Mushaf'taki
sıralamada yirmi beşinci, iniş sırasına göre kırk İkinci sûredir. Yâsîn
sûresinden sonra, Fâtır sûresinden önce Mekke'de inmiştir. Abdullah b.
Abbas'tan nakledilen bir rivayette 68-70. âyetlerin Medine'de indiği
belirtilirse de Buhârî'nin kaydettiği bir rivayette[1]68.
âyetin Mekke'de indiğini belirten bir bilginin yer alması, bu üç âyetin de
Mekke'de İndiği ihtimalini güçlendirmektedir. Sûrenin ilk üç âyetinin Medine'de
indiği yolunda da bir rivayet vardır. [2]
Adı
Bütün
kaynaklarda sûre, 1. âyette geçen Furkân ismiyle anılmıştır. Hz. Ömer'in, Hz,
Peygamber hayatta iken Hişâm b. Hakîm'in Furkân sûresini okuduğunu, kendisinin
de onu dinlediğini belirten açıklamasında Furkân adını zikretmesi [3]ve
daha başka hadisler[4] sûrenin Resûlullah döneminden itibaren bu
isimle anıldığını göstermektedir.[5]
Konusu
Furkân
sûresi, Allah Teâlâ'nın yüceliğim, evrendeki hükümranlığının mut-laklığını
vurgulayan ve Onu ulûhiyyetine yakışmayan niteliklerden tenzih eden âyetlerle
başlar. Kuranın ilâhî kaynaklı, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğu
hususundaki kuşkulan reddeden açıklamalarla devam eder. Ortaya konan delillere
rağmen bu gerçekleri inkâr edenlerin, inat ve inkârları yüzünden âhirette
uğrayacakları akıbet hakkında bilgi verilerek uyarılarda bulunulur. Özellikle
Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr edenlerin, onun beşerî sıfatlara sahip
olduğunu ileri sürerek bu durumu kendisi için bir kusurmuş gibi
değerlendirmeleri eleştirilir. Daha sonra Hz. Peygamber için bir teselli olması
maksadıyla geçmiş peygamberlerin de bu tür düşmanca davranışlara mâruz
kaldıklarına dair Örnekler verilir. Allah'ın yaratıcılığı ve evren üzerindeki
hükümranlığını konu alan âyetlerin ardından Allah'ın has kullarının iman,
İbadet ve ahlâka dair güzel hasletlerinden örnekler verilir ve bunların
âhirette elde edecekleri mutluluktan söz edilir. [6]
Meali
Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Âlemlere
uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren Allah aşkındır, cömerttir. 2. O,
göklerin ve yerin egemenliği kendisine ait olan, çocuk edinmeyen, egemenliğinde
ortağı bulunmayan, her şeyi yaratan, yarattığına belli bir ölçüye göre düzen
veren Allah'tır, 3. Oysa onlar, Allah'ı bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine
kendileri yaratılmış bulunan, bizzat kendilerine bile bir zarar ya da faydaları
dokunmayan, ne ölüm ne hayat ne de ölümden sonra yeniden diriliş ellerinde
olmayan düzmece tanrılar türettiler. [7]
Tefsiri
1. "Aşkındır, cömerttir" diye çevirdiğimiz
tebâreke fiili, Türkçe'de bir kelimeyle karşılanması mümkün olmayan anlamlar
içermektedir. Nitekim tefsirlerde bu kelimenin, "yücelik, aşkınlık,
kutsallık, süreklilik, değişmezlik; zâtı, nitelikleri ve fiilleri bakımından
eşsizlik ve benzersizlik, başka hiçbir varlıkla mukayese edilemeyecek derecede
geniş çaplı cömertlik" gibi sadece Allah hakkında düşünülmesi mümkün olan
bütün üstünlükleri kapsadığını gösteren açıklamalar yapılmıştır. [8] Tebâreke fiili, bu kapsamı dolayısıyla
Kur'ân-i Kerîm'de sadece Allah için kullanılmıştır.
"KuF'dan
maksat Hz. Peygamber'dir. Furkân kelimesi ise burada özellikle Kur'an için
kullanılmış olup "hakkı bâtıldan, doğru yolu yanlış yoldan, helâli
haramdan ayırıcı bir ölçü" anlamına gelmektedir. [9] Kelime bu özel anlamı dolayısıyla da sûreye
isim olarak verilmiştir.
"Âlemin",
âlem kelimesinin çoğulu olup Allah'ın yarattığı ve yönettiği maddî ve manevî,
görülen ve görülmeyen bütün varlık türlerini, oluşları ve bütünüyle evreni
ifade eden geniş kapsamlı bir kavramdır. [10]
Ancak burada özellikle Hz. Muhammed'in kendilerine peygamber olarak
gönderildiği, akıl sahibi olan, yükümlü ve sorumlu tutulabilen varlıkları ifade
ettiği anlaşılmaktadır.
"Uyarıcı"
diye çevirdiğimiz nezîr kelimesi, Hz. Muhammed'in peygamberlik özelliklerinden
biri olup onun kurtarıcılık misyonunu; insanların göz alıcı, gönül çelİci, fâni
ve aldatıcı dünya zevklerine kendilerini kaptırıp yoldan çıkmalarını önlemek
gibi ulvî bir amaçla gönderildiğini İfade eder. Uyarıcı nitelemesinin burada
Kur'an için kullanıldığı da söylenmiştir ki buna göre yukarıda Hz. Peygamber'le
ilgili olarak kaydettiğimiz açıklamalar bu yoruma göre de geçerlidir. Nitekim
İsrâ sûresinin 9-10. âyetlerinde de Kur'an'm bu uyarıcı ve kurtarıcı özelliği
vurgulanmıştı. [11]
2-3. Özel olarak Allah'a ortak koşan ve O'nun şanına yakışmayacak şekilde
iddialar ileri süren Mekkeli putperestlere cevap olan bu âyetler, daha genel
olarak tevhid ilkesini zedeleyici veya büsbütün dışlayıcı, yok sayıcı
inançları, fikir ve eylemleri reddeden bir içerik taşımaktadır. 2. âyetin son
cümlesine göre evrendeki her şey Allah tarafından yaratıldığı gibi, bu
yaratmada bir kaos olmayıp kozmik bir sisteme ve düzene göre gerçekleşmiştir ve
gerçekleşmektedir. Canlı cansız her varlık hiçbir sapma göstermeden Allah'ın
kendileri için takdir ettiği işlevi icra etmekte; bütün oluşlar sürekli olarak
Allah'ın belirlediği yasalara göre işlemektedir; hiçbir gücün ve İradenin bu
yasaları aşması, ihlâl etmesi mümkün değildir. 3. âyette, hiçbir yaratma işlevi
taşımayan nesnelere tapanlara şu husus hatırlatılmaktadır: Gerçek tann,
öncelikle yaratıcı güce sahiptir; fayda ve zararın asıl kaynağıdır; gerektiği
durumlarda fayda da zarar da O'ndan gelir. Nihayet gerçek tann ölümü, hayatı ve
yeryüzünde hayatın son bulmasından sonra insanların yeniden diriltilerek
mahşerde toplanmalarını sağlayacak güçtür. [12]
Meali
4. İnkâr edenler, "Bu Kur'an, onun uydurduğu,
birilerinin de bu konuda kendisine yardım ettiği bir düzmeceden ibarettir"
dediler; böylece onlar açık bir haksızlık ve iftirada bulunmuş oldular. 5. Yine
dediler ki: "Bunlar, onun başkalarına yazdırdığı, sabah akşam kendisine
okunan eskilerin masallarıdır!" 6. De ki: "Onu, göklerin ve yerin
sırlarını bilen Allah indirdi. Doğrusu O çok bağışlayıcı, çok
merhametlidir." 7. Dediler ki: "Bu nasıl peygamber! Yemek yiyor,
çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli ve kendisiyle birlikte o melek
de uyancıbk görevi yapmalı değil miydi? 8. Veya
ona bir hazine verilmeliydi ya da
bizzat kendisinin yiyip içtiği bir bahçesi olmalıydı." Bu zalimler (inananlara),
"Siz sadece büyülenmiş bir adamın
peşinden gidiyorsunuz" dediler. 9. Gör işte, senin hakkında ne tür
yakıştırmalarda bulundular! Bu şekilde yoldan çıkmış bulunuyorlar, artık bir
daha da doğru yolu bulamayacaklar. 10. Allah, öyle aşkın ve cömerttir ki, eğer
isterse sana bundan daha hayırlısını, içinden ırmakların aktığı şirin bahçeler
verir; senin için saraylar yapar. [13]
Tefsiri
4-6. Mekkeli putperestler, aslında
Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini kendi bâtıl inançları, zulme dayanan mevcut
düzenleri için zararlı gördüklerinden, onun etkisini değişik yollardan önlemeye
çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Resûlul-lah'ın "birilerinden",
yani o dönemde Mekke'de bulunan birkaç Ehl-i kitap mensubundan da yardım alarak
Kur'an'ı kendisinin icat ettiği iddiasıydı. Gerçi Resû-lullah'ın genellikle
köle sınıfından olan birkaç hıristiyanla görüştüğü söylenmektedir. Bunun da
sebebi, onların inançlarının putperestlerinkine göre doğruya daha yakın
oluşuydu. Ancak Kur'ân-ı Kerîm gibi mükemmel bir kitabı böyle rastgele
kişilerden aldığı bilgilerle oluşturması saçma bir iddia olmaktan öte gidemezdi[14] 6. âyette putperestlerin iddiaları
reddedilirken "Onu, göklerin ve yerin sırlanın bilen Allah indirdi"
buyurulması şu gerçeğe işaret etmektedir: Kur'an, Allah'ın yardımı olmadan
hiçbir İnsanın, kendi beşerî yetenekleriyle ulaşamayacağı zenginlikte sırlar,
gayb âlemine ilişkin bilgiler, gerçekler içermektedir; dolayısıyla Kur'an'm
insan değil Allah'ın sözü olduğunu kanıtlayan delil yine Kur'an'm kendisidir,
onun içeriğidir. [15]
7-8. Müşrikler, aslında alay maksadı taşıyan bu sözleriyle Hz. Muhammed'in
sıradan insanlarda görülen özellikleriyle peygamber olamayacağını iddia ediyor;
kendisine inanmaları için yanında bu tür beşerî özellikler taşımayan bir melek
bulunması ve Resûlullah'ın sürdürdüğü uyancıhk görevini bu meleğin üstlenmesi
gerektiğini veya genellikle yoksulluğun hüküm sürdüğü Mekke şartlarında,
kendilerinden farklı olarak Resûlullah'ın krallar gibi özel hazinelere,
mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor; bunların hiçbiri yokken peygamberlik
davasında bulunmasının ancak büyülenmiş birinin saçmalıkları olduğunu ileri
sürüyorlardı, Âyetin sonunda bunlar "zalimler" diye anılmışlardır.
Çünkü onlar öncelikle gönül dünyalarından Allah'ı silip O'nun yerine düzmece
tanrılar edinerek onlara bağlanmışlar; lâyık olana kulluk ve itaati bırakıp
lâyık olmayana itaat etmişlerdir. İkinci olarak, Hz. Muhammed'in hak peygamber
olup olmadığının ölçüsü olarak, onun getirdiği dinin ilkelerinin, insanlığın
maddî ve manevî, bireysel ve sosyal sorunlarını çözmeye elverişli olup
olmadığını, ihtiyaçlarına cevap verip vermediğini dikkate almaları gerektiği
halde onlar, peygamberlik misyonuyla ilgisi olmayan haksız ve yersiz isteklerde
bulunmuşlardır. [16]
9-10. Mealindeki "yoldan çıkma"nın metindeki
karşılığı dalâlet, "doğru
yolu bulma"nın karşılığı da hidayet
kavramlarıdır. Araştırmacılara göre dalâletin asıl anlamı, çölde
yolculuk yapanın yolunu kaybetmesi; hidayet de doğru yolu izlemesi veya yolunu
kaybetmişken bir rehberin yardımıyla tekrar doğru yolu bulmasıdır. Buna göre
inkarcıların, Kur'an'ı Hz. Muhammed'in uydurduğu, onun peygamberlik nitelikleri
taşımadığı, büyülenmiş biri olduğu gibi iddiaları âyette çölde yolunu
kaybetmeye benzetilmekte; böyle davrandıkları sürece doğru yolu da
bulamayacakları ifade edilmektedir.
8.
âyette bildirildiğine göre Hz. Peygamber'in düşmanları, onun özel hazinelere,
mülklere sahip olması gerektiğini savunuyor, bunların bulunmayışını
peygamberlik davasını boşa çıkaran bir eksiklik olarak göstermeye
çalışıyorlardı. 10. âyete göre Yüce Allah dilerse resulüne maddî nimetler
olarak onların söylediklerinden daha güzellerini de verir, bunu önleyebilecek
hiçbir güç yoktur; buna rağmen eğer vermemişse Peygamber'i için böylesini daha
uygun gördüğünden dolayı vermemiştir. Allah, dilerse birine her türlü ilim ve
marifetin kapılarım açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun
aksini uygun görür. [17] Resulü Muhammed'e de
vahiy ve nübüvvet kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden
yararlanma imkânını kısıtlamıştır. Kim için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah
bilir. Bu sebeple -Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine- insanlar, sahip
oldukları maddî nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi
niyet ve güzel işler gibi konulardaki manevî mertebelerine göre
değerlendirilmelidir. [18]
Meali
11. Fakat onlar, Kıyameti yalanladılar. Biz de
Kıyameti yalanlayanlar için alevli bir ateş hazırladık. 12.0 ateş onları uzak
bir yerden görünce onun homurdanmasını ve uğultusunu işitirler. 13. Zincirlerle
sımsıkı bağlı olarak onun dar bir yerine atılınca oracıkta yok olmayı isterler.
14. Bugün boşuna bir defada yok olmayı istemeyin! Defalarca yok olmak için
yalvarın! 15. De ki: "Bu mu daha iyidir, yoksa Allah'a saygılı olmayı ilke
haline getirmiş olanlara vaad edilen ebedî cennet mî?" İşte bunlar için
cennet bir ödül ve nihaî durak olacaktır. 16. Orada kendileri için sonsuza
kadar istedikleri her şey vardır. Bu, rabbinin, gerçekleşmesi istenen
bir vaadidir. 17.0 gün Allah, onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri bir araya
toplayacak, sonra şu tapılanlara, "Bu kuUarımı siz mi saptırdınız, yoksa
kendileri mi yoldan çıktılar?" diye soracak. 18. Onlar, "Seni tenzih
ederiz! Senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Sen bunları re atalarını
nimetler içinde yüzdürdün; nihayet onlar da seni anmayı unuttular ve böylece
uçurumun yolunu tutmuş bir topluluk oldular" diyecekler. 19. İşte (ey
müşrikler), bu taptığınız şeyler, sizin
söylediklerinizin yalan olduğunu ortaya koydu. Artık ne cezanızı savabilirsiniz
ne de kendinize bir yardım sağlayabilirsiniz. İçinizden kim haksızlık yoluna
saparsa ona büyük bir azap tattırırız! [19]
Tefsiri
11-14. "Son saat"ten maksat kıyamettir. Taberî, 11.
âyetin başındaki "fakat" diye çevirdiğimiz "bel" edatını,
7. âyete bağlayarak âyete şöyle mâna vermektedir: "Ey Peygamber! Bu
müşriklerin, Allah'a ortak koşmalarının ve kendilerine getirdiğin gerçeği inkâr
etmelerinin asıl sebebi, senin de diğer insanlar gibi yiyip içmen, çarşıda
pazarda dolaşman (yani bir melek gibi olmaman) değildir; gerçekte onlar yeniden
dirilişe İnanmadıkları, kıyameti ve Allah'ın kıyamette ölüleri dirilterek
onlara sevap ve ceza vereceğini kabul etmedikleri için böyle
davranıyorlar" (XVIII, 186). Mekke müşriklerinin, Allah'a ortak koşmanın
yanında en büyük günahlarından biri de kıyamet ve âhiret hayatını inkâr
etmeleriydi. 11. âyette on-larm, bu inkârın cezasını âhirette cehennemin alevli
ateşine atılarak çekecekleri bildirilmekte; devamında ise buradaki acınacak
halleriyle, özellikle o ateşin dehşetini daha uzaktan gördüklerinde
hissedecekleri pişmanlık duygularıyla ilgili sarsıcı tasvirler yapılmaktadır. [20]
15-16. İnkarcılarla müminlerin, dünyada yapıp ettiklerinin
karşılığı olarak âhiretteki akıbetleri hakkında çok kısa bir karşılaştırma
yapılarak insanların akıllarını başlarına almaları öğütlenmektedir.
Yukarıdaki
cehennem tasvirine mukabil burada cennetin iki özelliği öne çıkarılmıştır: a)
Cennet hayatının ve mutluluğunun sonsuz oluşu, b) Orada bulunanların,
diledikleri bütün güzellikleri elde edebilecekleri. Âyette bunun miittakilere
(takva sahipleri) Allah'ın bir vaadi olduğu bildirilmektedir. Burada müminlerin
inanç ve yaşayışları hakkında ayrıntılı bilgi verilmeden onlar sadece takva
sahipleri olarak anılmıştır. Bu da gösteriyor ki Kur'an dilinde takva kavramı,
imandan başlamak üzere Allah'a itaat ve saygı anlamı taşıyan bütün olumlu turum
ve davranışları içermektedir. Bunu dikkate alarak âyetteki söz konusu kelimeyi,
"Allah'a saygılı olmayı İlke haline getirmiş olanlar" şeklinde
çevirmeyi uygun bulduk.
"Bu,
rabbinin, gerçekleşmesi istenen bir vaadidir" şeklinde çevirdiğimiz 16,
âyetin son cümlesi değişik şekillerde açıklanmış olup bunların ikisi şöyledir:
a) Mümen eğer vermemişse Peygamber'i İçin böylesini daha uygun gördüğünden
dolayı vermemiştir. Allah, dilerse birine her türlü ilim ve marifetin
kapılarını açarken dünyalık kapılarını da kapar; başkasına da bunun aksini
uygun görür. [21] Resulü Munammed'e de vahiy ve nübüvvet
kapılarını açmış, buna karşılık dünyevî nimetlerinden yararlanma imkânını
kısıtlamıştır. Kim için neyin hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple
-Mekkeli putperestlerin kanaatlerinin aksine- insanlar, sahip oldukları maddî
nimetlerin çokluğuna göre değil; iman, ilim, irfan, ahlâk, iyi niyet ve güzel
işler gibi konulardaki manevî mertebelerine göre değerlendirilmelidir. [22]
17-19. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre büyük yargı gününde, mutlak adaletin
gerçekleşeceği kıyametteki sorgulamada Allah, putperestlerle diğer çok tanrıcı
inanç sahiplerinin taptıkları varlıkları da huzurunda sorgulayacak ve bunlar,
kendilerine tapanların aleyhinde şahitlik edeceklerdir. Muhammed Esed,
-Kur'an'ı rasyonelleştirme şeklindeki hakim çabasının bir sonucu olarak- burada
"bazı mü-fessirlerin söylediği gibi 'yargı günü'nde konuşturulacak olan
cansız putlara değil, fakat tannlaştmlan akıl sahibi varlıklara, yani
peygamberlere, azizlere, velîlere" hitap edildiğini savunuyorsa da bu
görüşe tam olarak katılmak mümkün değildir. Bu âyetlerin, Esed'in belirttiği
inanç gruplarıyla da ilgili olduğu muhakkaktır. Ancak sûrenin 3. âyetinden
itibaren geniş ölçüde Mekke putperestlerine hitap edilmekte, onların inanç ve
tutumları eleştirilmektedir. Bu putperestler, geçmişleriyle bol bol övünmekle
beraber peygamberlere, azizlere, velîlere tapmıyorlardı; onlarda ata ruhlarına
tapınma inancı da yoktu. Temel dinî tutumları, bazı gök cisimlerini ve onların
sembolleri olarak yaptıkları putları tanrı sayıp onlara tapmaktı. İşte burada
Yüce Allah'ın sınırsız kudretiyle âhirette bu tapılan varlıklara can vererek
onlara şahitlik yaptıracağı; bunların da müşriklerin sorumluluğunun kendilerine
ait olduğu, müşriklerin inandıkları gibi kendileri şuurlu ve iradeli varlıklar
olsalardı Allah'a dayanıp güvenmekten başka bir şey yapamayacaklarını ve
müşriklerin -Allah'ın verdiği nimetleri yerinde kullanmak şöyle dursun- bu
nimetler yüzünden Allah'ı unutup yoldan çıktıklarını ifade edecekleri; böylece
putperestlerin suçları sabit olunca hak ettikleri şekilde cezalandırılacakları
bildirilmektedir. [23]
Meâti
20. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de hiç
şüphesiz yemek yerler, çarşıda pazarda dolaşırlardı. (Ey insanalar!) Biz kiminizi kiminiz için imtihan vesilesi yaptık ki bakalım sabredecek
misiniz. Rabbin her şeyi görüp gözetlemektedir. 21. Bizim huzurumuza
çıkarılacaklarını hiç beklemeyenler, "Bize melekler gönderilmesi veya
rabbimîzi görmemiz gerekmez miydi?" diyorlar. Gerçek şu ki onlar içlerinde
derin bir kibir duygusu besliyor, azgınlıkta sınır tanımıyorlar. 22. Melekleri
görecekleri gün, işte o zaman, günahlara boğulmuş olanlar için hiçbir iyi haber
olmayacak ve onlar (meleklere), "Her
şeyden mahrum olduk!" diyecekler. 23. Onların yaptığı her işi ele almış ve
onu savrulup giden toz toprak haline getirmişizdir. 24. O gün cennetliklere
kalınacak yerlerin en iyisi, dinlenme yerlerinin en güzeli bahşedilecektir.
25.0 gün sema bulutlarla yarılacak, melekler peş peşe indirilecek; 26. İşte o
gün gerçek egemenlik Rahmân'ındır ve o gün inkarcılar için çok zor bir gün
olacaktır. 27.0 gün, (dünyada
İken) haktan sapmış kişi ellerini
ısırarak şöyle diyecek: "Keşke Peygamberle birlikte aym yolda olsaydım!
28. Eyvah! Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim! 29. Meğer bana uyancı
mesaj geldikten sonra o dost bildiğim kişi bu mesajdan beni saptırmış!"
İşte şeytan inşam (böyle) çaresizlik
içinde yapayalnız bırakır. [24]
Tefsiri
20. Müşriklerin. 7. âyette Hz. Muhammed'in peygamberliğine
İtiraz olarak ileri sürdükleri iddialara cevap veren bu âyette peygamberlerin
beşerî özellikler bakımından diğer insanlardan farklı olmadığına, şu halde
inkarcıların ileri sürdükleri bu İddianın geçersiz olduğuna işaret edilmektedir. [25]
"Biz kiminizi kinliniz için imtihan vesilesi yaptık" cümlesiyle
ilgili olarak farklı yorumlar yapılmıştır. Bir yoruma göre burada Mekke
putperestlerinin ileri gelenleriyle çoğunluğunu yoksul ve himayesiz insanların
oluşturduğu müslümanlar kastedilmiştir. Âyete göre bu iki kesim, birbirleri
karşısındaki tutumlarıyla bir imtihan vermektedirler. Nitekim kendilerini soylu
ve üstün gören müşrikler, sıradan bir kişinin müslüman olmasını yadırgıyor,
güya onların seviyesine düşmediklerini göstermek için İnkârda daha da
inatlaşmakla kalmayıp diğerlerine eza ve cefa ediyor ve bu suretle kötü bir
imtihan vermiş oluyor; nıüslümanlar ise onlardan gördükleri hakaretlere, maddî
ve manevî baskılara sabredip Allah'a ve Peygamber'e bağlılıklarını koruyarak
iyi bir imtihan vermiş oluyorlardı.
Ancak
âyeti, bu yorumu da içine alacak şekilde bütün İnsanlıkla ilgili olarak anlamak
daha isabetli görünmektedir. Buna göre âyet, genel olarak insanlar arasındaki
ilişkilerin gelişigüzel yürütülemeyeceğini,bu ilişkilerin belli insanî ve
ahlâkî kuralları bulunduğunu göstermektedir. Bu kurallara uymak, kişisel
çıkarlar ve benlik iddiaları yerine hak ve adalet ölçüleri içinde davranmayı
zorunlu kıldığı, bu da yerine göre sabrı ve özveriyi gerektirdiği için âyette
"bakalım sabredecek misiniz" buyurulmuş; ardından da Allah'ın her
şeyi görüp gözettiği hatırlatılmak suretiyle ödevlerini belirtilen kurallar
çerçevesinde yerine getiren, böylece söz konusu sınavda başarılı olan
kimselerle kurallardan saparak sınavda başarısızlık gösterenlere hak ettikleri
mükâfat veya cezanın verileceğine işaret edilmiştir. [26]
21-22. Burada da iman etmemek için türlü bahaneler ileri süren müşriklerin
başka bahanesine işaret edilmektedir. İddialarına göre Peygamber'e inanmaları
İçin kendilerine melekler gelip Resülullah'ın bildirdiklerinin doğru olduğuna
şahitlik etmeli veya Allah'ı kendi gözleriyle görüp hakikati O'ndan
öğrenmelilermiş[27] Ama âyet, onların inanmamalarının asıl
sebebinin, İçlerinde taşıdıkları küstahça kibirleri ve davranışlarıyla
sergiledikleri zulüm ve taşkınlıkları olduğunu ifşa etmektedir. Her ne kadar
âyet, tarihî bağlamda özellikle Mekkeli putperestlerin İnkâra sapmalarının
temelindeki olumsuz psikolojiyi ortaya koyuyor gibi görünse de aslında bu, daha
genel olarak Allah'ın, Peygamber'i vasıtasıyla ortaya koyduğu inanç ve ahlâk
ilkelerine karşı mücadeleyi kendilerine dava edinmiş olan bütün İnkarcılar için
geçerli genel bir tespit olarak anlaşılabilir. 22. âyet, bunlara şu sarsıcı
uyanda bulunmaktadır: Bir zaman gelecek, o mütekebbir ve azgın inkarcılar
"Bize gelmeliydiler" dedikleri melekleri görecekler; fakat artık o
zaman iş işten geçmiş olacak; ısrarla inkâr ettikleri âhirette kendileri için
hiçbir İyi haber duyamayacaklar; inanmadıkları bu gerçekle karşılaşınca bütün
güzel şeylerin kendilerine yasak olduğunu, âhiret nimetlerinden, ebedî
kurtuluştan mahrum kaldıklarını anlayacaklar, bunu kendi dilleriyle itiraf
edecekler; bir yoruma göre de melekler onlara, "Her şey yasak (size), her
şeyden mahrum bırakıldınız!" diyecekler.
"Her
şeyden mahrum olduk!" şeklinde çevirdiğimiz "hicren mahcûren"
ifadesi, Arapça'daki bir deyim dikkate alınarak, büyük bir felâket karşısında
dehşete düşen ve çaresizlik içinde kıvranan insanın söylediği bir istiâze
(Allah'a sığınma) ifadesi olarak da yorumlanmış ve "Allahım! Beni kora, bu
felâketi benden uzaklaştır!" anlamına geldiği belirtilmiştir. Birinin,
korktuğu bir kişi veya olayla karşı karşıya geldiğinde "Bana dokunamazsın!
Benden uzak dur!" anlamında kullandığı bir deyim olarak da açıklanır. [28]
23-24. Kuşkusuz -inkarcı da olsa- her insanın dünyada yaptığı İyi İşler de
bulunmaktadır. Fakat bunların Allah katında değer taşıması ve âhirette
kurtuluşa vesile olabilmesi İçin onları yapanların, Allah'ın rızâsını gözeterek
yapmış olmaları, bunun için de O'na iman etmeleri gerekmektedir. Halbuki bütün
kaynaklar, müşriklerin yaptıkları iyiliklerin temelinde onların benlik
iddiaları, gurur tatmini, başkalarının takdirini, saygısını kazanma, insanları
minnet altına sokma, iyilikleriyle övülme gibi egoist duygulan ve beklentileri
bulunmaktaydı. Şu halde yaptıkları iyiliklerin âhirette olumlu bir karşılığı da
olmayacak, rüzgârın savurup götürdüğü toz toprak gibi boşa gidecektir. Buna
karşılık 24. âyette de Allah'a ve âhiret gününe inanıp iyiliklerini Allah
rızâsını ve âhiret kurtuluşunu umarak yapanların nail olacakları güzel ortam
çok kısa fakat çok kuşatıcı bir ifadeyle, "kalınacak yerlerin en İyisi,
dinlenme yerlerinin en güzeli" şeklinde özetlenmektedir. [29]
25. Kıyamet olayının gerçekleşmesini anlatan bazı âyetlerde göğün
yanlaca-ğından, açılacağından ve orada kapılar oluşacağından söz edilmektedir. [30] Bu âyetlerin zahirî ifadelerinden
anlaşıldığına göre kıyamet sırasında evrenin kozmik düzeni bozulacak; o gün
"Yer başka bir yere gökler başka göklere dönüştürülecektir" [31] Günümüzde
bazı bilim adamları kıyametin nasıl kopacağına dair çeşitli senaryolar ileri
sürüyorlarsa da bu hususta Kur'an'ın verdiği bilgiler dışında açıklama getirme
imkânımız yoktur. Müslüma-na düşen görev, Allah'ın Kur'an'da bildirdiklerini
seksiz şüphesiz kabul etmekten; kıyametin kopacağına, bütün insanların yeniden
diriltilip Allah'ın huzurunda toplanacaklarına inanmak ve dünyada yapıp
ettiklerinden dolayı herkesin hesap vereceği âhiret hayatı için hazırlık
yapmaktan ibarettir. Şu halde müslüman için asıl önemli olan, kıyametin nasıl
kopacağını merak edip öğrenmek değil, gerçekleşmesinde kuşku bulunmayan âhiret
için hazırlıklı olmaktır. [32]
26-29. Kur'an "in muhtelif yerlerinde ve özellikle bu sûrenin 2.
âyetinde belirtildiği üzere göklerin ve yerin egemenliği Allah'ındır ve O'nun
egemenliğine hiç kimse ortak olamaz. Şu halde bu âyetteki "İşte o gün
(âhiret) egemenlik Rahman'indir" ifadesinden, dünyada egemenliğin
Allah'tan başkasına ait olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Ancak bir
kurumun sahibinin o kurumda çalıştırdığı yöneticilere kendi konumlarına ve
görevlerine uygun olarak belirli yetkiler vermesi, karar ve icra özgürlüğü
tanıması gibi ilâhî irade de dünyada insanlara sınırlı bir egemenlik alanı
belirlemiş, ilâhî yasalara saygı çerçevesinde dünya hayatında, verilen sınırlı
imkânlar içinde kendi düzenlerini yine kendileri kurma, eylemlerini seçip yapma
özgürlüğü vermiş; bu suretle onları belirtilen konulardaki seçimlerinden ve
eylemlerinden dolayı sorumlu tutup sınavdan geçirmeyi murat etmiştir. Aksi
halde inançlarını, düşünce ve eylemlerini seçme ve gerçekleştirme hususunda
hiçbir özgürlük alanı bulunmayan birini sorumlu tutup iyilik ve kötülükler
hususunda imtihana tâbi tutmak, iyilik yapanları ödüllendirirken kötülük
yapanları cezalandırmak âdil olmazdı. Nitekim pek çok âyet bu gerçeğe işaret
ettiği gibi Allah'ın insanlara en büyük armağanı olan akıl da böyle
düşünmektedir. Gerek bu sûrede gerekse Kur'an'm bütününde âhiret inancına
ısrarla vurgu yapılmasının sebebi de insanların bu yetkilerini doğru
kullanmalarını, çünkü bundan sorumlu tutulacaklarını zihinlerine
yerleştirmektir. Esasen, diğer bütün varlıklardan farklı olarak özellikle
insanın yeryüzünde halife olarak yaratıldığını bildiren âyetler de genellikle
bu çerçevede yorumlanmaktadır. Şunu da önemle belirtmek gerekir ki Allah'ın
insanlara tanıdığı bu sınırlı egemenlik, yetki ve özgürlük de yine O'nun mutlak
egemenliği içinde kalmaktadır. Nitekim O, dilediği zaman, dilediği insanlardan
bu imkânları kısmen veya tamamen geri alabilmekte; nihayet insanlara verdiği
hayatı geri almakla onun dünyadaki sınırlı egemenliğine de son vermiş
olmaktadır.
"O
gün (âhiret günü) inkarcılar için çok zor bir gün olacaktır." Çünkü onlar,
Allah'ın kendilerine bahşettiği söz konusu yetkiyi, egemenliği, özgürlüğü
sorumluluk bilinciyle ve akıllıca kullanmamışlar; kendilerine bu imkânları
bağışlayan Allah'ı tanıyıp O'na şükür ve minnet borçlarını gerektiği şekilde
ödememişlerdir. Dünyada iken akıl ve iz'anlannı kullanarak Peygamber'in
davetine uyup onunla birlikte, onun gösterdiği yoldan gitmeleri gerekirken
zararlı duygularına ve hırslarına kapılarak yanlış kişileri dost edinip onların
yolundan gitmişler; böylece inkâr ve isyan yolunu seçmişlerdir. İşte bütün
gerçeklerin apaçık ortaya çıkacağı hesap gününde onlar, kendi kendilerine
duydukları Öfke ve pişmanlık duygularıyla ellerini ısırarak haktan sapmış
olmanın acısmı ve elemini yaşayacaklardır. Zira dünyada görülmez şeytanların ve
şeytan tabiatındaki kötü önderlerin, kendilerine uyanlara âhîrette verecekleri
şey sadece "yapayalnız yardımcısız" bırakılmaktır. Kur'an dilinde bu
acı akıbetin adı hızlân'dır. 29. âyetteki "hazûl" kelimesiyle aynı
kökten olan hızlan dinî bir terim olarak, "Allah'ın, kendi buyruklarına
karşı gelen insanlardan yardımım kesmesi, onları yapayalnız, yardımcısız
bırakması" anlamına gelir. [33]
Meali
30.
Resul,
"Rabbim! Kavmim bu Kur'an'a büsbütün ilgisiz kaldılar" dedi. 31. İşte
bunun gibi her peygambere karşı, günaha batmış kimseler içinden bir düşman
çıkardık. Ama yol gösterici ve yardımcı olarak rabbin yeterlidir. 32.
İnkarcılar, "Kur'an ona bütünüyle bir defada indirilmeydi ya!"
diyorlar. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve
onu uygun aralıklarla parça parça gönderdik. 33. Onlar ne zaman kuşku doğurucu
bir teklif ileri sürseler biz sana mutlaka kesin gerçeği ve en güzel açıklamayı
bildiririz. 34. Yüzüstü cehenneme sürülecek olanlar, evet işte onların yerleri
en kötü yer, yolları da en yanlış yoldur. [34]
Tefsiri
30. Putperestlerin Resûlullah'a ısrarla karşı çıkmaları,
haksız iddia ve iftiralarla onu üzmeleri üzerine onun da bu âyetteki ifadelerle
inkarcıları Allah'a şikâyet ettiği belirtilmektedir. Râzî, XXIV, 77 Ancak Taberî (XIX, 9) gibi bazı müfessirler,
konunun akışını dikkate alarak Hz. Peygamber'in bu şikâyetini âhiret-te, o
büyük yargılama sırasında dile getireceğini belirtmişlerdir. Ayrıca yine
ifadenin gelişinden anlaşıldığına göre onun şikâyetçi olduğu kesim, bütün
ümmeti, hatta kendi dönemindeki bütün kavmi değil, bunlar içinden onun
risâletini tanımayan, Kur'an'ın çağrısına uymayı reddeden putperestlerdir.
Metindeki
"mehcûran" kelimesinin kök anlamından dolayı ilgili bölüme
çoğunlukla, "...Kur'an'a inanmayı terkettiler, onu kabul etmediler, onu
dinlemekten dahi yüz çevirdiler" mânası verilmiştir. Bu tutumlar, özetle
Kur'an'a ilgisizlik anlamına geldiği için mealine anlamı bu kelimeyle
yansıttık. Ancak mehcûran kelimesinin kökünde "alay etme" ve
"hezeyan savurma, saçmalama" anlamlan da bulunmakta olup bu anlamlar
dikkate alınarak Resûlullah'ın bu şikâyetinin, "Rabbim! Kavmim bu
Kur'an'la alay ettiler" veya "...Kur'an'la ilgili saçma sapan sözler
sarfedip haksız İddialar ileri sürdüler" şeklinde de anlaşılabileceği
belirtilmiştir Râzî, XXIV, 77 Sonuçta her üç anlamıyla da bu şikâyette
müşriklerin Kur'an karşısındaki akıl ve ahlâk ölçüleriyle uyuşmayan inkarcı ve
reddedici tutumları dile getirilmektedir. [35]
31. Tebliğ ve irşat faaliyeti sırasında engellerle karşılaşan, insanları
içine düştükleri inkâr bataklığından kurtarmak için çalışırken yine bu
insanların bir kısmından düşmanlık görüp maddî ve manevî baskılara,
haksızlıklara mâruz kalan tek peygamber Hz. Muhammed değildir. Bütün
peygamberler, kendi toplumlarının yaşayan İnanç ve telakkilerini, ahlâk ve
topyekün hayat düzenini sorgulamişlar, eleştirmişler ve değiştirmek istemişler;
bu da o toplumlarda mevcut yapıdan memnun olan, özellikle bu yapı sayesinde
servet yığmış; yüksek mevki, itibar ve sosyal statü kazanmış kesimleri rahatsız
etmiş, bu rahatsızlık giderek düşmanlıklara dönüşmüştür. Bu gerçeğin
"..Jıer peygambere karşı, günaha batmış kimseler İçinden bir düşman
çıkardık" cümlesiyle ifade edilmesi, ilke olarak âlemde olup biten her
şeyin ilâhî irade ve yasalar çerçevesinde gerçekleştiği şeklindeki Kur'an'ın
hâkim yaklaşım ve üslubunun bir yansımasıdır. Âyette, bu gerçeği özetleyen
ifadenin ardından, "Ama kurtarıcı ve yardımcı olarak rabbin
yeterlidir" buyurularak müşriklerin bâtıl inançlar, yanlış fikirler,
haksız iddialar ve bencil hesaplar üzerine kurulan düşmanca girişimlerinin başarılı
olamayacağı; Allah'ın, yol gösterici, kurtarıcı desteği ve yardımıyla resulünü başarıya
ulaştıracağı müjdelenmektedir. Aslında bu, daha genel anlamda Allah rızâsı ve
İnsanlığın iyiliği, kurtuluşu ve mutluluğu için çalışan her mümine yönelik
kutsal bir vaad ve müjdedir. [36]
32. Kur’an'a inanmamak için bahaneler üreten müşriklerin başka bir iddiası dile
getirilmektedir. Aslında Kur'an'ın hepsi birden indirilseydi onlar yine inanmayacaklardı.
Çünkü amaçlan gerçeği bulmak değil, taassup duygularıyla bağlandıkları bâtıl
inançlarım, maddî ve sosyal çıkarlarını korumaktır. Ayrıca bu tutum sadece Câhiliye
müşriklerine özgü bir hal de değildir. İnsanlardan bir kısmı, günümüzde bile
asıl niyetlerini ve amaçlarını saklayarak -istedikleri yerine getirilse İyi bir
dindar olacakmış gibi- böyle masum görünüşlü iddialar, gerekçeler, talepler,
görüş ve öneriler ileri sürebilmektedir.
Müşriklerin,
"Kur'an ona bütünüyle bir defada İndirilseydi ya!" derken asıl
maksatları Allah'ın malumu olmakla birlikte, bu sözlerin iyi niyetli insanların
zihnini karıştırması ihtimali bulunduğu için âyette iddiaya kısaca cevap
verilmiştir. Buna göre Allah Teâlâ, Kur'an'ın tamamını bir defada değil de
yaklaşık yirmi üç sene zarfında, âyet âyet, bölüm bölüm indirmekle Resûlullah'ın
her gelen âyeti gerek metni gerekse anlamıyla zihnine iyice yerleştirmesini,
ruhuna sindirmesini amaçlamış; Resûİullah da Kur'an'in bütününü eksiksiz ve
yanlışsız olarak hafızasına yerleştirdiği gibi, diğer insanlara tebliğ etmeden
önce bizzat kendisi, başta iman esasları olmak üzere Kur'an'm ilkeleriyle
kişiliğini bütünleştirmiş, Hz, Âi-şe'nin ifadesiyle Kur'an onun ahlâkı haline
gelmiştir. [37]
33. "Kuşku doğurucu bir
teklif diye çevirdiğimiz mesel kelimesi, sözlükte "misal, örnek, temsil,
atasözü" gibi anlamlara gelir. Ancak kelimenin burada, -belirttiğimiz
anlamı yanında- Kur'an'm başka bazı yerlerinde görüldüğü gibi putperestlerin
İslâm hakkında kuşku uyandırmayı, zihinleri çelmeyi hedef alan İddiala
rı, soruları, misalleri için kullanıldığı da düşünülebilir. [38] Buna göre inkarcılar kuşku uyandırıcı
misaller, sorular, itirazlar ortaya attıkça Allah da konunun aslı, özü, doğrusu
ne ise onu ortaya koyarak, o konuda en doğru delilleri, en kesin açıklamaları
bildirerek inkarcıların niyetlerini boşa çıkarmıştır. Nitekim Kur'an'a ve
Peygamber'e karşı mücadele veren inkarcıların bütün gayretleri sonuçsuz kalmış,
en sonunda ortaya koyduğu İnanç ilkeleri ve hayat düzeniyle basan ve hâkimiyet
Kur'an'm olmuştur.
Kuşkusuz
bu âyet, dolaylı olarak bugünün insanlarına da bir ders vermekte; bir fikri,
bir inancı haklı gerekçelere dayanmadan ortadan kaldırmaya kalkışan gayretleri
eleştirdiği gibi bu gayretleri etkisiz kılmanın tek doğru yolu olarak
"kesin gerçeğe" dayanmak ve "en güzel açıklama"lar getirerek
gerçeğin insanlar tarafından doğru anlaşılıp kavranmasını sağlamak gerektiğine
işaret etmektedir. [39]
34. "Yüzüstü" diye çevirdiğimiz alâ vücûhihim" İfadesinin
tam anlamı "yüzler üzerine" şeklindedir. Lafzından hareketle bu
ifadeden inkarcıların yüz üstü sürünerek mahşer yerine toplanacakları mânasını çıkaranlar
yanında bunun bir mecaz olduğunu düşünüp onların âhirette içine düşecekleri
zilleti, perişanlığı, utanç ve pişmanlık duygularını anlattığını söyleyenler de
vardır. Âyette sözü edilen "en kötü yer" cehennem, "en kötü
yol" da cehenneme götüren yol olarak yorumlanmıştır. Bununla birlikte bu
İfadeleri mecaz olarak anlamak da mümkündür. Buna göre "en kötü ver"
ile inkarcıların Allah katındaki itibarsız ve değersiz konumları, "en kötü
yol" ile de onların dünyada iken tutmuş oldukları yanlış ve sapkın yol kastedilmiş
olabilir. [40]
Meali
35. Gerçek şu ki biz Musa'ya da kitap vermiş,
kardeşi Harun'u onun yanında yardımcı yapmıştık. 36. Onlara, "Âyetlerimizi
yalan sayan topluluğun yanma gidin" dedik. Ama sonunda o topluluğu yıkıp
yok ettik. 37, Peygamberleri yalancı saymaları üzerine Nuh kavmini de sulara
gömdük ve böylece onları insanlık için bir ibret yaptık. Biz, zalimler için çok
acı bir azap hazırladık. 38. Âd'ı, Semûd'u, Res halkını, bunlar arasında daha
birçok nesli de (cezalandırdık). 39. Oysa her birine ibretli örnekler
vermiştik. Nihayet hepsini kırıp geçirdik. 40. Bunlar, felâket yağmuruna
tutulmuş olan o beldeye gitmişlerdi; peki oraları görmüyorlar mıydı? Hayır
hayır! Bunlar öldükten sonra yeniden dirilmek diye bir şeyi beklemiyorlar. [41]
Tefsiri
35-39. İsimleri anılan peygamberlerle ashâb-ı Res (Res halkı)
dışındaki topluluklar hakkında başka sûrelerde geniş bilgiler yer aldığı için
burada, sadece peygamberlerine karşı çıkıp onlarla mücadeleye kalkışan bu
toplulukların akıbetleri kısaca hatırlatılarak Kur'an'ın muhataplarının
bunlardan ibret almaları amaçlanmıştır.
Âshâb-ı Res, konumuz
olan 35. âyetin dışında bir de Kaf sûresinde (50/12) peygamberlerini
yalancılıkla suçlamış bir topluluk olarak anılmakta, başka bilgi
verilmemektedir. Tarih ve tefsir kaynaklarında verilen sınırlı bilgilere göre
Res, Orta Arabistan'daki Yemâme'de bulunan bir kasaba, vadi veya kuyu adıdır.
Ashâb-ı Ress'in, Yâsîn sûresinde geçen (36/13) ashâb-ı Karye veya Hz. Şuayb'ın
kavmi yahut Semûd'un bir kolu olduğu gibi farklı görüşler ileri sürülmekle
birlikte, Râzî'nin de belirttiği üzere (XXIV, 83) bu bilgilerin hiçbiri ne
Kur'an'a ne de sahih bir rivayete dayanmaktadır; bilinen tek şey, bunların
inkârları yüzünden helak edildikleridir. [42]
40. "Bunlar" zamiri ile Hz. Peygamber'İ inkâr eden Arap
müşrikleri kastedilmiştir. "Felâket yağmuruna tutulmuş olan o belde"
ise müfessirlere göre Lût kavminin yaşadığı, Ölüdeniz kıyısında eski bir şehir
olan Sodom'dur[43] Araplar kuzeye yaptıkları ticarî yolculukları
sırasında bu bölgeden geçerler ve âyetten anlaşıldığına göre muhtemelen bu
şehrin azgınlık ve ahlaksızlıkları yüzünden helak olmuş kavimden kalan
harabelerini görürlerdi [44]Âyette
onların bizzat görerek veya görenlerden duyarak bilgi sahibi oldukları bu ibret
levhasından ders almamış olmaları eleştirilmekte; bu gaflet ve duyarsızlığın
temelinde, dünyadaki tutum ve davranışlarının hesabım verecekleri âhiret gününe
inanmamalarının bulunduğu bildirilmektedir. [45]
Meali
41. Onlar ne zaman seni görseler, "Bu mu
Allah'ın resul olarak gönderdiği adam!" diyerek mutlaka seninle alay
ederler. 42, "Eğer tanrılarımıza kararlılıkla bağlı kalmasaydık neredeyse
bizi onlardan koparacaktı" derler. Ama azabı gördüklerinde yolunu büsbütün
şaşırmışların kimler olduğunu anlayacaklar! 43. Bayağı arzularım tannlaştıran
kişiyi gördün mil? Şimdi sen, bu adamı doğru yola getirmekle yükümlü olabilir
misin? 44, Yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetine kulak
verdiklerini yahut doğru dürüst düşündüklerini mi sanıyorsun? Aksine onlar, bir
hayvan sürüsünden başka bir şey değillerdir, hatta onlar yolca daha da
şaşkındırlar. [46]
Tefsiri
41-42. Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri, bâtıl
inançlarını sürdürmekle yetinmeyip bütün cahiller, cahil oldukları kadar küstah
da olan kötü karakterli insanlar gibi onlar da Peygamber'in kendilerine
yönelttiği davetin, ortaya koyduğu inanç ilkelerinin ve hayat sisteminin
içeriği, anlamı ve değeri üzerine düşünecekleri yerde, sırf ilkellik ve
bağnazlıklarından, inat ve inkârlarından dolayı güya onu önder ve rehber olacak
nitelikte görmediklerini ileri sürerek alaya alırlardı. Çünkü -önceki âyetlerde
de geçtiği gibi- onlar, peygamber olan birinin yanında meleklerin bulunması,
kendilerine Allah'ı göstermesi gibi olağan üstü işaretler ortaya koyması
gerektiğini ileri sürerlerdi. Oysa, 42. âyette aktarılan kendi ifadelerinden
anlaşıldığına göre onlar elleriyle yaptıkları putlara bağlılığı gerçek din
sayacak, bunlardan kurtarılmanın kendileri için felâket olduğunu düşünecek
kadar da aptalca ve sapkın bir zihniyete sahiplerdi . [47]
43-44. İnsan, kendisine hitap eden bir mesajı değerlendirirken ya aklına ya
da arzu ve ya aklının ya da arzu ve ihtiraslarının buyruğuna uyar. Aklına
uyanlar, kendilerine yöneltilen davetin, doğruluğu üzerinde düşünür; bu
davetin, Allah'ın yeryüzündeki en seçkin varlığı olan insan için, kendisinin de
bir üyesi olduğu top-yekün insanlık için ne anlam ifade ettiği üzerinde zihin
yorar; buna göre bir hükme varır ve sonuçta daveti kabul veya reddederler. Arzu
ve ihtiraslarına uyanlar ise sadece bedensel hazlannı, geçici isteklerini, adi
menfaatlerini dikkate alarak daveti bu açıdan değerlendirirler. Kur'an'm
neredeyse başından sonuna kadar asıl mücadele ettiği zihniyet de işte bu
ikincisidir. Konumuz olan âyette de bu şekilde davrananlar, "bayağı
arzularını tannlaştıranlar" olarak tanımlanmakta; 44. âyette de
putperestlerin, bayağı arzularını tanrı edinmeyi sürdürdükçe Peygamber'in
davetini doğru anlamalarının, akıllarını kullanarak sağlıklı değerlendirme
yapmalarının İmkânsız olduğu bildirilmekte; bu tutumlarıyla da düşünme
yeteneğinden yoksun olan hayvanlardan daha şaşkın, daha iz'ansız bir durumda
bulundukları açıklanmaktadır.
Mekkeli
putperestlerin zihniyet yapısını Özetleyip eleştiren bu âyetler, evrensel
planda son derece anlamlı, aydınlatıcı dersler içermekte; insanlığın genel bir
zaafına işaret etmektedir. Nitekim tarihin her döneminde, bugün dahi insanlığın
temel sorunu, bedensel arzularını, maddî çıkarlarını, makam ve mevki tutkularını
akıl ve irfanın ışığından, doğru inanç ve sağlıklı düşünceden, hak ve adalet
ölçülerine göre hüküm ve karar verip hayatlarını bu ölçülerle düzenlemekten
daha önemli görmeleridir. [48]
Meali
45. Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?
Eğer dileseydi onu elbet hareketsiz de kılardı. Sonra güneşi gölgeye yol
gösterisi kılınışındır. 46. Sonra da onu yavaş yavaş kendimize çekmekteyiz. 47.
Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme hali kılan, gündüz vaktini ise bir
diriliş ortamı yapan O'dur. 48-49, Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak
gönderen O'dur. Gökten de tertemiz su indirdik ki onunla ölü toprağı
canlandıralım ve hayvanıyla insanıyla yarattığımız m'ce varlıkları suya
kavuşturalım. 50. Gerçek şu ki, biz bütün bunları, insanlar doğru dürüst düşünüp
ders çıkarsınlar diye kendilerine tekrar tekrar anlatmışızdır; buna rağmen
insanların çoğu nankörlükte direnip durmuşlardır. 51. Eğer isteseydik her
yerleşik topluluğa bir uyarıcı gönderirdik. 52. Öyleyse artık inkarcılara boyun
eğme, bu Kur'an'la onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür. 53. Biri tatlı
ve susuzluğu giderici, diğeri tuzlu ve acı olan iki denizi karışacak şekilde
sabveren ve ikisi araşma bir engel, aşılmaz bir perde koyan O'dur. 54. İnsan
türünü sudan yaratıp onların arasında soy ve sıhriyet bağı kuran da O'dur.
Rabbin üstün kudret sahibidir. 55. Ama onlar, Allah'ı bırakıp kendilerine ne
faydası ne de zararı dokunan şeylere kulluk ediyorlar. Doğrusu inkarcı kişi,
rabbine karşı onların destekçisidir. [49]
Tefsiri
45-50. İnkarcıların, nefsânî tutkularını tannlaştınrcasına
akıl ve iz'an yolundan saptıklarını bildirerek bu tutumun yanlışlığını
vurgulayan âyetlerin ardından bu bölümde de insanın aklına, irfanına ve
basiretine hitap eden deliller ortaya konmakta; insanın her an içinde yaşadığı
tabiat olaylarındaki yaratıcı kudrete işaret eden ontolojik düzenden, bu düzeni
kuran ve sürdüren ilâhî yasalardan bazı örnekler verilmekte; bu suretle
insanlar, Kur'an'ın temel hedefi olan Allah'a imana ve hidayet yoluna davet
edilmektedir.
50.
âyetteki "...kendilerine" diye çevirdiğimiz "beynehüm"
ifadesi lafzı olarak "aralarında" anlamına gelir. Ancak biz, bu
ifadenin Türkçe anlatım tarzına en uygun karşılığının tercih ettiğimiz şekilde
olduğunu düşünüyoruz. Bu âyet,Kur'an'da bazı bilgilerin, uyanların, ibretli
olayların vb. anlatımların yer yer aynı ifade kalıplarıyla sık sık tekrar
edilmesinin sebebini de ortaya koymaktadır. [50]
51-52. İsrâîl tarihinde görüldüğü gibi eski çağlarda aynı dönemde -birbirine
yakın da olsa- birkaç yerleşim merkezîne, küçük hacimli birden fazla topluluğa
ayrı ayrı peygamberler gönderildiği de oluyordu. İşte âyet, artık Hz.
Muhammed'in çağından itibaren bunu gerektiren şartların ortadan kalkmakta
olduğuna işaret edilmekte; onun gerek kendi çağı gerekse kendisinden sonraki bütün
dönemler için tek ve son peygamber olarak gönderildiğine işaret etmekte ve
kendisinden, inkarcılara boyun eğmeden, onlara karşı bütün gücüyle direnç
göstererek mücadelesini sürdürmesi, böylece ülke ve kavim sınırı tanımadan
peygamberlik işlevini yerine getirmesi istenmektedir. Başka bir ifadeyle
-âyetin işaretine göre- Hz. Muhammed'in son ve kendi döneminde tek peygamber
olarak gönderilişinin temel gerekçesi, artık insanlığın yazılı bilgi ve
İletişim çağına ulaşması; uygarlıkların evrensel boyut kazanması için gerekli
şartların oluşmasıdır. Nitekim bu sayede Hz. Muhammed'in İslâm mesajı, -onun,
komşu ülkelerin liderlerine İslâm'a davet mektupları yazması örneğinde
görüldüğü gibi- bizzat kendi teşebbüslerinin de katkısıyla daha o dönemde Arap
yarımadasının sınırlarını aşmış ve İslâm, henüz birinci yüzyılını doldurmadan
bir uluslar arası din halini almış; İslâm'ın kutsal kaynağı Kur'an da orijinal
halini tam olarak korumuştur. [51]
53. Araya giren çok kısa fakat son derece önemli uyarı ve bilgilerin
ardından ilâhî kudretin kanıtları olan kevnî bilgilere ve delillere devam
edilmektedir. 53. âyetteki bahr kelimesi, mealinde de gösterdiğimiz gibi deniz
anlamındadır. Ancak -Muhammed Esed'in de haklı olarak belirttiği üzere- (II,
736) Kur'an'da bu kelime yer yer nehir veya büyük su kütlesi için de
kullanılmaktadır. Ayette de ifade buyumlduğu gibi Yüce Allah'ın yasaları
uyarınca tatlı sular, ırmaklar denizlere akmakta; bununla birlikle, günümüzde
deniz araştırmalarının açıkça kanıtladığı üzere bazı denizlerde tatlı su ile
tuzlu suyun karışmadığı görülmekte, âyetteki ifadeyle âdeta bu iki su
kütlesinin arasında "bir engel, aşılmaz bir perde" bulunmakta;
bilimin bu yeni keşfinin Kur'an tarafından çok açık ifadelerle ortaya konması
Kur'an'in açık bir mucizesi olarak değerlendirilmektedir. [52]
54-55. Yukarıda sözü edilenlerden daha büyük mucize, Allah'ın görebildiğimiz
en büyük eseri olan insan ve onun yaratılışıdır. Burada, insanlar arasındaki
nesep ve sıhriyet bağının da ilâhî kudretin bir delili olarak gösterilmesi ve hemen
ardından Allah'ın üstün kudretinin hatırlatılması da son derece anlamlıdır.
Çünkü bu, insanın uygarlık kuran bir varlık oluşuna işaret eder. Nitekim
uygarlık önce nesep ve sıhriyet ilişkisiyle başlar. Allah sayısız psikolojik,
sosyal, ekonomik ilişkilerin de temeli olan bu iki bağdan insanlığı mahrum
bıraksaydı insanın diğer hayvanlardan farkı kalmazdı. 55. âyette insanların
buna rağmen Allah'ı bırakıp da kendilerine hiçbir fayda veya zarar getirmesi
mümkün olmayan nesnelere tapmaları eleştirilmekte; böylece CâhİHye Arapları'nın
putları tanrı edinmelerinin, daha geniş anlamda o günden bugüne birçok insanın
birtakım değersiz varlıklara veya nefislerinin fâni arzularına birer tanrı gibi
kul köle olmalarının anlamsızlığı hatırlatılmaktadır. [53]
Meali
56. Biz seni sadece bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik. 57. De ki: "Bu görevimden dolayı dileyenin rabbine
giden bir yol izlemesi dışında sizden bir karşılık
istemiyorum." 58. Asla ölmeyecek olan O diri varlığa dayanıp güven ve O'nu
hamd ile teşbih et. Kullarının günahlarından haberdar obua konusunda O kendi
kendine yeterlidir. 59. Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı
günde yaratan, sonra arşa istiva eden O'dur, O rahmandır. Onu bir bilene sor.
60. Onlara, "Rahmân'a secde edin" denildiğinde, "Rahman da
neymiş! Biz, senin istediğin şeye secde eder miyiz!" derler ve bu istek
onların nefretini daha da arttırır. 61. Gökte yıldız kümeleri oluşturan, yine
orada bir ışık kaynağı ve aydınlatan bir ay yaratan güç mübarektir, cömerttir,
62. Düşünüp ibret almak ve şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri
ardına getiren de O'dur. [54]
Tefsiri
56-58. Yüce Allah, türlü varlıkları kendilerine put edinme
dalâletine düşmekten kurtulup davet edildikleri İslâm'ın kurtarıcı ilkelerini
benimseyen, inanç ve ya-şaytşını bu ilkeler çeiçevesinâe düzenleyen
mümm)er için resulü Muhammed 'i bir müjdeci; bâtıl inançlara ve kirli bir
hayata kendilerini kaptırıp gidenler için de uyarıcı olarak göndermiştir;
Peygamber'in biricik görevi budur, bundan başka bir gayesi yoktur. O, davetine
karşılık kişisel bir amaç, bir çıkar beklemez ve beklememiştir; tek beklediği
şey, 57. âyetin ifadesine göre insanların özgür kararlarıyla Allah yolunu seçip
bu yolda yürümeleridir. Nitekim Mekkeli putperestlerin ileri gelenleri çeşitli
vesilelerle, bu davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine dilediği kadar
servet vermek, başlarına lider yapmak, en güzel kadınlarla evlendirmek gibi
cazip tekliflerde bulunmuşlar; fakat o, bu teklifleri kesinlikle reddetmiş; 52.
âyette geçen "İnkarcılara boyun eğme, onlara karşı bütün gücünle
mücadeleni sürdür" buyruğu uyarınca tebliğ ve irşad görevini kararlılıkla
sürdürmüş; 58. âyetteki buyruk uyarınca daima Allah'a dayanıp güvenmiş, O'ndan
aldığı güçle tek başına giriştiği bu mücadeleyi, başladığı gündeki kararlılık
ve cesaretiyle ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; en sonunda Allah ona, vaad
ettiği[55] zaferleri, fetihleri nasip etmiş; insanların
kitleler halinde Allah'ın dinine girdiği günleri kendisine göstermiştir.
"Kullarının
günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeterlidir" cümlesi,
Allah'ın, hiçbir bilgi vasıtalarına ihtiyaç duymadan, diğer bütün varlık ve
olaylar gibi insanların yapıp ettiklerinden de haberdar olduğunu, dolayısıyla
insanların günahlarının da O'nun bilgisi dışında gerçekleşemeyeceğini ifade
etmekte, böylece bu ifade insanlar için bir uyan anlamı taşımaktadır. [56]
59. İnsanların günahlarından Allah'ın mutlaka bilgisi olduğu hususunda kuşkusu
olanlara, Allah'ın nelere kadir olduğu hususunda çok kısa bir hatırlatma yapılmakta,
dolaylı olarak böyle bir kuşkunun saçma olduğuna işaret edilmektedir[57]
"Onu
bir bilene sor" şeklinde çevirdiğimiz âyetin son cümlesi oldukça kapalı
bîr ifade olup değişik şekillerde açıklanmıştır. Bir açıklamaya göre
"O" zamiri Rahman ismini gösterir; "bir bilen" ise yine
Allah'tır. Buna göre Allah'ı yine O'nun âyetleriyle, varlığının ve kudretinin
-bir bölümüne burada da değinilen- evrendeki kanıtlarıyla tanımaya
çalışmalıyız. Diğer bir yoruma göre Allah'ın Rahman ismi, rahmet sıfatı
konusunda veya burada sıralanan ilâhî kudretin eserleri hakkında bilgi edinmek
için bu konularda bilgi sahibi olan Ehl-i kitap gibi bazı kesimlere
başvurulabilir. [58]
60. Her ne kadar Zemahşerî, Mekke Araplan'nın Rahman ismi konusunda bilgilerinin
olmayabileceğini söylüyorsa da (III, 102), aslında Mekkeliler'in Rahman ismini
Allah anlamında kullandıkları bilinmektedir. Nitekim birçok Câhiliye şairinin
şiirlerinde bu isme rastlanır[59] Ya'kubî'nin de kaydettiği bir telbiyede yer
alan "Emrine boyun eğdik Allahrm, boyun eğdik; sen rahmansın!"
anlamındaki ifade de bunu göstermektedir. [60] Bu
bilgiler dikkate alındığında kendilerine, "Rahmân'a secde edin"
denildiğinde müşriklerin, "Rahman da neymiş!" demelerinin gerçek
sebebi, Allah'ın Rahman ismini bilmemeleri değil, İslâm karşısındaki bilinen
İnatçı ve İsyankâr tavırları olmalıdır. Nitekim âyetin devamında onların nefret
duygularına işaret edilmesi de bunu göstermektedir. [61]
61-62. "Yıldız kümeleri" diye çevirdiğimiz bürûc
kelimesi, her ne kadar klasik tefsirlerde genellikle eski Grek
astronomi-astrolojisinden gelen bilgiler ışığında yoruralanmışsa da[62] Kur'an'ın bu kavramını, modern astronominin
verileri ışığında "yıldız kümeleri" veya "galaksiler"
olarak anlamak gerekir. Eski tefsirlerde bürûc, "büyük yıldızlar"
olarak da açıklanmıştır[63]
"Işık
kaynağı" diye çevirdiğimiz sirâc kelimesi sözlükte "kandil,
lamba" anlamına gelir; burada ise güneşi ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Yûnus sûresinde (10/5) güneş ziya (aydınlatıcı, ışık) kavramıyla
nitelendirilmiştir. Buna göre Kur'an güneşin, gerek dünyamız gerekse güneş
sistemindeki diğer gezegenler için bir ışık kaynağı olduğuna işaret etmektedir. [64]
Meali
63.
Rahmân'ın has kulları yeryüzünde vakarla yürüyen, cahiller onlara laf attığı
zaman, "selâm" deyip geçen kullardır. 64. Gecelerini rablerine secde
ederek, huzurunda durarak geçirirler. 65. "Ey rabbimiz" derler.
"Bizi cehennem azabından uzak tut; çünkü onun azabı tükenmeyen bir acıdır.
66.0 cehennem ne kötü bir yerleşme ve kalma yeridir!" 67. Yine o iyi
kullar, harcama yaptıkları zaman ne saçıp savururlar ne de cimrilik ederler;
harcamaları bu ikisi arasında makul bir dengeye göre olur, 68. Onlar, Allah ile
birlikte başka bir tanrıya da tapmazlar; haksız yere, Allah'ın dokunulmaz
kıldığı insan hayatına kıymazlar, zina etmezler. Zira (bilirler ki) bunları
işleyen kimse günahını yüklenecek. 69. Kıyamet gününde ona azabı kat kat
verilecek ve alçaltılmiş olarak o azap içinde ebedî kalacaktır. 70. Ancak tövbe
edip inanarak erdemli işler yapamn durumu başkadır; Allah böylelerinin kötü
hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. 71.
Evet, kim tövbe edip erdemli davranırsa bu durumda gerektiği şekilde Allah'a
yönelmiş olur. 72. Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şahitlik etmezler;
boş ve mânâsız davranışlarla karşılaştıklarında onurluca çekip giderler. 73.
Kendilerine rablerinin âyetleri hatırlatıldığında o âyetler karşısında körler
ve sağırlar gibi bilinçsizce davranmazlar. 74. Onlar, "Ey rabbimiz,
derler, bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi muttakilere
önder yap!" 75. İşte bunlar, zorluklara katlanmalarının karşılığı olarak
cennet konağıyla ödüllendirilecek, orada sağlık ve esenlik dilekleriyle
karşılanacaklar. 76. Orada sonsuzca yaşayacaklar. Ne güzel bir yerleşme ve
kalma yeri! 77. De ki (o inkarcılara): "Kulluğunuz ve niyazınız olmasa
Allah size ne diye değer versin! Siz (O'nun dinini) asılsız saydınız; onun için
artık bu, yakanızı bırakmayacak!" [65]
Tefsiri
63-66. Buraya kadar geçen âyetlerde inkarcıların çeşitli bâtıl inançları;
yanlış, haksız ve zararlı davranışları zikredilerek eleştirildikten sonra
sûrenin neticesi mahiyetindeki bu son âyetler grubunda da Allah'ın sevdiği
kulların üstün nitelikleri özetlenerek bir tür karşılaştırma yapılmaktadır.
Burada nitelikleri sıralanan"kullar", belirtilen İyi özellikleri
dolayısıyla Allah'ın rahmet ve sevgisini kazandıkları için O'nun Rahman ismine
izafe edilerek anılmışlardır. Bu sebeple "ibâ-dü'r-rahmân"
tamlamasını "Rahmân'ın has kullan" şeklinde vermeyi uygun bulduk.
"Ağır
başlılık" şeklinde çevirdiğimiz 63. âyetteki hevn kelimesi, tefsirlerde
genellikle "sekînet, vakar, rifk (yumuşaklık), tevazu" ve bu
anlamların hepini içeren hîlm kavramıyla açıklanmış; bunun, Kur'an'ın sık sık
atıfta bulunduğu, Câhi-liye Arabi'nin temel karakteri olan "kibirli, gururlu,
zorba" anlamındaki miistek-bir kelimesinin zıddı olduğu belirtilmiştir. [66] Âyette
müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, "selâm" diyerek,
yani esenlik dileğiyle karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma
putperest Araplar'ın ortak zihniyetini ifade eden Câhiliye ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden İslâm'ın karşıt kavramlar olduğu ima
edilmektedir, Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici
tavırlar, Câhiliye zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık,
saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; müslümanlarm bu
sataşmalara selâmla karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı
uygarlık ahlâkını göstermektedir. Nitekim bazı çağdaş araştırmacılar, câhiliye
terimini kısaca "barbarlık", İslâm terimini de (hİlm kavramıyla
bağlantılı olarak) "uygarlık" şeklinde açıklamaktadırlar. [67] 64-66. âyetlerin işaretine göre, belirtilen
uygarlık ahlâkının temelinde öncelikle müslümanların, huzurunda durup ibadet
ettikleri, secdeye kapandıkları Allah'a olan İnanç ve saygılanyla âbiret
kaygıları bulunmaktadır. [68]
67. Gerek bu âyette gerekse bundan sonraki âyetlerde "Rahmân'ın has
kullarının yani müslümanların ne gibi kötülüklerden uzak durdukları
anlatılırken dolaylı olarak "Ama ey inkarcılar, siz bunların hepsini
yapıyorsunuz" şeklinde örtülü bir eleştiri de getirilmektedir.
Tefsirlerde
çoğunlukla israf, nicelikteki aşırılıktan ziyade nitelikteki aşırılık, yani
"Allah'ın rızâsına uygun olmayan, O'na isyan sayılan yollara, sağ duyunun
ve kamu vicdanının uygun bulmadığı şekillerde harcamada bulunmak"; cimrilik ise "imkânları elverdiği
halde Allah rızâsına uygun olan yerlere harcama yapmaktan kaçınmak"
şeklinde açıklanmıştır. "Mâkul bir denge" diye çevirdiğimiz kavâm
kelimesi de "israftan ve cimrilikten uzak olarak gereken yerlere gerektiği
kadar harcamada bulunmak" demektir. [69]
68. Her türlü İyilik, Allah'ın birliğini kabul edip yalnız O'na kulluk
ederek,O'nun hoşnutluğunu gözeterek, herhangi bir çıkar peşinde olmadan, bir ibadet anlayışı ve özverisiyle
yapıldığı takdirde Allah katında değer kazanacağı için âyette tevhid inancına
vurgu yapılmakta; özellikle bu inançla insan hayatına saygı ve zinadan sakınma
yani iffet ve namus duygusu arasında ilişki kurulmakla da imanın ahlâk üzerinde
etkili olduğu, imanla ahlâk arasında kesin bir ilişki bulunduğu ima
edilmektedir. Râzî'ye göre âyette insan hayatına saygılı olmanın aslî bir
görev, bîr ilke; haklı sebeplerle savaşma, nefsi müdafaa gibi haklı durumlarda
adam öldürmenin ise istisnaî haller olduğuna işaret edilmiştir (XXIV, 111). [70]
69. İlgili âyet ve hadislerde iyiliğin karşılığının kat kat fazlasıyla
verileceği, fakat kötülüğün cezasının katlanmayacağı bildirilmektedir. [71] Şu
halde -Zemahşerî (IH, 105), Râzî (XXIV, 111) gibi bazı müfessirlerin de
dedikleri gibi- âyette, belirtilen günahları işleyenlere bunun azabının
"kat kat" verileceği bildirilmekle, bir günahın cezasının katlanarak
verileceği değil; şirk, katil, zina gibi suçların cezalarının birbirine
ekleneceği bildirilmiştir. [72]
70-71. Tövbe (tevbe), kulun bir vicdan muhasebesi neticesinde
duyduğu pişmanlığın ardından inkâr ve isyandan, her türlü kötülükten gönüllü
bir vazgeçişi ve ona bir daha dönmeme kararlılığını İfade eder. Kur'an birçok
âyette, bu şekildeki bir dönüşü son derece değerli bulur; -işlenen kötülükten
dolayı pişmanlık duyup sağlam bir iradeyle vazgeçmeye karar verilmesi, ilgili
kötülüğün tamamen terke-dümesi ve ona bir daha asla dönülmemesi şartıyla-
inkâr, şirk gibi en büyük günahlar da dahil olmak üzere bütün bâtıl inanç, düşünce
kötü duygu ve davranışlar için yapılan tövbelerin makbul ve bunun, tövbe
yapanın o günahtan dolayı günahlarını affettirmeye yeterli olduğunu bildirir.
Burada da ifade buvurulduğu üzere, inkârdan dönüş iman etmekle, kötü amellerden
dönüş ise bunların yerine İyi ve erdemli işler yapmakla olur. Ancak bütün
bunlar psikolojik bir motife dayanması halinde mümkün olduğu için Hz.
Peygamber, "Tövbe, günahtan dolayı pişmanlık duyup af dilemektir"
buyurmuştur. [73] 70. âyette Allah
Teâlâ'nın, bu şekilde tövbe eden birinin günahlarını (seyyiât) iyiliğe
(hasenat) dönüştüreceği ifade buyurulmuştur. Tefsirlerde âyetin bu son ifadesi
genellikle üç şekilde yorumlanmıştır:
Allah,
onların tövbe etmezden önce işledikleri kötülüklerden doğan günahlarını sevaba
çevirir ve kıyamet gününde bu kötülüklere iyilikmiş gibi karşılık verir.[74] Bu
yoruma göre tövbe sayesinde günah, sadece affedilmekle kalmıyor, aynı zamanda sevaba
dönüşmüş oluyor. Bu yorum aşın bulunarak âyete bizim tercih ettiğimiz şu anlam
da verilmektedir:
Allah,
onların tövbe etmezden önceki kötü hallerini tövbe ettiklerinde iyi hallere
çevirir ve onlar bundan böyle inkâr yerine iman ederler, isyan ve günah yerine
itaat ve takvaya yönelirler; tövbe etmezden önce körü insan iken tövbe
sayesinde Allah'ın da yardımıyla iyi insan, iyi mümin olurlar. [75]
c)
Şevkânî, bazı sahâbîlerin ve daha başka alimlerin, âyetin bu cümlesi hakkındaki
görüşlerini şu şekilde özetler: Buradaki "değiştirme ve çevirme" (tebdil), sadece "affetme"
anlamına gelir. Yani Allah onların söz konusu günahlarını affedecektir, yoksa
onları iyiliklere çevirmeyecektir (IV, 103). Bununla beraber son iki yorum
arasında bir fark görülmemektedir. [76]
72. "Asılsız şeylere şahitlik etmezler" ifadesi, çoğunlukla
"yalancı şahitlik yapmazlar" şeklinde açıklanmıştır. Yalancı şahitlik, İslâm'ın büyük
günahlardan biri saydığı ve kesinlikle yasakladığı fenalıklardan biridir.
Nitekim Hz. Peygamber yanındakilere, "Büyük günahların da en büyüğü olan
günahların ne olduğunu size söyleyeyim mi?" diye sormuş; "Buyurun yâ Resûlellah"
demeleri üzerine bunları, "Allah'a ortak koşmak, ana babaya asi olmak ve
yalancı şahitlik yapmak" şeklinde sıralamış; özellikle sonuncusunu birkaç
defa tekrar ederek bu hususta ya nındakileri uyarmıştır. [77]
Âyetin
bu kısmı, "O iyi kullar, asılsız şeylerin konuşulduğu bir yerde,
yalancıların ve günahkârların meclislerinde durmazlar, bu tür kötülüklerin,
tertiplerin içinde yer almazlar" şeklinde de açıklanmıştır [78]
Esasen bu yorum yalancı şahitliği de İçermektedir; ayrıca âyetin devamı da bu
yorumu destekler mahiyettedir. Bu sebeple mealinde ilgili cümleyi "Asılsız
şeylere şahitlik etmezler" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. [79]
73. Zemahşerî bu âyeti açıklarken, Allah'ın âyetleri okunduğu sırada insanların
iki türlü tavır sergilediklerini belirtir: Bİr grup vardır kî bunlar, Allah'ın
âyetleri kendilerine okunduğunda, hatırlatıldığında canla başla ona yönelirler;
kulaklarını, gözlerim ve gönüllerini o âyetlere açarlar; bir kesim daha vardır
ki, onlar da okunanı ve okuyanı dinliyor gibi görünseler de dinlemekten
uzaktırlar (III, 105). Kur'an, insanların din ve dünya hayatları, bireysel ve
toplumsal davranışları için bir hidayet rehberidir; insanın inanç, duygu, düşünce
ve eylem dünyasını doğru, erdemli ve insanca bir yapıya kavuşturmasını
sağlayan, ruhunu ve hayatını aydınlatan, zenginleştiren ilkeler, değerler
sistemidir. Bu da öncelikle Kur'an'dan yararlanma niyetine, azim ve iradesine,
bu husustaki içtenliğe; ikinci olarak da onun doğru okunması, doğru anlaşılması
için zorunlu olan bilgi donanımına, kültürel birikime sahip olmayı gerektirir.
Bunlardan ilki Kur'an'dan yararlanmanın ahlâkî şartı, ikincisi de zihnî
şartıdır. Bu şartlardan ikisini de taşımayanların Kur'an'ı okuyup dinlemeleri
âyette körlerin ve sağırların durumuna benzetilmiştir. [80]
74-76. Müfessirler, "Bize mutluluk getirecek eşler ve
çocuklar bahşet" du-asındaki mutluluğun fiziksel güzelliklerle ilgisi
bulunmadığını, burada İnancı ve yasayı şıyla iyi ve erdemli eşlerin ve
çocukların kastedildiğini önemle belirtirler. Bu isteklerin âhirete yönelik
olduğunu ileri sürenler bulunmuşsa da bu görüş isabetli görülmemektedir.
Sûrenin
buraya kadar açıklanan son bölümünde "Rahman'in has kullarTnın bazı güzel
nitelikleri sıralanmıştır. Kuşkusuz Kur'an'ın İnsana ve insanlığa kazandırmak
istediği güzellikler bunlardan ibaret değildir. 74. âyetin, "Bizi sana
saygı ve itaatte kararlı olanlara öncü yap" şeklinde çevirdiğimiz son
cümlesi, takva kavramı
kapsamında, burada zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli
bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah'ın
iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî
erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan,
eylemlerini de Allah'a saygı ve O'nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğu
içinde gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur; bunun
dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyadır veya boş slogandır. İşte
belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur'an'daki adı takvadır. Buna göre
âyet, her müminin önüne takvada, yani gerçek anlamdaki dindarlıkta en İleride,
önde ve Örnek olma şeklinde yüksek bir hedef koymaktadır. [81]
77. Sûrenin son cümlesi, özel olarak Allah'ı bırakıp elleriyle yaptıkları
düzmece tanrılara tapanlara; genelde ise yukarıda belirtilen gerçek
dindarlıktan uzak, nefsânî tutkularını veya çeşitli fâni varlıkları, nesneleri,
makam ve mevkileri Allah'a kul olmanın üstünde tutanlara, Allah'ı bırakıp
onlara kul olanlara yönelik veciz bir uyandır. Buna göre insanın değeri, yalnız
Allah'a kul olup O'nun dışındaki şeyler karşısında özgürleşmektedir. İnsan için
en büyük suç ise -ister sözleriyle olsun, ister eylemleriyle olsun- ona kendi
benliğini, gerçek insanlığını ve gerçek insanlık değerini, İzzetini, onurunu
kazandıracak temel kaynak olan Allah'ın dinini asılsız saymasıdrr; insanoğlu
yoldan çıkmalığını sürdürdükçe dünya ve âhirette türlü şekillerde
cezalandırılmaktan yakasını kurtaramayacaktır; sûrenin son uyarısı budur. [82]
[1] Tefsir", 25
[2] İbn Âşûr, XVIII, 313
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/125.
[3] Buhârî. "Fezâilü'l-Kur'ân", 5/27
[4] bk. Buhârî, "Husû-mât", 4; Ebû Dâvûd,
"Fiten", 6; Mümed, 1,40
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/125.
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/125-126.
[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/126.
[8] meselâ bk. Râzî, XXIV, 44-45; Kurtubî, XIII, 5-6;
Elmalık, V, 3559-3561
[9] Taberî, XVIII, 179; İbn Kesir, VI,100; ayrıca bk. Âl-i
İmrân 3/4
[10] bilgi için bk. Fatiha 1/2
[11] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/126-127.
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/127.
[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/128.
[14] bu hususta ayrıntılı bilgi ve eleştiriler için bk.
Ateş, VI, 244-246; ayrıca bk. Nahl 16/103
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/128-129.
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/129.
[17] Râzî, XXIV, 53
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/129-130.
[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/130-131.
[20] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/131.
[21] Râzî, XXIV, 53
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/131-132.
[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/132.
[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/133.
[25] Râzî, XXIV, 65
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/133-134.
[27] Taberî, XIX, 1
[28] Râzî, XXIV, 71; Şevkânî, IV, 81
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/134-135.
[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/135.
[30] Nebe' 78/19; İnşikak 84/i
[31] İbrahim 14/48
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/135.
[33] Taberî, XIX, 9-10
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/135-136.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/137.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/137-138.
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/138.
[37] Müslim, "Müsâfirîn", 139
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/138-139.
[38] Zemahşerî, III, 97; İbn Âşûr, XIX, 21-22
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/139.
[40] Taberî, XIX, 12; Zemahşerî, III, 97; İbn Âşûr, XIX, 24
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/139.
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/104.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/140.
[43] bilgi için bk.Hicr 15/75-77
[44] Şevkânî, IV, 90
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/140-141.
[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/141.
[47] Râzî, XXIV, 85
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/141-142.
[48] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/142.
[49] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/143.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/143-144.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/144.
[52] bilgi için bk. Maurice Bucaille, Müsbet İlimler
Yönünden Tevrat, înciller ve Kur'an, s. 288-290
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/144
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/144-145
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/145.
[55] Feth 110/1-2
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/145-146.
[57] Allah'ın evreni altı günde yaratması, arş ve arşa
istivanın ne anlama geldiği hususunda bilgi için bk. A'râf 7/54. âyetin tefsiri
[58] bu ve daha başka açıklamalar için bk. Zemahşerî, III,
102
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/146.
[59] bk. Taberî, I, 131-132
[60] bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, "Arap [İslâm'dan
Önce Araplar'da Din]", DÎA, IH, 316-317
[61] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/146-147.
[62] meselâ bk. Râzî, XXIV, 106; Kurtubî, X, 14; Şevkâm,
III, 142; IV, 99
[63] bilgi için bk. Hicr 15/16. âyetin tefsiri
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/147.
[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/148.
[66] meselâ bk, Taberî, XIX, 33; Zemahşe-rî,III, 103
[67] ayrıntılı bilgi için bk. Izutsu, Kur'an'da Allah ve
İnsan, s. 187-207; a. mlf., Kur'an'da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar, s.
53-62; Mustafa Çağrıcı, "Cehalet", Dİ A, VII, 218-219
[68] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/148-149.
[69] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/149.
[70] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/149-150.
[71] Nisa 4/40; En'âm 6/160; Şûra 42/40; Müsned, 1,227;
Buhârî, "Tevhîd", 35; Müslim, "îmân", 203-209
[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/150.
[73] Müsned, VI, 264; İbn Mâce, "Zühd", 30
[74] meselâ bk. Taberî, XIX, 4748
[75] Zemahşerî, III,
105; Râ-zî, XXIV, 112
[76] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/150-151.
[77] Buhârî, "Şehâdât", 10; Müslim,
"îmân", 143
[78] Zemahşerî, III,
105; İbn Kesîr, VI, 140
[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/151..
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/151-152.
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/152.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahimKafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/152.