1- Teklifleri Kabul Edilmeyen Kureyş'lilerin İtiraza
Kalkışmaları:
2- Çarşı-Pazarlara Girmenin Hükmü:
1- Rasûller, İnsani Tarafları ve Âyetin Nüzul Sebebi:
2- Yemek Yemek, Peygamberlerin Ortak Bir Özelliğidir:
3- Geçimi Elde Etme Yollarına Başvurmak:
4- Çarşı-Pazara Girerken Dikkat Edilecek Hususlar:
5- Çarşı-Pazarın Savaş Alanına Benzetilmesi:
6- Kitap ve Silah Pazarları İle İhtiyaç Duyulan Diğer
Pazarlara Girmek:
7- Çarşı-Pazardaki Kötülüklere Karşı Yapılacak Dua:
8- İnsanların Biribirleriyle İmtihan Edilmesi:
2- Namazda Setr-i Avret Gece de, Gündüz de Gereklidir:
1- Tertemiz Su ve Su île Temizlenmek (Taharet):
2- Katıksız Sular île Karışık Suların Hükmü:
4- Korunulması İmkânsız Olan Şeyler Sebebiyle Değişikliğe
Uğrayan Suyun Hükmü:
5- Çeşitli Şahıs ve Canlı Varlıkların Artığı Olan Suyun
Hükmü:
6- Köpeğin Su İçtiği Kap ve Arttırdığı Su:
7- Suda Ölen Bazı Canlıların Hükmü:
9- Müsta'mel (Kullanılmış) Su:
10- Necasetin Suya Düşmesi İle Suyun Necasetin Bulunduğu
Yerden Akması Arasındaki Fark:
11- Tâhir ve Mutakhir Olan Su:
13- Abdest veya Gusülden Artan Suyun Hükmü:
14- Abdest ve Gusül Maksadıyla Suyu Isıtmak:
15- Abdest Almak İçin Kullanılması Caiz Olan Kablar:
1- İnsanların Yaratılış Nimeti:
2- Neseb ve Sıhr Ne Demektir?:
1- Gece ve Gündüzün. Birbiri Ardınca Gelmesi:
2- Az Uyuyarak Zaman Kazanmak:
Bu Âyet-i Kerime ile Cihadı Emreden Âyetin Durumu:
1- Yalan Şahitlik ve Yalana Tanık Olmak:
1- Rabbin Hatırlatılan Âyetlerine Karşı Takınılacak
Tavır:
2- Secde Âyetini Duyan Kimsenin Hangi Hallerde Secde
Etmesi Gerekir;
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı ile
Cumhurun görüşüne göre
tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ile Katâ-de: Bundan Medine'de nazil olmuş
üç âyet müstesnadır, demişlerdir. Söz konusu üç âyette: "Onlar ki Allah
ile birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler" buyruğu "Allah mağfiret
edicidir, rahmet edicidir." (el-Furkan, 25/68-70) buyruğu ile sona
ermektedir.
ed-Dahhâk der ki: Bu
sûre Medine'de inmiş bir sûre olmakla beraber, onda Mekke'de inmiş bir takım
âyetler de vardır. Bunlar da yüce Allah'ın: "Onlar ki Allah ile birlikte
başka bir ilaha ibadet etmezler" buyruğu ile başlayan bir kaç âyet-i
kerimedir.
Bu sûrenin maksadı'Kur'ânın
işgal ettiği yerin büyüklüğünü, kâfirlerin peygamberliğe dil uzattığı
noktaları dile getirmek, onların söz ve cahilliklerine karşılık vermektir.
Onların söyledikleri sözlerden birisi de: "Bu Kur'ân'i Mu-hammed
uydurmuştur. O Allah tarafından gönderilmiş bir kitap değildir" iddialarıdır.
[1]
1. Hak ile
batılı ayıranı (Furkan'ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne
yüce, ne mübarektir!
2. Ki
göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur ve O, hiçbir evlat
edinmemiştir. Mülkünde de ortağı yoktur. Herşeyi
yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir.
3. Onlar,
O'nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi
kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve
ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen ilâhlar edindiler.
"Hak ile batılı
ayıranı (Furkan'ı)... indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!" buyruğunda
yer alan (ve "ne yüce, ne mübarektir" diye meali verilen
*tebâreke"nin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ der ki:
Arap-çada bu kelime ile "tekaddese" buyruğu anlam itibariyle aynıdır
ve her ikisi de azameti anlatmak için kullanılır. ez-Zeccâc:
"Tebâreke" lafzı "bere-kef'den, "tefâale" vezninde bir
kelimedir. Bereketin manası ise hayırlı olan herbir şeyin pek çok olması
demektir.
"Tebâreke"nin
teâla (pek yüce) anlamında olduğu söylendiği gibi, bağışı pek yücedir, yani çok
ve fazladır anlamında olduğu söylendiği gibi, nimetler ihsan etmesi, devamlı ve
kesin sabittir, anlamında olduğu da söylenmiştir.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
açıklama, bu kelimenin dildeki anlamı ve türeyişi bakımından en uygun
olanıdır. Çünkü bir şeyin sabit oluşunu anlatmak için "berekef'in de
kökünü teşkil eden (^Lrt): Çöktü" fiili kullanılır."Deve çöktü, kuş
suyun kenarına kondu" tabirleri de buradan gelmektedir ki bu da devamlı
kalışı ve sabit oluşu ifade eder.
(Mukaddes oldu
anlamına geldiğini belirten) ikinci görüş ise yanlıştır. Çünkü takdis
(mukaddes bilme, kutsama) temizlikten gelmektedir. Anlam itibariyle bununla
bir ilgisi yoktur.
es-Sa'lebî dedi ki:
"Tebârekallah" denilir, ancak "mütebârek" ve "mübarek"
denilmez. Çünkü yüce Allah'ın İsim ve sıfatları hususunda konu ile ilgili
gelen nakillerin sınırında durulması gerekir. Şair et-Tirimmah der ki:
"Ne mübarektir
sânın! Vermediğini yoktur verecek, Ya
Rab, senin verdiğini de yoktur engelleyecek."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Sen ne mübarek,
ne yücesin, ne takdir edersen o olur, şükürler olsun Sana."
Derim ki: Kimi ilim
adamı yüce Allah'ın güzel isimleri arasında "el-Mübâ-rek" adını da
saymaktadır. Biz de bu ismi Kitabımızda (el-E$nâ fi Şerhi Es-mai'llahi'l-Hü&nâ
adlı eserimizde) zikretmiş bulunuyoruz. Eğer böyle bir ismin kullanılmayacağı
hususunda İttifak hasıl olmuş ise, o taktirde bu husustaki icmâ kabul edilir.
Şayet bu konuda ihtilaf söz konusu olmuşsa "ed-Dehr" ve buna benzer
bir çok isim hakkında da görüş ayrılığı bulunduğu bilinmektedir. Biz bu husus
da sözünü ettiğimiz yerde dikkat çekmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun.
*eI-Furkan"dan
kasıt Kur'ân-ı Kerîmdir. Allah tarafından indirilmiş bütün vahiylerin adı
olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: "Andolsun ki Biz Musa ile
Harun'a Furkan'ı... uerdik." (el-Enbiyâ, 21/48) diye buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'e
Furkan adının verilmesi iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre bu ismin
veriliş sebebi, hak ile batılı, mü'min ile kâfiri birbirinden ayırdetmiş
olmasıdır. İkincisine göre de bunun sebebi, bu kitapta haram ve helal gibi
şer'î hükümler açıklanmış olmasıdır. Bunu en-Nakkâş nakletmektedir.
"Alemlere uyarıcı
olsun diye kuluna" Muhamrned (sav)'a "İndiren..." Burada
"olsun" fiilinde "kuluna" ait bir zamir vardır. Bunun ona
ait olması en yakın o olduğundan dolayı daha uygundur. Bu zamirin
"Furkan"a ait olması da mümkündür.
Abdullah b. ez-Zubeyr,
"kuluna" anlamındaki buyruğu çoğul olarak: "Kullarına" diye
okumuştur.
Korkutma halini anlatmak
üzere "itizar (korkutup, uyarma)" kullanılır. Buna dair açıklamalar
daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/6. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. "en-Nzir" ise heiâk olmaktan korkutan kimsedir.
el-Cevherî der kir en-Nezir hem münzir (korkutan), hem de inzâr (korkutmak)
anlamında kullanılır.
"Âlemler"
ile burada kastedilenler insanlar ve cinlerdir. Çünkü Peygamber (sav) onlara
rasûl olarak gönderilmiş ve onları korkutmak üzere gelmiştin O peygamberlerin
sonuncusudur. Nuh (a.s) dışında risaleti umumî ondan başka bir peygamber
gelmemiştir. Çünkü Nuh (a.s) tufandan sonra bütün insanlara rasûl olarak
gönderilmiştir. Zira onunla insanlar yeniden başlamışlardır.
"Ki göklerin ve
yerin mülkü yalnız O'nundur" buyruklarıyla yüce Allah kendi zatının azametini
dile getirmektedir. "Ve O, hiçbir evlad edinmemiş-
tir"
buyruklarıyla da yüce Rabbimiz, müşriklerin ileri sürdüğü meleklerin Al-lah'ın
kızları olduğu, iddiasından zatını tenzih etmiştir. Onlar meleklerin Allah'ın
kızları olduğunu söylüyorlardı. O bundan yüce ve münezzehtir. Aynı zamanda
yahudilerin iddia ettikleri "Uzeyr Allah'ın oğludur" iftirasından da,
hristiyanların söyledikleri "Mesih Allah'ın oğludur" inanışından da
kendi zatını tenzih etmektedir. Allah bundan pek yücedir.
"Mülkünde de
ortağı yoktur." Durum puta tapıcıların söyledikleri gibi değildir.
"Herşeyİ yaratıp, onu İnceden inceye takdir ve tayin etmiştir."
Mecusî ve Seneviye'nin (iki yaratıcıya inananların) şeytanın ya da karanlığın
bazı şeyleri yaratmaları söz konusu değildir. Durum, yaratılmışın var etme
kudreti vardır, diyenlerin dedikleri gibi de değildir. İşte bu âyet-i kerime,
bütün bunların kanaatlerini reddetmektedir.
"İnceden inceye
takdir ve tayin etmiştir." Yani O, yaratmış olduğu her-bir şeyi iradesi
doğrultusunda hikmetiyle inceden inceye takdir ve tayin etmiştir. Yanılarak ve
gafletle herhangi bir şey yaratmış değildir. Bilakis kıyamete kadar
yarattıkları ve kıyametten sonra yaratacağı herbir şey O'nun takdiri ile
meydana gelir. O yaratan ve yarattıklannın kaderini tayin ve tesbit edendir. O
halde yaratıcı yalnız O'dur ve sİ2 de yalnız O'na ibadet etmelisiniz.
"Onlar O'nu
bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan... ilahlar
edindiler." Yüce Allah, bu buyruğunda vahdaniyet ve kudretine dair en açık
delillerin ortada olmasına rağmen, başka bir takım ilahlar edinmelerinin
hayret edilecek bir iş olduğunu söz konusu etmektedir. Çünkü onların
edindikleri bu ilahlar "hiçbir şey yaratamayan" ilahlardır. "Aksine
kendileri yaratılmış olan" varlıklardır.
Müşrikler bu ilahların
fayda sağlayıp zarar verdiklerine inandıklarından dolayı, onlar hakkında akıl
sahibi varlıkların zamirini kullanmıştır.
"Kendi
kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen..." Bu uydurma ilâhların
fayda sağlamaları da, bir zarar vermeleri de söz konusu değildir. Kendilerine
de, kendilerine ibadet edenlere de herhangi bir zarar veremezler, hiçbir fayda
da sağlayamazlar. Çünkü onlar cansız bir takım varlıklardır, diye de
açıklanmıştır.
"Öldürmeye,
diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen İlahlar"dır,
bunlar. Kimsenin canım alamazlar, kimseye hayat veremezler.
Buyrukta geçen
"en-nuşûr" da ölümden sonra diriltmek demektir. "Allah ölüleri
diriltti, onlar da dirildiler" demektir. Buna dair açıklamalar daha
önceden (el-A'raf, 7/57. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Şair el-A'şâ
der ki;
"Tâ ki insanlar
desinler gördüklerinden: Hayret şu diriltilen ölüye!"
[2]
4. Kâfirler
dediler ki: "Bu ancak onun uydurduğa bir yalandır. Ona başka bir topluluk
da bunun için yardım etmiştir." Muhakkak onlar zulmettiler, asılsız bir
iddiada bulundular.
5. Ve
dediler ki: "(Bu) öncekilerin masallarıdır. Onu başkalarından
alıp yazmıştır. Onlar sabah, akşam kendisine
okunmaktadır."
6. De ki: "Onu göklerle yerde olan,
gizlilikleri bilen, Allah indirmiştir. Muhakkak ki O, Gafurdur,
Rahmidir."
"Kâfirler"
den kasıt Kureys. müşrikleridir. İbn Abbas der ki: Aralarından bu sözleri
söyleyen kişi en-Nadr b. el-Hâris'tir. Aynı şekilde Kur'ân-t Kerîra'de;
"esâtîr: geçmişlerin masalları" şeklindeki nitelemelerin hepsi de
böyledir. Mu-hamrried b. İshak dedi ki: Bu (en-Nadr) Peygamber (sav)'a çokça
eziyet ve: ren birisi idi. "
"Dediler ki:
Bu" yani Kur'ân-ı Kerîm "ancak onun uydurduğu bir yalandır."
Bunu o uydurup, düzmüştür. "Ona başka bir topluluk da..." Mücahid'e
göre yahudileri kasdetmektedir "...bunun için
yardım etmiştir." İbn Abbas der ki: "Başka bîr topluluk" buyruğu
ile kasdedilen kimse el-Hadramî oğullarının mevlası Ebu Fukeyhe, Addâs ve Cebr
denilen şahıslardır. Bunların üçü de kitap ehline mensub kimselerdir. Bunlardan
daha önce en-Nahl Sûresi'nde (16/103. âyetin tefsirinde) söz edilmişti.
"Muhakkak onlar
zulmettiler." Onlar zalimlik ettiler. Onların bu yapük-lan bir zulümdür,
diye de açıklanmıştır,
"Asılsız bir
iddiada bulundular ve dediler kî: (Bu) öncekilerin masallarıdır. "
ez-Zeccâc dedi ki: "el-esâtir" çoğul olup, tekili
"ustûre"dır. Tıpkı "uh-dûse" kelimesinin çoğulunun
"ehâdîs" şeklinde gelmesi gibi. Başkası da "esâtîr"
kelimesi "estâr"ın çoğuludur. "Ekvâl"in çoğulunun,
"ekavîl" şeklinde gelmesi gibidir.
"Onu"
Muhammed" başkalarından alıp, yazmıştır. Onlar sabah akşam kendisine
okunmaktadır." Ona bu yolla telkin edilmektedir ki, onları gereği gibi
belleyebilsin.
"Okunmaktadır'in
aslı; şeklinde olup, tad'îf (aynı harfin iki defa arka arkaya gelmesi)nden
ötürü, son "lam" "ya"ya değiştirilmiştir. "Kartal
(herhangi bir şeyin ürerine) hızlıca indi'[3]* ve benzer kullanımlarda olduğu gibi.
"De ki: Onu
göklerle yerde olan gizlilikleri bilen Allah İndirmiştir." Yani ey
Muhammed de kir Bu Kur'ân-ı Kerim'i gizlilikleri bilen indirmiştir. O gaybı
bitendir. Ayrıca Onun bir öğreticiye ihtiyacı yoktur. Burada "açık"m
değil de " gizli "nin söz konusu edilmesi, gizli olanı bilenin, açık
olan bir şeyi bilmesinin daha anlaşılır bir gerçek oluşundan dolayıdır.
Şayet Kur'ân-ı Kerîm
kitap ehlinden ve başkalarından öğrenilmiş olsay-dt, onlarda bulunanlardan
fazlası bu kitapta bulunmazdı. Kur'ân-ı Kerîm onlarda bulunmayan pek çok
şeyler ihtiva etmektedir. O halde onlardan alınmış bir kitap değildir. Aynı
şekilde eğer bu kitap belirtilen yerlerden alınmış olsaydı, müşriklerin
Muhammed (savja karşı çıktıkları gibi, bu kitaba da karşı çıkmaları mümkün
olurdu. Niye bu Kur'ân'a karşı çıkarak, onun bir benzerini ortaya koyamadılar?
Böylelikle her bakımdan onların Kur'ân'a yönelttikleri itirazlar çürümüş
olmaktadır.
"Muhakkak ki O,
Gafurdur, Rahimdir." Bununla dostlarının günahlarını bağışladığını,
onlara merhamet edici olduğunu anlatmaktadır.
[4]
7. Ve şöyle
dediler: "Bu nasıl peygamberdir ki, yemek yer ve pazarlarda dolaşır?
Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere, beraberinde bir melek indirilmeli değil
miydi?
8. "Yahut
ona bir hazine verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil
miydi?" Zalimler: "Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz"
dediler.
Yüce Allah'ın:
"Ve şöyle dediler: 'Bu nasıl peygamberdir ki, yemek
yer ve pazarlarda dolaşır?" buyruğu ile ilgili
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[5]
Yüce Allah: "Ve
şöyle dediler..." buyruğu ile onların tenkid edip, dil uzat- , tıkları bir
başka hususu dile getirmektedir. "Dediler" buyruğundaki zamir
Ku-reyş'lîlere aittir.' Onların Rasûlullah (sav) ile yaptıkları meşhur bir
toplantıları vardır. Bunu daha önce Subhan (el-İsrâ) Sûresi'nde (17/90-93
âyetlerin tefsirinde) söz konusu etmiştik- Bu toplantıyı İbn İshak
"Sîref"inde ve başkalan da zikretmişlerdir. Muhtevası şudur: Onların
ileri gelenleri olan Utbe b. Rabia ve diğerleri Peygamber (sav) ile bir araya
gelip, ona ey Muhammed dediler. Eğer sen, başkanlığı seven birisi isen, seni
başımıza yönetici yapalım. Şayet istediğin mal ise her birimiz malından bir
şeyler vererek sana çokça mal toplarız.
Rasûluüah (sav) bu
tekliflerini kabul etmeyince, bu sefer ona karşı delil getirme yolunu tutarak
şöyle dediler: Sen Allah'ın Rasûlü olduğun halde, nasıl olur da yemek yiyiyor
ve çarşı pazarlarda duruyorsun? Bu sözleriyle yemek yediği için (akılları
sıra) onu ayıpladılar, zira onlar Rasûlün bir melek olmasını istiyorlardı.
Kisra'ların, Kayser'lerin ve diğer zorba hükümdarların çarşı-pazarlarda
dolaşmaya tenezzül etmediklerini gördüklerinden de çarşı-pazarlarda dolaşmasını
ayıpladılar. Peygamber (sav) İse çarşı-pazarlannda onlarla birlikte oturup
kalkıyor. Onlara emirler ve nehiyler veriyordu. Buna rağmen onlar: Bu başımıza
kral olmak istiyor, dediler. Madem öyle, niye kralların izledikleri yoldan
farklı bir yol izliyor? Yüce Allah kendi sözleriyle onlara cevap verdi ve
peygamberine: "Bizim senden Önce gönderdiğimiz rasûl-ler de muhakkak yemek
yerler ve pazarlarda dolaşırlardı" (el-Furkan, 25/20) buyruğunu indirdi. O
halde kederlenme ve üzülme, çünkü bu senin utanmanı gerektirecek bir şikâyet
konusu değildir.
[6]
Ticaret ve geçim sağlamak
amacıyla çarşılara-pazarlara girip çıkmak mubahtır. Peygamber (sav) da
ihtiyacı dolayısıyla insanlara Allah'ın emirlerini hatırlatıp onları Allah'ın
yoluna davet etmek maksadıyla çarşı-pazarlara giriyor ve çarşı-pazarlarda
kendisini himaye etmeleri için kabilelere teklifte bulunuyordu, Bu-yolla
Allah'ın onlan hakka döndürmesini ümit ediyordu. Buhârî'de Peygamber (sav)'in
niteliklerine dair şu ifadeler yer almaktadır: "O, kaba ve sert tabiatlı
birisi değildir. Çarşı-pazarlarda da bağırıp, çağırmaz. "[7] Bu
hadis te el-A'raf Sûresi'nde (7/157. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Birden çok hadis-i
şerifte çarşı-pazar söz konusu edilmektedir. Bunu, sahih hadisleri
kitaplarında bir araya toplayan muhaddister, zikretmişlerdir. Çar-şı-pazarlarda
Ashab-ı Kiram'ın ticaret yaptığı -özellikle muhacirler- bilinen bir husustur.
Nitekim Ebu Hureyre şöyle demiştir: "Muhacir kardeşlerimiz
çar-şı-pazarlarda alışverişlerle meşgul idiler..." Bu hadisi Buhârî rivayet
etmiştir.[8] Bu
hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yine bu sûrede
gelecektir.
"Onunla
birlikte... bir melek indirilmeli değil miydi?" sorusunun (nahiv
bakımından) cevabı: "Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere..."
ifadelerdir.
"Yahut ona bir
hazine verilmeli..." buyruğunda "Yahut... verilmeli" ifadesi
ref' mahallindedir. "Veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı
değil miydi?" anlamındaki buyrukta geçen: "Yiyeceği" buyruğunu
Medine'liler, Ebu Amr ve Âsim "ye" ile okumuşlardır. Diğer Kû-fe'li
kıraat alimleri ise bunu (yiyeceğimiz anlamında olmak üzere) nûn ile okumuşlardır.
("Yiyeceği" anlamını veren) "ya" ile kıraat daha açık ve
anlaşılır olmakla birlikte, her iki kıraat da güzel olup, her birisi ayrı bir
anlam ifade etmektedir. Daha önceden Peygamber (sav)'dan söz edilmiş olduğundan
zamirin ona ait olması daha açık anlaşılan bir husustur. Bunu en-Nehhâs zikretmiştir.
"Zalimler: 'Siz
ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler." Bu
da daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/47. âyette) geçmiş
bulunmaktadır. Bu söz-ieri söyleyen kişi, el-Maverdî'nin belirttiğine göre
Abdullah b. ez-Zibârî'dir.
[9]
9. Bir bak! Onlar sana nasıl misaller getirip
sapıklığa düştüler? Artık onlar hiçbir
yol bulamazlar.
10. Dilerse
sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen ve senin
İçin köşkler kurabilen Allah, yüceler yücesidir.
"Bir bak! Onlar
sana nasıl misaller getirip sapıklığa düştüler?" Seni yalanlayabilmek
için, sana bu şekilde örnekler verip hak yoldan nasıl saptıklarına ve
maksatlarını da ele geçiremediklerine bir bak!
"Artık
onlar" senin hakkında söylediklerinin doğruluğunu ortaya koymaya
"hiçbir yol bulamazlar."
"Dilerse sana
bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler
verebilen... Allah yüceler yücesidir." Bu
buyrukta şart ve cevap birlikte gelmiştir. Burada; "Sana verebileıTdekİ
iki lâm'ın idgam edilmeyiş sebebi, her iki lâm'ın ayrı ayrı kelimelerde
bulunmasıdır. Birbirinin misli olan iki harf ardarda geldiğinden ötürü idğam
yapılmaları da caizdir.
"Ve senin için
kurabilen..." buyruğunda muzarî fiil daha önce geçen "Verebilen"
fiilinin mahalline atıf dolayısıyla cezm konumundadır. Birinci fiille herhangi
bir ilişkisi olmaksızın reP mahallinde olması da^caizdir. Nitekim Şam'lılar
böyle okumuşlardır. Yine Âsım'dan da bunu diye merfu okuduğu da rivayet
edilmektedir. Bu da; âhirette senin için köşkler var edecektir, anlamında
olur.
Mücahid dedi ki:
Kureyş bir ev taştan oldu mu ne olursa olsun onu bir köşk (kasr) kabul ederdi.
Kasr sözlükte hapsetmek demektir. Köşke bu ismin veriliş sebebi, içinde bulunan
kimseler başkalarının ulaşmasına karşı korunmaları, engellenmeleridir.
Bir diğer açıklamaya
göre Araplar kerpiçten yapılmış evlere "kasr" yün ve kıldan yapılmış
olanlara "beyt" derlermiş. Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir.
Süfyan, Habib b. Ebi
Sabit'ten, o Hays«me'den şöyle dediğini nakletmektedir; Peygamber (sav)'a şu
teklif yapıldı: Arzu edersen, biz sana dünya hazinelerini ve anahtarlarını
verebiliriz. Bu senden önce hiç kimseye verilmediği gibi, senden sonra da
hiçbir kimseye verilmeyecektir. Ayrıca bu senin âhiretteki mükâfatını da
eksiltmeyecektir. Arzu edersen bunları hep birlikte âhirette sana bir arada
veririz. O: "Bunlar bana âhirette hep birlikte bir arada verilsin"
deyince, yüce Allah da: "Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından
nehirler akan bahçeler verebilen ve senin için köşkler kurabilen Allah,yüceler
yücesidir" buyruğunu indirdi.
Yine rivayet
edildiğine göre bu âyet-i kerimeyi Peygamber (sav)'a cennetlerin bekçisi
Rıdvan indirmiştir. Haberde nakledildiğine göre Rıdvan, Peygamber (sav)'a inip
de: "Ey Muhammed, aziz ve celil olan Allah'ın sana selamını getirdim.
İşte sana bu kutuyu getirdim. -Parıl parıl parıldayan nurdan bir kutu ile
karşılaştım- Rabbin sana diyor ki: "İşte bunlar dünya hazinelerinin
anahtarları, bununla birlikte âhirette sana verileceklerden sivrisinek kanadı
kadar dahi hiçbir şey eksi İtil meye çektir" dedi. Peygamber (sav)
danışırcası-na Cebrail (a.s)'a bakınca, Cebrail alçak gönüllü davran anlamında
ona yeri işaret edince şöyle buyurdu: "Ey Rıdvan, benim bunlara ihtiyacım
yok. Ben fakirliği daha çok severim. Sabreden ve şükreden bir kul olmayı tercih
ederim." Bunun üzerine Rıdvan: "İsabet ettin, sana Allah yeter"
deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.
[10]
11. Fakat
onlar kıyameti yalanladılar. Kıyameti yalanlayanlara da Bİ2, şiddetli bir ateş
hazırladık.
12. O ateş,
onları uzaktan görünce, onun büyük bir öfke ile çıkardığı şiddetli uğultusunu
İşiteceklerdir.
13. Onlar
elleri boyunlarında bağlanıp onun dar bir yerine atıldıklarında orada: "Yetiş,
ey ölüm!" diye feryad ederler.
14.
"Bugün ölümü bir kere değil, bir çok kere temenni edîn" (denilecek).
"Fakat onlar
kıyameti" kıyamet gününü "yalanladılar. Kıyameti yalanlayana da Biz
şiddetli bir ateş hazırladık." Bununla onları alevli ateşiyle yakacak
olan cehennemi kasdetmektedir.
"O ateş onları
uzaktan" beş yü2 yıllık bir mesafeden "görünce, onun büyük bir öfke
İle çıkaracağı, şiddetli uğultusunu işiteceklerdir." Denildiğine göre
buyruğun anlamı şudur: Onlar cehennemi göreceklerinde, kendilerine karşı
oldukça öfkeli bir şekilde çıkaracağı sesini işiteceklerdir.
Bir diğer açıklamaya
göre cehennemin bekçileri onları göreceğinde, onları azaplandırmak üzere
duyacaktan şiddetli istekleri dolayısıyla, öfkeli bir şekilde çıkaracakları
şiddetli seslerini işiteceklerdir.
Ancak birinci açıklama
daha doğrudur. Çünkü merfu olarak gelen rivayete göre; Rasûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: "Kim kasti olarak benim aleyhimde bir yalan uyduracak olursa
cehennemin iki gözü arasında kendisine . bir yer seçsin." Ey Allah'ın
Rasûlü! Onun iki gözü var mıdır? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Sizler
yüce Allah'ın: "O ateş onları uzaktan görünce, onun büyük bir öike ile
çıkaracağı şiddeti) uğultusunu İşiteceklerdir" buyruğunu hiç duymadınız
mı? Cehennem ateşinden gören iki gözü ve konuşan bir
dili bulunan bir boyun uzanacak ve şöyle diyecektir:
"Ben Allah ile birlikte başka bir ilah edinen herkesi azaplandırmak üzere
görevlendirildim." Şüphesiz o, kuşun susam tanesini görüp bilmesinden
daha İleri derecede onları görür."
Bir başka rivayette de
şöyle denilmektedir: "Cehennemden bir boyun çıkar ve kuşu susanı tanesini
gagalaması gibi, kâfirleri yakalar." Bunu Rezîn, Kitab'ında zikretmiş,
İbnu'l-Arabî "el-Kabes" adlı eserinde sahih olduğunu belirtmiş ve
şöyle demiştir: Yani kuş susam tanesini topraktan ayırdedebil-diği gibi; bu
boyun da cehennemlikleri insanlar arasında böylece bilip tanıyacaktır.
Bu hadisi Tirmizî de
Ebu Hureyre yoluyla şöylece nakletmektedir; Rasû-luliah (sav) buyurdu ki:
"Kıyamet gününde gören iki gözü, işiten İki kulağı ve konuşan bir dili
bulunan bir boyun cehennem ateşinden çıkacak ve şöyle diyecektir: "Ben üç
kişiyi (yakalayıp, azaplandırmak) ile görevlendirildim: İnatçı herbir zorbayı,
Allah ile birlikte başka bir ilah çağıran herbir kimseyi ve suret
yapıcılarını." Bu hususta Ebu Said yoluyla gelen bir başka rivayet de
vardır. Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib ve sahih bir hadistir.[11]
el-Kelbî dedi ki:
Onlar tıpkı Ademoğullarının öfkelenmesini andıran öfkeli uğultusunu ve merkep
sesini andıran sesini işiteceklerdir.
Buyrukta bir takdim ve
tehir olduğu da söylenmiştir, Onlar, onun öfkeli sesini işitecekler ve onun
kendilerine karşı öfkelendiğim bilecekler.
Kutrub der ki:
Öfkelenme işitilmez, görülür. Buyruğun anlamı şöyledir: Onlar, öfkelendiğini
görecekler ve onun şiddetli uğultusunu işiteceklerdir. Şairin şu beyitinde
olduğu gibi:
"Ve ben savaşta
gördüm senin kocanı,
Bir kılıç ve bir
mızrak kuşanmış olduğu halde."
Kılıç kuşanmış ve
mızrak taşımış olduğu halde (onu gördüm) demektir, Buradaki; "Uğultusunu
İşiteceklerdir" ifadesinin, içinde böyle bir uğultu işiteceklerdir,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Onun içinde bir öfke sesi ve azab
edilenlerin hırıltılarını işiteceklerdir demektir. Nitekim yüce Allah:
"Onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar" (Hud, 11/106)
diye buyurmaktadır. Hud Sûresi'nde kullanılan "fi" cer harfi ile bu
buyrukta kullanılan "lam" cer harfi ise birbirine yakındır. Nitekim:
"Bu işi Allah yolunda Allah için yaparım" denilir.
"Onlar elleri
boyunlarında bağlanıp onun dar bir yerine atıldıklarında..." Katâde dedi
ki: Bize naklolunduğuna göre Abdullah şöyle dermiş: Şüphesiz ki mızrağın
dibindeki demir nasıl onun sapı üzerinde dar geliyor (onu sıkıyor) ise
cehennem de kâfir üzerinde öylece daraltılacaktır. Bunu İbnu'1-Mü-barek
"er-Rakaik" adlı eserinde zikretmektedir. İbn Abbas da böyle demiştir.
Bunu da ondan es-Sa'lebî ve el-Kuşeyrî naklettiği gibi, el-Maverdî de bu
açıklamayı Abdullah b. Amr'dan nakletmiştir.[12]
"Elleri
boyunlarında bağlanıp" buyruğu kolları bağlanmış demektir. Bu açıklamayı
Ebu Salih yapmıştır. Elleri zincirlerle boyunlarına vurulmuş diye açıklandığı
gibi, şeytanlarla birlikte bağlanmış olacaklardır diye de açıklanmıştır. Yani
onların herbirisi kendi şeytanı ile bir arada bağlanacaktır. Bu açıklamayı da
Yahya b. Sellâm yapmıştır. Bu husustaki açıklamalar daha önceden ibrahim
Sûresi'nde (14/49- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Amr b. Külsûm da
(bu lafzı kullanarak) şöyle demektedir:
"Onlar yaptıkları
talanlarla ve esirlerle geri döndüler, Bizler iae kralları zincirlere vurmuş
olarak geri döndük."
"Orada: Yetiş, ey
ölüm! Diye feryad ederler." Yani helak olmayı temenni ederler. Bu
açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. İbn Abbas ise; yazıklar olsun bizlere (va
veytâ) diye bağırırlar, diye açıklamıştır. Peygamber (sav)'ın da şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bu sözü ilk söyleyecek kişi İblis
olacaktır. Çünkü cehennem ateşinden kendisine boydan boya elbise giydirilecek
ilk şahıs o olacaktır. Bu elbise kaşlarının üzerine konulacak, o bunu
arkasından sürüklerken onun zürriyeti de ardından yürüyecekler, kendisi de:
Yetiş ey ölüm! diye feryad edecektir."
Buradaki"Ölüm"
kelimesinin mansub gelmesi mastar (meful-i mutlak) olduğu içindir. Yani takdirindedir.
Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Başkası ise bunun mef'ulün bih olduğunu
söylemiştir.
"Bugün ölümü bir
kere değil, bir çok kere temenni edin." Çünkü sizin helak oluşunuz yalnız
bir defa ölümü temenni ettirecek kadar hafif değildir. Burada "ölüm"
kelimesinin kullanılması, mastar olup mastann da hem az hem
de çok hakkında kullanılabilmesi dolayısıyladır.
Bundan dolayı çoğulu getirilmez. Bu da bir kimsenin: Onu çokça vurdum, uzunca
oturdudemesine benzer.
Ayet-i kerimeler İbn
Hatâl ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur.
[13]
15. De ki:
"Acaba bu mu hayırlıdır, yoksa müttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mi?
Onlar için bir mükafat ve bir dönüş yeridir."
16.
Orada
onlar için -kendileri ebçdi kalmak üzere- diledikleri herşey vardır. Bu
Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir.
"De ki- Acaba bu
mu hayırlıdır, yoksa müttakilere vaadolunan ebedilik cenneti tni?"
buyruğunda yüce AHah ateşte haytr namına bir şey olmamakla birlikte niye:
"Acaba bu mu hayırlıdır" diye buyurmuştur, şeklinde bir soru
sorulacak olursa, buna verilecek cevap şudur; Sibeveyh'in Araplardan
naklettiğine göre -mutluluğun daha çok sevilen bir şey olduğu bilinmekle birlikte-:
Sen bedbahtlığı mı daha.çok seversin, yoksa mutluluğu mu? diye sorarlar. Bir
diğer açıklamaya göre buradaki "hayırlıdır" ifadesi ism-i tafdil anlamında;
o mu daha hayırlıdır? kabilinden olmayıp, bir kimsenin: Onun nezdinde hayır
vardır, demesi kabilindendir. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır.
Nitekim şair şöyle demiştin
"Sizin kötü
olanıniü aranızdan hayırlı olanınıza feda olsun*
Bir diğer açıklamaya
göre; böyle buyurulması cennetin ve cehennemin artık konaklanılacak yerlerden
olması dolayısıyladır. Her iki konak arasındaki farklılıktan ötürü böyle
sorulmuştur. Bir diğer açıklama da şöyledir: Buradaki ifade yüce Allah'ın:
"Dilerse sana bunlardan daha hayırlı... verebilen Allah yüceler
yücesidir" buyruğu ile alakalıdır.
Bir başka açıklamaya
göre de bu ifade; ey kâfirler, sizin bilgi ve inanışınıza göre bunların
hangisi hayırlıdır anlamındadır. Çünkü onlar cehennemliklerin ameliyle amel
etmekle "ateşte bir hayır vardır" diyormuş gibi oluyorlardı-
"Orada onlar için
-kendileri ebedi kalmak üzere" nimet türünden "diledikleri herşey
vardır." el-Kelbî dedi ki: Yüce Allah, mü'minlere amellerinin kargılığı
olarak cenneti vaadetmiştir. Onlar onun bu vaadini ondan isteyerek:
"Rabbimiz, bize peygamberlerin aracılığıyla vaadettiğini de ver."
(Al-i İmran, 3/194) diye dua etmişlerdir. İbn Abbas'ın açıklaması da bu anlamdadır.
Bir diğer açıklamaya
göre melekler onlar İçin cenneti isteyeceklerdir. Bunun delili de yüce
Allah'ın: "Ve ey Rabbimiz, onları da... kendilerine vaadet-tiğinAdn
cennetlerine girdir" (el-Mu'min, 40/8) âyetidir. Bu da Muhammed b. Ka'b
el-Kurazî'nin görüşüdür.
Yüce Allah'ın:
"Bu, Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir" buyruğunun şu
anlama geldiği söylenmiştir: Bu vaad yerine getirilmesi gerekli bir vaaddir.
İstenmese dahi bu böyledir, tıpkı borç gibidir. Araplardan: El-betteki ben sana
bin (dirhem) vereceğim, dedikleri (böylece bir borç ödeme taahhüdünde
bulunurcasına kesin bir ifade kullandıkları) nakledilmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre; "bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir" buyruğu,
bu senin için hakedilmiş bir vaaddir. Bundan dolayı sen onu (dualarında)
istemelisin.
Zeyd b Eşlem dedi ki:
Onlar dünyada iken Allah'tan cenneti dilediler ve dualarında o cennette olan
isteklerini dile getirdiler. Yüce Allah da âhirette onların isteklerini kabul
buyuracak ve dileklerini kendilerine verecektir. Bu da bu husustaki birinci
görüşün kapsamındadır.
[14]
17. Onları
ve Allah'tan başka İbadet ettiklerini hasredip toplayacağı gün der ki:
"Benim bu kullarımı siz mi saptırdınız? Yoksa kendileri mi yoldan
saptılar?
18. Derler
ki: "Seni tenzih ederiz. Senden başkalarını veliler edinmek bize
yaraşmaz. Fakat Sen onları ve babalarını faydalandırdın. Sonunda Zikri
unuttular ve helak olan bir kavim oldular."
19. İşte
söylediklerinizde sizi yalanladılar. Artık ne üzerinizdeki azabı
defedebilirsiniz, ne de bir yardıma güç yetirirsiniz. Sizden kim zulmederse ona
büyük bir azabı tattırırız.
Onları... hasredip,
toplayacağı gün" buyruğunu İbn Mu-haysın, Humeyd, İbn Kesîr, Hafs, Ya'kub
ve ed-Dûrî'den gelen rivayete göre Ebu Amr "ya" ile okumuşlardır.
Ebu Ubeyd ile Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü bundan önce: "Bu
Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir" denildiği gibi, bundan
sonra da: "Benim bu kullarımı sîz mi yaptırdınız?..." diye
buyurulmaktadır. Diğerleri ise; (Cenâb-t Allah'ın, kendi zatını) ta'zim
anlamını ifade etmek üzere ("hasredeceğimiz" anlamında)
"nün" ile okumuşlardır.
"Ve Allah'tan
başka* Mücahid ve İbn Cüreyc'e göre melek, insan, cin, Mesih ve Uzeyr
gibileridir. ed-Dahhâk ve İkrime'ye göre ise putları kastedilmektedir.
"İbadet ettiklerini hasredip, toplayacağı gün der ki..." buyruğunda
geçen: "Derki" lafzını genel olarak "ya" İle okumuşlardır.
Ebu Ubeyd ite Ebu Hatim'İn tercihi de budur. İbn Âmir ile Ebu Hayve ta'zim ifade
etmek üzere "nün" ile (deriz ki anlamında) okumuşlardır.
"Benim bu
kullarımı sîz mi saptırdınız? yoksa kendileri mi yoldan sap. tılar?" Bu,
kâfirlere azarlayıcı bir üslupla sorulacak bir sorudur.
"Derler
ki..." Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan mabudlar: "Seni
tenzih ederiz, Senden başkalarını veliler edinmek bize yaraşmaz'' diyecekler
demektir.
Allah'tan başka
kendisine ibadet olunan putlar bir araya getirilip toplanacak olursa, cansız
oldukları halde nasıl konuşacaklardır? diye sorulsa şöyle cevap verilir: Yüce
Allah elleri ve ayakları konuşturacağı gibi, kıyamet gününde bunları da
konuşturacaktır.
el-Hasen ve Ebu Cafer:
("edinmemiz" buyruğunu) "nün" harfini ötreli,
"hı" harfini üstün meçhul bir fiil olarak: "
Edinilmemiz..." diye okumuşlardır. Bu kıraat ile ilgili olarak nahivciler
bir takım açıklamalarda bulunmuşlardır. Ebu Amr b. el-A'lâ ile İsa b. Ömer bu
kıraatin caiz olmadığını söylemişlerdir. Ebu Arar ayrıca der kî: Eğer bu
"'edinilmemiz" anlamında meçhul bir fiil olsaydı, buyrukta ikinci
olarak geçen in hazfedilmesi ve: "Senden başka veliler
edinilmemiz..," şeklinde olması gerekirdi. Ebu Ubeyde de aynı şekilde bu
edaun iki defa zikredilmiş olması dolayısıyla fiilin meçhul okunmasının caiz
olmadığını söylemiştir. Eğer (el-Hasen ve Ebu Ca'fer'in) okudukları gibi
olsaydı, bu takdirde ikinci defa in gelmemesi gerekirdi. Bununla birlikte bu
ikinci edatın sıla (zâid) olduğu da söylenmiştir.
en-Nehhâs der ki; Ebu
Amr gibi değerli bir ilim adamının ve üstün konumu dolayısıyla söylediğinin
güzel kabul edilmesi gerekir. Çünkü o ayrıca buna dair delil de getirmiştir.
Onun söylediğini şöyle de açıklayabiliriz: "Ben hiçbir kimseyi veli
edinmedim" denilir. Bu ifadenin muayyen bir kimse hakkında kullanılması
mümkündür. Diğer taraftan: "Ben herhangi bir kimseyi veli edinmiş
değilim" denilerek umumi bir nefy kullanılmış olur. Burada
"veli" lafzı kendisinden önce geçen kelimeye tabidir. O bakımdan
bunun başına; in edatının gelmesi caiz olmaz. Çünkü bunun herhangi bjr faydası
yoktur.
"Fakat. Sen
onları ve babalarını faydalandırdın" yani rasûllerin (Allah'ın salat ve
selamları onlara olsun) vefatından sonra onları dünyada sağlık, zenginlik ve
uzun ömür vererek faydalandırdın.
"Sonunda Zİkr'İ
unuttular." Yani seni anmayı, hatırlamayı bıraktılar. Azgınlığa kapılarak
ve cahillikle Sana ortak koştular. Biz bu hususu kendilerine emretmediğimiz
halde kalkıp bize ibadet ettiler.
Buradaki
"Zikr"in mahiyeti hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bundan
kasıt peygamberlere indirilmiş ve onlara okunan ilahi kitaplardır. Onlar bu
kitap gereğince amel etmeyi terkettiler. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.
İkinci görüşe göre de
burda Zikir'den maksat onlara yapılan iyiliklere ve ilahi nimetlere karşı
şükürdür. (Onlar şükrü terkettiler.)
"Ve" çünkü
onlar "helak olan bir kavim oldular." Burada "
Helak olan bir
kavim" ifadesinde "helak" demek olan; dan alınmıştır. Ebıt'd-Derda (r.a) Hıms
ahalisinin karşısına çıkarak şöyle demişti: Ey Hıms ahalisi size samimiyetle
öğüt veren kardeşinizin yanına geliniz. Hıms ahalisi etrafında toplanınca
şöyle dedi: Ne diye utanmıyorsunuz? İçinde kalmayacağınız binalar
yapıyorsunuz, yemeyeceğiniz şeyleri copluyorsunuz; elde edemeyeceğiniz şeyleri
umuyorsunuz? Şüphesiz sizden öncekiler çok yüksek binalar yaptılar. Pek çok
köleleri oldu, çok uzun zamanlarda gerçekleşecek umutlara kapıldılar. Onların
hepsi de artık helak oldular. Emelleri, umutlan bir aldanış, meskenleri kabir
oldu.
O halde yüce Allah'ın;
buyruğu, helak edilenler (oldular), demektir.
Diğer rivayette
"meskenleri kabirler oldu" ifadesi; "Meskenleri içinde hiçbir
şey bulunmayan bomboş yerler haline geldi" şeklindedir.
el-Hasen der ki:
"Helak olan" ifadesi onlarda hayır namına hiçbir şey kalmamış
anlamındadır. Bu da; "Yerin hiçbir veriminin olmaması" tabirinden
alınmıştır ki, herhangi bir ekinin oraya ekilmemesi demektir. Bu durumda ondan
hiçbir hayır ve hiçbir vetim alınmaz.
Şehr b. Havşeb dedi
ki: Burada helak olmak (el-bevâr), bozulmak ve durgunlaşmak Ckesad)
anlamındadır. Arapların işi bozacak şekilde durgunlaşmasını anlatmak üzere:
"Mal bozulup, kesada uğradı" ifadelerinden alınmıştır. Hadis-i
şerifteki; "Kendisi ile evlenilmek istenmeyen dul kadın gibi kalmaktan
Allah'a sığınırız"[15]İfadesi
de buradan gelmektedir.
"Buğr" lafzı
"zuğr: yalan, iftira" gibi mastar isimdir. Tekil, ikil, çoğul,
raü-zekker vemüennes arasında fark yoktur. İbnu'z-Ziba'rî der ki;
"Ey mutlak
malikin elçisi, şüphesiz benim dilim.
Açmak istedikçe
(ağzım) bağlıdır, çünkü ben helak olmuşum.
Zira ben sapıklık
yollarında şeytanla yanşıyorum.
Onun sapması gibi
sapan kimse ise helak olur."
Kimisi de bunun
tekilinin çoğulunun da -âyette olduğu gibi şeklinde geldiğini söylemiştir. "Sığınan
kimse, sığınan kimseler; dönen kimse ve dönen kimseler" gibi. "Helak
olan" lafzının hakka karşı kör kimseler, anlamına geldiği de söylenmiştir.
"İşte
söylediklerinizde sizi yalanladılar." Yani yüce Allah, kendisine ibadet olunan
mabudlam bu işten uzak olduklarını söyleyecekleri vakit, onlara tapınan
kimselere: İşte sizin ilah olduklarını iddia ettikleriniz, bu hususta
"söylediklerinizde sizi yalanladılar" diye buyuracaktır.
"Artık ne
üzerinizdeki azabı defedebilirsiniz, ne de bir yardıma güç yeririrsiniz."[16]
Yani sizin ilah
edindikleriniz sizden azabı önleyemedikleri gibi, size yardım da edemezler.
Bir diğer açıklamaya göre bu kâfirler -mabudları kendilerini yalanlayınca
herhangi bir şekilde azabı kendilerinden uzaklaştırama-yacakları gibi Allah'a
karşı bir yardım da alamazlar.
İbn Zeyd dedi ki:
Anlam şudur: Ey mü'minler! Şu kâfirler, Muhammed'in getirdikleri hususunda sizi
yalanlamış bulunuyorlar. Buna göre "söylediklerinizde" buyruğu;
söylediğiniz hak olan şeylerde... demek olur. Ebu Ubeyd de şöyle demektedir:
Yani onlar sizin söylediğiniz hususunda sizleri yalanladılar. O bakımdan onlar
yüce Allah'ın sizleri kendisine iletmiş olduğu haktan, sizleri geri
çeviremezler. Ayrıca sizleri yalanladıkları için başlarına inecek olan azaba
karşı kendilerine hiçbir yardımları da dokunmayacaktır.
Genel olarak "söylediklerinizde"
şeklinde muhatap te'si ile okunmuştur. Bunun anlamını da açıklamış bulunuyoruz.
el-Ferrâ'nın naklettiğine göre bu buyruk, "zel" harfi şeddesiz
olarak; "Size yalan söylediler" şeklinde ve "Söylediklerinde"
yalanlayıcıydılar diye de okunmuştur. Mücahid ve el-Bezzî de aynı şekilde gaib
anlamını veren "ya" ile okumuşlardır. Bu durumda:
"Söylediklerinde (yalanlancıy-lar)" demek olur. Ebu Hayve de "söyledikleriyle"
diye "ya" ile okumuştur. "Güç yetiremezsinîz" şeklinde
"te" ile okuyuş, Allah ile birlikte ortak edinen kimselere hitaptır.
"Ya" ile okuyanların kıraatine göre de anlam: Ortaklar buna güç
yetiremez, şeklindedir.
"Sîzden kim
zulmederse" İbn Abbas'a göre sizden kim şirk koşar da, şirk üzere ölürse
"ona" âhirette "büyük" oldukça şiddetli ve çetin "bir
azabı tattırırız." Yüce Allah "muhakkak alabildiğine
büyükleneceksiniz" buyruğun-daki "büyük" (mealde alabildiğine)
lafzı da şiddetli ve çetin anlamındadır.
[17]
20. Bizim
senden önce gönderdiğimiz rasûller de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda
dolaşırlardı. Biz, bazınızı, bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz?
Rabbin, herşeyi çok iyi görendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:
[18]
Yüce Allah'ın:
"Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de..." buyruğu: "Bit
nasıl peygamberdir ki yemek yer ı?e pazarlarda dolaşır." (el-Furkan, 25/7)
diyen müşriklere cevab olmak üzere inmiştir. İbn Abbas dedi ki: Müşrikler,
Rasûlullah (sav)'ı fakir olduğundan dolayı ayıplayıp da: "Bu nasıl peygamberdir
ki yemek yer..." demeleri üzerine, Peygamber (sav) üzüldü. Bunun üzerine
bu âyet-i kerime ona teselli olmak üzere nazil oldu. Cebrail (a .s): es-Selamu
aleyke ya Rasûlallah, dedi. Rabbim olan Allah'ın sana selamını getirdim. O,
sana diyor ki: "Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de muhakkak
yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı." Yani dünya hayatında geçimlerini
elde etmenin yollarını ararlardı.
[19]
Yüce Allah'ın: "
Muhakkak yemek yerlerdi" buyruğu ile ilgili olarak şunu belirtelim: Eğer
haberinin başına "lâm" harfi gelecek olursa " Muhakkak"
edatının "hemze"si ancak esreli okunur. Burada "lam"
olmasaydı bile, yine ancak esreli okunabilirdi. Çünkü burada isti'nafiyyedir.
(Cümlenin başına gelmiştir]). Bütün nahivcilerin görüşü budur. en-Nehhâs dedi
ki: Ancak Ali b. Süleyman'ın bize Muhammed b. Yezid'den naklettiğine göre o
şöyle demiştir: Burada bu edatın hemzesi üstün de okunabilir. İsterse ondan
sonra "lam" harfi gelmiş olsun. Ancak zannederim bu, onun bir
ya-nılgisıdır,
Ebu İshak ez-Zeccâc
dedi ki: İfadede hazfedilmiş kelimeler vardır. Bu Biz senden önce ne kadar
rasûl gön-derdiysek. mutlaka onlar yemek yerlerdi" takdirinde olup, daha
sonra: "RasüJler" kelimesi hazf edilmiştir. Bunun hazfediliş sebebi
ise "gönderdiğimiz rasûlJer" buyruğunda buna delâlet edecek mananın
bulunmasıdır. Buna göre ez-Zeccâc'a göre mevsuf hazfedilmiş olmaktadır. Ona
göre de -el-Ferrânın dediği şekilde -sıla cümlesi bırakılıp mevsul ismin
hazfedil me-»ı caiz değildir. el-Ferrâ: Burada hazfedilen Kim, kimse"
ism-i mevsu-lüdür Yani: "Ancak kendileri yemek yiyen kimseleri f
.gönderdik)" demektir. O, bunu yüce Allah'ın: "Bizden herbirimiz için
bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur." (es-Saffat, 5~ 164) buyruğu ile:
"Şüphe yok ki aranızda oraya uğramayacak hiç kimse yoktur." (Meryem,
19/71) buyruklarına benzetmektedir. Sizin aranızdan oraya uğramayacak bir kimse
yoktur" demektir. Bu aynı zamanda ei-Kisaî'nin de görüşüdür.
Araplar da; "Ben
sana insanlar arasından muhakkak sana itaat edecek kimseyi gönderdim"
derler. Buna göre: "Muhakkak sana itaat edecek" ifadesi "Kimse"
nin sılasıdır. ez-Zeccâc der ki; Bu bir hatadır, çünkü buj'kimse" lafzı
ism-İ mevsuldur, haz-fedilmesi de caiz değildir,
Meanî alimleri derler
ki: Buyruk "Biz senden önce ne kadar rasûl gönderdiysek, mutlaka onlara
muhakkak kendilerinin yemek yedikleri söylenmiştir" anlamındadır. Buna delil
de; "Sana, şeyden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey
söylenmiyor" (el-Kasas, 41/43) buyruğudur.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
Burada: "Muhakkak onlar"ın hemzesinin; 'dan sonra esreli gelmesi
gizli "vav" harfi ile isti'naf,başlangıç dolayısı iledir. Yani; takdirindedir.
Bir kesimin kanaatine göre de Allah'ın: "Muhakkak yemek yerler"
ifadesi, def-İ hacete çıkarlar, ifadesinden kinayedir.
Derim ki; Bu ifade, bu
manada kullanılmış ise çok beliğ bir ifadedir. Nitekim yüce Allah'ın;
"Meryem oğlu Mesih bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan önce de
rasûller gelip geçmiştir. Anası ise sıddika bir kadındır. İkisi de yemek
yerlerdi. "(el-Maide, 5/75) buyruğu da buna benzemektedir.
"Ve pazarlarda
dolaşırlardı" buyruğundaki "dolaşırlardı" anlamındaki: ( îtjJÛi
) fiilini cumhur "ya" harfini üstün, "mim" harfini sakin ve
"şın" harfini de şeddesiz olarak okumuşlardır. Ali, İbn Avf ve İbn
Mes'ud ise "ya" harfini ötreli, "mim" harfini üstün,
"şın" harfini de üstün ve şeddeli olarak okumuşlardır ki bunun da
anlamı yürümeye davet olunur ve buna mecbur bırakılırlar, demek olur. Ebu
Abdu'r-Rahman es-Sülemî ise "ya" harfini ötreli,
"mim" harfini üstün, "şın" harfini
de şeddeli ve ötreli okumuştur ki bu da "dolaşırlardı" anlamındadır.
Nitekim şair şöyle demektedir:
"Develerin
çöktükleri geniş yerde yürüdü de,
Aralarından binilmesi
zor ile binilebilecek genç ve güzel develer aradı,"
Ka'b b. Züheyr de
şöyle demiştir:
"Geniş alanların
arslanları seslerini çıkaramazlar, ondan korktukları için Ve onun bulunduğu
vadide de yürümez (yiğitlerin) ayakları."
Burada
"şın"ın şeddeli olması, "yürümek" anlamındaki fiilin
manasını etkilememektedir.
[20]
Bu âyet-i kerime
sebeplere sarılmak ve ticaret, sanat ve daha başka yollarla geçimi sağlama
yoluna başvurmak hususunda temel bir dayanaktır. Bu anlamdaki açıklamalar daha
önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Ancak burada yeterli gelecek
kadarıyla bazı açıklamalarda bulunmak kasdıy-la şunları söylemek istiyoruz:
Günümüzün şeyhlerinden
birisi aramızdaki bir konuşma esnasında bana şunları söyledi: Peygamberler
(hepsine selam olsun) ancak zayıf ve güçsüz kimselere sebeplere sarılma
sünnetini öğretmek için gönderilmişlerdir.
Ben o kimseye cevap
olarak şunları söyledim: Bu ancak cahillerin, ahmakların, beyinsiz ayak
takımının ya da kitaba ve yüce sünnete dil uzatanların söyleyebilecekleri bir
sözdür. Yüce Allah kitab-ı kerim'inde seçkin kullan, rasûlleri ve peygamberleri
hakkında sebeplere sarıldıklarını ve rızık kazanmak için bir takım iş ve
meslekleri icra ettiklerini haber vermektedir. Sözü hak olan yüce Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır: "Ve Biz ona sizin faydanıza... giyecek (zırh) yapma
sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80); "Bizim senden önce
gönderdiğimiz rasûfler de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı."
İlim adanılan, yani ticaret yaparlar, meslek icra ederlerdi, demektir.
Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; "Rızkım mızrağımın gölgesi altında
kılındı.[21] Yine yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş yiyin.
"(el-Enfal, 8/69)
Ashab-ı Kiram da
(Allah onlardan razı olsun) sahib oldukları mallarıyla ticaret yapar, çeşitli
meslekler icra ederler, kendilerine muhalefet eden kâfirlerle de savaşırlardı.
Acaba bunlar sizin görüşünüze göre zayıf kimseler mi idiler? Hayır, Allah'a
yemin ederim ki onlar güçlü kuvvetli kimselerdi. Onlardan sonra gelen salîh
halefleri de onlara uymuştur. Onların izledikleri yolda hidayet vardır ve o
yol İzlenerek doğru yol bulunur.
Bana şunları söyledi:
Onların bu yollara başvurmaları kendilerine uyulmaları gereken önderler
oluşlarından dolayıdır. Böylelikle onlar zayıf kimseler için (örnek olmak
maksadıyla) doğrudan bu işlerle uğraştılar. Bizzat kendileri adına ise öyle
değildiler. Ashab-ı Suffe'nin durumu bunu açıkça ortaya koyar.
Dedim ki: Eğer durum
böyle olsaydı, onların da onlarla birlikte Allah Ra-sûlünün de durumu
açıklamaları gerekirdi. Nitekim Kur'ân-i Kerîm'de yüce Allah'ın şu buyrukları
sabittir: "insanlara, kendilerine ne indirildiğini açık-layasın... diye
sana da bu zikri (Kur'an'ı) indirdik."(en-Nahl, 16/44); "Muhakkak
indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidayeti insanlara kitapta apaçık bir
şekilde bildirdikten sonra gizleyenler var ya..." (el-Bakara, 2/159) Bu
hususlar ise apaçık bilgi ve hidayetin kapsamı içerisindedir. Ashab-ı Suffa'ya
gelince, onlar hallerinin elverişli olmadığı sıralarda İslâmın misafiri
idiler. Peygamber (sav)'a bir sadaka geldi mi özellikle onlara verirdi. Bir
hediye gelecek olursa, onlarla birlikte o hediyeden yerdi. Bununla birlikte
rızık peşinde gider gelirler, Rasûlullah (sav)'ın hane-i saadetlerine su taşırlardı.
Buhârî ve başkaları onları böylece anlatmaktadır. Daha sonra yüce Allah
müslümanların çeşitli ülkeleri fethetmelerini müyesser kılıp, onlar için imkanları
hazırlayınca hepsi de komutanlık ve emirlik makamlarına geldiler ve sebeplere
sarılmakla da emrolundular. Diğer taraftan böyle bir iddia Peygamber (sav)'ın
ve Ashab-t Kiram'ın zayıf olduklarını da ifade eder. Çünkü onlar meleklerle
desteklenmiş ve melekler aracılığıyla onlara sebat verilmiş kimselerdi. Eğer
güçlü kuvvetli kimseler olsalardı, meleklerin desteğine ve yardımına
ihtiyaçları olmazdı. Zira bu da zafer ve yardımın sebepleri arasındadır. Bu
şekilde bir görüş ileri sürmekten Allah'a sığınırız, bu anlamı verecek sözler
söylemekten Allah'a sığınırız. Bilakis sebeplere sarılmayı, gerekli yollara
başvurmayı kabul etmek, Allah'ın ve O'nun Rasûlünün bir sünnetidir. .
Açıklanmış olan hak budur. Müslümanların icma ile kabul ettikleri dosdoğru yol
da budur. Aksi takdirde sözü hakkın kendisi olan yüce Rabbimizin:
"Siz de onlara
karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen
atlar
hazırlayın..." (el-Enf-A, 8/60) buyruğunun yalnızca zayıf kimseler hakkında
olması gerekirdi. Bütün hitabların da aynı şekilde olması icab ederdi.
Kur'ân-ı Kerîm'de yüce
Allah, kelimi Musa'ya hitab ettiğinde: "Asanla denize ııur.*(eş-Şuara,
26/63) diye buyurmuştur. Oysa asaya vurmadan da yüce Allah denizi yarmaya
kadirdir. Aynı şekilde Meryem'e (selam ona) de: "O kuru kurma ağacım
kendine doğru salla."(Meryem, 19/25) diye buyurmuştur. Halbuki o hurma
ağacını sallamaksızın ve yorulmaksızın Cenab-ı Allah oradan hurmaları indirmeye
kadirdir. Bütün bunlarla birlikte ilahi lutfa maz-har olup, kendisine yardım
olunacak yahut duası kabul olunacak, ya kendisi ya da başkası hakkında bir
keramet ile taltif olunabilecek bazı şahısların olabileceğini de inkar
etmiyoruz, fakat böyleleri vardır diye, kalkıp küllî ve genel kaideler ile
güzel emirler yıkılmaz.
Heyhat, heyhat! Bir
kimse kalkıp yüce Allah: "Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır"
(ez-Zariyat, 51/22) diyerek buna karşı çıkamaz. Biz buna şöyle deriz: Yüce
Allah doğru söylemiştir. Onun şerefli Rasûlü de doğru söylemiştir. Burada
nzıktan kasıt te'vil ehlinin icmaı ile yağmurdur. Buna de- de yüce Allah'ın şu
buyruklarıdır "Ve O gökten size bir nzik indirendir." (el-Mu'min,
40/13); "Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçeler ve
biçilen taneler bitirdik." (Kâf, 50/9) Şimdiye kadar semadan insanlara
ekmek dolu tabakların ve et dolu tencerelerin indiği de görülmemiştir. Aksine
bunların elde edilmesi için sebeblere sarılmak asli bir kaidedir. Peygamber
(sav)'ın: "Rızkı yerin gizliliklerinde arayınız"[22]
sözünün anlamı da budur. Yani yeri sürünüz, kazıyınız ve oraya ağaç dikiniz.
Çünkü Arapçada bir şeye bazen sonuçta varacağı hususun adı da verilebilir.
İşte yağmura nzık denilmesinin sebebi, rızkın onun vasıtası ile ortaya
çıkmasıdır. Bu da Arap dilinde meşhur bir anlatım tarzıdır.
Peygamber (sav)'da
şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi birinizin ipini alıp, sırtı üzerinde
odun taşıması herhangi bir kimseden -ona versin ya da vermesin- dilencilik
etmesinden daha hayırlıdır. "[23]
Bu, herhangi bir emek
harcamaksızın yerde biten ot ve odunlar için böyledir. Dağda insanlarla hiçbir
ilişkisi olmayan bir adamın varlığını düşünecek olsak dahi bu kimsenin
toprakların ve tepelerin bitirdiklerini toplamak için yerinden çıkıp ayrılması
kaçınılmazdır. Tâ ki bunlardan geçimini kendisiyle sağlayacağı şeyleri elde
edebilsin. İşte Peygamber (sav)'ın şu hadisinin anlamı da budur: "Şayet
sizler Allah'a hakkıyla tevekkül edecek olsaydmız, elbettekİ sabahleyin
kursakları bomboş ve aç gidip, akşamleyin kursakları dolu ve tok olarak geri
dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi rızkınız verilirdi. "[24]
İşte kuşların gidiş ve
gelişleri birer sebeptir. Gerçekten de sebeplerden el etek çekip gerçek manada
mütevekkil olduğunu iddia ederek, yolların kenarlarında oturan, buna karşılık
dosdoğru yolu ve apaçık sirat-ı müstakimi terkeden kimselere hayret edilir.
BuhâiTde İbn Abbas'tan
şöyle dediği sabit olmuştur: Yemen halkı haccederler, buna karşılık
beraberlerinde azık almazlar ve bizler mütevekkil kimseleriz, derlerdi. Hacca
geldiler mi bu sefer insanlardan dilencilik yapmaya koyulurlardı. Bunun üzerine
yüce Allah: "Bir de azık edinin." (el-Bakara, 2/197) buyruğunu
indirdi.[25]
Peygamber (sav)'dan ve
Ashab-ı Kiram'ından beraberlerinde gerekli azığı almaksızın yolculuğa
çıktıklarına dair bir nakil gelmiş değildir. Onlar gerçekten Allah'a tevekkül
eden kimselerdi. Tevekkül kalbin sıkıntılarını gidermek ve maksatlarını
gerçekleştirmek noktasında Rabbe güvenip dayanması, sonra da bu husustaki
mücerred emir dolayısıyla sebeplere sarılması-dtr. İşte hak budur.
Bir adam Ahmed b.
Hanbel'e: Ben tevekkül ederek haccetmek istiyorum demiş. O da: Tek başına yola
koyul demiş. Hayır, insanlarla birlikte çıkacağım deyince, bu sefer ona: O
halde sen onların beraberlerindeki ekmek torbalarına güvenip, çıkmak isteyen
birisisin demiş. Biz bütün bu hususları "Ka-m'u'l-Hırsi bi'z-Zühdi
ve'1-Kana'a ve Raddu Zülli's Suali bi'1-Kesbi ve's-Sınâa (Zühd ve kanaata
sarılmakla hırsın kökünü kazımak, kazanmak ve meslek icra etmek suretiyle de
dilenciliğin zilletini bertaraf etmek)" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz.
[26]
Müslim'in, Ebu Hureyre
yoluyla kaydettiği rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: 'Yerler
arasında Allah'ın en çok sevdiği mescitlerdir. Allah'ın en çok buğzettiği
yerler ise çarşı-pazarlarıdır."[27]
el-Bezzâr'ın
rivayetine göre Selman-ı Farisî şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Eğer imkanın olursa çarşı-pazara ilk giren kişi ve oradan son çıkan kişi
olma. Çünkü orası şeytanın mücadele yeridir, sancağını da oraya diker. "^
Bu hadisi Ebubekr el-Berkanî senedini kaydederek, Ebu Muhammed Abdu'1-Ğani b.
Said el-Hafız'dan -Asım'in rivayeti ile- Ebu Osman en-Nehdfden o Selman'dan
rivayetle zikretmiştir. Selman dedi ki; Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Sakın çarşı-pazara İlk giren ve oradan son çıkan kişi olmaya-sın. Çünkü
şeytan orada yumurtlamış ve orada yavrulamıştır."[28]
Bu hadislerde
çarşı-pazarlara girmenin mekruh oluşuna delil teşkil edecek ifadeler vardır.
Özellikle erkek ve kadınların biribirleriyle karışık olduğu bu dönemlerde bu
böyledir. Bizim ilim adamlarımız da böyle demiştir. Buna se-beb İse
çarşı-pazarlarda batılın çoğalmış ve münkerterin açıkça işlenmeye başlanmış
olmasıdır. Fazilet sahibi ve dinde kendilerine uyulan kimselerin, Allah'a
isyan olunan bölgelerden uzak kalmak suretiyle temizliklerini korumaları için
bu gibi yerlere girmeleri mekruh görülmüştür. O halde çarşı-pazar-da bulunmak
gibi ilahi bir belaya maruz kalmış olan kimselerin, şeytanın ve şeytanın
askerlerinin bulunduğu bir yere girdiklerini hatırlarından çıkartmamaları,
orada devamlı kalacak olurlarsa helak olacaklarını bilmeleri gerekir. Bu halde
olan bir kimse, zaruret ve ihtiyacı kadarı orada bulunur ve çarşı-pa-zarda
bulunmanın kötü akıbet ve belâsından sakınmaya çalışır.
[29]
Peygamber (sav)'ın
çarşı-pazarı savaş alanına benzetmesi güzel bir benzetmedir. Çünkü savaş alanı
çarpışma yeridir. Böyle bîr isim, orada kahramanların çarpıştığından dolayı
verilmiştir. Biri, diğerini yıkmaya çalışır. İşte çarşı-pazar ile şeytanın
orada yaptıkları ve pazardakilere verdiği zararlar neticesinde hile ve
aldatmalara başvurup, fasit al iş-verişler, yalanlar, yalan yere yeminlere
aldırış etmeyip, seslerin birbirine karışması ve daha benzeri diğer hususlar,
savaş alanındaki çarpışmaya ve o meydanlarda yere yıkılan kimselere
benzetilmiştir.
[30]
İbnu'l-Arabî der ki:
Yemek yemek insanlar için zorunlu bir ihtiyaçtır. Bunda utanılacak bir şey
olmadığı gibi kişinin kendisini sorumlu hissetmesini gerektiren bir ciheti de
yoktur. Çarşı-pazarlara gelince, ben ileri gelen ilim adamlarının şöyle
dediklerini duymuşumdur: Kişi ancak kitap ve silah pazarına girer. Bana göre
ise kişi ihtiyaç duyduğu her çarşı-pazara girer. Ancak orada yemek yemez. Çünkü
bu mertliğe aykırıdır ve kişinin heybetini ortadan kaldırır. Bu hususta
uydurulmuş hadislerden birisi de: "Çarşıda yemek yemek aşağılık bir
davranıştır" sözüdür.
Derim ki: İlim
adamlarının bu söyledikleri çok güzeldir. Çünkü sözünü ettikler' pazarlarda
kadınlara bakmak, onlarla karışmak söz konusu değildir. Zira kadınların böyle
bir şeye ihtiyaçları yoktur. Bunların dışındaki çarşı-pa-zarlar ise kadınlarla
dolup taşmaktadır ve çoğunlukla da hayaları oldukça azdır. Öyle ki çarşı-pazarda
bir kadının ve başka yerlerde ziynet yerlerini, açılmaması gereken yerlerini
açmış olduğu halde oturduğunu görebiliyoruz. Bu ise günümüzde oldukça yaygın
münkerlerdendir. Gazabından yüce Allah'a sığınırız.
[31]
Ebû Dâvûd et-Tayalisî
Müsned'inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Hammad b. Zeyd anlattı, dedi ki:
Bize Zübeyr hanedanının kahrumanı (hazinedarı) olan Amr b. Dinar anlattı. O
Salim'den, o babasından, o Ömer b. el-Hattab'dan dedi ki; "Her kim şu
pazarlardan birisine girip de;
Allah'tan başka hiçbir
ilah yoktur, bir ve tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur, mülk yalnız O'nundur,
hamd O'nadır. Öldürür ve diriltir, O hayy'dır, asla ölmez. Hayır yalnız O'nun
elindedir, O'nun herşeye gücü yeter, diyecek olursa, Allah ona bir milyon
hasene yazar ve ondan bir milyon günahı siler. Ayrıca onun için cennette bir
köşk yapar. "[32]
Bunu Tirmizî de
rivayet etmiş ve: "Onun bir milyon günahını siler" dedikten sonra
şunları da ijave etmiştir: "Onu bir milyon derece yükseltir ve onun için
cennette bir ev inşa eder." Tirmizî dedi ki: Bu garib bir hadistir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bu kişinin orada, orayı itaatia -masiyette gömüldüğü bir sırada- raa'mur etmek
için, gaflet ile atalete düşürülmüş olduğu bir sırada zikirle süstemek için,
cahillere öğretmek, unutanlara da hatırlatmak maksadıyla, yalnızca O'nun
rızasını kasdederek oralara gitmesi halinde böyledir.
[33]
"Biz bazınızı,
bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz?" Yani dün- . ya bir imtihan
yurdudur. Şanı yüce Allah, mü'miniyle, kâfiriyle bütün insanları birbirine
imtihan aracı kılmayı murad etmiştir. Sağlıklı kimse hastanın,
zengin fakirin, sabreden fakir zenginin imtihan
aracıdır. Bunun anlamı da herkesin diğeriyle denenmekte olduğudur. Zengin,
fakir ile imtihan edilir. Zenginin onu kollayıp gözetlemesi onunla alay
etmemesi gerekir. Fakir de zengin ile imtihan edilir. Onu kıskanmaması, ondan
kendisine verdiği şeylerden başkasını almaması gerekir. Her ikisinin de hak
üzere sabretmeleri icab eder. Nitekim ed-Dahhâk: «Sabredecek misiniz?"
buyruğu ile ilgili olarak hak üzere sabredecek misiniz? diye açıklamada
bulunmuştur.
Çeşitli belalara
mübtelâ olan kimseler: Niye bi2 bir türlü sağlık ve afiyete kavuşamıyoruz?
derler. Gözü görmeyen kişi, ben niye gözü gören kimse gibi değilim? der.
Kısacası herbir musibet sahibi bu kabilden düşünür. Nübüvvet şerefine nail
olmuş, o yüce Rasûl de kendi dönemindeki kâfirlerden olup, insanların
eşrafından olanlar için bir sınama aracıdır. İlim adamları ve adaletle
hükmedenlerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve dediler ki: Bu Kur"ân iki kasabanın birindeki büyük bir adama
indirilmeli değil miydi?'" (ez-Zuhruf, 43/31)
O halde burada
"fitne" imtihan çeşitli belalarla mübtela kimsenin sağlıklı kiı ;eyi
kıskanması, sağlıklı kimsenin de belalara maruz kalmış olanı hakir görmesidir.
Sabır bu iki kesimden
herbirisinin kendi haline göredir. Birisi azgınlaşmama suretiyle, diğeri ise
halinden usanmamak suretiyle sabretmiş olur.
"Sabredecek
misiniz?" sorusunun cevabı hazfedilmiştir. Yani yoksa etmeyecek misiniz?
takdirindedir. Bu soru el-Müzenî'nin dediği türden şu cevabı gerektirir.
el-Müzenî ihtiyacı dolayısıyla evinden dışarıya çıkmış, hadım bir ki.nsenin
kafileler arasında binekler üzerinde (debdebe içerisinde) olduğunu görmüş,
içinden bir şeyler geçirmiş. Bu sırada "sabredecek misiniz?" âyetini
okuyan birisinin sesini işitince: Edeceğiz, Rabbimiz. Sabredeceğiz ve ecrimizi
Allah'tan bekleyeceğiz, demiş.
İmam Malik'in
arkadaşlarından İbnu'l-Kasım, Eşheb b, Abdu'l-Aziz'in mülk debdebesi içerisinde
yanından geçtiğini görünce, bu âyet-i kerimeyi okumuş, sonra da kendi
kendisine: Sabredeceğiz, diye cevap vermiştir.
Ebu'd-Derdâ'dan
rivayete göre o Peygamber (sav)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Cahilden
dolayı alimin, alimden dolayı cahilin, kölesinden dolayı efendisinin,
efendisinden dolayı kölesinin, zayıftan dolayı güçlü kimsenin, güçlü kimseden
dolayı zayıf kimsenin, yönetilenlerden dolayı yöneticinin, yöneticiden dolayı
yönetilenlerin vay haline! Bunların biri diğerinin imtihan aracıdır, fitne
sebebidir. İşte yüce Allah'ın: "Biz bazınızı, bazınıza imtihan kıldık.
Sabredecek misiniz?" buyruğu bunu ifade etmektedir.[34]
Bu hadisi es-Sa'lebî
senedini kaydederek zikretmiştir. Allah onu rahmetine garketsin.
Mukatil der ki: Bu
âyeti kerime Ebu Cehil b. Hişam, el-Velid b. el-Muği-re, el-Âs b. Vail, Ukbe b.
Ebi Muayt, Utbe b. Rabia ve en-Nadr b. el-Haris'in hakkında Ebu Zerr, Abdullah
b. Mes'ud, Ammar, Bilal, Suheyb, Âmir b. Fu-heyre, Ebu Huzeyfe'nin mevlası
Salim, Ömer b. el-Hattab'ın mevlası Mihca1, el-Hadramî'nin mevlası Cebr ve
benzerlerini görüp de alay yollu: Biz de müs-lüman olalım da bunlar gibi mi
olalım? demeleri üzerine inmiştir. Böyle dedikleri için yüce Allah bu
mü'minlere hitab ederek: Görmüş olduğunu2 bu sıkıntı ve fakirlik hali üzere
"sabredecek misiniz?" buyruğunu indirmiştir. O halde "sabredecek
misiniz?" buyruğunun hikmetlerine vakıf olabilmek, Mu-hammed (sav)'ın
ümmeti arasında buna hak kazanmış has mü'minler içindir. Sanki yüce Allah
kâfirlere mühlet verip onlara genişlik vermeyi mü'minler için bir fitne yani
onlar için bir deneme, bir imtihan kılmış gibidir. Müslümanların sabretmeleri
üzerine yüce Allah da haklarında: "İşte onlar sabrettiklerine karşılık
bugün Ben de gerçekten onları mükafatlandtrdım." (el-Mu'mi-nun, 23/111)
buyruğunu İndirdi.
[35]
"Rabbİn herşeyi
çok iyi görendir." Yani O, sabreden ya da etmeyen, iman eden ya da
etmeyen, üzerindeki hakları eksiksiz yerine getiren ya da getirmeyen herkesi
görür.
Bir açıklamaya göre;
"sabredecek misiniz" buyruğu sabrediniz!" anlamındadır. Yüce
Allah'ın: "Vazgeçtiniz artık değil mi Cel-Mâide, 5/9D buyruğunun
"vazgeçiniz" anlamında oluşu gibi. O halde bu, Peygamber (sav)'a sabretmesi
için verilmiş bir emirdir.
[36]
21. Bizimle karşılaşacaklarını ümit etmeyenler
dediler kî: "Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil
miydik?" Andolsun ki onlar kendi kendilerine büyüklenip azgınlık yapmakta
çok ileri gittiler.
22.
Melekleri görecekleri gün, İşte o gün günahkârlara müjde yoktur ve:
"Sizlere müjde yasak edilmiştir, yasak" derler.
"Bizimle
karşılaşacaklarını Ümit etmeyenler dediler ki..." Kasıt Öldük ten sonra
dirilmekten ve Allah'ın huzuruna çıkmaktan korkmayanlardır. Yani buna iman
etmeyenlerdir. Şair der ki:
"Bir arı soktuğu
zaman onu, korkmaz onun sokmasından, Ve onun kovanında işçi arılar onun yerine
geçmiştir."[37]
"Ümit
etmeyenler"in aldırmayanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim
şair şöyle demektedir:
"Yemin olsun ki
ben müslüman olduğum takdirde aldırmam[38]
Allah yolunda yere yıkılışım hangi yanıma olursa olsun."
İbn Şecere de bunu
ümit etmeyenler, "ummayanlar" diye açıklamıştır. Şair der ki;
"Hüseyin'i
öldürmüş bir topluluk ümit eder mi ki Hesap gününde dedesinin şefaatini?"
"Bize melekler
indirilmeli" ve Muhammed'in doğru sözlü olduğunu
söylemeli "veya Rabbimizi" gözlerimizle
"görmeli" ve böylelikle onun bize rasûl olduğunu haber vermeli
"değil miydi?" Niye bütün bunlar böyle olmadı?
Bunun bir benzeri de
yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Dediler ki; Bize yeryüzünden bir pınar
fışkırtmadıkça sana iman etmeyeceğiz" buyruğundan itibaren: ''Yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza topluca getiresin." (el-İsra, 17/90-92)
buyruğuna kadar olan bölümlerdir.
Yüce Allah şöyie
buyurmaktadır: "Andolsım ki onlar kendi kendilerine
büyüklenlp" yüce Allah'tan olmayacak aşın
taleplerde bulundukları için "azgınlık yapmakta çok îleri gittiler."
Çünkü melekler ancak ya ölüm esnasında yahutta azabın indirilmesi sırasında
görülebilirler. Şanı yüce Allah'ı ise gözler idrâk edemez. Gözleri asıl O
idrak eder. Hiçbir göz O'nu göremez.
Mu katil: "Azgınlık"
kelimesini yeryüzünde üstünlük taslamak diye açıklamıştır, "( J^Jl>
Küfrün en şiddetlisi ve zulmün en çirkini" demektir. Onlar mucizelerle ve
bu Kur'ân ile yetinmediklerine göre meleklerin göndericin: r.isi: yeterli
görebilirler? Hem onlar melekleri ve şeytanları birbirlerinden ayırt edemezler
Ayrıca kendisinin melek olduğunu iddia edecek kimsenin bir mucize göstermesi
de kaçınılmaz bir şeydir. Bunlar bir mucize gördükten sonra artık herhangi bir
mucize talebinde de bulunamazlar. Diğer taraftan: "Melekleri görecekleri
gün, işte o gün günahkârlara müjde yoktur" buyruğu melekleri ölüm halı
dışında hiç kimsenin göremeyeceğini anlatmaktadır. O halde mü'minleri cennetle
müjdelerler. Müşrik ve kâfirleri ise canları çıkıncaya kadar demirden
tokmaklarla döverler.
"Sizlere müjde
yasak edilmiştir yasak, derler." Yani melekler; iâ ilahe illaflah deyip
onun gereklerini yerine getirenlerin dışında kalanlara cennete girmek haramdır
haram, diyecekler. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır. Bir görüşe
göre bu sözler kıyamet gününde söylenecektir. Bunu da Mücahid ve Atiyye
el-Avfî söylemiştir. Atiyye dedi ki: Kıyamet gününde melekler mü'minleri müjde
ile karşılarlar. Kâfir bu durumu göreceği vakit, o da, keşke böyle bir müjde
ile karşıîaşsaydı diye temenni edecek, ancak meleklerden böyle bir müjdeyi
alamayacaktır.
"Görecekleri
gün" buyruğunun nasb ile gelmesi, melekleri görecekleri gün günahkârlara
müjde verilmeyecektir, takdirinde olduğundan dolayıdır. "Ogün" lafzı
daha önce geçen "görecekleri gün"dekİ "gün" lafzını te'kid
için gelmiştir.
en-Nehhâs:
"Görecekleri günde 'gün" anlamındaki İafzın "Müjde" ile
mansub olması caiz değildir, der. Çünkü nefy durumunda olan bir lafız
makablinde (kendisinden önceki bir lafızda) amel edemez. Ancak burada anlamın
şu şekilde olması takdir edilebilir: Melekleri görecekleri gün onlara müjde
verilmesi engellenecektir. Böyle bir haıfin bulunduğuna bundan sonraki ifadeler
delil teşkil etmektedir. İfadenin takdiri şöyle de olabilir: Melekleri
görecekleri günde hiçbir müjde olmayacaktır. Bu durumda "işte o gün*
buyruğu te'kid edici olur. Anlam şöyle de olabilir: Melekleri görecekleri günü
hatırla! Daha sonra yeni bir cümle ile şöyle buyurulmuştur: "İşte o gün
günahkârlara müjde yoktur. Sizlere müjde yasak edilmiştir yasak, derler."
Yani melekler de şöyle derler: Onlara müjde verilmesi kesinlikle yasaktır,
mü'minler müstesna. Şair şöyle demektedir:
"Şunu bilin ki
Esma benim için haram mı haramdır artık, Ve ben onu d en yakm kayınlarından bir
kayın oluverdim."
O bu sözleriyle Esma
artık benim için kesinlikle haramdır, demek istemiştir.
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"en-Nahletul-Kusvâ
(denilen vadi)'ye şevk duydu da,
Dedim ki ona: O
musibctli yerler (bizim için) yasak mı yasaktır."
el-Hasen'den rivayete
göre o: "Yasak edilmiştir, derler"
buyruğunda
günahkârların sözü sona ermektedir ve vakıf yapılır. Bundan sonra da yüce
Allah: Onların himaye edilmeleri yahut koruma altına alınmaları
"yasaktır" diye cevap vermiştir. Yüce Allah, kıyamet gününde bunu onlara
yasaklamış olacaktır.
Birincisi, İbn
Abbas'ın görüşüdür. el-Ferrâ da bu görüşü benimsemiştir. Bu açıklamayı nakleden
de İbnu'l-Enbarîdİr.
el-Hasen ve Ebu Recâ
Yasak" kelimesini "ha" harfi ötreli okumuşlardır. Ancak
diğerleri bunu esreli okurlar.
Denildiğine göre; bu
sözleri kâfir kimseler kendilerine söyleyeceklerdir. el-Maverdî'nin
naklettiğine göre de bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Bir diğer görüşe göre bu,
kâfirlerin meleklere söyleyecekleri bir sözdür ve bu bir istiâze (sığınma)
sözüdür. Cahiliye döneminde bu, bilinen bir sözdü. Bir kimse korktuğu bir kişi
ile karşılaşacak olursa, dermiş. Yani senin bana herhangi bir şekilde taaruzda
bulunman haramdır. Mansub olarak gelmesi ise " Sana yasak kılıyorum yahut
Allah sana bunu yasaklar" anlamında oluşundan dolayıdır. Hayvanları sula
ve otla anlamında; demeye benzer. Yani günahkârlar meleklerin kendilerini
cehennem ateşine attıklarını göreceklerinde sizden Allah'a sığınırız, diyeceklerdir.
Bu açıklamayı el-Kuşeyrî nakletmiştir. Bu anlamdaki bir açıklamayı da
el-Mehdevî, Mücahid'den nakletmiştir.
Bir diğer görüşe göre
"Yasaktır" sözü günahkarların sözlerinden, "Yasak" sözü ise
meleklerin sözlerindendir. Yani onlar meleklere sizin bize herhangi bir şekilde
taarruz etmenizden Allah'a sığınırız diyecekler, buna karşılık melekler de
böyle bir günün kötülüğünden sizin himaye edilmeniz yasak kılınmıştır,
diyeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmışur.
[39]
23.
İşledikleri amellerinin önüne geçip onu havaya saçılmış toz zerreleri yaparız.
24. O gün
cennetliklerin kalacakları yer, çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok
güzeldir.
"İşledikleri
amellerinin önüne geçip..." buyruğu kıyamet gününün ne kadar büyük
olacağına dikkat çekmektedir. Yani Biz o gün günahkârların kendi kanaatlerine
göre iyi kabul ettikleri herbir amele yöneleceğiz.
Mesela, birşeye
yönelmeyi anlatmak üzere: "Filan kişi şu işe yöneldi, onu kastetti"
denilir. Mücahid der ki: " Önüne geçeriz" Biz ona kasdeder, ona
yöneliriz, demektir. Recez vezninde şair şöyle demektedir:
"O sapık
Hariciler geldiîer, Rablerinin kullarına ve şöyle dediler: Sizin kanlarınız
bize helâldir."
Bunun, meleklerin
gelişi hakkında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah fa-il-i hakiki olduğu için
bunu kendi nefsiyle ilgili olarak bildirip, ondan öylece haber vermiştir.
"Onu havaya
saçılmış toz zerreleri yaparız." Yani ondan herhangi bir şekilde
faydalanılmaz. Bu da; onu küfürleri dolayısıyla boşa çıkardık, demektir.
"Toz
zerrecikleri" lafzı aslında hemzeli değildir. İki sakinin arka arkaya
gelmesi dolayısıyla hemzeli olmuştur. Bu kelimenin küçültme ismi ref halinde; diye
gelir. Nahivcilerde ref halinde; diyenler de vardır. Bunu en-Nehhas nakletmektedir.
Tekili; şeklinde, çoğulu da; şeklinde gelir. el-Haris b, Hillize bir dişi
deveyi anlatırken şöyle demektedir
"Ayaklarının
çıkardığı tozlarla yere hızlı basışından; Zerrecikleri andıran bir toz bulutu
görürsün."
el-Haris, Ali
(r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: ''Havaya saçılmış toz
zerrecikleri" demek, küçük havalandırma deliğinden giren güneş ışıklarıdır.
el-Ezherî der ki: Havalandırma deliğinden güneşin ışığında çıktığı görülen
tozu andıran şeydir. Buyruğun te'vili de şöyledir: Yüce Allah onların
amellerini boşa çıkartacaktır. Onlann bu amelleri havaya savrulmuş toz
zerrecikleri durumunda olacaktır.
"Etrafa saçılmış
zerrecikler" ise atın toynaklarıyla çıkardığı toz demektir. ise etrafa
dağılmış demektir. İbn Arafe: İnce toz, toprak" anlamındadır, der.
el-Cevherî der ki: Bu toz yukarı doğru yükselecek olursa "Toz yükseldi,
yükselir, o tozu ben çıkardım" denilir. da toz demektir. Şair Ru'be der
ki:
"Kaybolduktan
sonra onun kalıntıları görünür bize, Serap kesitleri ile ince toz bulutları arasında."
"Toprağı adeta
tozu andıracak kadar ince olan yer, demektir. Bir diğer açıklamaya göre; bu,
rüzgarların etrafa savurduğu kuru" ağaç yapraklan demektir. Bu açıklamayı
da Kata de ve İbn Abbas yapmıştır. Yine İbn Abbas'ın dediğine göre bu ifade,
yere dökülmüş su anlamındadır. Bunun kül anlamına geldiği de söylenmiştir ki;
bu açıklamayı Ubeyd b. Ya'lâ yapmıştır.
"O gün
cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok
güzeldir" buyruğuna dair açıklamalar daha önce: "De ki: Acaba bu mu
hayırlıdır yoksa muttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mt^Cel-Furkan, 25/15)
buyruğu açıklanırken yapılmıştır.
en-Nehhâs der ki:
Kûfe'liler: "Bal sirkeden tatlıdır" demeyi uygun görürler. Ancak bu
kabul edilmeyen bir görüştür. Çünkü filan kimse, filan kimseden hayırlıdır,
sözü onun hayrı daha fazladır demektir. Sirkenin tatlı olması ise söz konusu
değildir. Yine hristiyan, yahudiden hayırlıdır demek caiz değildir. Zira her
ikisi de hayırsızdır. Böyİe bir ifade kullanılacak olursa, bunlardan birisinin
diğerinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. Bunun yerine yahu-di hristiyandan
daha kötüdür, denilir. Arapçada kullanım bu şekildedir.
"Kalacakları
yer" lafzının (buradaki "hayırlı" nitelemesi) "daha
üstündür" anlamında ism-i tafdil olmadığı kabul edilecek olursa, zarf
olarak nasb edilmiştir. İfade de: Onlar için karar kılınacak bir yerde bîr
hayır var-dtr, demek olur. Eğer bu ism-i tafdil oîursa, o takdirde temyiz
olarak nasb edilmiş demektir. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve el-Mehdevî yapmıştır.
Katâde dedi ki:
"Dinlenecekleri yer çok güzeldir" ifadesi konaklayacakları ve
barınacakları yer demektir. Bir açıklamaya göre; bu, Arapların bildikleri bir
şey olan günün ortasındaki dinlenmek (kaylûle)'den gelmektedir. Mer-fu olan 5u
"hadis te bu kabildendir: "Şüphesiz ki şanı yüce ve mübarek olan
Allah, mahlukatın hesabını yarım gün kadar bir sürede bitirecektir. Cennec ehli
cennette öğle vakti istîrahatlerine çekilecektir, cehennem ehli de cehenneme
çekileceklerdir." Bunu el-Mehdevî zikretmiştir.
İbn Mes'ud dedi ki:
Kıyamet gününde cennetlikler dinlenmek üzere cennete, öbürleri de cehenneme
gitmedikçe dünya gündüzünün yansı kadarhk bir süre, kıyamet gününde geçmiş
olmayacaktır. Daha sonra da: " Sonra da onların dönüşleri şüphesiz ki
cahîme olacaktır" buyruğunu okudu. Bu buyruk: Sonra dönüşleri muhakkak cehenneme
olacaktır"anlamındaki es-Saffat, 37/68 âyeti) İbn Mes'ud'un kıra-' atinde
böylecedîr.
İbn Abbas dedi ki: O
günde hesap, günün ilk saatlerinde görülecektir. Cennet ehli dinlenmek üzere
cennete, cehennemlikler de cehenneme çekileceklerinde kıyamet gününün henüz
yarısı bitmiş olmayacaktır. "Haydi sizler kay-lûleye çekiliniz. Şüphesiz
ki şeytanlar kaylûleye çekilmezler"[40] diye
gelen rivayet de bu kabildendir.
Kasım b. Esbağ da Ebu
Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini zikretmektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Miktarı ellibin yıl olan bir günde" (el-Meâric, 70/4) Ben: O gün ne
kadar da uzundur! deyince, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde
olana yemin ederim ki; o gün mü'mine o kadar çok hafifletilecektir ki onun için
dünyada kılmış olduğu bir farz namazdan dahi daha hafif (çabuk)
gelecektir."[41]
25. Ve o gün
gökyüzü bulutla yatılacak, melekler ardı arkasına İndirileceklerdir.
26. O gün hak mülk, yalnız Raimran'indır. O gün
kâfirlere çok zordur.
"Ve o gün gökyüzü
bulutla yarılacak" buyruğu, göğün bulutla yarılaca-ğı günü hatırla,
demektir. Âsim, el-A'meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Ebu Amr "şin"
harfini şeddesiz olarak; "Yarılacak" şeklinde okumuşlardır. Bunun
aslı iki "te" iledir. Hafifletmek maksadıyla birincisini
hazfetmişlerdir. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise iki
"te"den birini "şin"e id-ğam ederek "şin" harfini
şeddeli olmak üzere; dîye okumuşlardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih
etmiştir. Kaf Sûresi'nde (50/44. âyette) de böyledir.
"Bulutla"
ise "Bulutlar üzerinden" demektir. Bu şekilde "be" ile;
"... den" biribirinin yerine kullanılır.
Mesela; "Yayla ok
attım" denilir (bu iki edat, biri diğerinin yerine kullanılabilir).
Rivayet edildiğine göre sema sisi andıran incelikte beyaz bir bulut üzerinden
çatlayacak, yanlacaktır. Bu olay ancak İsrailoğulları için Tih'te bulundukları
vakit olmuştu. Sisler arasından semanın ya-nldığını görmüşlerdi, Yüce Allah'ın:
"Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine
gelivermesinden... başkasını mı bekliyorlar?" (el-Bakara, 2/210)
buyruğunda sözünü ettiği husus budur.
"Melekler ardı
arkasına" semalardan "İndirileceklerdir.'' Aziz ve celil olan Rabb da
hüküm vermek üzere sekiz melek Arşını yüklenmiş olduğu halde gelecektir. O'nun
bu gelişi, hakkında caiz olan şekilde anlaşılmalıdır, Yoksa mahlukatın sahip
oldukları sıfatların yorumlandığı gibi hareket ve bir yerden bir yere intikal
etmesi şeklinde anlaşılmamalıdır.
İbn Abbas dedi ki:
Dünya seması yarılır ve oradakiler ordan İnerler. Sema dakiter yerde bulunan
cin ve insanlardan daha fazla olacaktır. Daha sonra ikinci sema yarılacak ve
oradakiler inecek. Bunlar İse birinci dünya sema-sındakilerden daha
fazladırlar, Yine bu şekilde yedinci sema yanlıncaya kadar aynı durum devam
edecektir. Daha sonra el-Kerrûbiyyûn (diye bilinen ve aralarında Cebrail,
Mikâil ve İsrafil gibi meleklerin bulunduğu mukarreb) melekleri de, Arşı
taşıyan melekler de ineceklerdir. İşte yüce Allah'ın; "Melekler ardı
arkasına İndirileceklerdir" buyruğunun manası budur. Yani semadan
yeryüzüne cinlerin ve insanların hesaplarının görülmesi için indirileceklerdir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Sema kendisi ile insanlar arasında bulunan bulut ile
çatlayacaktır. Yani bulutun çatlaması, dağılması ile sema da çatlayacaktır.
Sema çatladı mı onun yapısı darmadağın olur ve katlanıp dürülür. Melekler de
semadan başka bir yere inerler. İbn Kesir "inzal" kökünden gelmek
üze-re ve "melekler" anlamındaki lafzı mansub olarak; "Melekleri
indiririz" diye okumuştur. Diğerleri ise melekler lafzını merfıı olarak;
"Melekler indirileceklerdir" diye okumuşlardır. Bu okuyuşun delili
daha sonra; Ardı arkasına indirmek" diye gelmiş olmasıdır. Eğer birinci
şekilde olmuş olsaydı, böyle değil de; denilmesi gerekirdi.
"Nezzele"
ile "enzele"nin aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Buna göre
şekli, anlamında kullanılmışttr.
Abdu'l-Vehhab'ın, Ebu
Amr'dan naklettiğine göre "Melekler ardı arkasına indirilir" diye
okumuştur. İbn Mes'ud'da; "melekleri indirecektir" diye, Ubeyy b.
Ka'b Melekler indirilecektir*diye okumuştur.
Yine ondan;-"Melekler
ineceklerdir" diye okuduğu da rivayet edilmiştir.
"O gün hak mülk
yalnız Rahmân'ındır" anlamındaki buyrukta yer alan "Mülk"
mübtedâdır, "hak" onun sıfatıdır. 'Rahman'indir" lafzt da onun
haberidir. Çünkü zeval bulan ve arkası kesilen mülk, mülk sayılmaz, O gün bütün
mülk sahiplerinin mülkiyetleri batıl olacaktır, iddiaları son bulacaktır. Her
malik mülküyle beraber zail olacaktır. Geriye hak olan mülk, bir ve tek olarak
Allah'ın kalacaktır.
"O gün kâfirlere
çok zordur" yani onların karşı karşıya kalacakları dehşetler, rezillik ve
aşağılanmak dolayısıyla o gün onlara çok zor gelecektir. Mü'minler için ise az
önce hadiste geçtiği üzere farz olan bir namazdan dahi hafif olacak (çabuk
geçecek)dır. Bu âyet-i kerime de buna delalet etmektedir. Çünkü bugün kâfirler
için pek zor olacağına göre; mü'minler için pek kolay olacaktır.
"Zorlaştı,
zorlaşır" şeklînde kullanıldığı gibi; şeklinde de kullanılır.
[42]
27. O gün
zatim ellerini ısırıp: "Keşke peygamberle birlikte hak yolu tutmuş
obaydım" der.
28.
"Eyvah bana! Keşke filanı dost edinmeseydim.
29.
"Andolsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o saptırdı. Zaten şeytan
İnsanı yardımsız olarak ortada bırakır."
"O gün zalim
ellerini ısırıp" buyruğunda geçen; Isırır" muzari fiilinin mazisi;
"Isırdım" şeklinde gelir, el-Kisaî bu fiilin birinci "dad"
harfinin üstün olarak kullanıldığını da nakletmektedir.
Aralarında îbn Abbas
ve Said b. el-Museyyeb'tn de bulunduğu tefsir alimlerinden nakledilen
rivayetlere göre burada sözü edilen "zalimMen kasıt Ukbe b. Ebi
Muayt'tır. Onun arkadaşı ise Ümeyye b. HalePdir. Ukbe'yi Ali
b. Ebi Talib (r.a)
öldürmüştür. Şöyle ki: Ukbe, Bedir günü esirler arasında idi, Peygamber (sav)
onun öldürülmesini emretti. Ukbe: Bunca esir arasından beni mi öldüreceksin?
deyince, Peygamber: Evet, kâfirliğin ve azgınlığın sebebiyle öldürüleceksin,
dedi. Bu sefer: Peki ya çocuklarımın hali ne olacak? deyince, onlara da ateş
vardır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ali (r.a) kalkıp onu öldürdü.
Umeyye'yi de Peygamber
(sav) öldürmüştür. Bu da Peygamber (sav)'ın peygamberliğinin belgelerinden
bîridir. Çünkü Peygamber (sav) onların bu şekilde küfür üzere öldürüleceklerini
haber vermişti.
Âyet-i kerime'de
bunlann isimlerinin geçmeyiş sebebi, bu şekliyle ifade edeceği mananın daha
beiiğ oluşundan ötürüdür. Tâ ki yüce Allah'a isyan hususunda başkasının
telkinlerini kabul eden herbir zalimin durumunun da bu olacağı bilinsin.
İbn Abbas, Katâde ve
başkaları derler ki; Ukbe İslâm'a girmek isteyen kimselerdendi ancak Ubeyy b.
Halef ona engel olmuştu. İkisi candan dost idiler. Peygamber (sav) onların her
ikisini de öldürdü. Ukbe, Bedir günü katledildi. Ubeyy b. Halef de ühud günü
teke tek çarpışma esnasında öldürüldü Bunu el-Kuşeyrî ve es-Sa'lebî
zikretmiştir. Birincisini ise en-Nehhâs rtaki etmiştir
es-Sûheylî dedi ki:
"O gün zalim ellerini ısırıp..." buyruğunda sözü edilen kişi Ukbe b.
Ebi Muayt'tır. Ukbe, Umeyye b. Halef el-Cumahî'nin yakın arkadaşı idi. Bir
rivayete göre ise Umeyye'nin kardeşi Ubeyy b. Halefin arkadaşı idi. Ukbe bir
ziyafet hazırlamış ve Kureyş'lileri davet etmişti. Rasûlul-lah (sav)'ı da davet
etmiş, ancak müslüman olmadıkça onun davetine icabet etmeyeceğini bildirmişti.
Ukbe, Kureyş eşrafından vereceği ziyafete gelmeyecek bir kimsenin kalmasını
istemediğinden dolayı müslüman olmuş ve şe-hadet kelimesini söylemişti. Bunun
üzerine Rasûlullah (sav) da onun ziyafetine gitmiş, yemeğini yemişti. Bu sefer
arkadaşı Umeyye b. Halef ya da Ubeyy b. Halef -müslüman olduğu sırada hazır
bulunmuyorlardı- yaptığından dolayı ona sitem ettiler. Ukbe dedi ki; Ben
Kureyş eşrafından herhangi bir kimsenin vereceğim ziyafette bulunmamasını büyük
bir iş olarak gördüm. Bunun üzerine arkadaşı kendisine şöyle dedi: Dinine geri
dönmedikçe, onun yüzüne tükürmedikçe, boynuna basmadıkça ve şunları şunları da
söylemedikçe asla kabul etmeyeceğim. Allah'ın düşmanı arkadaşının kendisine
emrettiklerini yaptı. Bunun üzerine yüce AHah da: "O gün zalim ellerini
xsı- rıp..." buyruğunu indirdi.
ed-Dahhak dedi ki:
Ukbe, Rasûlullah (sav)'ın yüzüne tükürünce, tükürüğü gerisin geri kendi yüzüne
döndü, yüzünü ve dudaklarını yaktı. Yüzünde iz bıraktı ve hatta iki vanasını da
vakti. Öldürülünceve kadar bu iz yüzünde kaldı. "Ellerini ısırması"
ise arkadaşına itaati dolayısıyla üzülmüş ve pişman olmuş kişinin davranışını
ifade eder.
"Keşke"
dünyada iken "hak yolu" yani cennete götüren yolu "tutmuş olsaydım,
der. Eyvah banal" Bu kâfirin peygamberin emrine muhalefet etmesi ve
kâfire uyması dolayısıyla helak olmak üzere söyleyeceği bir beddua cümlesidir.
"Keşke filanı dost edinme şeydim" buyruğunda "fîlan"dan
kasıt Umeyye'dir. Ondan filan diye söz edilerek, isminin açıkça zikredilmeyişi
bu tehdidin sadece ona münhasır kalmaması, aksine bu İkisinin fiillerinin benzerini
yapan herkesi kapsaması İçindir.
Mücahid ve Ebu Recâ
derler ki: Buradaki "zalim" her zalim hakkında umumidir.
"FilanMan kasıt tâ şeytandır. Bu görüşün lehine bundan sonra gelen:
"Zaten şeytan insanı yardımsız olarak ortada bırakır" buyruğu delil
gösterilmiştir.
el-Hasen: "Eyvah
bana!" anlamındaki lafzı; diye okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce
Hud Sûresi'nde (11/72. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Dost" anlamındaki "el-halil" ise arkadaş ve samimi dost
demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/125.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunrnaktadır.
" Andolsun ki
bana geldikten sonra beni zikirden o saptırdı." Yani bu pişmanlık duyacak
kişi: Andolsun dünyada iken kendisini dost edindiğim kişi Kur'ân'dan ve ona
iman etmekten beni alıkoydu, diyecektir. Buradaki "Zİ-kir"den kastın
Rasûlden beni alakoydu anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Zaten şeytan
İnsanı yardımsız olarak ortada bırakır." Denildiğine göre bu ifade
zalimin söyleyeceği belirtilen sözlerden değil, yüce Allah'ın sözleridir. Bu
açıklamaya göre "...Bana geldikten sonra..."da ifade tamarrî
olmaktadır.
"Yardımsız
bırakmak": yardımı terketmek demektir. İblis'in müşriklere Süraka b.
Malik suretinde görünmesi de bu yardımsız bırakma şekillerinden birisidir.
Çünkü o melekleri gördüğünde müşriklerden uzak olduğunu bildirmişti.
Allah yolundan
alıkoyan, Allah'a İsyan hususunda kendisine itaat olunan herkes, insan için bir
şeytandır ve azab ve belanın ineceği sırada onu yardımsız bırakır. Şu
beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:
"Kötü arkadaştan
uzak dur ve kopar onunla bağları,
Onunla arkadaşlık
etmekten başka çaren kalmazsa idare et onu.
Samimi arkadaşı sev,
tartışmaktan uzak dur, onunla
Onunla tartışmadığın
sürece nail olursun samimi sevgisine
Ağaran saçlar akıllı
kimseyi alıkoyar takılmaktan hevasımn peşine
Onun alevi sakalın yan
taraflarından tutuşmaya başladığında."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Nerde bulursan
hayırlı insanları arkadaşlık yap, onlarla.
Çünkü hayırlı arkadaş
afiflik gösterendir.
İnsanlar dirhemlere
benzer, onları mihenk taşma vurduğunda,
Kimisinin halis gümüş
olduklarını görürsün, kimisinin de kalp bir para."
Sahihde Ebu Musa
yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Salih meclis arkadaşı ile kötü meclis arkadaşının misali misk taşıyan
kimse ile demirci körüğü üfleyen kimse gibidir. Misk taşıyan kimse ya sana
(miskinden) bir şey verir, yahut sen ondan bir şey satın alırsın, ya da güzel
bir koku koklarsın. Körük üfleyen kimse ise ya senin elbiseni yakar, yahut da
sen ondan kötü bir koku alırsın." Müslim'in lafzı ile hadis böyledir, Ebû
Dâvûd da bunu Enes yoluyla rivayet etmiştir.
[43]
Ebubekrel-Bezzar da
İbn Abbas'tan şöyle dediğini kaydetmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Kendileriyle
oturup kalktıklarımızın hayırlıları kimlerdir? diye soruldu. Şöyle buyurdu:
"Kendisini gördüğünüz vakit size Allah'ı hatırlatan, konuşması ilminizi
arttıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir."[44]
Malik b. Dinar dedi
ki: Şüphesiz ki iyi olan kimselerle taş taşıman senin için günahkârlarla birlikte
habis (denilen hurma ve tereyağından yapılan bir tatlı) yemenden daha
hayırlıdır. Sonra da şu beyiti okumuştur:
"Hayırlı
insanlarla arkadaşlık et, hertürlü kötülükten azade kalırsın, Bir gün dahi
kötülerle arkadaşlık edersen, pişman olursun."
[45]
30. Rasûl:
"Ya Rab, gerçekten benim kavmim bu Kur ânı tcrketti" dedi.
31. İşte
böylece Biz her peygambere günahkârlardan düşmanlar kıldık. Yol gösteren ve
yardım eden olarak sana Rabbin yeter.
"Rasul: Ya Rab"
ifadeleriyle Muhammed (sav)'ın onları yüce Allah'a şikâyet ettiği
anlatılmaktadır. "Gerçekten benim kavmim bu Kur'ân'ı terketti,
dedi.* Yani onlar bu
Kur'ân hakkında gerçeğin dışına çıkarak onun bir sihir ve bir şiir olduğunu
söylediler. Bu açıklama Mücahid ve en-Nehaî'den nakledilmiştir.
Şanı yüce Allah da
onu: "İşte böylece Biz her peygambere günahkarlardan düşmanlar
kıldık" buyruklanyla teselli etmektedir. Yani ey Muhammed! Senin kavminin
müşrikleri arasından -İbn Abbas'ın görüşüne göre bu kişi Ebu Cehil'dir--düşman
kimseler kıldığımız gibi, senden önceki herbir peygamber için de kavminin
müşriklerinden düşmanlar kılmı sızdır. O bakımdan onların sabrettikleri gibi
sen de Benim emrim üzerinde sabret. Çünkü Ben seni doğru yola ileteceğim, sana
karşı çıkan herkese karşı yardımcı olacağım.
Bir diğer açıklamaya
göre, Allah Rasûlünün: Ya Rab..." sözünü kıyamet gününde söyleyeceği
bildirilmiştir. Yani onlar Kur'ân-ı Kerîm'i terkettiler, benden uzaklaştılar,
beni yalanladılar diyecektir.
Enes dedi ki:
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Kim Kur'ân'ı öğrenir, sonra mushafını
asar da belli aralıklarda ona bakmaz ise kıyamet gününde bu mushafı ona asılı
olarak gelir ve: Ey âlemlerin Rabbi! Senin bu kulun beni tei-ketti, benimle
onun arasında hüküm ver, der." Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir.
"Yol gösteren ve
yardım eden olarak Rabbin sana yeter.* Burada "yol gösteren ve yardım eden
olarak" anlamındaki; kelimeleri yahal veya temyiz olarak
nasbedilmişlerdir. Rabbin sana hidayet verecek, doğru yolu gösterecek, sana
yardım edecektir. O bakımdan sana düşmanlık edenlere aldırma demektir. İbn Ab
bas dedi ki: Peygamber (sav)'ın düşmanı Ebu Cehil -la'netullahi aleyhi-'dir.
[46]
32. Kâfirler
dediler kU "Ona bu Kur'ân topluca, birden İndirilmeli değil miydi?"
Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk.
33. Onlar
sana bîr örnek gösterdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel
bir açıklama getirmişizdir.
"Kâfirler dediler
ki: 'Ona bu Kur'ân topluca birden İndirilmeli değil miydi?'" Bu sözleri
söyleyenin kimliği hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre bunlar Kureys
kâfirleridir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. İkincisine göre ise bu
sözleri söyleyenler yahudilerdir. Onlar Kur'ân-t Kerîm'in kısım kısım
indirildiğini görünce: Niye bu Kur'ân Tevrat'ın Musa'ya, İncil'in İsa'ya, Zebur'un
da Davud'a indirildiği şekilde ona tek bir defada indirilmedi, dediler.
Yüce Allah da:
"Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık" diye buyurdu.
Bu şekilde onunla kalbini güçlendirelim, onu iyice beİleyesin ve ezberleyesin
diye böyle yaptık. Çünkü daha önceki kitaplar okuyup yazma bilen peygamberler
üzerine indirilmişti. Kur'ân-ı Kerîm İse ümmi bir peygambere indirilmiştir.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de nâsih ve mensûh vardır. Onun bazı bölümleri bir takım
hususlara dair soru soranlara cevaptır. Ondan dolayı Peygamber (sav) tarafından
daha iyi bellensin, gereğince amel edenler için de daha kolay olsun diye kısım
kısım indirdik. Çünkü yeni bir vahiy indiği her seferinde bu, kalbin kuvvetini
arttırırdı.
Derim ki: Bu yüce
Allah'ın kudretinde olan bir şey olduğuna göre niye Kur'ân bir defada
indirilmedi ve gereği gibi korunmadı? diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Yüce
Allah'ın ona kitabı ve Kur'ân'ı tek bir lahzada indirmesi O'nun kudreti
dahilindedir, fakat O, bunu yapmadı, hükmünde de
O'na kimse itiraz
edemez. Bunun hikmet yönünü de daha önceden açıklamış bulunuyoruz.
Şöyle denilmiştir:
Yüce Allah'ın: "İşte böylece" buyruğu müşriklerin söylediği
sözlerdendir. Yani niye onun üzerine Tevrat ve İncil gibi aynı şekilde bir
defada ve toptan indirilmedi, anlamına gelir.
Bu durumda "Böylece"
lafzı üzerinde vakıf tamam olur. Daha sonra da: "Biz onunla kalbine sebat
verelim diye..." ile okumaya yeniden başlanılır. Bununla birlikte; "Topluca,
birden" lafzı üzerinde vakıf yapmak da caizdir. Bundan sonra da: "Biz
onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık" ile yeniden okumaya
başlanılır. Bunun da manası şöyle olur: Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i senin üzerine
böylece indirmemizin sebebi, bu yolla kalbine sebat vermek isteyiş, imizdir.
İbnu'l-Enbarî dedi ki:
Birinci şekil daha uygun ve daha güzeldir. Tefsir alimlerinden ikinci şekle
göre de açıklamalar gelmiştir. Bize Muhammed b. Osman eş-Şeybî anlattı, dedi
ki: Bize Mincâb anlattı, dedi ki: Bize Bişr b. Uma-re, Ebu Ravk'dan anlattı,
dedi ki: Bişr, ed-Dahhâk'tan, o İbn Abbas'tan naklen yüce Allah'ın:
"Doğrusu Bizonu kadir gecesinde indirdik." (el-Kadr, 97/1) buyruğu
hakkında dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, Levh-i Mahfuz'dan, yüce Allah nez-dinden
semadaki Sefere-i Kiramen Katibîn'e bir defada toptan indirildi, Daha sonra
Sefere melekleri bunu Cebrail'e yirmi gecede indirdi. Cebrail de Muhammed
(a.s)'a yirmi senede kısım kısım indirdi. İşte yüce Allah'ın: "Hayır, işte
nücûm'un dağup-battıkları yerlerine yemin ederim." (el-Vâkıa, 56/75)
buyruğundaki "nücûm" Kur'ân-t Kerîm'in kısım kısım inen buyrukları
demektir. "Ve eğer bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir Şüphesiz o
oldukça şerefli bir Kur'ân'dır."(el-Vâkıa, 56/76-77) (İbn Abbas devamla)
dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm, Peygamber (sav)'a bir defada toptan nazil olmadığından
dolayı kâfirler bu sefer Kur'ân-ı Kerim onun üzerine toptan ve bir defada indirilmeli
değil miydi? dediler. Bunun yüzerine de yüce Allah: "Biz onunla kalbine
sebat verelim diye böyle yaptık" ey Muhammed, diye buyurdu. "Ve onu
ağır ağır okuduk" yani onu kısım kısım gönderdik, ardı arkasına bölümler
halinde indirdik.
"Onlar sana bir
Örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir
açıklama getirmişizdir." Yani eğer Biz, Kurân-ı Kerîm'i senin üzerine bir
defada ve toptan indirmiş olsaydık, sonra da sana bazı hususlara dair soru
sormuş olsalardı, senin onlara verecek cevabın olmazdı. Ancak Biz bazı
bölümlerini sana zamanı gelince indiriyoruz, onlar sana soru sordular mı sen
de onlara cevap verebiliyorsun.
âs dedi ki: Bu
nübüvvet alâmetlerindendi. Çünkü onlar neye dair soru sordularsa, mutlaka o
sorularına cevap verilmişti. Bu ise ancak bir peygamberin yapabileceği bir
şeydir. O bakımdan bu yolla onun da, ashabının da kalbine sebat verilmiş
oluyordu. İşte yüce Allah'ın: "Onlar sana bir örnek getirdikleri her
seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir"
buyruğu buna delil teşkil etmektedir. İçindeki farz hükümler ile birlikte bir
defada indirilmiş olsaydı, bu onlara ağır gelirdi. Ayrıca yüce Allah, salâhın
onun kısım kısım indirilmesine bağlı olduğunu bilendir. Zira bu şekilde onlar
arka arkaya defalarca Kur'ân ile uyarılmış oluyorlardı. Eğer bir defada
indirilmiş olsaydı, muhtevasında nâsih ve mensûh bulunduğu halde onların
uyarılma ve dikkatlerinin çekilmeleri imkânı ortadan kalkardı. Onlar muayyen
bir zamana kadar herhangi bir hususu İbadet diye icra ederlerdi. Şanı yüce
Allah o şartlar içerisinde salâhın onda olduğunu elbettekî bilirdi. Daha sonra
da o muayyen zaman için indirilmiş olan nesih edici hüküm nazil oluyordu.
Halbuki aynı anda hem bunu yapınız, hem yapmayınız şeklinde bir defada hükmün
indirilmesi muhal bir şeydir.
en-Nehhas dedi ki:
Daha uygun olan ifadenin "Topluca, birden..." ifadesinde tamam
olmasıdır. Çünkü "Böyle" üzerinde vakıf yapılacak olursa, bu sefer
anlam Tevrat, İncil ve Zebur gibi... şeklinde olur ki; daha önceden bunlardan
söz edilmiş değildir.
ed-Dahhâk dedi ki:
"Ve daha güzel bir açıklama" daha güzel etraflı bilgi demektir. Yani
onların örneklerinden daha güzel bir açıklama demektir. Dinleyenin bu husustaki
bilgisi dolayısı ile burada "onların örnekleri" anlamındaki ifade
hazfedilmiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Müşrikler kitap ehlinden yardım istiyorlardı. Kitap ehli ise
çoğunlukla ilahi kitapları tahrif ve tebdil etmişlerdi. O bakımdan Peygamber
(sav)'ın getirdikleri, onların nezdinde bulunanlardan daha güzel açıklamaları
ihtiva ediyordu. Çünkü kitab ehli hakkı batıla karıştırıyorlardı. Katıksız hak
ise elbetteki batıla karışmış olan haktan daha güzeldir. Bundan dolayı yüce
Allah; "Hakkı batıla karıştırmayın..." (el-Bakara, 2/42) diye buyurmuştur.
"Onlar sana bir
örnek getirdikleri her seferinde..." buyruğu ile ilgili ola rak şöyle bir
açıklama da yapılmıştın Onlar İsa (a.s)'ın babasız olarak yaratılması
hususunda söyledikleri gibi ne örnek vermişlerse, mutlaka Biz sana hakkı
göndermişizdir. Yani onların delillerini çürüten hususlar getirmişizdir. Çünkü
Adem hem babasız, hem annesiz olarak yaratılmıştır.[47]
34. Yüzleri
üzere cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar yerleri en kötü ve yolları en
sapık olan kimselerdir.
"Yüzleri üzere
cehenneme toplanacak olanlar..." buyruğuna dair açıklamalar daha önceden
el-îsra Sûresi1 nde (17/97 âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"İşte onlar
yerleri en kötü..." Çünkü onlar cehennemde olacaklardır. Mu-katil dedi ki:
Kâfirlerin; Muhammed (sav)'ın ashabına; o yaratılmışların en kö-tüsüdür,
demeleri üzerine bu âyet-i kerime inmiştir.
"Ve yolları"
dinleri ve izledikleri yol itibariyle "en sapık olan kimselerdir." Âyet-i
kerime'nin ifade düzeni şöyledir: Onlar sana ne kadar örnek ge-tirdilerse,
mutlaka Biz de sana hakkı getirmişizdir. Sen apaçık delil ve belgelerinle
onlara karşı ilahi yardıma mazlıar olansın. Onlar ise yüzleri üzere
hasredilecekler, toplanacaklardır.
[48]
35. Andolsun
ki Biz, Musa'ya kitabı verdik; onunla beraber kardeşi Harun'u da vezir yaptık.
36.
"Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin" dedik. Sonunda Biz onları
tümden helak ettik.
"Andolsun ki Biz,
Musa'ya kitabı" Tevrat'ı "verdik. Onunla beraber kardeşi Harun'u da
vezir yaptık." Bu hususa dair açıklamalar daha önceden Ta-Ha Sûresi'nde
(20/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Âyetlerimizi
yalanlayan o kavme gidin, dedik." Burada hitab her iki sinedir. Bir görüşe
göre Musa (a.s)'a mana itibariyle tek başına gitmesi emrolunnıuştur. Buda yüce
Allah'ın: "Balıklarını unuttular" (el-Kehf, 18/61) buyruğu[49] ile:
"O iki denizden inci ve mercan çıkar." (er-Rahman,"55/22) buyruğuna
benzemektedir. Halbuki inci ve mercan onlardan birisinden çıkmaktadır.
en-Nehhâs dedi'ki:
Yüce Allah'ın kitabı ile ilgili olarak böyle bir açıklama cesaretinin kimsede
bulunmaması gerekir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır : "Ona yumuşak
söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar. (İkisi): 'Ey Rabbimiz! Biz, bize karşı
aşırı gitmesinden yakut azgınlığını arttırmasından korkarız' dediler. Buyurdu
ki: 'Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm. Artık ona
varıp deyiniz ki: Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gönderilmiş
rasûlleriz.'" (Ta-Ha, 20/44-47) Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın:
"O ikisinden başka iki cennet daha vardır." (er-Rahman, 55/62)
buyruğudur. Yine şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Sonra Musa ve
kardeşi Harun'u âyetlerimizle ve apaçık belgelerle gönderdik. "
(el-Mu'minun, 23/45)
el-Kuşeyrî dedi ki:
Yüce Allah'ın bir başka yerde: "Fir'avun'a git; çünkü o iyice
azmıştır." (Ta-Ha, 20/24) diye buyurmuş olması buna aykırı değildir. Çünkü
her İkisi de bu konuda emre muhatab olduklarına göre onların her-birisi ayrı
ayrı bu emre muhatab demektir. Bununla birlikte öncelikle Musa'ya bu emir
verilmiştir, demek mümkündür. O da daha sonra: "Bana ailemden bir yardımcı
ver." (Ta-Ha, 20/29) deyince, yüce Allah da ona: "İkiniz Fir'avun'a
gidin." (Ta-Ha, 20/43) diye buyurmuştur.
"Âyetlerimizi yalanlayan
o kavme gidin" buyruğu ile Fir'avun, Haman ve Kıptîleri kastetmektedir,
"Sonunda Biz
onları tümden helak ettik" buyruğunda takdiri bir ifade vardır. O da;
onlar o ikisini yalanladılar, Biz de onları büsbütün helak ettik, şeklindedir.
[50]
37. Nuh kavmi,
peygamberleri yalanlayınca, Biz de onları suda boğduk ve onları İnsanlara bir
İbret kıldık. Zalimler için de çok acıklı bîr azap hazırlamışadır.
"Nuh kavmi"
buyruğundaki"Kavra" kelimesinin nasb ile okunma-sının sebebi ile
ilgili olarak dört görüş vardır. Birinci görüşe göre ."biz onları helak
ettik" buyruğundaki "onlar" anlamındaki "he" ve
"mim" zamirine atfedilmiştir. İkincisine göre "hatırla"
anlamındaki bir fiilin takdiri ile böyle okunmuştur. Üçüncü açıklamaya göre
bundan sonraki ifadelerin açıkladığı bir fiilin takdiri ile böyle okunmuştur.
İfadenin takdiri de; Bi2 NUh kavmini suda boğduk onları suda boğduk" şeklindedir.
Dördüncü açıklamaya göre bu; "onları suda boğduk" fiili dolayısıyla
nasb edilmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır.[51]
Ancak en-Nehhâs bu
açıklamayı kabul etmeyerek şöyle der: Çünkü "onları suda boğduk"
fiili iki mef ul alan fiillerden değildir. O bakımdan hem "onlar"
anlamındaki zamirde hem de "Nuh kavmi" ifadesinde amel edemez.
"Peygamberleri
yalanlayınca" buyruğunda "peygamberler" diye cins isim
zikredilmiştir. Maksat ise sadece Nuh (a.s)'dır. Çünkü o dönemde onlara Nuh
(a.s)'tan başka gönderilmiş bir rasûl yoktur. Nuh (a.s); la ilahe İllallah
demek ve Allah'ın indirdiklerine İman etmek talebiyle gönderilmiştir. Onlar,
onu yalanlayınca böylelikle ondan sonra aynı mesaj ile gönderilmiş herkesi
yalanlamış oldular.
Şöyle de denilmiştir:
Tek bir rasûlü yalanlayan bütün rasûlleri yalanlamış demektir. Çünkü iman
bakımından onlar arasında ayırım gözetilmez. Ayrıca ne kadar peygamber
gönderümişse, mutlaka o Allah'ın diğer peygamberlerini de tasdik etmiştir.
Aralarından tek bir peygamberi yalanlayan, o peygamberi tasdik eden bütün
peygamberleri de yalanlamış demek olur.
"Biz de onları
suda boğduk" yani daha önceden Hud Sûresi'nde (11/36-37. âyetlerin
tefsirinde) açıklandığı üzere tufan ile helak ettik.
"Ve onları
insanlara bir İbret" kudretimize dair apaçık bir alamet "kıldık.
Zalimler" yani Nuh kavminden şirk koşanlar "İçin de" âhirette
"çok acıklı bir azab hazırlamışızdır." Şöyle de denilmiştir: Yani
herbir zalim hakkındaki tutumum budur.
[52]
38. Ye Âd,
Semûd, Ashabı Ress ve bunların dışında çok kavimleri
de (helak ettik).
"Ve Âd, Scmûd,
Ashab-ı Ress ve bunların dışında çok kavimleri de
(helak ettik.)' Bütün bu buyruklar daha önce geçen "Nuh
kavmi" üzerine at-fedilmiştir. Eğer "Nuh kavmi" mansub ise bu da
atıf suretiyle mansub olur. Yani... da hatırla!" demek olur. Hepsi de:
"Bizonları tümden, helak ettik." (el-Furkan, 25/36) buyruğundaki
zamire atfedilmiş olarak da mansub olabilir ya da: "onları...
kıldık" buyruğundaki zamire atfedilmiş olarak mansub olabilir.
en-Nehhâs'ın tercih ettiği de budur. Çünkü ona daha yakındır. Uygun bir fiilin
takdiri ile de mansub olması mümkündür. Yani Hud'u yalanlayan Âd kavmini
hatırla, Allah onları kısır rüzgar ile helak etti. Salih'i yalanlayan Semud'u
-la (hatırla.) Onlar da büyük sarsıntı ile helak edildiler.
"Ashab-ı
Ress" buyruğundaki "er-ress" lafzı, Arapça'da içerisi taşla ve
benzeri şeylerle örülmemiş kuyu demektir. Çoğulu diye gelir. Şair der ki:
"Ve kuyular kazan
kısa boylu adamlar..."
Kasdı maden kuyuları
kazanlardır.
İbn Abbas dedi ki: Ben
Ka'b'a, Ashab-ı Ress hakkında sordum da o şöyle dedi: Bunlar Yasin Sûresi'nde
sözü geçen ve kavmine: "Ey kavmim, elçilere tabi olun."(Yasin,
36/20) diyen kişinin adamlarıdır. Kavmi onu öldürüp er-Ress diye bilinen bir
kuyuya attılar. Mukatil de böyle demiştir.
es-Süddî der ki:
Bunlar Yasin kıssasında kendilerinden söz edilen Antakya ahalisidir. er-Ress,
Antakya'daki bir kuyudur. O kuyuda Habib en-Neccar'ı yani Yasin'de sözü edilen
mü'min kimseyi öldürdüler. O bakımdan o kuyuya nisbet edilerek anıldılar.
Ali (r.a) dedi ki:
Bunlar çam ağacına tapınan bir kavim idiler. Peygamberleri onlara beddua etti.
Bu peygamberleri Yehuda oğullarından idi. Bu ağaç kuruyunca onu öldürdüler ve
onu bir kuyuya attılar. Siyah bir bulut onları gölgelendirdi ve sonra onları
yaktı.
İbn Abbas dedi ki:
Bunlar Azerbaycan'da bulunan bir topluluktur. Bir takım peygamberleri
öldürdüler. O bakımdan ağaçları ve ekinleri kurudu. Açlık ve susuzluktan
öldüler.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Bunlar kuyuları olan bir topluluktu. O kuyunun başında otururlardı.
Davarları da vardı, putlara tapınıyorlardı. Yüce Allah onlara Şuayb (a.s)'ı
peygamber olarak gönderdi, onu yalanladılar ve ona eziyetler ettiler. Küfür ve
azgınlıklarını da sürdürüp, gittiler. Kaldıkları yerlerde kuyunun etrafında
oldukları bir sırada kuyuda yurtları da altlarından çöktü. Yüce Allah, onları
yerin dibine geçirdi ve toptan helak oldular.
Katâde dedi ki:
Ashab-ı Ress ile Ashabu'1-Eyke iki ayrı ümmettirler. Yüce Allah, onların
ikisine de Şuayb'ı peygamber olarak gönderdi, onu yalanladılar. Yüce Allah da
onları iki ayrı azab ile azablandirdı. Katâde der ki: er-Ress, Felcu'l
Yername'de bir kasabanın adıdır.
îkrime der ki: Bunlar
peygamberlerini canlı canlı kuyuya atan bir kavim idiler. Bunun delili de
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin şu rivayetidir: Onun peygamber (sav)'dan
kendisine nakleden birisinden rivayetine göre, peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde cennete İlk girecek insan siyah bir köle olacaktır. Şöyle
ki: Yüce Allah onun kavmine bir peygamber göndermişti. O peygambere de o siyah
köleden başka insan iman etmedi. O kasabanın ahalisi bir kuyu kazdılar ve
peygamberlerini o kuyuya diri diri attılar. Sonra da üzerine çokça büyük bir
taş kapattılar. Bu siyah köle ise sırtında odun taşır, bu odunu satar ve o
peygambere yiyecek ve içeceklerini getirirdi. Yüce Allah'ın yardımı ile o
büyük kayayı kuyunun ağzından kaldırabili-yordu ve yemeği ona böylece sarkıtıyordu.
Yine odun topladığı bir sıra uykuya daldı. Yüce Allah yedi yıl süre ile onu
uyuttu. Daha sonra uyandı, gerindi ve öbür yanına yaslandı. Yine yüce Allah
onu yedi yıl daha uyuttu. Sonra uyandı ve o odun yükünü taşıyıp, sattı. Aldığı
yiyecek ve içecekle kuyunun ağzına geldi. Ancak kuyuyu bulamadı. Yüce Allah
onun kavmine bir mucize göstermiş, onlar da onu oradan çıkartmışlar, o
peygambere iman edip tasdik etmişlerdi ve bu peygamber de vefat etmişti."
Peygamber (sav) devamla buyurdu ki: "İşte o siyahi köle hiç şüphesiz
cennete girecek olan ilk kişidir. "[53]
Bu haberi el-Mehdevî
ile es-Sa'lebî zikretmişlerdir ki; lafız es-Sa'lebî'ye aittir. es-Sa'lebî dedi
ki: İşte bunlar peygamberlerine iman ettiler. Dolayısıyla bunların Ashab-ı Ress
olmaları mümkün değildir, zira yüce Allah Ashab-ı Ress'ı helak ettiğini haber
vermektedir. Ancak peygamberlerinden sonra işlemiş oldukları bir takım
günahlar sebebiyle helak edilmiş de olabilirler. Bu müstesnadır.
el-Kelbî de der ki:
Ashab-ı Ress yüce Allah'ın kendilerine peygamber gönderdiği ve onun etini
yiyen bir kavmin adıdır. Bunlar kadınları birbirleriyle hayasızlık işleyen ilk
kavimdir. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.
Bir diğer görüşe göre
bunlar hendekler kazan ve kazdıkları hendeklerde mü'minleri ateşte yakan
Ashab-ı Uhdud'durlar, ileride gelecektir.
Yine denildiğine göre
Ashabı Ress, Semud kavminin kalıntılarıdırlar. er-Ress ise daha önceden de
el-Hacc Sûresi'nde "(nice) kuyular sahipsiz kalmış..." (el-Hacc,
22/45) buyruğunda sözü edilen kuyudur.
es-Sthah'da.
denildiğine göre "er-ress" Semud kavminden geri kalanlara ait bir
kuyunun adıdır. Cafer b. Muhammed babasından şöyle dediğini nakletmektedir:
Ress ashabı kadınlarını biribirleriyle hayasızlık yapmalarını güze! gören bir
kavmin adıdır. Bu kavmin bütün kadınları bu şekilde hayasız kimseler idiler.
Enes yoluyla gelen
hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla yetinmesi de hiç şüphesiz
kıyametin alametlerindendir. İşte "es-sahk" denilen de budur. "[54]
Bîr başka açıklamaya
göre en-Ress, Esedoğullarına ait bir su ve hurmalıklardır. Bunun dağlarda
birikmiş kar ulduğu da söylenmiştir ki bu açıklamayı da el-Kuşeyrî
zikretmiştir. Ancak bizim ilk olarak zikrettiklerimiz bilinen hususlardır ki,
bu da kabir, maden ve kuyu gibi kazılan herbir şeyin olduğudur. Ebu Ubeyde
dedi ki: Ress, taş ve benzeri şeylerle örülmemiş herbir çukurdur. Bunun çoğulu
da; diye gelir. Şair şöyle demiştir:
"Ve onlar kendi
topraklarına doğru yol alıyorlar, Keşke ress'ler (kuyular) kaz salar."
er-Ress, Züheyr'in şu
beyitinde bir vadi adıdır:
"Erkence geldiler
oldukça ve tan yeri ağarmadan önce vardılar,
El, ağız için neyse
onlar da er-Ress vadisi için böyledirler (oradan ayrılmazlar.)"
"Bir kuyu
kazdım" demektir. "Ölü kabre konuldu" -demektir. "İnsanlar
arasını düzeltmek ve aynı zamanda bozmak" anlamına gelir. "Aralarını
düzelttim ya da bozdum" denilir. O halde bu anlamıyla fiil, zıt anlamlı
kelimelerdendir.
Ashab-ı Ress hakkında
zikrettiklerimizden başka açıklamalar da yapılmıştır. Bu açıklamaları
es-Sa'lebî ve başkaları kaydetmişlerdir,
"Ve bunların
dışında çok kavimleri de (helak ettik.)" Yani Nuh, Âd, Se-mûd ve Ress
ashabı arasında Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir çok ümmetler de
helak olmuştur.
er-Rabî' b. Haysem'den
rivayete göre o rahatsızlanmış, kendisine: Niçin tedavi olmuyorsun? Çünkü
Rasûlullah (sav) tedavi olmayı emretmiştir denilince, şöyle demiş; İçimden
tedavi olmayı geçirdim, sonra da kendi kendime düşündüm; baktım ki Âd, Semud,
Ress ashabı ve bunlar arasında bir çok nesiller mal toplamak noktasında daha
bir tutkulu ve sayıca daha fazla idiler. Aralarında doktorlar da vardı. Ne
tedavi yolunu gösterenleri kaldı, ne de kendisine İlaç tavsiye edilenler, dedi
ve tedavi olmayı kabul etmedi. Aradan beş gün geçtikten sonra vefat etti.
Allah'ın rahmeti üzerine olsun.
[55]
39.
Hcrbirinc örnekler verdik ve onların hepsini mahv ve helak ettik.
"Herbirîne
örnekler verdik" buyruğu hakkında ez-Zeccac dedi ki: Biz bunların hepsini
korkutup uyardık, onlara örnekler verdik ve onlara delilleri gereği gibi
açıkladık. Bu kâfirlerin yaptığı gibi Biz onlara batıl örnekler de vermedik.
Denildiğine göre,
buradaki: "Herbirine" lafzı; "Biz bunların hepsine öğüt verip,
hatırlattık" takdiri veya benzeri bir takdir ile nas-bedilmiştir Çünkü
misallerin verilmesi, hatırlatmak ve öğüt vermek demektir. Bu açıklamayı
el-Mehdevî zikretmiştir. Mana birdir.
"Ve onların
hepsini mahvve helak ettik." Yani onları azab ile helak ettik. (Aynı
kökten gelen): "O şeyi kırdım" demektir.
el-Müerric ve el-Ahfeş
ise; "Biz onları darmadağın ettik" demektir, diye açıklamışlardır.
Bazen "te" ve "be" harfleri "dal" ve
"mim" harflerinin yerine kullanılabilir.
[56]
40. Mnhakkak
onlar beta yağmuruna tutulan beldeye uğramışlardır. Acaba bunlar orayı
görmediler miydi? Hayır, onlar tekrar dirilmeyi ümit etmezler.
"Muhakkak
onlar" yani Mekke müşrikleri, belâ yağmuruna tutulan beldeye yani taş
yağmuruna tutulmuş Lut kavminin şehirlerine "uğramışlardır. Acaba bunlar
orayı" ibret almak üzere yaptıktan yolculuklarında "görmediler
miydi?"
İbn Abbas dedi ki:
Kureyş'liler, ticaret maksadıyla Şam'a gittiklerinde Lut kavminin şehirlerinin
yanından geçerlerdi. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak
siz onların yakınından sabahleyin de geçip, gidiyorsunuz..." (es-Saffat,
37/137); "Her ikisi de hâlâ görülüp tanınan bir yol üzerindedirler."
(el-Hicr, 15/79) Bu husus zaten (belirtilen yerde) geçmiş idi.
"Hayır, onlar
tekrar dirilmeyi ümit etmezler." Yani öldükten sonra dirilişi tasdik
etmezler. Burada "ümit etmezler"in korkmazlar anlamında olması gibi
asli manası ile anlaşılması da mümkündür. O takdirde de; hayır, onlar âhiret
sevabını ummuyorlardı, demek olur.
[57]
41. Onlar
seni gördüklerinde mutlaka: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu
mudur?" diye seni alaya alırlar.
42.
"Eğer İlâhlarımıza sebat göstermeseydik az kalsın bizi İlâhlarımızdan
saptıracaktı." Yakında azabı gördüklerinde yolca kimin sapık olduğunu
bileceklerdir.
"Onlar seni
gördüklerinde mutlaka... seni alaya alırlar" buyruğunda yer
alan "(lîl); ...İnde'nin cevabı, "Mutlaka
seni alaya alırlar" buyruğudur. Çünkü bu
anlamı seni alaya alırlar, demektir. Cevabın mahzuf olduğu ve bu cevabın:
"Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" dediler yahut derler
takdirindedir. "Mutlaka... seni alaya alırlar" ifadesi de bir ara
cümlesi olur.
Bu buyruk Ebu Cehil
hakkında inmiştir. O Peygamber (sav)'a alay yollu: "Allah'ın peygamber
olarak gönderdiği bu mudur?" derdi. Buradaki ismi mev-sul'ün aidi
hazfedilmiştir ki "Allah'ın kendisini... gönderdiği" demektir.
"Peygamber" anlamındaki kelime hal olarak nasbedilmiştir. İfade de:Allah'ın
kendisini rasûl olarak gönderdiği kimse bu mudur? takdirindedir. "Bu
mudur?" ise mübtedâ olarak merfudur. Kimse, kişi anlamındaki ism-i mevsul
de onun haberidir. "Peygamber olarak" lafzı da hal olarak
nasbedilmiştir, "Gönderdi" fiili ism-i mev-sul'ün sılasıdır.
"Allah" lafza-i celali de "gönderdi* anlamındaki fiil ile merfudur.
Mastar olması da mümkündür, çünkü "Gönderdi" rasûl olarak gönderdi,
anlamındadır. Bu durumda "Peygamber olarak" anlamındaki lafız,
manası da Allah bunun üzerine bir risalet mi gönderdi? manasına gelir.
(.., mudur
anlamındaki) elif istifham i£in olup, takrir (doğruyu söyletmek) ve ihtikar
(hakir görmek) manasınadır.
"Eğer
ilâhlarımıza sebat göstermeseydik" yani onlara ibadet hususunda
direnmemiş olsaydık "az kalsın bizi ilâhlarımızdan" onlara ibadet
etmekten "saptıracaktı."
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Yakında azabı göreceklerinde yolca kimin sapık olduğunu
bileceklerdir." Yani kendilerinin bağlı oldukları din mi, yoksa
Muhammed'in dini mi daha sapıkçadır, bileceklerdir. Bedir günü bunu
görmüşlerdi.
[58]
43. Hevâ ve
hevesini İlâh edinen kimseyi gördün mü? O kimseye sen mi vekil olacaksın?
"Hevâ ve hevesini
ilâh edinen kimseyi gördün mü?" buyruğu ile yüce Allah, onların,
kalplerinde şirki muhafaza etmelerine rağmen ve onun üzerinde ısrar etmelerinin
hayret edilecek bir hal olduğunu peygamberine bildirmektedir. Bununla birlikte
onlardan herhangi bir kimse, herhangi bir delil olmaksızın bir taşa yöneîip,
ibadet edebiliyordu.
el-Kelbî ve başkalan
dediler ki: Araplardan herhangi bir kimse bir şeyi he-vâ ve hevesiyle sevip ona
bağlandı mı Allah'tan başka ona ibadet ederdi. Ondan daha güzelini buldu mu bu
sefer birincisini terkeder, daha güzel olanına tapınırdj.
Buna göre buyruk;
"Hevâ ve hevesi ile ilâhını edinen kimseyi gördün mü?" anlamındadır.
Bu durumda cer edatı (olan be) hazfedilmiş olmaktadır.
İbn Abbas dedi ki:
Hevâ Allah'tan başka kendisine ibadet olunan bir ilâhtır, sonra da bu âyet-i
kerime'yi okudu.
Şair de şöyle
demiştir:
"Babasının hakkı
için, ibadet eden bir kimseye görünürse o,
Herhangi bir ibadet
yerinde dünyadan ayrılmış olana.
Rabbine namaz kılmadan
önce, ona namaz kılardı,
Ve bİT daha dünyada
(hayırlarda) yarışan kimsenin amellerine dönmezdi."
"Hevâ ve hevesini
ilâh edinen kimse" buyruğunun hevâ ve hevesine itaat eden kimse,
anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Hasen'den rivayete göre; o neyi severse,
mutlaka ona tabi olan kimse, diye açıkladığı nakledilmiştir ki, anlam birdir,
"O kimseye sen mi
vekil olacaksın?" Onu imana geri döndürüp bu fesattan çıkartıncaya kadar
onu koruyacak ve ona kefil olacak sen misin? Yani hidayet ve sapıklık senin
iradene havale edilmiş, bırakılmış değildir. Sana düşen ancak tebliğdir. Bu
ifade kaderiye'nin kanaatlerini de reddetmektedir.
Diğer taraftan bu
buyruğun kıtal âyeti ile mensuh olduğu söylendiği gibi, nesh olmadığı da
söylenmiştir. Çünkü âyet-i kerime Peygamber (sav)'a bir tesellidir.
[59]
44. Sen
onların çoğunu dinler ve akıl erdirirler mi sanırsın? Onlar ancak hayvanlar
gibidir, hatta onlar -yolca- daha da sapıklıktadırlar.
"Sen onların
çoğunu dinler ve akıl erdirirler mi sanırsın?" Burada "onlarGn
hepsi)" denilmemiştir. Çünkü aralarından iman edecek kimsele.in olacağı
Cenab-ı Atlah tarafından bilinmiştir. Yüce Allah, bu özellikleri dolayısıyla
onları yermiş bulunmaktadır. "Sen onların çoğunu dinler" kabul etmek
maksadıyla kulak verir yahutta senin söylediklerin üzerinde tefekkür edip, onu
akıllan ile kavrayarak "ve akıl erdirirler mi sanırsın?" Yani onlar
akletmeyen ve işitmeyen varlıklar konumundadırlar.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yani onlar işittikleri ile gereği gibi yararlanmadıklarından
ötürü sanki hiç işitmemiş gibidirler. Maksat Mekke ehlidir. Buradaki "...mi"
edatının bu gibi yerlerde; "Hayır, bilakis" anlamında olduğu da
söylenmiştir.
"Onlar ancak
hayvanlar gibidir." Yemeleri, içmeleri ve âhiret hakkında düşünmemeleri
itibariyle onlara benzerler. "Hatta onlar -yolca- daha da sapıklıktadırlar."
Zira hayvanlar için hesap ve ceza söz konusu değildir.
Mukatil dedi ki:
Hayvanlar Rabblerini bilir, gidip otlayacakları yerleri bulur ve bilip
tanıdıkları sahiplerinin arkasından giderler. Bunlar ise hakka iletenin
arkasından gitmezler. Kendilerini yaratıp rızıklandıran Rabblerini de bilip,
tanımazlar.
Bir diğer açıklamaya
göre de hayvanlar eğer tevhid ve nübüvvetin sağlıklı ve doğru oluşunu
akıllarıyla kavnyamıyor ise de aynı şekilde bunların batıl olduğu inancına da
sahip değillerdir.
[60]
45. Rabbİnİn
gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın? DUescydi, onu hareketsiz kılardı. Sonra
güneşi ona delil kıldık.
46. Sonra
onu yavaş yavaş kendimize çektik.
"Rabbinin gölgeyi
nasıl uzattığına bakmaz mısın?" Buradaki "görüp, bakmanın"
gözle görmek ile alakalı olması da mümkündür, ilimden kaynaklanan bir görme
olması da mümkündür.
el-Hasen, Katade ve
başkaları şöyle demişlerdir: Tan yerinin ağardığından itibaren güneşin doğuşuna
kadar gölgeyi uzatıp yaymıştır. Bir diğer açıklamaya göre bu: güneşin
batışından doğuşuna kadar olan zamandadır. Ancak birinci görüş daha sahihtir.
Buna delil de şudur: O saatten daha tatlı bir zaman yoktur. O zaman esnasında
hasta olan bir kimse bir parça rahatlık duyar. Yolcu ve herhangi bir
rahatsızlığı bulunan herkes de böyledir. O saatte ölülere (uyumuş olanlara)
cani an geri verilir, ruhları cesetlerine geri çevrilir. Canlı nefisler o
saatte rahat ve huzur bulur. Güneşin batanından sonra bu nitelik yoktur.
Ebu'l-ÂIiye: İşte cennetin gündüzü böyle olacaktır deyip, sabah namazı
kılanların namaz kıldıkları saate işaret etmiştir.
Ebu Ubeyde dedi ki:
Zili (gölge) sabahleyin olur, fey' (gölge) de akşamleyin olur. Çünkü güneşin
zevalinden sonra onun dönüşü (fey' dönmek manasınadır) söz konusu olur. Ona
fey' deniliş sebebi ise doğudan batı tarafına doğru meyletmesidir. Şair Hamid
b. Sevr de büyük ve gölge bırakan bir ağacı nitelendirirken -ki kinaye yoluyla
bir kadından söz etmektedir- şöyle demektedir:
"Kuşluk vaktinin
serinliğinden dolayı gölgeye de tahammülü yok, Akşam serinliğinden ötürü,
fey"e {öğleden sonraki gölgeye) katlanamıyor."
İbnu's-Sikkît der ki:
Zili, güneşin giderdiği gölge, fey' ise güneşi gideren gölgedir,
Ebu Ubeyde, Ru'be'den
şöyle dediğini nakletmektedir: Üzerinde güneş varken, güneşin üzerinden
gittiği herbir şey hem fey', hem de zili diye adlandırılır. Üzerinde güneş
olmadığı sürece de o bir zıll'dır.
"Dikseydi onu
hareketsiz kılardı." Yani güneşin gidermediği, sürekli bir gölge yapardı.
İbn Abbas dedi ki: Kıyamet gününe kadar böyle bırakırdı, demektir. Eğer
dileseydi, güneşin doğuşunu önlerdi, anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Sonra güneşi ona
delil kıldık." Yani güneşin gelişi ile birlikte gölgeyi gidermesini Biz,
gölgenin bir şey ve bir mana olduğuna delil kıldık. Çünkü şeyler zıtlarıyla
bilinirler, güneş olmasaydı gölgenin ne olduğu bilinemezdi. Aydınlık olmasaydı,
karanlığın ne olduğu bilinemezdi.
"Delil",
"fail" anlamında "fail" vezninde bir kelimedir. Bunun katîl
(maktul), dehîn (yağlanmış) ve hadîb (kına yakılmış) gibi mef ul anlamında
olduğu da söylenmiştir.
Yani Biz, güneşi
gölgeye delâlet ettik (üzerine yönlendirdik) ve sonunda güneş gölgeyi giderdi.
Yani güneşi gölgenin arkasından tabi kıldık. Buna göre güneş delildir, yani
belge ve burhandır. Delil de içinden çıkılmaz bir durumu açığa çıkartan ve
açıklayan şey demektir. Güneşin sıfatı olmakla birlikte "delil'ın müennes
gelmemesi isim anlamında oluşundan dolayıdır. Tıpkı; "Güneş bir
burhandır, güneş bir haktır" demeye benzer.
"Sonra onu"
yani uzunca gölgeyi "yavaş yavaş kendimize çektik." Yani onu çekmek
bizim için pek kolay bir şeydir. Esasen Rabbimizin bütün işleri, O'nun için
pek kolaydır.
Buna göre gölgenin
(zili) hava boşluğunda kaldığı süre, tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna
kadar geçen zamandır. Güneş doğmaya başladı mı bu sefer gölge çekilmiş olur.
Aynı hava boşluğunda onun yerine güneş ışığı gelir ve bu ışık yeryüzünü,
eşyayı, batacağı vakte kadar aydınlatır. Güneş battıktan sonra ortada gölge
diye bir şey kalmaz. Görünen sadece günün aydınlığının kalıntılarıdır.
Bazıları da şöyle
demiştir: Gölgenin çekilmesi, güneşin batışı ile olur. Çünkü güneş batmadığı
sürece gölgenin kalıntıları devam eder. Gölgenin büsbütün zail olması gecenin
gelip üzerine karanlığın girmesi ile olur.
Yine denildiğine göre;
bu çekilme güneşin eşya üzerinde görülmesidir. Çünkü güneş doğmakla birlikte
gölge kısım kısım çekilmeye koyulur. Bu açıklamayı Ebu Malik ve İbrahim
et-Teymî yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya
göre: "Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik" yani gölge sebebiyle
güneşin aydınlığını yavaş yavaş çektik. Buradaki "yavaş"ın hızlıca
anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklama ed-Dahhâk'a aittir. Katâde ise
bunu "gizlice" diye açıklamıştır. Yani güneş battı mı o gölgeyi gizlice
çeker. Onun bir bölümü çekildikçe, onun yerine bir parça karanlık gelir, yoksa
gölgenin çekilmesi bir defada gerçekleşmez. îşte Katâde'nin açıklamasının
anlamı budur. Aynı zamanda bu, Mücahid'in de görüşüdür.
[61]
47. Geceyi
sîzin için elbise, uykuyu da rahatlık kılan O'dur. O, gündüzü de yeni bir
hayata başlangıç yaptı.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[62]
Yüce Allah'ın:
"Geceyi sizin için elbise... kılan O'dur" buyruğu, elbisenin bedeni
örtmesi konumunda geceyi mahlukata bir örtü olduğu anlamına gelir. et-Taberî
der ki: Yüce Allah, geceyi elbise diye nitelendirmiştir. Böylelikle elbisenin
eşyayı örtüp üstünü kapatması bakımından geceyi ona benzetmiştir.
[63]
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Bazı gafil kimseler karanlıkta çıplak namaz kılanın, bu namazının geçerli
olacağını zannetmiştir. Çünkü gece zaten bir elbisedir. Ancak bu görüş; kişinin
üzerine kapıyı kapatması halinde çıplak olarak evinde namaz kılabilmesini de
gerektirir. Ancak namazda setr-i avret insanların bakması için değil, bizatihi
namaza has bir ibadettir. Bu hususta uzun uzun açıklamalara da gerek yoktur.
[64]
"Uykuyu da
rahatlık kılan O'dur." Yani işlerinize son vermekle bedenlerinizi
dinlendirme sebebi kılmıştır.
"es-Sübât:
Dinlenme, rahatlık" asıl anlamı itibariyle uzamaktan gelir. Meselâ "Kadın
saçlarını çözdü ve serbest bıraktı" denilir. "Boylu, poslu adam"
demektir. Uykuya "sübât" denilmesinin sebebi uykunun uzanarak
gerçekleşmesinden ötürüdür. Uzanıp, yatmakta da zaten dinlenmek anlamı vardır.
Bir görüşe göre de;
"Kesmek" demektir. Uykuda işlerle uğraşmaya son vermek anlamındadır.
"Cumartesi günü yahudiier iş yapmadılar (tatil yaptılar)" ifadesi de
buradan gelmektedir. Bu kelimenin bir yerde ikamet etmek anlamında olduğu da
söylenmiştir. Adeta "sübat" herhangi bir şekilde hareketsiz kalmak
ve bu hali sürdürmek demektir. Gidip gelmekten ve hareket etmekten yana bir
sükûn anlamı olduğundan dolayı uyku da buna göre bir "sübaftır.
el-Halil dedi ki:
es-Sübât ağır uyku demektir. Biz tam anlamıyla bir rahat ve dinlenmenin
gerçekleşmesi için uykunuzu ağır kıldık, anlamındadır.
[65]
"O, gündüzü de
yeni bîr hayata başlangıç yapu" buyruğundaki "Yeni bir hayata
başlangıç" geçim için intişâr (etrafa yayılmak)'dan gelmektedir. Yani
gündüz etrafa yayılmak için diriltmenin bir sebebidir. Burada gündüzün uyanık
kalmak, diriltme ile öldürme arasındaki mutabakat yönü ile bir benzetme
yapılmıştır.
Peygamber (sav)1 da
sabahı etti ini: "Bizi öldürdükten sonra dirilten ve Ölümden sonra
huzurunda dirileceğimiz olan Allah'a hamdolsun" derdi
[66]
48. Ve O,
rahmeti önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderendir. Ve gökten tertemiz bir su
indirdik.
"Ve O, rahmeti
önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderendir" buyruğu ile ilgili açıklamalar
daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/27. âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş
bulunmaktadır.
"Ve gökten
tertemiz bir su İndirdik" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı da onbeş
başlık halinde sunacağız:
[67]
"Tertemiz bir
su" kendisi ile temizlenilen su demektir. Nitekim kendisi ile abdest
alınan suya da vedu' denilir. Tahûr (tertemiz) olan herşey bizatihi temizdir,
fakat temiz (tahir) olan herşey tahûr değildir. Buna göre "ti" harfi
üstün ile "tahûr" şeklinde isimdir. Aynı şekilde "vedu' ve vakûd
(yakıt)" da böyledir. Ötreli olursa mastar olur. Dilde bilinen şekil
budur, bu açıklamayı İbnu'l-Enbarî yapmıştır.
Böylelikle yüce Allah,
semadan indirilmiş olan suyun bizatihi tâhir ve başkasını da mutahhir (temizleyici)
olduğunu beyan etmektedir. Çünkü "tahûr" ismi "tahîr"den
mübalağa kipidir. İşte bu mübalağa onun hem tahir, hem de mutahhir olmasını
gerektirmektedir. Cumhurun kanaati de budur. "Tahûr; ter-temiz"in
"tâhir" anlamında olduğu da söylenmiştir ki; bu da Ebu Hanife'nin
görüşüdür. O bu görüşünü ileri sürerken yüce Allah'ın: "Ve Rabbleri onlara
tertemiz (tahûr) bir şarab içirmiştir." (el-İnsan, 76/21) buyruğunu delil
kabul eder; ki burada tahir
anlamındadır.
Şair de şöyle
demektedir:
"Arkadaşlarım, söyleyin
bana, kendisiyle kalbimi tedavi edeceğim, Uzaktan bir bakışta aleyhime tevbeyi
gerektirecek bir günah var mıdır? Kalçaları ağır, ceylanlardan daha kıvrak.
Dişleri tatlı ve tükürükleri tertemiz olanlara."
Burada şair
"temizleyici (mutahhir)" olmadığı halde tükürüğü tahûr (tertemiz)
olmakla nitelendirmiştir. Araplar da: "Çok uykucu adam" derler. Bu
onun başkasını uyuttuğu anlamını vermez. Çok uyumak bizzat kendi zatında
gerçekleşen bir iştir.
İlim adamlarımız buna
şöylece cevap vermişlerdir: Cennet şarabının "tahûr: oldukça temiz"
olmakla nitelendirilmesi onun günahların pisliklerinden ve kin ve hased gibi
bayağı sıfatlardan temizleyici olduğunu ifade eder. Cennetlikler bu şarabı
içtiklerinde yüce Allah onları günahların artıklarından ve kötü inançların
ağırlıklarından kurtaracak ve böylelikle yüce Allah'ın huzuruna selim bir kalb
iie gelmiş olacaklar, cennete de tam teslimiyet sıfatları İle girmiş
olacaklardır. İşte o vakitte kendilerine: "Selam olsun üzerinize! Tertemiz
geldiniz. Hemen oraya ebediler olarak girin." (ez-Zümer, 39/73) denilecektir.
Onun. (tahûr olan suyun) dünyadaki hükmü organlar üzerinde suyun akıtılması
suretiyle hadesin ortadan kaldırılması olduğuna göre; bu şarabın âhiretteki
hikmeti de bu olacaktır.
Şairin:
"...tükürükleri tertemiz (tahûr)" sözlerine gelince; o tükürüğün tatlılığı,
kalbin ona meyli ve nefislere hoş gelip, aşıkın onun ıslaklığıyla susuzluğunu
gidermesi bakımından adeta tertemiz suya benzetmesi, bu hususta mübalağalı bir
anlatımı kastettiğinden dolayıdır. Özetle söyleyecek olursak şer'î hükümler
şiirlerdeki mecazlarla sabit olmaz. Çünkü şairler bu hususta o kadar aşın
giderler ki, doğruluğun sınırını aşarak yalan hududuna girerler. Öyle
alabildiğine serbest ifadeler kullanırlar ki bu sözleri kendilerini bid'ate ve
masiyete dahi düşürebilmektedir. Hatta farkında olmadıkları bir yolla küfre
bile düşebilirler. Şairlerden birisinin şu sözüne bakalım:
"Eğer yer onun
ayağına temas etmemiş olsaydı, Teyemmümün illeti nedir, bir türlü
bilemeyecektim,"
Bu ise apaçık bir
küfürdür, bundan Allah'a sığınıra.
Kadı Ebu Bbekir
İbnu'l-Arabî der ki: Bu ilim adamlarının söylediklerinin en ileri derecede
güzel bir özetidir ve bu, bu hususta oldukça ileri derecede bir açıklamadır.
Şunu da belirteyim ki, be"n Arap dili açısından bu husus üzerinde
düşündüm, bu konuda parlak, aydınlık bir hususu tesbit ettim. O da
"fe-ûl" vezninin mübalağa için olduğudur. Şu kadar var ki bu mübalağa
bazen mü-teaddi (geçişli) fiilde söz konusu olur. Şairin şu mısraında olduğu
gibi:
"Kılıcın keskin
tarafıyla onların (develerin) semiz ol aslarının
bacaklarını vurdukça
vurur."
Bazan da müteaddi
olmayan (geçişsiz) fiilden de bu kip kullanılabilir. Şairin şu mısraında
olduğu gibi:
"Çok uyur kuşluk
vakti (sabah uyandığında) elbiae giyip de
üzerine
kuşak bağlamaz."
Suyun başkasını
temizleyici olması, güzellik bakımından nezafet (temiz-lik)dır. Şeriat
bakımından da bir taharettir. Peygamber (sav)'ın: "Allah tahûrsuz (abdestsiz)
bir namazı kabul etmez."[68]
buyruğunda olduğu gibi.
Ümmet hem dil
açısından, hem de şer'î bakımdan "tahûr" vasfının suya has olduğunu
icma ile kabul etmişlerdir. Bu özellik temiz (tahir) olduğu halde diğer
sıvılarda söz konusu edilmez. Onların bu özelliği sadece su hakkında kabul
etmeleri "tahûr" olanın aynı zamanda mutahhir bizatihi (temiz olanın
temizleyici) olmasının en açık delilidir.
Bazen "feûl"
vezni bütün bu şekillerin dışında bir başka manada da kullanılabilir. O da
fiil hakkında değil de fiilin aletini ifade etmek için kullanılmasıdır. Bizim
"vekûd ve sahur" dememiz gibi. Bu (vekûd için) odundan ve sahur için
de) sahurda yenilen şeylerden ibarettir. Buna göre suyun "tahûr"
olmakla vasfedilmesİ aynı zamanda kendisi aracılığı ile temizlenilen araç
(alet)'i de ifade eder. Şayet "vekûd, sahur ve tahûr" kelimelerinde
birinci harf ötreli okunacak olursa, (vukûd, suhûr ve tuhûr denirse) o takdirde
bu fiile ait olur ve fiil hakkında bir haber manasım ihtiva eder. Böylelikle
"feûl" isminin hem mübalağa kipi, hem de o fiilin icra edilmesi için
kullanılan alete dair bir haber olduğu da sabit olmaktadır. İşte hanefilerin
hatırlarına gelen bu olmuştur. Şu kadar var ki; onlar bu açıklamayı yeteri
kadar ifade edememişlerdir. Bundan sonra gerek mübalağa, gerek atet İle ilgili
yapılacak açıklamalar yüce Allah'ın: "Ve gökten tertemiz bir su
indirdik" buyruğu ile Peygamber (sav)'ın: "Yeryüzü benim için hem
bir mescid, hem de tahûr (temiz ve temizleyici) kılındı"[69]
buyruğundaki delile bağlı olarak söz konusu olmaktadır. Bu ifadelerin hem
mübalağa, hem de aleti ifade etmeleri ihtimali vardır. Bundan dolayı bu
ifadelerde bizim itim adamlarımızın lehine delil olacak bir taraf yoktur. Şu
kadar var ki yüce Allah'ın: "Sizi onunla tertemiz yapmak" (el-Enfal,
8/11) buyruğu bu fiilin kendisinden başkasına teaddi eden (geçiş yapan) bir
fiil olduğu hususunda açık bir nass olarak ortada kalmaktadır.
[70]
Semadan İndirilen
sular ile yeryüzünde saktı bulunan sular çeşitlerine, tatlarına ve kokularının
farklılığına rağmen hem tâhirdir, hem de mutahhirdir. Suyun dışında başka bir
şey onlarla karışmadıkça bu böyledir. Suya karışan maddeler üç çeşittir: Bir
tür iki vasfında ona uygun düşer. Eğer bu tür o suya karışıp onu değiştirecek
olsa dahi bu İki niteliğinden herhangi birisini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu
iki niteliğe de uygundur, bu da topraktır.
İkinci tür, suyun iki
vasfından birisinde suya uygundur, bu da taharettir (temiz oluştur). Şayet bu,
suya karışıp da onu değiştirecek olursa, ondan farklı olduğu özelliğini sudan
giderir ki, bu da tathir (temizleyiciliktir). Gül suyu ve diğer temiz sıvılar
gibi.
Üçüncü tür, her iki
niteliğinde de ona muhaliftir. Eğer suya kanşacak olup değiştirecek olursa,
aynı anda her iki niteliğini de ondan alır. Çünkü bu iki hususta da ondan
ayrıdır, bu da necasettir.
[71]
İmam Malik'in
mezhebine mensub Mısır'iı ilim adamlarının kanaatine göre az miktardaki suyu,
az miktardaki necaset ifsad eder. Çok miktardaki suyu ise ancak rengini yahut
tadını ya da kokusunu değiştirecek miktardaki haram şeyler ifsad eder, Bu
hususta az miktar ite çok miktarın ne kadar olduğu hususunda belirli bir sınır
tesbit etmemişlerdir. Ancak İbnul-Kasım'ın, Malİk'ten naklettiği şu rivayet
vardır: Cünub bir kimse bineklerin sulandığı havuzlardan birisinde gusledip de
üzerindeki pislikleri eğer yıkamamış ise o takdirde o suyu ifsad etmiş (bozmuş)
olur. İbnu'l-Kasım, Eşheb, İbn Ab-di'1-Hakem ve Mısır'lılardan onlara tabi
olanların kanaati budur.
Şu kadar var ki; İbn
Vehb su ile ilgili konularda İmam Malik'in Medine'li arkadaşlarının kanaatini
benimsemiştir. Onların bu kanaatlerini de Ebu Mus'ab hem Medinelilerden, hem de
İbn Vehb'den şöylece nakletmektedir: Su ister az, ister çok olsun ona düşen
necaset görülmedikçe ve o suyun tadını yahut kokusunu ya da rengini
değiştirmedikçe suyu bozmaz. Ahmed İb-nu'1-Muaddel'in naklettiğine göre bu, su
ile İlgili Malik b. Enes'in de görüşüdür. İsmail b. İshak, Muhammed b. Bukeyr,
Ebu'l- Ferac el-Ebherî ile Bağ-dat'lılardan İmam Malik'in mezhebini benimseyen
diğer ilim adamlarının da kanaati budur. Aynı zamanda bu, el-Evzaî, el-Leys b.
Saa'd, el-Hasen b. Salih ve Davud b. Ali'nin de görüşüdür. Basra'lıların
görüşü de budur. Kıyas ve sağlam eserler (rivayetler) itibariyle sahih olan
görüş de budur.
Ebu Hanife der ki:
Suya bir necaset düştü mü su ister çok, ister az bulunsun necaset o suyun
genelinde tahakkuk ile varlığını ortaya koyacak olursa, su bozulur. Ona göre
necasetin tahakkuku da şu demektir: Mesela bir sidik damlası bir havuza
düşecek olsa, eğer bu havuzun bir tarafını hareket ettirdiğimizde öbür tarafı
da hareket ediyor ise, bütün su necis olur. Şayet taraflardan birisinin
hareketi diğerini harekete geçirmiyor ise su necis
olmaz.-"el-Mecmua"dif (Maliki mezhebine dair fıkıh eserinde) de Ebu
Hanife'nİn mezhebine yakın ifadeler vardır.
İmam Şafiî ise
kulleteyn hadisini esas almıştır ki; bu da tenkid edilmiş bir
hadistir. Hem senedinde, hem metninde ihtilâf vardır.
Bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve özellikle de Darakutnî rivayet etmiştir[72] O,
kitabının başına bu hadisi almış ve bu hadisin bütün yollarını zikretmiştir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Darakutnî bir hadis imamı olmakla birlikte, kulleteyn hadisinin sahih olduğunu
ortaya koymaya çalışmış ise de buna güç yetire-memiştir.
Ebu Ömer b.
Abdi'1-Berr der ki: Şafiî'nin kabul ettiği kulleteyn hadisine gelince, bu nazar
(akıt) cihetinden zayıf, eser (nakil) bakımından da sabit olmayan bir
görüştür. Çünkü naklî ilimlerde yetkin bir topluluk bu hususta tenkitlerde
bulunmuşlardır. Ayrıca kulleteyn'in gerçek miktarı hususunda ne sabit bir
rivayet ne de bir icma tesbit edilememektedir. Eğer bu uyulması gerekli bir
sınır olsaydı, ilim adamlarının Peygamber (sav)'in bu hususta tesbit ettiği
sının öğrenmek için gerekli araşürmalan yapmaları icab ederdi, Zira böyle bir
husus onların dinlerinin asıllarından ve üzerlerine farz olan hükümlerden
birisidir. Gerçekten bu böyle olsaydı, onlar bu hususu ihmal etmezlerdi. Çünkü
onlar bundan daha aşağı mertebede ve daha incelikli hususları dahi
alabildiğine araştırmışlardır.
Derim ki:
İbnu'l-Munzir'in kulleteyn ile. ilgili olarak yaptığı açıklamalar bile bu
hususta kabul edilmesi gereken bir rivayetin ve bir sınırlandırmanın olmadığını
göstermektedir. Darakutnî'nin, Sîmen'inde Hammad b. Zeyd'den, onun da Âsim b.
el-Munzir'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Kilal (kulle-ler) büyük testiler
demektir, Burada sözü geçen Âsim ise kulleıeyn hadisinin ravilerinden
birisidir. Darakutnî'nin açıklamalarından anlaşıldığına göre bu testiler Hecer
testileri gibidir. Çünkü Darakutnî, Enes b. Malik'ten rivayet olunan ve Peygamber
(sav)'ın şu buyruklarının yer aldığı hadisi nakletmektedir; "Bea yedinci
semadaki Sidret-i Münteha'ya kadar kaldırıldım. Baktım ki onun yemişleri Hecer
küali (testileri) gibi, yaprakları ise fil kulakları gibidir" deyip,
hadisin geri kalan bölümünü kaydetmektedir[73]
İbnu'l-Arabî der ki:
Bizim ilim adamlarımız da Ebu Said el-Hudri'nîn Bu-zaâ kuyusu ile ilgili
hadisini delil diye almışlardır. Bu hadisi Nesaî, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve
başkaları rivayet etmiştir.[74]
Bu da aynı şekilde
zayıf bir hadistir. Sahihlik derecesine yaklaşmaz ve dayanak olarak alınamaz.
Ben bu hususta et-Tusî el-Ekber ile tartıştım ve bana şöyle dedi: Bu meselede
en arı duru mezheb Malik'in görüşüdür. Çünkü
su vasıflarından herhangi birisi değişikliğe uğramadıkça temizdir. Zira
bu konuda dayanak olmaya elverişli herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Bu
hususta dayanak Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadeleridir ki, bu da yüce Allah'ın:
"Ve gökten tertemiz bir su İndirdik" buyruğudur. Bu da sıfatlarını
koruduğu sürece böyledir. Sıfatlarından herhangi birisi değişikliğe uğrayacak
olursa, bu sıfatlarını kaybettiğinden ötürü de ona verilen ismin dışına çıkmış
olur. Bundan dolayı hadis ve fıkhın imamı Buhârî bu konuda dayanak olmaya elverişli
herhangi bir haber bulamamış ve: "Suyun değişmesi babı* diye başlık
açtıktan sonra da bu başlığın altında şu sahih hadisi kaydetmektedir: "Allah
yolunda yaralanan bir kimse -ki Allah kendi yolunda kimin yaralandığını en iyi
bilendir- mutlaka kıyamet gününde yarası kanayarak gelecektir, rengi kan
rengidir, kokusu ise misk kokusudur. "[75]
Böylelikle Peygamber (sav) kanın olduğu gibi kalacağını fakat misk gibi
kokacağını bildirmiştir. Bu koku ise onun kan vasfını etkilememektedir. İşte
bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Su, kenarındaki ya da kıyısındaki
bir leşin kokusu dolayısıyla değişikliğe uğrayacak olursa, bu ondan abdest
almaya mani değildir. Eğer leş onun içine konulmuş olduğu halde, su
değişikliğe uğrayacak olursa, bu suya karışmış olması dolayısıyla suyu necis
kılar. Birinci halde ise bir yakınlık söz konusudur. Herhangi bir şekilde bu
yakınlığa itibar edilmez.
Derim ki: Buhârî'nin
zikrettiği bu hadis aynı şekilde bu kanaatin aksine de delil gösterilmiştir. O
da kokunun değişikliğinin onu asli özelliğinin dışına çıkartmasıdır. Bu istidlalin
açıklaması da şöyledir: Kanın kokusu misk kokusuna dönüşünce, artık bu kan
necis ve pis görülen bir şey olmaktan çıkar ve o bir misk olur. Misk denilen
şey de zaten ceylanın kanının bir parçasıdır. Kokusu değiştiği takdirde su da
aynı durumdadır. Su ile ilgili cumhurun kabul ettiği yorum da budur.
Abdu'l-Melik'in kabul ettiği görüş de birinci görüştür.
Ebu Ömer dedi ki: İlim
adamları rengin dışında kokuya bağlı olarak hükmü kabul etmişlerdir. O bakımdan
hüküm kokuya aittir. Kendi kanaatlerine de bu hadisi delil göstermişlerdir. Şu
kadar var ki; İnsanın kalp huzuru ile kabul edebileceği bir anlara bu hadisten
çıkmamaktadır. Ne kanda suyun Özelliği vardır, ona kıyas edilsin, ne de fukaha
bu gibi şeylerle uğraşsın. İlmi bilmecelere dönüştürmek ve onu içinden çıkılmaz
bir hale sokmak, ilim ehli kimselerin yapacağı bir iş değildir. Onların işi
ilmi açıklamak, açıklığa kavuşturmaktır. Bundan dolayı bu ilmi insanlara
mutlaka açıklayıp onu gizlemeyeceklerine dair onlardan söz alınmıştır. Suyun
değişikliğe uğraması ya necasetle olur, ya necasetin dışındaki bir şeyle olur.
Eğer su necaset ile değişikliğe uğrayacak
olursa itim adamları icma ile bunun tahir de, mutah-hir de olmadığıdır, Aynı
şekilde icma ile kabul ettiklerine göre su, necasetin dışında bir şeyle
değişikliğe uğrayacak olursa, aslı üzere tahir kalmaya devam eder. Cumhur'un
kanaatine göre değişikliğin toprak ve sıvı bir şey ile olması hali dışında,
mutahhir (temizleyici) değildir. Fukahanın icma ile kabul ettiği hususlar
herhangi bir pürüzün ve bir karışıklığın bulunmadığı hakkın kendisidir.
[76]
Su, kendisinden
korunulması mümkün olmayan bir şekilde zırnık ya da kireç bulunan bir yatakta
akması, yosun sebebiyle ya da üzerinde biten ağaç yapraklan dolayısıyla
değişikliğe uğraması halinde; ilim adamlarının ittifakı ile -bu durum o su ile-
abdest almaya engel değildir. Çünkü bundan sakınmak ve suyu böyle bir yerden
ayırmak imkansız bir şeydir.
İbn Vehb'in Malik'ten
rivayetine göre bu şekilde olmayan bir su, böyle bir sudan daha iyidir.
[77]
İlim adamlarımız
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Hristiyanın ve diğer kâfirlerin,
içkicinin artırdığı su ile leş yiyen -köpek ve benzeri hayvanların- artıkları
mekruhtur. Bunların artırdıkları su ile abdest alan bir kimsenin o suda necaset
bulunduğunu kesinlikle bilmedikçe herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Buharı dedi ki: Ömer
(r.a)'da hristiyan bir kadının evinden (alınmış su İle) abdest almıştır.[78]
Siifyan b. Uyeyne dedi ki: Bize Zeyd b. Eslem'den
naklettiler, o babasından şöyle dediğini nakletti: Şam'da bulunduğumuz sırada
Ömer b. el-Hattab'a bir su götürdüm. O da o sudan abdest aldı: Sen bu suyu
nereden getirdin? diye sordu. Çünkü ben pınar suyu olsun, yağmur suyu olsun bu
sudan daha tatlı bir su görmedim. Ona: Bu suyu su hristiyan koca karının
evinden getirdim, dedim. Abdestini aldıktan sonra kadının yanma giderek dedi
ki: Ey yaşlt kadın, müslüman ol, seiâmet bulasın. Allah, Muhammed (sav)'ı hak
ile göndermiştir. Eşlem dedi ki: Başını açtı, saçlarının tamamen ağarmış olduğunu
gördük. Şöyle dedi: Ben yaşlanmış bir kadınım, hemen şimdi öleceğim, Bunun
üzerine Ömer (r.a): Allah'ım şahid oi, dedi. Bunu Darakutnî rivayet
etmiştir: Bize el-Huseyn b. İsmail anlattı, dedi ki:
Bize Ahraed b. İbrahim el-Buşencî anlattı dedi ki: Bize Süfyan anlattı, deyip,
hadisi kaydetti.[79]
Bu rivayeti aynı
şekilde el-Huseyn b. İsmail'den de rivayet etmektedir. el-Huseyn dedi ki: Bize
Hallad b. Eşlem anlattı. Bize Süfyan, Zeyd b. Eslem'den o babasından
naklettiğine göre Ömer b. el-Hattab (r.a) hristiyan bir kadının evinden (alınan
su ile) abdest aldı. Sonra yanına giderek Ey yaşlı kadın, müs-iüman ol, dedi...
ve sonra da hadisi az önce geçtiği şekliyle kaydetti
[80]
Köpeğin kendisinden
içtiği su hakkında Malik dedi ki: Kap yedi defa yıkanır ve o sudan abdest
alınmaz. Bununla birlikte o su temizdir.
es-Sevrî der ki: O su
ile abdest alınır ve onunla birlikte teyemmüm de yapılır. Aynı zamanda bu
Abdu'l-Melik b. Abdu'1-Aziz ile Muhammed b. Mes-leme'nin de görüşüdür.
Ebu Hanife dedi ki:
Köpek necistir. Bundan dolayı da kap yıkanır, çünkü necistir. Şafiî, Ahmed ve
îshak da bu görüştedirler.
Malik ise evde
tutulması caiz olan köpekler ile caiz olmayan köpekler arasında, köpeğin
içmesi dolayısıyla kabın jikanı İması hususunda fark gözetirdi. Bu husustaki
görüşünün hülasası şudur; Köpeğin kaptan yemesi ya da içmesi hiçbir şeyi necis
kılmaz. Oradan ister yemek yesin, ister başka bir şey. Ancak o önemsiz oluşu
dolayısıyla köpeğin arttırdığı suyun dökülmesini müs-tehab kabul etmiştir. Bu
hususta göçebelerle birlikte olan köpek ile yerleşik yerlerdeki köpek arasında
da fark görmemektedir ve durum ne olursa olsun teabbüden onun yediği ya da
içtiği kap yedi defa yıkanır. Maliki mezhebine mensup kıyas ile amel eden ilim
adamlarının kabul ettikleri nihai görüş budur.
İbn Vehb der ki: Bize
Abdu'r-Rahman b. Zeyd b. Eşlem babasından, o Ata'dan, o Ebu Hureyre'den şöyle
dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav)'a Mekke ile Medine arasında bulunan
havuzlar hakkında soru soruldu ve öna şöyle denildi: Köpekler ve yırtıcı
hayvanlar bu havuzlara gelir, su içerler. O şöyle buyurdu: "Bu
hayvanların karınlarına indirdikleri kendilerinindir. Geriye kalan da bizim
için hem İçecektir, hem de tahurdur." Bu hadisi Darakutnî rivayet
etmiştir.[81]
Bu ise köpeklerin
temizliği ve onların yiyip, içtiklerinden arta kalanın temizliği hususunda
açık bir nasstır.
Buhârî'deki rivayete
göre de İbn Ömer'den naklen köpekler Rasûlullah (sav)'ın mescidinde gider
gelirler. Bununla birlikte bundan dolayı herhangi bir tarafa da su
serpmezterdi.[82]
Ömer (r.a) da Ashab-ı
Kiram'ın huzurunda Amr İbnu'1-Âs su havuzu sahibine: Senin havuzuna yırtıcı hayvanlar
gelip su içer mi? diye sorunca, "Ey havuz sahibi, bu hususta sen bize bir
bilgi verme, çünkü bizler yırtıcı hayvanların bulunduğu yere gidiyor ve bizim
bulunduğumuz yere de onlar geliyorlar", demiştir. Bunu da Malik ve
Darakutnî rivayet etmiştir.
[83]
Burada yırtıcı
hayvantar ile onlardan sayılan köpek arasında herhangi bir ayırım
gözetilmemiştir. Köpeğin arttırdığının dökülmesini söyleyen ve bunun necaset
dolayısıyla olduğunu belirten muhalif kanaat sahiplerinin herhangi bir delili
bulunmamaktadır. Artık suyun dökülmesinin emredilmesi ancak insanın ondan
tiksinmesi dolayısıyladır, necaseti dolayısıyla değildir. Çünkü pisliklerden
uzak kalmak, teşvik edilmiş (mendub) bir husustur.
Yahut bu konuda
onların mükellefiyetlerini ağırlaştırmak maksadı güdül -müştür. Zira İbn Ömer
ve el-Hasen'in dediği gibi; köpek barındırmak yasaklanmış bir şeydir. Bundan
vazgeçmemeleri, çölde sahip oldukları suyun azlığı dolayısıyla suyun
dökülmesini emrederek, hükümlerini ağı rl aştırmış tır. Tâ ki bu iş onlara ağır
gelsin ve köpek barındırmaktan vazgeçsinler. Bu şekildeki bir kabın
yıkanılması emri ise bir ibadettir. Az önce de belirttiğimiz gibi necaseti
dolayısıyla değildir.
Bunun da iki delili
vardır; Birincisi bu yıkama belirli bir sayı ile sınırlandırılmıştır. İkincisi
Peygamber (sav)'ın; "Sekizincisinde ise onu toprakla ovalayınız "[84]
buyruğu dolayısıyla bu temizlemede toprağın da müdahalesi vardır. Şayet bu
emir necaset dolayısıyla verilmiş olsaydı, sidikte olduğu gibi bunda sayının
.ve toprağın herhangi bir şekilde söz konusu olmaması gerekirdi. Peygamber (sav)
kediyi ve kedinin su içip yemek yediği kabı temiz olarak değerlendirmiştir.
Kedi ise yırtıcı bir hayvandır ve bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Zira kedi
avının üzerine atılır ve ölmüş oianı yer. Köpek de aynı şekildedir, onun
benzeri diğer yırtıcı hayvanlar da böyledir. Zira bunlardan herhangi birisi
hakkında bir nass gelmiş ise, diğeri hakkında da bu nass aynen söz konusu olur.
Bu da kıyas çeşitlerinin en güçlülerindendir. Tabi bu ortada özet bir delilin
bulunmaması halinde böyledir. Aynca biz artığının temizliğine dair nassı da
zikretmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla bu konuda muhaliF kanaat belirtenin görüşü
de çürütülmüş olmaktadır. Hamd, yüce Alİah'a mahsustur. [85]
Kansız varlıklardan
olup suda ölen canlıları eğer suyun kokusunu değiştirmeyecek olursa, suya bir
zararları olmaz. Şayet su kokarsa ondan abdest alınmaz. Aynı şekilde suda
yaşayan canlılardan akacak kanı bulunan balık ve kurbağa gibi varlıklar ölecek
olurlarsa bunların ölümleri dolayısıyla suyun kokusu değişmedikçe suya bir
zararları olmaz. Şayet kokusu değişir, su kokarsa o suda temizlenmek, ondan
abdest almak caiz değildir. Malik'e göre bu su necis olmaz.
Akan kanı bulunup da
suda ölen ve bulunduğu yerden alınıp da suyun rengini, tadını, kokusunu değiştirmeyecek
olursa, o takdirde hem suyun kendisi temizdir hem de temizleyicidir. Su az ya
da çok olsun farketmez. Medi-ne'li (Maliki mezhebine mensub) alimlere göre bu
böyledir. Bazılarının kanaatine göre böyle bir sudan gönül hoşluğuyla
kullanılması için bir kaç kova çekilmesi müstehabtır. Ancak bu konuda
aşılmaması gereken herhangi bir sınır da belirlememişlerdir. Bir kaç kova
çekilmeksizin, o suyun kullanılmasını mekruh kabul ederler. Herhangi bir kimse
gusül ya da abdest maksadıyla böyle bir suyu kullanacak olursa, dediğimiz
şekilde olması halinde bu caizdir.
Malik'in mezhebine
mensub kimi ilim adamı, böyle bir su ile abdest alanin suda bir değişiklik
olmasa dahi teyemmüm yapması gerektiği görüşüne sahipti. Bu şekilde ihtiyaten
her iki temizlenme şeklini (tahareti) bir arada yapmış olur. Şayet böyle
yapmayıp da o sudan aldığı taharetle yetinip namaz kılacak olursa, bu da
yeterli olur.
Dârakutnî'nin Muhammed
İbn Sîrîn'den rivayet ettiğine göre Zemzem kuyusuna bir zenci düşüp öldü. İbn
Abbas'ın emri üzere oradan çıkartıldı ve kuyunun suyunun çekilmesini emretti.
Rüknün dibinden gelen bir pınar onların emeklerini boşa çıkartır gibi oldu.
Bunun üzerine emir vererek kıptı kumaşlarla, ince ipeklerle gözeyi tıkadılar
ve nihayet kuyunun suyunu çektiler. Kuyunun suyunu çekip bitirdikten sonra
tekrar o pınar fışkınverdi. Bu rivayeti Ebu't-Tufeyl'den de şöylece
nakletmektedir: Bir köle Zemzem kuyusuna düştü ve kuyunun suyu çekildi.[86]
Bu durumda suyun asli
özelliklerinin değişikliğe uğramış olma ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Şu'be, Muğiyre'den, o
İbrahim'den rivayet ettiğine göre İbrahim şöyle dermiş: Akan kanı bulunan
herbir canlıdan Ötürü (suda ölmesi halinde) o sudan abdest alınmaz..Şu kadar var ki domuzlan
böceği, akrep, çekirge, hamam böceği eğer içinde su bulunan bir kaba düşecek
olurlarsa bunda ruhsat vardır, bunun bir sakıncası
yoktur. Şu'be dedi ki: Zannederim kertenkeleyi de söz konusu etmiştir. Bunu
Darakutnî rivayet etmiştir: Bize el-Huseyn b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize
Muhammed b. el-Velid anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ca'fer anlam, dedi ki:
Bize Şû'be anlattı... deyip, bu rivayeti zikretmiştir.[87]
Aihab-ı Kiram'ın,
İslâm aleminin çeşitli bölgelerinin fukahasının ve Hicaz ile Irak'ta bulunan
diğer tabiîlerin büyük çoğunluğunun kanaatine göre kedinin içip artırdığı su
tahirdir. Kedinin artırdığı su ile abdest almakta bir sa-kmcA yoktur. Buna
sebeb ise bu husustaki Ebu Katâde hadisidir. Bunu da Ma-ük ve başkaları rivayet
etmiştir.
Bu hususta Ebu
Hureyre'den farklı (lafızlarla) rivayet edilmiştir. Ata b. Ebi Rebah ile Said
b. el-Müseyyeb, Muhammed b. Sırın'den rivayet edildiğine göre onlar kedinin
içtiği suyun artan kısmının dökülmesini ve bundan dolayı da kabın yıkanmasını
emretmişlerdir. Bu hususta el-Haserı'den farklı rivayetler gelmiştir.
el-Hasen'den gelen her iki rivayetin de sahih olarak geldiğini kabul
edebilmemiz için, kedinin ağzında necaset görmüş olma ihtimalini de kabut
etmeliyiz.
Tirmizî, Matik'in
naklettiği hadisi zikrettikten sonra şöyle demektedir: "Bu hususta Âişe ve
Ebu Hureyre'den de gelmiş rivayetler vardır. Bu hasen, sahih bir hadistir.
Peygamber (sav)'ın ashabından, tabiînden ve onlardan sonra gelen Şafiî, Ahmed
ve İshak gibi ilim ehlinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur. Onlar kedinin
artığında bir sakınca görmemişlerdir. "[88]
Bu rivayet bu
husustaki rivayetlerin en güzelidir. Malik, İshak b. Abdullah b. Ebi Talha'dan
gelen bu hadisin senedini sağlam görmüş ve Malik'ten daha mükemmel bir şekilde
bu hadisi kimse aktarmamıştır. Hafız Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki:
Anlaşmazlık ve görüş ayrılığı halinde delil Rasûlul-lah (sav)'ın sünnetidir.
Ebu Katâde yoluyla sahih olarak gelen hadiste belirtildiğine göre o kediye
içsin diye kabı uygun bir şekilde eğmiştir. Fukaha'nın her bölgede dayandıkları
delil budur. Bundan Ebu Hanife ve onun görüşünü benimseyenler müstesnadır. O
kedinin arttırdığı suyu mekruh kabul ederdi ve bir kimse o su ile abdest alacak
olursa, bu da onun için yeter, derdi. Bununla birlikte kedinin artığından
abdest almayı mekruh kabul edenlerin, Ebu Katâde yoluyla gelen hadisin
kendilerine ulaşmamış olması, buna karşılık Ebu Hureyre'nin köpek hakkındaki
hadisi kendilerine ulaşıp, kedi- ' yi de köpeğe kıyas etmesinden daha güzel bir
delillerinin olabileceğini bilemiyomm. Ancak sünnet, kapların yıkanması
hususunda teabbud meselesinde kedi ile köpek arasında ayırım gözetmiştir.
Sünnetin kendisine karşı delil teşkil ettiği kimse ise elbetteki bu hususta
yenik düşer. Sünnete muhalif olan da bu hususta bir kenara bırakılır. Tevfik
Allah'tandır.[89]
Yine bunların
gösterdikleri delillerden birisi de Kurre b. Halid'in Muham-med b. Şîrîn'den,
onun Ebu Hureyre'den yaptığı rivayettir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Kedinin yiyip, içtiği bir kabın temizlenmesi bir veya iki
defa yıkanması ile olur."[90] Bu
rivayette şüphe Kurre'ye aittir. Bu hadisi Kurre b. Halid dışında merfu olarak
kimse rivayet etmemiştir. Kurre ise sika ve sağlam bir ravidir.
Derim ki: Bu hadisi
Darakutnî rivayet etmiştir. Hadisin metni de şöyledir; "Köpeğin yiyip
içtiği kabın temizlenmesi, birincisi toprak İle olmak üzere yedi defa
yıkanmasıdır. Kedininkinin ise bir ya da iki defa (yıkanmasıdır)." Şüphe
eden Kurre'dir.[91] Ebubekir dedi ki: Ebu
Âsim da hadisi böylece merfu olarak rivayet etmiştir. Ondan başkaları ise
Kurre'den "köpeğin yiyip, içmesi" ile ilgili bölümü merfu,
"kedinin yiyip, içmesi" ile İlgili bölümünü mevkuf olarak rivayet
etmişlerdir. Ebu Salih'in rivayetine göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir:
Rasûiullah (sav) buyurdu ki: "Kap, köpekten dolayı nasıl yıkanıyorsa,
kediden dolayı da öylece yıkanır." Darakutnî dedi ki: Bu hadis merfu olarak
sabit değildir. Bunun bellenen rivayeti Ebu Hureyre'nin sözü olduğu şeklindedir
ve ondan farklı rivayetler gelmiştir. Ma'mer ve İbn Cüreyc, İbn Ta-vûs'tan,
onun babasından naklettiğine göre o kediyi köpek gibi değerlendirirdi.
Mücahid'den gelen rivayete göre ise o kedinin yiyip, içtiği ve artık bıraktığı
kap hakkında: Onu yedi defa yıka, demiştir. Bu rivayetleri Darakutnî kaydetmiştir.[92]
Müsta'mel su, onunla
abdest alanın azalan teiniz olduğu takdirde tahir-dir. Ancak Malik ile ileri
gelen fukahadan bir topluluk, böyle bir su ile abdest almayı mekruh
görmüşlerdir.
Malik dedi ki: Böyle
bir suda hayır yoktur. Herhangi bir kimsenin bu sudan abdest almasını da güzel
görmüyorum. Şayet abdest alıp da namaz kılacak olursa, namazını iade etmesi
gerektiği görüşünde değilim. Bununla birlikte sonraki namazlar için abdest
alır.
Ebu Hanife, Şafiî ve
mezheplerine mensub iiim adamları derler ki: Hade-si gidermek (abdest ya da
gusletmek) maksadıyla müsta'mel suyun kullanılması caiz değildir. Böyle bir su
ile abdest alan kişi abdestini iade eder. Çünkü bu mutlak bir su değildir,
Böyle bir suyu bulan bir kimse (başka suyu yoksa) teyemmüm eder. Çünkü böyle
bir kimse suyu bulunan bir kimse sayılmaz. Onların bu kanaatlerini Esbağ b.
el-Farac de aynen kabul etmiştir, el-Evzaînin görüşü de budur. Bunlar Malik
tarafından rivayet edilen es-Suna-bihî hadisi ile Müslim'in rivayet ettiği Amr
b. Anbese'nin hadisini ve daha başka rivayetleri delil göstermişler ve şöyle
demişlerdir: Bir su ile abdest alındığı takdirde, onunla birlikte günahlarda
çıkar. Bu, günahların suyu olduğundan dolayı ondan uzak durmak gerekir.
Ebu Ömer (b.
Abdil-Berr) der ki: Bana göre bu uygun bir izah değildir. Çünkü günahlar suyu
necis yapmaz. Zira günahların maddi bir varlığı yoktur. Bunlar suya karışacak
bir cisim de değildirler ki suyu bozsunlar. Peygamber (sav)'ın: "Günahlar
da su ile birlikte çıkar gider" diye buyurmuş olması, onun namaz için
alınan bir abdestin yüce Allah'ın mü'min kullarına bir rahmeti ve onlara bir
futfu olmak üzere küçük günahlarına keffaret teşkil eden bir amel olduğunu
bildirmektedir.
Ebu Sevr ve Davud
(ez-Zahİrü'nin görüşü de Malik'İnki gibidir. Bunlara göre de müsta'mel su ile
abdest almak caizdir. Çünkü böyle bir su tahirdir. Ona herhangi bir şey
katılmış değildir ve o mutlak sudur. Aynca ümmetin eğer abdest aianın
azalarında bir necaset bulunmuyor ise, bu suyun tahir olduğunu icma ile kabul
etmesini de delil göstermişlerdir. Ebu Abdullah el-Merve-zî Muhammed b. Nasr da
bu görügtedir.
Ali b. Ebi Talib, İbn
Ömer, Ebu Umame, Atâ b. Ebi Rebah, Hasan-ı Bas-rî, en-Nehaîj Mekhûl ve
ez-Zührî'den de rivayet olunduğuna göre onlar; başını meshetmeyi unutup da
sakalı bir parça ıslak olanın bu ıslaklıkla başını meshetmesinin yeterli
olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar böylelikle müsta'mel su ile abdest almayı
caiz görmüş oluyorlar.
Abdu's-Selam b. Salih
rivayet ediyor; Bize İshak b. Suveyd, el-Alâ b. Zi-yad'dan anlattı. el-Alâ,
Peygamber (sav)'ın ashabından kendisinden razı olunan birisinden naklettiğine
göre, Rasülullah (sav) bir gün ashabın yanına gusledip çıkmış. Vücudunda suyun
isabet etmediği bir yer kalmıştı. Biz ona; Ey Allah'ın Rasülü, şu bölgeye su
isabet etmemiş, dedik. Uzunca ve serbest bir saçı vardı. Bu saçı o yerin
üzerinden geçirdi ve onu ıslattı. Bunu da . Dârakutnî rivayet etmiş ve şöyle
demiştir; Burada sö2ü geçen Abdu'S-Selam b. Salih, Basra'hdır ve pek kuvvetli
bir ravi değildir. Onun dışında sika ra-vilerden bazıları bunu İshak b.
el-Alâ'dan mürsel olarak rivayet etmişlerdir,
doğru olan da budur.[93]
Derim kt: Hüşeym'in
zikrettiğine göre hadis sika bir ravi olan İshak b. Su-veyd el-Adevî'den, o
el-Alâ b. Ziyad el-Adevî'den rivayet ettiğine göre Ra-sûlullah (sav)
gusletti... diye rivayet edilmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: "Müsta'mel su
meselesinin dayanağı bir başka delildir. O da şudur: Alet (olan su) İle bir
farz eda edilecek olursa, onunla bir başka farz eda edilebilir mi?, edilemez
mi? meselesidir. Bu konuda muhalif kanaatte olanlar bunu kabul etmezler. Bu
hususta da köle bir kimse bir farz eda edilerek azad edildiği takdirde bir
başka farzın eda edilmesi için aynı kölenin tekrar azadının mümkün olmadığını
delil gösterirler. Ancak bu batıl bir iddiadır, çünkü kölenin azadı eğer köle
bir kimse hakkında söz konusu olursa, kölelik ortadan kalkar. Bir başka azad
için farzın eda edilebileceği bir yer kalmaz. Bunun benzeri ise azalar üzerinde
telef olan sudur. Bununla tekrar bir farzın daha eda edilmesi sahih olamaz.
Çünkü azad etmek suretiyle köleliğin hükmen ortadan kalktığı gibi böyle telef
olan bir su da maddi olarak ortadan kalkar ve telef olur,[94] İşte
bu çok nefis bir açıklamadır. Bunun üzerinde dikkatle düşünmek icab eder,"
[95]
Malik ve onun
mezhebine mensub ilim adamları, içine necaset düşmüş su ile necasetin üzerinden
geçen su arasında fark görmemektedirler. Bu su ister durgun olsun, ister
olmasın. Çünkü Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Suyu hiçbir şey necis
yapmaz.[96]
Ancak onu çokça etkileyerek tadını yahut rengini yada kokusunu değiştiren
müstesnadır. "[97]
Şafiî'ler ise fark
gözeterek şöyle demişlerdir: Necaset suya düşecek olursa, su necis olur.
İbnu'l-Arabî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Sular ile ilgili hükümler
konusunda şeriatın esaslarından birisi de şudur: Necasetin suya isabet etmesi,
suyun necasetin olduğu yerden geçmesi gibi değildir. Çünkü Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur: "Sİ2den herhangi bir kimse uykudan uyandı mı elini üç
defa yıkamadıkça sakın kaba daldırmasın. Çünkü
sizden herhangi bir kimse elinin geceyi nerede geçirdiğini
bilmez."[98] Böylelikle Peygamber
(sav) elin suya daldırılmasını yasaklarken, suyun elin üzerine dökülmesini
emretmiştir. Bu, bu hususta harikulade bir esastır. Eğer az ya da çok olsun su
necasetin üzerinden geçmeyecek olsaydı, asla tahir olmazdı. Yine Peygamber
(sav)'dan sabit olduğuna göre o mescidde küçük ab-destini bozan Bedevi'nin
küçük abdesti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Onun üzerine bir kova
su dökünüz."[99]
Hocamız Ebu'l-Abbas
dedi ki: Aynı şekilde kulleteyn hadisini de delil göstermiş ve şöyle
demişlerdir: Şayet su kulleteynden daha az olup da ona bir necaset isabet
ederse, bu necaset o suyu değiştirmese dahi o su necis olur. Eğer o miktar ya
da daha az bir miktar su necaset üzerinden geçip de onun maddi varlığını
giderecek olursa su eski hali üzere tertemiz kalır ve necaseti izale etmiş
olur. Ancak bu bir çelişkidir, çünkü her iki şekilde de karışma gerçekleşmiş
olmaktadır. Suyun necasetin üzerinden geçmesi ile necasetin su üzerinden
geçmesi şekli bir farktır. Bunda fıkhi herhangi bir incelik bulunmamaktadır.
Diğer taraftan bu mesele taabbudi meselelerden değildir, aksine inanası akfen
kavranabilecek meselelerdendir. Bu da necasetin izale edilmesi ve bunun
hükümleri kabilindendir. Diğer taraftan onların bütün bu kanaatlerini
Peygamber (sav)'ın şu buyruğu reddetmektedir: "Temiz olan suyu, onun
rengini yahut tadını ya da kokusunu değiştiren dışında hiçbir şey necis
kılmaz."[100]
Derim ki: Bu hadisi
Darakumî, Rişdîn b. Saâd Ebi'l-Haccac'dan, o Muavi-ye b. Salih'den, o Raşid b.
Saâd'dan, o Ebu Umame el-Bahılî'den, o Sev-ban'dan, o da Peygamber (sav)
yoluyla rivayet etmiş ve bunda "renkten" söz edilmemiştir. Darakutnî
der ki: Bu hadisi Rişdin b. Saâd, Muaviye b. Salih'den merfu olarak zikretmemiştir
ve pek kuvvetli değildir.[101]
İstidlal bakımından bundan daha güzeli Ebu Üsame'nin el-Velid b. Kesir'den,
onun Muhammed b. Kaâb'dan, onun Ubeydullah b. Abdullah b. Rafı' b. Hadic'den,
onun Ebu Said el-Hudrî'den yaptığı rivayettir. Ebu Said dedi ki: Ey Allah'ın
Rasûlü! Bu-daâ kuyusundan abdest alalım mı? diye soruldu, Bu kuyu içine ay hali
ka-dınlann bezleri, köpeklerin etleri ve kokuşmuş şeyler atılırdı. Rasûkıllah
(sav) şöyle buyurdu: "Su temizdir, hiçbir şey onu necis etmez." Bunu
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Darakutnî rivayet etmişlerdir.[102]
Hepsi de bu senedle rivayet etmislerdir. Ebu İsa (et-Tirmi2Î> dedi ki: Bu
hasen bir hadistir. Ebu Üsame bu hadisin ceyyid olmasını sağlamıştır. Ebu
Said'in, Budaâ kuyusu ile ilgili rivayet ettiği hadisi Ebu Üsame'den daha
güzel kimse rivayet etmemiştir. O halde bu hadis necasetin suya atılması veya gelmesi
hususunda açık bir nasstır. Rasûlullah (sav)'da böyle bir suyun tahir ve
temizleyici olduğunu hükme bağlamıştır.
Ebû Dâvûd dedi ki: Ben
Kuteybe b. Said'i şöyle derken dinledim: Ben Budaâ kuyusunun kayyumuna
derinliğini sordum ve ona: Burada azami su ne kadar olur? dedim. O: Azami
göbeğe kadar olur dedi. Peki eksilirse? diye sordum. Bu sefer: Avret sınırının
altına iner dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Ben Budaâ kuyusunu elbisemle ölçtüm.
Ridarm üzerine uzattım, sonra ziraımla ölçtüm. Eninin altı zira olduğunu
gördüm. Bana bahçenin kapısını açıp içeriye alan kişiye sordum: Hiç bu kuyunun
yapısı önceki haline göre değişikliğe uğratıldı mı? Hayır dedi. Ben içinde
rengi değişmiş bir su gördüm[103] İşte
bu bizim belirttiğimiz hususa dair lehimize bir delildir. Şu kadar var ki
İb-nu'l-Arabî şöyle demiştir: Bu kuyu kıraç arazinin ortasında idi. Onun suyu
dibinden beri değişik olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[104]
Kendisiyle abdest
almanın ve necasetleri yıkamanın caiz olduğu tâhir (temiz) ve mutahhir
(temizleyici) su sema, nehir, deniz, pınar ve kuyulardan alınmış safi, arı
sudur. İnsanlar tarafından kendisine herhangi bir şey katılıp karıştırılmamış,
yüce Allah'ın yarattığı gibi saf bulunan ve "mutlak su" diye tarif
ettikleri su budur. Daha önceden de açıkladığımız gibi bu suyun bulunduğu
yerin renginin ona zararı olmaz.
Bu hususta Ebu Hanife
ile Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer muhalefet etmişlerdir. Ebu Hanife
yolculuk esnasında nebiz ile abdest almayı caiz kabul ettiği gibi, tahir olan
herbir sıvı ile necaseti izale etmeyi caiz görmüştür. Yağ ile yemek suyuna
gelince, ondan gelen bir rivayete göre bunlarla necasetin izale edilmesi caiz
değildir. Şu kadar var ki onun mezhebine mensub ilim adamları (arkadaşları)
şöyle derler: Eğer necaset onunla zail oluyorsa, caizdir. Ona göre ateş ve
güneşin durumu da budur. Hatta meyte (leş)'in derisi eğer güneşte kuruyacak
olursa, tabaklanmaksızın dahi tahir olur. Yerin üzerindeki necaset de böyledir.
Eğer güneşte kuruyacak olursa o yer temizlenmiş olur ve orada namaz kılmak
caizdir. Şu kadar var ki; oradaki toprakla teyemmüm almak caiz olmaz.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Şanı yüce Allah, suyu tertemiz olmakla nitelendirip
bizleri onunla temizlemek maksadıyla semadan o suyu
indirmekle bize lut-funu hatırlatmış olması, suyun bu hususta özeilikii
olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde Peygamber (sav) de Ebubekr es-Sıddîk'ın
kızı Esma'ya, elbiseye isabet eden ay hali kanı hakkında soru sorduğunda şöyle
demiştir: "O kanı önce kazı, sonra üzerine su dökerek çitile, sonra da
orayı su ile yıka.[105]"
İşte bundan dolayı suyun dışındaki şeyler su hükmünde kabul edilemez. Çünkü o
takdirde yüce Allah'ın bize lutfunu bu yolla hatırlatması iptal edilmiş olur.
Diğer taraftan necaset maddi bir husus değildir ki; onu izale eden her-bir şey
ile maksadın gerçekleştiği söylenebilsin. Necaset şer'î bir hüküm olup şeriat
sahibi onu gidermek için suyu tayin ve tesbit etmiştir. Sudan başkası îu gibi
değerlendirilemez. Zira su İle aynı hususiyete sahip değildir. Diğer taraftan
başka şey su gibi değerlendirilecek olursa, o takdirde suyun varlığı onu iskat
eder. Çünkü fer'î olan bir husus, ıskat etmek bakımından asla katılacak olursa,
kendi kendisini ıskat etmiş olur. Tacu's-Sünne Zül-Iz b. el-Murtaza ed-Debusî
buna "zina eden bir yavru" adını verirdi.
Derim ki: Nebiz'in
(abdest almak için) kullanılabileceğine dair delil gösterilen rivayetlerin
hepsi gevşek, zayıf, hiçbirisi ayakta duramayacak özellikte hadislerdir.
Bunları Darakutnî zikretmiş, bunların zayıf olduklarını belirtmiş ve açıkça
ifade etmiştir. Aynı şekilde"İbn Abbas'tan mevkuf olarak rivayet edilen
"nebiz, suyu bulamayanın abdest suyudur"[106]
hadisi de zayıftır. Bu hadisin senedinde İbn Muhrîz vardır, onun da rivayet
ettiği hadisler metruktür. Aynı şekilde Ali (r.a)'dan: "Nebiz ile abdest
almakta sakınca yoktur" rivayeti de böyledir. el-Haccac da, Ebu Leyla da
zayıf ravilerdîr. İbn Mes'ud yoluyla gelen hadisin de zayıf olduğunu belirtmiş
ve şöyle demiştir: Bu hadisi tek başına İbn Lehîa rivayet etmiştir, o da hadisi
zayıf bir ravidir. Alkame b. Kays'dan da şöyle dediğini zikretmektedir:
Abdullah b. Mes'ud'a dedim ki: Sizden herhangi bir kimse cinnin davetçisinîn
kendisine geldiği gece, onun yanında tanık bulundu mu? O, hayır dedi[107]
Derim ki: Bu, isnadı
sahih bir rivayettir. Ravilerinin adaletinde görüş ayrılığı yoktur. Tirmizî,
İbn Mes'ud yoluyla gelen bir hadisi rivayet ederek şöyle dediğini
zikretmektedir: Peygamber (sav) bana: "Mataranda ne var?" diye sordu.
Ben, nebiz vardır, dedim. Şöyle buyurdu: "(Nebiz'in kendisinden yapıldığı
hurma) hoş ve güzel bir meyvedir. Su(yu) da tertemizdir." (İbn Mes'ud)
dedi ki: (Peygamber) ondan abdesc aldı. Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi
ki: Bu hadis Ebu Zeyd'den, o Abdullah'tan, o da
Peygamber (sav)'dan rivayet edilmiştir. Ebu Zeyd hadis ehlince meçhul
(tanınmayan) bir adamdır. Biz bu hadisin dışında onun herhangi bir rivayetinin
olduğunu bilmiyoruz. Bazı ilim adamları nebiz ile abdest alınacağı
görüşündedir. Süfyan ve başkaları bunlar arasındadır. Kimi ilim adamı da şöyle
demiştir: Nebiz ile abdest alınmaz. Bu da Şafiî, Ahmed ve İshak'ın görüşüdür.
İshak dedi ki; Şayet bir adam böyle bir durumla kargı karşıya kalacak olursa,
nebiz ile abdest alır ve teyemmüm de yaparsa daha çok hoşuma gider. Ebu İsa
(et-Tirmizî) dedi ki: Nebiz ile abdest alınmaz, diyenlerin görüşü Kitap ve
Sünnete daha yakındır ve daha uygundur. Çünkü yüce Alîah: "Eğer su
bulamazsanız, o vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin." (el-Mâide, 5/6)
diye buyurmaktadır.[108]
Bu mesele hilaf
(çeşitli mezheplerin görüşlerini zikreden) kitaplarda uzun uzadıya ele
alınmıştır. Bunların dayanakları ise daha önce el-Maide Sû-resi'nde (5/6. âyet,
29. başlık ve devamında, geçtiği üzere "su" lafzıdır. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
[109]
Yüce Allah: "Ve
gökten tertemiz bir su indirdik" diye buyurduğu gibimizi onunla tertemiz
yapmak için..." (el-Enfal, 8/11) diye buyurduğundan, bazı kimseler deniz
suyunun hükmü hususunda karar verememişlerdir. Çünkü deniz suyu semadan inen
su durumunda değildir. Hatta Abdullah b. Ömer ve İbn Amr'dan bu su ile abdest
alınmayacağı rivayetini dahi nakİetmişler-dir. Çünkü o bir ateştir ve tıpkı
cehennemi andırır. Ancak Peygamber (sav) kendisine deniz suyunun hükmünü soran
kimselere; "O suyu tertemiz, mey-tesi helal olandır" diye cevap
vererek hükmünü açıklamıştır. Bu hadisi de Malik rivayet etmiştir.[110]
Ebu İsa bu hadis
hakkında şöyle demiştir: Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sav)'ın
ashabından, aralarında Ebubekir, Ömer ve İbn Abbas'ın da bulunduğu fukahanın
çoğunluğunun görüşü budur, bunlar deniz suyunda herhangi bir sakınca
görmemişlerdir. Peygamber (sav)'ın ashabından bazıları ise deniz suyu ile
abdest almayı mekruh kabul etmişlerdir, İbn Ömer ve Abdullah b. Amr bunlar
arasındadır, Abdullah b. Amr: O bir ateştir, demiştir.
[111]
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) dedi ki: Ebu İsa et-Tirmizî'ye, Safvan b. Süleym
yoluyla nakledilen bu hadis hakkında sorulmuş, o şöyle
demiştir: Bana göre o sahih bir hadistir. Ebu İsa dedi ki: Ben Buhârî'ye:
Heysem diyor ki; O hadiste Ubeyy b. berze vardır, dedim. Dedi ki: Bu hususta
yanılmıştır, aslında o el-Muğire b. Ebi Burde'dir.
Ebu Ömer dedi ki: Ben
Buhârî'den gelen bu rivayetin ne demek olduğunu bilemiyorum. Çünkü sahih
olsaydı, bunu kendisince sahih kabul ettiği hadisleri topladığı Musannef'inde
zikretmesi gerekirdi. Ancak böyle yapmadı, zira sahih hadis noktasında sadece
sened esas alınır. Böyle bir senedi bulunan bir hadisi ise hadis ehli delil
diye göstermez. Ancak o bana göre sahihtir, çünkü ilim adamları bu hadisi
kabul etmiş ve onun gereğince amel etmişlerdir. Fukaha'dan hiçbir kimse de bu
hadisin genel muhtevasına muhalefet etmemiştir. Görüş ayrılığı ancak onun bazı
anlamlan hakkındadır. İlim adamlarının cumhuru ile çeşitli bölgelerdeki
fukâhânın fetva önderlerinden bir topluluk ittifakla şunu belirtmişlerdir: Denizin
suyu tertemizdir. Onunla abdest almak caizdir. Abdullah b. Ömer b. el-Hattab
ile Abdullah b. Amr b. el-As'dan gelen rivayetler istisnadır. İkisi de deniz
suyuyla abdest almayı mekruh görmüşlerdir. Ancak bu hususta İslâm aleminin
fukahasından kimse onlara uymamış ve bu görüşe itibar etmemiştir. Bu husustaki
hadis dolayısıyla da bu görüşe kimse dönüp bakmamıştır. İşte bu husus, bu
hadisin fuka-ha nezdinde meşhur olduğuna, onların gereğince amel edip, onu
kabul ettiklerine delildir. Böyle bir gerçek ise onlara göre asli kaidelerin
reddettiği bir husus olup, isnadı apaçık sahih olan bir rivayetten daha
uygundur, Tev-fik Allah'tandır,
Ebu Ömer dedi ki:
Safvan b. Süleym, Humeyd b. Abdu'r-Rahman b. Avf ez-Zührî'nin azadlısıdır.
Medine'lilerin âbidlertnden ve aralarında Allah'a karşı en takvalı olanlarından
idî. Kendisini ibadete vermiş bir zattı. Az veya çok ne bulursa çokça sadaka
verirdi, ameii çok bir kişi idi. Allah'tan çok korkardı. Künyesi Ebu
Abdullah'tır. Medine'de yerleşmiş ve oradan ayrılmamıştır. Medine'de
yüzotuziki yılında vefat etmiştir. Abdullah b. Ahmed b. Han-bel dedi ki: Ben
babama Safvan b. Süleym'e dair soru soruiduğunu ve cevaben şöyle dediğini
dinledim: O sika bir ravidir, Allah'a ibadet edenlerin en hayırlılarından,
müslümanlann Fazilet sahibi şahsiyetlerindendir. Said b. Se-leme'den ise
bildiğim kadarıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- sadece Safvan rivayette
bulunmuştur. Bu durumda olan bir kimse ise meçhul birisi kabul edilir. İlim
adamlarının tümünün kanaatine göre böyle bir rivayet delil olmaz. Muğire b. Ebi
Burde'ye gelince, onun hakkında tıpkı Said b. Seleme gibi ilim bellemekle
bilinen bir kimse olmadığı söylenmiştir, meçhul olmadığı da söylenmiştir, Ebu
Ömer (b. Abdi'1-Berr) dedi ki: Muğire b. Ebi Bur-de'den, Mağrib'de Musa b,
Nusayr'ın giriştiği gazvelerde söz edildiğini tesbit ettim. Musa onu
süvarilerin başında kumandan olarak görevlendirirdi. Yüce Allah ona Berber
ülkelerinde karada ve denizde bir çok yerin fethini müyesser kılmıştır[112]
Dârakutnî de, Malik'in
rivayet yolundan bir başka yolla Ebu Hureyre'den Rasûluliah (sav)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet eder: "Deniz suyunun kendisini temizlemediği kimseyi
Allah da temizlemesin." Dârakutnî dedi ki: Bu, isnadı hasen bir hadistir.[113]
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Bazıları cünüb bir kimsenin arttırdığı su ile abdest alınmayacağını
zannetmişlerdir. Ancak bu batıl bir görüştür. Meymune'den şöyle dediği
sabittir: Ben ve Rasûluliah (sav) cünub olduk. Ben bir kaptan guslettim ve bir
miktar su arttı. Rasûluliah (sav) ondan gusletmek üzere gelince, ben: Ben o
sudan gusletmiştim, dedim. Şöyle buyurdu: "Suyun üzerinde bir necaset
yoktur -veya:- Su cünub olmaz" diye buyurdu[114]
Ebu Ömer dedi ki:
Erkeğin kadının arttırdığı su ile abdest almasını yasaklayan, bu hususta merfu
bir takım rivayetler varid olmuştur. Bu rivayetlerin kiminde bazıları:
"Fakat her ikisi birlikte avuçlayıp su alsınlar" fazlalığını ilave
ederken; bir kesim de: Aynı kaptan erkeğin kadın ile birlikte su avuçla-ması
caiz değildir, çünkü o takdirde bunların herbirisi ötekinin fazlalığı ile
abdest almış olur, demiştir. Başkaları da şöyle demektedir: Kadının tek başına
su kabını alıp, sonra da erkeğin onun arttırdığı su İle abdest alması mekruhtur.
Bu görüş sahiplerinin herbirisi kendi kanaatine uygun bir de rivayet
kaydetmiştir. Ancak ilim adamlannın cumhuru ile İslâm aleminin değişik bölgelerindeki
fukaha topluluğunun kabul ettiği görüşe göre erkeğin kadının arttırdığı su-
ile kadının da erkeğin arttırdığı su ile abdest almasında bir mahzur yoktur.
Kadın o kabı ister sadece kendisine ayırmış olsun, ister ayırmamış olsun. Bu
hususta sahih pek çok rivayet vardır. Bizim benimsediğimiz görüş de şudur: Suyu
hiçbir şey necis etmez. Onda açıkça görünen necaset veya suyu değiştiren necis
şeyler bulunması müstesna. Dolayısıyla sahih olarak rivayet edilmemiş
eserlerle ve sahih olmayan görüşlerle uğraşmanın açıklanabilir bir tarafı
yoktur. Yardım Allah'tandır.
Tirmizî'nin, İbn
Abbas'tan rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana Meymu-ne (r.anha) anlattı,
dedi ki: Ben ve Rasûluliah (sav) aynı kaptan cünupluk-tan dolayı guslederdik.
(Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[115]
Buhârî'nin rivayetine
göre de Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Ben ve Peygamber (sav) kendisine
"el-ferak”[116] adı
verilen aynı kaptan birlikte gusle derdik.[117]
Müslim'in, Sahih'inde
de İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah (sav), Mey-mune (r.anha)'ın
arttırdığı su ile guslederdi[118]
Tirmizî'nin de
rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Peygamber (sav)'ın hanımlarından birisi
bir kaptan gusletti. Rasûlullah (sav) o kaptan ab-dest almak isteyince, ey
Allah'ın Rasûlü dedi, ben cünup idim. Peygamber: "Su cünup olmaz"
diye buyurdu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Süfyan
es-Sevrî, Malik ve Şafiî'nin de görüşü budur.[119]
Dârakutnî'nin
rivayetine göre Amr'e, Aişe (r.anha)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Peygamber (sav) ile birlikte aynı kaptan abdest alırdık. Bundan önce ise kedi
ondan içmiş oluyordu. Darakutnî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[120]
Yine Ğıfaroğullarından
bir adamdan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) kadının
abdestinden arta kalan suyu (taharet maksadıyla) kullanmayı nehyetmiştir.[121]
Bu hususta Abdullah b.
Sercis'den de rivayet gelmiştir. Bazı fakihler kadının gusüİ ve abdestinden
arta kalan sunle abdest almayı mekruh görmüşlerdir. Ahmed ve İshak'ın görüşü
budur.
[122]
Dârakutnî'nin
rivayetine göre Ömer b. el-Hattab'ın azadlısı Zeyd b. Es-lem'den nakledildiğine
göre Ömer b. el-Hattab'a bir güğümde su ısıtılır ve onunla guslederdi.
(Darakutnî) dedi ki: Bu sahih bir isnaddır.® Âİşe'den de şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Rasûlullah (sav) kendim için güneşte su ısıttığım bir sırada
yanıma geldi ve: "Ey Humeyra, bunu yapma, çünkü bu baras hastalığına
sebebtir." Bunu da Halid b. İsmail el-Mahzumî, Hişam b. Urve'den, o
babasından, o Aişe'den rivayet etmiştir. Ancak o (Halid) metruk bir ravidir.[123]
Bunu ayrıca Amr b.
Muhammed el-A'şem, Fuleyh'den, o ez-Zührîden, o Ur-ve'den, o da Aişe'den
rivayet etmiştir. Bu ise hadisi raünker olan bir kimsedir. Fuleyh'den ondan
başkası da rivayet etmiş değildir. Zührî'den böyle bir rivayet sahih olarak
rivayet edilmemiştir. Bunu Darakutnî söylemiştir[124]
Altın ve gümüş kapları
dışında, temiz olan herbir kaptan abdest almak caizdir. Çünkü Rasûhıllah (sav)
altın ve gümüş kap edinmeyi yasaklamıştır. Bunun sebebi ise -Allah'u a'lem-
Acemlere ve zorbalara benzemeye çalışmaktan dolayıdır. Yoksa bunlarda bir
necaset bulunduğundan ötürü değildir. Bununla beraber bir kimse bu gibi
kaplardan abdest alacak olursa, abdesti caizdir, fakat onları kullandığı için
günahkâr olur. Gümüş veya altın kaptan herhangi birisinden alınan abdestin
geçerli olmayacağı da söylenmiştir. Ancak birinci görüşü benimseyenler daha
çoktur. Bu açıklamayı Ebu Ömer yapmıştır.
Şer'an temizlenmiş
herbir derinin abdest ve başka maksatlar için kullanılması caizdir. Malik
tabaklandıktan sonra da -bu konuda farklı görüşleri gelmiş olmakla birlikte-
meytenin derisinden yapılmış kapta abdest almayı mekruh görürdü. Bu husustaki
açıklamalar da daha önce en-Nahl Sûre-si'nde (16/80. âyet, 4. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
[125]
49. Onunla
ölü bir beldeyi canlandıralım; yarattığımız nice hayva-nat.ve insanı onunla
sulayalım diye.
"Onunla"
yani yağmur İİe"Ölü bîr beldeyi" kuraklığı, suyunun çekilmişliği ve
bitki bitirmemiş olması ile böyle olan bir yeri..."canlandıralım."
Ka'âb dedi ki: Yağmur yeryüzünün ruhudur. Allah orayı yağmur ile canlandırır.
Yüce Allah burada
"Ölü" diye buyurup, "(müennes için) ölü" diye buyurmamış
olması "belde" ile "beled"in manasının aynı oluşundan dolayıdır.
Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. "Beled" ile belli bir yeri kastettiği
de söylenmiştir.
"Yarattığımız
nice hayvanat ve insanı onunla sulayalım diye" buyruğundaki "Onunla
sulayalım diye" buyruğu genel olarak "nûn" harfi ötrelİ
okunmuştur. Ömer b. el-Hattab İle el-Mufaddal'ın rivayetine göre Âsim ile
el-A'meş ise "nûn" harfini üstün olarak; diye okumuşlardır.
"Yarattığımız
nice hayvanat ve insanı..." yani pek çok insanı sulayalım, diye... "İnsanlar"ın
tekili şeklindedir. Bu da "el-kurkûr"un çoğulunun
"karakîr" ile "karakir" şeklinde gelmesi gibidir. el-Ahfeş,
el-Müber-red ve el-Ferra'mn iki görüşünden birisine göre bu böyledir.
el-Ferra'nın başka bir görüşü de şudur: Bunun tekili "insan"dır.
Sonra sondaki "nun", "ya"ya değiştirilerek bunun yerine
çoğul olarak; denilir. Aslı ise şeklindedir. Bu da "sirhân" ve
"serahîn" ile "bustan" ve "besatîn" gibidir. Araplar
bu kelimelerde "ya"'yı, "nun"un yerine getirmişlerdir. Bu
açıklamaya göre "serahî" ve "besatî" demek caiz olmalıdır.
Aralarında herhangi bir fark yoktur.
el-Ferra dedi ki:
Lamu'1-fiil ile aynu'1-fiil arasında bulunan ye'nin şedde-sİ2 okunması
mümkündür. Buna göre; "İnsanlar" denilir. Nitekim "karakîr"
ve "karakir" gibi. "Çok" denilerek bunun yerine "Çoklar"
denilmeyiş sebebi/faîl" vezni ile bazan çokluğun anlatılmak istenmesidir.
Yüce Allah'ın: "Onlar ne iyi arkadaştırlar" (en-Nisa, 4/69)
buyruğunda olduğu gibi.
[126]
50. Andolsun
ki Biz, onu onların arasında öğüt alsınlar diye evirip çevirdik. Halbuki
İnsanların çoğu yüz çevirip, nankörlük etmekten başka bir yol izlemediler.
"Andolsun kî Biz,
onu" yani Kur'ân-ı Kerîm'i "onların arasında öğüt alsınlar diye evirip
çevirdik." Burada zamir ile Kur'ân'dan söz edilmesi sûrenin baş
taraflarında yüce Allah'ın: "Hak ile batılı ayıranı (Furkan'ı) âlemlere
uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir" buyruğu;
"Andolsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o saptırdı." (29.
âyet) ile: Ta Rab! Gerçekten benim kavmim bu Kur'ân'ı terketti." (30.
âyet) buyruklarında ondan söz edilmiş olmasından dolayıdır.
"Halbuki
insanların çoğu yüz çevirip, nankörlük etmekten başka bir yol
izlemediler." Onu inkâr ettiler, onu yalanladılar.
"Andolsun kî Biz,
onu onların arasında... evirip çevirdik" buyruğunda sözü edilenin yağmur
olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud
da şöyle demiştir: Bir senenin yağmuru diğerinin-kinden fazla değildir. Ancak
yüce Allah, onu dilediği şekilde evirip çevirir. Bir tarafta yağan fazla
miktar, diğerlerinden eksiltilmiş demektir. İşte "evirip çevirme"nin
(tasrifin) anlamı budur.
"Andolsun ki Biz,
onu onların arasında... evirip, çevirdik." Yani onu bol, daha az ve cisind
halinde yağdırdık, diye de açıklanmıştır.
Bir diğer açıklamaya
göre, onun eviriiip çevirilmesi içmek, sulamak, onunla ekin yetiştirmek,
taharet almak, bostanları sulamak, yıkamak ve benzeri yollarla çeşitli
şekillerle ondan faydalanmaktır,
"Öğüt alsınlar
diye evirip çevirdik. Halbuki İnsanların çoğu yüz çevirip nankörlük etmekten
başka bir yol izlemediler" buyruğu ile ilgili olarak İknme dedi ki: Bu
cahiliye dönemi Araplarının yıldızların doğup batışı iie ilgili olarak;
"şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı" demeleridir.
en-Nehhâs dedi ki: Bizler tefsir bilginleri arasında burada sözü eden
"küfür (nankörlük)"ün onların "şu yıldızın doğumu sebebiyle bize
yağmur yağdırıldı" demeleri demek olduğu hususunda bir görüş ayrılığı
bilmiyoruz. Bunun bir benzeri ifade de "yıldız şu işi yaptı"
demektir. Yıldıza herhangi bir fiil nisbet eden herkes, kâfirdir.
er-Rabî' b. Subeyh
rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) döneminde bir gece insanlara yağmur
yağdırıldı. Sabah olduğunda Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Bu hususta
insanlar iki (tür) adam olarak sabahı ettiler. Kimisi şük-redendir, kimisi
nankörlük eden bir kâfirdir. Şükreden kişi kendisine yağmur yağdırılıp su
ihtiyacı karşılandığından dolayı yüce Allah'a hamdeder. Kâfir nankör kişi ise
şu, şu yıldızın doğuşu dolayısıyla bize yağmur yağdırıldı, der."[127]
Bu hadisin manası
itibariyle sahih olduğu hususunda ittifak vardır. İleride yüce Allah'ın
İzniyle el-Vakıa Sûresi'nde (56/75- âyetin tefsirinde) gelecektir. Ayrıca İbn
Mes'ud'un rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir senenin
yağmuru bir diğerinkinden fazla değildir. Fakat bir kavim masiyet İşleyecek
olursa, Allah o yağmuru başkalarına yönlendirir. Hep birlikte isyan edecek
olurlarsa, yüce Allah bu yağmuru çöllere ve denizlere yönlerdirir."[128]
Bîr diğer açıklamaya
göre burada evirip çevirmek, rüzgarlar hakkında söz
konusudur. Buna dair açıklamalar da daha önceden
el-Bakara Sûresi'nde C2/1Ğ4. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Hamza ve el-Kisaî
"Öğüt alsınlar diye" buyruğunu "Hatırlasınlar dîye"
şeklinde, "zel" harfi şeddesia olarak "zikirden" gelmiş bir
kip olarak okumuşlardır. Diğerleri ise tezekkür'den türemiş ve şeddeli olarak
okumuşlardır. Yani yüce Allah'ın nimetlerini hatırlasınlar ve bu nimetleri ihsan
eden kimseye ortak koşmanın caiz olmadığını bilsinler demektir. Tezekkür de
mana itibariyle zikre (hatırlamaya) yakındır. Şu kadar var ki; tezekkür
kalpten uzak kalan şeyler hakkında kullanılır, O bakımdan kalp, hatırlamakta
bir çeşit çabaya ihtiyaç duyar.
[129]
51. Eğer
dikseydik herbJr beldede elbette bir uyarıcı gönderirdik.
52.O halde
kâfirlere itaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir ci-had et!
"Eğer dileseydik
herbir beldede bir uyarıcı" yani senin üzerinde peygamberliğin yükleri
hafiflesin diye yağmuru paylaştırdığımız gibi onlan uyarıp korkutacak bir
rasûl "gönderirdik." Ancak bizler böyle yapmadık, bilakis seni herkes
için bir uyarıcı kıldık. Böylelikle senin derecen yükselsin istedik. O halde
Allah'ın senin üzerindeki nimetine şükretmelisin.
"O halde
kâfirlere" seni davet ettikleri ilahlarına tabi olmak hususunda
"itaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir cihad yap." İbn Abbas
Kur'ân ile İbn Zeyd de İslâm ile diye açıklamışlardır. Kılıç ile cihad et,
anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Zira sûre Mekki
bir sûredir ve savaş emrinden önce nazil olmuştur. "Büyük bir
cihad"dan kasıt, aralıksız ve durgunluk devresi olmayan bir şekilde cihad
etmektir.
[130]
53. İki
denizi salıveren O'dur. Bu tatlı mı tatlı, bu ise tuzlu ve acıdır. Bu İkisi
arasında da bir perde ve belirli bir sınır kıldık.
"İki denizi
salıveren O'dur" buyruğu İle ihsan olunan nimetler tekrar söz konusu
edilmektedir.
Salıveren"
serbest bırakan, birbirine katan ve önündeki engeli kaldıran demektir. Mücahid
dedi ki: O, iki denizi serbest bıraktı ve birini diğerinin üzerine saldı. İbn
Arafe dedi ki: "İkideniz! salıveren" yani onları birbirine katan
demektir. Onlar biri diğerine ulaşmaktadır. Bir şeyi katıp karıştırmayı
anlatmak üzere; denilir. "Din ve iş birbirine karıştı ve tutarsızlık
oldu" demektir. Yüce Allah'ın: "Pek karışık bir iş
içinde..."(KM, 50/5) buyruğu da buradan gelmektedir. Peygamber (sav)'ın,
Abdullah b. Âmr b. el-As'a söylediği şu ifadelerde de bu kökten gelen lafız
kullanılmıştır: "Sen insanların ahitferinin birbirine karıştığını,
emanetlerinin artık hafife alındığını ve şöyle şöyle olduklarını
görürsen..." deyip, parmaklarını birbirine geçirdi. Ben kendisine: Peki o
sırada ne yapayım? Allah beni senin yolunda feda etsin, diye sordum. Şöyle
buyurdu: "Evinde otur, dilini tut, maruf gördüğün şeyi yap, münker
gördüğünü bırak ve sadece kendinle ilgilen, ammenin işleriyle uğraşmayı da
terket." Bu hadisi Nesaî, Ebû Dâvûd ve başkaları rivayet etmişlerdir[131]
el-Ezherî dedi ki:
"İki denizi salıveren" aralarını serbest bırakan demektir. Atı
serbesl bırakıp merada yayılmayı terketmeyi anlatmak üzere; Atı meraya saldım,
denilir. Sa'leb dedi ki: "Salmak" akıtmak demektir. Buna göre yüce
Allah'ın: "İki denizi salıveren" buyruğu, ikisini akıtan anlamındadır.
el-Ahfeş dedi ki: Bazıları da "İki denizi salıverdi" ifadesini
(hemzesiz olarak): gibi kullanmışlardır. Yani burada vezni İle vezni aynı
anlamdadır.
"Bu tatlı mı
tatlı" son derece tatlı; "bu ise tuzlu ve acıdır." Hem tuzluluğu,
hem de acılığı vardır. Talha'dan onun;" Tuzlu" lafzının
"mim" harfini üstün, lam harfini de esreli okuduğu rivayet
edilmiştir.
"Bu ikisi
arasında da bir perde" kendi kudretinden bir engel "...kıldı."
Onlardan biri
diğerinin aleyhine baskın gelmez. Nitekim er-Rahman Sûre-si'nde: "O iki
denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi, ama aralarında bir engel vardır.
Biri diğerine karışmaz." (er-Rahman, 55/19-20) diye buyurmaktadır.
"Ve belirli bir
sınır kıldı." Yani birinin diğerine karışmasını önleyecek şekilde
görülmeyen bir perde var etti.
"Berzah:
Perde" haciz Cengel) demektir. Hicr (sınır) ise mani Cengel) demektir.
el-Hasen dedi ki: Bununla İran denizi CHİnt okyanusu, Basra körfezi) ile Rum
denizini (Akdeniz'i) kastetmektedir.
İbn Abbas ve İbn
Cübeyr dediler ki: Kasıt semadaki deniz ile yeryüzündeki denizdir, Yine İbn
Abbas şöyle demiştir: Her yıl bu iki deniz birbirine kavugur, fakat ikisi
arasında da onun kaza ve takdiri ile berzahlardan bir berzah bulunur.
"Ve belirli bir
sınır..." Yani tuzlu olanın tatlı su ile tatlanması yahutta tatlı olanın
tuzlu olan ile tuzlanması kesinlikle engellenmiştir.
[132]
54. Ve O,
sudan insan yaratan, ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O'dur. Rabbin
herşeye güç yetirendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[133]
"Ve O, sudan
insan yaratan... O'dur." Yani nutfeden insan yaratan O'dur. "Ondan
neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O'dur." Yani insanı bir ci-hetiyle neseb
akrabalığı, bir cihetiyle de sıhrî akrabalığı olan bir varlık kılmıştır.
"Sudan"
buyruğu ile insanın asli yaratılışına işaret edildiği de söylenmiştir. Çünkü
canlı olan herbir mahluk sudan yaratılmıştır. Bu âyet-i kerime ile insanların
yokluktan sonra var edilmeleri yolu ile üzerlerindeki nimet sayılmakta ve bu
hususta ibret almaları için dikkatleri çekilmektedir.
[134]
"Ondan neseb ve
sıhrî akrabaları çıkaran O'dur" buyruğunda geçen neseb ve sıhr insanlar
arasında oiuşan her türlü akrabalığı kapsayan umumî İki anlamdır.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Neseb aslında erkek ile dişi arasında şer'î suretçe suyun karıştırılmasıdır.
Eğer bu masiyet yolu ile gerçekleşirse bu mutlak olarak bir yaratma[135]
olur ve muhakkak olarak da bir neseb olmaz. Bundan dolayı şanı yüce Allah'ın:
"Anneleriniz, kızlarınız... size haram kılındı." (en-Nisa, 4/23)
buyruğunun kapsamına zinadan olma kızı girmez. Zira ilim adamlarımızın da,
dinimiz de bu hususa dair iki görüşün sahih olanına göre de böyle bir kız,
kişinin kızı durumunda değildir. Bu şer'an bir neseb olmayacak olursa, şer'an
sıhrî bir akrabalık da söz konusu olmaz. Buna göre zina annenin kızını da,
kızın annesini de haram kılmaz. Helal nikâh dolayısıyla haram kılınanlar,
haram İlişki dolayısıyla haram kılınmazlar. Çünkü yüce Allah neseb ve sihri
akrabalıkla kullarına olan lutfunu hatırlatmış ve bu akrabalıklann değerinin
yüceliğini dile getirmiştir. Helal ve haramlığa dair hükümleri de bunlara
bağlı olarak söz konusu etmiştir. O halde batıl olan bir ilişki akrabalığı
bunlara katılamaz ve bunlara eşit görülemez.
Derim kî: Kişinin
zinadan olma kızı yahut kızkardeşi ya da zinadan olma oğlunun kızını
nikahlaması hususunda fukaha arasında görüş ayrılığı vardır. Aralarında
İbnu'l-Kasım'ın da bulunduğu bir topluluk, bunu haram kabul etmiştir. Ebu
Hanife ve mezhebine mensub fukahanın görüşü de budur. Aralarında Abdu'l-Melik
İbnu'l-Macişun'un da bulunduğu başkaları ise bunu caiz kabul etmişlerdir. Bu
Şafiî'nin de görüşüdür. Buna dair açıklamalar yeterli bir şekilde en-Nisa
Sûresi'nde (4/23. âyet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
el-Ferrâ dedi ki:
Neseb, nikahlanması helal olmayan akrabalar demektir. Sıhrî akraba ise
nikahlanması helal olan demektir. ez-Zeccac da böyle demiştir, aynı zamanda bu
Ali b. Ebi Talib'in de görüşüdür.
"Sıhr"ın
İştikakı bir şeyi başka bir şeyle karıştırmayı anlatmak üzere kullanılan:den
gelmektedir. Sıhrî akrabalardan herbirisi diğeri ile karışmış olduğundan nikah
yoluyla ortaya çıkan akrabalıklara sıhrî akrabalık denilmiştir. Çünkü bu yolla
insanlar birbiriyle karışmaktadır.
Sihrin nikâh
akrabalığı olduğu söylenmiştir. Buna göre zevcenin akrabalarına (haten'in
çoğulu) ehtân kocanın akrabalarına da ahma' (kayınlar) denilir, sıhrî akrabalar
ise bütün bunlar hakkında umumi olarak kullanılabilir. Bu açıklamayı da
el-Esmaî yapmıştır.
İbnu'l-Arabî dedi ki;
"Haten"ler kadının babası, kardeşi ve amcasıdır. -el-Esmaî'nin dediği
gibi- Sıhr ise adamın kızının kocası, onun kardeşi, babası. ve amcasıdır. .
Ebu Suleyman
el-Cûzecânî'nİn rivayetine göre Muhammed b. el-Hasen, şöyle demiştir: Adamın haten'leri
(enişteleri) kızlarının, kızkardeşlerinin, hala ve teyzelerinin ve kendisine
mahrem olan herbir kadının kocasına denilir. Sihri akrabaları ise hanımı
tarafından haram olan zû rahim olan herkes demektir.
en-Nehhas dedi ki: Bu
hususta evla olan el-Esmaî'nin sihri akrabalıklar hakkındaki görüşünün kabul
edilmesi ve her İki taraftan (karı ve koca tarafından) akrabalıkların söz konusu
olmasıdır. Nitekim: "O şeyi karıştırdım" denilir. İşte eşlerden
herbîrisi diğeri ile böylelikle karışmış olmaktadır. Hatenler (enişteler)
hakkında da evla olan şu iki sebeb dolayısıyla Muhammed b. Hasen'in söylediği
görüştür: Birincisi bu husustaki merfu hadistir. Muhammed b. İshak, Yezid b.
Abdullah b. Kusayt'dan, o Muhammed b. Üsame b. Zeyd'den, o babasından rivayete
göre Zeyd dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Sana gelince ey
Ali, sen benim hatenimsin (damadim-sın), torunlarımın babasısın, sen bendensin,
ben de sendenim." İşte burada görüldüğü gibi kızın kocası olan Ali (r.a)'e
"haten" denilmiştir. Diğer taraftan "haten" kelimesi bir
şeyi koparmayı anlatmak için kullanılan; 'den gelmektedir. Koca sanki kendi
akrabalarından koparılmış ve eşini de kendi akrabalarından koparmış gibidir.
ed-Dahhâk dedi ki:
sıhrî akraba süt emmek yoluyla meydana gelen akrabalıktır.
İbn Atiyye dedi ki:
Ancak böyle bir görüş kanaatime göre İbn Abbas (r.a)'ın şu sözü dolayısıyla
düşülmüş bir yanılgıdır: Neseb dolayısıyla yedi kişi, sihri akrabalık
dolayısıyla da beş kişi haram kılınmıştır. Bir başka rivayette ise "sıhrî
akrabalık dolayısıyla yedi kişi haram kılınmıştır" şeklindedir. O bununla
şanı yüce Allah'ın neseb yoluyla haram kılınanlann sözkonusu edildiği: "Anneleriniz,
kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları,
hemşire kızları... size haram AiJmdı.'Cen-Nisa, 4/23) buyruğu ile sihri
akrabaların sayıldığı yüce Allah'ın şu buyruğunda: "Sızı emziren süt anneleriniz.
.. ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)." (en-Ni-sa,
4/23) buyruğuna kadar sayılanları kast etmektedir. Bundan sonra evli kadınların
haram kılındığı söz konusu edilmektedir.
Bu hususta hareket
noktası şudur: İbn Abbas sıhrî akrabalar arasında onunla birlikte
zikrolunanlar da haram kılınmıştır, demek istemiştir. O, bu sözü edilenlerle
bunun önemine yani sıhrî akrabalığın önemine işaret etmek is-. temiştir. Yok,
süt emzirmek ile sıhrî akrabalık olur, demek istememiştir. Ancak süt
akrabalığı neseb seviyesindedir. Neseb dolayısı ile -bu hususta nakledilmiş
hadisin hükmü gereğince- haram kılınanlar süt emmek dolayısıyla da haram
kılınmıştır. Diğer taraftan sıhrî akrabalardan da beş kişi haram kılınmışur,
diye rivayette bulunanlar iki âyet-i kerime'de yer alan iki kızkarde-şin
birlikte nikâhlanmasıyla evli hür kadınların nikahlanmasını saymamıştır. Derim
ki: Buna göre İbn Atiyye az önce sözü edilenlerle birlikte süt emmeyi de neseb
kabul etmiştir. ez-Zeccâc'ın da görüşü budur. Ebu İshak dedi ki: Yüce
Allah'ın: "Anneleriniz... size haram kılındı" buyruğundan itibaren
"ve iki ktzkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)"
buyruğuna kadar zikredilenler neseb akrabalarıdır. Sıhrî akraba ise velayeti
altındaki kadını evlendirme yetkisine sahip olan kimselerdir, İbn Atiyye dedi
ki: ez-Zeh-ravî de şöyle bir görüş nakletmektedir: Buna göre neseb erkek
çocuklar tarafındaki akrabalık, sihri akrabalık ise kız çocuklar tarafından
meydana gelen akrabalıklardır.
Derim ki: Bu görüşü
en-Nehhâs da zikretmiş ve şöyle demiştir. Çünkü sm-rî akrabalık iki cihetten de
olmaktadır.
tbn Şîrîn dedi ki: Bu
âyet-i kerime Peygamber (sav) ile Ali (r.a) hakkında nazil olmuştur. Çünkü
Peygamber (sav)'ın, AÜ (r.a) ile akrabalığı hem neseb akrabalığıdır, hem de
sıhrî akrabalıktır. İbn Atiyye dedi ki: Onların bu şekildeki akrabalıkları
kıyamet gününe kadar aralarındaki hürmet bağını pekiştiriridir.
"Rabbin
herşeye" ve dilediğini yaratmaya "güç yetirendir."
[136]
55. Halbuki
onlar Allah'tan başka kendilerine fayda da, zarar da veremeyen şeylere İbadet
ederler. Kâfir, Rabbine karşı yardımcı olandır.
"Halbuki onlar
Allah'tan başka kendilerine fayda da, zarar da veremeyen şeylere İbadet
ederler." Yüce Allah, nimetlerini sayıp, döktükten ve kudretinin kemalini
açıkladıktan sonra müşriklerin sonra herhangi bir fayda sağlamaya, zarar
vermeye gücü yetmeyen varlıkları, kendisine ortak koşmalarının hayret edilecek
bir iş olduğunu bu buyruğu İle ifade etmektedir. Yani sözünü ettiği bu
varlıkları yaratan yüce Allah'tır. Diğer taraftan bunlar cahillikleri
dolayısıyla Allah'ın dışında fayda da veremeyen, zarar da veremeyen ölü ve
cansız bir takım varlıklara ibadet etmektedirler.
"Kâfir, Rabblne
karşı yardımcı olandır" buyruğu ile ilgili olarak îbn Ab-bas'tan gelen
rivayete göre burada "kâfir"den kasıt Ebu Cehil -la'anehullah-dır.
Bunun açıklamasına gelince: O, putlara ibadet etmek suretiyle Allah'ın dostlarına
karşı yardımcı olmaya kalkışır. İkrİme de dedi ki: Burada "Kâfir"den
kasıt İblis'tir. O, Rabbine düşmanlık ederek ortaya çıkmıştır. Mutarrif'de
burada "kâfir"den kasıt şeytandır demiştir.
el-Hasen dedi ki:
"Yardımcı olan" buyruğu, masiyetlere karşı şeytana yardımcı olan
demektir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Kâfir, Rabbinin nezdinde zelil, önemsiz, herhangi bir değeri
ve ağırlığı olmayan bir varlıktır. Bu da Arapların: ifadelerinden gelmektedir
ki; bu o şeyi elinin tersiyle bir kenara ittin ve ona iltifat etmedin,
anlamına getir.
Yüce Allah'ın: Onu
arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz." (Hud, 11/92) yani onu
çok basit bir şey olarak değerlendirdiniz, buyruğu da bu anlamdadır.
Şair el-Ferezdak'ın şu
beyiti de böyledir:
"Ey Kays oğlu
Temim, sakın benim ihtiyacım (nezdinizde) elinizin tersiyle Bir kenara atılmış,
önemsenmemiş bir şey olmasın da. ona vereceğiniz cevap bana ağır
gelmesin."
Ebu Ubeyde'nin
açıklamasının anlamı budur.
"Yardımcı (bu
açıklamaya göre: önemsiz)" kelimesi, "Önemsenmeyen"
anlamındadır. Yani kâfirlerin küfrü Allah nezdinde önemsizdir. Allah onu
önemsiz görür, çünkü kâfirin küfrünün O'na bir zararı olmaz.
Şöyle de
açıklanmıştır: Kâfir kendisine tapındığı rabbi olan puta karşı güçlü ve galip
gelendir. Ona dilediğini yapar, çünkü cansız varlıkların herhangi bir zararı
önlemeye veya bir fayda sağlamaya güçleri yoktur,
[137]
56. Biz,
seni ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.
57. De ki:
"Ona karşılık sizden ücret istemem. Ancak Rabbine doğru yol tutan
kimseler (olmanızı) arzuluyorum."
"Biz, seni ancak
bir müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik." Yani Biz, seni cennet
ile müjdeleyen cehennem ateşinden korkutup uyaran bir kimse olarak gönderdik.
Biz, seni bir vekil yahutta onları imana zorlayan bir zorlayıcı olarak
göndermedik.
"Deki: Ona
karşılık sizden ücret istemem" buyruğu ite şunu anlatmaktadır; Ben size
getirmiş olduğum Kur'ân ve vahiy dolayısıyla sizden herhangi bir ücret
istemem. Buradaki " te'kid İçindir.
"Ancak"
lakin "Rabbine doğru" malını Allah yolunda infak etmek suretiyle
"yal tutan kimseler (olmanızı) arzuluyorum." Buradaki istisna
mun-katı' bir istisnadır, o bakımdan anlamı lakin (ancak)... şeklindedir. Bu
istisnanın muttasıl olup, muzafın hazfedilmiş olması da mümkündür. O takdirde
"Ancak Rabbine doğru yol tutan kimselerdin ecrini "arzuluyorum"
demek olu*. Bu da onların benim dinime tabi olması ile olur. Böylelikle
Peygamber hem dünya, hem de âhirdin lütuf ve ihsanlarına nail otur.
[138]
58. Asla
ölmez, hayy olana tevekkül et ve O'nu hamd ile teşbih et. Kullarının
günahlarından haberdar olarak O, yeter.
"Asla ölmez, hayy
olana tevekkül et" buyruğunda sözü edilen tevekkülün anlamı ve tevekkülün
bütün hususlarda yüce Allah'a kalbin güvenip dayanması, sebeplerin ise; onlara
güvenip dayanmak söz konusu olmaksızın, yerine getirilmelerini emrettiği bir
takım araçlardan İbaret olduğuna dair açıklamalar daha önceden Al-i İmran
Sûresi'nde (3/122 âyetin tefsirinde) ve bu sûrede geçmiş bulunmaktadır.
"Ve O'nu hamd İle
teşbih et." Yani yüce Allah'ı şu kâfirlerin nitelendirmiş olduğu
ortaklarının bulunmasından tenzih et. Teşbih, tenzih demektir,
buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır.
"Teşbih et" buyruğunun O'nun için namaz kıl, anİamında olduğu da
söylenmiştir, çünkü namaza da teşbih denilmektedir.
"Kullarının
günahlarından haberdar olarak O yeter." Yani onların günahlarını O çok
iyi bilir, bu günahlan dolayısıyla onları cezalandıracaktır.
[139]
59. O,
göklerle yerî ve aralarında olanları altı günde yaratan, sonra Arş üzere İstiva
edendir, Rahman'dir. Sen bunu bir bilene sor!
"O, göklerle yeri
ve aralarında olanları altı günde yaratan, sonra Arş üzere istiva edendir"
buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-A'raf Sûresi'nde (7/54. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"O" ism-i
mevsûlü daha Önce geçen "hayvan sıfatı olarak cer ma-hallindedir. "Aralarında
olanları" diye (tesniye zamiri) kullanılıp, "Aralarında" diye
(müennes ve çoğul zamiri) kullanılmaması şundan dolayıdır: Yüce Allah bununla
iki sınıfı, iki türü ve İki şeyi kastetmiştir, el-Kutâmî'nin şu beyi tinde
olduğu gibi:
"Üzmüyor mu seni
Kaya'm ipleri ile Tağlib'in;
Ve her ikisinin
kesilerek birbirinden ayrılmış olması."
Şair burada görüldüğü
gibi "Tağlib'in ipleri de" demek istediğinden "ipler"
çoğul olmakla birlikte, ayrıldıklarını haber veren fiilde tesniye zamiri kullanmıştır.
Çünkü o bununla iki şey ve iki türü anlatmak istemiştir.
"Rahman'dır. Sen
bunu bir bilene sor." ez-Zeccac dedi ki: Buyruk, sen O'nun hakkında soru
sor, demektir. Bu açıklamayı dil bilginlerinden bir topluluk da nakletmiş
bulunmaktadır. Buradaki "be" harfi cerri "...den, dan"
anlamındadır. Nitekim yüce Allah: İsteyen biri inecek
azabı istedi" (el-Meâric, 70/1) diye
buyurmaktadir.
[140]
Şair de şöyle
dernektedir:
"Ey Malik'in kazı
niye at(lı)lara sormadın, Eğer bilmiyor isen; bilmediğin şey hakkında."
Alkame b. Abdede şöyle
demiştir;
"Şayet sizler
bana kadınlar hakkında soru soruyorsanız gerçekten ben, Kadınların ilaçlarını
çok iyi bilirim, tabibim."
Burada görüldüğü gibi
şairler: "Kadınlar hakkında" ve; Bilmediklerin hakkında" demek
istemişlerdir.
Ancak Ali b, Süleyman
bunu kabul etmeyerek şöyle der: Nazar ehli "be" harfi cerrinin,
"an" anlamında olmasını kabul etmezler. Çünkü o takdirde Arapların
lafızları kullandıkları anlamlan bozmak söz konusudur. Çünküifadesi, eğer sen
filan kimse ile karşılaşacak olursan, senin onunla karşılaşmanla birlikte bir
de karşına ars-lan çıkar, anlamında olur. O halde burada buyruk; "Sen
sorunu bu hususta bilgisi olan, haberdar bir kimseye sor" demek olur. İbn
Cübeyr de böyle demiştir.
Burada
"el-Habir" yüce Allah'tır. Buna göre "habîr: bilen" lafzı,
"sor" fiili ile meFulün bih olarak nasbedilmiştir,
Derim ki: ez-Zeccac'ın
açıklaması güzel bir şekilde yorumlanabilir. O da buradaki "el-habîr: Bir
bilen"İn Allah'tan başka bir kimse olmasıdır, yani sen O'nun hakkında (an
harfi cerri ile) bir bilen kimseye sor. Yani onu bilen birisine, yani O'nun
sıfat ve isimlerini bilen birisine soru sor, demektir.
Anlamın; "Sen
onun için bilen birisine sor," şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu
durumda "he" zamirinden hal olarak nasbedilmiştir; el-Mehdevî dedi
ki; Burada "bir bilen" lafzının hal olması uygun değildir. 2ira halin
hem soran kimse için, hem de sorulan kimse için olması mümkündür. Failden hai
olması da doğru olamaz. Zira bilen bir kimsenin ayrıca başkasına sormaya
ihtiyacı yoktur. Mef ulden de hal olamaz, çünkü hakkında soru sorulan kişi
er-Rahman olandır ve o da ebediyyen bilendir, haberdar olandır. Hal çoğunlukla
değişikliğe uğrayan ve bir yerden bir yere intikal eden şeylerde söz konusudur.
Şu kadar var ki; bunun, -mesela: "Halbuki o... doğrulayan gerçeğin ta
kendisidir." (el-Bakara, 2/91) buyruğunda olduğu gibi- tekid edici bir
hal olarak kabul edilmesi hali müstesnadır; o takdirde caiz olur.
"Rahman"
lafzının merfu olarak gelmesi üç türlü açıklanabilir: Evvela "istiva
edendir" buyruğundaki zamirden bedel olabilir. Diğer taraftan "o Rahmandır"
anlamında merfu gelmiş olabilir. Ayrıca mübteda olarak merfu gelmiş olabilir,
onun haberi de: "Sen bunu bir bilene sor" anlamındaki buyruktur.
Bununla birlikte; "Hayy olan, ölmeyen, Rahmana tevekkül et" anlamında
sıfat olarak mecrur olması da mümkündür. Medh olmak üzere nasb ile gelmesi de
mümkündür.
[141]
60. Onlara:
"Rahmana secde edin" denildiğinde, onlar: "Rahman da neymiş?
Senin bize emrettiğin şeye mi secde edelim?" dediler ve bu, nefretlerini
arttırdı.
"Onlara: Rahmana
secde edin, denildiğinde onlar: Rahman da neymiş?... dediler" ve bu
sözlerini inkâr ve şaşkınlık üslubuyla söylediler. Yani biz ancak Yemame'nin
rahmanını, rahman olarak biliriz. Bununla da Mü-seylime el-Kezzab'ı
kasdediyorlardı. Kadı Ebubekr İbnu'l-Arabî'nin iddiasına göre onlar mevsuf u
(yüce Allah'ı) değil de sıfatı bilmiyorlardı. O buna yüce Allah'ın:
"Rahman da neymiş?" demiş olduklarını ve; "Rahman da
kimmiş?" dememiş olduklarını delil göstermektedir. İbnu'l-Hassar ise şöyle
demektedir: Rahmetlik bu ifadeleri ile "halbuki onlar Rahman'ı inkâr
ediyorlar." (er-Ra'd, 13/30) anlamındaki diğer âyet-i kerimeyi
hatırlamamış görünüyor.
Senİn bize emrettiğin
şeye mi secde edelim?" Bu kıraat
Medine'lilerle,
Basra'lıların kıraatidir, Yani ey Muhammed, senin bize emrettiğin şeye mi secde
edeceğiz? Bunu Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de tercih etmiştir.
el-A'meş, Haraza ve
el-Kisaî ise ye ite: "Onun bize emrettiği..." diye okumuşlardır ki
bununla Rahman'ı kastetmektedirler. Ebu Ubeyd bunu böylece açıklamış ve şöyle
demiştin Şayet onlar Rahman'ın bu emri kendilerine vermiş olduğunu ikrar ve
İtiraf etmiş olsalardı, kâfir olmazlardı.
en-Nehhâs da şöyle
demektedir: Kûfe'lilerin kıraatini böyle uzak bir te'vil ile yorumlamaya gerek
yoktur. Çünkü evla olan onlann "O'nun bize emrettiği şeye mi secde
edelim?" şeklindeki kıraatlerinin lehine, emredenin Peygamber (sav)
olduğunu söylemek daha uygundur. Böylelikle bu kıraat de doğru bir kıraat
olarak karşımıza çıkar. Ancak birinci kıraat daha uygundur, daha açıktır ve
daha kolay anlaşılır.
"Ve bu
nefretlerini arttırdı,'' Yani onlara Rahman'a secde edin, emrini veren kimsenin
bu sözü, onlann dinden daha çok uzaklaşmalarına sebeb oldu.
Süfyan es-Sevrî bu
âyet-i kerime hakkında şöyle dermiş; Ey yüce ilâhım, senin düşmanlarının
nefretlerini arttıran husus, benim senin önünde daha bir zilletle boyun eğmemi
arttırmıştır.
[142]
61. Gökte
burçlar kılan, onda bir kandil ve aydınlık saçan bir ay yaratanın şanı ne
yüce, ne mübarektir!
"Gökte
burçlar..." yani konaklar "kılan...tn şanı ne yüce, ne mübarektir!"
Burçlara dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 15/16. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Onda bir
kandil..." İbn Abbas dedi ki: Güneşi kastetmektedir. Bunun bir benzeri de
yüce Allah'ın: "Güneşi de bir kandil yapmıştır." (Nuh, 71/16) buyruğudur.
Genel olarak buradaki "kandil" anlamındaki "sirac"
kelimesi, tekil olarak okunmuştur. Ancak Hamza ve el-Kisaî:
"Kandiller" diye okumuşlardır ki, bu kıraate göre maksat, parıl panl
ışık saçan büyük yıldızlar demektir. Ebu Ubeyd'e göre birinci kıraat daha
uygundur, çünkü o (takdirde) "kandiller"i de yıldızlar,
"burçlar"ı da yıldızlar diye te'vil etmiş olur. Böylelikle anlam
yıldızlar ve yıldızlar demek olur.
en-Nehhas dedi ki:
Ancak onların lehine şöyle bir te'vil yapılabilir: Eban b. Tağlib dedi ki:
Kandillerden kasıt bol ışık saçan yıldızlardır. es-Sa'lebî dedi ki; Zühre
(Venüs), Müşteri (Jüpiter), Zühal (Satürn), balıkçılar ve benzerleri böyledir.
"Ve aydınlık
saçan bîr ay" Yani doğduğu vakit yeryüzünü aydınlatan bir ay... İsmet,
el-A'meş'den "kaP harfini ötreli, "mim" harfini de sakin olarak;
diye okuduğunu rivayet etmiştir. Ancak bu şaz bir kıraattir. Şayet zamanının
müslümanlarının imamı olan Ahmed b. Hanbel'in onun hakkında: Kıraatleri rivayet
eden İsmet'in naklettiklerini yazmayınız, sözü dışında hiçbir şey olmasaydı
bile bu kadarı dahi yeterdi. Ancak Ebu Hatim es-Sicistanî sözü geçen bu
İsmet'in yaptığı rivayetleri zikretmeye çokça önem verirdi.
[143]
62. İbret ve
öğüt almak veya şükretmek İsteyenler için gece ve gündüzü birbiri ardınca
getiren O'dur.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört baslık halinde sunacağız:
[144]
Yüce Allah'ın: "Birbiri
ardınca" buyruğu hakkında Ebu Ubeyde şöyle dernektedir: Bu lafız bir
şeyden sonra gelen herşey hakkında kullanılır. Gece ile gündüz biri diğerinin
arkasından gelir. Karnı ishal olmuş bir kimseye; denilir. Yani biri diğerinin
arkasından bir kalkıp, bir oturuyor demektir. "yazın İlk yapraklardan
sonra çıkan yapraklar" anlamındaki bu tabir de buradan gelmektedir.
Züheyr b. Ebi Sülma'nın aşağıdaki beyitte de bu tabir kullanılmıştır:
olara"Vardır
ora4a iri gözlü yaban öküzleri ile ceylan yavruları;
birbiri arkasından yürüyen,
Ve bu yaban
öküzlerinin yavruları, çökmüş oldukları her yerden
kalkıp giderler."
Şair: Bir sürü gitti
mi arkasından öbürü gelir, demek istemektedir. Kışın bir eve, yazın bir başka
eve sürekli k taşınıp duran bir kadını nitelendiren bir başka şair de şöyle
demektedir;
"Karıncalar
(yazın) topladıklarını yediklerinde onun
el-Matirûn denilen
yerde,
întikal ettiği yeri
vardır, nihayet baharı ettiğinde
Cillik denilen yerde
manastırlarda kalır.
Dağ başının
ortasındaki evlerde etrafında
Zeytin ağaçlarının
meyveleri olgunlaşmış olur,"
Mücahid dedi ki:
"Birbiri ardınca" lafzı hilaf (birbirine aykırı-lık)'dan gelmektedir.
Biri beyaz (gündüzün aydınlık), diğeri siyah (gece karanlık)'dır.
Ancak birinci açıklama
daha güçlüdür. Bunun aydınlık ve karanlık, artış ve eksiliş bakımından birbiri
ardınca gelmesi anlamında olduğu da söylenmiştir,
Bîr diğer açıklamaya
göre burada muzaf hazfedilmiştir. Yani yüce Allah gece ve gündüzü birbiri
ardınca gelme özellikli yani birbirinden farklı özelliklere sahip kılmıştır.
"İbret ve öğüt
almak... isteyenler için." Böylelikle yüce Allah'ın bunu boşuna
yaratmamış olduğunu bilenler için. Bunun sonunda Allah'ın yarattıkları
üzerinde ibretle düşünür, akıl, fikir ve kavrayış bakımından üzerlerindeki
nimetleri dolayısıyla Allah'a şükrederler.
Ömer b. el-Hattab, İbn
Abbas ve el-Hasen'in şu manada açıklamaları vardır: Geceleyin bir taktın
hayırları gerçekleştiremeyen, gündüzün onu telafi eder. Gündüzün bir takım
hayırları gerçekleştiremeyen de onu geceleyin telafi eder. Sahih hadiste de
şöyle buyurulmuştur: "Herhangi bir kimsenin geceleyin kılacağı bir namaz
olur da, bastıran uykusu bunu kılmasına engel teşkil eder de, güneşin doğuşu
ile öğle namazı arasında (bu kılamadığım) kılarsa, mutlaka'yüce Allah ona o
namazının ecrini ona yazar ve onun uyuması da ona (verilmiş) bir sadaka (gibi)
olur."[145]
Müslim'in, Sahİh'inde
rivayetine göre Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: Ra-sûtullah (sav) buyurdu ki;
"Her kim okumays adet edindiği miktarını yahut onun bir bölümünü
okuyamayıp uyur[146] da
bunu sabah namazı ile öğle namazı arasında okuyacak olursa, onun tamamını
geceleyin okumuş gibi ona yazılır.[147]
İbnu'l-Arabî der ki:
Zu'ş-Şehid el-Ekber'i şöyle derken dinledim; Yüce Allah kulu canlı ve ilim
sahibi olarak yaratmıştır. Onun kemali de bununladır. Buna karşılık ona uyku
afeti ile def-i hacet ihtiyacını ve hilkatinin eksikliğini musallat kılmıştır.
Zira kemal o ilk olan yaratıcıya mahsustur. O bakımdan kişi az yemek ve yüce
Allah'a itaat yolunda uykusuz kalmak suretiyle, uykusunu bertaraf edebilirse
bunu yapsın. Kişinin altmış yıl yaşayarak bu altmış ytlın gecelerini uykuyla
geçirip, böylelikle ömrünün yarısını boşa harcaması, gündüzün altıda birini
dinlenmek maksadı ile uyuyup, böylelikle de ömrünün üçte ikisinin gitmesi,
geriye de onun yirmi yıllık bir ömrünün elinde kalması, gerçekten büyük bir
aldanıştır. Kişinin üçte ikilik Ömrünü fani bir lezzette telef etmesi buna
karşılık hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hiçbir eksiği bulunmayan, asla da
zulmetmeyen, amellerin karşılıklarını eksiksiz verenin nezdinde, kalıcı bir
lezzet uğrunda uykusuzlukla ömrünü geçirmemesi, çok büyük bir bilgisizlik ve
akılsızlıktır,
[148]
Eşyalar bizatihi biri
diğerinden faziletli değildir. Çünkü cevher ve arazlar varlık itibariyle
birbirine benzerdirler. Üstünlük niteliklerle gerçekleşir. Şu iki vaktin
hangisi daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır: Gece mi, gündüz
mü? diye. Ancak orucun delaleti başka bir delile ihtiyaç bırakmayacak kadar
açıktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabî
yapmıştır.
Derim ki: Gecenin
kadri de pek büyüktür. Yüce Allah, Peygamberine geceleyin namaz kılmayı
emrederek şöyle buyurmuştur: "Gecenin bir kısmında da sana has nafile
olmak üzere onunla (Kur'ân ile) gece namazı kıl." (el-İsra, 17/79);
"Birazı müstesna geceleyin kalk, namaz A[/."(el-Müzzemmil, 73/2)
-ileride açıklaması geleceği üzere- diye buyurmuştur.
Mü'minleri de
geceleyin namaz kıldıkları için: "Yanları yataklarından uzak kalır."
(es-Secde, 32/16) diye buyurmaktadır. Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur:
"Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka da günahı öylece söndürür. Kişinin
gecenin ortasında namaz kılması... ve gecede yüce Allah'ın duayı kabul ettiği
bir an vardır ve geceleyin şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz (dünya semasına)
iner..."[149] Yüce Allah'ın izniyle
ileride açıklaması gelecektir.
[150]
"İbret ve öğüt
almak... isteyen" anlamındaki buyruğu sadece Hamza, "zel" harfi
sakin, "kef'de ötreli olarak; " Hatırlamak.,, isteyen" diye okumuştur,
Bu İbn Vessâb, Talha ve en-Nehaî'nin de kıraatidir. Übeyy'in Mushaf ında ise
bir "te" ziyadesi ile; şeklindedir. Diğerleri ise "kef harfi
şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İster şeddeli, ister şeddesiz olsun her iki
okuyuş da aynı anlamdadır. Şeddesiz okuyuşun; iki vakilten birisinde
unuttuğunu, ikincisinde hatırlar şeklinde olduğu yahut o vakitte Allah'ı tenzih
ve teşbihi hatırlasın, demek olduğu da söylenmiştir.
a şükür etmek
isteyenler için..." buyruğundaki "şükür" fiili:Şükretti,
şükreder, şükretmek" şeklinde kullanılır. "Küfretti, nankörlük etti,
eder, küfretmek, nankörlük etmek" gibi.
Burada sözü geçen
şükür yüce Allah'ın gece ile gündüzü onların hayatta kalmalarının esası
kılması dolayısıyladır. Sanki müşriklerin: "Rahmanda neymiş" demeleri
üzerine mü'minler de: O bütün bunları takdir edendir, diye cevap vermiş
gibidirler.
[151]
63.
Rahman'ın kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler. Cahiller onlara hitab
ettiklerinde onlar: "Selam" derler.
Yüce Allah müşriklerin
cahilliklerini Kur'ân-ı Kerîm'e ve peygamberliğe dil uzatmalarını söz konusu
ettikten sonra; "Rahman'ın kullan yeryüzünde ağır ve vakur yürürler"
buyruktan ile de mü'min kullarını ve onların niteliklerini söz konusu edip, kendilerini
şereflendirmek maksadıyla da kendisine kul olmakla nitelendirmiştir. Yüce
Allah'ın: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan... götüren (Allah)
münezzehtir," (el-İsra, 17/1) buyruğunda "kulunu" kendisine
izafe etmekle şereflendirdiği gibi. Daha önce bu hususta açıklamalar
(belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Allah'a itaat eden,
O'na kullukta bulunan, kulağını, gözünü, dilini, kalbini kendisine verdiği
emirlerle meşgul eden bir kimse "ubûdiyyet" vasfını almaya hak
kazanır. Bunun aksi durumda olan kimse ise yüce Allah'ın: "Onlar dört
ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar," (el-A'raf, 7/179)
buyruğunun kapsamına girer. Yani ibret almamak bakımından onlardan daha da
beterdir. el-A'raf Sûresi'nde (belirtilen âyet-i kerimede) geçtiği gibi.
Yüce Allah şöyle
buyurmuş gibidir; Rahman'ın kullan o kimselerdir ki onlar.,, yeryüzünde
yürürler. Burada "onlar" anlamındaki zamir hazfedilmiş gibidir.
Nitekim Zeyd emirdir, derken aynı şekilde "o" anlamındaki zamir
hazfedilmiş olup, Zeyd emir olandır, anlamındadır. Buna göre; "Onlar"
(anlamındaki ism-i mevsul) bir mahzuf mübleda'nın haberidir. Bu açıklamayı
el-Ahfeş yapmıştır.
Bir diğer açıklamaya
göre bunun haberi, sûrenin sonlarında gelecek olan: "İşte bunlar
sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mıi-kâf
atlandırılacaklar..." (el-Furkan, 25/75) buyruğudur. Mübtedâ ile haber
arasındaki buyruklar ise onlara ait sıfatlar ve bu sıfatlarla alakalı
hususlardır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştir. ez-Zeccâc der ki: Bununla
birlikte haberin: "Yeryüzünde ağır ve vakur yürürler" buyruğu da
olabilir. "Yürürler" ifadesi de onların yaşayışları, hayatta kalış
süreleri ve onların uygulama ve tasarruflarını ifade eder, Bunlar arasında
daha büyük yer tutan davranışlarını söz konusu etmiştir. Özellikle yürümek,
yeryüzünde bir yerden, bir başka yere intikali sağlar. İnsanlarla içli dışlı
olmak ve onlarla birlikte olmayı da gerçekleştirir.
Yüce Allah'ın: "Ağır
ve vakur" buyruğu 'ın mastarıdır. Bu da ağır başlılık ve vakar manasınadır.
Buyruğun tefsirinde şöyle denilmektedir; Onlar yeryüzünde cahillerin,
cahilliklerine karşılık vermeksizin alçak gönüllüce yürürler, orta yollu
yürürler. Orta yollu olmak, ağırbaşlılık ve güzel davranış peygamberlik
ahiâkındandır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, siz
sükûnetle, ağırbaşlılıkla hareket etmeye bakınız. Çünkü iyilik hız-, lıca
yürümekte değildir,"[152]
Peygamber (sav)'ın
sıfatlan ile ilgili rivayete göre o: Ayağını yerden (yürümek maksadıyla)
kaldırdı mı güçlüce kaldırır, adımını ortalama bir şekilde meyillice atar,
yumuşak ve vakar ile yürür, yukardan aşağıya inermiş gibi geniş adım atarak
ilerlerdi. Yani o, yürürken ayaklarım hızlıca kaldırır ve adımını atardı. Bu
ise böbürlenerek büyüklenerek yürüyenin yürüyüşünden farklıdır. Nereye
gidecekse, oraya doğru giderdi. Bütün bunlan da yumuşaklıkla, yere sağlam
basarak ve aceie etmeksizin yapardı. Dediği gibi, "sanki yukardan aşağı
iner gibiydi." Bu açıklamaları da Kadı Iyad yapmıştır.
Ömer b. el-Hattab da
karakteri itibariyle acele yürürdü. Acele yürümek için kendisini ayrıca
zorlamazdı.
ez-Zührî dedi ki:
Hızlıca yürümek yüzün vakarını giderir. İbn Atiyye der ki: O, bununla çok çabuk
ve ısrarla acele yürümeyi kastetmektedir. Çünkü bu gerçekten ağırbaşlılığı ve
vakarı giderir. Hayır ise orta yollu olmaktadır.
Zeyd b. Eşlem de şöyle
demiştir; Ben yüce Allah'ın; "Rahman'in kulları yeryüzünde ağır ve vakur
yürürler" buyruğunun tefsiri hakkında soruşturup duruyordum. Bu hususta
beni rahatlatacak bir açıklama bulamadım. Rüyamda birisinin bana gelerek,
şöyle dediğini gördüm; Bunlar yeryüzünde fe-sad çıkartmak istemeyenlerdir.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Denildiğine göre bu, yeryüzünde fesad çıkarmak ve ma-siyet işlemek için değil
de yüce Allah'a itaat ve akılsızca işlere sapmaksızm mubah işler için
yürüyenlerdir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
'Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme! Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenen
kimseleri sevmez." (Lukman, 31/18)
İbn Abbas da dedi ki:
İtaatle, ma'ruf yolla ve alçak gönüllülükle yürürlerdir. el-Hasen der ki:
Cahilliklere aldırış etmeyerek, kendilerine karşı cahillik edilirse, cahillik
yapmazlar. İnsanlara karşı büyüklenmeden yürürler demektir.
Derim ki; Bütün bunlar
birbirine yakın manalardır. Allah'ı bilmek, O'ndan korkmak, hükümlerini bilip
tanımak, azab ve cezasından korkmak bunların hepsini kapsar. Allah lütuf ve
keremiyle bizi bunlardan kılsın.
Bir kesimin kanaatine
göre "ağır ve vakur" buyruğu 'Yeryüzünde... yürürler" buyruğu
ile alakalıdır. Yani yürümek "ağır ve vakur" ile aynı şeydir. İbn
Atiyye dedi ki: Böyle diyenler buyruğu şöyle te'vil etmiş gibi görünüyorlar:
Bu şekilde yürüyen kimsenin ahlâkı da yumuşaktır. Yürüyüşüne uygundur.
Bu açıklama da az önce
yaptığımız açıklamaya yakındır. Bununla yalnızca yürümenin niteliğinin
kastedilmiş olması iddiası batıldır. Çünkü nice yavaş yavaş yürüyen kişi
vardır ki; bu kimse azgın bir kurttur. Easûlullah
(sav) ise adeta yokuş aşağı
inercesine yürürdü. Kendisi ise bu ümmetin en önünde olan bir şahsiyettir.
Peygamber (sav)'ın: "Sizden bir maksat için yürüyen bir kimse yavaş
yürüsün. "[153]
buyruğuna geünce, bununla nefsin İçindeki niyeti kastetmiştir, sadece yürümeyi
değit. Nitekim zahiren dindar gözüken batılcıların, yalnızca yürüme şekline
sıkı sıkıya yapıştıkları görünen bir husustur. O kadar ki şair onları yermek
maksadıyla şöyle demiştir:
"Onlarıa hepsi de
ağır ağır yürür,
Ve onların hepsi de
bir av peşindedir."
Derim ki: Bunun aksi
kimseler hakkında da İbnu'l-Arabî kendi nefsi için şunları söylemektedir:
"Yükseklerde
alçak gönüllülük gösterdim, asıl ise
büyüklük tasladı,
İşlerde vakur
davranmakla yarışları kazandım,
Ağırbaşlılık olsun da
bunun asü sebebi kalbin kirliliği olmasın,
Çünkü insanların
çoğunluğunun ağırbaşlılığı büyük kibirden kaynaklanır."
"Cahiller onlara
hitab eniklerinde onlar: 'Selam' derler." en-Nehhâs dedi ki: Buradaki
"selâm" lafzı "teslim: selâm vermek"den değil,
"tesellüm" yani karşı tarafın zararından esenliğe kavuşmak,
selamette olmakdan gelmektedir, Araplar senden esenliğe kavuşayım yahııtta
senden uzak kalayım anlamında "selam" derler. Bu lafız;
"derler" fiili ile mansub olabildiği gibi, mastar olması da
mümkündür. Bu Sibeveyh'in görüşüdür. İbn Atiyye de der ki: Benim uygun gördüğüm
ise "derler" fiilinin "selam" lafzında âmil olduğudur. Çünkü
İfade; Onlar bu sözü söylerler, demektir.
Mücahid dedi ki:
"Selam"in manası uygun ve yerinde söz demektir. Yani cahili,
yumuşaklıkla ve nfk ile kendisiyle defedebileceği bir söz söyler, de-. mektir.
Bu açıklamaya göre de; "derler" sözü -nahivcilerin yöntemine
göre-"selam" lafzında amel etmektedir. Buna sebeb ise
"selam" lafzının böyle bir
söz
söylerler anlamında oluşudur.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Muhatab olan kimsenin cahile bu lafızla selam demesi gerekir, Yani
senin zararından biz selamette olalım, teslimiyet bulalım ve buna benzer bir
söz söylesinler. Bu durumda da "selam" lafzında âmil -nahivcilerin
usulüne göre-; onun kökünden türeyen bir fiil olur.
[154]
Bu âyet-i kerîme
cihadı emreden kılıç âyetinden önce inmiştir. Dolayısıyla bundan kâfirlere
mahsus olan bölümü nesh olmuş, kıyamet gününe kadar müsl umanlar arasında
bunun edebi baki kalmıştır, Sibeveyh "Kitab (es-Sıhah)"ında bu âyet-i
kerime'nin nesh olduğunu söz konusu etmiştir. Kita-fc'ında bunun dışında da
neshten söz etmemiştir. Bununla bu "selam" lafzından kastın selâm
vermek olmayıp selâmette olmanın kastedildiği kanaatini tercih etmiştir. Çünkü
mü'minlere kâfirlere asla selâm vermeleri emrolunma-mıştır. Ayet-İ kerimede
Mekke'de İnmiştir ve bunu (cihâdı emreden) kılıç âyeti neshetmiştir.
en-Nehhâs dedi ki:
Bizler Sibeveyh'in nâsih ve mensuh ile ilgili olarak bu âyet dışında herhangi
bir söz söylediğini bilmiyoruz. Sibeveyh dedi ki: O günde müsl umanlar
müşriklere selam vermekle emrolunmuş değillerdi. Ancak bu, kişinin sizden
esenlikte olalım, bizimle sizin aranızda ne hayır ne de şer olmasın, anlamında
bir söz söylemeleri anlamındadır.
el-Müberred dedi ki:
Şöyle denilmesi gerekirdi: O gün müslümanlara onlarla savaşmaları emri verilmemişti.
Daha sonra onlarla savaşma emri verildi. Muhammed b. Yezid dedi ki: Sibeveyh
bu hususta hatalı davrandı veya uygun bir ibare kullanmadı.
Ibnu'l-Arabî de dedi
ki: O gün müsl umanlar müşriklere selam vermekle emrolunmadıkları gibi, bu
onlara yasaklanmış da değildi. Bilakis onlara affedip bağışlamaları ve güzel
bir şekilde uzaklaşmaları emri verilmişti. Peygamber (sav) onların toplantı
meclislerinde durur. Onlara hayırlı sabahlar diler ve unlara yakın olur, ancak
hiçbir şekilde onlara müdahalede bulunmazdı. İnsanlar ittifakla şunu kabul
etmişlerdir ki; mü'minlerden olup, sefih olan bir kimse eğer sana kötü
davranacak otursa, senin o kimseye; "selâmun aley-ke" demen caizdir.
Derim ki; Sünnette
vârid olmuş delillere daha yakın görülen görüş budur. Biz Meryem Sûresi'nde
(19/47. âyetin tefsirinde) kâfirlere selâm vermenin cevazı hususunda ilim
adamlarının farklı görüşlerini açıklamış bulunuyoruz, Dolayısıyla burada nesih
olduğu iddiasına gerek bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
en-Nadr b. Şumeyl dedi
ki: Bana et-Halil anlattı, dedi ki: Ebu Rabia el-A'ra-bî'ye gittim, o
gördüklerimin en bilgilisi idi, Onu bir dam üstünde buldum. Biz selam verdik, o
da selamımızı aldı ve bize istiva ediniz dedi. Biz ne demek istediğini
anlayamadık ve şaşırıp kaldık. Yanında bulunan bir Bedevi bize: Yukarı
çıkmanızı emretti, dedi. el-Halil dedi ki: Onun bu sözleri yüce Allah'ın:
"Sonra duman halinde buluttan semaya istiva e«i."(Fussilet, 41/11)
buyruğundan hareketle söylenmiş bir sözdür. Biz de onun yanına çıktık. Mayalanmamış
bir ekmeğe, oldukça güzel bir süte ve susuzluğu gideren bir suya ne dersiniz?
Biz: Az önce bütün bunlardan ayrıldık deyince, bu sefer: "Selam"
dedi. Yine ne demek istediğini anlayamadık, bu sefer o bedevi dedi ki; O
sizlerden hayrı da bulunmayan, şerri de bulunmayan bir şekilde ayrılıp gitmeyi
istedi.
el-Halil dedi ki: Bu
da yüce Allah'ın: "Cahiller onlara hîtab ettiklerin* de onlar; Selam
derler** buyruğundan alınmıştır.
İbn Atiyye dedi ki:
Tarihlerden birisinde şunu gördüm: İbrahim b. el-Meh-dî -ki Ali b. Ebi Talih
(r.a)'a karşı olan kimselerdendi- bir gün bir topluluğun da huzurunda bulunduğu
sırada Me'mun'a şöyle dedi: Ali b. Ebi Talib'i rüyamda görür ve ona: Sen
kimsin? diye sorardım. O da: Ali b. Ebi Talib'im derdi. Onunla birlikte bir
köprünün başına gelir, sonra Öne geçer ve o köprüyü benden önce geçerdi. Ben
de şöyle derdim: Sen bir kadın (Fâtıma-r.an-hâ-yı kast ediyor) sebebiyle bu işe
layık olmak iddiasında bulunuyorsun. Halbuki biz ona senden daha bir hak
sahibiyiz. Bana verdiği cevabında kendisi hakkında anlatıldığı kadarıyla
herhangi bir belagat söz görmedim, el-Me'mun: Sana ne şekilde cevap verdi, diye
sorunca, o: Bana selam, diye cevap verirdi. Ravi dedi ki: Sanki İbrahim b.
Mehdî bu âyeti bilmiyor yahutta o vakit bu âyeti haurlamamıştı. el-Me'mun
huzurunda bulunanlara bu âyeti de hatırlatarak dedi ki: Allah'a yemin ederim
ki, ey amca, o Ali b. Ebi Talib'dir ve o sana en beliğ bir şekilde cevap
vermiştir. Bunun üzerine İbrahim oldukça utandı. Hiç şüphesiz ki bu sahih bir
rüya idi.
[155]
64. Onlar kî
gecelerini Rabblerİne secde ve kıyam İle geçirirler.
"Onlar ki
gecelerini Rabblerİne secde ve kıyam İle geçirirler" buyruğu ile İİgili
olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: "Adam geceyi geçirdi, geçirir,"
tabiri ister uyusun, İster uyumasın geceye erişmesini anlatmak için kullanılır.
Züheyr dedi kî:
"Atımızın başı
ucunda biz ayakta geceyi geçirdik,
O bizi kendisine
yaklaştırmak istemezken biz de
ona yaklaşmaya
çalışıyorduk."
Allah'ın gerçek
dostlarının vasıfları ile ilgili olarak da şu beyitler söylenmiştir:
"Göz kapaklarına
engel ol, uykunun tadını almasınlar, Yanaklarının üzerine sicim gibi akıt
gözyaşlarını, Bil ki sen öleceksin ve çekileceksin hesaba. Ey Celil olanın
gazabını gerektirecek şeyler yapan kişi! Allah'ın öyle kulları vardır ki;
severler onu ihlasla, Razı olmuştur onlardan ve has hizmetine almıştır onları,
Öyle bir topluluktur ki onlar, gece üzerlerine karanlığını örtünce, İşte
oracıkta gecelerini geçirirler, secde ve kıyamla. İffetlerinden dolayı karınları
sırtlarına yapışmıştır, bir deri, bir kemik kalmışlar, Helâlden başka bir şey
yemeyi bilmezler."
İbn Abbas dedi ki: Her
kim yatsı namazından sonra iki veya daha fazia rekat namaz kılacak olursa, o
geceyi Allah için secde ve kıyamla geçirmiş demektir,
el-Kelbî dedi ki: Her
kim akşamdan sonra iki, yatsıdan sonra da dört rekat namaz kılarsa, o kimse
geceyi secde ve kıyamla geçirmiş demektir.
[156]
65. Onlar
ki: "Rabbimiz, bizden cehennem azabını geri çevir. Çünkü gerçekten onun
azabı kesin bir helak oluştur" derler.
66. "Gerçekten o, ne kötü bir durak ve ne
kötü bir yerdir!"
"Onlar ki:
Rabbimiz bizden cehennem azabını geri çevir...derler." Yani onlar
Rabblerine itaat etmekle birlikte, Allah'ın azabından korkarlar ve endişe
ederler. İbn Abbas der ki: Onlar bu duayı secde ve kıyamları halinde yaparlar.
"Çünkü gerçekten
onun azabı kesin bir helak oluştur." Yani o azab daimidir ve insanın
yakasını bırakmayan bir azabdır. Buradaki"Kesin bir helâle oluj"
anlamındaki lafız ayrılmayan, daimi olarak yakayı bırakmayan demektir.
Alacaklıya: denilmesi de, borçlusundan ayrılmamasından Ötürüdür. Filan kişi bu
şeye gönülden bağlıdır, ondan kopamıyor" demektir. İbnu'l-A'râbî, İbn
Arafe ve başkalarının naklettiklerine göre bu lafzın Arapçadakİ anlamı budur.
el-A'şa da şöyle demiştir:
"Eğer
cezalandırıra^ o kesin bir helak olur ve eğer verirse, Pek çok verir ve hiç
aldırış etmez."
el-Hasen dedi ki:
Onlar her ğarîm (alacaklı)'nin borçlusundan ayrılacağını ancak cehennem
ğariminin bundan müstesna olduğunu bilmişlerdir.
ez-Zeccac dedi ki:
"Garâm" azabın en şiddetliyidir. İbn Zeyd, bu şer ve kötülük
demektir; Ebu Ubeyde ise helak oluştur diye açıklamıştır. Hepsinin anlamı da
birdir,
Muhammed b. Ka'b dedi
ki: Yüce Allah dünyada iken onlardan Naîm cennetlerinin bedelini istedi.
Onlar, bu bedeli vermediler. Onları cehenneme sokmak suretiyle bu bedeli
ödemeyişleri dolayısıyla onları cezalandırmış olacaktır,
"Gerçekten o ne
kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir!" Orası kötü bir durak ve kötü bir
kalınacak yerdir.
Yani onlar bu sözleri
bir bilgiye dayanarak söylerler. Bunu bilgiye dayanarak söylediklerine göre
istediklerinin ne kadar büyük olduğunu da çok iyi bilirler. Bu yolla
isteklerini elde edip zafere kavuşma ihtimaileri daha bir yüksek olur.
[157]
67. Ve onlar
ki mallarını İnfak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun
arasında orta bir yol tutarlar.
"Ye onlar ki
mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler." Müfessir-ler bu âyetin
te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhas dedi ki: Bu buyruğun
anlamı ile İlgili olarak yapılmış en güzel açıklamalardan birisi şudur:
Allah'a itaat olmayan hususta kim infak ederse, işte İsraf odur. Yüce Allah'a
itaat hususunda da kim eli sıkılık yaparsa, işte cimrilik odur. Yüce Allah'a
itaat yolunda harcayan kimsenin bu harcaması da ikisi arasında orta yoldur.
İbn Abbas dedi ki: Hak
uğrunda bir kimse yüzbin dahi harcayacak olsa, bu israf olmaz. Hak olmayan bir
yerde bir kimse tek bir dirhem dahi harcayacak olursa bu bir israftır. Her kim
üzerindeki bir hakka yapılması gereken harcamaya engel olursa, o takdirde de
cimrilik etmiş olur. Mücahid, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demişlerdir.
Avn b. Abdullah dedi
ki: İsraf başkasının malını harcamandır.
İbn Atiyye dedi ki: Bu
ve benzeri açıklamaların âyetle bir ilgisi yoktur. Uygun olan açıklama şöyle
demektir: Masiyet uğrunda harcama, şeriatın azını da, çoğunu da yasakladığı bir
harcamadır. Başkasının malına el uzatmak da böyledir. Burada nitelikleri
belirtilenler ise bu şekildeki bir davranıştan uzaktırlar. Bu âyet-i kerimede
takınılması öğütlenen edeb İse mubah ve itaat olan hususlardaki harcamalar
hakkındadır. Bu hususta şeriatın öngördüğü edeb, insanın başka herhangi bîr
hakkı yahut bakmakla yükümlü olduğu çoluk çocuğunu ve benzerlerini zayi
etmemek için harcamalarında aşırıya kaçmamalıdır. Ayrıca çoluk çocuğunu aç
bırakacak kadar harcamalarını kısıp, ileri derecede cimri de olmamalıdır. Bu
hususta güzel olan orta yollu yani adaletli ve dengeli harcamaktır. Herkes İçin
orta yollu harcama çoluk çocuğuna ve haline göredir. Kazanç uğrundaki gayreti,
sabır ve direncine göre değişir ya da bu özelliklerin zıddı İle alakalıdır.
Bununla birlikte işlerin en hayırlısı orta yollu olandır. Bundan dolayı
Rasûluliah (sav) Ebubekr es-Sıd-dîk'ın malının tamamını tasadduk etmesine ses
çıkarmamıştır. Zira bu onun dindeki gayreti ve sabrına nisbetle orta yollu bir
harcamasıdır. Fakat aynı harcamayı başkasının yapmasını engellemiştir. O
bakımdan İbrahim en-Nehainin şu sözü gerçekten güzeldir: Orta yollu hareket
eden kişi aç bırakmayan, çıplak bırakmayan ve insanlara: Bu kişi israfa kaçtı,
dedirtecek herhangi bir harcamada bulunmayan kişidir.
Yezid b. Ebi Habib de
dedi ki: Bunlar güzellik olsun diye elbise giyinmeyen, lezzet almak için de
bir yemek yemeyen kimselerdir. Yine Yezid bu âyet-i kerime hakkında şöyle
demiştir; Bunlar Muhammed (sav)'ın ashabıdır. Onlar nimetlere dalmak ve lezzet
almak maksadıyla bir yemek yemezler, Güzellik olsun diye bir elbise
giymezlerdi. Bunun yerine onlar açlıklarını gidermek ve Rabblerine ibadet için
güçlerini arttırmak maksadıyla yemek yerler, avretlerini örtecek, kendilerini
soğuk ve sıcağa karşı koruyacak elbiseler giyerlerdi.
Abdu'l-Melik b. Mervan
kızı Fatıma'yı Ömer b. Abdu'l-Aziz'le evlendirdiğinde şöyle demişti: Senin
harcamaların nedir? Ömer ona: Güzel olan iki kötü şeyin arasında olandır
deyip, ona bu âyeti kerime'yi okudu,
Ömer b. el-Hattab dedi
ki: Bir kimseye israf olarak canının çektiği herşe-yi satın alıp yemesi
yeterlidir.
İbn Mace'nin,
Süreere'inde yer alan rivayete göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasûlullah
(sav) buyurdu ki: "Cağının çektiği herbir şeyi yemek hiç şüphesiz ki
israftandır.[158]
Ebu Ubeyde dedi ki:
Onlar ma'ruftan fazla bir harcama da yapmazlar, cimrilik de etmezler. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Elini boynuna bağlanmış kılma! Onu
büsbütün de açma..." (el-İsra, Yİ/29) Şair de şöyle demiştir:
"Hiçbir hususta
aşırıya gitme, orta yolu seç,
(Çünkü) işlerin orta
yollu olanının iki ucu da yeri İm iştir."
Bir başka şair de
şöyle demiştir:
"Kişi nefsine arzuladığı
herşeyi verecek olur, Ve onu alıkoymazsa eğer; her türlü batılı arzu eder.
Günahı ona doğru iter durur ve utanılacak hususlar Kendisim çağırdığı ve
dünyada elde edilecek tatlı şeylerdedir"
Ömer (r.a) oğlu Asım'a
şöyle demiştir: Yavrucuğum, sen midenin yansını yemekle doldur. İyice
eskitmedikçe hiçbir elbiseyi de atma. Sen yüce Allah'ın kendilerine rızık
olarak verdiği şeyieri midelerine doldurup sırtlarının üzerinde taşıyanlardan
olma.
Hatem-i Taî'nin ele
şöyle bir beyiti vardır:
"Sen midene ve
bir de fercine, istediklerini verecek olursan eğer, Bunlar yerilmeyi
gerektirecek herşeyin en ilerisini elde ederler."
Cimrilik de
etmezler" buyruğunu Haraza, el-Kisaî, el-A'meş, Âsim ve Yahya b. Vessab
-bu hususta onlardan farklı rivayetler gelmekle birlikte- ı;ya" harfini
üstün ve te.harfini de ötreli okumuşlardır. Bu güzel bir kıraat olup; cien
gelmektedir. Lâzımı fiillerde kıyas da böyledir. Tıpkı; "oturdu,
oturur" fiilinde olduğu gibi.
Ebu Amr b. el-Alâ ve
İbn Kesir ise "ya': harfini üstün, "te"yi de esreli okumuşlardır.
Bu da bilinen ve güzel bir söyleyiştir.
Medine'liler, İbn Âmir
ve Âsim'dan, Ebubekr ise "ya" harfini ötreli, "te': harfini de
esreli okumuşlardır.
es-Sa'lebî dedi ki:
Bunların hepsi de sahih söyleyişlerdir.
en-Nehhâs dedi ki: Ebu
Hatim, Medine'iilerin bu kıraatine hayret eder. Çünkü ona güre Medine'iilerin
kıraatinde şaz kıraat olmaz. Çünkü fakir düşüldüğü zaman: "Fakir düştü,
düşer" denilir. Yüce Allah'ın: "Eli dar olan kendi halince..."
(el-Bakara, 2/236) buyruğunda olduğu gibi.[159] Ebu
Hatim onların adına şu açıklamayı yapmıştır: İsrafa sapan bir kimse çabucak
fakirleşir. Ancak bu, uzak bir te'viklir. Ancak onlar adına yapılabilecek
te'vil şudur: Ebu Ömer el-Cermî'nin, el-Esmaî'dt;n naklettiğine göre bir kimse
harcamasını kıstığı takdirde hem; şekli kullanılır, hem de; şekli kullanılır.
Buna göre böyle bir kıraat de sahih olur. Her ne kadar "ya" harfinin
üstün olması daha doğru ve kullanılması daha uygun, daha meşhur ve daha
tanınan bir şekil olsa da bu böyledir. Ebu Amr ve sair insanlar"Orta bir
yol" di ve "kaf' harfini üstün olarak okumuşlardır. Adaletli,
dengeli demektir. Hassan b. Abdu'r-Rahrnan ise "kaf harfini esreli
okumuştur. Bu da; yetecek kadar, ihtiyacı karşılayacak kadar ve durumu idare
edecek kadar demektir. "Kaf" harfi esreli olarak "el-kıvam";
hali sürdüren ve kararını devam ettiren demektir. Bunların aynı anlamda iki
ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.
"Orta bir
yol" anlamındaki bu kelime; 'nin haberidir. İsmi de onda takdir
edilmiştir. "Harcamaları israf ile cimrilik arasında orta yolludur"
demek olur. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Onun bir başka görüşü de vardır.
Buna göre Arasında"yı isim kabul eder ve nasb eder. Çünkü bu gibi
lafızların kullanımı çokçadır. Bundan dolayı reP mahallinde de olduğu halde bırakîlmıştır.
en-Nehhas dedi ki: Ben
bunun nasıl açıklanacağını bilemiyorum[160] Çünkü
(eğer ref mahallinde olursa, ref olur. "Gözlerinin arası kırmızıdır"
denildiği gibi.
[161]
68. Onlar
ki; Allah İle birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında
Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler. Zina da etmezler.
Kim bunları İşlerse o ceza(km) ile karşılaşır.
69. Kıyamet
gününde onun azabı kat kat verilir. O azapta ebediy-yen, hor ve hakir bir halde
kalır.
"Onlar ki; Allah
ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler" buyruğu ile yüce Allah,
mü'min kullarını kâfirlerin putlara tapma ve kız çocuklarını diri diri gömmek
suretiyle hak olmayan canı öldürmek, buna benzer zulüm, suikastler yapmak,
baskın ve talanlar düzenlemek, onlarca mubah kabul edilen zina etmek gibi
vasıfların dışında tutmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi zahiri anlamından
uzaklaştıran Meanîehü (Meani't-Kur'ân'a dair eser yazanlar)'dan kimileri şöyle
demiştir: Rahman'ın tahsis yoluyla kendisine izafe ettiği ve onları söz konusu
edip marifet ve şereflendirme sıfatları ile nitelendirdiği kimselerden bu
çirkin işlerin husule gelmesi zaten yakışmaz ki; bu hususların nef-yedilmesi
ile onların öğülmekri söz konusu olsun. Çünkü onlar bundan daha üstün ve daha
şereflidirler. (Böyle diyen kişi devamla) dedi ki: Bu mm anlamı şudur: Onlar
nevayı ilâh diye çağırmazlar, masiyetleri işleyerek nefislerini zelil etmezler
ve böylelikle nefislerinin katilleri olmazlar. "Hak ile olması
dışında" buyruğunun anlamı da; yani onlar nefislerini ancak sabır bıçağıyla
ve mücahede kılıcıyla keserler. Onlar kendilerine mahrem olmayan kadınlara
-zina olmasın diye- şehvetle bakmazlar. Aksine onlar zaruret yoluyla onlara
bakarlar, o vakit bu da nikâh gibi olur.
Hocamız Ebu'l-Abbas da
söyle demiştir: Bu parlak ve güz alıcı bir ifadedir. Şu kadar var ki;
derinliğine tetkik edildiği takdirde akıllıca bir söz olmadığı ortaya çıkar.
Bu batini bir sızıntı ve batıldan gelen bir duygudur. Aiiah'ın kullarının bu
güzel sıfatlara bezendikten ve bunların zıttı olan diğer kötü sıfatlardan da
kendilerini kurtardıktan sonra, böyle "özel kul oluş" anlamını verecek
izafet iie tahsis olundular. Bundan dolayı bu âyetlerin baş taraflarında
onların şereflerine dikkat çekmek için, bezenilmesi istenen güzel sıfatlar
zikredilerek başlandı, arkasından bu sıfatları kendilerinden uzaklaştırmaları
için uzak kalınması gereken sıfatları söz konusu etti. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Derim ki: Bu iddia
sahibinin burada sözü edilen hususların ileri sürdüğü şekilde zahirinden anlaşıldığı
gibi olmadığı şeklindeki iddiasının batıl olduğuna delil teşkil eden
hususlardan birisi de Müslim'in kaydettiği şu rivayettir: Abdullah b. Mes'ud
dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Allah nezdinde en büyük günah hangisidir? O;
"Allah'a seni yaratmış olduğu halde, ortak koş-mandır" diye buyurdu.
Ben: Sonra hangisidir? diye sordum. "(Seninle beraber) yemek yer korkusu
ile evladını öldürmendir" diye buyurdu. Soma hangisidir? diye sordum.
Buyurdu ki: "Komşunun hanımı ile zina etmendir." Yüce Allah bunu
tasdik etmek üzere: "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet
etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de
öldürmezler, zina da etmezler. Kim bunları işlerse ceza(la-rı) İle
karşılaşır" buyruğunu indirdi[162]
Arapçada ikab (ceza)
demektir. İbn Zeyd ve Katâde'de bu âyette, bu kelimeyi böylece okumuştur.
Şairin şu beyi tinde de bu anlamdadır:
"Urve'nin oğlunu
cezalandırsın Allah, yaptığı Haksızlıklardan ötürü; haksızlıkların zaten cezası
vardır."
Görüldüğü gibi burada
bu kelime ceza ve ukubet anlamındadır.
Abdullah b. Arar,
İkrime ve Mücahid dediler ki: "Esâm" cehennemde bir vadidir. Allah
onu kâfirleri cezalandırmak için var etmiştir. Şair de şöyle demiştir:
"Savaşımızda
öldürücü tehlikelerle karşı karşıya kaldın Bu tehlikelerden sonra sen ceza ile
karşılaşırsın.'
es-Süddî dedi ki:
"Esâm" cehennemdeki bir dağ adıdır. Şair der ki:
"Bizim orada
kaldığımız sürece beddua ediyorduk onlara, Bir dağı bulunan Zül-Mecaz
vadisinde."
Müslim'deki rivayete
göre İbn Abbas şöyle demiştir: Müşriklerden bazı kimseler pek çok kimse
öldürdüler, çokça zina ettiler, Muhammed (sav)'e gelip şöyle dediler; Senin
söylediğin ve kendisine davet ettiğin şey gerçekten güzeldir. Aynı zamanda o
bizîere yapmış olduğumuz amellerimizin bir keffa-reti olduğunu da haber
veriyor.[163] Bunun üzerine:
"Onlar ki Allah île birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler. Hak ile
olması dışında Allah'ın öldürülmesini haranı kıldığı nefsi de öldürmezler,
zina da etmezler. Kim bunları islerse, cezadan) İle karşılaşır" buyruğu
ile: "Deki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın
rahmetinden ümit kesmeyin." (ez-Zümer, 39/53) âyeti nazil oldu.[164]
Şu: "Ey nefisleri
aleyhine ileri giden kullarım!" âyet-i kerimesinin Ham-za Cr.a)'ın katili
Vahşi hakkında inmiş olduğu da söylenmiştir. Bunu Said b. Cübeyr ile İbn Abbas
söylemişlerdir. İleride buna dair açıklamalar ez-Zümer Sûresi'nde (39/53.
âyetin tefsirinde) gelecektir.
"Hak ile olması
dışında" buyruğu kendisi sebebiyle canların öldürülmesi hak olan imandan
sonra küfür, ihsandan sonra (evli iken) zina dışında, hak olmayan bir sebeble
öldürmezler demektir. Daha önce el-En'âm Sûresi'nde (6/151. âyet, 8. başlıkta)
açıklandığı üzere.
"Zinada
etmezler" yani nikâh ya da sağ ellerinin malik olduğu (cariyelerdin
dışında namus ve iffetleri helal bilmezler.
Bu âyet-i kerime
açıkça şunu göstermektedir ki; küfürden sonra haksız yere can öldürmekten daha
büyük bir günah yoktur. Ondan sonra da zina gelir. İşte bundan dolayı muhsan
olan kimse hakkında zina haddi olarak (recm edilerek) öldürülmek, yahutta
muhsan olmayan kimse için de celde (sopa) cezasının en ileri derecesi (yüz
celde) sabit olmuştur.
"Kim bunları
işlerse ceza(ları) ile karşılaşır. Kıyamet gününde onun azabı kat kat verilir"
buyruğunda yer alan; " kat kat verilir" ile
"Ebediyyen...
kalır" fiillerini Nâfi', İbn Âmir, Hamza ve el-Kİsaî cezm ile
okumuşlardır. İbn Kesir "kat kat verilir" fiilini şeklinde ayn harfini
şeddeli ve elif siz okumuştur. Bu fiil ile birlikte; "Ebediyyen
kalır" fiilini de cezm ile okumuştur. Talha b. Süleyman ise
"nûn" harfini ötreli, "ayn" harfini şeddeli ve esreli olmak
üzere; Kat kat veririz" diye okumuştur. Buna karşılık (azab) kelimesini
de; şeklinde nasb ile "Ebediyyen kalır" fiilini de cezm ile
okumuştur. Bu aynı zamanda Ebu Cafer ve Şeyhe'nin de kıraatidir.
Ebubekr'in rivayetine
göre Âsim; şeklinde her iki fiili de isti'naf ve diğeri atıf olmak üzere ref
ile okumuştur. Tâlha b. Süleyman ist; kâfire hitab anlamını verecek şekilde;
"Ebediyyen kalırsın" diye okumuştur. Ebu Amr'dan ise; "Ebediyyen
bırakılır" anlamında "ya" harfini ötreli, "lam"
harfini de üstün olarak okumuştur. Ebu Ali der ki: Bu, rivayet cihetinden bir
yanlışlıktır.
"kat kat
verilir" fiilinin cezm ile gelmesi şartın cevabı olan "Karşılaşır"
fiilinden bede! oluşundan dolayıdır. Sibeveyh dedi ki: Aza-* bin kat kat
verilmesi ceza ile karşı karşıya kalmakla aynı şeydir. Şair dedi ki:
"Ne zaman, gelir
de yurdumuzda misafirimiz olursan, Çok miktarda odun ve alev alev yanan ateş
bulursun."
Bir başka sair de
sövle demekledir;
"Boynumda Allah
adına yemin olsun ki; sen mutlaka bey'at edeceksin, Ya zorla alınırsın yahutta
sen isteyerek gelirsin."
Bu fiilin ref ile
okunması hususunda da iki görüş vardır; Birinci görüşe göre, kendisinden önceki
ifadeler ile ilişkisini koparmaktır. Diğerine göre ise manaya hamlederek merfu
okumaktır. Sanki bir kimse: Peki ceza ile karşılaşmak ne demektir? diye sormuş
da, ona: O kimseye azab kat kat verilecektir, denilmiş gibi olur.
"Hor ve hakir bir
halde" buyruğu da lelil, aşağılanmış, uzaklaştırılmış ve kovulmuş bir
halde... demektir.
[165]
70. Ancak
tevbe eden, iman eden ve salüı amel işleyenler müstesna. İşte Allah, bunların
günahlarını sevaba değiştirir. Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir.
"Ancak tevbe
eden, İman eden ve salih amel İşleyenler müstesna." Bu
buyrukta sözü geçen
istisnanın kâfir ve zinakâr hakkında söz konusu olduğu hususunda ilini
adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak daha önceden en-Nisâ Sûresi'nde
(4/93. âyet, 7, başlıkta) geçtiği üzere müslüman olup katil olan kimseler
hakkında farklı kanaatlere sahiptirler. el-Mâide Sûresi'nde (5/84. âyet, 16.
başlıkta) da yeminden istisna yapmak (inşaallah demek) hususunda aradan zaman
fasılası geçmesinin cevazı hususunda da açıklamalar geçmiş bulunmaktadır ki; bu
da İbn Abbas'ın görüşüdür. İbn Abbas bu görüşüne de bu âyeti delil
göstermiştir.
"İşte Allah
bunların günahlarını, sevaba değiştirir" buyruğu ile ilgili olarak
en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamalardan birisi
şudur: Böyie bir durumda kâfir yerine mü'min, günahkâr yerine itaatkâr
yazılır.
Mücahid ve ed-Dahhak
dediler ki: Allah, onlara şirk yerine imanı verir. Buna yakın bir açıklama
el-Hasen'den rivayet edilmiştir. el-Hasen dedi ki: Bazıları bu değiştirmenin
âhirette olacağını söylemiş iseler de durum böyle değildir. Değiştirme dünyada
olacaktır. Yüce Allah onlara şirk yerine İmanı, şüphe yerine İhlâsı,
hayasızlık yerine namus ve iffetlerini korumayı ihsan eder.
ez-Zeccâc dedi ki; Bu
kötülüğün yerine iyiliği yazmak suretiyle değil, bunun yerine kötülüğün yerine
tevbeyi ve tevbe Üe birlikte de iyiliği yazmak suretiyle olur. Ebu Zerr,
Peygamber (sav)'dan: "Kötülükler, iyiliklerle değiştirilir. "[166]
dediğini rivayet etmektedir. Bu anlamda bir rivayet Selman-ı Farisî, Said b.
Cübeyr ve başkalarından da gelmiştir.
Ebu Hureyre dedi ki:
Bu âhtrette iyilikleri, kötülüklerinden daha fazla olan kimseler hakkındadır.
Yüce Allah, onların kötülüklerini iyiliklere dönüştürecektir. Rivayet edilen
haberde de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Bir takım kimseler keşke
çokça (küçük) günah işlemiş olsalardı diye temenni edeceklerdir." Bunlar
kimlerdir? diye sorulunca: "Bunkr Allah'ın kötülüklerini, iyiliklere
değiştireceği kimselerdir" diye buyurmuştur,[167]
Bunu Ebu Hureyre, Peygamber (sav)'dan rivayet etmiştir. es-Sa'lebî ve
el-Kuşeyrî zikretmişlerdir.
Bir diğer açıklamaya
göre buradaki değiştirme mağfirete nail olmaktan ibarettir. Yani, yüce Allah,
onların bu günahlarını bağışlayacaktır. Onların günahlarını jyiliklere
dönüştürmek şeklinde olmayacaktır.
Derim ki: Kulun
tevbesi sahih olduğu takdirde, kötülüğün yerine Allah'ın iyilik koyması, O'nun
lütfü, keremi açısından uzak bir ihtimal olarak görülemez. Peygamber (sav)'da
Muâz (r.a)'a: "Sen kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki, onu silsin
ve insanlara karşı da güzel bir ahlâk ile davran" diye buyurmuştur[168]
Müslim'in, Sahih'inde
de Ebu Zerr (r.a)'ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu
ki; "Ben cennet ehli arasında cennete en son girecek kimseyi de, cehennem
ateşinden en son çıkacak kimseyi de biliyorum.
O şöyle bir adamdır:
Kıyamet gününde getirilir, küçük günahlarını ona sununuz, büyüklerini de
üzerinden kaidırınız denilir. Ona küçük günahları sunulur ve filan fıkn günü
şunu şunu işledin, filan filan günü de şunu ve şunu işledin denilir. O da
evet, der. İnkar edebilecek gücü kendisinde bulamaz. Diğer taraftan büyük
günahlarının da kendisine sunulacağından korkarken, kendisine: Her bir
günahının yerine bir tane iyilik verilecektir, denilir. Bu sefer Rabbim ben
burada görmediğim daha başka bir takım işler de işledim" diyecek. Andolsun
Rasûlullah (sav)'ın küçük azı dişleri görülünceye kadar güldüğünü gördüm.[169]
Ebu Tavîl de şöyle
demiş: Ey Allah'ın Rasûiü! Bütün günahları işlemiş ve hiçbir günahı
terketmemiş, aynı zamanda bu kişi kesinti (haraç) almadık ne hâcce, ne de dâcce[170]
bırakmamış? Böyle birisinin tevbesi kabul olur mu? Peygamber (sav) ona:
"Sen müslüman oldun mu?" diye sorar. Der ki: Ben Allah'tan başka
hiçbir ilah olmadığına, bir ve tek olduğuna, ortağının bulunmadığına, senin de
Allah'ın kulu ve rasûiü olduğuna şahitlik ederim deyince, Peygamber (sav)
şöyle buyurdu: "Evet, hayırlı şeyleri yaparsın, kötülükleri terkedersin.
Allah bütün bunlan hayırlı şeyler kılar." Adam yine sorar: Ahit-leri
bozmamı, günahlarımı da mı ey Allah'ın peygamberi? Peygamber: "Evet"
diye buyurur. Bu sefer Ebu Tavîl: Allahu ekber diye seslendi ve gözden
kay-boluncaya kadar bu sözlerini tekrar edip durdu.[171]
Bunu da es-5a'lebî zikretmiştir.
Mübeşşir b. Ubeyd -kt
bu kişi nahiv ve Arapçayı iyi bilen birisi idi.- dedi ki: Burada
"el-hâcce" hacılardan, hacca gitmek üzere yola koyulduklarında
alınandır. "ed-Dâcce" de geri döndüklerinde onlardan alınandır.
"Allah mağfiret
edicidir, rahmet edicidir."
[172]
71. Kim kî
tevbe edip salih amel İşlerse, muhakkak o -rızasına ermiş olarak- Allah'a
dönmüş olur.
"Kim ki tevbe
edip salih amel işlerse, muhakkak o -rızasına ermiş olarak Allah'a dönmüş
olur" buyruğu iie ilgili olarak şöyle denilebilir: Kalkan kimse muhakkak
ki o kalkmış o!ur, demlemeyeceğine göre; tevbe eden muhakkak ki o tevbe etmiş
olur, nasıl denilebilir? İbn Abbas dedi ki: Buyruğun anlamı şudur; Mekke
ahalisinden kim iman eder, hicret eder, kimseyi öldürmemiş, zina da etmemiş,
aksine salih amel işleyip farzları eda etmiş ise; şüphesiz ki o yüce Aliah'a
samimi oiarak tevbe etmiş demektir. Yani Ben onları Peygamber (sav)'a karşı
savaşan, haramları helal kabul eden kimselerin önüne geçirmiş ve onlardan daha
faziletli kılmışımdır.
el-Kaffal dedi ki: İlk
âyet-i kerimenin tevbe eden müşrikler hakkında olma ihtimali vardır. İşte
bundan dolayı (orada): "Ancak tevbe eden, iman eden...ler müstesna"
(Meryem, 19/60) diye buyurmuştur. Daha sonra da buna müslümanlar arasından
tevbe edip tevbesinin akabinde salih amel işleyen kimseleri de buna
atfetmiştir. Bu gibi kimseler hakkında da tevbe edenlerin hükmü süz konusudur.
Bir diğer açıklama da
şöyledir; Yani kim dili ile tevbe eder, fiili ile bunu gerçekleştirmeyecek
olursa, bu tevbe fayda vermez. Aksine kim tevbe edip salih amel işleyerek,
salih amellerle tevbesini tahakkuk ettirirse, işte yüce Allah'a gerçek
anlamıyla tevbe etmiş, O'na'dönmüş kimse budur. Yani bu kişi gerçek manada
tevbe etmiş demektir ki; nasuh tevbe bu demektir. Bundan dolayı mastar ile
ayrıca te'kid etmiştir. Buna göre "Dönmüş olur" te'kid anlamını
ihtiva eden bir mastardır.
Yüce Allah'ın: "Ve
Allah Musa ile de konuştu." (en-Ni-sa, 4/164) buyruğunda olduğu gibi. Yani
böyle bir kimse yüce Allah'a gerçek manada tevbe etmiş olur, Allah da gerçekten
onun tevbesini kabul eder.
[173]
72. Ve onlar
kî; yalan şahitlik yapmazlar. Lağve rastladıklarında da şereflice yüz çevirip
geçerler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[174]
Yüce Allah'ın;
"Ve onlar ki yalan şahitlik yapmazlar" buyruğu şu demektir: Onlar
yalan ve batılın bulunduğu yerde hazır olmazlar ve bunu da müşahede edip
seyretmezler.
"Zûr"
(yalan)" Değiştirilmiş ve allanıp, pullanmış batıl olan herbir şeydir.
Bunun en büyüğü ise Allah'a ortak koşmak ve Allah'a ortak koşulanları la-zim
etmektir. ed-Dahhak, İbn Zeyd ve İbn Abbas böylece tefsir etmişlerdir.
İbn Abbas'dan gelen
bir rivayete göre de bu müşriklerin bayramları demektir.
İkrime dedi ki:
Cahiliye döneminde "zurv diye adlandırılan bir oyundur.
Mücahid: Bu şarkıdır
demiştir. Muhammed b. el-Hanefiyede böyle demiştir.
îbn Cüreyc: Yalandır
demiştir. Bu Mücahid'den de rivayet edilmiştir.
Ali b. Ebi Talha ile
Muhammed b. Ali şöyle demişlerdir; Buyruk yalan şahitlikte bulunmazlar
anlamındadır. Yoksa buradaki "şehadet" müşahede etmekten, görmekten
gelmemektedir.
İbnu'l-Arabî dedi ki;
Bunun yalan olduğu görüşü elbetteki doğrudur, çünkü bütün bunlar aslında yalana
racidir. Bunun cahiiiye dönemindeki bir oyunun adı olduğunu söyleyenlere
gelince, eğer bu oyunda kumar ya da bir cahillik yahutta küfre raci' herhangi
bir husus varsa haramdır. Bunun şarkı olduğu görüşüne gelince, şarkı bu sınıra
kadar varmaz.
Derim ki: Kimi
şarkıları dinlemek harama kadar ulaşabilir. Bu ise güzel görülen suretlerin
nitelendirildiği, şarap ve buna benzer tasvirlerin yapıldığı, insan tabiatını
harekete getiren ve itidal sınırlarının dışına çıkartan yahut-ta insanın içinde
gizli bulunan lehve düşkünlük ve sevgiyi harekete getiren şiirler bu
kabildendir. Birilerinin şu beyitlerinde olduğu gibi:
"Altın sarısı renkli,
zannedersin ki,
Ateş onıyı gözlerinin
kıvılcımından, alınıp yakılır.
Korkuttular beni
onun(la düşüp kalkmaktan ötürü) rezil olurum diye,
Keşke sözünde dursa da
varsın rezil olayım.*
Özellikle başka bir
kaç yerde de açıkladığımız üzere bu şarkılarla beraber şu günlerde olduğu
gibi, kavallar ve tefler de eşlik edecek olursa...
Burada yalan
şahitlikten söz edildiğini söyleyenlerin görüşlerine gelince, bu da bir sonraki
başlığın konusunu teşkil etmektedir.
[175]
Ömer b. el-Hattab
(r.a) yatan şahitlikte bulunan kimseye kırk celde vurur, onun yüzünü karalar,
saçını traş eder ve çarşı-pazarlarda dolaştırırdı.
İlim adamlarının
çoğunluğu da şöyle demiştir: Bir daha ebediyyen şahitliği kabul edilmez, Tevbe
etse ve halini düzeltecek olsa da işi Allah'a kalmıştır.
Şöyle de denilmiştir:
Eğer bu kişi tanınmış ileri gelen bir şahsiyet değilse, halini düzeltirse daha
önceden el-Hac Sûresi'nde (22/30-31. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) geçtiği üzere
şahitliği kabul edilir. Bu husus oradan tetkik edilebilir.
"Lağve
rastladıklarında da şereflice yüz çevirip, geçerler" buyruğunda geçen
İağv"e dair açıklamalar daha önceden Ce!-Bakara, 2/22Ş) geçmiş bulunmaktadır.
Lağv düşük seviyeli her türlü söz ya da fiildir. Bunun kapsamına şarkı, boş
işlerle oyalanmak (lehv) ve bunun dışında buna yakın her-şey dahildir. Yine
bunun kapsamına müşriklerin akılsızca işleri, mü'minleri eziyet etmeleri,
kadınlardan söz etmek ve bunun dışındaki diğer münkerler de dahildir.
Mücahid dedi ki:
Bunlara eziyet edilecek olursa, affederler demektir. Yine ondan rivayet
olunduğuna göre; nikah (cima)'dan söz edecek olurlarsa, bundan kinaye yoluyla
sözederler, demektir.
e!-Hasen dedi ki:
Lağv, bütün masiyejler demektir. Bu da oldukça kapsamlı bir açıklamadır.
"Şereflice"
yani onu reddederek, ondan razı olmayarak, yüz çevirerek, o hususta yardımcı
olmayarak ve bu işi işleyenlerle oturmaksızın (uzaklaşırlar), demektir. Yani
onlar asla batıla girmeyen şerefli kimseler gibi geçer, giderler. Mesela;
denilir ki, bu da: "Kendisini küçük düşüren, değerini zedeleyen
hususlardan kendisini uzak tuttu, ona yaklaşmadı" demektir.
Abdullah b. Mes'ud'dan
rivayete göre o bir şarkı sesi işitmiş, hemen çabucak oradan ayrılıp
gitmiştir, Rasûluilah (sav)'a bu davranışının haberi ulaşınca: "İbnu Ummi
Abd kerim (şerefli bir kimse) olmuştur" diye buyurdu[176]
Lağve rastlayınca
oradan şereflice yüz çevirip geçmek demek, iyiliği emredip münkerden alıkoymak
demektir.
[177]
73. Onlar ki
Rabblerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde, bunlara karşı sağır ve
kör kimseler olarak yıkılmazlar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[178]
"Onlar ki
Rabblerinin âyetleri ile kendilerine öğüt verildiğinde" yani kendilerine
Kur'ân okunduğunda âhiretlerini, Rabblerinin huzuruna döneceklerini
hatırlarlar. Duyup işitmeyen kimselerin konumuna düşmemek için gafilük
etmezler.
Yüce Allah burada:
"Ojâi Yıkılmazlar" diye buyurmuştur. Halbuki ortada herhangi bir
yıkılma (lafzı anlamı ile: akma) söz konusu değildir. Bu ise oturuyor oimasa
dahi, "oturup ağladı" demek kabilindendir. Bu açıklamayı Taberî
yapmış ve tercih etmiştir.
tbn Atiyye dedi ki:
Bu, onların sağır ve kör olarak yıkılmaları demektir ve bu kâfirlerin bir
niteliğidir. Onların yüz çevirmelerini ifade eder. Bir kimsenin: "Filan
kişi oturup bana sövmeye koyuidu, filan kişi kalkıp ağladı" demeye
benzer. Haibuki maksat o kişinin oturduğunu, ayakta durduğunu haber vermek
değildir. Bunlar konuşmada ve ifadelerde insanların bir çeşit anlaşarak,
uzlaşarak kullandığı tabirlerdir. Yine İbn Atiyye der ki: Sanki bu öğüdü
dinleyen bir kimse işi düzgün bir şekilde yolunda ve dimdik ayakta duruyor da
yüz çevirip sapıtınca onun bu davranışı yıkılmak, akmak gibi olur. Bu ise
düzensiz ve bir sıraya bağlı olmaksızın düşmek demektir. Her ne kadar secde
ederek yere kapanan kimse hakkında da btı benzetme kullanılmış ise de, bu
kelimenin asıl anlamında düzensizlik vardır.
Bir diğer açıklama da
şöyledir: Bunlara Allah'ın âyetleri okunduğu takdirde kalpleri titrer ve
bundan dolayı ağlayarak secdeye kapanırlar. Onlar Allah'ın âyetlerine karşı
sağır ve kör gibi yıkılmazlar.
el-Ferrâ dedi ki:
Onlar hiç duymamışlar gibi, ilk hallerinde kalmaya devam etmezler, demektir[179]
Kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Bir kimse, bir başkasının secde âyetini okuduğunu duyacak olursa,
onunla birlikte secde eder. Çünkü o, Allah'ın âyetlerinin kendisine karşı
okunmakta olduğunu duymuş olur.
İbnu'I-Arabî der ki:
Böyle bir şey sadece okuyan için gereklidir. Onun dışındakiler için böyle bir
gereklilik yoktur. Yalnızca bir mesele bunda müstesnâdır. O da bir kimse Kur'ân
okurken secde âyetini okursa, onunla birlikte oturan kişi de onu dinlemek için
otıırmuşsa, onunla beraber secde etmelidir. Şayet onunla birlikte dinlemeyi
kastetmemişse onun secde etmek yükümlülüğü yoktur. Bu hususa dair açıklamalar
daha önceden el-A'raf Sûre-si'nde (7/206, âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
[180]
74. Ve onlar
ki: "Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı olan
kimseler yer. Bizi takva sahiplerine önder yap" derler.
75. İşte
bunlar sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile
mükâfatlandırılacaklar ve onlar orada esenlik dileği ve selâm ile karşılanacaklardır.
76. Onlar
orada ebedi kalıcıdırlar. O, ne güzel karargah ve ikamet yeridir!
77. De ki:
"Eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin ne değeriniz olurdu? Şimdi
siz yalanladınız, artık yakında ceza kaçınılmaz olacaktır."
"Ve onlar kî: Rabbimiz,
eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydınlığı olan kimseler ver.-
derler" buyruğu ile ilgili olarak ed-Dahhak: Yanı sana itaat edecek
kimseler ver, derler, diye açıklamıştır. Bu buyruktan evlat sahibi olmak için
dua etmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Buna dair açıklamalar daha önceden
(Âl-i İmran Sûresi, 3/37-38 âyetler, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Zürriyet (mealde:
çocuklarımız) lafzı tekil de olabilir, çoğul da olabilir. Bunun tekil için
kullanılabileceğinin delili yüce Allah'ın: "Rabbim bana katından çok
temiz bir soy (zürriyet) bağışla!" (Al-i İmran, 3/38); "Bundan dolayı
bana lutfundan bir veli (oğul) bağışla!" (Meryem, 19/5) buyruklarıdır.
Çoğul için kullanılabileceğinin delili de: "Arkalarında kendileri hakkında
endişe edecekleri âciz ve güçsüz çocuklar (zürriyet) bırakacak olanlar..."
(en-Nisa, 4/9) buyruğudur. el-Bakara Sûresi'nde de (2/124. âyet, 19. başlıkta)
bu kelimenin türediği kök ile ilgili yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
NafT, îbn Kesir, îbn
Âmir ve el-Hasen "Zürriyetlerimiz, çocuklarımız" şeklinde çoğul ile
okumuşlardır. Ebu Ömer, Haraza, el-Kisaî, Talha ve İsa ise tekil olarak; diye
okumuşlardır.
Gözlerimizin
aydınlığı" mef'ul olarak nasb edilmiştir. Bizim için göz aydınlığı...
anlamındadır. Bu da Peygamber (sav)'ın Enes'e söylediği şu sözlere benzer
"Allah'ım malını, çocuklarını çoğaitve bunları onun için bereketli
kıl,"[181] Buna dair açıklamalar
daha önceden Âl-i İmran Sûresi'nde (az önce belirtilen yerde) ile Meryem
Sûresi'nde (19/5. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İnsanın malına ve
çoluk çocuğuna bereket ihsan edildiği takdirde, kişinin aile efradı
dolayısıyla gözü de aydın olur. Öyle ki, bu kimsenin bir hanımı varsa
güzellik, iffet, malına dikkatle bakmak, ihtiyat gibi dilediği bütün özellikler
onda bulunur. Yahut çocukları varsa bunlar da itaat üzere devam ederler. Din ve
dünya vazifeleri hususunda ona yardımcı olurlar. Böyle bir kimse başkasının
eşine ya da çoluk çocuğuna dönüp bakmaz bile. Başkasına (imrenerek) bakmaya
gerek duymadan gözü huzur bulur ve gözü gördüğü her şeye dikilmemiş olur. İşte
bu, göz aydınlandığı ve nefis huzur ve sükûn bulduğu zaman gerçekleşir.
"Aydınlık"in
tekil gelmesi masdar oluşundan dolayıdır. Mesela; "Gözün aydın oldu,
olmak" denilir. "Göz aydınlığının" "karar"dan gelme
ihtimali olduğu gibi, "el-kurr: soğuk" kökünden gelme ihtimali de
vardır. Daha meşhur olan da budur. Çünkü Araplar sıcaktan rahatsız olur,
soğukla, (serinlikte) dinlenir. Aynı şekilde sevinç gözyaşı da serin akar.
Kederden gelen gözyaşları ise sıcaktır.
Bundan dolayı:
"Allah senin gözünü aydınlatsın (serinletsin), düşmanın gözünü de
ısıtsın, denilir. Şair şöyle demiştir:
"Dün nice aydın
(serin) gözler ısındı,
Ve bugün gözyaşları
akan nice gözler aydınlandı (serinledi)."
"Bizi takva
sahiplerine önder yap!" Hayırda kendilerine uyulacak önderler kıl. Bu ise
dua eden kimsenin ancak takva sahibi ve kendisine uyulacak bir kimse olmasını
gerektirir. İşte dua eden kimsenin maksadı da budur. Mu-vatta'da şöyle
denilmektedir: "Sizler, ey bu kimseler, size uyulacak önderlersiniz.[182]
îbn Ömer duası
esnasında şöyle derdi: Allah'ım, sen bizi takva sahibi önderlerden kıl!
Burada
"Önder" denilerek çoğul olarak; Önderler, denilme-yiş sebebi (önder
anlamındaki) "imam" lafzının masdar oluşundan dolayıdır. O bakımdan:
"Filan kişi kavme önder oldu" denilir. Bu da "siyam ve
kıyam" kelimelerinin masdar oluşu gibidir. Bazıları da: Bununla çoğul
olarak; "Önderler" demeyi kastetmiştir, derler. Bir kimsenin: Bizim
emirimiz bunlardır, derken, emirlerimiz demek İstemesi gibi. Şair de şöyle
demiştir:
"Ey beni kınayan
haaunlar, beni fazla kınamayın, Çünkü kmayıcı hanımlar bana emir
değildir."
Burada
"emir" çoğul olarak "ümera' (emirler)" anlamındadır.
Sufî'lerin şeyhi
el-Kuşeyrî Ebu'l-Kasım şöyle derdi: İmamet (önderlik) dua ile olur, iddia ile
olmaz. Yani bu Allah'ın tevfiki, kolaylaştırması ve lutfu ile gerçekleşir,
yoksa herkesin kendi adına yaptığı iddialarla olmaz.
İbrahim en-Nehaî dedi
ki: Onlar bu dualarıyla başkanlığı taleb etmiyorlar. Aksine dinde kendilerine
uyulacak kimseler otmayı diliyorlar.
İbn Abbas dedi ki:
Bizi hidayet önderleri kıl, demektir. Yüce Allah'ın: "Bizim emrimizle
hidayete ileten önderler Mdıfe." (es-Secde, 32/24) buyruğunda oldğu gibi.
Mekhûl dedi ki: Sen
bizleri takva sahibi kimselerin uyacakları takva önderleri kıl!
Bunun kalbedilmiş
ifadelerden olduğu da söylenmiştir. Bunun da mecazi anlamı şudur: Sen
müttakileri bize önder (ve yönetici) kıl, demektir. Bu açıklamayı da Mücahid
yapmıştır.
Ancak birinci görüş
daha kuvvetlidir. İbn Abbas ve Mekhûl'ün kanaati de
bu anlamdadır. Bu buyrukta dinde önderliği taleb
etmenin mendub oluşu na da delil vardır. Buradaki "imam: önder" tekil
olmakla birlikte, çoğula delalet eder. Çünkü "kıyam" gibi bir
mastardır. el-Ahfeş dedi ki: "İmam"';'in çoğuludur. Bu da
"Önderlik etti, eder" fiilinden gelmekledir. Çoğul olarak; vezninde
yapılmıştır. "Arkadaş, arkadaşlar" ile "Ayakta duran, ayakta
duranlar" gibi,
"İŞte bunlar
sabretmelerinden ötürü... mükâfatlandırılacaklar" buyruğunda geçen
"(vitljl): İşte bunlar" buyruğu "Rahman'ın kulları"nın
haberidir. Bu ise daha önce geçtiği gibi ez-Zeccâc'ın görüşüdür ve bu hususta
yapılmış açıklamaların en güzeli budur. Mübtedâ ile haberi arasındaki ifadeler
ise, onların terketmeleri ve sahip olmaları gereken vasıfları ile alâkalıdır.
Söz konusu bu vasıflar da onbir tanedir: Tevazu, hilm (cahillere karşı cahilce
davranmamak), teheccüd, havf, israfı ve cimriliği terketrnek, şirkten uzak
durmak, zina etmemek, öldürmemek, tevbe etmek, yalandan uzak durmak, kötülük
yapanı affetmek, verilen öğütleri kabul etmek, yüce Allah'a yalvarıp yakarmak.
"Yüksek
köşk" yüksek derece ve mevki demektir. Bu da cennetin en üstün ve en
değerli konağıdır. Nitekim "ğurfe (yüksekçe oda)"nin dünya
meskenlerinin en yükseği olduğu gibi."Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır.
ed-Dahhak bundan kasıt cennettir, diye açıklamıştır.
"Sabretmelerinden
ötürü" Rabblerinin emri ve peygamberinin (salat ve selamın en üstünü ona
olsun) itaati üzere sabretmeleri sebebiyle verilecektir.
Muhammed b. Ali b,
el-Huseyn dedi ki: Yani dünyada iken fakr u zarurete "sabretmelerinden
ötürü" (bu mükâfatlara nail olacaklardır).
ed-Dabhâk da şehvet ve
arzularına karşı direnerek "sabretmelerinden ötürü" diye
açıklamıştır,
"Ve anlar orada
esenlik dileği ve selam ile karşılanacaklardır" buyru-ğundaki
"Karşılanacaklardır" lafzını Ebubekir, ei-Mufaddal, el-A'meş, Yahya,
Hamza, el-Kisaî ve Halef şeddesiz olarak: "Karşılaşırlar" diye
okumuştur. el-Ferrâ da bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü Araplar -şeddeli
olarak- "Filan kişi selam, esenlik dileği ve hayır ile karşılanır"
dediklerinde "te" harfi ile kullanırlar. Onlar bu anlamda (te'siz
olarak sadece) "ya" harfi ile: Esenlikle karşılanır, şeklini nadiren
kullanırlar.
Diğerleri ise bunu; şeklinde "ya" harfi ötreli,
"kaf" harfi de şedde--li olarak okumuşlardır, Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim
de bu okuyuşu tercih etmişlerdir, Buna sebeb de yüce Allah'ın: "Ve onlara
bir güzellik ve bir sevinç verir" (el-İnsan, 76/11) diye buyurmuş olması
(ve burada aynı anlamı veren fiilin te'siz kullanılmış olması)dir.
Ebu Ca'fer en-Nehhâs
dedi ki: el-Ferrâ1 nın benimseyip tercih ettiği yanlıştır. Çünkü onun
kanaatine göre eğer bu lafız; şeklinde kullanılırsa, Arapçada bu tahiyye (esenlik
dileği) ve selam olur. "Filan kişi selam ve hayır ile karşılanır"
denildiği gibidir. Bu konuda hayret edilecek husus şudur: el-Ferrâ; derken,
âyet-i kerime; şeklindedir. Her iki kip arasındaki fark ise açıkça bellidir.
Zira "Filan kişi hayır ile karşılanır" denilirken "be"
harfinin hazfedilmesi caiz değildir. Peki bu durumdaki bu İfade öbürüne nasıl
benzeyebilir? Bundan daha da hayret edilecek husus ise şudur: Kurân-ı
Kerîm'de: "Onlara bir güzellik, bir sevinç verir." (el-İnsan, 76/11)
diye buyurulmuş olup, bunun başka türlü okunmasının da caiz olmayışıdır. Bu da
evlâ olanın, onun söylediğinin aksi olduğunu açıklamaktadır.
Tahiyye (esenlik
dileği); Allah'tan, selam ise melekler tarafından verilecektir. Buradaki
tahiyye'den kasdın, ebedi kalış ve pek büyük mülk anlamında olduğu da
söylenmiştir. Daha kuvvetli görülen görüş ise her ikisinin aynı anlamda olduğu
ve her ikisinin de Allah tarafından söyleneceğidir. Buna delil de yüce
Allah'ın: "Ona kavuşacakları gün onlara sağlık dileği selâmdır. "
(el-Ahzab, 33/44) buyruğudur, ki ilende gelecektir.
"Onlar orada ebedi
kalıcıdırlar" buyruğundaki "Ebedi" lafzı hal olarak
nasbedilmiştir. "O ne güzel karargah ve İkamet yeridir!"
Yüce Allah'ın;
"De ki: Eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin ne değeriniz
olurdu!" buyruğuna gelince, bu âyet-i kerime inkarcıların delil diye ele
aldıkları, açıklanması nisbeten zor (müşkil) bir âyet-i kerimedir.
"Filana hiç
aldırmadım" yani onun benim nezdimde herhangi bir değeri, bir ağırlığı
yoktur, anlamındadır. aslı "ağırlık" demek olan 'den gelmektedir.
Şair şöyle demiştir:
"Sanki göğsünde
ve iki böğründe çeşitli kokular vardır da, Onları bir damat birbirine
karıştırıyor."
Yani bir kısmını
öbürüne katıyor. Buna göre; "Ağır yük" demek olup, çoğulu da; diye
gelir. Tekili aynı zamanda mastardır.
Bu buyruktaki; "Ne"
istifham (soru edatı)'dır. Bu ez-Zeccâc'm ifadelerinden anlaşılandır, el-Ferrâ
da bunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bunun
nefyedici
olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira bunun bir soru olduğu hükmüne
varacak olsak dahi, aynı zamanda istifham şeklinde ortaya çıkmış bir nefiydir.
Yüce Allah'ın: "İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?"
(er-Rahman, 55/60) buyruğunda oiduğu gibi.
İbnu'ş-Şecerî der ki:
Kanaatimce işin gerçek mahiyeti şudur: "Ne" nasb mahallindedir, ifadenin
takdiri de şöyledir: "Size ne ağırlık versin ki?" Yani sizin duanız
olmasaydı, Rabbim size niye aldırsın? Ya da O'nun size kendisine ibadet etmeniz
için yaptığı davet olmasaydı (size ne diye önem versin}? demektir. Buna göre
"dua" mastarı mefulüne izafe edilmiştir, el-Ferrâ'nın tercih ettiği
görüş de budur, faili ise hazfedîlmişdr.Olmasaydı" lafzının cevabi ise
Allah'ın: "Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü... bir Kur'ân
olsaydı..." (er-Ra'd, 13/31) buyruğunda olduğu gibi hazf edilmiştir.
Burada da ifade: Size aldırmazdı takdirindedir. Bu görüşün delili de yüce
Allah'ın: "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana ibadet etsinler diye
yarattım." (ez-Zariyat, 51/56)
Burada hitab bütün
insanlaradır. Sanki insanlar arasından Kureyş'e şöyle demiş gibidir: Eğer
-faraza olsa îdi- sizin ü'na ibadetiniz olmasaydı, Allah size hiçbir değer
vermez, kıymet biçmezdi. İşte insanlara değer verilmesine sebep budur. Bunu
ayrıca İbn ez-Zübeyr ve başkalarının: "Fakat kâfirler yalanladılar"
şeklindeki kıraati de desteklemektedir. Buna göre; kendisi sebebiyle aldırış
hususunda hitab, bütün insanlaradır. Daha sonra da Kureyş'e şöyle demektedir:
Sizler ise yalanladınız, O'na ibadet etmediniz, o halde bu yalanlamak azabın
sebebidir ve azab kaçınılmaz olarak sizi bulacaktır.
en-Nekkâş ve başkaları
da şöyle demektedir: Aniam şudur: Şayet zorlu zamanlarda ye benzeri hallerde
sizin O'na yalvarıp yakarmanız olmasaydı... Bunun açıklaması da: "Gemiye
bindiklerinde dini yalnız Allah'a halis kılanlar olarak O'na
yalvarırlar." (el- Ankebut, 29/65) buyruğunda ve buna benzer buyruklarda
dile getirilmektedir.
Bu buyruk şöyle de
açıklanmıştır: Eğer O'nunla birlikte başka İlâhlara ve O'na ortak koştuğunuz
varlıklara "duanız olmasaydı" O'nun nezdinde pek de büyük bir şey
olmayan günahlarınızı bağışlamanın "ne değeri olurdu!" Bunu da yüce
Allah'ın; "Eğer şükredip iman ederseniz Allah size azabı neylesin!"
(en-Nisâ, 4/147) buyruğu açıklamaktadır. Bu açıklamayı ed-Dah-hâk yapmıştır,
el-Velid b. Ebi'1-Veüd
dedi ki: Bu hususta bana şöyle bir açıklama ulaşmıştır: Ben sizlere muhtaç
olduğum için sizi yaratmadım, sizi yaratmamın tek sebebi sizin Benden dilekte
bulunmanız, Ben de günahlarınızı bağışlayarak size isteklerinizi vermemdir,
Vehb b. Münebbih'in
rivayet ettiğine güre Tevrat'ta -bir zamanlar- şu ifadeler de varmış: "Ey
Ademoğlu! İzzetime yemin ederim ki, Ben senin vasıtanla bir kâr sağlayayım
diye seni yaratmadım. Benim seni yaratmamın tek sebebi, senin Benden kâr
sağlamandır. O halde herşeyin karşılığında sen Beni ilâh edin. Ben senin için
herşeyden daha hayırlıyım."
îhn Cinnî dedi ki: İbn
ez-Zübeyr İle İbn Abbas bu buyruğu; "Ancak kâfirler yalanladılar"
diye okumuşlardır. ez-Zehra-vî ile en-Nehhâs dedi ki: Bu İbn Mes'ud'un da
kıraatidir, ancak bu bir kıraat değil, bir açıklamadır. Buna sebeb ise "Yalanladınız"
buyruğun-daki muhatab zamirini teşkil eden "te" ve "mim"
harfleridir,
el-Kutebî ile
el-Farisî'nin kanaatine göre burada dua, faile izafe edilmiş olup mePul
hazfedilmiştir. İfade aslında: Sizin Allah'tan başka bir takım ilâhlara dua etmeniz
olmasaydı, demektir. "Olmasaydı" edatının cevabı ise mahzuf olup,
buna göre ifadenin takdiri: Sizi azaplandırmazdı, şeklinde olur. Onun;
"Sizin Allah'tan başka bir takım ilahlara dua etmeniz olmasaydı"
şeklindeki ifadesinin bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğunda dile
getirilmektedir: "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır,"
(el-A'tîf, 7/194)
"Şimdi siz
yalanladınız" yani kendisine davet olunduğunuz şeyleri yalanladınız. Bu,
birinci açıklamaya göredir. İkinci açıklamaya göre ise; siz Allah'ı, tevhidi
yalanladınız.
"Artık yakında
ceza kaçınılmaz olacaktır." Yani sizin yalanlamanız, sizin yakam-zı
bırakmayacaktır. Bunun da anlamı şudur: Yalanlamanın cezası sizi gelip
bulacaktır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar işlediklerimde
hazır bulacaklardır." (el-Kehf, 18/49); yani yaptıkları amellerin
karşılığını hazır bulacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu kabildendir:
"Öyle ise küfre saptığınızdan dolayı azabı tadın." (ei-En'am, 6/30)
Dünyada iken küfre sapmanızın cezasını tadın, demektir.
Daha önce fiili geçmiş
olduğundan dolayı "tekzib: yalanlama" nın takdir edilmesi güzeldir.
Çünkü fiil zikredildi mi lafzı ile mastanna da delâlet etmektedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi; "Eğer kitab ehli iman etmiş olsalardı,
kendileri için daha hayırlı olurdu." CAİ-İ İmran, 3/1 lö) Yani iman
kendileri için daha hayırlı olurdu. Yüce Allah'ın: "Eğer şükür ederseniz,
faydanız için ondan razı olur." (ez-Zümer, 39/7) Şükür etmenize razı olur,
demektir ki bunun benzeri pek çoktur.
Müfessjrlerin büyük
çoğunluğu burada sözü edilen İizam: kaçınılmaz" ile kasıt, Bedir günü
onların başına geien musibettir. Abdullah b. Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b, Ebu Malik,
Mücahid, Mukatil ve başkalarının görüşü de budur. Müslim'in, SaftiA'inde
AbdulJah'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "(Âyetlerde sözü geçen):
el-Bat$e (zorlu yakaiayış) duman ve lizâm geçmiş bulunmaktadır, "[183]
İlende yüce Allah'ın izni ile ed-Duhan Sûresi'nde (44/16. âyetin tefsirinde)
açıklanacaktır.
Bir kesim de; bu
âhiret azabı ile bir tehdiddir diye açıklamıştır. Yine îbn Mes'ud'dan
açıklandığına göre; lizâm, yalanlamanın kendisidir. Yani yalanlamaktan tevbe
etmeleri nasîb olmaz. Bunu ez-Zehravî zikretmektedir. Bunun kapsamına Bedir
günü ve onların yakasını kaçınılmaz olarak bırakmayan başka azaplar da girer.
Ebu Ubeyde dedi ki:
"Lizâm" ayırd edici hüküm demektir. Yani sizler ile mü'mini er
arasında ayırd edici hüküm verilecektir. Kurrarun cumhuru bu kelimeyi
"lam" harfi esrdi okurlar. Ebu Ubeyde, Sahr'ın şu beyitini
zikretmektedir:
"Eğer bir yerin
dibine geçmekten kurtulsalar dahi,
Yine de kaçınılmaz
olarak ölümleriyle karşılaşmaklardır."
"Lizam" ile
"mülâzemet" aynı şeydir. et-Taberî der ki: "Lizâm" yakayı
bırakmayan, daimi sürekli azab, birinizi ötekinizin ardı arkasından
yetiştirecek, yok edip bitirici bir helak oluş demektir. Şair Ebu Zueyb'in şu
beyitinde olduğu gibi:
"Ansızın biri
diğerinin arkasından gelen hücum edenlerle karşılaştı, Taşları sökülüp yıkılan
havuzun (sularının) taşması gibi."
Burada "lizâm''
ardı arkasına gelen demektir.
en-Nehhas dedi ki: Ebu
Hatirn'in naklettiğine göre Ebu Zeyd şöyle demiştir: Ben, Ka'neb
Ebu's-Semmal'i: diye İâm" harfini üstün olarak okuttuğunu dinledim. Ebu
Ca'fer dedi ki: O takdirde lâfız, 'in mastarıdır, es-reli gelmesi daha
uygundur. "Kıtal ve mukatele" gibi olur. Nitekim yüce Allah'ın şu
buyruğunda da bu kelimeyi icma İle esreli okumuşlardır: "Eğer Rabbinden
bir söz verilmemiş ve belli bir vade olmasaydı (azab) lazım olurdu."
(Ta-Hâ, 20/129)
Başkaları da şöyle
demektedir: Esreli olarak "lizâm"
Ondan ayrılmadı, ayrılmamak"m masdarıdır. "Hasımlaştı,
hasımlaşmak" gibi. "Lam" harfi üstün olarak "lezâm"
ise; "Gerekli oldu" fiilinin masda-rıdır. "Kurtuldu, esenliğe
kavuştu" gibi. Buna göre üstün ile "lezâm" lazım olmak, gerekli
olmak demektir. "Lizâm" ise yakasını bırakmamak, ondan ayrılmamak
demektir. Her iki kıraatte de masdar ism-i fail konumundadır. "Lizâm"
mülazım (yakayı bırakmayan, aynlmayan) konumunda, kzâm ise lazım olan
konumundadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "De ki: Bana haber
verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse... (el-Müik, 67/30)
buyruğundaki; şeklindeki "geçirilivermek" masdan ism-i fail olarak:
geçerse anlamındadır.
en-Nehhâs dedi ki: Bu
âyette geçen "Olacak"ın ismi ile İlgili el-Fer-râ'nın şöyle bir
görüşü vardır: Bunun ismi meçhul olabilir. Ancak bu yanlıştır. Çünkü ismi,
meçhul olursa haberi ancat cümle olur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Çünkü kim korkar ve sabrederse..." (Yusuf, 12/90) buyruğund'a
olduğu gibi. Nahivcilerin de zikrettikleri şekilde; "Zeyd gidiyordu" ifadesinde
de meçhul bir isim olur. Bu durumda mübteda ve haberi bu meçhul ismin haberi olur.
İfadenin takdiri de; "Söz konusu edilen..." (Zeyd'in gidiyor) olduğu
şeklinde idi, olur. Ancak; "gidiyordu" denilecek olur ve yine; de
meçhul bir isim olduğu söylenecek olursa, bu bildiğimiz kadanyla hiçbir kimseye
göre caiz değildir.
Başarı Allah'tandır,
yardım O'ndandır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
[184]
FURKAN SÛRESt'NİN
VE ONİKİNCİ CİLDİN
SONU
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/501.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/501-505.
[3] Tekaddada" kuşun bir şeyin üzerine hızlıca
atılması demektir. Üçüncü "dâd" harfi, -benzer harflerin arka arkaya
gelişi telâffuzda bir zorluk (ağırlık-istiskal)e sebeb olduğundan dolayı-
"ye" harfine dönüştürtllerek: "tekactdâ" denilir, (el
Mu'cemu'l-Vasît, "kad-da" maddesi)
* Muhterem okuyucularımız
Dikkatlerinizden
kaçmadığı üzre; şimdiye kadar hadis tahrîclerinde (yani yer aldıkları
kaynakları göstermede) "el-Mu'cemu'l-Müfehres ti Elfâzi'l-Hadis
(Concordance)"in usukllünü benimsemiştik. Yani Kütübü Tis'a'yi oluşturan
Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizt, îbn Mâce, Muvatta, Dûriml ve Ahmed
h. Hanbel'in Müsned'inâe bıı esere göre hadislerin bulundukları yeri gösteregeldik.
Ancak bundan sonra
-içinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla- hadis ta briçlerinde et-Tu-râs
Merkezu'l Ebhâs el-Â!i'nin 1999 tarihlî "el-Mektebetu'l-Elfiyye
H's-Sünneti'n-Nebe-viyye" unvanlı CD'nin usûlüne uyarak genelde -«ski
usulden farklı hallerde- "cild, sa-hife1' numarası yererek hadislerin yer
aldıkları kaynaklara işaret edeceğiz, Bununla birlikte eski usûlde kaynak
yerler de olacaktır.
A2İ2 okuyucularımızın bu
hususu gözönünde bulundurmalarını diler, böyle bir usûl değişikliğini
anlayışla karşılayacaklarını ümid ederiz. Çeviren; 28. 5. 2001
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/505-507.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/507.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/507-508.
[7] Buhâri, II, 747, IV, 1831; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ,
VII, 45, X, 194.
[8] Buharî, nisam
22; Müsned, II, 240.
[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/508-509.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/509-510.
[11] Tirmizl, IV, 701
[12] el-Mâverdî, en-Nuketu ve'l-Uyün,
IV, 134.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/511-514.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/514-515.
[15] İbnu’l Esir en-Nihaye fi Ğaribi’l-Hadis, I, 161.
[16] Müfessir burada "ne üzerinizdeki azabı
defedebilirler" anlamındaki okuyuşa göre buyruğu yazmıştır. Dolayısıyla
harada açıklamaları ona göre yapmıştır. Mealdeki okuyuşa uygun açıklama da
biraz sonra gelecektir.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/515-519.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/520.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/521.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/520-522.
[21] Beyhakî, es-Siinen, II, 177
[22] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 63, ravilerinden
Hişam b. Abdullah'En İbn Hibbân tarafından zayıf kabul edildiği kaydıyla
[23] Bukârî, II, 535, 538; Tirmizt. III, 64; Müsned, II,
243, 257, 300...
[24] Tirmizt, IV, 573; İbn Mâce, II, 1394; Müsned, 1, 30,
52
[25] Buhârî, Hacc 6; Ebû Dâoûd, Menâsik 4
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/522-525.
[27] Müslim, I, 464; İbn Huzeyme, Sahih, IV, 477
[28] el-Heysemî, Meemau'g-Zevâid,
IV,
77.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12//525-526.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/526.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/526-527.
[32] Tayalisî, Mtisned, I, 4.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/527.
[34] Suyûrî, Kenzu'l-Ummdl, X, 179. (Kurtubî, Paru'l-Hadis
baskısı)
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/527-529.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/529.
[37] Burada görüldüğü gibi âyet-i kerimede olduğu şekiİde,
"ümit etmek" anlamındaki fiil korkmak anlamında kullanılmıştır.
[38] Ümit etmek" anlamındaki fiil kullanılmıştır.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/529-533.
[40] el-Heyserhî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 112; ravîlerinden
Kesir b. Mervân'ın "yalancı* olduğu kaydıyla
[41] Ebû Ya'lâ, Müsned, II, 527; el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, X, 337. Ahmed ve Ebû Yala tarafından rivayet edilmekle
birlikte ravilerinden birinin "zayıf" olduğu kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/533-536.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/536-538
[43] Buhâri, II, 741, V, 2104; Müslim, IV, 2026.
[44] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 226; ancak "Ebû
Ya'lâ tarafından Müsned'inde de rivayet edildiği kaydıyla.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/538-542.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/542-543.
[47] Anlatılmak istenen şudur: Hristiyanlann iddialarına
göre İsa'nın babasız olarak yaratılması onun ilah oluşunun delilidir. Kur'ân-ı
Kerîr ise Adem aleyhi's-selamın hem babasız, hem annesiz olarak yaratılmış
olduğunu onlara hatırlatarak böyle bir hususiyetin ilah olmayı
gerektirmediğini hanrlatmıştır.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/543-545.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/546.
[49] Halbuki balığı unutan yalnızca Musa (as)ın yanındaki
genç delikanlı idi.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/546-547.
[51] Ancak el-Ferrâ'nın bu açıklaması, fiilin iki mePule
geçişini kabul ettiği anlamına gelmez; daha sonra gelen "onları suda
boğduk' anlamındaki fiilin delâlet ettiği aynı anlamdaki fiil dolayısıyla nasb
edilmiştir, demektir. (Bk. el-Ferrâ, Me'âni'l-Kur'ân, II, 268) Hatta bunu
açıkça ifade eden ilim adamları dahi vardır. {Bk. Huseyn el-Hemedânî,
el-Ferid…,III, 631)
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/547-548.
[53] İbn Kesîr de bu âyetin tefsirinde hadisi zikrettikten
sonra; "hadiste, gariblik, münker-\Hr ı,o hollri Hp irirâr
hıılıındııöunu" belirterek oldukça zayıf olduğuna dikkat çekmiştir.
[54] Taberânî, el-Mu'cemu'l-Eosat, V, 128. Ancak Abdullah
b. Mesud'dan ve sonraki "İşte..." cümlesi olmaksızın, uzunca bir hadisin
bir böltlmii olarak,..
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/548-552.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/552.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/553.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/553-554.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/554-555.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/556.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/556-558.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/559.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/559.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/559.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/559-560.
[66] Buharı, V, 3326, 3327, 3330, VI, 2692; Müslim, IV,
2083; Dâriml, II, 377; Ebû Dâvüd, IV, 311; İbn M&ce, II, 1277 vs...,
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/560.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/560.
[68] Buhârî, I, 63; Müslim, t, 204; Bbû Dûvûd, I, 16;
Tirnüzî, I, 5; Dârimt, I, 185; İbnMâ-ce. I, 100; Müsned, II, 51, 57, 73...
[69] Müslim, 1, 370; İbn Huzeyme, Sahih, I, 132;
El-Heysemî, Mecmâu'z-Zevâid, VIU, 258.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/560-563.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/563-564.
[72] Ebû Dâvûd, Tahâre 33; Tirmiıi, Tahâre 50; Nesâî,
TahSre 43, Miyarı 3; İbn Mâce, Ta-hâre 75; Müsned, II, 23; Darakutnt, Sünen, I
21-22
[73] Buhari,
III,
1411;
Müsned, IV,
209.
[74] Tirmizi, I, 95; Ebû Dâvûd, I, 17; Nesaî, I, 174;
Müsned, III,
86
[75] Buharî, III, 1032; Müslim, III, 1496; Tirmizl, IV,
184; Müsned, II, 242, 384; 391, 398-400...
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/564-567.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/567.
[78] Beyhakî, es-Sunenu's-Suğrâ, I, 166; lteyhakî,
es-Sunenu'l-Kubrâ, I, 324
[79] Dârakutnl, I, 32
[80] Dârakutnî, I, 32
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/567-568
[81] Dûrakutnl, I, 26,31
[82] Buhârî I, 75; Ebû Dâvûd, 1, 104; Müsned, II, 70
[83] Dûrahutnl, 1, 32; Beyhâkî, es-Sunenu'l-Kûbrâ, I, 250.
[84] Ebû Dâvûd, I, 19; Dârtml, I, 204; Dürakutnî, I, 65;
Müsned, IV,
86
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/568-569.
[86] Darakutnt, I, 33; lieyhakî, es-SOnenu'l-Kubrâ, I, 266;
[87] Darakutnî, I, 33; Beyhakî, a.g.e., I, 253.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/570-571.
[88] Tirmizî, I, 154.
[89] İbn Ahdilberr, et-Temhîd, I, J24-325
[90] Bundan sonraki iki nota bakınız.
[91] Dûrakutnt, I, 64
[92] Aynı yer.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/571-572.
[93] Dârakutnî, 1,110
[94] Îbnul-Arabfnin elemek istediği şudur; Muhalif kanat te
olanların delil olarak gösterdikleri kıyasta, benzerlik sadece abdest
alınırken teleF olan yani eksilen su miktarı hakkında söz kollusu olabilir.
Geriye ise bir miktar su kalır; işte bu su tahirdir. Yani bir daha abdest için
kullanılabilir. Valluhu alem.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/572-574.
[96] Bu kadartyiaı Ebu Dâvûd, I, 17, 18; Tirmizî, I, 96;
Ne$at, 1, 173, 174; Müsned, 1, 308. II, 25, 26...
[97] Darakutni I.
28. 29.
[98] ) Müslim, I, 233; Darakutnî, I. 49; Ebû Dâvûd, I. 25;
Nesal, I, 7; Müsaed, II, 241, 259, 455, 471...
[99] Müslim, I, 236; Buhart,
V, 2242; Ebu Dâvûd, 1, 103; Tirmizî, I, 275; Müsned,
II,
239, 282.
[100] Darakutnî. I, 28.
[101] Dûrakutni, 1, 28.
[102] Ebu Davud, I, 17-18; Tirmizi, I, 96; Darakutni, I, 29;
[103] Ebâ Dâvâd, I, 18
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/574-576.
[105] Ebû Dâvûd, I, 99; Tirmizî, I, 255; Nesaî, I, 155, 195;
Dârimt, f, 256;
[106] Darahutnl, I, 75,76,78; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kubrâ, I,
11, {Darakutnî, bu rivâyetlerde-ki zaaf noktalarına işaret ettiği gibi; Beyhaki
de bir sonraki rivayette, bu hadisteki illetleri açıklamaktadır.)
[107] Bir önceki notta işaret edilen yerler.
[108] Tirmizî, I,'148.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/576-578.
[110] İbn Huzeyme, es-Sahih, I, 59; tbn Hibbân, es-Sahih,
IV, 51, 62; Tirmizî, I, 101; Dâra-kutnî, I, 34-37; Ebû Dâvûd, I, 21; Nesâi, I,
50; Muvatta, 1, 22, 495.
[111] Tirmizî, E, 101.
[112] İbn AhdÜberr, et-T&mhtd, XVI, 217-220
[113] Dârakutnî, I, 35.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/578-580.
[114] Ebû Dâvud, I, 18; Tirmizt, I, 94; Beyhakî,
ea-Sünenu'1-Kübrâ, I, 18Ş.
[115] Tirmizt, I, 94;
[116] Ferah: On altı rıtıl gelen bir hacim IıSrim ölçüsüdür.
Bıı da on iki müci ya da üç sa'
demektir. (el-Kürdî, Şer'i ölçü birimleri ve FıkhîHükümleri, S. 159) Birsa'
2036 gr.; bir ferak da 3 «a' olduğuna g5re; bir Ferak, 2036x3:6108 gr, yani
6,108 kg.dır. CA.g.e, s. 210)
[117] Buhan, I, 100.
[118] Müslim, I, 207.
[119] Tirmizî, I, 94.
[120] Dârakutnî, I, 69. Ancak hadisin hasen-sahih olduğunu
belirten ifade yok.
[121] el-Heysemi, Mevâridu'z-Zam'ân, I, 80
[122] Tirmizî, ), 92.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/580-581.
[123] Darakutnî, I, 37. (9i
Dârakutnt. 1. 13.
[124] Darakutnî, I, i».
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/581-582.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/582.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/582-583.
[127] Buharı, I, 290, 351; Müslim, I, 83; Ebd Dâvâd,
IV,
I6;Nesaİ,
III,
164;
Muvatta, I, 192;
Müsned, IV, 117
[128] Kaynağını tespit edemedik,
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/583-585.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/585.
[131] Ebû Dâvûd, IV, 123, 124; İbn Mâce, III, 1507; Müsned,
II, 162, 220, 221.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/585-587.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/587.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/587.
[135] Buradaki "yaratma" anlamını verdiğimiz
"halkan" kelimesinin aslında "karıştırmak" anlamına gelen
"haltan" olması ihtimali bizce kuvvetlidir Kelimenin hat benzerliği
dolayısıyla yanlış okunmuş olma ihtimali vardır.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/587-590.
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/590-591.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/591-592.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/592-593.
[140] Buradaki be harfi cerrinin "an" anlamında
kullanıldığını kahul edecek olursak, meal: Soran bir ki.ji gerçekleşecek bir
azab hakkında soru sordu, anlamında olur.
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/593-595.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/595-596
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/596-597.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/597.
[145] Nesaî,
III,
257;
Tayâlîsî, Mtisned, I, 214
[146] Ömer b, el-Hattab, İbn Abbas ve el-Hasen'in nakledilen
sözleri ile bu nakledilen rivayetlere göre "hılfeten: birbiri ardınca
gelmek* mana itibariyle zikredilmiştir. Buna göre bu lafiza; geceleyin yapamadığı amelin halefini
gündüzün, gündüzün yapamadığı amelin halefini yani onun yerini tutanı veya o
kaçlarını o vakit yapar, anlamındadır.
[147] Müslim, I, 515; Tirmizî,
II,
474; Ebû Dâv&d,
II,
34; Nesal, IH, 259; Muvatta, I, 200.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 12/597-599.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
12/599.
[149] Bunlar muhtelif hadislerden birer parça olup; her
birisi yeri gelince gösterilmiş veya gösterilecektir.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/599-600.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/600.
[152] Buharî, II, 601 (yalın ifadeler); el-Hakim,
el-Müstedrek, İl, 637;Nesaî, V, 257; Müsned, I, 277.
[153] Muhammed b. Seliâme b. Ca'fer el-Kııdâî,
Müsnedu'f-Şihab, I, 261
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/600-604.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/604-605.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/605-606.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/606-607.
[158] İbn Mâce, II, 1112; Ahmed, h. Ebi Hekr el-Kinânî,
Misbâhu'z-Zücâce, IV, 31, senedinin zayıf okluğu kaydıyla.
[159] "Eli dar olan" anlamında olup ism-i Fail
olan "mııktir"in fiilinin hasına hemze ziyade** ile: İıcmze, kaııF,
tc ve re" harflerinden "kısan Fiilden geldiğine dikkat çekilmektedir
[160] el-Ferrâ, Meâni'l-Kur'ûn, II, 275-275'ıle hu görüsünü
açıklamaktadır
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/608-611.
[162] Müslim, 1, 91; Buharı, V, 2236. VI, 2739; Ebû Dâvûd,
II, 294; Müsned, I, 3H0
[163] Buradaki "aynı zamanda...' diye başlayan cümle
Kurtubîdeki metine göre tercüme edilmiştir. Ancak Müslim'deki ifadenin anlamı
şu şekildedir: Bir de işlediğimiz amellerimizin bir keffaretinin olup,
olmadığını bize biklirsen.
[164] Buharı, IV, 1811; Müslim, I, 113; Nesat, VII, 86
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/611-615.
[166] İbn Receb,el-Hanbelîr Cûmiu't-Ulûmi ve'l-Hikem, I,
176"(la hu manada rivayetin sahih olarak geldiğini kayd etmektedir.
[167] el-Hakîm, el-Müstedrek,
IV, 281.
[168] Müsned, V, 228, 23(5.
[169] Müslim, I, 177; Müsned, V, 157.
[170] Bu iki lâfzın açıklamasını merhum müfessir biraz sonra
nakledecektir.
[171] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, I, 31-32 ve
X,
202. Her iki yerde de: "Hadisi Taberânî ve Bezzâr
rivayet etmiş olup, lîezzar'ın rSvîleri Sahih lavîleridir. Ancak Muhammed b.
Herun Ebû Naşît, Sahih râvîlerinden olmamakla birlikte sika (güvenilir) bir
rayıdır'1 kay-diyia.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/615-617.
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/617-618.
[174] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/618.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/618-619.
[176] İbn Kesir, Tefsir, III, 330.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/619-620.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/620-621.
[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/621.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/621-622.
[181] Daha önce Âli İmran, 3/38. «yerin tefsiri sadedinde
zikredilen bu hadisin kaynakları için oraya bakılabilir.
[182] Muvatta. 1. 326.
[183] Buharî, [V, 1825.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 12/622-630.