh bu hususta dört şahidin bulunması şart koşularak, ihtiyatlı olan
yol tutulmuştur. Kişinin zinasını ikrarı ise, muttalî olunması zor olmayan bir
iştir.
[113]
O şahidler zina işine
şehâdet ettiklerinde, o kadınla zina eden kimsenin ve zina edilen kadının kim
olduğunu açıkçabelirtmeleri gerekir. Çünkü bu şahidler bazan o kimseyi,
kendisine ait cariyesi üzerinde görüp, o cariyenin o şahsa yabancı bir kadın
olduğunu sanabilirler. Yine o şâhidlerin "Evet, biz onun zekerini bunun
ferci içinde, tıpkı sürme çekilen milin sürmedanlık (sürme kabı) içinde oluşu
gibi gördük" demeleri gerekir. Binâenaleyh eğer onlar, onun zina ettiğine
mukayyed olmayan mutlak bir ifade ile, sadece "zina etti" diye
şahidlik ederlerse, bu husus sabit olmuş olmaz. Çünkü onlar (insanlar) çoğu
kez, kadınla erkeğin bacaklarının birbirine dolama (girme) halini, zina olarak
kabul ederler. Birisinin birisine iftira edip de, "O zina etti"
demesi ise, böyle değildir, bu durumda hadd-i kazf gerekir. Bu hususta,
açıklamada bulunması istenmez.
Eğer bir kimse,
kendisinin zina ettiğini itiraf ederse, bu hususta (nasıl zina ettiği hususunda)
bir açıklamada bulunmasını istemek şart mıdır? İşte bu meselede şu
a) Evet,
şahinlerden istendiği gibi, onun da açıklama yapması şarttır.
b) Iftirada
olduğu gibi, açıklama istenmesi şart değildir. (Açıktama istenmeden cezası
uygulanır.)
[114]
Şifti
(r.h),şahidlerin, dağınık veya toptu hakte gelmelerindi bir fark bulunmadan!
ileri «ürerken, onların ayrı ayrı gelip sahidHk etmeleri halinde, zina fi«n*n
sabit (itballanmış) olamayacağını, bu ayrı ayrı gelen şahidlere MUra cezası
genteMpini söylemiştir.
Şafil (r.h)'nin
delilleri şunlardır:
1) Dört
şahtd getirme iei ontarm, toplu veya dağınık halde gedmelerinde ve
gettriimelerwde, miaterek (ortak) Miktardır. Sayesinde müşterekliğin olduğu
şeve delaM edan latada im, sayesinde ayrılık bulunan şeye bir emare yoktur.
Binaenaleyh onların dağınık, ayrı ayrı gelmelerine gelince, bu nassa göre
yapılmış btr hareket olur. Dolayısıyla sorumluluktan kurtulunmuş olması
gerekir.
2) Toplu
ftaMe geldiklerinde şatactterin şanidhği ile sabit olan her hüküm, diğer
hükümler gibi, ayrı ayn galip şahadet etmeleriyle de sabit olur. Hatta böyle
gelmeleri daha evtadtf. Çünkü onlar, ayn ayn geldiklerinde, bu töhmetten ve
biribirleriyle danışıklı olmalarından daha uzak olmuş olur. İşte bundan ötürü
diyoruz ki: Hakim şahidterin şahidliğinoen şüpheye düştüğünde, eğer onların
şehâdetlerind© gizli bir nokta varsa, ona muttali olabilmek için, onları
birbirinden ayırarak, ifadesini alır.
3) Onların
birlikte aynı anda gelip şahidlik yapmaları şart değildir. Aksine onlar,
kadinin huzurunda toplandıklannda, peşpeşe şahidlikte bulunurlarsa, bu
sahicilikleri kabul edilir. ŞaNdierin, kadi'nin kapısında toplanıp, sonra peş
peşe içeri girip şahidlik yapmaları hali de böyledir.
Ebu Hanrfe (r.h)'nin
delili ise, şu iki yöndendir:
1) Tek bir
şahid sahidtik ettiğinde, bu hususta dört şahid getiremezse, o kimseye iftira
etmiş olur. Bu sebebte de, "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra
(bu babda) dört şahid getiremeyen" ayetinden ötürü, bu şahide hadd-i kazf
gerekir.
Bu konuda, en fazla
söylenecek söz şudur: Onlar bu kazfî (iftirayı), "şahidlik" lafzı ite
anlatmışlardır. Bu böyledir, çünkü bu başlıbaştna (tek başına), İftira
cezasının düşmesi neticesine götürür. Çünkü iftira eden herkes şahidlik lafzını
kullanmaktan aciz kalmaz. Böylece o da bunu, kendinden cezayı düşürmeye bir
vesile yapmış olur ve onun iftira İle İlgili maksadı da tahakkuk etmiş olur.
2) Rivayet
edilen şu husus da buna delildir: Muğire b. Şu'be'nin aleyhine, Hz. Ömer
(r.a)'in huzurunda şu dört kişi zina şahidliği yapmışlardır: Ebu Belere, Nftft,
Neti ve dördüncüleri Ztyad. Bu Ziyad: "Ben, yerleşmemiş olan, dimdik bir
dübür
(kıç) yükselen (hızlı) bir nefes attş-vertş ve
o kadının ayaklarını, tıpkı bir eşeğin iki kulağı gibi Muğlre'nin omuzunda
gördüm. Bundan ötesini bitmem" dedi. Böylece Hz. Ömer, o üçüne hadd-i kazf
uyguladı ve onlarla birlikte buna başka şâhid olup olmadığını sormadı. Eğer Hz.
Ömer (r.a), bundan sonra başka şahidler aramış olsaydı, o zaman beklerdi. Çünkü
hadler (cezalar) beklenilen ve alabildiğine ihtiyatlı davranılan şeylerdendir.
Eğer zinaya dört
şahtdden azı şahidtik etse, bu zina sabit (tsbatlanmış) olmaz. Fakat şahidlere
hadd-i kazf gerekir mi? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Gerekmez. Çünkü onlar sahidlik yapmak için
gelmişlerdir. Bir de eğer biz bunlara had uygulayacak olsak, zina şahidliği
kapısı kapanmış olur. Çünkü her Hr şahid, arkadaşının kendisine muvafakat
etmeyebileceği ve böylece de kendisine had uygulanabileceği hususunda şüpheye
düşer, emin olamaz.
2) Daha doğru
otan görüşe göre, Ebu Hantfe (r.h) "Onlara hadd gerekir" demiştir.
Bunun delili ise, "Üçüncü Meeele"de zikrettiğimiz o iki husustur.
[115]
Birisi birisine
iftirada bulunsa ve dört fasık kimseyi de buna
şahid getirse onlar da bunun zina ettiğine şehadette
bulunsalar, Ebu Hantfe
(r.h) bu hususta, iftira eden
kimseden haddin
düşüp, sahtdtere had gerekmediğini söylerken, Şafii (r.h) iki görüşünün
birinde, bunların hepsine had gerekeceğini söylemiştir. Ebu HenhVnin görüşünün
izahı şudur: Hak Tealâ, "Namuslu ve hür (muhsan) kadınlara iftira atan,
sonra (bu babda) dört şahid getiremeyen" buyurmuştur. Binâenaleyh böyle
bir kimse de, dört şahid getirmiştir. Ama bu sebeble buna had gerekmez. Bir de
fasık şahidflk edebilir. Dolayısıyla şahidlerin, Kadi'nm huzurunda bulunmaları
ile, zina şahidliğinin şartlan tahakkuk etmiştir. Fakat onların şâhidlikleri,
(fasıklık) töhmetinden ötürü kabul edilmemiştir. Dolayısıyla aleyhine sahidlik
edilen kimseden haddin nefyeditmesi (kaldınlması) hususunda bu töhmete itibar
ettiğimiz gibi, bu sahidlerden hadd-i kazfin nefyedilmesi hususunda da töhmetin
nazar-ı dikkate alınması gerekir. Şafii (r.h)'nin görüşünün izahı ise şudur: Bu
kimseler, sahidliğin kabul edilmesi hususunda nazar-ı dikkate altnan şartlara
sahib değildirler. Dolayısıyla onlar "şahid" olamazlar. Geriye onlar
"sırf iftiracılar" otarak kalakalmış olurlar. Ayetteki, "Sonra
(bu babda) dört şahid getiremeyen" ifadesinin tefsiri hususunda sözümüzün
sonu budur.
[116]
Cenâb-t Hakk'ın
"Onlardan her birine seksen değnek vurun emri ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[117]
"Değnek
vurun" emrinin muhatabı zina ayetinde (Nûr, 2) de belirttiğimiz gibi, imam
(devlet başkan (-halife) veya Şafii'ye göre, bu hususta yetkili olan kimse,
yahut da bir imam (başkan)
bulunmadığında,
müslümanların tayin ettiği (seçtiği) sâlih bir kimsedir.
[118]
Bu ayetin umûmi
ifadesinde, şu gibi bazı durumlar tahsis edilmiş (ayetin hükmü dışında bırakılmıştır):
a) Baba, çocuğuna
veya kendisinin "nevâfil"inden (furûundan)
birisine iftira ettiğinde, babaya çocuğunu veya böyle birisini öldürmesinden
dolayı kısas gerekmediği gibi, (zina etti diye) evladına iftira eden babaya da
had gerekmez.
b) Zina
iftirasında bulunan kimse köle olduğunda, buna gerekli olan ceza kırk değnektir. Mükateb köle ile ümmü
veled cariyenin durumu da böyledir. Çünkü yarısı hür, yarısı köle olanın cezası
ise, kölenin cezasının aynısıdır.
c)
İffetli ve namuslu bir câriye yahut da
eskiden zina etmiş ama sonra tevbekâr olmuş bir kadın, dil açısından
"muhsan" sayılırlar. Ama bununla birlikte, böylesi bir kadına iftira
etmek de haddi gerektirmez.
[119]
Alimler şöyle
söylemişlerdir: Hadler hususunda vurulabilecek en şiddetli vuruş, zina cezası
vuruşu, sonra
içki cezası vuruşu,
sonra da iftira cezası vuruşudur. Çünkü iftira edene verilen cezanın sebebi,
sıdka da kizbe de (doğruya da, yalan olmaya da) muhtemel bir sebebtir. Fakat bu
kimse, namusların korunması ve onlara saygısızlıkta bulunulması için
cezalandırılmıştır.
[120]
İmam Malik ve Şafii
iftira cezasının veraset yoluyla devam ettiği kanaatindedirler. Binâenaleyh
kendisine iftira edilmiş
kimse, had cezası tam
uygulanmazdan ve iftira edeni affetmeden ölürse, mirasçıları, bu cezayı
uygulatma hakkına sahihtirler. Onun iftirasının ta'zir cezasını gerektiren bir
durum olması da aynıdır. Binâenaleyh bu ta'ziri uygulatma yetkisi de
mirasçılara geçer. Tıpkı bunun gibi, kendisine iftira edilen kimsenin ölümünden
sonra, iftira eden o ölene tekrar iftira etse, yine onun varisleri için, hadd
talebinde bulunma hakkı doğar. Ebu Hanlfe (r.h)'ye göre ise, kazf cezasına
vâris olunamaz ve bu iş, iftira edilenin ölümü ile sona erer. Şafii (r.h)'nin
delili sudun Hadd-i kazif, kul hakkıdır. Çünkü iftira edilen kulun affı ile, bu
ceza düşer. Yine bu ceza o kulun, istemesi durumunda uygulanır. Bu hususta,
iftira eden iftira ettiğini inkar ettiğinde, aleyhine iftira edilen kimse yemin
ederek (onun iftira ettiğini söyler). Bu, kul hakkı olduğuna göre, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in "Kim geride bir hak bırakırsa, bu hak vârislerine
aittir"[121] hadis-i şerifinden
ötürü, buna da vâris olunması gerekir.
Ebu Hanİfe (r.h)'nin
delili ise şudur: Eğer buna miras olunabilseydi, o zaman bunda karının ve
kocanın belli bir payı olur. Bir de bu, kendisinde mal ve güvencenin
(vesikanın) mevcut olmadığı bir haktır. Binâenaleyh tıpkı bir vekâlet, bir
sözleşmede olmadığı gibi, bunda da veraset söz konusu olmaz.
Ebu Hanlfe'nin birinci
deliline şu şekilde cevap verebiliriz: Şafii mezhebine göre esahh (daha doğru)
olan, o şeye tıpkı bir mal gibi bütün vârislerin mirasçı olmasıdır. Bunda
ikinci vecih de şudur: Karı ile koca hariç, bütün vârisler bu hakka varis
olurlar. Çünkü kanlık ve kocalık ölümle sona erer. Bir de haddin maksadı,
soy-soptan (bütün
sülaleden) bu utancı
defetmektir. Bu ise karı-kocayı ilgilendirmez.
[122]
Birisi orada
bulunmayan birisine hâkimin huzurunda iftirada bulunsa, yahut da o adam orada
değilken, kişi kendi hanımı için, o adamla zina ettiği iftirasında bulunsa,
hakimin iftira edilene haber yollayıp, "Falanca sana zina iftira ve
isnadında bulunuyor. Bundan ötürü senin, onun hakkında hadd-i kazif hakkın
doğuyor" diye haber vermesi gerekir. Bu tıpkı, bir kimsenin bir başka kimsede,
haberi olmayan bir malt bulunması halinde, hakimin bunu ona bildirmesi
gerektiği gibidir. İşte bundan Ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s), Enis'i,
"Falanca, oğluyla zina ettiğin iftira ve iddiasında bulunuyor" diye
haber vermek için, bir kadına göndermiş, fakat onu o kimse o kadınla zina
ithamından kurtulsun diye göndermemiştir.
Şafii (r.h) şöyle der:
"Bir kimse birisine zina iftirasında bulunduğunda, imamın (halifenin ve
onun yetki verdiği birisinin), adam gönderip ondan bunu sorma hakkı yoktur.
Çünkü Allah Teâlâ, "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" (Hucurât, 12)
buyurmuştur. Şftfll. bu ifadesiyle iftira edenin belli olmaması durumunu
kastetmiştir. Bu mesela bir kimsenin hakimin huzurunda, "İnsanlar,
falancanın zina ettiğini söylüyorlar" demesi gibidir. Bu durumda hakim,
iftira edilen kimseye adam gönderip bunu ondan sormaz.
[123]
Hak Teâlâ'nın,
"Onların sahiciliklerini ebediyyen kabul etmeyin" yasağına gelince,
alimler bu hususla ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, sahabe ve tabiînin
ekserisi, böyle bir kimsenin tevbe etmesi halinde, bundan sonraki şahidliğinin
kabul edileceği kanaatindedirier.Şafii (r.h)'ın görüşü de böyledir. EbÛ
Hanîfe, talebeleri, Sevri ve Hasan b. Salih (r.hm) ise, tevbe etse bile, iftira
cezasına uğramış kimsenin şahidliğinin hiç bir zaman kabul edilmeyeceği görüşündedirler.
Bu mesele, "Ancak bu (hareketten) sonra tevbe eden ve (hallerini) ıslah
edenler müstesna"(Nûr, 5) ayetinin, kendinden önceki ayette bulunan hükümlerle
mi, yoksa (4. ayetteki) son cümle ile mi alakalı olduğu meselesine dayanmaktadır.
Binâenaleyh Ebû Hanfft (r.h)'ye göre, "Pek çok cümlenin peşinden gelen
istisna,
onlardan en sonuncusuyla
alakalıdır." tmam-ı Şafii'ye göre ise, bu istisna, geçen o cümlelerin
hepsiyle alakalıdır. Biz bu meseleyi Usûl-ü Fıkıh'da özetledik. Fakat burada,
inş&allah, burayla ilgili olan miktarını belirteceğiz.
[124]
Şâfit (r.h), bu
kimsenin (tevbeden sonraki) şâhidliğinin kabul edileceğine dair şu delilleri
getirmiştir:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s) "Günahtan tevbe eden,
hiç günahı yok
gibidir"[125] buyurmuştur. Günahı
olmayanın şahidliği kabul edilir. O halde, tevbekâr olanın şahidliğinin de
kabul edilmesi gerekir.
2) Kâfir
iftira atar, sonra da kâfirlikten (imana) dönerse, bunun şahidliği (artık),
icma ile kabul edilir. Binâenaleyh iftirada bulunan bir müslüman yaptığı bu
iftiradan tevbe ederse, şahidliğinin artık kabul edilmesi gerekir. Çünkü
müslümanın yaptığı iftira, kâfirin iftirasından, durum bakımından, daha ehven
(hafif)'tir. Buna göre, "Müslümanlar, kafirlerin (iftiralarından) üzüntü
duymazlar. Çünkü onlar, zaten müslümanlara düşman olarak ve müslümanlar
hakkında batıl (asılsız) ta'nlarda bulunmakla meşhurdurlar. Binâenaleyh kâfirin
iftirası sebebiyle, iftira edilene bir müslümanın iftirasından dolayı
dokunacak, ayıp ve utanç kadar bir ayıp ve utanç dokunmaz.
Bu sebeble herhangi
bir ar ve kusurun dokunmaması için müslüman iftira etmekten alabildiğine
menedilmiştir. Bir de küfründen tevbe eden kimseye had gerekmez. Halbuki
iftirasından ötürü tevbe edenden, bu hadd-i kazif düşmez." denilirse, biz
deriz ki: İkisi arasında bu fark Hz. Peygamber (s.a.s)'in. "Onlara,
müslümanlann lehine ve aleyhine olan şeylerin, onların da lehine ve aleyhine olduğunu
(müslümanlar için hak ve vazife olan şeylerin, o nmmiler için de hak ve vazife
olduğunu) haber ver"[126]
hadis-i şerifi ile ilga edilmiştir.
3) Biz,
inkârdan, adam öldürmekten ve zinadan tevbe eden kimsenin şahidliğinin makbul
olduğu hususunda müttefikiz. İftirasından dolayı tevbe eden de böyledir. Çünkü
bu günah, zinadan daha büyük değildir.
4) Ebu
Hanife (r.h) hadd, iftira edilenin hakkı olmakla birlikte, iftira eden
kendisine had uygulanmadan Önce tevbe ederse, bu kimsenin şahidltğini kabul
ediyor. Binâenaleyh had, tevbe ile kalkmıyor. Kendisine had uygulandıktan
sonra, halini düzeltmiş ve kendisinden fasıklık ismi kalkmış olduğu halde,
tevbe eden birisinin şahidliği haydi haydi kabul edilir.
5) Hak
Teâlâ'nın, "Ancak bu hareketten sonra tevbe edenler müstesna" <Nûr,s)
ifadesi, birkaç cümleden sonra zikredilmiş bir istisnadır. Binâenaleyh bunun,
bütün o cümlelere ait bir istisna olması gerekir. Bunun delilleri şunlardır:
a) Biz,
herhangi bir kimsenin, "Eğer Allah dilerse (inşaatları}, kölem hür,
hanımım boş olsun" demesi halinde, bu "İnşaallarT'ın, her iki
cümleyle de alakalı olduğu hususunda müttefikiz. Durum, konumuz olan bu
ayetteki istisnada da aynıdır. Bu durumda eğer: "Bu ikisi arasındaki fark
şudur: "İnşaallah" sözü, o hususta herhangi bir şey sabit olmasın diye,
sözün hükmünü kaldırmak için kullanılır. İstisna harfi (edatı) ite zikredilen
istisnanın ise, tek başına sözün hükmünü kaldırmak için gelmesi caiz değildir.
Baksana, bir kimsenin, "inşaallah sen boşsun" demesi mümkündür, ve
bundan ötürü herhangi bir şey yani boşanma meydana gelmez. Ama, "Sen bir
talak kalmak üzere boşsun" demesi halinde ise, boşanma meydana gelmiş ve
istisna da bâtıl olmuş otur. Çünkü istisna edatının, sözün hükmünü tamamen
kaldırmak için kullanılması burada imkansızdır. Böylece, "İnşaallah"
(Eğer Allah dilerse) ifadesinin, kendinden Önce geçen bütün cümlelerle alakalı
olmasından, istisna edatt (illâ) ile yapılan müstesnanın da, kendinden önce
geçenlerin tamamıyla alakalı olmasının doğru olması neticesinin çıkmadığı sabit
olur" denilirse, biz deriz ki: Bu, cem (toplama) mahallinin gayrisinde
olan bir farktır. Çünkü "inşaallah" ifadesinin, sözün hükmünü tamamen
kaldırmak için kullanılması caizdir. Dolayısıyla şüphesiz bunun, önce geçen
cümlelerin tamamıyla alakalı olması caiz olmuştur. Aksi halde bunun, sözün bir
kısmının hükmünü kaldırmak için getirilmiş olması caiz olurdu. Bu sebeble, işte
bu tarzda onun bütün cümlelerle alakalı olması gerekir. Öyle ki, bahsedilen
cümlelerden herbirinden bir kısmının istisna edilmesini gerektirmiştir.
b) "Vâv" (ve) edatı, mutlak cem
(toplamak, birlikte oluşu göstermek) içindir. Binâenaleyh ayetteki,
"Seksen değnek vurun ve onlann şahidliğini ebedi kabul etmeyin ve onlar
fâsıklann tâ kendileridir" her üç cümle de, birbirinden önceliği
olmaksızın, sanki hep birlikte zikredilmiş gibidir. Binâenaleyh bu ifadeye
istisna dahil olduğunda, bu istisnanın onlardan birine ait olması, diğerlerine
ait olmasından daha evla değildir. Çünkü bu cümlelerden birinin, diğerinden,
mana bakımından önceliği yoktur. Binâenaleyh bunun, bütün cümlelerle alakalı
olması gerekir. Ebû Hanffe (r.h)'nin görüşünün aleyhine olmak üzere, bu
ifadenin bir benzeri de, Hak Teâlâ'nın, "Namaza kalktığınız zaman,
yüzlerinizi yıkayın" (MMe, 6) ayetidir. Çünkü buradaki ı^LfrÛ ifadesindeki
fâ-i takibiyye, yüzü yıkama ifadesine değil, aksine bundan sonra gelen atıf
vavları, tertib (sıra) ifade etmedikleri için, bütün bu sonraki cümlelerin
hepsine birden gelmiştir. Tefsir etmekte olduğumuz ayetteki, (illâ) istisna
edatı da, geçenlerin sadece belli biriyle ilgili değildir. Çünkü vâv harfi,
tertib İfade etmez. Binâenaleyh bu istisna onlann hepsiyle alakalı gibidir.
Buna göre şayet, "vâv" edatı, söylediğiniz gibi bazan mutlak cem
(atıf) için, bazan da istinaf için olur. İsti'naf (başlangıç) için olması
"Onlar fâsıklann tâ
kendileridir" ifadesinde o*uşu gibidir. Çünkü vâv, nazmı tek cümle olan ve
manası bir olan yerlerde,
cem için olur.
Böylece de onların tamamı, tıpkı abdest (Ma^e.e) ayetinde olduğu gibi birlikte
zikredilmiş (tek bir şey) gibi olurlar. Çünkü abdest ayetinde zikredilenlerin
hepsi tek bir bütündür. Cenâb-ı Hak sanki, "İşte sayılan bu uzuvlarınızı
yıkayın" buyurmuştur. Çünkü bu sayılanların hepsini, "yıkayın"
emri içine almıştır. Kazf (iftira) ayetine gelince, bunun başlangıcı emir, sonu
ise haber cümlesidir. Binâenaleyh bütün bunların tek bir cümlede sıralanması
caiz değildir. O halde bu (üçüncü) vâv, istinaf içindir. Bu sebeble de, istisna
bu sonuncu cümleye aittir" denilirse, biz deriz ki: "Bizim bu üç
cümlenin tamamını da şartın cezası (cevabı) saymamız niçin caiz olmasın? Buna
göre sanki, "Kim muhsan olanlara iftira atarsa, ona sopa vurun,
şahidliğini kabul etmeyin ve onun fasık olduğunu söyleyiniz, yani siz onlara
sopa, şahidliğı red ve fasık deme işlerinin hepsini yapınız. Fakat attıkları iftiradan
tevbe edip, hallerini düzeltenler müstesna. Çünkü Allah bunları bağışlar.
Böylece de onlar sopa vurulmamış, sahicilikleri reddedilmemiş ve fasık
sayılmayan kimseler olurlar" denilmek istenmiştir.
c) Ayetteki,
"Onlar fâsıkların tâ kendileridir" ifadesinin, "Onların
şahidliklerini ebedi kabul etmeyin " ayetinin peşinden gelmiş olması,
şahidliğin kabul edilmeyişinin sebebinin, o kimsenin fasık oluşu olduğuna
delalet eder. Çünkü bir hükmün bir vasfa dayandırılması, o vasfın o hükmün
illeti olduğunu gösterir. Hele de o vasıf o hükme münasib ise. Binâenaleyh o
kimsenin fasık oluşu da sahiciliğinin makbul olmamasına münasibtir. O kimsenin
şehâdetinin kabul edilmeyişinin sebebi sadece onun fâsık olduğu sabit olup, bu
istisna da o kimsenin fâstklığının (tevbe ettiğinde) zail olduğuna delâlet
edince, bu illet ortadan kalkmış olur. Sebeb ortadan kalkınca da bu sebebe
bağlı olan hükmün de kalkması gerekir.
d)
Bu gibi istisnalar Kur'ân'da vardır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, ''Allah ve Resulü ile harbedenierin cezası şudur. Ancak tevbe edenler müstesna" (mm*.
33-34) buyurmuştur. Bu istisnanın, ayetin başından itibaren sayılanların tamamı
ile olduğunda ve bu tevbenin hepsi için söz konusu olduğunda şüphe yoktur. Hak
Tealâ'nın, "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın, eğer su bulumazsanız, teyemmüm
edin" (Nisa. 43) ayetindeki durum da böyledir: Teyemmüm, kendisine abdest
farz olan kimseler için meşru olduğu gibi, gusletmesi gerekenler içn de söz
konusudur. Ebu Ubeyd bu izahı, Şafii'nin mezhebini isbat sadedinde yapmıştır.
[127]
Ebu Hanife'nin
arkadaşları, bu ayetteki istisnanın, son cümleye ait olduğu hususunda şu
delilleri getirmişlerdir:
1) Bir istisnadan yapılan istisna, son cümleye
ait sayılır. Binâenaleyh bir birlik olsun diye, bu her yerde böyle olur.
2) Önceki
cümlelerin umumi manada olmasını gerektiren şey mevcuttur. Buna muarız olan
şey, yani istisna ise, kendisinin tek bir cümleye ait olmasının doğruluğu
hususunda yeterlidir. Çünkü bu kadarcık şeyle istisna
bir lağiv (boş, manasız şey) olmaktan çıkar. Binâenaleyh bu istisnanın sadece
tek bir cümleyle alakalı olması gerekir.
3) Buradaki
istisnanın kendinden önce geçen cümlelerin tamamıyla alakalı olsaydı, bu
kimsenin tevbe etmesi halinde, ona celde vurulmaması gerekirdi ki bu icmâen
bâtıldır. Dolayısıyla bu istisnanın son cümleye ait olması gerekirdi.
Bunlardan birincisine
şöyle cevap verilir: Menfi (olumsuz) cümleden yapılan istisna olumlu, olumlu
cümleden yapılan istisna ise olumsuzdur. Binâenaleyh istisnadan sonra gelen
istisnanın, hem birinci istisnaya, hem de müstesnaya râci olması halinde, bu
ikisinden birinden giden kadarı ile, diğerine eklenmiş ofur. Böylece de birinci
istisnayla noksanlaşan, (ikincisi) ile eklenip, tamir edilmiş olur. Dolayısıyla
da ikinci istisna faydasız olmuş olur. İşte bundan ötürü, "İstisnadan
yapılan istisna son cümleye aittir" diyoruz. İkincisine de şu şekilde
cevap veririz: Atıf vâvının bir tertibi (sırayı) ifade etmediğini beyân
etmiştik. Binâenaleyh cümlelerin bir kısmı mertebece diğerlerinden sonra sayılamaz.
O halde istisnanın, bu cümlelerden bir kısmıyla alakalı olması, diğerleriyle
alakalı olmasından evlâ değildir. Binâenaleyh bunun, hepsiyle alakalı olması
gerekir. Üçüncü delile de şöyle cevap veririz: Bununla, bazısı hakkında amel
etmek terkedilmiş, diğerleri hakkında amel etmek ise terkedilmemiştir.
Ebu Hanlfe (r.h)'nin
arkadaşları bu meselede şu hadisleri delil getirmişlerdir:
a)
Hanımının, Şureyh b. Sehmâ ile zina ettiğini
söyleyen Hilâl b. Ümeyye hadisesi hakkında İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği şu
hadis: Hilâl bunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a.s) "Hilâl'e celde vurulur
ve onun müslümanlar hakkındaki şâhidliği bâtıl olur"
[128]
buyurdu. Böylece Resûlullah (s.a.s), onun şâhidliğinin kabulü için, tevbenin
şart olduğunu söylemeksizin, ona celde vurulmasının, şehâtedini geçersiz
kılacağını bildirmiştir.
b)
Hz. Peygamber (s.a.s), "Kendilerine
hadd-i kazî uygulanmış olanlar hariç, müslümanlar birbirleri hakkında âdil
şahidler sayılırlar"
[129]
buyurmuş ve hadd-i kazf uygulananların tevbe etmesini şart koşmamıştır.
c) Amr b.
Şuayb, babasından; babası da dedesinden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"islam'da had uygulanmış kimselerin sehâdeti caiz değildir"[130]
dediğini rivayet etmiştir.
Şafii ise şöyle der:
Bütün bunlar şunlarla çelişir:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s) "(Bir şeyi) güneş gibi (apaçk-kesin olarak) bildiğinde,
şahidlik et" buyurmuştur. Emir, vucûb (farziyyet)
ifade eder. Binâenaleyh hadd cezası giymiş bir kimse,
birşeyi bildiğinde, o hususta şahidük etmesi farzdır. Eğer onun şahidliği
makbul olmamış olsaydı, bu ona farz olmazdı. Çünkü bu şahidlik, bu durumda
yersiz ve boş olmuş olurdu.
2)
Hz. Peygamber (s.a.s) "Biz, zahire göre
hükmederiz"[131]
buyurmuştur. Burada böyle bir zahir söz konusudur. Çünkü bu kimsenin dini, aklı
ve tevbesi sebebiyle, yeniden kazandığı namusu, kendisinin (zahiren) sâdık
olduğu zannını ifade eder.
3) Hz. Ömer
(r.a)'den şu rivayet edilmiştir: O, Muğire b. Şu'be'nin aleyhine şahidlik eden
Ebu Bekre, Nâfl ve Nefi'ye celde vurmuş ve sonra da: "Kim kendisini
yalanlarsa, şahidfiğini kabul ederim, böyle yapmayanın şahidliğini kabul
etmem" dedi. Bunun üzerine NafI ve Nefl kendilerini yalanladılar (yalan
söylediklerini itiraf ettiler) ve tevbe ettiler. Hz. Ömer de artık bunların
(bundan sonraki) şahidliğini kabul etti. Fakat Ebu Bekre'nm-şahidliğini kabul etmedi.
Hiçbir sahabi do bunu yadırgamamış, tenkid etmemiştir. İşte' bu meseledeki
sözün tamamı budur.
Hak Teâlâ'nın,
"Onlar fâsıklann tâ kendileridir" ifadesine gelince, bil ki bu ifade,
şu iki manaya gelir:
1) Kazf
(iftira atma), büyük günahlardandır. Çünkü fasık ismi ancak büyük günah
işleyenler için kullanılır.
2) Fâsık, i
kâbı hakedenlere verilen bir isimdir. Çünkü bu isim eğer kendi fiilinden müştak
bir isim olmuş olsaydı, o zaman tevbe, tıpkı o kimsenin dövücülükle ve başka
şeylere meyyal olmakla tavsif edilmesine mâni olmadığı gibi, Askın devamına da
mâni olmazdı.
[132]
Hak Tealâ'nın
"Tevbe edenler müstesna" ifadesine gelince, bil ki alimler iftira
etmekten ötürü nasıl tevbekâr olunacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden olarak Şafii (r.h): "Bunun tevbesi, kişinin yalan söylediğini
itiraf etmesidir" derken, Şafii'nin ashabı, bundan nasıl tevbe edileceği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan el-lctahrf; "O, "Ben
söylediğim o hususta yalancıyım. Bir daha aynı şeyi yapmayacağım"
der" demiştir. Ebu İshvk ise: "O, "Ben yalan söyledim"
diyemez. Çünkü o, bazan doğru söylemiştir. Dolayısıyla "Yalan
söyledim" demesi de yalan olmuş olur. Yalan da bir günahtır. Günahı
isteyen kimse ise bir başka günahtan tevbe etmiş olamaz. Aksine iftira eden kimse,
"söylediğime pişman oldum. O sözümden dönüyorum. Artık bir daha aynısını
yapmayacağım" der" demiştir.
Ayetteki,"ve
hallerini ıslah ederler" ifadesi hakkında alimlerimiz söyle demişlerdir:
"O kimsenin tevbe etmesinden sonra, sahidliğinin kabul edilebilmesi ve bu
yetkisinin geri dönebilmesi için, iyi halinin üzerinden mutlaka bir zamanın
geçmesi gerekir" demişler ve sonra da bu müddeti
bir yıl olarak belirlemişlerdir. Böylece o kimsenin üzerinden, hallerin ve
karakterlerin değiştiği dört mevsim geçmiş olur. Bu tıpkı innîn (cinsi kudreti
olmayan) kimse için, boşanması için bir yıl zamanın geçmesinin belirlenmesi
gibidir. Şeriat, zekât, cizye ve benzeri şeyler gibi, pek çok hükmü bir yılın
geçmesine bağlamıştır.
Hak Teâlâ'nın "Çünkü Allah gafur ve rahimdir"
ifadesi, "O, gafur ve rahim olduğu için, tevbeleri kabul eder"
demektir. Bu, tevbelerin kabulünün akton Allah'a vâcib olmadığına delalet eder.
Çünkü eğer tevbeleri kabul etmesi Allah Teâlâ'ya aklen vâcib olsaydı, o zaman
tevbeleri kabul hususunda o, gafur ve rahim olmuş olmazdı. Zira tevbeleri kabul
O'na şart ve vâcib olsaydı, o zaman Hak Teâlâ bu tevbeleri mecburen ve
korkusundan ötürü kabul etmiş olurdu. Çünkü O bu durumda, eğer bunu kabul
etmeyecek olursa, kendisinin sefih olduğunu ve ulûhiyyet vasfı dışında
kalacağını bitmektedir. Ama tevbelerin kabulü aklen vâcib olmadığı hakle O,
tevbeleri kabul edince, rahmeti ve ihsanı tahakkuk etmiş olur. Muvaffakiyet
Allah'dandır.
[133]
"Hanımlara zina
tsnâd eden ve haklarında kendilerinden başka şahidieri de
bulunmayan kimselere gelince, onlardan herbirinin
yapacağı şâhidlik, kendisinin hakikaten sâdıklardan olduğunu Allah'a yemin
ederek, dört defa
yapacağı şahidlikür.
Beşincide, eğer yalancüardansa, Allah'ın laneti muhakkak
kendisinin üstüne (olsun diye dua etmesidir). O
(kadının), o zevcinin,
muhakkak
yalancılardan olduğuna, Allah'a yemin ederek dört defa şâhidlik
edip, beşincide de, eğer o (kocası) sadıklardan ise,
Allah'ın gazabı kendisi
üzerine olsun (diye
beddua etmesi) o kadından bu azabı (cezayı) defeder. Eğer
üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı; eğer
gerçekten Allah tevbeleri
kabul eden, yegane
hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (haliniz nice olurdu)?"
(NÛr, ft-10).
Bil ki Hak Teâlâ
kişinin ailesi dışındaki hanımlara yaptığı zina isnâd ve iftirasının hükmünden
bahsettikten sonra, kendi hanımına zina isnadında bulunmasının hükmünü
zikretmiştir. Hem sonra bu ayet şöyle bazı konuları ihtiva etmektedir.
[134]
Birinci Konu: Ayetin
sebeb-i nüzulü hakkında alimler şunları nakletmişlerdir:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle der: "Hak Teâlâ'nın, "Namuslu ve hür kadınlara (zina)
iftirası atanlar...."(Nûr, 4) ayeti nazil olunca, Âsim b. Adiyy el-Ensâri
şöyle dedi: "Yani bizden biri, evine girse, bir adamı hanımının koynunda
bulsa, eğer bu durumda o, buna şahid olabilecek dört kişi getirmeye kalksa, o
zamana kadar o adam işini görüp gitmiş olur. Yok eğer onu o anda öldürse, onun
katili sayılır. Yok eğer: "Ben falancayı, hanımımla beraber buldum"
diyecek olsa, iftira cezasına çarptırılır. Yok eğer sesini çıkarmayacak olsa,
öfkesini içinde tutmuş olacak. Allah'ım, bir çıkış kapısı aç." Asımın,
Uveymir adında bir amcaoğlu ve Uveymir'in de Havle bintl Kays adında bir hanımı
vardı. Derken Uveymir, Asıma gelip: "Yemin olsun ki Şureyh b. Sehmâ'yı.
hanımım Havle'nin üzerinde (koynunda) gördüm" dedi. Bunun üzerine Asım
istircâ'da bulundu, yani üjirlj 4\ % **! fy "Biz, Allah'a aitiz ve O'na
döneceğiz" dedi ve sonra, Resulüllah (s.a.s)'a gelip "Ya Resulullah,
ailem hususunda ne çabuk imtihan oldum!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) de:
"Ne demek istiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Âsim: "Amcaoğlu
Uveymir, Şureyh b. Sehmâ'yı hanımı Havle'nin üzerinde bulduğunu bana haber
verdi" dedi. Uveymir, Havle ve Şureyh, bunların hepsi de Âsimin amca
çocukları idiler. Bu sebeble, Hz. Peygamber (s.a.s) onların hepsini çağırttı ve
Uveymlr'e dönerek: "Zevcen hakkında (yalan söylemekten), Allah'dan ittikâ
et. O, senin amca kızındır. Ona iftira etme" dedi. Uveymir de: "Ya
Resulullah, Allah'a yemin ederim ki, Şureyh'i hanımımın üzerinde gördüm. Dört
aydan beri ona yaklaşmadım. O, benden başkasından hâmile kalmıştır" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s) o zaman Havte'ye dönerek: "Allah'dan kork, sadece ne
yaptığını söyle" dedi. Havle de: "Ey Allah'ın Resulü, Uveymir kıskanç
bir adamdır. Şüreyh'in bana dikkatlice baktığını ve benimle konuştuğunu gördü.
Kıskançlığı onu, böyle söylemeye şevketti" dedi. İşte bunun üzerine Allah
Teâlâ bu ayeti indirdi. O zaman da Resulullah (s.a.s) emretti de, namaz ezanı
okundu, ikindi namazını kıldırdı, sonra Uveymir'e dönüp: "Kalk ve
"Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, Havle kesinlikle zina etti ve ben
(bu hususta) doğru söylüyorum" de" dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s)
Uveymlr'e ikinci olarak: "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben Şureyh'i
Havle'nin üzerinde gördüm ve ben hiç şüphesiz sâdıklardanım" de"
buyurdu. Daha sonra üçüncü olarak da: "Allah'a yemin ile şehâdet ederim
ki, o benden başkasından hamile kalmıştır" de" buyurdu. Dördüncüsünde
de: "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o zina etmiştir. Çünkü ben ona
dört aydan beri yaklaşmadım ve ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim"
de" buyurdu. Besincisinde de: "Eğerben (Uveymir) yalan söylüyorsam,
Allah'ın laneti benim üzerime olsun "de" buyurdu. Daha sonra da
Uveymlr'e "Otur" dedi. Havle'ye "kalk" dedi. Havle ayağa
kalktıjki defa "Allah'a
yemin ile şehâdet
ederim ki ben zina etmedim. Kocam Uveymlr, yalancılardandır (yalan
söylüyor)" dedi, ikinci olarak, "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki,
o benim üzerimde Şureyh'i görmedi, yalan söylüyor"; üçüncü olarak,
"Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, ben ondan hamileyim, o yalan
söylüyor"; dördüncü olarak, "Allah'a yemin ile şehâdet ederim ki, o
(kocam) beni bir zina yaparken görmedi, o yalan söylüyor"; beşinci olarak
da: "Eğer Uveymir söylediklerinde doğru ise, Allah'ın gazabı benim üzerime
olsun" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s), onları birbirinden ayırdı.
2) Kelbî'nin
rivayetine göre İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Âsim, bir gün ailesine
varıp gitti ve Şüreyh b. Sehmâ'yı hanımının koynunda buldu. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s)'e geldi." Hadisin bundan sonraki kısmı, geçen rivayette
olduğu gibidir.
3) İkrime,
İbn Abbas (r.a)'dan şunu rivayet etmiştir: "Namuslu ve hür kadınlara
(zina) iftirası atan..."(Nûr, 4) ayeti inince, Ensâr'ın reisi (büyüğü)
durumunda olan Sa'd b. Ubâde (r.a) şöyle dedi: "Eğer hanımımın koynunda
birisini yakalasam, dört şahid getirmeye kalkıştığımda, o işini bitirip gitmiş
olacak" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s), "Ey Ensar cemaati,
reisinizin dediğini duymuyor musunuz?" deyince, onlar "Ya Resûlullah
onu kınama. Çünkü o kıskanç bir adam" dediler. Sa'd b. Ubâde (r.a) de,
"Ya Resulellah, Allah'a yemin ederim ki, bu ayetin Allah'dan geldiğini ve
hak olduğunu biliyorum. Fakat buna şaştım." (Bunu anlamakta zorluk
çektim)" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah kesinlikle
böyle buyuruyor" dedi. Çok beklemeden, Sa'd'ın Hilâl b. Ümeyye adındaki
amcaoğlu çıkageldi. Hilâl Allah'ın tövbelerini kabul ettiği o meşhur üç kişiden
biri idi ve "Ya Resûlullah,
hanımımın koynunda birisini yakaladım. Şu gözümle gördüm, şu kulağımla
işittim" dedi. Resûlullah (s.a.s), onun getirdiği bu haberden hoşlanmadı.
Hilâl de, "Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Resulü, yüzünden
söylediğim şeyden hoşlanmadığını hissetmekteyim. Ama, Allah biliyor ki doğru
söylüyorum ve sadece hakkı ifade ettim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.s), "Ya beyyine (şahid-delil getirirsin), yahut da (sana) had
uygulanır" dedi. Ensar bir araya gelip, "Sa'd'ın söylediği başımıza
geldi" dediler. Onlar böyle konuşurlarken, Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy
geldi. Ona vahiy geldiğinde, yüzünün rengi kaçar, bedenini bir kırmızılık
sarardı. O'nun bu sıkıntısı geçince, "Ey Hilâl, müjdeler olsun, Allah
senin için bir çıkış yeri nasib etti" dedi. Hilâl de: "Ben de, Allah'dan
bunu umuyordum" dedi ve Hz. Peygamber (s.a.s) ensara bu ayetleri okuyup,
"O kadını çağırın" dedi. Kadın çağırıldı. Gelince, Hilâlin yalan
söylediğini iddia etti. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Allah ikinizden
birisinin yalana olduğunu biliyor. Sizden, tevbe edecek birisi yok mu?"
dedi ve karşılıklı olarak tanetleşmelerini (Li'an'ı) emretti. Bunun üzerine
Hilâl, Allah adına yemin edip, şehâdet ederek, kendisinin sâdıklardan olduğunu
söyledi. Beşinci seferinde, Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Ey Hilâl,
Allah'dan kork, çünkü dünya azabı (cezası) âhiret azabından daha kolaydır"
dedi. Hilâl de, "Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Resulü bana celde
vurmadığına göre, Allah bu kadından ötürü bana azab etmeyecektir" deyip,
beşinci kez (malum şekilde) yeminle şehâdette bulundu. Daha
sonra Hz. Peygamber (s.a.s) kadına dönerek, "Sen
de bu şekilde yemin edip, şehâdette bulunabilir misin?" dedi. O da, dört
defa, Hllftl'in yalan söylediğine dair yemin ile şehâdette bulundu. Beşincisine
başlayınca Resûlûitah (s.a.s) ona, "Allah'dan kork, bu beşincisi, neticesi
mutlaka gerçekleşecek olandır" dedi. Bunun üzerine kadın, bir müddet
duraladı, suçunu itiraf edecek gibi oldu, sonra "Allah'a yemin ederim ki,
kavmimi rezil kepaze etmeyeceğim" deyip, beşinci kez Hilâl eğer doğru
söylüyorsa, Allah'ın gazabının kendisine olması için yemin edip, şehâdette
bulundu. Bunun üzerine Resûlutlah (s.a.s), o ikisini birbirinden ayırdı. Sonra
da, "Bekleyin. Eğer bu kadının doğuracağı çocuk orta, kırmızı-beyaza çalan
san renkli ve ince bacaklı olursa, Hilâl'e aittir. Yok eğer o çocuğun bacakları
kalın, esmer ve kıvırcık saçlı ve yassı burunlu olursa, bu da (kim yaptıysa)
ona aittir" dedi. Kadın esmer, kalın bacaklı bir çocuk doğurdu. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Eğer o yeminler olmasaydı, benim ile o
kadının işi vardı"[135]
"(Ben, ona yapacağımı biliyordum" buyurmuştur. Ikrim "Andolsun
ki o çocuğu daha sonra, babasının kim olduğu bilinmediği halde, bir şehrin
valisi olarak gördüm" demiştir.
[136]
İkinci bahis: Bu,
kıraatle ilgilidir: Ayetteki kelimesi,
tâ ile, şeklinde
okunmuştur. Çünkü "şühedâ" lafzı cemidir.
Yahut da, şühedâ (şahidler), manası müennes olan "enfü»" (nefisler)
takdirindedir. kelimesinin mansub oluşu ise, mef'ül-ü mutlak hükmünde
olmasından ötürüdür. Bunun amili ise masdar olan, "sehâdet"
kelimesidir. 'Şehâdet" kelimesi, haberi mahzuf bir mübteda olup, ifadenin
takdiri "Onların birisinin dört kere şehâdet etmesi, vacibtir
(farzdır)" şeklindedir. nin
muhaffefi olarak kendisinden sonra gelen
kelimenin ref'i ile şeklinde de
okunmuştur. Yine bu masdar fiil olarak,
şeklinde de okunmuştur. Ayrıca her iki yerdeki "hâmlse"
kelimesi i-*ulı J^lij "Beşinci şâhidliğini yapar" takdirinde, mansub
olarak da okunmuştur.
Üçüncü Bahis: Bu, bu
konudaki hükümlerle ilgilidir. Bu konuyu, incelemek birtakım ana başlıklarla
alakalıdır.
Birinci ana konu,
"Li'ân'ı gerektiren şey hakkındadır. Bununla ilgili birkaç mesele var:
[137]
Bil ki bir kimse,
hanımına zina isnadında bulunduğunda,
eğer
o kadın muhsan (iffetli-namuslu) ise, o adama hadd
vurulması gerekir.
Yok eğer kadın muhsan değilse,
kocaya ta'zir gerekir. Bu tıpkı yabancı bir kadına
İftira
atmada, gereken bu iki şeyin aynı olması
gibidir. Fakat gerekli olan bu iki şey had veya ta'zir, bu iki durumdaki çıkış
(kurtuluş) yolları bakımından farklıdırlar. Mesela yabancı kadına iftira
edilmesi halinde, iftira edenden had cezası ancak, ya iftira edilen kimsenin
ikrarı ile, ya da onun bu işi yaptığına dair bir beyyine (delil) ile düşer.
Kişinin, kendi hanımına böyle bir suç isnadı halinde ise, had cezası hem
bahsedilen bu iki şeyden biri (yani ikrar veya beyyine), yahut da li'ân ile
düşer. Şeriat, li'ân'ı şu iki sebebden ötürü, yabancı kadınlara isnadda
bulunmasında değil de, bu halde yani kendi hanımına zina isnadında bulunması halinde
nazar-ı dikkate almıştır.
1) Kişiye,
yabancı kadınlara zina nisbet edilmesinde, bir sıkıntı ve ar söz konusu otmaz.
Binâenaleyh evlâ olan, böyle birşeyi (şahidleri ve beyyinesi yoksa) gizli
tutmaktır. Fakat birisi, onun kendi hammıyla zina ederse, o bundan hem
alabildiğine ar duyar, hem de nesebi bozu İm uş-kar işmiş olur. Dolayısıyla
kocanın buna sabretmesi mümkün değildir. Bunun bir beyyineye (dört şahide)
dayandırılması da adeta imkansız gibidir. Binâenaleyh işte bundan ötürü şeriat,
böyle durumlarda li'an'ı öngörmüştür.
2) Kişinin
hammıyla olan halleri konusunda, genel olan durum gerçekten böyle bir işin
olması müstesna, hanımına bir iftirada bulunmamasıdır. Binâenaleyh eğer bir
kimse hanımına böyle bir isnadda bulunmuşsa, bu isnâd ve iftiranın kendisi, o
kimsenin bu hususta (büyük ihtimalle) doğru olduğunun şahididir. Fakat böyle
durumun şahidliği, tam ve mükemmel bir şahidlik değildir. Binâenaleyh bu
şehâdeti destekleyecek olan yeminler de buna eklenir. Bu, tıpkı zayıf olduğu
için kadının şahidliğinin sayısal olarak (bir erkeğe, iki kadın kabul
edilmesiyle) artırılması ve tek bir şahidin pek çok fukaha'nın görüşüne göre,
şehâdetinin yanısıra yemin etmek suretiyle kuvvetlendirilmesi hadisesi gibidir.
[138]
Ebûbekir er-Râzİ şöyle
der: "Kişinin yabancı kadınlara ve
kendi hanımına attığı iftiranın cezası seksen değnektir.
Bunun delili Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Hilâl b.
Ümeyye'ye hanımının Şüreyh b.
Sehma ile zinada
bulunduğu
iddiasında
bulunduğunda söylediği şu hadistir: "Bana senin lehinde şehâdet edecek
dört şahid getir. Aksi halde, bunun cezası sırtına vurulacak bir haddir![139] Bu
ifade ile, kişinin kendi hanımına attığı zina iftirasının cezasının da, tıpkı
yabancı kadınlara attığı iftiranın cezası gibi olduğu sabit olur. Fakat bu
ceza, kocalar hakkında li'an ile nesheditmiştir. Aynı hadis, "söyleyin
bakalım, eğer bir adam, birisini hanımının koynunda yakalasa, ve bu durumda
bunu etrafa söylese, sizler ona celde cezası uygularsınız, o adamı öldürse,
sizler de onu (kısâsen) öldürürsünüz, sussa Öfkesi içinde kalacak" diyen
birisi için de rivayet edilmiştir. İşte bu hadisler, hanımına iftira edenin
cezasının seksen celde olduğuna, fakat Hak Teâlâ'nın bunu Iran ayetiyle
neshettiğine delâlet etmektedir.
[140]
Şâftİ (r.h) şöyle der:
Koca, hanımını itham ettiğinde farz olar şer'i ceza had (celde)dir
Fakat bu celdeden, li'an ile
koca
kurtulur. Bu tıpkı yabancı bir kadına iftira eden için gerekli cezanın hadd-i
kazif (seksen değnek)olup, onun bundan kurtuluşunun ancak, dört şahid sayesinde
olması gibidir. Binâenaleyh eğer koca, böyle bir durumda li'ana (lanetleşmeye)
yanaşmazsa, ona hadd-i kazif gerekir. Dolayısıyla koca li'ana yanaşır, fakat
kadın bundan kaçınırsa, kadına da zina cezası olan (recm) gerekir.
Ebû Hanîfe (r.h) ise
şöyle der: "Koca, "liân"a yanaşmadığında, H'an'a yanaşıncaya
kadar hapsedilir. Kadın da böyledir, li'an'laşmaya yanaşmadığında buna
yanaşıncaya kadar hapsedilir."
[141]
Şafii'nin delilleri
şunlardır:
1) Allah
Teâlâ, sûrenin başında, "kendi hanımlarından başka namuslu ve hür
kadınlarım itham edenler.." buyurmuş, bunun peşinden, "sonra dört
şahit getiremeyen kimselere de seksen değnek vurun." ifadesine yer vermiş,
daha sonra da, bu ifadeye kocalara ait hükümleri de atfederek,
"Zevcelerine zina isnâd eden ve haklarında kendilerinden başka şahitleri
de bulunmayan kimselere (gelince),." (Nûr.6) buyurmuştur. Binâenaleyh
(hanımları olmayan) kadınlara iftira atmanın gereği, ya dört şahit getirmek
veyahut da celde olduğuna göre, kişinin kendi hanımlarına ettiği isnadın gereği
de, ya li'an'laşma veyahut da haddir...
2)Cenâb-ı
Hak, "Okadının, ..dört (defa) şehâdetetmesi, .. ondan (okadından) bu azabı
defeder" (nût. bj buyurmuştur. Bu ifadedeki azab kelimesinin başındaki
elif-lâm, umumilik ifade etmez. Çünkü, o kadına her türlü azab gerekmemiştir.
Binâenaleyh, bu ifadenin başındaki elif-lamı, daha önce bilinen malum olan bir
manaya hamletmek gerekir. Daha önce bilinen mana da, "hadd"dir. Çünkü
Allah bu sûrenin başında, "müminlerden bir zümre de bunlann azabına şahit
o!sun" buyurmuştur. İşte bu ifadede geçen azab ite de bunu kastetmiştir.
Ayetteki ifadesindeki el-azab kelimesiyle az önce yazdığımız ayette geçen
"hadd" anlamına gelen azabın kastedildiği sabit olduğuna göre, o
kadının H'an'a yanaşmadığı zaman hadd cezasına çarptırılacağı, li'an'laştığında
ise, bu cezayı savuşturacağı sabit olmuş olur. Buna göre şayet,
"el-azAb" sözünden hapsetmek kastedilmiştir" denilirse, biz
deriz ki: Biz, buradaki elif-lamın, daha önce geçmiş olan belli bir manayı
ifade ettiğini beyan etmiştik... Burada en yakın olarak bahsedilen şey ise,
"hadd" anlamına gelen azâbdır. Hem, biz bunu "hadd"
anlamına aldığımızda, ayet mücmel olmaz, ama hapsetmek manasına alırsak, ayet
mücmel olur. Çünkü ayette hapsin miktarı belirtilmemiştir.
3) Şafii
(r.h) şöyle der: Kadının hapsedilmesinin batıl olduğuna şu husus da delalet
etmektedir: Bu durumda olan kadın, "Eğer erkek doğru söylüyorsa, bana hadd
uygulayın; yok eğer yalancı ise, beni salıverin. Benim
hapisle ne alâkam var! Çünkü, benim hapsedilmem, ne Allah'ın kitabında, ne
Resulünün sünnetinde, ne icmâda, ne de kıyasta yer almaktadır..."
diyebilir.
4) Koca,
hanımına iftira ve suç isnadında bulunur, kendisinin şehâdetiyle de bundan bir
çıkış yolu bulamazsa, Cenâb-ı Hakk'ın, "Namuslu ve hür kadınları itham
eden sonra dört şahit getiremeyen kimselere de, seksen değnek vurun" Nur,
4) ayetinden ötürü, bu kimseye hadd gerekir. Koca hakkında bu sabit olunca,
kadın hakkında da sabit olur. Çünkü, ikisi arasında bir farkın bulunduğunu
söyleyen kimse yoktur.
5) Hz.
Peygamber (s.a.s)'ın, Havle'ye "Dikkat, recm sana Allah'ın gazab
etmesinden daha hafiftir" şeklindeki sözüdür. Bu ifade bu konuda bir
nasstır.
[142]
Ebû Hanffe (r.h)'nin
delili ise şudur: "Kadına gelince, kadın li'an'a yanaşmamaktan başka bir
şey yapmamıştır. Binâenaleyh, kadının li'an'a yanaşmaması, ne o kadının zina
ettiğine dair bir beyyinedir ve ne de kadının bu zinayı ikrar etmesi manasına
gelir... Binaenaleyh, Hz. Peygamber(s.a.s)'in "Kişinin kanı....
şuöçsebepten biri bulunmadıkça mubah olmaz" hadisinden ötürü, kadının
recmedilmesinin caiz olmaması gerekir... Kadın, "muhsan" (hür ve
evli) olduğu zaman recm gerekmediğine göre, "muhsan" olmadığında
"celde" de gerekmez. Çünkü, bu ikisi arasında bir farkın bulunduğunu
söyleyen kimse yoktur. Hem, "li'an"a yanaşmamak, ikrar etmeyi açıkça
ifade etmez!.. Binâenaleyh, tıpkı hem zinaya hem de başka bir şeye ihtimali
olan bir lafız ile zina sabit olmadığı gibi bununla da "hadd"in
isbatı caiz olmaz."
[143]
Ekseri ulema, kişi,
hanımına, "Ey zâniye, ey zinâkâr kadın!" dediğinde, iran'ın gerektiği
kanaatindedirler. İmam
Mâlik (r.h) ise,
"Kişinin, hanımına "Seni zina ederken gördüm" demesi, yahut o
kadının (kendisinden) hamile olduğunu ve o çocuğun kendi çocuğu olduğunu kabul
etmemesi durumu hariç, li'an yapılmaz" demiştir. Cumhurun delili şudur:
Cenâb-ı Hakk'ın İfadesi, her şeyi içine
alan umûm bir ifadedir. Bir de, yabancı bir kadına iftira atma hususunda
kullanılan o ifadeler arasında bir fark bulunmamaktadır. Binâenaleyh, kişinin
kendi hanımını zina ile itham etmesi hususunda da, durum böyledir.
[144]
ikinci anakonu,
"li'an"da bulunanlardır... Şâfll (r.h) şöyle der: "Yemini
(şehâdeti) sahih olanın, "li'an"ı da geçerli ve sahihtir.
Binâenaleyh, li'an hadisesi, iki cariye iki zımmî ve iki "hadd"
giymiş kimse arasında uygulanabileceği gibi, taraflardan birinin cariye, yahut
da kocanın müslüman,kadının ise "zımmîye" olması durumunda da
uygulanır...." Ebu Hanlfe (r.h) ise, şu iki yerde li'an cereyan etmez der:
a) Koca yabancı birisi olup, kan da, kendisine
iftira edene hadd gerekmeyen
kimselerden
olursa.....Bu, mesela, karının memlûke (cariye) veya "zımmîye" olması
gibidir...
b)
Taraflardan birinin, iftiradan dolayı hadd giymiş olması., yahut köle, yahut da
kâfir olması gibi, şehâdette bulunamayan kimselerden olması. Daha sonra Ebu
Hanife, fasık ve kör kimsenin, şehâdet edemeyen kimselerden olmalarına rağmen,
"li'an"larının sahih olacağını Öne sürmüştür.
Şafii (r.h)'nin
görüşünün izahı şudur: pffrtjjî öy'j. ö*4*j ayetinin zahiri, her şeyi içine
alır. Tahsis etmenin gereği yoktur. Kıyas da, şu iki bakımdan açıktır:
a)
Li'anlaşmanm maksadı, kişinin kendisinden ân, utancı ve veled-i zina olan o
çocuğu def etmek, uzaklaştırmaktır. Böyle bir def etme işine, kendisine hadd
uygulanmayan kimse muhtaç olduğu gibi,kendisine hadd uygulanmış kimse de
muhtaçtır...
b) Biz,
şehâdet edemeyenlerden olmasalar bile, fâsık ve âmânın "li'an"tnın
sahih olacağı hususunda ittifak etmişizdir. Binâenaleyh bu ikisinin dışında
kalanlar hakkında da, hükmün böyle olması gerekir. Bu iki mesele arasındaki
cihet-i camia, müşterek nokta ise, zina utancını def etmeye duyulan ihtiyaçtır.
Ebû Hande (r.h)'nin
görüşünün izahının delili ise, hem "nass" hem de manadır. Nassa gelince,
Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in söylediğini rivayet
ettiği şu hadistir: "Kadınlardan şu dört kimsenin kendileriyle kocaları
arasında Han cereyan etmez. Müslümanin nikahında bulunan yahudi kadın ile
hristiyan kadtn, köle ile evlenmiş hür kadm ve hür erkekle evlenmiş
cariye..."[145]
Ebu Hanîfe'nın mana
bakımından deliline gelince, biz derik ki (o şöyle demiştir): "Birinci
duruma gelince, bu (Nûr.4) ayetinden
dolayı, hem kişinin kendi hanımına, hem de yabancı bir kadına atmış olduğu iftiradan
dolayı ona gerekli olan "hadd'dir. Ama, bu hadd işi daha sonra kocalar
hakkında neshedilmiş ve bu haddin yerini "li'an" almıştır.
Binâenaleyh, yabancı kadınlara iftira atılması halinde, kocaların
"li'an"da bulunmaları, hadd cezasının yerine geçince, kendisine
yabancı bir erkeğin iftira etmesi halinde, hadd gerekmeyen kimselere
"li'an" da gerekmez...
İkinci duruma gelince,
bunun izahı da şöyledir: Li'an, bir şehâdettir. Binâenaleyh, şehâdette
bulunamayan kimselerin şehâdetlerinin doğru olmaması gerekir. Biz, şu iki
sebepten dolayı, "li'an"ın bir şehâdet olduğunu söyledik:
1) Cenâb-ı
Hak, "Haklarında, kendilerinden başka şahitleri de bulunmayan kimselere
(gelince) onlardan ve birinin yapacağı şahitlik
Allah'a yemin (ile)
dört
şahitliktir" (Nûr. t) buyurmuş, onların "li'an"larını bir
"şehâdet" olarak adlandırmıştır. Nitekim, Cenâb-ı Hak "....
erkeklerinizden iki şahit tutunuz.."(Bakam, 282) ve ".. onlara karşı
içinizden dört şahit getirin.." (Nisa, 15) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.s),
taraflara li'an yaptırırken, onlara şehâdet lafzını kullanarak
li'an'laşmalarını emretmiş, sadece yemin lafzıyla yetinmemiştir U'an'ın bir
şehâdet olduğu sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların şahidliklerini
ebediyyen kabul etmeyin..."(Mr, a) ifadesinden dolayı, iftiradan ötürü
hadd giymiş kimsenin şahadetinin kabul edilmemesi gerekir... İftiradan dolayı
hadd giymiş kimse hakkında durumun böyle olduğu sabit olduğuna göre bu durum
ya bunların şehâdet ehlinden olmadıklarına dair mevcut olan icmâ'dan, yahut da
arada bir fark olduğunu söyleyenin bulunmamasından dolayı, köle ve kâfir
hakkında da sabit olur.
Şafii (r.h) ise, şu
şekilde cevap verir: Li'an, gerçekte bir şehâdet değil, tam aksine bir
yemindir. Çünkü insanın kendisine şehâdet etmesi caiz değildir. Diğer bir husus
da şudur: Şayet bu bir şehâdet olmuş olsaydı, o zaman kadının şehadetinin
erkeğin şehadetinin yarısı addedildiği için, sekiz defa şehadette bulunması
gerekirdi... Bir de, âmâ ve fasık kimselerin yeminleri sahihtir, ama şehadette
bulunmaları caiz değildir.
İmdi eğer: "Fasık
erkek ile fasık kadın bazan tevbe edebilirler..." denilirse, biz deriz ki:
Köle de bazan azâd edilir ve böylece, şehâdeti caiz olur... Şafii (r.h) bu
görüşünü şu şekilde kuvvetlendirir: "Köle, azad edildiğinde, o anda hemen
şehâdeti kabul edilir. Fasık ise, tevbe ettiğinde, o anda hemen şehâdeti kabul
edilmez." Daha sonra Şafii, Ebû Hanîfe (r.h)'ye karşı şu delili de ileri
sürmüştür: Zımmîlerin, birbirleri hakkındaki şehâdetleri makbuldür.
Binâenaleyh, erkekle "zimmiye" kadın arasındaki "li'an"ın
da caiz olması gerekir. Bütün bunlar, Şafii (r.h)'nin sözleridir. O, bundan
sonra şöyle der: Kendisine hadd uygulanan kimselere göre de, hadd'ler farklılık
arzeder. Bunun manası şudur: Eğer koca, li'an'a yaklaşmazsa köleliğinden dolayı,
hakkındaki iftira cezası ikiye bölünür; eğer koca li'an'da bufunur.kadın ise
li'an'da bulunmazsa, o zaman o kadının cezası (hadd), "muhsan"
oluşuna-olmayışına ve hür veya cariye oluşuna göre farklılık arzeder.
[146]
Üçüncü anakonu, Li'an'a
dayanan hükümler hakkındadır. Şafii (r.h) şöyle der: "Li'ân'a, şu beş
hüküm taalluk etmektedir: a) Haddi savuşturmak... b) Çocuğun reddedilmesi... c)
Karı-kocamn ayrılması... d) Karı-kocanın ebedi olarak birbirine haram olması...
e) Kadına haddin vacib olması... Bütün bu hükümler, sırf erkeğin li'an'da
bulunması ile tahakkuk eder, bu hususta kadının li'an'ına ve hakimin hükmüne
ihtiyaç duyulmaz... Çünkü, hakimin buna hükmetmesi, karı-koca arasında bir
ayrılığı meydana getirme değil, bu ayrılığı yürürlüğe koymak olur. Şimdi biz bu
meseleler hakkında konuşalım.
[147]
Müçtehitler, li'an
sebebiyle ayrılığın meydana
gelip gelmeyeceği hususunda şu
dört görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
1) Osman
el-Betti şöyle der: "Ben, kocanın hanımı ile li'an'da bulunmasının,
kocanın hanımını boşamasını gerektiren herhangi bir şeyi gerektirdiğini
göremiyorum."
2) Ebu Hanlfe, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, hâkim
aralarını ayırmadığı müddetçe tarafların li'ân'ı bitirmeleri ile bir ayrılığın meydana gelmeyeceğini
söylemişlerdir.
3) İmam
Malik, el-Leys ve Züfer (r.h), taraflar li'anı bitirdiklerinde, hakim onları
ayırmasa bile, karıkocanın birbirlerinden ayrılmış olduklarını söylemişlerdir.
4) Şafii
(r.h) ise, şöyle der: "Koca, şehâdeti ve lânetlemeyi bitirdiğinde,
karısından ayrılmış olur. Artık o kadın, ister li'an'da bulunsun ister
bulunmasın, o kocaya kesin olarak helâl olmaz...
[148]
1) Li'an,
ayrılığı ne sarih ne de kinai olarak ifade etmez... Binâenaleyh tıpkı ayrılığı
ihsas ettirmeyen diğer sözler gibi, ayrılığı ifade etmemesi gerekir... Çünkü
genel olarak li'an'laşmada koca, sözünde sadık olur ki bu da, herhangi bir
haramlığı gerektirmez... Baksana, şayet kadının aleyhine delil bulunsa, bu da
yine bir haramlığı ifade etmez. Binâenaleyh, erkek yalancı olur, kadın ise
doğru olursa, bunda da haramlığa delâlet eden herhangi bir şeyin bulunmadığı
sabit olur.
2) Şayet taraflar, kendi aralarında
li'an'laşırlarsa, bu li'an'laşmalan bir ayrılığı gerektirmediği gibi hâkimin
huzurunda li'an'laşmalan da bir ayrılığı gerektirmez.
3) "Li'an" yabancı kadınlara atılan
iftira hususunda, şahitlerin yerini tutar... Burada şahitlerin bulunmasında,
sadece hadd düşürme durumu hariç, bir fayda bulunmadığı gibi, li'an'ın da haddi
düşürmenin dışında herhangi bir tesiri yoktur...
4) Koca, hanımına attığı iftira hususunda
kendisini yalanlayıp (yalan söylediğini itiraf edip), dolayısıyla kendisine
hadd-ı kazf uygulandığında, bu durum bir ayrılığı gerektirmediği gibi, kocanın
li'an'laşması da böyle olur. Çünkü li'an da, haddi def etme için yapılmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s)'ın, lanetleşen tarafları birbirinden ayırmasına gelince,
bu, eI-Aclanl hadisesinde böyle olmuştur. Bu hadisede koca, hanımını li'an'dan
sonra üç talâkla boşamıştı... İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.s)
bunları birbirinden ayırmış idi.
Ebu Hanlfe'nin
görüşüne,yani hakimin o ikisini ayırmasına gelince, burada şu iki şeyi mutlaka
açıklamak gerekir:
a) Onları
birbirinden, hakimin ayırması gerekir.... Bunun delili Sehl İbn Sa'd'ın,
el-Aclanî hadisesinde rivayet ettiği şu husustur: Hakim aralarını ayırıncaya
kadar, tanetleşmiş olan karı-kocanın üzerinden bir sene geçti... Bundan sonra
onlar, asla bir araya gelemezler...
b) Ayrılık,
ancak hakimin hükmü ile tahakkuk eder... Hanefîler bu görüşlerine şu delilleri
getirmişlerdir:
1) Uveymir kıssasında rivayet edildiğine göre,
taraflar lanetleşmeyi bitirince, Uveymlr, "Ey Allah'ın Resulü, onu
nikahımda tutmuş olsam ona yalan isnat etmiş olurum... O, üç talakla boştur./'
demiş, böylece de Uveymir onu (Havle'yi) Allah'ın Resulü, kendisine onu
boşamasını emretmeden boşamıştır. Bu haberle birkaç yönden istidlal edilmiştir:
a) Şayet bu
ayrılık, li'an'laşmadan dolayı olmuş olsaydı, o zaman Uveymir'in "Eğer onu
tutmuş olsam ona yalan isnat etmiş olurum" şeklindeki sözü batıl olmuş
olur. Çünkü onun (bu durumda) o hanımını nikâhında tutması, artık mümkün
değildir.
b) Bu
haberde rivayet olunan, o Uveymir'in, hanımını üç talakla boşaması Hz.
Peygamber (s.a.s)'in de, o talâkı geçerli kabul etmesidir. Talâkın geçerli
kabul edilmesi, ancak sadece li'an sebebiyle ayrılığın tahakkuk etmemesi
halinde mümkün olur.
c) Sehl İbn
Sa'd'ın, bu haberde, "hakim aralarını ayırıncaya kadar, lanetleşmiş olan
karı kocanın üzerinden bir sene geçti... Bundan sonra onlar, asla bir araya
gelemezler.." şeklindeki sözüdür. Bu ayrılık şayet li'an sebebiyle olmuş
olsaydı, artık hakimin, bundan sonra onları yeniden ayırması imkansız olurdu.
2) Ebû Bekr
er-Razi şöyle der: "Şafii (r.h)'nin görüşü, ayetin hilafınadır. Çünkü,
şayet kocanın li'an'laşması sebebiyle ayrılık meydana gelmiş olsaydı, yabancı
olan o kadının li'an'laşmış olması gerekirdi ki, bu ayetin hilafınadır. Çünkü
Altah Tefilâ, li'an'laşmayı, karı koca arasında vacib kılmıştır.
3) Li'an,
hükmü ancak hakimin yanında sabit olan bir şehâdettir. Binâenaleyh, tıpkı
şehâdet edilen şeyin ancak hakimin hükmüyle sabit olması gibi, ayrılığın da
ancak hakimin hükmü ile tahakkuk etmesi gerekir.
4) Kadın li'an'a bizzat kendisi müstehak
olmuştur. Bu, tıpkı iddia edilen şeye beyyine ile müstehak olunmak gibidir.
Binâenaleyh iddia eden kimsenin, iddia ettiği şeye müstehak olması, ancak
hâkimin hükmüyle olunca, aynısı kadının bizzat müstehak olması hususunda da
gerekir.
5) Li'an da
haramlığı ihsas eden herhangi bir husus yoktur. Li'an'da genel durum, kadıntn
zina etmiş olmasıdır. Binâenaleyh eğer kadının zina ettiğine delil bulunur
yahut da kadın bunu bizzat ikrar ederse, işte bu durum haramlığı gerektirmez.
Li'an
da böyledir. Li'anda haramlığa dair bir delâlet
bulunmayınca, bunun sebebiyle bir boşanmanın meydana gelmemiş olması gerekir.
8u sebeble de ya koca, yahut hâkim tarafından bu boşanmanın yapılması gerekir.
Mâlik ve Züfer'in
görüşlerinin delilleri de şudur: Eğer taraflar, nikâhı (evliliği) sürdürmeye
razı olmuş olsalar, taraflar bu hal üzere bırakılmaz, aksine birbirlerinden
boşatılırlar. Böylece li'anın ayrılığı (boşanmayı) gerektirdiği sabit olmuş
olur.
Şafii (r.h)'nin
görüşünün ise şu iki delili vardır:
1) Cenâb-ı
Hak, "Dört defa şehâdet etmesi.... ondan (o kadından) bu azabı
defeder"(t*ûr, 6) buyurmuştur. Bu ifade, kadının ti'anının tesirinin
sadece o azabı (zina cezasını) ondan savuşturma hususunda olduğuna, li'an
sebebiyle meydana gelen her türlü hükmün sadece kocanın li'an'ından dolayı doğduğuna
delâlet eder.
2)
Doğacak çocuğun kabul edilmemesi hususunda,
sadece kocanın li'anı yeterlidir. Binâenaleyh çocuğun kocaya nisbet edilmesi
hususunda da, kadıntn sözüne değil, yine erkeğin sözüne itibar edilmesi
gerekir. Baksana kadının li'anda bulunması halinde çocuk kocaya nisbet
ediliyor. Halbuki o çocuğun o babaya nisbet edilmeyeceğini söylüyoruz. Böylece
de bu hususta kadının nisbeti değil, kocanın kabul etmemesi nazar-ı dikkate
alınmış olur. İşte bu sebeble koca kendisini yalanladığında çocuk kocaya
verilir. Fakat li'anda ısrar ettiği sürece, çocuk ona nisbet edilmez. Çocuğun
babaya nisbet edilmemesi hususunda, sırf babanın (kocanın) li'anının yeterli
bir sebeb olduğu sabit olunca, karı ile koca arasında meydana gelecek ayrılığın
(boşanmanın) sebebinin de sadece kocanın li'anı olması gerekir. Eğer böyle bir
ayrılık söz konusu olmamış olsa, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in"Çocuk yatağa (yani hangi kocanın yatağında doğmuşsa
ona) aittir"[149]hadisinden
ötürü, çocuk o babadan nefyedilemez. Binâenaleyh yatak (yani beraberlik) devam
ettiği müddetçe doğacak çocuk babaya aittir. Bu sebeble sırf babanın li'anından
ötürü doğacak çocuk ona nisbet edilmeyince, sırf li'anı sebebiyle yatağın
(beraberliğin) zail olması gerekir.
Hanefîlerin delil
getirdiği hadisler ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kan-koca arasında bir
ayrılığın (otomatik bir boşanmanın) meydana geldiğini bildirip buna hükmetmesi
kastedilmiştir ki bu, o ayrılığın meydana gelişinde li'andan başka bir şeyin
tesir etmiş olmasına ters düşmez. Hanefîlerin yaptıkları kıyasların dayanağı,
li'anın bir şehâdet oluşudur. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Aksine bu,
daha önce de beyan ettiğimiz gibi; bir yemindir. Ebû Hanîfe'nin haramlığın
meydana gelişinde hanın bir tesirinin olmadığını söylemesine karşılık deriz ki:
Kocanın o doğacak çocuğun kendisinin olmadığına dair getirdiği beyyine
geçerlidir. Çocuğun kabullenilmemesi ise, nikâhın helâl olmamasını gerektirir.
Allah en iyi bilendir.
[150]
İmâm Mâlik, İmâm
Şafii, İmâm Ebû Yusuf, Sevri, İshâk ve Hasan,
lanetleşen kart ile kocanın,
ömür boyu artık evlenemeyeceklerini söylemişlerdir. Bu aynı zamanda, Hz.
Ali, Hz. Ömer ve İbn
Mes'ud (r.ahm)'un da görüşüdür. İmam Ebu Hanife ile İmam Muhammed ise,
"Koca kendisinin yalan söylediğini itiraf edip, bundan ötürü ona hadd-i
kazf uygulandığında, karısı ile arasında olan nikah akdinin haramlığı sona erer
ve kadın, ona yeni bir nikahla helâl olur" demişlerdir.
Şafii (r.h)'nin
delilleri şunlardır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s), li'andan sonra, li'anda bulunan tarafa "Artık senin, o
kadına gidecek (onunla evlenecek) bir yol ve hakkın yoktur" demiş,
"Sen, yalan söylemiş olduğunu itiraf etmedikçe..." şartını
koşmamıştır. Eğer kişinin yalan söylediğini itiraf etmesi, karısı ile nikahlanmasının
haramlığını kaldıran birşey olsaydı, mutlaka Resûlullah (s.a.s), bu haramlığın
bu şarta bağlı olarak kalkacağını bildirirdi. Bu, tıpkı üç talakla boşanan
kimse hakkında Cenâb-ı Hakk'ın, "Yine erkek zevcesini (üçüncü defa)
boşarsa ondan sonra kadın kendisinden başka bir eve nikahlanıp varmadıkça ona
helâl olmaz"(Bakara, 230) ayetinde beyân edildiği gibidir.
2) Hz. Ali,
Hz. Ömer ve İbn Mes'ud'un (r.ahm), "Lanetleşen karı ile koca, artık ömür
boyu bir araya gelemezler" şeklinde rivayet edilen sözleri... Bu söz,
bizzat Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olarak da rivayet edilmiştir.
3)
Zühri'nin. el-'Aclâni kıssası hakkında, Sehl b. Sa'd'dan rivayet ettiği şu söz:
"Taraflar li'anda bulundukları zaman, hakim araların) ayırıncaya, onları
birbirinden boşatıncaya kadar, aradan bir yıl geçti, sonra da artık bir daha
birbiriyle evlenemediler."
Ebu Hanife (r.h)'nin
delili ise, "Bu (sayılanların) dışındakiler size helâl kılındı" (nim.
24) ve "Kadınlardan helâl olanlan nikahlayın"(Nisa, 3) ayetleridir.
[151]
Alimler, li'an sebebiyle, çocuğun artık babaya nisbet
edilemeyeceği hususunda müttefiktirler. Şazz (istisna)
sayılacak şöyle bir
görüş de rivayet edilmiştir: "O çocuk
babaya
aittir. Li'an sebebiyle onun nesebi,
babadan
nefyedHemez." Bu görüşte olanlar,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Çocuk yatağa aittir"
hadisini delil getirmişlerdir. Ama bu tutarsızdır.
Çünkü li'an sebebiyle nesebin
nefyedileceğini
gösteren hadisler, sanki mütevatir gibidir. Dolayısıyla bu haber-i vanid.
mütevâtir derecesine ulaşan bu hadislere karşı
koyamaz.
[152]
Şafii: "Şayet
taraflardan birisi, li'anla ilgili sözlerin bir
kısmını söylese, bu kısımdan dolayı li'anla ilgili hükümler
doğmaz" derken, Ebu Hanife (r.h), "li'anla ilgili ifadelerinin
çoğunun kullanılması,
hâkim buna hükmettiğinde sanki hı'ıtün ifade kullanılmış gibi kabul
edilir" demiştir. Zahiri durum, İmâmı ŞâfN'den
taraftır. Çünkü zahiri durum, o kadının o şer'i cezayı
(recmi) kendisinden, ancak Allah Teâlâ'nın söylenmesini bildirdiği şeylerin
tamamını söylemesi ile savuşturabileceğine delâlet eder. Bunun aksini savunan,
o görüşünü ancak bu ayetten başka bir delile dayanarak söylemiştir.
[153]
Dördüncü ana konu: Bu,
li'anın nasıl yapılacağı hakkındadır. Ayet bunu açık ve net bir şekilde
göstermektedir. Buna göre erkek, "o kadına isnâd ettiğim zina hususunda
doğru söylediğime dâir, Allah'a yemin ile şehâdet ederim" demek suretiyle
dört kere şehâdette bulunur, bunun peşisıra da, "Eğer yalancılardansam,
Allah'ın laneti üzerime olsun" der. Şafii'ye göre, biraz önce saydığımız o
beş hüküm, kocanın li'anına dayanır. Daha sonra kadın, zina cezası (olan recmi)
kendisinden savuşturmak isterse, fi'anda bulunur. Kadının li'anına işte bu tek
husus taalluk eder. Ayrıca bu konuda, birtakım hükümler vardır:
1) Alimler,
li'anın da tıpkı bir şehâdet gibi olduğuna ve ancak hakimin huzurunda
yapılacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
2) Şâfü
(r.h) şöyle der: Kadın otururken, erkek yemin ile şehâtette bulunmak için ayağa
kalkar. Yine erkek otururken, kadın aynı şey için ayağa kalkar. İmam (Hakim),
erkeğin beşinci olarak lanet etmesine, kadının da besinci şehâdetinde gazab-t
ilahinin kendisi üzerine olmasını söylemesi noktasına geldiklerinde, bir şahsa
elini onun ağzına koymasın) (yani onu durdurmasım-susturmasını) söyleyip şöyle
demesini bildirir: "Eğer doğru söyletmiyorsan, Allah'ın lanetine
uğramandan korkarım. (Dolayısıyla bunu iyi düşün, ondan sonra bu beşinci
şehâdeti söyle)."
3)
Mekke'de yapılacak li'anlar, Makam-ı İbrahim
ile Rükün arasında yapılır. Medine'de yapılacak olanlar, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in minberinin yanında yapılır. Beyt-i Makdis'de yapılan ise, oranın
Mescid'inde; diğer yerlerde yapılanlar ise, ulu ve şerefli yerlerde yapılır.
Müşrikin li'anı da, diğer insanların li'anı gibidir. Zaman olarak da ii'an,
cuma günü ikindiden sonra yapılır. İleri gelen zevattan asgari dört kişinin bu
li'anda hazır bulunması şarttır.
[154]
Beşinci ana konu: Bu,
diğer bazı önemli hususlar hakkındadır. Burada birkaç mesele vardır:
[155]
Alimlerimiz, Haricîlerin "Zinada ve iftirada bulunmak
küfürdür" şeklindeki görüşlerinin batıl olduğuna bu ayeti şu iki bakımdan
delil getirmişlerdir:
1) İftirada
bulunan eğer doğru söylüyorsa, o kadın zina etmiş demektir. Yok eğer yalancı
ise, o erkek iftira ediyor demektir. Binâenaleyh Haricîlerin görüşlerine göre,
bu ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Bu ise, bir
irtidâddır. Bunun irtidâd olduğunun kabul edilmesi
durumunda ise, hiç li'ana başvurmaksızın, bu kan-kocanın birbirinden
otomatikman boşanmış olmaları gerekir. Yine bu boşanmanın, irtidaddan dolayı
meydana gelmiş bir ayrılık olması gerekir. Böyle olması halinde ise, bu ikisi
arasında artık bir varislik söz konusu olmaz.
2) Kocanın
li'an'ından Ötürü, kadının kâfir olduğu sabit olsa, o zaman kadına gereken,
celdelenmesi yahut recmedilmesi değil, (irtidaddan dolayı) öldürülmesidir.
Çünkü mürtedin cezası, zina cezasından farklıdır.
[156]
Ayet, "zinanın
yapılmış olması,nikarn (evliliği) sona erdirir"
diyenlerin görüşünün bâtıl olduğuna delâlet eder.
Çünkü
erkek hanımına zina isnadında
bulunduğunda, onun bu
sözünün tıpkı o
kadının süt kız kardeşi olduğunu, yahut kâfir
olduğunu söyleyen kimsenin durumu gibi, o kocanın nikahının fâsid
olduğunu
söylemesi gibidir. Eğer böyle olmuş
olsaydı, li'andan önce sırf iftira (zina isnadı)
sebebiyle bu ayrılığın meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki bunun
yanlış olduğu
icmâen sabittir.
[157]
Mu'tezlle şöyle der:
"Yalancı olması halinde iftira edenin,
Allah'ın lanetine müstehak olduğuna, yahut fâsık olduğuna
ayet delâlet etmektedir. Zina eden erkek ile kadının
durumu
da böyledir. Bunlar da Allah'ın gazab ve
ikâbına müstehak-
tırlar. Aksi halde
tıpkı bir kimsenin Rabbisinden çocuklara ve delilere lanet etmesini
istemesinin ve O'na bu
şekilde dua etmesinin caiz olmayışı gibi, bu iki li'ancımn
kendilerine laneti istemeleri doğru ve yerinde
olmazdı. Bu istenebildiğine göre, karı
ile kocadan birisi ikâba müstehak olmuştur.
İkâb ise, tıpkı mükafaat gibi devamlı olur.
Devamlı olan iki zıd şeyin aynı anda bulunması ise imkansızdır. O halde
tarafların
mükafaatları da boşa çıkmıştır.
Dolayısıyla tevbe etmedikleri sürece bunlar cennete
giremezler. Çünkü ümmet, cennete giren mükelleflerin,
taatlarından Ötürü bu
mükafaata erdikleri
hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da, fâsıkların (günahkârların)
cehennemde ebedi kalacaklarına delâlet eder."
Ehl-i Sünnet
âlimlerimiz ise şöyle demişlerdir: Bu insanın, fışkı (günahı) sebebiyle gazaba
uğramış olmasının, imanından ötürü kendisinden razı olunmuş olmasına ters
düşeceğini kabul etmiyoruz. Hem sonra biz, bunu kabul etsek bile, cennete ancak
mükafaatı haketmiş olanların girebilecekleri görüşünde değiliz. Sizin bu
hususta ümmetin ittifak ettiği şeklindeki görüşünüz ise, yanlıştır.
[158]
Beşinci seferde,
sadece kadının "Allah'ın gazabı tamime olsun" demesi, kadın için
cezanın ağırlığını göstermek
içindir. Çünkü kadın,
çalım satması ve erkeği ümitlendirmesi sebebiyle zinada asıl unsurdur. İşte
bundan ötürü celde ayetinde(Nur 2) önce kadın zikredilmiştir.
Bil ki Hak Teâlâ
bahsettiğimiz şekilde muhsane (iffetli ve namuslu, evli ve hür) kadınların
yabancı olanlara, yani kişinin nikahı altında olmayanlara ve kendi hanımlarına
zina isnadında bulunmasının hükümlerini beyan edip, âdeta gözle görülecek kadar
rahmet ve nimet Allah Teâlâ li'anı, erkeğin maksadına ermesi için ve kadının da
kendisinden (recm) cezasını savuşturabilmesi için bir yol kılıp, aynı zamanda
tevbe edip, hatalarından dönmelerine bir imkan verdiğinden dolayı, bunda da
adeta gözle görülür bir biçimde ilâhi rahmet ve nimet bulunduğu için, bu
hususu, "Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, ... (haliniz
nice olurdu)?" buyurarak beyan etmiş ve beyan ettiği hükümlerde, beyan
etmesinin, beyan etmediği hükümlerde de beyan etmemesinin büyük nimet olduğunu
bildirmiş ve insanlara tevbe etme imkânı nasib etmiştir. Bu ifadede, mutlaka
cevaplanması gereken bir hazif vardır. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın bunun cevabını
hazfedip, açıkça belirtmemesi, bu işin künhüne vakıf olunamayacak derecede
büyük bir şey olduğuna delâlet eder. Nice söylenmeyen şeyler vardır ki,
söylenmesinden daha beliğ, daha manafı,daha tesirlidir.
[159]
"O iftirayı
çıkaranlar içinizden sayılı bir zümredir. Onu sizin için bir şerr saymayın.
Aksine o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese günahtan ne kazanıyorsa o
vardır. Onlardan işin büyüğünü deruhte edene ise en büyük
azab vardır"
(Nûr,
11).
[160]
Bu ayetle ngıiı
oiarak, şu iki açıdan açıklama yapılır:
a) Tefsiri,
b) Sebeb-i nüzulü...
Ayetin tefsirine
gelince, bil ki, Allah Teâlâ burada şu üç husustan bahsetmiştir:
a) Hadiseyi
nakletmiştir. Bu, "O iftirayı çıkaranlar içinizden sayılı bir
zümredir" ayetiyle ifade edilen husustur. İfk, yalan ve isnaddan daha ileri
olan şeydir. Bunun, "bühtan" manasında olduğu da söylenmiştir ki
"Bühtan", farkına varmadan kişinin başına ansızın gelen bir şeydir.
Bunun aslı, "çevirme" manasına olan "İfk" masdarıdır. Çünkü
bu olması gerekenden başka şekle sokulmuş, tersyüz edilmiş bir sözdür.
[161]
Müslümanlar, bununla
Hz. Âişe (r.anhâ) annemize atılan iftiranın kastedildiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Hak Teâlâ bu yalanı, "ifk" diye isimlendirmiştir. Çünkü
Hz. Aişe'nin bilinen hali, şu sebeblerden ötürü bu ifk ile taban tabana zıddır:
1) Onun,
masum (günahsız) olan Resûlullah (s.a.s)'ın hanımı olması herşeyden önce buna
mânidir. Çünkü peygamberler, kâfirleri hakka davet etmek, küfürden dönmelerini
istemek için gönderilmişlerdir. Binâenaleyh peygamberlerde, kâfirleri
kendilerinden nefret ettirecek, soğutacak ve uzaklaştıracak bir hususun
bulunmaması gerekir. İnsanın hanımının zinâkar olması ise, nefret ettirip,
diğer insanları onlardan uzaklaştıran en büyük'şeylerdendir.
İmdi eğer denilirse
ki: "Hz. Nûh ve Lût (a.s)'ın hanımları gibi, bir peygamber eşinin kâfir
olması caiz oluyor da, fâcire olması nasıl caiz olmuyor? Hem sonra eğer bu caiz
olmasaydı, Hz. Peygamber (s.a.s), bunun imkansız olduğunu herkesten önce
bilirdi. Bunun böyle imkansız olduğunu biliyor olsaydı, o zaman canı sıkılmazdı
ve Hz. Âlşe'ye hâdisenin nasıl olduğunu sormazdı?" denilirse, biz deriz
ki: Bunlardan birinci hususa şöyle cevab verilir: Kâfir olma (insanları) nefret
ettirip, uzaklaştıran şeylerden değildir. Fakat Pygamberin hanımının fâcire (zâniye)
olması, insanları peygamberden nefret ettirip, soğutan şeylerdendir. İkinci
hususa da şu şekilde cevap verilir: Hz. Peygamber (s.a.s) bâtıl, boş ve asılsız
olduğunu bildiği halde, kâfirlerin söylediği başka sözlerden ötürü de canı
sıkılırdı. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun biliyoruz ki onların söyleyip
durduklarından göğsün cidden daralıyor" (Hicr, 97) buyurmuştur.
Binâenaleyh bu da bu türdendi.
2) Bu hâdiseden önce, Hz. Aişe'nin tavır ve
hareketleri hususunda herkesçe bilinen hali, onun zina bir tarafa.zinânın
başlangıçlarından (yani zinaya davet eden şeylerden) bile alabildiğine uzak
oluşudur. Böyle olan bir kadına ise su-i zan değil, hüsn-ü zan duyulması
gerekir.
3) İftira edenler, münafıklar ile arkadaşları
idi. Halbuki iftira eden düşmanın sözünün saçma sapan bir şey olacağı da
açıktır. Dolayısıyla işte bu tür delillerin toplamından bu hususta vahiy
gelmese de Hz. Âişe (r. anhâ) hakkındaki bu iddianın fâsid,yanlış ve asılsın
olduğu anlaşılır.
Ayette bahsedilen
"usbe" kelimesinin on kişiden kırk kişiye kadar bir topluluğu ifade
ettiği söylenmiştir. "İsâbe" de bu manadadır. Araplar, "Onlar
toplandılar" manasında \yL»t^ti-\ derler. Bunlar, münafıkların reisi olan
Abdullah b. Übeyy b. Selül ile Zeyd b. Rifâ'a, Hassan b. Sâbrt, M iştah b.
Usâse, Hamne blnti Cahs ve bunlara destekçi olanlardı.
Ayetteki
"içinizden" ifadesi."Hz. Âişe hadisesi hakkında yafan söyleyenler,
ey mü'minler sizden bir cemaattir" demektir. Çünkü Abdullah b. Übeyy, zahiren
mü'min olduğu kabul edilen kimselerdendir.
4) Hak Teâlâ
iftira edilmiş kimseyle ve onunla ilgili olanların hafini, "Onu sizin için
bir şen saymayın. Aksine o sizin için bir hayırdır" buyurarak anlatmıştır.
Çünkü doğru olan, ayetin bu hitabı iftira edenlere değil, aksine iftira
ettikleri ve eziyet verdikleri kimseleredir. Buna göre, şu iki sebebten ötürü
bu müşkiHik arzeder:
a) İftira edilen ve onunla ilgil olanlardan, bundan önce
bahsi geçmemiştir, b) İftira edilenler, Hz. Âise (r.anhâ) ile Safvan (ra)'dır.
Dolayısıyla "Onu
sizin için bir şen saymayın" ifadesindeki cemi siğa, nasıl-bu iki kişiye
(tesniyeye) hamledilebilir?" denilirse.birincisine şöyle cevap veririz:
"Ayette bunlardan mlnkum (içinizden) kelimesiyle bahsolunmuştur."
İkinci hususa da şöyle cevap veririz: Ayetin cemi ifadesiyle, ortaya atılan bu
yalan ve iftiradan dolayı, iftira edilenlerin yanısıra. üzülen ve kederlenen
herkes kastedilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in bundan eziyet duyduğu malumdur.
Yine Hz. Ebu Bekir (r.a) ile akrabalarının üzüldüğü de malumdur.
Eğer, "Bu iftira,
dünyevi bir zarar olduğu halde, daha nasıl onlar için bir hayır
sayılabilir?" denilirse biz deriz ki: Bunun sebeblen şunlardır:
a) Onlar,
Allah'ın rızasını istedikleri için, bu üzüntü ve sıkıntıya sabretmişler, bu
sayede mükafaat elde etmişlerdir. Bu zulme uğrayan mü'minlerin tutacakları
yoldur.
b) Eğer
onlar bu iftirayı açıkça yapmamış olsalardı, o zaman bu töhmet bazılarının
kalbinde bir soru işareti olarak kalırdı. Fakat açıkça söyledikleri için, zaman
geçmesiyle onların yalanı ortaya çıkmıştır.
c) Bu, Hz.
Âlşe (r.anhâ)'nin böylesi birşeyden beri olduğuna dair, ayrı ayrı on ayetin
inmiş olması açısından, onların şeref ve faziletleri böylece ortaya konduğu
için, onlara bir hayır olmuştur. Allah Teâlâ, o ayetlerle, iftira edenlerin
yalancı olduklarına şehâdet etmiş, iftira etmiş olduklarını bildirmiş ve onlara
lanet ile zemmin vacib olduğunu haber vermiştir ki bu da, iftira edilenler için
alabildiğine bir şeref ve fazileti ifade eder.
d) Hz. Âişe
(r.anhâ)'yi övmenin iman, kötülemenin ise küfür sayılacak bir hale getirilmesi.
Çünkü Allah Teâlâ, bu hadisenin bir iftira olduğunu açıkça ifade edip, bunu
İyice ortaya koyunca, artık bundan sonra bu hususta şüphe eden herkes, kesinkes
kâfir olmuş olur ki bu, iftira edilen kişiler için yüce bir mevkidir.
Bazı kimseler ayet-i
kerimedeki, "Onu, sizin için bir şen saymayın" cümlesinin, iftira
edenlere bir hitab olduğunu ve Hak Teâlâ'nın bunu şu bakımlardan onlar için bir
hayır saydığını söylemişlerdir:
1)
Kur'ân'dan bu olayla ilgili olarak bu ayetler, onların bu işi sürdürmelerine
mani olmuş, dolayısıyla onların bu iftiradan geri durmalarını sağlamıştır.
2) Bu tıpkı
bir keffâret gibi bir peşin ceza olması bakımından onlar için bir hayır
olmuştur.
3) Bu, bu
ayetlerin inişinden ötürü bazılarının tevbe etmiş olmasından dolayı Mira
edenler için bir hayır olmuştur.
Bil ki bu görüş
zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ, muhatab zamiriyle (sizin içinizden) diyerek hitab
etmiştir. İftira edenleri anlatırken ise, "Onlarda herkese, günahtan ne
kazanıyorsa o var" buyurarak gâib zamiriyle (onlar) diye bahsetmiştir.
Onların kazandıkları şeyin, bizzat kendisi ceza değildir. Dolayısıyla bununla
kastedilen "onlar için, kazandıkları günahın cezası olarak, ahirette ikab,
dünyada kınanma vardır" manasıdır. Bu "Günahın miktarı, tıpkı bu
iftiraya dalma ve buna bulaşma nisbetindedir" demektir.
HakTeâlâ'nın
"Onlardan, işin büyüğünü deruhte edene ise en büyük azab vardır"
ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:
[162]
kelimesi, kâfin
zammesiyte şeklinde de okunmuştur ki, bu
da "günahın büyüğünü" demektir.
[163]
Dahhâk şöyle der:
"Bu işte günahın büyüğünü üstlenen,
Hastan
ve Mıstah'dır. Cenâb-ı Hak, Hz. Alşe (r.anhâ)'nin
suçsuz olduğunu
bildirince, Hz. Peygamber (s.a.s) bu
ikisine
ve bunların yanısıra Kureyş'ten bir kadın (olan Hamne blntl Cahş'a) iftira
cezası uygulamıştır Rivayet olunduğuna göre, Hz. Alşe
(r.anha) Hassan (r.a)'ı yadeder
ve:
"Onun cennete gideceğini umarım" derdi. Bunun üzerine kendisine:
"O iftira
günahının büyüğünü üstlenen o değil
miydi?" dediğinde, Hz. Alsa (r.anhâ) "Hz.
Peygamber (s.a.s)'i
medheden şiirlerini duydukça, onun cennete gideceğini
umuyorum" derdi. Hz. Peygamber (s.a.s) de
"Allah, Hassan) şiirlerinde Rûhu'l-Kudus (Cibril (a.s) ile destekler,
yardımlardı'[164] buyurmuştur. Bir başka
rivayette de Hz. Peygamber {s.a.s) onun için "Kör olmadan daha şiddetli
azab nedir? Belki de Allah Teâlâ onun gözlerini alarak, bu büyük azabı (cezayı)
ona vermiştir" demiştir.
İfk hadisesinde
günahın büyüğünü işlayen kimse ile ilgili rivayette doğruya en yakın olan,bu
kimse ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün kastedilmiş olmasıdır. Çünkü bu
Abdullah münafıktır. Her fırsatta Hz. Peygamber (s.a.s)'i yaralamak ve ona
zarar vermek isterdi. Bu hadisede adı geçen diğerleri ise, bu İftirada onun
yolundan gitmişlerdir. Onlar içinde, münafık olarak itham edilmeyenler de
vardı.
[165]
Günahın büyüğünün ona
nisbet edilişi, onun bu iftirayı ilk
yapan
olması sebebiyledir. Dolayısıyla hiç şüphesiz ondan
sonra bu sözü söyleyen herkes için söz konusu günahın
ve
cezanın bir misli, o ilk söyleyen için
vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim kötü bir çığır açar, adet icâd
ederse hem bu vebali-günahı, hem de kıyamet gününe kadar bu yol üzere amel
edenlerin vebali-günahı onun üzerine olur"[166]buyurmuştur.
Günahın büyüğünün o kimseye nisbet edilmesinin sebebi onun bu kötü sözü
alabildiğine yayması arzusunun bulunuşu olduğu da söylenmiştir ki bu, Ebû
Müslim'in görüşüdür.
[167]
Cübbâi şöyle
der: Hak Teâlâ,
''Onlardan herkese,
günahtan ne kazanıyorsa o vardır" yani
"kazandığı günahın cezası var" buyurmuştur. Binâenaleyh eğer onlar,
bu yüzden bir cezaya müstehak olmamış olsalardı
Cenâb-ı Hakk'ın böyle söylemesi caiz olmazdı. Hak Teâlâ'nın bu şekilde beyan
etmesinde onlardan tevbe etmeyenlerin, ahirette devamlı bir azaba duçar
olacaklarına bir delalet vardır. Çünkü azaba müstehak olmanın yamsıra,
mükafaata müstehak olunamaz. Buna şöyle cevab verilir: "Amellerin boşa
gitmesi (habtı) meselesindeki görüşümüz ve sözümüz, defalarca geçti. Binâenaleyh
burada bir daha tekrarın gereği yok. Allah en iyi bilendir.
[168]
Bu ayetin sebeb-i
nüzulüne gelince: Zühri'nin, Sa'id b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Alkarna b. Ebi
Vakkas, UbeyduMah b. Abdullah b, Ukbe b. Mes'ud'dan, bunların da Hz. Âişe'den
rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) bir sefere
çıkmak istediğinde hanımları arasında kura çekerdi. Kurada kimin adı çıkarsa, o
sefere onu götürürdü. Benî Mustalik savaşından Önce çıktığı bir savaş için yine
aramızda kura çekti. Bu sefer için benim adım çıktı. Böylece Resûlullah
(s.a.'s) ile bu sefere ben gittim. Bu iş, hicâb (tesettür) ayeti indikten sonra
olmuştu. Bunun için bir hevdece konuldum. Resûlullah bu savaştan dönüp
Medine'ye yaklaştığında bir yere konakladı. Daha sonra da tekrar hareket
edileceği nida ettirildi. Bu sırada kalkmış, yürüyüp ordugâhı (konak yerini)
geçip, defi hacete gitmiştim. İhtiyacımı giderdikten sonra yerime dönerken,
göğsümü yokladım ve baktım ki Zafâr boncuklarından olan gerdanlığım kopmuş. Bunun
üzerine dönüp onu aramaya başladım. Onu aramam beni epey alıkoydu. Derken,
benim hevdecimi taşıyan askerî takım gelip hevdecimi deveye yüklemişler ve
hafif olduğum için beni o hevdeç içinde sanmışlar. Çünkü ben, henüz küçük yaşta
bir kızdım. Bundan dolayı onlar benim o hevdec içinde olduğumu sanarak, devemi
çekip gitmişler. Döndüğümde, orada hiç kimseyi bulamadım. Böylece oturdum ve
umulur ki onlar beni aramak için geri dönerler diye beklemeye başladım. Derken
uyuyakalmışım.
Safvan b. Mu'attal
geriden gelir, insanların unutup arkada bıraktıkları eşyalarını araştırır,
blrşey kalmış ise kaybolmasın diye onları alır, sonraki konak mahalline
götürürdü. O, beni görünce tanıdı. 'Seni insanlardan geri bırakan ne?"
deyince, ona
hadiseyi anlattım. O da bineğinden İndi
ve ben ona bininceye kadar oradan çekildi. Sonra deveyi çekip, götürdü. Odan
sonraki konaklama yerine indiğinde insanlar beni bulamayınca, çalkalanmışlar.
İnsanlar bu halde İken, ben ulaştım. Meğer herkes beni konuşmuş, beni diline
dolamış ve benim hakkımda bu iftiraya dalan dalmış!
Hz. Peygamber (s.a.s)
(ve ordu) Medine'ye ulaştı. Derken bana bir ağrı arız oldu. Daha önce
hastalandıklarımda, Hz. Peygamber (s.a.s)'den hep görmekte olduğum o lutufkâr
davranışı göremedim. Çünkü o, yanıma geliyor ve sonra (yanımdakilere) "O
nasıl?" diye (beni soruyordu). Bu beni şüphelendiriyordu ve ben hala
başıma gelen, (hakkımda söylenenlerin) farkında değildim. Derken iyileşmeye
başladım.
Bir gece Mıstah'ın
annesiyle birlikte, bir hacetimiz için dışarı çıkmıştım. Sonra ben ve o, işimiz
bitince odama (evime) doğru yöneldik. O sırada, Mıstah'ın annesi çarşafı içinde
tökezledi ve "Kahrolsun Mıstah" dedi. Buna itiraz ettim ve:
"Bedir'de bulunan bir zata beddua mı ediyorsun?" dedim. O da:
"Haberin yok mu?" deyince, "Ne var?" dedim. O, "Senin
hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz bir mü'min olduğuna şehâdet ederim"
dedi ve sonra müfterilerin söyledikleri şeyleri bana haber verdi. Bunun üzerine
hastalığım iyice arttı ve ağlayarak döndüm. Resûlullah (s.a.s) yanıma girip:
"Naşı! o?" deyince, ben: "İzin ver, ana-babama gideyim"
dedim. O bana müsaade etti. Ben de ebeveynimin evine gidip, anama
"Anneciğim, halk ne söylüyor?" dedim, o, "Evladım kendini üzme,
Allah'a yemin ederim ki, kendisini seven bir erkeğin yanında parlak (itibarlı ve
güzel) bir kadın olacak ve onun ortakları (kumaları) bulunacak da, onlar bunun
hakkında ileh-geri konuşmayacaklar, bu çok nâdirdir" dedi. Daha sonra:
"Sen, şu ana kadar, hakkında söylenenleri bilmiyor musun?" dedi. Ben
de, ağlamaya başladım. Bütün gece ağladım ve ağlayarak sabahladım. Yanıma babam
geldiğinde ben hala ağlıyordum. Babam anneme "Onu ağlatan ne?" diye
sordu. Annem, "Şu ana kadar onun hakkında söylenenleri bilmiyormuş"
dedi. Bunun üzerine babam da ağlamaya başladı ve: "Sus, ağlama kızım"
dedi.
Resûlullah (s.a.s) Hz.
Ali ve Üsâme b. Zeyd'i çağırmış ve onlarla bu eşinden ayrılma hususunda
istişare etmiş. Üsâme: "Ya Resûlullah o senin ailendir. Biz, onun hakkında
ancak hayır biliriz" demiş. Hz. Ali ise: "Allah sana, sahayı daraltmam
ıştır. Onun dışında da (evlenebileceğin) birçok kadın var. Eğer cariyene
sorarsan, o sana doğruyu söyler" demiş. Resûlullah da, Berîre'yi çağırtıp
benim durumumu sormuş. Berire de: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki,
ben onun şahsında, uykusu galip geldiğinden ötürü evinin hamurunu tavuklara
yediren taze (yaşı küçük) saf, küçük bir kızcağız olmasından öte birşey
görmedim" demiş. Hz. Peygamber (s.a.s) minberde hutbe okumak üzere ayağa
kalkıp, Abdullah b. Übeyy'i kastederek: "Ey müslümanlar eziyeti aileme vanp
dayanan bir adamdan hakkımı kim alır? Allah'a yemin ederim ki, bu hanımım
hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yemin olsun ki, onlar hakkında
sadece hayır bildiğim bir adamın adim buna kattılar. Halbuki o, ailemin yanma
benimle birlikte girerdi" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Mu'tt , ayağa
kalktı ve: "Ey Allah'ın Resulü eğer o Evs kabilesinden (benim kabilemden)
nnHan atınm
FA«r o. din kardeşlerimiz
Hazreç'den
ise, bize emredeceğini yaparız" dedi. Bunun üzerine Hazrec'in lideri Sa'd
b. Ubâde ayağa kalktı. Bu, aslında iyi bir kimse olmasına rağmen, kabile
taassubuna katıldı ve Sa'd İbn Muaz'a: "Yalan söylüyorsun, Allah'a yemin
ederim ki, sen onu öldürsmezsin!" dedi. Bunun üzerine, Sa'd İbn
Muaz'ın'amcasının oğlu olan Üseyd İbn Hudayr ayağa kalktı ve "Yalan söylüyorsun,
Vallahi de öldürürüz, billahi de öldürürüz. Sen, münafıkları savunan, onlar
namına savaşan bir münafıksın" dedi. Derken, Evs ve Hazrec kabileleri
ayaklandı; nerdeyse birbirlerine gireceklerdi... Allah'ın Resulü, minberin
üzerinde bulunuyordu... O, onları yatıştırmaya devam etti... Derken,
sustular...
Ben, bu günümü de,
gözyaşı akıtarak geçirdim... Anam babam ise, ağlayışımın, ciğerimi
parçalayacağını sanıyorlardı. Bir gün annem babam yanımda bulunuyorlarken, ben
de ağlamaya devam ederken, yanımıza Allah'ın Resulü girdi. Selâm verdi, sonra
oturdu. O, benim yanında, hakkımda söylenen o şeyler söylendiğinden bu yana
oturmamıştı. Yemin oisun ki O, Allah'ın hakkımda hiçbir vahiy indirmediği bir
ayı, işte böyle geçirmişti. Sonra da: "İmdi, ey Âişe! Senin hakkında bana,
şöyle şöyle haberler ulaştı. Şayet sen günahsız, suçsuz ve masum İsen, Allah
Teâlâ seni aklayacak, suçsuzluğunu ortaya koyacaktır. Yok eğer, bir günah
işledin ise, Allah'dan mağfiret dile ve ona tevbe et! Çünkü kul tevbe ettiğinde
Allah da onun tevbesini kabul buyurur" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s)
sözünü tamamlayınca, gözlerim yaşla dolup taştı. Derken, babama döndüm ve:
"Allah'ın Resulüne benim yerime sen cevap ver!" dedim. O:
"Allah'a yemin ederim ki, ne söyleyeceğimi bilemiyorum" dedi. Bunun
üzerine ben de anneme döndüm ve: "Allah'ın Resulüne, benim yerime sen
cevap ver!" dediğimde annem: "Allah'a yemin ederim ki, ben de ne
söyleyeceğim bilemiyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine ben, taze bir
kız olarak: "Kur'ân'dan çok şeyler okumadım. Allah'a yemin ederim ki ben,
iyi biliyorum ki, sizler bu dedikoduyu duydunuz; bu sizin gönüllerinizde yer
etti de, siz bunu tasdik ettiniz... Şimdi ben size "Bundan uzağım,
masumum" diyecek olsam, beni tasdik etmeyeceksiniz. Ama, Allah benim masum
olduğumu bilirken, ben size herhangi bir şeyi itiraf edecek olsam, beni tasdik
edersiniz. Allah'a yemin ederim ki ben, siz ve kendim için ismini
hatırlayamıyorum, ama Yusuf'un babası o salih kulun "Artık (bana düşen)
güzel bir sabırdır. Sizin şu anlattıklarınıza karşı yardımına sığınılacak
(olan) Allah'dır"(Yusuf, 18) demesinden başka bir misâl
bulamıyorum..." dedim.
Sonra da döndüm ve
yatağıma yattım. Allah'a and olsun ki ben, Allah Teâlâ'nın beni anlayacağını ve
suçsuzluğumu-ortaya koyacağını bitiyordum. Ancak, Allah'a yemin olsun ki ben,
hakkımda okunan ve tilâvet edilen bir vahiy indireceğini hiç sanmıyordum. Çünkü
benim durumum bana göre. Allah Teâlâ'nın, hakkımda ayet indirecek kadar önemli
bir hadise değildi. Ancak ne var ki ben, Resûlullah'ın rüyasında, sayesinde
Allah'ın beni aklayacağı bir rüya görmesini umuyordum. Allah'a yemin ederim ki,
Allah'ın Resulü oturduğu yerden kalkmamış, ehl-i beytinden hiç kimse de dışarı
çıkmamıştı ki, Allah peygamberine vahyini inzal buyurdu.
Derken, onu kendisine
vahiy geldiğinde onu yakalayan şey, hai yakalayıverdt. öyle ki vahyin
ağırlığından dolayı kış günü bile olsa inci taneleri gibi şapır şapır
terlerdi... Bunun üzerine bir elbiseye bürünüverdi. Ben de, başımın altına bir
yastık koydum. Allah'a yemin ederim ki, temiz olduğumu bildiğim için, ne bu işe
fazla önem verdim, ne de buna aldırdım... Ama Allah'a yemin ederim ki, anam
babam ise, Allah'ın Resulünün sıkıntısının devam ettiği bu süre içinde,
Allah'ın insanların (hakkımda) ileri sürüp söyledikleri şeyin hakikat olduğuna
dair, (vahiy) inzal edeceğinden korktukları için, ikisinin de korkudan
canlarının çıkacağını zannettim. Hz. Peygamberin bu sıkıntısı geçip, gülmeye
başlayınca, O'nun söylediği ilk kelime: "Gözünaydm ey Âişe, bil ki Allah'a
andolsun, Allah seni akladı!.." demesi oldu. Ben de: "Sana değil,
senin arkadaşlarına değii de, ancak Allah'a hamdederim" dedim. Bunun
üzerine annem: "Ona doğru kaik, yönel" dedi. Ben de: "Allah'a
andolsun ki, ona doğru yönelmem... Berâetimi indiren Allah'dan başka hiç
kimseyi de medh u sena etmem" diye cevap verdim.. İşte, bunun üzerine
Allah: "O uydurma haberi getirenler içimizden (mahdud) bir zümredir
(...)"{N<it, 11-21) ayetlerini indirdi.
Derken Ebu Bekir:
"Allah'a yemin ederim ki, artık bundan sonra, Mıstah'a infakda bulunmayacağım"
dedi. Çünkü Ebû Bekir, hem akrabası olduğundan, hem de fakir olmasından dolayı,
Mıstah'a harcamada bulunuyordu. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ da: "Sizden
fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret
edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah'ın sizi
bağışlamasını arzu etmez misiniz..."(Nûr, 22) ayetini indirdi. Hz. Ebu
Bekir de: "Evet, ne demek; elbette ben Allah'ın beni bağışlamasını can ü
gönülden arzu ederim!" dedi ve Mıstah'a nafaka vermeye devam etti. Hz.
Âişe şöyle demiştir: "Benim suçsuz olduğumu bildiren ayetler inince,
Allah'ın Resulü minbere çıktı, olayı zikretti ve Kur'ân (ilgili ayeti) okudu.
Bunu müteakip minberden inince de, Abdullah İbn Übeyy, İbn SelüTe, Mıstah'a,
Hanne blntl Cahs'a ve Hassana hadd uyguladı."
[169]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
kıssadan ve İftira edilenlerle iftira edenlerden bahsedince bunun peşinden bu
hadîse uygun düşen hareket tarzlarını, yasak ve cezalarını zikretmiştir ki,
bunlar birkaç çeşittir:
[170]
Birinci çeşit: Cenâb-ı
Hakk'ın,
"Onu işittiğiniz vakit erkek
müzminlerle kadın müzminlerin kendi vicdanları (önünde) iyi bir zanda bulunup
da, "Bu, apaçık bir iftiradır" demeleri (lâzım)
değil
miydi?"
(Nûr, 12).
Ayetinin ifade ettiği
husustur.
Bu, onların yapmaları
gereken davranışlar cümlesinden birisidir. Ayetin başındaki burada anlamında olup kendisinden sonra bir
fiil geldiğinde bu manada kullanılması çoktur. Bu mesela, "Bize yakm
zamana kadar geciktirmeli değil miydin?"(Nisa, 77) ve 'iman edip de bu
imanı kendisine fayda vermiş bir memleket bulunsaydı ya/" (Yum». )
ayetlerinde olduğu gibi. Ama bunun peşinden isim geldiğinde, bu manaya gelmez.
Bu da mesela Cenâb-ı Hakk'ın "Siz
olmasaydınız muhakkak ki, biz müminler olmuştuk" derler' (Set», 31) ve
"Va üzerinizde Allah'ın fazl u rahmeti olmasaydı" (Nûr, 10)
ayetlerinde olduğu gibidir. Binâenaleyh, ayetten kastedilen mana "tftira
edenlerin sözlerini duyduklarında mü'minlere yakışan, onu yalanlamaları,hüsn-i
zanda bulunmaları ve tertemiz olduğunu bildikleri kimse hakkında, hemen itham
etmeye kapılmamalarıdır" şeklinde olur. Burada şu şekilde birkaç soru
sorulabilir:
[171]
Birinci soru: Ayet-i
kerimenin lafızları muhatap sîğasıyla şeklinde olmalı değil miydi? Binâenaleyh
niçin, muhatap slğasından gaibe; zamirden de ism-i zahire geçilmiştir? Cevap:
Kınama ve azarlamada iltifat üslubuyla, muhatap üzerinde daha etkili olsun diye
böyle gelmiştir. Ayette "iman" vasimin açıkça belirtilmesinde de, bu
konuda müşterek olmanın, müslümanlar hakkında sadece iyi şeylerin düşünülmesini
gerektirdiğine bir delalet bulunmaktadır, Çünkü kişinin dini, günahın,
masiyetin, zararın kaynağı olduğuna hükmeder; aklı ise, kişiyi bu zararlı
şeylerden sakınmanın gerekli olduğu neticesine ulaştırır ki bu da o kimsenin
günahlardan sakınması gerektiğine dair bir zannın bulunmasını iktiza eder.
Binâenaleyh, böyte bir sakınmayı gerektiren mevcut olup, mukabilinde kuvvet
itibariyle ona denk üstün bir sebep (râcih) bulunmayınca, hüsn-i zan vâcib,
ta'nda bulunmak ise haram olur.
[172]
İkinci soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, V ifadesiyle ne murad
edilmiştir?
Cevap: Bu hususta şu
iki izah yapılmıştır:
a) Bununla
"onların birbirleri hakkında hayır zanda bulunmaları" kastedilmiştir
ki, bunun bir benzeri de ''(Kendi) kendinizi ayıplamayın" (Hucurât,
n)"Birbirinizi öldürün" (Bakara, 54) "Evlere girdiğiniz zaman,
birbirinize selâm veriniz" (Nûr. 61) ayetleri olup, bunun manası[173]
Rivayet olunduğuna
göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a), hanımına: "Söyle bakalım, söylenenler
hakkında ne dersin?" dedi. Bunun üzerine o: "Şayet sen, Safvan'ın
yerinde olsaydın, Resulullah'ın haremine, hanımına kötüli1 a yapmayı aklından
geçirir miydin?" deyince Ebu Eyyûb: "Hayır!" cevabını verdi.
Yine: "Şayet ben, Âişe'nin yerinde olsaydım, hiç Allah'ın Resulüne hıyanet
eder miydim? Halbuki Âişe, benden Satvân da senden daha üstündür" dedi.
İbn Zeyd de: "Bu,
müminler için bir itâb ve azarlamadır. Çünkü mümin, annesine zina isnad etmez,
anne de oğlunu böyle bir şeye nisbet etmez. Çünkü Hz. Âtşe (r.anhâ) müminlerin
anasıdır" dedi.
b) Cenâb-ı
Hak mü'minleri, Hz. Âişe'nin başına gelen o şeyler hususunda tek bir can gibi
kabul etmiştir. Binâenaleyh, müminlerden birinin başına bir kötülük geldiğinde,
bu tıpkı sanki hepsinin başına gelmiş gibidir. Nitekim, Numan İbn Beşir'den,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Müslümanların,
birbirleriyle ilgilenmeleri ve birbirlerine merhamet etmelerinin misâli, tıpkı
bir bedenin hali gibidir. Çünkü, bedenin bir kısmî uykusuzluk ve ateş ile bir
ağrı içine düştüğünde, bedenin tamamı da sızlar, ağnr"[174]Ebû
Bekir'den de, Hz. Peygamber'in Lau "Müminlerin birbirlerine karşı
durumları, tıpkı birbirine kenetlenmiş binalar "[175]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
[176]
Üçüncü soru: Ayette
geçen "Bu apaçık bir iftiradır" ifadesi ne demektir? Bilmediğini
duyan bir kimsenin bunu demesi helâl midir?
Cevap: Buna da iki
yönden cevap verilir:
a) Onun da,
böyle demesi gerekir, ancak ne var ki, o bunu,bu hususu bir emareye
dayandırmaksızin ve işin gerçeğini bilmeksizin zina isnad edenin sözünü
reddetmek için söyler.
b) Bu, Hz.
Âlşe hakkında, yapılması vacib olandır. Çünkü Hz. Âlse'nin. nefret ettirici
bütün şeylerden masum olan Peygamber'in hanımı olması, bunun bir yalan olması
hususunda kesin bir delil gibidir. Ebû Bekr er-Razî (el-Cesste) şöyle der:
"Bu zahirinden âdil olduğu zannedilen kimseler hakkında, gerekli olan
tavrın, onun hakkında iyi zanda bulunulması olduğuna delâlet eder. Yine bu,
müslümanlann akit ve tasarruflarının sahih ve caiz olmaya hamledilmesin)
gerektirir. İşte bundan dolayı
alimlerimiz, yabancı
bir kadınla bulunup da evlendiklerini itiraf eden bir erkek hakkında, onların
yalanlanmasının caiz olmayacağını, tam aksine, tasdik edilmeleri gerektiğini
söylemişlerdir." İmam Mâlik ise, evlendiklerini isbat edemezlerse, bunlara
haddin gerekeceğini iddia etmiştir.
Alimlerimiz (r.ah)'ın
bir dirhem ve bir dinar, iki dirhem ve iki dinar mukabilinde satan kimse
hakkında, "O bunları çaprazlama olarak değiştiriyordu. Çünkü biz, müminler
hakkında hüsn-i zanda bulunmakla emrolunduk. Binâenaleyh, bu hadisenin, dinen
caiz olabilecek bir duruma hamledilmesi gerekir ki, bu da her iki şey
arasındaki çaprazlama değiş tokuş (satış)tır" demeleri de böyledir. Bir
kimsenin üzerinde yüz dirhem değerinde gümüş bulunan süslü bir kılıcı, iki yüz
dirhem mukabilinde satması halinde de durum aynıdır. Çünkü biz, yüz dirhemi,
yüz dirheme mukabil, geriye kalan yüz dirhemi de kılıca bedel sayarız,
addederiz. Bu da, EbÛ Hanffe (r.h)'nin, "Müslümanlar, kendilerinden bir
şüphe gözükmediği müddetçe, âdildirler. Çünkü biz, hüsn-i zanla
emrolunmuşuzdur" şeklindeki sözüne delâlet eder ki, bu da kişiden
tavakkufu (beklemeyi) veya reddetmeyi gerektiren bir şüphe zuhur etmediği
müddetçe, şehâdetinin kabul edilmesini gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hak "Zan,
gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez" (Yunus. 36) buyurmuştur.
[177]
İkinci Çeşit, Cenâb-ı
Hakk'ın
"Buna karşı dört
şahit getirmeli değil miydiier? Madem ki onlar şahitleri getiremediler, o halde
onlar Allah indinde yalancıların da kendileridir"
(Nûr, 13).
ayetinin ifade ettiği
husus olup, bu da yasaklar nevinden olanıdır. Buna göre mana, "Onlar
konuştukları o şeye dair, Âişe'ye attıkları o şeyi bizzat gördüklerine şehâdet
edecek olan dört şahit getirmeli değil miydiler? ııMadem ki onlar şahitleri
getiremediler" yani, söylediklerine dair bir delil ikame edemediklerine
göre, "O halde onlar Allah indinde" yani O'nun hükmüne göre,
"yalancıların ta kendileridir" demektir.
İmdi eğer: "Onlar
böylesi şahitleri getirmediklerinde, onların yalancı oldukları düşünülebileceği
gibi, doğru olabilecekleri de düşünülemez miydi? Öyleyse niçin, Cenâb-ı Hak
onların, kesinlikle yalancı olduğuna hükmetmiştir?" denilirse, buna şu iki
bakımdan cevap verilebilir:
a) Bu
ifadeyle, sadece Hz. Âişe'ye iftira edenler kastedilmiştir ki, bunlar Allah
indinde yalancıdırlar.
b) Bununla,
"Onlar Atlah katında, yalancılar hükmündedir... Çünkü, yalan söyleyenin
yalandan men edilmesi gerekir. İftira eden de, o şahitleri getiremezse, onun da
men edilmesi gerekir. Binâenaleyh, iftira edenin durumu, men edilme konusunda
yalan söyleyenin durumu gibi olunca, hiç şüphesiz iftira eden kimseye de,
mecazen yalancı denilmiştir" manası kastedilmiştir.
[178]
Üçüncü Çeşit: Cenâb-ı
Hakk'ın,
"Eğer dünyada ve
ahirette Allah'ın fazl u rahmeti üstünüzde olmasaydı içine daldığınız
yaygaradan dolayı sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı"
(NÜr, 14).
ayetinin ifade ettiği
husus olup, bu da yasaklar koyan ayetlerdendir. Bu ayetin başındaki
"bulunan başka bir şey sebebiyle herhangi bir şeyin bulunamayacağını
ifade eden" dır. Arapça'da, harf-i ceriyle kullanıldıklarında, ve -
fiilleri, "dalmak, bir şeye girmek" anlamlarına gelirler. Buna göre
ayetin manası hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) "Şayet ben, dünyada, birisi de tevbe
etmeye mühlet tanımak olan çeşitli nimetlerle size lütufta bulunmama; ahirette
de, sizi afv ve mağfiret etmek suretiyle, size merhamet etmeme hükmetmemiş
olsaydım, içine dalıp gömüldüğünüz bu "ifk" hadisesinden dolayı,
sizin cezanızı bu dünyada hemencecik verirdim.." demektir.
b)
"Şayet Allah'ın size olan lütfü ve
merhameti olmasaydı, içine gömülüp daldığınız o şey hususunda hem dünya hem de
ahirette size büyük bir azab isabet ederdi" demektir. Buna göre, ayette
bir takdim ve tehir söz konusu olup, buradaki hitap iftira edenleredir. Bu,
Mukatil'in görüşüdür. Ayette bahsedilen fadl ise Allah'ın azabını ertelemesine
ve tevbe edenlerin tevbesini kabul etmesine dair olan hükmüdür.
[179]
Dördüncü çeşit,
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O zaman siz
dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz, (hakkında) hiçbir
bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz ve
bunu koiay sanıyordunuz.
Halbuki o, Allah
indinde büyüktür"
(Nûr, 15).
ayetinin ifade ettiği
husus olup, bu da yasaklar koyan ayetlerdendir. Keşşaf Sahibi ayetin başındaki
in edatının ya messe fiilinin, yahut da etadtüm fiilinin "mef'ûlü
fîh'i" (zaman zarfı) olduğunu söylemiştir. Buna göre, ayetteki ifadesinin
manası "onu birbirinizde ... aldığınız zaman" şeklinde olur. Nitekim
Arapça'da, ve denilir ki, hepsinin manası, "o sözü aldı, telakki
etti..." şeklindedir. Nitekim "Adam, Rabbinden kelimeler telâkki
etti, aldı "(Bakara, 37) ayeti de böyledir. Bu fiit, aslı üzere iîlib*
şeklinde okunduğu gibi, ze harfinin tâ'ya idğam edilmesiyle de,
{"ittelakkavnehû") şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime (ele
geçirdi) manasında olmak Özete kökünden,
(onu elde ediyordunuz, onun peşine düşüyordunuz) şeklinde de okunmuştur. Yine
bu kelime, "ıf'âT babından, "birbirlerine verip alma" anlamına
gelen, (Tulkûnehû) şeklinde de
okunmuştur. Aynı kelime, "yalan söylemek" anlamına gelen ve
kökünden olmak üzere ("Telikûnehû") ve ("Telikûnehû") şekilnde de
okunmuştur. Hz. Âişe'nin sözü olarak da şeklinde okunmuştur. Süfya'm şöyle
dediği rivayet olunmuştur: "Ben annemin,bu ifadeyi ("İz
teskafünehu") "onu elde ediyor, yakalıyordunuz" şeklinde
okuduğunu duydum. Annemin babası da Abdullah İbn Mes'Ûd'un kıraatiyle okurmuş.
Bil ki Atlah Teâlâ, bu
kimseleri şu üç günahı irtikab etmekle tavsif etmiş ve o büyük azabın isabet
etmesini, bunlara bağlamıştır:
1)
"İfk"i dilden dile dolaştırmaları. Bu böyledir, çünkü birisi
birisiyle karşılaştığında o ona, "Ne var ne yok?" diyor, o da ona,
hemen ona "ifk" hadisesini anlatmaya başlıyordu. Derken bu hadise
öylesine yayıldı ve duyuldu ki, bütün evler ve meclislere girdi, konuşuldu.
Buna göre sanki onlar, bu hayasızlığı yayma hususunda gayret ve çaba
sarfetmişlerdir ki, bu ise büyük günahlardandır.
2) Onlar, hakkında bilgileri bulunmayan şeyi
konuşuyorlardı. Bu da, haber vermenin ancak bilgiyle olması gerektiğine delâlet
eder. Binâenaleyh doğruluğu
bilinmeyeni haber
vermek, haram olma bakımından, haram olduğu bilinen şeyi haber verme gibidir.
Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın "Senin için hakkında bir bilgi hasıl
olmayan şeyin ardına düşme" {isa, 36) ayetidir.
Şayet, "söz ancak
ağızla söylenebildiğine göre, Cenâb-ı Hakk'ın "ağızlarınızla" ifadesinin
manası nedir?" denilirse, biz deriz ki bu, şu demektir: "Bilinen bir
şeyin ilmi kalbte olur, (önce kalbde hasıl olur) daha sonra lisan onu ifade
eder. Bu "ifk" ise, ona dair kalbde herhangi bir bilgi oluşmaksızın
ve bulunmaksızın, onların lisanında dönüp dolaşan bir söz oluvermiştir."
Bu da Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Ağızlarıyla kalblerinde olmayanı
söylüyorlardı" (a. imran. i67) ayeti gibidir.
3)
Onlar, bu büyük günahlardan bir günah olduğu halde,
bunu küçük addediyorlardı. Bu şu
üç şeye delâlet eder:
a) Bu, iftiranın büyük günahlardan olduğunu
gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Halbuki o, Allah indinde büyüktür"
buyurmuştur.
b) Cenâb-ı Hak, "bunu kolay (önemsiz)
sanıyordunuz" ifadesiyle, masiyetin büyüklüğünün onu işleyenin zannına ve
takdirine göre değişmeyeceğine, tam aksine çoğu kez bunun onun büyük olduğunu
bilmemesi açısından, o günahın büyüklüğünü vurgulayacağına dikkat çekmiştir.
c)
Her haram konusunda, mükellefe terettüp eden,
onun büyük günahlardan olmadığına emin olamayacağı için, ona yönelmeyi ve onu
işlemeyi büyük saymasıdır. İşte bundan dolayı, "İsrar edilirse küçük
günah, küçük olmaz. İstiğfar edilirse, büyük günah da büyük kalmaz"
denilmiştir.
[180]
Beşinci çeşit, Cenâb-ı
Hakk'ın,
"Onu duyduğumuz
zaman, bunu söylememiz bize yakışmaz. Haşa, bu büyük bir iftiradır"
dememiz (lazım) değil miydi?"
(Nûr,
16).
ayetinin ifade ettiği
husus olup, bu ayet, uygun davranış biçimlerini açıklayan ayetlerdendir. Yani,
"Siz onu duyduğunuzda, "Bizim bunu konuşmamız ve (buna inanmamız)
yakışık almaz" demeli değil miydiniz" demektir. Şu sebeplerden
dolayı. onların bundan kaçınmaları gerekmiştir.
1) Onların
bu fiili terketmeterini gerektiren şey, bulunmakta ve mevcut olup bu da,
kişinin akit ve dinidir. Halbuki, buna karşı koyacak bir şey de mevcut
değildir. Binâenaleyh onların o masiyeti terketmelerine dair zan ve kanaatlerinin onu yapmalarına dair zan
ve kanaatlerinden daha kuvvetli olmalıdır... Bu sebeple, şayet o, o günahın
sadır olduğunu haber vermişse, bu durumda "mercûh" (hafif olan)
tarafı, "râcih" (ağır basan) tarafa tercih etmiş olur ki,bu caiz
değildir.
2) Bu,
peygambere eziyyet etme manasına gelir ki, bu lanete sebep olur. Çünkü
"Cenâb-t Hak, "Allah'a ve Resulüne eziyyet edenler (yok mu?) Allah
onlara hem
dünyada, hem de
ahirette lanet etmiştir" (Ahzâb, sn buyurmuştur.
3) Bu,
yöneldikleri bilinen bir sebep ve kendilerinden sadır olduğu bilinen bir suç
olmaksızın, Hz. Âişe'ye, ana-babasına ve onların akrabâ-i taallukatına eziyyet
vermektir ki, bu haramdır.
4) Bu gereksiz yere zarar vermeye yönelmektir. Halbuki akıl,
bundan uzak kalmayı iktiza eder. Çünkü, iftira eden kimsenin doğru söylediği
farzedilse bile, doğruluğuna mukabil mükafaat hak etmeyip, tam aksine
hayasızlığı yaydığı için, o kimse ikâba müstehak olmuştur. Yalancı olması
halinde ise, zaten o büyük bir cezaya müstehak olmuştur. Böylesi şey ise, aklın
açıkça ve çok net bir biçimde, sakınılması gerektiğine dair hüküm verdiği
şeylerdendir.
5) Bu zamanı
faydasız şeylerle zayi etmek, geçirmektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)
"Kişinin lüzumsuz şeyleri terketmesi,
onun müslümanhğınm
güzel!iğindendir"[181]
buyurmuştur
6)
İnsanların güzel yönlerini ortaya koyup, çirkin taraflarını saklamak ve
gizlemekte, Allah'ın ahlâkı ile ahlâkianmak yatar. Nitekim Hz. Peygamber
"Allah'm
ahlâkı ile ahlâklarım" buyurmuştur. Binâenaleyh, bütün izahlar aklı
başında bir kimsenin bir iftirayı duyduğunda onu söylememesini ve bu iftirayı
söyleyip yaymaktan doğacak olan günahlardan alabildiğince kaçınması gerektiğini
ifade eder.
Buna göre şayet,
"Daha nasıl tev lâ ile kültüm fiilinin arası, zarf ile
ayrılabilmiştir?" denilirse, biz deriz ki,bunun faydası "Kişilere
gerekli olanın, bu iftirayı duyar duymaz, onu konuşmaktan kaçınmak ve sakınmak
olduğunu" ifade etmesidir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Haşa, bu büyük bir iftiradır" ayetine gelince, burada iki soru
bulunmaktadır:
Birinci soru: Burada
kelimesinin zikredilmesi nasıl uygun olabilir?
Buna birkaç yönden
cevap verilebilir:
1) Bununla, o işin ne kadar büyük ve vahim
olduğuna taaccüb etme manası kastedilmiştir. Bu kelime taaccüb manasında
kullanılmıştır. Çünkü kişi ilginç şey gördüğünde onu yapandan dolayı Allah'ı
teşbih eder (fe Subhânellah) der. Daha sonra bu kelimenin kullanılışı,
çoğalmış, derken hakkında hayrete düşülen her şey hakkında istimal olunagelmiştir.
2) Maksad, Nebisinin eşinin zinâkâr olmasından
Allah'ı tenzih etmektir.
3) "O, iftira eden gruba zulmetmeye razı
olmaktan münezzehtir" demektir.
4) "O, bu zalim müfterilere azâb etmemekten
münezzehtir" demektir.
İkinci soru: Cenâb-ı
Mak onlar bunun yatan olduğunu kesinlikle bitmedikleri halde, onların, "bu
büyük bir iftiradır!" demelerini onlara vacib kılmıştır.
Cevap: Buna iki
şekilde cevap verilir:
a) Onlar,
bunun bir iftira olduğunu bilebilirlerdi, çünkü Hz. Peygamber'in hanımının bir
fâcire, (zâniye) olması caiz değildir.
b)
Söyleyenler
kalbleriyle bunun olduğunu
zannetmediklerine kesinlikle
hükmettiklerinde onların bu kesinliği ve katiyyeti haber vermeleri bir yalan
olmuş olur. Bunun bir benzeri de "Allah şehâdet eder ki, münafıklar yalancıdırlar"
(Münafîkun. 1) ayetidir.
[182]
Altıncı çeşit, Cenâb-ı
Hakk'ın
"Eğer siz iman
eden (kimse) lerseniz böyle bir şeye hayatta
bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmenizi Allah haram kılıyor. Ve
size ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah, hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve
hikmet sahibidir"
(Nûr, 17-18).
Ayetinin beyan ettiği
husus olup, bu da yasaklar koyan ayetlerdendir. Buna göre mana, "Artık,
aynı şeye ömür boyu düşmeyesiniz diye, sayesinde bu günahın büyüklüğünü ve
bunda "haddin" dünyada cezanın ahirette de azabın olduğunu
öğrendiğiniz işte bu öğütlerle Allah size nasihat eder" şeklinde olur.
Onların, ebedilikleri ise, hayatta kaldıktan ve mükellef oldukları müddettir.
Bu ifadenin muhtevasına, hem bu iftirayı atan, hem de duyup da bunu
yadırgamayan kimseler dahil olur. Çünkü her ne kadar bunu ilk defa söyleyen
daha büyük günaha müstehak olsa dahi, bu iki kimsenin durumu (dinen) caiz
olmayan şeyi yapmış olmaları bakımından eşittir, müsavidir... Böylece Cenâb-ı
Hak, onlara öğrettiği bu davranış şeklinden maksadının, onların kendilerinden
öncekilerin düştüğü hataya düşmemelerini sağlamak olduğunu beyan etmiştir.
Burada birkaç mesele vardır.[183]
Mu'tezile Cenâb-ı
Hakk'ın "Siz iman eden (kimse)
lerseniz" ifadesiyle, iftira etmemenin, imandan olduğuna;
iftira fiiliyle birlikte de, kişide imanın kalmadığına istidlal
etmiştir. Çünkü, şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman bulunmaz!..
Cevap: Bu, Cenâb-ı
HakR'ın "O uydurma haberi getirenler içinizden yani ey müminler sizden bir
zümredir"{nû. i) İfadesiyle gelişir, Binâenaleyh bu ifade, kişinin iftira
atmasının onu imandan çıkarmadığına delâlet eder. Binâenaleyh böyle bir
çelişkinin bulunduğu sabit olunca, biz bu ayeti, vaz u nasihatla öğütlenmeye ve
kötü şeylerden sakınmaya teşvik etme manasına alırız.
[184]
Mu'tezHe şöyle
demiştir: "Bu ayet, Allah Teâlâ'nın, her ne kadar içerinde itaat etmeyenler
bulunsa dahi va'z u
nasihatte
bulunduğu herkesten gelecekte böylesi bir şeyden uzak kalmalarını
istediğine delâlet eder. İşte bu açıdan bu ayet, he ne kadar isyan etseler
dahi, herkesten, kendisine itaat etmeyi istediğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin manası, "aynısına düşmeyesiniz diye" demektir. Bu
ise, "irade"nin, istemenin delilidir.
Cevap: Bizim bu
konudaki cevabımız, defalarca geçmişti.
[185]
Ayetteki "Bir
daha dönmenizi Allah haram kılıyor, öğütlüyor" cümlesi sebebiyle Allah'ın
"vAiz"diye adlandırılması caiz midir?
Cevap: Açık olan şey,
Cenâb-ı Hak, tıpkı "Rahman, Kur'ân'ı öğretti"(Rahman, 1-2) ayetinden
dolayı, "muallim" diye adlandınlamayacağı gibi, "vaiz" diye
de adlandırılamaz.
[186]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ve ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah, hakkıyla bilendir, tam bir
hüküm ve hikmet sahibidir" ayetine gelince, bu ifadede geçen ifadesiyle
kişinin sayesinde kendisine sımsıkı sarılması gerekli olan şeyleri öğrenip
bileceği şeyler (deliller) kastedilmiştir.
[187]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendisi alîm ve hakîm olduğu için, beyan etmesi gerekli olan şey ile, yire
aynı sebepten dolayı itaat edilmesi vacib olan şeyleri tercih ettiğini
açıWam\şA»T. Çünkü, böylesi alîm olmayan kimsenin teklifinin kabulü gerekmez.
Zira bu kimse bazan, gereksiz şeyleri de emredebilir. Bir de mükellef (böylesi
atfr* olmayan) kimseye itaat ettiği zaman, o, onun kendisine itaat ettiğini
bilerez Ek. durumda da itaatin bir faydası kalmazdı. Ama, bir kimse âlîm olur
da. Mat "hakîm-hikmetli ve hüküm sahibi" olmazsa, bu kimse de bazan,
müke'telt olmayan şeyleri emredebilir. Binâenaleyh mükellef kendisine itaat
ettiğinde o. baan itaat edeni cezalandırır, isyan edeni mükafaatlandırır. Bu
durumda da faydası kalmaz. Ama o kimse, hem alîm hem de hakîm olursa, böyte
atan t ancak uygun ve gerekli olanları emreder ve hak eden kimselerin etmez.
İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak burada özellikte zikretmiştir. Burada şöyle
birkaç soru sorulabilir;
1)
"el-Hakîm" uygun olmayanı yapmayan demektir. O. çirton otann
çirkinliğini kendisinin de çirkin olan şeyden beri ve uzak olduğunu bemesı
hflfcıdu. böyle hakîm olur. Binâenaleyh bu demektir ki, el-Alîm vasfı et-Hatim
vasfı içinde mündemiçdir. Bu seb3ple el-Hakîm vasfı zikredilince el-Alîm
vasfına lüzum kalmaz. Bu Mu'*ezile'ye göredir. Ama, ehl-i sünnet ve'l-cemâat
görüşüne göreyse, hikmet sadece ilimdir. Bu sebeple el-Alîm ve el-Hakîm
vasfının birlikte zikredilmesi sırf bir tekrar olmuş ulur.
Cevap: Bu, tekîd
manasına hamledilir.
2) Mu'tezile
şöyle der: "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, sırf Atîm ve Hakîm olmasından dolayı,
O'nun açıklamalarının kabul edilmesinin gerekli olduğuna delâlet eder. Hakîm
ise, çirkin iş yapmayan kimsedir. O halde bu demektir ki ayet, Cenâb-ı Hakk'ın,
çirkin şeylerin yaratıcısı olması halinde ise, Cenâb-t Hakk'ın va'd ve va'idine
itimad edilemeyeceğine delâlet eder."
Cevab: Bize göre hakîm
olan aynı zamanda alimdir. Her türlü malumatı bildiği için, O'nun sözüne itimâd
etmek caizdir. Çünkü câhilin sözüne kesinlikle itimâd edilemez.
3) Mu'tezile
şöyle der: "Hak Teâlâ'nın "Allah size ayetleri açık açık
bildiriyor" ifadesindeki "size" (leküm) kelimesi, "sizden
dolayı, sizin için" demektir. Bu da Allah Teâlâ'nın fiillerinin, birtakım
sebeblere ve garazlara bağlı olduğunu gösterir. Bir de ayetteki Leküm
kelimesini, zahiri manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü buradaki maksad,
onların bizzat kendileri değil, onların elde ettikleri faydalar, taatları ve
imanlarıdır. Böylece bu Allah Teâlâ'nın, herkesin iman etmesini istediğine
delâlet eder."
Cevab: Cenâb-ı Hak, bu
ifadesiyle o, bir başkasının yapması halinde bir maksad gözetme diye
nitelendirilecek muameleyi onlara yaptığını kastetmiştir.
[188]
Yedinci çeşit: Hak
Teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği husustur: "Kötü sözlerin, iman
edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler (yok mu?)... dünyada da,
ahirette de onlar için pek acıklı bir azab vardır. Allah bilir, siz
bilmezsiniz"
(Nur, 16).
Bil ki Hak Subhânehû
ve Teâlâ, iftira edenlere onlardan bunu duyup-dinleyeniere gerekli olan ceza
ile, dinde kendisine tutunulması gereken adabı beyân edince, bu kötü sözün
(itkin) yayılmasını arzu eden kimsenin, böylesi bir zem hususunda, tıpkı
iftirada bulunan kimse ile onu duyup yadırgamayan kimsenin ortak ve müşterek
olmaları gibi, müşterek olduğunu; bir de iftirada bulunan kimselere ortaya
attıkları bu şeyden ötürü azabın (cezanın) gerekli olması gibi, fuhşun (kötü
fiil ve sözün) mü'minler arasında yayılması arzusunu içlerinde saklayan
kimselerin de ilahi azaba müstehak olacaklarını bildirmek için, "Kötü
sözlerin, iman edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler (yok
mu?)" buyurmuştur ki bu da tıpkı, kişinin uzuvtan ve sözleriyle
müslümanlara zarar vermemesinin farz oluşu gibi, mü'minler hakkında kalbinin
hiçbir kötülük düşünmemesinin vâcib olduğuna da delâlet eder. Burada, şu
şekilde birkaç mesele vardır:
[189]
"İşâ'a"
yayılmak manasınadır. Nitekim ortak mülklerde birkaç kişinin payı olup, bunlar
belirlenmediği zaman, "Bu akarda şâ'î bir sehim vardır" denilir. Yine
halka malolup, herkese ulaştığında söz,
şâ'yi oldu" denilir.
[190]
Ayetteki,
"...arzu edenler" ifadesinin zahiri manasının umûmi olduğunda ve bu
sıfatı taşıyan herkesi içine aldığında şüphe yoktur. Yine bu ayetin, Hz. Âlşe
(r.ah)'ye iftira etme hakkında nazil olduğunda da şüphe yoktur. Fakat nazar-ı
dikkate almaca-husus, sebebin hususiliği değil, lafzın umumiliği olduğu için,
bu ayeti, zahirine gtrç umumi manaya hamletmek gerekir. Hak Teala'nın,
"îman edenlerin içinde..." ifaoes. de bu ayetin Hz. Âİşe'ye atılan
iftirasına tahsis edilmesinin caiz olamayacağına dotto* eden şeylerdendir.
Çünkü bu, çoğul bir ifadedir. Dolayısıyla eğer Cenâb-ı Hak bunuma sadece Hz.
Âişe'yi kastetmiş olsaydt, böyle ifade edilmesi caiz olmazdı.
Bunu Hz. Âişe'ye
atılan iftiraya tahsis edenlere gelince ki bu görüşte olanları" bazıları
bunu bu fuhşun (kötü sözün) yayılmasına sa'yü gayret gösterdiği için Abdullah
b, Übeyye hamletmişlerdir, bunlar şöyle demişlerdir: "Ayetin manas
sözlerin, yani zinanın, imân edenlerin içinde yani Hz. Âişe ve Safvan hakkını duyulmasını
arzu edenler, yani Abdullah b. Übeyy (yok mu?)..." demişlerdir.
[191]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle buyurduğu "Ben, cehennemlikler tarafından ses dopûacm
şiddetli) bir vuruşla göğüslerine vuran, dövünen bir toplu müslümanlann
saklı-giâi hallerini araştıran, gizli kusuik arasında, onlarda bulunmayan
(asılsız) sözleri yayan edip, kaş-göz hareketleriyle istihza edenlerdir"
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir.
"Bir mü'min, bt
mm'amm a^bn; gızier, açığa vurmazsa, Allah da kıyamet günü onun Iıummuı ^zfer
(siler). Kim de bir müslümanla ahş-veriş yaparken, onun a/ış-verşttn caymasını
hoş karşılar, buna razı olursa, Allah kıyamet günü onun kusurlarını bağşiar,
siler. Allah kıyamet günü onun kusurunu örter.[192]
Yine Hz. Peygamber (s.a.s) "Müslüman, elinden ve dilinden diğer müsİümanlann
kötülük görmediği kimsedir. Muhacir de, Allah'ın yasakladığı şeylerden hicret
eden, onları yapmayan kimsedir"[193]
Abdullah b. Ömer
(r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir."Cehennemden
mmkiaşsp, cennete girmekten sevinç duyacak olan kimseye o, Allah'dan başka iah
olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederken ve
kendisine verilmesini arzu ettiği şeylerin diğer insanlara da verilmesini arzu
ederken ölümü ona gelsin'[194]
Hz. Enes (r.a)'den de,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Kul, kendisi için arzu ettiği iyi ve güzel
şeyleri din kardeşi için de arzulamadığı müddetçe (tam) imam etmiş olmaz"[195]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
[196]
Alimler, ayette
bahsedilen dünya azabının ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler, bazıları bunun onlara
uygulanan had cezası olduğunu söylerken, bazıları da bunun had cezast ile
birlikte onlara Allah ve mü'minlerden gelen lanet ve düşmanlık olduğunu
söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s), Abdullah b. Übeyy b. Selül, Hassan ve
Mıstah'a had cezası vurmuştur. Safvan, Hassan için pusuya yatıp, kılıcının
tersiyle ona öyle bir vurdu ki, Hassan bu yüzden kör oldu. Hasan el-Basrî:
"Bununla münafıklar kastedilmiştir. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'i
üzmeyi istiyorlardı. Allah'ın Resulü'nün üzülmesini isteyen ise kâfirdir.
Bunların dünyevi azablan ise çektikleri bu neticesiz zahmet ve mü'minlerle
mücadele etmeleri için kendi taraftarlarına mal harcamalarıdır" demiştir.
Ebu Müslim de:
"Bununla münafıklar kastedilmiştir. Çünkü bunu onlar arzuluyorlardı.
Böylece Allah Teâiâ, onları dünyada iken Hz. Peygamber'in elinde gerçekleşecek
cihadla ortaya çıkacak bir azabla tehdid etmiştir. Çünkü Hak Teâlâ, "£y
peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran..."
(Tahrtm, 9) buyurmuştur. Doğruya en yakın olan ise bu "azab" ile
onların iftiraları sebebiyle hakettikleri ceza, yani hadd-i kazif lanet ve zem
kastedilmiştir. Ayette bahsedilen ahiret azabına gelince, bunun hem kabir
azabı, hem cehennem azabı olduğunda şüphe yoktur.
Hak Teâlâ'nın
"Allah bilir, siz bilmezsiniz" beyanının burada getirilmesi, çok
güzel ve yerindedir. Çünkü kalbteki sevgi ve arzular gizlidir, görünmez. Biz
onları ancak, sahibinde gördüğümüz bir takım ipuçları ve emarelerle anlayabiliriz.
Fakat Allah Teâlâ'ya hiçbirşey gizli değildir. Binâenaleyh bu, son derece
caydırıcı ve tehdid edici bir ifadedir. Çünkü kalbinden o fuhşun (kötü
fiillerin ve sözlerin) yayılmasını arzu eden kimse, bunu elinden geldiğince bu
arzusunu belli etmemeye çalışsa bile, Allah Teâlâ'nın bundan haberdâr olduğunu
bilir. Zira Allah Teâlâ'nın, onun gizlediği bu arzu ve isteğini bilmesi, tıpkı
onun açıktan yapıp-söylediği şeyleri bilmesi gibidir. Allah ona ne kadar ceza
verileceğini de bilir.
[197]
Bu ayet, büyük bir
günahı işlemeye azmetmenin bile, büyük günah olduğuna; keza fısk ve fucûru istemenin de bir
fısk olduğuna
delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ bu tehdidini fuhşun (kötü fiil ve sözlerin)
yayılmasını kalben istemeye bağlamıştır.
[198]
Cübbâi şöyle der:
"Bu ayet, attığı iftiradan ötürü tevbe edip, pişman olmayan herkesin,
devamlı bir azaba müstehak olması bakımından, mükafaatının olamayacağına delâlet
eder ki bu da, o kimsenin ikâbın zıddı olan mükafaatı haketmesine mânidir. İşte
bu açıdan ayet, biz (Mu'tezile'nin), ilâhi va'idler hususundaki görüşümüzün
doğruluğuna delâlet eder."
Bil ki Cübbâl'nin bu
sözünün neticesi de, yine amellerin habtı (boşa gitmesi) meselesine varıp
dayanır ki, bu husustaki açıklama ve cevablarımız daha önce geçti.
[199]
Mu'tezile şöyle der:
"Allah Teâlâ, fuhşun (kötü söz ve fiilin) yayılmasını için
için arzu edenleri
alabildiğine zemmetmiştir. Dolayısıyla eğer kulların fiillerini
yaratan, Allah Teâlâ olmuş olsaydı, bu fuhşun yayılmasını arzu eden de O olmuş
olurdu. Bu sebeble bunun yayılmasından ötürü zemmi hakedenin de o olması
gerekirdi. Çünkü bu yayma işini yapan, (yaratan olması bakımından) başkası
değil O'dur." Buna cevabımız da daha önce geçmişti.
[200]
Ebu Hanlfe (r.h) şöyle
der: "Fısk ve fücurda bulunan konuşturulmaz, yaptığını anlatması istenmez.
Çünkü onu konuşturmak, fuhşu yaymak demektir. Bu ise haramdır."
[201]
Sekizinci çeşit, Hak
Teâlâ'nın şu ayetinde ifade ettiği husustur. Ya üzerinde, Allah'ın fazlı ve
rahmeti olmasaydı... Ya gerçekten Allah r, ve rahim olmasaydı (haliniz nice
olurdu)"
(Hür, 20).
Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
1) Bu
ifadenin cevabı mahzuftur. Cenab-ı Hak sanki, "Eğer böyle olmasaydı, h
nurlunuz, yahut Allah size azab eder ve kökünüzü kazırdı. Fakat O ra'uf ve
rahirr tfanek istemiştir. İbn Abbas (r.a), bu ayetin Hassan, Mistah ve Hamne'ye
bir t aouğunu söylemiştir. Ayetin, hitabının bütün müminlere, genel olmasıda mümkündür.
2) Bunun
cevabı, bundan sonra gelen ayetteki, "içinizden hiçbiriniz ebedim temize
çıkmazdı" ifadesidir.
3)
Bunun cevabı, "Hiç şüphesiz o zaman,
fuhuş (kötü söz) yayılır ve z büyürdü" şeklindedir. Bu, Ebu Müslim'in
görüşüdür. Doğruya en yakın olan, bı cmabtmn mahzûf olmasıdır. Çünkü Hak
Teâlâ'nın daha sonraki, "Eğer üzerin AMah 'm fazl-u rahmeti olmasaydı,
içinizden hiçbiriniz ebediyyen temize çıkma Kr 2i) ayeti, sanki birincisinden
yani bu ayetten ayrı gibidir. Dolayısıyla bunun, oe araya başka bir söz
girmişse, birincisinin cevabı olması gerekmez. Buna ayetten kastedilen mana,
"Eğer Cenâb-ı Hakk'ın, geriye bırakmak zaman tanır tstafi etmek imkanı
verme gibi nimetleri olmasaydı, onlar helak olurlardı. Fakf e'fet ve
merhametinden ötürü, insan kendi aleyhine suç işlese dahi, insan için uy
olanını yapmayı geri bırakmaz" şeklindedir.
[202]
Dokuzuncu çeşit: Hak
Teâlâ'nın şu ayetinde ifade ettiği husustur:
"Ey iman edenler,
şeytanın adımları ardınca gitmeyin. Kim şeytanın adımlarına uyarsa şüphesiz ki o
kötülüğü ve gayr-ı meşrûyu emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti
olmasaydı, içinizden hiçbiriniz, ebediyen temize çıkmazdı. Ancak Allah, dilediğini
temize çıkarır. Allah semî ve alimdir"
(Nûr. 21).
"Hutuvât"
kelimesi, fî'nin zammesi ve sükunu ile, "hutvât" ve
"hutuvât" şeklinde okunur. Hutvât, "hatve" kelimesinin
çoğulu olup, "Adam yürüdü, adım attı" ifadesindendir. Binâenaleyh
bunun müfredini söylemek istediğinde, ilk harfi meftun olarak,
"hatve" (adım); cemisini söylemek istediğinde, ya ilk harfi meftun
olarak "hatavât", ya da ilk harfi mazmûm olarak, "hutuvât"
dersin ki bununla hal, harekât ve gidişat kastedilmiştir. Buna göre mana,
"Şeytanın izlerine tâbi olmayın, onun bastığı yerlere basmayın ve bu iftiraya,
bunu dile dolamaya ve fuhşun (kötü söz ve fiillerin) mü'minler arasında
yayılmasına önem verip, gayret etmek hususunda, onun peşinden gitmeyin"
şeklindedir. Allah Teâlâ bunu her ne kadar mü'minlere tahsis etmiş ise de, bu
bütün mükellefler için bir yasaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kim şeytanın
adımlarına uyarsa, şüphesiz ki o, kötülüğü ve gayr-ı meşrûyu emreder"
buyurmuştur. Bütün mükelleflerin bundan menedildikleri ise malumdur. Biz,
Cenâb-ı Hakk'ın bu hususu mü'minlere tahsis ettiğini söyledik. Çünkü Allah
Teâlâ, mü'minleri, eğer şeytana uyarlarsa, "Kim şeytanın adımlarına
uyarsa'', ifadesiyle tehdid etmiştir. Bu ifadenin zahiri ise, mü'minlerin
şeytana tâbi olmayacaklarını göstermektedir. Eğer bununla kâfirler kastedilmiş
olsaydı, o zaman şüphesiz onlar şeytana zaten uymuşlardı. Binâenaleyh Allah
iftira eden o kimselere, gerekli tehdidi yapınca, durumları tıpkı onlarınki
gibi olmasın diye ve günahtan alabildiğine kaçınsınlar için, özellikle
mü'minleri zikrederek onları terbiye etmiştir.
Fahşâ ve fahişe aşırı
çirkin ve kötü olan şey demektir. Münker ise, insan tabiatının hoşlanmadığı,
nefret ettiği ve beğenmediği şeydir.
Hak Teâlâ'nın,
"Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden
hiçbiriniz, ebediyyen temize çıkmazdı" buyruğuna gelince, Ya'kub ve İbn
Muhaysin, buradaki fiili, şedde ile, JTy- şeklinde okumuşlardır. Bil ki,
"zeki" Allah'a itaat hususunda "rızâ" mertebesine ulaşmış
kimsedir. Arapça'da £_jjJi ^"j (Ekin gelişti, olgunlaştı) denilmesi de bu
manadadır. Binâenaleyh mü'min, dini hususlarda, Allah'ın rfcn olacağı
"salah" noktasına vardığında 'zeki" adını alır. Zeki, ancak zeki
olana denir. Bu tıpkı, hidayeti bırakan kimseye, mutlak olarak, "Allah ona
hidayet etti" denilmeyip, "Allah ona hidayet etti, ama o hidayete
ermedi" denilmesi gibidir.
Alimlerimiz, kulun
fiillerinin yaratılması meselesinde, Hak Teâlâ'nın, "Ancak Allah dilediğini
zeki kılar, tezkiye eder, temize çıkarır" ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir:
Tezkiye, tıpkı tesvid (kara kılmak) ve tahmir (kızartma) kelimeleri gibidir. Nasıl ki
tesvid, karalığı meydana getirmek demek İse, tezkiye de zekayı yerinde notirmBktir.'
Mu'tezile ise şöyle demiştir: "Burada şu iki te'vti yapılabilir:
1) Tezkiye
Allah'ın lutûf fiillerini yapması manasına alınır.
2) Bu, kulun
zeki olduğuna hükmetmektir. "Alimlerimiz, buna karşı "Bu iki izah sl
ayetin zahirinin hilafınadır" demişlerdir.
Biz. Mu'tezile'nin bu
iki görüşünün yanlış olduğuna aklî deliller de getirebiliriz: ftnncı
görüşlerinin yanlış olduğuna şunlar delâlet eder:
1) Lutûf
fiileri, bir dâ'i (sebeb) tercihinde bulunur mu, bir sebeb ister mi istemez
mf> Eğer onu istemezse, onun bununla alakası olmaz, dolayısıyla lütuf olmaz.
Eğer mane. tercih isterse, bu durumda mutlaka, tercih edenin, bir vucûb
noktasına varıp
olması gerekir. Çünkü bu kadar bir tercihin
bulunmasıyla o fiilin meydana ya
imkansızdır, ya mümkindir, ya da vâcibtir. Eğer imkansız olursa, o tercih
"flT' (sebeb) değil, "mâni" olur. Eğer olması ve olmaması eşit
olursa, olmasının iarzedi I meşinden dolayı bir muhalin meydana gelmediği her
mümkinin, bazan olduğu, olmadığı farzedilir. Olduğu vaktin, olmadığı vakitten
ayrılması işi de, ya ine bir kaydın eklenmesine dayanır, ya da dayanmaz. Eğer
dayanırsa, HBÜreccih", bu kayd ve şartın eklenmesinden sonra meydana gelen
toplamın kendisi tanuş olur. Böylece de ilk önce bulunan şey, tek başına
müreccih olmuş olmaz. Yok e$er buna dayanmazsa, o zaman o iki . akitten
birisinin oluşa, meydana gelişe, tfğerinin de olmamaya meydana gelmemeye tahsis
edilmesi, müreccih bulunmadan, fnûmkinin tercihi olur ki bu imkansızdır. Fakat
lutûf fiilinin, kendisinin müreccih ve mûcib olması halinde onun faili
lütfedilen şeyin de faili olmuş olur. Binâenaleyh Döytece Cenâb-ı Mak, kulun
fiilinin faili olmuş olur.
2) Allah
Teâlâ "Ama Allah dilediğini tezkiye eder" buyurup tezkiyeyi, dilemesi
şartına bağlamıştır. Halbuki lütuf fiili (sizce?) vâcibtir. Vacıb ise, dileme
şartına bağlı o* m az.
3) Allah
Teâlâ, tezkiye işini fazlı ve rahmeti şartına bağladı. Halbuki (sizce?) lütuf
fiillerinin yaratılması vâcibtir. Binâenaleyh lütuf fiilleri, fazl-ı ilahi ve
rahmet-i ilahiyye şartına bağlı olmaz."
Mu'tezile'nin ikinci
izahlarına, yani "Allah Teâlâ bu ifade ile, "Allah o kulun zeki
olduğuna hükmetmiştir" manası kastedilmiştir" şeklindeki izahlarına
gelince, (size göre) bu da vâcibtir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak buna hükmetmiş
olsaydı, bu bir yalan olurdu. Halbuki Allah'ın yalan söylemesi imkansızdır.
Dolayısıyla bu, daha nasıl ilâhi irâde (dileme) şartına bağlanabilir.
Dolayısıyla Hak Teâlâ'nın, ''Ama Allah dilediğini tezkiye eder, temize
çıkarır" ifadesinin, bu konuda yani kulların fiillerinin yaratılması
meselesinde, bir nass olduğu sabit olur.
Ayetteki ''Allah semî ve alimdir" cümlesi,
"O, sizin bu iftiraya dair veya Âİse'nin berî (temiz) olduğuna dair bütün
sözlerinizi duyar, fuhşun (kötü söz ve fiillerin) mü'minler arasında yayılmamasına
veya yayılmasına dâir arzu ve isteklerinizi bilir. Durum böyle olunca, O'na
İsyan etmekten kaçınmak gerekir" demektir.
[203]
"Sizden, fazilet
ve servet sahibi olanlar, akrabasına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere
vermede kusur etmesinler, affetsinler, aldırış etmesinler. Allah'ın size
mağfiret etmesini sevmez misiniz. Allah, gafur ve rahimdir"(Nur, 22).
[204]
Bil ki Allah Teâlâ
daha önce de bahsettiğimiz gibi iftira edenleri, onların sözlerine itibar
edenleri (geçen ayetlerle) terbiye ettiği gibi, artık Mistah'a (kızı Âişe'ye
iftira ettiğinden dolayı), bir daha infak (yardım) etmeyeceğine yemin ettiğin
için, Hz. Ebu Bekir (r.a)'i eğitip, terbiye etmiştir. Müfessirier şöyle
demişlerdir: "Ayet, Hz. Ebu Bekir (r.a) hakkında nazil olmuştur. Çünkü o
artık Mistah'a infâk etmeyeceğine yemin etmişti. Mistah ise, onun teyzesi oğlu
olup, elinde yetişmiş bir yetimdi. Hz. Ebu Bekir, hem Mistah'a, hem de onun
yakınlarına yardım ediyordu. İfk ile ilgili ayet inince, Hz. Ebu Bekir (r.a)
onlara, "Kalkın, defolun. Artık ne siz bendensiniz, ne de ben sizdenim.
Hiçbiriniz artık yanıma yaklaşmayın" dedi. Bunun üzerine Mistah:
"Allah aşkına, İslâm aşkına... Akrabalık ve sıla-ı rahim hatırına bizi
başkalarına muhtaç etme. İşin başında bizim bir günahımız yoktu" deyince,
Hz. Ebu Bekir (r.a) ona: "Konuşmadıysan da, güldün" dedi. Mistah:
"Bu, Hassan'ın sözüne şaşmamdan dolayı idi, yoksa bir gülme (sevinç)
değildi" dedi ise de, Hz. Ebu Bekir (r.a) onun bu mazeretini kabul
etmeyerek, "Haydi gidin, uzaklasın. Çünkü Allah Teâlâ sizin için bir
mazeret bildirmedi ve bir çıkış kapısı göstermedi'1 dedi.
Bunun üzerine onlar,
nereye gideceklerini, kime baş vuracaklarını bilemez bir şekilde çıktılar.
Derken Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ebu Bekir (r.a)'e, Allah Teâlâ'nın onları
kovmamasını emreden bir ayet indirdiğini haber vermek üzere, ona bir adam
gönderdi. Hz. Ebu Bekir (r.a), haberi alır almaz, tekrir getirdi ve buna çok
sevindi. Hz. Peygamber (s.a.s) ilgili ayeti, ona okudu. Hz. Peygamber (s.a.s),
"Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?'1 iyetine gelince, o:
"Evet, Ya Rabbi beni affetmeni can-u gönülden arzu ederim" deyip,
yaptıklarından vazgeçti. Evine gidince, Mistah ve yakınlarına haber salıp, onları kabul
edeceğini bildirerek, "Allah'ın indirdiği kj sasım gözüm üstüne... Size
yaptığımı ve söylediğimi, Allah size gazab ettiğini nto ayette) bildirdiği için
yapmıştım. Fakat Allah sizi affedince, size merhaba hoş bnz" diyorum dedi
ve Mistah'a daha önce yaptığı yardımın iki mislini yapmaya Bu konuda bir kaç
mesele vardır:
[205]
Âlimler,
HakTeâlâ'nın "Kusur etmesin "
ifadesiyle ilgili, şu iki izahı
yapmışlardır:
a) Meşhur
olan izaha göre, bu ifade "Bir kimsenin yemin etmesi manasına gelen sn
olup, bu da masdarından, ifti'al vezni
üzeredir. Buna göre ması, "yemin etmesin" şeklindedir. Ebu Müslim:
"Bu, şu iki sebebten ötürü, Bu izaha göre
ayetin zahiri, vermeye (infâka) yemin etmekten menetme geldiği halde, bu
te'vili yapanlar, vermeyi terketmeye dâir yeminden Kastetmişlerdir. Bu te'vili
yapan ise, olumsuzu, olumlunun yerine koymuş; ii emredilen gibi kılmıştır.
2)
Arapça'da, yerinevezninin kullanılması nâdirdir
ancak,yennde kullanılır. Burada Elye masdarından olan fiili, yerine
danrfabılır Binâenaleyh yerine
denilemez. Bu, tıpkı yerine
yerine de denilmemesi
gibidir. Hem sonra nin aslı dir. Cezmden ötürü, yâ harfi düşmüştür. Çünkü bu nehy-i
gâibtir. Bu, senin Falancadan nasihatimi esirgemedim" "İşimde gayretimi
, kusur etmedim" şeklindeki sözündendir. Binâenaleyh ile nanaya olup,
maksad, "Onlara iyilik etmede, kusur etmeyin" demektir. Çoğu vezni
yerinde kullanılır. Nitekim sen kazandım(yaptım) ve (razı oldum) dersin. Doğru
olan birincisi değil izahtır" demiştir, bu izahın Ebu Ubeyde tarafından
yapıldığı da rivayet edilmiştir.
Zeccâc birinci hususa
şu şekilde cevab verir: Yeminlerde çoğu kez hazif olmaz. Cenâb-ı Hak,
"Allah'a olan yeminlerinizi iyilik etmenize engel kılmayın" 224)
buyurmuştur, yani "iyilik etmemek için engel yapmayın" demektir.
lan-ü'l-Kays da
"Bunun üzerine
ben de, "Allah'a yemin ederim ki, senin uğruna (ey sevgili) başımı we
bütün eklemlerimi dahi kesseler, ayrılmayacağım" dedim" yani
"ayrılmam" demektir.
Ebu Müslim'in ikinci
açıklamasına da şöyle cevab vermişlerdir: "Ebu Müslim'den önce yaşamış
olan bütün mütessirler, bu ifadeyi "yemin etme" manasına almışlardır.
Onların tek tek herbirinin görüşü Arapça'da bir hücettir. Ya hepsinin müttefik
olduğu görüş ne olur... Hasan el-Basri'nin bu kelimeyi J.UŞ *i j şeklinde
okuyuşu da bu görüşü destekler.
[206]
Müfessirler, ayetteki
"ulu'l-fazl" (fazilet sahibi) ifadesiyle Hz. Ebu
Bekr'in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ayet, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den sonra, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in, insanların en faziletlisi
olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu ayette bahsedilen fazilet ya dünyevi ya
dinidir. Dünyevi olamaz. Çünkü Allah Teâlâ bunu, onu medh sadedinde zikretmiştir.
Allah Teâlâ'nın dünyevi şeylerden ötürü medh-ü sena etmesi caiz değildir. Bir de eğer bu
dünyevi bir fazilet olsaydı, ayetteki "ve servet (sahibi)" ifadesi,
lüzumsuz bir tekrar olmuş olurdu. Böylece bundan muradın, dini fazilet olduğu
kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh eğer başka bir kimse, dini açıdan
mertebe bakımından Hz. Ebu Bekir (r.a)'in dengi olmuş olsaydı o zaman Hz. Ebu
Bekir "fazilet sahibi" olmuş olmazdı. Çünkü müsavi olan, fâzit
(faztaUğt-üstün)üğü) olan olamaz. Binâenaleyh Hak Teâlâ, Hz. Ebu Bekir'e mutlak ofarafc
bir fazilet (üstünlük) unvanı
v&rip, bunu şu veya bu
şahısta kayıtlamayınca Hz. Ebu Bekir'in, mahlûkatın en efdali olması
gerekmışt/r. Hz. Peygamber (s.a.s)'in mahlûkatın en efdali oluşu, bu
genel hükmün dışındadır. Başkaları hakkında ise bu genel hüküm câridir. İmdi eğer,
"Müfessirlerin, bu ayetin Hz. Ebu Bekr'e has olduğunda müttefik
olduklarını kabul etmiyoruz?" denilirse, biz deriz ki: Tefsir ve hadis
kitabiarmı okuyan herkes, bu ayetin Hz. Ebu Bekir (r.a)'le ilgili oluşunun,
tevatür derecesine ulaştığını görür. Dolayısıyla birisi bu tevatürü kabul
etmeyecek olsa, hiçbir tevatürü kabul etmez. Hem sonra bu ayet, kastedilenin,
insanların en efdati olduğuna delâlet etmektedir. Ümmet-i Muhammed ise bu
ümmetin en efdalinin, Hz, Ebu Bekir veya Hz. AH olduğunda müttefiktirler.
Öyleyse, bununla Hz. Ali (r.a)'nin kastedilmediğini isbât edersek, bununla Hz.
Ebu Bekir (r.a)'in kastedildiği kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Şu iki sebebten ötürü
bununla Hz. Ali'nin kastedilmediğini söylüyoruz:
1) Bu
ayetin, hem öncesi hem sonrası Hz. Ebu Bekir (r.a)'in kızı Hz. Âİşe (r.ah) ile
ilgilidir. Binâenaleyh arada, Hz. Ali'den bahsedilmesi, (üslub bakımından)
uygun düşmez.
2) Mlah
Teâlâ, buradaki kimseyi, "Servet sahibi" olarak nitelemiştir. Hz. Ali
ise, henüz o zaman servet sahibi değMı. Böytece buuüarA muradın, kesinlikle Hz.
Ebu Bekir olduğu sabit olur.
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette, Hz. Ebu Bekr'in dini bakımdan çok yüce bir mertebe de-bulunduğuna
delâlet eden, şu dikkate değer sıfatlarla nitelemiştir:
a) Hak Teâlâ ondan cemî stgasıyla bahsetmiştir.
Bir kimseden cemî sıgasıyla oahsetme, o kişinin durum, mertebe ve şerefinin
yüksek olduğuna delâlet eder. Bu mesele, "Muhakkak ki "zikri Biz.
evet Biz indirdik" (Hicr, 9) ve "Muhakkak ki Biz sana, "kevserl
verdik" {Kevset, i) ayetlerinde olduğu gibidir. Binâenaleyh, şimdi sen
Cenâb-ı Hakk'ın onca azametine rağmen, kendisinden çoğul sıgasıyla bahsettiği o
kimsenin kıymetinin nasıl yüce ve üstün olacağına bir bak!...
b) Allah Teâlâ, Hz. Ebu Bekri, mutlak manada,
bunun herhangi bir şahısla kayıtlamaksızm, "fazilet sahibi" diye
tavsif etmiştir. "FazI" kelimesinin içinde, "ifdâl" yani
lütfetme de vardır. Binâenaleyh bu ifade, Hz. Ebu Bekr (r.a)'nın, mutlak
anlamda fâdtl olması gibi, mutlak anlamda lûtfa mazhar kılan olmasına da
delâlet eder.
c) "İfdâl" üstün kılma, karşılık olmadan, olması gerekli olanı ifade eder.
3inâenaleyh, kendisini öldürmek
isteyen kimseye bıçak
bağışlayan kimse, "mufaddıl-lütîeden"
diye tavsif edilmez. Çünkü bu kimse, uygun olmayan şeyi vermiştir. Ama bir kimse
birisine, ister maddi isterse medih ya da övgü bakımından olsun, yararlanması
için bir şey verirse, bu kimseyeıımüstefîz" yan' "lütfü ve ihsanı bol
olan" denilir. İşte, Allah Teâlâ da, Hz. Ebu Bekir'i bu şekilde
vasfederek, "Halbuki çok sakınan,
malını - (Allah nezdinde sırf) temizlenmek için veren o ateşten
uzaklaşdmlacaktır. Onun nezdinde bir
kimsenin (Allah tarafından) mükafaat edilecek- hiçbir nimeti yokdur. O,
(bunu) sırf o çok yüce Rabbinin rızasını aramak (için yapmıştır).." (Leyi,
17-20) buyurmuştur. Hz. Ali hakkında ise, "Biz, size ancak Allah rızası
için, yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz.
Çünkü biz Rabbimizden, o
asık suratlı çetin
günden korkarız" (insan,
9-10) buyurmuştur. O halde bu demektir ki Hz. Ali, ilahi cezadan korktuğu için
vermiş, Ebu Bekir ise, sadece Rabbinin rızasını talep ettiği için vermiştir.
Binâenaleyh, Hz. Ebu Bekir'in derecesi daha yüksektir. O halde, Hz. Ebu
Bekir'in "ifdâl" yani lütfetmedeki derecesi daha mükemmel ve daha tam
olmuş olur.
d) Cenâb-ı
Hak, "Sizden, fazilet ve servet sahibi olanlar" buyurmuştur. Bu
ifadede yer alan min kelimesi, "temyiz" ifade eder. O halde bu
demektir ki, Cenâb-ı Hak, Hz. Ebu Bekir'i fazilet sahibi olma vasfı ile diğer
müminlerden temyiz edip ayırmıştır. Kendisiyle, aynlık ve mümtaz kılınmanın
meydana geldiği vasfın ise, başkasında bulunması imkansızdır. Aksi halde bu
vasıf onu, bizatihi ortaya koymuş olamaz. Binâenaleyh bu, bu sıfatın başkasında
değil, sadece onda bulunduğuna delâlet eder...
e) Ayetteki
fadl kelimesini Allah Teâlâ'nın, "ona itaat etmek" ve ona
"hizmet etmek" manasına (se'a) kelimesini de müslümanlara iyilikte
bulunmak, lütfetmek ve ihsanda bulunmak manasına hamletmek mümkündür. Bu manaya
alınması halinde, Hz. Ebu Bekr, Allah'ın emrine tazim etmek ve Allah'ın
yarattıklarına şefkat duyma, gibi iki vasfı da bir arada bulundurmuş olur ki,
bu iki vasıf sıddıkler mertebesinin en yüksek derecesidir. Böyle olan herkesle
ise, Allah beraberdir. Zira Allah, "Çünkü Allah, hiç şüphesiz müttakilerle,bir
de daima iyilik edenlerin kendileriyle berabedir" (Nam, 128) buyurmuştur.
İşte Ebu Bekr'in bu iki vasfı haiz olmasından dolayı ona Allah, ''Üzülme, çünkü Allah
bizimle beraberdir" (Tevbe,40) ifadesiyle hitâb etmiştir.
f) İnsanlar,
ancak çok cömert ve eliaçık olduğu zaman, "genişlik" vasfıyla
nitelenirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)'de "insanların en hayırlısı,
insanlara faydalı olandır'' buyurmuştur. Binâenaleyh bu ifade, Hz. Ebu Bekr'in
bu açıdan da, insanların en hayırlısı olduğuna delâlet etmiştir. Hz. Ebu Bekr
(r.a), her şey hususunda çok cömert ve eliaçıktı. Hz. Ebu Bekr müslüman olunca,
o gün sabah erkenden, kendisi vasıtasıyla Müslüman olmalarını müteakip Osman
İbn Artan. Talhâ, Zûbeyr. Sa'd İbn Ebî Vakkas ve Osman İbn Mazûn'u Hz.
Peygamber'e getirmesi de, onun cömertliğindendir. Hz Ebu Bekr dünyevi hususunda
cömertlikle muşhur olduğu gibi dini konuları öğrenme ve onlara irşad'da bulunma
gibi her sahada da muşhurdur. Böylece onun "ehl-i sea" (genişlik
ehli, cömert)dan olmakla vasfedilmesi onun için uygun ve yerinde olmuştur.
Hem, farzedelim ki
insanlar, Hz. Ebu Bekr'in, Hz. Ali'den öncemi sonramı müslüman olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Ancak ne var ki müslümanlar Hz. Ali müslüman olunca onun,
insanları Hz. Muhamrned'in dinine davetle meşgul olmadığı, ama Hz. Ebu Bekr'in
ise bu davetle meşgul olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh Hz. Ebu
Bekr, Hz. Muhammed (s.a.s)'İn dinine davetle meşgul olan ilk insan olmuş olur.
Dindeki derecelerin en yücesinin dine davet etme olduğu hususunda ise, şüphe
bulunmamaktadır. İşte bu açıdan da, Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ebu Bekr'in,
insanların en üstünü olması gerekir. Bir de Hz. Peygamber (s.a.s). ''Kim güzel
bir çığır açarsa, ona kendi mükafatı ile beraber, kıyamete kadar o işi
yapanların mükafatlarının bir misli verilir" buyurmuştur. Binâenaleyh,
Allah'a davet eden herkesin mükafaatının bir mislinin de Ebu Bekr ;çın olması
gerekir. Böylece bu da, işte bu açıdan Hz. Ebu Bekr'in üstünlüğüne delâlet
eder.
g) Akrabanın
zulmü, daha zordur. Nitekim şair.
"Kişiye
akrabalarının zulmetmesi mühenned (keskin) kılıcın kesmesinden daha çok elem
verici ve acı gelir" demiştir. Hem, insan başkasına iyilikte bulunup, o
başkası da o kimseye kötülükle mukabele ettiğinde, bu kötülük o kimseye,
yabancıdan gelen bir kötülükten daha ağır gelir. Bu her iki husus (iyilik
yapılma ve akraba olma) da, Mıstah hakkında söz konusudur. Ama o, bir bakıyoruz
ki. Hz. Ebu Bekr'e iste bu eziyyet vermelerin en büyüğü olan böyle bir eziyette
bulunmuştur. O halde, bu zarar ve eziyyetin, H*. Ebu Bekr'in kalbine ne denli
saplandığına bak. Sonra da dön, Ganab-ı Hak, Ebu Bekr'e Mıstah'dan lütfunu
kesmemesini, onu sürdürmesini emredince, onun da hemen bu emri yerine
getirmesine bir bak. İşte bu, en büyük dutlardandır. Bunun, kâfirlerle savaşmadan
daha zor olduğunda şüphe yoktur. bu,
nefisle yapılan bir cihattır. Beriki ise, kâfire karşı yapılan cihattır.
Nefisle cihâd ise, daha zordur. İşte
bundan dolayı Hz. peygamber (s.a.s)"Küçük cihattan büyük cihâda
döndük"[207] buyurmuştur.
Allah Teâlâ, Hz. Ebu
Bekr'e bunu emredince, onu, "fazilet ve servet sahibi" âatteteriyle
vasfetti. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sen, onun kötülüğüne herhangi kr
şeyle mukabelede bulunmayacak kadar üstün; ve sen, dünyaya «:ymet vermeme
nbanyte de, gönül itibariyle çok çok zenginsin... Binâenaleyh, se-^in fazlına
ve gönül ine, Mıstah'tan sadır olan o kötülük sebebiyle ona olan lütfuı un
kısmen, senin ve gönül genişliğine yakışmaz" demek istemiştir. Bu tür
hitabın, onun din undan son derece bir üstünlüğe ve dereceye varmış olduğuna
delâlet edeceği jmdur.
i) Bu
ifadelerin başındaki elif-lâmlar umûm ifadı ederler. O halde, ve kelimelerinin
başındaki elif-lâmlar bütün fazi ve genişliğin Hz. Ebu Bekr için olduğuna
dalalet ederler. Nitekim, derece bakımından bütün alimler gibi olduğuna, onun
dışında kalanların ise bir yok mesabesinde olduğu manasında, "Falanca
ya, âlim odur işte" denilir. Bu ise, büyük bir şeref ve büyük bir
derecedir.
j) Cenâb-ı
Hakk'ın "afvetsinler, aldırış
etmesinler" ifadeleri hususunda şu izahlar yapılmıştır.
1) Affetmek
takvanın emâresidir. Ençok affeden en fazla muttaki olandır. Böyle ?an ise, en
üstün olanıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah katında en üstün olanınız, er.
muttaki olanımzdır" (Hucurât. 13) buyurmuştur.
2) Afv ve
ittikâ, birbirinden ayrılmayan iki vasıftır. İşte bundan dolayı bu ikisi de,
Hz. Ebu Bekr'de bir araya gelmişti. Onda ittikâ vasfının bulunmasının delili,
Cenâb-ı Hakk'ın "Halbuki çok sakınan (etkâ) o ateşten
uzaklaştırılacaktır" deyi 17) ayetidir. Onun affedici olduğunun delili
ise, ayetteki "affetsinler, aldırış etmesinler" ifadesidir.
k) Cenâb-ı
Hak (c.c), Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Onları affet ve ilişme" (Maide,
'3ı buyurmuştur. Hz. Ebu Bekr hakkında ise, "affetsinler, aldırış
etmesinler..." Duyurmuştur. Binâenaleyh, işte bu açıdan da bu ifade, Hz.
Ebu Bekr'in bütün huylar -ususunda hatta affetmesi ve ilişmesi hususunda Hz.
Peygamber yanında "ikinin • ncisi" olduğuna delâlet eder.
I) Cenâb-ı
Hak, "Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" buyurmuştur.
Çünkü Cenâb-ı Hak tazim ifade etsin diye, Ebu Bekr'e çoğul zamiriyle hitab
etmiştir. Hem, Cenâb-ı Hak, kendisinin Ebu Bekr'i bağışlamasını, Ebu Bekr'in
affedip vazgeçmesine bağlamıştır. Binâenaleyh, Hz. Ebu Bekr'den sudur edecek
olan şart tahakkuk edince, cezâ'nın (meşrutun) da buna dayanması gerekir. Sonra
Allah istikbal sığasıyle "...size mağfiret etmesini" buyurmuştur ki
bu, herhangi bir şey ile kayıtlı değildir. Böylece bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın,
mutlak anlamda, Hz. Ebu Bekr'in geriye kalan ömrü içinde meydana gelecek
günahlarını da bağışladığına delâlet eder. Böylece bu husus, İşte bu açıdan,
Hz. Ebu Bekr'in, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygambere "Geçmiş ve gelecek olan
günahlarını Allah'ın oağışiaması için f...J"(Ftm.a) sözü hususunda da, Hz.
Peygamberin yanında, "ikinin ikincisi" olduğuna delâlet eder. Yine
bu, aynı zamanda, Hz. Ebu Bekr (r.a)'ın halifeliğinin muteber oluşunun da
delilidir. Çünkü onun halifeliği, şayet haksız olsaydı, mutlak olarak
bağışlanmış olmazdı. Yine bu, Hz. Peygamber'in, Hz. Ebu Bekr'i, cennetle
müjdelenmiş onkişi arasında saymış olduğu haberin doğruluğuna da delâlet eder.
m) Cenâb-ı
Hak, "Allah'ın size mağfiret etmesini sevmez misiniz?" buyurunca,
kendi kendisini, gafur ve rahîm olmakla nitelenmiştir. Gafur,
"gufran" işini ileri derecede yapmayı ifade eder. Bu demektir ki
Allah Teâlâ, Hz. Ebu Bekr'e tazim ifade eden cemî sığasıyla hitab ettiği için
onu uiulamış, ona hakketiği saygınlığı vermiştir. Yine Cenâb-ı Hak, kendisini
alabildiğince affedici olarak niteleyerek, kendi kendini ululamıştır. Ulu zât,
önce kendisini ululayıp sonra da muhatabını ululaymca. işte bundan dolayı
O'ndan sadır olan o tazım ve ululamanın mutlaka ve mutlaka son derece büyük
olması gerekir. İşte bundan dolayı biz. Cenâb-t Han, "Muhakkak Biz sana,
Kevseri verdik" {Kevser, i) buyurunca bu atıyyenm. büyük olması
gerektiğini söyledik. O halde bu ayet Hz. Ebu Bekr. (r.a)'ın tşte bu mertebe ve
makam hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'ın yanında "ikinin ikincisi"
okluğuna delâlet eder.
n) Cenâb-ı
Hak, medhetmek için Hz. Ebu Bekr "fazilet ve servet sahibi" diye
vasfedince, onun günahtan beri olduğunun söylenilmesi gerekir. Çünkü, bu
derecede medhedilen kimsenin cehennimtiklerden olması caiz değildir. Eğer asî
olsaydı, o zaman cehennemliklerden olurdu. Çünkü Allah "Kim de Allah'a ve
peygamberine isyan eder, sınırlarını çiğneyip geçerse, onu da, içinde ebedi
kalıcı olmak üzere ateşe koyarız'7(Nisa, uj buyurmuştur. Hz. Ebu Bekr'in
günahsız olduğu sabit olunca, bu ayetteki "Allah'ın size mağfiret
etmesini..." ifadesiyle bir günahın bağışlanmış olmasının kastedilmesi
caiz değildir. Çünkü, mevcut olmayan bir günahın bağışlanması mümkün değildir.
Ayetin bu manaya hamledilmesinin mümkün olmadığı sabit olunca, ayeti başka bir
manaya hamletmek gerekir. Allah daha iyi bilir ya, O sanki, "Allah'ın
sizin o müfteri ve asikimselere tazimde bulunmanızdan dolayı size mağfiret
etmesini sevmez misiniz?" demek istemiştir.
Binâenaleyh, ayetin
neticesi şuraya varıp dayanır. Cenâb-ı Hak, "Ey Ebu Bekr, bu asileri sen
kabul eder, onların yaptıklarını bağışlarsan, ben de onların yaptıklarını
bağışlarım. Yok eğer, reddeder geri çevirirsen, ben de reddeder geri
çeviririm" demek istemiştir. O halde bu demektir ki, Cenâb-ı Hak Hz. Ebu
Bekr'e bu dünyada şefaatte bulunma derecesini vermiştir. Bu ayet hakkında
hatırımıza gelenlerin tamamı budur Allah en iyisini bilendir.
Buna göre şayet,
"Bu ayet, bir başka açıdan da, Ebu Bekr'in faziletini zedeler, ^önkü,
Allah Teâlâ Ebu Bekr'i yemin etmekten nehyetmiştir. Böylece bu, ondan böyle ar
günahın sadır olduğuna delâlet eder" denilirse, biz deriz ki:
Buna birkaç bakımdan
cevap verilir:
1)
(Birşeyden) nehyetmek, o şeyin tahakkuk ettiğini göstermez. Nitekim Cenâb-ı Hak
Hz. Muhammed'e "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme"(Ahzâb, i)
buyurmuştur. Halbuki bu ifade, Hz. Peygamberin onlara itaat ettiğine delâlet
etmez. Gerçi açık tabeder bu yeminin Hz. Ebu Bekr'den sadır olduğuna delâlet
eder. Ama ne var ki, hdyte olması halinde bile, ayet sizin görüşünüze delâlet
etmez.
2)
Farzedelim ki bu yemin, ondan sadır olmuş olsun. O halde daha niye siz, bu yenginin
bir masiyet olduğunu söylüyorsunuz? Çünkü, lütufta bulunmaktan kaçınmak tzei
ikle bunun, kendisine iyilik yapana kötü mukabelede bulunan veyahutta bunu, UKü
ve haram fiillere vesile kılan kişiler hakkında güzel ve yerinde olur.
"Şayet bu ;»r masiyet olmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın "fazilet ve servet
sahibi olanlar (...) kusur ı "
buyurarak bundan nehyetmesi, caiz olmazdı" da denilmez. Çünkü biz, bu
nehyin, bir men ve haramlık ifade eden bir nehy olmadığını tam aksine bunun,
•*& daha iyi olanın yapı I m amasından ötürü sadır olan bir nehy olduğunu
söylüyoruz. Ekma göre Cenâb-ı Hak, Hz. Ebu Bekr'e sanki "senin fazlına ve
geniş himmetine yakışan, yardımı kesmemendir" demek istemiştir. Böylece
bu, haram olandan men «tmek olmayıp, daha iyisini yapmaya sevketmek olmuş olur.
[208]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın "akrabasına,
yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere" ifadesiyle
kastedilenin Mıstah olduğu hususunda ittifak etmişLrdir. Çünkü, Mıstah hem Hz.
Ebu Bekr'in
akrabası, hem fakir, hem de muhacirdi. Alimler, Mıstah'tan sudur eden günahın nevi
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bu günahın fepkı Abdullah
İbn Übeyy'in işlediği gibi, bir iftira olduğunu; Hz. Peygamber'in ona iadd cezası
uyguladığını ve Mıstah m bu günahından tevbe ettiğini ileri sürerlerken fon Abbas
(r.a), bu günahın Mıstah'ın söylenen şeyleri yadırgamayışı ve söylenenlere 'azı olduğunu
ortaya koyusu olduğunu söylemiştir. Hangisi olursa olsun, bir günahur.
[209]
Alimlerimiz, bu
ayetle, Habtu'l-amâl- "amellerin
boşa gitmesi"
meselesinin batıl olduğuna istidlal ederek şöyle demişlerdir: Cenâb-ı
Hak, Mıstah'ı bu
iftirada bulunmasından sonra bile, Allah yolunda hicret
edenlerden olarak vasfetmiştir ki, bu birmedh ve övgü ifade eder. Binâenaleyh
bu onun Allah yolunda muhacir olmanın sağladığı sevabın, iftiraya teşebbüs
etmesiyle boşa gitmediğine delâlet eder.
[210]
Ulema, Mıstah'ın Bedir
savaşına katılanlardan olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in de "Umulur ki Cenâb-i Hak Bedir ashabına bakmış ve ''istediğiniziyapın,
çünkü Ben sizi bağışladım"[211]
demiştir" dediği sahîh rivayetlerle sabittir. Binâenaleyh, o Bedir ahşabından
olduğu halde, daha nasıl kendisinden büyük günah sadır olabilir?
[212]
Cevap:
Bundan muradın, "Siz istediğiniz gühanı işleyin.." şeklinde olması,
Allah'ın isyanı emretmesi veya isyanı devam ettirmesi olamaz! Çünkü biz,
teklifin onların üzerin de de devam ettiğini, zorunlu olarak bilmekteyiz. O
halde biz bunu bu manaya alırsak, bu, onlardan sorumluluğun kalkmış olmasını
gerektirir. Bir de, şayet bu böyle olsaydı, Mıstah'a, yaptığından dolayı ceza
uygulanmaz ve teşhir edilmezdi. Binâenaleyh, bu hadisin şu iki şeyden birine
hamledilmesi gerekir;
1) Allah Teâlâ, Bedir ehlinin ne yapacaklarını
biliyordu. Yine onların, tevbeleri ve kendisine rücü edeceklerini bilmişti.
İşte bundan dolayı, "İster az isterse çok olsun, dilediğiniz kafileyi
yapın. Çünkü Ben, sizi bağışladım ve size cennette üstün mertebeler ve
dereceler verdim" demiştir...
2) Bununla
onların taatlarını tastamam yerine getirmiş oimeian da muhtemeldir. Buna göre
CenfttH Hak sanki, "sizin tevbe ve Bana yönelmek üzere öleceğinizi
bildiğim için, sizi bağışladım" demek istemiştir. Böylece de, onların o
andaki durumlarını zikretmiş fakat akıbetlerini murad etmiştir.
[213]
Kötülük yapan kimseyi
affedip, onun bu
durumuna aldırmamak, yerinde ve teşvik edilmiş olan bir
husustur.
Çoğu kez de, bu vacib
olur. Şayet bu hususa, bu ayetten başka delâlet edecek hiçbir delil bulunmasa dahi,
bunun
delâleti yeterlidir,
Baksana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ı", size mağfiret etmesini sevmez
misiniz?" ifadesine... Allah burada, mağfiretini, (Hz. Ebu Bekr'in) affına
ve vazgeçmesine bağlamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "ister yalan
söylesin ister doğru, suçsuz olduğunu savunan kimsenin mazeretini kabul etmeyen
kimse, kıyamet gününde Havz-ı Kevseri'ne gelemez"[214]
buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.s.a)'in "Müslümanların huylarının en
üstünü, affedici olmalarıdır" dediği rivayet olunmuştur.
Yine onun,
"Kıyamet günü bir münadî şöyle seslenir: Dikkat, Ailah'dan alacağı olanlar kalksın..." Bunun üzerine ancak affedici olanlar
Kalkar…”
[215]
dediği, sonra da "K/m de affeder ve halini düzeltirse, onun mükafaatı
AMah'adır"(Şuta, 40) ayetini okuduğu rivayet edilmiştir.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'in kendisini ziyaret etmeyeni ziyaret etmedikçe, kendisine mkneöenı
affetmedikçe ve kendisini mahrum eden kimseye de vermedikçe faziletli
[216]
dediği rivayet edilmiştir.
[217]
Bu ayette, hayırdan
kaçınmak için yemin etmenin caiz olmadığına dair bir delâlet bulunmaktadır. Bu
ancak, sen yeminini hayırdan döndüren değil de, ona götüren bir sebep kıldığın
zaman caiz olabilir.
[218]
Fukahamn ekserisinin
görüşü şudur: "Bir kimse iyi bir şeye yemin eder, sonra da ona aykırı olan
durumun daha hayırlı olduğunu anlarsa, bu kimsenin daha iyi ve daha güzel olanı yapması, sonra
da yemininden dolayı keffârette bulunması uygun olur..." Bazıları da
"Onun o hayırlı işi yapması, onun yemininin keffâretidir" hükmünü
vermişlerdir, â- görüşte olanlar, ayet ve hadisle istişhâd etmişlerdir. Ayete
gelince bu, Cenâb-ı -Hakk'ın, Hz. Ebu Bekr'e yeminini bozmasını emredip, ona
herhangi bir keftâreti vâcib kılmayışıdır. Haberden delillerine gelince bu da
Hz. Peygamber (s.a.s)'in söylediği nvayet edilen şu hadistir: 'Kim bir şey
üzerine yemin eder de, sonra başkasını ondan daha hayırlı görürse, -aha hayırlı
olan o şeyi yapsın, işte bu, onun keffâretidir"'
Cymhurun görüşünün
delilleri ise şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah, sizi yeminierinizdeki lağvdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat
kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder.., "(Maide, s» ve
"İşte bu andettiğiniz vakit yeminlerinizin kaffâretidir" (Maide, 89)
ifadeleridir. Bu son cümlenin başındaki işte bu" kelimesi hem hayırlı olan
şey hususunda yeminini bozan, hem de onun dışındaki şey hususunda yeminini
bozan kimse hakkında umumi bir ifadedir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. Eyyûb (a.s)'ın hanımını dövmek için yemin ettiğinde, bu hususta
gönderdiği şu ayet, "Eline bir demet sap a! da, onunla vur. Yemininde
durmaziık etme" {Saad. 44). Biz, yemini bozmanın, bozmamaktan daha hayırlı
olduğunu anlamıştık. Halbuki Cenâb-ı Hak Hz. Eyyûb'a onun derecesine varmış
olan vurmayı emretmiştir. Eğer bu hususta yemini bozmak onun keffâreti olmuş
olsaydı, Hz. Eyyûb'a hanımını dövmesini emretmezdi. Tam aksine o keffâretsiz
olarak yeminini bozmuş olurdu.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in "Kim bir şeye yemin eder, sonra da onun dışmdakini
daha hayırlı olarak görürse daha hayırlı olanını yapsın ve keffâretini
versin..."[219]şeklindeki
hadisidir. Önceki görüşün birinci maddesine şu şekilde cevap verebiliriz:
Allah Teâlâ, Hz. Ebu
bekr hadisesinde keffâret işinden, ne menfî ne de müsbet olarak bahsetmemiştir.
Çünkü bunun hükmü, diğer ayetlerde belirtilmiştir. Onların ikinci görüşlerine
yani rivayet ettikleri hadisteki, "O, hayırlı olanını yapsın, işte bu onun
keffâretidir" şeklindeki ifadeye de şu şekilde cevap veririz: Hadisin bu
kısmının manası, "Bu, Kur'ân'da bahsedilen keffâret değil, günahın
keffâretidir" şeklindedir. Çünkü, Hz. Ebu Bekr'de yeminleri bozmaktan
nehyedilmişti. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak burada oda, yemitûm bozmasını ve tevbe
etmesini emretmiş, bunun da, yemini sebebiyle işlemiş olduğu o günahı örttüğünü
haber vermiştir.
[220]
Kasım İbn Muhammed,
Hz. Âişe'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben, şu on hasletten
dolayı, Peygamber'in diğer hanımlarından üstün kılındım: 1) Yız. Peygamfcöi
toftkû olarak, sadece benimle evlendi. 2) Benim hem anam, hem de babam
muhacirdir. 3) Hz. Cebrail, benim biçim ve suretimi, ipeğe bürünmüş olarak
getirip (Hz. Peygamber'e gösterdi de) ona benimle evlenmesini emretti. 4) Ben Hz.
Peygamber'le aynı kabtan yakınır, guslederdik. 5) Hz. Peygamber benimle
beraber, aynı çarşafın, yorganın altında iken Cebrail ona vahiy getirirdi. 6-7)
Hz. Peygamber benimle Şew&! ayında evlendi ve aynı ayda da benimle zifafa
girdi. 8) Hz. Peygamber benim elimde ruhunu teslim etti. 9) Allah Teâlâ benim
suçsuz olduğuma dair, ayet inzal buyurdu. 10) Ve Hz. Peygamber benim hâne ve
odama defnolundu... Bütün bu hususta, hiç kimse bana müsavi olamaz.
Bazıları da şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ dört şeyi dört şeyle tezkiye etmiştir. Yusuf
(a.s)'ı, şahidin ifadesiyle. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onun yakınlarından biride
bu hususta şehâdet effi"(Yusuia6) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s)'ı
yahudilerin dedikodularından, elbisesini kaçıran taşia kurtarmıştır. Hz. Meryem'i,
çocuğunu konuşturmak suretiyle... Hz. Âişe (r.ah)'yı da her zaman okunan mu'ciz
kitabındaki bu ulu ayetlerle...
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Âişe1 nin vefatı yaklaşınca İbn Abbas, yanına girmek için müsade
istemek üzere gelir. Bunun üzerine Hz. Âişe "Şimdi gelip beni övecek mi
(istemem)" dedi. İbnu'z-Zübeyr bu hususu İbn Abbas'a haber verdi. İbn
Abbas da, "O bana izin vermedikçe kat'iyyen ayrılmam!" dedi. Hz. Âişe
ona müsade edince de, içeri girdi. Derken Hz. Âişe, "Cehennemden Allah'a
sığınırım" deyince, İbn Abbas, "Ey müminlerin annesi. Cehennemden
sana ne! Allah seni ondan korudu. Senin masumiyetini mescidlerde okunur halde
indirdi. Ve senin beri ve temiz olduğunu bildirerek, "... Temiz kadınlar
ise temiz erkeklere, temiz erkeklerde temiz kadın!ara'.'(Nüt.26) buyurmuştur.
Sen, Hz. Peygamber (s.a.sj'e O'nun hanımlarının en sevgilisiydin. Hz. Peygamber
(s.a.s) ise sadece tayyib olan kadınları severdi. Ve senin teyemmüm hükmünü indirerek, "Temiz bir
toprağa teyemmüm ediniz"
buyurdu."
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Âişe ile Hz. Zeyneb, karşılıklı olarak kendilerini etmeye başladılar.
Hz. Zeyneb, "Ben, Rabbimin, Peygamber'in benimle -esme dair ayet indirdiği
kimseyim" deyince, Hz. Âişe (r.a.h) da, "Ben de, m İbnu Muattal beni,
binitine bindirdiği için (meydana geten şeylerden) tomin beni temizleyip
akladığı kimseyim" dedi. Bunun üzerine Hz. Zeyneb Hz. ye "Ona binerken ne dedin"
dediğinde, Hz. Âişe, "Allah bana kafidir, ne güzel söyledim" dedi. Bunun üzerine Hz.
Zeyneb. "Mü'minlerin söylemesi gereken
söyledin" dedi.
[221]
'Samuslu, günahtan
habersiz mü'min kadınlara iftira atanlar, dünyada da ahirette de,
lanetlendiler. Onlar için büyük de bir azâb var. O günde ki /Merinde kendi
dilleri, kendi elleri, kendi ayaklan onların neler yaptığına edecektir. O gün
Allah onlara, hak olan cezalarını tastamam verecek. Şüphesiz onlar da, Allah'ın
apaşikâr, hakkın tâ kendisi olduğunu bileceklerdir"
(Nûr, 23-25).
[222]
Bu ifadelerle ilgili
iki mesele vardır.
Alimler Cenâb-ı
Hakk'ın Namuslu, günahtan habersiz kadınlara iftira atanlar" ifadesiyle, bu
sıfatları taşıyan
herkesin mi,
yoksa hususi muayyen
kimselerin mi kastedildiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Usulcüler şöyle demişlerdir: "Siğa, genel, amm"
olduğundan bu sığayı zahiri anlamma almaya mâni yoktur. Bu sebeple bunu
şenel anlama hamletmek
gerekir. O halde bu ifadenin içine, hem Hz. Âlşe'ye atılan,
hem de başkasına
atılan iftiralar dahildir." Bazıları bu görüşü kabul etmeyerek şu izahları
yapmışlardır:
1) Bu
ayetle, Hz. Âişe'ye yapılan iftira kastedilmiştir. Çünkü Hz. Âişe (r.a.h) şöyle demiştir:
"Ben habersizken, bana iftira edildi. O hadise bana, nice zaman sonra
ulaştı. Bir gün, Hz. Peygamber (s.a.s) benim yanımdaydı. Tam o sırada, Cenâb-ı
Hak O'na vahiyde bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber de "(Ey
Âişe),gözünaydın olsun" dedi ve "Namuslu günahtan habersiz mümin
kadınlara iftira atanlar..." ayetini okudu.
2) Bununla,
Hz. Peygamber'in hanımlarının tamamı kastedilmiştir. Onların şereflerinden
dolayı, böylesi bir tehdit, onlara iftira atanlara tahsis edilmiştir. Bu
görüşte olanların delilleri de şunlardır:
a) Diğer
kadınlara iftira atan kimselerin tevbeleri kabul edilir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu
sûrenin başında "Namuslu ve hür kadınlara iftira atan, sonra dört şahit
getirmeyen kimseler (...) Meğer ki bu (hareketten) sonra tevbe ve ıslâh
etsinler" (Nur, 4-5) buyurmuştur. Bu ayette bahsedilen müfterilerin ise,
tevbeleri kabul edilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, "dünyada da ahirette de,
lanetlendiler" buyurmuş, bu hükümden bir istisna yapmamıştır. Hem bu, münafıkların
vasfıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ''Hepsi de Allah'ın rahmetinden koğulmuş
olarak..."(Ahz&b,eı> buyurmuştur.
b) Diğer
kadınlara iftira atanlar küfre nisbet edilmezler. Halbuki, bu ayete göre
buradaki müfteriler küfre nisbet edilmiştir. Çünkü Allah "O gündeki,
aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi ayaklan (...) şahitlik
edecektir" buyurmuştur. Böyle olma ise, kâfirlerin ve münafıkların
özelliğidir. Bu tıpkı "Ogün, Allah'ın düşmanları ateşe (doğru)
toplanırlar..." (Fussiiet. ıui) ayetleri gibidir.
Cenâb-ı Hak, "Onlar için büyük de bir azab var"
buyurmuştur. "Büyük azab" ise küfre karşı verilen azabtır. Böylece
bu, bu iftirada bulunanın cezasının, küfrün cezası olduğuna delâlet eder.
Halbuki diğer iffetli ve namuslu kadınlara iftirada bulunan kimsenin cezası
ise, küfrün cezası olmaz.
d) İbn Abbas
(r.a)'dan şu rivayet edilmiştir: "O, Arafa günü Basra'da imiş. Ve ona,
Kur'ân'ın tefsirine dair sorular soruluyormuş. Derken, bu ayetin tefsiri
sorulmuş. Bunun üzerine o, "Hz. Âişe'nin işine dalanlar hariç, kim bir
günah işler de sonra da tevbekâr olursa, tevbesi makbul olur" demiş.
Usuicûler, buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu ayette bahsedilen tehdidin,
mutlaka ve mutlaka tevbe etmeme şartına bağlanmış olması gerekir. Çünkü günah,
ister küfür isterse fısk olsun, buna dair tevbe vaki oldu mu, bağışlanır,
affedilir. Binâenaleyh bu soru, zail olur.
Bazı kimseler de bu
hususta şu görüşü ileri sürmüşlerdir. Bu ayet, Allah'ın Resulü ile onlar
arasında bir ahdin, anlaşmanın bulunduğu bir sırada, Mekke müşrikleri hakkında
nazil olmuştur. Binâenaleyh, bir kadın Medine'ye hicret etmek için evinden
çıktığında, mekke müşrikleri ona iftirada bulunarak "O, fısk u fücura
dalmak için çıktı" derlerdi. İşte bunun üzerine bu ayet, böyle diyenler
hakkında nazil olmuştur. Doğru olan, birinci görüştür.
[223]
Allah Teâlâ, iffetli,
günahtan habersiz mümin kadınlara iftira atanlar hakkında şu üç şeyi
zikretmiştir:
1) Onların,
dünya ve ahirette lanetlenmiş olmaları ki bu, çok şiddetli bir tehdittir.
Cübbai şu şekilde istidlalde bulunmuştur "Bunun lanetle kayıtlanmış
olması, bütün müfteriler hakkında, genel ve amm eten bir husustur. Binâenaleyh,
kim dünyada melun olursa, ahitte de melundur. Agvtte melun olan ise,
cennetliklerden olamaz." Cübbaînin bu sözü de, -tabtu'l-amel"
meselesine dayanmaktadır ki, bu husustaki görüşümüz daha evvel geçmişti.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "O gündeki, aleyhlerinde kendi dilleri, kendi elleri, kendi
ayaklan şahitlik edecektir" ayetinin beyan ettiği husustur. Bunun bir
benzeri de "Derilerine (şöyle) dediler: "bizim aleyhimize neye
şahitlik ettiniz?" (fussilet. 21)
Ödir. Biz ehl-i
sünnete göre, bünye hayatın şartı değildir. Binâenaleyh, Allah k'nın tek bir
adamda da, tam bir ilim^tam bir kudret ve bir kelâm yaratması caizdir.,
ieVtezile'ye göreyse, bu caiz değildir. Binâenaleyh, onlar ayetin tevili
hususunda su iki açıklama da bulunmuşlardır.
a) Allah
Teâlâ, bu uzuvlarda, bu konuşmayı yaratmıştır. Onlara göre bu konuşmayı yapan
(mütekellim), sözün failidir. O halde bu şehâdet, aslında Allah'dandır. Fakat
Alah Teâlâ bu konuşmayı, mecazi olarak uzuvlara nisbet etmiştir.
b) Hak Teâlâ
bu uzuvları olduğunun aksine yaratır, insana karşı şehâdet etmeye mecbur eder
ve onlar da insanın (sahiblerinin) yaptığı amelleri haber vermeye başlar. Kadi,
şöyle der: "Bu izah, ayetin zahirine daha yakındır. Çünkü bu, o uzuvların
eeftadette bulunacağını ifade eder."
c) Hak
Teâlâ, "O gün Allah hak olan dinlerini tastamam verecek" buyurmuştur.
Bu ifadeyle onların bizzat dinlerinin kastedilmediğinde şüphe yoktur. Çünkü
onların enleri, amelleridir. Aksine bununla, onların amellerinin cezası
kastedilmiştir. "Din" kelimesi
ceza (karşılık) manasına da kullanılmaktadır. Mesela Araplar'ın şu sözlerinde
:-duğu gibi: ''Nasıl cezalandırır (karşılık verir) isen, öyle cezalandırılır
karşılık
bulursun)." "Din, hesab manasına geldiği de söylenmiştir. Mesela
'işte din-i kayyim, yani dosdoğru hesab budur" (Boyyine, 5) ayetinde
olduğu gibi.
Ayetteki
"hak" kelimesi ise, "Onlara tastamam uygulayacağımız o ceza,
müstehak olunan hak edilen miktardır. Bu kadarı hakdır, bundan fazlası
bâtıldır" demektir. "Hak" kelimesi, "Din" kelimesinin
sıfatı olarak, nasb ile de okunmuştur. O zaman "din" kelimesinin
manası, ceza olmuş olur. Bu kelime, "Allah" lafzının sıfatı olarak,
merfu da okunur.
Hak Tealâ'nın
"Şüphesiz onlar da Allah'ın apâşikâr, hakkın tâ kendisi olduğunu
bileceklerdir" ifadesi hakkında bazı kimseler şöyle demişlerdir:
"Hak Teâlâ'ya,
başkasına değil, sadece kendisine ibadet etmek hak (doğru) olduğu için, yahut
da emrettiklerinde başkası değil ancak o, hak olduğu için, "hak" diye
adlandırılmıştır. "Mübin" kelimesinin manası da, bu dediğimizi te'yid
etmektedir. Çünkü hitab ettiklerinde isabet etmiş olan, sözü ile başkasını
değil, ancak doğru olanı beyân etmiş olması bakımından mübinin (açıklayanın) tâ
kendisidir. Bazıları da "Hak" kelimesinin, Allah'ın isimlerinden
olup, "vav, mevcüd" manasında olduğunu bunun zıddının "yok"
demek olan "bâtıl" kelimesi olduğunu, "mübirTin de "ortaya
koyan" manasında olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre ayetin manası,
"O'nun kudreti ile mümkinatın (kainatın) varlığı ortaya çıkmıştır"
şeklindedir. Dolayısıyla Cenâb-t Allah'ın "hak" oluşu, zâtı gereği
mevcûd olması; "mübin" oluşu da, başkasına varlık ve hayat veren
olması manasınadır.
[224]
''Kötü kadınlar (ve
kötü sözler) kötü erkeklere: kötü erkekler de, kötü kadınlara (ve kötü
sözlere); iemiz kadınlar (ve temiz kelimeler) ise, temiz erkeklere; temiz
erkekler de temiz kadınlara (ve temiz kelimelere) yakışır. Bunlar, onların
diyeceklerinden bendirler. Onlar için mağfiret ve şerefli bir rızık
vardır"
(Nûr. 26).
Bil ki ayetteki
"habisât" iftiracılar tarafından söylenen iftira sözlerini içine
aldığı gibi, zemmetmek ve lanetlemek maksadıyla kullanılan sözleri de içine
alır. Bundan murad, Allah tarafından olan bu "habisât" kelimesinin
kendisi değil, manasıdır. Yine bu kelime, zina eden kadınlar manasına da
gelmektedir. Bu ayette bütün bu izahlar ihtimal dahilindedir. Dolayısıyla bu
ifadeyi, ifk hadisesinde rol alan kimselerden olan iftira manasına alırsak,
ayetin manası, "iftirada rol alanların pis sözleri, pis (kötü) erkeklere
yakışır. Aksi de böyledir. İftirayı kabul etmeyenlerin temiz sözleri de, temiz
erkeklere yakışır. Aksi de böyledir" şeklinde olur.
Yok eğer bu Kelimeyi,
"zemmetmek ve lanetlemek için kullanılan söz" manasına alırsak,
ayetin manası, "Zemm ve lanet, kötü erkekler için hazırlanmıştır. Onların
kötü (pis) olanları da, zemm ve lanete maruz kalırlar" şeklinde olur.
Ayetteki
"tayyibât" sözü de böyledir. Ayetteki "Bunlar" ifadesi ise,
temiz erkeklere işaret olup, onların o
kötü erkeklerin söyledikleri sözlerden
beri olduklarını bildirmektedir. Eğer "habisât", "zina
eden kadınlar" manasına alırsak, tıpkı "zâni ancak zâniye ile
nikahlanır" (Nûr, 3) ayetinin manasında olarak, "Pis kadınlar, pis
«kekler içindir. Aks1 ue ooyledir. Temiz kadınlar da, temiz erkekler
içindir" manasında . Bu da, "O münafıklar tarafından ortaya atılan bu
gibi iftiralar, tıpkı Hz. Peygamber ia,s)'e onun pâk-tertemiz zevceleri gibi,
temiz kadınlara ve erkeklere değil de, ancak «öcü kadınlara ve kötü erkeklere
yakışır, uyar" demektir.
İmdi eğer,
"Yaptığınız bu izaha göre, iffetli ve namuslu bir erkeğin, zina eden o
kadınla evlenememesi gerekir?" denirse, bunun cevabı Nûr, 3. ayetinin
tefsirinde geçmişti.
Hak Teâlâ'nın cümlesi "O temiz kadın ve erkekler
iftira •derilerin ileri sürdükleri söz ve iddialardan beridirler
(uzaktırlar)" manasındadır. Ayetteki "habis" ve
"tayyib"! sözle ilgili kötülük ve iyilik manasına alanlar ise, buna
şu manayı vermişlerdir: "Temiz erkekler, pis erkeklerin söylemiş oldukları
şeylerden beridirler." Binâenaleyh, buradaki "Bunlar" kelimesi,
eğer bu manaya hamledilirse, çoğul olma bakımından, lafzı da manası gibi olur.
Fakat bunun iki kişi
için, yani Hz. Âİşe (r.ah) ve Safvan (r.a) için kullanıldığını söylediğinde,
buna şu iki bakımdan cevab verilir (itiraz edilir):
1) Bu
iftira, hem Hz. Peygamber (s.a.s)'i, hem Hz. Âişe (r.ah)'yi, hem de Safvan
(r.a)'ı ilgilendirmektedir. Binâenaleyh Hak Teâlâ bunların herbirinin,
başlarına gelen o töhmetten berî ve temiz olduklarını bildirmiştir.
2) Bununla,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in bütün hanımları kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, onun bütün hanımlarının bu iftiradan berî olduklarını bildirmiştir.
=akat tıpkı Hz.Âişe (r.ah)'ye yaptıkları gibi, onlara da hiç kimse zarar
veremez. Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'i de işte bu beyanları ile bu
gibi şeylerden tenzih etmiştir ki bu mana gayet açıktır. Buna göre Allah Teâlâ
sanki, temiz kadınların ancak temiz erkekler için olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s)'den
dah^ temiz ve iyi kimsenin bulunmadığnı; dolayısıyla onun hanımlarının da ancak
tertemiz kimseler olduğunu beyân buyurup, bunlar için bir mağfiretin, yani
Atlah ve Resûlullah tarafından bir berâatin, ve ahirette bir şerefli rızkın
olduğunu bildirmiştir.
Bunun, kesin bir haber
olması da muhtemeldir. İşte bu sayede, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının
cennette onunla birlikte olacakları bilinir. Bu manada hadisler de gelmiştir.
Bununla, büyük günahlardan kaçınma ve tevbekâr olma şartının kastedilmiş olması
da muhtemeldir.
Fakat önceki mana daha
evlâdır. Çünkü ayeti o manaya hamletmek mümkün olmadığı zaman, ancak böyle bir
şart ve kayda ihtiyaç duyarız. Ama ayeti o (kayıtsız ve şartsız) manaya
hamletmek mümkün olduğu zaman, kayıt ve şart talebinde bulunmaya gerek yoktur.
Bu da Hz. Âişe (r.ah)'nin, cemel hadisesi sebebiyle onun kâfir olduğunu
söyleyen Râfizilerin görüşünün aksine, cennette olacağına delâlet eder. Çünkü
Râfiziler, bu yüzden Kur'ân'ın nassını kabul etmemiş oluyorlar.
Eğer, "Bunların
cennetliklerden olduğunu kesinkes söylemek, onları kötü ve yanlış şeyleri
yapmaya bir teşvik olmaz mı?" denilirse, biz deriz ki: "Hz. Peygamber
(s.a.s) birisine cennetliklerden olduğunu bildirmemiş midir. Fakat bu o
kimseleri, kötülük yapmaya bir teşvik olmamıştır. Cennetle müjdelenen o on kişi
(aşere-i mübeşşere) de böyledir. Burada da durum aynı. Allah en iyisini bilir.
İfk hadisesi burada tamamlandı.
[225]
Altıncı Hüküm,
İsti'zan (izin isteme) hakkındadır. Bu Hak Teâlâ'nin şu ayetinin ifade ettiği
husustur:
"Ey imân edenler,
kendi odalarınızdan başka odalara (evlere), sahibleriyle ünsiyet peydah
etmeden (kendinizi tanıtmadan) ve selam vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha
hayırlıdır. Olur ki iyice düşünürsünüz. Eğerorada bir kimse bulamazsanız, size
izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, "Geri dönün, gidin" denilirse,
dönüp gidin. Bu, sizin için daha temizdir. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.
Meskun olmayan ve içerisinde sizin bir metâ'ınız bulunan evlere girmenizde, size bir
vebal yok. Açıktan yaptığınızı da, gizliden yaptığınızı da Allah
bilir"
(Nûr, 27-29).
[226]
Bil ki Allah Teâlâ
iftira atma ve kazf ile ilgili hükümleri ve bunlarla ilgili diğer ahkâmı,
bırakıp ilgili bir başka hususa dönmüştür. Çünkü iftiracılar, bühtanlarına
ancak tesadüfen ortaya çıkan bir halvetten (yalnız kalıştan) ötürü imkan
bulmuşlardır. Böylece bu, halvet sanki töhmet yolunu-! bizzat kendisi
oluvermiştir. Bundan dolayı Hak Teâlâ, kişinin bir başkasının evine ancak izin
isteyip-selam vermesinden sonra gerektiğini bildirmiştir. Çünkü onun o eve bu şekilde
girmemesinde bir töhmet ir. Bunda ise saklı ve gizli kalmayacak kadar bir zarar
söz konusudur. İşte ötürü HakTeâlâ, "Ey iman edenler..."buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili şöyle soru sorulabilir:
[227]
BMncI soru:
"İsti'nâs", karşılıklı oturup, kalkma ile eide edilen, ünsiyet,
yakınlık, demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Söz dinlemek ve sohbet etmek
için de girmeyin"(Ahzto, 53) buyurmuştur. Bu ise, ancak girip selam verdikten
sonra Jeşir. Binâenaleyh evlâ olanın, selâmın "isti'nas"dan evvel
olması idi. Ama niçin, bunun aksine olmuştur?"
Buna şu birkaç açıdan
cevab veririz:
1)İbn Abbas ve Sa'ld
b. Cübeyr'den şu rivayet edilmiştir: Ayeti (izin isteyinceye) kadar şeklindedir...
Fakat bu ayeti yazan kâtibi, hatâen böyle yazmıştır." Nitekim Ubeyy b.
Ka'b (r.a)'ın mushafında şeklindedir. Selâm vermeniz sizin için, câhiliyyenin
selâmından öumûr"dan, yani evlere izin istemeden dalmanızdan daha
hayırlıdır. "Dumûrr", olma manasına gelen "dimâr"
masdanndan iştikak etmiştir. Buna göre sanki yapan kimse, işlediği o suçun
büyüklüğünden ötürü helak olmuş gibidir. Nitekim nadis-i şerifte de,
"Gözü, izin istemesinden önce içeri (izin istediği ev içine bak^n) helak
olmuştur" diye buyurulmuştur.
Bil ki İbn Abbas a
isnad edilen bu söz kabule şayan değildir. Çünkü bu, tevatüren nakledilen
Kur'ân'a ta'netmeyi ve mutevâtir olmayan kıraatlerin ise doğru olmasını
gerektirir. Bu iki kapıyı açmak ise Kur'ân'ın bütününe yönelik şüphe kapılarını
apnaktır. Bu ise yanlıştır.
2) Hasan el-Basri'den şu rivayet edilmiştir:
"Ayetin bu ifadesinde, mana •önünden bir takdim-te'hir söz konusu olup,
manası "oradakilere selam vermedikçe, «e onlarla ünsiyet peydah
etmedikçe..." şeklindedir. Bu böyledir. Çünkü selam, inayetten Öncedir.
Abdullah b. Mes'ud (r.a)'de bu ayeti,
sahiblerine
selâm vermeden ve onlardan izin istemeden..." şeklinde okumuştur. da
zayıftır. Çünkü, ayetin zahirinin hilafınadır.
3) Sözün,
olduğu gibi alınması halinde, ayette bahsedilen "isti'nâs"ın manası
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu,
"sizler izin istemek suretiyle bir ünsiyet meydana getirmedikçe..."
demektir. Çünkü onlar, izin isteyip, bir de selâm verdiler mi, oradakilerle bir
yakınlık peydah olurlar. Fakat izinsiz olarak oraya dalarlarsa, oradakileri
ürkütmüş olurlar ve onların zoruna gider.
b) "İsti'nâs" kelimesi,
"isti'lâm" (durumu sorma) ve istikşaf (izahat isteme) manasına da
tefsir edilmiştir. Çünkü bu, birisi birşeyi apaçık gördüğünde kullanılan.
deyiminden "istif'al" vezninde bir kelimedir. Buna göre ayetin
manası, "bilgi edinmeden ve içeri girmenizin istenip istenmediğini iyice
anlamadan, açıklığa Etrafı kolla, yaklaş bakalım hiç kimseyi görecek misin?"
"Etrafı yokladım, baktım, kimseyi göremedik" yani "Kendimi
tanıttım ve bilgi edinmek istedim" şeklindeki sözleri de bu manadadır.
Eğer, "Bu kelime,
ünsiyet manasına hamledildiğinde bile, önce selam olması gerekir. Çünkü rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) "Esselâmü Aleyküm, Gireyim
mi?" (Girebilir miyim)?" diye izin istermiş" denilirse, biz
deriz ki: İzin isteyen kimse çoğu kez, evde birisinin olup-olmadiğini bilemez.
Dolayısıyla onun (önce) selâm vermesinin bir manası yok. Doğruya en yakın olan,
onun isti'zanı (izin istemesiyle) önce, orada izin verecek birisinin ol up-ol
madiğini öğrenmesi, kendisine müsâde edilip içeri girdiğinde ise, onlarla yüz
yüze gelince, onlara selam vermesidir.
c) İsti'nâs
kelimesinin, orada birisini olup olmadığını öğrenmek demek olan "ins"
kelimesinden müştak olduğu da düşünülebilir. Bu işin, selamden önce olacağında
şüphe yoktur.
d)
"İsti'nas"ın, selamdan sonra
olacağını kabul etsek bile, bunların başındaki vâv, tertibi (sırayı) ifade
etmez. Binâenaleyh bu kelimenin, lafız itibarıyla (ayette), selamdan önce
zikredilmesi, yapılırken selamdan önce olmasını gerektirmez.
[228]
İkinci soru:
"İsti'zân"ın (izin istemenin) önce olmasının gerekliliğindeki hikmet
nedir?
Cevab: Bu hikmet,
HakTeâlâ'nın, "Meskun olmayan... evlere girmenizde size bir vebal
yok" ifadesiyle dikkatimizi çektiği şeydir. Böylece Cenâb-ı Hak bu şartın
dışındaki durumlarda, evlere girmemizi haram kılış sebebinin, o evlerin meskun
oluşu olduğuna işaret etmiştir. Çünkü izinsiz olarak o eve aniden giren kimse,
avret (görülmesi dinen caiz olmayan şeyler) gibi, bakılması helal olmayan,
yahut da oradakilerin, başkaları tarafından vâkıf olmasını istemedikleri
halleri aniden görmekten emin olamaz. Bu, nass ile dikkat çekilen sebebler
bâbındandır. Bir de bu, başkasının mülkünde tasarruf etmektir. Binâenaleyh
mutlaka sahibinin rızasıyla olması gerekir, aksi halde gasba benzer.
Üçüncü soru: İzin
istemenin şekli nasıldır?
Cevab: Bir adam, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den iz'n istedi ve "Girebilir miyim?" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.s) de, Rav? adındaki bir kadına
"Kalk git, şu adama (nasıl izin deneceğini) Öğret. Çünkü o, güzel
izin istenemiyor. Ona deki: "Selâmün ASeyküm, Ckebilir miyim?"
desin" dedi." O adam da bunu duyup, denildiği şekitde yaptı. Sondan
sonra Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Gir" dedi. O da içeri girdi ve
Resûlullah |t«) dan bir kaç şey sordu. Resûlullah (a.s) da cevab verdi. Derken,
"Senin bilmediğin v ilim var mı?" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s)
"Allah hiç şüphesiz bana çok hayır (ilim) verdi. Sadece Allah'ın badiği
ilimler vardır" dedi ve "O kıyametin ilmi şüphesiz Allah'ın
nezdindedir..." L^ran. M) ayetini okudu. Câhiliyyede birisi başkasının
evine girdiğinde, "Hayırlı sabahlar", "Hayırlı Akşamlar"
derdi ve çoğukez ev sahibine hanımıyla birlikte •atağında rastlardı. Allah Teâlâ
bu selamlamayı kaldırmadı, fakat daha güzelini ve if&ni öğretti. Mücâhid'in
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ayetteki "isti'nâs" ile, izin
steyenin öksürme (gibi bir ses ve hareketle) geldiğini hissettirmesi
kastedilmiştir" darken; ikrime bunun, teşbih, tekbir ve benzeri şeyler olduğunu
söylemiştir.
Dördüncü soru: İzin
istemenin sayısı ne kadardır?
Cevab: Ebu Hureyre
(r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber .s.a.s)
"İzin isteme üç defa olur. Birincisinde, içeridekiler
susmaya (sesi anlamaya) çalışırlar, ikincisinde, kendilerine (ve etrafa)
çekidüzen verirler. Üçüncüsünde de, ya izin verirler, ya vermez/er"[229]buyurmuştur.
Cündeb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resûtullah (a.s)'ın
"Sizden biri üç kere izin ister de, kendisine izin verilmezse, dönüp
gitsin "dediğini duydum.[230] Ebu
Sa'id el-Hudri'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ensara âit bir
toplantı yerinde oturuyordum. Derken bir telaş ve korku içinde Ebu Musa
geliverdi. Ona, "Seni korkutup, telaşlandıran ne?" dediğimizde o,
"Ömer kendisine gelmemi emretmiş. Ben de gittim ve (kapısında) üç kez izin
istedim. Ama bana girme izni verilmedi. Ben de döndüm. Ömer, "bana gelmeni
engelleyen ne?" dedi. Ben de, "Geldim, üç defa, (Gireyim mi?) diye
izin istedim, fakat bana izin verilmedi ("Gir denilmedi"). Hz.
Peygamber (s.a.s) "Sizden biri üç kere izin ister de kendisine izin
verilmezse, dönüp gitsin
[231]
buyurdu" dedim. Bunun üzerine o, Hz. Peygamber'in bunu söylediğine dâir ya
delil (şâhid) getirirsin aksi halde seni cezalandırırım" dedi. Übeyy (r.a)
da: "Senin yanında (şahid olarak) burada bulunanların en genci
gelsin" dedi. Ebu Sa'ld kalktı ve (gidip) buna şehâdet etti.
Bazı rivayetlerde de,
Hz. Ömer (r.a)'in, Ebu Musa el-Eş'âri (r.a)'ye şöyle dediği bildirilmiştir:
"Ben seni itham etmiyorum. Fakat insanların Hz. Peygambere iftira
etmelerinden (söylemediği şeyleri söyledi diye yalan hadis rivayet
etmelerinden) endişe duydum." Katade'nin şöyle dediği rivayet edilmişti:
"İzin isteme üç defadır:
a) İçeridekilere, geldiğini duyurma,
b) Onların hazırlanmaları,
c)
İçeridekiler ister müsâde etsinler, ister müsâde etmesinler için...'1 Bil ki
bu, güzel âdâbtandır. Çünkü birincisinde, bazı şeyler, içeride olanların bunu
tam duymasına mani olabilir. İkincisinde de, çoğu kez içeride izin vermeye mani
olacak, yahut mani olmayı gerektirecek birşey yahut da izin verip vermemeyi
denkleyen birşey olabilir. Binâenaleyh o kimseye üçüncü izin isteyişinde de
cevap verilmezse, bu izin vermeyiş ile, mevcud bir engelden ötürü kendisine
izin verilmediğini anlar. Çoğukez de bu, onun kapıya yaklaşmasının mekruh
oluşunu gerektirir. Bundan ötürü, geri dönüp gitmesi sünnettir. İşte bundan
ötürü şöyle denilmiştir: "İsti'zânda izin istemede şu üç husus vâcibtir:
Bunların hemen peş-peşe olmayıp, aksine herbiri arasında biraz vakit bulunması
gerekir. Fakat hızlıca ve görültülüce ev sahibine seslenmek haramdır. Çünkü bu,
bir sıkıntı ve ürküntü verir. Bu konuda, caydırıcı bir husus olarak,
Es'adoğutlan hadisesi ile Hak Teâlâ'nın bu konuda indirdiği, "Hücrelerin
ardından sana seslenenler (var ya), onların çoğunun akılları ermez"
(Hucurat, 4) ayeti yeter. -
Beştnci soru: İzin
isteyen kimse, kapının karşısında ne şekilde durur?
Cevab: Rivayet
olunduğuna göre, Ebu Sa'ld (r.a), yüzü kapıya dönük olduğu halde, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yanına girme izni istedi de, Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Yüzün kapıya dönük olduğu halde, izin
isteme" dedi. Yine rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
birisinin kapısına geldiğinde, yüzünü tam kapıya dönmez, kapıya sağ veya sol
(yanını) dönüp, "Es-selâmü Aleyküm" derdi. Çünkü o zamanlar, evlerin
kapısında sütreler (Örtüler) yoktu.
Altıncı soru: Ayetteki
''hattâ" kelimesi, "gaye" (son noktayı, neticeyi) ifade eder.
"Gaye" edatından sonra gelen hüküm, önce gelen hükümden başkadır. O
halde ayetteki "Kendi odalarınızdan başka odalara (evlere) sahibleriyle
alışkanlık peydah etmeden girmeyin" ifadesi, ev sahibi izin vermese bile,
izin istemeden sonra, eve girebileceği manası gelir. O halde bu husustaki
görüşünüz nedir?
Cevab: Buna
birkaç yönden cevab verebiliriz:
a) Allah
Teâlâ, izin istemeyi (isti'zan'ı) değil, isti'nası "gaye" kılmıştır.
İsti'nas ise, izin istedikten sonra, izin verilince gerçekleşir.
b) İzin
istemedeki hikmetin, insanın müsâdesi olmadan başkasının evine girmemesi, çünkü
bunun o kişiyi üzecek bir şey olduğunu, üzmemenin de ancak izin tahakkuk
ettikten sonra meydana geldiğini nastan anlayınca, o esnada izin istemenin
peşisıra izin verme gelmez ise bunun yeterli olmaması gerektiğini anlıyoruz.
c) Hak
Teâla, "Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin
"(um, 28) buyurmuş ve izinsiz girmeden sakındırmıştır. Dolayısıyla bu,
enin bu ayette bahsedilen girmenin mubah oluşuna bağlandığını gösterir.
Buna göre eğer,
"Girmek için izin verilmesi gerektiği sabit olduğuna göre, başka «•y bunun
yerini tutabilir mi?" denilirse, deriz ki:
Ebu Hureyre (r.a) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir âdâmın bir
başka adama haber-elçi göndermesi, onun bir imi sayılır. Yine Ebu Hureyre
(r.a)'dan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisi rivayet etmiştir: "Sizden
biri davet edilir ve çafrıian kimse de, kendisine gelen haberci ile gelirse, bu
onur. için bir (girme) ma sayılır"[232] Bu
hadis, şu iki hususa delâlet eder:
a) Ayetteki,
"sahibleriyle alışkanlık peydan edinceye kadar (isti'nâs'a kadar)" flKtesinden
izin kastedildiği halde, izin açıkça ifade edilmemiştir.
b) Birisini davet etmek, çağırmak; çağrılan,
kendisini çağıran (adamla) birlikte geldiğinde, bu bir izindir ve yeniden izin
istemeye muhtaç değildir, bazıları da şöyle oemisterdrr: "Örf, evlere
girmenin mubah oluşu şeklinde câridir. Binâenaleyh insan, ztr istemeye mecbur
değildir."
Yedinci soru:
Müsâdesiz olarak başkasının evine bakan kimsenin hükmü nedir?
Cevab: Şâfll (r.h)
"Onun gözü çıkarılsa, bundan dolayı ceza gerekmez" demiş . f Sehl b.
Sa'd'den rivayet edilen şu hadisi delil getirmiştir: Birisi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
odalarından birine baktı. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in o anda
elinde, başını taradığı bir demir
tarak vardı. Hz.
Peygamber (s.a.s) 'Bilseydim ki
sen bana bakıyorsun,
Tjnunla gözünü çıkarırdım.
Çünkü izin isteme, bakmadan
önce gelir''[233] buyurmuştur.
Ebu Hureyre (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Kim birisinin evine, onların izni olmaksızın bakarsa ve onlar da bundan
ötürü onun gözünü çıkanrlarsa, onun gözü heder olmuş olur (bundan dolayı ceza
gerekmez)"[234] Ebu
Bekr er-Râzî (el-Cessâs) ise şöyle demiştir: "Bu rivayet, usûl
kaidelerinin aksine varid olduğu için reddedilir (zayıf kabul edilir). Çünkü
müsâdesi olmadan r>aşkasının evine bir kimse girerse, ev sahibi de onun
gözünü çıkarırsa, ev sahibi onun gözünü tazmin eder (karşılığını öder) ve eğer
bunu kasten yapmışsa kısas, yok -■atâen yapmışsa "erş" (para
cezası, uzuv diyeti) gerekir. Eve giren kimsenin birşeyler göreceği ileri bir
takım şeylere muttali olacağı malumdur. Binâenaleyh hadisin zahiri, jzerinde
ittifak olunan şeye muhaliftir. O halde, hadis eğer sahih kabul edilirse, şu
manaya gelir: "Kim birisinin evine muttali olur, onların haremlerine ve
hanımlarına bakar, oradakiler tarafından buna mâni olunmak
istendiği halde, o bundan vazgeçmez de, bu mâni olunma esnasında gözü
çıkarılırsa, o göz "heder"dir. Fakat sadece bir bakış bulunur, ve bir
engelleme, yasaklama bulunmaz da, birisi gelip onun gözünü çıkarırsa, bu kimse
suç işlemiş olur ve buna işlediği suçun, "...cana can, göze göz..."
yaralamalar birbirine kısastır..."(Mâide.45) ayetinin zahirinden ötürü,
cezası gerekir.
Bil ki bu meselede,
"göze göz" (Mâide, 45) ayetine tutunmak yanlıştır. Çünkü gözün bunu
haketmemesi şartına bağlı olduğu hususunda ittifak etmişizdir. Çünkü göz^una
müstehak olduğunda, kısas gerekmez. Binâenaleyh sen nasıl kalkıp da bir insanın
evine (izinsiz) bakanın gözünün buna müstehak olmadığını söylersin. Bu,
meselenin daha başıdır. Cessâs'ın, "Girse veya baksa, onun gözünün
çıkarılması caiz değildir" şeklindeki sözüne karşı deriz ki: 8u iki şey
arasındaki fark ortadadır. Çünkü birisi içeri girdiğinde, oradakiler onun
yanlarına girdiğini farkedip, sakınarak, örtünürler. Fakat o (dışarıdan
habersizce) baktığında, onlar bunu bilemezler. Dolayısıyla da o, muttali
olunmaması gereken şeyleri görmüş olur. Bu sebeble şeriatça, bu mefsedet
(zarar) kapısını kapamak için, şer'an burada alabildiğine caydırıcı hükümle/e
yer verilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Netice olarak diyebiliriz ki:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisini, bu kadar ufacık bir sözle reddetmek caiz
değildir.
Sekizinci soru: Siz,
izin almanın mutlaka gerektiğini beyân ettiğinize göre, nasıl olursa olsun, bir
izin yeterli midir, yoksa belli bir izin mi gerekir?
Cevab: Ayetin zahiri
izin veren ister çocuk, ister kadın, ister köle, ister bir zimmi OİSlin, mutlak
manada bir iznin bulunmasını gerektirir. Çünkü bu izinde, bu izni verenin
sıfatı nazar-ı dikkate alınmaz. Hediye ve benzeri konularda, bu kimselerin
haberlerinin (sahiciliklerinin) kabulü de böyledir.
Dokuzuncu soru:
Kişinin, mahremlerine karşı izin istemesi de nazar-ı dikkate alınır mı?
Cevab: Evet, çünkü Ata
b. Yesâr'dan şu rivayet edilmiştir: "Bir adam, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu
soruyu yöneltti ve "kız kardeşimin yanına (evineJ girmek için de izin
isteyecek miyim?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) "Evet, onu çıplak
olarak görmeyi ister misin?" dedi."[235]
Yine birisi, Huzeyfe (r.a)'den, "Kız kardeşimin yanına girerken de izin
isteyecek miyim?" diye sorduğunda o, "Eğer böyle bir izin istemezsen,
hoşuna gitmeyecek şeyler görebilirsin" dedi. Ata da, İbn Abbas'a,
"Kız kardeşimin ve nafakaları (geçimleri) üzerimde olan kimselerin yanına
girmek için, izin talebinde bulunacak mıyım?" diye sorduğunda o:
"Evet, çünkü Allah teâlâ "Sizden olan çocuklar, bulûğ çağına ulaştığı
zaman, kendilerinden evvelkilerin izin istediği gibi izin
istesinier"(Nûr,59) buyurmuş ve ecnebi (yabancı) olan ile, mahremi
(yabancı olmayanı) birbirinden ayırmamıştır.
Bil ki mahremlerin
yanına girmek için izin istememek caiz değilse de, onların saçlarına,
göğüslerine, bacakların ve benzeri uzuvlarına bakmak caiz olduğu için, li
değildir. Bu husustaki gerçek şudur: Başkasının yanına aniden girmekten îtmek,
eğer o başkasının uzuvlarının açık bir şekilde görülmemesi için ise, buna
taşlım hanımları ve cariyeleri hariç, herkes girer. Yok eğer, o yanına
girilecek kimse, başkasının kendisine muttali olmasını istemediği bir işle
meşgul olmasından ötürü se, bunun herkes hakkında genel olması gerekir, hatta
onun müsâdesiz, olarak hanımı ve cariyesi yanına girmesi de caiz olmaz.
Onuncu soru: Yangın
veya hırsızın saldırması, yahutta kötü bir şeyin zuhur etmesi r di şeyler bir
kimsenin evinde aniden meydana gelse, yine izin talebinde bulunmak vacib midir?
Cevap: Bütün bunlar,
delil ile istisna edilen hallerdir. İzin isteme hususundaki sözümüzün tamamı
bundan ibarettir,
Selam meselesine
gelince bu, müslümanların emrolunduğu sünnetlerinclendir. Selam verilenler için
de, bir emniyet garantisi ve güvencedir. Bu cennetliklerin selamıdır; sevgi ve
muhabbet celbeder, kin ve nefretleri de yok eder. Ebu Hureyre ( r a)'dan Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah'u Teâlâ Hz.
Adem'i yaratıp ona ruhunu üfleyince, o aksırdı. Bunun üzerine Hz. Adem "el-hamdü
lillâh!" dedi ve böylece, Allah'ın müsadesiyle Allah'a hamdetmiş oldu.
Bunu müteakip Rabbi ona, "Rabbin sana merhamet etsin! Ey Adem, şu oturan
melekler topluluğuna git ve "es-Seiâmu aleyküm" de!" dedi. Hz.
Adem de bunu yapınca, tekrar yeniden Rabbine döndü. 3unun üzerine Cenâb-ı Hak,
'İşte bu, hem senin hem de zürriyetinin selamıdır'[236]
dedi." Ali İbn Ebi Talib (r.a)'dan da: Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle
dediği rivayet edilmiştir "Müslümanm müslüman üzerindeki hakkı altıdır:
karşılaştığında ona selâm verir, davet ettiğinde ona icabet eder, gaybi şeylere
iman konusunda ona nasihat eder, aksırdığmda, "Yerhamuke'l-Iâh!" der,
hastalandığında ziyaret eder ve öldüğünde cenazesinde bulunur'[237] İbn
Ömer'den de Allah'ın Resulünün şöyle
dediği rivayet edilmiştir: de, Allah'ın Resulünün şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Kininizin ve öfkenizin
kalbinizden çıkması sizi sevindirecekse, aranızda selâmı yayın"[238]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bu sizin için daha hayırlıdır" ifadesine gelince, bunun manası
açıktır. Çünkü bunun manası, "Sizin böyle yapmanız, başkasının yanına
izinsiz olarak aniden girmenizden, sizin için daha hayırlı ve daha uygun olandır"
şeklindedir. "Olur ki, iyice düşünürsünüz". Yani, "Bu terbiye
metodunu tezekkür etmeniz ve ona sımsıkı sarılmanız için'., demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Eğer orada yanı evlerde bir kimse bulamazsanız... oraya girmeyin"
buyurmuştur. Çünkü bu iki yerdeki illet aynı olup, bu da, orada başkasının
görmesinin arzu edilmediği bazı hallerin bulunabilmesidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Eğer size, "Geri dönün, gidin" denilirse, dönüp gidin...1'
buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü ev sahibi bir başkasının kendi evine girmesini
hoş karşılamadığı gibi, kapısının önünde dikilip durmasını da hoş karşılamaz.
Binâenaleyh, hiç şüphesiz ki (izin isteyen) kimseye uygun ve en temiz olan
hareket biçimi, ürkütmeyi ve sıkıntı vermeyi sona erdirmek için, çekip
gitmesidir.
Allah'u Teâlâ,
kendisinde iskân edilen evlerin hükmünü zikredince, bundan sonra meskûn olmayan
yurtların hükmünü zikrederek "Meskun olmayan ... evlere girmenizde, size
bir vebal yok" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü girmeye mani olan şey, bu
engeli ortadan kaldıracak olan içindir. Müfessirler Cenâb-ı' Hakk'ın ifadesiyle
nerelerin kastedildiği hususunda ihtilaf ederek, şu görüşleri ifade
etmişlerdir:
1) Muhammed Ibnu'l-Hanefiyye'ye göre, burası,
hanlar, aşevleri ve alışveriş yapılan dükkanlardır. Ayetteki (Meta) ise,
sıcaktan, soğuktan korunma, denk ve eşyayı korumak ve alışverişte bulunmak gibi
menfaat ve faydalardır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ebu Bekr, "Ey Allah'ın
Resulü, Allah sana izin istememiz hususunda bir ayet indirdi. Biz ise, ticaret
hususunda farkı farklıyız. Bu sebeple işte, şu şu hanlara varıp konaklıyoruz.
Şimdi, izin olmadan biz oraya giremeyecek miyiz?" deyince, işte o zaman bu
ayet nazil oldu.
2) Burası,
içinde abdest bozulan harabelerdir. Ayetteki "meta" kelimesiyle ise,
abdest bozma kastedilmiştir.
3) Buralar, çarşı pazarlarıdır.
4) Buralar,
hamamlardır. Evlâ olanı ise, bunların hepsinin, bu ayetin muhtevasına
girmesinin imkansız olmadığının söylenmesidir. Binâenaleyh, bu ayet, bütün bu
manalara hamledilebilir. Bunun illeti ise, oraların bu şekilde olması halinde,
örf açısından oralara girme izninin verilmiş olmasıdır. İşte biz de şimdi
diyoruz ki, bu gibi yerler, meskûn olmayan bir biçimde bulunur, fakat
gasbedilmiş olurlarsa, yine buralara girmek caiz değildir. Ancak, hanların
genel durumundan anlaşılan, oraların kişilerin girmesi için yapılmış
olduklarıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın "Açıktan yaptığınızı da, gizliden
yaptığımzıda Allah bilir" ifadesine gelince bu, harabelere ve boş evlere
giren, şüphe ehlini tasdik içindir.
Yedinci hüküm,
bakmasıyla ilgili hükümdür: Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmuştur: 'Mümin
erkeklere söyle: "Gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için
çok temizdir. Şüphesiz ki Allah, kullarının (ne) yapacaklarından hakkıyla
haberdardır. Mümin kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar.
Irzlarını korusunlar. Zinetlerini, açmasınlar. Bunlardan görünen hsmı müstesna.
Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapayacak surette) örsünler. Zinet
(mahallerini) kendi kocalarından, yahut kendi babalarından, yahut kocalarının
babalarından/yahut kendi oğullarından, yahut kocalarının oğullarından,
yahut kendi erkek kardeşlerinden, yahut kendi erkek kardeşlerinin
oğullarından, yahut kızkardeşlerinin oğullarından, yahut kendi taamlarından,
yahut kendi ellerindeki memlÛklerden, yahut erkeklikden yana hüyacı olmayan
(yani erkeklikten kesilmiş bulunan) hizmetçilerden, yahut henüz
kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan başkasına
göstermesinler.
Gizleyecekleri zinetleri bilinsin diye, ayaklarını da vurmasınlar. Hepiniz
Allah'a tevbe edin, ey müminler. Ta ki, korktuğunuzdan emin, umduğunuza
nail olasınız"
(Nûr, 30-31).
Bil ki Allah'u Teâlâ,
"Mümin erkeklere söyle" buyurmuş ve bu işi, müminlere etmiştir. Çünkü
mümin olmayanların, gözlerini helâl olmayandan sakındırmaları ı da, helâl
olmayandan korumaları gerekmez. Çünkü bu hükümler, İslâm'ın fürûu
gibidirler. Mü'minler, bu hükümlerle doğrudan doğruya emrolunmuşlardır.
Kâfirler ise daha önce, bu hükümlerin kendisine tâbi olduğu şey (iman) ile
emrolunmuşlardır. Yapılmaması halinde bir cezaya müstehak olma hususunda, her
ne kadar kâfirlerin durumu müminlerin durumu gibi olsa dahi, ancak ne var ki
mümin, bu tâata, herhangi ibir mukaddime olmaksızın imkan bulur, kafir ise,
buna ancak daha önce bulunması gereken bir şey (iman) ile imkan bulur ki, bu da
kafirler için mükellefiyetin gerekliliğine mani teşkil etmez.
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
erkeklere gözlerini yummayı, ırzlarım korumayı emretmiş, kadınlara da,
erkeklere emrettiği şeylerin aynısını emretmiş, kadınlarınkine hususi bir takım
kimseler hariç, zinetlerini göstermemeleri hükmünü de ilave etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Gözlerini sakınsınlar" ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç
mesele vardır.
[239]
Ekseri ulemâ, bu
ifadenin başındaki edatının,
"tebîz" için olup, kastedilen manantn, kişinin gözünü, haram
olan şeylere
kapaması ve helâl ile yetinmesinin kastedildiği kanaatindedirler. Ahfeş ise, bu
(min)'in zait olabileceğini söylemiştir ki, bunun bir benzeri de, "Sizin
O'ndan başka ilahınız yoktur" (Hûd, k>) ve "Sizden, onu koruyacak
hiç kimse de yoktur" (47) ayetleridir. Sibeveyh ise, bunu kabul
etmemiştir. Buna göre şayet, "Bu edat niçin trzı korumayı ifade eden
ifadeye rieğil de gözü kapamayı ifade eden cümleye gelmiştir?" denilirse,
biz deriz ki: Bakma işinin çok geniş olduğuna delâlet etmek için... Baksana,
kişiye mahrem olan, (dinen nikahı düşmeyen kimselerin saçlarına ve göğüslerine
bakmasında bir sakınca yoktur. (Ümmü veled olmayan) cariyeler de böyledir. Ama,
avret mahallinin durumuna gelince, bunun işi incedir. İstisnai durumlar hariç,
bakmanın mubah oluşu ile, istisna durumlar hariç, cimâ'nın yasak oluşu bu
hususta fark olarak sana yeter... Bazıları Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine,
"bakışlarını "kıssınlar" manasını vermişlerdir. Binâenaleyh göz
bakmadığı zaman o, o işten alıkonulmuş ve men edilmiş demektir. Bu manaya göre,
bu ifadenin başındaki ne zaittir, ne de
tebîz ifade eder. Tam aksine, bu edat, "gözü yummak" fiilinin
sılasıdır... Nitekim Arapça'da, "Hakkını noksan ettiğinde",
"Falancanın hakkını eksilttim" denilir.
[240]
Bil ki, avrat
mahalleri dört çeşittir: Erkeğin erkeğe karşı avreti, kadının kadına karşı
avreti, kadının erkeğe karşı avreti erkeğin kadına karşı avreti...
Erkeğin erkeğe karşı
avretine gelince, bir erkeğin diğer bir erkeğin, avret mahalli hariç, bütün
bedenine bakması caizdir. Erkeğin avret mahalli ise, göbeği ile diz kapağı
arasıdır. Göbekle diz kapaklarının bizzat kendileri avret değildir. Ebu Hanife
(r.h)'ye göreyse, avrettir. İmâm Mâlike göreyse, uyluk, avret değildir. Bunun delili,
Huzeyfe
ir.a)'dan rivayet
edilen şu hadistir: Peygamber (s.a.s/ mescidde, uyluğu açık iken, Huzeyfe'ye
rastladı da, bunun üzerine, ''uyluğunu ört, çünkü o, avrettendir
[241]
buyurdu. Ve yine Hz. Peygamber, Hz. Ali (r.a)'a "Uyluğunu açma ve, ne
ölünün ne de dirinin uyluğuna da bakma"[242]
demiştir. Binâenaleyh, eğer o kimsenin, mesela tüysüz ve parlak, çekici olması
gibi bir sebepten dolayı, yüzüne veya bedenin diğer yerlerine banmasında bir
şehvet veya bir fitne korkusu bulunuyorsa, ona bakmak helâl olmaz. Her biri,
yatağın birer tarafında olsa bile, erkeğin erkekle (aynı) yatakta yatması caiz
değildir Çünkü. EbuSaidel-Hudri, Hz. Peygamber(s.a.s)'in "Aynı yorgan aynı
battaniye altında, ne erkek erkeğe, ne de kadın kadına yaklaşabilir... (Yani,
yatamazlar)..."[243]
buyurduğunu rivayet etmiştir. Kucaklaşmak ve şefkatinden dolayı, çocuğu hariç,
yüzü tipmek mekruhtur, ama musafaha ise müstehabtır, hoştur. Çünkü, Hz. Enes
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam,
"Ey Allah'ın Resulü, koden birisi, kardeşi veya dostu ile karşılaştığında,
ona tazimle eğilir mi?.." dediğinde, Hz. Peygamber, "Hayır"
dedi. Peki o, onu kendine yapıştırıp öpebilir mi? deyince 3b. yine
"Hayır" cevabını verdi. "Peki, onun elinden tutup onunla
musafahada Duonabilir mi?" deyince de, "Evet" buyurdu.
Kadının kadına karşı
avreti ise, tıpkı erkeğin erkeğe karşı olan avreti gibidir, ıaleyh, göbeği ile
diz kapağı arası hariç, bir kadın diğer bir kadının bütün bir tine bakabilir.
Ama, fitne endişesi güdülürse, caiz değildir. Kadının kadınla yatması da caiz
değildir. Zimmi bir kadının müslüman bir kadının bedenine bakması midir? Bunun,
tıpkı bir müslüman kadının diğer bir müslüman kadının, (istisna yerler hariç)
bedenine' bakmasının caiz olması gibi, caiz olduğu ileri ıüşse de, din ayrılığı
söz konusu olduğu için, doğru olan bakmasının caiz ıasıdır. Çünkü Allah'u
Teâlâ, "yahut kendi kadınlarından..." buyurmuştur, ıi olan kadın ise,
bizim kadınlarımızdan değildir.
Kadının erkeğe karşı
avretine gelince, bu durumda bakılır, kadın ya yabancı veya îm (nikah düşmeyen)
birisi ya da kendisinden yararlanılan cariyedir... Eğer, yabancı olursa bu
durumda bu kadın ya hürdür, ya da cariyedir. Eğer hür olursa, cadının bedeninin
tamamı avrettir. O erkeğin, bu kadının yüzü ve elleri hariç, ;\ bir yerine
bakması caiz değildir. (Bu iki yerin müstesna tutulması da), kadının »içverişte
yüzünü açma; bir şeyi alıp ya da vermek için de, elini çıkarma ihtiyacını
»•eMtiğindendir. "el-keffu" sözüyle biz, elin bileklere kadar olan
kısmını, hem i#ni feejH de üstünü kastediyoruz. Elin üstünün, avret sayıldığı
da ileri sürülmüştür.
Bil ki biz, o kadının
bedeninden bakılması caiz olmayan yeri ile, el ve yüz gibi, i» ması caiz olan
yerlerini zikrettik. Ama bu iki hükmün de istisnaları vardır.
Kadının, yüzüne ve
etlerine bakmanın caiz olması sözüne gelince, bil ki bu da, üç kısma ayrılır:
a) Zira, bu
bakmada ne herhangi bir maksat ve gaye vardır, ne de fitne.
b) Bu bakışta, bir maksat söz konusu olmadığı
halde, fitne söz konusudur.
c) Bu bakışta, hem bir maksat bulunur, hem de
fitne söz konusudur.
Birinci ktsma gelince,
bil ki herhangi bir maksat olmaksızın yabancı bir kadının yüzüne bakmaya
kastetmesi caiz değildir. Eğer onun gözü o kadına ansızın takılmışsa, bakmışsa
Cenâb-ı Hakk'ın, "Mümin
erkeklere söyle; "gözlerini sakınsınlar..."
ifadesinden dolayı, gözünü yumar. Fitneye sebebiyyet vermeyecekse, tek bir defa
bakmanın caiz olduğu ileri sürülmüştür ki, bu hüküm Ebu Hanife (r.h)'a aittir.
Kişinin, Cenâb-ı Hakk'ın "Çünkü kulak, göz, kalb: Bunların her biri bundan
mesuldür" (isrâ, 36) ayetinden dolayı, tekrar bakması caiz değildir. Bir de Peygamber (s.a.s) "Ey Ali,
ardarda, peşpeşe bakma. Haydi diyelim, birincisi senin hakhn olsun, ama diğeri
senin hakkın değildir"[244]
buyurmuştu. Cabir (r.a)'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın
Resulüne ansızın bakmanın hükmünü sordumda, bana gözümü çevirmemi, bakmamamı
emretti. Bir de, genelde ilk bakıştan kurtulmak mümkün değildir; binâenaleyh
ister kasten isterse kasıt olmaksızın bakılsın, bu bakış ahledilmiştir.
Kendisinde bir maksad
bulunup bir fitnenin bulunmadığı ikinci kısma gelince, bu da şunlardır:
a) Bir kimse
bir kadınla evlenmek istediğinde, yüzüne ve ellerine bakar. Ebu Hureyre (r.a)
şunu rivayet etmiştir: Birisi, bir ensarlı kadınla evlenmek istedi de, Allah'ın
Resulü ona, "Ona bak, çünkü ensarlilann güzlerinde bir kusur vardır"
buyurdu. Yine Hz. Peygamber (s.a.s) "Sizden birisi bir kadına evlenme
teklifinde bulunmak istediğinde, ona sırf evlenmek niyetiyle bakarsa, ona
bakmasında bir beis, sakınca yoktur"[245]
buyurmuştur. Muğire İbn Şu'be de şöyle demiştir: Bir kadına talip oldum, bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Ona baktın mı?" deyince, ben de
"Hayır" dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Bak, çünkü bu bakış
aranızda (evlendikten sonra) katık olmaya lâyıktır. (Evlendiğinde, hanımın
güzelini almışsan, yüzüne baktıkça doyarsın)"[246]
buyurdu. Bütün bunlar, kişinin maksadı, onunla evlenmek olduğu müddetçe, o
kadının yüzüne ve ellerine şehvetle (istekli ve arzulu olarak) bakabileceğine
delâlet ederiz. Bunun böyle olduğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bundan sonra
kadınla,'! (alman) ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen, güzellikleri
hoşuna gitse de, sana helâl olmaz" (Ahzât>, 52) ayeti de delâlet eder.
Onun güze'liği ona ancak, onların yüıünü görürse, hayranlık verir...
b)Bir kimse,
bir cariye satın alsa, o kimsenin o cariyenin avret olmayan kısımlarına takması
caizdir.
c)Alışveriş
yaparken, ihtiyaç anında, kim olduğunu ortaya koyabilmesi için, o taftnm yüzüne
dikkatlice bakması caizdir.
d)
Şehâdetini üstleneceği zaman, o kadına bakabilir. Ama onun yüzünden başka mrne
de bakamaz. Çünkü şehâdet konusundaki bilgi, bu yolla elde edilir.
O kadına şehvetlice
bakması demek olan üçüncü kısma gelince, bu yasaktır. Hz. F^gamber (s.a.s)
çünkü Oüjî "Gözler de zina ederler"[247]buyurmuştur.
Cabir (r.a)'dan Hz. Peygamber (s.a.s)'e ansızın bakmanın hükmünü sordum da
bana çevirmemi emretti, dediği rivayet
edilmiştir. Tevrat'ta şöyle yazıldığı ileri ıüştür, (Harama) bakmak, kalbe
şehvet tohumunu düşürür, çoğu şehvet ise, bir hüznü ve kederi doğurur...
Yabancı bir erkeğin,
yabancı bir kadının bedenine bakmasının caiz olmaması -,5-suna gelince, ulemâ,
bu husustan şu maddeleri istisna etmişlerdir.
1)
Sünnetçinin tıpkı, sünnet ettiği kimsenin avret mahalline bakmasının caiz
olması r D*, güvenilir bir doktorun da müdahelede bulunması için kadına bakması
caizdir. Çjnkü bu nokta, zaruret noktasıdır...
2) Zina
hususunda şehâdeti üstlenmek ilcin, zina eden tarafların avret mahallerine
takmaya kastetmesi caizdir. Yine bu kimsenin, doğum şehâdeti ile emzirmeye dair
şahadeti üstlenebilmesi için, kadının tercine ve memelerine bakması caizdir.
Ebu Satd el-fstahvî ise şöyle demiştir: "Erkeğin, bu yerlere bu
maksatlarla bakması caiz aeğildjr. Çünkü, bir kere zinanın saklı tutulması,
ifşa edilmemesi teşvik edilmiştir. Doğum ve süt emzirme meselesinde ise,
kadınların şehâdeti makbuldür. Binâenaleyh, şehâdette bulunmak için, erkeklerin
bakmasına hacet yoktur..."
3) Şayet bir
kadın, boğulmaya yanmaya maruz kalmışsa, onu ordan kurtarmak için, erkeğin onun
bedenine bakması caizdir.
O yabancı kadının
cariye olması halinde, bazıları onun avret mahallinin göbeği ve diz kapakları
arası olduğunu söylerlerken diğer bazıları onun avret mahallinin sinden ve
zanaatından dolayı ortaya çıkmayan kısımları olduğunu söylemişlerdir.
Binâenaleyh, bundan o kadının başı, kolları (diz kapağına kadar olan)
baldırları, göğsü, ooğaz... istisna tutulmuştur. Dolayısıyla bunlar, avret
mahalli sayılmazlar. Onun sırtı ve karnı ve (dirsek omuz arasındaki) kısma
gelince, buralar hakkında, yukarda bahsedilen İhtilâf söz konusudur.
Binâenaleyh, ne o erkeğin o kadını; ne de o kadının o erkeği, ne kan almadan ne
de sürme vb. şeyleri yapmaktan dolayı tutması caiz değildir. Çünkü, tutmak
bakmadan daha kuvvetlidir. Bunun delili şudur: Tutmadan ve dokunmadan dolayı
gelen meni, orucu bozduğu halde, bakmadan dolayı gelen meni orucu
bozmaz. Ebu Hanife (r.h) ise şöyle demiştir: "Erkeğin cariyenin bakması
helâl olan kısımlarına dokunması caizdir."
Bu kadın eğer, o
erkeğin sülâle cihetinden süt emme cihetinden ya da evlenme cihetinden bir
mahremi ise, o kadının o erkeğe karşı avret mahalli, tıpkı erkeğin avreti gibi,
göbeği ile diz kapağı arasıdır. Diğerleri ise, o kadının avret mahallinin,
ancak iş esnasında, görülmeyecek kısımları olduğunu söylemişlerdir ki, bu da
Ebu Hanife (r.h)'ın görüşüdür. Diğer tafsilata gelince, bu mufassal açıklama,
bu ayetin tefsirinde gelecektir.
O kadının, tıpkı
kişinin hanımı ve kendisinden istifâde etmesi helâl olan cariyesi gibi,
"müstemte'a" (yani kendisinden yararlanılan kadın) olması haline
gelince, o erkeğin bu kimselerin bedenin tamamına hatta avret mahalline bakması
caizdir. Ancak ne var ki erkeğin, hem kadının avret mahalline, hem de
kendisinin avret mahalline bakması mekruhtur. Çünkü bunun, körlüğe sebebiyet
verdiği rivayet edilmiştir. Erkeğin, hanımının fercine bakmasının caiz olmadığı
da söylenmiştir. Bu konuda bahsedilen cariyenin mücerret, vasıfsız köle veya
"müdebber" veya "ümmü veled" veyahutta merhûne olması
arasında bir fark bulunmamaktadır. Binâenaleyh, eğer bu cariye mecusî veya
mürted, yahut putperest ya da müşterek, yahut evli veyahutta mûkâtebeli olursa,
bu tıpkı yabancı kadının hükmünü alır. Amr İbn Şuayb'ın babasından, onun da
dedesinden, dedesinin de Hz. Peygamber'den rivayetine göre, Hz, Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sizden bitiniz, cariyesini kölesiyle veya
işçisiyle evlendirdiğinde, artık onun daha göbeği ile diz kapağı arasındaki
kısımlarına bakamaz..."
Erkeğin kadına karşı
avret mahallerine gelince, burada düşünmek lazım. Eğer o erkek o kadın için bir
yabancı ise, o erkeğin o kadına karşı avret mahalli, göbeği ile diz kapağı
arasıdır. Tıpkı, kadının erkeğe karşı avret mahallerinin neresi olduğu meselesi
gibi, yüzü ve elleri hariç, erkeğin bütün bedenin avret mahalli olduğu da ileri
sürülmüştür. Ama, birincisi daha doğrudur. Erkek için kadın, böyle değildir.
Çünkü, erkek karşısında kadının bedeni avrettir. Bunun delili ise, kadının
namazını, bedeni açık olarak kılmasının sahîh olmayışıdır. Ama erkeğin bedeni,
böyle değildir. Fitne endişesi duyulduğunda, erkeğin kadının yüzüne kasten
bakması ve bakışların, tekrarlaması caiz değildir. Çünkü Ümmü Seleme'den şu
rivayet edilmiştir: "Hem Ümmü Seleme hem de Meymûne, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yanında oldukları bir sırada, İbn ümmi Mektûm çıka gelmiş ve derken,
onların yanına girmiş... Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Hışt, siz
ikiniz, ondan ötürü örtünün" buyurmuş. Bunun üzerine Ün.nü Seleme,
"Ey Allah'ın Resulü, o bir amâ değil midir? Bizi görmüyor k?' der. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "siz ikiniz kör müsünüz ki! Sizler onu
görmüyormusunuz?.."[248]buyurun.
Eğer bu erkek o
kadının mahremi ise, bu erkeğin o kadına karşı avret mahalli, göbeği ile diz
kapağı arasıdır. Yok eğer, bu erkek, o kadının kocası yahutta onunla cinsi
münasebette bulunması helâl olan efendisi ise, o zaman o kadının, erkeğin
bedeninin tamamına bakması caizdir. Ancak ne var ki, tıpkı erkeğin hanımı
karşısındaki durumu gibi, onun avret mahalline (zekerine) bakması mekruhtur.
Erkeğin, ıssız bir yarde çıplak olarak oturması caiz değildir. Onun, avret
mahallini örtmesi gerekir. Çürttü rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'e bu
mesele sorulmuş, o da "Allah kendisinden utanılmaya daha
müstehaktır."[249]cevabını
ermiştir. Yine rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) "Aman ha,
çıplak durmaktan sakının, çzrJtü tuvalette bulunmanız ve kişinin hammıyla cinsi
münasebette bulunması dorumu hariç, sizinle beraber, sizden hiç ayrılmayan
kimseler (melekler, cinler...) vardır.[250]
buyurmuştur. Allah en iyisini bilendir.
[251]
Şiblî'ye Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin ÜÇÜNCÜ MESELE tefsiri sorulmuş da, o da bunun üzerine
"Baş gözlerini haramlardan; gönül gözlerini de Masivâllah (Allah'ın
^nda kalan her şey)den çevirmektir" cevabını vermiştir...
Hak Teâlâ'nın
"İrzlarını korusunlar" ifadesi "helâl olmayan- korusunlar"
manası kastedilmiştir. EbuVAliye'nin "Nûr sûresindekiler Kur'ân'da geçen bütün
ve şeklindeki
ifadeler"zinâdan korunsunlar" manasınadır. Ama Nûr sûresindekilerin t
ise, "onlara yani avret mahallerine hiç kimse bakmasın" şeklindedir"
demiştir. bu görüş zayıftır. Çünkü bu, delil olmaksızın ayeti tahsisdir.
Zahirin gerektirdiği ise, o kimsenin zina dokunma ve bakma gibi Allah'ın haram
kıldığı herşeyden sini muhafaza etmesidir. Bir de eğer bununla, sırf bakma
yasağı kastedilmiş ae. dokunmak ve cinsi münasebette bulunmak, haydi haydi
kastedilmiştir. Çünkü bu kişi, bakmadan daha ileridir. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı
Hak, bakma hususunda -ass (ayet) indirmiş ise, bu hitabın içinde, cinsi
münasebet ve dokunma yasağını gerektiren şey de vardır. Bu tıpkı
"Ana-babana "öf bile deme... "(iBrâ. 23) ayetinin, bunun
ilerisinde olan sövme ve dövme gibi şeylerin yasakltğını göstermesi gibidir.
Hak Teâlâ'nın "Bu
kendileri için çok temizdir" ifadesi "Bu hususa, smstkı sarılıp
riayet etmeleri, onlar için daha temiz, daha iffetli olandır. Çünkü bu
kişilerin sayesinde tezkiye olundukları, medhû senaya müstehak oldukları
şeylerdendir" demektir. Şöyle de denebilir: "Allah Teâlâ, işte bu
sayede mü'minleri lezkiye etmek istediği için, bu hitabı sadece mü'minlere yöneltmiştir.
O halde bu ttfiriere lâyık değildir.
Ayetteki "Mümin
kadınlara da söyle, gözlerini (haramdan) sakınsınlar, ırzlarını
korusunlar" ifadesi hakkındaki söz, daha önce geçtiği üzeredir. Buna göre
eğer, "Gözleri yumma (sakınma), niçin ırzları korumadan önce
zikredilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bakmak, zinanın habercisi, ve
fısk-u fücurun öncüsüdür. Bu husustaki belvâ-i umûmi, daha fazladır.
Dolayısıyla, neredeyse bundan korunulamaz.
Ayetteki
"Zinetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısım müstesna..."
ifadesine gelince, bu, genelde kadınlara ait hükümlerdendir. Biz, bunun genelde
böyle olduğunu söyledik, zira kendisinde bir fitne bulunduğu için, erkeklerin
de takı, elbise ve şâire gibi zinetlerini yabancı kadınlara göstermeleri
haramdır. Burada bir kaç mesele vardır:
[252]
Müfessirler ayetteki
"zinetlerini" ifadesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bil ki
"zinet" sözü, Allah'ın yarattığı güzel
şeyler manasına
geldiği gibi, insanın elbise, takı ve şâire şeyler gibi, süslenip bezendiği şeyler
manasına da gelir. Bazıları zinet sözünün, yaratılıştan olan güzelliklere
kullanılmasını yadırgayarak, "Yaratılıştan (hılkî) olanlar için, neredeyse
hiç, "Bu, onun zinnetidir" ifadesi kullanılmaz. Bu ancak, kadının,
sürme, boya ve şâire gibi, sonradan yaptığı (süslere) denilir"
demişlerdir.
Doğruya en yakın olan
görüşün ise, hılkî (yaratılıştan) olanların da "zinet" sözüne dâhil
olmalarıdır. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet eder:
a) Pek çok
kadın, hılkî (yaratıştan) olan vasıfları bakımından, zinet sayılan diğer
şeylerden ayrılırlar. Binâenaleyh bu kelimeyi,
"hılkî" olan güzellikler için de kullanırsak, umûmi olan bu
kelimenin hakkını tastamam vermiş oluruz. Hılkî olanların dışındakilerin de bu
ifadenin içine dâhil olmasına bir mâni yoktur.
b) Ayetteki,
"Başörtülerini yakalarının üstüne örtsünler" ifadesi,
"zinet" sözünün hem hılkî olanları, hem diğer süsleri (güzellikleri)
içine aldığına delâlet eder. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, başörtüleri ile bu gibi
yerlerini örtmelerini farz kılmak suretiyle, kadınların hilkaten güzel olan
yerlerini göstermekten menetmiştir.
"Zinet"
kelimesinin, hılkî olanlar dışındaki süs ve güzellikleri için kullanıldığını
söyleyenler de, bunu şu üç manaya hasretmişlerdir:
1) Sürme ve
kaşları boyama, yanaklara allık vurma, el ve ayakları kınalama gibi boyalardır.
2) Yüzük,
bilezik, halhal, pazubend, gerdanlık, taç, kemer ve küpe gibi takılar.
3)
Elbiseler... Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ey Âdem oğulları, her mescide gidişinizde
zinetlerinizi alın (takının,
giyin)" (A'raf. 31) buyurarak, bu "zinet" ile elbiseleri
kastetmiştir.
[253]
Âlimler Hak Teâlâ'nın
''Bunlardan görünen kısmı müstesna" ifadesi ile neyin kastedildiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir: Ayette bahsedilen "zineti",
yaratılıştan olan güzellik ve süs manasına alanlardan Kaffal şöyle der:
"Ayetin manası, "insanın, t'-rürlükte olan adete göre,
gösterebildikleri şeyler müstesna" şeklindedir ki bunlar da. kadınlarda el
ve yüzler; erkeklerde de yüz, eller ve ayaklar gibi, bedenin uç -zuvlandır. Binâenaleyh
insanlar, zarureten açılması gerekmeyen yerlerini örtmekle emrolunmuşlardır.
Fakat insanlara, açık olması örfî (alışılmış) olan ve zarureten aç iması
gereken yerler hususunda ruhsat verilmiştir. Çünkü İslâm şeriatı, haniftir,
oiaydır ve müsamahakârdır. Yüzün ve ellerin açılması ve zaruret gibi olunca,
alimler Ou iki yerin (kadın için) avret sayılmadığı hususunda ittifak
etmişlerdir. Fakat ayakların açık olması zarurî değildir. Binâenaleyh hiç
şüphesiz alimler, ayakların "avret" olup olmaması hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu hususta iki izah vardır: Doğru olan, ayaklar : tıpkı ayakların
üstü gibi avrettir. Kadının sesi hususunda da iki izah yapılmıştır: En doğru
olanına göre, ses "avret" değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in
tanımları, hadisleri erkeklere rivayet ediyorlardı.
Ayette bahsedilen
"zinet" sözünü, hılkî (yaratıştan) olan güzellikler dışındaki süsler
manasına alanlar da şöyle demişlerdir: Hak Teâlâ zinetten bahsetmiştir. Çünkü o
z netlerin, kadının üzerinde takılı olmadıkları sürece, onlara bakmanın helâl
olduğu hususunda şüphe yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, o zinetlere bakmayı,
onların kadının üzerinde olması şartına bağlı olarak haram kıldığına göre bu,
kadınların uzuvlarına bakmanın haram oluşunu göstermede, te'kidli bir ifade
olmuş olur. (Yani bu, o uzuvları bîr tarafa, onlarda takılı olan zinetlere bile
bakmayın demektir.) Bu görüşe göre, kadının yüzündeki dövme, allık, bedenin
diğer yerlerindeki boya ve yüzük ;ıbi zinetlere bakmak helâldir. Elbise de
böyledir. Bunlara bakmanın caiz oluşunun sebebi, kadının onları örtmede zorluk
çekmesidir. Çünkü kadın mutlaka elleriyle d nakım şeyleri alıp-verme
durumundadır. Şâhidlik yapmak, davalaşmak ve evlilik gibi konularda da yüzünü
açması gerekmektedir.
[254]
Âlimler, ayetteki
"ZinetJerini açmasınlar. Bunlardan görünen kısmı müstesna..."
ifadesinin, cariyelerle değil de sadece hür kadınlarla ilgili olduğunda ittifak
etmişlerdir ki bu açıktır. Çünkü câriye, sanki bir maldır. Alınıp-satılması
hususunda, tedbirli davranmak gerekir. Bu ise, ona iyice dikkatlice bakmakla
olur. Ama hür kadınlar böyte değiller...
Hak Teâlâ'nın
"Başörtüleriniyakaiannm üstüne örtsünler" fadesindeki,
"humur" kelimesinin müfredi, "himâr" olup,
"başörtüsü" demektir. Müfessirler şöyle demişlerdir: "Câhiliyye
kadınları, başörtülerini, arkadan bağlarlardı. Yakaları (elbiselerinin açılan
kısımları) önde idi. Bundan dolayı onların boğazları, gerdanları ve döşleri
açık oluyordu. Böylece onlar, boyunlarını, boğazlarını buraları kuşatan
saçları, kulak ve gerdandaki takılar gibi zinetlerini ve bunların takıldıkları yerleri
örtsünler diye, başörtülerinin uçlarını yakaları üzerine salıvermekle em rol
undular. Ayette "örtme" manasında "darb" (vurma)
kelimesinin kullanılması, başörtüsünün uçlarını buralara salıverip buraları
iyice örtme manası kastedilmesi içindir. Ayetteki bâ harf-i cerh,
"ilsâk" içindir: Hz. Âişe (r.ah)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Ensar kadınlarından daha hayırlı olanını görmedim. Bu ayet nazil olunca,
tascv karvdl çac^atma koştu ve onu alıp, onunla tepeden tırnağa büründü ve
sanki başlan üzerinde kargalar varmış gibi oluverdtler."[255]Ayetteki
"cuyüb" kelimesi, yâ harfinden ötürü, cimin kesresi ile de
okunmuştur, "buyût" kelimesi de, bu şekilde okunmuştur.
Hak Teâİâ'nın,
"Zinetlerini göstermesinler ifadesine gelince, bil ki Hak Teâlâ, daha önce
mutlak manadaki zinetten bahsedince, burada da, o kadınları yabancılara
göstermekten nehyettiği gizli zinetlerden bahsetmiş ve bu gizli zinetlerin,
bütün herkesten saklanılması gerektiğini beyan buyurmuştur. Sonra şu on iki kısım
insanı, bundan müstesna tutmuştur:
1) O kadınların kocaları,
2)
Babalan... Bu herne kadar gerek kadın gerek koca tarafından, babaların babaları
ve dedeleri, annelerin babaları ve dedeleri gibi yukarı doğru bütün babaları da
içine alır.
3) Kocalarının babaları...
4-5)
Oğulları ve kocalarının oğulları... Buna, mesela oğulların oğulları, kızları
oğulları gibi, kadın ve koca tarafından aşağı doğru olan bütün çocuklar ve
torunlar dahildir.
6) İster baba bir, ister ana bir, ister ana-baba
bir olsun, kadının kardeşleri...
7) Kardeşlerinin oğulları,
8) Kız
kardeşlerinin oğulları... Bütün bunların hepsi, kadına mahremdir (onunla
nikahlanamaz). Burada şöyle bir kaç soru var:
Birinci soru: Mü'mine
iken insanın mahremi olan kadın hakkında erkeğe helâl olmayan şeyler cariye
veya kâfire olduğunda, ona helâl olur mu?
Cevab: Kişi, mahremi
olan bir kadına cariyesi olarak mâlik olduğunda, şehvet nazarıyla değil de,
aksine bu husustaki insanlar arasındaki ihtilaftan ötürü, mülk olarak elde
edilen o kadının üstünlük ve meziyetlerini anlamak için, onun karnına ve
sırtına bakabilir.
İkinci soru: Amca ve
dayının durumu nedir?
Cevab: Açık olan
görüşe göre, bunların bakmalarının caiz oluşu hususunda, bunlar da diğer
mahremler gibidir. Bu, Hasan el-Basri'nin görüşüdür. Hasan el-Basrt şöyle
demiştir: "Çünkü ayette, "süt emme ile meydana gelen mahremlik
zıkrediimemiştir. Halbuki bu da, tıpkı neseb bakımır.Jan olan mahremlik
gibidir. Ahzâb sûresinde ise, Cenâb-ı Hak, "Onla, için ne babaları, ne
oğullan ... hakkında bir veba! yoktur" [Ahzâb. 55) buyurmuş ve Nûr
sûresinde bahsedildikleri halde, burada kocalardan ve kocalarının oğullarından
bahsetmemiştir. Çünkü bazan, hepsine dikkat çekmek için, bir topluluğun bir
kısmı zikredilebilir. Şa'bi de şöyle der: "Allah Teâlâ, arcayı oğlu ile birlikte
yine dayıyı da oğlu ile birlikte vasfetmemek, aynı katagoriye sokmamak için
amca ile dayıyı burada zikretmemiştir. Bu, "Diğer akrabalar, mahremiyyet
hususunda kadının babası ve oğlu gibidir. Fakat amca iledayı ve oğulları rcyie
değil. (Çünkü amca ile dayı mahrem olduğu halde oğulları namahremdir).
finAenaleyh kadını, dayı ve amca oğlunun babası gördüğünde çoğu kez, oğluna onu
anlatabilir. Oğlu da o kadına mahrem değil. Dolayısıyla oğlu, o kadını görüp
antetmastyla onu
tahayyül edebilir. Bu ise, kadınların tessettüre ne denlü önem «örmeleri
gerektiğine delâlet eden beliğ ifadelerdendir.
Üçüncü soru: Ayette
bahsedilenlerin, kadının zinetlerine Lokmalarının mubah ♦caiz) oluş
sebebi nedir?
Cevab: Çünkü sayılan
bu kimseler, o kadınlarla haşır-neşir, içli-dışlı olmak mecburiyetinde
olanlardır. Bir de bunlar tarafından, bir fitne meydana gelmesi enderdir.
Kişilerin karakterlerinde, yabancılarla oturup-kalkmadan ötürü memnun çımama
duygusu vardır. Kadın da, yolculuklarında, inip binmelerinde mahremi olan erkeklerin
yardımına ve beraberliğine muhtaçtırlar.
9) ''Kendi kadınları" Bu ifade hususunda da
şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bununla, kadınların kendi dinlerinde olan
diğer kadınlar kastedilmiştir. Bu, ekseri selef âlimlerinin görüşüdür. İbn
Abbas (r.a) şöyle der: "Müslüman bir kadın, z Tim? kadınlar arasında
soyunamaz. Kâfir bir kadına da, kendisinin cariyesi olması :^*umu hâriç, ancak
yabancı erkeklerce görülebilecek yerlerini gösterebilir. Çünkü Hak Teâlâ,
"...ellerindeki memlûkelerden (cariyelerden) başkasına gösteremez"
Duyurmuştur. Hz. Ömer {r.a), Ebu Ubeyde (r.a)'ye. "Ehl-i kitabın
kadınlarının, mü'min kadınların girdiği hamamlara girmelerini
yasaklamasını" yazmıştır.
b) Bu ifade
ile, bütün kadınlar kastedilmiştir. Bizim mezhebimiz de budur. Selefin görüşü
ise, müstehab ve evlâ olana hamledilmiştir.
10)
"Ellerindeki memlûkeler..." Bu ifadenin zahiri, köleyi ve cariyeyi
içine alır. Âlimler, ihtilaf etmişler ve kimisi ayeti bu zahiri manasına alıp,
"Bu kadınların, ancak mahremlerine gösterebilecekleri zinet yerlerini,
kölelerine de gösterebileceklerini iddia etmişlerdir ki bu, Hz. Âİşe (r.ah) ile
Ümmü seleme (r.ah)'den rivayet edilmiştir. Bu görüşte olanlar, hem bu ayetle
istidlal etmişlerdir ki bunun nasıl olduğu açıktır, hem de Hz. Enes (r.a)'den rivayet
edilen şu haberle istidlal etmişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Fatma
(r.ah)'ya: "Ona hibe ettiği bir köleyi getirdi. O sırada, Hz. Fatma'nın
.zerinde bir elbise vardı. O onunla başınt örtse, ayakları açık kalıyor;
ayaklarını örtse naşı açık kalıyordu. Hz. Peygamber (s.a.s), onun halini
görünce "Bunda, senin için bir beis yok. Çünkü o (yaşlı olduğu için sanki)
baban gibidir ve kölendir" buyurdu.
Mücâhidin de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Mü'minlerin anneleri (Peygamber (s.a.s)'in
hanımları), mükateb kölelerinde alacakları olduğu sürece, onların yanında
örtünmezlerdi."[256] Hz.
Âişe (r.ah)'in, kölesi Zekvân'a, "Sen, beni kabre koyup, kabirden çıktığın
an hürsün" dediği rivayet edilmiştir. Yine Hz. Âişe (r.ah)'nin, taranırken
kölesinin kendisine baktığı (yanında olduğu) rivayet edilmiştir.
İbn Mes'ûd, Mücâhid,
Hasan el-Basrî, İbn Sirîn ve Sa'id b. Müseyyeb (r.ahm) de, kölenin
sahibesi otan kadının saçlarına bakamayacağını söylemişlerdir. Bu, aynı zamanda
Ebu Hanlfe (r.a)'nin görüşüdür. Onlar bu hususta şöyle istidlalde
bulunmuşlardır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s) "Allah'a ve ahiret gününe inanmış bir kadının, yanında
mahremi olmaksızın, üç günlük bir yolculuğa çıkması helal değildir'"
[257] buyurmuştur. Köle, kadının mahremi değildir.
Binâenaleyh onunla yolculuk etmesi caiz değildir. Kölenin, o kadınla yolculuk
etmesi caiz olmadığına göre, tıpkı yabancı hür bir erkek gibi, sahibesinin
saçlarına da bakamaz.
2) O kadının
köleyi mülk edinmesi, mülk edilmezden önce köleye haram olan şeyleri, helal
kılmaz. Çünkü kadınların erkekleri mülk edinmesi, erkeklerin kadınları mülk
edinmesi gibi değildir. Zira alimler, erkeğin cariyesinden istifade ettiği
gibi, kadının da kölesinden istifade etmesinin
mubah olmadığı hususunda ihtilaf
etmemişlerdir.
3) Kölenin,
her ne kadar sahibesiyle evlenmesi caiz değilse de, bu haramlık (caiz olmayış),
tıpkı dört hanımı olan kimseye olduğu gibi, geçicidir. Binâenaleyh bu haramlık
ebedi olmadığına göre, köle tıpkı diğer yabancı erkekler gibi olmuş olur. Bu
sabit olunca da ayetteki, "Ellerindeki memlûkelerinden" İfadesi ile
cariyelerin kastedilmiş olduğu ortaya çıkmış olur. Buna göre eğer,
"cariyeler, ayatteki "yahut kendi
kadınlarından" ifadesine dahildirler. Binâenaleyh
bu şekilde tekrar zikredilmelerinin faydası
nedir?" denilirse, deriz ki: Zahir olan odur ki hem "kendi
kadınları" ifadesiyle, hem de "ellerindeki memlûkeler" ifadesi,
ite hür ve câriye kadınlardan, o kadınlara arkadaş olanlar kastedilmiştir. Bunu
şöyle izah edebiliriz: Hak Teâlâ önce, erkeklerin durumunu, "Zinetlerini
kocalarından ... başkasına göstermesinler" buyurarak zikretmiştir. Birisi
erkekler, ya kadının mahremi ya namahremi oldukları için bu hüküm onlara tahsis
edilmiştir sanabilir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, daha sonra bu mübahlığın sırf
hür kadınlara mahsus olduğu sanılmasın diye,
"kadınları" ifadesine dâhil olduğu kabul edilen
cariyelere, "ellerindeki
memlûkeler" ifadesini atfetti. Çünkü ayetteki, "yahut kendi
kadınları" ifadesinin zahiri, cariyeler manasına değil, hür kadınlar
manasınadır. Bu tıpkı, "erkeklerinizden iki şâhid"(Bakara. 262)
ifadesinin, erkeklerin bize nisbet edilmiş olmalarından ötürü, hür manasına
olması gibidir. Binâenaleyh bu ayetteki, "kendi kadınları" ifadesi
kadınları içine alır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunlar üzerine cariyeleri
atfedip, tıpkı hür kadınlara mubah olan şeylerin mubah olduğunu bildirdi.
11)
"Erkeklikden yana ihtiyacı olmayan hizmetçiler" Bu ifade ile ilgili
birkaç vardır:
[258]
Bunların, yemeklerin
artıklarını yemek için, insanların arkalarında dolaşan, kadınlara ihtiyacı
(şehevi hissi) olmayan kimseler olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü bunlar, nedir
bitmeyecek derecede ahmaktırlar. Yahut bunlar sâlih, ;aşlı kimselerdir. bunlar
da, kadınlarla birlikte olduklarında gözlerini yumarlar. [adım edilmiş, kudreti
kalmamış kimselerin ve benzerlerinin çımaya kudretleri olmasa bile bazan cima
dışında kadından diğer bakımlardan faydalanma kudretleri vardır. Onların Jan
diğer hususlarda faydalanabilir olmaları, ayetin bu ifadesi ile kendilerinin
ıesine mânidir. Binâenaleyh ayet ile, ya şehvet yoksulluğundan, yahut kadın
bilmeme sebebinden, yahut da fakirlik ve miskinlikten ötürü, cima dışında da
ılardan istifade etme güç ve kudretleri bulunmayanların kastedilmiş olması dr.
Alimler, işte bu üç değişik görüşü belirtmişler, kimileri, bunların fakirliğin
kavurduğu muhtaçlar olduğunu söylerlerken; kimileri de bunların, ahmaklar,
tartaklar ve çocuklar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bazıları da, bunların
ihtiyarlar ile şehvetsiz kimseler olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunların ayetin
muhtevasına olmaları imkansız değildir. Hİşâm b. Urve, Zeyneb bintl Ümmi
Seleme'den, »da annesinden şunu rivayet etmiştir: "Yanlarında (Heyt
adında) bir muhannes •xnsa, kadınımsı erkek) varken, Hz. Pegamber {s.a.s) içeri
girer. Tam o sıra da, -ühannes Ümmü Seleme'nin kardeşine eğilir ve "Ey
Abdullah eğer Allah yarın ze Tâif'in kapılarını açarsa, sana Gaylân'ın
kızlarını gösteririm. Çünkü onların göbekleri, dört ileri sekiz geri
katlanmıştır (kat kattır)" der. Bunun üzerine Hz. Psygamber (s.a.s),
"Bunu yanınıza sokmayın" buyurdu, bu demektir ki, Hz. Peygamber
(s.a.s) onu, "erkeklikten yana ihtiyacı olmayan"lardan sandığı için,
bunun Ittnımlarının yanına girmesine ses çıkarmamış, mubah kabul etmiştir.
Binâenaleyh sunun, kadınların durumları ve özelliklerine muttali olduğunu
anlayınca, erkeklikten tana birşeyleri olduğunun farkına varıp, onu evlere
girmekten menetmiştir. Hadım canlar erkeklik uzvu dipten kesik olanlar hakkında
ise şu üç görüş ileri sürülmüştür:
a) Kadınların gizli zinetlerlni bunlardan saklamamaları
mubahtır,
b) Haramdır,
c)
Hadım olana göstermek haram, diğerine
göstermek mubahtır.
[259]
"Irbe"
kelimesi, "mişye" ve "cilse" kelimelerinin "meşy" (yürümek) ve "culûs" (oturma)
masdarlarından oluşu gibi, "el-Erbü"
masdarındandır.
"Erb" ise, birşeye ihtiyaç hissetmek, düşkün olmak ve arzu
duymak demektir. O halde "irbe" kadınlar ihtiyaç hisseden şehevi
duygulan olan demektir. Bu kelime, "akıl" manasına da gelir.
"Eryeb" kelimeside ihtiyaç manasınadır.
[260]
Bu ifadedeki
"gayr" kelimesi iki şekilde okunmuştur; İbn Âmir, Âsım'ın râvisi Ebu
Bekir ve Ebu Cafer, istisna veya hal olarak nasb ile okumuşlardır ki buna göre bu,
"kadınlar âciz olarak, bulunan hizmetçiler demektir. İkinci
kıraat ise, sıfat olarak bunun mecrûr okunuşudur.
12)
"Yahut henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklar" Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[261]
"Tıfl"
kelimesi, müfreddir. Fakat cins isim olarak kullanıldığı için, burada
cemîmanasındadır. Bununla cemî manasının murad edilmiş olduğunu, bu kelimeden
sonra gelen ifadeler gösterir. Bunun bir benzeri de, "sonra sizi bir
tıfl olarak çıkardık" (hacc, 5) ayetidir.
[262]
Bir şeye zuhur
(muttali olma) iki şekilde olur:
a) Onu
bilmek suretiyle... Mesela "Eğer onlar size zuhur ederse, yani sizden
haberdar olurlarsa, sizi taşlayarak öldürürler" (Kohi. 20) ayetinde bu
manadadır.
b) Gâlib
olmak ve hükümrân olmak, "Onlar zahirin oldular, yani hükümran
oldular" (San, u) ayetinde olduğu gibi... Birincisine göre mana,
"Kadınların avret mahallerini tasavvur edemeyen ve küçük olduğu için bunun
ne demek olduğunu bilemeyen çocuklar" şeklindedir. Bu İbn Kuteybe'nin
görüşüdür. İkincisine göre ise "kadınlarla birleşme gücüne ve yaşına
erişmemiş çocuklar" manasınadır. Bu, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür.
[263]
Küçük olduğu için,
kadınların avretine muttali olmayan çocuğa karşı kadınların da avreti, (şehevi
bir duygusu)
yoktur. Eğer çocuk
küçük yahut mürahik olmasına rağmen, bu tür şeyler dikkatini çekiyorsa, ona
karşı kadının göbeği ile diz kapağı arasını örtmesi (ona göstermemesi) gerekir.
Bu yerlerin dışında kalan yerlerin örtünmesi hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu gerekmez. Çünkü kalem (mesûliyyet) henüz bu çocuk için başlamamıştır, b)
Bu, o tıpkı bir erkekmiş gibi, gerekir. Çünkü hem o böyle birşeyi
arzuiayabilir, hem de kadın onu arzu edebilir. İşte ayetteki, "henüz
kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklar" ifadesinin manası
budur. İhtilam çağına gelinceye kadar olan bütün çocukları bu ifade içine alır.
Şehveti olan ihtiyar, tıpkı bir genç kabul edilir. Şehveti olmayan ihtiyar için
ise iki görüş belirtilmiştir:
a)
Kadınların, gizli zinetlerini ve yerlerini ona karşı gizlememeleri mubahtır.
Kadınların, ona karşı olan avretleri (gizlemeleri gereken yerler) ise,
göbek-dizkapak arasıdır.
b) Görünen
zinetleri hariç, kadının bütün bedeni o ihtiyara karşı da avrettir ımesi
gereken yerlerdendir). Allah Teâlâ'nın bu ayette istisna tuttuğu kimseler, son
bulmuştur.
Hasan el-Basrî şöyle
der: "Bunlar, her ne kadar kadının gizli zinetlerini görebilme "da
birlikte zikredilmiş iseler de, üç kısma ayrılırlar:
a) Bunların
ilki, kocadır. Kocanın, diğerlerinde bulunmayan bir yakınlığı vardır.
Dolayısıyla kadının herşeyi ona helâldir. İkinci derece yakın olanlar, oğul, baba,
«ardeş. dede, kayınbaba ve diğer bütün mahremlerdir. Süt emmeden dolayı meydana
frien mahremiyyet, tıpkı neseben olan mahremiyyet gibi olup, bu kimselerin de
kadınların saçlarına, göğüslerine, diz kapaklarına kadar ayaklarına,
dirseklerine kadar ellerine ve benzeri yerlerine bakmaları mubahtır. Üçüncü
derecede yakın olanlar ise, iikten yana ihtiyacı olmayan hizmetçiler ve
ihtiyarlardır. Kadının memlükesi de lir. Binâenaleyh genç bir kadının çarşafı
(dış örtüsü) olmaksızın, kalın bir elbise
kalın bir başörtüsü içinde, bu üçüncü kısmın yanında durmasında bir
sakınca Bunların, o kadınların saçlarını
ve cildlerini görmeleri helâl değildir. Yine de ı, hepsinin yanında tesettürlü
olması en efdal olanıdır. Genç bir kızın, başörtülü . bile, yabancı erkeklerin
önünde dikilip durması helâl değildir. İşte bu üç derece ılığın izahı budur.
Ayetteki
"Gizledikleri linetleri bilinsin diye apaklarını da vurmasınlar"
ifadesi hakkında, İbn Abbas (r.a) ve Katâde şöyle der: Kadınlar, insanların
yanından geçerken, halhallarının sesini duysunlar diye ayaklarını hızlı hızlı
vurarak yürürlerdi. Kadınlara düşkünlüğü ile meşhur ve bu özelliği gâlib
erkeklerin, halhâlların sesini duymaları halinde, o kadınlara bakmaları ve
seyretmeleri için, bunun ilave bir sebeb olacağı malumdur. İşte bundan ötürü,
Hak Tealâ, "zinetleri bilinsin diye" demek suretiyle bunun sebebini
bildirmiş, yasağa sebeb olan şeyin, o kadınların takı ve şâire gibi
zinetlerinin bilinmesi olduğuna dikkat çekmiştir. Ayette birkaç incelik vardır:
Birinci İncelik: Cenâb-ı
Hak, zinetin bulunduğunu gösteren sese kulak vermekten nefyettiğine göre, bu
zineti açıkça göstermekten men'e haydi haydi delâlet eder.
İkinci incelik: Kadın,
yabancılara sesini duyuracağı için, yüksek sesle konuşmaktan da nehyedilmiştir.
Çünkü onun sesi, halhalinin sesinden daha galiptir sana çok fitne uyandırır.
İşte bundan ötürü alimler, kadınların ezanını mekruh kabul genişlerdir. Çünkü
ezanın yüksek sesle okunması gerekir. Kadının ise, sesini yükseltmesi
nehyedilmiştir.
Üçüncü incelik: Ayet,
fitneye sebeb olacaksa, kadının yüzüne şehvet (ve arzu) e bakmanın yasak
olduğuna delâlet eder.
Hak Teâlâ'nın
"Hepiniz Allah'a tevbe edin, ey mü'minler. Tâ ki felah bulasınız"
ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[264]
Tevbenin ne demek olduğu hususunda şu
iki izah yapılmıştır:
a) Zayıf
olan kulun, çalışip-çabalasa, kendisine hâkim olmak istese bile Allah'ın mükellef tuttuğu her şeye
harfiyyen uyması adeta
imkansızdır. Mutlaka onun bir kusuru olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak bütün
mü'mtnlere tevbe ve istiğfarı emretmiş, tevbe ve istiğfar ederlerse, kurtuluşun
söz konusu olabileceğini bildirmiştir.
b) İbn Abbas
(r.a) bu ayete şu manayı vermiştir: "Câhiliyye döneminde yapmış olduğunuz
şeylerden tevbe edin. Belki o zaman dünya ve ahirette sa'id bahtiyar
olursunuz." Buna göre eğer, "Kişi müslüman olduğu zaman, zâten sahih
bir tevbe yapmış olur. Müslüman olma ise, daha önce yapılmış olan şeyleri siler
ve onlarla ilgili mes'uliyeti kaldırır. Binâenaleyh ayrıca bu tevbe etmenin
manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Bazı alimler şöyle
demişlerdir: "Günah işleyen, sonra da tevbe eden kimsenin, o günahı her
hatırlayışında, yine tevbe istiğfar etmesi gerekir. Çünkü kişi, Rabbisinin
huzuruna varıncaya, ölünceye kadar, bu pişmanlığını sürdürmeli."
[265]
Nida, hâ'nın
zammesiyle şeklinde de okunmuştur. Bunun izahı şöyledir: Elifden
önce bulunduğu için bu "hâ" meftun idi. Ama ictima-i sakineynden
ötürü elif düşünce, hareke bakımından makabline tâbi oldu. Allah en iyi
bilendir.
[266]
Ayetteki edatının
izahı Bakara Süresi (21. ayette) geçmiştir. Allah en iyi bilendir.
Sekizinci Hüküm,
nikâhla alakalıdır. Bu, şu ayettedir:
"içinizden
bekarları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih olanları ... evlendirin.
Eğer onlar fakirler iseler, Allah onları, fazlından zengin yapar. Allah vâsî ve
alimdir"
(Nur, 32).
Bil ki Allah Teâlâ,
daha önce gözleri kapamayı, ırzları-namusları korumayı emredince, bundan sonra
emrettiği o şeylerin, helâl olmayan durumlarla ilgili olduğunu beyan etmiş ve
bunun peşinden de, helal yolu açıklayarak, "İçinizden bekârları
evlendirin" buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır:
[267]
Keşşaf Sahibi:
"Eyâmâve "yetâma" kelimelerinin asılları, "eyâyimu" ve
"yetâyimu"dur.
Değişerek bu hale
gelmişlerdir"
der. Nadr b. Şumeyl de,
"Arapça da "eyyim", hem yanında dişisi olmayan erkek;
hem de yanında erkeği olmayan (dul) kadın manasına gelir" demiştir. Bu aynı zamanda,
Dahhâk'ın rivayetine göre İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür. Nitekim sen "Eyâmânızt (dullarınızı)
birbiriyle evlendirin" dersin. Şâir de şöyle demiştir:
kadın), eğer
evlenirsen ben de evlenirim. Eğer sen evlenmeksizin bekler ve bende sizden daha
genç olursam, o zaman ben de evlenmeden beklerim"[268]
Cenâb-ı Hakk'ın "Bekarları evlendirin" ifadesi bir
emirdir. Emrin zahiri ise, defalarca beyan ettiğimiz
üzere, vücûb ifade
eder. Binâenaleyh bu, velînin, velayeti attinda bulunanları evlendirmesinin vacib olduğuna
delâlet eder. Bunun böyle olduğu sabit olunca, velî olmadan evlenmenin caiz
olmaması gerekir. Bu hüküm, ya bunu velîye vacib kılan herkesin, velîninin
velayeti altında bulunan kimsenin kendi kendine evlenmesinin sahih olmayacağına
hükmetmesinden dolayıdır; yahut velînin gözetimi altında bulunan o kimsenin,
böyle bir iş yapması halinde, velînin bu vücûbu yerine getirme imkanını
bulamayacağı, bunun ise caiz olmayacağından dolayıdır, yahut da du ayetin şu
hadisle mutabık olması sebebiyledir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Size,
dindarlığını ve ahlâkını beğendiğiniz birisi geldiğinde, onu evlendiriniz; eğer
bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir"[269]buyurmuştur.
Ebu Bekr er-Razİ
(el-Cessâs) şöyle der: "Bu ayet, her ne kadar zahiri itibariyle vücub
ifade ediyorsa da, ancak ne var ki selef, bununla vücubun kastedilmediği
hususunda ittifak etmiştir. Bunun böyle olduğunun delilleri şunlardır:
1) Şayet bu,
vacib olmuş olsaydı, âmmenin kendisine duyduğu ihtiyaçtan dolayı bu işi hem
Peygamber'in hem selefin böyle yaptığına dair varid olan haber ve nakil,
herkesçe bilinir ve meşhur olurdu. Binâenaleyh biz, hem Hz. Peygamber'in
asrında hem de ondan sonra gelen asırlarda insanların içinde, bekâr olan erkek
ve kadınların bulunduğunu bilmekteyiz. Onlar da, bu evlendirmeme işini
yadırgamadıklarına göre, ayetle vücub manasanının murad edilmediği sabit olmuş
olur.
2) Biz, dul
kocasızların, evlenmek istemediklerinde, velîsinin, onları buna icbar etme
hakkı olmadığı hususunda, ittifak etmişizdir.
3) Bütün ulema, efendinin, köle ve cariyesini
evlenmeye icbar edemeyeceği hususunda ittifak etmiştir. Halbuki, köle ve
cariyeyi ifade eden kelimeler de, ayetteki
lafzına atfedil mistir... Böylece bu evlendirmenin bütün hepsi hakkında
vacib olmayıp, tam aksine mendûb olduğuna delâlet eder.
4)
kelimesinin içinde, hem kadın hem erkek mezkûrdur. Bu da, erkekler hakkında,
başkaları değil de, velîlerden evlendirmeleri istenen erkeklerdir; kadınlar
için de böyledir... Cevap: Sizin bu ileri sürdüğünüz şeylerin tamamı, ayete
sonradan giren tahsislerdir; 'âmm olan bir ifade ise, tahsisten sonra, hüccet
olmaya devam eder. Binâenaleyh, bekâr bir kadının velîsinden kendisini
evlendirmesini istemiş olduğu durumlarda, bu ayetin hüccet olarak kalması vacib
olur. İşte bu durumda da söz, intizamlı ve derki toplu olmuş olur.
[270]
Şafii (r.h) şöyle der:
"Ayet, rızası olmadan bekâr bir kızı evlendirmenin caiz olmasını
gerektirir. Çünkü ayet ve hadis velîye o kızı evlendirmeyi emretmeye delâlet
etmektedir. Velînin, büyük dul bir kadını rızası olmadan evlendirmeyeceğine
dair bir delil bulunmasaydı, ayetin umûm olmasından dolayı, rızası olmadan da
onu evlendirmesi caiz olurdu."
Ebû Bekr er-Razi
el-Cessâs şöyle der: "Cenâb-ı Hakk'ın, daha evvelce de beyan ettiğimiz
gibi, ifadesi erkeklere değil de, sadece kadınlara tahsis edilmiş değildir.
Binâenaleyh erkekler için alındığında, velîlerin onları ancak kendi izinleri
ile evlendirebileceklerinin düşünülmesine rağmen bu kelime hem erkekleri hem de
kadınları içine alan bir ifade olunca, bu mananın kadınlar hakkında da
düşünülmesi gerekir. {Yani kızların da izinleri alınarak evlendirilmesi
gerekir}. Bir de, Hz. Peygamber (s.a.s), bekâr kızlardan da müsade alınmasını
"Bekâr olan kıza, kendisi hakkında danışılır, onun izni ise sükûtudur
[271]ifadesiyle
emretmiştir ki her ne kadar haber cümlesi şeklinde olsa bile, bu da bir
emirdir. Binâenaleyh, müsadesi olmadan o kızı evlendirmenin de caiz olmayacağı
sabit olmuş olur.
Cevap: Birincisine
gelince bu, nassı tahsis etmek demek olup, tahsis 'âmm olan nassın hüccet
olmasını zedelemez. Aradaki fark şudur: Bekâr erkekler kendi işlerini
üstlenebilirler. Binâenaleyh velînin, bu kimselerin işlerini üstlenmesi
gerekmez. Ama kadın böyle değildir, çünkü kadının evlendirme hususunda kendi
işlerini düzene koyacak bir kimseye duyduğu ihtiyaç ortadadır. Bir de yW
kelimesi, her ne kadar erkekleri ve kadınları içine alıyor ise de, mutlak
kullanıldığında, sadece kadınlun içine alır. Erkekleri ise, kayıtlanması
halinde ancak içine alır. İkincisine gelince, ayetin haber-i vâhidle tahsis
edilip edilemeyeceği ise, meşhur ve yaygın bir husustur.
[272]
Ebu Hanife (r.h) amca
ve dayının küçük kızı evlendirmeyi üstlenebileceklerini söylemiştir ki, bu konuda ayetle
yapılan istidlalin izahı daha önce geçmiştir.
[273]
Şafti (r.h) şöyle der:
"Evlenme hususunda insanlar ikiye ayrılırlar: Bunlardan bir kısmının
nefsi, evlenmeye arzu duyar, meyleder. Binâenaleyh bu kimsenin, ister ibadete
isterse böyle olmayan birisi olsun, evliliğe imkan bulduğu zaman, evlenmesi ıap
olur. Ve, evlenmesi farz olmaz. Yok eğer, evlenme imkanı bulamazsa, ıı kırmaya
çalışır. Çünkü Abdullah İbn Mesûd (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle ıi
rivayet etmiştir: "Ey gençler, sizden mihir vermeye yâcu yetenler,
evlensin. Zira evlilik, gözü haramdan daha çok korur ve ırzı da fazla muhafaza
eder. Buna gücü yetmeyen ise. oruç tutsun; çünkü oruç. korur. .."[274]Ama,
nefsi evliliğe fazla arzu duymayanlara gelince eğer bu yaşlılık hastalık yahutta acizlik gibi bir sebepten
dolayı ise, o kimsenin evlenmesi mekruh
olur. Çünkü bu kimse, hakkını bihakkın yerine getiremeyeceği bir şeyi
istenmiştir. Nafakaya kadir olamadığında da durum aynıdır. Yok eğer bu kimsede
Döye bir acziyyet söz konusu değil ve evliliğin hakkını da bihakkın yerine
ftörebilecekse, onun evlenmesi mekruh olmaz. Ancak ne var ki, daha efdal olanı,
kendisini tamamıyla ibâdete vermesidir. Ebu Hanife (r.h) ise, evlenmenin,
kişinin «adisini ibadete vermesinden daha efdal olduğunu söylemiştir. Şafii
(r.h)'ın delilleri «onlardır:
1) Cenâb-ı
Hak ". ..bir efendi, nefsine hakim ve salihlerden bir peygamber..."
yakman,39) buyurmuş, Yahya (a.s).nefsine hakim olmakla methetmiştir.
"Hasûr" ise, muktedir olduğu halde, kadınlarla cinsi münasebette
bulunmayan kimse demektir. Sjnun böyle bir işi yapmaktan aciz olduğu için
kadınlara yaklaşmayan kimse olduğu söylenemez. Çünkü insanı, kusur olacak
şeylerle methetmek caiz değildir, uygun değildir. Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Yahya'yı
methettiği sabit olduğuna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "onlar, Allah'ın hidayet
ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup ona uy...
"(Enam,90) ifadesinden dolayı, bizim için de meşru olması gerekir. Bu
ayetteki "el-hudâ" kelimesini itikadî konulara hamletmek caiz
değildir. Çünkü bu hususta taklit, caiz değildir. Binâenaleyh bunu, serî
hükümler manasına almak gerekir.
2)Hz.
Peygamber (s.a.s) -Dosdoğru olunuz...
(ibadetlerinizi) sayıp dökemiyeceksiniz... Ama iyice bilin ki amellerinizin en
üstünü namazdır"[275]buyurmuştur.
İmâm-ı Şafii bu konuda yine Hz. Peygamberin "Ümmetimin amellerinin en
üstünü, Hur'ân okumaktır"[276]
hadisine tutunmuştur.
3) Evlenmek,
mubahtır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) Allah katında, mubahların
en sevimlisi, evlenmektir"[277]
buyurmuştur. Bu ifadedeki, "en
sevimli...." manası, onun en sevimli olması ile mubah olması arasında bir
çelişki meydana gelmesin diye, dünyevi hususta en faydalı olan manasına
hamledilir. Mubah ise, mükafaat ve ceza bakımından, iki tarafı da müsavi
olandır. Mendûb ise, varlığı yokluğuna baskın çıkandır. Binâenaleyh, ibadet
daha efdal olmuş olur.
4) Evlenmek,
ibadet değildir. Çünkü kâfir de, bunu yapmaktadır. Halbuki, kafirin ibadeti
sahih değildir. Binâenaleyh, ibadetin evlenmeden daha üstün olması gerekir.
Çünkü Cenâb-ı Hak "Ben cinleri ve insanları ancak, bana ibadet etsinler
diye yarattım"(Zariy&t. 56) buyurmuştur. Halbuki, esas ve asıl olanla
meşgul olmak, daha evladır.
5) Allah'u
teâlâ, odalık edinme ile evlenmeyi eşit tutmuştur. İbadete nisbetle odalık
edinme, aşağı derecededir. Aşağı derecede eşit olana eşit olan da, aşağıdadır.
O halde nikâh da,
ibadetten düşüktür. Biz,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet
adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane alın),
yahut malik olduğunuz cariye, (odahklarınız)la iktifa edin"(Hısi.3)
ifadesinden dolayı, cariye ile hür kadınla evlenmenin eşit olduğunu söyledik.
Cenâb-t Hak bu ayetinde "yahut" edatını kullanmıştır, edatı ise, iki
şey arasındaki muhayyerliği ifade eder. İki şey arasındaki muhayyerlik ise,
eşitlik emâresidir. Bu, mesela doktorun hastasına, "ister nâr ye, ister
elma" demesi gibidir. Bu ikisi arasında bir denkliğin bulunduğu sabit
olunca, odalık edinmek, daha aşağı olmuş olur. Aşağı olanı eşit olan şeyde,
aşağı ve düşüktür. Binâenaleyh, evlenmenin de, (ibadete nisbetle) daha aşağı
olması gerekir.
6) Nafile ibadetler, zordur. Binâenaleyh bunlar,
daha çok mükafaatlı olurlar. Nafilenin daha zor olduğunu şu şekilde
arkalayabiliriz: Yaratılışlar, evlenmeye daha fazla meyyaldir. Şayet, şeriatın
teşvik etmesi olmasaydı, hiç kimse nafile (fazladan ofan) şeylere arzu
duymazdı. Nafilelerin daha çetin ve zor oldukları sabit olunca, bunların Hz.
Peygamber'in "İbâdetlerin en üstünü, en meşakkatli olanıdır" hadisi
ile, Hz. Âişe için söylediği
"Mükafaatın, yorgunluğun nisbetindedir" hadisinden dolayı daha fazla mükafaatlı
olması gerekir
7) Nâfite
ibadetler, evlilikten daha zor ve meşakkatli olduğu halde, şayet evlenmek
Tfiükafaat itibariyle, nafilelere denk olsaydı, nafileler meşru olamazlardı.
Çünkü, maksadı elde etmeye götüren iki yol bulunup, ona ulaştırma hususunda her
ikisi de müsavi olup, ama bunlardan birisi çetin ve zor, diğeri de kolay
olursa, kolay yoldan ekle etmesi mümkün iken, aklı başında bir kimse, bu
maksadını zor olan yolla elde etmeyi uygun görmez... Nafileler meşru olunca,
biz onların daha üstün olduğunu anlıyoruz.
8) Şayet,
evlenmek nafile ibadetlerden daha üstün olsaydı, evliliğe kıyasla, ekip
biçmeyle meşgul olmak, nafile ibâdetlerden daha evlâ olurdu. Bu ikisi
arasındaki müşterek notka ise, bunlardan her birisinin, bu alemin bekasına
sebep olması ve, nizamını temin etmesidir.
9) Biz, farz
ibadetlerin farz olan nikahtan önce geldiği hususunda ittifak etmişizdir.
Binâenaleyh, sebeb ve illet birliğinden dolayı, ibadetlerin mendûbunun da,
nikahın Tiendûb olanından önce gelmesi gerekir.
10)
Nikâh, dünyaya sevkeden, maddi lezzetlerin
elde edilmesi hususunda bir uğraşıdır. Nafile ibadet ise, maddi ilgi ve
münasebetleri sona erdirip, Allah'a yönelmektir. O halde, o nerde beriki
nerde!.. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s) "Dünyanızdan bana şu üç
şey sevdirilmiştir: Güzel koku, kadın; ama gözümün nuru ve aydınlığı ise,
namazdadır "[278]buyurmuş,
namazı, evlenmeye üstün tutmuştur.
Ebu Hanife (r.h)'ın
delilleri ise şunlardır: 1) Evlenmek, nefsi zinadan korumayı kapsamaktadır.
Binâenaleyh bu yönüyle bu, nefisten zararı def etmek için olmuş olur. Nafile
ise, menfaat elde etmek demektir. Halbuki, zararı def etmek, menfaat temin
etmekten evlâdır, önce gelir. 2) Evlilik, adaleti kapsar. Halbuki adalet, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in "Bir saat adaletli olmak, altmış yıl (nafüe)
ibadetten daha hayırlıdır'[279]
hadisinden dolayı, ibâdetten daha efdaldir. 3) Hz. Peygamberin "Kim
sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir"[280]hadisinden
dolayı, evlenmek sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamber (s.a.s) yapılan
ibadetlerin en hayırlısı olduğu halde, (nafile) namaz hakkında da "(Nafile
namazı), isteyen çok yapsın; dileyen de azaltsın" buyurmuştur.
Binâenaleyh, evlenmenin efdal olması gerekir.
[281]
Cenâb-ı Hakk'ı,n,
"bekârları... evlendirin..." ifadesi, zahirine göre her ne kadar,
bütün bekarları içine alıyor ise de, ancak ne var ki ulemâ, bu hususta mutlaka
buluunması gereken şartların olduğu
hususunda İttifak etmişlerdir ki,
bunun izahı, "Size.
bunun dışındakiler helâl kılındı"(Nisa. 24) ayetinin tefsirinde
geçmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
p&* "içinizden" ifadesine gelince, pekçok müfessir bu kelimeyi
hürler kölelerden ayrılsın diye, "hürler" anlamına almışlardır. Bazı
kimseler de bununla, bu emrin kendisine yöneltildiği kimsenin velayeti altında
bulunan çocuklarının veya yakınlarının kastedildiğini söylemişlerdir. Bazıları
da buradaki, nisbetin (sizden, ifadesinin) hür ve müslüman olmayı ifade
ettiğini söylemişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın
'Kölelerinizden, cariyelerinizden salih olanları" ifadesine gelince, bu
ifadeyle birkaç ilgili mesele vardır.
[282]
Bu ifadenin zahiri,
aynı zamanda salih olmaları halinde bu iki
grubu evlendirmeyi, efendilerine
emretmeyi ve vücubiyyet açısından,
bunu emretme ile
bekarları evlendirmeyi emretmek arasında bir farkın
bulunmadığını, efendilere emirdir... Ancak ne var ki ulemâ, bu emrin, bir mubah
veya bir teşvik olduğunu hususunda ittifak etmişlerdir. Bunun vacib olmasına
gelince, hayır! Ulemâ, bununla (köleleri evlendirme ile) bekârları
evlendirmeyi, şu şekilde birbirinden ayırmışlardır: Köleyi evlendirmede, onun
geçimini üstlenme ve onun yapacağı hizmetleri atâlete uğratma bulunur. Bu ise,
kölenin sahibine vacib değildir. Cariyeyi evlendirmede de mihir alma ve
nafakasından kurtulma söz konusudur ki bu da, onların sahiplerine farz
değildir.
[283]
Cenâb-ı Hak, şu
sebeplerden dolayı özellikle salihlerden bahsetmiştir:
a) Böylece o
efendinin, bunların dinlerini koruması ve iyi hallerini muhafaza etmesi için.
b) Kölelerin
salihleri, efendilerinin kendilerine tirtir titrediği ve sevgi bakımından,
kendi çocuklarının yerine koyduğu kimselerdir. Binâenaleyh onlar, kendilerine
tavsiye edilebilen, ihtimam gösterilebilen ve vasiyyeti kabul edebilen kimseler
olmuş olurlar. Ama, fesatçı olanlarına gelince, bunların durumları mevlâlarının
nezdinde, tam tersinedir.
c) Ayette
geçen, "salih olanlar" ifadesinden maksat, nikâh işine uygun olmak ve
bunun gereğini yerine getirebilmekdir. Öyle ki köle, cariye için gerekli
olanları; cariye de, kocası için gerekli olanları yerine getirebilmelidir,
d)
Bununla, mesela evlenecek cariyenin küçük
olmaması suretiyle, bizzat nikahtaki uygunluk kastedilmiştir. Küçük olursa
evliliğe ihtiyaç duymaz.
[284]
Ayetin zahiri, kölenin
kendi kendine evlilik yapamayacağına delâlet eder. Ve yine, efendinin kölesini
evlendirmesinin caiz olduğunu gösterir. Ancak efendisi kölesine
evlenme emrettiğinde kölenin kendi kendini evlendirmeyi üstlenmesinin caiz
olması delil At sabittir. Böylece kölenin efendisinin izniyle kendi kendini
evlendirmeyi üstlenmesi, bu işi bizzat efendisinin üstlenmesi gibi olmuş olur.
Cariyelere gelince, efendisinin, entarin evlendirilmesini üzerine almış olduğu
hususunda şüphe yoktur. Bu hükmün Hyte olduğu, özellikle, "Velî olmadan
nikâh caiz olmaz" diyenlere göredir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer onlar fakirler iseler, Allah ^ar:
fazlından zengin yapar" ifadesine gelince, bu hususta iki mesele vardır.
[285]
En doğru olan görüşe
göre bu, Allah Teâlâ tarafından, evlenecek kimseyi mutlaka zengin kılacağına
dair bir vaad değildir. Tam aksine mana, "Size talip olan kimselerin
veyahut da kendisiyle evlenmek istediğiniz kimselerin fakirliğine bakmayınız.
Çünkü, Alah'ın lütfü ve kereminde, onları zengin kılacak şeyler bulunur. Mâl
haindir, uçup dendir. Fakirlikte
evlenilecek kimseye râbet etmeye mâni olacak herhangi bir husus yoktur"
sekinde olur ki bu doğru bir manadır. Yoksa burada, kendisiyle zengin kılma
vaadinin kastedil-«fiği bir ifade yoktur, ki, bundan dolayı da "huif'un
(sözden caymama) vaki olması caiz olsun. Sahabenin ileri gelenlerinden, onların
bunu bir vaad zannettiklerine delâlet eden şeyler rivayet edilmiştir. Mesela
Hz. Ebu Bekr'in: "Allah'ın size emrettiği nikah hususunda O'na taat edin
ki, size olan zenginlik vaadini yerine getirsin" dediği rivayet
edilmiştir. Yine, Hz. Ömer ve İbn Abbas'ın da aynı şeyi söylediği rivayet edilmiştir.
Mesela Ibn Abbas: Rızkınızı evlenmek suretiyle talep ediniz"
demiştir. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'e htiyaç içinde bulunduğunu şikayet etmiş
de, bunun üzerine Hz. Peygamber de,
"Sana, mihir (yani evlenmek) gerekir" buyurmuştur. Talha İbn
Mutarrıf da şöyle demiştir: "Evleniniz, çünkü bu hem sizin rızkınızın
genişlemesine hem de nuyunuzun güzelleşmesine vesile olur; hem de kişiliğinizi
arttırır." Buna göre şayet,
"Biz, zengin olup
da evlenip böylece de fakir düşen kimseleri görürüz" denilirse biz deriz
ki: Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
1) Bu vaad,
meşiet-i ilahiyyeye bağlıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer fakirlikten
korkarsamz, Allah dilerse sizi yakında kendi fazlından zenginleştirir"
(Tövbe, 28) buyurmuştur. Mutlak olan, mukayyede hamledilir.
2) Lafız her
ne kadar umumî ve genel ise de, ancak ne var ki bu, ayette sayılan şahısların
bir kısmı hakkında hususidir. O halde bu, bir şeye malik olan hür bekâr
erkekler hakkında olup, onlar
malik oldukları şey ile
idare etip müstağni davranabilirler.
3) Ayetin bu
ifadesiyle iffet ve namus zenginliği kastedilmiştir. Böylece kadının
"bıdY'na (yani cinsiyet uzvuna) malik olmak suretiyle tahakkuk eden
zenginlik ve bu sayede de zinaya düşmemek kastedilmiş olur.
[286]
Bazı kimseler,
köle ve cariyenin
mülkünün olacağı hususunda bu
ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir:
"Çünkü bu ifade,
kendinden önce gelenlerin tamamıyla ilgili olan bir ifâdedir. Böylece bu ayet, kölenin
bazan fakir bazan da zengin olabileceğini ifade etmiş olur.
Binâenaleyh eğer bu, bir mülkün olduğuna delâlet ediyorsa, köle ile cariyenin de mülk
sahibi olabilecekleri sabit olmuş olur." Ama müfessirler bunu özellikle hür
erkekler manasına yorumlamışlardır. Böylece onlara göre bu sanki, (hür erkek bekârlar)
lafzına racidir. Ama, ayetin bu ifadesini namus ve iffet zenginliği manasına tefsir
ettiğimizde, artık bununla mülk
edinebilme hususunda
istidlalde bulunulamaz.
"Allah vâsi ve
alhndir" cümlesine gelince, bu "Başkası değil, ancak Allah Tealâ
lütfetme kudretinin sona ermeyeceği bir noktada ve mertebededir. Çünkü, o
nihayetsiz şeylere (makdûrat) kadirdir. Bununla beraber o, lütuf ve rızk
hususunda kullarına uygun olan miktarları da bihakkın bilir" manasındadır.
[287]
"Nikaha (güç)
bulamayanlar, Allah kendilerini fazl(u keremiinden zengin kılmcaya kadar,
iffetlerini korusun..."
(NÛr, 33).
Bil ki, Allah (c.c),
hürlerin ve cariyelerin evlendirilmelerinden bahsedince, bundan aciz olanların
durumlarını da beyan ederek "iffetlerini korusun" buyurmuştur. Yani,
"Alabildiğine iffetli olsun, buna gayret etsin..." demek olup, sanki
böylece "musta'fif" kendisinin iffetli olmasını isteyen ve kendisini
buna sevkeden olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"nikaha (güç) bulamayanlar" buyruğuna gelince bu, "nikâha imkan
bulamayanlar" anlamındadır. Nitekim Arapça'da, bir kimse bir şeyi elde
edemeyip ona imkan bulamadığında "O kişi o şeyi bir türlü elde
edemiyor" denilir.
Nitekim Cenâb-ı Hak
"Fakat kim (bunu) bulamazsa iki ay oruç tutsun"(MüanöfHe, 4}
buyurmuştur. İcmâ ile bu ifadeden evliliğe imkân bulamayan kimseler
kastedilmiştir. Nitekim içinizden birisi için, her ıe kadar su mevcut olsa
bile, onu satın alamadığı zaman "o, suyu bulamıyor" denilir. Ayetteki
nikâh sözüyle, sayesinde evliliğin yapılabileceği, "mal, mülk"ün
kastedilmiş olması mümkündür. Böylece Cenâb-ı Hak buna imkan
bulamayanların, iffeti talep edip gerektiğini ve, Allah'ın lûtf-u keremiyle
kendisine imkân vereceği bir zamanı i, daha sonra arzu duyduğu nikâha ulaşması
gerektiğini beyan buyurmuştur.
Eğer "Milk-i
yemin (cariye), bizzat nikâhın yerini tutmaz mı?" denilirse, biz
deriz Ancak ne var ki, mehir ve nafakayı
bulamayan kimse, cariye alacak parayı haydi haydi bulamaz. Allah en iyisini
bilendir.
[288]
Dokuzuncu hüküm, kitabet
(yazışma) hakkındadır:
'Ellerinizin malik
olduğu (köle ve cariyelerden) mükâtebe isteyenleri eğeronlarda bir hayır
görürseniz onlarla yazışın (mükâtebe akdi yapın); onlaraAllah'ın size verdiği
maldan verin...."
(NÛr. 33).
Bil.ki Allah Teâlâ,
sahiplerini, köle olmalarına rağmen, köle ve cariyelerden salih tanlarını
evlendirmeye teşvik edince, hür olmaları ve aynen hürler gibi tasarruf emmeleri
için yazışmak (mükâtebe akdi) istediklerinde, köle ve cariyelerin pterini,
onlarla yazılı akit yapmaya teşvik ederek - .mükâtebe .<enleri..."
buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır.
[289]
Ayetteki cümlesi ya mübtedâ olarak (mahallen)
merfûdur, yahut da ifadesinin tefsir ettiği mukadder bir fiil ile mahallen
mensubtur. Bu tıpkı senin "Zeyd döv
onu!" demen gibidir. fiilinin başına fâ harfi ifadesi şart ını ihtiva
ettiği İçin gelmiştir.
[290]
ve lafızları, tıpkı ve
(azarlamak) kelimeleri gibidir. kelimesinin, neden müştak olduğu hususunda, şu
izahlar yapılmıştır:
a) Bu kelimenin
asıl manası "eklemek, biraraya getirmek" demek olan
kelimesindendir. (bölük, alay) kelimesi
de bunun gibidir. "Mükâteb
köle"ye bu adın
verilmesi taksitlerini birbirine ekleyip, malını da efendisinin malına
etmesinden dolayıdır.
b) Bu lafzın, yazmak masdarından alınmış olması
da muhtemel olup, bunun manası ya, "Sen (bana verecek olduğun) malı, bana
tastamam ödediğinde, seni azâd edeceğimi, senden ötürü kendi üzerime yazdım
(yani bunu üstlendim)" şeklinde, yahut "Senin bunu bana tastamam
ödemeni, senin aleyhine benim de lehime olarak yazdım", veyahut da
"Sana o malı tastamam ödemeyi, kendime de seni azâd etmeyi içeren bir
senet yazdım..." şeklinde olur. Bütün bu izahları, el-Ezherî yapmıştır.
c)
Üzerinde akd vaki olan malın sonradan
Ödenilmesinden dolayı, bu akid bu şekilde adlandırılmıştır. Çünkü, bu yazışma
yapıldığında, bu yazışmanın kölenin elinde bulunan mal üzerine bina edilmesi
caiz değildir. Çünkü, böylesi durumda kölenin elindeki bu mal, efendisinin
elinin ondan kesilmediği sıradaki kölenin kazandığı, aslında da efendisinin
olan bir maldır. İşte bu manadan dolayı, bu akdin, o anda vufcû bulması caiz
değildir. Ancak ne var ki bu, o köle, efendisinin eli kendisinden kesildiği bir
devrede, kazanmaya vs. şeylere imkan bulabilmesi için gereği sonradan ifâ
edilecek olan bir akittir. Üzerinde sonradan ödenecek bir hak bulunan kimseden
ötürü bir yazışmanın yapılması da, şeriatın âdâbındandır. İşte bu manadan
dolayı, Kendisinde mündemiç olan erteleme manası sebebiyle bu akde,
"el-Kitfib" adı verilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da "Her zamanın
yazılmış hükmü vardır" (Ra-d, 38) buyurmuştur.
[291]
Muhyi's-Sünne şöyle
der: "Yazışmanın şekli şöyle olur: Efendi,
kölesine, "seninle şu kadar
mal karşılığında
yazışma
yapıyorum" der, kölenin iki veya daha fazla taksitle ödeyeceği
miktarı belirler. Taksit miktarlarını ve her taksitte ödeyeceğini
beyân eder. Sonra da ya, "Sen bana malı ödediğinde hürsün" der, yahut da buna
kalbiyle niyyet eder; köle de, "bunu kabul ettirn[292]der.Tutulan
bu zabıt hakkında birkaç bahis vardır:
[293]
Birinci bahis: Şafii
(r.h) şöyle der: "Eğer efendi "Sen bunu ödediğinde hürsün"
demez, ya da kalbiyle buna niyet etmezse, köle azâd olmaz." Ebu Hanîle,
İmam-ı Mâlik, Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmâm Züfer (r.h) "Buna gerek
yoktur" demişlerdir. Ebu Hanîfe'nin delili şudur: Cenâb-ı Hakk'ın
'?*]!?& emri böylesi bir şarttan uzak ve hâli bir ifadedir. Binâenaleyh
kitabetin bu şart bulunmadan da sahih olması gerekir. Kitabet sahih olunca da,
malı ödediğinde o kölenin, icmâ'ya göre, azâd edilmiş olması gerekir. Şafii'nin
delili ise şudur: Kitabet sırf bir bedel akdi değildir. Çünkü kölenin elinde
bulunan her şey, efendisinin mülküdür, insanın, mülkünü yine kendi mülkü
mukabilinde satması mümkün değildir. Tam aksine o, "Seni azâd etme
hususunda seninle bir yazışma yaptım" der. Bu sebeple mutlaka onun sözünde
ya "azâd etmek" lafzı bulunacak^, ya da buna niyet edecektir.
İkinci bahis: Şafii'ye
göre, o anda yapılan kitabet caiz değildir. Ebu Hanîfeye caizdir. Şafii
(r.h)'nin görüşünün izahı şudur: Kölenin o anda ödeyebileceği inin bulunduğu
düşünülemez. Köle, o anda bir akid yaptığında, o anda o mal, ; nden
istenebilir. Binâenaleyh köle o malı o anda ödeyemeyince de, akdin tahakkuk
etmemiş olur. Bu tıpkı orada bulunmayan bir şey hakkında, "selem" un
doğru olmaması gibidir. Ama, zor durumda olan bir kimseyle yapılan selem
caizdir. Çünkü akid zamanında o kimsenin (gelecekte elde edeceğinden dolayı),
>n mal sahibi olduğu düşünülebilir. Dolayısıyla da, onu ödeme hususunda bir
ît tahakkuk etmemiş olur.
Ebu Hanîfe'nin
görüşünün izahı da şöyledir: Cenâb-ı Hakk'ın emri hem o anda, hem de
gelecekteki bir yazışmayı içine alan mutlak L'r ifadedir. Bir de, «taoetten
dolayı elde edilecek olan mal, kişinin azâd olmasının bedeli olunca, bu ftpta
satılan eşyanın bedeli gibi olmuş olur. Böylece de, hem peşin hem de
veresiye caizdir. Hem ulemâ, o anda
ödenecek olan bir mala bağlanan azâd etmenin olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Binâenaleyh, yazışmanın da bunun gibi î gerekir. Çünkü bu, her iki
durumda da azâd etmenin bir bedelidir. Ancak ne iu, bunlardan birinde azâd
etme, malı ödeme şartına bağlanmış, diğerinde ise peşinen alınmıştır.
Binâenaleyh, bu ikisinin hükmünün de farklı olmaması gerekir.
Üçüncü bahis: Şafii
(r.h): "İki taksitten daha az olan miktar üzerinden yazışma japmak caiz
değildir" der. Bu, Hz. Ali, Hz. Osman ve İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.
fBvayet olunduğuna göre Hz. Osman kölesine kızmış ve, "işini
zorlaştıracağım ve üi taksit üzerinden seninle yazışma yapacağım! (Gör
bakalım)" der. Binâenaleyh, gayet bundan daha azı üzerinden yazışma
yapılması caiz olsaydı, Hz. Osman kölesiyle daha azı üzerinden yazışma yapardı.
Çünkü bundan ötürü meydana gelecek sıkışma, daha şiddetlidir. Biz, bu akdin bir
merhamet ve şefkat akdi olmasındaniyi, taksidi şart koştuk. Merhametin
şartlarından birisi de, ödemesi kolay olsun diye taksit yapmaktır. Ebu Hanîfe
(r.h) de söyle der: Bir taksit üzerinden de yazışma caizdir. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın, emrinin zahirinde böyle bir kayıt yoktur.
[294]
İster köle olsun,
isterse cariye olsun, kişinin eli altında bulunan kimselerle böyle bir akit
yapması caizdir. Şafii (r.h)'ye
göre, kişinin âkil
baliğ olması şartı
vardır. Binâenaleyh, çocuk veya deli olursa, kitabet akdi
sahih değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, rr.ukâtebe isteyenler" buyurmuştur. Çocuğun veya
delinin ise, böyle bir talepte
bulunması düşünülemez.
Ebu Hanîfe (r.h)'ye göre, çocuğun akit yapması caizdir. Çocuğun
yaptığı bu akdi, reisi, babası kabul eder.
[295]
Efendinin, mutlaka
mükellef olması şartı vardır. Binâenaleyh eğer çocuk, veya deli yahut
bunaklığından ötürü ticaretten menedilmiş olursa, alış-verişinin
sahih oimayışı gibi kitabet akdi yapması da sahih olmaz. Bir de Hak Teâlâ'nın,
"onlarla . ızışm" buyruğu bir hitabtır. Binâenaleyh akılsızları içine
almaz. Ebu Hanîfe (r.h)'ye göre irr nocuğun velîsinin müsadesiyle böyle bir
yazışma yapması sahihdir.
[296]
Âlimler, Hak
Teâlâ'nın, "onlarla yazışın" ifadesinin farziyyeti mi, müstehaplığı
mı gösterdiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimisi, bunun vücûb (farziyyet)
ifade ettiğini, dolayısıyla kişinin kölesinin kıymeti veya kıymetinden
fazlası mukabilinde böyle bir yazışma istediğinde, efendisi de bunda bir hayır
olduğunu sezdiğinde, kölesiyle bu yazışmada (anlaşmada) bulunmasının farz
olduğunu, fakat paranın miktarının, kölenin kıymetinden az olduğu takdirde,
efendinin kölesiyle böyle bir yazışmada bulunmasının farz olmadığını
söylemişlerdir. Bu, Amr b. Dinar ve Atâ'nın görüşüdür. Bu görüşü, Davud b. Ali
ve Muhammed b. Cerir et-Taberî de benimseyip, buna hadis ve ayetten delil
getirmişlerdir. Bunların ayetten delilleri, bu ayetteki "Onlarla yazışın
" ifadesinin zahiridir. Çünkü bu bir emirdir ve vücûb (farziyyet) ifade eder.
Bunun böyle olduğuna,
ayetin sebeb-i nüzulü de delâlet eder: Çünkü bu ayet, Huveytib b.
Abdu'i-Uzza'nın Sabih adındaki kölesi hakkında nazil olmuştur. Zira o,
efendisiyle böyle bir yazışmada (mükâtebede) bulunmak İstemiş, ama efendisi
buna yanaşmamıştı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. O da, kölesiyte yüz dinar
üzerinden yazışma (mûkâtebe) yaptı ve bunun yirmi dinarını köleye bağışlamıştı.
Bu görüşte olanların
hadisten delilleri ise şu rivayettir: Hz. Ömer (r.a), Enes (r.a)'e, Ebu
Muhammed b. Sîrin ile mûkâtebe yapmasını emretmiş, ama Enes (r.a) kabul
etmemişti. Bunun üzerine kamçısını kaldırıp ona vurarak, "Eğer onlarda bir
hayır bilirseniz, onlarla yazışın" ayetini okudu. Enes (r.a) de, onunla
mükâtebede bulunacağına yemin etti. Eğer böyle yazışma farz olmasaydı, Hz. Ömer
(r.a)'in Enes (r.a)'e kamcısıyla vurması bir zulüm olurdu. Hz. Ömer (r.a)'in bu
hareketini hiçbir sahabi yadırgamamıştır. Binâenaleyh bu bir icmâ yerine geçmiş
olur.
Fakihlerin ekserisi
ise bunun müstehabhk ifade eden bir emir olduğunu söylemişlerdir. Bu, İbn Abbas
(r.a), Hasan el-Basrî ve Şa'bi'nin sözlerinden açıkça anlaşılan görüştür. İmam
Malik, Ebu Hanlfe, İmâm-ı Şâflİ ve Sevrî de bu görüşü benimseyerek bu hususta
Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Hiçbir müslümanm malı, onun gönül rızası olmaksızın
helal olmaz"
[297]
hadis-i şerifini delil getirmişler ve yazışma talebinde bulunan ile keffaret
sebebiyle köle azad etme ihtiyacında olan birine satılmasını isteyen arasında
bir farkın olmadığını söylemişlerdir. Bu isteği yerine getirmek vacib (farz)
olmadığına göre, kitabet (yazışma) da böyledir. İşte bedel yoluyla yapılan
bütün anlaşmaların durumu budur.
Burada şöyle iki soru
sorulabilir:
Birinci soru: Kişinin,
malını yine kendi malt mukabilinde satması nasıl doğru olabilir?
Cevap: Şeriat, bunu
hüküm olarak getirince bunun caiz olması gerekir. Bu tıpkı, efendinin,
kölesinin azâd edilmesini ya kölenin kendisinin kazanıp ödeyeceği bir paraya,
yahut efendinin kölesinin nâmına ödeyeceği bir paraya bağlamasının, kölenin
szâd edilmesine sebeb oluşu gibidir.
[298]
İkinci soru: Köle, bu
kitabet akdi sayesinde böyle bir yazışma olmasaydı sahip *e mâlik olamayacağı
şeylere malik olabilir mi?
Cevap: Biz:
"Evet, çünkü, eğer böyle bir yazışma yapmadan ona efendisi zekat «erecek
olsa, kölenin o zekatı alması helâl olmaz. Fakat mükâteb olunca, zekat alması
teial olur ve bu malı eğer, kitabetine karşılık (yani kendinin ücreti olmak
üzere) efendisine verirse, ister yazıştığı o miktarı ödemek suretiyle azâd
olsun, ister bunu ödemekten âciz kalıp, tekrar (normal) köleliğe dönsün,
efendisine helal oiur. Hem sonra kitabetten köleyi kazanç için çalışıp gayret
etmeye sevketmesinden dolayı, hflto istifade eder. Çünkü eğer böyle bir yazışma
olmasaydı, köle bunu yapmayacaktı. 5u kölenin efendisi de, bu sayede ilahi
mükâfaata müstehak olduğu için, kârlı çıkmış' aur. Çünkü eğer o köleyi satmış
olsa, bundan kazanacağı ilahi bir mükafaat yoktur. Ama köleyle yazışma
(mükâtebe) yaptığında, bunda onun için bir mükafaat vardır. Hem sonra, efendi,
kölesi üzerinde velayet hakkı olduğu için de, bu sayede istifâde etmiş olur.
Çünkü eğer, bundan önce bir başkasını azâd etse, azâd ettiği kölede artık
efendinin velayet hakkı söz konusu değildir. Fakat o kitabet yaparak kölesini
azâd ettiğinde, (kitabet neticesine kadar), köle üzerinde velayet hakkı devam
eder. Binâenaleyh işte bu faydalardan ötürü, şeriat kitabetin caiz olduğu
hükmünü getirmiştir.
[299]
Hak Teâlâ'nın
"Eğer onlarda bir hayır bilirseniz" ifadesine gelince, alimler
buradaki "hayır" ile ilgili şu izahları yapmışlardır:
1) Rivayet
olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) "Eğer onların bir sanat (para
kazanma kabiliyeti) olduğunu bilirseniz
onları insanlar
üzerinde bir yük olarak bırakmayın" buyurmuştur.
2) Atâ
burada ki "hayr"ın "mal" manasına geldiğini söyleyip,
"Eğer geride hayır, yani mal bırakana" ölüm gelip çattığında vasiyet
etmeniz (etmesi) size farz kılındı" Bakara, ıao) ayetini okumuş ve
"Bu mâna bana İbn Abbas (r.a)'dan geldi" demiştir.
3) İbn Strin buna "namaz kılma"
manasını verirken; Nehaî "onda bir vefa ve Dir doğruluk görürseniz"
demiş, Hasan el-Basrt de, "Dinî yönden bir salah" manasını vermiştir.
4) Şafii
(r.h) ayetteki bu
"hayr" ile, "kölenin emanet
ehli, güvenilir, caltşıp-kazanma
kabiliyet ve gücü olması" manasının kastedildiğini söyleyerek şöyle der:
"Çünkü kitabetin maksadı, asgarî bu iki hususiyetle gerçekleşir. Zira o
kölenin mal kazanabilecek güçte olması ve kazandığı malı ile taksitlerine
verip, zayi etmeyecek derecede emin olması gerekir. Bu iki şartın her ikisi
veya en azından biri bulunmadığı zaman, o köleyle yazışma yapmak caiz olmaz.
Bu görüşlerden doğruya
en yaktn olan, ayetteki "hayr"ın, şu iki sebebten ötürü
"mal" manasına hamledilemeyeceğidir:
a) İnsanlar,
"Falanca'da hayır var" dediklerinde, bununla o kimsenin dinî yönden
salih oluşunu kastettikleri anlaşılır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak ayetteki bu
tabir ile eğer "mal" manasını kastetmiş olsaydı, bu İladenin yerine
"eğer onlar için hayır (mal) olduğunu bilirseniz" derdi. Çünkü
Arapça'da, "Falancanın malı var" denilir, ama bu manada JU *J
denilmez.
b) Kölenin
matı yoktur. Aksine mal (onun malı da) efendinindir. Binâenaleyh ayetin bu
ifadesinin, kölenin yazışması ile ilgili hususa hamledilmesi gerekir ki, bu da,
İmam Şafii'nin bahsettiği gibi, o kölenin çahşıp-kazanabilme imkanı ile
kazandığını muhafaza edip, yerli-yerince kullanılacağı hususunda güvenilir
olmasıdır. Çünkü bunlar, onun yazışmasının gereği olan şeylerdir. Bu ifadeye,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "hayır" kelimesini tefsir edişi de girmektedir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) de "hayr"ı, "kesb"
(kazanabilme) manasıyla tefsir etmiştir ki bu da, İmâm Şafii'nin yaptığı izaha
dâhildir.
[300]
Hak Teâlâ
"Onlara, Allah 'm size verdiği maldan verin " ifadesiyle ilgili iki
mesele vardır:
[301]
Âlimler,
"verin" emrinin muhataplarının kimler olduğu hususunda şu değişik
görüşleri belirtmişlerdir:
a) Bununla,
efendiler (köle sahipleri) kastedilmiştir. Bunlar, ya yaptıkları yazışma
miktarının bir kısmını bağışlar, indirim yaparlar; yahut da köleden
aldıklarının bir kısmını, köleye iade ederler. Bu görüşte olanlar, bağışlanacak
veya geri iade edilecek miktarın ne kadar olacağı hususunda ihtilaf etmişler,
kimisi "Efendi, bu hususta muhayyerdir. Sayesinde hiç kimseye muhtaç
olunmayacak miktarı, köleye bağışlaması gerekir. Bu ise, yazışmada belirtilen
miktarın çokluğuna veya azlığına göre değişir" derken; kimisi de:
"Efendinin o yazılan miktarın dörtte birini indirmesi bağışlaması
gerekir" diyerek şöyle demişlerdir: "Atâ b. es-Saib, Ebu Abdurrahman'ın
kötesiyie yazışma (mükâtebe) yaptığını, kölesinden yazışmadaki miktarın dörtte
birini almadığını ve Hz. Ali: "Bize böyle yapmamızı emir ve tavsiye eder
ve "Bu, Allah'ın "onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin"
buyruğudur derdi" demiştir. Eğer efendi böyle yapmazsa, yedide birini
bağışlamalıdır. Çünkü Ibn Ömer (r.a)'den kölesiyie, 35000 dinar üzerinden
mükâtebe yapıp, bunun beş binini bağışladığı rivayet edilmiştir. Yine rivayet
olunduğuna göre, Hz. Ömer (r.a) kölesiyle •azışmada bulunmuş; kölesi taksidini
getirince, o ona, "Bunu götür ve bununla mûkâtebe miktarını ödeme
(kazanma) hususunda destek sağla" demiştir. Bunun üzerine köle,
"Keşke bunu en son takside bıraksan" deyince, Hz. Ömer, "Ben
bunu göremeden (Ölmekten) korkuyorum" demiş ve bu ayeti okumuştur. İbn
Ömer de, bu işi kölenin ödemeden âciz kalacağı endişesi ile son taksidine
bırakıyordu.
b) Ayetteki
bu ifade ile, "Cenâb-ı Hakk'ın, zekat ayetinde "ve köleler
/çin"(Enw,eo) fadesiyle belirlediği o zekat payını onlara verin"
manası kastedilmiştir. Mananın böyle olması halinde, ayetteki hitab, kölelerin
efendilerine değildir. Bu Hasan el-Basri ve İbrahim en-Nehâl'nin görüşü olup,
Atâ'nın İbn Abbas (r.a)'dan yaptığı bir rivayettir. Bunlar, efendinin bizzat
kendisinin yazışmada bulunduğu mükâteb kölesine, zekat vermesinin caiz
olmayacağında müttefiktirler.
c)
Bu, Allah tarafından, hem efendiler hem de
diğer insanlara ellerinden geldiğince, mükateb köleye, yaptığı bu yazışma
hususunda yardım etmeleri için bir emirdir. Bu Kelbl, İkrime iki Mukâtil
(mukâtiller), ve Nehâî'nin görüşüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de mükâteb
bir köleye kölelikten kurtulması için yardım ederse, Allah onu (Kıyamet günü)
Arş'ının gölgesinde gölgelendirir" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre,
birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Beni cennete sokacak birşey öğret"
dedi.Hz. Peygamber (s.a.s) de "Eğer kısa konuşursam, meselenin
ehemmiyetini göstermiş olurum: Bir cân azâd et, bir köleyi kölelikten
kurtar"[302] buyurmuştur. Bunun
üzerine o adam, "ikisi de aynı şey değil mi?" dedi. Hz. Peygamber
(s.a.s) "Hayır, nesemeyi (cam) azâd, senin onu tek basma azâd etmendir,
fekk-i rakabe ise, ona bu husustaki parayı temin etmede yardım etmendir"[303]
buyurmuştur. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: "Bunu şu hususlar da
destekler:
a) Bu, o kimseye
Allah'ın malından vermesini emirdir. Allah'a böyle bir şeyin nisbet edilmesi
ise, onun sadaka olması ve Allah'a takarrüb (yaklaşırıa-ibadet) için sarfedilen
bir mal olmasından dolayıdır.
b) Ayetteki
bu ifade maliki için mülkiyetinin sahih olduğu Ve bir kısmını da sadaka vermesi
emredilen maldır. Kitabet malı ise, sahih bir borç değildir. Çünkü bu kölenin
borcudur. Efendinin ise köle üzerinde borcu olamaz.
c) Allah'ın
verdiği şey, o kimsenin elinde bulunan ve üzerinde tasarruf ettiği şeydir.
Binâenaleyh yazışma aktinin peşinden düşülen şeye gelince, o kimsenin onun
üzerinde malik olması söz konusu değildir. Binâenaleyh bu mal, "Allah'ın
ona verdiği mal" olarak nitelenemez.
Eğer denirse ki:
"Burada, bu te'vilin (tefsirin) doğruluğuna zarar verecek şu iki nokta
vardır:
1) Eğer
zengin olursa, efendinin sadaka (zekat) malından alınması nasıl helâl olur.
2) Hak
Teâlâ'nın "Onlara verin " emri, "onlarla yazışın" emri
üzerine atfedilmiştir. Binâenaleyh her iki hitapda (emirde) de muhatabın aynı
olması gerekir. Bu te'vile göre ise, birinci ayette muhatap olanlar efendiler,
ikinci hitabın muhatapları ise, diğer müslümanlardır?" denilirse biz deriz
ki: Birincisine şöyle cevap verilir: O sadaka (zekat), efendi için helaldir. Bu
sadaka (zekat), kölenin bütün taksidlerini karşılaması ve köle, kalan kısmı
ödemekten âciz kalsa bile, efendinin köleden aldığı (ve aslen zekat olan) o mal
ona helaldir. Çünkü efendi bunu sadaka (zekat) olarak değil, mükatebe akdi
sebebiyle almıştır. Bu tıpkı bir kimsenin zekat malını satın alması, yahut da
ona o kimseden vâris olması gibidir. Bunun böyle olduğuna Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, Berîre hadisinde söylediği "Bu, onun için birsaddaka, bizim
için bir hediyedir'[304]
sözü de delalet eder.
İkinci hususun cevabı
şöyledir: Hitap bazan bir topluma olup, sonra da aynı lafızla-bir başkasına
yapılan hitap öncekine atfedilebilir. Mesela şu ayette böyledir: Cenâb-ı Hak,
"Kadınları boyadığınız zaman"- buyurup, önce kocalara hitab etmiş,
sonra da "Onları zorlamayın" buyurup kadının velilerine hitap etmiştir
(Bakara, 232). Yine Cenâb-ı Allah, "Onlar onların söylediklerinden
uzaktırlar (bendirler)" (Nûr, 26) buyurmuştur. Bu sözü söyleyenler ise,
berî değillerdir. İşte bu ayette de aynı bu şekildedir. Onâb-ı Hak köle
sahiplerine "onlarla yazışın" diye hitapetmiş, diğer insanlara da,
"onlara verin" buyurmuştur. Yahut da Cenâb-ı Hak bu ikinci hitab ile
hem efendilere hem diğer insanlara hitab etmiştir.
[305]
Şafii (r.h) şöyle der:
"Efendinin, mükâteb kölesine "Allah'ın malından" vermesi vâcibtir.
Bu da, ya kitabet akdinde öngörülen malın bir kısmını bağışlamak, yahut da
kölenin ödediği paranın bir kısmını ona iade etmek suretiyle olur" demiştir. İmam
Malik, Ebu Hanîfe ve talebeleri ise, bunun vâcib değil, mendub olduğunu
söylemişlerdir:
Şafii (r.h)'nin delili
şudur: Ayetteki "Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin" ifadesi
bir emirdir. Emir ise vücûb ifade eder. İmâm-ı Şâfil'y© "Hak Teâiâ'nın,
"onlarla yazışın " ve "onlara verin" ifadeleri, aynı şekil
ve tarz üzere gelmiş iki emirdir. O halde sen nasıl birincisinden mendubluk,
ikincisinden vücüb (farziyet) manası alıyorsun? Bir de, "onlara
verin" ifadesi sadece efendilere değil, onlarla birlikte bütün
müslümanlara yapılmış bir hitaptır?" denilebilir.
Ebu Hanîfe (r.h)'nin
delili ise, hem sünnet, hem de kıyastır. Sünnetten uelili şudur: Amr b. Şu'ayib babasından, babasının da dedesinden rivayetine göre Hz.
Peygamber (s.a.s)
“Yüz ukkiye üzerinden
mükâtebe anlaşması yapmış herhangi bir köle, sadece on ûkiyyeyi
ödeyemese, yine köledir"[306]
buyurmuştur. Binâenaleyh eğer indirimde bulunma ve parayı
bağışlama efendiye farz olsaydı, bu kadar miktar (kendiliğinden) sakıt
Urve'den Hz. Alşe (r.
anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bana Berîre gelip: Ey Âişe, bir
yılda bir okka (ûkiyye) olmak üzere, sahibim ile dokuz ûkiyye üzerinden ûkâtebe
yaptım. Bana yardım et. Bundan hiçbir şey ödeyemedim" dedi. Bunun «Brine
ben de, "Sahibine git, eğer onlara onun tamamını verip, velayetinin bana
geçmesini isterlerse, bunu vereyim" dedim. Onlar bunu kabul etmediler. Ben
bunu -rz. Peygamber (s.a.s)'e anlattım. O da, "Bu seni böyle yapmaktan
alıkoymasın. Ottu satin al ve azâd et. Çünkü velayet azâd edenindir"[307]
dedi. Bu hadisteki fcftâl noktası, Berfre'nin mükâtebe miktarından hiçbir şey
ödeyemeyişi, Hz. Âişe'nin a» onun namına mükâtebenin bütün miktarını ödemek
isteyişi, bunu Resûlullah va.s)'a anlatışı, Resûlullah (s.a.s)'ın da bunu
yadırgamayışı ve "Berlre, kitabet üzerinde belirlenen miktarın bir
kısmının bağışlanmasına müstehaktır" demeyişidir. t, bizim görüşümüz sabit
olur."
Ebu Hanîfenin kıyasdan
delili de şu iki açıdandır:
1) Eğer bu
verme, vâcib olsaydı, bunun vücûbiyyeti (farziyyeti) anlaşma ile ilgili olurdu. Böylece de akid (mükâtebe), hem o
parayı vermeyi, hem de düşürmeyi
gerektiren bir özellikte
olmuş olurdu. Düşürme İle vermeyi farz kılma birbirinin zıddı dduğu için
İmkansızdır.
2) Eğer mükâtebe miktarından biraz indirme,
bağışlama efendiye vâcib (farz) «haydi, efendinin köleden bunu indirmesine
gerek olmadan o miktar kendiliğinden dftyordi. Bu tıpkı birisinin, bir
başkasında alacağı olsa, sonra da o başkasınn Dincisinde aynı miktarda bir
alacağı tahakkuk etse, bu alacaklar birbirinin karşılığı olur. Bu durumda da,
verilecek miktar ya belli olurdu, ya meçhul olurdu. Belli olursa,
(mesela) o kitabet
ikibin (dirhem) mukabilinde olurdu. Binâenaleyh o kimse üçbin Madiğinde, azâd
olurdu. Kitabet miktarı ise dört bindir. Bu ise bâtıldır. Çünkü o Ötenin, bu
paranın tamamını ödemesi şart koşulmuştur. Bir de Hz. Peygamber (s.a.s)
"Mükâteb üzerinde bir dirhem (ödenecek miktar) kaba, yine köledir'[308]buyurmuştur.
Eğer bu meçhul olursa, kitabet de meçhul o*muş olur. Çünkü indirimden sonra
geriye ne kaldığı bilinmemektedir. Böylece bu kitabet, tıpkı kölesiyle belirsiz
bir miktar hâriç, bin dirhem üzerinden yazışma yapan omse gibi olmuş olur ki,
bu caiz değildir. Allah en iyi bilendir.
[309]
Onuncu Hüküm: Bu,
zinaya zorlama hakkındadır. Bu, şu ayettedir:
"Dünya hayatının
geçici metâmı kazanacaksınız diye cariyelerinizi hem de kendileri
iffetli olmak isterlerken fuhşa zorlamayın. Kim onları mecbur ederse, şüphesiz ki
Allah onlara kendilerinin icbar edilmelerinden sonra gafur ve rahimdir"
(Nûr, 33).
Bil ki Allah Teâlâ,
köle ve cariyeleri evlendirme ve onlarla mükâtebe yapma lüzumunu beyân ettikten
sonra, bunun peşinden cariyelerin fuhşa zorlanmasını yasaklayan hükmü
getirmiştir. Burada birkaç mesele vardır:
[310]
Alimler, ayetin
sebeb-i nüzulü hususunda değişik rivayetler zikretmişlerdir:
1) Münafık
Abdullah b. Übeyy'in, Mu'aze, Müseyke, Ümeyme, Amre, Ervâ ve Kuteyle adlarında altı cariyesi vardı.
Bunları, zina etmeye mecbur ediyordu ve bunlara vergi koyuyor (belli bir miktar para
getirmelerini istiyordu). Derken bunlardan ikisi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e başvurup,
şikayette bulundular. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
2) Abdullah
b. Übeyy birisini esir aldı. O esir Abdullah'ın cariyesinden kâm almak istedi.
Bu câriye müslümandı. Bundan dolayı bu işten uzak durdu. Abdullah b. Übeyy ise cariyenin
o esirden hamile kalmasını, böylece de çocuğunun fidyesini alabilmek için,
cariyeyi buna zoladı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
3) Ebu Salih, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Abdullah b. Übeyy, yanında Mu'aze adında çok güzel bir
câriye olarak Resûlullah (s.a.s)'a gelip: "Ey Allah'ın Resulü bu
falancanın yetimlerindendir. Biz buna zina ederek, ailesini geçindirmesini
emredemez miyiz?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) "Hayır" cevabını
verdi. Abdullah b. Übeyy sorusunda ısrar edince de bu ayet nazil oldu.
Bir de, Cabir b.
Abdullah (r.a): "Birisinin cariyesi gelip, "Efendim beni zina etmeye
zorluyor" dedi de, bu ayet bundan dolayı nazil oldu" demiştir.
[311]
İkrah (zorlama) ancak,
kendisi sebebiyle kişinin telefi (ölümü) söz
konusu olan bir korku (tehlike) bulunduğu
zaman söz konusu olur.
Fakat az bir korku ile, o kadın zorlanmış olmaz. Binâenaleyh zinaya zorlanma hali,
tıpkı kelime-i küfre (inkârı ifade eden bir şeyi söylemeye) zorlama gibidir.
Nass (ayet), her ne kadar cariyelerle ilgiliise de, hürlerin durumu da aynıdır.
[312]
Araplar köleye
"fetâ", cariyeye ise, "fetâte" derler. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Oradan geçip gidince, fetâsma dedi ki'-. {Kehf, 62); "Fetasmdan kâm almak istedi".
(Yusuf, 30) ve "mü'mine feteyâtınızdan sahip oldukiarnız'.(Nisa,
25) buyurmuştur. Bir hadisde de "Sizden birisi (köle ve cariyesi için),
fetam, fetatım (yiğidim, veya hanım kızım) desin, abdim-emetim demesin"
diye varid olmuştur.
[313]
"Biga", zina
demektir. Nitekim "zina etti,
ediyor. O zâniyedir" denilir.'[314]
Bizim dediğimiz şudur:
İn (eğer) edatıyla bir şarta bağlanan o şart bulunmadığı zaman söz konusu olmaz. Bunun
delili, bütün dilcilerin in edatının şart için olduğu, şartın ise şart bulunmadığı
zaman hükmü olmayan şey olduğunda ittifak etmiş bulunmalarıdır. Bu iki mukaddimenin
toplamı, in edatıyla bir şarta bağlanan şeyin, o şart bulunmadığı zaman,
bulunmayacağı neticesine götürür. Bu görüşe muhalif olanlar da, yine bu ayetle
istidlal ederek şöyle der: Hak Teâlâ zinaya zorlamayı yasaklama işini, İn
edatıyla, "o cariyelerin iffetli olmayı istemeleri" şartına
bağlamıştır. Binâenaleyh eğer durum, sizin ileri sürdüğünüz gibi olsaydt,
cariyelerin iffetli olmayı istememeleri halinde, zinaya zorlamanın yasak
olmaması gerekirdi. Halbuki bu doğru değildir. Çünkü onlar namuslu kalmayı
ister istesinler, ister istemesinler, onları zinaya zorlamanın yasak oluşu
hükmü mevcuttur."
Buna şöyle cevap
verilir: Ayetin zahirinin, cariyelerce zinadan uzak durma isteği olmadığı
zaman, onların zinaya zorlanabileceği manasını iktizâ ettiğinde, münakaşa
yoktur. Fakat haddizatında imkansız olduğu için bu fasittir. Çünkü cariye
iffetli olma isteği bulunmadığı zaman, zinayı kerih (nahoş) görmez. Zinayı kerih
gördüğünde de, onu zinaya zorlamak imkansız olur. Binâenaleyh bu haddizatında
imkansız olduğu için İmkansızdır.
Bazı kimseler bu
hususta şu cevabı da ileri sürmüşlerdir: Bu konuda genel durum şudur: İkrah,
ancak iffetli kalma arzusu bulunduğunda sözkonusudur. Genel duruma göre gelen
hükmün, mefhum-u hitabı yoktur. Bu mesela, hull'un (kadının para karşılığı
kocasına boşanmayı teklif etmesinin) geçimsiz hali dışında da mümkün olması
gibidir. Fakat genel olarak hull geçimsizlik halinde meydana gelir. İşte bundan
ötürü Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın hükümlerini hakkıyla yerine getirmekten
korkarsanız, (kadının serbest boşanması için kocasına) fidye vermesinde,
ikisine de vbal yoktur" (Bakara, 229» ifadesinin mefhum-u hitabı yoktur.
Hak Teâlâ'nın, "Yeryüzünde sefere çıktığınızda eğer kâfirlerin size
fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda üzerinize bir veba!
yoktur" (Nisa. 101) ayeti de bu kabildendir: Bu kısaltma işi
sadece korku haline has değildir. Fakat Cenâb-ı Mak bu hükmünü genel duruma göre
ifade etmiştir. Tefsir ettiğimiz ayette de böyledir.
Bu hususta üçüncü bir
cevap da şudur: "Eğer kendileri de iffetli olmak isterlerse" ifadesi
"iffetli olmak istedikleri zaman" manasındadır. Çünkü ayetin nüzulüne
vesile teşkil eden hâdise anlattığımız gibi, bu şekilde olmuştur. Zira Abdullah
b. Übeyy'in cariyesi müstüman olmuştu. Dolayısıyla namuslu-iffetli kalmak için
zinadan kaçınmıştı. Abdullah, onu buna zorladığı için, ayet tam bu hadiseye
uygun olarak inmiştir. Bunun bir benzeri de, "Eğer onun hakkında bir
şüphede iseniz" (Bakara, 23) ayetinin, "Onun hakkında bir şüphede
olduğunuz zaman.'.! takdirinde olmasıdır.
[315]
Allah Teâlâ o
cariyeleri zinaya zorlamayı yasaklayınca ve bu ifadede de sahiplerinin
cariyeleri evliliğe zorlama
haklarına bir delâlet
(işaret) bulununca, cariyenin, kendisini evlendiren efendisine karşı gelme
hakkı olmayıp, aksine efendisi cariyeyi buna mecbur edebileceği anlaşılır. Bu
"hitab delili"nin gösterdiği bir delildir.
Hak Teâlâ'mn
"Dünya hayatının geçici metâmı, yani cariyelerin bu yolla elde edecekleri
kazançlannı ve döllerini kazanacaksınız diye cariyelerinizi-hem de onlar
iffetli olmak isterlerse- fuhşa mecbur etmeyin, zorlamayın. Kim onları
zorlarsa, şüphesiz ki Allah onlara, kendilerinin buna zorlanmalarından sonra
gafur ve rahimdir" ifadesinde, Allah Teâlâ'mn zorlayan erkek veya zorlanan
kadını bağışlayacağı manası yoktur. İşte bundan ötürü alimler şu iki izahı
yapmışlardır:
1) Ayetin
takdiri, "Hiç şüphesiz Allah o kadınlara gafur ve rahimdir"
şeklindedir. Çünkü ikrah (zorlama), günahı ve cezayı kaldırmıştır. Fakat
zorlayanın, yaptığı işte bir mazereti yoktur.
2) İfadenin
takdiri, "Allah tevbede bulunması şartı ile mükrih (zorlayan) için de
gafur ve rahimdir" şeklindedir. Bu görüş zayıftır. Çünkü birinci tefsire
göre ayette bu takdir yapma ihtiyacı yoktur. İkinci tefsire göre ise,
"tevbede bulunması şartı ile" gibi bir takdir yapma ihtiyacı vardır.
'Celalim hakkı için
biz, ayât-t mübeyyinâtı ve sizden önce gelip geçmiş olanların birtakım
mesellerini müttakiler için bir öğüt olarak size indirdik"
(NÛr, 34).
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûrede bu hükümleri belirtince, Kur'ân-ı Kerim'i şu üç vasıfla vMemiştir:
1)
"Celalim hakkı için, biz ayât-ı mübeyyinâh yani tafsilatlı ayetleri size
indirdik" iadesinin anlattığı husus. Ibn Âmir, Hamza, Kİsaî ve Âsim'in
ravisi Hafs: "insanlara açmayan" manasında olmak üzere, yânın kesresi
İle bu kelimeyi, "mübeyyinât" şakinde okumuşlardır. Bu tıpkı "(O
Kur'ân'ı) apaçık Arapça bir
(indirmiştir
Cebrail'i)"(Suare, ıss) ayeti gibidir. Yahut bu kelimenin, "açık
oldu" ıdaki tebeyyen fiilinden "apaçık" manasınadır. Şu darb-ı
meselde de kelime -nanadadır: "Sabah, gözü olan için tebeyyün
etmiştir."
2)
"Sizden önce gelip geçmiş olanlardan birtakım meseller" ayetinin
ifade ettiği
Bu hususta da şu iki
izah yapılmıştır:
a) Allah
Teâlâ bu ayetteki "mesel" kelimesiyle, Tevrat ve İncil'de bahsedilen
çaçaların yerine getirilişini kastetmiştir. Binâenaleyh Kur'ân'da da aynı
hükümleri indirmiştir. Bu, Dahhak'in görüşüdür.
b) Bu
kelimenin manası, "Peygamberleri yalanlama hususunda onların halinin
halinize benzer olduğunu gösteren şeyi indirdik", yani "Allah'a karşı
isyan »ri için, onların başına indirdiğimiz cezaları size beyan ettik. Böylece
masiyet isyanda onlara ortak (benzer) olmanız halinde, ilâhi cezaya müstehak
olma ndan onlar gibi olacağınızı bilmeniz için, bunu size bir mesel
(misal-benzetme) cv şeklindedir. Bu da Mukâtil'in görüşüdür.
3)
"Müttakiler için bir mev'iza" ifadesinin anlattığı husus. Bununla
onun günah temekten sakındırma ve ona karşı bir va'id (tehdid) oluşu
kastedilmiştir. Kur'ân'ın narfces için bir mev'iza (öğüt) olduğunda bir şüphe
yoktur. Fakat, "müttakiler için bir hidayet” (Bakara. 2)
ayetinin tefsirinde bahsettiğimiz sebebten ötürü, Cenâb-ı Hak Dunun özellikle
müttakiler için olduğunu söylemiştir. İşte bütün bu hükümler hususundaki
sözümüzün sonu budur.
[316]
Bil ki Allah Teâlâ
burada iki mesel zikretmiştir. Bunlardan birisi, imanın delillerinin son derece
açık olduğunu açıklama hususundadır. İkincisi de, kâfirlerin dinlerinin
alabildiğine karanlık ve kapalı olduğunu gösterme hususundadır.
Birinci mesel, şu
ayette ifade edilendir:
"Allah göklerin
ve yerin nurudur. O'nun nurunun meseli (durumu) sanki içinde bir
çerâğ bulunan bir hücre gibidir. O çerağ bir sırça içindedir. O sırça da, sanki bir
inci (gibi parıldayan) bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbeti
olmayan mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı,
ateş dokunmasa bile neredeyse ışık verir. (Bu ışık da), nur üstüne nurdur
(panl-panldır). Allah, dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlar için
meseller irâd eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir1:
(Nûr, 35).
Bil ki, bu ayetle
ilgili sözümüz, birkaç bölüme ayrılmıştır.
[317]
Birinci bölüm: Allah'a
"nûr" adının verilmesi hakkındadır.
Bil ki "nûr"
lafzı Arapça'da, güneşten aydan ve ateşten fışkınp çıkan şeyin, yere, duvar vs.
şeylere düşmesi keyfiyyetini ifade etmek için kullanılan bir lafızdır. Bu
keyfiyyetin, şu sebeplerden dolayı ilâh olması imkansızdır.
1) Bu keyfiyyet, eğer cisim ise» cismin hadis
olduğuna delâlet eden delil, bu keyfiyyetin de hadis olduğuna delâlet eder. Yok
eğer, araz, yani vasıf ise her ne zaman cismin hadis olduğu sabit olursa, o
cisimle kaim olan bütün arazların da hadis olması gerekir. Ancak ne var ki, bu
mukaddime de, Allah Teâlâ'nın hulul etmesinin imkansız olduğuna dair delillerin
getirilmesinden sonra ancak sabit olur.
2) Biz ister
"nûr" cisimdir veyahut da "O cisimde bir hâldir" diyelim.
Bu demektir ki, nûr bölünmektedir. Çünkü nûr eğer cisimse onun bölünmüş
olduğunda şüphe yoktur. Yok eğer cisimde bir hâl ise bölünen şeyde bir hal,
vasıf olan da bölünür. Her iki duruma nöre bu demektir ki, nûr
parçalanabiliyor. Her parçalanabilen (bütün) de kendisinin meydana gelmesi
hususunda, parçalarının bulunmasına muhtaçtır. Onun parçalarından her hiri
kendisinden başkadır. Muhtaç olan her şey, meydana gelmesi hususunda başkasına
muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, zâtı gereği "mümkin"dir,
başkası sebebiyle meydana gelmiştir. O halde bu demektir ki nûr, muhdestir.
Binâenaleyh, ilâh olamaz.
3) Gözle
görülen bu nûr şayet Allah olmuş olsaydı, Allah'ın zeval bulması imkansız
olduğu için, bu nurun da zeval bulmaması gerekir.
4) Bu
görülen nûr, güneşin ve yıldızların doğmasıyla meydana gelir. Halbuki bu, Allah
hakkında imkansızdır.
5) Bu nurlar
şayet ezelî olmuş olsalardı, o takdirde ya hareketli olurlardı veya hareketsiz.
Onların hareketli olmaları caiz değildir. Çünkü hareketin manası, bir <
yerden bir yere intikâl etmek demektir. O halde bu demektir ki, hareket bir ilk
mekânda bulunuyordu. Ezelîlik ise, başkasının kendisinden önce bulunmasına
manidir. O halde, ezelî hareket imkansızdır.
Nurların hareketsiz olması da imkansızdır. Çünkü hareketsizliğin ezelî
olması halinde, onun zeval bulması da imkansız olur. Ancak ne var ki,
hareketsizliğin sona ermesi caizdir. Çünkü biz bu nurların bir yerden bir yere
intikâl ettiklerini görmekteyiz. Böylece bu durum, bu nurların hadis olduğuna
delâlet eder.
6) Nûr, ya
cisim olur veyahut da o cisimle kâim olan bir hal, bir durum olur. Birincisi
imkansızdır, çünkü biz o cismi, onun aydınlatıcı olmasına bakmaksızın bir cisim
olarak düşünmekteyiz. Bir de, cisim bazan daha evvel karanlık olduğu halde,
aydınlanır. Binâenaleyh ikinci durum, (yani cisimde bulunan bir hâl olması)
sabit olmuş olur. Ancak ne var ki cisimle kaim olan o keyfiyyet de cisme
muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise ilah olamaz. Bu delillerin tamamı
sayesinde Allah Teâlâ'nın en büyük nûr olduğuna inanan Maniheistlerin görüşleri
iptal edilmiş olur.
[318]
Kurân'ın doğruluğunu
kabul eden Mücessime'ye gelince, onların görüşlerinin yanlışlığına da şu iki
şekilde delil getirilebilir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "Hiçbir şey onun gibisi değildir" (şu™, n) ayetinin ifade
ettiği *usus.. Binâenaleyh, Allah şayet nûr olsaydı, bu ifade yanlış olurdu.
Çünkü nurların tamamı da birbirine benzemektedir.
2) Bu
ayetteki "O'nun nurunun meseli'' ifadesi, Allah'ın zâtının bu nurun
kendisi ^nadığı, tam aksine nurun O'na nisbet edildiği hususunda son derece açıktır.
Cenâb-ı hakk'ın "Allah dilediğini nuruna kavuşturur" ifadesi de
böyledir. Buna göre şayet 'Allah, göklerin ve yerin nurudur" ifadesinin
zahiri, O'nun bir nûr olduğunu, "O'nun nurunun meseli"- ifadesi de,
O'nun haddizatında bir nûr olmadığını iktizâ eder. Halbuki bu iki ifade
arasında bir çelişki bulunur" denilirse, biz deriz ki: Bu ayetin adesinin
bir benzeri senin (önce) "Zeyd,
serapa cömertlik ve keremdir" deyip, daha sonra da "O, keremi ve
cömertliği ile, insanlığı fakirlikten cjrtanr" demen gibidir. Böyle olması
halinde bir tenakuz söz konusu olmaz.
Üçüncü olarak da
"Allah, karanlıkları ve nuru var etti" (En’am, 1) ayetidir. Bu nûr
denen şeyin, Allah Teâlâ tarafından yaratılmış olduğu hususunda çok açık ve kesin bir
ifadedir. Böylece, Allah'ın bir nûr olması imkansızdır. Bu sebeple, bu hususta
mutlaka bir te'vil yapmanın zorunluluğu sabit olur. Ulemâ bu konuda şu izahları
yapmıştır:
1) Nûr, bir şeyin görünmesinin ortaya çıkmasının
sebebidir. Hidâyet ise, bu anlamdaki bu nura ortak olunca, hidâyete de nûr
denilmesi doğru olur. Bu tıpkı "Allah iman edenlerin dostudur, onlan
karanlıklardan nura çıkarır" (Bakar. 257), "Bir ölü iken kendisini
dirilttiğimiz, ona bir nûr verdiğimiz kimse" (Enam, 122) ve "Fakat
biz ona bir nûr yaptık. Bununla kullarımızdan kimi dilersek, ona hidayet
ederiz" (Şura, 52) ayetlerindeki mana gibidir. O haide ifadesi, "Allah gökler ve yerlerin
nurunun sahibidir" takdirindedir. "Nûr" ise hidayet
anlamındadır. Hidâyet ise, ancak göktekiler için bulunur. O halde netice olarak
diyebiliriz ki, bundan kastedilen anlam, "Allah gökteki ve yerdekileri
hidâyete ulaştırandır" şeklinde olur. Bu, Ibn Abbas ve ekseri ulemânın
(r.a) görüşüdür.
2) Bununla,
"Allah, gökleri ve yeri üstün bir hikmet ve aydın bir hüccet ile idare
edendir" manası kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, tıpkı alim bir
liderin, '"O, şehrin nurudur" şeklinde vasfedilmesi gibi, kendisini
bu şekilde nitelemiştir. Çünkü o, onları çok mükemmel bir biçimde tedbir edip
yönetince, böylece o onlar için, tıpkı sayesinde çeşitli yollara girilebilen
bir nûr gibi olmuş olur. Nitekim Cerlr, ^ulafj dJfcj ]y U cJ' j "Sen bizim
için bir nûr, bereketli bir yağmur ve bir korumasın^, demiştir. Bu el-Esamm ve
Zeccâc'ın tercihidir.
3) Bununla, "Allah, gökleri ve yeri en
güzel bir tertip ile düzenleyen ve tanzim edendir" manası kastedilmiştir.
Çünkü "nûr" sözü bazan düzeni, nizâmı ifade eder. Nitekim Arapça'da
"Ben bu işin bir düzeni olduğunu sanmıyorum" anlamında denilir.
4) Bunun
manası, "Allah göklerin ve yerin aydınlatıcısıdır" şeklindedir.
Mananın böyle olduğunu kabul edenler, bu hususta şu üç izahı yapmışlardır.
a) "O, gökleri melekleriyle; yerleri de
peygamberleriyle aydınlatandır."
b) "Allah, gökleri ve yeri, güneşi, ayı ve
yıldızları ile aydınlatandır."
c)
"Allah, semâyı, güneş, ay ve
yıldızlarla, yeri de, peygamberle ve ulemâ ile süsleyip tezyin edendir."
Bu şık, Übeyy Ibn Ka'b, Hasan el-Basrî ve Ebu'l-Âliye'den rivayet edilmiştir.
Ama, doğruya en yakın olanı birinci şıktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetin
sonundaki "Allah, dilediğini nuruna kavuşturur" ifadesi mevzubahs
olan nûr ile O'nun (mahlûkatını) ilim ve amele sevketmesinin, hidâyet etmesinin kastedildiğine delâlet
eder.
[319]
Bil ki merhum Gazali
bu ayetin tefsiri hususunda "Mlşkfltu'l-Envâr" adında bir kitap
yazmış ve Allah'ın gerçek nûr olduğunu, hatta bundan da öte, nurun sadece o olduğunu
iddia etmiştir. Ben şimdi, onun söylediği şeyleri, onun görüşünü
kuvvetlendirecek pekçok ilâve ile birlikte nakledeceğim sonra da hep birlikte,
bu sözün doğru ve yanlış taraflarına insaflıca bakacağız. Gazali şöyle
demiştir: "Nûr ismi, güneşten, aydan ve ateşten fışkırıp da, katı
maddelerin dış yüzeylerine yansıyan keyfiyyetin adıdır. İşte bu sebeple,
"Yer aydınlandı", "Güneşin ışığı elbiseye, kandilin ştğı da
duvara vurdu, yansıdı" denilir. Bu keyfiyyetin bir üstünlük taşıdığı
malumdur. Çünkü, görülebilen şeyler ancak bu sayede görülebilir, ortaya
çıkarlar. Sonra bu görülebilen şeylerin algılanmasının, onların aydınlatılmış
olmasına bağlı olması gibi, bunların, gören bir gözün bulunmasına bağlı
oldukları da aynı şekilde malûmdur. Çünkü, görülebilen şeyler görülür hale
geldikten sonra, körler için yine de görülür hale gelmezler. Binâenaleyh ortaya
çıkıp görülmek için temel bir esas olması hususunda gören rûh, (yani göz,
canlı) görünen aydınlığa eşit olmuş olur. Diğer taraftan bu gören rûh,
müdrikedir, yani algılama (idrâk) işi onunla olmaktadır. Ama ortaya çıkan
hariçteki nura gelince bu ne bizzat kendisi algılayandır, ne de kendisiyle
algılama meydana gelir, tam aksine, o olduğunda algılama işi meydana gelir.
Binâenaleyh ortaya koyma işini kendisiyle görülen nûrdansa gören nûr ile
vasfetmek daha uygun ve doğru olur. İşte bundan dolayı şüphesiz ki ulemâ, gören
gözün nuruna nûr adını vererek, "Yarasanın gözünün nuru zayıftır";
görmesi zayıf olan kimse hakkında da "Onun gözünün nuru zayıftır" ve,
âmâ kimse hakkında da "O gözünün nurunu kaybetmiştir" şeklinde
ifadeler kullanmışlardır.
Bunun böyle olduğu
sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: İnsanın hem gözü, hem de basireti vardır. O
halde göz (basar) ışıkları, renkleri algılayan zahirî göz, baş gözüdür. Basiret
ise, aklî bir kuvvettir, bir melekedir. Bu iki idraktan her biri, idrâk editen
nesnenin ortaya çıkmasını gerektirir. O halde, bu iki idraktan her biri, bir nurdur.
Ancak ne var ki ulemâ, gözün nuru için akıl nurunda bulunmayan birtakım
kusurlar zikretmişlerdir ki, bunların hiçbiri akıl nurunda mevcut değildir.
[320]
Gazali (r.h) bunlardan
yedi tanesini zikretmiştir. Biz ise bunları yirmiye çıkaracağız.
1) Gören
kuvvetin, bizzat ne kendisi, ne algılaması ve ne de organı, idrâk olunup
anlaşılamaz. Bu kuvvetin bizzat kendisinin ve algılamasının idrâk edilemeyişine
gelince, gerek gören kuvvet, gerekse gören kuvvetin algılanması, bu baş gözü
ile görülen şeylerden değildir. Onun organına gelince, bu gözdür. Göz ile gören
kuvveti, gözün kendisi idrâk edemez. Kuvve-i âkile, yani basirete gelince,
bunun hem bizzat kendisi, hem algılaması hem de algılamadaki vasıtası -ki bu
kalb ve beyindir-, algılanır. Böylece akıl nurunun, göz nurundan daha mükemmel
olduğu sabit olmuş olur.
2) Göz
kuvveti, külliyyâtı idrak edemez, kuvve-i akile ise, külliyâtı idrâk eder.
Külliyyâtı idrâk eden ise, -ki bu da kalbtir- cüz'iyyâtı idrâk edebilenden daha
üstündür. Göz kuvvetinin külliyyâtı idrak edememesi meselesine gelince, bu
şundan dolayıdır:
Göz kuvveti şayet,
varlık aleminde bulunan her şeyi idrâk edebilmiş olsaydı bile, o her şeyi idrâk
etmiş sayılmaz. Çünkü her şey, geçmişte, şu anda ve gelecekte varlık alemine
girmesi mümkün olan her şeydir. Ama kuvve-i âkile ise (işte bu anlamdaki)
külliyyâtı, idrâk eder. Çünkü biz, insanların insan olma vasfında müşterek
olduklarını, fakat kendilerine has özellikleriyle birbirlerinden ayrılıp
seçildiklerini görmekteyiz. Sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey ise,
sayesinde farklılığın, başkalığın meydana geldiği şeyden başkadır. Çünkü insan
olma, sırf insan olmak bakımından (kendilerine has sıfatlarıyla ayrılan)
şahıslardan başkadır. Bu demektir ki, biz şu anda külli bir mahiyet
düşünmekteyiz.
Külliyyâtı idrâk
etmenin daha üstün olduğu meselesine gelince, bu böyledir. Zira külliyyâtın
idrâkinin değişmesi imkansızdır. Halbuki cüz'iyyâtın idrâkinin değişmesi ise
kaçınılmazdır. Bir de, külliyyâtı idrâk muhtevasına giren cüz'iyyâtı idrâki de
ihtiva eder. Çünkü, mahiyet için var olan şey, o mahiyetin bütün fertleri için
de vardır, ama aksi böyle değildir. Binâenaleyh aklî idrâkin daha kıymetli
olduğu sabit olmuş olur.
3) Maddî idrâk (gözün algılaması) kesin netice
vermez. Halbuki, aklî idrâk ise, netice verir. Binâenaleyh aklî idrâkin daha
kıymetli olması gerekir. Maddi idrâkin netice vermemesine gelince, bir şeyi
(maddi olarak) hisseden kimsenin bu hissedişi, o adamın başka bir şeyi
hissetmesine sebep olamaz. Tam aksine, bu kimse bu yeni şey için tekrar
hissetme yetisini kullanırsa, ancak o zaman bu yeni şeyi hissetmiş olur. Ancak
ne var ki bu, o ilk hissedişin neticesi olmaz. Ama aklî idrâke gelince, bu
netice verir. Çünkü biz birtakım şeyler düşünüp, bu düşündüklerimizi de aklımıza
yüklediğimizde, aklımızın yapacağı bu terkipler sayesinde, başka ilimleri elde
etmeye ulaşırız. Mevcut olan her şeyi düşünme de böyledir. Çünkü, bu sayede
diğer sonsuz şeyle düşünmek mümkündür. Böylece aklî idrâkin daha kıymetli
olduğu sabit olmuş olur.
4) Maddi
idrâk, pekçok şeyi ihata edemez. Aklî idrâk ise pekçok şeyi idrâk edebilir.
Binâenaleyh aklî idrâkin daha üstün olması gerekir. Maddi idrâkin (gözün) o
pekçok şeyi ihata edememesine gelince, bu böyledir. Zira göz peşpeşe pekçok
renkleri, gördüğünde, onları birbirinden ayırdetmekten aciz kalır ve böylece de
bunu sanki o renklerin karışımından meydana gelmiş tek bir renk olarak algılar.
Kulak da böyledir, o pekçok kelimeyi ardarda duyduğunda, onları birbirine
karıştırır ve onları birbirinden seçemez. Ama aklî idrâk ise pekçok şeyi ihata
eder. Çünkü pekçok ilmi elde eden herkes, yeni bilgileri daha kolay elde eder.
Aksi de böyledir. Binâenaleyh bu durum aklî idrâkin daha kıymetli olduğuna
hükmetmemizi gerektirir.
5) Maddi
kuvvet, (gözün görme kuvveti), kuvvetli olan maddi şeyleri algıladığında,
zayıflarını idrâk edemez. Çünkü şiddetli bir ses duyan kimsenin, o esnada,
zayıf sesi duyması mümkün değildir. Aklî kuvveti (kalbi görmd kuweti)ni ise,
bir düşünce başka bir şeyi düşünmeden alıkoyamaz.
6) Maddi
kuvvet, kırk yaşından sonra nefsin bedeni istila etmesini mûcib olan arterin
çoğalması esnasında zayıflar. Halbuki aklî melekeler ve kuvveler ise kırkından
sonra, yani bedenin harabiyetine müncer olan fikir döneminde güç-kuvvet
kazanır. Böylece bu, akli kuvvetin, bu gibi vasıtalardan müstağni olduğuna;
maddi kuvvetin , bu aletlere muhtaç olduğuna delâlet eder.
7) Görme
kuvveti, görülebilen şeyleri, ne çok yakından ne de çok uzaktan görüp idrâk edemez.
Aklî kuvvetin durumu ise, yakınlığa ve uzaklığa göre değişmez. Çünkü bu kuvvet,
aynı anda hem Arşın üzerine çıkar, hem de yerin dibine inebilir. Bundan da öte,
yakınlıktan, uzaklıktan ve cihetten münezzeh olan Allah'ın zât ve sıfatlarını ırak eder.
Binâenaleyh, aklî kuvvet daha kıymetli olmuş olur.
8) Maddî kuvvet,
eşyanın sadece dışını idrâk eder. Binâenaleyh, bu kuvvet mesela insanı idrâk
ettiğinde o, gerçekte insanı idrâk edememiştir. Çünkü bu kuvve sadece insanın
maddesinin dış yüzeyi ile, dış yüzey vasıtasıyla kaim olan rengi idrâk
etmiştir. Halbuki insanın, sadece dış yüzey ve renkten ibaret olmadığı, ittifakla
sabittir. O halde su demektir ki, maddî görme kuvveti içe nüfuz etmekten
acizdir. Aklî kuvvete gelince, eşyanın zahiri ve batını ona göre müsavidir. Çünkü bu
kuvvet eşyanın içini de dışını da idrâk eder; eşyanın bütününe nüfuz edebildiği gibi,
parçalarına da nüfuz eder. Binâenaleyh akli kuvvet eşyanın içine ve dışına
nisbetle bir nûr olmuş olur. Ama maddî görme kuvveti, eşyanın zahirine nisbetle bir nurdur,
ama batınına nisbetle bir zulmettir.
Binâenaleyh, aklî
kuvvet maddi görme kuvvetinden daha kıymetli olmuş olur.
9) Aklî
kuvvetin idrâk edip algıladığı şey, Allah Teâlâ ve O'nun bütün fiilleridir.
Maddî kuvvetin algıladığı şey ise, renkler ve şekillerdir. Binâenaleyh aklî
kuvvetin kıymetinin, maddi kuvvetin kıymetine nisbeti, tıpkı Allah'ın zâtının
kıymetinin, renkler ve şekillerin kıymetine nisbeti gibidir.
10) Aklî
kuvvet, mevcudat ve ma'dûmatın tezahür alanı olan bütün mevcudat, ma'dûmat ve
mahiyetleri algılayıp idrâk eder. İşte bundan dolayı, aklî kuvvetin verdiği ilk
hüküm, "Varlık ve yokluk ne aynı anda biraradâ bulunabilir ne de aynı anda
ortadan kalkabilir" şeklindedir. Bu kuvvetin böyle bir hüküm vermesi ise,
varlık ve yokluk mefhûmlarının hiç şüphesiz ki daha önce geçmiş olması şartına
bağlıdır. Buna göre bu kuvvet sanki, bu iki tasavvur sebebiyle, bazı
bakımlardan bütün her şeyi kuşatmış gibidir. Ama, maddî kuvvet ise, sadece
ışıkları ve renkleri idrâk edebilir ki bu iki şey, maddeye ait olan vasıfların
en değersizlerindendir. Maddenin bizzat kendisi de, ruhanî cevherlerden
düşüktür. Binâenaleyh, maddi kuvvetin sahası, mevcudatın en değersiz alanıdır.
Ama, aklî kuvvetin sahası ise, mevcudat ve ma'dûmatın tamamıdır. Binâenaleyh,
aklî kuvvet daha kıymetli olmuş olur.
11) Aklî
kuvvet çoğu bire indirgemeye, biri de çoğaltmaya kadirdir. Ama, maddi kuvvet
buna muktedir değildir. Aklî kuvvetin, çoğu bire indirgeyebilme meselesine
gelince, bu böyledir, çünkü bu kuvvet, "cins"i "fasl"a
ekler. Böylece de bu İkisinden tek bir nev'î tabiat meydana gelir. Bu kuvvetin,
biri çoğaltabilmesine gelince, mesela bu kuvvet, tek bir mahiyet olan insanı ele
altr ve onu kendisinden ayrılmayan ve ayrılan mefhûm ve vasıflara böler. Daha
sonra mahiyetin mukavvimatını cinse ve cinsin cinsine, fasla ve faslın faslına,
faslın cinsine ve cinsin faslına, derken cinslerden ve fasıllardan sayılmayan
diğer mukavvim cüzlere ayırır. Daha sonra, bu "mürekkeb"lerden gerçek
"basif'lere varıncaya kadar, bu kısımların herbirini bölmeye devam eder.
Sonra o aklî kuvvet, insanın ayrılmaz vasıfları hususunda bu vasıfların müfred
veya mürekkeb ya pekçok vasıta veya bir vasıta ya da vasıtasız olarak lazım ve
gerekli olduklarım nazar-ı dikkate alır. O halde bu demektir ki akli kuvvet
sanki de mahiyetlerin bütün derinliklerine nüfuz etmiş, onları birbirlerine
karıp katmış, herbirihin parçasını diğerinden ayırdetmiş ve herbirini uygun
olduğu yere koyu- vermiştir. Ama, maddi kuvvete gelince, mahiyetlerin hallerine
muttali olamaz, tam aksine tek bir şey görür, ama onun da ne ve nasıl olduğunu
bileme2. Böylece, akli kuvvetin daha kıymetli olduğu ortaya çıkmış olur.
12) Aklî
kuvvet, sonsuz şeyler idrâk edebilir. Halbuki maddi kuvvet, buna muktedir
değildir. Birincisini birkaç yönden izah edebiliriz.
a) Aklî kuvvetin mevcut bilgilerle meçhul olan
şeylerin bilgisini elde etmesi mümkündür. Sonra bu aklî kuvvet elde ettiği bu
neticeleri nihayeti olmayan başka neticelere mukaddime yapabilir. Maddî
kuvvetin ise, bole bir şey elde etmeye muktedir olamayacağını sen daha önce
öğrenmiştin.
b) Aklî kuvvet nihayeti olmayan sayıların
mertebelerini düşünebilir, buna muktedirdir.
c) Aklî
kuvvet bizzat kendisini, kendisinin taakkul edip düşündüğünü, buna benzer
sonsuz sayıdaki şeyleri düşünebilir.
d) Sonsuz sayıda nisbetler ve izafetler bulunur
ki, bunlar maddi olmayıp akıl yoluyla ulaşılabilen şeylerdir. Böylece akledici
kuvvetin daha şerefli olduğu ortaya çıkmış olur.
13) İnsan, akledici kuvveti ile, hakikatleri
idrâk etmede Allah'a, maddi kuvveti ile de behâime, hayvanlara benzer. Bu
nisbet itibare alınmalıdır. O halde, aklî kuvvet daha şereflidir.
14) Akli
kuvvet, kendi akli idrâki hususunda akledilen şeyin hariç, dış alemde bulunması
şartından müstağnidir, ama maddi kuvvete gelince, o kendi maddi algılamasında
algılanan şeyin dış alemde bulunmasına gerek duyar. İhtiyaç duymayan ise
duyandan daha üstündür.
15) Hariçte
bulunan şeyler zâtları gereği mümkin şeylerdir, bundan Ötürü bir faile ihtiyaç
duyarlar. Failin ise, çok sağlam ve muhkem bir biçimde icad edip yaratması,
ancak daha önce ilmin bulunmasından sonradır. O halde, bu şeylerin dış alemde
bulunmaları aklî bir idrâke tâbidir, bağlıdır. Onları algılamaya gelince,
şüphesiz ki bu da onların dış âlemde bulunmasına tâbidir. O halde, algılayan
maddi kuvvet, aklî kuvvete tabi olur.
16) Aklî
kuvvet, akletme işinde vasıtalara ihtiyaç duymaz. Bunun delili ise şudur: tavan
ti beş duyu organı âtıl, bozuk hâle gelse, o yine de birin ikinin yansı
olduğunu, m/m şeye müsavi olanların kendi (aralarında da) müsavi olduğunu
düşünebilir. Maddi tfgaama kuvvetine gelince o pekçok vasıtaya muhtaçtır.
Muhtaç olmayansa, olandan :_-_ -stündür.
17) Gözle
görme ancak cihetlerde bulunabilen şeyler için söz konusu olabilir. %nca o her
cihette de etkin olamaz. Oaha doğrusu ancak ya karşısında olanı, ya da
karşısında bulunan hükmünde olanı idrâk edebilir "Karşısında bulunan
hükmünde oiam" ifademizle şu dört şeyden korumuş olduk:
a) Araz.
Çünkü o, karşıda (mukabil) olan değildir, zira mekanda bulu ımaz. Ama kendisi "mukabil" olan cisimle kaim
olduğu için "mukabil" hükmünoedir.
b) Aynada yüzün görülmesi. Çünkü ışık, gözden
aynaya doğru çıkar. Sonra aynadan da yüze vurur, böylece de yüz görülür hale
gelir. İşte o bu bakımdan, andisinin mukabili gibidir.
c) İki aynadan birini önüne diğerini arkasına
koyduğunda, insanın arkasını 0ûnnesi.
d) Işığın
rutubetlerde, (suda) kırılması sebebiyle, "mukabele" edilemeyen
şeylerin aöoilmesi. Nitekim bu (el-Menazır) bilim dalına dair eserlerde[321]
açıklanmıştır. Aklî wete gelince, onun cihetlere ihtiyacı yoktur. Çünkü o,
ciheti düşünür; cihetse, bir e#wtte değildir.
Bundan ötürü, bu şeyin ya bir cihette bulunduğunu ya da sunmadığını
düşünür. Bu iki ihtimalden birisinin olabileceğini düşünmek ise, ancak som,
"O bir cihette değildir" şeklindeki sözümüzün manasını düşündükten
sonra doğru olur.
18) Maddi görme kuvveti, önüne bir mania
çıktığında göremez. Aklî kuvvet ise arta bir engel tanımaz. Binâenaleyh daha
kıymetli olmuş olur.
19) Aklî kuvvet tıpkı bir emîr, komutan gibidir,
maddî kuvvet ise hizmetçi durumundadır. Komutan ise, hizmetçiden daha
kıymetlidir. Emretmek ile hizmet senek arasındaki farkın izahı ise, son derece
açıktır.
Maddî görme kuvveti,
ekseriya yazılır. Çünkü o bazan, hareket edeni hareketsiz, hareketsiz olanı da
hareketli olarak algılar. Bu tıpkı, geminin içinde oturan adam jbidir. Çünkü bu
kimse hareket halinde olan gemiyi bazan hareketsiz, hareketsiz :an sahili de
hareketli olarak algılar. Eğer akıl olmasaydı, görmenin hatası, aoğrusundan
ayırdedilemezdi. Akıl hakim, his ise mahkûmdur.
Böylece
anlattıklarımızla, akli idrâkin maddi görme idrakinden daha üstün olmuş olduğu
sabit olmuş olur. Bu iki idrâkten her biri, nurun hususiyetlerinin en
kıymetlisi olan zuhur etmeyi gerektirir. Binâenaleyh, aklî idrâk,
nûr olmaya maddî idrakten daha uygundur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre
şimdi biz diyoruz ki, bu akli nurlar, iki kısımdır.
a) Durumlar normal olduğunda, meydana gelmesi
vâcib olan, ki bunlar, fıtrî düşüncelerdir.
b) Kesbî olanlar, ki bu da nazarî düşüncelerdir.
Fıtrî olanlara gelince bu insan cevherinin ayrılmaz bir vasfı değildir. Çünkü
insan çocukken, kesinlikle alim değildi. Binâenaleyh bu demektir ki bu fıtrî
nurlar yok iken meydana gelmişlerdir. Bu itibarla, bunların mutlaka bir sebebi
olması gerekir. Nazarî olanlara gelince, insan fıtratına, çoğunlukla bir meylin
ve sapmanın arız olduğu malumdur. Durum böyle olunca da mutlaka bir rehberin ve
yol göstericinin bulunması gerekir. Halbuki Allah'ın kelâmının ve
peygamberlerin irşadının üstünde bir mürşid yoktur. Böylece aklın gözünde
Kur'ân ayetlerinin yeri, tıpkı maddî görme kuvvetine nisbetle güneşin nuru
gibidir. Çünkü, gözün görmesi, ancak, bu nurla tamamlanır. Binâenaleyh, güneşin
nuruna nûr denilmesi gibi Kur'ân'ın nuruna nûr denilmesi daha uygundur. O halde
bu demektir ki, Kur'ân'ın nuru, güneşin nuruna, aklın nuru da gözün nuruna
benzer, İşte bu izahla, Cenâb-ı Hakk'ın "O halde Allah'a, Resulüne ve
indirdiğimiz nura iman edin" (Teğabun. 8)ve "Muhakkak ki size,
Rabbinizden bir burhan gelmiştir. Biz size, apaçık bir nûr indirdik"
ayetlerinin manası ortaya çıkar. Resulün beyanının, güneşin nurundan daha
kuvvetli olduğu sabit olunca, nûranilik hususunda kudsiyyetin bizzat kendisinin
güneşten daha büyük olması gerekir. Maddeler aleminde, güneşin başkalarına nûr
saçtığı, bu nuru başkasından almadığı gibi bizzat peygamberin kendisi de diğer
beşeri nefislere aklî nurlar saçar, fakat bu aklî nurları hiçbir beşerden
almaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Ve orada bir lamba, aydınlatan bir
ay var etti" (Furkân,6i) buyurarak, güneşi lamba ve kandil olmakla
nitelemiş, Hz. Peygamberi de aydınlatan bir ay diye vasfetmiştir. Bunu iyice
kavradığında, şimdi biz diyoruz ki, peygamberlerin ruhlarında meydana gelen
nurların, meleklerin ruhlarında bulunan nurlardan alındığı aklî ve naklî
delillerle sabittir. Nitekim Cenâb-ı Hak "O kendi emriyle kullarından kimi
dilerse ona vahy ile melekleri indirir"'(Nahi,2); "Onu, Ruhu'I-Emin
kalbine indirdi" (Şuara, 193-194), "De ki: "onu rabbinden hak
olarak, Ruhu'l-kuds indirdi" (Nam, 102) ve "O ancak, vahyolunan bir
vahiydir. Onu, kuvvetleri şiddetli olan öğretti" (Necm. 4-5) buyurmuştur.
Vahiy ise ancak, melekler vasıtasıyla olur. Binâenaleyh biz, peygamberlerin
ruhlarını, aydınlatma bakımından güneşten daha büyük kabul edince,
peygamberlerin akıllarının nurlarının adeta kaynaklan olan meleklerin
ruhlarının, mutlaka ve mutlaka peygamberlerin ruhlarının nurlarından daha büyük
olması gerekir. Çünkü sebebin mutlaka, müsebbepten daha güçlü olması gerekir.
Sonra biz yine diyoruz ki: Semavi ruhların farklı farklı oldukları, bir
kısmının başkasından nûr alan, bir kısmının, da veren oldukları hem aklî hem de
naklî delillerle sabittir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Cebrail (a.s)'i anlatırken,
"Orada kendisine itaat olunandır, bir emîndir"(Tekv\r.2-\)
buyurmuştur. Binâenaleyh Cebrail, meleklerin itaat ettiği birisi olunca, itaat
edenlerin mutlaka onun emri altında olmaları gerekir. Nitekim Cenâb-ı Allah
"Bizden istisnasız her birimiz için birermakam vardır" (Saffat, 164)
ustur. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, bahsettiğimiz sebebten
ötürü, olmaya, nuru veren, alandan daha
uygundur. Ruhlar alemindeki nurların arecesinin şöyle bir misali vardır:
Güneşin ışığı aya ulaşıp, sonra bir evin penceresinden içeri aksedip, duvarda
asılı bir aynaya düşüp, o aynadan başka bir auvarda asılı olan diğer bir aynaya
yansıyıp, oradan da yerdeki su dolu bir tasa «ansıdığında, buradan da evin
tavanına yansır. Binâenaleyh burada en büyük nûr, nûrtann (ışıkların) kaynağı
durumunda olan güneşin nurudur. İkincisi ayda olan, üçüncüsü ilk aynaya vuran,
dördüncüsü, ikinci aynaya vuran, beşincisi suya vuran; artıcısı da tavana
vurandır. İlk kaynağa en yakın olan, ondan uzak olandan daha kuvvetlidir.
Semavî nurlar, işte
böylece derecelenince, aydınlatma bakımından, veren nûr alan nurdan daha
kuvvetli olur. Sonra bu nurlar en büyük nura ulaşıncaya kadar darace derece
yükselir. Allah katında makam ve mevki itibarıyla en büyük ruh "Rûh •e
melekler saf saf durdukları gün * (Net». 38) ayetiyle kastedilendir. Sonra biz
diyoruz _ Maddi ruhların, eğer süfli (yeryüzüne ait) olurlarsa, ışık veren
cisimlerin nurları zz eğer ulvi olurlarsa, tıpkı güneş ay ve yıldızların
nurları gibi olduklarında şüphe •ortjr. Yine aynı şekilde aklî nurlar da süfli
iseler, tıpkı Peygamber ve velilere aitsüflî (yeryüzü) ruhları gibi; ulvî
iseler, meleklere ait olan ulvî ruhlar gibidirler. 5Ctün bunların hepsi de,
zatları gereği "mümkin" varlıklardır. Zatları gereği
"mümkin" nar varlıklar ise, zatları gereği yokluğa, başkasından ötürü
de var olmaya ^fcjstehaktırlar. Yokluk, var olan o zulmet (karanhk)tır. Varlık
ise, nurdur. O halde Alah'ın dışında kalan herşey, zatları gereği
karanlıktırlar ve ancak Allah'ın -u^andırmasıyla aydınlanan varlıklardır. Bu
süflî ruhların var olduktan sonraki bütün aigtieri de Allah'ın varlığından
ötürü mevcuttur. O halde bu demektir ki: O süflî ruhları, friduk karanlıkları
içinde iken, varetmek suretiyle ortaya çıkaran ve cehalet zulmetleri ç*ıde
iken, bilgi nurlarını üzerlerine sağanak yağmurları halinde döken zat, Hak
MH'dır. Binâenaleyh herşey ancak O'nun ortaya çıkarmasıyla, ortaya çıkmıştır,
sû'un özelliği, ortaya çıkma, tecelli etme ve inkişaf bulmayı sağlamaktır. İşte
bu Mada mutlak nurun, Allah Subhanehû ve Teâlâ olduğu, başkalarına
"nur" denişinin se mecaz olduğu ortaya çıkar. Çünkü Allah'ın dışında
kalan herşey, bizzat o olması barıyla, sırf zulmet (karanlıktır. Çünkü o olması
bakımından sırf bir yokluktur. Hatta sundan da öteye, biz o nurlara nûr
olmaları açısından baktığımızda bile, birer zulmet «juklarını görürüz. Çünkü
bunlar, nûr olmaları itibarıyla "mümkin" varlıklardır. jmkin varlıklar ise, mümkin olmaları
bakımından "ma'dûm" (yok) sayılırlar. Ma'dum yok olan) ise,
karanlıktır. Binâenaleyh nura, nûr olması bakımından bakıldığında bile, a bir
zulmettir. Fakat bu nurlara, Hak Teâlâ'nın onlara varlık nurunu sağanak
jajmurlan halinde dökmüş olması bakımından bakıldığında, nûr oldukları görülür,
aytece nûr olanın gerçekte sadece Hak Teâlâ olduğu, O'nun dışında kalanların
ise nj- ^madiği, bunlara ancak mecazi olarak nûr denildiği sabit olmuştur.
Daha sonra Gazali
(r.h) şu iki sorudan bahseder:
Birinci soru: "Hak
Teâlâ bu ayette nuru niçin göklerin ve yerin nuru olarak tavsif etmiştir?"
deyip buna şu şekilde cevap vermiştir: "Sen, göklerin ve yerin, aklî ve
maddî nurlarla dopdolu olduğunu biliyorsun. Maddî nurlar, göklerde müşahede
edilen yıldızlar, güneş ve ay ışığı gibi şeyler ile, yerde maddelerin
yüzeylerine vurup bu sayede çeşitli renklerin ortaya çıkmasını sağlayan
ışıklardır. Eğer böyle olmasaydı renkler ortaya çıkamaz, dahası varlık
gösteremezlerdi. Aklî nurlara gelince, ulvî (yüce) âlem bunlarla dopdoludur.
Bunlar, meleklerin cevherleridir. Süfli alem de yine akli nurlarla dopdoludur
ki bunlar, bitkilerdeki, hayvanlardaki ve insanlardaki kuvvetlerdir. Tıpkı
melekiyyetin nuru ile ulvî âlemin nizamı ortaya çıktığı gibi, süflî
(yeryüzünde) olan insanın nuru ile de, süflî alemin nizamı ortaya çıkar. İşte
Hak Teâlâ'nın "(Allah) onları elbette yeryüzünde halife kılacak"
{Nûr, 55) ve "Sîzi, yeryüzünde halifeler kıldı" (Nemi. 62) ayetleri
ile kastedilen budur. Bunun böyle olduğunu anladığında, alemin zahiri ve basan
(göze hitab eden) nurlar ve akli-bâtınî nurlar ile dopdolu olduğunu anlarsın.
Bunun peşisıra da süflî nurların bazısının, tıpkı kandilden akseden nur gibi,
diğer bazılarından çıktığını anlarsın. Çünkü buradaki kandil nübüvvet nurudur.
Daha sonra kutsî nübüvvet nurlarının da tıpkı kandilin nurdan iktibası gibi
ulvî ruhlardan alındığını ve ulvî nurların bir kısmının bir kısmından olduğunu,
aralarında makam itibarıyla dereceler bulunduğunu, bütün bunların hepsinin de
nurların nurunu ve ilk kaynağa varıp dayandığını, bunun ise ortağı olmayan bir
Allah olduğunu anlarsın. Binâenaleyh bütün hepsi O'nun nurudur. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah göklerin ve yerin nurudur" buyurmuştur.
İkinci soru: Allah,
"nûr" olunca, O'nun "nur" olduğunu isbat için akli delile
niçin ihtiyaç duyulmuştur?
Üstad Gazali buna da
şöyle diyerek cevap verir: Allah Teâlâ'nın göklerin ve yerin nuru olmasının
manası, göze hitab eden zahirî nurlara nisbetle malumdur. Binâenaleyh sen,
güpegündüz, baharın yeşilliğini müşahede ettiğinde, renkleri görmekte
olduğundan şüphe etmezsin. Hatta çoğu kez sırf renkleri gördüğünü sanırsın.
Çünkü sen, yeşillikten başka bir şey görmediğini söylersin. Fakat güneş
battığında güneşin o varlıklar üzerine düştüğü zamanki renkler ile, düşmediği
zamanki durum arasındaki farkı açıkça anlarsın ve böylece nurun (ışığın), o
renklerle birlikte anlaşılan başka birşey olduğunu farkedersin. Fakat o onunla
alabildiğine birleştiği için, ayrıca idrak edilmemiş ve alabildiğine ortada
olduğu için de (adeta) gizlenmiştir. Çünkü bazan, çok ortada olmak gizlilik
(görülememe-farkedilememe) sebebidir. Bunu iyice kavradığında bil ki her şey
göz için, görünen bu maddî nûr sayesinde ortaya çıkıp görülebildiği için,
batınî göz (basiret) için de her şey Allah ile ortaya çıkar. Çünkü O'nun nuru
herşey ile birliktedir ve ondan ayrılmaz. Fakta burada ikisi arasında birtakım
farklar söz konusudur. Mesela zahiri nurun, güneşin batması, yahut araya bir
engelin girmesi ile kaybolacağı bilinir. İşte bu durumda da nurun renkten başka
bir şey olduğu ortaya çıkar. İlahi nûr ile ise herşey ortaya çıkar ve bu nurun
kaybolması, yimesi tasavvur edilemez. Hatta değişmesi bile imkansızdır, hep
eşya ile birlikte kalır. Böylece ikisi arasındaki fark hususundaki istidlal son
bulur. Eğer ilahi nurun taybolabtleceği düşünülseydi, o zaman gökler ve yerler
temelinden sarsılır ve bu id nûr arasındaki fark hususunda zarurî bir bilgi
anlaşılırdı. Fakat bütün herşey kendilerini yaratanın varlığına aynı şekilde
şehâdet etmeye devam edip, eşyanın bazısının değil, hepsinin O'nu teşbih ettiği
ve bu işi, zaman zaman değil, her zaman yaptığı anlaşıldığında aradaki fark
kaybolur ve yol iyice kapalı hale gelir. Çünkü zahirî yol, eşyayı zıdlan ile
tanımaktır. Zıddı olmayan ve bütün halteri birbirine benzediği için hiçbir değişikliğe
uğramayan varlığın ise, kapalı (meçhul) kalması ve onun bu kapalılığının ise
alabildiğine açık ve seçik olmasından ötürü olduğu akıldan uzak değildir.
Alabildiğine aşikâr olduğu için, bütün mahlûkattan saklı kalan, nurunun
aydınlığı sebebiyle onlardan gizli kalan o yüce zatı, noksan sıfatlardan
takdis, tenzih ederiz.
Bil ki Üstad
Gazali'den aktardığımız bu izahlar son derece güzel. Fakat iyice reetenirse,
bunların neticesi de Cenâb-ı Hakk'ın "Nûr" olmasının manasının, O'nün
âlemin ve idrak eden kuvvetlerin yaratıcısı olması hususuna raci olmasına
dayanır ki bu da bizim "Allah'ın göklerin ve yerin nuru olması, "O
göklerin ve yerin "Hidayetcisidir" manasınadır" şeklindeki,
sözümüzle aynı manayadır. Binâenaleyh Gazali'nin söylediği ile müfessirlerden naklettiğimiz
sözler arasında mana bakımından bir fark yoktur. Allah en iyi bilendir.
[322]
İkinci fasıl: Bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'ın "Allah'ın nurdan ve zulmetten yetmiş perdesi .ardır.
Eğer Allah onları açacak olsa, zâtının kutsiyyeti, gözünün yetiştiği herşey)
yakardı"[323] hadisinin tefsiri
hakkındadır. Bazı rivayetlerde bu perdelerin sayısının yediyüz, bazılarında ise
yetmişbin olduğu söylenmiştir. Her halükârda diyorum ki: Hak Teâlâ'nın zatının
yine zatına tecelli ettiği sabit olunca, bu perde işi şüphesiz perdelenilenlere
nisbetledir. Perdelenilenlerin de mutlaka ya nurdan ve zulmetten meydana gelmiş
perde ile, yahut sadece nurdan yahut sadece zulmetten meydana gelmiş bir
perdeyle perdelenilmiş olmaları gerekir.
Birinci kısım: Sırf
zulmet ile perdelenilenler bedeni şeylerle meşgul olma hususunda zihinleri,
fikirleri ve gönülleri bu maddi şeylerle vâcibu'l-vücûd'un varlığına stidlâl
edilebilir mi, edilemez mi meselesine dönüp bakmayacak olan kimselerdir. Çünkü
sen anladın ki, Allah'dan başka her şey, kendi zatında karanlıktır. O'nun
aydınlanması ancak, Hazret-i Allah'dan alacağı nurla olur. Binâenaleyh Allah
adına olmaksızın, maddî şeylerle meşgul olup, bu meşguliyyeti de nûr tarafına
dönmesine mani olan herkesin perdesi sırf zulmet perdesi olmuş olur. Bedenî ilgi
ve alâkalarla yapılan her türlü meşguliyet sınırsız ve sonsuz olduğuna göre,
zulmâni perdelerin çeşitleri de sınırsız ve sonsuzdur.
İkinci kısım: Nûr ve
zulmet karışımı perdelerle perdelenilenlerdir. Bil ki maddî şeylere bakan kimse
onların ya bir müessirden müstağni olduklarına inanır, yahut bir müessire
muhtaç olduklarına inanır. Eğer bunların bir müessirden müstağni olduklarına
inanırsa, işte bu nurdan ve zulmetten meydana gelmiş bir perde olur. Bunun
nurdan oluşu, o kimsenin bu varlıkların başkasına muhtaç olmamaları hususunu
tasavvur edebilmesinden ötürüdür, çünkü müstağni olmak, Allah'ın celal
sıfatlarındandır. O halde bu, nûr tarafıdır. Bunun zulmet oluşu ise, o kimsenin
bu müstağnî oluş vasfının, o maddelere uygun olmamasına rağmen, onlarda
bulunduğuna inanmasıdır ki, bu bir zulmettir. Böylece bu düşüncenin nûr ve
zulmet karışımı bir perde olduğu sabit olmuş olur. Bu kısmın da çeşitleri
çoktur. Çünkü kimileri, mümkin varlığın bir müessirden müstağnî olduğuna
inanmıştır, kimileri ise mümkin varlığın müstağni olmadığını, fakat onlarda
müessir olanın ya onların karakterleri, ya hareketleri, ya biraraya gelişleri,
ya da ayrılışları olduğunu, yahut da bunların, feleklerin hareketlerine veya
onları hareket ettiren birşeye nisbet edildiğini söylemiştir. Bütün bunlar bu
kısımdandır.
Üçüncü kısım: Sırf
nûranî perdelerle perdelenenlerdir. Bil ki Hak Teâlâ'yı tanımanın yolu, ancak
bu selbî ve izafî sıfatlar vasıtasıyladır. Bu sıfatların ve mertebelerinin ise,
sınırı yoktur. Binâenaleyh kul, hep bunlarda terakki eder (ilerler) ve derken
bir dereceye ulaşıp, orada kalıverirse, onun o dereceyi müşahedede boğulup
kalması, onun için daha üst dereceye yükselme hususunda bir perde oluşturur. Bu
derecelerin sınırı, sonu olmadığına göre, kul devamlı hareket halinde ve bir
makamdan diğer bir makama geçiş içinde olur. Cenâb-ı Hakk'ın hususi (özel)
hakikati ise, herkese kapalıdır. Perdelerin derecelerinin nasıl olduğuna işaret
ettik. Hz. Peygamber (s.a.s)'in kesin sayı belirlemeksizin, yaklaşık olarak yetmişbin
tane olduğunu söylediğini gördün. Binâenaleyh bunların gerçekten sınırı,
ucu-bucağı yoktur.
[324]
Üçüncü fasıl: Bu
ayetteki temsil (teşbih)in nasıl olduğu hakkındadır: Bil ki bir benzetmede
mutlaka bir müşebbeh (benzetilen) ve bir müşebbehün bih (kendisine teşbih
edilen, benzetilen) bulunur. Bil ki alimler burada benzetilen şeyin ne olduğu
hususunda ihtilaf etmiş ve şu izahları yapmışlardır:
1) Ekseri
kelamcılara göre ki bunu kâdî de desteklemiştir. Bundan murat ayit-ı beyyinât"
(apaçık ayetler) (nûf.m) demek olan hidayettir. Buna göre mana, 'Allah'ın
hidayeti, açıklık ve parlaklıkta zirveye ulaşmış ve bu hususta tıpkı, içinde
ışıl ışıl bir lamba bulunan bir oyuk (yuva) gibidir. O lambada da son derece
saf zeytin yağı ile tutuşan bir kandil (fitil) vardır" şeklindedir.
İmdı eğer
"Güneşin ışığının bundan kat kat fazla olduğunu bildiğimiz halde, Cenab-ı Hak,
nurunu (hidayetini) niçin buna değif ona benzetti?" denilir ise, biz deriz Hak Teâlâ,
zulmetin ortasında parlayan o mükemmel ışığı anlatmak istemiştir. İsanların
vehim ve hayallerine galib olan, tıpkı zulmetler gibi olan şüphelerdir. Allah'ın
hidayeti, bu şüpheler arasında, tıpkı zulmetler arasında parıldayan o mütemmel ışık
gibidir. Bu mana ve maksad ise, güneşin ışığında bulunmaz. Çünkü gineşn ışığı
ortaya çıktığında, âlem ışıkla dopdolu olur. Battığında da âlem sırf
Battığında da
karanlıklar içinde kalır. Binâenaleyh ayetteki teşbih daha uygun ve daha
münasiptir.
[325]
A) Bil ki
Allah'ın bu benzetmede nazar-ı dikkate aldığı şeylerin hepsi de tşığın mükemmeliğini
sağlayan şeylerdendir:
1) Misbâh
(lamba) Çünkü lamba bir oyukta (yuvada) olmadığı zaman, ışıkları :a£.nr. Ama
bir kovuğa koyulduğunda, ışınlan toplanmış olur ve böylece de daha %zta aydınlatır.
Bunu gözler önüne serecek misal şudur: Lamba küçük bir odada otiugu zaman
verdiği ışık (aydınlatışı), büyük bir odada olduğu zamankinden daha
2) Lamba,
saf bir camın içinde olduğu zaman, camdaki saflık ve şeffatlıktan ötürü, «icarı
camın bir tarafından öbür tarafına yansır. Bu sebeple de ışık artar. Bunun 3s
açık misali şudur: Güneş ışınları saf bir cam üzerine vurduğunda, görünen
ışınlar «t kal artar. Öyle ki, camın tam karşısında olan şeylere bile o ışıklar
varır. Binâenaleyh bu ışınların her biri, camın, her bir tarafından diğer
tarafına yansıdığında, ışıklar ve artar,
mümkün olan yere varır.
3)Lambanın
ışığı, içindeki yakıta göre değişir. Yakıtı saf ve duru olduğundaki 4Wmu,
bulanık ve karışık olduğundaki durumundan farklı olur. Yakıt olarak kullanılan
japar içerisinde, saflık bakımından hiçbiri zeytin yağı gibi değildir.
Binâenaleyh çoğu mz bu yağ bütün zerrelerine dağılmış beyazlık ve şeffaflığın
yamsıra, saflık ve incelik bakımından su gibidir.
4) Bu zeytin
yağı da ağacına göre değişir. Eğer ağaç ne sadece şarkî, ne sadece î, yani her
halükarda devamlı surette güneş alabilen bir ağaç ise, onun zeytinleri o
derecede olgun olur. Böylece de ondan elde edilen yağ daha saf, daha katıksız
Çünkü çok güneş alması, böyle olmasını sağlamıştır. Binâenaleyh bu dört ısiyet
biraraya gelip, birbirine destek olduklarında, bu ışık son derece ileri ve
olur. Dolayısıyla da bu, Allah'ın hidayetini teşbihe en uygundur.
[326]
B) Ayetteki,
"nûr" ile, Kur'ân-ı Kerim kastedilmiştir. Bunun bu manada oluşunun
Sefili, "Şüphesiz size, AHah'dan bir nur, apaçık bir kitap
geldi"(Maide, 15)ayetidir. S _ görüş, Hasan el-Basrî, Süfyan b. Uyeyne ve
Zeyd b. Eslem'indir.
[327]
C)
Bu "nûr" ile, Hz. Peygamber (s.a.s)
kastedilmiştir. Çünkü o, mürşiddir, yol gösterendir, ışık tutandır. Bir de Hak
Teâlâ Hz. Peygamber (s.a.s)'i anlatırken "Sırâc-ı münjr (aydınlatan
lamba)" (Ahzab, 46) buyurmuştur. Bu görüş de Atâ'nındır. Bu iki görüş,
birincisinde vardır. Çünkü kitap indirmek, peygamber göndermek de, Allah'ın
hidayet çeşitleri zincirindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak semavî kitaptan
anlatırken, "İşte biz, sana da böylece emrimizden bir tüh vahyettik.
Halbuki sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin" (Şûra. 52) buyurmuştur. Peygamberleri anlatırken de,
"(Biz), peygamberleri (rahmet) müjdecileri ve azab habercileri
olarak (gönderdik). Ta ki peygamberlerden sonra insanların, Allah 'a karşı, bir
bahaneleri olmasın " (Nisa, ıss) buyurmuştur.
[328]
D) Bununla,
mü'minlerin kalbindeki marifetullah ve şer'i bilgiler kastedilmiştir. Bunun
böyle oluşunun delili, Allah Teâlâ'nın imanı "nûr", küfrü de zulmet
diye isimlendirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Öyle ya, Allah'ın göğsünde,
müs-lümanhk için inşirah verdiği bir kimse ki o Rabbinden bir nûr üzeredir...
(Zümor, 22) ve "İnsanları zulmetten
nura çıkarasm diye"
(ibrahim, i) buyurmuştur. Bunun
neticesi de, ayetteki hidayet manasına olan nurun ihtida (hidayete erme)
manasına hamledilmesidir. Bu manaya göre, tefsir ettiğimiz ayetteki teşbihin
maksadı şudur: Mü'minin imanı, şüphelerden ve saptıran zulmetlerden uzak ve ben
olma hususunda bahsedilen lambanın ışığı derecesine varmıştır. Bu da Übeyy b.
Ka'b ile İbn Abbas (r.ahm)'ın görüşüdür. Übeyy bu ayete, "mü'minin nurunun
misali manasını verir ve bu şekilde okurmuş. Onun bunu "O na inananın
nurunun meseli (misali)'.'..şeklinde okuduğu da rivayet edilmiştir. İbn Abbas
(r.a) da bu ayete, "Allah'ın mü'minin kalbindeki nurunun misali!,'
manasını vermiştir.
E) Üstad Gazali (r.h) şöyle demiştir: "Biz,
kuvve-i müdrikenin birtakım nurlar olduğunu ve insandaki kuvve-i müdrikenin, şu
beş derecesi bulunduğunu beyan etmiştik:
,
1) Kuvve-i hissiyye. Bu beş duyu organının
hissettiği şeyleri alan kuvvettir. Bu sanki hayvanı ruhların temeli ve ilkidir.
Çünkü canlı, bu sayede canlı olur ve bu, süt emen çocukta bile vardır.
2) Kuvve-i hayaliyyevBu hislerin algıladığı
şeyleri itinâ ite karşılayan ve onları, ihtiyaç hissedildiğinde, kendisinden
üst durumda olan aklî kuvvete arzetmek için tutan kuvvettir.
3) Küllî hakikatleri idrâk eden, aklî kuvvet.
4) Fikir
(tefekkür) kuvveti. Bu da aklî bilgileri alıp, onları birbirleriyle kıyas ve
te'lif eden, bu te'lif (sentez) neticesinde de daha önce bilinmeyen şeyleri,
bilinir (İlim) haline getiren kuvvettir.
5)
Peygamberlere ve bazı velilere mahsus, kudsî kuvvet ki, bu kuvve ile, gayb ve
melekût aleminin sırları bilinir. Cenâb-t Hak bu hususa, "İşte biz, sana
da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki sen daha önce kitap nedir,
iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu sayesinde, dilediğimiz kullarımızı hidayete
erdirdiğimiz bir nur kıldık" (Sû™. 52) ayetiyle işaret etmiştir.
Bu kuvvetleri
anladığında, bilesin ki bunların hepsi birer nurdur. Çünkü bunlar sayesinde
çeşitli varlıklar bilinir. Yine bilesin ki, işte bu beş derece kuvvetin, ayette
bahsedilen o beş hususa teşbih edilmiş olması da mümkündür. O beş şey, mişkat
;lamba kovuğu), zücâce (lamba şişesi), misbah (lamba) şecere (zeytin ağacı) ve
zeytin yağı., Hissî ruhun (kuvvetin) özelliklerine baktığında, onun nurunun
mesela gözler, kulaklar ve burun delikleri gibi birçok deliklerden dışarı
çıktığını görürsün. Bunun maddeler alemindeki en uygun misali (benzeri), mişkât
(lamba kovuğu)dur.
İkincisi yani hayal
kuvveti için de, şu üç özelliği görmekteyiz:
1) Bu, katı
ve süflî alem tîynet in dendir. Çünkü hayal edilen şeyin, bir miktarı, bir
şekli ve bir yeri vardır. Maddî şeylerin, mücerred (soyut), kullî şeyleri
(genellemeler!) düşünen, sırf aklî nurlardan mahrum oluşları, ayrılmaz
vasıflarıdır.
2) Bu kesîf
hayal, saflaşıp inceldiğinde ve güzelleştiğinde aklî manalara birtakım kalıplar
teşkil eder, aklın nurlarını yüklenir ve onun nurlarına engel teşkil etmez.
İşte bundan ötürü rüya tabircisi hayali suretlerden hareketle aklî manalara
istidlal eder. Bu tıpkı güneşin melîke o hükümdara; ayın vezire; insanların
ağızlarını mühürleyen kimsenin ise, müezzin olup sabahtan önce ezan okumasına
yorulması gibidir.
3) İşin başlangıcında hayale, sayesinde aklî
bilgiler kavransın ve anarşiye düşülmesin diye gerçekten ihtiyaç vardır. Aklî
bilgileri celbeden hayalin misali ne kadar güzeldir. Sen, maddeler içerisinde
sayılan bu üç vasıf hususunda, hayale cam •aaar benzeyen bir şey bulamazsın.
Çünkü cam, aslında kesif (katı) bir maddedir. Fakat saf ve şeffaftır. Böylece
kandilin nuruna engel olmayan bir hale gelir, hatta o nuru olduğu gibi
aksettirir. Ayrıca da o nuru (ışığı) esen rüzgarlar sebebiyle sönmekten korur.
Üçüncüsü yani aklî kuvvet, külli mahiyetleri (genel kaideleri) ve ilahî
bilgileri idrâk etme kuvvetidir. Bunun sence lambaya benzetilmesinin kapalı bir
yönü yok. Peygamberlerin aydınlatıcı bir lamba oluşlarını açıkladığımız için,
bunun ne demek olduğunu anlamış vaziyettesin. Dördüncüsünün yani fikrî kuvvetin
özelliği de bir mahiyeti ele alır, sonra onu iki kısma ayırır (analiz eder). Bu
iki kısma ayırışı, mesela bizim: "Varlık, ya vacibu'l-vücûd ya mümkinü'l
vücûddur" şeklindeki sözümüzde olduğu gibidir. Sonra da her bir kısmı
yeniden ikiye ayırır ve bu işi aklî taksimata göre, şubeler (kısımlar) iyice çoğalıncaya
kadar yapar. Sonra da birtakım neticelere varır. İşte bunlar, o aklî taksimatın
meyvesit'ir.
Daha sonra döner ve bu
meyveleri, (kıyasla) benzeri şeylerin tohumları kılar. Böylece bu iş, kişiyi
sonsuz meyvelere ulaştırır. Bunun bu âlemdeki en uygun misali, ağaçtır. Ağacın
meyveleri, bilgilerin nurlarının ve bitkilerinin artması için bir madde olunca, bunun
ayva veya elma ağacına değil de özellikle zeytin ağacına benzetilmesi daha
uygun olur. Çünkü zeytin ağacının özü, lambaların yakıtı olan zeytinyağıdır. Bu
yağın, diğer yağlar arasında mümtaz bir yeri vardır. Çünkü bunun hem
aydınlatması daha fazladır, hem dumanı (isi) daha azdır. Sütü bol ve doğurgan
olan hayvanlar ile, meyvesi çok olan ağaca, "mübarek" denir.
Binâenaleyh bu hususta sınırsız olan şey, "mübarek" diye nitelenmeye
daha layıktır. Maddî ilgi ve bağlardan uzak, sırf aklî olan fikirlerin
kısımlarının da, "şarkî ve garbî olmayan" (yani ne sırf şarktan güneş
alan, ne sırf garbtan güneş alan olmayan) diye tavsif edilmeye daha uygundur.
Beşinci yani
kutsi-nebevî kuvvet son derece kıymetli ve saftır. Çünkü fikri (tefekkürî)
kuvvet, hem bir talime ve tenbihe ihtiyaç duyan fikrî kuvvet ve ihtiyaç
duymayan fikrî kuvvet diye ikiye ayrılır. Teselsülü sona erdirmek için böyle
bir kısmın, yani nebevî kuvvet kısmının mutlaka olması gerekir. Bu kısmın
mükemmelliğinin, arılığının, duruluğunun ve alabildiğine istidâdlt oluşunun,
"Onu ateş tutuşturmasa bile, neredeyse o yağ yine de ışık verir" diye
anlatılması, son derece uygundur. Binâenaleyh bu teşbin de bu kısım için
uygundur. Bu nurlar, derece bakımından, birbirleri üzerinde olunca, birincisi
yani kuvve-i hissiyye, hayal kuvvetinin, hayal kuvveti de akıl kuvvetinin bir
öncüsü gibi olmuştur. Dolayısıyla ayetteki "mişkât" (lamba kovuğu)
kelimesinin, misbah (lamba)nın bir zarfı gibi olan zücâcenin (lamba şişesinin)
bir zarfı gibi (yani iç içe olmaları) en uygundur.
[329]
F) Ebu Ali
İbn Sîna şöyle demiştir: Bu beş misal, insan ruhunun algılamalarının
derecelerini göstermektedir." Bu cümleden olarak İbn Sina şöyle der:
"İnsan ruhunun, külli bilgileri ve soyut (mücerred) idrâkleri kabul
ettiğinde şüphe yoktur. Hem sonra bu, işin başında bütün bu bilgilerden
uzaktır. İşte bu noktada o akl-ı heyula adını alır ki, ayette "mişkât"
ile du ifade edilmiştir. İkinci derecede de, insan ruhunda kendilerini sentez
etmek suretiyle nazarî ilimler elde etmeye ulaşılabilen bedihî ilimler meydana
gelir. Ya bu intikal yolları zayıftır ki bu, "ağaç" ile ifade
edilmiştir, ya da daha kuvvetlidir, bu da "zeytin yağı" ile ifade
edilmiştir, ya da gerçekten çok kuvvetlidir, bu da, "bir inci gibi
parıldayan yıldız misali zücâce (lamba şişesi)" dir. Yahut da, kuvvetin
zirvesine ulaşmıştır ki, bu da peygamberlere mahsus olan kutsî ruh olup, ayette
"ateş ona dokunmasa bile, neredeyse o yine de ışık saçar" diye ifade
edilmiştir. Üçüncü derecede insan ruhu zarûri-fıtri ilimlerden, nazarî ilimler
elde eder. Fakat bu nazarî ilimler bil-fiil mevcut değildir. O rûh, istediği
zaman bunları ortaya çıkarmaya, hazır etmeye kadirdir. Bu da, "bil-fiil
(akıl)" adını alır. Ayette bunu karşılayan "mi^ah" (lamba)dır.
Dördüncü derecede, bu zarurî ve nazari bilgiler bilfiil mevcuttur ve bunun
sahibi, ona adeta bakıyor gibidir ki, bu da "akl-ı r.ıüstefâri" adını
alır. İşte bu "nurun alâ nûr" {nûr üzerine nûr)dur. Çünkü meleke bir
nurdur, onun üzerine gelen de diğer bir nurdur" İbn Sina daha sonra şunu
iddia etmiştir: "Beşeri ruhlarda bulunan ilimler, "faal akıl"
adını alan ruhi bir cevherden meydana gelir. Bu da ay küresinin altında
bulunanı yani nârı (ateşi) idare eder.
[330]
G) Sofilerin
görüşüne göre, Hak Teâlâ kişinin göğsünü mişkâta (İamba kovuğuna) kalbini
"zücâceye (cama), marifetini de misbaha (lambaya) teşbih etmiştir. Bu
lamba mübarek bir ağaçtan yanmaktadır ki, bu da meleklerin ilhamlarıdır. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "O kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona vahy ile
melekleri indirir" (Nam, 2) ve "Onu Rûhu'l-Emtn, senin kalbine
indirdi" fiuar&, 193-194) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, faydalarının çokluğundan
dolayı, melekleri mübarek ağaca benzetmiş, onları ruhanî oldukları için,
"ne şarkîdir, ne de garbidir" diye nitelemiş ve İlimlerinin çok
olması ve Allah'ın melekûtunun sırrına alabildiğince muttali olmalarından
dolayı da, "Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık
verir" şeklinde vasfetmiştir. Bu zaha göre, müşebbeh müşebbehun bihden
(kendisine benzetilenden) başkadır.
H) Mukâtil
şöyle der: "Ayetteki ifadesinin
manası, "Hz. Muhammed'tn kalbindeki iman nurunun misali, içinde lamba
bulunan bir oyuk gibidir" şeklinde olur. O halde bu demektir ki, ayetteki
"Mişkât" sözü, (Hz. Peygamberin babası) Abdullah'ın sulbünü zücâce
lafzı; Hz. Muhammed (s.a.s)'in bedenini; misbah lafzı da ya Hz. Muhammed'in
kalbindeki imanı, yahut da (kalbindeki) nübüvveti temsil eder."
I) Bazıları
da, mişkât Hz. İbrahim'i, zücâce, Hz.
İsmail'i, misbah Hz. Muhammed'in bedenini, şecere de onun nübüvvet ve
risaletini temsil eder demişlerdir.
I)
Ayetteki tabiri mü'minlerie ilgili bir
ifadedir. Bu, Ubeyy Ibn Ka'b'ın izahı olup, o bu ifadeyi "Müminin nurunun
misali'.', şeklinde okurdu. Bu aynı zamanda Said İbn Cübeyr ve Dahhak'ın da
görüşüdür. Bil ki tercihe şayan olan birinci görüştür. Çünkü Allah Teâlâ, bu
ayetten "önce" "Andolsun ki biz, açık açık bildiren ayetlerJndirdik"
(Nûr. 34) buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın »jy Jü ifadesiyle
"O'nun hidayetinin ve beyanının misali',', manası kastedildiği zaman,
kendinden önceki ayete mutabık olmuş olur. Bir de biz cümlesini "O,
göklerde ve yerdekileri hidayete erdirendir" şeklinde tefsir etmiştik.
Binâenaleyh biz ifadesini, "O'nun
hidâyetinin misali'.! şeklinde tefsir edersek, mâkabliyle mutabık olmuş olur.
[331]
Dördüncü fasıl, ayetle
alâkalı diğer konular hakkındadır. Burada birkaç mesele vardır;.
[332]
"Mişkât"
duvardaki pencere değil, oyuktur. Bu, meşhur olan görüştür. Alimler, bu hususta
diğer bazı izahlar da yapmışlardır:
a) İbn Abbas
ve Ebu Musa el-Eş'art: "Mişkât" içme fitil giren ve
lambanın ortasında bulunan şeydir" demişlerdir ki, bu aynı zamanda Mücahid
ve Kurazî'nin de görüşüdür.
b) Zeccac
şöyle der: "Bu duvarda kendisine fitilin konulduğu camdan kandilin
kamışıdır."
c) Dahhâk:
"Bu kendisine lambanın asılmış olduğu halkadır" demiştir. Ama en
doğrusu birincisidir.
[333]
Alimler, Mlşkflt'ın,
Habeşce'de oyuk anlamına geldiğini iddia etmişlerdir. Zeccac ise bu kelimenin
Arapça olduğunu, bunun bir benzerinin de "ince, küçük" anlamına gelen
siC-JÎ (el-miskfttu) kelimesidir, demiştir.
[334]
Bazı kimseler de bu ayette,
"kalb" sanatı bulunduğunu, ifadenin takdirinin "O'nun nurunun misali oyuktaki lamba
gibidir" şeklinde olduğunu, zira müsebehun bih'in nurun kaynağı ve menbaı
olan şey olduğunu, bunun ise "mlşkât" (oyuk) değil,
"misbâh" (lamba) olduğunu söylemişlerdir.
[335]
"Mtsbâh"
sirâc-kandil demek olup, bu kelime aslında ışık saçan şey anlamına gelmektedir.
Sabaha bu adın verilmesi de bu manadan
dolayıdır.
[336]
"ZücAce"
kelimesi, zâ harfinin hem dammesi hem fethası, hem de kesresiyle okunmuştur.
Durriyyun (&*) kelimesi de dâl harfinin, hem dammesi hem kesresi, hem
defethasıyla okunmuştur. Oammeli okunuşu da şu üç şekilde otur:
a) Dâim
dammesi, râ ve ya harfinin şeddesi ve hemzesiz olarak (Durriyyun) şeklinde
okunmuştur ki, maruf olan kıraat de budur. Suna göre bu ifadenin manası,
"saf, an, duru ve parladığı için inci gibidir" şeklindedir. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.s) de "Sizler, yüksek makam sahiplerini tıpkı
semânın ufkunda parıl parıl parlayan
yıldızlar gibi görürsünüz"[337]
buyurmuştur.
b) Yine bu
şekilde okunur, ancak med ve hemzeyle. Bu da Hamza ile Ebu Bekr'in rivayetine
göre Asım'ın kıraatidir. Bazı dil alimleri, bunun bir kıraat hatası olduğu
kanaatine varmışlardır. Sibeveyh: "Bu lehçelerin en zayıfı olup, ışıldamak
ve parıldamak manalarından alınmıştır. Yoksa "inci gibi, inciye
mensup" manasında değildir. Ebu AH
"Bu kıraatin izahı şudur: Bu kelime " etmek, savuşturmak"
anlamına gelen (ed-dlr'u)
masdarından (FuTt.n) vezninde bir kelime
olup, sıfattır. Bu sıfat olarak tıpkı isim olan
(kasık) kelimesi gibidir.
c) Dalın
dammesi ile, medsiz ve hemzesiz olarak, şeddesiz râ ve yâ harfiyle,(Duriyun)
şeklinde.
Kesreli okunuşunda da
şu iki izah söz konusudur:
a) Dalın
kesresi, râmn şeddesi, med ve hemze ile
(Dirriun) şeklinde. Bu Ebu Amr ve KİsaTnin okuyuşudur. Ferrâ da yine bu
kelimenin def etmek anlamına ;eten ed-dir'u masdarından, tıpkı sikkîr (çok
sarhoş) ve J^-iJ' (alabildiğine Ms*. günahkâr) fıssîk kelimeleri gibi, (Fı'îlun) veznindedir. Buna göre mana
"Onun ışığı birbirini savuşturur, def eder" şeklinde olur.
b) Dâim kesresi, râ'nın şeddesi ile hemzesiz ve
medsiz olarak (Dirriyun) teklinde. Bu
ise, İbn Halit ve Nâfi'in ravisi Utbe İbn Hammad'ın kıraatidir.
Meftuh okunması
halinde de şu dört şekil söz konusudur:
a) A'meş,
bunu dalın fethası, râ'nın şeddesi, med ve hemze (Derrâ'un) şeklinde okumuştur.
b) Hasan
el-Basrî, Mücahld ve Katade dâim fethası râ'nın şeddesi, medsiz ve hamzesiz
olarak (Derreyun) şeklinde okumuşlardır.
c) Asım,
dalın fethası, şeddesiz râ ile, med ve yâ bulunmaksızın, hemze ile Bere'un) şeklinde okumuştur.
d) Yine aynı şekilde okunmuştur. Ancak ne var
ki, burada hemzenin yerini şeddesiz yâ almıştır. (Dereyun). Ayetteki lafzına
gelince bu hususta maruf osn kıraat, tefe'ale (Jmî) vezninde olmak şartıyla kâf
şeddelenerek ardarda dört ile okunmasıdır.
(Tevakkade). Hasan el-Basrt, Mücahit1 ve Katâde de î.-iı şekilde
okumuşlar ama dalı dammelemişlerdir. (Tevakkadu) Keşşaf sahibi oe, pu kelimenin
yânın, vâvın, kafin fethası ve yine kafin şeddesi ve dal harfinin de refi ie
(Yevakkadu) şeklinde okunduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "İki zaid harf
«an yana geldiği için, tâ hazfedilmiştir." Bu, garib bir izahtır. Sald İbn
Cübeyr'in se. bu kelimeyi damme olan yâ, sakin vâv, şeddesiz olarak fethalı kaf
ve dalın refi ile (yûkadu) şeklinde
okuduğu rivayet edilmiştir.
Yin Nâfl ve Hafs'ın bu
şekilde okudukları, ancak ne var ki, ya harfinin yerini tâ'nın aldığı rivayet
olunmuştur. Yine Asım'ın bu kelimeyi dammeli ya, fethalı vâv, şeddeli . fethalı
kaf ile (yuvakkadu) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Ebu Amr'ın :a bu
şekilde okuduğu, ancak ne var ki onun bu kelimenin başına tâ getirerek okuduğu
rivayet edilmiştir (Tuvakkedu). Talha'nın da dammeli tâ, sakin vav, şeddesiz ve
kesreli kaf ile (Tûkıdu) şeklinde okuduğu rivayet olunmuştur.
[338]
Cenâb-t Hak "O
sırça (kandil) de sanki birinci (gibi parıldayan) bir yıldızdır"
buyurmuştur. Yani, "büyüktür, aydınlatandır" demektir. Çünkü ifadesi, "yıldızların büyükleri"ni ifade
eder. Alimler, bununla büyüklükte
ilk sıraları alan Zühre, Müşteri ve sabit yıldızlar gibi, aydınlatıcı ışık saçıcı
yıldızlardan birisinin kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir.
[339]
Cenâb-ı Hak,
"mübarek bir ağaçtan" buyurmuştur.
Yani, "Mübarek ağacın
yağından, yani bereketi ve faydası çok olan bir ağaçtan demektir.
Bunun tufandan sonra i!k biten ağaç olduğu da ileri sürülmüştür ki, yetmiş
peygamber burayı bereketlendirmiştir. (Orada zuhur etmiştir). Hz. İbrahim de
onlardandır. Bununla Şam'ın zeytinlerinin de kastedildiği ileri sürülmüştür.
Çünkü, Şam da mübarek bir beldedir. İşte bundan dolayı
Allah Teâlâ bu ağacı
mübarek bir ağaç kılmıştır.
[340]
Alimler bu ağacın, ne
şarkîdir ne de garbî" şeklinde vasfedilmesinin ne manaya geldiği hususunda
ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır.
a) Hasan
el-Basri şöyle der: "Bu, cennetteki zeytin ağacıdır. Çünkü bu, dünya
ağaçlarından olmuş olsaydı ya şarkî ya da garbî olurdu." Bu izah zayıftır.
Çünkü Allah Teâlâ, benzetmeyi insanların görüp müşahede ettiği şeylerle yapar.
Halbuki insanlar, cennetin ağaçlarını (henüz) görüp müşahede etmemişlerdir.
b) "Bununla Şam'daki zeytin ağaçları
kastedilmiştir. Çünkü Şam, dünyanın ortasındadır. Dolayısıyla onun ağaçlan da
doğulu veya batılı diye vasfedilemez. Bu da tutarsızdır. Çünkü yeryüzü küre
şeklindedir" diyenler, "doğu" ve "batı" isimlerini
muayyen iki noktaya vermezler, tam aksine her beldenin başlı başına doğusu ve
batısı olduğunu söylerler. Bir de bu teşbih, zeytinyağını tanıyan için
getirilmiş olan bir teşbihtir. Zeytinyağı ise, diğer yerlerde bulunduğu gibi,
Şam'da da bulunabilir.
c) Bu,
kendisini diğer ağaçların kuşatıp sardığı bir ağaçtır. Binâenaleyh, ona ne
doğudan ne de batıdan güneş isabet etmez. Bazıları da "Bu, yapraklarıyla
iyice kuşatılmış olan bir ağaçtır. Binâenaleyh, güneş ister doğuda olsun ister
batıda, ona isabet etmez." Ağaçlar içinde zeytin ve nar ağacı gibi,
dalları baştan sona kadar yaprakla donatılan başka bir ağaç yoktur"
demişlerdir. Bu da tutarsızdır. Çünkü, ayetin maksadı, o yağın saf ve net
oluşunu ifade «tmektir. Bu ise, zeytinin en mükemmel biçimde olgunlaşmasıyla
elde edilir. Br da, örfe göre, ona güneşin vurmaması ile değil, tam aksine güne
tesiriyle elde edilir.
d) İbn Abbas
şöyle der: "Bununla, dağların tepesinde yahut da geniş bir sahrada bulunan
ağaçlar kastedilmiştir. Böylece güneş, hem doğarken hem de batarken bu ağaçlara
vurur." Bu, İbn Abbas, Said İbn Cübeyr ve Katâde'nin görüşü olup, Ferrâ ve
Zeccflc'ın da tercihleridir. Ferrâ ve Zeccâc bu ifadenin manasının "ne
yalnız doğuda, ne de yalnız batıda, tam aksine bu hem doğuda hem de
batıdadır" şeklinde olduğunu ve bunun tıpkı, birisinin sık sık hem sefere
çıkması, hem de mukim olması halinde, "Falanca ne misafirdir, ne de mukîm"
denilmesi gibi olduğunu söylemişlerdir ki, tercih edilen görüş de budur. Çünkü
o ağaç her ne zaman böyle olursa, onun , ağı son derece saf ve berrak olur,
işte ancak bu durumda teşbihin maksadı da mükemmel olur.
e)
"Mlskât" Hz. Muhammed'in göğsü,
"zücace" kalbi, "Mlsbâh" onun Kalbindeki dini,
"mübarek bir ağaçtan tutuşturulan'.' ifadesi de, "Atanız ibrahim'in
dinine tâbi olunuz", (Hacc. 78) ayetinde emrettiği husustur. O halde bu
demektir ki, ayette bahsedilen ağaç ile, Hz. İbrahim kastedilmiştir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim'i vasfederek, "ne şarkîdir ne de garbî"
buyurmuştur. Yani, "O , yahudi ve hristiyanlar gibi doğu ve batı tarafına
doğru namaz kılmamış, tam aksine ka'be'ye doğru namaz kılmıştır.
[341]
Allah Teâlâ, o ağacın
yağını da, "kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık vermekle"
vasfetmiştir. Çünkü
zeytinyağı, katıksız,
saf, arı, duru olup ona uzaktan bakıldığında onun sanki şuaları (ışınları)
varmış gibi gözükür. Binâenaleyh, ona bir Oe ateş dokunduğunda o, ışık üstüne
ışık olur. Tıpkı bunun gibi, müminin kalbi de kendisine ilim gelmeden önce
neredeyse kendisinde mevcut olan hidayetle amel eder. Ama, ona ilim geldiğinde
nûr üstüne nûrlanır, hidayet üstüne hidayet elde eder. Yahya İbn Sellâm
"Mü'minin kalbi kendisine açıklama gelmeden de, bu işe yatkın olduğu için
hakkı tanır" demiştir ki, bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in j*p' t-'ji 'jff 4jjı
jyı jui *»U "Mü'minin ferasetinden sakınınız, çünkü o Allah'ın nuruyla
bakar, görür" ifadesiyle kastedilendir.
Ka'bu'l-Ahbâr da
ayetteki, "zeytinyağı" ile Hz. Muhammed (s.a.s)'ın nurunun
kastedildiğini, buna göre mananın nerdeyse onun nuru, o konuşmadan Önce bile,
insanlara açıklamada bulunur" şeklinde olduğunu söylerken, Dahhâk,
"Hz. Muhammed (s.a.s) vahiy gelmeden de neredeyse hikmetli konuşurdu"
demiştir. Abdullah İbn Revana da:
"Şayet onda,
beyan edip açıklayan ayetler olmasaydı bile, onun taşıdığı bedahet ve sadakat,
sana (verilmesi gereken) haberi verirdi" demiştir.
[342]
Cenâb-ı Hak "Nûr
üstüne nurdur" buyurmuştur. Bununla o nurların ard arda gelip biraraya
toplanmaları Kastedilmiştir. Nitekim Übeyy İbn Ka'b: "Mümin şu dört
hasletle başbaşadır: Kendisine verildiğinde şükreder, belâya duçar kılındığında
sabreder, söylediğinde doğru söyler, hükmettiğinde de adil olur. O halde bu
demektir ki, diğer insanlar arasında, bu mümin kimse, ölüler arasında yürüyen
bir canlı gibidir. O, şu beş nûr hâlesi içinde gidip gelir, dolaşır. Konuşması
nurdur, işi nurdur, girmesi nurdur, çıkması nurdur, Kıyamette de varışı
nuradır" demiştir. Rabî, "Ebu'l-Aliye'ye burada giriş ve çıkışın
manasını sordum da, o da, onun gizli ve açıktan yaptığı şeylerdir"
cevabını verdi" demiştir.
[343]
Cübbaî şöyle der:
"Bu ayet, her cahil olanın kendiliğinden cahil olduğuna delâlet eder. Aksi
halde deliller apaçıktır. Şayet o delillere bakıp incelemiş olsalardı,
anlarlardı." Bizim alimlerimiz de şöyle demişlerdir: "Bu ayet, bizim
mezhebimiz lehinde olan açık bir ifadedir. Çünkü Cenâb-ı Mak bu delillerin
kendisine hiçbir ilavenin yapılamayacağı bir derecede açık ve seçik olduklarını
beyan ettikten sonra "Allah kimi dilerse onu nuruna kavuşturur"
buyurmuştur. Yani, "Bu delillerin apaçık oluşu, Allah imânı halketmedikce
yeterli değildir ve fayda vermez" demektir. Cenâb-ı Allah'ın
"Allah... kavuşturur"buyruğundan muradın, delilleri ve beyyineleri
açıklamak olması mümkün değildir. Çünkü eğer biz "nûr" kelimesini
delillerin açıklanması manasına hamletmiş olsaydık hüda kelimesini de, bu aynı
manaya hamletmek caiz olmazdı. Aksi halde söz bir mâna ifâde etmekten çıkardı.
O halde geriye ancak hüda lafzını burada ilmi yaratma manasına hamletmek
kalmıştır.
Ebu Müslim İbn Bekr
buna iki şekilde cevap vermiştir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah kimi dilerse onu nuruna kavuşturur" ifâdesi, adeta
delâlete düşen kimsede bulunan "hizlân" (yardımsız bırakılma)nın
zıddı gibi olan hidâyetin artması manasına ham (edilmiştir.
b) Cenâb-ı
Allah dilediği kimseleri, "cennetin yolu" demek olan nuruna hidâyet
eder. Ebu Müslim bu ayeti "nurları önlerinden ve sağlarından koşar bir
halde görürsün. "Bugün sizin müjdeniz.-altlanndan ırmaklar akan
cennetlerdir"(Hadid, 12) ayetine benzetmiştir. Kâdl Abdu'l-Cebbâr, Ebu
Müslim'in verdiği bu iki cevabı da yetersiz görerek şöyle demiştir:
"Birincisine gelince önceki ifâde indirilen ayetleri zikretmekle ilgilidir.
Binâenaleyh biz bunu hidâyet anlamına hamlettiğimizde hepsi bunun içine girer.
Ama ziyade, artma anlamına aidığımızdaysa bazısı buna dahil olur. Bu ayet,
"cennetin yolu" anlamına hamledildiğinde mâna ciheti hariç, lafzı
cihetinden hiç bir kimse buna dâhil olmaz." Kadi Abdu'l-Cebbar bu iki
cevabı yetersiz gördüğü için şunu söylemiştir: "Evlâ olanı Allah Teâlâ
bununla şunları değil de bunları hidâyete erdirmiştir. Bunlarda kendilerine
sorumluluğun ulaştığı kimselerdir" denilmesidir.
Bil ki Kâdl'nin bu
cevabı ilk iki cevaptan daha tutarsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "Allah
kimi dilerse onu nuruna kavuşturur" beyânından, apaçıklıklarına rağmen bu
delillerin yetmeyeceği anlaşılmaktadır. Bu ise, çoğu delilleri içine almaz. O
halde, Mu'tezile'nin ileri sürdüğü görüş düşer.
[344]
Cenâb-ı Hak p-
"Allah, insanlar için meseller irâd eder" buyurmuştur. Bu ifadeden
murat, "mükellef olan insanlar için'.', manasıdır. Bunlar da Hz.
Peygamber ile Onun kendilerine peygamber olarak gönderildiği kimselerdir. Çünkü
Cenâb-ı Allah bunu büyük bir nimet sadedinde zikretmiştir. Mutezile bu ifadeyle
istidlalde bulunarak şöyle demiştir: "Bu, şayet onlar bundan istifade
edebilirse, büyük bir nimet olur. Binâenaleyh her şeyi Allah yaratmış olursa,
on'ar bundan istifade edemezler." Bunun cevabı daha önce geçmişti.
Daha sonra Allah Teâlâ
kendisinin, "her şeyi hakkıyla bilen" olduğunu söylemiştir ki, bu
Cenâb-ı Hakk'ın verdiği meseller hususunda tefekkür etmeyen, ibret almayan ve
O'nun delillerine nazar edip de böylece o delillerin şüphelerden ne kadar uzak
ve ne kadar açık olduklarını anlamayan kimseler için bir tehdit gibidir.
[345]
"(O kandil) o
evlerde, (yakılır ki), Allah onların yüce tanınmasına ve içlerinde admm
anılmasına izin vermiştir. Onlar buralarda sabah akşam O'nu teşbih ederler.
(Öyle) adamlar (vardır kî), onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah'ı
anmaktan namazı dosdoğru kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar,
kaîblerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar. Çünkü Allah, kendilerini isledikleri
amellerin en güzeliyle mükafaatlandıracak, onlara fazlu kereminden dahasını da
verecektir. Allah kimi dilerse, onu hesapsız biçimde nzıklandırır."
(NÛr, 36-38).
Bil ki bu ayetlerle
ilgili birkaç mesele vardır.
[346]
Cenâb-ı Hakk'ın
"(O kandil) o evlerde, (yakılır ki)F.Allah izin vermiştir" ifâdesi,
burada hazfedilmiş bir ifâdenin bulunmasını gerektirir. Âlimler bu hususta şu
îzahları yapmıştır.
a) İfadenin takdiri,
"Allah'ın nuru isminin anılmasına izin verdiği evlerdeki bir oyuk içinde
bulunan, bir kandil bir lamba gibidir" şeklindedir. Bu muhakkik ulemânın
ekserisinin tercihidir. Ebu Müslim Ibn Bahr el-İsfehânî, buna iki şekilde
itiraz etmiştir:
1) Ayette,
"misbâh" kelimesinin zikredilmesinin maksadı, bir teşbihte
bulunmaktır. Halbuki lambanın, Allah'ın izin verdiği evlerde olması bu gayeye
fazla bir şey katmaz. Çünkü lambanın evlerde olması onun ışığını ve aydınlığını
arttırmaz.
2)
Bahsi geçenlerde, bu
meselin tek şey olmasını
gerektiren sebepler
bulunmaktadır. Bunlar mesela, "mtşkât", "fihâ misbâh",
"fi zücâcetin" ve "keennehâ kevkebun duvriyyun"
ifâdeleridir. Halbuki büyüt lafzı çoğuldur. Böyle bir birlik ve aynılık ise,
her evde tahakkuk edemez.
Ebu Müslim'in birinci
görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: "Berrak bir camın içine konulmuş
olan lamba, mescidlerde bulunursa, daha büyük ve daha muhteşem olur. Böylece de
daha aydınlatıcı olmuş olur. Binâenaleyh bu şekilde teşbihte bulunmak daha tam
ve daha mükemmel olur. İkincisine de şu şekilde cevap veririz: Teşbihin
maksadı, bu vasfı taşıyan her şey olduğuna göre, bunun muhtevasına zeytinyağı
ile yanan ve saf bir camın içinde bulunan bir oyuğa konulmuş olan her lamba
dahil olur. Binâenaleyh bunun faydası da şu olur: Bu lambanın tşığı Allah'a
ibadet etmeye hissedildiği an, bu evlerde geceleyin ortaya çıkar, görünür. Bu
tıpkı şuna benzer. Bir kimse, "Bana hizmet etmeye en uygun olanı, ilme
başvuran, yeterli, kanaatkar ve evinden aynlmayan bir kimsedir" demiş
olsa, o her ne kadar bu kelimeyi tekil olarak söylemiş ise de, bununla nev'i
kastetmiştir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikrettiği tekil ifadelerle
nev'i kastedilmiştir.
b) Kelamın takdiri, "Allah'ın içinde
anılmasına izin verdiği evlerde bulunan mübarek bir ağaçtan tutuşan'.',
şeklindedir.
c) Ebu Müslim'e göre bu, Cenâb-ı Hakk'ın "sizden evvel gelip geçmiş olanlardan
misâl". (Nûr, 3*) ifadesiyle alâkalıdır. Buna göre, kelamın takdiri,
"Sizden önce Allah'ın içinde (zikrinin) yüceltil meşine izin verdiği
evlerde gelip geçmiş olanlardan misfiC seklinde olur ki, "gelip geçmiş
olanlar" ifadesiyle peygamberler ve mü'minler, "evler"
ifadesiyle de mescidler ve câmîier Kasieailmış olur. Allah Peygamberlerin
haberlerini nakletmiş, onların meKamanndan ve yerlerinden bahsetmiş ve o
yerleri, "Hani onlar duvardan mescide tırmanmışlardı" (sut, 21) ve
"Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu"(A.lmran,37)
ifadeleriyle de, "mihrâb" diye adlandırmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hakk
sanki "Andolsun ki biz, (din hükümlerini) açık açık bildiren ayetler
indirdik" (NUr,34)ve Sizden önceki peygamberler ve müminlerin kıssalarını
da, Allah'ın içinde zikrinin yüceltilmesine izin verdiği evlerde
indirdik..." demek istemiştir.
d) Cübbaî'ye
göre bu ifâde kendinden öncekilerle alakalı bir ifâde olmayıp takdiri
"içinde, Allah'ın zikrinin yüceltilmesine izin verdiği evlerde namaz
kılın'.! şeklindedir.
e) Ferrâ ve Zeccac'a göre ayette bir hazif
bulunmamaktadır. Tam aksine bir takdim, tehir söz konusudur. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki, "Allah'ın içinde zikrinin yüceltilmesine izin verdiği evlerde,
sıfatları şöyle şöyle olan adamlar, Allah'u teşbih eder" demek istemiştir.
Kadi, Ebu Müslim İbn
Bahr'ın görüşüne şu iki bakımdan itiraz etmiştir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın , (Nür. 34) ifadesiyle peygamberleri yalanlayanlar kastedilmiştir.
Çünkü bu ifade, dünya arzusundan dolayı, cariyelerini zinaya zorlayan
kimselerle ilgilidir. Binâenaleyh, bunun
böylesi evler olarak vasfedilmesi uygun olmaz. Çünkü bu evler, Allah'ın kendi
isminin zikredilmesine izin verdiği evlerdir.
2)
Bu ayet, araya giren ayetiyle önceki ayetten
ayırılmıştır. Cübbâf'nin görüşüne gelince bu hususta da şöyle denilmiştir:
"Takdire başvurmak ancak zaruret esnasında söz konusudur. Binâenaleyh
Ferrâ ve Zeccâcın yaptıkları tefsir ve te'vile göre, böyle bir takdire ihtiyaç
kalmamaktadır. Bu sebeple, takdire başvurmak caiz değildir. Buna göre şayet
"Zeccâc'm görüşüne göre de şöyle bir müşkil ortaya çıkmıştır: Zira onun
görüşüne göre ayet "Allah'ın içinde kendisinin teşbih edilmesine izin
verdiği evlerde..." şeklinde olur ki buradaki "o evlerde" sözü manasız bir tekrar
olmuş olur. Binâenaleyh daha siz böyle bir fazlalığı (tekrarı) üstlenmenin, o noksanlığı
üstlenmeden (yani ayette hazif vardır demekten) daha evlâ
olduğunu niye söylediniz?" denilirse,
biz deriz ki: Tekid için yapılan
ziyadeler pekçoktur. Binâenaleyh, ötekine değil de buna başvurmak daha evlâdır.[347]
Müfessirlerin ekserisi,
ayetteki kelimesiyle
"mescidler"in kastedildiği kanaatindedirier. İkrlme'den de bu
ifâdenin bütün evler anlamına geldiği rivayet edilmiştir, ama birincisi şu iki
sebepten dolayı daha evlâdır.
1) Bütün evlerin, Allah'ın içinde zikrinin
yükseltilmesine izin vermiş olmakla vasfedilmasi mümkün değildir.
2) Allah Teâlâ o evleri içinde zikredilmek,
tesbihatta bulunulmak ve namaz kılınmakla vasfetmistir ki, bu özellik sadece
mescidlere uygun düşer. Bununla mescidler kastedilmiş diyenlerin, bu hususta iki
görüşü vardır:
a) Bununla
şu dört mescid kastedilmiştir: Hz. İbrahim ile İsmail (a.s)'ln yapmış oldukları
Ka'bs, Davûd ve Süleyman (a.s)'ın yapmış oldukları Beyt-i Makdis, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yapmış olduğu Medine mescidi ile yine Hz. Peygamber'in yapmış olduğu
ve temeli takvaya dayanan Küba mescididir. Hasan el-Basrî'nin bunun içinde
onbin kandilin bulunduğu Beyt-i Makdis olduğu rivayet edilmiştir.
b) Bununla
bütün mescidler kastedilmiştir. Bu iki görüşten birincisi zayıftır, zira bu
delil bulunmaksızın tahsis cihetine gitmektir. Binâenaleyh evlâ olanı lafzı
bütün mescidler anlamına hamletmektir. İbn Ab bas (r.a) şöyle demiştir:
"Mescidler, Allah'ın yerdeki evleri olup, tıpkı yıldızların yerdeki
kimseleri aydınlatması gibi, bunlar da göktekiteri aydınlatır."
[348]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesiyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişler ve şu
görüşleri ileri sürmüşlerdir:
1) Bundan
maksat, onlann yapılmalarıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "ki onu (Allah) bina
etmiştir. Onun
boyunu o yükseltti.
Derken ona bir nizam verdi"(Hanat. 27-28) £43' "Hani İbrahim, Beyt'in
(Kabe'nin) temellerini yükseltiyordu" (Bakara, 127) buyurmuştur. İbn Abbas
(r.a)'ın da "Bunlar, Allah'ın yapılmasını emrettiği mescidlerdir"
dediği rivayet edilmiştir.
2) Zeccâc
bunun manasının "Tazim olunmasını ve pisliklerden boş sözlerden uzak
tutulmasını emrettiği” şeklinde olduğunu söylemiştir.
3) Bununla bu
iki şıkkın tamamı kastedilmiştir. İkinci görüş, daha evlâdır. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın ifâdesinin zahiri onlann yücettilmelerinden önce bu evlerin, sadece ve
yalnız salt evler olduğu derken Allah'ın yüceltil meleri ne izin verdiğini
ifade eder.
[349]
Âlimler Hak Teâlâ'nın
"İçlerinde admm zikredilmesine ifadesi ile ne kastedildiği hususunda
ihtilaf etmişlerdir:
a) Bu her türlü zikri içine alan genel bir
ifadedir.
b) İbn Abbas
(r.a) göre, bununla orada, Allah'ın kitabının okunması kastedilmiştir.
c) Bu,
"Orada, uygun olmayan şeylerin konuşulması yasaktır" demektir.
Birinci görüş, zikir lafzının umumi oluşundan ötürü, daha evlâdır.
[350]
İbn Amir ve Asım'ın
râvisi Ebu Bekr bâ harfinin fethası ile fiili, şeklinde okurlarken, diğerleri
bâ'nın kesresi ile şeklinde okumuşlardır. Binâenaleyh birinci görüşe
göre, söz (cümle) şu üç zarfının, yani
ve zarflarının sonuna kadar sürmektedir. Zeccâc, şöyle demiştir:
"Rical" kelimesi merfûdur. Çünkü Cenâb-ı Hak, 'Orada,
O'nun için teşbihte bulunun" buyurunca, sanki: "Kim tesbihte
bulunur?" denilmiş de, buna cevaben, "O rical (adamlar) teşbihte
bulunur" denilmiştir..
[351]
Âlimler, ayette
bahsedilen teşbih ile ne kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir: Ekserisi bunu,
bizzat "namaz" mânasına almışlardır. Bu mânaya alanlar da, değişik görüş
belirtmişler; kimileri bunu, beş vakit namaz Anasına alırken; kimileri de sabah
ve ikindi namazları mânasına alarak, "çünkü flaoe bu iki vakit namaz farz
kılındı, daha sonra buplara (diğerleri) ilâve edildi" Kimileri de bunu, zâtı ve fiilleri hususunda
Allah'a uygun olmayan , O'nu tenzih etmek demek olan teşbih manasında olarak,
görüşlerine delil «tarak şunu söylemişlerdir: "Çünkü Allah Teâlâ, namazı
ve zekâtı, "Allah'ı anmaktan •namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı
vermekten" buyurarak, bu zikre (anmaya) atfetmiştir. Bu izah daha tercihe
şayandır.
[352]
"Asal",
"usûl" kelimesinin cemisidir ve bu da, yatsı demek olan
"asîl" kelimesinin çoğuludur. "Gudüvv" kelimesi müfred
olarak getirilmiştir. Çünkü bu,
aslında cemî yapılanamayan bir masdardır. "Asîl" kelimesi
ise, ism-i cemîdir. Keşşaf Sahibi şöyle r 'Ayetteki "sabahları"
manasınadır. "Asal", "îsâl" şeklinde de okunmuştur ı bu,
"akşama girerken, akşam üstü" demektir. Nitekim tıpkı yatsıya girdi
manasındaki, ve öğleye girdi manasındaki kelimeleri gibi, "akşama "
manasında da denilir. İbn Abbas (r.h) "kuşluk vakti namazı, Allah'ın ında
vardır" der ve bu ayeti okurdu. Ebu Hu rey re (r.a) da, "Hz.
Peygamber 'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mescidi, diğer yerlere
tercih ederek, sabah akşam camilere koşan herbir insan için, Allah katında,
onun için hazırlanmış Misafirler vardır'[353]
Seni b. Sa'd'in merfu olarak rivayet ettiği hadiste de, "Kim hayn ödetmek veya öğrenmek maksadıyla
sabah akşam camilere gidip gelirse, bu tıpkı, Allah yolunda"[354]
cihad edip, ganimet elde eden kimse gibi olur" diye duyurulmuştur.
[355]
Âlimler, ayetteki,
"Ticaretin onları alıkoymaz" ifâdesine değişik manalar
vermişler: Bazıları, "Allah bunların kesinlikle ticaretinin
olmadığını beyan etmektedir" derken,
diğer bazıları, "Aksine
Allah onların ticaret tapmakta
olduklarını ve bunun yanısıra, yapmış oldukları bu ticaretlerin, onları Allah'ı
ziKirden (anmaktan-hatıhamaktan) alıkoymadıklarını beyan buyurmuştur"
demiştir.
Bu ikincisi, ekseri
âlimlerin görüşüdür. Hasan el-Basrî şöyle der: "Allah'a yemin ederim ki,
onlar ticâret yapıyor olmalarına rağmen, Allah'ın farzları geldiğinde,
hiçbirşey onları bu farzları edadan alıkoyamazdı. Onlar hemen namazlarını
kılarlar, zekâtlarını verirler." Salimin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bir pazar esnafına bakıldığında, (namaz) esnasında alış-verişlerini hemen
bırakıp, namaza koştukları görülürdü. İşte bunlar, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın
"Ticaret onları alıkoymaz" buyurduğu kimselerdir." İbn Mes'ud
(r.a)'dan da, aynı rivayet nakledilmiştir. Bil ki bu görüş birincisinden daha
evlâdır. "Falan kimseyi ticareti, şöyle şöyle yapmaktan alıkoymuyor"
demek için, mutlaka o kimsenin tacir olması gerekir. Gerçi birinci ihtimal de
variddir ve bu konuda sualler sorulabilir:
[356]
Birinci Soru: Cenâb-ı
Hak, "Ticaret onları alıkoymaz" buyurunca, bunun içine alış-veriş
zaten girmektedir. Binâenaleyh daha niçin, bundan sonra, "ne bir
alış-veriş" denilmiştir?
Cevap: Buna birkaç
şekilde cevap verebiliriz:
a) "Ticaret", içinde çeşitli
alış-verişleri bulunduran, bir "cins"dir. Fakat Hak Teâlâ, alıkoyma
özelliği daha fazla olduğu için, bundan sonra özellikle "bey1 ", yani
"satma"dan bahsetmiştir. Çünkü satmadaki kazanç, neticelenmiş yakînî
(kesin) bir husustur. Alıs-verişte bulunan kazanç ise, hem geleceğe ma'tuftur,
hem de şüphelidir.
b)
"Bey' " (satma), eşyanın (malın) nakit (para) ile değiştirilmesi demektir.
Şirâ (satınalma) ise bunun aksidir. Binâenaleyh nakit elde etmeye duyulan arzu,
aksini yapmaktan daha çoktur.
c) Ferrâ
şöyle der: "Ticaret, dışından mal getirip satanlar hakkında kullanılır.
Bey' ise "elinin altında olanı satma" manasınadır.
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hak, niçin özellikle erkeklerden bahsetmiştir? Cevap: Çünkü kadınlar, ticaret
ehli ve cemaat ehli değildirler.
[357]
Âlimler, ayetteki
"Allah'ın zikri" ile neyin kastedildiği hususunda değişik izahlar
yapmışlardır: Bazıları, "Bununla Allah'a barnd-ü sena ve duâ kastedilmiştir"
derken; bazıları da bununla, "Beş vakit namaz kastedilmiştir"
demişlerdir. Buna göre, "öyleyse ayetteki "namazı dosdoğru
kılma" ile ne kastedilmiştir? denilirse, deriz ki: Buna karşı şu iki cevap
verilmiştir:
a) İbn Abbas
(r.a), "Bununla, namazların, vakitlerinde (geciktirilmeden) kıî.nması
kastedilmiştir" der.
b)
Bu ifâdenin, "Allah'ın zikri"
ifadesinin bir tefsiriyyesi (açıklaması) olması da mümkündür. Buna göre, bu
"onlar, Allah'ı hem namazdan önce, hem namazda zikrederler" demektir.
[358]
Bakara Sûresi'nin
tefsirinin başlarında (Bakara, 3) ayetini İzah ederken, bunun,
"namazı şartlarına
uygun olarak,
hakkıyla kılmak" demek
olduğunu aûyiemiştik. ifadesindeki, "ikâmef'in, tâ'sının
hazfinin izahı da şöyledir: Zeccâc şöyle der: "Arapça'da, denilir. 8u
masdarın aslı, dir. vâv, elife çevrilmiş, böylece iki sakin elif bir araya
gelmiş ve ictima-i sakineynden iki harekesizin biraraya gelmesinden) ötürü, eliflerden
birisi hazfedilmiş, kelime olmuştur.
Hazfedilen elife bir işaret olsun diye, kelimenin sonuna tâ getirilmiş olmuştur."
Zeccâc bunun böyle olduğunda, nahivcilerin icmâsı bulunduğunu söylemiştir.
[359]
Âlimler, ayetteki
"namaz" ile, hangi namazın kastedildiği hususunda değişik görüşler belirtmişlerdir:
Bazıları bunun, farz
namazlar olduğunu ileri sürerlerken, bazıları "kuşluk namazı" ile ilgili olarak
İbn Abbas'dan --Eklettiğimiz gibi, buna farzlarla birlikte nafileleri de dâhil
saymışlardır. Fakat birinci, ooğruya daha yakındır. Çünkü bu, namaz kelimesinin
mahfe (elif-lam' !ı) oluşuna daha jygundur (ve ondan ilk nazarda anlaşılan
budur). Buradaki "zekât" ile de, farz zekât «âstedilmiştir. Çünkü şeriatta
farz olan zekât, bu isimle isimlendirilmiş, böyle maruf olmuştur. İbn Abbas
(r.a) ise, bu "zekât" ile, Allah'a yapılan itaat ve İhlasın
Kastedildiğini, "O, ehline namazı ve zekâtı emrederdi" (Meryem. 55),
"O, sizden rûçbirini tezkiye olmadı" {Nur, 21) ve "O, onları
temizler, onları tezkiye eder" -»t», 103) ayetlerinde de, kelimenin bu
mânalara geldiğini söylemiştir. Bu da, biraz ince bahsedilen sebepten ötürü
zayıftır. Bir de Allah Teâlâ, zekât işini, "verme" fiiliyle
zikretmiştir. Bu ise, ancak mal haklarından verilen şeye hamledilebilir.
[360]
Hakk Teâlâ, bu
kişilerin, Allah'ı zikretmek ve O'na taatta bulunmak suretiyle kulluk
etmelerine rağmen, içlerinde bir korku ve endişenin bulunduğunu beyan ederek
"Onlar kalplerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar"
buyurmuştur. Bu korku, Allah'a hakkıyla
ibâdet edemediklerini bitmelerinden kaynaklanmaktadır. Âlimler, kalplerin ve
gözlerin tekallübünün (dönmesinin) ne demek olduğu hususunda da şu değişik
görüşleri belirtmişlerdir:
1) Kalpler, korku ve dehşetten ötürü çarpar;
gözler belerip kalır. Çünkü Hakk Teâlâ, "O zaman gözler yılmış, yürekler
gırtlaklara varıp dayanmış". (Ahzap, 10) buyurmuştur.
2) Onların
durumları değişir ve böylece kalpleri, anlamaz bir halde% anlar hale; gözleri
görmez halden, görür hale gelirler. Dolayısıyla onlar, şüpheden zanna, zandan
yakîne, yakînden de, muayene ve müşahedeye (bizzat görmeye) geçmişlerdir. Çünkü
Hakk Teâlâ, "Onlar için Allah'tan, hiç beklemedikleri nice şeyler, zuhur
edip gelecek"çzûnm, 47) ve "Andolsun ki sen (dünyada) bu hususta bir
gaflette idin. işte senden perdeni kaldırıp açtık". (Kat, 22) buyurmuştur.
3) Kalpler, o gün soyluluğu umduğu ve helak
olmaktan çekindiği için çevrilir, gözler de, emrolundukları tarafa dönerler.
Yahut kitaplarının verildiği tarafa, yani sağdan mı, soldan mı, ne taraftan
veriliyorsa o yana döner. Mu'tezile bu açıklamayı beğenmeyerek şöyle demiştir:
"Mükâfat ehlinin o gün, kesinlikle korkusu olmaz. Cehennemliklere gelince,
onlar da zaten aff beklememektedirler." Biz, bu görüşün yanlışlığını daha
önce defalarla izah ettik.
4) Kalpler, yerlerinden oynar ve boğazlara
dayanır; gözler de masmavi kesilir. Nitekim Dahhâk şöyle der: "Kâfirleri,
gözleri keskin olarak hasredilirler, sonra gözleri kayar, derken kör olurlar.
Kalpleri de korkudan, bir çıkış yolu bulamaz ve ancak gelip boğaza dayanır.
Nitekim Allah Teâlâ, "O zaman yürekleri gamla dolu olarak, gırtlaklarının
yanındadır" (MO'min, ıe) buyurmuştur.
5) Cübbftî
şöyle der: Kalplerin ve gözlerin dönmesinden murad, başlarına gelen azap
sebebiyle, şekillerinin değişmesidir. Binâenaleyh onlar kâh ateşte pişen bir
şeyin şeklini, kâh yanan bir şey şeklini alırlar. Bununla, onların, cehennemin
koru haline dönüşmüş olmaları manası da kastedilmiş olabilir. Bu da, "Biz
onların gönüllerini ve gözlerini çevirmiş, kendilerini azgınlıkları içinde
serseri ve şaşırmış olarak terketmiş bulunuyoruz" (En'am, no) ayetinde
ifade edilen manadır.
[361]
Cenâb-ı Hak,
"Çünkü Allah kendilerini, işledikleri amellerin en güzeliyle
mükâfaatlandıracak" buyurmuştur. Yani, bu, "yani onlar bu ibadetleri,
Allah kendilerini mükâfaattandırsın ve yaptıkları şeylerin en güzeline göre
mükâfaatlandırsın diye yapmışlardır" demektir. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
1) Ayetteki
"amellerin en güzeli" ile, bütün hasenat, yani farz ve nafile ibâdet
ve taatlar kastedilmiştir. Mukâtil şöyle der: "Cenâb-ı Hak, ayetteki
"ahsen" (en güzel) tabirini,
onları kötü amellerine
göre cezalandırmayıp, o
kötü amellerini bağışlayacağına dikkat
çekmek için zikretmiştir."
2) Hak Teâlâ, onların en güzel amellerini, bire
ondan, bire yediyüze kadar bir karşılıkla mükâfaatlandırır.
3) Kâdî
şöyle der: "Bundan murat, onların taatlarının, isyanlarına (günahlarına)
bir keffâret olmasıdır. Allah onları, en güzel amellerine göre
mükâfaatlandırmıştır." Bu görüş, Kâdî'nin amellerin boşa gitmesi ve
tartılması konusundaki mezhebine (inancına) göre doğrudur.
Cenâb-ı Hak, "(Allah) odlara, fazl-u kereminden,
dahasmı da verecektir" buyurmuştur, ^u, "Allah Teİlâ, onları
amellerinin en güzeline göre mükâfaatlandıracak, hakettiklerini vermekle
kalmayacak, aksine diğer ayetlerde de bahsettiği gibi, mükâffatlarını bir
fazl-i ilâhî olarak kat kât katlayarak verecektir" demektir.
İmdi, eğer: "Bu,
taatlann, mükâfaata müstehak olmada bir tesiri olduğuna delâlet r. Çünkü
Cenâb-ı Hakk, ayatte karşılık olarak verdiğini ayrı, fark verdiğini ayrı tir. Siz (ehl-i sünnet) ise
böyle söylemiyorsunuz. Çünkü size göre kul, :en bîrşey hakeden (alacaklı olan)
durumunda değildir" denilirse, biz deriz Biz de, kulun bu mükâfaatı
hakettiğini kabul ediyoruz. Fakat kul bunu, Allah bunu :. adettiği için hakeder
diyoruz. Binâenaleyh işte bu kadarcığı, hakedilendir, fazlası fazM ilâhîdir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah kimi dilerse, hesapsız biçimde rmklandınr" buyurarak,
kudretinin ve cömertliğinin mükemmel |una, meşîetinin (irâdesinin) herşeye
nüfuz ettiğine ve ihsanın bol olduğuna çekmiştir. Buna göre Hak Teâlâ, onları
taatları hususunda, ciddî ve gayretli niteleyip, bunun yanısıra son derece
korku ve endişe içinde olduklarını ;e, Kendisinin onlara, taatlarına karşı
büyük mükâfaatlar vereceğini, korkuları itğı sınırsız fazl-u lütfunu ihsan
edeceğini belirtmiştir.
[362]
"O kâfirlerin
amelleri, dümdüz ve engin göllerdeki bir serâb gibidir. Susayan, rr j/ı bir su
olduğunu sanır. Nihayet o buna vardığı zaman, onu birşey olarak bulamamıştır.
Kendi (ameli) yanında, sadece Allah'ı bulur. O da, onun hesabını tastamam
verir. Allah hesabı çok süratli görendir. Yahut (kâfirlerin ameli)
alabildiğine derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu bir dalga kaplayıp
bürümekte, bunun üstüne bir dalga, onun üstünde de bir bulut... hülâsa bir
biri üstüne, kat kat karanlıklar. O, elini çıkarıp (baksa), neredeyse onu bile
göremez. Allah kime nûr vermemiş ise, onun için bir nûr (ışık) yoktur"(Nur,
39-40).
[363]
Bil ki, Allah Teâlâ,
mü'minin hâlini beyan edip, onun dünyada, bir nûr içinde olduğunu, bu sebeple
de iyi amele sarıldığını açıklayıp, âhirette ise, onun, kalıcı bir nîmet ve
büyük bir mükâfaat elde edeceğini dile getirince, bunun peşinden, kâfirin,
âhirette hayal kırıklığının en şiddetlisi, dünyada da karanlık çeşitlerinin en
büyüğü içinde olacağını açıklamış ve horbtri için de birer misâl zikretmiştir.
Kâfirin, âhiretteki hüsran ve hayal kırıklığına^ delâlet eden meseleye gelince,
bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Okâfirlerin amelleri, dümdüz ve engin göllerdeki bir
serâb gibidir" ayetidir. Ezherf şöyle demiştir: "Serâb, kaba kuşluk
zamanında çöllerde göze görünen, su olmadığı halde akan suya benzeyen şeydir.
Ona uzaktan bakan kimse, onun akmakta olan bir su olduğunu zanneder. Nitekim
Arapça'da, "suyun akmasını ifade için: denilir.
Keza "serap"
için kullanılan (el-âlu) kelimesine gelince, bu, günün hemen başında göze
görünen ve bakan küçüğün-büyük olarak gördüğü şeydir." HalîTın ifâdesinin
zahiri ise, el-âlu ile serabın, aynı olduğunu ifâde eder. (el-kı'atu)
kelimesine gelince, Ferrâ şöyle demiştir: "Bu kelime, tıpkı jlr (komşu)
kelimesinin çoğulunun (komşular)
şeklinde olması gibi, kelimesinin çoğuludur. "el-kâ'u" kelimesi ise,
düz ve geniş toprak parçasına denilir" Keşşaf Sahibi ise şöyle demiştir:
kelimesi, esasen anlamındadır (müfret mânadadır). Zeccâc şöyle der: kelimesinin
hemzesi, bazen tahfif ile (şeklinde) okunur. Çok şiddetli biçimde susamış olan
kimseye bu ad verilir.
[364]
Kâfirle bu kimse
arasındaki v»ch-i sebebe gelince: Eğer kâfirin yaptığı şey hayır fiillerinden
ise, her ne kadar kendisi bundan dolayı bir mükâfaat elde edeceğini zannetse
de, o bundan ötürü herhangi bir mükâfaata müstehak olamaz. Yaptığı eğer, şer
fiillerden ise, herne kadar o, bundan mükâfaat elde edeceğini ümit etse de,
aksine bundan dolayı ikâba ve cezaya müstehak olur. Allah katında kendisi için
bir mükâfaat olduğuna inanıp, kıyametin meydanlarına uğradığında mükâfaat değil
de, şiddetli ye büyük bir ikab ite karşılaşarak, pişmanlığı şiddetlenip gam ve
kederi de en son noktaya ulaşınca, işte o, o zaman nasıl olacak) İşte onun bu
hali, suya çok ihtiyacı olan, serabı görünce de, gönlü ona tutulan ve bu sayede
kurtulacağını ümid ederek, arzusu kuvvetlenen, o susamış kimsenin haline
benzer. O kimse, su sandığı serabın yanına gelince, umduğundan ümidini keser,
bu da ona çok ağır getir." Bu temsil, son derece güzeldir. Mücâhid de
şöyle der "Serâb, kâfirin ameli ve işidir. Onun seraba gelmesi ise ölerek
dünyayı terketmesidir."
[365]
İmdi eğer, ayetteki
"buna vardığında" ifâdesi, serabın bir "şey" olduğuna
delâlet eder. "Onu bir şey olarak bulamamıştır" ifadesi ise, buna
aykırı ve çelişiktir" denilirse, buna üç bakımdan cevap verilir:
a) Bundan kastedilen, "onu, faydalı bir şey
olarak bulamamıştır" anlamıdır. Mtokim Arapça'da, her ne kadar çaba ve
gayret sarfetmişse de, "Falanca kimse ıçt>ir şey yapmadı" denilir.
b) Bunun
anlamı, "o, buna, yani serabın bulunduğu yere geldiğinde, onu birşey
Dtarak bulamadı" şeklindedir. Böylece Cenâb-ı Hakk, "yer, bulunduğu
mahal" «ftdesini zikretmemiş, serab kelimesiyle yetinmiştir.
c) Burada
bir kinaye söz konusudur. Çünkü serâb uzaktan, yoğunluğu sebebiyle, ftpfcı bir
bulut ve toz kütlesi gibi görülür. Kendisine yaklaşıldığında ise, incelir,
dağılır ı« hava hatine dönüşür.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"kendi ameli yanında sadece Allah'ı bulur. O da, onun hesabını tastamam
verir" ifâdesine gelince, bu, "o amelinin yanında, kâfirin kendisiyle
uyarılıp tehdit edildiği Allah'ın ikâbını ve azabını buldu. O zaman, ondaki,
büyük bir fayda beklentisi ve zannı, büyük bir zarar ve sıkıntıya Merayacağı
katiyyetine dönüştü" veya, "o, amelinin yanında, Allah'ın
zebanilerini Duur. Onlar da onu yakalar ve onunla birlikte cehenneme
yönelirler. Derken ona feaynar su ve irin içirirler" demektir. Bu
kimseler, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın,"Yorucu işler yapandır" (Gaş\ye,
3), "kendileri muhakkak iyi yapıyorlar sanırler" (Kehf. i04) ve
"Biz, onlar herhangi bîr amel yaptılarsa, (hepsinin) önüne geçip
darmadağın ettik"(Furkan, 23) üuyu/duğu kimselerdir. Bunun, Utbe ibn Rebîa
ibn Ümeyye hakkında nazil olduğu ytonmiştir. O, kendisini ibâdete vermiş,
yünden elbiseler giymiş ve câhiliyye , gerçek dini aramıştır. İslâm'da ise,
küfre sapmıştır.
Cenâb-ı Hakk'ın "Allah, hesabı çok süratli
görendir" buyuruğuna frfhce, bu böyledir. Çünkü Allah (c.c), bütün
malûmatı bilir. Bunun için de, hesaba çakmek ona zor gelmez. Bazı kelamcılar şöyle
demişlerdir: "Bunun mânası şudur: 3-- kimseyi hesaba çekmek, bizim gibi,
başkasını hesaba çekmekten onu a «oyamaz. Müşebbihe'nin dediği gibi, Allah, bir
âlet ile konuşuyor olsaydı, o zaman bu caiz ve doğru olmazdı."
İkinci mesele gelince,
bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahut Ikâfirlerin ameli) alabildiğine derin bir
denizdeki karanlıklar gibidir" ayetidir. Saradaki jt "yahut"
kelimesi hakkında, birkaç izah şekli bulunur:
a) Bil ki
Allah Teâlâ, kâfirin amelinin, iyi ise seraba benzediğini; kötü ise, zulûmât
karanlıklar gibi olduğunu beyan etmiştir.
b) Sözün
takdirî anlamı şöyledir: "Onların amelleri, ya göllerdeki bir serâb
gibidir, ki bu, ahirette olacaktır; yahutta, denizdeki karanlıklar gibidir. Kİ
bu da, dünyadadır."
c)
İlk ayet, onların işlerinin zikredilmesi,
onların bunlardan hiçbir şey elde edemeyecekleri hakkında; ikinci ifâdede,
onların inanç ve akideleri hakkındadır. Zira onların inançları, karanlıklara
benzemektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Allah mü'minleri,
karanlıklardan, yani küfürden çıkarıp, nura sokar" (Bakara. 257).
[366]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah kime nur vermemişse, artık onun için bir ışık yoktur" ifâdesi
de buna delâlet eder. tabirine gelince bu, "içine düşen şeyin hemen dibi
boyladığı, son derece derin ve büyük bir kütleye sahip su parçası,
okyanus" anlamındadır. (Lucciyyun)
kelimesinin iki okunuşu vardır. Lâm'ın kesresiyle, "Licciyyun"
şeklinde; dammesiyle de, "Licciyyun" şeklinde. Bu meselenin
anlatılmasına gelince: Çok dolu olan denizin dibi, suyunun derinliği ve
doluluğundan dolayı, son derece karanlık olur. Onun üzerindeki dalgalar ardarda
geldiğindeyse, karanlık iyice şiddetlenir. Bu dalgaların üzerinde bir de bulut
bulunursa, o zaman karanlık son haddine ulaşır. Böyle bir denizin dibinde
bulunan bir kimse ise, karanlığın şiddetinin nihaî noktasındadır. El hakkında
câri olan âdet, onun görülebilen ilk şey, görülemeyecek olan en son şey olduğu
şeklinde olunca, Cenâb-ı Hakk, "neredeyse, o elini bile göremez"
buyurmuş, böylece Allah Teâlâ, bu karanlık ve zulmetin, son haddine ulaşmış
olduğunu beyân etmiş, sonra da, inancı itibariyle kâfiri buna benzetmiştir.
Kâfir, Cenâb-ı Hakk'ın, "nur üstüne nurdur" (Nur, 35) ve
"nurları önlerinde ve sağlarında koşacak"'Tannm,8) âyetinde
zikredilen mü'minin durumunun zıddı bir haldedir.
Bundan ötürü Ubeyy ibn
Ka'b "Kâfir, beş zulüm içinde gidip gelecektir: Sözü, ameli, girişi ve
çıkışı, en nihayet cehenneme varışı" demiştir.
BuradaKi teşbihin
îzahı hususunda başka açıklamalar da vardır:
1) Allah
Teâlâ üç çeşit karanlık zikretmiştir: Denizin karanlığı, dalgaların karanlığı
ve bulutun karanlığı. Kâfir de aynen böyledir. Onun da üç zulûmatı bulunur:
İtikad karanlığı, söz karanlığı ve amel karanlığı. Bu, Hasan el-Basrf'den
rivayet edilmiştir.
2) Onların,
kalbi, gözü ve kulağı bu üç zulmete teşbih edilmiştir. Bu, İbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir.
3) Kâfir
bilmez, bilmediğini de bilmez. Bununla beraber, bildiğini zanneder. Bu
üç mertebe, işte bu
karanlıklara teşbih edilir.
4) Bu karanlıklar üstüstedir. Küfründe
ısrarından dolayı, kâfirin üzerinde de, sapıklıklar üstüste binmiş, teraküm
etmiştir. Öyle ki, en açık deliller onun yanında zikroiunsa bile bunları
anlamaz.
5) Bunlar,
karanlık göğüs içindeki karanlık kalptir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
'hülâsa birbiri üstüne, kat kat karanlıklar" iadesine gelince, Ibn
Kesir'den, onun bunun, 'den bedel olmak
üzere ve şeklinde okunduğu; yine onun
bunu, izafette. Ve (Rahmet bulutu,
azab bulutu denildiği gibi, "karanlıklar bulutu" şeklinde okuduğu da
rivayet edilmiştir. Diğer kıraat imamlarının kıraati ise, ikisi de, ref ve
tenvin ile olmak üzere, şeklindedir. Buna göre söz de bitmekte, ite yeni bir
cümle başlamaktadır. Bu, "yukarda edilenler, üstüste binmiş
karanlıklardır" demektir.
[367]
Ayetteki, J
"neredeyse onu bile göremez" ifadesiyle iki görüş var:
1) itf
fiilinin olumsuzu olumlu; olumluyu olumsuz mânâ ifâde eder. Binâenaleyh,
"az kaldı yapmayacaklardı" (Bakara, 71) ifâdesinin lafzı olumsuz,
takat manası ise olumludur. Çünkü onlar bunu yapmışlardır. Yine Hz. Peygamber
o.a.s)'in, "Fakirlik neredeyse
küfür olacaktı"[368]
hadîsinin lafzı olumlu olduğu halde, mânâsı olumsuzdur. Çünkü fakir, kâfir
değildir. Burada böyledir; buradaki ifadesinin mânâsı, "o onu gördü"
şeklindedir.
2)
"mukârebet - yaklaşma, olayazma" İfade eder. Buna göre bu ifâdenin
anlamı, "vuku, bulması yaklaşmadı" şeklindedir. Malumdur ki, vukuu
yaklaşmamış «lan şey, vuku da bulmamıştır. Tercih edilen görüş budur; birinci
îzah ise, iki bakımdan zayıftır:
a) Böylesi
karanlıklardan daha az karanlıkta bile bir şey görülmez. Nerde kaldı, bu
«Karanlıklarda görülsün!
b) Bu
temsilden amaç, kâfirlerin ne kadar çok câhil olduklarını ortaya koymaktır. Bu
da ancak, bu karanlıklar sebebiyle görmenin kesin olarak bulunmamasıyla •eydana
gelir. Ayet-i Kerime'deki "Allah kime rjr vermemiş onun için bir nur
(ışık) yoktur" cümlesine gelince, âlimlerimiz şöyle demiştir: "Allah,
mü'minin hidâyetini son derece aşikâr ve açık olmakla vasfedince, bunun
peşinden, "Allah kimi dilerse, onu nuruna kavuşturur" (Nur, 35)
beyanını gtfirmiştir. Bunun gayesi, sadece delillerin son derece açık olmasının
îmâna jrtmediğint; ama, yolun karanlık olmasının da ondan alıkoyamayacağını;
aksine her sevin Allah'ın yaratmasına, hidâyetine ve meydana getirmesine bağlı
olduğunu insana bildirmektir."
Kadî şöyle demiştir:
Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi ile, "Allah her kime bu dünyada lütufları ile bir
nûr vermemişse" ifadesiyle de, "cennetin yolunu bulamaz,
şaşırır" manası kastolunmustur, ifâdesinden muradın, "Her kime
âhirette muhtemel bir kurtuluş ve mükâfaata nail oluş nasip etmezsek"
şeklinde olması muhtemeldir, ifâdesinin ise, "buna bir ilâve ve takrir
için gelmiş olması malûmdur.
[369]
"Görmedin mi,
göklerde ve yerdekiler havada saflar halinde uçan kuşlar, hakikatte hep
Allah'ı teşbih ediyorlar. Her biri duasını da teşbihini de, muhakkak
bilmiştir. Allah, onlar ne yaparlarsa hakkıyla bilendir. Göklerin ve yerin mülkü
Allah'ındır. Dönüş ancak Allah'adır." (Nur. 41-42).
Bil ki, Allah Teâlâ
mü'minlerin kalplerinin nurlarını ve kâfirlerin kalplerinin karanlıklarını
niteleyip tavsif edince, bunun peşinden de tevhidin delillerini getirmiştir.
[370]
Birinci çeşit: Allah
Teâlâ'nın bu ayette zikrettiği husus den muradın, "bilmedin mi?"
manası olduğunda şüphe yoktur. Çünkü teşbih, hem gözle görmeyi hem de kalp ile
bilmeyi içine alır. Bu sözün zahiri, her ne kadar soru İse de, bununla bir
takrir (izah ve beyan) kastedilmiştir. Böylece Allah Teâlâ, göktekilerin ve
yerdekilerin teşbih etmek suretiyle, kendisini ululamak gerektiğine dikkat çekmiştir.
Bil ki ayetteki teşbih
ile, ya bütün bu varlıkların, Hak Teâlâ'nın noksanlardan münezzeh olduğuna ve
celâl sıfatlarına sahip olduğuna delil oluşu, yahut onların bizzat dilleriyle
konuşup teşbih ettikleri, yahut da bazıları hakkında tenzih, bazıları hakkında
da lisânen konuşma manası kastedilmiştir. Birinci görüş doğruya daha yakındır.
Çünkü İkincinin olması imkânsızdır. Çünkü yeryüzünde mükellef olmayan, bu
şekilde tesbihâtta bulunmayanlar bulunduğu gibi, kâfirler gibi, mükellef olduğu
halde, böyle teşbih etmeyenler de vardır.
Üçüncü görüş hakkında
da şöyl- inilebilir: "Göktekiler, yani melekler dilleriyle teşbihte
bulunurlar. Yerdekilerin ise, bir kısmı dilleriyle tesbihâtta bulunurlar, bir
kısmı da "delalet yoluyla" tesbihatta bulunurlar. Ayetteki teşbihi
bu üçüncü manaya -amletmek ise, tek bir lafzın aynı anda, hem hakiki, hem
mecazi manalarda kuşanılmasını gerektirir ki bu caiz değildir. Binâenaleyh
geriye, sadece birinci kısım çalmaktadır. Çünkü bütün bu varlıklar,
cisimlerinin ve sıfatlarının Allah'ın münezzeh cduğuna, kudretine,
ulûhiyyetine, (birliğine) ve adaletine delalet etmesi bakımından
-üşterektirler. Binâenaleyh onların bu durumu mecazen tenzih (teşbih) diye
aclandırılmıştır. İmdi eğer, "Bu manadaki teşbih, bütün mahtukat için söz konusudur.
Binâenaleyh burada bunun, sadece akıllı varlıkların teşbihi olduğunu söylemenin
•NKmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: "Hak Teâlâ'nın varlığına,
akılların varlığı daha çok delâlet eder. Zira bunların yaratılışlarındaki
enteresanlıklar ve akıl almaz şeyler daha çoktur. Bu enteresan şeyler, onların
akıllarının olması, konuşabil meleri ve anlayabilmeleridir."
Hak Teâlâ'nın "Havada saflar halinde uçan kuşlar"
ifadesi hususunda birisi, "Bu ifadenin, kendinden öncekiyle münasebetinin
izahı nedir?" 2 yebilir. Buna şöyle cevap verilir: Hak Teâtâ göktekilerin
ve yerdekilerin tesbihde solunduğunu bildirince, gök ile yer arasında bulunan,
havada yer alanlardan, yani «uslardan, yani onların da tesbihatta bulunduğundan
bahsetmiştir. Bu böyledir. Çünkü sanatlarını açıp kapayarak sayesinde hava
boşluğunda durabilme kuvvetini, o ağır
-tle (bünye) sahibi kuşlara vermek, herşeyi yöneten Hak Sübhânehû ve
Teâlâ'nın cudretine delâlet eden en büyük delillerdendir. Böylece Cenâb-ı Hak,
onların uçuşunu tendisi için bir tesbihatta bulunma kabul etmiştir ki, bu da,
biraz önce bahsettiğimiz gibi, ayetteki "tesbih"den muradın, lisânen
teşbih etme değil, bütün bu hallerin, Allah'ın münezzehliğine delâlet edişleri
olduğunu tekid eder.
Hak Teâlâ'nın,
"Her biri duasını da, teşbihini de, muhakkak bilmiştir" ayeti
hususunda şu üç izah yapılmıştır:
a) Bu, "Allah bütün bunların salât ve
teşbihini bilir (duyar)" demektir. Bunun, du manada olduğuna, "Allah
ne yaparlarsa hakkıyla bilendir" ifadesi de delalet eder. Bu, ekseri
kelamcıların görüşüdür.
b) Bu
kelimelerin sonundaki zamir, "küllü" (her biri) lafzına râcidir. Buna
göre mana, "onlardan herbiri, kendilerine farz (gerekli) olan salât ve
teşbih) bilirler" şeklindedir.
c) Bu
zamirler, "Allah" lafzına racîdir, yani, "Teşbih eden ve salât eden
(namaz kılan) her kimse, Allah'ın kendisini mükellef tuttuğu saiâtı ve teşbihi
bilir" demektir. Bu son iki manaya göre,
ifadesi, müste'nef bir cümle olmuş olur. Ebu Sâbit'ten şu rivayet
edilmiştir: "Muhammed b. Cafer el-Bakır (r.a)'ın yanında oturuyordum. O
bana, "Güneş doğarken ve batarken, şu serçelerin ne dediklerini biliyor
musun?" dedi. Ben de, "Hayır" dedim. O, "Bunlar, Rablerini
teşbih ve takdis ediyor ve o günkü rızıklarını istiyorlar" dedi."
Kelamcılar bu açıklamayı tuhaf görerek şöyle demişlerdir: "Eğer kuşlar
Allah'ı tanımış olsalardı, onlar da tıpkı bizim konuşma ve
işaretlerimizi anlayan akıllılar gibi olurlardı. Fakat hiç de böyle değiller.
Çünkü kuşların bütün bu işleri bilmeyen bir çocuktan bile daha noksan
olduklarını zarurî (kesin) olarak bilmekteyiz. Binâenaleyh bu hususiyetin
kuşlarda, haydi haydi bulunmaması gerekir. Kuşların Allah'ı bilmedikleri sabit
olunca, onların bizzat Allah'ı teşbih etmeleri imkânsız olur. Böylece, daha
evvel de izahı geçtiği gibi, kuşların ancak lisan-ı halleriyle Allah'ı teşbih
ettikleri sabit olmuş olur.
[371]
Bazı âlimler şöyle
demişlerdir: "Biz, Allah Teâlâ'nın, kuşlara ve diğer haşerâta, akıllıların
ekserisinin yapamayacağı fevkalâde kabiliyetler ilham etmiş olduğunu, verdiğini
görmekteyiz. Durum böyle olunca, onlara, kendisini tanımalarını, Kendisine dua
ve tesbihatta bulunmalarını ilham etmiş olması niçin mümkün olmasın? Hak
Teâlâ'nın, kuşlara ve haşerâta fevkalâde kabiliyetler ilham ettiğini şöyle izah
ederiz:
1) Allah Teâlâ'nın, onlara avlarını ele geçirme
hususunda verdiği kabiliyetler.. Meselâ örümceğin, sineği avlama hususundaki, o
ince hilesini bir düşün. Nitekim şöyle denilir: Ayı, öküzün geçeceği yerde sırt
üstü yatar. Öküz onu boynuzlamak istediğinde de, elleriyle boynuzlarından
yapışır ve onu yere yıkıncaya, öldürünceye kadar ısırmaya başlar. Yine ayının
taş atabildiği, sopa alıp insanlara vurabildiği, öldüğünü sâftdığı insanı
bıraktığı, zaman zaman onu koklayıp, nefes alıp almadığını kontrol ettiği,
kolay bir sıçrayışla ağaca çıktığı, bir eline ceviz koyup öbür eliyle vurarak
kırdığı, sonra üfleyerek kabuklarını savurtup, içini yediği anlatılmıştır. Yine
farenin, hırsızlığı hususunda enteresan şeyler anlatılmıştır.
2) Arının ve üstlendiği reislik (beylik,
başkanlık) durumunun ve en üstün mühendislerin bile yapamadıkları şekilde,
altıgen evler (Petek) yapışı..-
3) Turna kuşunun, kendisine en uygun havayı
bulabilmek için, dünyanın bir ucundan, bir ucuna uçmasuYine denildiğine göre,
her bir atın, karşılaştığı her atın sesini unutmayıp, tanıması da, bunların
Özelliğindendir. Yine köpeklerin, birbiri tarafından tanınan şekilde
havladıkları rivayet edilmiştir. Pars, su içtiğinde yahut
"hânikü'l-fehd" adlı bitkinin suyunu içtiğinde, insanların süpürüntü
ve çöplerini yed\§\ rivayet edilmiştir. Timsah\ar\r\ da, saksağan kuşu gibi
kuşları beklemek için ağızlarını açtıkları ve o kuşların, timsahın diş
aralarını temizlediği, o kuşların başında, dikenimsi şeylerin bulunduğu, timsah
onu yutmaya yeltendiğinde, bu dikenimsi şeyin ona bu imkânı vermediği ve kuşun
böylece, kolaylıkla (tehlikesizce)
gittiği söylenmektedir. Yine kablumbağanın, yılanı yedikten sonra, dağda biten
kekik otundan yediği ve böylece onun tesirinden kurtulduğu rivayet edilmiştir.
Av işleriyle uğraşan güvenilir bir zat, toy kuşunun, beyaz benekli bir yılanla
(engerekle) döğüştüğünü; kuş onun karşısında yenilince de, onu bırakıp, bir
baklayı yemeye başladığını; sonra yine
yılanla döğüşmeye döndüğünü ve bunu bu şekilde sürdürdüğünü seyrettiğini
anlatmıştır. Bu adam, derin bir gölgeliğin içinde oturuyor ve bu av işleriyle
uğraşıyordu. O kuşun yediği bakla da, onun oturduğu, pusu kurduğu yere yakındı.
Toy kuşu yılanla yine uğraşmaya başlayınca, adam baklayı kökünden koparıp
saklamış. Kuş, baklanın bulunduğu yere gelip, onu bulamayınca, onun ötiunduğu
yerin etrafında durmadan döne döne ölmüş. O adam da, kuşun baklayı yanek
suretiyle, yılanın sokmalarına karşı kendisini tedavi ettiğini anlamış. Bu
bakla, çû* baklası (veya maydanoz)'dur.
Gelincik (hayvanı),
yılanla mücadele ederken, sedef bitkisini yiyerek, hayatını tfrdürür (korur).
Çünkü zehirli sürüngenler, bu bitkinin kokusundan çok rahatsız nurlar. Yine
köpeklerin karınları kurtlandığında, buğday başağını yedikleri; leyleklerin ae.
biribirlerini yaralamaları halinde, bu yaralarını, dağda biten kekik otuyla
tedavi itleri rivayet edilmiştir.
4) Kirpi,
rüzgar esmeden önce, kuzey ve güneyi tesbit eder, böylece de yuvasının, grisini
(rüzgara göre) değiştirir. İstanbul'da, fırtınaları önceden haber verme
suretiyle ve insanların da onun bu uyarısından istifade etmeleri suretiyle,
mal-servet sahibi •ton birisi varmış. Bunun sebebi (biliş sebebi), evinde bu
işi yapan (yuvasının girişini -İzgara göre değiştiren) bir kirpinin
bulunuşuydu. İşte o adam, onun bu hareketlerinden çıkararak bunları
bitebiliyordu. Kırlangıç da, çamurdan yuva yapıp, ağaç oyma hususunda gerçekten
bir ustadır. Eğer çamura ihtiyacı olursa, toprağı riafcr ve sonra kanatlarında
taşıyabileceği kadar bir çamur yapabilmek için, o çamuru çorakta yuvarlar.
Yavru yaptığında, yavrularının bakımını titizlikle yapar, onların pMOerini
gagasıyla alıp, yuvadan atar. Sonra da onlara bu pisliklerini, yuvanın bir
tarafına yapmalarını Öğretir. Avcı, kekliğin yavrularının olduğu tarafa
yaklaştığında, teklik ona gözükür, peşine düşüp, yavrularının bulunduğu
taraftan uzaklaşması için, ona yaklaşır ve neredeyse yakalanacakmış gibi his
verir.
Ağaçkakan, yeryüzüne
nadiren konar. Genellikle ağaç üzerinde, içinde (ağaç) nurdu olduğunu bildiği
yeri gagalar durur. Yine kuğular, uçarken gökte çok yükselirler. Eğer bir
bulut, yahut sis onların birbirlerini görememelerine sebep olursa, o zaman,
sanatlarından, birbirlerini duyup takip edebilecekleri bir ses çıkarırlar. Bir
dağ başında uyuduklarında, başkanları hariç, hepsi başlarını kanatları altına
sokarlar. Başkanları ise, başı açıkta uyur. Böylece bir bekçi sesi (en hafif
bir ses) duysa, hemen uyanır.
Karıncanın, son derece
düzgün bir çizgi üzerinde, birbirlerini kontrol ederek, yuvalarına gidişteki
durumları da enteresandır. Bil ki, bu konudaki detay, "Taba'i j
I-Hayavan" (Hayvanların Tabiatları) adlı eserde anlatılmıştır. Bunları
sayıp dökmemizdeki maksad, en akıllı insanların bile bu türlü şeyleri yapmaktan
aciz olduklarını göstermektir. Binâenaleyh bütün bunlar söz konusu olunca, her
nekadar hayvanlar, insanların bildiği bazı şeyleri bilmeseler bile, "Allah
tarafından, Allah'ı tanımaları ve O'nu medh-ü sena etmeleri, onlara ilham
edilmiştir" denilmesi niçin caiz olmasın? "Allah Celle Celâlühû,
i'tizal (Mutezile) terazisiyle tartmaktan münezzehtir" diyen Şihabuddin
es-Sem'anî ne de güzel söylemiş!
HakTeâlâ'nın "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ında:
Dörtüş ancak Allah 'adır" ifadesi, son derece veciz, kısa ve özlü olmasına
rağmen, mebde ve me'âd (dünya ve ahiret) ilminin tamamına delalet eder. Çünkü
ilk ifade, herşeyin O'ndan olduğuna dikkat çekmektedir. Zira Onun dışında katan
herşey mümkin ve muhdes varlıktır. Mümkin ve muhdes varlıklar ise, ancak
vâcibü'l-vücud olan, kadîm bir varlığa varıp dayandığında, var olabilirler.
Binâenaleyh "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" ifadesine, bütün
kütleler, her türlü sıfatlar, kulların fiilleri, sözleri ve düşünceleri girer.
Ayetteki, "Dönüş
ancak Allah'adır" ifadesi ise, tamamen me'ad (ahiret) bilgisinden
ibarettir ve "Herkes, mutlaka Hak Teâlâ'nın huzuruna varacaktır"
demektir. Bunun bir başka izahı da şudur: Varlık en kıymetliden başlayıp,
derece derece kıymeti düşerek en düşüğüne varıp dayanır. En düşüğünden de
derece derece en kıymetlisine yükselir. Binâenaleyh bunlar cisimdir. Daha sonra
bitki, hayvan, insan ve melek diye nitelenir. Sonra da, vacibü'l-vücud olan bir
varlığa varıp dayanır, yani O'na muhtaçtırlar. Binâenaleyh birincisi, ayetteki
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır" ifadesi ile, ikincisi
"Dönüş ancak Allah'adır" ifadesi ile anlatılmıştır.
[372]
"Görmedin mi ki,
Allah bulutları sürüyor, sonra aralarında) bir imtizaç meydana getiriyor ve
sonra onu bir yığın haline koyuyor. İşte görüyorsun ki yağmur, bunların
arasından çıkıyor. İçinde dolu bulunan gökten bazı dağlar indiriyor da,
bununla dilediğine musibet veriyor, dilediğinden de bunu bertaraf
ediyor. Onun (şimşeğin) parıltısı neredeyse gözleri kapıp kamaştırır. Allah, gece
ile gündüzü evirip çeviriyor. Bunlarda, gözleri olanlar için elbette birer ibret
vardır" {Nur, 43-44).
Bil ki bu
anlatılanlar, İkinci çeşit delildir. Bu hususta, iki mesele var:
[373]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"görmedin mi?" ifadesinin manası, "akıl gözüyle görmedin
mi?" demek olup, bundan maksat dikkat çekmektir. "İzcâ'un- îlrU" ise,
azar azar sürmek demektir. ise, azar azar
sürdüğü sermayeye isim olarak verilen ifadesi de, bu köktendir.
Develeri yavaş yavaş sürme anlamına gelen "İzcâu's-seyr" ifadesinin
anlamı sa. onlara acımak, böylece de onların yavaş yavaş yürümelerine müsaade
etmek demektir Daha sonra Cenâb-ı Hak, "sonra aralarında bir imtizaç
meydana getiriyor buyurmuştur. Ferrâ şöyle der:" kelimesi, ancak iki veya daha fazla isme
muzâf Dtarak kullanılır. Ayetteki sehaben "bulut" kelimesi, lafız
bakımından müfret, manası rakımından çoğul olduğu için, Cenâb-ı Hak, beynehu
şeklinde ifade buyurmuştur. Bu kelimenin tekili ise, lafzıdır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, fü bulutları peyda edendir" {Ha1 ö, 12) buyurmuştur.
"Telîf" "bir şeyi bir şeye «atmak" demektir. Buna göre
mana, "Allah Teâlâ, bölük bölük bulutu biraraya getirir, oöylece onları
tek bulut haline getirir, sonra da onları üstüste istifler" şeklindedir.'
ekma senin birtakım şeyleri üstüste koyman ve böylece onu, yığın haline
gettrmendir. Ibn Abbas'a göre vedk kelimesi, yağmur; Mücâhide göre damla; Ebu
Müslim el-İsfehânî'ye göreyse, su demektir. kelimesi "onun çatlaklarından
{tetiklerinden" demek olup tıpkı, cibal kelimesinin kelimesinin çoğulu olması gibi, bu da
kelimesinin çoğuludur. Bu kelime "min halelin?" şeklinde okunmuştur.
[374]
Bil ki, ayet-i
kerimedeki Cenâb-t Hakk'ın, "bulutlan sürüyor" cümlesinin manasının,
"Allah Teâlâ onu, azar azar meydana getirir" şeklinde olması muhtemel
olduğu gibi, "Onu, bir defada değil de, diğer maddelerden değiştirerek
meydana getirir" manasında olması da muhtemeldir. Birinci izaha göre,
bizzat bulutun kendisi sonradan meydana gelmiş olur da, sonra Cenâb-ı Hak onun
parçalarını meydana getirir. İkinci izaha göre ise, sayesinde o maddelerin
bulut haline geldiği o sıfatların, Allah tarafından yaratılmış olmasıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın, "sonra aralarında, bir imtizaç meydana getirir"
ifadesinde, o bulutların daha önce, parça parça bulunduklarına bir delâlet
bulunmaktadır. Çünkü "te'lîf" ancak mevcut olan iki şey arasında söz
konusu olabilir. Daha sonra Cenâb-ı Hak onu, "rükâm" haline
getirmiştir ki, bu da onları üstüste koymak, yığmak, istiflemek demektir. Böyle
olması kaçınılmazdır, çünkü bulut, ancak bu nitelikte olduğu zaman çok su
ihtiva edip taşır. Bütün bunlar ise, Allah Teâlâ'nın yarattığı ilginç şeylerdendir,
O'nun mülkünün ve gücünün, kuvvetinin delillerindendir.
Tabiatçılar şöyle
demektedirler: "Bulut, yağmur, kar, dolu, çiğ ve kırağı, çevrede buharın
yoğun hale gelmesinden; bazan da, havanın yoğunlaşmasından meydana gelir.
Birincisi şöyle otur: Yükselen buhar, şayet az olur; havada da, o buharı
çözebilecek hararet bulunursa, bu durumda o buhar çözülür ve hava haline gelir.
Ama buhar kesîf olur, havada da o buharı çözecek hararet bulunmazsa, bu durumda
sen bak! O yükselen buharlar ya soğuk bir hava tabakasına kadar çıkmışlardır,
ya da çıkmamtş, ulaşmamışlardır. Çıktıklarını kabul edelim; bu durumda oradaki
soğuk ya kuvvetli olur, ya da olmaz. Eğer oradaki soğukluk kuvvetli olmazsa,
mevcut soğukluk ile o buharlar yağmurlaşır, bir araya gelir ve damla damla
yağar. Binâenaleyh, biraraya gelen buharlar, bulutu; damlayan şeyler de yağmuru
oluşturur. "Deyme" (yani, şimşek ve gök gürültüsü olmaksızın, en az
bir gün veya bir gece, en fazla da yirmidört saat yağan yağmur) ile vâbil
(şiddetli yağmur), bu gibi bulutlardan meydana gelir. Eğer soğukluk çok
kuvvetli olursa, bu soğukluk, o buharın parçalarına, ya o buhar bir araya
gelmezden, böylece de büyük taneler haline dönüşmezden önce ulaşır, veyahut da
bu hali aldıktan sonra ona ulaşır. Eğer birinci tarzda olursa, kar, ikinci
tarzda olursa, dolu yağar. Ama, bu buharlar, o soğuk tabakaya ulaşmazsa, bu
durumda sen baki Buharlar ya çoktur, ya azdır. Eğer çok ise, bu durumda yağmur
yağdıran bir bulut oluşur veya oluşmaz. Birincisinin sebepleri şunlardır;
1) Rüzgarın esmesinin, o buharların yükselmesine
mani olması.
2) Rüzgarın önünde dağların bulunması sebebiyle,
rüzgarların o buharları bir araya toplanmaya zorlaması.
3) Orada,
birbirine karşı esen ve birbirine çarpan rüzgarların bulunması. Böylece de bu
durumun, buharların yükselmesine mani olması.
4) Öndeki parçalara, ağırlığından ve yavaş
hareket etmesinden dolayı bir duraklamanın arız olması, sonra da, diğer çok
kuvvetli parçaların bu cüzlerle birleşerek bir araya gelmesi.
5) Yere
yakın olan havanın alabildiğine soğuk olması. Biz bazen, buharın, dağların
tamamiyle tepesine yükselemediğini, onun sanki çukur bir araziye düşmüş ve
oraya konulmuş gibi olduğunu müşahede ederiz. Ona bakan kimse, o bulutun
üzerindeymiş gibi olur. Binâenaleyh, bulutun altındakilere yağmur yağarken,
onun üstünde olanlara da güneş vurur. Yükseklikleri az olan bu buharlar son
derece az ve şeffaf olduklarında, kendilerine gecenin soğuğu vurduğunda, onları
yoğunlaştınr ve onları hissedilen bir su haline dönüştürür; böylece de onlar,
nesne olabilecek bir şey üzerinde bir araya toplandıklarında hissedilebilecek
bir biçimde iniverirler. Eğer bu durumda, bu buharlar, indikleri o nesne
üzerinde donmazlarsa, çiğ; donarlarsa, kırağı halini alırlar. Kırağının çiğe
nisbeti, tıpkı karın yağmura nisbeti gibidir. Havanın toplanmasından dolayı
bulutun oluşmasına gelince, bu, havanın soğuması ve bir art/a gelmesi esnasında
olur ki, bu durumda da, yukarda bahsedilen durumlar meydana gelir."
Tabiatçıların bu
izahlarına şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, maddelerin rruhdes olduğunu
demlendirip ve bu sayede de Cenâb-ı Hakk'ın, maddeleri yoktan var edebilen hür
ve irade sahibi bir kadir olduğu neticesine ulaştığımızda, Allah Teâlâ'nın,
sizin bahsettiğiniz şekilde değil de, o bulutların cüz'lerini bir defada
yaratması ihtimali olduğu için, sizin ileri sürdüğünüz şeye kesin olarak
hükmetmemiz mkânsızlaşır. Hem farzedelim ki, durum sizin bahsettiğiniz gibi
olsun. Ancak ne var U, maddeler, yapılan açısından bilittıfak mümkin
varlıklardır. Binâenaleyh, onların -nutlaka bir müessirinin olması gerekir. Hem
sonra, maddeler birbirine benzerler. 3inâenaleyh, onlardan herbirine, yükselmek
- inmek, latîf olmak - kesif olmak ve soğuk olmak - sıcak olmak gibi belli bazı
sıfatları tahsis eden bir Muhassis'in (tahsis edenin) mutlaka bulunması
gerekir. Binâenaleyh, o tabiatların yaratıcısı Allah Teâlâ olup, o arakterler
de bu gibi sıfatlarda müessir olup, sebebi yaratan da müsebbebin yaratıcısı
olunca, bulutları yavaş yavaş süren zât, Allah Teâlâ olmuş olur. Çünkü o
buharları, yerin içlerinden (yeryüzünden) hava boşluğuna haraket ettiren, o
nitelikleri yaratan Allah Teâlâ'dır. Sonra o buharlar peşpeşe yükselip
birbirleriyle birleştiklerinde işte onları istif edip biraraya getiren, yine
Cenâb-ı Hak olmuş olur. Böylece bütün takdirlere ve ihtimallere göre, bütün bu
şeylerle Cenâb-ı Hakk'ın hikmet ve kudretine dair yapılacak olan istidlalin çok
açık ve net olduğu sabit olmuş oiur.
[375]
Cenâb-ı Hakk'ın
"içinde dolu bulunan, gökten bazı dağlar indiriyor" ifadesine
gelince, bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:
[376]
Bu ayetle ilgili
olarak şu iki görüş bulunmaktadır:
1)
"Semâ'da, Allah Teâlâ'nın doludan yarattığı dağlar bulunur. Sonra
da o dağlardan, dilediği miktarı indirir" demektir. Müfessirlerin
ekserisi, bu görüştedir. Mücâhid ve Kelbİ, "semâda, dolu dağları
bulunur.',' demişlerdir.
2) Buradaki
"semâ" insanların üstlerinde bulunan bulut anlamındadır. Ona,
yüksekliğinden dolayı bu ad verilmiştir. Allah Teâlâ, "dolu semâsı"
denilen o buluttan yağmuru yağdırır. Cenâb-ı Hak, ayetteki mln clbfllin sözüyle
büyük, kocaman bulutları kastetmiştir. Çünkü o bulutlar büyük oldukları zaman,
adeta dağlara benzerler. Nitekim Arapça'da, "Falanca, dağ gibi mallara
sahiptir" denilir, Bulutun bu şekilde vasfedilmesi mecazîdir. Alimler,
ayetteki bered kelimesinin, Allah'ın bulutta meydana getirdiği donmuş su
olduğu; Cenâb-ı Hakk'ın daha sonra onu yere indirdiği (yağdırdığı)
kanaatindedirler.
Bazıları da şöyle
demişdir: Allah, o bulutu doludan yarattığı için, ona dağ adını vermiştir. Çünkü
taşlaşmış her kocaman cisim, dağlardan addedilir. "Sizi ve evvelki
ümmetleri yaratandan korkun" (Şuara, t84) ayeti de böyledir. Yine,
"Falanca, bu hal üzere yaratılmıştır" denilmesi de böyledir.
Müfessirler şöyle demişlerdir: Birinci görüş daha uygundur, çünkü
"semâ", bu belli cismin adıdır. Binâenaleyh onu, iştikak yoluyla
buluta ad olarak vermek mecazdır. Cenâb-ı Allah'ın suyu bulutta
yaratıp, sonra da onu dolu olarak yağdırması doğru ve sahih olabileceği gibi,
semâ'da, doludan meydana gelmiş dağın bulunması da mümkündür. Binâenaleyh, her
iki durumun da, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti dahilinde olması mümkün olunca, ayetin
zahirini terketmenin manası yoktur.
[377]
Ebu AH el-Farisî şöyle
der: "Cenâb-ı Hakk'ın,ifadesindeki birinci min, ibtidâ-i gaye içindir.
Çünkü, inmenin başlangıcı semâdır. İkinci min teb'îziyyedir; çünkü Allah
Teâlâ'nın indirdiği o şey; semâdaki dağın bir kısmıdır. Üçüncü min
beyâniyyedir. Çünkü o dağın cinsi, "dolu"dur, (o dolu dağıdır).
"İnzal" kelimesinin mef'ûlü ise, mahzûftur. Buna göre ifadenin
takdiri, şeklindedir. Ancak ne var ki, kendisine delâlet olduğu için, bu hazf
edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bununla dilediğine musibet veriyor, dilediğinden de bunu bertaraf
ediyor" ifadesine gelince, bu ifadenin doluya raci olduğu açıktır.
Dolunun, üzerine düşmüş olduğu bitki ve canlılara zarar verdiği malûmdur.
Böylece Cenâb-\ Hak, o doluyu, maslahatına uygun biçimde dilediği kimselere
isabet ettirdiğini, bazılarına
ise isabet ettirmediğini beyân suretiyle, dilediği kimselerden uzaklaştırır"
şeklindedir. Bazı kimseler de, ayetteki "dolu"yıı. taş anlamına
hamletmişler ve onun inişini, "kökünü kazıma azabı" yerine geçen bir
azâb kabul etmişlerdir ki, bu izah tuhaf bir izahtır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onun (şimşeğin) parıltısı neredeyse gözleri çalıp kamaştım" ayetine
geçince, bu ifade idğâmlı olarak "Yekâssenâ berkıhî..." şeklinde
okunmuştur. Yine, berka kelimesinin çoğulu olarak, şeklinde de okunmuştur.
Berka ise, çakan şimşeğin muayyen bir kısmıdır. Yine, "ltbâ'"dan
dolayı, (burukıhî) şeklinde okunmuştur. Bu tıpkı, lafzı gibi, siğasının çoğulunda, iiotfi
denilmesi gibidir. Yine, med ile, şeklinde de okunmuştur. Bunun medsiz olanı,
ışık anlamına; medli olanı ise, yükselme ve İrtifa anlamına gelir. Bu, senin,
yükselen bir şey hakkında (seniyyun)
demen gibidir. ifadesindeki bâ harf-i cerri, zâiddir. Bu tıpkı,
"Ellerinizle, kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 195) ayetindeki
bfl'nın zait olması gibidir. Bu görüş, Ebu Ca'fer el-Medenî'nindir.
[378]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onun (şimşeğin) parıltısı neredeyse gözleri salıp kamaştırır" ifadesiyle
şu şekilde istidlal
edilmiştir: Vasfı
böyle olan şimşeğin, mutlaka katıksız büyük bir ateş olması gerekir. Ateş ise, suyun ve
dolunun zıddıdır. Binâenaleyh, doludan o ateşin zuhur etmesi, zıddın zıddan zuhur
etmesini gerektirir ki, bu da ancak fcâdfr ve hakîm olan zâtın kudretiyle
mümkün olabilir.
[379]
Nahivciler,"Sen,
"Zeyd'i evine götürdüm" dediğinde, senin o Zeyd'le beraber onun
evinegidip gitmediğin hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bunu kabul etmeyenler,
işte bu ayetle istidlal etmişlerdir. "Allah, gece ile gündüzü evirip çeviriyor"
ayetine gelince, sununla ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Gece ve gündüzün birbirlerini takip etmesi ve
birinin gitmesinden sonra diğerinin gelmesi demektir. Bu, tıpkı Cenâb-ı
Hakk'ın, "o, gece ile gündüzü birbiri ardınca getirendir" (Furkan,
62) ayeti gibidir.
b) Onlardan
birinin diğerine girmesi ve onun zamanından alması (uzamast)'dır.
c) Soğukluk,
sıcaklık vb. şeyler hususundaki durumlarının değişmesi. Bu gibi yerlerde,
Cenâb-ı Hakk'ın bu manaların tümünü murad etmiş olması da imkânsız değildir.
Çünkü, bu gibi şeyler, hem nimet olmaya hem de ibret almaya daha uygun layıktır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bunlarda, gözlen olanlar için elbette
ibret vardır" ifadesine gelince bu, "Bahsi geçen şeylerde,
basiretine (kalp gözüne) müracaat eden kimseler için deliller vardır"
demektir. İşte bu açıdan, kişiye • acip olanın, bu tür şeyler hakkında tefekkür
ve tedebbür etmesidir. Yine bu ayet, aklidin yanlış olduğuna da delâlet eder.
[380]
"Allah her
hayvanı sudan yarattı, tşte bunlardan kimi karın üsti'ıde yürüyor, kimi iki ayağı
üstünde yürüyor, kimi de dört (ayağı) üstünde yürüyor, Allah ne dilerse
yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir. Andolsun ki biz açık açık
ayetler indirdik. Allah, kimi dilerse onu doğru yola iletir.
(Nur, 45-46).
Bil ki, bu, Allah'ın
vahdaniyyetine delâlet eden üçüncü çeşit delildir. 8u böyledir, çünkü Cenâb-ı
Hak, bu hususta ilk önce, semânın ve arzın halleriyle; ikinci olarak ulvî eser
ve neticelerle istidlal edince, üçüncü olarak da, canlıların halleriyle
istidlal etmiştir. Bil ki, bu ayetle ilgili şöyle birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru:
"Canlıların pekçoğu sudan yaratılmadıkları halde, meselâ melekler sayı
bakımından canlıların en kalabalığı da oldukları halde, -ki bunlar, nurdan
yaratılmışlardır; cinler ise, ateşten- Hz. Adem, "Onu topraktan
yarattı" (am imrân, 59) ayetinin de gösterdiği gibi topraktan; Hz. İsa
(la, "Biz ona ruhumuzdan üfledik" (Tahrim. 12) ayetinden dolayı,
rûh'dan yaratılmış oldukları halde, daha niçin Cenâb-ı Hak, "Allah her
hayvanı sudan yarattı" buyurmuştur? Ayrıca biz, pekçok canlının, nutfe
olmaksızın doğduklarını görmekteyiz."
Cevap: Buna birkaç
yönden cevap verilebilir:
a) Kaffâl'ın
ileri sürdüğü bu en güzel görüşe göre, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi - fiilinin
sılası değil, ifadesinin sılasıdır. Buna göre mana, "sudan meydana gelen
her canlı, Allah'ın yarattığıdır" şeklinde olur.
b) Bütün
canlıların temeli, rivayet edilen şu husustan dolayı, sudur: Allah Teâlâ'nın
ilk yarattığı şey, bir cevherdir. Böylece ona, heybet gözüyle nazar etti de, o
cevher suya dönüştü. Sonra da Cenâb-ı Hak o sudan, ateşi, havayı ve nuru
yarattı. Binâenaleyh bu ayetin maksadı, hilkatin aslını beyân etmek olup,
hilkatin ilk aslı da su olunca, işte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, suyu
zikretmiştir.
c) Ayetteki
dâbbe kelimesiyle, yeryüzünde debelenen ve meskenleri burası olan canlılar
kastedilmiştir. Binâenaleyh, melekler ve cinler, bu İfâdenin dışında kalır. Bu
canlıların büyük bir kısmı, ya nutfeden meydana gelmelerinden, yahut da sadece
suda yaşamalarından dolayı sudan halkedilmiş olunca, genel, tamamı yerine
geçirilerek, pek yerinde olarak ayette
"her hayvanı" ifadesi kullanılmıştır.
[381]
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hak, niçin bu ayette kelimesinin
nekire; "her dişi şeyi de sudan
yarattık"(EnWyâ,30) ayetinde ise, marife getirmiştir?
Cevap: Cenâb-ı Hak bu
ayette,bu kelimeyi nekire, belirsiz olarak getirmiştir; çünkü mana, "Allah
Teâlâ, her canlıyı, o canlıya mahsus bir tür sudan var etmiştir"
şeklindedir. Enbiyâ 30 ayetinde de marife olarak getirmiştir; çünkü burada
maksat, onların işte *ıu cins sudan yaratılmış olduklarını beyan etmektir. Söz
konusu olan bu ayette, Enbiyâ 30 ayetinde zikredilen o cinsin, pekçok nevilere
ayrıldığının beyanı bulunmaktadır.
Üçüncü Soru: Cenâb-ı
Hakk'ın , ifadesindeki zamir, zevl'l-ukûl (akıllı varlıklar) için olan
zamirdir. Men lafzı da böyledir. O halde, daha niçin, bu iki ifadeyi akıllı
olmayanlar için de kullanmıştır?
Cevâp: Allah Teâlâ,
akıllı olmayanları, akıllı olanlarla birlikte zikretmiştir ki, akıllı olanlar,
melekler, insanlar ve cinlerdir. Binâenaleyh, akıllı olanlara layık olan lafız,
_-ûma teşmil edilmiştir (tağlîb). Çünkü, kıymetliyi asıl, kıymetsizi ise tâbi
kılmak, Asîni yapmadan daha evlâdır. Nitekim Arapça'da, hem adam hem de deve
için, "Bu gelenler kim?" ifadesi kullanılmaktadır.
[382]
Dördüncü Soru: Cenâb-ı
Hak niçin, karnı üzerine sürünme işini de yürümek diye adandırmıştır? Bu
sorunun doğruluğunu, şu da ortaya
kor: Çocuk bazan, Sürünüyor" diye nitelenir; ama,
her ne kadar yılanın süründüğü gibi sürünse bile, -üyor" denilmez.
Cevap: Bu, bu teşbih
ve üslûbunda böyle söylenmiştir. Nitekim Araplar, devam «ip giden bir iş
hakkında, "iş yürüyor, yolunda" derler. Yine, "Falancanın işi
yürümüyor" denilir. Yahut da, bu sürünenin, yürüyenlerle bir benzerliği
olmasından dolayı, böyle söylenmiştir.
Beşinci Soru: Bu
ayetteki taksimat niçin tam yapılmamıştır? Çünkü biz, meselâ önimcek, akrep,
kelebek gibi hayvanların dörtten daha fazla ayak üzerinde örüdüklerini
görmekteyiz. Hatta, kendisine Arapça'da, "Dehhâlu'l-üzüni" adı
verilen canlının, kırkdört ayak üzere yürüdüğünü görmekteyiz.
Cevap: Sizin bahsettiğiniz
bu kısımlar, nadirattır. Binâenaleyh, yok Tükmündedirler. Bir de felsefeciler,
pekçok ayağı bulunan canlının, yürüdüğü zaman, raşka tarafa değil de dört
tarafına dayanırsa, o zaman onun dört ayak üzerine yürümüş olduğunun kabul
edilebileceğini söylemektedirler. Bir de Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah ne
dilerse yaratır" ifadesi, diğer kısımlara zımmen dikkat çekmiştir.
[383]
Altıncı Soru: Niçin bu
üç cins, bu şekilde sıralanmıştır?
Cevâp: En ilginç olanı
başa alınmıştır ki, bu da, ayak vs. gibi yürüme uzvu olmaksızın yürüyen
canlıdır. Sonra iki ayağı üzerine yürüyen, daha sonra da dört ayağı üzerine
yürüyen yer almıştır.
Bil ki ayet-i
kerimedeki "Allah ne dilerse yaratır" ifadesi, canlıların, yürüme
keyfiyyeti bakımından farklı oldukları gibi, başka bakımlardan da farklı
olduklarına dikkat çekmektedir. Biz burada, yapılan taksimatların bazısını ele
alalım:
Birinci Taksim:
Canlılar bazan, bazı uzuvlarda müştereklik, bazılarında ise farklılık
arzederler. Bunu insan ve atın eti, sinirleri ve kem.kleri c '-naşı bakımından
müşterek olmalarıyla açıklarız. Farklılığa gelince, bu farklılık, ya uzvun
bizzat kendisinde veya sıfatında olur.
Uzvun bizzat
kendisinde o\mast da şu iki şekrtde o\ur.
1) O uzvun, her ne kadar cüzleri diğerinde
mevcut olsa da, bizzat kendisinin diğerinde olmaması. Bu meselâ, at ve insan
gibi. Çünkü, atın kuyruğu vardır, insanın ise kuyruğu yoktur. Ancak ne var ki,
kuyruğun meydana geldiği cüzler kemik, sinir, et, deri ve kıldır. Ki, bütün
bunların hepsi insanda da vardır.
2) Bu uzvun,
ne bizzat kendisinin ne de cüzlerinin beriki canlıda olmaması. Meselâ
kaplumbağanın, kendisini kuşatan bir kabuğu vardır ama insanın böyle bir şeyi
yoktur. Yine balığın pulları, kirpinin de dikenleri vardır ki, bunlardan
hiçbiri insanda bulunmamaktadır.
Farklılığın, uzvun
sıfatında olmasına gelince, bu, ya kemmiyyet ya keyfiyyet, ya durum, ya fiil
veyahut da infial, tepki bakımından olur.
Kemmiyyet bakımından
olanına gelince, bu, ya miktarla alâkalı olur. Meselâ, baykuşun gözü büyük,
kartalın gözü ise küçüktür. Yahut sayı bakımındandır. Bu meselâ, bazı
örümceklerin ayak sayılarının altı, bazılarınınkinin sekiz veya on olması
gibidir.
Keyfiyyet bakımından
olanına gelince, bu meselâ, canlıların renk, şekil, katılık ve yumuşaklık bakımından
farklı farklı olmalarıdır.
Durum bakımından
farklılığa gelince, bu da meselâ, filin memelerinin göğsüne yakın bir yerde
olması, atınkininse, göbeğine yakın, arka ayakları arasında bulunması gibidir.
Fiil bakımından
farklılığa gelince, bu meselâ, duyma organı olmasının yanısıra, filin
kulaklarının kendini savunmaya elverişli olmasıdır. Halbuki insandaki kulak
böyle değildir. Ve yine, başka canlının değil de, sadece filin burnunun tutma
(kavrama) aleti olması böyledir.
İnfial bakımından
farklılığa gelince, bu meselâ, yarasanın gözünün ışıktan alabildiğine
etkilenip, kırlangıcın gözünün ise, böyle olmaması gibidir.
İkinci Taksim:
Canlılar, asıl meskeni su olması manasında, ya maî (suda yasayan) yahut ardf
(karada yaşayan), yahut da önce maî sonra da ardl olurlar.
[384]
Maî olan canlılara
gelince, onların durumları, şu bakımlardan değişir:
1) Bu canlın
it ya mekânı, gıdası ve solunumu mâî
olur. Havadan nefes alma yerine o, suda solunumda bulunur ki, o, suyu önce
içine çeker, sonra da onu geri verir. O sudan ayrıldımı yaşayanaz. Bütün
balıklar böyledir. Yahut, anan makim ( maî olur, ama o, havadan solunumu
sağlar. Bu da, meselâ su kaplumbağaları gibidir. Yahut da onun mekânı ve gıdası
su olur, ancak ne var ki, ne havadan teneffüs eder, ne de içine su alıp verir.
Bu da meselâ, çeşitli midyelerin durumu gibidir. Onlar, ne havaya çıkarlar, ne
de içlerine su alırlar.
2) Suda
yaşayan canlıların bir kısmının barınağı, akan tatlı su nehirleri; meselâ
bağalar gibi. Bazılarınınki, geniş ve kamışlı derelerdir. Bazılarınınki ise,
deniz ttyudur.
3) Bu
canlıların bir kısmı, derin denizlerde; bir kısmı kıyılarda, bir kısmı su
dibinde, (nur içinde, bir kısmı da kaya diplerinde yaşar.
4)
Suda yaşayan canlıların bir kısmı, dalarken
başına dayanır; bir kısmı, balıklar meselâ, yüzerken kanatlarına dayanır; bir
kısmı, meselâ kurbağa gibi, yüzerken ayaklarına dayanır; bir kısmı, meselâ
yengeç gibi, suyun dibinde yürür; bir kısmı da, eelâ kanadı olmayan balıklar ve
kurtlar gibi, sürünür.
[385]
Karada yaşayan
hayvanlara gelince, bunların hallerinin değişmesi de şu iki yönden olur:
a) Bunların
bir kısmı, meselâ ağız ve geniz gibi tek bir yerden solurken, bir kısmı Su
şekilde solumayıp tam aksine, bal arısı ve eşek arısı gibi, diğer gözeneklerden
solur.
b) Karada
yaşayan hayvanların bir kısmının belli bir barınağı vardır. Bir kısmının
barınağı ise, tesadüfidir. Ancak ne var ki, doğurur ve yavrusunu eğitmek için
de, orada bir süre kalır. Kendilerinin belli bir barınağı olanlara gelince,
bunların bir kısmının öannağı bir yarıktır, bir kısmının barınağı bir çukurdur,
bir kısmının barınağı küçük tepeciklerdir, bir kısmının barınağı ise arazidir.
c) Karada
yaşayan canlılardan kanadı olan her kuşa gelince, o iki ayağı ile yürür. Büyük
kara kırlangıcı ile yarasa gibi yürüme zorluğu çekenler, bu sınıftandır. Kanadı
seri ya da zar olanlara gelince, bu hayvanların bazan ayakları olmaz. Bu da
tıpkı, ; - çeşit uçan Habeş yılanı gibidir.
d) Kuşlar da farklı farklıdır. Bunlardan bir
kısmı, meselâ turna gibi, beraber yaşamayı severken, bir kısmı da, tıpkı kartal
gibi tek başına yaşamayı tercih eder. Ve yine, bütün bu kuşların,
avlanabilmeleri ve bu hususta rekabet edebilmeleri için çeşitli yöntemlere
muhtaç olduklarından, yiyecekleri hususunda çekişebilecekleri uzuvlara sahip
olmaları gibi... Yine bunların bir kısmı, bağırtlak kuşu gibi, çift olarak
yaşar ve hep beraber olurlar. Bazıları da, bazen bir araya gelir, bazen de tek
yaşarlar. Tek yaşayan canlılar da bazen şehirde, bazan çölde, bazan da bağlık
bahçelik yerde olurlar. Bu canlılar arasında İnsanın, yalnız başına yaşaması
mümkün değildir. Çünkü, onun hayat ve geçim yolları, bir ortak yaşamayı
gerektirir. Balansı, karınca ve bazı kuğular, bu hususta insanlarla müştereklik
arzederler. Ancak ne var ki, balansı ve turna, tek bir reise itaat ederken,
karıncanın içtimaî hayatı vardır, ama lideri yoktur.
e) Kuşların
bir kısmı et yer, bir kısmı tane toplar, bir kısmı da ot yer. Meselâ balansı
gibi, bazı canlıların belli bir yiyeceği vardır, çünkü onun yiyeceği çiçektir.
Örümceğin gıdası ise, sinektir. Bazıları ise aynı şeyleri yerler.
[386]
Üçüncü kısma, yani
bazan suda, bazan da karada yaşayanlara gelince, bu hususta, "bu, denizde
bulunan ve orada yaşayan bir canlıdır. Ama, daha sonra o, karaya çıkar ve orada
kalır" denilir.
[387]
Üçüncü Taksim:
Canlıların bir kısmı meselâ insanlar gibi, tabiatı itibarıyla ehlidir. Bir
kısmı ise, kedi ve at gibi, doğumları (doğdukları yer) sebebiyle evcildirler.
Bir kısmı da, meselâ pars gibi, zorla ehlileştirilir. Bir kısmı ise, kaplan
gibi, hiçbir zaman ehlileştirilemez. Zorla ehüleştirilenlerin bir kısmının
ehlileşmesi çabuk ve kalıcı olur, fil gibi; bir kısmının ehlileşmesi çok uzun
zaman alır, arslan gibi. Aşağı yukarı her sınıfın evcilleri (ehlileri) olduğu
gibi, vahşileri de vardır. Hatta insanlar da böyledir.
[388]
Dördüncü Taksim:
Canlıların bir kısmı, ses çıkarır, bir kısmı ise ses çıkarmaz. Ses çıkarıp
bağıranlar, insan hâriç, cima etme arzuları ve cima şehveti galeyana geldiğinde
alabildiğine bağırırlar. Horoz gibi, bazı canlılar da her zaman cima arzusu
duyarlar. Hayvanlardan bir kısmı iffetli olup, şehvet dönemleri mahduttur.
[389]
Beşinci Taksim: Bu, ahlâk
- huy itibariyledir. Sığır gibi bazı hayvanlar, karakter itibariyle uysal ve
öfkesi azdır.
Kara domuzu gibi,
bazıları da alabildiğine câhil ve öfkelidir. Deve gibi bazıları, zekî ve
hilekârdır. Yılan gibi, bazılarının hareketi adîdir ve kindardır. Arslan gibi,
bazıları da çevik, kuvvetli, aynı zamanda gururlu ve kendini beğenmiştir. Yine
hayvanlardan, kurt gibi, kindar ve vahşî olanlar vardır. Tilki gibi bir
kısmının hareketleri adîdir, hilekâr ve sahtekârdırlar. Köpek gibi bir kısmı da
alabildiğine öfkeli, akılsız ama aynı zamanda söz dinleyen ve sâdıktır. Bir
kısmı da, alabildiğine zekî ve uysaldır, fil ve maymun gibi. Tavus kuşu gibi,
bir kısmı da, hasedci, kendini beğenen ve böbürlenendir. Bir ktsmı da, deve ve
eşek gibi, hiç unutmazlar.
[390]
Altıncı Taksim:
Canlıların bir kısmının üremesi dişilerinin, yine bir canlt doğurmasıyla; bir
kısmının üremesi, arı ve Örümcek gibi, dişilerinin bir kurtçuk doğurmasıyla
olur. Bu kurtçukların uzuvları daha sonra tekâmül eder. Bir kısmının üremesi
de, dişilerinin yumurtlamasıyla olur.
Bil ki akıllılar
canlıların en küçüğünün hallerini bile tastamam kuşatmaktan, idrâk etmekten
âcizdir. Bunlar ile bir yaratıcının varlığına istidlal etmek ise, çok net ve
açıktır. Çünkü eğer bütün bunlar, dört ana maddenin (anâsır-ı e'baa'nın)
biraraya gelmesiyle olmuş olsaydı, bunlar âlemdeki maddele-o, aynı oranda etki
ederler. Binâenaleyh bu canlılardan her birine birtakım uzuvlar, güçler,
kuvvetler, kabiliyetler, belli beden büyüklükleri, ömürler ve huylar vermenin,
mutlaka kâhir ve hakîm bir idarecinin idare ve tedbiriyle (düzenlemesiyle)
olmuş olması gerekir. Hak Teâlâ, inkarcıların söyledikleri sözlerden
münezzehtir. Burada sözlerin en güzeli, Cenâb-ı Makk'ın, MM) ne dilerse
yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir" ifadesidir. Zira herşeye
kadir olan ve herşeyi bilen odur. Binâenaleyh O, bütün canlıların hallerine
Milidir. Hangi akıl bütün bunlara vakıf olabilir, hangi zihin bunların
sırlarının nesine ulaşabilir? Aksine, dilediğini yaratan O'dur ve O'na manî
olup, "Bunu acanazsın" diyecek hiç bir güç yoktur.
[391]
Itt Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz, açık açık ayetler
indirdik" buyruğuna gelince, evlâ olan, buradaki "açık ayetleri"
her türlü deliller ve ibret verici v*er manasına almaktır. Kur'ân-ı Kerim,
adetâ bütün herşeyi ihtiva ettiği için, adaki ayetlerle, Kur'ân'ın kastedilmiş
olması doğru olur.
Ayetteki "Allah
kimi dilerse, onu doğru yola cümlesi ile, (ehi-i sünnet) âlimlerimizin,
yaptıkları istidlaller daha önce geçmişti. buna şöyle cevap vermiştir:
"Ayetten kastedilen mana, "Allah, ancak dMefiyet çağına
ulaştırdıklarına hidayet eder. Yahut da bununla, "Allah, kendisine tat
edip, sevaba müstehak olanları cennetine hidayet eder, iletir" manası
kastedilmiştir." Kadî'nin, bunun benzeri ayetlerde de aynı izahları
yaptığı malumdur. ne bizim bu cevaba karşı verdiğimiz cevaplar, bu ayetin
benzeri ayetlerde geçmiştir. Allah en iyi bilendir.
[392]
"(Münafıklar),
"Allah'a da, peygamber'e de inandık, itaat ettik" derler. Ama sonra bunun
arkasından, içlerinden bir zümre yüz çevirirler. Bunlar mü'min değiller.
Onlar, aralarında hükmetmesi için, Allah Rasûlüne davet edildikleri vakit,
içlerinden bir fırka hemen yüz çevirip dönerler. Eğer kendilerine bir hak doğarsa,
itaat ile, koşa koşa ona gelirler. Kalplerinde bir maraz mı var bunların,
yoksa şüphe mi ettiler, yahut Allah'ın ve Rasûlünün, kendilerine haksızlık
edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır asıl zâlimler (haksızlar) kendileridir." (Nur, 47-50).
Bil ki Allah Teâlâ,
birliğine dâir delillerini getirince, bunun peşinden, dilleriyle (zahiren) dîni
tasdik etmiş, inanmış görünüp, kalpleriyle inanmamış kimseleri zemmeden (yeren)
ifâdesini getirmiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele var:
[393]
Mukâtil şöyle der:
"Bu ayet, münafık Bişr hakkında nazil olmuştur. O, bir arazi yüzünden bir
yahûdî ile münakaşa etmişti. Yahûdî onu, aralarında hüküm vermesi, için, "Rasulütlah'a
gidelim" diye çekiyordu. O münafık ise, yahûdîyi (yine yahûdî olan) Ka'b
b. el-Eşref'e götürmeye çalışıyor ve, "Hz. Muhammed bize zulmeder, haksızlık yapar" diyordu." Bunların
bahsi Nisa Sûresi'nde geçmişti (ayet 65).
Dahhâk ise şöyle
demiştir: "Bu ayet, Muğîre b. Vâil hakkında nazil olmuştu: Muğîre ile Hz.
Ali arasında ortak bir arazi vardı. Derken bunu bölüştüler. Hz. Ali'ye, suyun
çok zor çıkabileceği yer düştü. Muğîre, Hz. Ali'ye: "Arazini bana
sat" dedi. Hz. Ali de onu ona sattı ve el sıkışıp, satışı tamamladılar.
Muğfre'ye, "suyun çıkmayacağı çorak bir yer aldın" denilince, o, Hz.
Ali'ye: "Arazini geri al. Çünkü onu, beğenmem şartıyla satın almıştım.
Fakat onu beğenmedim, çünkü oraya su çıkmıyor" dedi. Hz. Ali (r.a) da:
"Hayır. Sen onu satın aldın, beğendin ve el sıkışıp, bu işi bitirdin. Hem
sonra oranın durumunu da biliyordun. Binâenaleyh onu geri almıyorum" dedi
ve onu, mahkemeleşmek için, Rasûlüllah'a gitmeye davet etti. Bunun üzerine
Muğîre: "Muhammed mi, ben ona gelmem ve onun hükmüne baş vurmam. Çünkü o
bana karşı kızgındır ve bana haksızlık etmesinden korkarım" dedi. İşte
bunun üzerine bu ayet iniverdi." Hasan el-Basrî de bu ayetin, küfrünü
içinde saklayıp, zahiren mü'min görünen bütün münafıklar hakkında nazil
olduğunu söyler.
[394]
Hak Teâlâ'nın,
"(Münafıklar) Allah'a da, peygambere de inandık, itaat ettik"
derler. Ama sonra bunun arkasından, içlerinden bir zümre yüz çevirirler. Bunlar mü'min
de0er" İfâdesi, imânın, sırf söz (dil ile) olmayacağına
delâlet eder. Çünkü eğer böyle olsaydı, Cenâb-ı Hakk, onların
hepsinin mü'min olmadıklarını söylemezdi. Çünkü onlar, zahiren frtn olan şoyi
yapmışlardı.
Eğer, "Allah
Teâlâ, onların hepsinin, "îman ettik" dediklerini nakletmiş, sonra
çtarinden bir gurubun îmandan yüz çevirdiklerini nakletmiştir. Binâenaleyh
Allah daha , yüz çevirenler sadece bir kısmı olmalarına rağmen, hepsi hakkında
"Bunlar
'min değillerdir"
ifadesini kullanmıştır?" denilirse, biz deriz ki: "Ayetteki,
"Bunlar mü'min değillerdir*' hükmü, birinci cümleyle değil, onlardan yüz
çeviren zümreyle. Hem sonra, bu, birinci cümleyle ilgili olsa da, doğru olur.
Buna göre, "Ama sonra bunun arkasından, içlerinden bir zümre yüz
çevirirler" ifadesi, "Bu gurup, onlardan geri kalanlara baş vurur ve
böylece onların bir kısmı, bir kısmına, ortaya «oydukları şeylerden rücû ettiklerini
açıklarlar" manasına gelmiş olur.
[395]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resûlullah'a çağırıldıklarında,
içlerinden bir kısmının yüz çevirdiklerini beyan buyurmuştur ki bu,
Sesûlüllah'ın (vereceği) hükme razı olmama demektir. Hakk Teâlâ, "Eğer hak kendileri lehinde ise, itaat
ile, koşa koşa ona gelirler" ifadesi ile, onların, ancak hakkın başkasına âit
olduğunu bildiklerinde veya şüphe ettiklerinde yüz çevirdiklerine; ama
kendilerine bir hak doğduğunu bildiklerinde yüz çevirmeyi bırakıp, o hükme
koşuşup, ondan razı olduklarına dikkat çekmiştir. Bu -'âdede, onların hak
değil, aksine dünyevî menfaat peşinde olduklarına bir delil vardır bu da bir münafıklıktır.
Hak Teâlâ'nın,
"Kalplerinde bir marazı mı var bunların, yoksa şüphe mi ettiler. Yahut
Allah'ın ve Resulünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar"
ifadesiyle ilgili şöyle bir kaç soru vardır:
[396]
Birinci Soru: (f')
(yoksa) lafzı, istifham (soru) içindir. Halbuki Allah'ın, birşeyi (öğrenmek
için) sorması caiz değildir?
Cevap: Hernekadar bu
lafız istifham için ise de, haber verme mânâsındadır. Meselâ Cerîrin şu
şiirinde olduğu gibi,
"Bineklere
binenlerin en hayırlısı siz değil misiniz?[397]
İkinci Soru: Onlar,
Allah Teâlâ'nın kendilerine zulmedeceğinden endişelenmiş olsalardı, dinde şüphe
etmiş olurlardı. Şüphe etmeleri de, kalplerinde hastalık olduğunu gösterir.
Binâenaleyh hepsi aynı kapıya çıkar, öyleyse Cenâb-ı Hak niçin, bunlan ayrı
ayrı saymıştır?
Cevap: Ayetteki,
"Kalplerinde bir maraz mı var bunlann?" ifâdesi, nifaka işarettir,
"Yoksa şüphe mi ettiler?" ifâdesi, bu şek ve şüphenin onların
kalbinde karar kıldıktan sonra meydana geldiğine işarettir, "Yahut
Allah'ın ve Resulünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?"
ifâdesi ise, onların dünyayı sevme hususunda, dünya için dinlerini
terkedebilecekleri bir raddeye vardıklarına bir işarettir.
Üçüncü Soru:
Farzedelim ki, bu üçü de birbirinden başkadır. Fakat bunlar, birbirinden
ayrılmayan şeylerdir. Öyleyse niçin bunların arasına "yahut" lafzı getirilmiştir?
Cevap: Doğruya en
yakın olan şudur: "Allah Teâlâ, onları bu üç vasıftan her birinden ötürü
zemmetmiştir. O halde, onların kalplerinde maraz (hastalık) demek olan nifak vardır,
yine kalplerinde şek ve şüphe vardır. Ayrıca onlar, Allah Resulünün haksızlık
edebileceğini düşünüyorlardı ki, bu üç şeyin her biri, başlıbaşına küfür ve
nifaktır.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Hayır, asıl zâlimler (haksızlar) kendileridir" buyurarak, onların
üzerinde oldukları hâlin, sürdürdükleri şeyin bâtıl (yanlış) olduğunu beyân
etmiştir. Çünkü "zulüm", her türlü mâsiyeti (günahı) İçine alır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hiç şüphesiz şirk, en büyük zulümdür" (Lokman,
13) buyurmuştur. Çünkü insan, ya kendi kendine, yahut başkasına zulmeder. Şöyle
de denebilir. "Allah Teâlâ, bu sayılan kısımlarda, onların kendilerine
zulmedilmesinden, haksızlık yapılmasından endişelendiklerini zikredince, bu
endişenin yersiz olduğunu, "Hayır, asıl zâlimler kendileridir" buyurarak
belitmiştir. Bu, "Onlar, Hz. Peygamber (a.s)'in emin (güvenilir) olduğunu,
haksızlık yapmayacağını çok iyi bildikleri için, O'nun haksızlık yapacağından
korkmazlar. Aksine kendilerinde hakkı bulunan kimseye zulmetmeyi ve onun hakkı
inkâr etmeyi istedikleri için, kendileri zâlimdirler. Bu ise onların,
Resûlüllah'ın meclisinde (mahkemesinde) elde edemeyecekleri birşeydir. Bundan
ötürü onun mahkemesine başvurmayı istemezler.
[398]
"Aralarında
hükmetmek üzere, Resûlüllah'a davet olundukları vakit, irin söyleyeceği söz
ancak, ''Dinledik, itaat ettik" demeleridir, tşte asıl erenler bunlardır.
Kim, Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah'tan torkarsa, O'ndan ittikâ
ederse, kurtuluşu bulanlar işte bunların tââ kendileridir. (Münafıklar), eğer
kendilerine emredersen, behemehal (savaşa) .-ocaklarına, olanca güçleriyle
yemin ederler. De ki: "yemin etmeyin, icetıniz veçhile, bu bir itaattir.
Şüphesiz ki Allah, yaptığınız şeylerden haberdardır. De ki: Allah'a itaat edin, Peygamber'e
itaat edin. Eğer yüz çevirip dönerseniz, O'nun uhdesinedüşen, ancak ona
yükletilmiş mükellefiyet)tir, sizin uhdenize düşen de, size yükletilmiş
olandır. Eğer saat ederseniz, hidâyete erersiniz. Peygamber'e düşen, apaçık
tebliğden başkası değildir"(Nur, 51-54).
Bi1 ki Allah Teâlâ,
münafıkların iddialarını ve fiillerini anlatınca, peşisıra, onların gereken
şeyleri ve girmesi gereken yolu açıklayarak,
"Mü'minîerin :eği söz ancak (şudur)" buyurmuştur. Bununla
ilgili birkaç mesele vardır:
[399]
Hasan el-Basrî
"kavi" kelimesini ref ile şeklinde okumuştur, ama bunun mansûb
okunması daha kuvvetlidir. Çünkü iki isimden, isim olmaya en uygunu, daha fazla
olanıdır, ifadesinin ise mârife oluşu daha da kuvvetlidir. Çünkü bunun olması
mümkün değildir. Fakat kelimesi böyle değildir.
[400]
Ayetteki ifadesi,
"Mü'minlerin, Allah'ın kitabının ve Resûlüllah'ın hükümlerine
çağrıldıklarında,"Dinledik, itaat ettik (başüstüne)" demeleri gerekir
ve bunun onlar için bir yol olması gerekir. Binâenaleyh onların, bu hükümlere
başvurup, boyun eğmeleri dinleme ve itaattir" demektir. Buna göre ayetteki
"dinledik" kelimesi, "müslümanların, "semiallahu İlmen
hamiden" ifâdesini Allah, kendisine hamdedeni duyar, yani onu kabul eder
ve ona icabet eder" manasında te'vil etmelerinde olduğu gibi, "icabet
ettik, kabul ettik" demektir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse" hoşuna gitse de,
gitmese de İtaat ederse, geçmişte kendisinden sâdır olan günâhlardan ötürü,
"Allah'tan korkarsa" ve bundan sonraki ömründe de "Allah'dan
ittikâ eder", bunlardan sakınırsa, "kurtuluşu bulanlar, bunların tâ
kendileridir" buyurmuştur. Bu ayet, çok veciz, kısa olmasına rağmen,
mü'minlerin yapması gereken herşeyi içine alan bir ifâdedir.
[401]
Hak Teâlâ'nın "(Münafıklar) eğer kendilerine
emredersen, behemehal (savaşa) çıkacaklarına, olanca güçleriyle yemin
ederler" İfadesi hakkında Mukâtil, "Bunun manası, "Kim Allah
adına yemin ederse, olanca gücüyle yemin etmiş olur" şeklindedir. Daha
sonra Cenâb-ı Hakk, münafıkların, Resûlüllah'ın hükmünü hoş görmediklerini
beyân edince, münafıklar şöyle demişlerdir: "Vallahi eğer bize
memleketimizi, çoluk çocuğumuzu bırakıp çıkmamızı (hicreti) emretsen, hemen
bunu yaparız, eğer cihâda çıkmamızı emredersen, cihâda çıkarız"
demişlerdir. Daha sonra Allah Teâlâ peygamberine "De ki: Yemin
etmeyin" buyurarak, onları böylesi yeminden vazgeçirmesini, bunu onlara
yasaklamasını emretmiştir. Binâenaleyh eğer onların yeminleri, dürüst olsaydı, bunu
yasaklamak caiz olmazdı. Çünkü iyiliği yapacağına yemin edenin, bundan
alıkonmaması gerekir. Bu sabit olunca, onların yeminlerinin, nifaklarından
ötürü olup, içlerinin dışlarına uymadığı anlaşılmış olur. Dolayısıyla kim hakkı
yerine getirmeye değil de, zulme niyetlenirse, bunun için yaptığı yemini,
sadece kabih (çirkin) bir iş
olur" demiştir.
Ayetteki, "ma'rûf
bir itaat (size gerekir" İfâdesi, ya takdiri, "sizden istenen, yalan
yere yemin etmek değil, ma'rûf bir taattır" şeklinde olan, bir mahzûf
mübtedâ'ntn haberidir, yahut da bu mübtedâdır, haberi mahzûftur ve takdiri,
"maruf bir taat, yalan yere yemin etmenizden daha uygundur"
şeklindedir. Bu ifâdenin, "yemin etmeyi bırakın, bununla kendinizi
aldatmayın. Size gerekli olan (düşen), mâruf bir şekilde itaat etmenizdir.
Binâenaleyh bunu yapın" manasında olduğu da söylenmiştir. el-Yezîdî bunu,
"Allah'a itaat edilmesi gerektiği gibi itaat edin", manasında olmak
üzere, nasb ile şeklinde okumuştur.
"Allah, görendir;
sizin saklı-gizli işlerinizden hiçbiri O'na srt değildir. O, hiç şüphesiz, sizi
rezil-kepâze eder, nifakınıza göre cezalandırır"
HakkTeâlâ'nın, Allah'a itaat
edin, peygambere itaat edin. Eğer yine yüz çevirip dönerseniz, n uhdesine
düşen, ancak ona yükletilmiş olan (mükellefiyettir, sizin uhdenize er. de, size
yükletilmiş olandır'' ifâdesine gelince, bil ki Allah Teâlâ,
"iltifat" sanatı ı, sözü gâib sîğasından, muhâtab sığasına
çevirmiştir ki bu, onların susturma ında daha edebî bir ifâdedir. "eğer
Allah'a ve Resulüne itaatten »niz, bilin ki, Resulüme düşen, yüklendiği
risâleti tebliğdir, size düşen ise Eğer O'na itaat ederseniz, hakkı (doğruyu)
yapmış olursunuz. Eğer isyan ederseniz, bilin ki O'nun görevi, açık açık tebliğ
etmektir" demektir. Ayetteki "Belâğ", manasınadır, "mübîn"
de, açık olan ve ihtiyaç hissettiğiniz şeyleri açıklayan tir. Nâfî'in, hâ'nın
fethasıyla bunu hamele şeklinde okuduğu da rivayet ir ki bunun manası, "O
kimseye yüklediği şeyin, yani günahların vebali vardır" lir.
[402]
'Allah, îman edip
sâlih amelde bulunanlarınıza yemin ile va'detti ki, onlardan evvel
gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine geçirip, hâkim kıldı İse, onları da,
yeryüzünde muhakkak müşriklerin yerine getirip hükümran edecek. Onlara, kendileri için
beğendiği din-i İslâm'ı, mutlaka payidar kılacak, onların korkularını
giderdikten sonra, hallerini tam bir eminliğe çevirecektir. Tâ ki onlar bu
emniyet içinde, Bana ibâdet etsinler, hiçbirşeyi Bana ortak tutmasınlar.
Kim bundan sonra nankörlük ederse, onlar fâsıklann tââ kendileridir" (Nur, 55).
Bil ki bu ayetin
takdîrî mânâsı şudur: "Ey Allah'ın Resulü, tebliğde bulun. Ey mü'minler
siz de O'na itaat edin. Çünkü Allah Teâlâ, sizden îman edip, sâlih amelde bulunanlara,
yani bu ikisini birlikte yapanlara, onları yeryüzünde halife (hâkim) kılacağını,
Dâvûd (a.s.). Süleyman (a.s) ve benzerlerinin zamanında, yeryüzüne onları,
kendilerinden önceki (kâfir milletlere) halef yaptığı gibi, siz mü'minleri de,
yeryüzünün halifeleri, hâkimleri ve hükümranları kılacağını, dininizi hakkıyla
yaşama imkânı vereceğini va'detmektedir." Allah Teâlâ'nın buna imkân
vermesi, "mü'minleri yardımıyla destekleyerek üstün kılması; düşmanlarına
karşı ilahî yardım ile mü'minleri desteklemek, böylece mü'minlerinde
düşmanlarını kılıçtan geçirip, şerlerinden emin olmaları suretiyle,
düşmanlarından korkularını, emniyet hâline çevirmesi" demektir. Böylece o
mü'minler, Hakk Teâlâ'ya emniyet içinde ibâdet ederler, O'na hiçbirşeyi ortak
koşmazlar ve herhangibir şeyden ötürü endişeye düşmezler. Binâenaleyh bu va'd-i
ilâhiden sonra inkâr edip, dinden dönen/er, fasıklann tâ kendileridir."
[403]
Bil ki bu ayet, pek
çok itikadî ve dinî meselelerin izahını ihtiva etmektedir. Biz, bunların esas
olanlarına işaret edelim:
[404]
HakTeâlâ'nın,
"Allah, imân edip, sâiih amelde bulunanlarınıza yemin ile va'detti
ki" ifadesi,
O'nun mütekellim
(konuşan) olduğuna delâlet eder. Çünkü va'd, bir çeşit konuşmadır, "çeşit" diye
isimlendirilebilen "cins" diye de nitelenebilir. Bir de Allah
Teâlâ, Kendisine itaat olunan bir Hükümdardır. İtaat olunan melikin, mutlak
dostlarına va'dde, düşmanlarına va'idde bulunması gerekir. Böylece, Allah
Teâlâ'nın "mütekellim" (kelam sıatı sahibi) olduğu sabit olur.
[405]
Ayet, Hişam
b. Hakemin görüşünün aksine,
Hak Teâlâ'nın, daha varlıklar meydana gelmezden önce,
onların ne ve nasıl olduğunu bildiğine
delâlet eder. Hişam b. Hakem ise,
Allah Teâlâ'nın, eşya meydana gelmezden önce, onları bilmediğini söylemektedir. Ayet ile bu hususta
şu şekilde istidlal edilmiştir: "Hak Teâlâ, gelecekte olacak şeyleri, tafsilatlı
olarak haber vermiş ve o şeyler de bu habere uygun olarak tahakkuk etmiştir. Bu gibi
haberler ise, ancak ilim (onları önceden bilme) sayesinde doğru olabilir.
[406]
Ayet, Allah Teâlâ'nın
"hay" (canlı) ve bütün mümkinâta kadir olduğuna delâlet eder. Zira O,
"Onlardan evvel
gelenleri, nasıl
(kâfirlerin) yerine getirip hâkim kıldı ise, onları da, yeryüzünde muhakkak
müşriklerin yerine
geçirip hükümrân
edecek. Onları, kendileri için beğendiği din-i İslâm'ı, mutlaka payidar
kılacak, onların korkularını giderdikten sonra, hallerini tam bir Eminliğe
çevirecektir" buyurmuştur ve va'dettiği gibi de yapmıştır. Binâenaleyh bu
şeylerin meydana getirilmesi, ancak herşeye kadir olan için söz konusudur.
[407]
Ayet, ancak Hak
Sübhânehû Teâlâ'nın ibâdete müstehak olduğuna deiâlet eder. Çünkü O, Bana
ibadet etsinler diye,.." buyurmuştur.
Mu'tezile ise, "ayet, Allah Teâlâ'nın fiillerinin, bir
maksada, bir gayeye bağlt olduğunu gösterir. Çünkü mânâ, "Bana ibâdet
etsinler diye" şeklindedir" demiş ve şöyle devam etmiştir:
"Ayet, Hakk Teâlâ'nın, herkesin ibâdet etmesini istediğini göstermektedir.
Çünkü herhangi bir maksaddan Ötürü bir iş yapan, mutlaka o maksadın
gerçekleşmesini murad ediyor demektir."
[408]
Ayet, Hakk Teâlâ'nın,
ortaktan münezzeh olduğuna delâlet eder. Çünkü O, "Hiçbir şeyi Bana ortak
tutmasınlar'
demektedir. Bu, ikinci
bir ilahın olmadığına ve ister yıldıza tapanların dediği gibi bir yıldız olsun, ister
putperestlerin aediği gibi bir put olsun, Allah'tan başka hiçbirşeye
ibâdetin caiz olmadığına delâlet eder.
[409]
Ayet, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, peygamberliğinin doğru olduğuna
delâlet eder. Çünkü
O, "Onlardan evvel
gelenleri, nasıl
(kâfirlerin) yerine getirip hâkim kıldı ise, onları da, yeryüzünde muhakkak
müşriklerin yerine geçirip hükümran
edecek" ifâdesi ile gaibten haber vermiştir. Haber verilen şey de,
aynen haber verildiği gibi tahakkuk etmiştir. Bu gibi haberler, bir
mucizedir. Mucize ise, (söyleyenin) doğruluğuna delildir. O halde bu,
Hz. Muhammed
(s.a.s)'in doğruluğuna delâlet eder.
[410]
Ayet, amel-i Salih'in,
imânın dışında kaldığına, imandan ayrı bir rükün olduğuna delâlet eder. Mu'tezile ise, bunu
kabul etmez. Amel-i sâlih, İmândan ayrı birşeydir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bu
ayette sâlih ameli imâna atfetmiştir. Atfedilen ise, kendisine
atfedilenden başkadır.
[411]
Ayet, dört halifenin
halifeliğine de delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)
zamanındakilerden. liman edip salih amelde bulunanlara bir vaadde bulunmuştur.
Bu da, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi, onları da yeryüzünün halifesi
kılması, onlara, beğenilen bir din için fırsat vermesi ve onların korkulannı
emniyete çevirmesidir. Bu va'd ile kastedilenlerin, Hz. Peygamber (a.s)'den
sonra, bunlar olduğu malumdur. Çünkü başkasının halife olması, ancak
Peygamber'den sonra olur. Hz. Peygamber (a.s)'den sonra başka bir peygamber
olmayacağı ise malumdur. Çünkü O peygamberlerin sonuncusu
(hâtemü'l-enbiyâ)'dır. O halde, bu halife kılma ile kastedilen, halifelik
meselesidir. Hz. Peygamber (a.s)'den sonra bu şekilde bir halifeliğin ise, H2:.
Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında olduğu malumdur. Çünkü büyük fetihler
bunlar zamanında olmuştur ve her türlü şeye imkân bulma, din ve emniyetin iyice
yerleşmesi bunlar zamanında olmuştur. Hz. AH (r.a) zamanında bunların hiçbiri
gerçekleşmemiştir. Çünkü o, kendisine karşı çıkan ehl-i kıble (çeşitli
mezheplerdeki müslümanlar) ile savaşmakla meşgul olmak zorunda kaldığı için,
kâfirlerle cihâd etmeye zaman bulamamıştır. Binâenaleyh ayetin, bu sayılanların
halifeliğinin doğru ve yerinde oluşuna delâlet ettiği, işte bu yönüyle sabit
olmuştur. Buna göre eğer, "Ayetin zahirî manası alınmamıştır. Çünkü ayetin
zahiri, imân edip sâlih amelde bulunanlar için, halifeliğin söz konusu olmasını
gerektirir. Halbuki durum, hiç de böyle değildir.
Bunu bir tarafa
bırakalım, ama ayetteki "onları da halife kılacaktır" ifadesiyle
kastedilen mânânın, "Allah Teâlâ onları yeryüzünde yerleştirecek ve onlara
tasarruf imkânı verecek" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Yoksa bundan
murad, Allah'ın onları bizzat halife kılması değildir. Mânânın böyle olduğuna,
ayetteki "onludan evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine halife kıldı
(yerlerine yerleştirip, hâkim kıldı) ise" ifâdesi de delâlet etmektedir. Halbuki
onlardan evvelkilerin halife oluşları, imâm (devlet başkanı) olma şeklinde
olmamıştır. Binâenaleyh durumun bunlar hakkında da aynı olması gerekir. Bunu da
bir tarafa bırakalım. Ne var ki burada, bunu, Allah'ın Resulüne halife olma
manasına hamletmenin caiz olmayacağına delâlet eden bir husus var: Çünkü sizin
mezhebinize (görüşünüze) göre, Hz. Peygamber (a.s), hiç kimseyi halife olarak
bırakmamıştır. Hem sonra Hz. Ali (r.a)'den de, "sizi tıpkı Allah'ın
Resulünün bıraktığı gibi (yerime halife tayin etmeden) bırakacağım" dediği
rivayet edilmiştir. Bunu da bir kenara bırakalım. Fakat ayet ile, Hz. Ali'nin
kastedilmiş olması niçin caiz olmasın. Çünkü tek bir kişi, "ta'zim"
(büyüklüğünü göstermek) için, cemî sîğasıyla ifâde edilebilir. Meselâ "O (Kur'ân'ı),
Kadr Gecesi'nde Biz indirdik" (Kadr, 1) ayetinde böyledir. Hem sonra
Cenab-ı Hak, Hz. Ali (r.a) hakkında, "Namazını dosdoğru kılanlar,
zekâtlarını verenler ve rükû edenler"{Mâide, 55) buyurarak, cemî sığası
kullanmıştır.
Bunu da bir tarafa
bırakalım. Fakat bu ayet ile, oniki imâmın kastedildiğini iddia ediyoruz?"
denilirse, bunlardan birincisine şu şekilde cevap veririz: Ayetteki (sizden)
ifâdesindeki min, ba'ziyyet (kısmflik) manasınadır. O halde bu, bu hitâb ile
onlardan bazısının kastedildiğine delâlet eder. İkincisine de şöyle cevap
veririz: Bahsettiğiniz manadaki halifelik, bütün insanlar için söz konusudur.
Ayette müjde sadedinde zikredilen halifeliğin ise, mutlaka bundan başka olması
gerekir.
Hakk Teâlâ'nın,
"Onlardan evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin) yerine halife kıldı
ise," ifâdesine gelince, onlardan önce olanların bazıları, bazan
peygamberlik, azan imamet (devlet başkanı olma) sebebiyle, halife olmuşlardır.
O halde, her iki şekilde de "halifelik" söz konusudur.
Üçüncüsüne de şu
şekilde cevap veririz: Bizim mezhebimiz (ehl-i sünnete) göre, her ne kadar Hz.
Peygamber (a.s) açıkça belirtmek suretiyle kimseyi halife bırakmamış ise de
halifenin vasıflarını zikretmek ve (bu vasıfta olanları) seçmeyi emretmek aüvte
adetâ halife bırakmıştır. Binâenaleyh, hem Hak Teâlâ'nın, hem de Hz. <çamber
(a.s)'in, bu dört zâtı, yeryüzünün halifesi kılmış olmaları imkânsız değildir,
espriden ve manadan ötürü, âlimler Hz. Ebu Bekir (r.a) hakkında, "Ey
Allah'ın \ün Halifesi" ifadesini kullanmışlardır. Binâenaleyh "Hz.
Peygamber (a.s) bırakmamıştır" denildiğinde, O'nun halifeyi bizzat
belirlemediği manası ilir. "Hz. Peygamber (a.s) halife bırakmıştır"
denildiğinde ise, O'nun, halifenin mı belirleyip, ümmetten o vasıfta olanları
seçmeyi istediği manası kastedilir.
Dördüncüsüne de şu şekilde
cevap veririz: Cemî lafzını müfred manaya almak cazdır. Mecaz ise, asıl olanın
aksine birşeydir.
Beşincisine de şöyle
cevap veririz: Bu, şu iki sebepten ötürü bâtıldır:
a) Ayetteki
minkum (sizden) ifadesi, bu hitabın, mevcut olanlara bir hitap olduğuna
eder. Oniki imam ise,
orada yoktular.
b) Allah
Teâlâ onlara dünyada iktadar, güç ve kuvvet va'detmiştir. Halbuki bunlar, anar
için, yani oniki imam için söz konusu değildir. Böylece, bu anlattıklarımızla
dört Mfenin, halifeliklerinin sıhhati sabit olmuş olur ve Hz. Ebu Bekir, Hz.
Ömer ve Hz. Osman'ın halifeliğini tenkid eden Râfizîler ile, Hz. Osman ve Hz.
Ali'nin halifeliğini
eden Haricîlerin
görüşleri bâtıl olmuş olur. Şimdi ayetin tefsirine dönelim:
Ayetteki, "Onlan
da halife kılacak" ifadesi hususunda birisi, "Bu tefedeki lam ve
nûn-u te'kîd'den anlaşılan kasem nerede?" diyebilir. Deriz ki: "Bu
mahzûftur. Kelamın takdiri ya, "Allah, onları mutlaka kılacağını onlara
va'detmiştir" şeklindedir, yahut da Allah'ın o halifeliği gerçekleştirme
hususundaki o va'di, kasem gibi kabul edilmiştir. Böylece de bu, sanki «asem
varmış gibi ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hakk, sanki, "Celâlim hakkı için
onları aJıfe kılacağım" demek istemiştir."
Hakk Teâlâ'nın
"Onlardan evvel gelenleri nasıl (kâfirlerin yerine) halife kıldı ise"
ifadesi, "Harun'u, Yûşâ'yı, Davud'u ve Süleyman'ı nasıl halife
kıldıysa" demektir. Buna göre ayetin manası, "Allah tıpkı onlardan
önce aşamış bu peygamberleri halife kıldığı gibi, onları da halife kıllar"
şeklindedir. Bu fi, tâ'nın zammesi ve lâm'ın kesresi ile (halife kılındıkları
gibi) şeklinde de okunmuştur.
Ayetteki "Onlara,
kendileri için beğendiği din-i siâm'ı, mutlaka payidar kılacak" ifadesi,
"Allah onlar için, seçip jeğen 'iği dini onlar çin sabit (devamlı)
kılacaktır. O din de İslâm'dır" demektir. İbn Kesir, Âsim ve Ya'kûb
rfâl" babından olarak, şeklinde okurlarken, diğerleri tef'îl babında,
şeddeli olarak, şeklinde okumuşlardır ki, bu ikisinin farkını (Nisa, 56)
ayetinin tefsirinde söylemiştik.
Hakk Teâlâ'nın
"Bana ibadet ederler, hiçbirşeyi Bana ortak tutmazlar" ifâdesinde,
Allah'ın yukarıda bahsettiği o kimselerin, Allah'a ibâdeti bırakıp, şirke
dönmeyeceklerine bir delâlet vardır. Zeccâc, bu ifâdenin, "Allah, sizden,
imân edip sâlih amel işleyenlere, ibâdet etmeleri ve Allah'a ihlaslı olmaları
halinde, şöyle şöyle yapacağını va'detmiştir" manasında olmak üzere,
"hal" mevkiinde olabileceği gibi, onları medih (övme) sadedinde
gelmiş, bir müste'nef cümle de olabileceğini söylemiştir.
Hakk Teâlâ "Kim
bundan sonra nankörlük ederse, yani bu nimetlerin hakkını yapmazsa, on!ar
fâsıkların tâa kendileridir, yani âsîdirler" buyurmuştur.
[412]
"Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin ve ö peygambere itaat edin. Umulur ki rahmet
olunursunuz. Sakın, o kâfirlerin yeryüzünde (Bizi) âciz bırakabileceklerini
sanma. Onların varacakları yer cehennemdir. Şüphesiz o (yer), ne kötü
bir vanş yeridir?
(Nur, 56-57).
Namazı dosdoğru
kılmanın, zekâtı vermenin, J«J (umulur ki) kelimesinin ve rahmetin ne demek
oldukları, defalarca geçti. Hak Teâlâ'nın 'jjiT j*İi *J^ft ayetinin manası ise,
"Ey Muhammed, kâfirlerin beni aşıp, elimden kurtulacaklarını ve onları
yakalayamayacağımı sanma" şeklindedir. Bu fiil yâ ile j£^İ şeklinde de
okunmuştur. Bu okuyuşa göre şu manalar söz konusudur:
a) Ayetteki "mu'clzlne fl'l-ardı"
ifadesi, bu fiilin iki mef'ulü sayılırsa mana, "kâfirler, hiçbir kimsenin
Allah'ı yeryüzünde âciz bırakacağını sanmacm, böylece de aynı şeyi yapmaya
yeltenmesinler" şeklinde olur.
b) Bu fiilin
altında, "Resul" (Peygamber) kelimesine râcî bir fail zamiri var. Bu
mercî, "Resule itaat edin" ifadesinde geçmişti. Buna göre mana,
"O (Muhammed), kâfirlerin, Beni âciz bırakabileceklerini sanmasın"
şeklinde olur.
c) Bunun
aslı, "Kâfirler, onların Beni âciz bırakabile-oMerini sanmasınlar"
şeklindedir. Daha sonra, buradaki birinci mef'ûl olan "nüm"
fanları") zamiri hazfedilmiştir.
Hakk Teâlâ'nın
"Onların varacaktan yer cehennemdir. Şüphesiz o (yer), ne kötü bir varış
yeridir!" ifâdesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle ö*r. "Ayetin nazmı,
bunun, "sanma" İfâdesi ile alakalı olması ihtimalini vvrmemektedir.
Çünkü oradaki cümle menfî, bu ise müsbettir. O halde bu, vâv ile, Mcdiri,
"Kâfirlerin yeryüzünde beni aciz bırakabileceklerini sanma. Aksine onlar,
ezilip «ahredilmişlerdir ve onların varacakları yer cehennemdir" şeklinde
olan, mahzûf bir iye ma'tûftur.
[413]
"Ey iman edenler,
ellerinizin altında olan (köle ve cariyeler) ile, sizden olup da henüz bulûğ
çağına girmemiş olanlar şu üç vakitte: cabah namazından önce, öğle
sıcağında elbisenizi çıkaracağınız zaman ve yatsı namazından sonra sizden izin
isteyerek (yanınıza girsinler). Bu üç vakit sizin için avret (halvet) vaktidir.
Bunlardan sonra ise, biribirinizi dolaşmanızda, ne sizin üzerinize, ne onların
üzerine bir vebal yoktur. Allah, ayetleri size böylece açıklar. Allah hakkıyla
bilendir, hakimdir. Sizin bulûğa eren çocuklannız kendilerinden evvelkilerin
izin istediği gibi, izin istesinler. Allah, ayetlerini size böylece beyân eder. Allah
herşeyi hakkıyla bilendir ve hakimdir. Kadınlardan, hayızdan-nifastan kesilmiş,
artık nikâha ümidleri kalmamış olan ihtiyarlar, gizli zinetlerini
erkeklere göstermemeleri şartıyla, üst elbiselerini bırakmalarında, onlar için bir
günah yoktur. Ama bundan da sakınıp örtünmeleri, kendileri için daha
hayırlıdır. Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir" (Nur, 56-60).
[414]
Bil ki ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
Kâdf şöyle der: "Hak Teâlâ'nın "Ey iman
edenler, ellerinizin altında olan köle ve cariyeler)*.sizden
izin isteyerek (yanınıza girsinler)" ifâdesinin zâhirindeki
"sizden" her nekadar erkekler kastediliyor görünüyor ise de, bununla
hem erkekler, hem kadınlar kastedilmiştir. Çünkü erkekler, dişilere
"tağfîb" edilir, yani onlar zikredilmek suretiyle, öbürleri de kastedilir.
Binâenaleyh, ayrıca zikredilmediklerine göre, hepsi de ayetteki "siz" ifâdesine dâhildirler. Bunun
böyle olduğunu, ayetteki, "ellerinizin altında olanlar" ifâdesi
gösterir. Çünkü bu tâbir, hem kadın, hem de erkekler hakkında kullanılır."
Bana göre evlâ olan
ise, bu hükmün kadınlar hakkında, "kıyas-ı celî" ile sabit olmasıdır.
Çünkü avretlerine (mahrem hallerini) koruyup göstermeme hususunda kadınlar
erkeklerden önce gelir. Binâenaleyh bu hüküm, erkekler hakkında sabit olduğuna
göre, kadınlar hakkında haydi haydi sabit olur. Bu tıpkı bizim ana babayı
dövmenin haramlığını, "onlara öf bile demenin haram oluşuna"
uyguladığımız bir kıyas-ı celî ile anlamamız gibidir.
[415]
Ayetteki,
"ellerinizin altında olanlar" ifadesinin zahirine, hem bulûğ çağına
ulaşanlar, hem de küçükler dahildir. Ibn Abbas
(r.a)'dan nakledildiğine göre
bu ifade ile kastedilenler, küçüklerdir. Bu görüşü benimseyenler bu
hususta şöyle istidlal etmişlerdir: Büyük köleler, kendilerine sahip olan (sahibelerinin)
ancak, hür kimselerin bakmalarının caiz olduğu yerlerine bakabilirler. Meselâ
İbnu'l-Müseyyeb, "Cenâb-ı Hakk'ın, "ellerinizin altında olanlar"
ifadesini yanlış anlamayın. Çünkü, kadının kölesinin, c kadının küpesine,
saçlarına veya herhangi bir güzelliğine bakması uygun deği'dir" demiştir.
Diğerleri ise "tam aksine, buluğa ermiş köleler, ker ülerinin sahibi olan
o kadının saçlar na ve benzer yerlerine bakabilirler" demişlerdir. Ayetin
zahiri, daha önce Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minler cemaatine, "ey imân edenler,
kendi odalarınızdan başka odalara girmeyiniz" (Nur. 27) İfadesiyle
yasaklamış olduğu şeyi. Mü’minlerin köleleriyle hür çocuklarına mubah kılmış
olduğuna delâlet eder. Çünkü Alan onlara, bu ayette bahsedilen üç vaktin
dışında, girme işini mubah kılmış ve bunlardan sonra ise, biribirinizi
dolaşmanızda, ne sizin üzerinize, ne onların üzerine far veba! yoktur"
beyanı ile, hem hür olan kimselerin buluğa ermemiş çocuklarıyla f-nkte, hem de
kölelerin müsaade almadan birbirlerine gidip gelmelerine müsaade etmiştir.
Yani, "ayette belirlenen bu üç vaktin dışında, birbirinizi
dolaşabilirsiniz" demektir. Cenâb-ı Hakk, bu manayı, buluğa ermiş
kimselere, daha önce izin isteme hususunda buluğa ermiş kimselere gerekli
kılmış olduğu şeyleri gerekli kılmak ve onları, "ey imân edenler, kendi
odalarınızdan başka odalara, sahipleriyle alışkanlık peyda etmeden ve selâm da
vermeden girmeyin"{Nur,27) ifâdesinin muhtevasına gi-en kimselere bakmak
suretiyle tekid etmiştir.
[416]
Cenâb-ı Hakk'ın
"sağ ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyeler) sizden izin isteyerek (yanınıza
girsinler)" ifadesiyle, buluğa ermiş köle ve cariyeler kastedilirse,
bunun, onlar için gerçekte imkânsızdeğildir. Bununla buluğa ermemiş kimseler
kastedilirse, ayetin ifadesinin böylesi köle ve cariyelere bir emir olması caiz
olmaz. Tam aksine bunun, tıpkı çocuklarımızın, namazın ne demek olduğunu
anlayabildikleri sırada, onları bununla mükellef tutma manasında değil de,
onlara namaz kılmalarını emretmemiz gibi, kölelere de bunu emretmemizi ve buna
sevketmemizi bize emreden bir emir olması gerekir. Ancak ne var ki bu, hem
bizim için hem de buluğa erdikten sonra köleler için, bir fayda mülahazasıyla
üzerimize düşen bir mükellefiyettir. Ayetteki emrin her ne kadar zahiren
kölelere yönelik bir emir olsa bile, ancak ne var ki gerçekte onların
efendilerine yöneltilmiş bir emir olması da uzak değildir. Bu senin tıpkı bir
kimseye, "Ailen ve çocuğun senden korksun!" demen gibidir.
Binâenaleyh, emrin zahiri, senin ehline ve çocuklarına yöneliktir, ama gerçekte
bu emir, sana, sayesinde senden korkacakları bir şeyi yapmanı emirdir..
[417]
Ibn Abbas (r.a), şöyle
demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Ensar'dan (Medineli) bir çocuğu, Hz. Ömer'i çağırması
için ona
gönderir. Çocuk gider ve Hz. Ömer'i evinde uyur vaziyette bulur. Kapıyı döver ve
selâm verir. Fakat Hz. Ömer uyanmaz. Geriye döner, tekrar kapıyı döver,
arkasında durur, hareket ettirir, ama Ömer yine uyanmaz. Bunun üzerine o çocuk
"Allah'ım, onu benim için uyandır!" der; kapıyı tekrar döver ve
"Ya Ömer" diye seslenir. Bunun üzerine Hz. Ömer uyanır ve oturur.
Derken o hizmetçi çocuk içeri girer, tam o sırada, Hz. Ömer'in 'bir yeri
açılmıştır ve Ömer, çocuğun, onun bu yerini gördüğünü zanneder. Bunun üzerine
Hz. Ömer, "Allah'ın, oğullarınızı kadınlarınızı, hizmetçilerinizi, şu şu
saatlerde izinsiz olarak yanınıza girmekten nehyetmesini ne kadar da arzu
ederdim!" dedi, sonra da o çocukla beraber Hz. Peygamber'in yanına gitti.
Derken, "Ey imân edenler, ellerinizin alhnda olan (köle ve cariyeler) izin
isteyerek (yanınıza girsinler)" ayetinin, Hz. Peygamber'e nazil olduğunu
görür. Bunun üzerine Allah'a hamdedince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Bu ne
demek ey Ömer?" der. O da, uşağın yaptıklarını O'na haber verir, Hz.
Peygamber (s.a.s) de uşağın bu hareketinden şaşırır, onun İsmini öğrenir ve onu
medhederek, "Allah akıllı, hayalı, namuslu ve iffetli, kendisini haramdan
koruyan kimseleri sever. Buna karşılık da, edebsiz, cüretkâr ve ısrarlı
isteyenlere de buğzeder" der. Bu demektir ki bu ayet, Hz. Ömer sebebiyle
nazil olmuş olan ayetlerden birisidir.
[418]
Bazıları da şöyle
demişlerdir: "Bu ayet, Esma Bintl Ebî Mürsed hakkında nazil olmuştur.
Çünkü o: "Biz, erkeklerin, kadınların yanına girip çıkıyoruz. Belki de
onlar, o sırada, aynı yorgan çarşaf altında bulunuyorlar!" demiştir. Şu da
rivayet edilmiştir: "Esma Binti Ebî Mürsed'in yanına, girmesini istemediği
bir sırada, yaşlı bir çocuk girer. Bunun üzerine Esma da, Hz. Peygamber'e gelir
ve "Bizim hizmetçilerimiz kölelerimiz hoşlanmadığımız bir sırada yanımıza
girip çıkıyorlar", der. İşte bunun üzerine de bu ayet-i kerime nazil olur.
[419]
İbn Ömer ve Mücâhid
şöyle der: Ayetteki , "sizden izin
istesinler" emri ite dişiler değil, erkekler kastedilmiştir. Çünkü, .
ifadesi, dişiler değil, erkekler hakkında kullanılan bir ifâdedir.
İbn Abbas (r.a)'dan,
bunun hem erkek, hem de kadınlar hakkında olup, gerek gece, gerek gündüzleyin
onların izin isteyerek girmeleri gerektiği görüşü rivayet edilmiştir. Doğru
olanı, bu hükmün kadınlar için de geçerli ve vacip olduğudur. Çünkü insan,
erkeklerin, kendi hallerine muttali olmasını istemediği gibi, kadınların da
kendi hallerine muttali olmalarını istemez. Ancak ne var ki bu hüküm, kadınlar
hakkında, daha önce de bahsettiğimiz gibi, bu ayetin zahiri ile değil, kıyas
ile sabittir.
[420]
Bazı alimler,
ayetteki emrini, mendûb ve mustehap oluşa hamlederken, bazıları
bunu vücuba hamletmişlerdir ki, evlâ olan da budur. Çünkü, emrin
zahirinin vücûb ifâde ettiği sabittir.
[421]
Cenâb-ı
Hakk'ın"sizden olup da henüz buluğ çağına girmemiş olanlar.',', ifadesine
gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
İbn Ömer,
lâm'ın sükûrn-yla hulme
şeklinde okumuştur.
[422]
Fukaha, "ihtilam" olmanın,
buluğa ermek olduğu hususunda" ittifak etmişlerdir, ama
onbeş yaşına basıp da
ihtilam olmayanlar
hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Ebu Hanlfe (r.h),
"erkek çocuk, onsekize basıp
onu tamamlamadığı, kız çocuk da, onyedi yaşına gelmediği
müddetçe baliğ olmaz" ser Şaffî, Ebu Yusuf ve Imam-ı Muhammed (r.h), kız
ve erkeğin, onbeş yaşına girmeleri gerektiğini söylemişlerdir.
Ebu Bekir el-Razî
(el-Cessâs) söyle der: Cenâb-ı Hakk'ın, "sizden olup da henüz girmemiş
olanlar..." ifâdesi, ihtilam olmadığı zaman, buluğa erme çağını onbeş yas kabul edenlerin görüşlerinin bâtıl
olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı
tftilâm olmadıkça, bu yaşa
ulaşanlarla ulaşmayanlar arasında ayırım Maaştır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den de,
pekçok yolla, kimse hakkında r
ımes'uliyet) kaldırılmıştır: Uyanmadıkça, uyuyandan; kendine gelmediği deliden;
ihtilam olmadığı müddetçe çocuktan..."[423]hadisi
rivayet edilmiş Peygamber burada, onbeş
yaşına basanla basmayanı birbirinden ayırmamıştır.
İmdi, şayet, "Bu
söz, bu müddetin, onsekiz yıl olmasını da ibtal eder" denilirse, buna şu
şekilde cevap verir: "Biz, buluğa ermedeki adetin, onbeş yıl tabunu
bilmekteyiz. Binâenaleyh, örflere ve adetlere bina edilen, dayandırılan pmnn
hepsinde, ilâve veya noksanlık mümkündür. Çünkü biz, oniki yaşında bile ..;.=
erenlerin olduğunu görmekteyiz. Biz, mutâd olana ilavede bulunmanın r-iKÛn
olduğu gibi ondan bir miktar eksiltmenin de mümkün olduğunu beyan w$Sk.
Binâenaleyh, Ebu Hanlfe (r.h), mutâd (normal) olana ilavede bulunmayı, an
noksanlaştırma gibi telakki etmiştir ki, bu da üç yıldır. (15 + 3 =18). Ebu
(r.h)'den, erkek çocuk hakkında bu yaşın, ondokuz yaş olduğu da bahsedilmiştir
ki bu, o çocuğun, onsekiz yaşını bitirip ondokuzuna girmesi ktenındadır."
Şafiî (r.h)'ın delili
şudur: Rivayet olunduğuna göre Uhud Muharebesinde fbn ondört yaşında iken Hz.
Peygamber'e arzolundu. Ama, O buna müsaade di. Ama, Hendek Savaşında ise, onbeş
yaşında iken, yine Hz. Peygamber'e flfitterildi de, o buna müsaade etti.
Ebu Bekr er-Razf bu
delile de itiraz ederek şöyle der: "Bu hadis, "muzdarib" ar
hadistir. Çünkü Uhud Harbi, hicretin üçüncü yılında, Hendek Harbi ise beşinci
Mnda olmuştu. O halde, bu iki savaş arasında geçen süre daha nasıl bir yıl
olabilir?" m bununla birlikte, savaşa katılma hususundaki izin ve
müsaadenin, buluğa erme ve alakası yoktur. Çünkü bazan, zayıf ve güçsüz olduğu
için, buluğa ermiş kimsenin aşa katılmasına izin verilmez. Bazan da, kuvvetli
ve silahı taşıyabileceği için, savaşa katılması için, buluğa ermemiş olan kimseye
izin verilir. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ondan, ihtilam olup olmadığını,
bu yaşa girip girmediğini sormadığına delâlet eder.
[424]
İkinci Bahis: Alimler,
çocuğun tüyünün bitmesinin buluğ sayılıp sayılmayacağı hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Ebu Hanlfe ve arkadaşları bunu buluğ saymazlarken, Şafiî (r.h),
bunu buluğ saymıştır. Ebu Bekr er-Razî el-Cessas (r.h) şöyle der: Cenâb-ı
Hakk'ın, "sizden olup da, henüz buluğ çağma girmemiş olanlar"
ifâdesinin zamiri, tıpkı, onbeş yaşın buluğ çağı sayılmasını nefyettiği gibi,
ihtilam olmadığı müddetçe, tüyün bitmesinin de, buluğ çağı sayılmasın)
nefyeder. Hz. Peygamber (s.a.s)'ın, "ihtilam olmadıkça, çocuktan kalem
(mes'uliyet) kaldırılmıştır" ifadesi de, böyledir.
Şafiî (r.h)'ın delili
ise şudur: Atıyye el-Kurazî şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s),
Kurayza kabilesinden, tüyü bitmiş kimselerin öldürülmesini; bitmemiş oğlanların
ise, afvedilmesini emretmiştir." O, sözüne devamla şöyle der: "Bu
sebeple Sahabe-i Kiram, benim (yüzüme) baktılar; benimse o sırada tüyüm
bitmemişti. İşte bundan dolayı beni öldürmediler."
Ebu Bekr er-Razî
(el-Cessas), "şu sebeplerden dolayı, bu hadis ve benzerleriyle, ahkâm
sabit olmaz:
a) Atiyye,
sadece bu haberle ilişen meçhul bir şahıstır, özellikle de, onun bu haberi, hem
bu ayete, hem de, ihtilam olmadan buluğun olmayacağını bildiren habere ters
iken.
b) Bu
hadisin lafızları farklı farklıdır. Çünkü bazısında Hz. Peygamber'in, sakalı
bitip de traş olabilen çocukları öldürmeyi emrettiği hususu zikredillyorken,
bazısında da, daha henüz tüyleri bitmiş olanları Öldürmeyi emrettiği hususu
bulunmaktadır. Bu halin meydana gelebilmesi için, o kimsenin buluğa ermiş
olması ve saçını sakalını traş edenlerin ise, ancak delikanlı olacakları
malumdur. Binâenaleyh, "tüyün bitmesi ve traş olma" halleri,
bahsettiğimiz o miktardan, yani onsekiz ya da daha ileri bir yasa girmekten
kinayedir.
c) Tüyün
bitmesi, bedenin kuvvetli olduğunu gösterir. Binâenaleyh,
Hz. Peygamber, o kimsenin öldürülmesini, buluğa erdiği için değil, güçlü
kuvvetli olduğu için emretmiştir" demiştir.
Şafiî (r.h) şöyle der:
"Bütün bu ihtimaller, rivayet olunan şu hususla reddedilmiştir: Osman Ibn
Affân (r.a)'a bir çocuğun durumu sorulmuş, o da, "onun sakallan çıkmış
mı?" demiştir. Ki bu, ölçü olarak bu hususun, sahabe arasında, adeta
üzerinde ittifak edilmiş bir şey gibi olduğuna delâlet eder.
[425]
Üçüncü Bahis: Seleften
bazı kimseler, selefin, çocuğun buluğa erip ermediğini wstx\ etmek için, o
çocuğun boyunun beş karışa ulaşmasına itibar ettiklerini rivayet ••Mistir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ali (r.a), "Çocuk beş karış boya ulaştığında,
ana had uygulanır; o hem kısas talep eder, hem de ona kısas uygulanır"
demiştir, bn SMn de, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Ebu
Bekir'e, hırsızlık yapmış ctfan bir çocuk getirilir, o da emir verir, çocuğun
boyu karışlanır. Derken, boyu, beş «arıştan parmak ucu kadar (
"O. elleri ile
izannı (kuşağını, pantahnunu) tik kez bağlamaya başlamasından beri, boyu uzayıp
da beş karışa ulaşmasından beri",..
Fukahânın ekserisi
ise, bu görüşü benimsememiş ve şöyle demiştir: İnsan bazan, suluğa ermez, ama
beş karıştan daha uzun olur. Bazan da, buluğa erdiği halde, beş karıştan kısa
olur. Binâenaleyh bu, nazar-ı itibâre alınamaz.
[426]
Ebu Bekr er-Razî şöyle
demiştir: "Bu ayet-i kerime, ihtilâm olmadığı halde, aklen gelişmiş olan bir
kimsenin, emirleri yapmakla emrolunup, kusur ve kabahatleri işlemekten de nehyolunacağına
delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ onlara, sayılan bu vakitlerde zın
istemelerini emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Onlara, yedi yaşma
geldiklerinde namazı emredin; on 'yaşma geldiklerinde de namazı (terketmelerinden ötürü)
cfövün"[427]
Duyurmuştur. İbn
Ömer'den ise "Biz, küçük çocuğa, sağını solundan ayırt etmeye raşladığı
zaman namazı öğretiyoruz" dediği nakledilmiştir. Zeynel Abidînin ise, çocuklara,
öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem ederek kılmalarını emrettiği, bunun üzerine
kendisine, "çocuklar namazı, vaktinin dışında kılıyorlar!?"
denildiğinde de, onun, "Bu, onların birbirlerini namazdan
alıkoymalarından daha hayırlıdır" şeklinde cevap verdiği nakledilmiştir. İbn
Mes'ud (r.a)'dan ise şu nakledilmiştir: "Çocuk on yaşına
ulaştığı zaman, onun hasenatı yazılır, ihtilâm oluncaya kadar kötülükleri yazılmaz."
Ebu Bekr er-Razî
sözüne devamla şöyle demiştir: "Bunlar çocuğa, onu öğretmek, alışkanlık
halına getirmesini sağlamak ve iyice alışmasını temin etmek için emredilir, ki
böylece çocuk buluğa erdikten sonra, onlar buna daha kolay gelir ve onlardan
kaçmaz. Bunun gibi çocuk, haram içki içmekten ve domuz etinden uzak tutulur,
diğer yasaklardan da nehyolunur. Çünkü çocuk, şayet küçüklüğünde bunlardan men
edilmemiş olsaydı, büyüdükten sonra bunlardan kaçınması son derece zor olurdu.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Ey iman edenler, hem kendinizi hem de ailenizi ateşten
koruyun"(TBhnm. e) buyurmuştur. Ayet, "Onları terbiye edip,
bilgilendiriniz" şeklinde yorumlanmıştır.
[428]
Ahfeş şöyle demiştir:
pâü kelimesi şu şekilde kullanılır: Lâm'ın fethasıyla (adam ihtilam oldu); lâm'ın dammesiyle (yahlumu) (hulumen) ve yine şeklinde kullanılır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"...şu üç vakitte; sabah namazından önce, öğle sıcağında elbisenizi
çıkaracağınız zaman ve yatsı namazından sonra.. Bu üç vakit sizin için avret
(halvet) vaktidir." beyanına gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[429]
ifadesi, "üç vakitte" anlamındadır.
Çünkü Cenâb-ı Hak bu kelimeyi, üç vakitte tefsir etmiştir. Bu ifadenin,
vakitler anlamında olduğu da söylenmiştir, çünkü Allah Teâlâ, bu vakitlerden
bir vakitte bir defa izin istemeyi murad etmiştir, çünkü onların, bu
vakitlerden her bir vakitte bir defa izin istemeleri kâfi ve yeterlidir. Daha
sonra da, bu vakitleri tefsir ederek şöyle buyurmuştur: Sabah namazından önce,
öğlenin sıcağında sırttan elbiseler çıkarılacağı zaman ve yatsı namazından
sonra. Yani bu demektir ki, insan genellikle bu üç vakitte elbiselerini çıkarır
ve bir tarafı açık olabilir.
[430]
tabirine gelince,
Kûfeli'lerbu ifadeyi o ifadesinden bedel olmak üzere nasb ile
şeklinde okumuşlardır. "Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki demek istemiştir. Binâenaleyh, muzâf hazfedilince, muzâfun ileyh
durumunda olan kelime muzâf in i'râbını almıştır. Diğer kıraat imamları ise
şeklinde okunmuşlardır ki bu takdirindedir. Bu kelime, mahzuf mübtedanın haberi
olduğu için, merfû kılınmıştır. Kaffâl şöyle der: "Buna göre mana sanki,
"üç açılma" şeklinde olup, bununla da, "üç açılma zamanı"
kastedilmiştir.
[431]
(avret) kelimesi, ara, aralık, bozukluk, gedik
anlamına gelir. Nitekim "Binici eğrildi"; "mekan eğrildi" ifadeleri de, bu
anlamdadır. Gözü boz'jk ve şaşı olana da,
denilir. Cenâb-ı Hak, bu vakitlerden herbirin "avret" diye
isimlendirmiştir, çünkü, bu vakitlerde İnsanın hafızası ve örtünmesi
zayıflar, bozulur.
[432]
Bu ayet-İ kerime,
vâcib olanın, mümkün olduğunda hükümlerde illetleri nazar-ı
itibara almak olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, şu iki bakımdan bu üç
vakitteki illetlere dikkat çekmiştir:
a) "Bu üç vakit sizin için avret (halvet)
vaktidir" ifadesiyle.
b) Bunun
ancak, bu üç vakitte açılma illetinden dolayı, bu vakitlerde, açılmadan •nn
olunamayacağını, diğer vakitlerin ise böyle olmadığını belirtmek suretiyle, bu
jç vakit ile bunun dışındaki vakitler arasında bir fark bulunduğuna dikkat
çekmek «retiyle...
[433]
Bazı kimseler,
"Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere, sahipleriyle alışkanlık
peyda etmeden ve selam da vermeden girmeyin" (Nur, 27} ayeti, bu izin
İstemenin, her durumda vacip olduğuna delâlet eder. Bu hüküm, bu
vaktin dışındaki haller hakkında, bu ayetle neshol un muştur" derken,
bazıları da şöyle aeoıiştir: "Birinci ayet ile, mükellef olan kimse
kastedilmiştir; çünkü o, iman edenlere r-r Hitaptır. Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette
zikrettiği istizâm ise, henüz mükellef olmayan «.nse hakkındadır. Binâenaleyh,
onun, bazı hallerde ancak izin ile, bazı hallerde ise zînsiz olarak
girebileceği söylenmiştir. Dolayısıyla bunu neshe hamletmenin gereği «oktur.
Çünkü, ikinci ayet, birinci ayetin muhatap olduğu kimseleri kesinlikle muhatap
rtmaz.
Buna göre
eğer,"sağ ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyeler) ile",
ifadesinin kapsamına buluğa ermiş olanların da girdiği kabul edilirse, o zaman
nesh gerekir" denilirse, biz deriz ki: "Bu da gerekmez, çünkü
"Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere izin almadıkça
girmeyin" ifadesine, bu zafetten dolayı, bu evlere ancak, onlara sahip
olanlar girebilirler. Bu doğru olunca, bu ifadenin kapsamına köle ve cariyeler
girmez. Dolayısıyla, bu görüşe göre de nesh gerekmez. Ama ifade, küçük kölelere
hamledilirse, o zaman bu husustaki söz ise daha açıktır."
[434]
Ebu Hanîfe (r.h) şöyle
demiştir: "Alimlerden hiç kimse, izin alma emrinin mensûh olduğunu
söylememiştir." Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Allah'ın kitabındaki üç ayeti, insanlar terkettiler. Ben, hiç kimsenin,
onlarla amel ettiğini görmüyorum." Atâ sözüne devamla, "Ben, o üç
ayetin ikisi hatırımda, birisini ise unuttum" dedi ve bu ayetle, "Ey
insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık"-(Hucurat, 13) ayetini
okudu. Saİd ibn Cübeyr, üçüncü ayetin, "Miras taksim olunurken akrabalar
hazır bulunursa" (Nisa, 8) ayeti olduğunu söylemiştir.
Cenâb-t Hakk'ın
"Bunlardan sonra ise, biribirinizi dolaşmanızda, ne sizin üzerinize, ne
onlann üzerine bir vebal yoktur" ayetiyle alakalı birkaç soru
bulunmaktadır:
Birinci Soru: Bu
Ayetin, her halükârda mübahlığı gerektirdiğini söylüyor musunuz?
Cevap: Biz, bunun,
bilhassa küçük çocuklar hakkında olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh onların
bu üç vaktin dışında, hizmet etmek için girmeleri mubahtır. Bizim için de
onlara bu imkânı vermemiz ve aynı şekilde onların yanına girebilmemiz mubahtır.
[435]
İkinci Soru: Bu,
onların yanında, avret mahallerinin açılmasının mübahlığını gerektirir mi?
Cevap: Hayır Allah
Teâlâ bunu ancak, genellikle bu üç vaktin dışında avret mahallinin açılmaması
cihetiyle mubah kılmıştır. Binâenaleyh, eğer kadın, hizmetçilerinin yanına
gireceğini bildiği halde açılırsa, bu ona haramdır. Eğer hizmetçi mükellefiyet
çağına ulaşmışsa, orada avret mahallinin açılmış olabileceğini sandığında, onun
da oraya girmesi haramdır.
Eğer, "Bazı
kimseler, buluğ çağına ermiş kölelerin, sahipleri olan hanımlarının saçlarına
bakmalarının caiz olduğunu söylemiyorlar mı?" denilirse, biz deriz ki:
Bunu caiz gören, malik olmaktan dolayı, saçı, "avret" saymamıştır.
Nitekim saç, mahremlikten dolayı da, "avret" olmaktan çıkmıştır.
Çünkü "avret", birkaç kısma ayrılır. Bazısı, her durumda "avret"
sayılır; bazısının, duruma göre hali değişir. Binâenaleyh, yabancı bir erkek
için "avret" sayıldığı halde, yukarda geçtiği gibi, onun
dışındakilere "avret" sayılmaz.
Üçüncü Soru: Siz bu
mübahlığın, başkalarına değil de, sadece hizmetçilere has olduğunu mu
söylüyorsunuz?
Cevap: Evet. Cenâb-ı
Hakk'ın "Bunlardan sonra ise, ne sizin özerinize, ne onların özerine bir
veba! yoktur" beyanında, bu hükmün, daha önce bahsi geçtiği gibi, buluğa
ermiş olanlara değil de, küçüklere tahsis edildiği hususunda bir delâlet
bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak daha sonra bu hususu açıkça bildirerek,
"Sizden olan çocuklar buluğ çağtna ulaştığı zaman kendilerinden
evvelkilerin izin istediği gibi, izin istesinler" (Nur, 59) buyurmuştur ki
bu, "Kim buluğa yeni ererse, bunun da, izin istemenin farz olması
hususunda daha önce buluğa ermiş olan kimseler mesabesinde olması gerekir"
demektir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerinden evvelkilerin izin istediği
gibi", ifadesinin dile getirdiği manadır.
Birisi "küçükken
hizmet eden kimsenin buluğa ermesi halinde, izin istememesi, caizdir"
şeklinde bir kanaat beyân edebilir. İşte Cenâb-ı Hak, bu kimsenin durumunu,
hizmet etmeyen ve mülk de olmayan kimsenin durumundan ayırmış ve "Buluğa
eren kimselerin izin istemeden evlere girmeleri yasak olduğu gibi, her ne kadar
daha önce hizmetçi veya köle olsalar bile, buluğa ermeleri halinde onların
durumu da aynıdır, (yani izinsiz içeri giremezler)" diyerek beyân
etmiştir.
[436]
Dördüncü Soru: İzin
isteme emri, sadece kölelere ve buluğa ermiş kimselere —ı mahsustur, yoksa
"zevî'l-erham-akrabalar"ın hepsini de içine alır mı? Yine, jrtnncı
bir kimse, akrabası olan bir kimsenin kölesi olması halinde bunun izin istemesi
3e gerekir mi?
Cevap: Birinci duruma
gelince, "evet" diyoruz. Bunun delili ya, Cenâb-ı Hakk'ın, ^yiman
edenler, kendi odalarınızdan başka odalara, sahipleriyle alışkanlık peyda
0meden..girmeyin'\uw.27) aeyetinin umumî bir ifade olmasıdır, yahut da bunun,
köle Oton kimseye kıyaslanmasıyladır. O halde, buluğa ermemiş olan kimseler,
haydi haydi Söyle olur. İkinci duruma gelince, biraz önce yazdığımız ayetin
umum ifade n— esinden dolayı, izin istemesi gerekir.
Birinci Soru: Ayet-i
kerimedeki, ifadesinin terkibteki yeri nedir?
Cevap: ifadesini
biçiminde merfu okursan, o zaman bu ifade de, mahallen merfû olarak ifâdesinin sıfatı olarak... Buna göre -ana
"Bu vakitler, izin isteme mecburiyeti olan üç "avret - açılma"
vaktidir. Ama, ifadesini mansub okursan, bu ifadenin i'rabta mahalli olmaz -e bu
ifade, özellikle o hallerde izin isteme emrini pekiştiren bir ifade olmuş olur.
Altıncı Soru: Ayet-i
kerimedeki tabiri ne demektir?
Cevap: Ferrâ ve Zeccâc
şöyle demişlerdir: Bu, müste'nef bir cümledir. Bu, senin tpkı, "Onlar
ancak sizin hizmetçileriniz ve sağınızda solunuzda dolaşanlarınızda" demen
gibidir. "Tavvâf" girip çıkmayı, dönüp dolaşmayı ;okca yapan kimseler
olup, bunun asıl manası, "tavaf etmek" anlamına dayanır. Buna göre
mana, "Birbirinizi izinsiz olarak dolaşırsanız" şeklinde olur.
Yedinci Soru: Ayetteki
förn kelimesi, hangi sebepten dolayı, merfu okunmuştur?
Cevap: "Bazınız
bazınızı dolaşır" anlamında olmak üzere, bu ifade mübtedâ, ifadesi ise onun haberidir. (dönen dolaşan)
kelimesinin hazfedilmesi ise. ayetteki ifadesi ona delâlet ettiği içindir.
Ayet-i kerimedeki "Kadmlardan-nifastan kesilmiş, artık
nikaha ümitleri kalmamış olan ihtiyarlar^ ifadesine gelince, bununla gili
birkaç mesele vardır:
[437]
Ibn Sikkît şöyle der:
"Bir kadın hayızdan kesildiği zaman, denilir ki, bunun çoğulu, 'dır. Ama sen bu
ifadeyle, o kadının
oturduğunu kastediyorsan, dersin." Müfessirler söyle demişlerdir: yaşlılığından dolayı hayızdan ve çocuktan
kesilen, kocaya da arzu duymayan kadınlar demektir. Evlâ olan,
onların hayızdan kesilmiş olmalarına itibar etmemektir, çünkü kadın hayızdan
kesilmiş olabilir, ama kocaya arzu duymayı sürdürür. O halde, bununla, onların,
kocaya arzu duymamaları kastedilmiştir. Bu ise ancak, o kadınların, erkeklerin
kendilerine arzu duymayacakları bir yaşa varmaları ile olur.
[438]
Ayette kadınlar hakkındaki
ifadesi, (Bakara, 237) ifadesi gibidir.
[439]
Avret tamamen
açılacağı için, Cenâb-ı Hakk'ın kadınların, elbiselerini tamamen
çıkarmalarına müsaade etmediği
hususunda şüphe
yoktur. İşte bundan ötürü müfessirler, bu ayetteki elbise ile, "çarşafın, hırkanın ve
başörtüsünün üstündeki örtünün kastedildiğini söylemişlerdir. İbn
Abbas (r.a)'ın bu ayeti, "Cilbâblarını, (çarşaf ve mantolarını)
çıkarmalarında!.', şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Süddî de, hocalarından,
onların bu ayeti, "başlarındaki örtüleri çıkarmalarında'.'.- şeklinde
okuduklarını rivayet etmiştir. Bazıları bunu "elbiselerinden
(bazılarını)" şeklinde okumuşlardır. Cenâb-t Hak, bu hükmü, bu kadınlara
tahsis etmiştir. Çünkü bu kadınlar hakkında, böylesi bir töhmet (tehlike) söz
konusu değildir. Onlar bu yaşa gelmişler ve dolayısıyla eğer zanlarına, bunun
aksi galib gelirse, yine bu durumda, onların da başörtülerini çıkarmaları helal
olmaz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "ama bundan da sakınıp (İffetli davranmaları)
kendileri için daha hayırlıdır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bunun, onları
böylesi bir zandan daha fazle uzak tutacağı için, daha hayırlı olacağını
söylemiştir. O halde, böyle bir zan olması halinde, tıpkı genç kadınlara
gerektiği gibi, bu yaşlı kadınların da (üst) elbiselerini çıkarmamaları
gerekir.
[440]
"Teberrüc",
saklı ve gizli tutulup, gösterilmemesi gerekli olan şeyi ortaya koymaya
çalışmaktır. Bu, Arapların,
"üzerinde örtüsü
bulunmayan apaçık bir gemi" manasında söyledikleri, "sefînetün
barlcün" deyimlerinden alınmadır. Teberrüc, beyazı siyahı ile tastamam
kuşatılmış, iyice görünen iri göz demektir. Ancak ne var ki bu ifade, kadının
zinetlerini ve güzel yerlerini ortaya koymak suretiyle erkeklere görünmesi
manasında kullanılır olmuştur.
[441]
Amaâya bir günah yok,
topala bir günah yok, hastaya bir günah yok. Size de. gerek evlerinizden, gerek
babalarınızın evlerinden, gerek annelerinizin eserinden, gerek erkek
kardeşlerinizin evlerinden, gerek kız kardeşlerinizin evlerinden,
gerek amcalarınızın evlerinden, gerek halalarınızın evlerinden, gerek
dayılarınızın evlerinden, gerek teyzelerinizin evlerinden, gerek anahtarlarına
sahip olduğunuz evlerden, yahut da yakın arkadaşlarınızın evlerinden yemenizde
bir günah yoktur. Hep bir arada toplu yemenizde de, dağınık ayrı ayrı yemenizde
de bir günah yok. Fakat evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından güzel bir
bereket ve selam dileyerek, kendinize (birbirinize) selam verin,
işte Allah, ayetleri, anlayasmız diye, böylece beyan eder"
(Nur, 61).
[442]
Alimler, körden, topaldan ve
hastadan günahın kaldırılmasının ne demek olduğu hususunda değişik görüşler belirtmişlerdir:
İbn Zeyd, "Bununla, "onların cihâda gitmemesinde bir günah yoktur" manası
kastedilr" derken; Hasan el-Basrf: "Bu ayet, İbn Ümmİ Mektûm (r.a)
hakkında nazil «nustur. Allah, o kör olduğu için ondan cihâd farzını
kaldırmıştır" demiştir. Bu ikinci görüş zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ, buna
'Ve size de yemenizde" ifadesini tffederek, bununla, Allah Teâlâ'nın,
onlardan bu husustaki hareci (vebal ve günahı) Mdrdığına dikkat çekmiştir.
Ekseri âlimler ise bununla şu mananın kastedildiğini «öyiemişlerdir: Birtakım
kimseler, hem bu üç kısım kişiyle, hem bu evlerde yiyip içmeyi yasak
sanıyorlardı. Allah Teâlâ işte bu sebeple, bunun yasak olmadığını beyan edip, o
şüpheyi giderdi.
Alimler, onların,
hangi sebepten ötürü böyle bir yasağın var olduğunu sandıklarında da ihtilaf
etmişlerdir: Kör, topal ve hasta hakkında, bu hususta şu izahları yapmışlardır:
a) Onar kör
olanlarla birlikte yemek yemiyorlardı. Çünkü o, yemeğin güzelini görüp
alamıyordu. Topal ile de, o oturamadığı için, bir de başkaları iki lokma
yerken, o ancak bir lokma yiyebildiği için, birlikte yemek istemiyorlardı. Hasta
da böyledir. Çünkü o da, sağlam insan gibi yiyemez. Ferrâ, "mananın böyle
olması halinde, bu kelimelerin başındaki harf-i cerri (hakkında) manasına
gelip, "sizin bunlar ile yeyip içmenizde, bir vebal yoktur"
demektir" der.
b) Körler,
topallar ve hastalar, sağlam kişilerle yeyip içmeyi terketmişlerdir. Körler,
"Biz, hiçbirşey göremiyoruz. Bu sebeple de çoğu kez, yiyeceklerin iyisini
alıp, kötüsünü başkalarına bırakıyoruz" derken; topal ve hasta olanlar da,
"Biz, hastaya ânz olan bazı hallerden ötürü, yiyecekleri, sağlıklı
kişilerin yiyeceklerini bozmaktan (onları tiksindirmekten) korkuyoruz"
diyorlardı. Bu sağlıklı olanların, onlarla yemek yemeyi hoş karşılamamaları ve
hastaların da çoğu kez hırsları, onları başkalarının lokmalarına bakmaya ve
takip etmeye sevketmesi sebebiyle idi. Bu ise, başkasının hoş karşılamayacağı
hususlardandır. İşte bütün bu sebeplerden ötürü bunlar, sağlam Kimselerle yeyip
içmekten kaçınıyorlardı. Bu düşünceler İki taraflı olarak söz konusu olduğu
için, Allan Teâlâ, bu hususta onlar için mutlak (genel) bir ifade kullandı.
c) Zührî,
Sa'îd b. Müseyyebin ve Ubeydullah b. Abdullah'ın bu ayet hakkında şöyle
dediklerini rivayet etmiştir: "Müslümanlar savaşa çıktıklarında,
sakatlarını ve kötürümlerini götürmüyor ve onlara evlerinin anahtarlarını
teslim ederek, "Size, evimizden yemenize müsaade ediyoruz"
diyorlardı. Ama onlar bunu günah kabul ederek, "Onlar yok iken, evlerine
giremiyoruz" diyorlardı. İşte onlar için bir ruhsat olmak üzere bu ayet
indi." Bu, Hz. Aişe (r.anhâ)'nin görüşüdür. Buna göre ayetin manası,
"Allah, savaşa çekip gittiklerinde, evlerinin anahtarlarını verdikleri
kimselerin, onların evlerinden yeyip-içme hususunda, kötürüm ve sakatlar için
bir vebal olmadığını bildirdi" şeklindedir.
d) İbn Abbas
ve Mukâtil b. Havyandan, bu ayetin Haris b. Amr hakkında nazil olduğu rivayet
edilmiştir: Çünkü Haris, savaşmak için Hz. Peygamber (s.a.s)'ie çıkmış ve Malik
b. Zeyd'i ailesine bakması için bırakmıştı. Dönünce de, onu darlık bitkinlik
içinde buldu ve ona halini sordu. O, "Senin iznin olmadan, evinden yemeyi
vebâlli bir şey olarak gördüm" dedi.
Diğer sağlıklı
insanlar hakkında ise, bu ayetle ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a)
Mü'minler, zayıf, hasta ve düşkünleri, hanımlarının, çocuklarının, yakınlarının
ve dostlarının evine götürüyor ve onlara oralardan yedirip içiliyorlardı. Hak
Teâlâ'nın, 'Ey İman edenler, birbirinizin mallarını, ticaret
(yani satın almanız) müstesna, haram hria yemeyin" (Nisa, 29} ayeti nazil
olunca, insanlar birbirlerinin yemeğinden r-ez oldu. Bunun üzerine bu ayet
nazil oldu.
b) Katâde
şöyle der: "Ensar çekingen idi. Bu sebeple, ihtiyaçları olmadığı zaman, n
yeyip içmezlerdi." Süddt bu hususta şöyle der: "Bunlardan biri
babasının, nin veya kızkardeşinin evine gitse ve evin hanımı ona bir ikramda
bulunsa, sahibi (efendisi) yok diye, onu kabul etmede bir vebal görürlerdi.
İşte, Allah Teâlâ -uhsatı indirdi."
[443]
Zeccâc:
"Arapça'da, "harec" "darlık" demek olup, dinî manası
"günarT'tır" demiştir.
[444]
Hak Teâlâ, insanlara
bu gibi yerlerden yemeyi mubah kılmıştır.
Ayetin zahiri bu
evlerden yeyip içmenin, evşahibinin müsaadesine
bağlı olmadığına delalet lir, ama alimler bu hususta değişik
görüşler belirtmişlerdir: Katâde'nin, "Bu olmakla birlikte, güzel bir şey
(davranış) değildir" dediği rivayet edilmiştir, rin çoğu bu görüşü kabul
etmemiş ve şu değişik izahları yapmışlardır:
a)
Bu, İslâm'ın ilk yıllarında böyle idi, ama
daha sonra Hz. Peygamber "Müslüman kişinin malı başkasına, ancak onun
gönül rızası ile (vermesi şartıyla) helal olur"[445]
hadis-i şerifi İineshedilmiştir. Hak Teâlâ'nın, "Peygamberin evlerine,
yemeğe davet olmaksızın av vaktini gözetmeksizin, girmeyin" (Ahzftb, 53)
ayeti de bunun mensûh olduğuna trtatet eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in
eşlerinden, babaları, kardeşleri ve kız «arteşleri bulunanlar vardı. O halde bu
nehiy, girme ve yeme hususunda izin almaksızın, evlere girmeyi de içine
almaktadır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak, buna fu sebepten ötürü izin
vermiştir: Çünkü müslümanlar, sayılan bu akrabalarını, arterinde bulunsalar da,
bulunmasalar da, evlerinden yemekten menedemiyorlardı. Dolayısıyla bu hususta
ruhsat verilmiş olabilir" denilirse, biz deriz ki: "Eğer durum Döyle
olmuş olsaydı, Özellikle bunların sayılmasının bir manası olmazdı. Çünkü bu hususta,
başkalarının durumu da onlannkiyle aynıdır."
b) Ebu
Müslim el-lsfehânî şöyle der: "Ayette bahsedilen akrabaların, mü'min
maları hali kastedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ daha önce mü'minleri,
"Allah'a ve âhfret gününe imân eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Resulüne muhalefet
eden kimselerle., dost olduklarını göremezsin" (Mücâdele. 22) ayetiyle,
onlarla içli-dışlı olmaktan nehyetmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, orada
yasakladığını, burada (Nur Sûresi'nde) mubah kılmıştır. Bunun delili şudur:
Cenâb-ı Hak bu surede, evde
bulunanlara selam
vermeyi emrederek, "Sahipleriyle alışkanlık peydah etmeden ve selam
vermeden, evlerine girmeyin" (Nur, 27) buyurmuştur. Halbuki bu ayette
bahsedilen akrabaların evleri için bunu emretmeyip, aksine, onların kendi
kendilerine selam vermelerini emretmiştir. Velhâsıl bu ayetin anlatmak
istediği, genel manada bir mübahlığ) ifade etmektir, yoksa her zaman ve zeminde
değil.
c)
"Cenâb-ı Allah, bu kimselerin âdetinin, evlerine gelenlerin, yemeklerinden
yemesinden hoşlanmak olduğunu bildiği için ve de bu hususta bir izin gibi
olduğundan dolayı, özellikle bunları saymıştır" denilebilir. Çünkü böylesi
bir âdet, çoğunlukla onlarda vardır. İşte bundan ötürü, ayette sayılanlara,
arkadaşları da ilave etmiştir. Biz, bu mübahlığın, kendisinde bir memnunluğun
bulunmasından ötürü, bu gibi kimseler için olduğunu bildiğimize göre ayetin
mensûh olduğunu söylemeye gerek yok.
[446]
Allah Teâlâ ayette,
onbir evden bahsetmiştir: Birincisi:
"Size de evlerinizden
yemenizde bir günah yoktur" ayetiyle anlatılandır. Burada şöyle bir
soru sorulabilir: "İnsanın, kendi evinde yemek yemesinin mubah olduğunu
söylemeye ne gerek var?"
Cevap: Bununla,
"zevcelerinizin ve ailelerinizin evinde yemenizde bir beis yoktur"
manası kastedilmiştir. Kadının evi, tıpkı kocanın evi gibi sayıldığından
dolayı, bu ev kocaya nisbet edilmiştir." Bu, Ferrâ nın görüşüdür. İbn
Kuteybe ise şöyle der: Cenâb-ı Hak bununla, insanların, kendi çocuklarının
evinde yemelerini kastetmiştir. Buna göre ayette, çocukların evleri, babalarının
evleri olarak ifade edilmiştir. Çünkü çocuk babanın ürünüdür. Çocuğun malı da,
babasının malı sayılır. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Kişinin yediği en helal (güze!) şey,
kendi kazancından yediğidir. Çocuğu da, onun kazanandandır"[447]
buyurmuştur. Bunun böyle olduğunun delili şudur: "Hak Teâlâ, akrabaları
tek tek saymış, ama çocukları (burada) saymamış. Çünkü bu müsaadenin sebebi,
akrabalık olduğu için, kişiye en yakın olan, haydi haydi bu ruhsata sahip
sayılır.
İkincisi, babaların
evleri; üçüncüsü, annelerin evleri; dördüncüsü, erkek kardeşlerin evleri;
beşincisi, kız kardeşlerin evleri; altıncısı, amcaların evleri; yedincisi,
halaların evleri; sekizincisi, dayıların evleri; dokuzuncusu, teyzelerin
evleri; onuncusu da, "anahtarlarına sahip olduğunuz" evlerdir. Buradaki
anahtarlar fmefâtlh) kelimesi, "miftah" (anahtar) seklinde de
okunmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) İbn Abbas
(r.a), "Kişinin arazisi ve sürüsü üzerindeki vekili ve kahyasının, o
arazinin meyvelerinden yemesinde, sürünün sütünden içmesinde bir jakınca
yoktur" demiştir. "Anahtarlara sahip olmak" demek, bir yerin
anahtarının kişinin emânetinde ve elinde olması demektir.
2) Dahhfik
şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk, savaşa katılanlar yerine bekçilik ve k
yapan yatatak hastaları murad etmektedir."
3) Bundan
kastedilen, "kölelerin evlerindir. Çünkü kölenin malı efendisine aittir.
el-Fadl şöyle
demiştir kelimesinin tekili, mim'in
fethasıyla kelimesinin çoğulu ise, mim'in kesresiyle (miftah)'dir. Onuncusu, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetinin ifade ettiğidir ki, bunun manası,
tfajdaşiarının evlerinden" demektir. kelimesi, hem tekil hem de
çoğuldur. (hafit) (karışım) (katin) hizmeçiler, bağlılar ve ileri gelen par kelimeleri de bunun gibidir.
Hasan el-Basrî'den rivayet edildiğine göre, (bir m evine girer. Bir de ne
görsün bir grup arkadaşı, içinde hurma tatlısı ve leziz acafcter bulunan
sepetleri divanın altından çıkarmışlar. Kapanmışlar üzerine aav. Bunun üzerine
Hasan el-Basrî'nin, yüzündeki çizgiler sevinçten ışıldar ve tor Ve, sahabenin
önde gelenlerini kastederek, "işte biz de onları böyle fcafcftük"
der.
İbn Abbas (r.a)'dan şu
rivayet edilmiştir: "Dost ve arkadaş, ana-babadan daha k önde gelir. Çünkü
cehennemdekiler yardım istediklerinde, babalarından ve lamdan değil de, aksine
dostlarından yardım istediler de, "artık bizim için, ne baap. ne de candan
bir dost yok!" (Şuara, 100-101) dediler. Anlatıldığına göre, Rebî r
-^aysem'in, bir din kardeşi, o yokken, Rebî'nin evine varır, cariyesine güler
yüz mmr. cariyesi de ona yiyecek ikram eder. Rebî döndüğünde cariye bunu ona
haber verir bu duruma çok sevindiğinden cariyesine, "Eğer doğru
söylüyorsan, hürsün?"
[448]
Ebu Hanife (r.h) bu
ayetle, kendisine haram olan bir akrabasının evinden bir şey çalan kimsenin
elinin, Cenâb-ı Hakk onlara bu ayetle onların evlerinden yemelerini mubah kılıp
izinlefTolmaksızın o evlere girme izni vermiş olduğun-bundan dolayı da, onların
malının "muhrez mal" olmayacağından dolayı geçeğine istidlalde
bulunmuştur. Buna göre eğer, "Arkadaşının malından zaman da kesilmemesi
gerekir" denilirse, biz deriz ki: Arkadaşının malını isteyen kimse, onun
dostu olamaz.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hep bir arada toplu yemenizde de,
dağınık ayrı yemenizde de bir günah yok" ayetine gelince, îirierin
ekserisi bu hususta şunu söylemişlerdir: "Bu ayet-i kerime, Kinâne'nin
oymağı olan Leys ibn Amr Oğulları hakkında nazil olmuştur. Çünkü onların
aaamları, tek başına yemek yemiyor ve bekliyordu. Şayet, kendisiyle birlikte
yemek birisini bulamazsa, hiçbir şey yemiyordu. Hatta bazen yanında, s_ğım
zamanı deve bulunuyor, fakat kendisiyle birlikte içecek bir kimseyi bulmadıkça,
onun m içmiyordu. İşte böylece Cenâb-ı Hakk şunu bildirdi ki, bir kimse tek
başına yediği zaman ona günah yoktur." Bu, İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür.
İkrime ve Ebu Salih
(r.h) ise şunu söylemişlerdir: Ensârdan birinin yanına bir misafir geldi mi, o
ev sahibi, ancak, misafiriyle birlikte yemek yiyordu. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hakk, onlara, nasıl isterlerse, ister topluca isterse dağınık olarak
yemek yiyebilme müsaadesi vermiştir."
Kelbî de şunu
demiştir: "Onlar, yemek yeme için bir araya geldiklerinde, tek başına
yemesi için, amâ olan kimseye yemek ayırıyorlardı. Bunun gibi, yatalak ve hasta
olanlar için de.. Böylece Cenâb-ı Hakk onlara, bunun vâcib ve zorunlu olmadığını
beyan etmiştir."
Diğerleri de şöyle
demiştir: Onlar, toplu yenilmesi halinde nefret ettirici ya da sıkıntı verici
bir şey meydana getir korkusuyla, tek başlarına yemek yiyorlardı. Bunun üzerine
Allah Teâlâ, bunun zorunlu olmadığını açıklamıştır. Ayetteki kelimesi hal
olduğu için mansubtur.kelimesi,
kelimesinin kelimesinin çoğuludur. kelimesi ise, kelimesinin
tesniyesidir. Bunu, el-Mufaddal söylemiştir. Şett kelimesinin, ayrılmak,
darmadağınık olmak anlamında bir masdar olduğu, daha sonra sıfat anlamına
kullanılıp çoğul yapıldığı da ileri sürülmüştür.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Fakat evlere girdiğiniz zaman, kendinize selam verin" buyruğuna
gelince bu, Allah Teâlâ'nın, bütün müslümanları, tıpkı ,"kendinizi
öldürmeyiniz" (ma, 29) ayetinde de olduğu, tekbir can gibi kabul etmesi
anlamındadır. Nitekim İbn Abbas: "Eğer orada kimse yoksa, kişi kendi
kendine", "Rabbimiz tarafından olan selâm, bize olsun" camiye
girdiğinde de, J"Rabbimiz tarafından olan selam, hem Resulünün, hem de
bizim üzerimize olsun" demiştir. Katâde şöyle demiştir: Bize, o selâmı
meleklerin aldığı anlatılmıştır. Kaffal de şöyle der: "Eğer evde zımmî
bulunuyorsa, o kimse, "Selam, hidayete tabi olana olsun'.' desin..
Ayetteki, kelimesi, mef'ülü mutlak olarak mansubtur. Buna göre, Cenâb-ı Hakk
sanki, "Allah'ın size emrettiği selâmdan bir selâm olmak üzere selam
verin" demek istemiştir. İbn Abbas (r.a) da: "Kim dese, bunun anlamı
"Allah'ın ismi, sizin üzerinize olsun" demiş olur" demiştir.
Ayetteki kelimesinin
izahı hakkında Dahhâk: "Buradaki "berekef'in manası, kat kat bereket
vermek demektir" der. Zeccâc da şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk,
kendisinde bulunan ecir ve mükâfaattan dolayı, selamın mübarek olduğunu; kişi,
bu hususta Allah'a itaat ettiğinde, hayrını çoğaltacağını ve mükâfaatını bol vereceğini
bildirmiştir."
Cenâb-ı Hakk
,buyurmuştur. Yaui, "Allah ayetleri, yani yasalarını, nlayasınız, yani
Allah'ın emir ve yasaklarını fehmedip kavrayasınız diye, böylece beyan
eder." Humeyd, Enes'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah'ın
Resulüne, on yıl hizmet ettim. Ama o bana, yaptığım herhangi birşey hakkında,
"niçin böyle yaptın?"; yapmadığım bir şey hususunda da, "niçin
şöyle japmadtn?" dememiştir. Allah'ın Resûlü'nün eline su döktüğüm ve
başucunda 3LTduğum bir sırada başını bana doğru kaldırdı ve "sana, istifade
edeceğin üç haslet Çeteyim mi?" deyince, ben, "Anam babam sana feda
olsun, ey Allah'ın Resulü, •vet öğret!" dedim. Bunun üzerine O,
"Ümmetimden kime rastlar ve ona selâm nrirsen, bil ki bu durum senin
ömrünü uzatır. Bireve girer ve oradakilere selam •«rrsen, senin evinin hayır ve
bereketi çoğalır. Kuşluk namazını da kıl; çünkü o, •vvabinin (Allah'a çokça
tevbe edenlerin) namazıdır" buyurdu."
[449]
'Mü'm'mİer ancak,
Allah'a ve Resulüne imân edenler ve onun maiyetinde, toplayıcı bir
iş üzerinde bulundukları zaman, ondan izin almadıkça ayrılmayanlardır.
Doğrusu; Sen'den izin isteyenler (yok mu), işte Allah'a ve
Resulüne imân edenler
onlardır. O halde betzı işleri için Sen'den izin istedikleri zaman, Sen de
onlardan dilediğine, izin ver ve kendileri için Allah'tan mağfiret iste. Çünkü
Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Peygamberi, kendi aranızda
birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayınız. İçinizden diğerini siper
ederek sıvışıp gidenleri, muhakkak ki Allah biliyor. Artık O'nun emrinden
uzaklaşıp gidenler kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara pek
acıklı bir azabın gelip çatmasından çekinsinler. Gözünüzü açınşüphesiz göklerde
ve yerlerde ne varsa Allah'ındır. O, üzerindebulunduğunuz durumu ve kendilerine
döndürülüp götürülecekleri günü muhakkak ki biliyor. Onlara neler yaptıklarını haber
verecektir. Allah her şeyi hakkıyla bilendi
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[450]
şeklinde de
okunmuştur. Âlimler bunun ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) Emr-i
cami, üzerinde toplanmayı gerektiren şey, demektir. Binâenaleyh
"emr"in, "toplayıcılık"la vasfedilmesi, mecazidir. Bu,
meselâ, düşmanla savaşma yahut mühim bir iş hususunda meşverette bulunmak veyahutta, zararı ve faydası herkesi ilgilendiren şey,
demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onun maiyetinde toplayıcı bir iş üzerinde bulundukları zaman",
ifâdesinde, bu işin, bu hususta tecrübelerinden yararlanması için, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in mutlaka tecrübe ve fikir sahibi kimselerle müşaverede bulunmasını
gerektiren çok önemli bir iş olduğuna dâir bir işaret bulunmaktadır.
Binâenaleyh, böylesi bir durumda onlardan birisinin çekip gitmesi, Hz.
Peygamber'in kalbine zor ve ağır gelen şeylerdendir.
b)
Oahhâk'tan, bu ifadeyle cumalar, bayramlar ve kendisinde hutbe irad edilen
herşeyin kastedildiği rivayet edilmiştir.
c)
Mücâhide göre bu ifadeyle, harb, vs. önemli
işler kastedilmiştir.
[451]
Âlimler, bu
ayetin sebebi nüzulü
hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Kelbî şöyle demektedir: Hz. Peygamber (s.a.s),hutbelerinde münafıklara
değiniyor ve onları ayıplıyordu. Bunun üzerine münafıklar sağlarına sollarına bakıyor;
onları hiç kimse görmediği zaman, namaz kılmadan çekip gidiyorlardı. Eğer
onları müslümanlardan birisi görürse, orada durur ve korktuğu için de, namazı
kılardı. Derken, bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bu ayet nazil
olduktan sonra, mü'minler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den izin almadıkça,
ihtiyaçlarını görmek için gidemez oldular. Münafıklar ise, izinsiz olarak artık
çıkabiliyorlardı.
[452]
Cübbâî şöyle der:
"Bu, o mü'minlerin, Hz. Peygamber (s.a.s)'den
izin istemelerinin, imânlarından olduğuna delâlet eder. Eğer böyle olmasaydı ve
onlar da izin istemeselerdi, o zaman onların imânlarının kâmil olması caiz olurdu.
Ki, bu da, Allah'ın her farzının yerine
getirilmesinin ve haramlarından kaçınmanın, imândan olduğuna delâlet
eder." Buna şu şekilde cevap veririz: "Bu, innema
kelimesinin, hasr ifade etmesine binaen böyledir. Bir de münafıklar izin istemeyi, o işi
hafife aldıklarından dolayı terketmişlerdi. Bunun ise küfür olduğunda bir
münakaşa yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Mü'minler ancak, Allah'a ve
Resulüne imân edenler ve O'nun maiyyetinde, toplayıcı bir iş üzerinde
bulundukları zaman, ondan izin almadıkça, ayrılmayanlardır. Doğrusu, Sen'den
izin isteyenler (yok mu), işte Allah'a ve Resulüne imân edenler onlardır. O halde bazı işleri
için Sen 'den izin istedikleri tnan, Sen de onlardan dilediğine izin ver ve
kendileri için Allah'dan mağfiret m. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve çok
merhametlidir" ifâdesine gelince, bununla
birkaç mesele vardır:
[453]
ifadesi, "Edebe
riâyet edip sana saygı göstermek için, senden izin isteyenler (yok mu), onlar Allah'a ve
Resulüne imân edenlerdir. Yani, "İmânlarının gereği ve muktezâsında amel eden
kimselerdir" demektir. Oatıhâk ve Mu katil şöyle demişlerdir: "Bununla,
Ömer İbnü'l-Hattâb kastedilmiştir. Bu böyledir, zira Hz. Ömer, Tebük Savaşı'nda ailesine
dönmek için izin istemiş, rz Peygamber de
ona müsaade edip, münafıklara işittirmeyi kastederek, "Git, vah "a
yemin ederim ki sen münafık değilsin" demiştir. Münafıklar bu sözü
duyunca, Huhammed'e de ne oluyor? Ashabı kendisinden izin istediğinde onlara
müsaade yor, ama biz izin ve müsaade istediğimizde, bize izin vermiyor. Allah'a
yemin ederiz s. biz onun adil olduğunu sanmıyoruz"
demişlerdir.
[454]
İbn Abbas (r.a) da
şöyle demiştir: "Hz. Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, umre lOpmak için
müsaade istedi. Bunun üzerine de Hz. Peygamber ona müsaade ederek, Ebfl Hafs,
salih dualarından bizleri de unutma" buyurdu.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"kendileri için Allah'tan mağfiret iste" emri ile «çili olarak şu iki
izah yapılmıştır:
a) Evlâ olanın, Hz. Peygamber için izin verse
dahi, onların izin istememesi :»<juğuna dikkat çekmek için, "kendileri
için Allah'tan mağfiret iste" buyuruJmuştur, ^ünkü, istiğfar, bir günahın
sudur ettiğine delâlet eder ve bu ifade, genelde, bazı
.nsatlar hakkında
kullanılır.
b) Allah
Teâlâ'nın, Hz. Peygamber'e, ashabın, izin isteme konusunda, Allah'ın adabına
sımsıkı sarılmalarına mukabil, onlar için mağfiret talebinde bulunmasını
emretmiş olması da muhtemeldir.
[455]
Katâde şöyle demiştir;
Bu ayet, "Niçin onlara izin verdin?" rrevbe. ayetini neshetmiştir."
[456]
Ayet, Cenâb-ı Hakk'ın,
o konuda reyiyle içtihâd etsin diye, bazı dinî meseleleri Hz. Peygamber
(s.a.s)'e havale ettiğine delâlet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayınız"
yasağına gelince, bununla ilgili olarak şu açıklamalar yapılmıştır:
a) Müberred
ve Kâffâl'ın tercihine göre ayetin anlamı şöyledir: "Onun, size olan
emrini ve çağrısını, birbirinize olan emir ve çağrınız gibi kabul etmeyin.
Çünkü, O'nun emrinden uzaklaşıp giden/ez, çekinsin/er"ayeti de
b)
"O'nu, birbirinizi çağırdığınız gibi, "Ey Muhammed" diye
çağırmayın. O'nu, ancak, "Ey Allah'ın Resulü, ey Allah'ın Nebisi diyerek
çağırın." Bu görüş, SaM İbn Cübeyr'e aittir.
c) "O'nu çağırırken, yüksek sesle çağırmayın"
demek crtup, bu aynı Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın peygamberi yanında
seslerini yavaşlatanlar". (Hucutaı, 3) ayetinden kastedilendir. Bu görüş
de İbn Abbas'a aittir.
d)
"O'nu kızdırdığınızda, O'nun, size beddua etmesinden sakınınız. Çünkü,
O'nun duasına İcabet edilir ve başkasınınkine benzemez" demektir. Birinci
açıklama, ayetin nazmına daha uygundur.
[457]
Cenâ-ı Hakk'ın,
"İçinizden, diğerini siper ederek sıvışıp gidenleri, muhakkak ki Allah
biliyor" ifadesine gelince bu, "Allah, azar azar sıvışıp gidenleri
biliyor" demektir fiilinin bir benzeri de
ve "azar sıvışıp gidenleri biliyor" demektir. fiilinin bir benzeri de, ve "azar azar
çıktı" "azar azar girdi" fiilleridir. Ayetteki kelimesi, SijSi anlamında olup, bu kelimede,
"Bu, onun arkasına gizlendi, o da, şunun arkasına", anlamına gelir.
Buna göre ayet, "Allah, o topluluktan gizlice ve birbirinin arkasına
gizlenerek çekip gidenleri bilir" demektir, bi jl kelimesi terkibte hal
olup anlamındadır.
Mânânın şöyle olduğu
da ileri sürülmüştür: Bazıları, izin talebinde bulunan ve kendisine izin
verilen kimsenin arkasına gizlenerek, kendisine izin verilmediği halde,
kendisine izin verilen bir kimseyle beraber çıkıp gidiyordu. (İşte Allah
bunları bilir!) Bu kelime, lâm'ın fethasıyla levâzen " şeklinde de
okunmuştur. Âlimler bu hususta ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:
a) Mukâtll
şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, cuma günleri okuduğu hutbesi,
münafıklara ağır geliyordu. BÖyleco de onlar, O'nun ashabının arkasına
gizlenerek, izin almaksızın çekip gidiyorlardı.
b) Mücahld,
"onlar, savaşta, saftan çıkıp, sıvışarak gidiyorlardı" derken,
c) İbn
Kuteybe, "Bu hendeğin eşilmesi sırasında olmuştur" demiştir.
d) "Onlar, Allah'ın Resulünden, kitabından
v* O'nun hatırlatmasından sıvışıp kaçıyorlardı" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah uliyor" ifadesi ise, cezalandırma hususunda bir tehdit ifade
eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"O'nun emrinden uzaklaşıp gidenler. çekinsinler" buyruğuna gelince,
bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[458]
Ahfeş ifadesindeki ân
harf-i cerrinin zaid olduğunu, mânânın ise, "O'nun emrine
muhalefetedenlersakınsın" şeklinde olduğunu söylerken,
başkaları bu ifadenin manasının, "O'nun emrinden yüz
çeviren ve sünnetinden meyleden" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
Binâenaleyh bu demektir ki, bu ifadenin başına j* harf-i seni, ayette geçen
fiilinin manasına gelmesinden dolayı gelmiştir.
[459]
Daha önce, hem
peygamberden, hem de
Allah'tan bahsedilmiştir. Ancak ne var ki burada kastedilen, Hz. Peygamber
(s.a.s)'dir. O halde, ifadesindeki zamirinin, Hz. Peygamber'e râci olması
gerekir. Ebu Bekr er-Razi (Cessâs) da şöyle demiştir: "Daha açık ve uygun
olan;, bu zamirin Allah'a râci olmasıdır. Çünkü, zamir, Allah lafzının hemen
peşinden gelmiştir. Zamirlerin râci olmasındaki hüküm ise, onların, önce geçene
değil, kendilerine en yakın olan şeye râci kılınmasıdır.
[460]
Ayet, emrin zahirinin
vücub ifade ettiğini göstermektedir.Bu husustaki istidlalimiz, şöyle
dememizdir: Emrolunanı yapmayan, o emre muhalefet etmiştir. Emre muhalefet
eden ise, ilâhi cezaya müstehak olmuştur. O halde bu demektir ki, emredileni
yerine getirmeyen, ilâhi cezaya müstehaktır. "Vücûb"un manası ise,
işte budur. Biz, emredileni yapmayan, o emre muhalefet etmiştir" dedik,
zira, emre muvafakat etmek, (ona uygun olarak hareket etmek), onun gereğini
yerine getirmek demektir. Muhalefet ise, muvafakat etmenin zıddıdır. O halde,
emre muhalefet etmek, onun Tiuktezasını ihlâl edip yerine getirmeme demektir.
Böylece emredileni yerine girmeyenin, "muhalif" olduğu, (o emre
muhalefet ettiği) sabit olmuş olur. Bu., Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık O'nun
emrinden uzaklaşıp gidenler kendilerini bir fitnenin çarpmasından çekinsinler1'
ayetinden ötürü, emre muhalefet edenin, ilâhi cezaya -ustehak olduğunu söyledik.
O halde, bu emre muhalefet eden kimse, ilâhi cezadan sakınmakla emrolunmuştur.
İlahi cezadan sakınma emri ise, ilâhi cezanın inmesini gerektiren şeyin
bulunmasından sonra olur. Böylece, Allah ve Resûlullah'ın emrine muhalefet
edenin hakkında ilâhi cezanın inmesini gerektiren bir şeyin bulunduğu sabit
olmuş olur.
Buna göre şayet
"Biz, emredileni yerine getirmeyenin emre muhalefet ettiğini <abul
etmiyoruz. Muarızımızın, "Emre muvafakat etmek, emrin muktezasını yerine
getirmek demektir. Muhalefet etmek ise, emrin muktezasını inlal etmek
demektir" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki, emre muvafakat
etmenin, onun gereğini yerine getirmek demek olduğunu kabul etmiyoruz. O halde,
bunun delili nedir? Sonra Diz, emre muvafakat etmeyi, şu iki şekilde açıklıyoruz:
a) Emre
muvafakat etmek, emrin gereğini, o emrin gerektirdiği biçimde yerine getirmek
demektir. Binâenaleyh emir, o işin mendub olarak yapılmasını gerektiriyor ve
sen de onu, adeta bir farz gibi yaparsan, bu da emre muhalefet olmuş olur.
b) Emre
muvafakat etmek, o emrin bir gerçek ve kabul edilmesi gerekli bir şey olduğunu
itiraf etmek demektir. Emre muhalefet etmek ise, onun bir hak, bir gerçek kabul
edilmesi gerekli bir şey olduğunu kabul etmemek demektir. Biz, senin
zikrettiğin şeyin, emre muhalefet etmenin, onun gereğini yerine getirmemek
demek olduğuna delalet ettiğini kabul etsek bile, ancak ne var ki bu, şu diğer
açıklamalarla çelişki teşkil eder: "Emredileni terketmek şayet emre
muhalefet etmek olsaydı, o zaman mendub olanı yapmamak da, hiç şüphesiz,
Allah'ın emrine muhalefet etmek olurdu. Halbuki bu, batıldır. Eğer batıl
olmasaydı, o zaman, mendubu terkeden kimse, ikinci mukaddimede beyan ettiğimiz
üzere, ilahi cezaya müstehak olmuş olurdu. Biz, emredileni yerine getirmeyenin,
emre muhalefet ettiğini kabul etsek bile, daha ne hakla sen, Cenâb-ı Hakk'ın,
''Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler..çekinsinler" ifadesine
dayanarak, emre muhalefet edenin ilahi cezaya müstehak olacağını
söyledin?" denilirse, biz deriz ki: "Biz, bu ayetin, emre muhalefet
edene, sakınmanın errtrolunduğuna delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Tam aksine,
bu, (doğrudan doğruya) emre muhalefet etmekten sakınmayı emre delâlet eder,
Binâenaleyh, mana, niçin böyle olmasın? Biz bunu kabul etsek bile, ancak ne var
ki ayet, emre muhalefet edenin sakınması gerektiğine delalet etmektedir. O
halde daha sen niçin, "Emre muhalefet edenin sakınması gerekmez"
dedin? Buna göre şayet sen, ifadesinin başındaki lafzı, "zaid'dir" dersen, biz deriz
ki: Kelâmda, Özellikle ilahi kelâmda aslolan, ziyadenin olmamasıdır. Biz,
ayetin, Allah'ın emrine muhalefet edenin, ilahî azabtan sakınmakla
emrolunduğuna delâlet ettiğini kabul edelim.. Ancak ne var ki, sen daha niçin,
"Bu kimsenin, ilahî azabtan sakınması farzdır" dedin? Bu konuda en
son söylenebilecek şey şudur: Bu hususta bir emir gelmiştir. Ancak ne var ki,
sen niye, emrin vücub ifade ettiğini söylüyorsun? İşte, meselenin başı da
budur. Buna göre şayet sen, "Parzedelim ki, bu emir, sakınmanın farz
olduğuna delalet etmesin. Ancak ne var ki bu, her halükârda sakınmanın güzel
olduğuna delalet ediyor. Sakınmanın güzel olduğu ise, ilahi azabın inmesini
gerektiren şeyin bulunmasından sonra ancak, mümkün olur" dersen, biz deriz
ki: Biz, sakınmanın güzel oluşunun, ilahi azabın inmesini gerektiren şeyin
bulunmasına bağlandığını kabul etmiyoruz. Tam aksine sakınma, ilahi azabın
inmesinin muhtemel olduğu bir sırada güzel olur. işte bundan dolayı ihtiyat
güzel kabuf edilmiştir. Bize göre burada, sadece böyle bir ihtimal
bulunmaktadır. Çünkü bu mesele kesin değil, ihtimale dayanan bir meseledir.
Biz, ayetin, ilahi cezanın inmesini gerektiren şeyin varlığına delalet ettiğini
kabul etsek bile, ancak ne var ki bu, her emirde böyle olmayıp, tam aksine tek
bir emirde böyledir Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi, tek bir emri ifade eder.
Bize göre, tek bir emir vücub ifade eder. O halde sen daha niye, her emir
böyledir, diyorsun? Biz, her emrin de böyle olduğunu kabul edelim. Ancak ne var
ki, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesindeki zamir, hem Allah'a, hem de Allah'ın Resulüne
raci olabilir. Ayet ise, emrin bu ikisinden birisi hakkında vacib olduğuna
delalet eder. O hatde sen daha bunun diğeri hakkında da böyle olduğunu
söyledin?" denilirse;
Cevap: Onun, "Siz
niçin, "emre muvafakat etmek, onun gereğini yerine getirmektir"
dediniz" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Bunun delili şudur:
Köle, katisinin emrine imtisal edip uyduğunda, "Bu köle efendisinin
emrine uymuştur. emrine göre hareket etmiştir" denilmesi güzel
olur. Binâenaleyh, şayet onun imtisal etmemiş olsaydı, o zaman da, "Kölesi
efendisinin emrine muvafakat . tam aksine muhalefet etmiştir" denilirdi. Bu
şekilde bir kullanılışın makbul dil
alimleri tarafından zorunlu olarak bilindiği malumdur. Binâenaleyh, "emre
ı «csafakat
etme"nin, onun gereğini yerine getirmek demek olduğu sabit olmuş olur.
Muarızımızın,
"emre muvafakat etmek, emrin gerektirdiği şeyi, emrin gerektirdiği [«oda
yerine getirmektir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Siz, emre
muvafakat "enin, ancak emrin gereğini yerine getirmekle olduğunu kabul
edince, şimdi biz ar« hiç şüphesiz, emrin muktezâsının "fiil" (iş)
olduğunu söyleyebiliyoruz. Çünkü, «9nm, "yap" şeklindeki sözü, o işin
yapılması gerektiğini gösterir. Fiil bulunmadığı uman, emrin gereği bulunmamış
olur. Bu sebeple, böylece de emre muvafakat 3lı Hnmamış olur ve
neticedede(muvafakat değil),muhalefet tahakkuk etmiş olur. , muvafakat ile
muhalefet arasında, bir üçüncü şık bulunmaz. Muarızımızın, "muvafakat,
kişinin, o emrin hak ve kabul edilmesi gerekli bir şey ocuğuna inanması
demektir" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki bu, emre vafakat
olmayıp, tam aksine o emrin hak olduğuna delalet eden delile muvafakat jş olur. Çünkü bir şeye muvafakat, o şeyin
gereğini ifade edip ortaya konulmasını naza eden şeyi yapmaktan ibarettir.
Binâenaleyh bu, o şeyin hak olduğuna delalet ic nce, o şeyin hak olduğunu
itiraf etmek, o delilin muktezâsının ortaya konulmasını gerektirir. Emir, o
fiilin varlık alemine sokulmasını, yapılmasını gerektirince, emre -jvafakat
etmek, varlık alemine girmeyi anlatan şeyden, durumdan ibaret olmuş njr. O
şeyin varlık alemine sokulması da, onun varlık alemine girdiğinin anlatılmasını
gerektirir. Binâenaleyh, emre muvafakat etmek, emrin muktezast olan işi yapmak
demektir.
Muarızımızın,
"Eğer bu böyle olsaydı, o zaman mendubu terkeden de, emre
jhalefet etmiş olur ve böylece de ilahi cezaya
müstehak olması gerekirdi!' şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Böyle bir
itzâm (muhatabı susturmak), ancak, mendubun emredilmiş bir şey olması halinde
doğru olur. Halbuki bu, imkânsızdır.
Muarızımızın,
"Cenâb-ı Hakk'ın, "çekinsinler" ifadesinin emre muhalefet edene,
sakınmayı emreden bir ifade değil, muhalefet etmekten sakınmayı emreden bir
ifade : ti ası niçin caiz olmasın?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz
ki: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman ayetin takdirî manası, "sr.ışıp
gidenler, O'nun emrine muhalefet etmekten sakınsınlar" şeklinde olurdu. Bu
durumda da, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi, açıkta kalmış olurdu. Çünkü,
"çekinmek" fiili, iki mef'ul alan bir fiil değildir.
Muarızımızın,
"Ayetteki harf-i cerri zâid değildir" şeklindeki sözüne gelince, biz
deriz ki: Bu husustaki alimlerin ihtilafını, birinci meselede ele almıştık.
Onun, "Daha ne
hakla 'siz, Cenâb-ı Hakk'ın, "çekinsinler" ifadesinin, İlahî cezadan
sakınmanın vacib olduğuna delâlet ettiğini söylüyorsunuz?" şeklindeki
sözüne gelince, deriz ki, biz, sakınmanın vücubiyyetini iddia etmiyoruz. Ancak
ne var ki, bu en azından sakınmanın caiz olduğuna delalet eder. Bu da, ilahî
cezanın meydana gelmesini gerektiren şeyin mevcut olması şartına bağlıdır.
Onun, "siz niçin,
"ayetin, emre muhalefet eden herkesin, ilâhî cezaya müstehak olduğuna
delalet ettiğini söylediniz?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki:
Allah Teâlâ, ilâhî cezanın inmesini, muhalefet etmeye bağlamıştır. Binâenaleyh
onun, ona bağlanmış olması gerekir. Bu sebeple de, illetin umumi olmasından
dolayı, hükmün de umumi olması gerekir.
Muarızımızın,
"Farzedelim ki, Allah'ın veya Resûlütlah'tn emri vücub ifade etsin.. O
halde, siz daha ne hakla, diğerinin emrinin de böyle olduğunu söylüyorsunuz?"
şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Hiç kimse, bu ikisi arasında bir fark
bulunduğunu söylememektedir. Allah en iyisini bilendir.
[461]
Bazı alimler derler
ki: "Emr" lafzı, sözlü emir ile, şân, durum, yol manasını ifade eden
"emr" arasında müşterek
bir ifadedir. Nitekim
"Falancanın işi, emri doğrudur" denilir. Bunun böyle olduğu sabit
olunca da, Cenâb-ı Hakk'm, ijA j* ifadesi, Hz. Peygamber'in sözünü, fiilini ve
gidişatını içine alır. Ki bu da, Hz. Peygamber {s.a.s)'in yapmış olduğu her
şeyin, bize farz olmasını gerektirir." Bu açıklama, ifadesindeki zamirin,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e raci olmasına dayanır. Ama bu zamirin, Allah'a raci
olması halinde bu açıklama tamamiyle geçersiz kalır ki, biz bunun İzahının
tamamını, Usûl-i Fıkıh'ta zikretmiştik. Allah en İyisini bilendir.
[462]
Cenâb-ı Hakk'ın
"kendilerini bir fitnenin çarpmasından yahut onlara acı veren bir azabın
gelip çatmasından" ifadesine gelince, bununla, "Emre muhalefet etmek,
işte bu iki şeyden birisini gerektirir:: manası kastedilmiş olup, ayetteki
"fitnetun" kelimesiyle dünyevi azab; "azabun elîm"
ifadesiyle de, uhrevî azab kastedilmiştir. Allah, emre muhalefet eden kimsenin
halini, bu iki durum arasında döndürüp durmuştur. Çünkü muhalefet eden kimse,
bazan dünyevi bir cezaya maruz kalmadan ölür gider, bazan da, bu ceza, ona bu
dünyada arız olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onun durumunu "terdîd -
(ya o, ya da bu) ifade eden jî İle bildirmiştir. Hasan el-Basrî, "Fitne,
onların nifaklarının ortaya çıkmasıdır" derken, İbn Abbas (r.a),
"Fitne öldürülmeleridir" demiştir. Bunun, "zelzele ve çeşitli
korkunç şeyle anlamına geldiği de ileri sürülmüştür. Cafer İbn Muhammed'in bu
kelimeye "Allah onlara zalim bir hükümdar musallat eder" manasını
verdiği de rivayet edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'tn
"Gölünüzü açın, şüphesiz göklerde ve yerlerde ne varsa Allah'ındır"
buyruğuna gelince, bu, adeta Cenâb-ı -akk'ın, yer ile göklere, bu ikisi
arasında bulunanlara gücünün yettiğine ve mükellefe yapmış okluğu şeyler hususunda
ya mükâfaat veya ceza verebildiğine, mükellefin, gizli ya 3a açıktan yaptığı
bütün şeyleri biliğine delâlet eder gibidir ki, bütürvbunlar da, kişileri,
emrine muhalefet etmekten caydırır, alıkor.
Ayetteki "O,
üzerinde bulunduğunuz durumu biliyor" oeyanına gelince, bu ifadenin başına
Aî (kad) edatı, Cenâb-ı Hakk'tn, onların .zerinde bulundukları dinî konulardaki
muhalefetleri ve nifakların bildiğini, te'kid etmek için gelmiştir. Onun bunu
bildiğini tekid etmesinin neticesi ise, tehdidin te'kid edilmesine varıp
dayanır. Bu böyledir, çünkü edatı,
muzari fiilin başına geldiği zaman (çoğu kez) anlamına gelir. Böylece de &
edatı, çokluk manasını ifade etmede, ya uymuştur. Bu tıpkı şairin,
'Eğer o, avlusu boş
(ve virane olarak) akşamlamışsa da, ancak ne var ki, onu ,o avlusunu), ard arda
gelen heyetler çok şenlendirmişlerdir" ifadesinde de böyledir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesindeki, hitab ve gaib şualarının, iltifat yoluyla, münafıklar için
kullanılmış olması muhtemel olduğu gibi, ayetteki, ifadesinin umumi, ifadesinin ise münafıklara yönelik bir ifade olması
da muhtemeldir. "Allah'a rücu etmenin, O'nun hükmünden başka bir
hükmün" bulunmadığı bir yere, makama dönmek anlamına geldiği defalarca
geçmiştir. Binâenaleyh, bunu tekrar etmenin gereği yoktur. Allah en iyi
bilendir.
Allah, Efendimiz ümmî
Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s) ile, O'nun âl ve ashabına selât ve selâm etsin.
[463]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/479
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/479
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/480
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/480-481
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/481-482
[6] Buhari, Tevhid, 40; Müslim, İman. 141-142 (1/90-91).
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/482-483
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/483
[9] Kenzü’l-Ummal, 5/13103
[10] Buharı, Nikâh, Müaned, 2/326, 447.
[11] Musned 2/343.
344.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/483-484
[13] Tirmizi, HudÛd, 25 (4/58).
[14] Öyle anlaşılıyor ki maksat şudur: Aslolan, zarar
vermemektir. Fakat zina önemli bir suç olduğu için,
zarar verene had bir caza olarak hükmedilmiştir (Ç.)
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/484-487
[16] Tirmizi Hudûd, 23 (4/57); Ebu Davud, Hudûd, 29
(4/159).
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/487
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/488
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/488
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/488-489
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/489
[22] Buhari. Vekale. 13; Müslim, Hudûd. 25.
[23] Bu kıssa, biraz sonra "ikinci mesele"de
gelecektir (Ç),
[24] Müslim, Hudûd, 12 (3/1316).
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/489-491
[26] Müslim. Hudûd, 12 (3/1316).
[27] Buhâri, Ahad. 1; Müslim, Hudûd, 25 (3/1325).
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/491
[29] Buhâri, Hudûd. 36: MOslIm, Hudûd, 30-32 (3/1328).
[30] Buhari, Itk 17.
[31] Müslim. Hacc, 413, 424 (2/975).
[32] İbn Mace,
Hudud, 18 (2/859)
[33] Kenzü'l-ummâl, 5/13114.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/492-496
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/496-498
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/498
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/498
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/499
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/499
[40] Ebu Davud, Cihad, 90 (3/37) benzeri hadis.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/499-500
[42] Darekutni, 3/147.
[43] Buhâri, Diyât, 6.
[44] Ebu Davud, Cihad, 90 (3/37) benzeri hadis.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/500-502
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/502
[47] Kenzü'l-Ummâl, 5/13114.
[48] Ebu DAvud, 33 (4/160).
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/502
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/502-503
[51] Muhyi's-Sünne lakabı 516/1122 yılında vefat eden el
Beğavî'ye ait olup. Şafii fıkhına dair eserinin adı Tenzibu’l-Ahkam’ır (ç).
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/503
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/503
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/503-504
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/504-505
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/505
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/505
[58] Ebu Davud, Hudûd, 33 (4/160).
[59] Kenzü'l-Ummâl. 5/13114.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/506-507
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/507
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/507
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/508
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/508
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/508
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/508-509
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/509
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/509
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/509
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/509-510
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/510
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/510-511
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/511
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/511
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/512
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/512
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/512
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/513
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/513
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/514
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/514
[82] Buharl, Fezâilü'l-Ashab, 18, Müslim, Hudûd, 8-9
(3/1315).
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/514-515
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/515
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/515
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/515
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/516
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/516-517
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/517-519
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/520
[91] İbn Mice, Hudûd. 5 (2/850) Benzeri hadis.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/521-522
[93] İbn MAce Talâk, 27 (1/668); Ebu Davud, Talak, 27
(27273).
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/522-524
[95] Kenzü'l-UmmAİ, 5/13008.
[96] Danmî, Nikâh, 42 (2/153).
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/524-525
[98] Buharı, Hudûd, 22
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/526
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/526
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/26-527
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/527
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/527
[104]Darekutni, 3/147.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/527-528
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/528
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/528
[108] Müslim, Liân, 6(2/1132).
[109] Keşfu'l-Hafâ. 2/209.
[110] Müsned, 1/238.
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/528-531
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/531
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/531
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/531-532
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/532-533
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/533
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/533
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/534
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/534
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/534
[121] Müslim, Feraiz,
14, 17 (3/1237)
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/534-535
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/535
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/535-536
[125] İbn Maca, Zühd, 30 (Z/1420).
[126] Ebu Davud. Cihad, 90 (3/37) benzeri hadis.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/536-538
[128] Müsned, 1/238.
[129] Keşfu'l-Hafa, 2/209.
[130] İbn Mace. Ahkâm, 30 (2/792).
[131] Keşfu’-Hafa, 1/92.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/538-540
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/540-541
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/541-542
[135] Kenzu'l-Ummâl, 15/40581; Ebû DAvud, Talâk. 27 (2/278).
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/542-544
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/544
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/544-545
[139] Buharî, ŞehAdât, 21.
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/545
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/546
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/546-547
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/547
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/547
[145] İbn Mace, Talâk, 27 (1/670).
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/547-549
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/549
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/550
[149] Buhari Buyu, 3: Müslim, Rıda 36 (2/1060).
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/550-552
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/553
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/553
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/553-554
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/554
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/554
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/554-555
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/555
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/555
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/555-556
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/556
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/556
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/557-559
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 16/559
[164]Tirmizi, Edeb, 70 (5/138); Müsnvd, 6/72.
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/559
[166] Müslimm, İlim, 15 (4/2059); Tirmizi, İlim 15, (5/43).
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/559-560
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/560
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/560-563
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/563
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/563-564
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/564
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/564
[174] Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66 (4/1999).
[175] Buhari, Salftt 86; Müslim, Birr 65 (4/1999).
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/565
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/565-566
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/566-567
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/567
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/568-569
[181] İbn Maca, Fiten, 12 (2/1316); Tirmizi, Zühd, 11
(4568).
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 16/569-571
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/5
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/5
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/5-6
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/6
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/6
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/6-7
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/7-8
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/8
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/8
[192] Müslim, Birr, 71 (4/2002); Ibn Mace, Ticâret, 26
(2/741).
[193] Buhari, İmân, 4-6; MOaNm, İmân. 64, 73 (1/86).
[194]Müslim, İmaret, 46 3/1472, (Benzeri bir hadis)
[195] Buhari, İman,
7; Müslim, İman, 71-72 (1/67-68)
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/8-9
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/9-10
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/10
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/10
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/10
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/10
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/10-11
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/11-14
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/14
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/14-15
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/15-16
[207] Keşfu’l-Hafa, 1/424.
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/16-21
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/21
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/21
[211] Kenzu'l-Ummal, 10/30194.
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/22
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/22
[214] Kenzu'l-Ummal,
3/7032
[215] Müsned, 3/438, 4/148.
[216] Müslim, Eymân, 11 (3/1272).
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/22-23
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/23
[219] Müslim, Eymân, 11 (3/1272).
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/23-24
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/24-25
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/25
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/25-26
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/27-28
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/28-30
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/30
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/30-31
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/31-32
[229] Kenzü'l-Ummâl, 9/25203.
[230] Buhârl, istizan, 13.
[231] Buhari, İsti'zan, 13; Müslim, Adâb, 32-34 (3/1694).
[232] Kenzü'l-Ummil, 9/25917
[233] Kenzü'l-Ummal, 9/25205.
[234] Tirmizi, Isti'zan, 17(5/64).
[235] Muvatta, Isti'zân, 1 (2/240).
[236] Tirmizl tefsiri, 96 (5/453).
[237] Buhari. Cenâiz, 2; Mü »ti m. Selâm, 4-6 (4/1705).
[238] Buhari. İmân, 20; Hunim, imân, 93 (1/74) (Benzeri
hadis).
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/32-40
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/40
[241] Tirmizl, Edeb, 40(5/110).
[242] İbn Mftce, Cenâiz, 8 (1/469).
[243] Müslim, Hayz, 74 (1/206); Tirmizi, Edeb, 36 (5/109).
[244] Tirmizi, Edeb, 28 (5/101).
[245] Ebû Dâvûd, Nikâh, 18 (2/228).
[246] İbn Mace, Nikah, 9(1/599) Tirmizi, Nikâh. 5 (3/397).
[247] Müsned, 2/343-344.
[248] Buhari, Gusul, 20; Tirmizî, Edeb, 22, 29 (5/102).
[249] Tirmizî, Edeb, 29 (5/102).
[250] Tirmizi, Edeb. 2 (5/112).
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/40-45
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/45-46
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/46
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/47
[255] Nihaye, 3/352
[256] Ebû Dftvûd, Libas, 32 (4/62).
[257] Ebû Dâvûd, Talâk. 43 (2/290).
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/47-51
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/51
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/51-52
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/52
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/52
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/52
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/52-53
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/54
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/54
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/54
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/55
[269] İbn Mâca, Nikâh, 46 (1/633).
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/55-56
[271] Ebû DavÛd. Nikâh, 24 (2/231).
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/56
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/57
[274] Buhari, Savm, 10; Müslim, 1-3 (2/1018).
[275] lbnMace, 4(1/101).
[276] Kenzu'l-Ummâl 1/2263, 2357.
[277] Buhâri, Umre, 8; Müslim Hacc, 127 (2/877).
[278] Müsned, 3/126; Nesai, Aşretün-Nisâ, 1 (7/61).
[279] Keşfu'l-Hafâ, 2/58.
[280] Buhari, Nikâh, 1.
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/57-59
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/59-60
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/60
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/60
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/60-61
[286] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/61
[287] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/62
[288] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/62-63
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/63
[290] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/63
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/63-64
[292] ei-Beğavî olabilir (ç.).
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/64
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/64-65
[295] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/65
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/65
[297] Kenzü'l-Ummâl. 1/397; Keşful-Hafft, 2/370.
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/66-67
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/67
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/67-68
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/68
[302] Müsned. 3/467.
[303] Müsned, 6/384.
[304] Buhari, Nikâh, 18; Müslim, Itk, 10 (2/1143).
[305] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/68-70
[306] Tirmizi, Buyu, 35(3/561); EbÛ Dâvûd, Itk, 1 (4/21).
[307] Müslim, ttk, 5 (2/1141); Buhari, SalAt, 70.
[308] Tİirmizi, Buyu, 35 (3/561); EbÛ Dâvûd. Itk, 1 (4/21).
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/70-71
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/72
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/72
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/72-73
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/73
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/73
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/73-74
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/74
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/75-76
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/76-77
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/77-78
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/78-79
[321] Menazır, fizik biliminin bir bölümü olup ışıktan ve
ışığın yansımalarından bahseder (ç.).
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/79-87
[323] Müslim, İman, 293 (1/162); Ibn Mâce, Mukaddime, 13
(1/70-71) (Benzer hadis).
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/87-88
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/88-89
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/89
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/89
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/90
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/90-92
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/92
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/93
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/93
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/93-94
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/94
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/94
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/94
[337] Buhari Bed'u'l-halk. 8: Mûslim, Cennet, 14-16 (4/2179)
(Benzeri hadis).
[338] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/94-95
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/96
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/96
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/96-97
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/97
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/98
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/98-99
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/99
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/99-100
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/100-101
[348] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/101-102
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/102
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/102
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/102-103
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/103
[353] Buhâri, Ezan, 37, (Benzeri hadis).
[354] Muvatta, Sefer, 53.
[355] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/103
[356] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/103-104
[357] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/104
[358] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/104
[359] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/105
[360] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/105
[361] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/105-106
[362] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/106-107
[363] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/107
[364] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/108
[365] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/108
[366] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/108-110
[367] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/110-111
[368] Camiu’sSağır, 2/89.
[369] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/111-112
[370] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/112
[371] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/112-114
[372] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/114-116
[373] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/116-117
[374] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/117
[375] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/117-119
[376] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/119
[377] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/119-120
[378] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/120
[379] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/120-121
[380] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/121
[381] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/121-122
[382] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/122-123
[383] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/123
[384] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/123-124
[385] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/124-125
[386] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/125
[387] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/126
[388] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/126
[389] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/126
[390] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/126
[391] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/126-127
[392] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/127
[393] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/127-128
[394] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/128
[395] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/128-129
[396] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/129
[397] Bu: "Siz en hayırlı insanlarsınız" demektir.
Gerçek anlamda soru olsaydı, onlar kotülenmiş olurlardı (ç.).
[398] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/129-130
[399] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/131
[400] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/131
[401] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/132
[402] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/132-133
[403] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/133-134
[404] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/134
[405] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/134
[406] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/134
[407] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/134
[408] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/135
[409] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/135
[410] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/135
[411] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/135
[412] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/135-138
[413] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/138-139
[414] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/139-140
[415] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/140
[416] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/140-141
[417] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/141
[418] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/141-142
[419] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/142
[420] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/142
[421] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/142
[422] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/142
[423] Buhari, Hudûd, 22: İbn ftMcr Talâk, 15 (1/656).
[424] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/143-144
[425] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/144
[426] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/145
[427] Tirmizi, Salat, 299 (2/259), Dirimi, Salât, 141
(1/333).
[428] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/145-146
[429] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/146
[430] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/146
[431] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/146
[432] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/146
[433] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/147
[434] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/147
[435] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/147-148
[436] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/148
[437] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/149
[438] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/149-150
[439] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/150
[440] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/150
[441] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/150
[442] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/151
[443] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/151-153
[444] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/153
[445] Keşfu'l-Hafa, 2/370.
[446] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/153-154
[447] Buhari, Buyu, 15; MÜsned. 2/334.
[448] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/154-155
[449] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/155-157
[450] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/157
[451] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/158
[452] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/158
[453] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/158-159
[454] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/159
[455] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/159
[456] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/159
[457] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/159-160
[458] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/160-161
[459] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/161
[460] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/161
[461] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/161-164
[462] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/164
[463] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/164-165