Namuslu Kadınlara İftiranın Cezası
Hanımlarına Zina İsnad Edip Şahit Getiremeyenlerin
Durumu
İyilik Yapmamak Konusunda Yemin Yapılmaz
Mü'min Ve Namuslu Kadınlara İftiranın Cezası
Mü'min Erkeklerle Kadınlara Teklif Edilen Davranışlar
Gençleri Evlendirmek Dini Bir Görevdir
Yüce Allah İnsanlara Neler İndirdi?
Allah Göklerin Ve Yerin Nurudur
Gerçek İman İle Sahte İmanı Ortaya Çıkaran Davranış
İman Ve İyi Amelin Getirdikleri
Nur Suresinden Çıkarılan İlkeler
1. Tevhid İnancı ile İlgili İlkeler.
2. Peygamberle İlgili İlkeler:
3. Cinsel Ahlâkla İlgili Prensipler:
4. Ahiretle İlgili Prensipler:
Bu sûre "nûr" ismini, 35. âyette geçen "Allah'ın nuru" ve 40. âyette geçen "Allah bir kimseye nûr vermemişse artık onun nuru olmaz" ifadelerinden almaktadır.
Nur sûresi, hicretin beşinci yılında Hz. Peygamber'in Müstalik kabilesine karşı yaptığı seferde geçen olgu nedeniyle inmiştir. Bilindiği gibi bu seferden dönerken Hz. Aişe'ye çirkin iftira atılmıştı. Bunun çözümü için 64 âyetlik bu sûre inmiştir.
Olguyu burada kesiyoruz. Çünkü sûrenin 11. âyetinde olgunun tamamı anlatılacaktır. İşte bu iftira olgusunu çözmek için bu sûre inmiştir.
Zina, iftira, evlilik, erkek kadın ilişkileri, bulûğ çağının getirdiği davranış şekilleri, Hz. Peygamber'e karşı davranış âdabı, Allah'a ve peygambere itaat ve nihayet Allah'ın nuru ve insanın o nurdan alışı gibi konuları gündeme getiren bu sûrede, İslam dininin temel konularına ışık tutulmakta, cinsel ahlâk ile sosyal ahlâk arasındaki bağlantıları kurarken psikolojik tahliller de yapılmaktadır.
Boşanma ve ceza hukuku bakımından bakınca, bu sûrede kadın hakları konusunda devrim denecek ölçüde ilkelerin getirildiği görülecektir.
Nûr sûresi, Medine'de inmiştir ve 64 âyetten ibarettir.
Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
1. Bu, indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir sûredir. Bu sûrede düşiinüp öğüt alasınız diye apaçık âyetler indirdik.
Bu âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:
1. Yüce Allah'ın üç eylemini burada görüyoruz. "İndirmek", "farz kılmak" ve yine "indirmek". Bunun anlamı, bütünüyle Kur'ân gibi bu sûreyi de Hz. Muhammed yazmadı; sûre, tıpkı diğerleri gibi bizzat Allah tarafından indirilmiştir.
2. Bu sûrede geçen hükümler medenî hukuk bakımından kesin olduğundan farz kılınmıştır.
3. Sûrenin âyetleri apaçıktır; anlaşılmayacak hiçbir yönü yoktur. Bütün konular, apaçık kitabın apaçık âyetlerindendir. Çünkü Kur'ân, mübîn, yani apaçıktır; her şeyi net bir şekilde anlatmakta, insana sunup öğretmektedir.
4. Kur'ân'ın bütünü gibi bu sûrenin âyetleri de, insanların düşünüp öğüt almalarını hedef almaktadır.
Âyette geçen le'alle kelimesinin ihtimal, yani olasılık anlamı taşımasına rağmen, "düşünüp öğüt alırsınız ümidi ile" şeklinde de manalandırılabilir. İnsanla ilgili olan "tezekkür" fiilinin başına gelmekle davranışın, düşünüp öğüt almanın kesin olamayacağına işaret etmektedir. Yüce Allah, Kur'ân'da kendi eylemleri için kesin konuştuğu halde, insanın eylemleri için kesin konuşmayıp ihtimalli ifadelere yer vermektedir. Bundan, Yüce Allah'ın insana düşünüp öğüt alma konusunda özgürlük tanıdığını anlıyoruz.
Yüce Allah'ın İndirip içindeki hükümleri farz kıldığı ve apaçık â-yetleri üzerinde düşünüp Öğüt alma konusunda hiçbir zorlama yoktur; aksine özgürce hareket etmek vardır. Onun için düşünüp Öğüt alan, kendi faydasına, almayan da kendi zararına hareket etmiş olacaktır. Çünkü özgürlük ona sorumluluk getirmektedir.
5. feradnâ "farz kıldık" deyince hukuku hatırlıyoruz. Hukukun içerdiği hükümler de hukuk ahlâkını hatırlatmakta ve bu âyet, hukuksal düşünceyi Öne çıkarmaktadır. Böylece Allah hukuk konusunda insan aklına, düşüncesine bir alan bırakmaktadır. Çünkü Allah, hükümler koyarken hukuk yapmakta ve bununla insanın düşünme yeteneğini harekete geçirerek hukuk üretmesini Öğretmekte, hukukun ahlâkla olan ilişkisinde aklı, yani aklın eylemi olan düşünceyi devreye sokmaktadır. Tezekkür kelimesi hem düşünme, hem de Öğüt alma manasına gelmektedir. Düşünme manası hukuku, öğüt alma da ahlâkı ilgilendirmektedir. Her ikisi de eğitim faaliyetini gündeme getirmekte ve gerek hukuk, gerekse ahlâk eğitimi kavramlarına geçme imkanını bize vermektedir.
Bu âyetle Yüce Allah, insanın beynini harekete geçirip düşünmesini amaçladığını söylerken, aynı zamanda ilâhî eğitimin amacının ne olduğuna açıklık getirmektedir. Hükümler üzerinde düşünen kafa, onlardan ahlâka geçip orada değerler üretmesini becermelidir. Hukukun soğuk yüzünü ısıtacak, sert duruşunu yumuşatacak olan insanın düşünce boyutu olacaktır.
6. Yüce Allah, âyetlerini açık bir şekilde gönderdi ki insanlar düşünüp öğüt alsınlar. Bundan da eğitim için şu ilkeyi çıkartıyoruz: Öğretmenler konuları ve onların içindeki kavramları açık bir şekilde açıklamalıdırlar ki, öğrencilerini düşünceye sevkedebilsinler. Açıklaması net olmayan konular düşünceye sevketmekten uzaktırlar.
7. Yüce Allah, Nûr sûresinin amacını sonunda değil de, başında söylemiştir. Bunun sebebi, Nûr sûresinin içindeki konulara beyin ile yaklaşılmasını istemektir. Nûr süresindeki hükümler, insan ilişkilerine getirilen değerler ve ahlâkî kurallar üzerinde körü körüne değil de düşünce ile yaklaşılması öngörülmektedir. Düşünce de olduğu yerde kalmamalı, gönle inerek öğüt halini almalıdır ve o değerler sistemi kişinin davranışlarına yansımalıdır. [1]
2. Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun; Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın.
Mü'minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.
3. Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez. Zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu durum, mü 'minlere çirkin gösterilmiştir.
Bu âyetler zinanın hükmünü ve cezasını gündeme getirmektedir. Zina, sadece iki kişiyi ilgilendiren bir davranış değildir. Toplumun ahlâkını, nizamını, neslin asaletini ve aile hayatını yakından ilgilendirdiği için cezasında da farklılık vardır. Zina, hüküm olarak Allah'ın yasakladığı haram bir fiildir.
Zina, kadına nikahsız yaklaşmak, cinsel ilişkide bulunmak anlamına gelmektedir. Zina hem dünyevi bakımdan suç hem de uhrevi bakımdan günahtır. Suçun karşılığı hukukî ceza, günahın karşılığı da âhiretteki azaptır. Suçun kaldırılması mümkün değildir ama günahın kaldırılması tövbe ile mümkün olabilir. Bunların delillerini, açıklamanın devamında vereceğiz. Şimdi âyetin analizine geçebiliriz:
1. "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun."
Ayetin bu kısmında geçen "zina eden kadın ve erkek" ifadesine âlimler "bekâr" anlamı vermişler, evli olanların zinasının ise recm "taşlama" ile cezalandırılmasının gerekli olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir hüküm Kur'ân'da yer almadığı halde, kendilerine delil bulmak için konuyu oldukça zorlamışlardır. Biz onların bu arayışlarına, zorlamalarına ve ihtilaflarına girmeden, recmin nereden geldiği konusunu ele almayı uygun buluyoruz.
Recmin, İslam öncesi Yahudilerin kitabı Kitab-ı Mukaddes'te yer aldığını görüyoruz. "Ve başka birinin karısı ile zina eden, komşusunun karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir. Ve babasının karısı ile yatan, babasının çıplaklığını açmıştır; ikisi de mutlaka öldürülecektir; kanları kendi üzerlerinde olacaktır ve bir adam gelini ile yatarsa, mutlaka ikisi de öldürülecektir; rezalet ettiler, kanları kendi üzerJerinde olacaktır"[2].
Aynı konu az daha farklı biçimde Tensiye, bab, 22, 13-29. âyetlerinde bazı zinalar için recm cezası olarak anlatılmaktadır.
Bundan anlıyoruz ki, recmederek yani beline kadar toprağa gömüp taşlamak suretiyle Öldürme cezası îslam öncesi toplumlarda, özellikle Yahûdilerde var olan bir uygulama şekli idi. Kur'ân, bu ceza şeklini uygun görmemiş, hatta hiç anmadan kendi ceza şeklini uygulamıştır ve uygulamayı hükme bağlamıştır.
Şimdi zina suçuna Kur'ân'ın uygulamayı emrettiği ceza şekilleri nelerdir? sorusunu cevaplayabiliriz. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "her ikisine yüz değnek vurmak suretiyle cezalandırmak". Ayette geçen sili- celde kelimesi, "cilde vurulan darbe, değnek, sopa" demektir. Âlimler bu sopanın nasıl olacağı konusunu tartışmışlardır. Bize göre, insanı ağır derecede yaralayacak, ölüm derecesine getirecek olan bir uygulamayı savunmayanların görüşü doğrudur. "Değnek, parmak kalınlığında ve omuz seviyesine kaldırarak vurulacak" diyenlerin görüşünü kabul ediyoruz.
Recm cezasının olamayacağının gerekçelerini şu şekilde sıralayabiliriz: Şimdi recm/taşlayarak öldürmenin olmadığını ispat edebiliriz:
1. Nisa 25'te zina eden cariyeye, evli hür kadınlara verilen cezanın yarısının verileceği hükme bağlanmaktadır. Eğer, zina eden hür kadına Ölüm/recm cezası verilirse bunun yarısı olur mu? Ölümün yarısı nedir? Demek ki yüz değnek vurulursa, cariyeye de 50 değnek vurulacaktır.
2. "Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkartılır. Bu, Allah'a göre kolaydır" (Ahzâb 33/30).
Peygamber hanımları zina gibi bir hayasızlığı işlemezler ama, işlediklerini varsayarak, ölümün iki katı ceza onlara nasıl uygulanacaktır? Ölümün iki katı ceza olur mu? Demek ki normal kadınlara yüz değnek vurulurken, onlara iki yüz değnek vurulacaktır.
3. Yüce Allah, Furkân 68-69'da Rahman'm kullarından üç davranışı beklememektedir. Bunlardan biri şirk, diğeri haksız yere adam öldürme, bir diğeri de zina etmedir. Bu üç günahı işleyenlerin, kıyamet günü azapları iki katına çıkartılacağı gündeme getirildikten sonra 70. âyette şu ifade yer almaktadır: "Ancak tövbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir."
Zina eden kişi öldürülürse onun hayatını ve davranışını değiştirecek olan tövbe fırsatı verilmemiş olacaktır. Kâfire tövbe edip dönme fırsatı verilirken, zina edene tövbe edip normal hayat yaşama fırsatı verilmeyecek midir?
4. Biraz sonra Nûr 3'te görüleceği gibi, zina eden kadının zina eden erkekle evlenebileceği, nikahlarının geçerli olacağı hükme bağlanacaktır. Zina eden kadınla zina eden erkek evlenerek medenî hayata katılabilirler. Zina edene Ölüm cezası uygulanırsa, böyle bir evlilik olamaz ve bu âyet askıda kalır; bu sefer de hükmünün kaldırıldığını söyleriz.
Şimdi bu delillerden neyi ispatladığımıza gelebiliriz. Zina edenleri recmederek, taşlayarak öldürme cezası îslam öncesi bir uygulamadır. Nûr 2 ve Nisa 15 bu uygulamayı ortadan kaldırmıştır. Başka bir ifade ile kitaplarda yer alan recm ifadesi bu âyetleri kaldırmamış, aksine bu âyetler o uygulamayı kaldırmıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki, yarı beline kadar toprağa gömüp taşlanarak öldürme tatbikatı, Yüce Allah'ın merhametine uygun değildir. Bir insana ölüm cezası verilir ama, uygulaması bu şekilde olmaz ve olmamalıdır. İslam öncesi kültürlerde böyle uygulamaların olduğunu Kitab-i Mukaddes'ten alıntılar yaparak ispatladık. İslam bu ceza şeklini sopaya çevirmiştir. Bu konuda kitaplarda yer alan, hükmü devam eden ama metni Kur'ân'da olmayan uydurma bir metnin hükmü İslam için yüz karasıdır. Bu kitapların elden geçirilip düzeltilmesi gerekiyor.
Din âlimi ve görevlileri İslam'ı dünyaya çirkin gösteren ve Kur'ân'da yer almayan bu uygulamaların çıktığı hükmü sorgulayıp değerlendirmeleri gerekiyor. Kur'ân'da yer almayan bir hükmün İslam'a mal edilmesi Allah'a iftiradan başka bir şey değildir. Ayrıca bu konuda hadis kitaplarında yer alan hadislerin de gözden geçirilmesi bir görevdir.
Genelde örnek olarak anlatılan Mâiz olayı, bir daha gözden geçirilip sorgulanmalı, sahabeye zina isnad etmenin doğruluğu araştırılmalıdır. Kur'ân ve İslam dini bizden bunu istemekte ve bu leke ile İslam'ı bir yere götüremeyeceğimizi öğütlemektedir.
Zaten Kur'ân sadece bu fiilde dört tane şahit istemektedir. Diğer konularda iki şahit isterken, bu konuda dört şahit istemesinden anlaşılıyor ki konu iftiraya çok açık, insan onurunu kırıcı bir özelliğe sahiptir.
2. "Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun."
Yüce Allah, yüz değnek vurma cezasının uygulamasından iki önemli konuyu gündeme getirmektedir. Bunlardan biri psikolojik, diğeri de sosyolojiktir.
a) Psikolojik olgu
Yüce Allah, hukukta ceza uygulanırken acıma duygusunun harekete geçmesini istemiyor.
Acıma duygusunu disipline edebilmek için de Allah'a ve âhirete iman harekete geçirilmekte, mesele insanın içinde halledilmektedir. Allah'a ve âhirete iman acıma duygusunun önüne konmakta, onunla bu dengelenmektedir. Âyetin bu kısmı insanın psikolojik yapısında eğitimin nasıl gerçekleştiğini göstermekte, zıt duyguları birbirine karşı koyarak dengelemeyi öğretmektedir. Cimriliğin önüne israfı koyarsanız cömertlik, saldırganlık iç güdüsünü aşırı korkmanın önüne koyup dengelerseniz cesareti doğurmuş olursunuz.
b) Sosyolojik olgu
Verilen veya uygulanan cezanın etkili, eğitici ve caydırıcı olması için bir grubun cezayı seyretmesi gerekiyor. Bu şahitlik aynı zamanda cezanın uygulandığını da ispat edecektir.
Netice olarak diyebiliriz ki, bu hukukî uygulamada Kur'ân, önce insanı içten etkiliyor, sonra da dıştan sorumluluk yüklüyor. Cezayı ferdî olmaktan çıkarıyor, hukuka bağlayıp toplumsallaştırıyor. Dinin hukukî, ahlâkî ve eğitimsel İşlevleri bu âyette bir araya geliyor ve cinsellik eğitimi yapılıyor. En'âm 151 de "fuhşun, yani yüz kızartıcı ahlâk dışı davranışların gizli ve aşikâr olanlarına yaklaşmayın" emri verilirken, toplumsal ahlâkın, sosyal ahlâkın diri kalması istenmektedir. Zina da o kavramın kapsamı içine girmektedir.
3. "Zina eden erkek, ancak zina eden bir kadın veya müşrik bir bayanla evlenir. Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik bir erkek nikahlar."
Yüce Allah, daha önce Bakara 221'de ve yorumunu yapacağımız bu âyette kimin kiminle evleneceği konusunu öne çıkarmakta, evlilikte inanç ve kültür farkının ne denli etkili olacağına dikkat çekmektedir. Yüce Allah bunu düzenlerken bazı oluşumları gündeme taşımaktadır:
a) Cinsel tatmin uğruna kurulan birliktelikler, sürekli olamazlar. Çünkü "cinsel tatmin olmazsa olmaz"ı teşkil etmesine rağmen hayatın çok kısa anlarını kapsamaktadır. Eşlerin paylaşacakları farklı dinî ve kültürel değerler olmalıdır. Rum 21'de bunların bir kısmı şöyledir: Cinsellik, sevgi ve merhamet. Bakara 221 ve Nûr 2'de buna inanç birlikteliği de ilâve edilmektedir. Onun içindir ki tevhîd inancına sahip olanların, müşrik olanlarla ve kâfirlerle evlenemeyeceğine dair hüküm verilmiştir. Nûr 2'de buna "zina" da ilâve edilmektedir. Zina eden erkek veya kadının, zina eden veya müşrik olanlarla evlenecekleri hükme bağlanmaktadır. "Zina" ahlâkı, "şirk" de inancı temsil etmektedir. Zina ile şirk aynı potaya konmuştur; onun için birbirleri ile evlenmeleri öngörülmüştür.
b) Zina edenlerin nikahı da kabuldür; müşriklerin kendi aralarındaki nikahı geçerlidir. Demek ki nikahta ahlâkî değerlerle inanç şeklinin Önemli bir yeri vardır.
c) Çocuğun yetiştirilmesinde aile hayatının etkinliği şüphe edilemeyecek ağırlıktadır.
İnkâr ile tevhîd inancı kadar farklı ve birbirine uzak inançta olan insanların çocuk yetiştirmesinde büyük zorluklar olacağı da bir gerçektir. Çok zıt inançlara sahip olan ana-babalar arasında kalacak olan çocukların manevi yapısındaki dengelerin sağlam ve sağlıklı olması mümkün değildir.
Diğer taraftan zina eden bir anadan doğan çocuğun da toplumda aşağılanması muhtemeldir. Çocuğun şahsiyet gelişimi ebeveynin inanç ve ahlâk çatışmasına teslim edilemez. Kendi inançlarını ve ahlâkî değerlerini halledemeyen eşlerin kucağına çocuk vermek cinayetten başka bir şey değildir. Kendi inanç ve ahlâkî değerlerini vuruşturup savaşırken çoğu zaman zafere ulaşamadıklarından, çocuğu kullanarak zaferi elde etme gayretinde olacaklardır. Tertemiz bir ruhla dünyaya gelen çocuğun din ve ahlâk eğitimi bir savaş alanına dönüşecek; belki de bir daha doğruya, güzele gelemeyecek yöne doğru çocuğun manevî hayatını akıtacaktır. Bakara 221'in tefsirinde bu konu detaylı bir şekilde ele alındığı için burada geniş açıklamaya girmiyoruz.
4. Bu durum, mü'minlereçirkin gösterilmiştir." Âyetin bu kısmında yer alan hurrime fiilinin, Kasas sûresinin 12. âyetinde geçen harremnâ ve A'râf sûresinin 50. âyetindeki harremehiinıâ fiilleri gibi lügat anlamında değerlendirmek gerektiğini düşünmekteyiz. Buna göre bu son cümle, bu tür ilişkilerin ve evliliklerin mü'minlere çirkin gösterildiğini, onların tabiatına uygun olmayacağını ifade etmektedir. [3]
4. Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra bunu ispat için dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar/âşıktırlar.
5. Ancak bundan sonra tövbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir.
Yüce Allah, Nûr 2-3'te zina edenlerin hükmünü, cezasını, evlilik durumlarını açıkladıktan sonra, özellikle namuslu kadınlara iftira atanların durumunu ele almakta, ceza ve toplumsal durumlarına açıklık getirmektedir. Öyle görülüyor ki iftiraya, neredeyse zina seviyesinde, belki de daha ileri bir ceza uygulanmaktadır. Âyetlerin analizine geçebiliriz:
1. "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunanlar." "Namuslu kadınlar" diye tercüme ettiğimiz el-muhsanât kelimesinin geniş açıklaması Nisa 24'te yapılmıştır. "Evli iffetli kadın" derken, kendini koruyan, namusuna gelecek olan bir tehlikeye mâni olan, namusunu muhafaza altına almış" manası kastedilmektedir. Ancak bu kelime bu âyette hürriyet ve iffet değerlerini bir araya getiren bir anlam taşımaktadır; hür ve iffetli kadını ifade etmektedir. Demek ki hürriyetine ve İffetine sahip çıkan kadına muhsane denmektedir. Nisa 25'te bu kelime, "fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar tutmayan iffetli kadın" demektir. Bu kelimenin anlamına Nisa 25'te "onlar evlendiklerinde" derken evlilik anlamı da ilâve edilmekte ve böylece evlilik ile iffet arasında bağ kurulmaktadır. Enbiyâ 91 ile Tahrîm 12'de bu kelime, "korumak" anlamına gelmektedir. Cinsel organ, ırz anlamına gelen "fere" ile beraber kullanılınca "cinsel organı iffetle korumuş" manasını ifade etmektedir.
Ayette geçen yermûne "atanlar" kelimesinin geldiği anlam konusunda âlimler arasında ittifak olduğu, konunun tartışılmağı, "zina iftirası yapmak" manasına geldiği söylenmiştir. Zina iftirası atmak anlamına geldiğini hem önceki iki âyetin zinayı konu edinmesinden hem de muhsanât kelimesinin anlamından çıkarmamız mümkündür. Muhsanât, yani namusunu korumuş kadına o seviyede bir şey atılması gerekiyor. Atılan şeyin, iffetin seviyesinde onun zıttı olan bir ağırlık taşıması zorunludur. İffetin dengi olan karşıt kavram iffetsizliktir. Böylece atılan iftiranın zina ve iffetsizlik olduğu net olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten âyetin devamında verilen cezanın seksen değnek olması da buna delil teşkil etmektedir. Hatta dört şahidin istenmesine bakıldığında ve Nisa 15'e gidildiğinde bunun zina iftirası olduğu net bir şekilde anlaşılacaktır. Çünkü zina için Nisa 15'te dört şahit istenmektedir. Demek ki "namuslu kadınlara atanlar" denirken, "o kadınlara zina iftirasında bulunanlar" kastedilmektedir.
2. "Sonra bunu ispat için dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar fâsıktırlar."
a) Yüce Allah, atılan iftiranın, iftira olmadığının ispat edilmesini istemekte ve bunun dört şahitle yapılmasını ön görmekte, iki şahidi yeterli görmemektedir. Çünkü iftira ya da o kadınlar hakkında söylenen söz onların onuruna büyük yara getirmektedir. Toplumda her an onlara kötü gözle bakılacaktır. Dört şahit istenmesi, hem konunun ciddiyetini hem de zorluğunu ifade etmektedir. Herkes her zaman kadınların namusu hakkında konuşamayacaktır.
b) Seksen değnek ile cezalandırılması olayına da "hadd" cezası denmektedir. İftira atıp dört şahit getiremeyen kişi aynı zamanda yalancıdır (Nûr 24/13), hem iftira atıyor hem de yalan söylüyor. Bu nedenle bu kişiye "iftira" denen kazf cezası uygulanacaktır.
c) Artık söylediğini dört şahitle ispat edemeyenler müfteridir. İftirası namus konusunda olduğundan seksen sopa yemesi yeterli olmayacak, manen büyük bir ceza da verilerek toplumda şahitliğine asla baş vurulmayacaktır. Kapalı toplumlarda bu insanın tanınması mümkündür ama, günümüzde ve gelecekte nüfus hareketlerinin süratle olması sebebiyle, artık bu insanlar için bir bilgisayar arşivi tutulmalıdır. Çünkü burada onun şahitliği kabul edilmeyecektir ama, başka bir yere gittiğinde tanınmayacağından şahitlik yapma ihtimali vardır.
Seksen değneğin acısı geçer ama şahitliğinin kabul edilmemesinin yarası asla geçmeyecektir. Zina edene yüz değnek vurulurken, "şahitliği kabul edilmeyecektir" diye bir ceza verilmemektedir. İftira edene seksen değnek vurulduktan sonra böyle bir cezanın verilmesi çok ilginçtir.
d) Diğer taraftan fâsık yani "günahkâr" sıfatı da onlara verilmektedir. Fâsık kelimesi Bakara 26-27'de anlatılmıştır. Fâsık, dönektir (Bakara 2/27); Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri keser, toplumda bozgunculuk yapar, manen iflastadır (Bakara 2/27); müfteridir (Nûr 24/4); yalan haber taşır (Hucürât 49/6); katı kalplidir (Hadîd 57/16); Allah'ı unutur (Haşr 59/19). Yüce Allah, bu kadar kötü fiili işleyenin sıfatını namuslu kadına iftira edene vermektedir.
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Seksen değnek vurmak, şahitliğini kabul etmemek, fâsıklık sıfatının verilmesi gibi ağır cezaya niçin çarptırılmaktadır? Bu soruyu çeşitli açılardan bakarak cevaplayabiliriz:
i. Kur'ân, kadınlar konusunda, kadın haklan meselesinde büyük bir devrim yapmıştır. Bu devrimi, onlara yapılacak iftiraya verilecek cezadan başlatmaktadır.
ii. İftiranın sosyal ve ferdî yarasının derin olacağını belirtmek için caydırıcı bir cezayı uygulamaktadır. İnsanların namusu bakımından onurunu korumak ancak böylesine caydırıcı bir ceza ile temin edilebilir.
3. "Ancak bundan sonra tövbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah, çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir."
Yüce Allah, biraz önce çeşitli cezalan uyguladığı müfteriye bir çıkış kapısı vermektedir. Bu çıkış kapısını aralayacak olanın da aşağıdaki hususları gerçekleştirmek suretiyle müfterinin kendisi olabileceğine dikkat çekmektedir.
a) Tövbe etmesi gerekiyor. Tövbesini elbette Allah'a yapacaktır. Ama Allah'tan Özür diledikten sonra, iftira ettiği hanımdan ve toplumdan, o haberle ilişkisi olan herkesten özür dilemesi gerekiyor.
b) Tövbe etmesi yeterli değil, aynı zamanda kendini düzeltmeli, İslah olmalı ve bir daha böyle işlere girişmemelidir. Tövbe edip kendini düzeltmesinden sonra ondan fâsıklık sıfatı kaldırılacak ve şahitliği kabul edilecektir.
Kişinin, müfterinin bu tövbesi, cezasını çektikten sonra olacaktır. Demek ki, iftiranın bir dünyevî cezası vardır; bir de günah boyutu vardır. Suç boyutu ceza ile, günah boyutu da tövbe ile kalkacaktır.
c) Yüce Allah, tövbe edip kendini düzeltenlere af ve merhamet sıfatlan ile muamele edeceğinin garantisini vermektedir.
Bundan şunu anlıyoruz: İnsanın bulunduğu yerde bu tip hatalar o-labilir, günahlar işlenebilir; önemli olan hatasını anlayıp tövbe etmek ve kendini düzeltmektir. Böyle davrananlar Allah'ın affına ve merhametine nail olacaklardır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah insan ilişkilerini çok ö-nemsediğinden dolayı, insanların birbirlerine iftira etmelerini istemiyor. Âyetin iniş nedeni Hz. Aişe'ye yapılan iftira olmasına rağmen, hüküm evrensel nitelik taşımaktadır. Dinimizin kaynağı olan Kur'ân'ın kadın haklarına ne denli önem verdiğine de bu hüküm bir delil teşkil etmektedir. Ayrıca, ferdî ilişkilerden hareketle toplumsal ahlâk ve eğitimine gidilmekte, bu ahlâkın çiğnenmesinin doğurduğu hukukî durum gündeme getirilmektedir. İftira olayları ilâhî âleme çıkmış ve bu âyetleri alıp gelmiştir. Âyetlerin amacı, insan ilişkilerini düzene koyarak, birbirlerini incitmemelerini sağlamaktır. Gaye, ahlâk olmakla beraber, hukuku devreye sokarak ahlâkı koruma amacını gütmektedir. Ahlâk ve hukukun yan yana geldiği bu âyetlerde korunan şey kadının iffeti, daha doğrusu iffetin yara almasıdır. İffet denen yüce değerin, bir insanın iki dudağı arasından çıkacak kelimelerle yaralanması bir ahlâkî cinayettir.
Yüce Allah, olayı çok önemsediği için hem cezalandırılmasını istiyor hem de günahkâra, suçluya bir çıkış kapısı sunuyor ve bize bununla şunu Öğretiyor: Allah'ın her zaman insana sunacağı bir çıkış kapısı vardır; Allah deyince bu akla gelmelidir. Yeter ki insan bu kapıya yanaşacak değişimi gösterip tövbe etsin. Değişim ona ilâhî affı ve merhameti getirecektir. Onun için dini anlatanların, Allah'ın sunduğu çıkış kapılarını sonuna kadar açık tutup kapamamaları gerekiyor. [4]
6. Eşlerini (zina ile) suçlayıp kedilerinden başka şahitleri bulunmayan kimselere gelince: Onlardan her birinin şahitliği, kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna, dört defa Allah'ı şahit tutmasıdır.
7. Beşinci defa da eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerinde olmasını diler.
8. Kadının da dört defa Allah'ı şahit tutup kocasının, mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, kendisinden cezayı kaldırır.
9. Beşinci defa da, eğer kocası doğrulardan ise, Allah'ın gazabının kendi Üzerine olmasını diler.
10. Ya Allah'ın size yönelik lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tövbeleri çok kabul eden bir hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız)?
Bu âyetlerin iniş sebebi olarak anlatılan bir olay vardır. Özellikle Râzî ve Kurtubî'nin, bu olayı nüzul sebebi olarak anlattıklarını görüyoruz ve bunun İbn Abbâs'tan geldiğini de söylüyorlar.
Bize göre anlatılan bu nüzul sebebi, sahâbî olan kadının zina işlediğine ve görüldüğüne götürmektedir. O devirde böyle bir olay vuku bulmuş ise, olayı kim kaydetti ve Ebû Dâvûd bunu nasıl tespit etti? Nakledilen bu olay sahâbî olan hanımın onurunu asırlar sonra kırmaktan başka bir şey değildir. Kur'ân tefsiri yapılırken, bu tip haberlerin iyice sorgulanması gerekiyor. "O dedi, bu dedi" ile ilmî delil olmaz ve olmamalıdır. Hele iftira konusunu işlerken, asırlar önce yaşamış bir sahâbî hanıma iftira kokan bir haberi yayınlamak haksızlık olmaz mı?
Bu açıklamanın ardından âyetlerin analizine girebiliriz.
1. "Eşlerini (zina ile) suçlayıp kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimselere gelince:"
4. âyette genel anlamda yabancı birinin veya komşunun namuslu kadınına iftira etmesi ele alınırken bu âyette, kendi hanımına zina iftirasında bulunan kişi gündeme getirilmektedir. Ayetteki "eşlerini suçlayanlar" derken, yermûne kelimesi, "zina ile suçlama" anlamını kapsamaktadır.
Dördüncü âyette "dört şahit getiremeyenler" dendiği halde, altıncı âyette "kendisinden başka şahitleri bulunmayan" denmektedir. Orada dört şahit getiremeyene ceza uygulanırken, eşi için dört şahit getiremeyene başka bir uygulama yapılmaktadır. Çünkü başka namuslu kadına iftira etmekle, kendi hanımına zina iftirasında bulunmak arasında bir fark vardır. Bir kişinin çıkıp "hanımım zina etti" demesi kolay değildir.
2. "Onlardan her birinin şahitliği, kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna, dört defa Allah'ı şahit tutmasıdır." Yüce Allah, gerçekçi davranarak dört kişinin bulunacağı bir yerde insanların cinsel ilişkide bulunmasının çok zor olacağına işaret etmektedir. Zaten dört şahit istemesi, iftiranın olmamasını temin etmek amacını gütmektedir. Dört şahit getiremeyen koca, her şahit için bir defa, dört şahit için de dört defa Allah'ı şahit tutarak yemin edecektir.
Bulunduğumuz noktada şu soruyu sorabiliriz. Kime dört şahit getirilecek, getirilemeyince de dört kere yemin edilecek? Bunun anlamı, hakime, yani mahkemede huzurda olacaktır. Öyle hanımını zina ederken gördü diye, "üçten dokuza şartım olsun benden boşsun" diyerek dışarı atmak yoktur. Nikahta şahidin olması, akdin hukuka bağlanması demektir. Hukuki olan bir akdin hukukla çözülmesi, yani bozulması için şahidin olması şarttır. Böylece Kur'ân, kadının boşanması olayını kocanın iki dudağı arasından almış, mahkemeye vermiştir.
Yüce Allah, hem Nisa 35'te hem de bu âyetlerde mahkemeyi kurmakta ve boşanmanın mahkemede olacağını Öğretmektedir. Kur'ân, kadınların kaderinin kocalarının iki dudağı arasında olamayacağını gösterirken, medenî hukukun içinde yer alan boşanma hukukunda bir devrim yapmıştır. Şahit, hakime, mahkemeye getirileceğine ve yemin de onların huzurunda yapılacağına göre, boşanma tamamen hukuka bağlanmış olmaktadır. İşte boşanmada hukukun olmadığı, kocaların iki dudağı arasından çıkacak sözlerle kadına yapılan muamele ile nice kadınlar haksızlığa uğramış ve uğramaktadır. Hâlâ günümüzde "üçten dokuza şartım olsun benden boşsun" dediğinde karısının boş olacağına inanan ve bunu tatbik eden insanlar ve sosyal çevreler vardır. İşte yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyetler, kadın zina etmiş bile olsa, mahkemeye müracaat etmeden boşanamayacağını açıklamaktadır. Dört şahit istenmesi, şahit olmayınca dört yemin, o da yetmeyecek olursa beşinci yeminlere geçileceğinin söylemesi olayı tamamen hukuka bağlamaktadır.
Yüce Allah dört kere Allah'ı şahit tutarak yemin etmelerini yeterli görmemektedir. Dikkat edilirse Kur'ân kadının da yemin edeceğini söylemektedir. Bunun anlamı kadına da kendini savunma hakkı tanımaktadır. Mahkemede hakim, kadının görüşünü soracak, ona kendini savunma hakkını tanıyacak, o da zina etmediğine dair dört kere Allah'ı şahit tutarak yemin edecektir. Böylece Kur'ân, daha önce bir eşya gibi görülen, yaşam hakkı bile tanınmayan, itilip kakılan, seks için istismar edilen kadına hukukî bir kimlik kazandırıp savunma, kendini müdafaa etme hakkını vermektedir
3. "Beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi üzerinde olmasını diler." Demek ki koca, dört kere Allah'ı şahit göstererek hanımının zina fiilini işlediğine dair yemin edecek. Yemin burada bitmiyor, beşinci kez de Allah'ın lanetini üzerine alarak aynı yemini yapacaktır. Hukuk dilinde buna li'ân denmektedir. Koca beşinci yemininde, "eğer yalan söylüyorsam Allah'ın laneti üzerime olsun" diyerek yemin etmesine li'ân denmektedir. Lanet kelimesini fiil kalıbında aldığımızda, "uzaklaştırmak, beddua etmek, eziyet etmek, azab etmek" anlamına gelmektedir.
Koca, li'ân denen yemini yapınca ne olacaktır? Hanımına hadd cezası uygulanacak ve hakim boşanmalarına karar verecektir. İmam Azam, Ebu Yûsuf ve İmam Muhammed, hakim aralarını ayırmadığı müddetçe tarafların li'anı bitirmeleri ile boşanmanın olmayacağını söylemektedirler. Bu âlimler, boşanmanın hakim huzurunda olacağını kabul etmekle, âyetlere uygun hüküm vermiş olmaktadırlar.
4. “Kadının da dört defa Allah'ı şahit tutup, kocasının mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, kendisinden cezayı kaldırır. Beşinci defada da, eğer kocası doğrulardan ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını diler." Şimdi koca ile hanımının bu yeminlerine bakacak olursak şunu görürüz: Hukuk, kadının yeminine itibar ederek, kocasının attığı zina suçunu cezalandırmaktan vazgeçmektedir. Bu uygulamayı bizzat Allah koymaktadır. Kocanın Allah'ın lanetini üzerine alarak yaptığı yeminle kadının cezalandırılmasını temin ederken, ardından hanımının yemin etmesi ile bu ceza ortadan kalkmaktadır. İftiraya uğrayan kadın olduğundan, onun yemini kocasının yeminin önüne geçmekte ve kocasının yeminini ortadan kaldırmaktadır.
Ceza konusunda kadının yeminine itibar edilir; ama boşanma konusunda kocasının yeminine itibar edilerek hakim boşanmaya karar verir. Çünkü Allah'ın lanetini üzerine alan koca ile Allah'ın gazabını üzerine alan kadının bir arada yaşamaları imkansız hale gelmiş demektir. Allah'ın lanetini üzerine alıp hanımının zina ettiğini söyleyen erkek, Allah'ın gazabını üzerine alıp kocasının yalan söylediğine dair yemin eden kadın eş olma veya eş olmalannı devam ettirme imkanını, ortamını, şartlarını kaybetmişlerdir. Hakimin, onlara "hadi gidin evliliğinizi sürdürün" deme durumunda olması mümkün değildir. Koca, li'ân yemini yaparak hanımına zina iftirasında bulunmuş, yemin yaptığı için kendisinden iftiranın cezası olan seksen değnekten kurtulmuş oldu. Ama hanımı da Allah'ın gazabını üzerine alarak onu yalancılıkla suçlamıştır. Mahkemenin sonucu, iftira ve zina cezalarının düşmesi ve boşanmanın gerçekleşmesidir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Kur'ân, kadın ile erkeği hukukun karşısında eşit hale getirmekte, boşanmayı hukuka bağlamakta, erkeğin iki dudağı arasından alarak hakimin kararına bağlamakta, kadına kendini savunma hakkı tanımakta, hukuk karşısında kadına bir kimlik kazandırmaktadır. Kur'ân, koca ile hanımının hakimin huzurunda nasıl yemin edeceklerini bile kelime ve cümleleri ile bildirmektedir. Allah'ın laneti ile Allah'ın gazabı aynı anlama gelmektedir. Bunun için laneti erkeğe, gazabı da kadına vermektedir. Diğer taraftan insanlığın hukuku bakımından geriye doğru gidersek, hukukun temellerinin Allah tarafından atıldığı görülecektir. Hukuk ile ilâhî vahyin arasındaki bağlan, beşerî hukukla ilâhî hukukun sınırlarını detaylı bir şekilde fark etmek mümkün olacaktır. İlâhî hukuk her zaman erkek ile kadını eşit görmüş, insan olarak eşit haklarla donatmıştır. Batı dünyası orta çağı yaşarken, Kur'ân hukuk karşısında kadın ile erkeği eşit saymış, kadına kendi haklarını savunma hakkını tanımıştır. Modern toplumlardaki çağdaş hukukun, yani objektif hukukun aynı çizgiye geldiğini görüyoruz. Din eğitimi Kur'ân'ın bu hukuk devrimini hem dünyaya hem de Müslüman halka iyi anlatmalıdır.
5. "Ya Allah'ın, size lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah tövbeleri çok kabul eden bir hikmet sahibi olmasaydı (ne yapardınız)?" Bu âyetin devamı Nûr 14-15 ve Furkân 68-71'dir. Zina eden, başkalarının evli hanımlarına ya da kendi hanımına zina isnadında bulunan insanların hukuki uygulamalardan geçtikten sonra Allah huzurundaki durumları ne olacaktır? İşte bu sorunun cevabını yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 10. âyet vermektedir.
a) Yüce Allah, kullarına lütuf sahibidir. Bunun anlamı, onların onurlarını, namuslarını, ferdî ve sosyal hukuklarını korumak için bu âyetlerin hükümlerini göndermiştir; ferdin hukukunu topluma karşı korumanın ilkelerini koymuştur. Ferdin ahlâkî bir iftiraya uğramasını önlemek için ilkeler koyması Allah'ın bize olan bir lütfiıdur; kadın haklarım öne çıkarması, kendini savunma hakkını ona tanıması, hukukun karşısında kocası ile eşit tutması bir lütuf olmuştur. Artık kadının bütün kaderi erkeğin iki dudağı arasından çıkacak olan kelimelerden alınıp hukuk müessesesine verilmesi bir lütuftur. "Üçten dokuza şartım olsun, benden boşsun" diyerek kadını sokağa atma uygulamalarının son bulması ve bunun hukuki bir sisteme bağlanması ferdî hukuk bakımından devrim niteliği taşıyan bir lütuf olmuştur.
b) Yüce Allah, insanlara olan merhameti gereği bu düzenlemeleri yapmak için hükümler göndermiştir. Zinanın ve iftiranın tahribatı, ferde ve topluma verdiği zararı önlemesi, O'nun merhametine delil teşkil etmektedir. Hukuk topluma merhameti getirir. Güçlü olanların zulmünü, sömürüsünü, güçsüzlerin de haksızlığa uğramasını önler. Başka bir ifadeyle hakların ve özgürlüklerin canlı kalmasını, hayata geçmesini sağlar. Mesela: Kadm-erkek ilişkilerinde kadının ezilmesini, özgürlüklerinin elinden alınmasını ve hukukun karşısında eşitsizliğini engeller. Bu açıdan ilâhî hukuk, Allah'ın merhametinden fışkırmaktadır.
c) Yüce Allah'ın, uhrevî hukuk bakımından devam eden günahları affedici olması da onun lütfü ve merhametidir. İnsanlar hata yapabilirler, bu hatalarının dünyevî cezasını çektikten sonra âhiretle ilgili yönlerini Yüce Allah bağışlayabilir. Onun için insanlar, işledikleri günahlardan dolayı kötümser bir havaya bürünmemeli, daima Allah'ın affından ümit içinde olmalıdırlar. Yüce Allah, hayatlarını kötü yönden iyiye doğru çevirenlerin, bu değişimi yapanların değişimini kabul etmektedir. Yüce Allah, hikmet sahibi olduğundan bütün işlerini yerli yerinde yapar, işlerinde eksiksizdir. Onun içindir ki, Furkân 68-71. âyetlerinde, değişimi gerçekleştirip iman eden ve iyi amellerde bulunanların kötülüklerini iyiliğe çevireceğini ve onları affedeceğini ilan etmektedir. İşte din âlimleri Allah'ın insanlara bu bakışını iyi işlemeli, din kapısının ümitsizlik, karamsarlık kapısı olmadığını, aksine ümit ve iyimserlik kapısı olduğunu işlemelidirler. [5]
11. O iftirayı atanlar şüphesiz içinizden bir gruptur. Bu olayın, hakkınızda bir kötülük olduğunu sanmayınız. Tam aksine sizin için daha hayırlı olmuştur. Onlardan her biri işlediği suçun cezasını çekecektir, içlerinden önderlik yapıp suçun büyüğünü yüklenen kişiye ise, büyük bir azap vardır.
12. Onu duyduğunuzda, inanan erkek ve kadınlar kendi kendilerine iyi zanda bulunup da, "bu, apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?
13. İftira edenler buna dört şahit getirselerdi ya! Onlar bu şahitleri getirmedikleri sürece, Allah katında yalancıdırlar.
14. Eğer Allah'ın dünyada ve âhirette üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı başınıza kesinlikle büyük bir felaket gelirdi.
15. Çünkü siz bu olayı dillerinize dolaytp, hakkında herhangi bir bilginiz olmadığı halde aranızda yayıyordunuz ve onu basit bir hadise sayıyordunuz. Oysa bu, Allah katında büyük bir olaydır.
16. Onu duyduğunuzda: "Bu konuda konuşmamız yakışık almaz. Hakk adına, bu büyük bir iftiradır" deseydiniz ya!
17. Eğer inanmış kişilerdenseniz, Allah size bir daha öyle bir şeye asla dönmemenizi öğütler.
18. Allah âyetlerini size açıklıyor. Allah, her şeyi bilir ve hikmet sahibidir.
19. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını isteyen kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20. Eğer sizin üzerinize Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, yani Allah size karşı son derce şefkat ve merhametli olmasaydı, haliniz nice olurdu!
Hadis kitaplarında bu âyetlerin iniş sebebi anlatılmaktadır. Yüce Allah, Hz. Aişe'nin bu olgusu ile bütün insanlığa önemli mesajlar vermektedir. Bu mesajların içerisinde ahlâkî, hukukî ve imânî ilkeler yer almaktadır.
Hz. Peygamber, Mustalikoğulları Gazvesine giderken Hz. Aişe'yi yanına aldı. Gazveden dönüşte konakladıkları yerden gece vakti hareket ettiler. Hz. Aişe ihtiyacı için insanların bulunduğu yerden uzaklaşmıştı. İhtiyacını giderdikten sonra geri geldi, gerdanlığını yitirdiğini fark etti. Geri dönüp geçtiği yerlerde onu aradı. Arama anında ordunun ayrılıp gittiğini gördü. Yokluğumu fark edip geri döner ve beni yerimde bulurlar diye olduğu yerde kaldı ve orada uyuya kaldı. O zamanki uygulamaya göre ordunun arkasından yollan iyi bilen biri takip eder, insanların bıraktığı şeyleri toparlayıp götürürdü. O zamanda Safvân bu görevi yapıyordu. Hz. Aişe'nin beklediği yere gelince, Hz. Aişe'yi gördü ve: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci'ûn "Biz Allah'ın kullarıyız ve Biz O'na döneceğiz" mealindeki âyeti (Bakara 2/156) okudu. Safvân, devesini çökertti ve Hz. Aişe deveye bindi. Orduya ulaştıklarında, bu durumu görenlerden bir grup, hemen bu iki kişiye "zina yaptılar" diye iftirada bulundular. Daha sonra yayılan bu iftira, Hz. Peygamber'i, Hz. Aişe'yi, Hz. Ebû Bekir ve hanımını çok üzdü. Hatta Hz. Aişe, babasının evine taşındı. İşte bu âyetler, söylentilerin bir iftira olduğunu ve Hz. Aişe'nin iffetini koruduğunu ispat etmek için gelmiştir (BuhâYÎ, Tefsir 24, Sûre 4).
Özet olarak sunduğumuz bu tarihî hadise, tüm insanlığa hitap eden bir nitelik taşımaktadır. Bu hadise sayesinde pek çok ahlâkî, hukukî, imânî ve insan şahsiyeti için analizler ve ilkeler taşımaktadır.
Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz:
1. "O iftirayı atanlar şüphesiz içinizden bir gruptur."
Âyetin bu kısmında geçen el-ifk kelimesi, "yalan söz, büyük yalan, günah" anlamına gelmektedir. Mekan kelimesi ile kullanılınca "kuraklıktan yerin yarılması" anlamına gelmektedir. Bu fizikî manayı sosyal anlama aktardığımızda, iftira insanlar arasında bir yarılma, bir kırılma, bir çatlama meydana getirdiği için, bu anlamı almıştır diyebiliriz. Toplumla beraber kullanıldığında "toplumun huzursuzluğunu, işlerin kötüye gitmesi"ni ifade etmektedir. Bu da iftiranın, yalanın, günahın toplumsal hayata huzurluk verdiğine işaret etmektedir. Ifk kelimesi rüzgarla beraber kullanılınca, "rüzgarın çeşitli yönlerden esmesi" anlamına gelmektedir. İşte bu maddî anlam, iftiranın, yalanın her yönden geldiğini, estiğini ifade etmektedir. Çünkü uydurma haberlerin yönü yoktur, her yerden insanların kulaklarına gelir. Ayette de bu kelime, "olmadık, iftira, yalan" demektir.
'usbe kelimesi de "üç kişiden fazla, sayısı belli olmayan gruptur, insan topluluğudur". Ama bu kelimenin anlamı içinde, birbirini destekleyen, güçlendiren topluluk da vardır. Aynı fikrin, aynı idealin aynı yalanın, aynı iftiranın etrafında toplanıp onu savunan kişilerin grubuna da 'usbe denilir. O zamanlarda, bu grupların çevresi dar bir alanı ilgilendirirken, günümüzde uluslararası boyut kazanmıştır. Artık böylesi iftiralara ulusal ve uluslararası medya da karışıp iftiraları uzaklara taşımakta ve 'usbe denen grubun sınırları genişlemektedir.
Ancak minküm "içinizden" denmesi ilginçtir. O devirde Müslümanların içinde bulunan münafıklar, hatta mü'minlerin bazıları bu iftiraya inanarak katılmıştır. İşin acıklı tarafı budur. Aynı inancı, ideali, amacı benimseyip onun etrafında birleşenlerin arasında bunun olması, yarayı daha da derinleştirmektedir.
2. "Bu olayın, hakkınızda bir kötülük olduğunu sanmayın iz.Tam aksine sizin için daha hayırlı olmuştur."
Yüce Allah, bu işte bir hayır olduğunu, bu nedenle onda bir kötülük aramanın yanlış olacağını söylemektedir. Bu, şu demektir: Bazen insanlar bazı şeyleri kötü görür, ama kendileri için onda hayır vardır. Bazılarını da iyi görürler ama onda onlar için kötülük vardır. Bakara 216'da bu konu anlatılmıştı. Demek ki, insanlar değerlendirmelerinde yanılırlar. Âyetin bu kısmı yanılma durumunu gündeme getirmektedir. İnsanın bu değerlendirme yanılgısını Yüce Allah bildiği için, hem Peygambere hem de Hz. Aişe ve yakınlarına, hadiseden kötülük değil iyi netice çıkacağını söylemektedir. Çünkü olay, görüntü itibariyle şer, yani kötü bir nitelik taşımaktadır.
Bu olguda ne gibi hayırlar, yani iyilikler olabilir? Sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz:
a) Olgu, Kur'ân'a nûr gibi bir sûreyi kazandırmıştır.
b) Bu olay, Nûr sûresinde yer alan zina, iftira gibi olayların hükmünün açıklanmasına sebep olmuştur. Boşanma hukukunun ilkeleri a-çıklanmıştır.
c) Daha sonraki âyetlerde açıklanacağı gibi, zannın nelere mal olduğu, bilinmeyen konularda konuşmanın toplumu ne hale soktuğu açıklanmaktadır.
d) Müslüman cemaatin içinde kimlerin münafık ve şahsiyeti zayıf olduğu ortaya çıkmış oldu.
e) Kur'ân'ın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığına delil teşkil etmektedir. Çünkü bir insan, yazdığı bir kitapta hanımı için bir iftira olgusu anlatmaz.
f) Bu olgu, insanın ne denli tehlikeli bir varlık olduğuna işaret etmektedir. O kadar ki insan, kendi peygamberinin hanımına iftira edebilmekte veya edilen iftiraya katılmaktadır. 12. âyette belirtildiği gibi mü'minler bazen nefislerine yenik düşmekte, iyi zanda bulunacakları yerde kötü zanda bulunmakta, bu da insanın zayıf tarafını göstermektir.
3.
"Onlardan her biri işlediği
suçun cezasını çekecektir. İçlerinden önderlik yapıp suçun büyüğünü yüklenen
kişiye ise, büyük bir azap vardır."
Âyetin bu kısmından çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
a) Yüce Allah, kuluna, yani Hz. Aişe'ye iftira edenlere "siz de iftira edin" dememiştir. Yüce Allah kötüyü murad etmez. Ama kul ister, Allah yaratır. Onun için âyette kesebe kelimesinin, yani suçu işleme fiilinin faili insandır. Yüce Allah, iftirayı onların yaptığını, işlediğini söylerken, kendisinin işlettiğini söylememektedir. Böylece kelam bilimine çok önemli bir açılım getirilmektedir. Kısaca Allah, insana suç, günah işletmez, kul kendisi onu işler, diyebiliriz.
b) Bu âyet, "suçun merkezinde bulunan, işlenmesine ilk sebep olan kişinin cezası daha büyük olacaktır" kuralını Öğretmektedir.
Bu durum, ya da açıklama dinin temel kurallarından biri olduğu gibi, modern hukukun da ilkesi haline gelmiştir. Modern hukukta bunu bulanların aklı Kur'ân'a akmaktadır. Aslında Kur'ân, insanın doğasına göre ilkeler koyduğundan, doğal olarak insan bu ilkeyi bulmuştur.
Demek ki bir kötülüğün, suçun kaynağında olan kişi ile ona sonradan katılan çevredekilerin ceza bakımından farkları olması gerekiyor.
c) Herkes katıldığı bu iftiradan dolayı Nûr 4'te belirtilen cezaları çekmesi gerekiyor. Onlara 80 değnek vurulmalı, şahitlikleri asla kabul edilmemelidir. Onlar artık fâsık, bozguncu damgasını yemişlerdir.
Ama işin kaynağında olanın daha büyük ceza görmesi gerekiyor ve bu cezanın âhirete intikal eden yönü de vardır. Çünkü kendisi bu günaha katıldığı, kaynaklık ettiği gibi, başkalarının günah işlemesine de sebep olmuştur. Hz. Peygamber bu konuyu şöyle açıklamaktadır: "Kim kötü bir çığır açarsa hem bu günahı, hem de kıyamet gününe kadar bu çığır üzere amel edenlerin günahı onun üzerine olur".[6]
Yüce Allah, burada bir sosyal ahlâk ilkesine dikkat çekerek, iftiranın ne denli sosyal bir yara açtığına ve bunun ne kadar büyük günah olduğuna işaret etmektedir. İnsanların onurunu kıran, namuslarına dil uzatan kişilerin, bilhassa bunu ilk başlatanların Allah katında çok kötü bir günah işlediği de öğretilmektedir. İnsanın onuru ve iffeti, yüce değerler arasında yer almaktadır. Bunları yaralayanlar ahlâkı yaraladıkları için kendileri de ahlâksızdırlar.
Ayetin sonundaki dünyevî ve uhrevî cezanın caydırıcı niteliği sebebiyle âyet, eğitici olmaktadır. Hukukun caydırıcı niteliği, ahlâkın doğmasını ve canlı kalmasını temin etmektedir.
4. "Onu duyduğunuzda inanan erkek ve kadınlar kendi kendilerine iyi zan-da bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi?"
Bu âyetten çıkaracağımız neticeler şunlardır:
a) Bu iftiraya mü'min erkek ve kadınlar da katıldılar. Zaten iftirayı çıkaran kaynaktaki adamın münafık olduğu önceki âyetten anlaşılmaktadır. Münafığın çıkardığı bir habere, yaptığı bir iftiraya mü'minlerin katılmasını Yüce Allah burada kınamaktadır.
b) Mü'min erkek ve kadınlar iyi zanda bulunup Hz. Aişe'nin böyle bir iş yapmayacağı konusunda sağlam durmalıydılar. Demek ki, bir iyi zan, bir de kötü zan vardır. Hucûrât 12'ye göre, zannın kötüsü günahtır. Daha doğrusu günaha sevk edici olduğu için kendisi de günahtır.
c) Âyette geçen bienfüsihim kelimesi "kendi kendilerine", yani "kendi vicdanlarında" anlamına gelmektedir. Yüce Allah, bu ifade ile şuna işaret etmektedir: İnsanların vicdanı, yani gönlü bozuk olunca, verdikleri hükümler, yaptıkları değerlendirmeler, taşıdıkları haberler de bozuk olmaktadır. Sinelerimizde olanın doğruluğu bizi doğruya götürmektedir. Sosyal ahlâkın temelinde de insanın iç âlemi, psikolojik yapısı, beyni, gönlü ve nefsinin arzuları vardır. Sinelerdeki iman bilinçli ve sağlam olmayınca, peygamberinin hanımına yapılan apaçık iftiraya bile kanmakta ve katılmaktadır.
d) Mü'min erkek ve kadınlar onun apaçık bir iftira olduğunu söyleselerdi, münafığın yaktığı bu iftira ateşi olduğu yerde kalacak, etrafa sıçramayacaktı. Onun için Yüce Allah, onların yapması gerekeni öğretmektedir.
Netice olarak Yüce Allah geleceğin tüm nesillerine Hz. Aişe'nin örnek olgusu ile "imanın, haberleri elemek, araştırmak" bakımından nasıl bir etkinliği olacağını anlatmakta, daima iyi zanda bulunmanın önemini, imanın vicdandaki oluşumları nasıl kontrol etmesi gerektiğini, imanın sosyal ahlâktaki yerini öğretmektedir. Böylece mü'minlerin vicdanlarının farklı çalışması gerektiği, onların sinelerinde insanların onurunu kıracak/zehirleyecek akreplerin bulunamayacağı vurgulanmaktadır.
5. "İftira edenler, buna dört şahit getirselerdi ya! Onlar bu şahitleri getirmedikleri sürece, Allah katında yalancıdırlar."
Bir haberi çıkartıp dört şahitle ispat edemediği ve bu haber de bir kadının namusu ile ilgili olduğu için, Yüce Allah onu yalancı olarak ilan etmektedir; o kişi Allah katında yalancı olarak damgalanmaktadır. Demek ki dördüncü âyetin sonunda geçen fâsık kelimesi burada yani 13. âyette "yalancı" olarak manalandinlmaktadır.
İftira konusunu genel manada ele alan Nûr 4'te iftiranın dünyevî hukuk bakımından cezalandırılması gündeme getirilmektedir. Burada buna Allah indindeki durumu ilâve edilmektedir. "Allah katında yalancıdırlar" değerlendirmesinden, kadının onurunu yaralayacak, namusunu lekeleyecek iftiralardan caydırma amacını çıkartıyoruz. Hz. Aişe'ye olan oldu, o temize çıkarıldı ama, bundan sonraki aişelere olmaması için ilkeler konmaktadır.
6. "Eğer Allah'ın dünyada ve âhirette üzerinizdeki lütuf ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı başınıza kesinlikle büyük bir felâket gelirdi."
Âyette geçen el-fadl kelimesini "lütuf”, er-rahmeti de "merhamet" anlamına alıyoruz. Merhametin ve lütfün getirişi ne oluyor? Soruya cevap verebilmemiz için Nûr 10'a gitmemiz gerekiyor. Orada tevvâb "tövbeleri kabul eden" ifadesi yer almaktadır. İlâhî lütuf ve merhamet, yapılan hatalardan dolayı yapılan tövbelerin kabul edilmesi ile sonuçlanmaktadır. Şimdi âyetimize dönersek şunu görebiliriz:
a) Allah'ın lütuf ve merhametini harekete geçirmesi için Hz. Aişe'nin iftirasına katılanların tövbe edip af dilemeleri, Allah'ın lütuf ve merhametini yeryüzüne indireceğinden, onlara azap etmesini de önleyecektir. Demek ki, Allah'ın rahmet ve merhameti, O'nun gazabını önlemektedir.
b) İftirayı Yüce Allah, bir denize benzeterek, "dalmak, girmek" anlamına gelen fada fiilinden türeyen ıliîi efadtüm kelimesine yer vermektedir, "Daldığınız iftiradan dolayı" ifadesinden, sanki belâ getirecek, toplumu boğacak bir denize girmişlerdi, manasını hissediyoruz. Bu deniz onlara büyük bir felaket getirecekti.
Demek ki, iftira atmak, ahlâkı öylesine tahrip etmektedir ki, Allah'ın gazabını yeryüzüne indirmektedir. Buradan şu sosyal ilkeye varabiliriz: Ahlâksızlık, toplumların başına felâketler getirmektedir. Bu felâketler sadece dünyada değil, âhirette de azap şeklinde devam edecektir.
c) Yüce Allah, kullarına lütuf ve merhamette bulunmayı kendisine ilke olarak koyarken, kullan, yaptıkları ile O'nun gazabını getirmekte ısrarcı olmaktadırlar; namuslu kadınlara iftira atarak, Allah'ın gazabını ve azabını çağırmaktadırlar.
7. "Çünkü siz bu olayı dillerinize dolayıp, hakkında herhangi bir bilginiz olmadığı halde aranızda yayıyordunuz. Oysa bu, Allah katında büyük bir olaydır."
Yüce Allah, Hz. Aişe olayında halkın hangi günahları işlediğini bu âyetinde açıklamakta ve bize bu konuda Önemli mesajlar vermektedir. Ayetin analizini yaparken bunlar ortaya çıkacaktır.
a) "İftirayı dillerinize doladığınız."
Mü'min erkeklerle, mü'rnin kadınlar iftirayı birbirine sorup anlatarak evlere sokmuş, her evde, her yerde bu iftira konuşuluyordu. Yanlış bir haberin peşine takılıp yayılmasına yardım etmeleri, konuyu araştırmadan namuslu kadına atılan iftiraysa katılmaları, işledikleri birinci günah olmuştur. Bu davranış şekli, Hucürât 6'ya ters düşmektedir: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." O devrin mü'minlerinin bir kısmı bu âyete ters düşerek iftirayı kulaktan kulağa, evden eve taşıdıklarından dolayı ciddî günah işlemişlerdi.
b) "Hakkında herhangi bir bilginiz olmadığı halde ağzınızda geveleyip duruyordunuz."
Yüce Allah, mü'minlere bir kere daha bilerek hareket etmelerinin öğüdünü vermekte ve böyle yapmadıkları için günaha düştüklerine dikkat çekmektedir: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi ondan sorumludur" (îsrâ 17/36).
işte bu emri yerine getirmemelerinden dolayı ikinci günahlarını işlemiş oldular; olup olmadığını bilmedikleri bir haberin peşine düşmeleri nedeniyle duyu organlarını ve gönüllerini sorumlu hale getirmişlerdir. Bilgi olmadığı bir yerde şüphe ve zan vardır. Zan ise çoğunlukla günahtır (Hucûrât 49/12). Onlar zandan kaçınmadıklarından ve birbirinin kusurlarını araştırdıklarından dolayı da Hucûrât 12'ye ters düşmüş ve günah işlemişlerdir.
c) "Ve onu basit bir hadise sanıyordunuz."
îftira gibi büyük bir olayı küçümsemekle de iftiraya kanan mü'minler üçüncü günahlarını işlemiş oldular. Namuslu bir kadının onurunu kırmak, iffeti konusunda dedikoduya dalmak, Hz. Peygamber'in gönlünü yıkmak gibi önemli neticelere varan bir olayı küçümsemek hataların hatası olmuştur.
d) "Oysa bu, Allah katında büyük bir olaydır."
Yüce Allah, bu iftira olayını önemsemekte ve onu büyük günahlar arasına
almaktadır. Âyetin bu kısmı, iftiranın büyük günah olduğuna işaret etmektedir.
Onun büyüklüğü üç ayrı günahı bünyesine almasından
kaynaklanmaktadır.
Bu âyetten şu neticeyi çıkartıyoruz: Yanlış bir haberin peşine takılmak ve onu topluma yaymak büyük günahlar arasında yer almaktadır. Olmuş kötü bir haberi yaymak da günahtır. Hele olmamış bir haberi olmuş gibi yaymak daha da büyük günah olmaktadır. Demek ki, günahın büyüklüğünü belirleyen sebeplerden biri, o davranışın insanlara yani topluma verdiği zarardır. Diğer taraftan Yüce Allah'ın ona yüklediği Önem de bunda rol oynamaktadır. Toplumun ahlâk nizamını olumsuz manada etkileyip bozan, insanların onurunu kıran ve Allah'ın yasağına ters düşen davranışların ortaya koyduğu ürün büyük günahın ölçüsü olmaktadır.
8. "Onu duyduğunuzda: 'Bu konuda konuşmamız yakışık almaz. Nasıl olur! Hakk için, bu büyük bir iftiradır' deseydiniz ya!"
Yüce Allah, mü'minlere, iftirayı duyduklarında ne demeleri gerektiğini de öğretmektedir. Mü'min kişi, doğruluğu hakkında bilgisi olmadığı bir haberle karşılaştığında, o konuda konuşmasının yakışık almayacağını söyleyerek uzak durmalıdır. Edep ve iman bunu gerekli kılmaktadır. "Nasıl olur!" "Haşa!" gibi kelimelerle bu iftiraya katılmamalı, "onun büyük bir iftira" olduğunu söyleyerek, olaya yakışır bir değerlendirme yapmalıdır. Böylece Yüce Allah, mü'minlerin, iftirayı değerlendirmede hataya düştüklerini, önemli olanı önemsiz görmelerinin onların bu hataya karışmalarına sebep olduğunuz söylemektedir.
Değerlendirme hatası, davranıştaki hataya götürmüştür. Ayrıca insan, kendi onuruna yakışmayan, kendi onurunu yaralayacak olan bir konuşmayı yapmaması konusunda da bu şekilde uyarılmıştır.
9. "Eğer inanmış kişilerse-niz, Allah size bir daha öyle bir şeye asla dönmemenizi öğütler."
Yüce Allah, bu büyük günaha rağmen, onlara açık bir kapı bırakmaktadır. İmanları gereği bir daha bu hataya dönmelerini yasaklamakta, böylesine bir daha dönmemelerini öğütlemektedir. Yüce Allah, öğüdüne, onların gönüllerindeki imanı temel olarak almaktadır. Demek ki, bilinçli bir iman, işlenen günaha dönmeyi engellemelidir. Bu ifadeden anlıyoruz ki: Yüce Allah, onların bu davranışına karşı lütuf ve merhametini harekete geçirip büyük bir cezalandırmaya girmemiş (Nûr 24/14), bir daha dönmemeleri konusunda onlara uyarıda bulunmuştur. Yüce Allah'ın bu uygulamasından şu ilkeyi çıkarıyoruz: İşlenen ilk suçu hemen cezalan-dırmayıp cezayı ertelemek, hukukta bir ilke olarak yer almalıdır. Yüce Allah'ın bu uygulaması, hukuka kaynaklık etmektedir.
Böylece bu âyetlerden hem sosyal ahlâka hem de hukuka kaynaklık eden ilkeler çıkartmaktayız. Din eğitimcileri, işlenen günahların boyutunu, ağırlığını, önemini iyi anlatırlarsa caydırıcı olma imkanını elde etmiş olurlar. Onun içindir ki, Yüce Allah, kendi katında çok önemli olan bir şeyin insanlar tarafından küçümsenmesinin onları nasıl yanlışa sevk ettiğini burada açıklamaktadır.
10. "Allah, âyetlerini size açıklıyor. Allah, her şeyi bilir ve hikmet sahibi'dir."
Bu âyette geçen el-âyât kelimesine, "hükümler, mesajlar, emirler, ilkeler" anlamını verebiliriz. Demek ki Yüce Allah, mesajlarını net bir şekilde açıklıyor; insanlar için onları anlamakta bir zorluk yoktur.
Yüce Allah, her şeyi bildiği ve yaptığı işi yerli yerinde yaptığından dolayı mesajlarında bir kapalılık ve anlaşılmazlık yoktur.
Nûr sûresinde buraya kadar açıklanan hükümleri, emirleri ve mesajları yeniden hatırlatalım: "Zina eden kadın ve erkeğe yüz değnek vurulması, zina edenlerin ancak zina eden ve müşrik olanlarla evlenmesi; namuslu bir kadına iftira edip dört şahit getiremeyene seksen sopa vurulup bir daha şahitliğinin kabul edilmemesi; tövbe edip kendini düzeltenlerin Allah'ın af ve merhametinden istifade edeceği; kendi hanımına zina isnadında bulunanın dört şahit getirmesi; getiremediği taktirde Allah'ı şahit koşarak dört kere yemin etmesi; buna ilave olarak eşi ile beraber beşinci yeminlerini yaparak koca, Allah'ın lanetini, hanımı da Allah'ın gazabını üzerine alarak yemin etmeleri ve bu takdirde kadından zina cezasının, erkekten de iftira cezasının kaldırılıp boşanmanın gerçekleştirilmesi; bu uygulamaların insanlar için bir ilâhî lütuf ve merhamet olması" bu mesajların içeriğini oluşturmaktadır.
Ayrıca Hz. Aişe'nin olgusu ile ilgili olan mesajlar da şunlardır: "İnsanların bu iftira olayını kötü kabul etmeleri yerine iyilik yüklü olduğunu düşünmeleri; iftirayı ilk başlatanın daha ağır ceza göreceği; iman edenlerin bu iftira karşısında iyi zanda bulunarak onun apaçık bir iftira olduğunu söylemeleri gerektiği; iftiraya karışanların dört şahit getirmeleri; getirmedikleri takdirde Allah katında yalancı oldukları; yapılan bu iftira nedeniyle onların başına büyük bir felaketin gelebileceği; hakkında kesin bilgileri olmayan bu kötü haberi etrafa yaymalarını önemsiz bir şey gibi görmeleri; bunun Allah katında büyük bir şey olduğu; haberi duyduklarında o konuşmalara katılmalarının kendilerine yakışmadığı ve onun büyük bir iftira olduğunu söylemeleri gerektiği ve bir daha böyle davranışlarda bulunmamaları" bu mesajların içinde yer almaktadır.
Özetle bu bölüme kadar sûre, ahlâktan hukuka, insan ilişkilerinden evlilik hükümlerine, ilâhî değerlendirmelerden beşerî değerlendirmelere uzanan açıklamaları gündeme getirmektedir.
11. "inananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını isteyen kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir azap
sını isteyen kimseler için dünyada da âhirette de çetin bir azap vardır. Sizin bilmediklerinizi Allah bilir."
Bu âyetten çıkaracağımız ilkeler vardır:
a) Yüce Allah, inananların arasında çirkin, yüz kızartıcı, insanın onuru ile oynayacak haberlerin yayılmasını istememektedir. Zaten Nisa 148'de zulümden başka kötülüklerin ifşa edilmemesi ilke olarak konmuştur.
b) Böyle çirkin haberleri yaymanın iki âlemde de azabı vardır. Bilindiği gibi bazı günahların sadece âhirette cezası varken, bazılarının da hem dünya hem de âhirette cezalan vardır. İşte bu davranışlar arasında çirkin şeyleri inananlar arasında yaymak da vardır.
c) Hangi günahların dünya ve âhirette ceza göreceğini Allah bilir, insanların bunu bilmesi mümkün değildir. Bunun anlamı, bu tür konularda insanların fikir beyan edemeyeceğidir. Bu konularda hükmü Allah vermektedir. Çünkü O'nun bilgisi tamdır.
12. "Eğer sizin üzerinize Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı, yani Allah size karşı son derece şefkat ve merhametli olmasaydı, haliniz nice olurdu!"
a) Bu âyetten anlıyoruz ki, insanların yaptıklarını her an Yüce Allah cezai an dır s aydı insanların durumu çok kötü olurdu. O'nun lütfü ve merhameti gazabını önlemektedir.
b) Yüce Allah'ın merhameti gazabından daha geniş ve daha güçlüdür. Gazabını her zaman kullanmamakta ve onunla insanlara muamele etmemektedir. Rahmeti, yani merhameti kendine yazdı (En'âm 6/54) ama gazabı kendine yazmadı.
c) İftiraya karışanların tövbe edip dönmeleri amacı ile onlara gazabı ile muamele yapmamaktadır. Bunun üzerine düşünüp netice çıkarmaları için bu âyet gönderilmiştir. Yüce Allah'ın kullarını kazanmak istediği, helak etmek istemediği yönünde takdirini koyduğu esasını çıkarmaları, düşünüp şükretmeleri istenmektedir.
Bu âyetlerden çıkarılacak olan neticeleri Hz. Peygamberin hadisleri ile tespit edebiliriz:
i. Komşusu, eziyetinden güvende olmadığı kimse iman etmiş olmaz[7]. İman kelimesinin kök anlamı "güven"dir. İman eden kişi güvenilen kişidir. Onun içindir ki, 17. âyetin sonunda "eğer inanıyorsanız" ifadesine yer verilmektedir. İftira edenler, güvenilir komşular değillerdir. Çünkü onlar, Hz. Peygamber'e ve Hz. Aişe'ye eziyet etmektedirler.
iî. Zina eden kimse, zina ettiğinde mü'min olarak zina etmez. [8]Bunun anlamı, zina ile iman yan yana gelmez. İman zinaya mani olmalıdır; olamıyorsa imanda bir defo vardır. İşte bu ve benzeri rivayetler zina fiilinin ne kadar kötü olduğunu, imanı ne kadar zedelediğini ortaya koyan ca[9]ydırıcı birer ifadedirler.
iii. Mü'min kardeşinin ayıbını örten kimsenin ayıbını da Yüce Allah âhirette silecektir. Bırakınız ayıbı örtmeyi, onlar iftirayı yaymışlardır.
iv. Hz. Peygamber, müslümanı,
şöyle tanımlamaktadır: "Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların
kötülük görmediği kimsedir".[10]
21. Ey inananlar! "Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki o, hayasızlığı ve fenalığı emreder. Allah'ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dileyeni temize çıkarır." Allah işitir ve bilir.
Bu âyeti, Nûr sûresinin 11-20. âyetleri arasında geçen iftira olay ile ilgili olarak ele alırsak, iftiranın şeytanın izi olduğuna, o izden gidenin kötülüğe bulaşacağına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Âyetin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır.
1. "Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin." Âyette geçen şeytan kelimesini "kötü kimseler, elebaşı" anlamına almamız gerekiyor. Cinlerden meydana gelen şeytan değil de, insanlardan meydana gelen şeytan yani kötü kimseler kastedilmektedir.
Önceki âyetlere göre düşünürsek 11. âyette geçen kibrehû kelimesinin ifade ettiği iftirayı çıkaran ilk kimse ve bu âyette kötü kimse yani elebaşı anlamında şeytan olarak ilan edilmektedir. İşte bu müfterinin izinden gitmemelerini Yüce Allah mü'minlere emretmektedir.
Bu emirden anlıyoruz ki, mü'minlerin de kötü kimselerin peşine takılma ihtimali vardır. Bu ihtimal olmasaydı, emrin bir anlamı kalmayacaktı. 12. âyette mü'min erkek ve kadınların da iftiraya katılmasına bakarsak, bu ihtimali net olarak görebiliriz.
2. "Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki o, hayasızlığı ve fenalığı emreder."
a) Yüce Allah, kötü kimsenin, yani şeytanın peşinden gitme emrini yermekle kalmamakta, giderse ne olacağının bilgilendirmesini de yapmaktadır.
b) Şeytanın, kötü kimselerin devamlı olarak hayasızlığı ve fenalığı emredeceğine dikkat çekilmektedir. Âyette geçen el-münker kelimesini Zemahşerî, "aklın kabul etmediği, başka bir ifadeyle akla, mantığa, sağ duyuya ters düşen, uymayan düşünce ve eylem" olarak nitelendirmektedir. Demek ki iftira, hem hayasızlık, hem de akla ters düşen bir şeydir. Aklın çalıştığı yerde şeytan, şeytanın çalıştığı yerde şeydir. Aklın çalıştığı yerde şeytan, şeytanın çalıştığı yerde akıl, mantık ve sağduyu yoktur.
"Allah'ın size lütuf ve merhameti olmasaydı, hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Fakat Allah dileyeni temize çıkarır. Allah, işitir ve bilir." Âyetin bu bölümü, Nûr 10-14 ve 20. âyetlerin devamı durumundadır. Allah'ın lütuf ve merhameti sayesinde onlar, temizliğini koruyabilmiş ve arınmışlardır. Böylece ahlâkî arınma ve ilâhî lütuf ve merhamet arasında bağlantı kurulmaktadır. İlâhî dileme ile ahlâkî arınma arasındaki bu bağlantıdan anlıyoruz ki ahlâklı olmak, ahlâklı kalmak, ahlaken temizliğini sürdürmek, kaynak itibari ile ilâhî iradeye, vasıta olarak da insanın çabasına bağlıdır. İlâhî lütuf, merhamet, duyma ve bilme birleşince insanlar hatalarından arınmaktadır. İnsanların ürettikleri pisliklere bulaşmadan temiz kalmak, ahlâkını sürdürmek Allah'ın yardımı olmadan gerçekleştirilemez. Bundan şu neticeye varabiliriz: Ahlâkın kaynağında din, yani Allah vardır. İlâhî lütuf ve merhamet temizlik ister; temiz olana yönelir ve temiz olanları da, beyin ve gönülleri sever. Din eğitimi demek, insanların arınmasını temin etmek ve bunun için gerekli olan ilâhî rahmet ve merhametin gelebilmesi için gerekli olan ortamı hazırlamaktır. [11]
22. Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeğe yemin etmesinler; affetsinler, hoş görsünler. Allah'ın, sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.
Bu âyet evrensel olmakla beraber, Hz. Aişe'ye yapılan iftiranın ardından gelmesi bakımından nüzul sebebini gündeme getirmemiz gerekiyor. Sahabeden olan Mıstah isimli şahsın geçimini Hz. Aişe'nin babası Hz. Ebû Bekir temin ediyordu. Bu şahıs Hz. Aişe'ye iftira atanların arasındaydı. Hz. Ebû Bekir de ona yardım etmemek üzere yemin etmişti. Bu âyetin inişi ile Hz. Ebû Bekir yemininden vazgeçip yardımına devam etti.[12] Âyetin analizinden varacağımız neticeler olacaktır.
1. "Sizden fazilet ve servef'sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeğe yemin etmesinler."
Alimlerin dediğine bakılırsa "fazilet ve servet sahibi" denen kişi, Hz. Ebû Bekir'dir. Ama burada onun isminin geçmemesi, âyetin evrensel olduğuna delil teşkil etmektedir. Ayetin bu kısmında geçen "fazilet sahibi kişi", Allah'ın bolluk verdiği, ya da lütuf sahibi anlamlarına alınabilir. Yüce Allah, akraba, yoksul ve hicret edenlere yardımda bulunmamak üzere yemin etmeyi yasaklamaktadır. Bu grup insanlardan hata yapanlar, nankör davrananlar olabilir ama lütuf ve zengin olan kişi, yardımını durduramaz, durdurmak için de yemin edemez.
Bunun anlamı şudur: Yardım edilen kişinin yaptığı nankörlük, yardımı durdurmanın zararı kadar zararlı değildir. O kişilerin yaptığı hatanın ağırlığı ile yardımın kesilmesi ile meydana gelecek olan yaranın şiddeti iyi ölçülmelidir. Yardım eden kişi, hatayı yapanın seviyesine inmiş, hata üzerine hata ederek ateşe benzin ile yaklaşmış olacaktır.
Hiçbir hareket, fakirlik kadar tehlikeli, zararlı ve derin yaralı olamaz. Fakirlik ve açlık, en tehlikeli sosyal yaralardan biridir hatta en başta gelenidir. Bu yaranın sarılmasını, tedavi edilmesini ve giderilmesini durdurmak üzerine yemin yapılamaz. O kadar ki açlık, iftira gibi kötü bir eylemden daha kötü bir nitelik taşımaktadır. Çünkü iftira, olmayan bir davranışı birine atmak, onuru ile oynamak olduğu halde, açlık, insana namusunu sattırabilir; zenginlerin hayatını tehlikeye sokabilir; toplumu önü alınamayacak olayların alevleri içine atabilir. Bu bakımdan, açlıkla mücâdeleyi durdurma üzerine yapılan yemin, kabul edilmemektedir.
2. "Affetsinler, hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, merhamet edendir."
Yüce Allah, yemin edilmemesini, yeminin kabul edilmeyeceğini belirttikten ve emrettikten sonra ne yapılacağını da gündeme getirmekte ve teşvik edici açıklamalarda bulunmaktadır.
a) Ortada bir nankörlük denen bir hata vardır. Bu hata görmezlikten gelinemez. Bunun bir hata olduğunu kabul etmesinden dolayıdır ki Yüce Allah "affetmesini" istemektedir. Hoşgörmelerini, geçmelerini, feragat göstermelerini de bu insanlardan istemektedir.
Nankörlük gibi büyük bir yanlışın üzerine ancak af ve hoşgörü ile gidildiğinde çözüm meydana gelecektir. Böylece Yüce Allah, "yemin etmesinler" emrinden sonra, ne yapmaları gerektiğini de söylemektedir.
b) Bir insanın bir insanı affetmesi, Allah'ın da affedeni affetmesine sebep olmaktadır. Onun için âyette Allah'ın kendilerini affetmesini isteyip istemediklerini sormaktadır. Bunu şu şekilde ifade edebiliriz: "Affedersen affedilirsin". Allah'ın kulunu affedeni Allah da affeder. Yeryüzündekini affedeni Allah da âhirette affedecektir.
Genelde iyilik yaptığımız, geçimine katkıda bulunduğumuz insanların nankörce davranışına katlanamayız. Çok ağır geldiği için aramızdaki ilişkiyi koparırız ve arkadan, ileri geri konuşuruz. Yüce Allah'ın affetme ve hoş görme emri, aslında yardım edenin psikolojik ve manevî yapısını tedavi edici nitelik taşımaktadır.
Allah'ın, affedici ve merhamet sahibi olmasının burada gündeme getirilmesinin sebebi, insanın da bu sıfatlarla sıfatlanmasını istemesidir. Allah bizi affettiğine ve acıdığına göre biz de onun kullarını affedip a-cımalıyız. Affetme, takva sahibi ve muhsin olmanın şartları arasında yer almaktadır (Al-i îmrân 3/133-134). Yüce Allah, kendi eylemlerini ortaya koyarak insanı affetmeye, hoş görmeğe teşvik etmektedir.
Bize şu eğitim ilkesi hatırlatılmaktadır: Kendin yapmadığın bir şeyi
çocuklarına veya Öğrencilerine teklif edemezsin. Onun içindir ki, Yüce Allah,
kuluna "hatalı olanları affet" emrini verirken, kendisinin bunu
yaptığını
da söylemektedir. Aksi takdirde emri havada kalacaktı. [13]
23. İffetli, habersiz, inanmış kadınlara zina iftirasında bulunanlar, dünya ve âhirette lanete uğratılmışlardır. Onlar için büyük bir azap vardır.
24. O gün yaptıklarından dolayı dilleri, elleri ve ayaklan kendileri aleyhinde tanıklık edecektir.
25. O gün, Allah, onların hak ettikleri cezalarını eksiksiz verecektir. Onlar, kesin olarak Allah 'in, apaçık gerçek olduğunu bileceklerdir.
26. Kötü kadınlar kötü erkekler içindir. Kötü erkekler de kötü kadınlar içindir. Temiz kadınlar temiz erkekler içindir. Temiz erkekler de temiz kadınlar içindir. Onlar, kötülerin nitelendirmelerinden uzaktırlar. Onlar için bağışlama ve güzel bir rızık vardır.
Daha önce belirttiğimiz gibi Nûr sûresinin ilk on âyeti giriş ve hazırlık niteliğini taşımakta ve genel prensipleri koyarak ceza hukukunun kanunlarını gündeme getirmekteydi. "Genelden özele" metodunu kullanarak, önce iftiranın ve zinanın cezasının ne olacağını belirlemiş, özelde de Hz. Aişe'ye yapılan iftirayı ele almıştı.
Özel manada ele alınan iftarının, Allah katında ve âhiretteki cezası açıklanmaktadır. Daha önce Nûr 4'te genel olarak namuslu ve evli olan kadınlara iftiranın cezası dünyevî hukuk bakımından seksen değnek ve şahitliklerinin kesinlikle kabul edilmemesi olarak tespit edilmişti. Burada biraz daha özele inilmektedir. Bu âyetlerin açıklamasını toplu halde yapmayı uygun buluyoruz:
1. İftiraya uğrayan kadının özellikleri:
a) el-muhsanât: Bu kelimenin manası hem Nisa 24, hem de Nûr 4'te verilmiştir. "Muhafaza etmek, korumak ve engel olmak" anlamına gelen el-ihsân kelimesinden türeyen muhsanât, "hürriyet ve iffet, fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar edinmeyen iffetli kadınlar, evli, cinsel organını iffetle koruyan, saklayan, kale" manalarına gelmektedir.
b) el-ğâfilât, "hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlar" demektir. Aslında bu kavram, "dikkatsiz, dalgın" anlamına da gelmektedir.
c) el-mü'minât, "inanmış, tevhid inancına sahip Müslüman bir kadın özelliğine sahip olan kadınlar" demektir. Bu kelime ya da kadınlara ait bu özellik âyeti özele götürmektedir.
2. Bu özelliklere sahip kadınlara iftira edenlerin cezası:
a) Bunlar, dünya ve âhirette lanete uğrayacaklardır. Lanete uğramak, Allah'ın affından, lütfundan, merhametinden uzak kalmak demektir. Demek ki, namuslu ve mü'min kadına iftiranın hem dünyada hem de âhirette cezası olacaktır. Nûr 4'te hukukî bakımdan cezasının seksen değnek ve şahitliğinin kabul edilmemesi şeklinde tespit edilmesinin yanında bu âyette Allah tarafından lanetleneceği de bu cezaya manevî ceza olarak ilâve edilmektedir.
b) Lanetlenmeleri hem dünyada hem de âhirette olurken, ayrıca âhirette onlara büyük bir azabın uygulanacağına dikkat çekilmektedir.
c) Kıyamette, yani mahşerde vücut organları onların aleyhinde tanıklık edecektir. Dilleri, elleri ve ayakları bu tanıklıkta yer alacaklardır.
Bu dünyada namuslu, habersiz ve mü'min kadınlara iftira atmayı insanın vücudu kayıt altına almaktadır. Aslında bütün günahlarımızı vücudumuz kaydetmektedir. Ayrıca kirâmen kâtibin denen melekler de bu amelleri kayıt altına almaktadır. Mahşerde hem bu kitap, hem de bedenimiz, amellerimizi deşifre edecektir.
i. onarın ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder" (Yâsîn 36/65).
ii. "Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da: 'Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz' derler" (Fussılet 41/20-21).
d) Yüce Allah, âhirette onların cezasını eksiksiz verecektir. Organlarının yaptıklarını deşifre etmesi de onlar için bir ceza niteliğini taşımaktadır. İftirayı dilleri ile söyledikleri gibi, aynı dillerinin bu konuda tanıklık etmesi de çok büyük bir azap demektir.
Nûr 25'te geçen ed-dîn kelimesi, "ceza" anlamına gelmektedir. Fâtihâ 4'te geçen dîn kelimesi de "ceza" anlamına gelmektedir. Dîn kelimesini o âyette geniş bir şekilde açıkladığımız için burada açıklamayı uygun bulmuyoruz.
Burada dîn kelimesi ile el-hakk kelimesi yan yana gelmiştir. Hakk kelimesine, "eksiksiz, gerçek, hak ettikleri" manalarım vermemiz mümkündür. Cezalarının eksiksiz, yahut gerçek cezalarının veya hak ettikleri cezalarının verileceği burada ifade edilmektedir. Bunun anlamı şudur: Dünyada verilen cezada eksiklik bulunabilir; ama âhiretteki cezada tamlık olduğundan, eksiklik bulunmayacaktır.
3. Mahşerde kesin bilgiye ulaşacaklardır. Bu dünyada bazı insanlar, Allah konusunda, O'nun yakınlığı ve gerçekliği meselesinde, O'nun, yaptıklarımızı bildiği, gördüğü, haberdar olduğu, onları kuşattığı konusunda kesin bilgi ve imana sahip olmamaları nedeniyle günah işlemektedirler. Yüce Allah'ın bu sıfatlarına kesin bir bilgi ve iman ile yaklaşmış olsalardı ve bunu içlerine sindirmiş olsalardı iftira gibi başka günahları da işlemezlerdi.
Yüce Allah'ın, apâşikâr, hakkın ta kendisi olduğunun bilgisine o-rada kavuşacaklardır. Mahşerdeki oluşumlar onları bu bilgiye ulaştıracaktır. Ama gerçek mü'min veya insan olmanın özelliklerini tam anlamı ile kullananlar bu bilgiye bu dünyada ulaşırlar ve onu elde ederler.
Tekâsür sûresinde belirtilen "bilme", "anlama", "yakını bilgi", yakım gözlem" keşke bu dünyada gerçekleşseydi. Ama gönüle bu dünyada vurulan perdeler ve zincirler orada kalkacak ve insanlar mutlak hakikati, özellikle gerçek olanın sadece Allah olduğunu anlayacak ve bilir hale geleceklerdir. Hakk, gerçekliği, mübîn de apâşikârlığı ifade etmektedir. Ancak mübîn kelimesi "açığa vuran, açıklayan" manasına da gelmektedir.
Bir önceki âyetle bağlantı kurulduğunda bu anlamı yakalamamız mümkün olacaktır. Bu anlamdan hareket ettiğimizde şu neticeye varabiliriz: Dillerin, ellerin ve ayakların tanıklık edip amelleri deşifre etmelerinin, aslında Allah olduğunu anlayacaklardır. Zaten Fussılet 21'de organları konuşturanın Allah olduğu gündeme getirilmektedir. Demek ki, onlar orada, amellerin açıklayıcısının Allah olduğunu anlayacaklardır.
Çünkü organlara tanıklık etme, amelleri konuşma iznini Allah verecektir. O'nun izni olmadan hiç kimse hiçbir şey konuşamaz (Nebe' 78/38).
4. Yüce Allah iyiyi iyiye, kötüyü kötüye yazmıştır.
a) "Kötü kadınlar, kötü erkekler içindir. Kötü erkekler de kötü kadınlar içindir."
Nur 26'da geçen el-habîsât kelimesi, "kötü kadınlar"; el-habîsîn de, "kötü erkekler" anlamına gelmektedir. Habîs kelimesi, "bozuk, kötü, çirkin, hile, entrika, sıkıntı, şerli, günahkar, kir, pislik, hayırsız, madendeki pas, haram, murdar, iğrenç, zararlı" manalarına gelmektedir.
Nûr sûresine göre manalandınrsak, buradaki pis erkek ve pis kadın, 3. âyete göre zina eden erkek ile zina eden kadın, şirk koşan erkek ile şirk koşan kadın olur. Çünkü Tevbe 28'e göre müşrikler de pistir. Hem de zina edenlerden daha pistir.
Nûr sûresinin 3. âyetine göre mana verirsek, zina eden kadınlar zina eden erkeklere, zina eden erkekler zina eden kadınlara aittir. Şirk koşanlar da birbirlerine aittirler yani birbirleriyle evlenebilirler. Bu manayı Hz. Aişe'ye yapılan iftiraya uyarlarsak şu neticeyi elde edebiliriz:
İftira gibi çok kötü sözler, ancak kötü erkeklere ve kötü kadınlara düşer. Kirli sözü, kirli insanlar söyler, üretir ve yayar. O zaman: "Kötü bir sözün misali" ifadesinin yer aldığı İbrahim 26'ya gidebiliriz. "Kem söz, sahibine aittir" tekerlemesi bu âyeti manalandırmaktadır.
b) "Temiz kadınlar temiz erkekler içindir. Temiz erkekler de temiz kadınlar içindir."
Temiz kadınlar, yani zinaya ve şirke bulaşmamış tevhîd inancına sahip, ahlâklı kadınlar demektir. Bunlarla ancak bu niteliklere sahip erkekler evlenebilir. Zina yapmamış ve şirke bulaşmamış erkeklerin de aynı niteliklere sahip kadınlara ait olduğunu Yüce Allah ilke olarak koymaktadır.
Konuyu Bakara 221 ve Nur 3'e göre düşünürsek, bu âyette kimin kiminle evleneceğinin açıklandığını söyleyebiliriz. Her iki bölümden evlilik konusu bakımından Yüce Allah'ın şuna işaret ettiğini söyleyebiliriz: Evlilik olaylarında inanmış, namuslu kızları müşrik ve zânî erkeklere vermemek gerekiyor. İnanmış ve namuslu erkeklere de müşrik ve zânîye olan kızları veya kadınları vermemek gerekiyor. Onların çok farklı inanç ve ahlâk anlayışları, aile hayatlarını cehenneme çevirebilir.
Hz. Aişe'nin iftira olayına getirip bakacak olursak, Hz. Peygamber temiz olduğuna göre onun hanımı veya hanımları da temizdir. Onun için yapılan iftiranın tutar tarafı, inanılır yönü yoktur. Temiz insanlar temiz söz üretir, kötü zanda değil de iyi zanda bulunurlar (Nûr 24/12).
5. Yüce Allah, Hz Aişe ile Safvân'ı temize çıkarıyor.
"Onlar kötülerin nitelendirmelerinden uzaktırlar" buyururken, evrensel manada iftiraya uğrayan temiz insanları, özel manada da Hz. Aişe'yi temize çıkartmaktadır. Onların, yani pis erkek ve pis kadınların söylediklerinden uzak olmanın anlamı, o iftiranın kirinin onlara sıçramayacağını ifade etmesi ve onların o zinadan uzak olduklarına işaret etmiş olmasıdır.
6. Ödül onları beklemektedir.
"Onlar için bağışlama ve güzel bir rızık vardır" buyururken, bu iftiraya katlanmaları ve sabretmelerinin, onların küçük günahlarına kefaret olup affedilmelerine sebep olacağını ifade etmektedir. İftiranın doğurduğu ızdırap, çile ve acı onların günahlarını yakıp kül edecektir. Ayrıca değerli, üstün, güzel nimetler de onların olacaktır.
İşte Yüce Allah, Hz. Aişe'ye yapılan iftiranın nihâî değerlendirmesini bu âyetlerde yapmakta ve insanlığa eskimeyen evrensel kurallar koyduğunu göstermekte, özel olaydan genel kurallara giden bir metod ile insan ilişkilerinin analizini yaparak, insan psikolojisinin ve ona dayanan davranışlarının derinliğine inmektedir. [14]
27. Ey İman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir, her halde bunu düşünüp anlarsınız.
28. Orada bir kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size: "Geri dönün " denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha temiz bir davranıştır. Allah yaptığınızı bilir.
29. İçinde kendinize ait eşyaların bulunduğu oturulma-yan evlere girmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizledikleriniz de bilir.
Yüce Allah, inananlara çeşitli alanlardaki davranışları düzenleyen edebî kuralları öğretmektedir.
1. Mü'min insan, kendi evinin dışındaki bir eve girdiğinde kendisini hissettirecek bir davranışta bulunmalıdır. Nasıl hissettirecektir? Nûr sûresinin 27. âyeti bu hareketi "selâm verme" şeklinde belirlemektedir. Selâm vererek kendinin geldiğini hissettirme, genel bir anlam taşımaktadır. Çağlara göre bu durum yani kendini hissettirme şekli değişebilir. Dolayısıyla bu iş şimdilerde zile basma, diyafon, görüntülü telefon, kapıya vurma şeklinde yapılabilir.
Meskenlerin basit olduğu, tek katlı evlerde selâm vermek mümkündür ama çok katlı binaların cümle kapılarına gelindiğinde selâm duyulmayacağından zile basmak yeterli olacaktır.
2. "Selam vermek" aynı zamanda güvence vermek, kendini tanıtmak anlamına da gelmektedir. Evin erkeği yoksa, içeriye alınmayacağınızdan dolayı toplumda dedikodu çıkmayacaktır.
Gelen kadın, içerideki de yalnız olan erkek ise, yine içeri alınmayacaktır. Çünkü bu tip durumlar, iftira atılmasına neden olan alt yapıyı hazırlamaktadır.
3. Yüce Allah, vermiş olduğu bu emri düşünüp bunun, insanlar için daha iyi bir davranış olacağını anlamamızı da öngörmektedir.
Hz. Aişe'ye yapılan iftirayı anlatan âyetlerin ardından bu konunun gelmiş olması da dedikoduyu önlemenin, ona mahal vermemenin amaçlandığını göstermektedir. Başkasının evine girmeyi düşündüğünüzde izin istemeyi şart koşan bu âyet, edep Öğretmektedir. Önemli olan izin istemektir. Bunu selâm vererek, zile basarak, diyafonla da yapabiliriz. İzin istemenin şekli farklı olabilir ama, izin istemek zorunludur. Bu zorunluluğu Allah getirmekte ve O'nun ne denli insan ilişkileri ile ilgilendiğini, yanlış bir haberle onurlarının kırılmasını istemediğini anlatmaktadır.
4. Ziyaret etmek istediğimiz evde oturulduğunu biliyorsak, ama selâm verip izin istediğimiz zaman hiç cevap alamıyorsak, oraya girmememiz gerekiyor. Kimsenin bulunmadığı komşunun evine girmek, insana hırsızlık damgası vurmaya sebep olabilir.
Ama izin istediğimizde, izin verilmeyip geri dönmemiz söyleniyorsa, hemen geri dönmekte yarar vardır. "İzin istemekte ısrarcı olmamak ve geri dönmek", edep bakımından daha temiz bir davranış sergilemektir. O anda mü'min insan, davranışının Allah tarafından bilindiğinin bilincinde olmalıdır. Günümüzde bir evi ziyaret etmek için izin, önceden telefonlarla alınmakta ve ev sahibi, ziyaretçisini zaten beklemektedir. Artık izin almak, uzaktan telefonla da gerçekleşmektedir.
Ziyaret etmek istediğimiz yer, bir devlet dairesi olabilir. Çok önemli bir devlet dairesi ise zaten girişinizde sizi güvenlik görevlileri karşılamaktadır. Resmi dairelere, hatta siteler halinde yapılan meskenlere giriş şekilleri bile farklıdır. İnsanlığın medeniyeti geliştikçe izin isteme şekli de değişecektir. Hatta milletlerarası ziyaretlerde bile pasaportların çeşitlilik kazanması, gümrüklerden geçiş vizesinin alınması çok farklılaşmıştır. Yüce Allah, ziyaretin şekli, çeşidi ne olursa olsun bunun mutlaka izin alınıp gelişigüzel yapılamayacağını hükme bağlamaktadır.
5. Kişinin kendisine ait eşyaların bulunduğu, bir çeşit depo görevi gören, ama oturulmayan yerlere izinsiz girmekte bir sakınca yoktur. Bu durum, işin en ince detayının bile önemsendiğine işaret etmektedir. Bütün bu kurallar, insanın iç âlemine dayandırılmaktadır. "Allah'ın, içimizde gizlediklerimizle, dışa vurduklarımızı bildiği" inancına dayanmamız öngörülmektedir.
Kur'ân'ı ve onun oluşturduğu İslam dinini tarafsız bir gözle inceleyenler, ona inanmasalar bile onun ne denli sosyal bir din olduğunu, insan ilişkilerinin ince alanlarına girdiğini tespit edecek ve onun hedefinin insan için daha iyi, daha yararlı ve daha temiz olanı hayata geçirmek olduğunu hayranlıkla fark edeceklerdir. [15]
30. Mü'min erkeklere, bazı bakışlarını harama dikmemelerini, cinsel organlarını korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.
31. Mü'min kadınlara da, gözlerini harama dikmemelerini, cinsel organlarını korumalarını söyle. Görünen kısımları hariç olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler.
Başörtülerini, yakalarının üzerine salsınlar. Kocaları, babalan, kaynataları, kendi oğullan, kocalarının oğullan, erkek kardeşlen, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, mü'min kadınları, ellerinin altında bulunanları, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi ve tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık özelliklerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini gö'stermesinler. Gizlemekte oldukları zînetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar. "Ey müzminleri Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz."
Bu âyetlerin açıklamasına girerken şunu söylemek istiyoruz: Mü'min erkek ve kadınlar faklı inandıkları için farklı davranışa sahip olmaları gerekiyor. Bu farklı davranış şekilleri, onları şeytanın ve nefislerinin tutsağı olmaktan kurtaracak ve bu durum onların kurtulduğunun delili olacaktır. Dikkat edilirse kadına daha çok, erkeğe daha az şeyler teklif edilmektedir. Bunun sebebi veya sebepleri, kadın ve erkeğin tabiatları ve bu tabiatları gereği insanlıkta aldıkları yer ve gördükleri vazifedir. Bir bakıma farklı cinse, farklı bir davranış eğitimi yapılmaktadır. Teklif edilen davranışların bazısı müşterek olduğu gibi, farklı olanları da vardır. Ayetlerin açıklaması yapılırken bu farklar görülecektir. Kadına daha fazla ihtimam gösterilmesinin bir sebebi de saldırgan olan erkeğin cinsel oyuncağı olmaktan onu korumaktır. Yoksa kadını ikincil bir varlık kabul etmesinden kaynaklanmamaktadır.
1. "Mü'min erkeklere, bazı bakışlarını harama dikmemelerini, cinsel organlarını korumalarını söyle."
Yüce Allah, amacını daha sonra âyetin devamında belirleyeceği iki davranışı yapmaları için mü'min erkekleri uyarmaktadır. Bu iki davranışı onlara söylemesi için Hz. Peygamber'i görevlendirmektedir.
a) "Bazı bakışlarını harama dikmemelerini." ebsârihim "gözlen" kelimesinin basma gelen min cer harfinin, bu edatın görevi ve anlamı konusunda âlimler tartışmışlardır. Kimi bu eda-
tın "zâid/fazlalık", kimi "sıla", kimi de "kısmîlik ifade eden teb'îz" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Râzî ve Kurtubî bu görüşleri nakletmektedir. Biz bunlara girmeden buradaki min cer harfinin kısmîlik ifade ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü Yüce Allah, mü'tnin erkeğin bütün bakışlarını sakınmasını emretmiyor, cinsellik dolu, insana haramın kapısını açacak olan bakışları yasaklıyor.
Bu anlamı nasıl ispat ederiz?
Hz. Peygamber'in şu hadisi buna delil olmaktadır: "Bir bakışın arkasına diğerini salma. Birincisi senin hakkın olabilirse de ikincisi senin hakkın değildir.
Hz. Peygamber, birinci bakışı yasaklamıyor; daha sonraki kasıtlı bakışları yasaklıyor. Her bakış yasaklanmadığına göre, bazı bakışların yasaklandığını söylememiz mümkün olduğundan, âyetteki min edatına "bazı" anlamını verenlerin doğru olduğu kanaatini taşıyoruz.[16]
Yüce Allah, cinsellik bakımından insanı yanlışa, harama götüren organların başında gözlerin geldiğini ve bu nedenle onların sakınılması gerektiğini söylemektedir. Görmeyen gözün gönlü de istemez; yani "göz görünce gönül de ister" tekerlemesinin geçerliliği ortaya çıkmaktadır. Bakma, görme ya da bunları yapan göz, kalbe açılan en büyük kapıdır. Göz, beden ülkesinin psikolojik âlemine açılan en büyük gümrük kapılarından biridir. Bu kapıdan neyin çıkıp neyin girdiğini iyi kontrol etmek gerekiyor.
b) "Cinsel organlarını korumalarını (söyle)." Cinsel organlar da, beden ülkesinin en büyük gümrük kapısıdır. Bu kapılardan giren çıkanın iyi kontrol edilmesi gerekiyor. Önce gözler, sonra cinsel organların gündeme getirilmesi, aralarındaki bağlantıya işaret etmektedir. Kadınlar, cinsel organlarını sadece erkeklerden değil, kadınlardan da korumalıdırlar. Yüce Allah, dönüşü olmayacak olan sapık cinselliğin akan deresinden insanı kurtarmayı öngörmektedir.
Günümüzde zina, homoseksüellik, lezbiyenlik gibi insanın onurunu parçalayan, cinsel ahlâkı alt-üst eden, insanı insanın tutsağı haline getiren ilişkilerin gittikçe artmasının sebebi, ilâhî emrin anlatılmaması, ailenin eğitim etkinliğinin azalması ve iman denen gücün azalmasıdır, diyebiliriz. Bu sapık ilişkilere girenlerin kötülenmemesi, onlara yalancı şöhret verilmesi de ayrıca teşvik edici olmaktadır.
İşte bu iman, insan iradesini cinsellik bakımından kuvvetlendirecek cinsel organlar denen gümrük kapısının mağlub edilemez bekçisi olacaktır. Onun içindir ki mü'min/inanan erkeklere hitap edilip bu iffetli davranış onlardan beklenmektedir.
2. "Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz, Allah, onların yaptıklarından haberdardır."
Yüce Allah, yukarıdaki emri niçin verdiğini, âyetin bu kısmında belirlemektedir. Gönüllerinin, davranışlarının, ruhlarının, Allah ile olan ilişkilerinin daha temiz kalması, bu emrin amacını teşkil etmektedir. Demek ki, meşru ohnayanjıaram cinsel ilişkiler gönlü kirletmektedir."Hayır! Bilakis onların yapmakta oldukları kötülükler kalplerini kirletmiştir" (Mutaffıfîn 83/14).
İşte gönlü temiz tutmanın yollarından biri de cinsel ahlâkı canlı tutmaktan geçmektedir. Mü'min erkekler, daha temiz olan davranışa yönelmelidirler. Bunun için de, Yüce Allah'ın, bütün davranışlarından haberdar olduğunu bilmeli ve ona inanmalıdırlar. Ayetin sonunda yer alan ve bizim "yaptıkları" şeklinde manalandırdığımız fiil, yesna'ûn fiilidir. "Sanat" denen kavram bu kelimeden türemiştir. Yüce Allah, güzelliği, ahengi, hoş görünmeyi, sistemi ifade eden sanat ile davranış arasında bir bağlantı kurarak, mü'minin davranışlarında da bir güzelliğin, ahengin, hoş görünmenin olacağına işaret etmektedir. Demek ki, davranışlarda da, ahlâkta da bir sanatsal güzellik ve ahenk vardır.
"Mü'min kadınlara da, gözlerini harama dikmemelerini ve cinsel organlarını korumalarını söyle. Görünen kısımları hariç olmak üzere zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar."
Bir önceki âyette erkeklere, sadece gözlerini harama bakmaktan ve cinsel organlarını meşru olmayan ilişkiden korumalarını emrederken, bu âyette kadına ilâve hükümler getirmektedir.
a) Kadınlar da gözlerini harama dikmekten koruyacaktır. Erkek için göz organı cinsellikte ne ifade ediyorsa, kadın için de aynı şeyi ifade etmektedir.
b) Cinsel organları koruma bakımından da erkeklere verilen emir, onlar için de geçerlidir. Bu yasaklar karşılıklı olmaktadır.
c) "Görünen kısımları hariç olmak üzere zinetlerini teşhir etmesinler."
Alimler, burada kastedilen zînetin ne olduğu konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. "Süs" anlamına gelen zînet kelimesi ile kimileri, "takılan takılan", kimileri, "takıların takıldığı organı", kimileri de "her ikisini yani süs eşyası ile eşyanın takıldığı organı" anlamışlardır.
Bize göre birinci derecede kadının çekici olan her organı bu kelimenin anlamına girmektedir. Çünkü her mü'min kadının, süs olan takısı olmayabilir. Ama bu emir ve buradaki süs kavramı genele hitap etmektedir. Onun için zînet sözü ile "organ"ı anlamak daha doğrudur. Buna rağmen zînet kelimesi "süs için takılan takılar"ı da ifade etmiş olabilir. Buna delil olarak Kasas 79. âyette geçen zînet kelimesini gösterebiliriz: "Derken Kârini, zîneti içinde kavminin karşısına çıktı." Buradaki zînet kelimesi, "ihtişam, görkem, gösteriş" anlamına gelmektedir. Bu anlamı Nûr 31'e taşırsak, kadının süsünden maksadın içerisinde, "ihtişam, görkem, gösteriş"inin de olduğunu anlarız. Aynı şekilde Nûr 31. âyetin sonunda yer alan "gizledikleri zînetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar" anlamındaki cümlede geçen zînetinde ayağa takılan halhal olduğu dikkatten kaçmamalıdır.
Ayette "görünen yerleri hariç" ifadesi geçmekte ve bu, süs eşyalarının takıldığı yerlerin dışında kalan organlar anlamına gelmektedir. Demek ki yüz ve el hariç, kadının diğer organları zînet kavramı kapsamına girmektedir. Hz. Peygamber'in şu hadisi de bunu açıklamaktadır: "Ey Esma, kadın buluğa erince şundan, şundan başkasını göstermesi doğru değildir, diyerek yüz ve ellerini göstermiştir". [17]Ayaklar da "el" gibi düşünülmelidir. Demek ki yüz, el ve ayak kısmı zînet kavramının dışında kalmaktadır. Sayılan bu uzuvların dışındaki yerleri kadının zinetidir, süsüdür, güzellidir, ihtişamıdır, görkemidir. Aslında kadının istisna edilen bu yerlerinden başka organlarının örtülmesini emretmenin amacı, cazibeyi azaltmaktan ziyade cazibeyi artırmaktır. "Kadın Örtündükçe cazibesi artar"; devamlı olarak çıplaklar kampında yaşasak, artık kadının bedeni erkeğin dikkatini çekmez hale gelecektir. Onun için, erkeğin psikolojisi dikkate alındığında, kadının değer kazanması, cazibe merkezi olması ve arzulanması için kapalı olması daha doğru olacaktır. Kadının bedeni apaçık ortada olunca cazibe merkezi olmaktan çıkacaktır.
d) "Başörtülerini, yakalarının üzerine salsınlar."
el-humur kelimesi, "baş örtüleri" anlamına gelmektedir. el-cüyûb da "gömleğin göğüs yırtmacı" anlamına gelen el-ceyb kelimesinin çoğuludur. O zaman bu cümle, "başörtülerini yakalarının, omuzlarının üstüne kadar indirmeleri" emredilmiş olmaktadır. Bu durum kültürden kültüre değişebilir. Eğer bedenin boğaza kadar giyilen elbisesi boğazı örtüyorsa başörtüsünün göğüslere inmesi şart olmayabilir. Çünkü göğüsler ve boğaz kapanmıştır.
Günümüzde başörtüsünün Kur'ân'da emredilip emredilmediği konusu yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Konuya ideolojik yaklaşanlardan peçe takmayı şart koşanlara varıncaya kadar çeşitli basamaklarda çeşitli fetvalar verilmektedir. Hamr ya da hımâr kelimesinin geniş açıklaması Bakara 219'da yapılmıştır. "Kapamak, örtmek, kaplamak, gizlemek, saklamak, mayalandırmak, maya ile kabartmak, bozmak, tahrik etmek, heyecanlandırmak, içine geçip yayılmak, istila etmek, karıştırmak" manalarına gelen bu kelime alkol için de kullanılmaktadır (Bakara 2/219; Mâide 5/90; Yûsuf 12/41). Bu kelimenin, yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 31'de "başörtüsü", Bakara 219'da "alkol" anlamına gelmesini sağlayan müşterek anlamı nedir? Her iki ifade "örtmek" anlamında buluşmaktadır. Alkol, başın içindeki bilinci örttüğü, başörtüsü de başın dışını örttüğü için bu ismi almıştır. Her ikisi de "örtme" eyleminde bu-
taşmaktadırlar. Bu ortak mana ile onların kafa ile alakalı oldukları ortaya çıkmaktadır. Onun için birisi çıkıp Nûr 31'de geçen humur kelimesinin "başörtüsü" olmadığı iddiasında asla bulunamaz. Demek ki, kadınların başlarının dini bakımdan örtülüp örtülmeyeceği tartışılacak bir konu değildir. Çünkü kelimenin lügat manası bile buna müsaade etmemektedir. Zaten lâ cer harfine baktığımızda örtünün yukarıdan aşağıya ineceğini görmüş olacağız.
4. Diğer taraftan, âyetin mealinde geçen "başkasına göstermesinler" ifadesindeki sayılan istisnaları burada tekrar etmek istemiyoruz. Ancak burada söyleyeceğimiz şudur: Kadının, zinet eşyalarım astığı organlarını sayılan bu insanların dışındaki insanlara göstermesi Allah tarafından yasaklanmıştır, "zinetlerini göstermesinler" derken, birinci derede sorumluluk kadına yüklenmekte, günahtan öncelikle o sorumlu tutulmaktadır. 30. âyette erkeğin bakmamasına hükmederken, burada kadının zinet organlarını göstermemesine, teşhir etmemesine hükmetmektedir.
Teşhir edilen, ortaya konan şeye bakılır. Onun için kadın kendi bedenine sahip çıkmalıdır. Ayetin devamında Yüce Allah daha ileri düzeyde bilgi vererek kadının davranışlarına düzenleme getirmektedir.
5. "Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar."
Kadının, yabancı erkeklere kendini fark ettirmek için gerekli olan davranışlardan sakınmasının zorunlu olduğu âyetin bu kısmından anlaşılmaktadır. Bunun sebebini tespit edebilmek için Ahzâb 32'ye gitmemiz gerekiyor. Orada "Çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır" buyurarak Yüce Allah, Hz. Peygamberdin hanımlarına bu şekilde emrederken, hasta kalpli yani niyet bazında cinsî sapık olan erkeklerin kadınlara yönelik şehevî niyetlerini bozacağına dikkat çekmektedir. Aynı şekilde yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 31 'de de fark edilmek için ayaklarım yere vurarak hareket eden kadınlara karşı cinsel sapıklığı olan erkeklerin niyetlerini bozacağına işaret etmektedir.
6. "Ey Mü'minler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." Âyetin bu kısmı bize şunu hatırlatmaktadır: Erkek ve kadınlardan bu hataya düşecek olanlar vardır. Bundan kurtulmanın çıkış yolu tövbe etmektir. Tövbe, günahın bağışlanmasını istemenin ötesinde, bir daha o günaha dönmemeyi de içermektedir.
Aslında Yüce Allah, Hz. Aişe'ye yapılan iftiranın ardından bazı değerlendirmeler yapmaktadır. Bu değerlendirmeler, evlilik olayından, başkasının evine izin alarak girmeleri, oradan erkek kadın davranışlarına ve ilişkilerine uzanan bir dizi konuları içermektedir.
Kadın erkek ilişkilerinde, herkesin sahip çıkacağı davranışlar olduğu gibi, birinin diğerini etkileyecek hareketler de vardır. Bütün bu hükümlerin neticesi kadın ve erkeğin kendilerine sahip çıkması, kendilerini koruması esasına varmaktadır.
Bu hükümlerin açıklamalarını ve değerlendirmelerini niçin yaptığı sorusunu cevaplandırırken Yüce Allah, bunun nedeninin, insanların kurtuluşa ermesini temin etmek olduğunu söylemektedir. İlâhî yasaklar ve emirler hep insanın şeytana karşı zafere ulaşması, umduğunu elde etmesi ve mutlu olması için konulmuştur. Diğer taraftan köklü değişim anlamına gelen tövbenin insan hayatındaki önemi de vurgulanmaktadır.
Biz bundan şu neticeyi çıkarmalıyız: Nisa 28'e göre "insandaki zayıflık", onun günah işlemesine, hata yapmasına zemin hazırlamış olabilir. Kimse kendisini günahsız göremez. Onun içindir ki, Yüce Allah, birinci derecede Hz. Peygamber'e: "Hem kendinin hem de mü'min erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile" (Muhammed 47/19) buyurmuştur.
Diğer taraftan Fetih 2'de Hz. Peygamber'in geçmiş ve gelecek günahlarının affedileceği gündeme getirilmektedir. Hz. Peygamber de: "Doğrusu, günde yetmişden fazla tövbe edip Allah'a yöneliyorum" demiştir[18].
Demek ki erkek ve kadınlar inanmış olmalarına rağmen Nûr 30-31'de belirtilen ve yasaklanan davranışları yapmış olabilirler. O zaman tamamen kötümserliğe kapılma yerine tövbe ile dönüp af dilemeleri gerekiyor. Böylece Hz. Aişe'nin iftirasına katılan mü'min erkek ve kadınlara da tövbe edip bir daha böyle bir günaha dönmemeleri emredilmek-tedir(Nûr 24/17, 31).
Din âlim ve görevlileri, insanlara tövbe etmenin ve af dilemenin önemini iyi anlatmalı, kötümserliğe kapılmalarını önleme yoluna gitmelidirler; Hz. Peygamber'in sahabesini günahsız görme gibi yanlış bir anlayışa kapılmalarına da dur demelidirler; Yüce Allah katından bakınca, günah işlemeyen kimsenin olmayacağına dikkat çekmelidirler. Nefsinin ve şeytanın etkisi altında kalınır ama önemli olan derhal silkinip tövbe ve istiğfar etmektir. [19]
32. İçinizdeki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer yoksul iseler, Allah onları lütfü ile zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır ve her şeyi bilendir.
33. Evlenemeyenler ise Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, özellikle iffetli olmak isteyen genç kızlarınızı fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, Allah, hiç şüphesiz onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.
Bu âyetlerden çıkaracağımız Önemli sonuçlar olacaktır.
1. "İçinizdeki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendiriniz."
a) Âyetin başındaki enkihû "evlendiriniz" emri, evlilik olayına üçüncü şahısların karışmasını ön görmektedir. Bu emir, günümüzde ve gelecekte bir aile ve evlilik bakanlığının kurulmasına ve onun her ilde şubelerinin oluşmasına götürmelidir. Çünkü, aileyi kurmak anlamına gelen "evlendiriniz" emri, öyle bazı âlimlerin dediği gibi bir tavsiye değil, tam tersine kifâye farz özelliğini taşımaktadır. Râzî'nin belirttiği gibi vucûb ifade etmekte yani farz olmaktadır.
b) "Evlendirin" emrini öncelikle ana-babalar ve veliler yapacaktır. İlâhî hükmün birinci derecedeki muhatabı onlardır. Ana-babası olmayan gençlerin evliliğinde de toplumun ileri gelenleri ve hatta devletin resmî kurumu görev alacaktır. Ana-babadan başlayan, aile bakanlığına varan bir sorumlular zinciri kurulmaktadır.
c) Yüce Allah'ın, bu emrini, iftira olgusundan, erkek ve kadınların cinsel davranışlarından sonra yapmış olması manidardır. Çünkü cinsel içgüdü, tatmin edilmediği durumda cereyan taşıyan çıplak bir elektrik teline benzer. Dokunan herkesi yakacak, çarpacak ve kömüre döndürecektir. Tatmin edilmeyen cinsellik dürtüsünün çıplak olarak ortada durduğu durumlarda toplumda iftiraların, cinsellik bakımından davranış bozukluklarının, zina gibi çirkin fiillerin oluşması kaçınılmaz olabilir. Bunları önlemenin kesin yolu evlilik olayından geçmektedir.
d) Âyette geçen el-eyâmâ kelimesi, "bekârlar", el-'ıbâd kelimesi de "köle ve cariyeler" anlamına gelmektedir. Gençleri ve şahsiyeti iyi olan köle ve cariyeleri evlendirmek, üçüncü şahıs veya müesseselere düşmektedir.
Köle ve cariyeleri evlendirme konusunda verilen bu emir, köleliği ve cariyeliği kaldırmaya yönelik atılan en ciddi adımlardan biridir. Yüce Allah, bekârlığın, köle ve cariyeliğin çözülmesi gereken bir sorun olduğunu vurgulamakta ve bu sorunun çözülmesi konusunu üçüncü şahıs veya müesseselere yüklemektedir.
Genelde sosyal ahlâkın, özelde cinsel ahlâkın temelinde evlilik müessesesi vardır. Aile hayatı, toplumun cinsel ahlâkını kurtaran, canlı tutan, neslin asaletini koruyan bir hayat olduğu gerçeğini bu emri ile Yüce Allah vurgulamaktadır.
2. "Eğer yoksul iseler, Allah, onları lütfü ile zenginleştirir. Allah, lütfü bol olandır ve her şeyi bilendir."
Âyetin bu kısmı insan psikolojisinin çok önemli bir gerçeğini açığa çıkarıyor.
a) Evlendirme olayının en büyük engeli fakirliktir. Evlendirecek olan kişiler, ceplerindeki paradan fedâkârlık yapıp yardımda bulunmayabilirler; bulunsalar bile, evlenecek olanların aile hayatının ihtiyaç gösterdiği ekonomik durumu tedârik etmelerinde yardımcı olamayabilirler. Yüce Allah, bu durumda kendisinin devreye gireceğini ve onlara lütfundan ve rızık hazinesinden vereceğini garanti altına alıyor.
b) Böylece Yüce Allah,
fakirliğin evliliğe mâni olmaması gerektiğine işaret ediyor. Bizzat kendisinin
ekonomik destekte bulunacağını söylüyor. Âyetin bu kısmını Hz. Peygamber'in şu
hadisi ile açıklayabiliriz: "Üç kişi vardır ki, hepsine Allah'ın yardım
etmesi, Allah'ın üzerinde bir haktır. Allah yolunda cihad eden, iffetli kalma
amacı ile evlenen
ve
borcunu ödemek isteyerek efendisiyle antlaşma yapan kimselerdir"
c) Âyet, bize şu gerçeği de öğretiyor: Yüce Allah'ın bekâra takdir ettiği rızık ile evlilere takdir ettiği, hatta çocuğu olanlara takdir ettiği nzık farklıdır. Bazen Yüce Allah, imtihan etmek için, gençlerin evlenmek için ihtiyaçları olan ekonomik imkanı üçüncü şahıslara, yani zenginlere verir. Onların fedâkârlık yapıp fakir gençleri evlendirmeleri, imtihanı başarı ile geçmelerini temin edecektir. Birinin evliliği, onların başarı ve sevabı oluyor.
d) Fakirlik, insanlığın en büyük sorunlarından biridir. Fakirliği sadece ekonomik imkansızlıklar olarak görmemek gerekiyor, manevi fakirlik de bu kavramın kapsamına girmektedir.
Zenginler, fakir gençleri evlendirerek, söz konusu olabilecek manevi fakirliklerini ortadan kaldıracaklardır. Bu fedâkârlıkları ile hem ekonomik fakirlikle mücâdele edecekler; hem de kendi manevî fakirliklerini ortadan kaldırıp ruh zenginliğini elde edeceklerdir.
e) Ebeveyn, kızını verirken veya oğlunu evlendirirken fakirliği birinci derecede ölçü olarak kullanmamalıdır. Onlar, bu âyete inanıp Allah'ın, onların durumunu bildiğine, lütfü ile onları zenginleştireceğine teslim olmalıdırlar. "Allah rızkı dilediğine genişletir" (Ra'd 13/26); "O, dilerse yalvardığınız şeyi giderir" (En'âm 6/41); "Kim Allah'a saygı duyarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir" (Talâk 65/3-4).
Bu âyetler Müslüman ebeveynin ölçüsü olmalıdır.
3. "Evlenemeyenler ise, Allah kendilerini lütfü ile zenginleştirene kadar iffetli davransınlar."
a) Yüce Allah, gençler evlenme imkanı bulamamalarını bahane edip zina yapma yoluna gitmesinler, emrini vermektedir. Ekonomik imkansızlık zinaya sebep olamaz/olmamalıdır.
b) Yüce Allah, onların ne zamana kadar iffetli kalacaklarını da cevaplandırmaktadır ve bunun "kendilerine ekonomik imkanı temin edinceye kadar" olduğunu bildirmektedir. Bir önceki âyetteki gibi, kendisinin onlara yardım edeceğine dair söz vermektedir. Bekârlara ekonomik imkanı bulacakları konusunda ümit vermektedir.
4. "Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin, onlarda bir iyilik görürseniz, bedel vermelerini kabul edin. Onlara, Allah'ın size verdiği maldan verin."
Ayetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler vardır:
a) Âyetin bu kısmı, kölelikle mücâdele vermenin Önemini anlatmakta ve bu mücâdelenin ilk önce Allah tarafından verildiğine dikkat çekmektedir. Bakara 177, Tevbe 60 ve Beled 13'te köleye hürriyetini kazandırmak için yapılan yardımın ibadet olduğuna işaret edilmektedir. Kur'ân, kölelik geleneğinin devamından yana değil, onun kaldırılmasından yana tavır koyduğunu bu ve buna benzer âyetleriyle hükme bağlamaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin kapsamı içinde düşünürsek, Yüce Allah, evlenebilmesi için hürriyetini isteyen köleye hürriyetini vermeyi emretmektedir, diyebiliriz. Ayet, kölenin efendisine seçenek tanımamaktadır. Ancak kölenin durumuna bağlı bir şartı gündeme getirmektedir.
b) "Onlarda bir iyilik görürseniz" şartı getirilmektedir. Buradaki hayr yani "iyilik" kavramı neyi ifade etmektedir. Râzî ve Kurtubî bu kelimeye farklı manalar yükleyenlerin listesini vermektedir. Biz o ihtilaflara girmeden şunu söylemeliyiz: Kölelerde bilinmesi gereken hayr yani "iyilik", kimine göre "güvenirlilik", kimilerine göre "mal", diğerlerine göre de "meslek"tir. Köleye özgürlüğünü verecek olan efendinin, bu kölenin özgürlüğüne kavuştuktan sonra hayatını kazanıp kazanamayacağı, bedelini ödeyip ödeyemeyeceği, manevî bakımdan ahlâklı kalıp kalamayacağı konusunda emin olması gerekiyor.
c) Âyetin birinci bölümünde maddî bakımdan imkan bulamayan hür gençler ele alınırken, âyetin bu kısmında kölelerin durumu ele alınmaktadır. Onların özgürlüklerine kavuşmaları ilk sırayı alırken, ekonomik imkan ikinci sıraya inmektedir. Onların özgürlüklerine kavuşmaları için de gerekli emri Yüce Allah vermektedir.
d) Âyette geçen mükâtebe, "belli bir bedel karşılığında efendisinden özgürlüğünü satın alma akdi"ne denir. Bundan anlıyoruz ki, Yüce Allah, köleyi azat etmeyi, özgürlüğüne kavuşturmayı hukukî bir antlaşmaya, kayıt altına almaya bağlamıştır. Böylece Kur'ân, yazılı hukuka geçmiş olmaktadır. Daha önce borçlar hukukunda kayda geçtiğini de Bakara 282'de görmüştük.
e) Köle, mal ve para bakımından bir birikime sahip olmayabilir; zaten kendisi efendisinin malı durumundadır. Bağımsız malı olması da mümkün değildir. O zaman "Allah'ın size verdiği maldan onlara verin" ilkesi devreye girecektir; Bakara 177, Tevbe 60 ve Beled 13. âyetleri gündeme girecektir. İnfâk ve zekâtın kimlere verileceğini ilke olarak koyan bu âyetler, Kur'ân'ın insan özgürlüğüne ne denli önem verdiğine delil teşkil etmektedirler.
Netice olarak diyebiliriz ki, kölelik ve fakirlik insanın doğasının gereği olan evliliğe mâni olmamalıdır. Mü'min insanlar, buna mutlaka çare bulmalıdırlar. Çare bulmalarını emreden Yüce Allah da kendisinin bir çare kapısı olacağını da Kur'ân'ı ile bildirmektedir. Allah'ın verdiği maldan onlara vermeleri, zenginlerin tercihine bırakılmamakta, yapıldığında, ibadet olan bir zorunluluğa bağlanmaktadır.
Evlenmemek, cinsel ahlâkın ortadan kalkmasına götüren bir sürecin başlangıcıdır. Bununla mücâdele etmek zenginlerin görevidir. Kimileri 31. âyette olduğu gibi rehberlik ederek evlendirecek, kimileri de 33. âyette olduğu gibi maddî imkânları ile katılıp mücâdele edecektir. Fakirlikle mücâdele verip evlenemeyen gençleri evlendirmeyenler, kendi namuslarını tehlikeye atarlar. Böylece evlenemeyenlere yardım ederek evlendirmek, doğanın gereği olan cinsel arzuyu mecrasında akıtmak olacaktır. Bu da toplumun menfaatine ve ahlâkına yardım etmek olduğundan ibadete dönüşmektedir.
Bu iki âyetin bulunduğu Kur'ân'a inanan zenginlerin nafile hacca gitme yerine, fakir gençleri evlendirmelerinin daha doğru olacağı onlara öğütlenebilir. Bilinçli mü'min bunu anlayacaktır.
5. "Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için Özellikle iffetli olmak isteyen genç kızlarınızı fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, Allah, hiç şüphesiz onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder."
Âyetin bu kısmını iki açıdan açıklamak gerekiyor:
a) Bazı insanlar para kazanmak için, iffetli kalmak isteyen kızları, kadınları satmaktadırlar. Günümüzde buna beyaz kadın ticareti denmektedir. Bu durum, Hz. Peygamber döneminde de vardı; günümüzde de var, gelecekte de var olacağa benziyor. Çünkü medeniyet ilerledikçe bu insanî ve sosyal hastalık da ilerleyecektir.
İffetli kalmak isteyen kızlara tuzak kurarak, yoldan çıkararak sırtlarından para kazanmak uğruna onları mal gibi satmak insanlığın onurunu yaralamakta ve bu iş yaygınlaşmaktadır. Âlimler feteyâtiküm kelimesine "cariyeler" manası vermiştir. Bize göre fetâ kelimesi "genç" anlamına gelmektedir. Âyetteki de "genç kız, genç kadın"! ifade etmektedir. Kehf 62; Yûsuf 30'a bakılırsa bu anlama geldiği anlaşılacaktır.
Bütün bunlara rağmen, para için satılan kadınların cariyeleştiğini söylemekte yarar vardır. Hatta o kişinin cariyesi değil, herkese peşkeş çekilen bir varlık haline gelmektedir.
b) Nûr 32 ve 33. âyeti bir arada düşünürsek şu yorumu, uzak da olsa getirebiliriz: Dünya menfaatini düşünüp gençleri evlendirmek için infakta bulunmayanlar aslında, gençleri zinaya zorlamaktadırlar; fakirlikten dolayı evlenemeyen, iradesine sahip olamayan gençleri zinaya zorlamaktadırlar.
O zaman şunu söylüyoruz: Zenginler önce fakirlikle mücâdele vereceklerdir. Fakirlikle mücâdele verirken, cinsel ahlâkı korumuş olacaklardır. Onların bu yaptıkları Allah rızası için ise, ibadete dönüşmüş olacaktır. Yaptığımız yorumlardan birincisini alıp devam edersek, zinaya zorlanan, tuzağa düşürülüp sırtından para kazanmak için ticari mal gibi satılan kadınları Yüce Allah affedeceğini, onlara merhameti ile davranacağını âyetin sonunda gündeme getirmektedir. Yüce Allah, bu tür kadınların, zorla bu işi yapmak zorunda kalmaları sebebiyle affa uğrayacaklarını söylerken, onları zinaya zorlayanların affı konusunda âyette bir ifadeye yer vermemektedir.
Günümüzde kadın haklarını savunanların, mücâdelelerini, çalışmalarım, emeklerini beyaz kadın ticaretini engellemekten yana yönlendirmeleri gerekiyor. Kadınlar hâlâ erkeklerin tutsağı olmaya devam etmektedir. Kızlara okullarda eğitim verirken, kadınların nasıl tuzağa düşürülüp mal gibi satıldıkları iyice anlatılıp bilinçlendirilmelidirler. Evlenme yaşma geldiklerinde fakir iseler yardım edilip evlenmeleri sağlanmalıdır.
İşte Kur'ân, zenginleri aile hayatının yayılması için yardıma davet etmekte, hatta yardımlarını zorunlu kılmaktadır. Bu âyetler, Müslüman zenginlere, yardım yapmanın bilincini vermektedir; gelişigüzel yardım yapma yerine bilinçli yardım yapmanın programını sunmakta ve kime, nereye, nasıl yardımda bulunulacağını öğretmektedir. [20]
34. Andolsun ki size, açıklayıcı âyetler, sizden önce gelip geçenlerden bir örnek ve saygılı olanlara bir öğüt indirdik.
Yüce Allah, Hz. Muhammed'e gönderdiği vahyin hem özelliklerinden bazısını, hem de o vahyin görevlerini gündeme getirmektedir. Şimdi vahyin bu özelliklerini, yani görevlerini teker teker ele alıp açıklayabiliriz.
1. "Andolsun ki size, açıklayıcı âyetler indirdik." Ayetin bu kısmında geçen mübeyyinât "apaçık, açıklayıcı" manasına gelmektedir. Yüce Allah, insanlara açıklama yapan âyetler göndermiştir. Ayetler neyi açıklıyor? "Açıklıyor" deyince, akla "Öğretmek" eylemi gelmektedir. Kur'ân, hakkı konuşan canlı bir kitaptır ve hakikati, güzeli, doğruyu, iyiyi açıklıyor, onların hangi düşünce ve eylemlerde olduğunu öğretiyor. Diğer taraftan bâtılın, çirkinin, yanlışın ve kötünün ne olduğunu da açıklıyor. Bir cümle ile özetlersek, insana neyin faydalı ve neyin zararlı olduğunu öğretiyor. Bu öğretiler insan hayatını, insan ilişkilerini kolaylaştırıcı mesajları veriyor. Bu kelimeyi, Nûr sûresinin kapsamı içinde manalandınp açıklarsak, bu âyete kadar gelen 33. âyetteki açıklamalara işaret edilmektedir, diyebiliriz. Buraya kadar Nûr sûresinde ele alınan konuları açıklayan âyetlere dikkat edilirse, Yüce Allah'ın, insanın iyi olabilmesi ve mutlu bir hayat sürdürebilmesi için neler yaptığı görülecektir. Ahlâkın temel konulan ve aile hayatının Önemi, detaylı bir şekilde ele alınıp açıklamalar yapılmıştır.
2. "Sizden önce gelip geçenlerden bir örnek indirdik."
Bunun anlamı şudur: İlâhî eğitimin programında tarih de vardır. Geçmiş toplumların hayatları ve bu hayatlarındaki inip çıkmalar, çözülmeler, çürümeler, gerilemeler ve çöküş, gelecek nesiller için bir ibret, bir ders kaynağıdır. Tarihî olgu ve olayların buna göre okunup öğretilmesini Yüce Allah kendi öğretimi ile anlatmakta ve öngörmekte, gelip geçen toplumların hayatını Kur'ân'da örnekler halinde yaşatmaktadır. Bu örnekler, geleceğin geçmişten daha iyi olması için canlı tutulmaktadır.
3. "Saygılı olanlara bir öğüt indirdik." Ayetin son kelimesi, "sakınan, saygılı olan, Allah'a karşı görevinin bilincinde olan" muttakîlerdir. Biz bunu "saygılı olanlar" diye tercüme ettik. Allah'a saygılı, kendine saygılı, verilen, öğretilen bilgiye saygılı, yüce değerlere saygılı anlamına gelmektedir. Bu şahsiyete, bu ruha ve bu gönüle sahip olan insanlara Yüce Allah vahyi ile öğüt vermektedir; onlar da ondan öğüt almaktadırlar. Demek ki saygılı olmak, öğüt almanın alt yapısını oluşturmaktadır. Yüce Allah'ın verdiği öğüdü alıp özümseyecek manevî alt yapının adına takva denmektedir.
Bu âyetten çıkaracağımız netice şudur: Yüce Allah, açıklayıcı âyetleri, geçmişten bir örnek ve öğüt göndermesinden anlıyoruz ki, dinde zorlayıcılık yoktur; bir açıklama, bir örnek ve bir öğüt şeklinde insanî bilgilendirme, yani bir eğitim faaliyeti vardır; insanları beyin ve gönülden yakalayıp kendi iradeleri, düşünceleri ve saygı duymaları ile dine getirmek vardır. Onun içindir ki, din âlimi ve görevlileri, Allah'ın âyetlerini net bir şekilde açıklamak, Kur'ân'daki tarihî olguları ders alınacak bir şekilde anlatmak ve Kur'ân'ın öğüt verme niteliğine uygun bir şekilde davranmak, insanların tevhîd inancından yana değişimlerini kolaylaştıracaktır. [21]
35. Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde kandil bulunan bir oyuğa benzer. Kandil, cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldızdır. Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. Öyle ki, ateş değmese de neredeyse yağı ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah dileyen kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlara misaller verir. Allah her şeyi bilir.
Bu âyete âlimler, çok farklı açıklamalar yapmışlardır. Bu farklı a-çıklamaları Râzî, Kurtubî vb. gibi pek çok tefsirde bulmak mümkündür. Biz bu açıklamalara girmeden bize yardımda bulunan âlimlerin görüşü doğrultusunda kendi açıklamamızı yapmak istiyoruz.
1. "Allah, göklerin ve yerin nurudur." Bu ifade, Allah'ın zatını değil de ışığın kaynağı olduğunu ifade etmektedir. Kâinatın aslının ışıktan yaratıldığını ifade ettiği gibi, yaratma olgusunun ışık olan bilgiden kaynaklandığına işaret etmektedir. Yaratma fiili, Allah'ın bilme sıfatına dayanmaktadır. Bu bakımdan buradaki "nûr"u ilâhî vahyin ışığı olarak görmek ve anlamak daha doğru olacaktır. Kâinatın maddî anlamdaki ışığı da Allah'tan gelmekte, O'ndan kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde manevî ışığı olan vahy de O'ndan kaynaklanmakta, taşmakta ve gelmektedir.
İlâhî nurun maddeleşmiş hali, kâinatı ve onun içindeki enerjiyi, ı-şığı oluşturduğu gibi, o nurun manevi boyutu da ilâhî vahyi meydana getirmekte ve kaynağı olmaktadır. Bir önceki âyete baktığımızda anlatılanın ilâhî âyetler, yani Kur'ân olduğu görülecektir.
Biraz sonra anlatacağımız gibi Kur'ân denen nûr, "Allah'ın nuru" denen bilgisinden taşıp gelmektedir. Demek ki Yüce Allah, bu âyetteki benzetmesi ile Kur'ân'ı anlatmaktadır; kendi zatını değil. Çünkü Allah'ın zatını anlatacak bir şey yoktur.
a) "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" (Şûra 42/11). Benzeri olmayan Allah'ı bir şeye benzeterek anlatmak mümkün değildir.
b) "O'nun hiçbir dengi yoktur" (İhlâs 112/4). Demek ki, hiçbir şey O'na denk tutulamaz. Âyette, "Allah'ın nuru olan vahy anlatılmıyor da Allah'ın zatı örnekle anlatılıyor" denseydi o zaman misal O'nun dengi olacaktı.
Bu âyetlerden şunu çıkartıyoruz: Ayet, Allah'ın gerçek mahiyetini açıklamıyor, ama bilgisinin aydınlatıcı yönünü anlatmaktadır. Peki Kur'ân denen nurun göklerle ne alakası var? Biz, bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz: İnsanlık gezegenlere de gidecek, orada da hayat kuracak ve böylece Kur'ân denen ilâhî nûr oraya da gidecektir. Bilindiği gibi Allah'ın göklerde de orduları vardır (Fetih 48/4); bu orduların ışığı da Kur'ân'dır.
2. "Onun nuru."
Daha önce belirttiğimiz gibi, Allah'ın nuru Kur'ân'dır.
a) "Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nûr indirdik" (Nisa 4/174).
b) "Fakat biz Kur' ân' ı kullarımızdan dilediğimizi kendisi ile doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık" (Şûra 42/52). Demek ki, "O'nun nuru" derken, "O'nun vahyi, kitabı ve Kur'ân'ı" anlamı kastedilmektedir; insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran (İbrahim 14/1) kitap demektir; insanlara, hatta cinlere doğru yolu gösteren ve ona ileten Kur'ân (Cin 72/1-2) demektir.
3. "İçinde kandil bulunan bir oyuğa benzer. Kandil, cam içerisindedir. Cam sanki inciden bir yıldızdır." mişkât, ışık veren lambanın, kandilin konduğu camın kenarındaki "oyuk" anlamına gelmektedir. Kandilin kendisi Allah'ın indirdiği vahy, oyuk da Hz. Peygamberin kalbi ve mü'minlerin gönlü yani aklıdır.
Cebrail, Kur'ân'ı yani ilâhî vahyi Hz. Peygamber'in kalbine, aklının derinliklerine indirmiştir: "Cebrail, o (Kur'ân'ı) Allah'ın izniyle senin kalbine indirdi" (Bakara 2/97).
İşte âyette geçen mısbâh yani "kandil" ilâhî vahy, -mişkât da "Hz. Peygamber'in gönlü" olmaktadır.
Mü'minlerin gönlü de, aklı da bu oyuğa, mişkâta bürünmektedir: "Allah, kimin gönlünü İslam'a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir?" (Zümer 39/22).
Demek ki Kur'ân, ilâhî bilgi denen nurdan Hz. Peygamberin gönlüne, oradan da mü'minlerin gönlüne taşmaktadır. İlâhî vahy denen kandil, Hz. Peygamber'in gönlüne taşmca, inince Hz. Peygamber'i de ışık veren kandile çevirmektedir: "Allah'ın izni ile Allah'a davet eden ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik" (Ahzâb 33/46). Nuru İçine alan Hz. Peygamber de nurlaşmıştır. Hz. Peygamberin aydınlatması evrensel olduğundan tüm kâinatı ilgilendirmektedir. Aynı zamanda Kur'ân'ın bilgisine sahip olan inanırların aklı ve gönlü de ışıkla dolmakta ve ışığını saçmaktadır. Aslında akıl bir nurdur, bu nûr ilâhî vahy denen nuru da alarak aydınlatmaktadır.
Yüce Allah, camı bir inciye benzetmektedir. Kandil, yani ilâhî vahy, inciden yapılmış bir yıldız niteliğinde olan camın içindedir. İşte imanı meydana getiren insan aklı da inci gibi olan bu camı ifade etmektedir. O zaman ilâhî vahy ile birleşen insan aklı yıldız gibi parlamaktadır.
4. "Ne doğuya ne batıya ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. Öyle ki, ateş değmese de neredeyse yağı ışık verir. Nûr üstüne nurdur."
Zeytin ağacı ilâhî vahyi, yani Kur'ân ve daha önceki peygamberlere gelen tüm vahyi temsil etmektedir. Daha kısa söylersek ilâhî bilgiyi, Allah'tan kaynaklanan bilgiyi ifade etmektedir. Bunu ne ile delillendiririz? İbrahim 24-25'te Yüce Allah ağaç ile bilgi arasında bir bağlantı veya benzetme kurmaktadır: "Görmedin mi Allah nasıl bir örnek getirdi: Güzel bir söz, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara örnekler verir."
Bu âyetlerdeki kelime, "bilgi" anlamına gelmektedir. "Temiz, güzel bilgi"nin de kökü sağlam ve dalları göklere uzanmaktadır. Doğuya batıya ait olmaması, Kur'ân'ın içerdiği ilâhî vahy ve mesajların tüm insanlığa ve zamanlara ait olduğunu, evrensel niteliğini ifade etmektedir. Ateşle karşılaşınca, yani aklın çakmağı ile bir araya gelince Kur'ân ışığını bütün dünyaya vermektedir. Ama aklın ateşi ile bir araya gelmese bile Kur'ân yine nura sahiptir. Akıl, Kur'ân'ın ışığını âlemlere, insanlara, gönüllere taşıyor, ama Kur'ân'ın kendisine ışık vermiyor. Kur'ân akla ışık vermektedir. Elinizdeki çakmakla çırayı yakarsınız, kendiniz aydınlanırsınız. Siz çakmağınızla çıraya yaklaşmasanız bile, çıra kendi içinde ışık verme Özelliğini taşımaktadır. Kur'ân da aynıdır.
Kur'ân'ın zeytin ağacına benzetilmesinin başka bir nedeni de meyvesinin çeşitli şekillerde gıda olmasından kaynaklanmaktadır. Meyvesi doğrudan doğruya gıda olmasına rağmen, kendisinden çıkarılan yağın da gıda olduğunu görüyoruz. Kur'ân'dan da çeşitli şekillerde yararlanabiliriz; o, her şeyimize gıda olabilir. Hem ışık verir, hem rahmet olur, hem şifa dağıtır, hem gönülleri dağlayıp birlik beraberliği oluşturur.
Bakara 177'de Yüce Allah "iyinin", doğu ve batıda bulunamayacağını, ama insanın gönül ve eylemlerinde bulunabileceğini söylerken, bu âyete işaret etmiş, bu âyetle de ona işaret etmiştir. Kur'ân ışığını insanın gönlüne verir, oradan eylemlerini aydınlatır ve iyinin köklerini oradan bitirir.
Kur'ân'ın "nûr üstüne nûr olması" da, her bir âyetinin nûr olduğunu, yan yana gelen bu âyetlerin nûr üstüne nûr oluşturduğunu ifade etmektedir. Nûr üstüne nûr olmasının başka bir anlamı da, Kur'ân'ın mesajlarına yaklaşan her çağın insanına farklı mesajlar vereceğidir. Onun ışığı bitmez, yeter ki bağımsız akıl ve doğru bilgi ile ona yaklaşılsın.
5. "Allah, dileyen kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlara misaller verir. Allah her şeyi bilir." Çoğu müfessirler âyetin kısmını, "Allah dilediği kimseyi nuruna iletir" şeklinde tercüme etmiştir. Zemahşerî ise "Allah dileyen kimseyi nuruna iletir" manasını vermiştir. Biz Zemahşerî'nin manasını benimsiyoruz. Çünkü "Allah dilediğini" deseydi kelimeyi Şûra 52'deki gibi kullanırdı: "Fakat biz Kur'ân'ı kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nûr kıldık."
Bu âyette men neşâu dediği halde Nûr 35'te men yeşâu demiştir. Yüce Allah, Şûra 52'deki ifadede olduğu gibi burada da aynı fiilin kalıbını kullanabilirdi. Aslında kulun dilemesi ile Allah'ın dilemesi aynı sonuca ulaşmaktadır. Kul nasıl af diliyor, Allah da onu affediyorsa, kul nuru dilerse Allah onu ona iletecektir. Allah dileyeni kendi nuruna, kendi vahyinin ışığına, kendi yoluna (Şûra 42/52) ulaştıracaktır. Önemli olan kulun dilemesi, ilgi göstermesi, yönelmesi, gönlünü açmasıdır. Bunları yapanı kendi nuruna ulaştıracağına dair garantiyi vermektedir.
Yüce Allah, insanların beyninde var olan "ışık" kavramı ile kendi vahyinin nurunu anlatmaktadır. Buradan şunu çıkartıyoruz: Öğretimde misaller vererek anlatmak, bir metod olmakta ve konunun daha iyi anlaşılmasını temin etmektedir. Örnekler vererek bir konuyu anlatma şeklindeki ilâhî metodu bizler de kullanabiliriz. Yüce Allah, her şeyi bildiği için, onun bilgisi nûr olmakta ve bu mesajları göndermektedir. Mutlak doğruyu ancak o bildiği için, onunla bir araya gelen insan aklı ve gönlü de nurlanmaktadır. İşte din eğitimi ilâhî nuru, insanların beynine ve gönlüne taşımakla yükümlüdür. Önce din âlimleri Allah'ın nuru olan vahyini kendi gönüllerinin özüne indirmeli, akıl çakmağı ile onu yakmalı, gıdası ile gıdalanmalı, sonra da o nuru insanlara götürmelidirler.
Allah, nuru ile aydınlatıyor; onun ile insanlar arasına girenler, insanları karanlığın içine bırakanlar zulüm işlemektedirler. [22]
36. Bu kandil bir takım evlerdedir ki, Allah o evlerin yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu teşbih ederler.
37. Yiğit mü'minler, ne ticaretin ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.
38. Allah, onları işlediklerinin en güzeli ile ödüllendirir ve lütfundan onlara fazlasıyla verir. Allah, dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.
Âyetlerin analizinden çıkaracağımız neticeler vardır:
1. "Bu kandil bir takım evlerdedir ki, Allah o evlerin yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir."
Ayette geçen oj£ büyüt "evler" kelimesinin ne anlama geldiği konusunda âlimler farklı görüş beyan etmişlerdir. Beyan edilen bu görüşleri burada açıklamak istemiyoruz; ancak hepsinin görüşlerinde haklı-
lık payı vardır diyebiliriz. "Evler"den kasıt, birinci derecede "mescit"ler, yani "mabed"lerdir. Çünkü Yüce Allah mabedleri, mescitleri yüceltmiş ve oralarda isminin anılmasına izin vermiştir. Onları yücelttiğinin en büyük delili Hacc sûresinin 40. âyetidir. İsminin anıldığı mabedlerin, mescitlerin yıkılmasını istememekte ve onlara saldırıyı savaş nedeni olarak kabul etmektir. Genel olarak bütün kâinatın sahibi olmasına rağmen Cinn 18'de özel olarak mescidlerin kendisine ait olduğunu, tapusunun O'na ait olduğunu ilan etmektedir. Demek ki, büyüt "evler" kelimesine "mescidler" manasını verebiliriz. Ama mescide "ev" denebileceğinin delili ne olabilir? Bu soruya şu ayetlerle cevap verebiliriz:
a) "Biz Beyt'i (Ka'be'yi), insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık" (Bakara 2/125).
b) "Şüphesiz âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed) Mekke'deki Ka'be'dir" (ÂI-i İmrân 3/96).
Her iki âyette geçen beyt "ev" kelimesi "Ka'be" denen mabedi ifade etmektedir.
Bu açıklamadan hareket edersek, ilâhî nurun kandili, mescidlerde bulunmakta, orada ışık vermekte, orada yanmaktadır. O mabedlerdeki ibadetler, öğretim faaliyetleri ve duyulan manevi huzur o nurun yansımaları olmaktadır diyebiliriz.
Diğer taraftan büyüt "evler" kelimesine "mü'minlerin gönülleridir" de dememiz mümkündür. Yüce Allah'ın iki evi vardır; birisi Beytullâh denen Ka'be, diğeri de insanın gönlüdür. İman eden gönül, bir mabedi andırmaktadır. İman eden gönlü Yüce Allah yüceltmekte ve orada isminin anılmasına izin vermekte yani emretmektedir.
34. âyette bahsedilen ilâhî nûr, yani Kur'ân, Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber'in gönlüne indirilmiş (Bakara 2/97); kandili orada ışık vermeğe başlamıştır. Daha sonra onun gönlündeki nûr, inananların gönlündeki inanç duygusunu yakmış, o gönül denen evler de o nurun ışık verdiği yerler haline gelmiş, onlar da yücelmiş ve Allah'ı anmaya, düşünmeye, hatırlamaya başlamıştır. Böylece âyette geçen "evfer"den kasıt, "mü'minlerin gönülleridir" deme imkanına sahip oluyoruz.
Ayrıca "evler" kelimesini, bildiğimiz, insanların yaşadıkları, barındıkları evleri anlamına da alabiliriz. Zaten esas mana budur. Mü'minlerin evleri ilâhî nurun bir kandil gibi ışık verdiği bir mekandır. O evlerde hem ibadet yapılıp Allah zikredilmekte, hem de o Kur'ân denen ilâhî nûr orada okunmakta, öğrenilmekte, ruhlara sindirilmekte, anlaşılıp hayata geçirilmektedir. Yüce Allah o evleri yüceltmekte, oralarda ibadet yapılmasına izin vermektedir. Yüce Allah, izin vermeseydi evlerimizde ibadet yapamaz, sadece mescidlerde ibadet yapabilirdik.
Nasıl ki bir mescidde Cuma namazı kılmak için resmi devlet müessesesinden izin alınıyor ve o da izin veriyorsa, aynı şekilde evlerde ibadet yapılmasına da Allah tarafından izin verilmiştir. îşte Allah, ibadete izin verdiği bu evleri yüceltmiştir ve o evlerde Kur'ân denen ilâhî nûr yaşamakta, ışığını o evler vasıtasıyla dünyaya yaymaktadır.
2. "Orada sabah akşam O'nu teşbih ederler." Bundan anlıyoruz ki, mü'minlerin evlerinde gece ve gündüz ibadet yapılmaktadır. "Teşbih ibadeti" ibadetlerin genelini ifade etmektedir. Mescidlerde, gönüllerde ve evlerde ilâhî nûr, yani Kur'ân okunup Allah teşbih edilmektedir. Teşbih ibadetinin ne olduğunu Bakara 30 ve İsrâ 44'te anlattığımız için burada anlatmayı gerekli görmüyoruz.
Netice olarak diyebiliriz ki, bu âyeti 35. âyete bağlı olarak açıklamak zorundayız. İlâhî nûr denen Kur'ân, önce Hz. Peygamber'in gönlüne inmiş, o gönül evinden, mabedinden diğer mü'minlerin gönlüne aktarılmış, ışığını oralara uzatmış, oradan evlere de girmiş, oraları mabede çevirmiş ve Yüce Allah o evleri yüceltmiştir. Bu durum, Kur'ân eğitiminin nereden başlayıp nereye uzandığını göstermektedir. Hira mağarasında başlayan öğretim, Hz. Peygamber'in gönlünde eğitime dönüşmüş, oradan mü'minlerin gönlüne, oradan mescidlere, oradan da evlere intikal etmiştir.
3. "Yiğit mif minler ne ticaretin ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan alıkoymadığı insanlardır. Onlar gönüllerin ve gözlerin fırıl fırıl döneceği günden korkarlar."
Yüce Allah, ilâhî nurun kandilinin yandığı o evlerde yetişen mü'minlerin özelliklerini anlatırken onlara "yiğit" sıfatını yakıştırmaktadır. Âyetin ilk kelimesi olan rical, "yiğit", "delikanlı" manalarına alınmalıdır. Kadınları da içermesi bakımından "yiğit mü'minler" demekte yarar vardır. Yüce Allah, bu yiğit mü'minlerin özelliklerinin bir kısmını burada açıklamaktadır:
a) Onlar, ne ticaretin ne de alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan alıkoymadığı insanlardır.
Bu anlatımın açıklamasını Cuma 11. âyetle yapmak istiyoruz:
"Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha yararlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırhsıdır."
Hz. Peygamberle konuşanlar, bir an ticaret veya eğlence görünce hemen oraya dalmış, onu yalnız başına bırakmışlardı. Bu durum edep dışı bir davranış olduğundan Yüce Allah Kur'ân'da buna yer vermiş ve sonrakilere bir öğüt olarak bırakmıştır. Bu anlatımda şu vardır: Ticaret ve eğlence isteği, tutku ve hırs haline dönüşünce, kişi, Allah'ı anmayı da unutur, peygamberle konuşmasına da değer vermez hale gelir.
İşte yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 37'de Yüce Allah, para kazanma isteğini, hırsa ve tutkuya dönüştürmeyen ve bunun Allah'ı anmaktan alıkoymadığı yiğit mü'minleri gündeme getirmektedir. Bunlar yiğittirler; çünkü para kazanma hırsları ile mücâdele verebilmekte, nefsi ile cihadından zaferle çıkmaktadırlar.
Demek ki, yiğit mü'minler, ticaretlerini, alış-verişlerini yaparken daima Allah'ı hatırlar ve bu hatırlayış nedeniyle de haksızlık yapmaktan kendilerini korurlar. Ticaretini yaparken Allah'ı yanında hisseden mü'minin, kul hakkı yemesi, terazisinde, ölçüsünde hile yapması mümkün değildir. Çünkü kazanma hırsı, insana hile yaptırır, kul hakkı yedirir ve haramı tatlı gösterir.
Ayette geçen ticaret ile alış-verişin ne farkı vardır ki Yüce Allah bunları ayrı ayrı zikretmiştir? Ticaret, daha çok bir malı bir yerden alıp bir yere götürmek, ahş-veriş ise, olduğu yerdeki satım olayını ifade etmektedir. Kısaca yiğit tnü'min, ticaret ve alış-verişi yani işi kendisini Allah'ı düşünmekten, anmaktan alıkoymadığı mü'mindir. Buradaki ticareti, alış-verişi günümüzde "iş" kavramı ile manalandırmak gerekiyor. İşi, kendisini Allah'ı anmaktan alıkoymamalıdır.
b) Onlar, işleri kendilerini namaz kılmaktan alıkoymayan insanlardır.
Genelde namazı engelleyen, iştir. Daha doğrusu, insanlar işi bahane ederek namaz kılmayı ihmal ettiklerini söylemektedirler. Yüce Allah, iş ile namaz çatışınca insanlar işi alıp mazeret göstereceklerini önceden bildiğinden dolayı bu ifadeye âyette yer vermiştir. Bir ticaret ve eğlence gördüğünde Hz. Peygamber'i ortada bırakanlar (Cuma 62/11) elbette işi, yani ticaretle gelecek olan menfaati gördüğünde namazı terk edeceklerdir. Yüce Allah bunu önlemek için, maddî menfaatini ibadetin önüne geçirmeyenlere yiğit Müslüman demektedir. Bu ifade tarzında ince bir metod vardır. îşi öne alıp namazı terk eden Müslümanı kötüleme yerine, işinin, ibadetini engellemediği insanı övmektedir. Olumsuzu kötüleme yerine, onun zıttı olanı yapanı övmek ilâhî bir metod olarak din eğitiminde yerini almalıdır. Din eğitimcileri, işini mazeret göstererek namaz kılmayanlara cehennemi gösterme yerine, işinden dolayı namazını terk etmeyene Yüce Allah'ın yiğit Müslüman dediğini hatırlatmalı ve öğretmelidir.
c) Onlar, ticareti ve alış-verişi zekat vermesini engellemeyen kişilerdir.
İşte yiğit Müslümanın üçüncü özelliği de budur. Parasını ticarette kullanmasını bahane ederek zekat vermekten uzak durmağa çalışanlar vardır. "Malın veya paranın üzerinden bir yıl geçtikten sonra zekatı verilecektir" diye yanlış öğretilen bilgiyi de bahane ederek bazıları "benim elimde hiç para durmuyor, her an onu kullanıyorum" diyerek zekat vermekten kaçanlar vardır. Bu tip yanlış bilgilerden dolayı yanlış iş yapanlara karşı bu âyeti Öğretmek gerekiyor. Ticaret yaparken her an zekat
verilebilir ve verilmelidir. Bir sene bekleme diye bir esas yoktur. Bir sene beklerken ölüm vaki olursa ne olacak? Fakirliğin bir yıl beklemesi olur mu? Fakirlik her an müdahale isteyen bir sosyal hastalıktır.
d) Yiğit mü'minler, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı mahşer gününden korkarak işlerini yapan, davranışta bulunan ve insanî ilişkilerini ayarlayan kişilerdir.
Yiğit mü'min, davranışlarına uzun vadeli hayatı düşünerek, onlara âhiret imanını katarak ayarlamada bulunur. Yüce Allah kıyametin, mahşerin, insanın psikolojisini, bu psikolojinin de insanın biyolojik yapısını ne denli etkileyeceğini de açıklamaktadır.
Yiğit mü'minin o günden korkusu erdemli bir korku, imanın kuvvetine dayanan bir korku, davranışlarına yansıyan bir korku olduğu için Yüce Allah onu burada methetmekte ve âhiret inancının psikolojiye yansıyıp ahlâkî davranışları düzenlediği için onu övmektedir.
4. "Allah, onları işlediklerinin en güzeli ile ödüllendirir ve lütfundan onlara fazlasıyla verir. Allah, dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır."
Yüce Allah, bu yiğit mü'minlerin amellerini yerde bırakmayacağını, onları çeşitli şekillerde ödüllendireceğini bu âyette gündeme getirmekte ve "kulunun amellerini nasıl ödüllendiriyor?" sorusunu burada cevaplandırmaktadır.
a) "Allah, onları işlediklerinin en güzeli ile ödüllendirir."
Yaptıklarının en iyisi, en güzeli, en faydalı olanı ile ödüllendirme, eğitime, siyasete ve aile eğitimine kazandırılan önemli bir ilke haline gelmelidir. Öğrenciler, kamuda çalışanlar ve çocuklar iyi ve güzelliğin çeşitli basamaklarına yerleştirilecek şekilde davranış üretirler. Öğretmenler, devleti yönetenler ve ana babalar üretilen bu davranışların en tepede olanı ile ödüllerini vermelidirler. Yüce Allah, yiğit mü'minin yaptıklarını ödüllendirirken, en güzel ameli dikkate almaktadır.
En güzel ameli dikkate alması ve o şekilde ödüllendirmesi, insanı yani mü'mini "daha güzelin" peşine koşmaya teşvik etmektedir. Mü'min güzeli değil, en güzeli hedef alarak çalışmalı ve onu hayata geçirmelidir.
b) "Lütfundan onlara fazlasıyla verir."
Yaptıklarının en güzeli dikkate alınınca, verilen de normalden fazla olmalıdır. Ödüllendirmede fazlalık olabilir ama, cezalandırmada fazlalık olamaz.
Yüce Allah, lütfunu artırırken, mü'minin ameli yaparken niyetini değerlendirir. Aynı ameli yapan kişilerden bazısına fazla vermesinin nedeni, ameli yapanların niyetlerindeki samimiyetin ve gösterişten uzak olmanın etkisi vardır.
c) "Allah, dilediğini hesapsız şekilde nzıkl andırır."
Ticareti, alışverişi kendisini Allah'ı düşünmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadığı insanı hesapsız bir şekilde rızıklandıracağını söylerken Yüce Allah, manevî değerlerin, maddî değerlerden öne alınmasını ve manevî değerlerin, maddî değerleri getireceğini öğretmektedir. Maddî değerler peşine koşarken, manevî değerleri ihmal etmemesi, her şeyi yerli yerinde yapması ona hesapsız maddî değerler getirecektir.
Demek ki, Allah'ın rıziklandırması, hesaplanamayacak bir nitelikte olabilir. Burada daha güzele, daha fazlaya ve hesapsıza koşan ameli üretmeye teşvik vardır. Daha güzeli ya da en güzeli üretene daha fazlası, hatta sonsuz olan bir ödül vardır. İlâhî eğitim en güzeli üretecek insan yetiştirmeyi hedef aldığı gibi, beşerî eğitim de bu yolda olmalıdır. [23]
39. İnkar edenlerin amelleri, engin göllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su sanır; fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür, Allah, hesabı çabuk görendir.
40. Yahut engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. Onu, üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar, insan elini uzattığı/dışarı çıkarttığı zaman, neredeyse onu göremez bile. Allah'ın ışık vermediği kimsenin ışığı olmaz.
Ritm psikolojisi gereği Yüce Allah önce yiğit mü'minin amellerini ele almış, onların nasıl ödüllendirileceğini açıklamış, ardından da hakikati inkar eden yani kâfirin amellerinin neye benzediğini anlatmış, iyiden kötüye, mü'minden kâfire intikal eden bir metot kullanmış, böylece eğitimin sadece iyiyi değil, kötünün de ne olduğunu anlatmasının gerekliliğine dikkat çekmiştir. Diğer taraftan teşbih denen "benzetme metodu" ile konu açıklığa kavuşturulmuştur.
Mü'minin amelleri ile kâfirin amellerini peş peşe getirmekle bizlere bir mukayese yapma imkanı verilmektedir. Bu mukayeseden ders alanlar, ilâhî eğitimden istifade etmiş olacaklardır. Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz:
1. "İnkar edenlerin amelleri, engin çöllerdekı serap gibidir. Susayan kimse onu su sanır; fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz."
Ayetin bu kısmından çıkaracağımız neticeler vardır:
a) serâb kavramı, İslâm'ın geldiği dönemlerde de vardı. Fizik bilimindeki "serap" konusunun anlatımını bu âyet asırlarca Önce yapmıştır.
b) Serabın nerelerde olacağı da gündeme getirilmektedir. Engin çöllerde susuz kalan insan, uzaktan baktığında kendi susuzluğunun ona verdiği arayış ve ümit neticesinde su olmayan yerde su varmış gibi bir yanılgı içine düşer. Safa ile Merve arasında koşan Hacer annemiz de su bulma ümidiyle hareket etmiştir.
Ayette geçen bi kî’a kelimesinin kökü el-kâ' kelimesidir ve "düz ve geniş toprak parçası" anlamına gelmektedir.
c) Yüce Allah, kâfirlerin
amelini, uzaktan baktığında su zannedip yanına geldiğinde hiçbir şey bulamama
durumuna benzetmektedir. Amellerinde bir değer, bir fayda, bir güzellik, bir
gerçeklik, bir karşılık olduğunu zanneder, ama âhirette o amellerden hiçbir şey
bulamayacaktır. Ayette geçen ez-zam'ân kelimesi, "aşırı derecede susamış
kimse" demektir. Kâfir de, bu çok susamış insanın su araması gibi, mahşerde
amel arayacaktır. Amellerin, ancak iman ile değerlendirilmeye tâbi tutulacağı
kendisine söylendiğinde hiç aldırış etmemişti. Ona şöyle öğüt verilmişti:
i. De ki: size yaptıkları işler bakımından en çok ziyanda olanları bildirelim mi? Bunlar iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkar eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir ki, Biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacağız" (Kehf 18/103-105).
Bu dünyada iyi iş yaptığını sanan kâfirler, öteki âlemde serapa koşmuş gibi olacaklardır.
ii. 'Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi? (Fâtır 35/8).
iii. "O gün bir takım yüzler zelildir, durmadan çalışır, fakat boşuna yorulur, kızgın ateşe girer" (Ğâşiye 88/2-4).
iv. "Yaptıkları her işi ele alır, onu toz duman ederiz" (furkân 25/23).
"Allah'ın âyetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberlerin canlarına kıyanlar ve adaleti emreden insanları öldürenlere acı bir azabı haber ver. İşte bunlar, dünyada da âhirette de amelleri boşa giden kimselerdir. Onların hiçbir yardımcısı da yoktur" (Âl-i İmrân 3/21-22). Ayrıca Muhammed 47/1, 8, 9. âyetlerde de bu konuda bilgi verilmektedir.
Bütün bu âyetler şu bilinci vermekte, bilgilendirmeyi yapmaktadır: Amellerin Allah tarafından değerlendirilmesine sebep olan "imandır." Onun için kâfirin amelleri değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır. Kâfirin ameli iyi bile olsa, dünyada kalacak ve âhirette değerlendirilmeye tâbi tutulmayacaktır. Böylece "imanın" gücü, etkinliği ve faydası amellerin değerlendirilmesini sağlama olayında da kendisini göstermektedir. Her şey ortaya konacak, her şey görülecek, ama değerlendirmeye alınmayacak. Belki de insan, o yaptığı iyiliğin bile değerlendirilmeye alınmamasının hasretini çekecek, bu da onun için başka bir azap çeşidi olacaktır.
Yüce Allah, amel yaptığını zannedip de, amelinden hiçbir şey bulamayan insanın pişmanlığını anlatarak bizleri ve geleceğin insanlarını eğitmektedir.
2. "Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir."
Yüce Allah, mekandan uzak olması nedeniyle buradaki "Allah'ı bulmak"tan kasıt, inanmadığı Allah'ın müdahalesi ile karşılaşacağıdır. Allah'ın varlığını bu dünyada hissedip onu kabul etmeyen kâfir, orada bunu hissedecek, fark edecek ve anlayacaktır.
Dünyada yaptığı amellerinin boşa gittiğini ve değerlendirmeye tâbi tutulmadığını fark edecektir. İşte Yüce Allah, insanların bu duruma düşmemesi için bu âyeti göndermiştir. Bu tip insanların değerlendirmesi çok kısa sürecektir. Çünkü değerlendirilecek amelleri olmayacaktır. Zaten Yüce Allah, değerlendirmeyi süratle yapacaktır. Amellerinin değerlendirilmeye tâbi tutulmaması ile kurtulacak değillerdir; inkar etmeleri nedeniyle de cezalandırılacaklardır.
"Yahut engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. Onu, üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde bulutlar örter. Karanlıklar üstünde karanlıklar. İnsan elini uzattığı/dışarı çıkarttığı zaman neredeyse onu göremez bile."
Bir Önceki âyette kâfir insanların "iyi amelleri" serapa benzetilir-ken, bu âyette de kötü amelleri derin bir denizin karanlıklarında, üstünde de kara bulutların olduğu çok koyu karanlıklara benzetilmektedir.
Denizin kendi derinliğinin meydana getirdiği karanlığın yanında bir de üstteki kara bulutların oluşturduğu karanlık olunca, karanlık üstüne karanlık meydana gelmektedir. "İnkâr" bir karanlık, yapılan her kötü amel de o karanlığa ilave olan bir karanlık olmaktadır. Yüce Allah'ın, burada "deniz" kavramına yer vermesi, orada yüzme bilmeyenlerin boğulup gideceğine de işaret etmektedir ki bunlar inkâr psikolojisinde olan kimselerdir. İnkâr psikolojisinde olan kimseler karanlık içindedirler. İşledikleri her kötü amel de o karanlığı zifiri karanlığa çevirmektedir. Öylesine zifiri karanlık meydana gelmektedir ki, insan elini uzattığında onu göremez hale gelir. İnsanın kendi organını göremediği bir koyu karanlık oluşur.
Yüce Allah, Kur'ân'ın geldiği dönemdeki nesle ve sonraki insanlara inkârın ve kötü amellerin dünyayı karanlığa gömdüğünü anlatmaktadır. Karanlığa gömülen dünya insanlığının kurtarıcısı, ilâhî nûr olan vahydir. Onun için Nûr 35'te Yüce Allah, ilâhî nuru ele almış, dileyeni o nura nasıl ulaştıracağını anlatmıştır. Ayette geçen mevc kelimesi "dalga" anlamına gelmektedir. "Dalga", insanın durmadan işlediği kötülükler demektir. Her kötü amel bir dalgayı ifade etmekte, kötü amellerin üst üste gelmesi de dalgaların üst üste gelmesine benzetilmektedir.
Yüce Allah burada üç çeşit karanlıktan bahsetmektedir: Denizin karanlığı, dalgaların karanlığı ve bulutların karanlığı. Denizin karanlığı inkârın karanlığını, dalgaların karanlığı amellerin karanlığını, bulutların karanlığı da kötü düşüncelerin karanlığını temsil etmektedir. Dalgalar hareketi yani ameli, bulutlar da yukarıda olması nedeniyle beyni temsil etmektedir. Şöyle bir bağlantı da kurulabilir: İnkar gönlü, dalgalar nefsin kötü arzularını, bulutlar da beyni ifade eder. İşte bu insanların iç âlemi karanlık içinde kalmıştır.
Aynı karanlıklar mahşerde de oluşacaktır. Bu dünyada beyni, gönlü ve nefsi karanlıklar içinde amel yapanlar, elbette mahşerde de karanlık içinde kalacaklardır. Kendini kendine gösteremeyen bir karanlık, değil başkasını, kendini dahi göremeyecek kadar koyu bir karanlıktır.
4. "Allah'ın ışık vermediği kimsenin ışığı olamaz."
Yüce Allah'ın ışık vermediği kimse var mıdır? Durup dururken Yüce Allah'ın ışık vermemesi zulüm olur. O zaman Yüce Allah'ın kime ışık vereceğini, kime vermeyeceğini açıklamamız gerekiyor.
"Allah, iman edenlerin dostudur. Onları koyu karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da Tâğût'tur; onları aydınlıktan karanlığa götürür" (Bakara 2/257).
Bu âyet, bizim yukarıdaki sorumuzu cevaplandırmaktadır. Allah, iman edenleri karanlıklardan aydınlığa çıkarırken, inkar edenlerin O'nun bu nurundan istifade edemediklerine dikkat çekmektedir. İnkâr, Yüce Allah'ın vereceği ışığa engel olmaktadır. İman da bu ışık ile aydınlanmanın alt yapısını oluşturmaktadır.
b) "(Kur'ân), Rabblerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye galip, övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır" (İbrahim 13/1).
Demek ki, Yüce Allah, ışığını Kur'ân denen kitaba koymuştur. O kitaba inanan ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdiği (Ahzâb 33/46) Hz. Muhammed'e tâbi olanları Allah aydınlatacaktır. Bu durumda olmayanları aydınlatmayacağından onların ışığı olması mümkün değildir.
c) "Allah, kimin gönlünü İslam'a açmışsa o', Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir? Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! îşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler" (Zümer 39/22).
Demek ki, Allah'ı anmayan, düşünmeyen, hatırlamayan, yani bunu yapmak için kalbi katılaşmış olanı Yüce Allah ışıklandırmayacaktır.
Netice olarak diyebiliriz ki, insanın inancı, ilâhî vahye karşı takındığı tavır, Allah'ı düşünüp düşünmemesi bu ışığın verilmesini etkilemektedir. Yüce Allah'ın ışığını alabilmek için gönül antenini O'na doğru çevirmemiz gerekiyor (Rum 30/31). Allah'a yönelmeyen, Allah'ın ışığını nasıl alır? Kısaca diyebiliriz ki, din âlimi ve görevlileri insanlara doğru bilgi ile ilâhî vahyi öğretip gönül ve beyinlerini ilâhî ışığı alacak hale getirmelidirler; beyin ve gönülleri Allah'a çevirerek ışığı alacak duruma getirmelidirler. İşte bu durumda din eğitiminin görevi ve amacı ortaya çıkmakta ve din eğitimine olan ihtiyaç kendini göstermektedir. Din eğitimi, Allah'ın ışığını alabilmesi için insanların beyin ve gönüllerini hazırlamalı ve gerekli olan bilgi ile donatmalıdır. Bilgi hem ışıktır, hem de ilâhî ışığı olan, ona çağıran ve getiren bir güçtür. Çünkü ışık ışığa, nûr nura gider. Dünyamız inkar ve kötü amellerle karanlığa gömülmüştür. İman, yani tevhîd inancı bu karanlığı aydınlığa çevirecek ilk basamak olacaktır. Yüce Allah Nûr 4O'ta inkâr psikolojisinin ne denli karanlık olduğunu, kâfirlerin bu karanlığa gömüldüklerini, denizin dibine doğru batmakta olan birine benzediklerini, onların durumunun anlatılması ve anlaşılmasının zor bir yapı arzettiğini bize Öğretmektedir. İnkârın getirdiği zifiri karanlığın, kötü amellerin getirdiği koyu karanlıkla birleşmesi neticesinde aydınlanması mümkün olmayan bir karanlığa dönüştüğüne dikkat çekilmektedir.
Her inkâr eden kişi bu karanlığa karanlık katmaktadır. Din âlimleri, çoğalan insanlığa ilâhî nuru ulaştırma yerine, kendi aralarında, geçmişte olduğu gibi, ihtilafa düştüler. Kendi görüşlerini din haline getirdiler ve böylece insanları karanlığa ittiler ve itiyorlar. Peygamberlerin bıraktığı o nurlu ırmağı kendi ihtilafları ile kirlettiler ve kirletiyorlar. [24]
41. Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların, Allah'ı yücelttiğini görmez misin? Her biri kendi duasını ve yüceltmesini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.
42. Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş Allah 'adır.
43. Görmez misiniz ki Allah, bulutları sürüyor, sonra onları bir araya getirip sonra üst üste yığıyor. Sen de onların arasından yağmur yağdığını görüyorsun. Gökten, içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir. Dilediğine onu uğratır, dilediğinden de uzak tutar. Bu bulutların şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır!
Bu âyetlerin açıklamasından çıkaracağımız neticeler olacaktır. A-çıklamayı yaparken, doğrudan çıkaracağımız neticelerden başlamayı uygun buluyoruz.
a) Yüce Allah, elem tera "görmez misin?" sorusu ile, insanın gözlem yapmasını emretmektedir.
b) Hangi konuda gözlem yapılacağı da belirlenmektedir. Ayet, bütün varlıkların, özellikle sıra sıra uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini söylemektedir. Buradaki tesbîh ibadetinin "yüceltmek" anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan tesbîh, "insan aklını alıp Allah'a götürmek", "noksan sıfatlardan uzak tutup yüceltmek" demektir.
Tesbîh ibadetinin geçtiği yerde mutlaka hamd da vardır. Ra'd 13'te gök gürültüsü Allah'ı hem hamd (Bakara 2/30), hem de heybetinden dolayı (Ra'd 13/13) tesbîh etmektedir.
Bütün varlıklar genel olarak anıldığı halde, âyette özel anlamda kuşlara niçin yer verilmektedir?
Gök ve yerdekiler deyince orada bir de "aradakiler" kalmıştır. İşte kuşlar, aradakileri temsil etmektedir.
Ayrıca kuşun uçması, insan aklını uzayda hareket etme eylemi ü-zerinde düşünmeye götürmektedir. Havada hareket edecek bir teknolojiyi üretmek, Allah'ın insana bahşettiği önemli bir nimettir. Kuşun uçmasını gözlemleyerek, havada hareket eden bir aracı üretme fikrini vermek bu âyetin amaçları arasında yer almaktadır.
c) "Bütün varlıkların her biri duasını ve tesbîhini elbette bilmiştir" denmekle bu varlıkların, aslında yaratılışlarının gayesini yerine getirmekte oldukları esası gündeme getirilmektedir.
Ayetteki "bilme" eylemini gerçekleştiren Allah olabilir, ifadesi, "Allah onların duasını ve tesbîhini bildi" demektir. Bu şekilde mana vereceğimiz gibi, "varlıkların her biri Kendine nasıl yakarıp tespih edeceğini bildi" manası da verilebilir. O zaman Yüce Allah'ın, bütün varlıklara ortaklaşa verdiği yükümlülüklerin ikisi bu âyette yer almaktadır diyebiliriz: "Allah'ı yüceltmek" ve "O'na dua etmek". Bütün varlıklar bu ibadetleri yerine getirecek şekilde planlanıp yaratılmıştır. Onların doğaları bu ibadetleri yerine getirecek şekilde oluşturulmuştur. Âyetteki bilme bu donanımı ifade etmektedir.
Ancak onların dua yapma ve tesbîh etme eylemlerini biz anlayamayız, fark edemeyiz, yani bilemeyiz (İsrâ 17/44).
d) Onların bu yaptıklarını ancak Allah bilebilir. Onun için âyetin sonu: "Allah, onların yaptıklarını bilendir" şeklinde gelmektedir.
Görüldüğü gibi Nûr 41'de gözlem, bilmek, dua ve tesbîh ibadetleri bir araya gelip bir sistem oluşturmaktadırlar. Bütün varlıklar dua ve tesbîh yapma görevlerini bildikleri halde, insan inkar etmekle bu sisteme ters düştüğü için zifiri karanlıklar içinde kalmaktadır, diyerek bu âyeti bir önceki âyete bağlayabiliriz.
e) Peki insanın bu gözlemi yapması ile varacağı netice ne olacaktır? Sorunun cevabını Yüce Allah 42. âyette vermektedir: "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş Allah'adır."
Gökler ve yerdekiler, özellikle kuşlar üzerinde yapılacak olan gözlemin, bilimsel çıkarımları yanında, bir de dinî, imânî ve manevî çıkarımları olacaktır. Bu da, Allah'ın hükümranlığı ve O'nun varılacak nihâî bir sığmak olduğudur.
Kâinat kitabını, özellikle kuşlar âlemini okumakla insanoğlu Allah'ın kâinatın sahibi ve hükümranı olduğuna varacak ve dönüşün ona olacağını, yani "son varışın Rabbine olduğunu" (Necm 53/42) anlayacak ve iman edecektir. İşte kâinatı ve oradaki varlıkları gözlemenin neticesinde elde edilecek olan en önemli sonuçlardan biri bu olmalıdır.
f) Yüce Allah, gözlemin devam etmesini istemekte ve gözlerin bulut ve yağmurun oluşumuna çevrilmesini ön görmekte, bulutları hareket ettiren, onları bir araya getirip üst üste yığan gücün tespit edilmesini istemektedir.
Bulutlan kim oluşturuyor, onları kim hareket ettiriyor ve bir araya getirip kim üst üste yığıyor? Bulutların oluşumu incelenirken hem bilim yapılacak, hem de bunları yapan kudretin farkına varıp O'na iman edilecektir.
Bulutların bir araya getirilmesinden bahsederken sonra bulutların arasında bir kaynaşma meydana getiriyor" demektir. Burada kaynaşma anlamına gelen yüellifü kelimesine yer verilmesi manidardır. Bu kelime, bulutlar arasındaki sürtünmenin meydana getirdiği elektriklenmeyi ifade etmiş olabilir. Kaynaşma kelimesi iki farklı şeyin olduğuna işaret etmektedir. İki ayrı şey bir araya gelince kaynaşma olmaktadır. İki ayrı yapıda, yani ayrı elektrik yüklü olan bulutların bir araya gelişine işaret etmiş olabilir.
Yüce Allah, bulutlan hareket ettirmesini ve onları kaynaştırmasını bu âyette gündeme getirirken, Ra'd 12'de de bulutları meydana getirmeye dikkat çekmektedir. Ayetin bu kısmında bulutlarla ilgili olarak geçen rukâm kelimesi, "bazı şeyleri üst üste koyup istif şekline getirmek" anlamını içeren bir anlam örgüsüne sahiptir. Yüce Allah, bulutları kaynaştırırken üst üste istif şekline soktuğunu ifade etmektedir.
Önce bulutların oluşumu, hareketi ve kaynaşmaları, ardından da yağmurun o bulutlardan çıkıp yağması açıklanmaktadır. Gözlem yaparsan şu gerçeği de görürsün: "Sen de onların arasından yağmur yağdığını görürsün." Ayetin bu kısmında geçen el-vedk kelimesine Râzî'nin naklettiğine göre İbn Abbâs, "yağmur"; Mücâhid, "damla"; İsfahanı de, "su" manası vermişlerdir.
el-hılâl de, "deliklerinden, çatlaklarından" anlamına gelmektedir. İşte bulutları oluşturup hareket ettiren, onları kaynaştırıp aralarında yağmur damlalarını çıkartan Allah'tır.
g) Yüce Allah, dolunun bulunduğu bulutlara da âyette ayrıca yer vermektedir. Gökten dağlar gibi, dolu bulunan bulutların da gözlenmesini istemektedir. Dilediği kimselere o doluyu isabet ettirirken, dilediklerinden de uzak tutmaktadır.
Atmosferde bulutların çok soğuk tabakaya rastladıklarında dolunun meydana gelmesini anlatırken Yüce Allah, bilimsel araştırmalara bu tabiat olayını ödev olarak vermektedir.
Dolunun isabet ettiği ekinlere zarar vermesi kadar, normal yağmasında faydalar da olabilir. Yüce Allah, takdirine göre dolu yağdırmaktadır. Dolunun yağdığı ve yağmadığı yerler ve zamanlar Allah tarafından belirlenmektedir. Yağmurun ve dolunun yağmasında tesadüf yoktur. O kadar ki ne zaman ve nereye, ne kadar yağacağı da ilâhî bilgi, irade ve takdire göre gerçekleşmektedir.
Yüce Allah'ın burada verdiği dersin amacı tabiat olaylarının arkasındaki güce götürmek, onu fark ettirmek ve ona imanı gerçekleştirmektir; suyun buharlaşıp yukarı çıkması, rüzgarlar vasıtasıyla onları hareket ettirip bir araya getirmesi, ardından yağmur veya dolu yağdırması şeklindeki zincirleme tabiat olaylarını inceleyip ilâhî iradeyi görmedeki bilinci oluşturmaktadır.
İnsanlar şuna dikkat etmelidirler: Toprağı kazıp ekini ekiyorlar. Ekin bitip gelişirken birden bir dolu yağıp ekini mahvediyor. Bunun boş yere olmadığı, arkasında ilâhî takdirin bulunduğu, olayın, ilâhî bilginin dahilinde gerçekleştiği tam bilinmeli ve inanılmalıdır.
h) Yüce Allah, bu bulutlardan çıkan şimşeğin, gözleri alacak nitelikte olduğunu söylemektedir. Ayetin bu kısmı da "şimşeğin" oluşumuna dikkat çekmekte ve incelenmesini istemektedir. İki farklı elektrik yüklü bulutlar arasındaki elektrik akımı şimşeği meydana getirmektedir. Şimşeğin incelenmesi, eksi ve artı kutupların oluşumunun tespitine ve elektriğin keşfedilmesine götürecek bir özelliğe sahiptir.
Böylece Yüce Allah, bulutlarda meydana getirdiği üç şeye dikkat çekmektedir: Yağmur, dolu ve şimşek. Birbirinden oldukça farklı olan bunların incelenmesi ve oradan Allah'ın kudretini anlayıp iman edilmesi amaçl anmaktadır.
Yüce Allah, bu tabiat olaylarının gözlenmesini isterken, araştırılıp onların kanunlarının incelenip bilim haline gelmesini hedef alarak insanların önüne koymakta ve bu araştırmaların dinin konuları arasında olduğuna işaret etmektedir. Çünkü tabiat kitabını yazan da Allah, dini gönderen de Allah'tır. Bu iki kitabın incelenmesi Allah'ın emridir; bir görevdir, bir ibadettir.
Onun içindir ki, ilahiyat eğitimi tabiat bilimlerinden uzak kalamaz ve programında mutlaka tabiat bilimlerine yer vermelidir. Sadece Kur'ân'ı, hadisi ve âlimlerin görüşlerini okuyarak ilâhîyat eğitimi olmaz. Bu eğitimi alanlara tabiat bilimlerini vermek, Kur'ân'ın koyduğu bir zorunluluktur.
Nûr 41 ve 43. âyetlerde "görmez misin?" şeklindeki sorularda da, bilim yapmanın en önemli metodunun önerilmekte olduğuna şahit oluyoruz. Bu metot da "gözlem metodu"dur. Tabiat bilimleri gözlemle nazariyenin bir araya gelmesi ile elde edilir. "Gözlem metodu", aynı zamanda "deney metodu"nu da içermektedir.
Tabiat olaylarını gözlemleyip incelemenin neticesinde iki önemli şey elde edilecektir: Birisi bilimsel bilgi, diğeri de bu bilgi ile bu olayların arkasındaki gücü görüp O'na inanmak. "Yaratılandan yaratana"; yani "eserden müessire gitme metodu" ile iman yolu gösterilmektedir. Bu, aynı zamanda tabiattaki canlıların ve olayların tesbîh ibadetini yerine getirmeleri olmaktadır. Sonuçta bütün bunlar, insan aklını Allah'a götüren bilgilerin kaynağını teşkil etmektedirler. [25]
44. Allah geceyi ve gündüzü birbiri ardından getirir. Doğrusu, gözlem yapanlar için bunda dersler vardır.
45. Allah, bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Doğrusu Allah, her şeye kadirdir.
46. Andolsun ki biz açıklayan âyetler indirdik. Allah, dileyeni doğru yola iletir.
Aslında bu âyetler önceki üç âyetin devamı durumundadır. Bundan önceki âyetlerde olduğu gibi bu âyetlerde de "uzaktan yakına metodu kullanılmıştır. Ama bu altı âyeti dikkate aldığımızda uzaktan yakına, yakından uzağa metotlarının aynı anda kullanıldığı neticesine varmış olacağız.
1. "Allah geceyi ve gündüzü birbiri ardından getirir."
Ayetin bu kısmında dikkat edeceğimiz kelime yükallibü fiilidir. Al-i îmrân 196 ve A'râf 179. âyetlerinde geniş olarak açıklanan bu kavram Kur'ân'da "gerisin geri dönmek" (Âl-i İmrân 3/144); "kötü duruma düşmek" (Âl-i İmrân 3/149); "kurmak" (Tevbe 9/48); "akibet" ruma düşmek" (Âl-i İmrân 3/149); "kurmak" (Tevbe 9/48); "akibet" (Kehf 18/36); "elleri oğuşturmak" (Kehf 18/42); "ters çevirmek" (Hacc 22/11); "yer değiştirmek" (Nûr 24/44); "devrimle devrilmek" (Şu'arâ 26/227); "dönmek" ('AnkebÛt 29/21; Tevbe 9/95) ve "dolaşmak" (Mü'min 40/44) manalarına gelmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 44'te gece ile gündüzün yer değiştirmesini, ardı ardına gelmesini ifade etmektedir. Furkân 62'de ise gece ile gündüzü birbiri ardınca getirme anlamını taşımaktadır. Ayrıca yine bu kelime, "ışığın yerini karanlık, karanlığın yerini ışığın alması gibi, soğuğun yerini sıcaklık, sıcaklığın yerini soğuğun alması" anlamına gelmektedir.
2. "Doğrusu gözlem yapanlar için bunda dersler vardır." ibret almayı ders almak, görmesini bilenleri de gözlem yapanlar, yapabilenler anlamında almayı uygun görüyoruz. Aslında el-ebsâr, "basiretler" demektir ve bu âyette ilgili cümle, tabiat olaylarını gözleyip derinlemesine neticeler çıkartıp, dersler alıp bilim yapan ve oradan Allah'ın varlığına varan kabiliyeti, gönül gözünü ifade etmektedir.
Gece ile gündüzün ardı ardına gelmesini gözlemlemekte, o hareketteki ilâhî kudreti görüp Allah'a varmanın dersini almak vardır. Gerçekleşen tabiat olaylarından ders alarak Allah'ın varlığına varmak, gönül gözüne sahip olmanın delili olmaktadır.
Yüce Allah, insanı yaratırken kafa gözleri gibi ona ham gönül gözünü de vermiştir. Ham olan bu gönül gözü manevi eğitimle, bilimsel bilgi ile geliştirilip açık hale getirilir. İşte bu âyetlerle Yüce Allah, bunu yapmaktadır. Demek ki, öğretim faaliyeti, kafa gözlerinden giren ham bilgileri gönüle indirip basireti, yani gönül gözünü besleyip işler haline getirdiğinde kalitenin zirvesine ulaşacaktır.
"Allah, bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kirrti karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah, dilediğini yaratır. Doğrusu Allah, her şeye kadirdir."
Tüm canlıların kökeninde su olduğunu, onların sudan yaratıldığını Enbiyâ 30'da anlattık. Yüce Allah, dersini canlıların yaratılışı konusunu ele alarak vermektedir. Bu ders, canlıların hangi maddeden yaratıldığı konusunu açıklamakla başlamakta, daha sonra canlıların sınıflamasına geçilmektedir. Yüce Allah, sınıflamasını hayvanların, hareket ettiği organları ölçüsü üzerinde yapmaktadır: Sürüngenler, iki ayakla ve dört ayakla yürüyenler diye üç sınıf söz konusu edilmiştir. Yüce Allah, "bütün canlılar" kavramının içine insanı da koymakta, insanı topraktan yaratmasının bir arka safhasına gitmektedir.
Bu âyet bize şu neticeleri çıkarmamızı da söylemektedir:
a) Bütün canlıları yaratanın Allah olduğu bilgisine, düşüncesine ve inancına varmak. Tabiat kitabında, özellikle de canlılar kitabında Allah'ı görebilmek.
b) Yaratma konusunda geçerli olan, sadece Yüce Allah'ın dilemesidir. Bu dileği kimse paylaşamaz ve O'na kimse "şöyle yaratacaksın" diye bir istekte bulunamaz. Yaratmada O'nun ortağı yoktur.
c) Yüce Allah'ın gücünün her şeye yettiği esasını anlayıp kabul etmek.
d) Yüce Allah, canlılar âlemini incelemek için insanlara bir ödev vermekte ve bir program yapmakta, âdeta Biyolojinin, canlıları nasıl sınıflaması gerektiğine ışık tutmaktadır.
e) "Su"dan, yani aynı maddeden ne kadar farklı cinste, yapıda, şekilde canlılar yarattığını anlayarak kudretini tam anlamı ile takdir etmeyi bize öğütlemektedir.
Aynı maddeden farklı gene sahip canlıların nasıl yaratıldığını ve bu gen farklılıklarının neler olduğunu tespit etmek için araştırma yapmak insan oğluna verilen bir ev ödevidir. İnsan DNA'sı ile diğer canlıların DNA'sı arasındaki farkın tespiti, bilimin zirveye ulaştığı basamakları teşkil edecektir ve bu zirvenin bir üstünde de Allah'ın var ve bir olduğu inancına ulaşmak vardır.
4. "Andolsun ki, Biz açıklayan âyetler indirdik. Allah dileyeni doğru yola iletir."
Bu âyette geçen o££i oişi âyâtin mübeyyinât ifadesine, "açık açık âyetler, açıklayıcı âyetler, gerçeği bütün çıplaklığı ile ortaya koyan mesajlar" manası verilebilir. Özel mana verirsek Nûr sûresinin 35-45. âyetleri arasında geçen âyetlerin içerdiği konulara, mesajlara, açıklamalara Yüce Allah burada "açıklayıcı âyetler" demektedir. Biraz daha derinden baktığımızda "açıklayan"ın, âyetler olduğunu görmemiz mümkün olacaktır. Gerek dış âlemdeki tabiat kanunları, yani âyetleri (Fussilet 41/52), gerekse Kur'ân'ın âyetleri insanlara kendi halleri ile açıklama yaparak ders vermektedirler.
Verilen bu derslerden ibret alıp, bilgi edinenlerin, düşünenlerin gönlünde bir istek, dilek ve arzu uyanır. Bu arzu, o derslerin, âyetlerin açıklamalarının, mesajların gösterdiği yola girme şeklinde gönülde ortaya çıkabilir. İşte bu dileği dikkate alarak Yüce Allah, insanı doğru yola iletecektir. Allah'ın mesajları ve tabiat kanunlarını incelemekle elde edilecek olan bilimsel bilgi, insanın gönlünde güzele, doğruya, iyiye ve hakka doğru bir derin arzu uyandırır. Bu arzu, Allah'ın rehberliğini, hidâyetini, müdahalesini yeryüzüne indirir ve insanın gönlünü köklü değişime uğratarak doğru yola götürür. Böylece âyet, kulun dilemesi ile Allah'ın doğru yola iletmesi arasında bir bağlantı kurmaktadır. Yüce Allah, önce açıklayıcı âyetler, deliller, mesajlar gönderip kulunun gönlünü hazırlıyor ve ardından da onun gönlünde gerekli manevî operasyonu, ameliyatı yapıyor.
İşte din eğitimi, ilâhî hidâyetin gelmesi için bilgilendirme ile insanların gönüllerini hazırlama faaliyetini yapmalıdır. Din eğitimi, bilgileri beyinden gönüle indirme faaliyetidir ve genel eğitimden farkı da budur. Din eğitimi, açıklayıcı bilgileri kullanmadan, Allah'ın âyetlerini tam anlamı ile ve doğrudan aktarıp öğretmedikçe, kendi felsefelerini din yerine koydukça bu işi beceremeyecek, yapma yerine yıkacak, düzeltme yerine kıracak, bütünleştirme yerine ayıracaktır. [26]
47-48. Onlar "Allah 'a ve peygambere inandık, itaat ettik" derler; ondan sonra birtakımı yüz çevirir. İşte bunlar inanmamışlardır. Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Elçisine çağrıldıkları zaman, birtakımı hemen yüz çevirirler.
49. Ama, gerçek kendilerinden yana ise, boyunlarını bükerek gelirler.
50. Kalplerinde hastalık mı var, yoksa şüphelenmişler midir? Yahut Allah'ın ve Elçisinin onlara haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır; onlar sadece haksızlık etmektedirler.
51. Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamberine çağırıldıkları vakit, "işittik, itaat ettik" demek, ancak inananların sözüdür. İşte başarıya erenler onlardır.
52. Allah'a ve Elçisine itaat eden, Allah'ı sayan ve O'na saygılı olan kimseler, işte onlar kurtulanlardır.
53. Eğer, o iki yüzlülere emredersen, savaşa çıkacaklarına bütün güçleriyle yemin ederler. De ki: "Yemin etmeyin, itaatiniz bilinmektedir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
54. De ki: "Allah'a itaat edin, Elçiye itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, o peygamber kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Eğer, ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz. Elçiye düşen, sadece apaçık bildirimde bulunmaktır."
Bu âyetler gerçek mü'min ile münafığın farkını anlatmaktadır; bu farkı ortaya çıkarırken de, bu iki insan tipinin çeşitli davranış şekillerini ve dine karşı tutumlarını gündeme getirmektedir. Ele aldığı konular bakımından bu âyetler, sanki günümüzde inmişlerdir. Şimdi âyetlerin analizine geçebiliriz.
1."Onlar, 'Allah'a ve Peygamber'e inandık' derler; ondan sonra birtakımı yüz çevirir. İşte bunlar inanmamışiardır. Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Elçisin[27]e çağrıldıkları zaman, birtakımı hemen yüz çevirirler."
"Allah'a ve Peygamber'e inandık" demelerine rağmen bir grubunun yüz çevirmesinin anlamı, onların çifte standart oynayan münafıklık psikolojisine ve davranışına sahip olmalarıdır. Âyetin, Yahudi ile münakaşa eden ve sonra Yahudinin, kendisini Hz. Peygamber'e aralarında hüküm vermesi için davet eden, ardından bu davete icabet etmeyen Bişr hakkında indiği söylenmektedir. Böylesine bir haberi nasıl kaydettikleri ve bu haberin bize kadar nasıl geldiği bilinmemektedir. Ama, Bişr gibi nice insanlar o devirde inandıklarını söyledikleri halde gönüllerinden inanmamışlardı. Âyet, evrensel manada her neslin münafıklarını anlatmaktadır.
"İnandık" dedikten sonra, dinin bazı hükümlerini kendi hayatına uygun görmeyip yüz çeviren kişiler gerçek mü'min değillerdir. Dilden iman ettiğini söylediği halde, gönülden ve davranış bakımından o imana ters düşenler, mü'min olmadıklarını ispat etmiş olmaktadırlar.
2. "Ama gerçek kendilerinden yana ise, boyunlarını bükerek gelirler."
Demek ki, çifte standart oynayan bu münafıkların esas aldıkları, kendi arzu ve yaşam tarzlarıdır. Yaşamlarına, arzularına ters düşen bir hüküm veya değer onlar için kabul edilemez; hayata geçirilemez ve iman edilemezdir. Eğer Yüce Allah, Kur'ân'da onların lehine bir hüküm vermiş ise, Peygamber de bu hükmü veriyorsa itaat edilirdir; aksi takdirde yüz çevirmeleri mukadderdir.
Günümüzde her iki âyeti uygulayacağımız davranışları sergileyen din âlimi ve görevlileri vardır. Fetvalarını geçmiş âlimlerin içtihatlarına dayandıran ve bunda fanatiklik derecesine varacak kadar ısrar edenlere deseniz ki, "bu konuda Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine gidelim", size ağır tepki göstererek: "Bırak şimdi, sen Allah'ın âyetini anlayamazsın, o âlimlerden daha iyi mi anlayacaksın Kur'ân'ı?" derler. Birkaç tane fıkıh kitabından birkaç fetva öğrenen, öğrendiklerini asla sorgulamayan, Kur'ân'dan haberi olmayan bu insanları Allah'ın vahyine davet etseniz ve ilâhî hüküm onların fetvasına ters düşse hemen tepki gösterip yüz çevirirler ve size Kur'âniyyûn, "Kur'âncılar" sıfatını olumsuz manada yakıştırırlar. Ama siz Kur'ân'daki âyeti okuduğunuzda da bu okuduğunuz bölüm kendi fetvalarına uygun düşerse boyun eğip geçerler.
Bunun başka bir türü de vardır: Bazı ileri gelen insanlar veya gruplar, hocaların, din âlimlerinin kendi isteklerine, görüşlerine uygun fetva vermelerini isterler. Onların verdiği fetvalar kendi arzularına, düşüncelerine ve davranış tarzlarına uygun ise memnun olur, değilse yüz çevirirler. İşte bu iki âyet bu tip insanların durumunu ele almaktadır.
49. âyette "boyunlarını bükerek" diye mana verdiğimiz müz’inîn kelimesi, "kabullenmek, itaat etmek, hakkı tasdik etmek" anlamına gelen ze'ine kelimesinden türemiştir. Bu kelime Kur'ân'da sadece bu âyette geçmektedir. Özellikle münafıkların içsel yapıları ile davranışlarını anlatırken kullanılmıştır.
Ayetten kısaca şu neticeyi çıkartabiliriz: Hak, yani gerçek onlara uyarsa onu kabullenip boyun eğerler. Hak onlara uymuyorsa, ondan yüz çevirirler. Merkeze, kendi arzu, düşünce ve hayat anlayışlarını koyar, hakkın ona uymasını isterler. Onlara göre kendi düşünceleri, hakkın ne olduğu konusunda bir ölçüdür. Eğer bir hüküm kendilerine uyuyorsa haktır, aksi takdirde ne haktır ne de kabul edilebilirdir.
3. Kalplerinde hastalık mı var, yoksa şüphelenmişler midir? Yahut Allah'ın ve Elçisinin onlara haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır; onlar sadece haksızlık etmektedirler."
Yüce Allah, bu tip insanların psikolojisinin analizini yapmakta ve nihayet kendi değerlendirmesini bildirmektedir. Analizlerini yaparken iki soru sormaktadır:
a) Kalplerinde hastalık olduğu gerçeği onlara soru şeklinde sorulmaktadır. Bu insanların manen, gönülden hasta oldukları söylenmektedir. Biyolojik, yani maddî anlamda kalp hasta olunca bedenin rahat olması mümkün değildir. Aynı şekilde gönül manen hasta ise insanın psikolojik yapısının, inancının ve davranışlarının düzenli, sağlıklı, sağlam ve istikrarlı olması imkansızdır.
Diğer taraftan münafıkların bu şekilde davranışlarının şüpheden kaynaklanabileceğine de dikkat çekilmektedir. Demek ki bu insanlar, Allah'ın hükmü ve peygamberin değerlendirmesinden şüphe ettikleri için böyle ikili oynamaktadırlar. Şüphelendiğiniz bir meseleye, görüşe veya hükme kimi zaman yaklaşır tasdik eder, kimi zaman ondan yüz çevirip reddedersiniz. Demek ki ikili oynamanın, münafıkça davranmanın nedenleri arasında manevî gönül hastalığı ve şüphecilik vardır.
b) Yüce Allah, onların Allah'ın kitabına, peygamberin hükmüne gitmelerini engelleyen başka bir nedenin kendilerinin haksızlığa uğrayacağını zannetmeleri olabileceği konusunda bir soru sormaktadır. Âyetin bu kısmında geçen CâJl yehîfe kelimesinin kökü hâfedir. Kelime "zulmetmek" anlamına gelmektedir. "Baba" fail olunca, "bazı çocuklarını kayırması" manasını ifade etmektedir.
Yüce Allah, onların haksızlığa uğrama korkusuyla böylesine ikili oynayabileceklerine işaret etmektedir. Böylece münafıklığın nedenlerinden birinin de korku psikolojisinin olabileceğine dikkat çekmektedir. Ama sorunun durumundan anlıyoruz ki Yüce Allah, bu korkunun yersiz olduğunu söylemektedir. Allah ve Peygamberi haksızlık eder mi, zulmeder mi, hükümlerinde taraflı olur mu? İşte bütün bunları bu sorusuyla ifade etmektedir.
c) Yüce Allah, aslında onların böyle ikili oynamakla zulmettiklerini, haksızlık yaptıklarını söylemektedir. Onlar bir taraftan "Allah'a ve Peygamberine iman ettik ve itaat ettik" dedikten sonra yüz çevirmeleri, aralarında hüküm verilmesi için Allah'a ve peygamberine çağırıldıklarında sırtlarını dönmeleri nedeniyle kendi kendilerine zulmettiler, diğer taraftan da imanlarını yerli yerine koymamalarından dolayı dine zulmettiler.
Neticede Yüce Allah, önceki üç âyette geçen münafıkların tüm davranış şekillerini tek kelime ile değerlendirip bunların birer zulüm olduğunu söylemiştir. Yüce Allah, münafıkların inanç ve davranışlarının analizini yaptıktan sonra değerlendirmesini "zulüm" kelimesi ile yapmıştır. Böylece analizden senteze giden bir metodu kullanıp bize öğretmiştir.
4. "Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamberine Çağırıldıkları vakit, 'işittik, itaat ettik' demek ancak inananların sözüdür. İşte başarıya erenler onlardır."
Yüce Allah, bu âyeti ile önceki münafık olanlarla mü'minlerin farkını ortaya koymaktadır. Bir şeyde münakaşa ettiklerinde Allah'a ve peygamberine başvurmaları için çağırılanların derhal çağrıya uymaları, onların Allah'a ve Peygambere itaat ettiklerini ispat etmektedir. Bu davranışları ile Nisa 59. âyeti hayata geçirmiş olmaktadırlar; "Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah'a ve Peygamberine götürün. Bu, hem daha iyi, hem de netice bakımından daha güzeldir."
İşte imanın gücü ve davranışlara yansıması bu şekilde kendini göstermektedir. İnananlar bu şekilde çağrıya kulak verir ve itaat eder. Bu da onları felaha, başarıya, mutluluğa ve umduğunu elde etmeye götürmektedir. Yüce Allah, mutluluğa giden yolun değerlerini ve davranışlarını burada sıralamakta ve formüle etmektedir. İman, dinlemek, itaat etmek, çağrıya uymak mutlulukla neticelenmektedir.
Bu âyette geçen kavi "söz" kelimesi, kökleri gönülde olan sözdür. Ağız ile gönülü birleştiren, ikisinin de tasdiki bulunan sözdür. Münafıkların gönlü ayrı, dili ayrıdır. Aslında bu âyette bir gereklilik manası da vardır: Mü'min olanların, "duyduk ve itaat ettik" diye Allah'ın hükmüne uymaları gerekir denmektedir. Bu gerekliliği yerine getirenlere de mutluluk gerekli olmaktadır.
5. "Allah'a ve Peygamberine itaat eden, Allah'ı sayan ve O'na saygılı olan kimseler, işte onlar kurtulanlardır."
Yüce Allah, bu âyette de kurtuluşa giden yolu örmektedir. İtaat, haşyet denen saymak, takva denen saygılı olmak, o yolun değer ve amelleri olmaktadır. Tabii ki bunların başında bir Önceki âyette geçen "îman" gelmektedir.
Şimdi 51 ve 52. âyetleri beraberce ele alırsak şöyle bir tablo ile karşı karşıya kalırız: Mü'min kişiler, aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamberine çağrıldıklarında "duyduk ve gereğini yerine getiriyoruz" derler. Allah'a ve peygamberine itaat eder, Allah'ı sayar ve O'na saygılı davranırlar. İşte bütün bunların sonucunda kurtuluş, felah, mutluluk ve umduğunu elde etmek, ona kavuşmaktır. Mü'minler bunları söyleyip yaparken, aslında kendi geleceklerinin nurlu ve mutlu hayatlarını kuruyorlardı.
îşte çifte standart uygulayan zalim münafıklarla gerçek mü'minlerin farkı bunlardır. İşte inanç ve davranış farklılığı, Allah'ın hükmüne takınılan tutum farklılığı, bu kadar farklı neticelere varmaktadır. Bu tablo din eğitimcileri tarafından halkın önüne konmalıdır.
Bu anlatımda genel anlamda şahsiyet tiplemesi vardır. Beyin ve gönülü farklı olanlarla, yani şahsiyet parçalanması olanlarla, bütüncül şahsiyete sahip olanların psikolojisi yapılmaktadır. Çünkü dili ile gönlü, dili ile davranışları ayrı olan insanlarda, yani münafıklarda bir şahsiyet parçalanması vardır. Ama dili ile gönlü, dili ile davranışları arasında tutarlılık olanların sağlam şahsiyete sahip olduklarını söylememiz gerekiyor. Mü'minlerin, bu tutarlı şahsiyete sahip olduklarını göstermeleri gerekiyor. Yüce Allah'ın bu anlatımı ile insanlar kendilerine bir yer bulmalıdırlar.
6. "Eğer, o iki yüzlülere emredersen, savaşa çıkacaklarına bütün güçleriyle yemin ederler. De ki: 'Yemin etmeyin, itaatiniz bilinmektedir.' Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yüce Allah, münafıkların başka bir özelliğini burada gündeme getirerek onların içsel ve davranış analizini yapmaktadır. Münafıklar o dönemde Hz. Peygamber'e, kalplerinde olmayanı dilleri ile söyleyip yalan yere yemin ederlerdi. Bu özellikleri günümüzde ve gelecekte de devam edip gidecektir.
Münafıklar savaşa çıkacaklarına dair Allah'a yemin ederek söz verirlerdi. Hz. Peygamber onların gönlündekini bilemeyeceğinden Yüce Allah onu bu âyetiyle haberdar etmektedir. Barış anında verdikleri sözü, yaptıkları yemini savaş anında yerine getirmezler. Sahte bahaneler uydurarak savaşa gitmemenin yollarını araştırırlar.
a) "Bedevilerden geri kalmış olanlar, sana diyecekler ki: Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile. Onlar kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: Allah size bir zarar gelmesini dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse O'na karşı kimin bir şeye gücü yetebilir? Kaldı ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (Fetih 48/11).
b) "Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı, o münafıklar mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Gerçi onlar, 'gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık' diye kendilerini helak edercesine Allah'a yemin edecekler. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarını biliyor" (Tevbe 9/42).
c) "Allah seni
affetsin. Fakat doğru söyleyenler
sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye
kadar onlara niçin izin verdin?" (Tevbe 9/43).
İşte bu âyetleri alıp yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 53'e götürürsek, münafıkların psikolojisinin savaş anında nasıl ortaya çıktığını görmüş oluruz. Onlar, iyi şartlar altında yanında olurlar; kötü şartlarda hemen kaçarlar. Kaçmaları için de mazeretler uydururlar. Yalan yere yemin edip, gerçek şahsiyetlerini kapatmaya, maskelemeye çalışırlar. Onların bu sahtekârlığını tespit etmek çok zordur. Bu zorluktan dolayı, Yüce Allah, onların iç âlemini deşifre ediyor ve ikili oynamalarını açıklıyor. Üstelik bunu hangi sözleriyle yaptıklarını da söylüyor.
Yüce Allah, onların Hz. Peygamber emrettiği takdirde savaşa çıkacaklarına yemin etmelerine karşılık nasıl bir tepki göstereceğini Hz. Peygamber'e öğretmektedir. Yemin etmemelerini, çünkü itaatlerinin sahte olduğunun bilindiğini, Hz. Peygamber'i kandırabileceklerini ama Allah'ı kandıramayacaklarını onlara bildirmesini emretmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, ikili oynayan münafıkların sahte yemin yapıp yapmadıklarını bilmemiz zordur. Kur'ân, bunlar için analizler yaparak onların davranışlarını tanıtmaktadır.
7. "Deki: Allah'a itaat edin; Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz, o peygamber kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlusunuz. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz; Peygambere düşen, sadece, apaçık bildirimde bulunmaktır."
a) Yüce Allah, Hz. Peygamber'den insanlara şu görevlerini hatırlatmasını istemektedir: Allah'a ve Peygambere itaat etmeleri gerekiyor. Aslında dinin tamamı bir itaattir. İman etmekten tutunuz, bütün ibadetleri yerine getirmek, haram ve helal kurallarına uymak, ahlâkın üzerine oturduğu değerleri hayata geçirmek, bu itaat kavramının içinde yer almaktadır. Diğer taraftan itaat edenlerin dünya ve âhiretteki ödülleri dinde yer almaktadır. Bir de itaat etmeyenlerin cezası gündeme getirilmektedir.
Burada itaatin gündeme getirilmesinin ana sebebi, münafıkların bu konuda noksan olmalarıdır. Münafıkların dilden deyip gönülden inanmamaları, dilleri ile davranışları arasında bir ahenk kuramamaları, hep bu itaat denen ibadeti yerine getirememelerinden kaynaklanmaktadır.
b) Yüce Allah, münafıkların Allah'a ve Hz. Peygamber'e itaat etmeyeceklerini bildiği için, itaat etmekten yüz çevirmelerine de açıklık getirmektedir. Âyetteki yüz çevirme eyleminin Hz. Peygamber'e karşı olacağını söyleyebiliriz.
Allah'ın emirlerine ve o emirleri getiren peygambere itaat etmekten yüz çevirenlere Yüce Allah şu temel ilkeyi koymaktadır: Peygambere kendi yükümlülüklerinin sorumluluğu, onlara da kendi yükümlülüklerinin sorumluluğu vardır.
Şunu unutmamak gerekiyor: Peygamberin kul olma yönü peygamber olan yönüne itaat edecektir. Netice itibariyle herkesin bir görevi vardır; herkes bu görevi yerine getirmekle sorumludur. Peygamberin görevi ile normal insanların görevleri arasında bazı farklar olacaktır.
c) Ayetin devamında: "Eğer O'na itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz" ifadesi yer almaktadır. Bu ifadeden çıkaracağımız neticelerden biri, Yüce Allah'ın itaat ile hidâyetin rehberlik boyutu arasında bağlantı kurmuş olmasıdır.
Buradaki i hû zamiri kime gitmektedir? Alimlere göre bu zamir Allah'a gitmektedir. Bazıları da bu zamiri Hz. Peygamber'e göndermektedirler. Peygambere gittiğini söylersek, o zaman ijiıj tehtedû kelimesine, "doğruyu, hakkı, gerçeği, güzeli yerine getirmiş olursunuz" manasını verebiliriz. Allah'a aittir dersek, o zaman "Allah'ın hidâyetine, doğruya ulaştırmasına mazhar olursunuz; O'nun doğru yoluna girmiş olursunuz" açılımını yapmamız mümkün olacaktır. Her iki görüşün Kur'ân'da delili olduğunu söylemekte yarar vardır. Mesela: Bu zamirin Hz. Peygambere gittiğini savunanlar delil getirmiyorlar, ama biz onlara şu âyeti delil olarak gösterebiliriz:
"Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik" (Nisa 4/80). Madem ki peygambere itaat Allah'a itaat oluyor, o zaman yorumunu yapmakta olduğumuz Nûr 53'teki zamirin Hz. Peygamber'e gitmesi normaldir. Ama bu zamirin Allah'a gitmesi gerektiğini söyleyenlerin de delili vardır: "Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Peygamberine uyun" (Enfâl 8/24). Çağırma fiili burada tekildir. Halbuki âyetin başında Allah ve peygamber yer almaktadır. Ama çağrıyı Allah yapmaktadır. Nûr 53'te de âyetin başında Allah ve peygambere itaat emredilirken daha sonraki "O'na itaat ederseniz" ifadesindeki zamir de Allah'a gitmektedir. Demek ki, iki şekilde de mana vermemiz mümkündür.
Âyetin bu kısmından şunu da çıkarabiliriz: İtaat etmenin faydası, doğru yolu bulmak şeklinde itaat edene dönecektir.
d) "Peygambere düşen apaçık bildirimde bulunmaktır." Bunun anlamı, peygamber itaat etmeleri için insanları zorlayamaz, ancak onlara Allah'ın dinini Öğretir, açıklayıcı tebliğde bulunur. Önemli olan, öğrettiğini apaçık öğretmektir. Bunun ardından kabul etmek konusunda insanları zorlama olmadığı gibi, itaat etmekte de zorlama yoktur. Âyetin bu kısmını Şûra 48'de buluyoruz: "Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır." Buradaki duyurma, tebliğ etmek, bildirimde bulunmak demektir. Allah'ın mesajını insanlara tebliğ etmek, bildirmek, öğretmek peygamberin görevleri arasında yer almaktadır. [28]
55. Allah, onlardan öncekilere yaptığı gibi, sizden inanıp iyi amellerde bulunanları da yeryüzünde iktidar sahibi kılacak olacağını, kendileri için seçtiği dini yerleştireceğini ve korkularından sonra onları güvene kavuşturacağını vaadetmiştir. Onlar bana kulluk eder ve hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bundan sonra kimler inkar ederse, işte onlar yoldan çıkmışlardır.
56. Namazı kılın, zekatı verin, Peygamber'e itaat edin ki merhamet göresiniz.
57. İnkar edenlerin yeryüzünde Allah 'ı âciz bırakacaklarını sanmayasın! Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir.
Yüce Allah iman ile iyi amelin, eylemin, işin toplumlara neler getireceğini, geçmişte neler getirdiğini, nasıl bir değişim sağladığını bu âyette anlatmaktadır; Hatta bu değişimleri, getirilen gerçekleştireceğine dair Yüce Allah söz vermektedir. Ayetlerin analizini yaparken bunarı göreceğiz:
1. "Allah, onlardan öncekilere yaptığı gibi, sizden inanıp iyi amellerde bulunanları da yeryüzünde iktidar sahibi kılacağına söz verdi."
İyi amellerde bulunmak, dürüst, doğru ve erdemli davranıp yararlı işler üretmektir. İman ettikten sonra bu şekilde iş üreten toplumlara Yüce Allah çok önemli bir dünyevî nimeti müjdelemekte ve bunu yerine getireceğine dair söz vermektedir. Bu insanları iktidara getirecek, siyâsî erki ellerine verecektir.
Dünyevî nimetlerin en büyüklerinden biri sürü gibi yaşamaktan ya da başkasının idaresi altında durmaktan, ezilmekten kurtulup devlet kurmak ya da siyâsî erki eline geçirmektir. Bu değişimi, bu nimeti getirecek olan iman ile iyi ameldir. Yüce Allah bunu yapacağına delil olarak da, geçmiş toplumlara, insanlara yaptığını göstermektedir. Siyâsî tarihin dinamiklerinden biri iman ve iyi amelin siyâsî etkinliğidir.
İman, insanın içsel iktidarını temin ediyor, bu iktidarı içinde kuranların iyi amelleri de sosyal iktidarı getirmektedir. İçi ile davranışlarının mutabakatı, siyâsî erki ele geçirmektedir. Bundan şunu anlıyoruz: İçi dışı birbirini tutmayan münafıkların durumu ile iman edip erdemli işler yapan içi dışı bir insanların durumu arasında önemli farklar vardır.
2. "Kendileri için seçtiği dini yerleştireceğine dair söz verdi."
Daha önce Mâide 3'te şöyle buyurulmuştu: "Bugün dininizi sizin için kemâle erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve İslam'ı sizin dininiz olarak belirledim." Nûr 55'te sadece "din" denmektedir. Ama Mâide 3'te "İslâm dini" ifadesine yer verilmektedir. Buradaki İslâm, Allah'a teslimiyeti, barışı, güveni, rahmeti ifade etmektedir.
Nûr 55'te geçen yünıekkinenne kelimesi, "kuvvetle kökleştirmek, sağlamlaştırmak, iyice yerleştirmek, yürürlükte tutmak" demektir. Bu âyet, "Allah, İslam dinini önce mü'minlerin kalbinde yerleştirip kökleştirdi, sonra da dünya insanlığında sosyal anlamda yerleştirip kökleştirdi" manasına gelmektedir.
İman ve iyi amellerin ilk getirişi siyâsî erki elde etmek, ikinci getirişi de dinlerini yerleştirmektir. Siyâsî erkin elde edilmesinin önce, dinin yerleştirilip kök salmasının ikinci sırada yer alması manidardır. Siyâsî erki eline geçiremeyen toplumların, dinlerinin yerleşip kök salması mümkün değildir. Siyâsî gücü elinde bulunduranların dinleri de kök salıp yayılır. Siyâsî güç dinin önünü açar, yayılmasını, kök salmasını temin eder. Biz buradan şu genellemeye varıyoruz: İman edip iyi amel işleyenler siyâsî erki ellerine geçirirler. Âl-i İmrân 139'da olduğu gibi üstünlüğü ele geçirirler. Siyâsî erki ele geçirip üstünlüğü elde edenlerin dini de kültürü de güç kazanır, yayılır ve kök salar. Bu durum, önce iman etmekle gönülde başlamaktadır. Gönülde yeşeren bu ağaç, davranışlarla, amellerle dünyaya yayılır, siyaseti mayalar ve üstünlüğe götürür. Sonra bu üstünlük döner kendisine hayat veren iman ve amellerin sağlamlaşmasını, yayılmasını temin eder ve bunda çaba sarf eder.
3. "Korkularından sonra güvene kavuşturacağını vaad etmiştir."
Siyâsî erki ele geçirip din de sağlamlaşıp kök salınca, yayılınca artık eski korkular yerini güvene bırakacaktır. Korkunun güvene dönüştüğü bir toplum da felaha, kurtuluşa, mutluluğa ermiş ve umduğuna nail olmuş demektir.
Onun içindir ki Âl-i tmrân 139'da iman edip üstünlüğü elde edenlerin üzülmesine gerek kalmadığına işaret edilmektedir.
Şimdi iman ve erdemli amellerin getirdiği zincirleme sonuçlara bir daha bakabiliriz. İman ve iyi amel, önce siyâsî erki, sonra dinin kök salıp yayılmasını, daha sonra da korkunun güvene dönüşmesini temin ediyor. İşte bunlar dünyevî saadetin temel direkleri olmaktadır. İman, amel, siyâsî erki elinde tutmak, sağlam bir dine sahip olmak ve güven içinde yaşamak bu temel değerleri oluşturmaktadır. Bunlar aynı zamanda dünya ve âhiretin mutluluğunun reçetesini teşkil etmektedir. Demek ki dünya ve âhiretin mutluluğu sadece iman etmekle elde edilmiyor; amel gerekiyor. O da yeterli olamıyor, siyâsî erki elinde tutmak, sağlam bir dine sahip olmak ve bir güven ortamına sahip olmak gerekiyor. Gönülde teşekkül eden imanın zincirleme ile nerelere götürdüğü burada anlatılmaktadır.
4. "Onlar bana kulluk eder ve hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar."
İşte siyâsî erki elinde tutan, dinleri kök salıp yayılan ve güven içinde yaşayan mü'minlerin diğer özelliği de burada gündeme getirilmekte ve onların sadece Allah'a kulluk yaptıklarını, O'na taptıklarını ve asla O'na şirk koşmadıklarını temel özellik olarak almaktadır.
Bu özelliğin gündeme getirilmesinden şunu anlıyoruz: Bu kadar sağlam ve şirkten uzak bir imana sahip olanlar zamanla yanlışa düşebilir, şirke sapabilir. O zaman da elde ettikleri sosyal ve siyâsî nimetleri kaybedeceklerdir. Kötüden iyiye değişim olabildiği gibi, iyiden kötüye de olabilir. Kötüden iyiye geçişte elde edilenler, iyiden kötüye geçerken doğal olarak kaybedilecektir.
Böylece sadece Allah'a kulluk ve şirkten uzak olmak, bu nimetlerin koruyucusu olacaktır.
5. "Bundan sonra kimler inkar ederse, işte onlar yoldan'çikmışlardır."
İşte âyetin bu kısmı kötüden yana değişimin olabileceğine işaret etmektedir. İman etmiş bir nesilden sonra inkar eden bir nesil gelmiş olabilir, hatta aynı nesilde bu değişim gerçekleşebilir. O zaman bu insanlara Yüce Allah, fâsıklık sıfatını yakıştırmaktadır. Fâsığın ne olduğunu Bakara 26-27. âyetlerde detaylı bir şekilde açıkladık. Burada "yoldan çıkmış" manasını vermek en doğrusu olacaktır. Biraz daha açarsak küfür ehli olanlar, siyâsî erki kaybedecek, güvenlik yerini korkuya bırakacaktır. Genel manadan özel manaya geçersek şunu söyleyebiliriz: Mekke döneminde Hz. Peygamber ve arkadaşları yıllarca korku içinde yaşıyor ve gizlice İslam'ı tebliğ ediyorlardı. Bu korkunun neticesi Medine'ye hicret etmekle sonuçlandı. Oradaki başarılı çalışmalar, yapılan savaşların ardından Mekke'nin fethi geldi.
Böylece mü'minler ve onların da başında olan Hz. Peygamber siyâsî erki, o toprakların egemenliğini ele geçirdiler; Yüce Allah da vaadini yerine getirmiş oldu. Ama âyeti sadece Hz. Peygamber'in dönemi ile sınırlandırmamız doğru değildir. Onu evrensel boyuta taşımamız gerekiyor. Günümüzde ve gelecekte mü'minlerin siyâsî erki ve egemenliği ellerine geçirecek köklü değişimi yapabilmelerinin şartlarını bu âyette buluyoruz. İşte Hz. Peygamber'in şu hadisi, âyetin evrensel anlayışını gündeme taşımaktadır: "Yeryüzü benim önüme getirildi. Doğu ve batısını gördüm. Ümmetimin iktidarı, bana gösterilen yeryüzünün her tarafına yayılacaktır".[29]
6. "Namazı kılın, zekatı verin, peygambere itaat edin ki merhamet göresiniz."
Bu âyeti, bir önceki âyetin devamı olarak görmeliyiz. Yüce Allah, mü'minlere siyâsî erki, devlet kurma lütfunu, egemenliği verdikten sonra, onun devamının nelere bağlı olduğunu da açıklamaktadır. Üç temel ibadet, değer ve davranışın sağlayacağı merhametin elde edilmesi de devletin devamlılığını, bekasını sağlayacaktır. Şimdi o değer, ibadet ve davranış şekillerini görebiliriz.
a) Namaz kılmak
Namaz kılmak pek çok şeyi beraberinde getirmektedir. Çünkü namaz, ahlâkın temelini oluşturmaktadır (Meryem 19/59; 'Ankebût 29/45).
b) Zekat vermek
Devletin bekası, yani devamlılığı kimsesizleri, fakirleri, imkansız kalanları korumak, onların ihtiyaçlarını karşılamaktan geçmektedir. Toplumda fakir kesimin çoğalması, fakirlerin iniltisinin yükselmesi, devletin temeline dinamit koymaktan başka bir şey değildir. Zekatın verilmesi, bu kötü enerjinin depreme dönüşmesini önleyip açığa çıkaracaktır.
c) Peygambere itaat etmek
Bu emir de, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği mesaja uymayı, onu hayata geçirmeyi ifade etmektedir. Günümüzün ve geleceğin insanı da Hz. Peygamber'e itaat edebilir. Onun din anlayışını, hayata uygulamasını örnek aldığında ona itaat etmiş olacaktır.
İşte bunlar merhameti getirecektir. Merhametin bir anlamı da korunmaktır. Devletin korunması bunlardan geçtiği için, âyetin sonunda merhamet yer almaktadır.
Aslında bir önceki âyetin sonunda yer alan "Allah'a kulluk etmek ve ona şirk koşmamak" da bunlara ilave edilmelidir. Kısaca 56. âyetten şu neticeyi çıkartıyoruz: Fakire merhamet etmeyen, namaz kılmayan, yani ahlâklı olmayan merhamet bulamaz. Merhamet olunmanın diğer şartı da Hz. Peygamber'e itaat etmektir. Bu ibadet ve değerler ilâhî âleme yücelerek Allah'ın merhametini alıp getirmektedir.
7. "İnkar edenlerin yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacaklarını sanmayasın! Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir."
Bu âyetin bir benzeri de Hûd 20'dir: "Onlar yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak değillerdir."
Her iki âyeti bir araya getirirsek şu neticeyi çıkartabiliriz: Kâfirlerin, Allah'ın dinine, mesajına, peygamberine karşı çıkmaları ve bu karşı çıkışlarını savaşa kadar götürmeleri onların zafere ulaşacakları anlamına gelmez. İlâhî vahyin geldiği ilk günlerde kâfirlerin baskılarını artırmaları, onların güçlü olduğu hissini uyandırmıştır. Kâfirlerin mü'minlere kurduğu tuzaklar, uyguladığı şiddetler dikkate alındığında bazen üstün gibi görünürler.
Yüce Allah, 54-56. âyetlerde verdiği emirleri yerine getirenlere, yücelttiği değerleri hayata geçirenlere yardım edeceğini bildirmiştir. Bundan dolayı onların mağlup ojması imkansızdır. Çünkü Yüce Allah şöyle ferman vermektedir: "Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya Öldürmeleri yahut seni yurdundan çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da onlara tuzak kuruyordu. Çünkü Allah, tuzak kuranların en iyisidir" (Enfâl 8/30); "Ey iman edenler! Allah'a yardım ederseniz, o da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz" (Muhammed 47/7) âyetleri bize, "kâfirlerin geleceği mağlubiyettir; yeter ki mü'minler Allah'ın ilkelerini yerine getirmiş olsunlar" garantisini hatırlatmaktadır. Allah'ın dinine yardım edene Allah da yardım edecektir. Buna inananlar, asla kâfirlerin galip geleceği endişesine düşmemelidirler.
Bu dünyada galip gelmeyecekleri gibi, âhirette de yerleri cehennem olacaktır. Orada da mağlubiyetleri devam edecektir. Yüce Allah, oranın çok kötü bir yer olduğu değerlendirmesini yaparak caydırma metodunu kullanmakta, aynı zamanda mü'minleri teşvik etmektedir.
İman dolu gönüller ve erdem dolu eylemler asla mağlup edilemez. Belki fertler ölür ama dava ve toplumları ayakta kalır. Fertlerin ölümü onlar için mağlubiyet değildir. Tam tersine davalarına gıdadır.
Genel manada Nûr sûresinin 54-57. âyetlerinden çıkaracağımız neticelerden bazıları şunlar olabilir: Yüce Allah siyaset biliminde, bir toplumun siyâsî erki nasıl ele geçireceğini ve Yüce Allah'ın bunu onlara nasıl lütfedeceğini açıklamaktadır. Siyâsî erki elde etmenin bir ucu insanların eylemlerinde, diğer bir ucu da ilâhî takdirdedir. Allah lütfeder-
ken, takdir ederken, insanların inanç ve eylemlerini dikkate almaktadır. İyilerle kötülerin, iman edenlerle fakirlerin mücâdelesinde Yüce Allah, iyilerden yana tavrını koyup mağlup olmalarını önleyecektir. [30]
58. Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar sabah namazından önce, öğle vaktinde soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunacağınız üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah, hükümlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
59. Çocuklarınız ergenlik çağına gelince, büyüklerinizin izin istediği gibi, onlar da izin istesinler. Allah size ilkelerini böyle açıklar. Allah bilgindir, hikmet sahibidir.
60. Evlenmeyi arzu etmeyen, çocuktan kesilmiş kadınlara, süslerini açığa vurmamak şartıyla, dış giysilerini çıkarmaktan ötürü sorumluluk yoktur, ama iffetli davranmaları kendileri için daha iyi olur. Allah işitir ve bilir.
61. Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kahyası olup anahtarları elinizde olan evlerde ya da dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde size de, kör olana da zorluk yok, topal olana da zorluk yok, hasta olana da zorluk yoktur. Toplu olarak veya ayrı ayrı yemenizde de size bir zorluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, birbirinize Allah katından mutlu, hoş yaşam dileyerek selâm verin. Allah, size hükümleri düşünürsünüz diye böyle açıklıyor.
Yüce Allah'ın bu âyetlerinde, cinsel eğitimin bazı bölümlerini bulmamız mümkündür. Cinsel eğitim verilirken buluğ çağı esas alınmaktadır. Buluğ çağı, ya da yaşı Kur'ân'ın eğitim psikolojisinde, cinsel eğitim anlayışında, ahlâkî uygulamalarında, dini sorumluluklarında çok temel ve ciddî bir yer işgal etmektedir. Çocuk ile buluğ çağına ulaşan gencin ilişkiler sisteminde köklü bir değişim olmaktadır.
1.
Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve
cariyeler ve sizden henüz ergenliğe ermemiş olanlar sabah namazından önce, öğle
vaktinde soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç
defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunacağınız üç vakittir. Bu vakitler
dışında birbirinizin yanına girip
Sayfa 435 eksik.
e) Büyükler bu üç vaktin dışında kapalı olacağından izin istemeğe lüzum yoktur. Onun için büyükler kendilerini âyetin bildirdiği zamana göre ayarlamaları gerekiyor.
f) Bunlar, Allah'ın âyetleri, yani hükümleridir. Bunları iman edenlere açıklıyor ki aile içi ilişkileri düzenleyip geleceklerinde edepli olmalarını sağlasınlar.
Bütün bunların, bilen ve hikmet sahibi olan Allah'ın buyruğu olduğu da hatırlatılmaktadır. Yüce Allah'ın bu emri veya emirleri, bilgi ve hikmetinden kaynaklanmaktadır.
2. "Çocuklarınız ergenlik çağına gelince, büyüklerinizin izin istediği gibî, onlar da izin istesinler. Allah hükümlerini size böyle açıklıyor. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir."
Yüce Allah, biyolojik büyüme ile psikolojik gelişimi burada anlatmaktadır, îhtilam olmak, yani meni imaline başlayan biyolojik yapı, paralelinde psikolojik ve manevi gelişimi de getirmektedir. Biyolojik büyüme ile psikolojik gelişimin kesiştiği, çakıştığı noktaya ergenlik çağı diyoruz. Büyüme biyolojik, gelişme de psikolojik kavramlardır, ama gelişim büyümeyi de içermektedir.
Gelişim psikolojisi beraberinde cinsel eğitimi, sorumlulukları, ahlâkî kuralları da getirmektedir. Bunlardan birini bu âyette bulmaktayız. Ayette geçen el-hulüm kelimesi, "ergenlik çağı"nı ifade etmektedir. Bir önceki âyette küçük çocukların ne zaman izin isteyip istemeyecekleri belirtilmişti. Burada da ergenlik çağma ulaşanların büyükler gibi her zaman izin almaları gerektiği gündeme getirilip hükme bağlanmaktadır.
Bu demektir ki, ergenlik çağma ulaşanlar, büyükler sınıfına girmektedir. Bunun anlamı şudur: İslam öncesi kabilelerde yetişkinler sınıfına girebilmek için initiation, yani "giriş ayinleri" yapılırdı. Bunlarda bazı becerilerin sonuçları değerlendirilirdi. Ama îslam bunu, biyolojik büyüme ve psikolojik gelişim denen ergenlik çağına bağlamıştır. İnsanların düzenlediği ayinlerle değil de, doğal gelişme ile tespit etmektedir. Kur'ân'ın yaptığı yeniliklerden, devrimlerden biri de budur.
Yüce Allah, hükümlerini insanlara açıklarken bilgi ve bilgelik sıfatlarını gündeme getirmektedir. Bu da cinsellik eğitimi kapsamına girmektedir.
"Evlenmeyi arzu etmeyen, çocuktan kesilmiş kadınlara, süslerini açığa vurmamak şartıyla dış giysilerini çıkarmaktan ötürü sorumluluk yoktur; ama iffetli davranmaları kendileri için daha iyi olur. Allah işitir ve bilir." Âyette geçen el-kavâ'ıd "yaşlanıp oturmuşlar" anlamına gelmektedir, lâ yercûne nikâhan "cinsel ilişkiye arzu duymayan, evlilikte umudu kalmamış" demektir.
Yüce Allah, bunlar için de bazı sınırlamalar ve müsaadeler getirmektedir. Sınırlama, süslerini açığa vurmamak, müsaade ise bunu yerine getirdikten sonra dış elbiselerini çıkartmalarıdır. Kendileri için yorucu, ve ağır gelecek olan örtünmelerini yerine getirmemelerine müsaade edilmektedir. Çünkü erkekler onlara arzu duymaz, onlar da böyle bir umut içinde olmazlar.
Biz bu âyetten şunu çıkartabiliriz: Yüce Allah, hükümlerini insanların durumuna göre düzenlemekte, alternatif uygulamalar sunmakta, genç kadınla, yaşlanmış kadın için cinsel eğitimindeki kuralları farklılaştırmaktadır. İlâhî hükümlerin gelişini insanın doğası ve durumu belirlemekte, Yüce Allah onu dikkate almaktadır. Bu da bize idare edenlerin, kanun yapanların, mutlaka halkın sosyal durumunu, doğal ihtiyaçlarını mutlaka dikkate almalarını, öğretmektedir.
Âyette geçen müteberricât kelimesi, "gösterilmemesi gereken beden kısımlarının teşhir edilmesi"dir. Beden teşhiri psikolojik bir hastalıktır. Râzî, aslında bu kelimenin "beyazı ile siyahı tam belli olan iri göz" anlamına geldiğini söylemektedir. Başka bir ifadeyle beyazı, siyahı ile kuşatılmış iri gözdür.
Yüce Allah'ın bu hükümleri, kadınların iffetli kalmalarını temin etmek amacını gütmektedir. Âyette geçen "iffetli davranmalarının ne anlama geldiğini bir hadisle açıklayabiliriz: Giyindikleri, yani örtündükleri halde çıplak, kendilerine meylettiren, kendileri de meyleden, başlan yana yatmış deve hörgüçlerini andıran kadınlar, cennete giremezler[31]. Önemli olan iffetli kalmaktır. Kapandığı halde iffetsiz olanlar burada gündeme getirilmektedir.
4. Nûr sûresinin 61. âyetinden çıkaracağımız neticeler şunlardır:
a) Yüce Allah, kör, topal ve hasta olan kimselere zorluk veya günah olmadığını söyleyerek, yine kişinin durumuna göre hükmünü vermektedir. Ayetin ilk kısmında geçen haraç kelimesi, "darlık" demektir. Kelimeyi dinî alana çekip manalandınrsak, ona "günah" anlamını vermemiz doğru olacaktır. Böylece günah, bazı insanların üzerlerinden durumlarından dolayı kaldırılmaktadır.
b) Bir kimsenin baba, anne, erkek kardeş, kız kardeş, amca, hala, dayı, teyze, kahyası olup anahtarı eline verilen dostların evlerinde yemek yemesinde günah olmadığı ilan edilmektedir. Bu, ev sahipleri olmadığı durumlarda eve girip yemek yenmesinin hırsızlık olmayacağı, toplum tarafından ayıplanmayacağı anlamına gelmektedir. Bu gruba kör, topal ve hasta kimseler de dahil edilmektedir. Bu grup insanlar genelde savaşa gidemediklerinden, başkalarının evinde yemelerinde herhangi bir sakıncaları yoktur. Bunların evlere girip yemelerinden cinsellik bakımından bir iftira yapılması olası değildir.
Ayrıca bunlara hırsızlık damgası da vurulmamalıdır. Demek ki âyetin içeriğinde cinsellik eğitimini ve nerede yemek yenebileceğini, kimlerin istisna edileceğinin anlatılmasını bulmamız mümkündür.
c) "Toplu olarak veya ayrı ayrı yemenizde de size bir zorluk yoktur" Duyurulurken, yukarıda sayılan erkekli kadınlı akrabalar arasında, bunlara kör, topal ve hastalar da katılıp bir arada yemek yenebileceğine, haremlik-selamlık olamayabileceği-ne işaret etmektedir.
Ayrı yemeğe müsaade etmesi de özellikle hastaların durumundan dolayı olabilir. Hasta kişinin, bulaşıcı bir hastalığı olabilir.
Ama âyetin bu kısmı başka bir olguya da işaret etmektedir: Bazı insanlar o dönemde de, günümüzde de, gelecekte de kör, topal ve hasta insanlarla bir arada yemeyi uygun bulmamakta, onları aşağılayarak sofralarına almamaktadırlar. Onları aşağılamadan sofrasına alıp beraberce yemek yemek şefkatin ifadesi olacaktır. Müslüman kişi kibrederek bedenindeki noksanlığından dolayı insanları itip-kakmaz, onlarla yemek yemekten tiksinmez.
Empati yaparak, yani kendisini onların yerine koyarak düşünür ve ona göre hareket eder. Körü, topalı ve hastayı aşağı görmez. Artık günümüzde insanlar ayrı tabaklarda yediğinden bir masada olmanın hiçbir mahzuru yoktur. Önemli olan o insanlara katlanabilmek, onlara karşı kibir yapmamak ve onları aşağılamamaktır.
d) "Evlere girdiğiniz zaman, birbirinize Allah katından mutlu, hoş yaşam dileyerek selâm verin"
Boş eve veya kişilerin bulunduğu eve girerken nasıl davranmak gerektiği de işte burada gündeme getirilmektedir. Mutlu ve hoş yaşamı Allah'tan dileyerek selâm vermek emredilmektedir. Kişi kendi evine boş halde girerken de kendi kendine selâm verecektir.
e) "Allah size hükümleri, düşünürsünüz diye böyle açıklıyor" buyururken Yüce Allah, emirlerinin akla uygun olduğunu, düşünmeye sevk edici nitelik taşıdığını vurgulamaktadır. Bundan anlıyoruz ki, âyet, ilâhî emirlere akıl ile yaklaşılmasını öngörmekte ve aklı harekete geçirmeyi amaçlamaktadır.
Aklını kullananlar, Yüce Allah'ın yapmış olduğu bu düzenlemelerin hikmetini, değerini ve doğruluğunu anlayacaktır. Bundan anlıyoruz ki, din âlimi ve görevlileri dini dogmatik olmaktan kurtarabilmeleri için aklı harekete geçirip halkı düşünmeye sevk etmelidirler.
62. Mü'minler, ancak Allah'a ve peygamberine inanmış kimselerdir. Onlar, Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. Şu senden izin isteyenler, gerçekten Allah 'a ve peygamberine iman etmiş kimselerdir. Öyleyse bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan af dile; Allah affedicidir, merhamet sahibidir.
63. Ey Mü 'minler! Peygamberi kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper e-dinerek sıvışıp gidenleri elbette Allah bilmektedir. Bundan dolayı, onun emirine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.
64. Dikkat edin, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, sizin ne durumda olduğunuzu bilir. O'na döndürüldükleri gün ne yaptıklarını insanlara haber verecektir. Allah her şeyi bilir.
Bu âyetlerin analizlerinden çıkaracağımız önemli neticeler olacaktır:
1. "Mü'minler, ancak Allah'a ve Peygamberine inanmış kimselerdir."
Yüce Allah'ın bu ifadeye yer vermesinin sebebi bir gerçek mü'min tanımını yapmaktır. Gerçek mü'minin gönülden Allah'a ve peygamberine inanan kişi olduğuna dikkat çekilmektedir. Gönülden yani benliğinin derinliklerinden gelen iman, mü'min olmanın gerçekliğini ortaya çıkarmaktadır. Elbette gerçek mü'min olmanın birçok delili, işareti vardır. Ama âyetin devamı bunlardan birini gündeme taşımaktadır.
2. "Onlar, Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken orfdan'izin istemedikçe bırakıp gitmezler."
İşte gönülden coşup gelen gerçek imana sahip olan mü'minin delili bu şekildeki bir çalışma tarzı ve edebi olmaktadır. Bizim "ortak bir iş" diye tercüme ettiğimize "kamunun işi" de diyebiliriz. Peygamberle bir kamu işinde çalışırken izin almadan ayrılmamak, gerçek mü'min olmanın özelliği olarak takdim edilmektedir.
Demek ki âyet, özel işle kamuyu ilgilendiren işi birbirinden ayırmakta, ayrıca yönetenle yönetilenlerin arasındaki ilişkinin can alıcı noktalarından birini gündeme taşımaktadır. Memur amirinden, çocuklar ana-babalarından, öğrenci Öğretmen veya idaresinden izin almadan ayrılmamalı, bulunduğu işi terk etmemelidir.
Günümüzde böyle bir çıkarım yaparken, Hz. Peygamberle ilgili bir çıkarım yapabilir miyiz? Günümüzde ve geleceğin mü'minleri Hz. Pey-gamber'in "örnek olma" ilkesine göre davranırsa, gerçek mü'minliğini ispat etmiş ve bu âyetin kapsamına girmiş olur. Hz. Peygamberin manevî liderliği, yöneticiliği "örnek olma" yoluyla devam etmektedir. Kamu işinden kaytarmamak, vazifeyi ihmal etmemek, izinsiz ondan ayrılmamak, Hz. Peygamber'in Allah'ın emrine göre uyguladığı bir iştir. Kişi bu örneğe sadık kalmalı, onu kamu işinde kural edinmelidir.
3. "Şu senden izin isteyenler, gerçekten Allah'a ve peygamberine iman etmiş kimselerdir. Öyleyse bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver. Onlar için Allah'tan af dile; Allah affedicidir, merhamet sahibidir."
a) Gerçekten Allah'a ve Peygamberine iman etmiş olanlar, izin isterken samimi davranırlar. İhtiyaçları varsa izin isterler. İzin isteyenlerin samimi olup olmadığını tespit etmek zordur. Onun için daha önce Hz. Peygamber'den izin isteyenlere izin verdi ve onların münafık olduğunu bilemedi. Bunun ardından da Yüce Allah, Hz. Peygamber'i sorguladı: Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı münafıklar elbette sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar: 'Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık' diye kendilerini helak edercesine Allah'a yemin edecekler. Halbuki Allah, kesinlikle onların yalancı olduklarını biliyor; Allah seni affetsin. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? Allah'a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan geri kalmak için senden izin istemezler. Allah, takva sahiplerini pek iyi bilir. Ancak, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler" (Tevbe 9/42-45).
Böylece Yüce Allah, izin isterken kimin samimi, kimin yalancı olduğunu Hz. Peygambere anlatmakta ve onu yanlış kimselere izin vermesinden dolayı sorgulamaktadır. İzin istemekte samimiyeti belirleyen değerin "gerçek iman" olduğunu da ona öğretmektedir.
b) İzin istemelerinde samimi olanlara izin vermesi Hz. Peygamberin dilemesine, tercihine bırakılmaktadır. Yalan mazeretler uydurup izin alanların tespit edilmesini Kur'ân önemsemektedir.
c) Yüce Allah, bu samimi Müslümanlar için Allah'tan af dilemesini Hz. Peygamber'den istemektedir. İzin verme işini peygamberinin dileğine bırakırken, af dilemesini de emretmektedir. Bundan anlıyoruz ki, bir insan başka biri için Allah'tan af isteyebilir. Yüce Allah'ın affedici ve merhamet sahibi olmasından istifade etmesini, gerçek iman sahiplerinin bu sıfatlardan istifade edebilmeleri için yalvarmasını şart koşmaktadır.
Ayetin tümünden şu neticeyi de çıkartabiliriz: Kamunun yararına yapılan bir iş, uygulanmaya çalışılan bir projeden uzak kalmak, sebepsiz yere girmemek, ya da ayrılmak doğru değildir. Yüce Allah böyle bir görevden ayrılmak için mutlaka geçerli bir mazeretin beyan edilmesi gerektiğini ifade ediyor. Geçerli bir sebep olmasına rağmen izini verip vermemekte projenin başındaki kişi serbesttir. Proje başkanı, kamunun işini, menfaatini, geçerli olan şahsî mazeretin üstünde tutup izin vermeyebilir. Ferdî menfaati, şahsî işi, kamunun üstünde tutmayıp izin vermeyebilir. Yüce Allah, bu âyetiyle kamunun menfaati ile ferdî menfaatin çatıştığı noktada nasıl davramlacağına açılım getirmektedir.
4. "Ey mü'minler! Peygamberi kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın."
Bu âyetin ilk kısmını teşkil eden bu ifadeden şu neticeleri çıkartıyoruz:
a) Yüce Allah, Hz. Peygamber'le konuşmanın edebini öğretmektedir. Müslüman, kiminle nasıl konuşacağını bilmelidir. Kendi yakın arkadaşına, kendi seviyesindeki insanlara konuştuğu gibi bir peygambere, günümüzde ise söz gelimi bir yöneticiye konuşmamalıdır. İnsanlarla iletişim kurmanın edebini, yani ahlâkını bu âyet öğretmektedir.
b) Âyet, Hz. Peygamberce konuşurken sesini yükseltmemeyi ön görmektedir. Günümüzün ve geleceğin Müslümanları Hz. Peygamber'le konuşmayacağına göre, o zaman âyetin bu kısmı ne ifade edecektir? Buradaki çağrı yani konuşma şekli, aslında kendi görüşünü, fetvasını Hz. Peygamber'in fetvasının üzerinde, seviyesinde ve önünde tutmaması demektir.
c) Hz. Peygamber'in çağrısı ile arkadaşlarının çağrısını aynı tutmamak gerekiyor. Hz. Peygamber'in, kamu yararına bir iş yapmak için yaptığı çağrıya uymak zorunludur; arkadaşının çağrısı gibi hafife alınamaz ve alınmamalıdır. Hz. Peygamberin bir iş için yaptığı çağrıya uymak farzdır. Mesela: Savaşa çıkmak için yaptığı çağrı, verdiği emir sünnet olarak değil de farz olarak alınmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki, Hucürât sûresinin 1-4. âyetleri aynı edebi gündeme getirip değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. Hz. Peygamberle konuşurken sesini onun sesinin üstüne yükseltmek, günümüz için fetvasını onun fetvası üzerinde tutmak, amellerin boşa çıkması, takva imtihanını kaybetmek ve akılsızlık ile nitelendirilmektedir.
2. "içinizden birini siper edinerek sıvışıp gidenleri elbette Allah bilmektedir." Ayetin bu kısmında yer alan yetesellelûne fiili, "yavaş yavaş, azar azar sıvışıp gitmek" anlamına gelmektedir. livâzâ kelimesi de, "arkasında gizlenilen şey, siper" ifade etmektedir.
Râzî'nin naklettiğine göre âlimler burada başkasını siper edinip kaçmayı şöyle açıklamaktadırlar: Mukâtil, "Hz. Peygamber'in Cuma günleri okuduğu hutbesi münafıklara ağır geliyordu. Münafıklar, Peygamber'in ashabının arkasına gizlenerek izin almadan çıkıp gidiyorlardı" diyor; Mücâhid, "münafıkların savaş anında saftan çıkıp gitmelerini anlatmaktadır" diyor. îbn Kuteybe, "Hendek savaşı için hendeğin kazılması anında meydana gelen izinsiz kaçmalara işaret etmektedir" diyor. Bazıları da, "münafıkların Hz. Peygamberin getirdiği kitap ve Allah'ın öğüdünden kaçıyorlardı" görüşünü dile getiriyorlar.
Bütün bu açıklamalar, tarihî bir açıklama olduğu için evrensel olmaktan uzak kalmaktadır. Bunların tamamını benimseyerek, âyeti günümüze getirmemiz gerekiyor. Kamunun yararına olan ve dine uygun düşen bir işe yapılan çağrının ardından birilerinin arkasına sığınarak emek sarf etmekten kaçmak âyetin bu kısmına girmektedir. Allah'ın dinine verilecek bir hizmetten sıvışıp kaçmak, ona katılmamak, o emirleri ve Öğüdü hafife almak çok çirkin bir davranıştır ve bu münafıklığın bir işidir. Onun için, "Allah biliyor" ifadesiyle Yüce Allah bu tip davranışlardan caydırma uyarısında, tehdidinde bulunmaktadır. İnsanlar belki Hz. Peygamber'i kandırmaya teşebbüs edebilirler ama asla Allah'ı kandıramazlar. Peygamber, onların birilerini siper edinip kaçmalarını fark etmeyebilirler ama Allah onları bilmektedir. Önemli olan insanların bilip bilmemesi değildir, Önemli olan Allah'ın bilmesidir.
3. "Bundan dolayı, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar." Âyetin bu kısmında geçen an emrihi ifadesindeki zamir kime gidiyor? Kimi âlimler "Hz. Peygamber'e", kimileri de "Yüce Allah'a" gittiğini söylemişlerdir. "Zamirler yakında olan isme giderler" kuralından hareket edersek, Allah'a gittiğini söylememiz gerekiyor. Demek ki "O'nun emri" derken "Allah'ın emri" kastedilmektedir.
O zaman Allah'ın emrine karşı aykırı davranmak, O'nun emrine muhalefet etmek konusu işlenmektedir, diyebiliriz. Allah'ın emrine muhalefet eden, karşı çıkanların başına iki türlü şeyden birinin gelebileceğine dikkat çekilmekte ve bu belalar konusunda uyan yapılmaktadır.
a) Onların başına "fitne" denen bir bela gelebilir.
b) Elem verici bir azap da gelebilir, ev "veya" iki ceza şeklinden birinin gelebileceğini belirlemektedir. Böylece Allah'ın emrine muhalefet olamayacağı âyette gündeme getirilmekte ve böyle bir muhalefetin cezaî müeyyidesinin olacağına dikkat çekilmektedir. Dünyevî hukukla ters düşen ve bunu eylem haline getiren kişi cezalandınlıyorsa, Allah'ın emrine muhalefet etmek de cezalandırılmaktadır.
4. "Dikkat edin, göklerde ve yerde ne varsa nepsi Allah'ındır. O, sizin ne durumda olduğunuzu bilir. O'na döndürüldükleri gün ne yaptıklarını insanlara haber verecektir. Allah, her şeyi bilir."
Yüce Allah, insanları eğitebilmek için bu âyette bazı konulan ele almaktadır.
a) Yüce Allah, kâinatın mülkiyetinin kendisine ait olduğunu belirterek, emrine muhalefet edilemeyeceğine işaret etmektedir. Kâinatın mutlak sahibi ve hakimi Allah olduğundan, O'na muhalefet etmekten sakınmak gerekiyor.
b) Kâinatın sahibi olan Allah, bütün insanların durumunu bilmektedir; kimin çifte standart, yani ikili oynayıp münafıklık yaptığını, Nûr sûresinin tamamı düşünüldüğünde kimlerin iftira ettiğini, kimlerin Allah'ın emrine muhalefet ettiğini bilmektedir. Herkesin gönülden koydukları tavır ile, davranışları ile gösterdikleri tepki bilinmektedir.
c) Onların tavırlarının, durumlarının bilinmesi yeterli değildir. Aynı zamanda Allah'a döndürüldükleri gün, yani mahşerde ne yaptıkları da onlara bildirilecektir. Çünkü her şeyi bilen Allah, onların davranışları hakkında bildiklerini onlara bildirip değerlendirmesini yapacaktır.
Şimdi bu âyetten çıkaracağımız neticelere geçebiliriz: "Kâinatın mutlak hâkimi ve sahibi olan, insanların durumunu her yönü ile bilen, mahşerde tüm yapılanları haber verecek olan ve her şeyi bilen Allah'ın huzurunda yanlış iş yapmak doğru değildir ve azabı getirecek bir davranış olacaktır" bilincine sahip olmak gerekiyor. Bu bilince sahip olan kişinin, Allah'ın huzurunda yanlış yapması mümkün değildir. Din eğitimcileri bu âyetin içeriğini iyi anlatarak, insanlara hem ahlâkî davranış bilinci kazandıracaklar, hem de onları bu davranışlardan caydırmış olacaklardır. İşte dinin ahlâka kaynaklık ettiği noktalardan biri bu âyette yatmaktadır.
a) Yüce Allah, tabiat olaylarını ve bu olayların yaratılışı ile ilgili konulan anlatarak varlığını ve birliğini öğretmektedir. Canlı türlerini yaratması, şimşeği meydana getirmesi, yağmuru oluşturması, gece ile gündüzü ardı ardına getirmesi, O'nun varlığına ve birliğine bir delil olarak sunulmaktadır (âyet: 41-45).
b) Kâinatı yaratan Allah'ın, kâinatın sahibi olduğu, hükümranlığının O'na ait olduğu gündeme getirilmektedir (âyet: 42).
c) Kâinattaki bütün varlıklar Allah'ı teşbih etmektedir, yani onun noksan sıfatlardan uzak olduğunu söylemektedirler. Hatta varlıkları ile bunu ifade etmektedirler (âyet: 41).
d) Allah göklerin nurudur. Bu nûr Kur'ân ile insanlığa yansımaktadır. Kur'ân kandil, Hz. Peygamber'in ve gerçek mü'minlerin gönülleri de lamba, fener, kandil olmaktadır. Bu nurun bulunduğu kandil, yiğit mü'minlerin, yani sabah akşam Allah'ı düşünüp anan, namazını kılan, zekatını veren ve işi, kendisini ibadetten alıkoymayanlann evlerinde bulunmaktadır (âyet: 35-37).
a) Peygamber'in görevi açık-seçik duyurmaktır (âyet: 54).
b) Allah'a ve Peygamber'e itaat etmek zorunludur (âyet: 52-53).
c) İnsanlar Kur'ân'ın önerdiği bir edep gereği kendilerini çağırdıkları gibi peygamberi çağırmamalıdırlar (âyet: 63).
d) Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında, çağrıya uymaları zorunludur (âyet: 48, 51).
e) Kur'ân, kandil, onun konduğu yer de Hz. Peygamber'in gönlüdür (âyet: 35).
a) Zina eden erkek ve kadına yüz değnek cezası verilir; recm uygulaması Kur'ân'ın kaldırdığı bir uygulamadır (âyet: 2).
b) Zina eden kadın ancak zina eden erkekle, zina eden erkek de ancak zina eden kadınla evlenebilir (âyet: 3).
c) Karısı zina etti diyerek mahkemeye müracaat eden erkeğin davasının nasıl yürütüleceği, beşinci yeminlerinde cezanın düşeceği açıklanmaktadır (âyet: 6-10).
d) Namuslu kadınlara iftira etmenin cezasının seksen değnek olduğu açıklandıktan sonra, Hz. Aişe'ye yapılan iftira etraflı bir şekilde ele alınmaktadır. Böyle haberlerin yayıldığı bir ortamda gerçek mü'minlerin ne demesi gerektiğine de dikkat çekilmektedir (âyet: 4, 11-19).
e) Buluğ çağına ulaşmış çocukların evdeki hareketlerinden, izin a-lıp ebeveynin yanına girmelerine, yaşlı kadınların giyinişine, kör ve topalların durumuna, kimlerin evinde teklifsiz yemek yenebileceğine varıncaya kadar bir dizi kurallar getirilmektedir (âyet: 58-61).
f) Gençleri evlendirmenin önemi, evlenemeyenlerin iffetli kalmaları öne çıkarılmaktadır (âyet: 32-33).
g) Erkeklerin ve kadınların bakışından, cinsel organlarını muhafaza etmelerine, kadınların giyinişine, yürüyüşüne varıncaya kadar ilkeler konmaktadır (âyet: 30-31).
a) Mahşerde insanlara dilleri, elleri ve ayakları ne yaptıklarına dair şahadet edecektir (âyet: 24).
b) Allah, âhirette herkese cezasını verecek ve Allah'ın apaçık gerçek olduğunu herkes anlayacaktır (âyet: 25).
c) Allah'ın emrine muhalefet edip karşı gelenlere elem verici azap vardır (âyet: 63).
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/323-325.
[2] Kitab-ı Mukaddes, Levililer, bab, 20; 10-12.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/325-331.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/331-335.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/336-341.
[6] Müslim, İlim, 15; Tirmizî, İlim, 15
[7] Buhârî, Edeb 29; Müslim, İman, 73; Tirmizî, Kıyâme, 60
[8] Buhârî, Mezâlim, 30; Müslim, İman, 100
[9] Müslim, Birr, 71; İbn Mâce, Ticaret, 26
[10] Buhârî, İmân, 4-5; Müslim, İmân, 64, 73.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı
Yayınları: 13/353-355.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/355-357.
[12] Süleyman Ateş; 170; İbn Kesir, age, 3/277'den nakil.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/357-360.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/360-365.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/366-368.
[16] Ebû Dâvûd, Nikâh, 43; Tirmizî, Edeb, 28; Dârimî, Rikâk,
3.
[17] Ebû Dâvûd, Libâs, 31; Tirmizî, Fiten, 44
[18] Buhârî.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/369-377.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/377-384.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/384-386.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/386-391.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/392-398.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/399-405.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/405-411.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/411-414.
[27] Râzî, age, XVII, 128
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/415-425.
[29] Müslim, Fiten, 19; Ebû Dâvûd, Fiten, 1; Tirmizî,
Fiten, 14;İbnMâce,Fiten, 9
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an
Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/425-432.
[31] Müslim, Libâs, 125; Cennet, 52