Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Hz. Muhammed (A.S.)'İn Ve Kur'ân'ın Birer Özelliği
Allah, Çocuk Edinmekten Pak Ve Yücedir
Yarattığı Her Şeyi Takdîr Etmiştir
Kur'ân Eskilerin Masalları Değildir
Göklerdeki Ve Yerdeki Gizliliği Bilen
Peygamber (A.S.)In Bazı Özellikleri
Peygamber'in (A.S.) Büyülenmiş Olduğu İddiası
Hz. Muhammed'e (A.S.) Epileptik Diyen Şaşkınlar
Sahte İlâhlar Adına Hakkı Çiğnemek
Refah Seviyesinin Yüksek Olmasının Tesirleri
Peygambere Ve Âhirete İnanmayanlar
İşler Ve Ameller İman Ve Niyete Göre Değerlendirilir
Göğün Yarılıp Beyaz Bulutlar Şeklinde Bir Görünüm Arzetmesi
Kıyamette Meleklerin İndirilmesi
Hayatta İnsanın Gerçek Arkadaş Ve Dostu
O İyi Arkadaş Edinmenin Yararları
Nerede Hak Varsa, Karşısında Bâtıl Da Vardır
Kur'ân'ın Tertîl Üzere Okunması
Mü'minleri Müjdelemek, Kâfirleri Tehdit Edip Uyarmak
Mü'minleri Müjdelemek, Kâfirleri Tehdit Edip Uyarmak
Baş Olma Hastalığı Ve Aşırı Kıskançlık
Hakka Gönül Kapısını Açmayan İnkarcılar Davarlara Benzetiliyor
Güneşin Gölgeye Delil Kılınması
Gecenin Bir Örtü, Uykunun Bir Dinlenme Kılınması
Hayatı Düzenli Tutmamızı İlham Ediyor
Rüzgârın, Rahmetin Müjdecisi Kılınması
Gökten Tertemiz Su İndirilmesi
Her Kasabaya Bir Uyarıcı Göndermeye Gerek Kalmaması
İcli Bir Cihad Aşkıyla Dini Yaymak
Denizle Arasında Birbirlerine Karışmalarını Engeller Anlamda Aşılması Zor Bir Sınır
Vardır
Peygamber'in (A.S.) İki Ana Görevi
Göklerin Ve Yerin Altı Dönemde Yaratılması
Gökte Meydana Getirilen Burçlar
Güneşi Sirac, Ayı Nur Kılmıştır
Gece İle Gündüzün Birbirini İzlemesi
Rahmân'ın Gerçek Kullarının On İki Vasfı
Mü'minlerin Mükâfatlandırılması
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir.
Âyet sayısı
: 77
Kelime »
: 892
Harf » : 3730
Sûre, ismini, birinci âyette Kur'ân-ı Kerîm'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt
etme özelliğini belirten «furkan» sıfatından alır. [1]
1— Allah'ın varlığını, birliğini isbat eden belgeler açıklanır.
2— Peygamberliğin bazı özellikleri üzerinde
durulur.
3—
Kıyâmet'ten ve birtakım önemli safhalarından söz edilir.
4— Daha önceki peygamberlerden bir kısmının
kıssası misal olarak verilir ve bu arada bazı örnekler sergilenir.
5— Allah'ın kudretinin yüceliğine ve
sınırsızlığına; her şeyin belli bir plâna göre yaratıldığına dikkatler
çekilerek insan aklına ışık tutulur.
6— Yüksek ahlâk ve adabın bazı kuralları
anlatılır. Bu doğrultuda Cenâb-ı Hakk'ın
kâmil kullarının birtakım özellikleri üzerinde durulur. [2]
1-2— Feyiz
ve bereket, azamet ve kudret sahibi ne yücedir ki (hakkı bâtıldan, doğruyu
eğriden, helâli haramdan ayıran) Furkan'ı,
milletleri (tuttukları yolun tehlikesine karşı) uyarıcı olsun diye kulu
(Muhammed'e) indirmiştir. O yüce kudret ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur.
O, çocuk edinmemiştîr; mülkünde hiçbir ortağı yoktur; her şeyi yaratıp düzene
koymuş, belli ölçülere göre takdir etmiştir.
3— (Öyle
iken inkarcı sapıklar) O'nu bırakıp başka ilahlar edindiler ki, bunlar bir şey
yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır; kendi kendilerine ne bir zarar, ne
de bir yarara sahiptirler; ne ölüme, ne dirime, ne de öldükten sonra yeniden
dirilmeye güç getirebilirler.
«Ben kızılına,
siyahına (peygamber olarak) gönderildim..» [3]
«Bana beş şey verildi
ki, onlar benden önce hiçbir peygambere verilmedi :......(Benden önceki her)
peygamber sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise bütün insanlara
gönderildim.» [4]
«Az kelimeyle çok mâna
ifade eden, (semavî kitapları kapsayan ve insan yararına olan ilimlerin ana
temasını, temel bilgisini veren Kur'ân) ile
gönderildim. (Düşmanların kalplerine) korku salmakla yardım gördüm. Bir ara
uyurken bana yeryüzünün hazinelerinin anahtarları verildi, elime konuldu.» [5]
«Her türlü sapıklık ve
bâtıldan uzak, bütünüyle hakka yönelik kosko-lay bir din ile gönderildim.» [6]
«Feyiz ve bereket,
azamet ve kudret sahibi ne yücedir ki, Furkanı kulu
Muhammed'e indirmiştir.»
Aile, toplum ve
milletleri tuttukları yanlış yolun çok tehlikeli sonucuna karşı uyarmak için
kulu Muhammed'e (A.S.) Furkan'ı indiren Allah, feyiz,
bereket, hayır ve ihsan kaynağıdır ve O çok mübarek ye çok yücedir.
«Tebareke»
fiilinin delâlet ettiği bu manalar bize şu hususu ilham etmektedir: Ömründe,
canında, malında, sofrasında, evlâdında, işinde, kesesinde, ruhunda ve
kalbinde feyiz ve bereket, hayır ve rahmet isteyen kimse mutlaka bunların
gerçek kaynağı olan Cenâb-ı Hakk'a
yönelmelidir. [7]
Furkan : İki ayrı manaya delâlet eder: u a) Hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi
kötüden, hayrı serden, sevabi günahtan, helâli
haramdan ayıran, her birinin sınırını belirleyen
kitap., b) Parça, parça, bölüm bölüm, olayları hedef
alarak indirilen kitap,. Bu iki mana da Kur'ân'ın en
belirgin özelliklerinden biridir.
Nezîr: Bu da uyarmak
ve korkutmak gibi birbirine çok yakın iki mânaya delâlet eder. Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara ve cinlere «nezîr»
olarak gönderilmesi, sözünü ettiğimiz iki mâna düzeyinde gerçekleşir. Şöyle
ki: Nefsine mağlup olup İblîsin adımlarına uyan gafilleri ve özellikle de mü'minleri uyarmak; Allah'ı inkâr edip küfür ve tuğyan
içinde aziz ömrünü heder edenleri. Cehennem azâbıyia
ve aşırı gittikleri, yani küfürlerini zulümle birleştirip bütünleştirdikleri
zaman dünyada inecek ilâhî hüküm ile korkutmak..
Sûrede daha çok inkarcı
azgınların inat ve şaşkınlığından, ahlâksızlık ve hezeyanından söz edildiği
ipin Hz. Muhammed'in (A.S.) «nezîr» sıfatı anılmış;
ikinci açık özelliği olan «beşîr» yani müjde verici,
sevindirici, mutlu sonucu haber verici sıfatı burada anıimamıştır. [8]
«O çocuk
edinmemiştir..» Kur'ân bu açıklama ile daha çok iki
zümrenin Allah hakkındaki yanlış inançlarını reddediyor: Biri, «Hz. İsa Allah'ın biricik oğludur» diyen Hıristiyanlar;
diğeri, «melekler Allah'ın kızlarıdır» diyen Mekkeli putperest müşriklerdir.
Allah'a çocuk isnat
etmek, O'nun ilâhlık vasfını inkâr etmek olur. Zira her baba aynı zamanda
oğuldur da.. Böylece iilet-mâlûl zinciri bir durak
tanımadan geriye doğru uzar da gider, fasît bir devridaim meydana gelir. O yüzden
hem ilâhlık vasfı kalmaz, hem de tek ilâh inancı temelinden yıkılır.
Cenâb-ı Hak bu gibi beşerî sıfatlardan, noksanlıklardan pâk
ve münezzeh olduğunu açıklarken «O yüce kudret ki, göklerin ve yerin mülkü
O'nundur.O çocuk edinmemiştir; mülkünde hiç bir ortağı yoktur..» buyurarak her
şeyden müstağni olduğunu, her şeyin, kendi yüce kudretinin te-cellisiyle vücut bulduğunu haber veriyor ve bütün yanlış
inançların ancak, yanlış yolda yürüyen insanların eseri olduğuna işarette
bulunuyor. [9]
«Her ?eV» yaratıp
düzene koymuş, belli ölçülere göre takdir etmiştir.»
Takdîr: Kader kökünden
gelen «tef'îf» ölçüsünde masdardir.
Cenâb-ı Hakk'ın ezelî
ilmiyle belirleyip yarattıkları hakkındaki plân ve programı, her şeyi
belirlediği amaç ve hizmete şevki, her şey hakkında koyduğu hilkat kanunu ve
ona bağlı kalınarak değer biçmesi gibi manalara delâlet eder. İlim adamlarından
bir kısmına göre ise, takdîr: yaratılan her varlığa belli ölçüde bir kudret
vermek ve yine her şeye ayrı bir özellik tanıyıp belirlenmiş bir ölçü ve
plânda tutmaktır.
Kur'ân ilgili âyetle Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi takdîr ettiğini açıklarken daha çok akla
ve ilme ışık tutuyor. Şöyle ki: Her şeyin belli ölçülere, belli yararlara ve
belirlenmiş amaca göre yaratıldığını; her şeyin kendine has özellikler
taşıdığını ve her varlığın kâinat plânında denge sağladığını, düzenden bir
parça hüviyetinde olduğunu; hiçbir şeyin başıboş, amaçsız ve yararsız; denge ve
düzen dışı yaratılmadığını hatırlatıyor ve bunu ilim adamlarına temel bilgi,
hareket noktası olarak gösteriyor.
Gerçek bu olunca,
insanlardan çoğunun asıl yaratanı bırakıp yaratılan bazı şeyleri ilâh
edinmeleri ne kadar şaşılacak bir sapıklık ise, kâinatın tesadüfler neticesi
bugünkü duruma gelip kendiliğinden düzenlendiğini iddia etmek de o nisbette şaşılacak bir sapıklık değil midir? Nitekim üçüncü
âyetle inkarcıların bu tür şaşkınlık ve sapıklığı hayretle karşılanıyor; ortada
sayısı belirsiz delil ve belgeyi göremiyecek kadar
gözleri kör olan bu insanların neden hakikati arayıp bulmaya çalışmadıkları
konu ediliyor.
Sonra da Allah'ı
bırakıp canli-cansız bazı eşyayı ilâh edinenlerin bu
son derece yanlış inançlarını tashîh etmek; aynı zamanda akıllarını harekete
geçirip düşünce ufuklarını açmak için altı maddelik bilgi veriliyor:
1— İlâh edindikleri şeyler hiçbir şey yaratmaya
muktedir değillerdir.
2— O putların kendileri yaratılmışlardır.
3— Kendi kendilerine bir zarar da veremezler.
4— Kendilerine bir yarar da sağlayamazlar, her
bakımdan âciz ve kudretsizdirler.
5__ Ne ölüme
(onu takdir edip değişmez kanunlar koymaya) güçleri yeter,
6— Ne de
yeniden diriltmeye güo getirebilirler.. [10]
Yukarıdaki âyetlerle Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün kavim, kabile ve milletleri
tuttukları yanlış yolun tehlikesine karşı uyaran ve o yüzden ilâhî azaba
çarpılacaklarını haber verip onları korkutan son peygamber olduğu belirtildi.
Sonra da Allah'ın her türiü beşerî ve mahlukî sıfatlardan pak ve münezzeh olduğu konu edilerek
kâinatta hiçbir şeyin tesadüflere bırakılmadığı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın, Hz. Muhammed'in (A.S.)
uydurduğu bir kitap olduğunu veya başkalarının ona öğrettiği birtakım
masallardan başka şey olmadığını iddia edenlerin bu gibi akıl, mantık ve ilim
dışı sözleri reddediliyor. Kur'ân'ın bütünüyle
Allah'ın eseri olduğu haber verilerek aklı erenlerin bu gerçeği araştırmaları
isteniliyor. [11]
4— Küfre sapanlar, «bu Kur'ân, Muhammed'in uydurduğu yalandan başkası değildir;
bunu (düzmede) başka bir topluluk ona yardım etmiştir» dediler. Onlar cidden
haksızlık ve yalanla geldiler.
5— Yine onlar, «bu onun başkasına
yazdırıp da sabah-akşam kendisine okunan eskilerin masallarıdır» dediler.
6— De ki: «Onu göklerdeki ve
yerdeki gizliliği bilen (Yüce Kudret) indirmiştir. Şüphesiz ki O, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.»
Gerek Kureyş müşrikleri ve özellikle onlardan Nadr
b. Hars, gerekse Yahudilerden bazı kötü niyetliler, «bu Kur'ân
Muhammed'in uydurduğu yalandan başkası değildir» diyerek çirkin benzetmelere başvurdular.
Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [12]
Diğer bir rivayet:
Kureyş müşrikleri «bu Kur'ân'ı
Muhammed'e yahudi bilginleri veya Habeşli kâhin Ubeyd b. Hadr, ya da kitap ehlinden Cebr, Yesar ve Adaş adındaki adamlar öğretiyor» diyerek İslâm'a
girmek isteyenlere engel olmaya çalışıyorlardı. O sebeple yukarıdaki âyetler
indi. [13]
«Yine onIar«bu, onun
başkasına yazdırıp da sabah-akşam kendisine okunan eskilerin masallarıdır»
dediler.»
Her sahifesinde sekiz-on kadar konuya yer verilen ve konular
arasında kopmaz bağlar meydana getirilen; fizik ve fizikötesi âlemlerden akla
ve ruha ışık tutan bilgilerle donatılan; insan hayatının her safha ve bölümüyle
içice getirilip düzenli ve disiplinli bir hayatın plân ve programını veren;
taşıdığı bilimsel ana fikirlerle, temel bilgilerle bugüne kadar gelişen ilmî
buluşlara ve tesbitlere ters düşmeyen, bilâkis
haklılığı iyice anlaşılan Kur'ân'in insan eseri
olduğunu düşünmek bile abes ve anlamsızdır. On beş asır geriye gidip kavim ve
kabilelerin, ülke ve milletlerin kalp ve kafalarını örten cehalet perdesinin
kesafetine bakınca, Kur'ân'ın her yönüyle ilâhî
olduğu rahatlıkla anlaşılır.
Bunu belgeler
mahiyette birkaç misal ile değerlendirelim :
1— Aile yuvasının meşru ölçüler ve kurallar
çerçevesinde kurulması ve kadının şehvet metâi
olmayıp her türlü kötü nazardan korunması için evlilik müessesesini belli
şartlara ve hükümlere bağlaması; bu maksatla çok mükemmel bir «Aile Hukuku»nun ana çizgilerini belirlemesi,
2— içki, uyuşturucu gibi sağlığı tehdit eden,
ekonomik yapıyı olumsuz yönde etkileyen maddelerin zerresini bile yasaklaması;
kumar ve benzeri talih oyunlarına cevaz vermemesi ve bunun için maddî
müeyyidelerle birlikte ağır manevî müeyyideler koyması,
3— Akıtılmış kanı, ölmüş hayvan etini
haram kılması; insanın
beden ve ruh sağlığına olumsuz yönde tesir eden haşerenin ve yırtıcı
hayvanların yenilmesini yasaklaması; dokuz kadar tehlikeli hastalığa sebep
olan domuz etini murdar sayması.
Öğretmenle öğrenci,
evlâtla ana-baba; aileyle hısımları,
komşu ve yakınları arasında en olumlu ve ferahlatıcı havayı oluşturması,
5— Namaz ve benzeri ibâdetlerle beşer hayatını
doğruluk, ahlâk, fa-zîlet ve adalet düzeyine
kavuşturması; ikinci hayat inancıyla insan ruhunda iç huzuru doğurması ve
kişileri hakseverlik çizgisinde tutması,
6— Adaleti yansıtır ölçü ve anlamda mîras
hukukunu detaylı olarak belirlemesi,
7— İnsan kanına ve hayatına üstün değer verip
savaşlarda bile adam öldürmeyi son çare olarak kabul etmesi,
8— Fethedilen ülkelere ahlâk, fazîlet, namus,
iffet, adalet ve hakkaniyet götürüp mabetleri yıkmayı, ibadethaneye
çekilmiş din adamlarını
öldürmeyi, ağaçlan kesmeyi, kadın ve çocuklara dokunmayı, bayındır yerleri
tahrip etmeyi yasaklaması, İslâm ve Kur'ân'ın on beş
asır önce ortaya çıkıp bunca esasları beraberince taşıması ne ile yorumlanır?
Okur-yazar bile olmayan Hz. Muhammed'in (A.S.) bu ve
benzeri esasları vaz'eîmesi, kendi kafasından bunları
bulup çıkarması mümkün müdür? Yirminci asrın son çeyreğinde bütün gayretlere
ve araştırmalara, imkân ve malzemeye rağmen Kur'ân'ın
getirdiği esasların ve kurduğu müesseselerin bir benzerine erişilebilinmiş
midir?
Bir de bunlara bugün
doğruluğu kesinkes kabul edilen ilmî temel bilgilere, ana fikirlere geniş yer
veren Kur'ân âyetlerini ilâve edecek olursak, bu
ilâhî kitap hakkındaki her türlü şüphenin yersizliği gün ışığına çıkmış olur,
Mekkeli putperestler
son dine karşı duydukları nefreti, hiçbir ölçü ve insaf tanımadan kelime
kalıbına döküyorlar, bir sürü gerçek dışı iddialarda bulunuyorlardı. Çağımızda
şartlanmış yarım aydınların da zaman zaman Kur'ân'a
saldırmaları, yapılan telkinlerle ve uygulanan tek yanlı eğitimle içlerinde
birikip katmerleşen kin ve nefretin tabii sonucudur. Aynı zamanda her türlü
bilimsel ölçülerin dışında akıl ve mantığa ters birtakım iddialardan öteye geçmemektedir.
O bakımdan ilgili âyetle
onların ve o gibilerin şaşkın hali, akıl ve gerçek dışı sataşmaları, bilimsel
ölçülerden çok uzak rastgele iftirada bulunmaları
konu edilerek düşünebilen insanlara hem bilgi veriliyor, hem ana fikir
sunuluyor. [14]
De ki: Onu goklerdeki ve yerdeki gizliliği bilen (Yüce Kudret)
indirmiştir. Şüphesiz ki o, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»
Göklerin ve yerin sırrı:
Deney ve gözlemimiz dışında kalan, düşünce ufkumuzu aşan, aklımızı zaman zaman âciz bırakan birtakım gizli programlar ve onların
uygulanma keyfiyetidir. Zira kâinatta hiçbir şey ve olay tesadüfî değildir. Her
şey önceden programlanıp belli sebeplere ve kanunlara bağlanmış ve uygulanması
için de sayısı bizce bilinmiyen melekler
görevlendirilmiştir. Batılıların «pozitif ilim» dedikleri bilgilerle bunların
çoğunu tesbit etmemiz mümkün değildir.
Allah ise sonsuz ilim
ve kudret sahibi olarak gaybı ve sırrı en iyi bilendir.
Gaybı da, hazırı da yaratan O'dur. Beşer aklı ve ilmi
sınırlıdır. Kâinat ise bizim aklımızın alamıyacağı
kadar büyük ve geniştir. Ama Allah'ın ilmine ve kudretine nisbetle
çok küçüktür. Cenâb-ı Hak kâinatı yaratırken belli
bir plân ve program uygulamıştır. Her şeyin dizginini kudret elinde tutup
plândaki yerini belirlemiş ve ölçülü, düzenli, aynı zamanda yararlı hizmete
yöneltmiştir. O bakımdan da kurduğu bu düzeni en iyi bilen, en mahrem yanlarına
vakıf olan ancak O'dur.
Bize gelince: Henüz kendi
ruhumuzun mahiyetini, bedenimizdeki fonksiyonunun ölçü ve sınırını
bilemiyoruz. Nerede kaldı kâinattaki gizli tarafları, onun işleyiş tarzını
bilelim. Deney ve gözlemimiz dışında kalan birçok sistemleri ve özelliklerini,
denge ve düzendeki tesirlerini de bilemiyoruz. Fizikötesine ise, hiçbir
şekilde nüfuz edemiyor ve pozitif bilgilerle bir çözüm de getiremiyoruz. O
bakımdan Allah tarafından indirilen ve bu konularda aydınlatıcı bilgiler, temel
ölçüler getiren Kur'ân'a şiddetle ihtiyaç duyuyoruz.
Bu da Allah'ın biz insanlar hakkında Gafur ve Rahîm olmasından yana bir lütuf
ve tecellidir ki, her dem şükrünü yerine getirmemiz gerekmektedir.
Evet Cenâb-ı
Hak, biz insanların günah ve isyanlarına bakmayıp aklımıza ışık tutacak, görüş
ve düşünce ufkumuzu genişletecek, gayb âleminden
bize haber verecek kitabı, gufran ve rahmetinin insanlardan yana tezahürü
olarak indirmiştir. [15]
Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın her yönüyle ilâhî olduğu konu edildi. Bunu daha
iyi anlayabilmemiz için göklerle yerdeki gizlilikleri, deney ve gözlemimiz
dışında kalan program ve işleyişini düşünmemiz ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
peygamber hakkında sağlam bilgilere sanip olmayan,
üstelik koyu bir cehalet ve inat akıntısına kapılıp kalpleri putperestlikle
izole edilen müşriklerin ilâhî ölçü ve sünnete uymayan görüşleri üzerinde
duruluyor. Kıyâmet'e inanmadıkları da konu edilerek inkarcı sapıkların
kendilerine nasıl üzücü bir gelecek hazırladıklarına dikkatler çekiliyor.
Sonra da Allah'tan korkup kötülüklerden, ölçüsüzlük ve sapıklıktan sakınan mü'minlere göz ve gönüi dolduran
parlak bir gelecek hazırlandığı haber veriliyor. [16]
7— Hem dediler ki: «Bu peygambere ne oluyor ki
yemek yiyor, çar-şı-pazarlarda dolaşıyor?! Ona bir melek
indirilseydi de kendisiyle beraber uyarıcı olsaydı ya..
8— Veya Ona bir hazine sunulsa, ya da kendisine ait bir Cennet olsa da ondan yese ya..» Bu zâlimler, (Muhammed'e inananlara): «Siz olsa olsa, büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!» dediler.
9— Bir bak, sana nasıl misâller getirdiler de bu
yüzden sapıttılar; yol bulmaya da güçleri yetmez.
10— Feyiz, bereket ve rahmet kaynağı O Yüce
Kudret, dilerse sana bundan daha iyi olan, altından ırmaklar akan Cennetleri
verir ve sana köşkler meydana getirir.
11— Hayır, onlar Kıyâmet'i de yalan saydılar. Biz
ise Kıya m et'i yalanlayan kimseye çılgın bir ateş hazırlamışizdır.
12— O ateş bunları uzak bir yerden görünce; onun,
öfkesinden kö-pürüp korkunç
uğultusunu duyarlar.
13— (Şeytanlarla birlikte) elleri boyunlarına
bağlı bulunduğu halde ateşten daracık bir yere atıldıkları zaman orada yok
olmayı dövünerek isterler.
14— Bugün bir tek defa dövünüp yok olmayı
istemeyin, birçok defa dövünüp yok olmayı isteyin, (denilir).
15— De ki: «Bu mu hayırlıdır, yoksa muttakilere
(Allah'tan korkup küfürden, azgınlıktan, haramdan sakınanlara) va'dediien sonsuz Cennet mi daha hayırlıdır? Onlar için bir
mükâfat, sonunda varacakları (mutlu) bir yer bulunuyor.
16— Devamlı kalıcı oldukları halde, orada
kendileri için diledikleri şeyler vardır. Bu da Rabbın
üzerine, istenilmeye lâyık, verilmiş bir sözdür.»
«Hem dediler ki: Bu
peygambere ne oluyor kî yemek yiyor, çarşı-pazarlarda dolaşıyor?!.»
Cenâb-ı Hak insanlara içlerinden birini seçip peygamber
olarak gönderdiğini açıklarken hem müşriklerin yersiz ve anlamsız iddialarını
reddediyor, hem de peygamberin ilâhlaştırılmaması üzerinde duruyor ve onu,
yani peygamberi belirlediği çizgide göstererek bazı özelliklerine yer veriyor.
Şöyle ki :
1— Peygamber de bir insandır ve Allah'ın
kuludur.
2— Peygambere vahiy iner, O da ona göre
insanları müjdeler ve uyarır da teblîğ görevini kusursuz yerine getirir.
Allah bildirmedikçe
peygamber gaybj, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilmez.
Kâinatın tasarrufu ona verilmemiştir. Yegâne tasarruf sahibi ancak Allah'tır.
hiptir.
3— Peygamber yalan söylemez. Sözü de özü gibi
doğrudur.
4— Peygamber üstün zekâya, seyyal bir akla,
parlak düşünceye sâ-
Diğer insanlar gibi
peygamber de acıktığı zaman yemek yer, su içer; uyur, çarşı pazara çıkar,
alış-veriş yapar.
6— Diğer
insanlar gibi peygamber de evlenir, aile yuvası kurar ve evlât sahibi olur.
Zira bu son iki maddede belirtilen hususlar, peygamberler hakkında caiz olan
şeylerdir. Yukarıdaki dört maddedeki hususlar ise, peygamber hakkında vacip
olan şeylerdir.
Bu vacip olan
hususlara bir diğerini «ismet» olarak ilâve etmemiz gerekir ki bu, günahlardan
korunmuşluğu ifade eder. Yani peygamberler günah işlemezler, Allah onları bu
gibi manevî kirlerden de korumuştur.
Mekkeli putperest
müşrikler, Hz. Muhammed'i (A.S.) bu özellikleriyle ve
vasıflarıyla bilmiyorlar veya onu bu ölçüde kabul etmek istemiyorlardı. Çünkü
çoğu, Hz. Muhammed'in (A.S.) doğru, iffetli ve
güvenilir olduğunu çok iyi biliyor, fakat birtakım menfaatlerinin, en azından
Mekke ve çevresindeki nüfuzlarının elden gideceğini hesaba katarak
bildiklerinin hilâfına bir iddiayla ortaya çıkıyor ve Hz.
Muhammed'i (A.S.) hâşâ yalancı bir kimse olarak tanıtmak için peygamberde şu
sıfatların veya özelliklerin bulunmasını öne sürüyorlardı :
a) Yanında uyarıcı ve yol gösterici olarak
yardımcı bir meleğin bulunması,
b) Peygamberin insan üstü bir varlık olması,
c) En azından beraberinde cennet misali bir
bahçenin bulunması ve o bahçenin her yerde onu takip etmesi, kendisiyle
birlikte yürümesi.
d) Ona
gökten bir hazinenin indirilmiş
bulunması gerekir.,
Oysa Adem Peygamberden
son peygambere kadar hiçbir peygamberde bu garip sıfatların bulunmadığı
kesindi. Birçok peygamberlerin kıssasına yer verilen Tevrat'ta da bu
iddiaların izlerine rastlamak mümkün değildir. Ne var ki putperestler yahudilerin kasıtlı uydurmalarına kulak verip inanmadıkları
şeyleri inanır gibi göstererek bu ve benzeri ölçüsüzlüklerde bulunuyorlardı.
Müfessir Keşşafın da
dediği gibi: İnkarcı şaşkınlar, ortaya attıkları sloganları tesirli olmayınca,
kademe kademe iniş yapma ihtiyacını duydular. Şöyle
ki: Önce Peygamber'in (A.S.) herhalde melek olması gereğini iddia ettiler.
Sonra en azından beraberinde uyarıcı bir meleğin bulunmasını savundular. Sonra
da bundan vazgeçip Peygamber'in (A.S.) beraberinde bir hazinenin bulunması
lüzumunu belirttiler. Bu da sonuç vermeyince, bu defa şu garip iddiayı ortaya
attılar: «Hiç değilse, cennet misali bir bahçenin hep onu takip etmesi gerekmez
miydi?» dediler.
İşte akıl ve idrak dışı
iddialar ve tarihî gerçeklere uymayan yakıştırmalar böyle tutarsız ve anlamsız
olur. [17]
«Bu zâlimler (Hz. Muhammed'e inananlara) «Siz olsa olsa
büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!» dediler.»
Haçlı ruhuyla tarihe
eğilen, dinî taassupla yargıda bulunan; ilmin ve aklın yoluyla değil, hissine
mağlup olarak yazan Batılı hıristiyan tarihçilerden
ve sözde ilim adamlarından bir kısmı Hz. Muhammed'e
(A.S.) «histerik» dedikleri gibi, Mekkeli putperest müşrikler de Ona
«büyülenmiş, aklî dengesi bozuk adam» diyorlardı.
Anlaşıldığı gibi,
küfrün ve bâtılın her çağda gözü kör, kalbi ve vicdanı tıkalıdır. Duyu
bozukluğu, ruh şaşkınlığı, aklî dengesizlik içinde çırpınma ve kasılma ile
kendini gösteren, sinir bunalımlarına yakalanan histerik veya büyülenip aklî
dengesi bozulan bir insan, kalkıp da on beş asır önce gerçek medeniyetin
temelini atmış; cehaleti yenmiş, ilme ve ilim adamına takdir sunmuş, bilimsel
anlamda teme! bilgiler ve ana fikirler getirmiş, dünya tarihinde bir benzerine
daha rastlanmayan mükemmel bir hukuk sistemi koymuş ve böylece beşer tarihinde
en büyük, aynı zamanda kalıcı inkılabı yapmış; yaymaya çalıştığı dîn
kardeşliğiyle, yüksek ahlâk ve fazîletie, adalet ve
hakkaniyetle kıtalar üzerine yayılma güç ve enerjisini, biigi
ve becerisini vermiş öyle mi? Bu saçma iddiaya dost ve düşman güler. Zira
belirtilen hususları gerçek anlamda meydana getiren bir insan, hiç şüphe yok ki
her yönüyle çok mükemmeldir, hattâ mükemmelin de ötesindedir.
Aslında Hz.
Peygamber'e (A.S.) ve Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatanlar
âhi-rete, yani ikinci hayata inanmayanlardır. Zira o
gibiler âhirete dosdoğru inanmış olsalardı, âhireti bütün safhalarıyla açıklayan ve o âlemden haber
veren peygambere de inanırlardı. Aynı zamanda Allah tarafından gönderilen ve
beşer kudretini her yönüyle aşan kitaba da insaf gözüyle bakıp tasdîk
ederlerdi. Nitekim ilgili âyette bilhassa bu inceliğe işaret edilmektedir. [18]
Tefsirimizin bir diğer
yerinde belirttiğimiz gibi, Ankara Tıp Fakültesi Adlî Tıp Profesörü Behçet Kamay, Adlî Tıp, Ankara: 1951.2/813'de saydığı büyük zatlar
arasında Hz. Muhammed'i de (A.S.) Epileptik
(sar'alı) olarak göstermiştir. Kur'ân'ı
ve Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini, inen
vahyin mahiyet ve anlamını, vahiy anında bedenin ruha dönüşmesini, yani dış
alemle ilginin kesilmesinin hikmetini bilmeyen ve ciddi hiç bir araştırma ve
inceleme zahmetine katlanmayan sözde ilim adamının bu iddiasına veya bu
şahane(!) buluşuna ne demeli?
Son yıllarda İslâm
alemiyle -menfaatleri doğrultusunda- yakın ilgi kurma ihtiyacını duyarak yola
çıkan Fransız Tıp Akademisi, «Hz. Muhammed'in (A.S.)
şuuru tamdır» diye doğumunun 1400 ünoü yıldönümü münasebetiyle
bir rapor hazırlamıştır. Akademi kurulu, Hz.
Muhammed'in (A.S.) - bizim ilim adamımızın (!) hilâfına - epileptik
yani sar'alı; histerik yani duyu bozukluğu, türlü ruh
şaşkınlığı, çırpınma ve kasılma olayıyla kendini gösteren sinir bozukluğu mübtelâsı bir kişi olmadığını lütfen belirtmeye
çalışmıştır.
Kanaatımoa bu itiraf dışında sözü edilen raporun ilmî hiçbir
kıymeti yoktur. Zira bir yandan bu gibi gerçeği yansıtırken, diğer yandan
İslâmiyet ve Kur'ân hakkında gerçek dışı birtakım
bilgilere de yer verdiklerini görüyoruz. [19]
İnsanların bazan garip halleri olur; bir hiç uğruna kan döker, bir aşk
uğruna intihar eder; kendisi gibi bir faniye, sınır tanımadan yüceltip ilâh
edinircesine tapar; taştan, ağaçtan, insan eliyle yontulup şekillendirilen
putların önünde eğilir; o putlardan çok daha kıymetli olan davarları putlar
adına kurban eder ve bazan bâtılı savunmada çok ileri
gidip canını feda edecek çizgiye gelir.
Mekkeli putperestler
işte böyle idi. Günümüzde dini afyon sayıp Allah'ı ve âhireti
inkâr eden; her türlü kutsal değerlerin üzerine sünger çekip maddeyi esas
kabul edenler de, bu saçma ve gerçek dışı doktrin adına nice canlara kıymakta,
nice ocakları söndürmektedirler.
Netice bakımından
bunlarla çahiliye devri putperestleri arasında pek
fark yoktur. Zira her ikisi de bâtıl adına kan dökmede ve fitne çıkarmada aynı
çizgide bulunuyor.
Cenâb-ı Hak bu ıslâhı zor olan azgınları Cehennem azabıyla
tehdît ederken, aradıkları gerçek mutluluğun ölümlü dünyada değil, âhirette tecelli edeceğine atıfta bulunuyor ve böylece
düşünüp de yola gelirler diye manevî müeyyideyi bütün ağırlığıyla gözlerinin
önüne seriyor: «Hayır, onlar Kıyâmet'i de yalan saydılar. Biz ise Kiyâmet'i yalan sayan kimseye çılgın bir ateş
hazırlamışadır. O ateş bunları uzak bir yerden görünce, onun, öfkesinden
köpürüp korkunç uğultusunu duyarlar.. (Şeytanlarla birlikte) elleri boyunlarına
bağlı bulunduğu halde ateşten daracık bir yere atıldıkları zaman orada yok
olmayı dövünerek isterler. Bugün bir tek defa dövünüp yok olmayı istemeyin,
birçok defa dövünüp yok olmayı isteyin denilir.»
Böylece dünyayı bâtıl
uğruna cehenneme çevirenlere, amellerinin türüne uygun bir ceza ve azap
hazırlandığı haber veriliyor. Zira Cenâb-ı Hak mutlak
anlamda âdildir. O, dünyada inanmışlara kan kusturup cehennemî bir hayat
yaşatanlara elbette âhirette kan kusturacak ve
cehennemi onlara tek yurt olarak verecektir.
Muttaki mü'minlere
gelince: Onlar sağlam ve köklü imân cevheriyle sadece kalp ve ruhlarını aydmlatip cennete çevirmekle kalmazlar, çevrelerine de bu
ışığı tutup huzur, güven ve kardeşlik havası estirirler. Bulundukları her
toplumun manevî direği olurlar, maddeyi yüksek amaca erişmek için araç olarak
kullanıp Hakk'ın hoşnutluğunu ön plâna alırlar ve
böylece Allah'ın kulları arasında mutluluk, güven ve huzur havası oluşturan bu
bahtiyarlara da amellerinin türüne uygun ebedî mutluluk yurdu hazırlanmıştır.
İlgili 15. âyetle bu ilâhî mükâfat şöyle tasvîr edilmektedir: «De ki: Bu mu
hayırlıdır, yoksa muttakilere (Allah'tan korkup küfürden, azgınlıktan, haramdan
sakınanlara) va'dedilen sonsuz Cennet mi daha
hayırlıdır? Onlar için bir mükâfat, sonunda varacakları (mutlu) bir yer
bulunuyor. Devamlı kalıcı oldukları halde, orada kendileri için diledikleri
şeyler vardır. Bu da Rabbın üzerine istenilmeye iâyık verilmiş bir sözdür.» [20]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcıların tutarsız, akıl ve idrak dışı iddiaları anlatıldı. İnsanlığı
düştüğü cehalet, dinsizlik ve azgınlık bataklığından kurtaran bir Peygambere
«büyülenmiş adam» diyecek kadar akıl ve iz'an-larınr, insaf ve vicdanlarını kaybetmiş inkarcıların şaşkın
halleri tasvîr edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet
gününde bu şaşkınların tapındıkları bâtıl ilâhlarla yüzleştirilecekleri
hatırlatılıyor ve Peygamber hakkında çok yanlış görüşler ortaya atan müşriklere
cevap veriliyor, aynı zamanda mü'minler bu konuda
aydınlatılıyor. [21]
17— Onları ve Allah'ı bırakıp taptıkları şeyleri
kaldırıp (hesap alanı-nd) toplayacağı gün (Allah)
onlara: «Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?»
der.
18— Onlar (tapılan şeyler), «seni tenzih ederiz,
bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz; ne var ki, sen onları ve
babalarını nimetlerle zevke daldırdın, o kadar ki seni anmayı unuttular ve yok
olmaya uğratılan bir millet oldular» derler,
19— Gerçekten, taptıklarınız, söyledikleriniz
şeyler hakkında sizi yalanladılar. Artık bu durumda ne (azabı) savmaya, ne de
bir yardım (görmeye) gücünüz yeter. Sizden kim haksızlık ederse, ona da büyük
bir azap tattırırız.
20— Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de
şüphesiz ki yemek yerler, çarşı-pazarlarda gezip dolaşırlardı. Bir kısmınızı
bir kısmınıza deneme ve sınav vesilesi kıldık. Sabreder misiniz? Rabbın ise yeterince bilip görendir.
Yüce Allah buyuruyor:
«Ey ademoğlu, şüphesiz ki seni (birçok olaylarla) denemekteyim ve seninle
(diğer insanları da) denemekteyim.» [22]
«Eğer ben isteseydim Cenâb-ı Hak benimle beraber altından ve gümüşten dağlar
yürütürdü.» [23]
«Peygamberimiz (A.S.)
Efendimiz hükümdar bir peygamber ile resul bir kul olma arasında (tercih yapmak
için) serbest bırakılmış; o, resul bir kul olmayı tercih etmiştir.» [24]
Açıklama :
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kavim ve milletlerin din ve dünya
işlerini düzene sokan bir peygamberdir. Ancak hiçbir zaman hükümdarlığa heveslenmemiş,
onlar gibi yaşamamıştır. Çünkü O, insanları kul ve köle gibi kullanan bir kral
değil, fakiriyle zenginiyle, aümiyle cahiliyle oturup
kalkan, onlara kardeşçe davranan ve her şeyini onların kurtuluşu ve mutluluğu
uğruna harcayan müstesna bir önderdir. Dünya tarihinde O'nun bir eşine
rastlamak elbette ki mümkün değildir.
«Sizden biriniz malca,
fiziksel yapıca daha üstün kılınan birine bakmak istediği zaman, (ona değil,
kendinden belirtilen hususta) aşağı olana baksın.» [25]
«Onları ve Allah'ı
bırakıp taptıkları şeyleri kaldırıp (hesap alanında) toplayacağı gün..»
Âyetin açık
anlatımından, Allah'ı bırakıp da ilâhlaştırdıkları şeylerin putlar olabileceği gibi,
bazı önemli kişiler de olabileceği anlaşılıyor. Şöyle ki: İlâhlaştırılan putlar
hiçbir zaman insanları saptırmazlar, yani böyle bir irâde ve yetenekleri söz
konusu değildir. O bakımdan âhiret gününde Cenâb-ı Hakk'ın taştan, ağaçtan
yontulmuş putlara; «Siz mi bu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan
saptılar?» diye sorunca, onlar şu cevabı verecekler: «Seni tenzih ederiz, bize
senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz..»
Putların bu haklı
cevabı şu inceliği yansıtmaktadır: Her şey hilkat kanununa ve yükletilen
programa göre Hakk'ın emrine boyun eğmekte ve O'nu tesbîh ve tenzih etmektedir. Cansız dediğimiz eşya kendi
kendini hiçbir zaman ilâhlaştırma duygu ve düşüncesine sahip değildir. Onlar
mutlak itaat üzere, yaratıldıkları amaca yönelik olarak hizmetlerini sürdürmekteler.
Onları ilâhlaştıran kalbi kör, vicdanı silik, kulağı sağır olan kâfirlerdir.
İlâhlaştırılan
kişilere gelince, bunları iki grupta toplamamız mümkündür. Bir grup ilâhlaşmak
sevdasında olmadığı, hattâ bundan nefret ettiği halde aşırı hayranları ve
ölçüsüz dalkavukları onları ilâhlaştırırlar. Bu kötü sonuçtan haberleri olduğu
halde engel olmaz da müfritleri kendi hallerine bırakılırsa, dolaylı şekilde
ilâhlaştırılmayı kabul etmiş veya benimsemiş sayılırlar. O takdirde âhiret gününde ilâhî soruya karşı cansız putların verdiği
tenzîhî mahiyetteki cevabı veremezler.
İkinci grup hem
ilâhlaştırmadan hoşlananlar, hem de o havaya giren maceracılardır. Tarihin
birçok dönemlerinde bu tiplere rastlamak mümkün. Onlardan biri de Fir'avn'dır. Yakın tarihimizde ise, bunlardan sivrilip dikkatleri
üzerlerine çekenler vardır.
O halde ilâhlaştırılan
kişileri diğer bir yorumla şu üç kısımda toplamak mümkündür:
1—
Kesinlikle istemedikleri ve bu tarz düşünenlerden haberleri oiun-ca bütün güçleriyle engel olmaya çalıştıkları halde aşırı
hayranlarının onları vefatlarından sonra ilâhlaştırdıklarını görüyoruz. Meselâ
: Yahudilerden bir kısmının Üzeyir (A.S.)ı Allah'ın
oğlu; Hıristiyanların da İsa Peygamberi Allah'ın biricik oğlu diye tanımaları
ve tanıtmaya çalışmaları bu cümledendir.
2— Büyük kahramanları ilâhlaştıranlar.
Kahramanların böyle bir iddia ve arzuları olmadığı halde aşırı hayranlarının
onları insan üstü görmeleri ve tanıtmaları ve az yukarıda belirttiğimiz gibi,
o kahramanların da bir süre sonra kendilerine verilen o manevî payeden
hoşlanmaları bu cümledendir.
3— Önce mürşit olarak sahneye çıkıp hayranları
artınca mehdiliğe heveslenen; daha da hayranları çoğalınca peygamberlik
iddiasıyla ölçüsünü aşan ve sonra da bununla da yetinmeyip Allah'ın
kendilerine hülûl ettiğini söyleyerek kendilerini
ilâhlaştıranlar bu cümledendir. Yakın tarihimizde İslâm âleminde ve birçok
ülkelerde yankı uyandıran Ahmed Ka-diyâni'yi ve Şirazlı Mirza Ali
Muhammed'i gösterebiliriz.
Birinci maddede açıklananlar,
âhiret gününde Cenâb-ı Hakk'ın zikredilen sorusuna 18. âyette belirtilen sözle
cevap vereceklerdir. İkinci ve üçüncü maddede açıklananlar ise, cevap veremiyecekler, hilâf-i hakikat bir söz söylemek isteseler
bile kendilerine o imkân verilmiyecektir. [26]
«Onlar (tapılan
şeyler), «seni tenzih ederiz, bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler
yakışmaz; ne var ki, sen onları ve babalarını nimetlerle zevke daldırdın, o
kadar ki seni anmayı unuttular ve yok olmaya uğratılan bir millet oldular»
derler..»
İsra Sûresi 16. âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, kavim
ve milletleri, aile ve toplumları din, ahlâk ve fazilet çizgisinden saptıran
birçok sebepler vardır; ama ölçüsüz, külfetsiz, alın tersiz ve el emeksiz
aşırı gelir ve onun tabii neticesi refah seviyesinin yükselmesi başta gelen
sebeplerden biridir.
O bakımdan Kur'ân'ı Kerîmde, servet sayılı zengin ellerde birikmesin,
gelir dağılımında adaletsizlik meydana gelmesin diye vergi, zekât, keffa-ret, adak, faizsiz ödünç ve sadaka adı altında
birtakım yükümlülükler getirilmiştir.
Elliye yakın yerde
erkek ve kadınlara hitapla mevcut mallarından zekât vermeleri emredilmektedir.
Aynı zamanda borçlu sıkıntıda olursa ona mühlet verilmesi birkaç yerde tavsiye
edilmekte ve zekâtın kimlere verilebileceği açıklanmaktadır.
Bu, hem müslümanların çalışıp zengin olmalarını, hem de kişinin yalnız
kendisi için çalışmadığını ilham etmekte ve sosyal adaletin lüzumuna parmak
basılmasını öğütlemektedir.
Nitekim Haşr Sûresi 7. âyetle Cenâb-ı Hak
servetin sayılı ellerde birikmesinin doğru olmayacağını beyanla şöyle
buyurmaktadır: «Allah'ın o (fethedilen) kasabalar halkından peygamberine ayırdığı ganimet, Peygambere, O'nun (fakir) hısımlarına,
yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır. Tâ ki bu mal içinizden zengin
olanlar arasında elden ele dolaşan bir servet haline gelmesin.»
Anlaşıldığı üzere
İslâm gelir dağılımı konusunda kalıcı hükümler koymuş ve tezelden
emek karşılığı olmaksızın servet biriktirmeyi takbih etmiştir. Şöyle ki:
1— Nimet külfetle orantılıdır. El emeği, alın
teri esastır.
2— Fahiş fiatla mal
satmak, müşteriyi aldatmak, faiz alıp vermek haramdır.
3— Zekât farzdır ve mutlaka muhtaçlara
dağıtılması gereklidir.
4— Keffaret, adak, fitre, fidye, sadaka ve faizsiz ödünç
toplumun sosyal adalet çatısının direğini oluşturur.
5— İsraf kesinlikle haramdır.
6— Müslüman cemaatten yana hizmette bulunmak,
onlarla dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunmak vaciptir.
İşte kalıcı,
yönlendirici, adaleti sağlayıcı bu emir ve kurallardan habersiz bir millet
veya kavim, ya da toplum mal buldukça azıp sapıtır.
Maddeyi tek amaç seçip önlerine koydukları için, ona ulaşmada her şeyi çiğnemeyi
mubah sayarlar ve bunun neticesi olarak birbirini sömüren, birbirine acımayan,
her kaptığını kâr bilen bir toplum veya millet meydana gelir. Nisa Sûresi 16.
âyette ülkelerin yıkılıp yok olmasının başlıca sebeplerinden biri, bu
düzensizlik ve adaletsizlik gösteriliyor.
Nisa Sûresi 5. âyette ise
elde edilen serveti beyinsiz müsriflere teslim etmemiz yasaklanıyor ve
Allah'ın bizlere verdiği nîmeti O'nun plân ve programına göre değerlendirmemiz
emrediliyor. [27]
«Bir kısmınızı bir
kısmınıza deneme ve sınav vesilesi kıldık. Sabreder misiniz?.»
Yirminci âyetle tekrar
peygamberlere caiz olon sıfatlara dönülüyor ve bu
konuda idrakleri uyanık tutmak ve hafızadaki izi derinleştirmek için uslûb-i ilâhî gereği yedinci âyette müşriklerin Peygamber
(A.S.) hakkında neler düşündükleri ve aleyhinde ne gibi ölçüsüzlüklerde
bulundukları konu edilirken, burada onlara cevap veriliyor.
Arkasından insanların
bir kısmının diğer bir kısmıyla devamlı sınavdan geçirildiği bildirilerek mü'minlerin küfrün ve lüksün şatafatı karşısında
kendilerine hakim olmaları öğütleniyor. Şöyle ki:
Kur'ân-ı Kerîm'den nasibini almayan bazı soylu ve makam
sahibi kişiler, kendilerini çok yükseklerde görerek fakirleri ve zayıfları
küçümser, onların bulunduğu meclise katılmayı gururlarına yediremezlerdi.
Özellikle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
Mekke ve Medine dönemlerinde bu gibi olaylarla karşılaştığı olurdu. İnsan
unsuruna değer verip Allah yanında en şerefli ve itibarlının Allah'tan en çok
korkup kötülüklerden sakınanlar olduğunu ilân eden İslâm Dini, câhiliye devrine ait bu gibi kötü âdetleri, sahte
gururları temelinden yıkıp attı. Müslümanları birbirlerine kardeş yapmak
suretiyle sınıf farkını kaldırdı.
Asr-i Saadet'te Kureyş'in ileri
gelenlerinden Âs b. Vâil, Ebû
Cehl, Ve-lîd b. Akabe ve
benzeri soylular; Ebû Zer, Bilâl, Süheyl ve benzeri
fakir ve kölelerin İslâm'a girdiğine bakınca bu dini kabul edip onlarla
birlikte aynı mecliste oturmayı bir türlü gururlarına yediremediler ve «biz bu
alçak rezillerle mi aynı mecliste oturacağız?!» diyerek büsbütün küfürlerini
artırdılar.
Sözü edilen kişiler, sayısız
nimetler içinde günlerini gün ederken, karnını doyuracak ekmek dahi bulamayan mü'minler Allah ve Peygamberini her şeyden üstün tutup
dişlerini sıktılar ve midelerinin üzerine taş bağladılar ve böylece onlar
sınavı kazanırken müşrikler kaybettiler, [28]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp canlı-cansız şeyleri ilâhlaştıran-lann
âhiret gününde taptıkları putlarla
yüzleştirilecekleri haber verildi. Sonra da peygamberi insan üstü bir varlık
şeklinde tahayyül eden müşriklere cevap verildi ve böylece peygamberin de bir
insan olduğuna işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, âhirete inanmayan müşriklerin yersiz ve anlamsız birtakım
isteklerde bulunmaları konu ediliyor. Dünyada değil, âhirette
melekleri görebilecekleri belirtilerek kendilerine hiçbir ümit haberi verilmiye-ceği hatırlatılıyor.
İmansız bir amelin Allah katında hiçbir değeri ve mükâfatı olmadığına atıf
yapılarak bu husustaki sünnetullaha dikkatler çekiliyor. [29]
21— Bize
kavuşacaklarını ümit etmeyenler. «Üzerimize melekler in-dirilseydi ya, ya da Rabbimizi görmeli değil
miydik» derler. And olsun ki onlar kendi kendilerine
büyüklük tasladılar da azgınlık ve taşkınlıkta hayli ileri gittiler.
22— Melekleri görecekleri gün, evet o gün suçlu
günahkârlara hiçbir müjde (haberi) yoktur. Melekler de «(müjde haberi size)
iyice yasak, yasak!» diyecekler.
23— Onların işlediği her ameli karşılayıp
dağılmış toz haline getiririz.
24— O gün Cennetlik olanlar en hayırlı eyleşecek, en güzel dinlenecek yerdedirler,
«B'zs
kavuşacaklarını ümit etmiyenler: «Üzerimize melekler
indirilseydi ya, ya da Rabbimizi
görmeli değilmiydik» derler,.»
Akıl ve idrâkleriyle
değil, hisleriyle değerlendirme yapan putperestler, Allah'ı kemal sıfatlarıyla
bilmez, sadece büyük bir kudret olduğunu tahmin ederlerdi. O bakımdan gaybe pek inanmazlar, âhiret diye
ikinci bir hayatın başlayacağına asla ihtimal vermezlerdi. Yahudilerden Samirî'nin Allah'ı maddeleştirmeye özendiği gibi, müşrikler
de birden fazla put yapıp tanrı inancını iyice basitleştirerek temelinden
yıktılar. Kendileriyle en büyük ilâh arasında vasıta ve yaklaştıncı
olarak putları seçip bağlandılar. O bakımdan aralarından bir adamın peygamber
seçilip görevlendirilmesine bir türlü akılları yatmadı ve Hz.
Muhammed'i (A.S.) kabule yanaşmadılar. Uydurdukları yalan ve iftiralar sonuç
vermeyince, onun peygamberliğini belgeliyecek iki
ayrı istekte bulundular: Meleklerin kendilerine ayan-beyân indirilmesi veya
Rablerini gözleriyle görmelerine imkân verilmesi..
Şüphesiz ki bu iki
istek de hissin şekle ve maddeye bağlı kalışının ayrı bir misali ve açık bir
tezahürüdür. Bununla beraber kendileri de bu iki hususun gerçekleşebileceğine
inanmıyorlardı, ne var ki Hz. Muhammed'i (A.S.) âciz
duruma getirmeyi ve Ona olan ilgi ve temayülleri zayıflatmayı plânlıyorlardı.
Yaratılan yaratanı,
sınırlı ve fâni olan sınırsız ve baki olanı nasıl görebilir? Kur'ân'da belirtildiği gibi, gözler O'nu idrâk edemez.
Meleklere gelince : Onlar
nurdan yaratılmışlardır. Baş gözüyle onları görmek mümkün değildir. Çünkü biz
ancak boşlukta yer tutan varlıkları görebiliriz. Bunlar da katı, sıvı ve gaz
halinde bulunurlar. Melek ve ruh ise bu üç varlığın dışında kalır. O bakımdan
görmemiz mümkün olmaz. [30]
«Melekleri görecekleri
gün, evet o gün suçlu günahkârlara hiçbir müjde (haberi) yoktur..»
İnkarcılar ancak ölüm anında
veya kıyamet gününde melekleri görebilirler; ama neden sonra; sorumluluk, iş
ve ibâdet dönemi sona ermiş, hesap ve karşılıkların verileceği güne adım
atılmıştır. Melekler onlara, kötü amellerine, inkâr ve tuğyanlarına karşı ceza
olacak bir haberle seslenirler : «(Müjde haberi size) iyice yasak, yasak»
derler. Çünkü onlar, o zâlimler en güzel haberleri veren, en doyurucu
müjdelerle seslenen Peygam-ber'e
(A.S.) İnanmamışlar, üstelik Ona yaian ve iftira
atmaktan da çekinmemişlerdi. Böylece ceza amelin cinsinden hazırlanıyor, yani
kişinin kendi Cennet ve Cehennem'ini beraberinde getirdiği hikmeti ortaya
çıkıyor. [31]
«Onların işlediği her
ameli karşılayıp dağılmış toz haline getiririz.»
Hukukta da böyledir:
«Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.» Kur'ân'da
ise bu genel kurala sık sık temas edilmektedir. Ancak
bu tekrarlar yer aldığı konuya göre bize ışık tutmakta ve düşünce ufkumuzu biraz
daha genişletmektedir.
Bu kurala göre:
Kişilerin işlediği bütün iş ve amellerin tek değer Ölçüsü, imân ve niyettir. O
halde amaç ve niyeti şan ve şöhret olan bir sanatçı, bir ilim adamı, bir âbit veya hayırsever kimsenin, yaptığı işe karşılık âhiret gününde bir mükâfat beklemeye elbetteki hakkı
yoktur. Çünkü o, o işi yaparken ne âhireti, ne
Allah'ın rızasını, ne de uhrevî mükâfatı düşünmüştü. Tek amacı, dünyada
şöhrete erişmekti. O halde yaptığı iş ve hizmetinin karşılığını dünyada
niyetine uygun almış bulunuyor. Bu bakımdan onun düşünmediği, inanmadığı ve
üstelik istemediği bir âhiret mükâfatını bizim
mutlaka ona lâyık görmemizin makul ve makbul bir yanı var mıdır? Bol keseden
cömertlik edip din ve Allah adına elimizde hiçbir delil yokken hüküm vermemiz,
hem dine ve Allah'a hakarettir, hem de o inanmayan kişi adına gereksiz bir
gayretkeşliktir.
Sonuç olarak temelinde imân,
mayasında Allah rızası bulunmayan hiçbir iş ve amel uhrevî mükâfata lâyık
değildir. Çünkü öylesi mükâfatını dünyada almış bulunuyor. [32]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların işlediği amellerin Allah yanında hiçbir değer taşımıyacağt ve bütünüyle toz olup dağılacağı konu edildi.
Her amelin iman ve niyete, amaç ve maksada göre karşılık göreceği açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet
gününün kâfirier aleyhine pek sıkıntılı ve üzücü
olacağı hatırlatılıyor. Bunun için dünyada sağlam imânın, ilâhi rızaya uygun
niyetin, ahlâklı dindar iyi arkadaşın lüzum ve önemine dikkatler çekilerek
kısa ömrümüzü nasıl değerlendirmemiz gerekiyorsa ona göre bir ölçü veriliyor. [33]
25— O gün gök beyaz bulutlar şeklinde (bir
görünüm vererek) yarılıp dağılacak; melekler grup grup
indirilecek.
26— o gün hak olan mülk (ve hükümranlık
bütünüyle) Rahmân'ındır. O gün kâfirler için pek sıkıntılıdır.
27— O gün zâlim zorba, ellerini ısırıp «keşke
Peygamberle beraber bir yol tutsaydım!» diyecek.
28— Eyvah, yazıklar olsun bana! keşke falanı dost
edin meşeydim.
29— And olsun ki bana Kur'ân geldikten sonra o dost (dediğim kimse) beni
saptırdı. Şeytan ise insanı aşağılık halde yapayalnız bırakandır.
Mekke'nin ileri
gelenlerinden Akabe b. Ebî Muayt,
çıkmış olduğu uzun seyahatinden dönünce Mekkeli dostları için mükellef bir
sofra hazırlattı. Bu arada Hz. Muhammed'i de (A.S.)
davet etmeyi ihmal etmedi. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ona : «Allah'ın varlığına, birliğine ve benim de hak peygamber
olduğuma inanıp şehadette bulunursan ancak senin
sofranda oturabilirim» dedi. Akabe, sırf sofrasının neşesi kaçmasın diye iki şehadet kelimesini getirmek suretiyle İslâm'a girdiğini
açıkladı. Ama çok geçmeden Peygamber (A.S.) Efendimiz'in baş düşmanlarından Ubey
b. Halef, Akabe'yi ağır bir dille kınayıp takbîh etti ve sonunda onu baba ve
dedelerinin dinine döndürmeyi başardı. O sebeple yukarıdaki 28 ve 29. âyetler
indi. [34]
Diğer bir
rivayet:
İbn Cerîr'in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı
rivayete göre: Müşriklerden Ubey b. Halef ara sıra
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in meclisinde bulunurdu.
Akabe b. Muayt onu bu meclise katılmaktan alıkoydu,
daha doğrusu engel oldu. O sebeple 27. âyet indi. [35]
«İyi ve kötü arkadaşın
yanında oturmanın misali, beraberinde misk taşıyan ve bir de ocağın başında
körük çeken kimseye benzer. Misk taşıyan ya sana
biraz ayırıp verir, ya da
sen ondan biraz satın alırsın veya hiç değilse ondan güzel bir koku duyarsın.
Körük çekenin yanında iken ise ya (bir kıvılcım
sıçrar da) elbisesini yakar, ya da ondan fena, tiksindirici
bir koku duyarsın.» [36]
«Kişi yakın dostunun
dini üzeredir. Artık sizden her biriniz kiminle dostluk kuruyorsa ona dikkat
etsin.» [37]
«Peygamber (A.S.) Efendimiz'e soruldu :
— Miktarı elli bin yıl olan kıyamet günü ne
uzun gündür?! Peygamber (A.S.) şu karşılığı verdi:
— Canımı kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki, o gün mü'mine öyle
hafifletilir ki, dünyada kaldığı bir vakit namazından daha hafif (ve kısa)
olur.» [38]
«O gün gök beyaz
bulutlar şeklinde (bir görünüm vererek) yarılacak da melekler grup grup indirilecek..»
Kıyamet olayında göğün
yarılıp beyaz bulut görünümünü arzetmesi, gökteki
mevcut sistemlerin ve yıldızların yörüngelerinden çıkıp çarpışması ve o yüzden
bazı cisimlerin toz haline gelmesi ile yorumlanabilir. Diğer bir ihtimal, bize
en yakın olan güneş sisteminin de bozulup parçalanması sebebiyle böyle bir
olayın vukuu hatıra gelebilir. Çünkü kıyamet demek, her şeyin alt-üst olması,
mevcut düzenin bozulup yeni bir düzenin oluşması demektir.
Ancak kıyamet olayında
güneşin de kararıp sarık misali durulduğunu dikkate alırsak göğün beyaz bulut
şeklinde bir görünüm arzetmesinin nasıl farkedileceği sorusu ortaya çıkar. Zira güneş dürülüp
kararacak veya parçalanıp dağılacak olsa, kâinat karanlıklar içinde kalır ve
artık bu durumda âyetin delâlet ettiği manadan maksat ne olabilir? Denilebilir
ki, kâinatta birçok güneşler vardır. Doğru ama dünyamızı ve çevremizi aydınlatan
sadece bize yaklaşık 149 milyon kilometre uzaklıkta olan güneştir ve Kur'ân bilhassa o güneşten söz ediyor.
Kıyamet sûresinde ise,
o gün ayın tutulup kararacağı, güneşle ayın bir-araya geleceği haber veriliyor.
Bundan anlaşılıyor ki, güneşin dürülmesi, büsbütün kararması demek değildir,
ayın bir süre kararıp tutulması ise, yörüngesinden çıkan güneşin diğer
gezegenlerle bir araya gelmesi sebebiyle ayın ondan ışık alma imkânının ortadan
kalkması demektir. Ayla güneşin birleşmesi ise, kıyamet olayında dünyanın da
kendi yörüngesinden çıkıp bozulan sistemler içinde kalacağından güneşle,
birleşen ayın belirsiz hale gelmesini insanların farketmesinin
mümkün olmayacağı; zira o durumda hiçbir insanın hayatta bulunmayacağı
şeklinde yorumlanabilir.
Tekvîr Sûresinde ise yıldızların parçalanacağından söz
edilirken, güneşin tekvîre uğrayacağı, yani
dürüleceği belirtilmektedir. Tekvîr kelime olarak, Zamahşerî'nin de açıkladığı gibi iki manaya delâlet eder.
Birincisi: Sarık misali dürülüp katlanması ve böylece ziyasının yayılmaması,
inkıtaa uğramasıdır. İkincisi: Yörüngesinden çıkarılıp atılmasıdır.
Her iki yoruma göre de
güneşin kıyamet olayı sebebiyle bulunacağı kesimde çevresini aydınlatacağı
neticesi ortaya çıkıyor. Nitekim İnfitar Sûresi 1-3.
âyetlerde göğün yarılacağı, yıldızların yerlerinden koparak parçalanıp
dağılacağı, denizlerin kaynayıp birbirine kanşacağı
konu edilirken güneşten söz .edilmemektedir. Burada ya
güneş de bir yıldız sayılarak genel bir anlatıma tabi tutulmuştur, ya da güneşin bir istisna teşkil edip parçalanmayacağına
işaret edilmiştir. İkinci yorum daha uygundur. Zira güneş büsbütün kararacak
veya parçalanıp dağılacak olsa, göklerin beyaz bulutlar gibi bir görüntü arzetmesini görmek ve anlamak mümkün değildir.
Diğer bir husus da
şudur: Kıyametin ani kopması söz konusudur ki bu, sahîh hadîslerle
açıklanmıştır. Öyle ki: Kişi lokmasını hazırlayıp ağzına götürmek üzere iken
onu yemeğe, davarından süt sağanın ondan içmeğe, malını müşterisine tezgâh üzerine
açıp arzeden satıcı onu dürüp kaldırmaya fırsat bulamıyacaktır. Bu durumda insanlar hemen ölecekler mi, yoksa
o müthiş olayı görüp öylece ruhları alınacak mı? Kıyamet Sûresinin 8-10.
âyetlerden insanın hemen ölmeyeceği ve müthiş bir şaşkınlığa uğrayıp «eyne'l-mefer» yani «kaçtş nereye?» diyecekleri ifâde ediliyor ki bu, ktyâmet olayına kısa bir süre şahit olacaklarını
göstermektedir.
Ayrıea kıyamet kopup yeni düzen kurulunca güneşin mahşer
alanına yaklaştırılacağı da sahîh hadîslerle belirtilmiştir ki, bu da kıyamet
olayıyla güneşin büsbütün yok edilmiyeceğinin bir
başka delili sayılabilir. [39]
«Melekler grup grup indirilecek..»
Kıyamet olayıyla mevcut düzen
bozulup yeni ye kalıcı bir düzen meydana gelirken meleklerin bölük, bölük
indirileceği haber veriliyor. Bu hususu büyük sahabi
İbn Abbas (R.A.) özetle
şöyle anlatıyor: «Allah (c.c.) kıyamet gününde insan, cin, hayvan ve diğer
bütün canlıları bir yerde toplar. Bunun hemen arkasından birinci gök yarılıp
ondaki melekler iner ki onlar yeryüzündeki insanlardan ve cinlerden çoktur.
İnsan ve cinleri kuşatırlar. Sonra ikinci ve üçüncü., tâ yedinci göğe
varıncaya kadar bütün gökler sırayla yarılıp ondaki melekler iner. Bir sonraki
göğün melekleri bir öncekinden çok olduğundan sonrakiler öncekileri kuşatırlar.
Sonra da Cenâb-ı Hak kudret ve azametiyle nurdan
gölgelikler halinde Karrubiyyûn veya Karubiyûn (İlâhî tecellilere en yakın olan ileri gelen
melekler)le beraber tecelli eder..» [40]
Oğün hak o\an mülk (ve hükümranlık bü-tünüyle)
Rahmân'ındır.
Cenâb-ı Hak bu âyetle bir gerçeğe daha değinerek aklı eren mü'min-lere iyice düşünmeleri
için temel bilgi vermektedir. Şöyle ki: Kıyamet olayından sonra kurulan yeni
ve kalıcı düzene «hak olan mülk» denilmektedir. Bundan, yıkılıp dağıtılan eski
düzenin yani içinde bulunduğumuz hayat ve nizamın hak olmadığı anlaşılıyorsa da
gerçek öyle değildir. Mevcut hayat ve nizam da haktır; ancak yıkılıp yok
edilme, elden çıkma açısından hak değildir. Zira «hak» çok yönlü ve geniş
manalar taşıyan bir kavramdır. Burada ise, eski kurulu düzenin plân ve
programıyla ilgili olmayıp, onun günü ve saati gelince yıkılmaya mahkûm
olduğuyla ve ayrıea kişilerle, aile ve milletlerle
ilgili eğreti mülkün gerçek sahiplerinin onlar olmadığıyla ilgili bir anlam
taşımaktadır. Zira hakiki mülk elden gitmeyen, zeval bulmayan, sahibi de
ölümsüz olan mülktür.
Böylece âhiret
âleminde hak olan mülk bütünüyle yegâne hükümran olan Rahmân'ındır. Zira âhirette artık mal, mülk, altın, gümüş ve sair kıymetli
eşya kavgası yoktur. Aynı zamanda bunları elde etmek için çalışmaya ve uğraşıp
didinmeye de lüzum söz konusu değildir. Orada tapu ve tes-çil
de yoktur. İnsanların anladığı manada sınır ve koruluk da mevcut değildir. Cenab-ı Hak cennetliklere istek ve arzularının çok üstünde
kalıcı mülk ve nimetler verecektir. [41]
«O gün zâlim zorba
ellerini ısırıp «keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım» diyecek..»
Peygambere ve
getirdiği esas ve prensiplere uymamız, hılkatımızda-ki
amaca, kâinat planındaki belirlenen yerimize uygun bir yol tutmamız ve ona göre
hayatımızı düzenleyip yaşamamız demektir. Zira bizi ilim ve kudretiyle yaratan
Allah, en uygun biçimde yaşamamızı da plânlamış ve bunu bize Peygamber ve kitap
vasıtasıyla bildirmiştir.
Buna pratikten bir
misal verecek olursak, bir elektronik cihazı gösterebiliriz. Onu icad edip yapan ilim adamı, onun sağlıklı ve verimli çalışmasına
yönelik bir şema ve tanıtma broşürü de hazırlar.
O halde her konuyu ehline bırakmamız
ve her işi uzmanından sorup öğrenmemiz gerekmiyor mu? Hak din Allah'tan
indirildiğine ve Peygamber vasıtasıyla tebliğ edildiğine göre onu en iyi
şekilde ancak Peygamber'den, indirilen kitaptan ve Peygamber yolunda olan
yetkili ilim adamlarından öğrenmemizden daha tabii ne olabilir? O bakımdan
ölümlü bir hayatta aklını kullanabilen bir insan için gerçek dost ve arkadaş
Allah ve Peygamberidir. Zira bizi en doğruya, gerçeğe, saadete ve en kalıcı
hayata çağıran ancak onlardır. Madde ve menfaate dayalı arkadaşlık ve dostluk
maddenin ve menfaatin kesildiği yerde, hiç değilse ölümle biter. Allah için
arkadaşlık ve dostluk ise ebediyen devam eder. Ne var ki bu hakikati bilenler
pek azdır. İnsanların çoğu ancak öldükten sonra anlarlar ama neden sonra.. Cenab-ı Hak 28 ve 29. âyetlerle bu gerçeği şöyle tasvîr
etmektedir: «Eyvah, yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim. And olsun ki bana Kur'ân
geldikten sonra o dost (dediğim kimse) beni saptırdı. Şeytan ise insanı
aşağılık halde yapayalnız bırakandır.» [42]
«Eyvah, yazıklar olsun
bana! Keşke fafâni dost edinmeseydim..»
«İyi arkadaşsın
tarifi, dinlere, inançlara, ideallere ve kültürlere göre değişir. O kadar ki,
birinin iyi arkadaş diye tanımladığını, diğeri kötü arkadaş diye
tanımlar.
Bizim «iyi arkadaş» ve
«iyi doststan kasdımız, Kur'ân'a ve Resûlül-lah'in (A.S.) sünnetine göre tarifi yapılan din
kardeşlerimizdir,
Kur'ân neden iyi arkadaş, samimi dost üzerinde ısrarla
durmaktadır? Çünkü her inean psikolojik olarak
çevrenin ve yakın bildiği kişilerin az veya cok
tesiri altındadır. İstese de, istemese de kendini bu tesir alanının dışına
tamamen çıkaramaz; daha doğrusu böyle bir duyguyu bütünüyle içinden söküp
atamaz, O halde insan iyi, ya da kötü tesirler
bırakan çevre ve yakınlarını çok iyi seçmesini bilmelidir. Zira dünya ve âhiret saadetinin bir ucu da buna dayanmakta ve kişi yakın
dost ve arkadaşıyla tanınmakta ve bir bakıma değer ölçüsü almaktadır.
Unutmamak gerekir kî,
iyi insan olmak zor, kötü insan olmak kolaydır. Nefis ve İblîs ise insanı
daima kolay olana iter ve onu çekici olarak takdim eder.
Kur'ân bu inceliklere parmak basıp, Allah'a imân edenleri
uyarmaktadır. Dünyada bu ölçü ve prensibin dışına çıkıp kötü arkadaş edinenlerin
nasıi bir pişmanlık duyacaklarını haber vermektedir.
Şüphesiz dünyada da, âhirette de, hayatın sıkıcı taraflarından biri de,
imansızlıktan sonra arkadaşsız ve dostsuz yaşamaktır. Allah için dost
edindiğimiz arkadaş bir bakıma sağlık gibidir; değeri ancak uzak olduktan
sonra anlaşılır. O bakımdan dünyada da, kabirde de ve âhiret
gününde de Allah için sevdiğimiz ve güvendiğimiz arkadaşlara ihtiyacımız
vardır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu gerçeği şöyle
belirtmişlerdir: «Ölülerinizi sâlih bir kavim (topluluk)
arasına gömünüz.» [43]
Özetliyecek olursak, iyi arkadaşın kim olduğunu şöyle
belirtebiliriz : «İlâhî rıza terazisinde değer bulup tartılan tek arkadaş,
doğru yolu gösteren, yanlış yolda yürüdüğümüzü görünce bizi uyaran ve
sıkıntılı günlerimizde bize destek olan kimsedir.»
Ancak tek taraflı arkadaşlık
ve dostluk pek sağlıklı olmaz. O bakımdan dost ve arkadaş olan iki kişi şunu
hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır: Dostluk itina isteyen bir gül fidanına
benzer. İlâhî rıza ile gönül toprağına dikilmeli, kitap ve sünnet ile bakımı
yapılmalıdır. [44]
Yukarıdaki âyetlerle âhiret gününün kâfirler için çok sıkıcı olacağı konu
edildi. Sonra da dünyada arkadaş edinirken nelere dikkat etmemiz gerektiği
üzerinde durularak aydınlatıcı bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
çevrenin, ödet ve geleneklerin tesiri aitında kalıp Kur'ân'ı bir tarafa iterek hayat dizginini nefis ve
şeytanın eline terkeden inkarcılar ve iki yüzlü
dönekler üzerinde duruluyor. Sonra da hemen her peygamberin karşısına bu
karakterde olan kimselerin çıktığı ve hakka karşı bir bakıma savaş açtığı
hatırlatılarak hem Hz. Muhammed (A.S.), hem de çok
sıkıntılı günler geçiren arkadaşları teselli ediliyor. [45]
30— Peygamber de dedi ki: «Ey Rabbim! şüphesiz ki
kavmim bu Kur'ân'ı (bir kenara itip) terkettiler.»
31— İşte bunun gibi her peygamber için suçlu
günahkârlardan bir düşman ortaya çıkardık. Doğru yolu gösterici ve yardım
(elini) uzatıcı olarak Rabbin yeter.
«Peygamber dedi ki: Ey
Rabbim, şüphesiz ki kavmim bu Kur'ân'ı (bir kenara
itip) terkettiler.»
İnsan hayatını, ondaki
ruhun yüceliğine eşdeğerde düzene sokan tek kitap, Kur'ân'dır.
Ruh ilâhî kudretin bir nefha veya tezahürü olarak bir
süre konaklamak üzere bedene yerleştirilir. Allah'tan geldiği gibi, bir süre
sonra O'na dönmek zorundadır. Ondaki ilâhî letafet cilasını korumamız farzdır.
Bu da ancak imân düzeyinde sâlih amellerle mümkündür.
O halde insanla Allah arasındaki engelleri ancak ruhumuzun muhtaç bulunduğu
ibâdet gıdasını vermekle kaldırmamız gerekmektedir. Bu gıdayı mutlak anlamda Kur'ân vermekte ve sünnet onun listesini hazırlamaktadır.
Gerçek bu olunca, Kur'ân'ı bir tarafa itip bütün
himmet ve gayreti mideye yöneltmek cehaletin en kötüsü, körlüğün en fenasıdır.
Unutmamak gerekir ki,
insanın hayvanî duygularını meşru sınırlar içine alıp ilâhî hoşnutluğa uygun
şekilde kanalize eden tek rehber Kur'ân
ve sünnettir. Bu iki kaynak hayvanî sıfatlarımızı kontrol altına almakla kalmaz,
insanî düşüncelerimizi harekete geçirir ve böylece bize insan olmamızın anlam
ve hikmetini öğretir.
Bunca yararları,
feyizleri beraberinde taşıyan bu ilâhî kitaba uymamak, kalbi insanlıktan yana
merhamet ve şefkatla dolup taşan Resûlüllah
{A.S.) Efendimizi üzmekte ve haklı şikâyetine sebep olmaktadır.
Şüphesiz kâinat Allah'ın
kudret eliyle kurduğu mükemmel bir sistemdir ve bütünüyle insandan yana
düzenlenip hizmete sevkedilmiştir. İnsan ise,
kâinatta hâkim olan ilâhî plân ve programı anlamakla yükümlüdür. Aynı zamanda
kâinat planındaki yerini bilmek ve niçin yaratıldığının hikmetini idrak etmek
zorundadır. Ne var ki o bütün bu incelikleri tek başına tesbit
edip kavrayamaz, mutlaka bir yol göstericiye ve eğiticiye muhtaçtır. İşte Kur'ân bu gerçekleri öğretmekte ve en doğru bilgiyi
vermektedir. Hz. Muhammed (A.S.) de bunun
muallimliğini yapan Allah'ın son peygamberidir. [46]
İşte bunun gibi her
peygamber için suçlu günahkârlardan bir düşman ortaya çıkardık.»
Kur'ân bu zıtların tartışma ve sürtüşmesinin, hayatın
hareket kazanması, ilmî araştırmaların hızlanması için dünya hayatının ona
göre planlandığına işaret etmektedir. Buna misal olarak da, gönderilen her
peygamberin karşısına, hakkı reddeder şekilde birtakım düşmanların çıkarıldığı
gösterilmektedir. Zira her şey zıddıyla daha iyi tanınabilir ve daha çok gelişme
şansına sahip olabilir. Nitekim kâinat bütünüyle zıtların yarıştığı, boy
ölçüştüğü bir alandır. Gece-gündüz, soğuk-sıcak, acı-tatlı, iyi-kötü,
doğru-yanlış ve benzeri karşıtlar..
Peygamberin görevi, hakkı tanıtmak, bâtılı
göstermek ve ilâhî buyruklan dosdoğru teblîğ edip
tehlikeye karşı uyarmak ve hakka gönül kapısını açık tutanları ebedî
saadetlerle müjdelemektir. Doğru yola eriştirmek, kalplere imân cevherini
yerleştirmek ise Allah'a aittir.
Böylece Kur'ân,
peygamberin ve Onun yolunda yürüyen mürşitlerin görev ve yetkilerinin sınırını
belirtmekte ve Allah ile kulları arasında bir imkân ve irâde sınırının
bulunduğuna işaret etmektedir. [47]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların Kur'ân'a karşı olumsuz yöndeki
tutumlarına temas edilerek hakla bâtılın karşılaşmasının hayat plânında yer
aldığına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcıların basit mantık oyunlarına başvurdukları belirtiliyor ve gereken susturucu
cevap verilerek hikmetine kapı açılıyor; daha iyi düşünmemiz ilham ediliyor. [48]
32— İnkâra
saplanıp kalanlar dediler ki; «Kur'ân O'na (Muhammed'e) bir defada bütünüyle indirllseydi ya..» Biz onunla
senin kalbini iyice yatıştırıp pekiştirmek ve tane tane
okuman için böylece (parça parça ve uzun sürede)
indirdik.
33— Sana bir misâl getirmezler ki mutlaka biz
(ona karşılık) hakkı yorum ve açıklama cihetiyle en güzelini getirmiş
olmayalım.
34— Onlar kî toplanıp yüzükoyun Cehennem'e sevkedilirler, işte onlar yer cihetiyle daha şerli, yol
cihetiyle daha sapıktırlar,
Yahudi din adamlarından bir
kısmı, «Tevrat bir defada indirildiği gibi, Kur'ân da
-eğer Allah tarafından gönderilen bir kitap ise- bir defada indirilmeli değil
miydi?» diyerek birtakım şüphelere ortam hazırlamak istediler. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [49]
«Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimiz'e sordu : «Ey Allah'ın Peygamberi! Kıyamet
gününde kâfir nasıl yüzükoyun hasredilecek?» Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şu
cevabı verdi: «Onu iki ayağı üzerine yürütmeye kudreti yeten Allah'ın kıyamet
gününde yüzükoyun yürütmeye elbetteki kudreti yeter.» [50]
İnkâra saplanıp
kalanlar dediler ki: «Kur'ân Ona (Muhammed'e) bir
defada bütünüyle indirilseydi ya.» Biz onunla senin
kalbini iyice yatıştırıp pekiştirmek ve tane tane
okuman için böylece (parça parça ve uzun sürede)
indirdik.»
Tevrat ile İncil'in
parça parça değil de bir defada bütün halinde indirildikleri
söylenirse de bunu kesin isbat edecek delil ve belge
mevcut ğildir. Zira günümüzde mevcut Tevrat ve İncil
nüshalarında buna delâ-eden açık bir belgeye
rastlamak mümkün olmamakla beraber Kur'ân'-da bu
hususta bir açıklama yapılmamıştır. [51]Ancak
bu tarz iddianın takım yorumlara dayandırıldığını biliyoruz.
Nitekim ilim
adamlarımızın bir kısmı bu iki eski kitabın da Kur'ân
gibi rça parça, bölüm bölüm
indirildiğini söylerler. Yahudiler ise, Tevrat'ın bütün halinde bir defada indirildiğine
inanırlar.
Müfessir Alâaddin Ali'ye göre : Tevrat ve İncil, okur-yazar olan
pey-mberlere indirildiği ve ayrıca onlarda nâsih ve mensûha yer
verilmedi-için birer bütün halinde bir defada indirilmişlerdir. Kur'ân ise okur-yazar nayan bir
peygambere indirilmiş ve aynı zamanda Kur'ân'da birtakım
sih ve mensûh hükümler de
yer almıştır. O bakımdan da parça parça dirilmesine
gerek görülmüştür. [52]
Şüphesiz ki bu, adı
geçen müfessire has bir yorumdur. Delil ve da-nak
olarak bir kaynak vermemiştir.
Kur'ân'ın ise, yapılan ciddi tesbitlere
göre, yirmi üç yıla yakın bir sü-içinde olayları
hedef alarak parça parça, bölüm bölüm
indiği kesindir, [kandaki âyetle de bu husus açıkça belirtilmekte ve İsrâ Sûresi 106. etle de bu hususa yer verilmektedir. Şöyle
ki: «İnsanlara ağır ağır, aralı, nefes ala -ala okuyasın
diye Kur'ân'i parça parça
sunduk, gerektikçe ıtiyaca göre) indirdik.»
Kur'ân'ın parça parça uzun bir sürede
indirilmesinin, konumuzu oluş-ran âyette sadece
hikmetlerinden ikisi açıklanmaktadır. Ancak İsrâ
Sû-sinde ve ilgili hadîslerde bundan başka birkaç sebep ve hikmetin de ılunduğunu anlıyoruz. Onları şöyle özetliyerek
sıralayabiliriz :
1— Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
kalbinin iyice yatışması ve bir da-ı unutmamak üzere hafızasına iyice
nakşedilip derin iz bırakması,
2— Tane tane,
kelimelerin üstüne basa basa rahat okumasının sağ-nması,
3— Hangi âyetin hangi sebeple veya hangi olayı
hedef alarak indiği-ı bilinmesi,
4— Hangi hükmün hangi hâdiseden dolayı
indirildiğinin tesbit edilmesi.
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sık sık Melek
Cebrail ile buluşması,
6— Ashab-ı Kiram tarafından rahatlıkla yazılıp ezberlenmesi bu
cümledendir. [53]
«Sana bir misal
getirmezler ki, mutlaka biz (ona karşılık) hakkı yorum ve açıklama cihetiyle
en güzelini getirmiş olmayalım.»
Kur'ân : Sözüyle, anlamıyla ilâhîdir. İnsan sözünün çok
üstünde, benzer kabul etmez bir kudrettedir. Koyduğu hükümler, taşıdığı ana
fikirler, sergilediği hikmetler, açtığı ilmî kapılar her türlü takdir ve
kıyasın üstündedir.
Bu bakımdan Kur'ân varlık âlemini aydınlatan bir güneştir. Beşer kafasından
çıkan bütün buluşlar ve bilgiler bu güneş karşısında birer lamba gibidir.
İnkarcı edipler, şâirler,
hatipler bu güneşi balçıkla sıvamak için çeşitli yollara başvurmuş, akla
gelmedik yalan ve iftira atmışlardır; ama her defasında onun parlaklığı,
erişilmez yüceliği karşısında silinip belirsiz hale gelmişlerdir. Getirdikleri
her misal, Kur'ân'ın ilâhî beyanı karşısında sabun
köpüğü gibi sönmeye mahkûm oldu ve olmaya devam etmektedir. Her fikir, her
sistem ve kural zamanla tazeliğini, geçerliliğini kaybetmekte, Kur'ân'ın getirdiği ilâhî sistem ve hükümler gün geçtikçe çilâlanmakta ve
tazelenmektedir. Böylece Kur'ân kıyamet kopuncaya
kadar hep ışık verecek, kararıp silinmiyecektir.
İlgili âyetle Kur'ân'ın ilâhî özelliklerine parmak
basılarak her yönüyle tetkike, araştırma ve incelemeye değer olduğuna işarette
bulunuluyor. Sonra da bu hakikatler karşısında inkârlarında ısrar eden
şaşkınların yer cihetiyle daha şerli, yol cihetiyle daha sapık olduklarına
dikkatler çekilerek, öylelerinin dünyada da, âhirette
de hakkın karşısında alaşağı olup küçülecekleri bildiriliyor. [54]
Tertîl: Tane tane, ağır ağır, harflerin mahreçlerine dikkat ede ede,
kelimelerin telâffuz hakkını vere vere ahenkli
okumak anlamına gelir: Nitekim ünlü iûgatçi Şeyh Mecdüddin Firuzabâdî el-Kamus'da «tertîl»i şöyle tarîf
etmiştir: «Sözü yerli yerinde güzel ve uygun bir düzen üzere te'lîf ve tertip etmektir. Aynı zamanda Kur'ân'ı
tane tane, aheste aheste
okumaktır.»
Kök masdarı «retel»dir ki bu, inci dizisi gibi İatîf
bir vech, uslûb-i mütenasip
üzere muntazam ve mürettep olmak anlamınadır.
Rağıb, el-Müfredatında bunun ise şu kısa tanımlamasını
yapmıştır. «Tertîl: Sözü ağızdan kolaylıkla ve düzgün
telâffuz edip çıkarmaktır.»
Melek Cebrail Kur'ân'ı tertîl üzere Resûlüllah'in (A.S.) kalbine ilka
eder; Peygamber de (A.S.) aynı ahenge ve üslûba bağlı kalarak okur ve öylece
okunmasını sağlardı. İşte ilgili 32. âyetin son cümlesiyle bu önemli husus
hatırlatılmaktadır. [55]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı maddecilerin, putperest şaşkınların Kur'-ân ve Peygambere karşı
anlamsız düşmanlık beslemeleri konu edildi. Sonra da hakkın üstünlüğüne
atıflar yapılarak ilâhî sistem ve üslûba erişmenin mümkün olamıyacağına
işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, gelip
gecen kavim ve milletlerin hayatından buna benzer misaller verilmekte ve küfrün
hemen her devirde azgınlık, saygısızlık, ölçüsüzlük ve şirretlik gösterdiği
bildirilerek, buna karşı mü'minlerin dayanma
güçlerini ortaya koymaları, yani sabırlı hareket etmeleri istenmektedir. [56]
35— And olsun ki Musa'ya kitap verdik ve kardeşi Harun'u maiyetinde
(bulunmak üzere) vezir yaptık.
36— Onlara,
âyetlerimizi yalanlayan millete gidin, dedik. (O mîllet buna rağmen yalanlama
ve inkârdan vazgeçmeyince) çok geçmeden onları fena
halde yok ettik.
37— Nuh
kavmine de (uyarıcı peygamber) gönderdik; peygamberleri yalanlayınca onları
(suda) boğduk ve kendilerini (geride kalan) insanlara bir öğüt ve ibret kıldık.
Zâlimlere de elem verici bir azap hazırladık.
38— Âd'ı da, Semûd'u
da, Ress (Yemame
yöresindeki kasaba veya taşla örülmüş kuyu) halkını da ve bunlar arasında
(gelip gecen) birçok nesilleri de (yine aynı sebeplerle) yok ettik.
39— Onların herbirleri
için (doğru yola dönerler diye) misâller verdik ve (sonunda) herbirini yıkıp belirsiz hale getirdik.
40— And olsun ki onlar
(inkarcı sapıklar) âfet yağmuruna tutulup (yok edilen) kasabaya varmışlardı,
onu görmediler mi? Hayır, yeniden di-rilip kalkmayı
ummazlar.
41— Seni gördükleri zaman, «Allah'ın elçi olarak
gönderdiği bu mudur?» diyerek (ciddi hiçbir tavır takınmazlar), sadece alaya
alırlar.
Mekke'de aralıksız
haksız saldırılara uğrayan, her türlü mal ve can emniyetinden mahrum edilen;
din ve vicdan hürriyetlerine zincir vurulan ilk cefakâr mü'minleri
Cenâb-ı Hak önce teselli etmekte, sonra da yakın
gelecekte küfrün başaşağı gelip silineceğine işaretle
müjde vermektedir. Bununla, Nuh ve Musa (salât-ü
selâm ikisine olsun) kıssalarının birer özetini vererek mü'minlerin
biraz daha sabretmelerini tavsiye etmektedir.
Böylece gelip geçen
kavim ve milletlerden, onlara gönderilen peygamberleri yalanlayanların bir bir yıkılıp yok edilmelerinden söz edilirken birer özet verilmesi
elbette ki çok anlamlıdır. Şöyle ki : Önce Mekkeli putperestler, sonra da
yaşamakta olan hak düşmanları uyarılmakta ve sıkıntıda olan mü'minlere Kur'ân'a bağlı
kaldıkları takdirde kurtuluşa erişecekleri müjdelenmektedir. Zira hakka karşı
baş kaldırıp geçmiş milletler-deki gibi aynı inkâr ve azgınlığı gösteren
milletlere karşı ilâhî sünnetin hükmü aynen inecektir.
Araplarca çok iyi bilinen
Nuh Tufan'ı bir defa daha gözler önüne seriliyor. Kur'ân
bununla Mekkeli'lerin sonlarının yaklaşmakta olduğunu
dolaylı şekilde haber veriyor. Musa Peygamberle Fir'avn
kıssası da aynı haberi kuvvetlendiriyor ve Mekkeli'lerin
Fir'avn kadar kuvvetli olmadığına işaretle mü'minlerin önünde baş eğecekleri günlerin çok yakın
olduğuna kapalı şekilde değiniliyor.
Böylece zâlim
inkarcılara elem verici bir azabın hazırlandığı bir defa daha hatırlatılıyor.
Küfür ve zulmü kendine sanat edinen hiçbir milletin ayakta duramıyacağına
dikkatler çekiliyor.
Tarihi az-çok bilinen
ve yıkılan yurtlarında kalıntılarına rastlanan Âd ve Semûd
kavimlerinin acıklı sonuçları üzerinde daha iyi düşünmeleri için hem Mekkeli
putperestlere, hem de yaşamakta olan inkarcı zâlim maddecilere birer fırsat
veriliyor. Umman ile Dahraman arasındaki
yıkıntılarının bakiyesini, Hicaz'a yakın Hier
bölgesindeki Semûd kalıntılarını görmeyen Arap mı
kalmıştı..
Ress: Bu isim hakkında farklı tesbit
ve yorumlar yapılmıştır. Şöyle ki:
a) Büyükçe bir kuyu çevresinde yer alan bir
kavimdir. Şuayb Peygamber (A.S.) onlara
gönderilmişti. İnkâr ve azgınlıkta ısrar edince de kuyuları ile birlikte yerin
dibine geçirilmişlerdi.
b) Yemame yöresinde
bir kuyu ve bu kuyuya sahip olan bir kavimdir.
c) Tabiînden Saîd b. Cübeyr'e göre, Hanzele b. Safvan adında bir peygamberin gönderildiği bir kavimdir ki,
inkâr ve zulümde çok ileri gittiklerinden dolayı yok edilmişlerdir.
d) Antakyah'lardır ki Habib en-Neccar'ı öldürmüşlerdi.
'
e) Homoseksüel olan bir kavimdir. Zina ve livatada hiçbir sınır tanımadıklarından ve gönderilen
peygambere işkence ettiklerinden dolayı yok edilmişlerdir.
Kötü bir afet
yağmuruna tutulup yok edilen millet ise: Kuvvetli bir ihtimalle Şam yolu
üzerinde yer alan Lût kavmidir. Püskürük lavların
altında taş yağmuruna tutulup ahlâksızlıklarının cezasını en acı şekilde tatmışlardı.
Mekke ve çevresinde yaşayanların önemli bir kısmı ticaretle meşgul olup Şam ve
Yemen'e ticarî kervanlar tertiplerlerdi. Böylece güzergâhta sözü edilen bazı
kavimlerin kalıntılarını görme fırsatını bulurlardı. Ne var ki, kalıntıları
sadece baş gözüyle görmenin onlar için pek ibretli bir yanı yoktu. Kalp ve akıl
gözüyle inceleyip yıkılışlarının sebep ve hikmetlerini düşünmeleri gerekirdi.
Ama onlarda ne böyle bir kalp, ne de akıl gözü vardı.
İlgili âyetle bu
inceliğe işaret edilerek tarihî kalıntıları iyice incelememiz isteniliyor.
Kur'ân inkarcı sapıkların yıkılıp yok edilmelerinin birtakım
sebepleri üzerinde dururken zulüm ve ahlâksızlıklarını ve bir de öldükten sonra
di-riltileceklerine inanmamalarını başta gösteriyor.
Böylece Kur'ân Allah'ın varlığına ve birliğine imânı
adalet ve ahlâkla ve âhirete dosdoğru inanyalanlayınca onları (suda) boğduk ve kendilerini
(geride kalan) insanlara bir öğüt ve ibret kıldık. Zâlimlere de elem verici bir
azap hazırladık. [57]
Yukarıdaki âyetlerle
inkarcı zâlimlere, gelip geçen milletlerin benzeri küfür ve inat sebebiyle yok
edildikleri hatırlatıldıktan sonra Mekkeli'lerin Hz. Peygamber'e (A.S.) karşı alaylı tavırları konu edildi.
Körü körüne atalarının bâtıl inançlarına bağlı kalmada ısrarlı oldukları
belirtilerek mü'min-lerden
yana zaferin yakın olduğu müjdesi kapalı bir anlatımla işlendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
müşriklerin bâtılı hak sanıp, putlara tapmanın doğruluğunu iddia ettiklerine
yer veriliyor. Sonra da nefsanî heveslerinin peşine
takılıp şehevî arzularından başka bir himmetleri olmayan ve böylece haktan
uzaklaşan sapıklara dikkatler çekilerek aklını ve vicdanını doğruyu bulmada
kullanmayan o kimselerin davarlardan daha şaşkın oldukları hatırlatılıyor. [58]
42— «Tanrı edindiğimiz (putlara tapmakta)
sabretmemiş olsaydık, neredeyse bizi saptıracaktı!» derler. İleride bunlar
azabı görünce kimin yol edinme bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.
43— Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü? Yokso sen mi onun üzerine (koruyucu, kurtarıcı) vekîl
olacaksın?
44— Yoksa sen onların çoğunun işittiğini, ya da aklettiğini mi sanıyorsun?
Onlar ancak davarlar gibidirler, hayır onlar yol edinme bakımından daha da
şaşkındırlar.
Ebû Cehl, Resûlüilah
(A.S.) Efendimiz'i görünce. Onun yüksek şahsiyeti,
üstün vakar ve terbiyesi ve hakkı tavsiyedeki eşsiz kabiliyeti karşısında
küçülür ve hasedinden ne yapacağını bilmez olur, sonra da «Allah'ın peygamber
olarak seçip gönderdiği bu mudur?» diyerek, alaylı bir tavır takınır ve
gülerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [59]
Mekke'lî söz sahibi olanların çoğu Hz.
Muhammed'in (A.S.) yalancı bir kişi olmadığını çok iyi bildikleri halde, hem
baş olma sevdası, hem de geçmişe körü körüne bağlılık tutkusu onları haktan
uzaklaştırmıştı. O yüzden akıllarıyla değil, hisleriyle hareket ediyor;
vicdanlarının değil, azgın nefislerinin sesine kulak veriyorlardı.
Basîretsizliğin bu
çizgisine gelip dayanan sapıkları doğru yola iletmek elbette ki beşer gücünün
çok üstündedir, yani hidâyet Allah'tandır. O bakımdan Hz.
Muhammed (A.S.) teblîğ ve İrşat görevini sürdürürken zaman zaman
üzülür, olumlu sonuç alamayınca da ister istemez göğsü daralırdı.. Cenâb-,ı Hak, peygamberin yetki ve görevini hatırlatarak şu
aydınlatıcı bilgiyi verdi: «Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü? Yoksa
sen mi onun üzerine (koruyucu, kurtarıcı) vekil olacaksın?»
Evet Peygamber (A.S.) koruyucu
bir vekîl değil, Cenâb-ı Hakk'ın
emirlerini kusursuz teblîğ edip irşat görevini yerine getiren bir elçidir.
İnsanlar üzerinde vekîl olarak Allah bulunuyor. O ehil olanlara hidâyet
kapısını açar, olmayanları sapıklıkları içinde bocalar vaziyette bırakır. [60]
«Arzu ve hevesini
tanrı edineni gördün mü? Yoksa sen mi onun üzerine (koruyucu, kurtarıcı) vekil
olacaksın?»
İnsan şu ölümlü hayata
birtakım duygularla gözlerini açar. O kadar ki birtakım arzu ve heveslerine
sınır koymayacak kadar ihtirasa bürünür. Şüphesiz onda doğuştan mevcut olan bu
duygular dünya hayatına canlılık, hareket, renk ve mana kazandırır. Ancak
kontrol dışı bırakılır da din, ahlâk ve ilimle yönlendirilmez, yani meşru bir
sınırda tutulmazsa çok zararlı sonuçlar doğurur. En azından maddeyi hedef
seçmesine, onu bir bakıma ilâhlaştırmasına sebep olabilir. Öylece kişinin
bütün istek ve enerjisini, düşünoe ve yeteneğini bu
istikamete çevirip kanalize eder.
Akıl, din ile birleşip
duygu ve düşüncelerimizi iyiye, doğruya, güzele, tek kelimeyle meşru çizgide
tutmaya döndürür de yaratılanla yaratan arasında kulluk ve ilâhlık ilgi ve
irtibatını sağlarsa, insan duygularının esiri veya uydusu olmaktan kurtulur.
Böylece gerçek hayat için dünya nimetlerinin birer araç olduğunu; asıl amacın
ilâhî rıza doğrultusunda bu araçları bilerek yerinde kullanmak suretiyle
Allah'a tertemiz kavuşmak bulunduğunu anlar.
İlgili âyetle bu inceliğe
dikkatler çekilirken Mekke'nin ileri gelen şımarıklarının kendi arzu ve
heveslerini nasıl iiâhlaştırdıkları misal veriliyor.
Çoğunun bu yüzden nefislerinin sınır tanımaz isteklerine mağlup olarak
Kur'-ân'a ve Hz. Peygamber'e (A.S.) amansız birer
düşman kesildiğine işaret yoluyla atıf yapılıyor. [61]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz insanlara doğru yolu gösteren, tehlikeli yolun uzandığı elim sonucu
haber veren ve böylece Allah'tan indirilen emirleri kusursuz tebliğ eden bir
uyarıcı ve müjdecidir. İnsanlar üzerine kanat gerip koruyan, gelecek azabı geri
çevirip her tehlikeye karşı onları savunan ve mutlaka kurtarıcı olacağını iddia
eden bir vekîl değildir. Zira doğru yola kavuşturmak, azap etmek veya etmemek,
affetmek veya etmemek Allah'a aittir.
Şüphesiz Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Mekke'de söz sahibi olan Ebû Cehl ve yandaşlarının küfür
ve tuğyan içinde kalmalarına gönlü bir türlü razı değildi. Çünkü O ancak
insanlara rahmet olarak gönderilmişti. Ama onları mutlaka küfürden kurtaracak,
onlar aleyhine inecek azabı geri çevirecek ve her hâl-ü kârda onları savunacak
bir vekîl sıfat ve yetkisiyle görevlendirilmemişti,
Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle Peygamber'in (A.S.) görev ve
yetkisinin sınırını çizmekte ve ileride Onun bu sınır dışına çıkarılmamasını tenbîh etmektedir. Böylece sevgi ve bağlılıkta ifrata
varan ölçüsüzlüklerin İslâm'da yeri olmadığına işarette bulunulmakta ve hiçbir
mürşidin Hz. Muhammed'-den (A.S.) daha yetkili olamıyacağı hatırlatılmaktadır. [62]
«Yoksa sen onların
çoğunun işittiğini, ya da aklettiğini
mi sanıyorsun? Onlar ancak davarlar gibidirler, hayır onlar yol edinme
bakımından daha da şaşkındırlar.»
Aklını, zekâsını,
düşünce ve duygusunu hakikati arayıp bulmakta kullanmayan; Allah'ın verdiği bu
çok değerli vasıtaları nefsinin emrine verip amacından saptıran kişiler, her
şeyden önce kendilerini insanlık derecesinden aşağı düşürerek bir bakıma
hayvanlaştırırlar. Hayat anlayışları mide ve şehvetle, para ve makamla
sınırlıdır. Böylece yaratılışın gayesini, dünyaya getirilişin hikmetini, ölümün
sırrını, âhiretten maksadın ne olduğunu düşünmezler
ve bilmezler. Nefislerine hoş gelen her şey oniar
için iyidir, güzeldir ve mubahtır; hoş gelmeyen şeyler ise, kötüdür ve
zararlıdır.
İşte kendilerini bu
düzeyde tutan Mekkeli müşriklerin çoğu hakkında Kur'ân,
sözünü ettiğimiz sebeplerle «Onlar ancak davarlar gibidirler; hayır onlar yol
edinme bakımından daha da şaşkındırlar» âyetiyle hakkı inkâr edenlere «davar»
damgasını yakıştırmaktadır. Sonra da bazı yönleriyle davarlardan daha şaşkın
olduklarını vurgulamakta ve bize bir mukayese imkânı vermektedir. Şöyle ki:
Davarlar hem otlaklarını, hem yayılma saatlerini, hem ağıllarına dönmeyi
bilirler, hem de faydalı ve zararlı otları ayırt edeeek
içgüdüye sahiptirler. İnkarcı sapıkların çoğu ise, neler zararlı, nelerinde
yararlı olduğunu tefrik edememekte; ruhlarını ölgün hale getiren günahlardan
kaçınmamakta, bedenlerini harap edecek zararlı maddeleri kullanmakta bir
sakınca görmemektedirler. En azından davarlar kâinat planındaki yerlerini
almasını, yaratıldıkları hizmete yönelmesini bilir ve böylece hilkat kanununa
bağlı kalırlar da her halleriyle Hakk'i tesbîh ve tenzih ederler. İnkarcı şaşkınlar ise, onların
aksine plândaki yerlerini alamamış, yaratıldıkları amaca yönetememişlerdir.
Unutmamak gerekir ki,
kâinatta boş ve amaçsız yaratılan hiçbir şey yoktur; aynı zamanda bildiğimiz
her şey insandan yana yaratılmış, insan da Yüce Yaratan'ını bilip O'na kullukta
bulunmak için var kılınmıştır. [63]
Yukarıdaki âyetlerle,
şaşkın putperestlerin Peygamber'e (A.S.) karşı olumsuz tutumlarının akla ve
gelişmiş vicdana uygun bir yanı ve yönü olmadığı açıklandıktan sonra çok
düşündürücü bir benzetme yapılarak hayatın gayesini daha iyi incelememiz ilham
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, insan
aklını ve vicdanını harekete geçirmek için Allah'ın varlığına ve birliğine; Kur'ân'ın ilâhî kelâm olduğuna delâlet eden aklî belgeler,
fiziksel olaylar sıralanıyor. Böylece inkarcıları nefsanî
duygularının tesirinden kurtarıp akıllarına ışık tutar anlamda bilgiler
veriliyor. [64]
45— Rabbin (kurduğu düzen, koyduğu kanun
uyarınca) gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi onu yerinde sakin
bırakırdı. Sonra biz güneşi ona sebep ve delil yaptık.
46— Sonra da onu tutup kendimize doğru azar azar çekip (kısaltmaktayız).
47— O'dur ki size geceyi bir örtü, uykuyu bir
dinlenme (devresi), gündüzü yeni bir hayat (süresi) kıldı.
48-49— O'dur
ki rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci gönderdi ve ölü bir ülkeyi diriltmemiz
ve yarattığımız davarları ve birçok insanları sulamamız için gökten tertemiz
su indirdik.
50— And olsun ki, bu
(tabiat olayını) öğüt alsınlar diye insanlar arasında çevirip dururuz. Bununla
beraber insanların çoğu inat edip dayattılar da nankörlükten vazgeçmediler.
51— İsteseydik her kasabaya (ve köye) bir Uyarıcı
(peygamber) gönderirdik. (Öyle yapmadık, yalnız seni seçip bütün insanlara
göndermeyi uygun bulduk).
Peygamber (A.S.)
Efendimiz geceleyin yağan yağmurun sabahleyin izleri kendini belli etmesi
üzerine ashabına sordu: «Rabbınızın (bununla) ne
buyurduğunu bilir misiniz?» Onlar da: «Hayır... Allah ve Peygamberi daha iyi
bilir» dediler. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu: «Allah bununla şu
hususu hatırlatıyor: «Kullarım bana iman eder ve beni inkâr eder halde
sabahladılar. «Biz Allah'ın fazl-ü rahmetiyle yağmura
eriştik» diyen kimse bana imân etmiş, yıldızın yağmur yağdırdığını inkâr
etmiştir. «Akan yıldız ile yağmura eriştik» diyen kimse ise, beni inkâr etmiş,
yıldıza inanmıştır.» [65]
Rabbm (kurdu9u
düzen- Ovduğu kanun uyarınca) gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi
onu yerinde sakin bırakırdı.»
Gölge, bilindiği gibi
ışığın yolunu kesen bir cismin yerde meydana getirdiği karaltıdır. Bulunduğu
ortamın ışık durumuna ve cismin kesafet ve letafetine göre gölge koyulaşır veya
açılır.
Gölgenin uzayıp
kısalması, ya ona gelen ışık kaynağının hareket halinde
olduğunu, ya da gölge yapan cismin devamlı hareket
ettiğini gösterir. Böylece Kur'ân-ı Kerîm, insan
aklını harekete geçirmek, düşünce ufkunu genişletip derinleştirmek için
dünyanın ve güneşin hareket halinde olduklarına delâlet eden ana fikir, diğer
bir anlatımla temel bilgi veriyor.
İlmî araştırma ve tesbitler isbat etmiştir ki,
gölgenin uzayıp kısalması, dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneşin
çevresinde bir elips çizerek dönmesinden kaynaklanmaktadır. Bu, kâinat plânında
yer alan ve belli çekim kanununa bağlanan güneş ile dünyanın hiç sapmadan hareketlerini
sürdürdüklerini kesin biçimde ortaya koymaktadır. Ne güneş merkez olmaktan
çıkmakta, ne de dünya onunla kendi arasındaki mesafeyi aşmaktadır. Şüphesiz ki
bu kadar hesaplı ve düzenli hareket kendiliğinden meydana gelmemiştir. Ortada
ölçülü kanunlar ve matematiksel belirlemeler varsa, mutlaka o kanunları koyan,
belli hesaplara göre düzenleyen bir kudret vardır.
Allah dileseydi
dünyaya başka bir hareket tarzı verip bir yüzü devamlı güneşe karşı olurdu da
cisimlerin gölgelerini yerlerinde sabit kılabilirdi. Mevcut sistemi bugünkü
haliyle düzenleyip devam ettiren o Yüce Kudret, daha değişik bir sistem meydana
getirebilirdi. Ancak insan hayatının sağlıklı devamı için mevcut düzenin
uygunluğu tartışılamaz bir düzeyde bulunuyor.
[66]
«Sonra biz güneşi ona
sebep ve delil yaptık.»
Bu ifade, cismin güneş
ışığının yolunu kesmek suretiyle ancak yerde gölge meydana getirebildiğini
gösterir. O halde güneş ışığı olmayınca gölge de yoktur, neticesi ortaya
çıkmakta ve böylece gölge ışığın varlığına delii
olmaktadır. [67]
«O'dur ki size geceyi
bir örtü, uykuyu bir dinlenme (devresi), gündüzü de yeni bir hayat (süresi)
kıldı.»
Bütün gün hayat ile
mücadele edip yorulan vücudumuzun elbette ki dinlenmeye İhtiyaeı
vardır. Sabahtan akşama kadar çalışıp enerji sarfeden
bir insan ne kadar yorgun olursa olsun, gece deliksiz bir uyku uyursa, ertesi
gün bütün yorgunluklarından kurtulmuş olarak uyanır ve böylece dinlenmiş bir
bedenle yeni bir hayata başlama imkânına erişmiş olur.
Rahat bir uyku için de
az ışıklı, gürültüsüz bir yere ihtiyaç söz konusudur. Bunun için Kur'ân gecenin bir örtü, uykunun da bir dinlenme dönemi
kılındığını belirtmektedir. Belli bir çalışma süresinden sonra dinlenme
ihtiyacı duyan vücudumuz, rahat bir uyku ile bu ihtiyacını karşılamış olur.
Bütün bu sistemli,
düzenli ve yararlı haller elbette kendiliğinden oluşmamıştır; çok yüksek bir
ilmin, sınırsız bir kudretin belli kanunlara göre düzenlemesiyle vücut bulduğu
kesindir. O halde her sistem ve düzen Ce-nâb-ı Hakk'ın varlığının şahidi
ve kudretinin ayrı bir'tezahürüdür. Kur'ân, gece, uyku, gündüz ve hayat nimetleriyle bize bu
gerçeği öğretiyor; aynı zamanda meraklı ilim adamlarına da ana fikir veriyor. [68]
Kur'ân, kırk yedinci âyetle hayatımızı düzenli ve programlı
tutmamızı ilham etmektedir. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu ve diğer konuyla ilgili âyetlerin ışığı altında günlük hayatını
belli programa bağlayıp düzenli tutmuş ve bu konuda da en güzel, en verimli
örnekleri vermiştir. Şöyle ki:
a) Yatsı namazını kıldıktan sonra -önemli bir
konu yoksa- mutlaka yatak odasına çekilir ve artık dünya kelâmını bırakıp
uyurdu.
b) Gecenin bir bölümünde kalkıp ibâdet etmek
suretiyle hem ruhunu tazeler, hem de bedenine hareket ve sağlık kazandırırdı.
c) Sabahleyin fecir doğunca kalkar, namaz
kıldıktan sonra güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar zikir, fikir ve ilimle
meşgul olurdu.
d) Kuşluk
namazını kıldıktan sonra ev işleriyle meşgul olur ve hava iyice ısınınca gün
ortasında, yani henüz öğle namazı kılınmadan önce bir süre uyurdu.
Gece uykudan kalkıp
namaz kılmak, ibâdet etmek Hz. Peygamber'e (A.S.)
vacipti. Ümmetinden iş durumu müsait olanlar için sünnettir. Zira Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ne ticaretle, ne ziraatle, ne de sanatla uğraşacak kadar geniş zamanı
yoktu. Onun asıl görevi, inen vahyi ümmetine teblîğ etmek ve gerektiğinde
onları eğitip yetiştirmekti. Ümmetine ise mutlaka herkesin bir işle meşgul
olmasını emir ve tavsiye etmiş; gece yanlarına kadar oturmayı, gündüzü uykuyla
geçirmeyi mekruh saymıştır.
Bunun için yatsı
namazını kıldıktan sonra yatak odasına çekilmek, çevreyi rahatsız edecek
gürültü ve patırtıdan kaçınmak, yâni erken uyuyup erken kalkıp iş başı etmek
sünnettir. Diyebiliriz ki sabahın erken saatlerinde inen feyiz ve berekete
başka saatlerde erişmek mümkün değildir. [69]
«O'dur kî rüzgarları
rahmetinin önünde müjdeci gönderdi.,»
Havanın içindeki nem
oranı belli bir dereceye gelince yağmurlaşır ve yağmur olarak yağmaya başlar.
Bu daha çok havanın, rüzgârların tesiriyle sıcak yerden soğuk yerlere
sürüklenmesiyle oluşur. Kur'ân ilgili âyetle nemli
havayı sürükleyen rüzgârın önceden yağmur yağacağını bize haber verdiğini
öğretiyor. Bunun gibi inen ilâhî vahyin de yağmur misali hayat verici,
kalpleri diriltici, ruhları serinletici bir rahmet olduğunu hatırlatıyor.
Şüphesiz ki bütün bu
tabiat olayları belli kanunlara göre düzenlenip insanlardan yana çevrilmiş ve
bir devri daim halinde fayda sağlamasına imkân verilmiştir. Ne yazık ki
insanların çoğu meydana gelen bu ve benzeri olayları sadece fiziksel, kimyasal
vb. yollardan tesbite çalışırlarken, asıl sebep ve
kanunları düzenleyen yüce kudreti unuturlar. O yüzden inkâr ve nankörlük
bataklığına saplanıp tabiat olaylarının kendiliğinden bu düzeye geldiğini
sanırlar. [70]
Ö'" bir
ülkeyi diriltmemiz ve
yarattığımız davarları ve birçok insanları sulamamız için gökten tertemiz su indirdik.»
Yeryüzünde denizler
başta olmak üzere mevcut su kaynaklarının, ısının tesiriyle buharlaşması ve
sonra da yağmura dönüşmesi, önemli olaylardan biridir. Her haliyle yüksek bir
plân ve programın aralıksız işler durumda olduğunu yansıtır. Zira suyun
buharlaşmasıyla zararlı ve murdar şeyler yerinde kalmakta, faydalı olan
oksijenle hidrojen belli oranda temiz su haline dönüşmektedir.
Bu ameliye hemen her
saat devam etmekte ve böylece kirli, tuzlu, acı ve zararh
bakteriler taşıyan sular ilâhî filitreden geçirilerek
çok yararlı bir hüviyete bürünmektedir. Kırk sekizinci âyetin son cümlesiyle bu
gerçek yansıtılmakta ve inkarcıların daha doğru düşünmeleri istenmektedir.
O bakımdan bütün müetehit imamlara göre, gökten inen su hem temiz, hem de
temizleyicidir.
Gerçek bu olmakla
beraber, Kur'ân'm beyan buyurduğu gibi: «And olsun ki bu (tabiat olaylarını) öğüt alsınlar diye
insanlar arasında çevirip dururuz. Ne var ki insanların çoğu inat edip
dayatırlar da nankörlükten vazgeçmezler..» [71]
«İsteseydik her kasabaya
(ve köye) bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik. (Öyle yapmadık, yalnız seni
seçip bütün insanlara göndermeyi uygun bulduk.)»
Hz. Muhammed (A.S.)den önce Cenâb-ı
Hak her kasabaya bir peygamber göndermiştir. Çünkü şartlar öyle
gerektiriyordu. Haberleşme, ulaşım imkânları yok denecek kadar azdı. O
bakımdan gönderilecek bir tek peygamberin bütün dünyaya sesini duyurması mümkün
değildi. Dünya coğrafyası az-çok keşfedilince, ticarî kervanlar uzak ülkelere
kadar uzanmaya başlayınca ve bu sebeple ulaşım ve haberleşme imkânları
doğunca, artık her kasabaya ayrı bir peygamber gönderme dönemi kapandı ve kıyamete
kadar bütün insanları Hakk'a davet edecek son
peygamber dönemi başladı. İlgili 51. âyetle bu gerçeğe değinilerek mü'minler aydınlatılıyor ve kâfirler de uyarılarak konu
üzerinde ciddi şekilde durmalarına imkân veriliyor. [72][73]
Yukarıdaki âyetlerle,
yaratanın ilim ve kudretinin yüceliğine ve sınırsızlığına delâlet eden birkaç
belge sergilendi. Böylece insan aklına ışık tutularak kâinatın çok mükemmel bir
plâna göre, olayların çok kusursuz programlara göre hazırlandığı hatırlatıldı
ve arkasından Kur'ân'ın bu gerçekleri yansıtan son
kitap olduğuna, Hz. Muhammed'in (A.S.) de ilâhî kelâmı
insanlara teblîğ eden son peygamber bulunduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinat plânında yer alan mükemmel düzenin bir bölümüne değinilerek her şeyde
ilâhî sünnetin işler durumda olduğuna işarette bulunuluyor. [74]
52— O halde
kâfirlere baş eğip uyma; onlarla büyük bir cihâd (ruh
ve heyecanı) ile savaş.
53__o ki,
iki denizi salıverip yaklaştırdı; şunun suyu tatlı içimi kolay, bunun suyu
tuzlu acı; aralarına da (birbirlerine karışmalarını önlemek için) bir engel,
aşılması zor bir sınır koydu.
54— O ki,
sudan bir insan (türü) yarattı, onların arasında soy ve hısımlık meydana
getirdi. Rabbın kudreti (her şeye) yeter.
Az yukarıda da
belirttiğimiz gibi, gerek Kur'ân'ın, gerekse Hz, Muhammed'in (A.S.) ilmî araştırmalara başlanıldığı,
dünya coğrafyasının önemli bir bölümünün keşfedildiği, haberleşme imkânlarının
doğduğu bir çağda gönderilmesi bize ön fikir vermektedir. Şöyle ki: Başlanılan
ilmî hareketlerin gün geçtikçe gelişip
yaygınlaşacağını, haberleşmenin hız kazanacağını ilham etmekte ve o bakımdan
artık her kavim ve kasabaya ayrı bir peygamber göndermeye gerek kalmadığını
göstermektedir.
Nitekim Kur'ân bilimsel açıdan incelendiğinde, Hz.
Muhammed'in (A.S.) sünneti insaf gözüyle tarandığında İslâm'ın ilimle ikiz
kardeş olduğu gerçeği görülür. Aynı zamanda insanları kardeşçe birarada yaşatma, yardımlaşma ve dayanışmalarını sağlama,
küfür ve azgınlığı, ahlâksızlık ve kötülükleri durdurma kudretini bütünüyle
İslâm'ın kendinde taşıdığı, başka sistemlere muhtaç olmadığı anlaşılır. O
halde bütün insanlara seslenen ve sadece onların huzur ve güveni için indirilen
İslâmiyetin temelini Hz.
Mu-hammed (A.S.) atarken onu geliştirip bütün
insanlığın ortak rehberi haline getirmeyi basiretli ilim adamlarına, haktan
yana olan mürşitlere ve samimi mü'minlere
bırakmıştır. [75]
«° halde kâfirlere baş
eğip uy-a; onlarla büyük bir cihad (ruh ve heyecanı)
ile savaş.»
Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz umuma gönderilen son
peygamber olarak yalnız başına küfür ve azgınlıkla, zulüm ve ahlâksızlıkla
savaşarak cihadın en iyisini ve en verimlisini sergifedîği
gibi, İslâm'da son din olarak tek başına bütün bâtıl dinlerle kıyamete kadar cihad edecek ruh ve mayayı, kuvvet ve kudreti kendinde
taşımaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki bu cihad
son derece ilmî ve metotlu olmalıdır. Kaba kuvvetin fazla bir şey çözemiyeceği kesindir. O bakımdan insanlığın hayrına
sunulmuş olan dini, edep, terbiye, hoşgörü, nezaket, yüksek ahlâk ve bilimsel
ölçüyle teblîğe çalışmak vaciptir. Mekke ve Medine dönemleri bu konuda mü'miniere en sağlam kıstası ve metodu vermektedir.
Kur'ân ise, ilgili âyetle cihadı emrederken mü'minlere şu gerçeği fisıldamaktadır:
«Küfrün karşısında baş eğmek yok, kâfirin peşine takılıp ona uydu olma ise hiç
yoktur. Köklü bir imândan, sağlam ilimden, selim akıldan, parlak düşünceden
yükselen aşk ve heyecanla -günün şartlarına ve metoduna göre- cihad vardır.»
Bunun için İslâm ilim
adamları şu hususta görüş birliği halindedirler: «Dini cahilin insiyatifine bırakmak, dine ihanettir. İslâm'dan yana ilim
adamı yetiştirmemek dinin şekil ve muhteva değişikliğine uğramasına göz
yummaktır. Din adına taviz vermek cinayettir. Dini kişilerin mantığına göre bir
yoruma tabi tutup onun bütünlüğünü zedelemek günahların en büyüğüdür.» [76]
«° ki' İki denizi
verip yaklaştırdı; şunun suyu tatlı içimi kolay, bunun suyu tuzlu acı..»
Kur'ân bu âyetle hem ilâhî kudreti yansıtan bir düzenlemeden
söz ediyor, hem de hak ile bâtılı, imân ile küfrü acı ve tatlı suya benzeterek
bu iki kavram arasında iyi bir mukayese yapmamızı ilham ediyor. İki suyun
birbirine karışmasını engelleyen bir berzahın bulunduğunu açıklarken imânla
küfrün biraraya gelip bağdaşmasının mümkün olmadığına
işarette bulunuyor.
Ayrıca ilâhî kudrete
ve ondaki yüceliğe delâlet eden bir belge gözler önüne seriliyor: Denizlerin ve
bazı göllerin suyunun farklı nisbette acı tuzlu;
nehirlerin, pınarların ve bazı göllerin suyunun tatlı yaratılmasındaki hikmeti
anlamamız isteniliyor. Şüphesiz nehirler, akarlar, pınarlar ve kaynaklar da
denizler gibi acı tuzlu olsaydı, arazi çoraklaşır, bitkilerin çoğunun yaşama
şansı kalmaz, dünya bugünkü güzelliğine erişemezdi.
Deniz suyunda erimiş
halde bulunan tuz, magnezyum klorür, magnezyum sülfat, kalsiyum sülfat,
potasyum klorür başlıca yararlı maddelerdir. Tuzluluk derecesinin farklı olması
ise, denizler arasında akıntıyı sağlamaya yöneliktir. Kısaca, denizler hayat
ve protein kaynağıdır. O bakımdan Kur'ân'da sık sık dikkatlerimiz denizlere çekilir, insanlardan yana
birçok nimetlerin kaynağı ve barınağı olduğuna işaret edilir. [77]
«Aralarına da
(birbirlerine karışmalarını önlemek için) bir engel, aşılması zor bir sınır
koydu.»
Birbiriyle irtibatlı
bulunduğu kanalda iki denizin kendi özelliklerini koruyup birinin diğerine
karışmaması Kur'ân'ın üç ayrı yerinde az farklı anlatımla
açıklanmaktadır. [78] Son
yıllarda ünlü Fransız ilim adamlarından Kaptan Cousteau'nun bu sebeple Kur'ân'a inanıp İslâm'a girdiği bilinmektedir.
Adı geçenin bu konuyla
ilgili tesbit, buluş ve görüşü basına yansımış ve
bazı haftdlık ve aylık dergilere konu olmuştur.
Yaptığımız tesbite göre Kaptan Cousteau şöyle
demiştir: «Bazı araştırmacıların, farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair sürdürdükleri görüşleri
inceliyorduk. Araştırmalar sonunda gördük ki: Akdeniz'in kendine has sıcaklığı,
tuzluluğu ve yoğunluğu var. Ayni zamanda kendine has canlıları barındırıyor.
Sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz'den tamamen farklı
olduğunu gördük Bu iki su kütlesi, Cebel-i Tarık Boğazı'nda birleşiyor ve bu
birleşme binlerce yıldan beri sürüyordu. Buna göre iki denizin karışması ve
sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta, ihtiva ettiği madde oranında eşit veya
eşite yakın bir durumda olmaları gerekiyordu. Oysa ki, böyle bir durumun mevcut
olmadığını, yani su kütlelerinin birbirine karışmadığını ve her iki denizin
yakın kısımlarında dahi ayrı bir yapıya sahip olduğunu hayretle müşahede ettik.
Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla
karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika
bir su engeli bulunuyordu. Aynı türdeki bir su engeli 1962 yılında Alman ilim
adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıl Deniz'in birleştiği Men-dep Boğazi'nda bulunmuştu.
Sonraki araştırmalarımızda, farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme
noktalarında aynı su engelinin bulunduğunu gördük..» [79]
Acı ve tatlı iki suyun
birbirine karışmamasına gelince: Bu iki ayrı şekilde yorumlanır. Birincisi:
Tuzlu acı su taşıyan denizler buharlaşıp yüksek tabakalara çıkınca ilâhî filitreden geçip tatlılaşmakta ve
ırmaklar, pınarlar ve akarlar halinde akıp denizlere dökülmektedirler.
İkincisi: Benci) galdeş'te Tşatgam'dan,
Birmanya'daki Arakam'a doğru akan iki nehir, biri
tatlı, öbürü tuzlu aynı yatakta karışmaksizın ve
birbiri içinde erimeksi-zin
akmaktadır. Yine Hindistan'da Ganj ve Camina nehirleri, Allahabad
şehrinde kavuştuklarında biri diğerine karışmaksızın akmaya devam etmektedirler.
Allah daha iyisini bilir. [80]
O ki' sudan bir 'nsan (türü) yarattı..»
Hayat önce suda
başlamıştır; diğer bir ifadeyle hayatın doğum yeri ve beşiği sudur. İlk insan
Adem Peygamber'in çamuru su ile yoğrulmuştur. Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bir hadîslerinde buna değinerek şöyle açıklamada bulunmuştur:
«Adem henüz su ile çamur arasında bulunuyordu ki ben peygamber idim.» [81]Ebû Nuaym ve Taberânî'nin
yaptıkları bir başka rivayette ise şöyle buyurulduğu
da tesbit edilmiştir: «Âdem henüz ruh ile cesed arasında bulunuyordu ki ben peygamber idim.» [82]
Biyoloji ise bize şu
bilgiyi vermektedir: Hayat, suda maddelerin bir eriyiği olan protoplazmada
meydana gelir. Canlıların her çeşidinde bol miktarda su vardır. Sudan yoksun
.bir canlı veya bitki düşünülemez. Bedenimizin %70'ine yakın kısmının su
olduğunu söylersek suyun hayat ile içice olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Kur'ân'da ilgili âyetle «O, sudan bir insan (türü)
yaratmıştır» buyurularak insan hayatının temelinin su
olduğuna dair ana fikir verilmektedir. İnsanın başlangıç noktası sayılan
spermanın su ile kenetlenmiş bir vaziyette olduğunu anlatmaya gerek görmüyoruz.
Secde Sûresi 8. âyetle bu inoeliğe değinilerek şöyle
buyurulu-yor: «Sonra onun neslini bayağı bir suyun süzülen (sperma haline geleninden
meydana getirdi.»
Böylece Enbiya ve Nûr
Sûrelerinde de belirttiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın üç ayrı yerinde canlı olan her şeyin sudan meydana
geldiğini açıklamaktadır.[83]
«Onların arasında soy
ve hısımlık meydana getirdi. Rabbın kudreti (her
şeye) yeter.»
İnsanın hem
protoplazma, hem sperma yönünden menşeinin bir bakıma su olduğu gibi, vücudunun
%70'ine yakınının su olduğuna bakılınca onun su ile içice bulunduğu
kendiliğinden anlaşılır. Cenâb-ı Hak bu temel bilgiyi
verdikten sonra insanlar arasında soy ve hısımlık meydana getirdiğine
dikkatleri çekiyor.
Bu, ana-babadan
yavruya aktarılan üniteler, genler, diğer bir deyimle emir ve şifreler
canlının geliştiği ortamda karakterlerin belirli şekilde görünmesini
sağladığına işarettir. Bir bakıma soy ve hısımlık bağlarrnın
oluşmasına yardımcı olan üniteler üzerinde düşünmemizi ilham etmekte ve genetik
olaya bizi çevirmektedir.
Böylece Kur'ân-ı Kerîm elli dördüncü âyetle hem bu şifrelere parmak
basıyor, hem de soy ve hısımlığın önemini belirtiyor. [84]
Yukarıdaki âyetlerle
peygamberler zincirinin son halkasını oluşturan Hz.
Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara Resul olarak gönderildiğine işaret edildi.
Sonra da ilâhî plânda yer alan acı-tatlı sulara dikkatler çekildi. Özellikleri
ayrı olan iki denizin birbirine salıverilmesine rağmen her birinin kendi
özelliğini koruduğu ana fikir olarak verildi. Arkasından ilim adamlarına ışık
tutularak suyun hayat kaynağı, diğer bir anlatımla hayatın temeli olduğu
açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
bu kadar açık delil ve belgelere rağmen hâlâ bir yarar ve zarar vermeye kudreti
olmayan putlara ilgi duyulduğu, tapıldığı belirtilerek insanın bu kadar
küçülmesi hayretle karşılanıyor. İnkarcı sapıkların çoğu zaman Rablerine karşı
tuğyan ve isyan halinde bulunduğuna; bu tutumlarıyla nefis ve şeytani memnun
ederek hayat dizginini bu iki düşmanın eline bıraktıklarına işaret ediliyor.
Sonra Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in
görevinin sınırı belirleniyor. Arkasından ilâhî kudretin yüceliğini yansıtan
kâinat plân ve düzeninin bir bölümü üzerinde durularak insan aklına ışık
tutuluyor. [85]
55— Allah'ı
bırakıp kendilerine ne yarar, ne de zarar veremiyen
başka şeylere tapıyorlar. Zaten kâfir, Rabbına karşı
(İblîs'e ve nefse) arka çıkar,
56— Biz seni ancak (rahmet, gufran ve ebedî
saadet) müjdecisi ve (eğri yolun felakete, bedbahtlığa gittiğini bildiren)
uyarıcı olarak gönderdik.
57— >De ki: ben buna (hizmete) karşı sizden
bîr ücret istemiyorum; ancak Rabbime doğru bir yol tutmak isteyeni arzuluyorum,
58— O hep diri olup, hiç ölmeyecek Rabbine
güvenip dayan; O'na hamd ile teşbihte bulun.
Kullarının günahlarından haberli olarak Allah yeter.
59— O Allah ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki
şeyleri altı gün (de-vir)de yaratmış; sonra da Arş
üzerine saltanat ve kudretini kurmuştur. O Rahmân'dır. Artık sen O'nu (O'ndan)
haberli olandan sor.
60— Onlara, haydi Rahmân'a secde edin, denilince,
onlar, «Rahman da neymiş? bize emrettiğine seode mi
ederiz?» derler. Ve bu onların nefretini artırır.
61— Ne yüce, ne mübarektir O Allah ki, gökte
burçlar meydana getirmiş ve orada kandil (misâli bir Güneş) ve aydınlatıcı bir
Ay var kılmıştır.
62— O ki,
düşünüp öğüt ve ibret almak isteyenler veya şükretmeyi arzu edenler için gece
ile gündüzü birbiri ardınca getirmiştir.
«Allah'ı bırakıp
kendilerine ne yarar, ne de zarar veremiyen başka şeylere
tapıyorlar. Zaten kâfir, Rabbına karşı (İblis ve
nefse) arka çıkar.»
İnsan, ruhundaki kemalâtı, hılkatındaki hikmeti,
kulluğundaki şerefi idrak ettiği nisbette insandır.
Varlıkta görülebilen ve bilinebilen hemen her şey insan için yaratılmıştır. O
kadar ki, insanoğlu yeryüzünde mevcut olduğu sürece kâinatın anlam ve hikmeti
vardır. O yok olduğu gün kâinatın mevcudiyetinin anlam ve hikmeti de yok olur.
Bu kadar aziz kılınan
insanın, kendisine hizmetten yana yaratılan eşyayı ilâhlaştırması cidden
şaşılacak şeydir! Eğer eşyanın eşyaya ibadeti gerekseydi, herhalde yaratılan
her şeyin insana ibâdet etmesi daha lâyık olurdu. Oysa her şey hilkat kanununa
bağlı kalarak Cenâb-ı Hakk'ı
tesbîh ve tenzîh etmek suretiyle asıl tapılmaya lâyık
olanın O Yüce Kudret bulunduğuna şehadet etmekte ve
insanın da «Ahsen-i Takvîm» düzeyinde sadece O
Kudret'e kulluk ve ibâdet için yaratıldığını fısıldamaktadır.
İlgili âyetle, insanın
bu çizgiden ayrılıp Rabbına isyan ve tuğyanda nefis
ve İblis'e arka çıktığı açıklanarak inkarcılar uyarılmakta, mü'minle-rin de «Tevhîd İnancı» hususunda
çok duyarlı olmaları ilham edilmektedir. [86]
«Biz seni ancak
(rahmet, gufran ve ebedî saadet) müjdecisi ve (eğri yolun felâkete,
bedbahtlığa gittiğini bildiren) uyarıcı olarak gönderdik.»
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in yüklendiği görevin ağırlık merkezini şu iki
husus oluşturuyor: Mü'minleri zaferle, sonsuz
saadetle, Allah'a kalb-i selîmle kavuşmakla
müjdelemek; inkarcı maddecileri tuttukları eğri yolun felâketle
neticeleneceğine karşı uyarmak..
İnen iiâhî buyrukların hemen hepsi bu iki ana göreve yönelik
bulunmakta ve İslâmî ahkâm ve kuralların bunlarla
içice olduğuna dikkatleri çekmektedir.
O halde Peygamber
(A.S.) mutlak hayrı, rahmeti ve güzelliği temsil eder. Ona karşı gelmek veya
açtığı saadet caddesinden sapmak büyük bir haksızlık; Onu red
ve inkâr etmek ise, sonu gelmeyen pişmanlık; Ona uymamak çok kötü bir
nankörlüktür.
Çünkü O, yüce ve
kutsal amaçlar için en doğru yolu gösterip davet ederken kimselerden bir ücret
istememiş, hizmetinin mükâfatını münhasıran Allah'tan beklemiştir. Şüphesiz
hizmetin böylesinde ferağat-i
nefs, asalet ve fazilet vardır. [87]
«O hep diri olup hiç
ölmeyecek Rabbine güvenip dayan, O'na hamd ile
teşbihte bulun. Kullarının günahlarından haberli olarak Allah yeter.»
İnsanların
kusurlarıyla uğraşmak, zaman kaybından, asıl hizmeti aksatmaktan ve önümüze
konulan gerçek amaçtan uzaklaşmaktan başka bir şeye yaramaz. Üstelik toplumun
bütünlüğünü zedeler ve karşılıklı güveni sarsar.
İnsanlara doğru yolu
göstermek, mevcut günah ve isyanları giderme yol ve çarelerini aramak; inkarcı
sapıkların, maddeci putperestlerin tuttuk-lan yanlış
yolun ancak bâtılı temsil ettiğine dikkatleri çekmek ve bu hususta gereken
uyarıda bulunmak hizmetin temelini oluşturur. Ancak bu şerefli ve kutsal görevi
yerine getirirken fanilere dayanıp güvenmek insanı yanıltır ve aldatır. Çünkü
maksat insanlara güvenip dayanmak değil, onları tek güven kaynağı, kudret menbaı olan Allah'a güvendirip dayandır-rtıaktir.
Onun için Kur'ân-ı Kerîm konuyu şu cümleyle
noktalıyor: «Kullarının günahlarından haberli olarak Allah yeter.» [88]
«O Allah ki gökleri,
yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (devir)de yaratmış..»
Kur'ân-ı Kerîm'in yedi dyrı
yerinde göklerin ve yerin altı dönem veya altı devirde yaratıldığı «Fi-Sittet-i eyyam» sözüyle açıklanmaktadır. Birçok meal ve
bazı tefsirlerde, «yevm» kelimesi, bizim 24 saatlik Sun'i zaman parçası olarak terceme
edilmiştir. Oysa bu son derece hatalı bir çeviridir. Kur'ân
âyetlerini ve âyetlerde yer alan kelime ve cümlelerin delâlet ettiği manayı
anlayabilmek için, Kur'ân'ın indiği çağda hangi manatara delâlet ettiğini bilmemize mutlaka ihtiyaç vardır.
Aksi halde ilâhî murat yanlış yorumlanmış olur.
«Eyyam», «yevm»in çoğuludur. Yevm bulunduğu
âyet ve yer aldığı cümleye göre üç ayrı manaya delâlet eder:
a) Bizim
anladığımız 24 saatlik sun'i zaman parçası, ıi
b) Bir an,
c) Başlangıcı
ve sonu kesin bilinmeyen çok uzun bir dönem..
Özellikle göklerin ve
yerin yaratılmasıyla ilgili âyetlerde kullanılan «eyyam» bu üçüncü manaya
delâlet etmektedir. Nitekim yapılan bilimsel araştırmalarla da dünyanın
beş-altı jeolojik devir geçirdiği tesbiî edilmiştir
ki bunlar milyar yılları kapsamaktadır. [89]
Böylece Kur'ân'ı Kerîm ilim adamlarına, araştırmacılara ip ucu vererek
göklerin ve yerin altı uzun dönemde yaratıldığını haber vermektedir.
O halde Kur'ân-ı Kerîm'i cok iyi
anlayabilmek için birçok bilgilerle beraber iki şeye büyük ihtiyaç söz
konusudur. Birincisi, Kur'ân'ın iniş sebepleriyle
birlikte indiği cağda kelime ve cümlelerin delâlet ettiği manalar; ikincisi,
gerçeği bulup ortaya koyan ilimler.. [90]
«Sonra da Arş üzerine
saltanat ve kudretini kurmuştur, O Rahmân'dır, Artık sen O'nu (O'ndan) haberli
olandan sor.»
Daha önce de
açıkladığımız gibi, «istiva» bir yerde karar kılmak, üstünlük sağlamak,
eşitlik kurmak, doğrulmak ve bir şeyi kasdetmek gibi
manalara delâlet eder. Bütün bunlardan ortaya çıkan ve ilâhî kudrete yakışan
bir mana şöyle olabilir: En büyük taht olan Arş üzerine tecelli edip
hükümranlık ve kudretini kurmuş; böylece kâinatı bir bütün halinde Arş'ın çekim
kuvvetine bağlamıştır.
Onun için Arş
üzerindeki ilâhî hükümranlık ve kudretin keyfiyetini bilmiyoruz, ancak orayı
kâinatın çekim merkezi yaptığını bir yorum olarak söyleyebiliyoruz. Zira sahîh
hadîslerden de anlaşıldığı üzere, kâinatta en büyük sistem Arş'tır, ondan sonra
Kürsî gelmektedir. [91]
Konuya bu açıdan bakınca, Arş'ın çekim kuvvetinin, büyüklüğüne orantılı
olduğunu söyleyebiliyoruz. Allah daha iyisini bilir. [92]
Allah mutlak varlıktır
ve sınırsızdır, sonsuzdur. Vâcibü'İ-vücut'tur, yani
varlığı kendindendir. O'nu hiçbir zaman zatiyle bilemeyiz; ancak sıfatlarıyla
ve o sıfatların tecelli ve tezahürleriyle bilebiliriz. Var kıldığı düzende
kudretinin sınırsızlığını istidlal edebilir, eşyada O'nun yaratma damgasını
görebiliriz.
Gözler O'nu idrâk
edemez. Çünkü biz sonradan yaratılan «mümkini'l-vüçut» uzdur; yani varlığımız kendimizden değil, vücudu
vacip olanın mümkîn kılmasıyladır. Aynı zamanda hem
ölümlü, hem de sınırlıyız. O sonsuz ve yüce kudreti zatiyle, mahiyetiyle idrâk
etmemiz mümkün değildir. Zira sonradan yaratılan ve sınırlı olanın, ezelî ve
ebedî olup sınırsız olanı kavrayıp mahiyetiyle anlaması hiçbir zaman söz konusu
olamaz.
Kâinat bütünüyle O'nun
rahmetinin eseridir. Çünkü O Rahmân'dır. Artık O'nun sıfat ve tecellilerini
bilenlerden sorup öğrenmemiz gerekmektedir. Şüphesiz bu inceliği en iyi bilen
Peygamber'dir. [93]
«Ne yüce, ne
mübarektir O Allah ki, gökte burçlar meydana getirmiş..»
Gökte burçların
meydana getirildiği Kur'ân'ın üc
ayrı yerinde açıklanmaktadır. Bu tekrardan maksat, ilâhî kudrete karşı
idrakleri uyanık tutmak ve astronomi üzerinde çalışanlara temel bilgi
vermektir.
Bilindiği gibi,
gökteki takım yıldızlarından her biri bir burç sayılır. Bu anlatım bize
göredir. Kur'ân da ilâhî düzenlemenin bir parçasını
yansıtan takım yıldızlarını bizim anlayış ve tesbitimize
göre isimlendirmektedir.
Gök küresi yüzeyinde
yıllık hareketi dolayısıyla Güneş görünür de bir kuşak boyunca derece derece yer değiştirerek bir yıl sonra aynı noktaya varır.
Bu kuşağa «Zodyak», Zodyağın ayrıldığı on iki
bölgeden her birine de «Burç» denir.
Burçlar gök küresi
üzerinde kendi hizalarına düşen on iki takımyıldıza karşılıktır.
Kur'ân kültüründen yeterince nasîbini alamayan kimseler
doğum günlerinin hangi burca rastladığına bakarak birtakım hükümler çıkarırlar
ve «Yıldızım şöyle diyor..» derler. Şüphesiz ki bu bütünüyle gerçek dışı
efsaneden başka bir şey değildir. İslâm bu gibi bâtıl şeylerle amel etmeyi
haram kılarak büyük günahlardan saymıştır. Zira yıldızlardan ahkâm çıkarmayı Hz. Peygamber (A.S.) kesinlikle yasaklamış ve o gibi
şeylere inanmanın küfür sayılacağını belirtmiştir.
O halde biz gökteki
burçlara bakınca, onlarda ilâhî sanatın yüceliğini, kudretin eşsizliğini görüp
Cenâb-ı Hakk'ın önünde
eğilmemiz, secdeye kapanarak O'nu tenzih etmemiz gerekmektedir. [94]
<<Ve orada
kandil (misaH bir Güneş) ve aydınlatıcı bir Ay var
kılmıştır.»
Kur'ân'ın üç yerinde güneşin sirac,
ayın nur kılındığı açıklanmaktadır. [95] Bu
iki anlatım şekli bize neyi öğretiyor veya hatırlatıyor? Hemen belirtelim ki, Cenâb-ı Hak birçok ilmî konularda ip ucu, ana fikir ve
temel bilgi vermek suretiyle akla ışık tutar, araştırıp gerçeği o temel bilgiye
göre ortaya çıkarmayı Mim adamlarına bırakır. Burada da Cenâb-ı
Hak Güneş ve Ay hakkında hareket noktasını belirliyor, ana fikir vererek
araştırmayı biz mü'minlere bırakıyor.
Siraa : çıra, kandil, lamba gibi yakıtı kendinden olup
etrafı aydınlatan alete denir. Cenâb-ı Hak bu
kelimeyle Güneş'in enerjisinin kaynağının kendisinde mevout
olduğunu, başka bir kaynaktan alıp yansıtmadığını bildirmektedir.
Nur: Etrafa yayılıp
eşyayı görmemize yardımoı olan ışık demektir. Kaynağı
kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için Ay'a «nur»
denilmiştir. Güneş'e «sirac» denildiği gibi, «ziya»
da denilmiştir. Kamus sahibinin de belirttiği gibi, «ziya» genellikle «nur»dan
daha kuvvetlidir. Çünkü enerjisi kendisinde mevcuttur.
Böylece bu iki anlatım
şekli, güneş ve ay hakkında kısa fakat temel bilgi mahiyetinde ön fikir vermektedir. [96]
«O ki, düşünüp öğüt
ve ibret almak isteyenler veya şükretmeyi arzu edenler için gece ile gündüzü
birbiri ardınca getirmiştir.»
Bu düzenlemenin hem
büyük bir nîmet olduğu hatırlatılıyor, hem de yerkürenin batıdan doğuya doğru
dönmekte bulunduğunu «gece» kavramını «gündüz» kavramından önce anarak haber
veriyor.
Kur'ân'daki ilâhî üslûptan biri de, insan aklına geniş yer verip
onu harekete geçirmek için yarı kapalı ifadelerle ana fikirler vermesidir. Gece
ile gündüzün birbirini izlemesi, şüphesiz ki bir temel bilgidir.
Böylece Cenâb-ı Hak, dünyayı hem kendi ekseni etrafında, hem güneşin
çevresinde belirlenmiş bir hızla hareket ettirdiğini büyük bir lütuf olarak
hatırlatıyor. Zira insan hayatının verimli, düzenli ve sağlıklı sürmesi için
mutlaka gece ile gündüze ihtiyaç söz konusudur. O halde dünyanın bu iki ayrı
hareketini düşünerek Allah'ın koyduğu düzeni hatırlamamız ve O'na şükretmemiz
gerekmektedir. Sonra da kâinatta hiçbir şeyin plân ve program dışı tutulmadığı
ilham edilmekte ve kâinat kitabına bu açıdan bakmamız tavsiye edilmektedir. [97]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların Allah'ı tanımamakta körü körüne ısrar ettikleri, O'na
ibâdete yanaşmadıkları açıklandı. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
görev sınırı belirlenerek mü'minlere sağlam bir ölçü
verildi. Arkasından Allah'ın varlığTna ve birliğine
delâlet eden, aynı zamanda akla ışık tutan, ilim adamına hareket noktasını
gösteren belgeler sıralandı.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'ı kemal sıfatlarıyla bilip Rahmân'a gerçek kul olan mü'minlerin
ana vasıfları sıralanıyor ve böylece hakiki müslüma-nın ölçüleri belirtilerek yüksek ahlâkın çerçevesi
oluşturuluyor. [98]
63— O
Rahmân'ın kulları (o kîmseler)dir ki, yeryüzünde
alçak gönüllü yürürler; câhiller onlara söz attığı vakit, «selâmetle» derler.
64— Onlar ki Rablarına
secde ederek, ayakta durarak (namaz ve niyazda bulunarak) gecelerler.
65— Onlar ki «Rabbımız,
bizden Cehennem azabını çevirip uzaklaştır. Şüphesiz ki onun azabı devamlı acı
ve işkencedir» derler.
66— Şüphesiz ki orası kötü bir karargâh ve fena
bir eyleşim yeridir.
67— Onlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne
israf ederler, ne de cimrilik yaparlar, bu ikisi arasında dengeli ortalama bir
yol tutarlar.
68— Onlar ki Allah'la beraber başka bir ilâha
tapmazlar; haklı bir sebep dışında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler;
zina etmezler.. Kim bunları işlerse cezaya çarpılır,
69— Kıyamet günü azabı kat kat
olur ve azap içinde aşağılanmış halde devamlı kalır.
70— Ancak tevbe
edenler, dosdoğru imân edip iyi-yararlı amelde bulunanlar müstesna. İşte Allah
bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.
71— (Evet) kim tevbe
edip iyi-yararlı amelde bulunursa, şüphesiz ki o, Allah'a tevbesi
kabul edilmiş ve sevabına erişmiş olarak döner.
72— Onlar ki yalan yere şahitlik etmezler,
boş-anlamsız bir şeyle karşılaşınca sükûnet ve vakarla geçerler.
73— Onlar ki Rabiarının
âyetleri kendilerine hatırlatılınca üstüne sağırlar, körler gibi kapanıp
kalmazlar.
74— Onlar ki, ey Rabbimiz! derler, bize
eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözlerin aydınlığı (ölçüsünde) bağışla ve bizi
(Allah'tan) korkup (fenalıklardan) sakınanlara önder ve lider eyle.
75— İşte bunlar sabrettiklerine karşılık
Cennet'in gönül açıcı yüksek çardağiyla
mükâfatlandırılmaya lâyık görülürler ve orada saygı ve selâm ile karşılanırlar.
76— Orada devamlı kalıcılardır. Orası ne güzel
karargâh ve ne güzel kalınacak yerdir.
77— De ki: Eğer duanız (ve ibâdetiniz) olmasa,
Rabbim size ne diye değer versin. Siz (ey inkarcı sapıklar!) cidden (Hakk'ı) yalanladınız. Bunun cezası lüzumlu olup (sizi bırakmıyacaktır).
«Namaza (bile)
gittiğinizde koşarak gitmeyin; vakar ve sükûnetle yürüyerek gidin. Yetiştiğinizi
(imamla) kılın; kaçırdığınızı (kalkıp) tamamlayın.» [99]
«Bir adam diğer bir
adama dil uzatıp sövdü. Sövülen adam karşılık vermedi, sadece «sana selâm
olsun!» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.)
Efendimiz onlara şöyle buyurdu: «Aranızda bir melek bulunuyordu. Bu seni
sövdükçe melek o sözü senden geri çeviriyor ve sövene, «sen bu söze daha
lâyıksın» diyordu. Sen ise ona «sana selâmet olsun» dediğin zaman melek, «hayır
selâmet sana olsun; sen buna ondan daha lâyıksın» diyordu..» [100]
«Kişinin geçiminde
iktisatlı davranması, dindeki bilgi ve anlayışın-dandır.» [101]
«İktisada riâyet eden
fakir düşmez.» [102]
«İbn
Mes'ud (R.A.) diyor ki:
— Resûlüllah
(A.S.) Efendimizden «hangi günah daha büyüktür?» diye sorulduğunda O şu cevabı
verdi: «Seni yarattığı halde Allah'a ortak, denk ve benzer koşman...» Soran
tekrar sordu: «Ondan sonra hangi günah....?» Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi:
«Seninle beraber yer korkusuyla çocuğunu öldürmen...» Adam yine sordu-. «Ondan
sonra hangi günah...?» Resûlüllah (A.S.) ona:
«Komşunun karısıyla zina etmen...» buyurdu.» [103]
«Allah'a ortak
koşmaktan sonra adamın kendisine helâl olmayan rahme nutfe
koymasından (zina etmesinden) Allah yanında daha büyük bir günah yoktur.» [104]
Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Size büyük günahların en büyüğünden
haber vereyim mi? Allah'a ortak koşmak ve ana-babaya karşı gelmektir.» Sonra
oturduğu yerde doğrulup şöyle devam etti: «Dikkat edin! yalan sözden ve yalan
yere şahitlikten sakının.» ve bunu o kadar tekrarladı ki ashab-ı
kiram: «Keşke sussa...» diye fısıldaştılar. [105]
Rahman'm külhan (o kîmseler)dir ki,
yeryüzünde alçak gönüllü yürürler; câhiller onlara söz attığı vakit «selâmetle»
derler..»
Kur'ân-i Kerîm, ilâhî rahmet ve kudretin tecellisiyle
kâinatın var kılındığına ve her varlığın mevcut plândaki yerini alıp Rahman
olan Allah'ın irâdesine göre hizmetini sürdürdüğüne işarette bulunduktan sonra Rah-mân'a kul olma şuuruna erişen
mü'minlerin on iki seçkin vasfını sıralamakta ve
bununla İslâm ahlâkının ana çizgisini, yüksek hikmetini, gene! ölçüsünü
vermektedir. Şöyle ki :
1— «O Rahmân'ın kulları (o kimselerjdir
ki, yeryüzünde alçak gönüllü yürürler..»
Tevazu ve vakar
imândandır. Kibir ve gurur ise, küfür ve cehalettendir. Allah'ın büyüklüğünü,
yüceliğini, öncesiz ve sonrasız olduğunu bilip düşünen ve kendisinin nasıl, ne
şeyden yaratıldığını idrâk eden kimse elbette ki büyüklük taslamaz.
Bu konuda insanı mahviyetkâr bir duygu ve düşünceye sevkeden
en kuvvetli âmillerden biri de, her an Cenâb-ı Hak'a
muhtaç bulunduğunu an-lamasıdır. Zira mülkün tamamı ve nimetin her türü
O'nundur. İnsanı yaratmadan önce yerküreyi onun yaşayışına elverişli duruma
getirip lüzumlu bütün kaynakları hazırlayan biz değiliz, bizi yaratan
Allah'tır. O halde büyüklük ancak O Yüce Kudret'e yakışır ve O'na mahsustur.
2— «Câhiller onlara söz attığı vakit «selâmetle»
derler.
Çünkü söz, konuşanın
sıfatıdır. Herkes ancak kesesinde bulunanı harcar. Biz, şu an buna sataşmak,
şunu bunu kırmak ve kınamak için değil, çok yüce amaçlar için dünyaya
getirilmiş bulunuyoruz. Amaçtan sapmak, yaratıiışımızdaki
hikmete ters düşer ve bizi Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.
O bakımdan dinî eğitim
şarttır. Kalpleri ve ruhları ilâhî sevgi ve korku ağıyla örmek en kuvvetli
yönlendirici ve en uslandırıcı faktördür. Kişiden bu imân ve düşünceyi çekip
aldığımızda geriye hayvanî duygular hâkim olur.
3— «Onlar ki Rablarına
secde ederek, ayakta durarak (namaz ve niyazda bulunarak) gecelerler.»
Yatsı namazı bir
bakıma günlük hayatı ibâdetle noktalamaya yönelik bir ibâdettir. O günkü
işlediklerimizin, iyilik ve kötülüklerimizin bilançosunu çıkarmak;
iyiliklerimiz ağır basıyorsa, Allah'a hamd etmek;
kötülüklerimiz fazla geliyorsa, tevbe ve istiğfarda
bulunmak suretiyle bir sonraki güne daha azimli ve iradeli olarak kalkmaya
niyetlenmek ve böylece kusurlarımızı anlayarak Cenâb-ı
Hakk'a sıdk-u selâmetle
yönelmek kadar arındırıcı ve yönlendirici ne olabilir? Böyle bir imân ve
düşünce atmosferi içinde yatağa uzanmak kadar asil ve faziletli bir davranış
elbette ki düşünülemez.
O bakımdan Kur'ân-i Kerîm bu üçüncü vasfı «secde» ve «kıyam» gibi iki
önemli safhayla açıklamaktadır. Zira secde kullukta tevazu'un, mahviyet ve
teslimiyetin; kıyam ise ilâhî emirlere hazır ve saygılı olmanın ifadesidir. Ve
unutmamak gerekir ki, kulun Allah'a en yakın olduğu anlar, secdede bulunduğu
demlerdir.
4— «Onlar ki, Rabbımız
bizden Cehennem azabını çevirip uzaklaştır, Şüphesiz ki onun azabı devamlı acı
ve işkencedir, derler.»
Kulluğun en şerefli
düzeyi ve en dengeli hali, korkuyla ümit arasında yaşamasını bilmek; yani
Allah'ın rahmetinin genişliğine ümit bağladığımız kadar O'nun azabının
şiddetinden korktuğumuzu için için duymamızdır. Bu
konudaki incelik şudur: Yalnız Allah'ın rahmetine güvenip O'nun azabından, cezasından
korkmamak insanı şımartıp birtakım ölçüsüzlüklere itebilir. Sadece O'nun
azabından korkup rahmetine, affına ihtimal vermemek insanı derin bir
ümitsizlik çukuruna düşürebilir.
5— «Onlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne
israf ederler, ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında dengeli ortalama bir
yol tutarlar.»
Lüzumundan fazla
harcamak israftır. İmkânlar el verdiği halde ihtiyaç nisbetinden
kısıp harcamamak cimriliktir. Ashab-ı Kirâm'ın günlük hayatı bu ikisi arasında dengeli bir yol
tutmanın örnekleriyle doludur. Resûlüllah'-ın (A.S.) yüksek irfan meclisinden aldıkları dinî bilgileri
harfiyen uygularken özellikle şu noktaya çok dikkat ederlerdi: İnsan yemek
için yaşamaz, ama yaşayabilmek için ihtiyaç nisbetinde
bir şeyler yiyip içer.. Aynı zamanda süslenmek, başkasına karşı üstünlük
kurmak için giyinmez; ama hem utanç yerlerini örtmek, hem mü'minin
vakar ve terbiyesine korumak için giyinir.
Günümüzde harcamada
bir sınır tanımayıp moda ile demoda arasında mekik
dokuyarak lüksün de ötesinde israfa yol açanların yetişme tarzları
incelendiğinde, çoğunun Kur'ân ve Sünnet kültüründen
yoksun oldukları görülür. Dünyada her gün milyonlarca insan açlıktan can
çekiştirirken sosyetenin ve müthiş bir israf içinde gününü gün edenlerin vurdum
duymazlığı ne ile yorumlanabilir?.
6— «Onlar ki Allah'la beraber başka bir ilâha
tapmazlar.»
Kişiye Allah'ını
unutturan, kalbini doldurup istilâ eden her şey, bir bakıma ilâhlaştırılmış
demektir. İman nuruyla kalbini ve kafasını aydınlatan gerçek mü'minler ise, Allah'tan başka her şeyin, korunmak ve gerektiği
şekilde kullanılmak üzere insana verilmiş birer emanet olduğunu kabul ederler.
Zira eninde-sonunda terketmek zorunda olduğumuz eşya
emanet değil de nedir? O bakımdan sözünü ettiğimiz mü'minler
emanete değil, onu ihsan eden Cenâb-ı Hakk'a taparlar; kalplerini mal ve makam değil, ilâhî
sevgi, korku ve O'nun rızasına erişme azmi doldurur.
Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuyu aynı sûrenin 43. âyetiyle şöyle açıklamaktadır:
«Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü?.»
7— «Haklı bir sebep dışında Allah'ın haram
kıldığı bir canı öldürmezler.,»
İslâm Şeriatı'nın
cevaz verdiği kısas ve benzeri bir ceza dışında bir insanı öldürmek kesinlikle
haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmış; aynı zamanda ağır maddî
müeyyideler de konmuştur. Allah'a kul olmanın idraki içinde Rahman sıfatından
tecelli eden rahmetin anlam ve hikmetini bilen hiçbir mü'min
haksız yere cana kıymaz. Zira insan haklarını en çok korumakla görevli
kılınanlar şüphesiz ki mü'minlerdir. Hayat hakkı ise,
hakların en üstünüdür. İnsan kanı muhteremdir. Öldürmek çare değildir, nihaî
çaredir. Savaşlarda bile bu prensibe riâyet edilmiştir.
Cenâb-ı Hak bir kişinin haksız yere öldürülmesinin ne kadar
büyük bir cinayet olduğunu Mâide Sûresi 32. âyetle
şöyle açıklamaktadır: «Kim bîr kişiyi, bir kişi karşılığında veya yeryüzünde
fesat (çıkarma suçundan dolayı) olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş
gibi olur; kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını
kurtarmış gibi olur.»
8— «Zina etmezler..»
Zina : Kadın ve
erkeğin iffet ve namus perdesini yırtan, aileyi temelinden sarsan, toplumu
dejenere eden, ahlâk ve fazîleti yıkan, nesli soysuzlaştıran kötü bir fiildir.
Oysa Allah'a ve Âhiret gününe dosdoğru imân eden
kimsenin şu dünyaya iffet perdesine leke dokundurmamak, aile yuvasını Allah'ın
muradına uygun sapasağlam ayakta tutmak, ahlâk ve fa-zîleti
korumak, imanlı bir nesil yetiştirmek için gözlerini açtığını biliyoruz.
Ne var ki, insan melek
ölçüsünde yaratılmamıştır. Onda hem hayvanı, hem de melekî
sıfatlar vardır. Peygamber dışında hiç kimse günah ve kötülüklerden
korunmamıştır. Önemli olan iyiliklerin ağır basması, kötülüklerin asgariye
düşürülmesi ve kime karşı günah işlendiğinin bilincinde olun-masıdır. O halde kötü fiillerin tamamını veya bir kısmını
bilerek veya bilmeyerek işledikten sonra ciddi şekilde pişmanlık duyup
vazgeçenler hakkında ise, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Tevbelerinde sebat ettikleri takdirde Cenab-ı
Hakk'ın onların kötülüklerini iyiliKİere
çevirmesi umulur. Zira tevbe kapısı can boğaza
gelinceye kadar açıktır. Tabii küfür üzere olup tam ümitsizlik çizgisine
geldiğinde artık maddî hiçbir şeyin fayda vermiyeceğini
anladıktan sonra dönüş yapanlar için bu kapı açık değildir. Zira belirtilen
kişilerin ümitsizlik halindeki tevbeleri makbul
tutulmaz. [106]
9— «Onlar ki
yalan yere şahitlik etmezler..»
Yalan : Bile bile doğruyu gizlemek, hakkı inkâr etmektir. Bu da ya insan haklarıyla, ya da ilâhî
haklarla ilgilidir. Her iki durumda 6a yatan-bü-yük
günahı gerektiren çok kötü bir fiildir. Yalan bütün hak dinler tarafından
yasaklanmış ve hattâ lanetlenmiştir. Çünkü insan haklarına dokunan, toplumda
güveni sarsan her fiil haramdır ve yasaktır. O bakımdan yalancılığı takbih
eden o kadar çok hadîs vardır ki, onları biraraya
getirecek olursak bir cilt haline gelebilir.
Hz. Ömer (R.A.) Kitap ve Sünnet'in ışığı altında şu
tavsiyede bulunmuştur: «Doğru söz seni öldürtecek, yalan seni kurtaracak bile
olsa birinciden ayrılma.»
Abbasî Halîfelerinden
Harun Reşit, günün ünlü bilgin ve düşünürlerinden Mansur
bin Ammar'a : «Bana öyle bir öğüt ver ki hem kısa,
hem de yüklü olsun» der. Mansur, halifeye «Peki,
yalnız daha önce bir iki soru sormama müsaade eder misin?» diyerek izin ister
ve söze şöyle başlar: «Ey mü'minlerin emîri, şu
dünyada kendi varlığınızdan daha çok sevdiğiniz (peygamber dışında) bir kimse
var mıdır?» Halîfe: «Hayır, yoktur» diye cevap verir. Mansur
devamla der ki: «Öyleyse, kendi varlığınıza kötülük etmeyiniz.» Halife : «İyi
ama bunun ilk şartı nedir?» diye sorunca da Mansur şu
cevabı verir: «Yalan söylememektir.»
İslâm kültüründen
yoksun yetişen, hak dinlerden nasibini alamayan bazı Batılı fikir adamları
yalanı mubah sayacak kadar ileri gitmişlerdir. Onlardan biri de ünlü İtalyan
yazarı ve düşünürü Machiavelli'dir. «Gaye vasıtayı
meşru kılar» gibi oldukça hatalı ve çarpık bir ilke koymuş bulunuyor. Böylece Machiavelli; iş, ahlâk, siyaset hayatında çoğu zaman yalan
söylenmesi gerektiğini ileri sürmekten çekinmemiştir. Günümüzün bazı
siyasîleri Machiavelli'ye taş çıkartacak kadar ileri
gitmektedirler.
Özellikle yalan yere
şahitliğin insan haklarıyla yakından ilgili bulunduğunu unutmamak gerekir.
Zira bütün günahlar tevbe ve istiğfarla affedilebilirler,
ama insan haklarıyla ilgili olan günahların -hak sahibi memnun edilmedikçe,
alınan hak sahibine iade edilmedikçe- affedilmesi söz konusu değildir. Ancak
deniz savaşında Allah yolunda şehit düşenlerin durumu bir istisna teşkil eder.
10— «Boş-anlamsız bir şeyle karşılaşınca sükûnet
ve vakarla geçerler.»
Dünya hayatı çok kısa,
yapılacak işler de o nisbette çoktur. İnsan olarak
ilâhî inayet ve rahmetin bizlerden yana tecelli ettiğini düşünmemiz ve ona
lâyık olabilmemiz İçin gerekeni yapmamız kadar tabii ne olabilir? Önümüzde
çözülmesi gereken birçok mesele ve problemler dururken çok kıymetli
vakitlerimizi sununla, bununla sürtüşme ve tartışmaya ayırmamız,
haddini bilmeyen insanlara muhatap olmamız bize bir şey kazandırmayacağı gibi,
çok şeyler kaybettireceğinde şüphe yoktur. Biz her şeyden önce ebedî bir
hayatın eşiğine getirildiğimizi ve şu anda ona hazırlık dönemi içinde
bulunduğumuzu bilmek zorundayız. Bunun için de bize belli bir süre takdir
edilmiştir. Sürenin sonuna gelmeden, yani ecel çizgisine ayak basmadan
kendimizi İlâhî beyân doğrultusunda donatmamız gerekmektedir. Allah'a dosdoğru
imân eden kişiler olarak günlük hayatımızın hep doğruluk, fazîlet, adalet,
ciddiyet, sâlih amel ve hayırlı işlerle geçmesi bir emr-i ilâhîdir. Ve mü'min olarak -Kur'ân'ın
açıkladığı üzere- her şeyin en ciddisini, en iyisini ve en güzelini yapmakla
yükümlü bulunuyoruz. Böyle bir yarışa katılmamız, dünya ile âhiret
hayatımızı birbirine bağlar ve biri diğerini en mükemmel ölçüde tamamlar.
11— «Onlar ki Rablarının
âyetleri kendilerine hatırlatılınca üstüne sağırlar ve körler gibi kapanıp
kalmazlar.»
Çünkü gerek kâinat
plânında yer alan her belge, gerekse Hz. Muham-med'e (A.S.) indirilen her
âyet, Cenâb-ı Hakk'ın
varlığını, birliğini, kudretinin yüceliğini, kurduğu düzenin amaç ve
hikmetini, düzenlediği plânın kusursuzluğunu yansıtır. Gerçek mü'min ise, her şeyde ve olayda Allah'ın kudret damgasını
gören, rahmetinin eserine şahit olan bir basirete sahip olmalıdır. O kadar ki,
eşyaya imân ve irfan gözüyle bakıldığında her şeyin «Allah» dediği, her
varlığın O'nun birliğine delâlet ettiği görülür.
İşte kâinatta hâkim
olan düzen ve programı bize en iyi şekilde tarif edip tanıtan Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup da mana ve maksadını, hikmet ve esrarını
anlamamak, anlamak için ciddi bir mesai sarfetmemek; Kur'ân'm mutlak anlamda her iki hayatımızın tek rehberi
bulunduğunu idrâk etmemek bir bakıma sağırlık ve körlüktür.
Cenâb-ı Hakk'ın bu beyânından
anlıyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm sırf okunup arnel edilmek ve hükümleri uygulanmak, hikmetleri
anlaşılmak üzere ıindirilmiştir. O ne yalnız ölülere
okunmak, ne yalnız hatim yapmak, ne de duvarlara süs eşyası olarak asılmak için
indirilmerniştir.
Günümüzde bazı Batılı
ilim adamlarının ilim ve insaf gözüyle Kur'ân'a
eğilip onu incelemeleri, kendilerine hidâyet kapılarının açılmasını sağlamış ve
çoğu Kur'ân'm beşer gücünün çok. ötesinde
bulunduğunu, her âyetiyle ilâhî olduğunu anlamakta gecikmemiş ve «Kur'ân çağların, medeniyetlerin önünde yürüyor» demekten
kendilerini alamamışlardır. Böylece Kur'ân'a ilim
gözüyle bakmak, onu kalp ve ruh kulağıyla dinlemek insanı çok olumlu sonuçlara
götürmekte olduğunu anlatmaya gerek var mıdır? Ortada birçok misaller dururken
başka arayışlar içine girmek zaman kaybından başka bize ne kazandırır? Bunun
için Hz, Peygamber (A.S.) : «ilim İslâm'ın hayatı, imanın
direğidir. Kim ilim öğretirse, Allah onun mükâfatını tamamlar; kim de ilim
öğrenip onunla amel ederse, Allah, bilmediği şeyleri ona öğretir.»
buyurmuştur. [107]
12— «Onlar
ki ey Rabbımız, derler, bize eşlerimizden ve
çocuklarımızdan gözlerin aydınlığı (ölçüsünde) bağışla ve bizi (Allah'tan)
korkup (fenalıklardan) sakınanlara önder ve lider eyle.»
İslâm; Kur'ân ve Hadîs'in ışığında aileye lâyık olduğu değeri,
önemi ve yeri vermiş, onu her türlü tecavüzden korumuştur. Çünkü vücut için
omurga ne ise, toplum ve ülke için de aile odur. O bakımdan ilgili âyetle,
evlenip yuva kuracak eşlerin dindarlık, ahlâk, fazilet ve soyluluk cihetiyle
gözlerin aydınlığı olacak düzeyde bulunmalarına dikkat etmemiz duâ yoluyla
tavsiye edilmektedir. Aynı zamanda çocuk eğitimine ciddiyetle eğilmemize
işaret edilerek ihmalinin gözleri aydınlatmıyacağî,
huzur ve mutluluk ge-tirmiyeceği
hatırlatılmakta ve böylece Müslüman olarak aile ve çocuk konusuna ağırlık
vermemiz istenmektedir.
Aileyi bu tarz
yorumlamamızın sebebi çok açıktır: Kumarbaz, alkolik, namus düşkünü, uyuşturucu
mübtelâsı, yalancı, dolandırıcı, hilebaz ve inkarcı
bir kimse elbette ailenin gözlerinin aydınlığı sayılacak bir aile reisi
olmaktan çok uzaktır. Annelik vakar ve iffetini ayaklar altına alan; gelirinin
önemli bir kısmını makyajına sarfederek kendini bir
süs biblosu durumuna getiren, aynı zamanda dinle, ibâdetle ilgisi bulunmayan
bir kadının da ailesi ve çocukları için gözlerin aydınlığı olması düşünülemez.
O halde İslâm'a göre,
seçilecek eşte birtakım özelliklerin, değer ifade eden vasıfların bulunması çok
lüzumludur. Unutmayalım ki, dindar, kültürlü, faziletli, din kardeşlerine
bağlı, insan sevgisiyle dolu bir nesli anoak
belirtilen ölçü ve evsafta olan ana-babalar yetiştirebilir.
Müslümanlardan kendini
ilim ve irfana, din ve dünya işlerine verip söz sahibi olanların her zaman
sahnede nâzım rol almaları, toplumun ve ülkenin huzur ve güveni, refah ye
selâmeti, aynı zamanda devamlılığı için gereklidir. Kur'ân
ilgili âyetle, önderlik ve liderliği ancak bu gibi faziletli ve bilgili
dindarlara lâyık görmekte ve onları bu konuya teşvik etmektedir.
Din ve dünya kültürü
yerinde olan her mü'minin bulunduğu yerde yol
gösterici, ülke yararına meseleleri çözücü olması, ilâhî tavsiyeler
cümle-sindendir. [108]
«İşte bunlar sabrettiklerine
karşılık Cennet'in gönül alıcı yüksek çardağıyla mükâfatlan-dırılmaya
lâyık görülürler ve orada saygı ve selâm ile karşılanırlar»
Kur'ân-ı Kerîm, insanı kemâl mertebesine yükselten on iki
önemli vasfı açıkladıktan sonra, kendilerini bu düzeye getiren mü'minierin kıyamet gününde en güzel ve en tatmin edici
biçimde mükâfatlandıracaklarını haber veriyor. Zira nîmet; külfet ve hizmet
karşılığıdır. Âyetteki anlatıma dikkat ettiğimiz zaman .şu cümlenin çok
anlamlı olduğu rahatlıkla anlaşılır: «sabretmelerine karşılık.,» Hemen
belirtelim ki, imân cevherine sahip olup onu gönül sedefinde korumak nasıl bir
sabır ve azim işiyse, imânın ürünü olan sâlih ameller
de bütünüyle sabrı gerektiren konulardır. Aynı zamanda dünya hayatında meşru
sınırlar içinde başarılı olabilmenin sebeplerinden biri de sabırlı çalışmadır.
O kadar ki:
— Harama el sürmeden
çalışmasını bilmek,
— Meşru sınırlar içinde hayatı kazanmak,
— Ahlâksızlığın ko!
gezdiği bir dünyada şehveti, gayri-meşrua karşı
frenlemek,
— Hayat dizginini aklın ve imânın eline verip
nefis ve İblîs'in sultasından kurtulmak,
— Kötülüğe iyilikle karşılık verip intikam
duygusunu yenmek,
— Dünya ile âhiret
arasında sağlam bir köprü kurup hayatımızı ona göre düzenlemek,
— Namaz, oruç, zekât ve hac ibâdetini
emredildiği şekilde yerine getirmek... hep sabırlı olmayı gerektiren
şeylerdir. Kendine bu derece hâkim olup hayatını meşru çerçeve içinde tutan mü'minin elbette ki mükâfatı çok büyük olacaktır. [109]
«De ki: Eğer duanız (veibâdetiniz) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin..»
Cenâb-ı Hak ilgili âyetle insanın Allah yanındaki değer
ölçüsünü iki husus ile belirtmekte ve böylece yaratılışımızın hikmet ve amacına
dikkatlerimizi çekmektedir. Aynı zamanda o iki hususu mü'minle
kâfir arasında alâmet-i farika olarak göstermekte ve dolayısıyla bütün eşyanın
ibâdet ettiğine işarette bulunmaktadır. Şüphesiz iman temeli üzerine kurulan
duâ ve ibâdet; yaratılan ile Yaratan arasında ilgi sağlayan yolu işlek duruma
getiren ve insanın kul, Yaratan'ın mâbûd olduğunu
ortaya koyan iki önemli sâlih amel kabul edilir, O
bakımdan her gönderilen peygamber mutlaka ibâdet ve duâ ile işe başlamış ve.
Allah'ın kullarını doğru yola çağırırken bunları telkinde bulunmayı ihmal
etmemiştir. Zira insanın yaratılmasından maksat budur. Nitekim Zâriyat Sûresi 56. âyetle konu şöyle açıklanmakta-dır: «Ben
cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.» [110]
«Sız (ey inkarcı
sapıklar!) cidden (Hakk'i) yalanladınız. Bunun cezası
lüzumlu olup (sizi bırakmıyacaktır).»
Hak birdir, birkaç
değildir. Kâinat plânı hak üzere hazırlanmış; her varlık o plândaki yerini yine
hak ölçülerine göre almıştır. Zira hak, sözlük olarak : Pencerenin kendi
kasasına, kapağın kendi kutusuna tıpatıp uyması, ortada bir yanlışlığın,
kusurun bulunmamasıdır. O halde her şeyin yaratıldığı kanuna ve amaca bağlı
kalıp mevcut düzene uyum sağlaması haktır. Bunun aksine bir yol, bir tutum
bâtıldır.
Allah'ın doksan dokuz
isminden biri de «Hak»tır. Zira her şeyi belli bir kanuna göre amacına yönelik
ve mevcut düzende dengeli ve uyumlu yaratılmıştır. Meselâ yerkürenin onda
yedisinin denizlerle kaplı olması, dünyanın yirmi üç derece bir meyilde
bulunup hem kendi ekseni etrafında, hem de bir elips çizerek güneşin çevresinde
belirlenmiş bir hızla dönmesi, sabit dağların kurulması, yeraltı ve yerüstü
kaynakların belli nisbette hazırlanması, dünya ile
güneş arasında yaklaşık olarak 149 milyon kilometre mesafenin konulması hep bu
denge ve düzenin birer belgesi ve Hak isminin birer tecellisidir.
O halde hakkı
yalanlamak, kâinattaki bütün sistem ve düzenlemeleri yalanlamak demektir ki, bu
selim akılla, sağ duyuyla, gelişmiş mantıkla bağdaşamaz. Aynı zamanda kişi bu durumda
kendini de yalanlayıp inkâr etmiş sayılır.
Hakk'ın tecellilerini en mükemmel biçimde bize yansıtan Kur'ân ve onları bize en iyi şekilde öğreten peygamber de Hakk'ın insanlardan yana birer rahmetidir. Onları
yalanlamak, kâinat düzenini inkâr etmek ve her varlığın hak ölçülerine dayalı
hakkına tecavüz etmek sayılır. Bu bakımdan cezası da o nisbette
ağır ve devamlı olur.
Furkan Sûresi'nin tefsirine bizi muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd; bu hususta da yegâne rehberimiz olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun.. [111]
[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4271.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4271.
[3] Dâremî/siyer: 28- Müslim/mesâcid: 3- Ahmed: 1/250, 301-
4/416- 5/145, 148
[4] Buharî/teyemmüm: 1, salât: 56- Nesâî/gusül : 26- Dâremî/salât: 111
[5] Buharî/ta'bîr: 22. i'tlsam : 1, cihad: 122- Nesâî/cihad: 1
[6] Müsned-i Ahmed
: 5/266- 6/116, 233
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4273.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4273.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4273-4274.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4274.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4275-4276.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4276.
[12] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî: 13/3
[13] .» s> »
: LÜbabu't-te'vîl
: 3/343, 344
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4277.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4277-4279.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4279-4280.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4280.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4282-4284.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4284-4285.
[19] Fransız Tıp Akademisi'ne Göre Hz.
Muhammed'in (A.S.) Şuuru Tamdır/ Güven Matbaası - Ankara. Çeviren : Prof. Dr.
Feridun Nafiz UZLUK
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4285.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4286-4287.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4287.
[22] Müslim/Iyaz b. Hammad'dan
[23] Müsned-i Ahmed
[24] îbn Kesir : 3/313- sahîh rivayetle
[25] Sahîh-i Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4289.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4290-4291.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4291-4292.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4293.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4293-4294.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4295.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4296.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4296.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4297.
[34] Lübabu't-te'vîl
: 3/348- Esbabü'n-Nüzûl/Nisabûrî: 225, 226
[35] Esbabu Nüzûli'l-Kur'ân/SÜyutî: 86
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4298.
[36] Buharî/zebâyih
: 31- Müslim/birr:
146- Ebû Dâvud/edeb: 16
[37] Ahmed: 3/75
[38] Tirmizî/zühd
: 45
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4298-4299.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4299-4300.
[40] Tefsîr-i îbn Kesîr : 3/316
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4300-4301.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4301.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4302.
[43] Ebû Nuaym
- İbn Asakir. (Süyûtî bu hadîsin
zayıf olduğunu kaydetmiştir.)
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4302-4303.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4303-4304.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4304-4305.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4305-4306.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4306.
[49] Tefsîr-i Merağî : 19/12- Tefsir-i tbn
Kesîr: 3/317
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4307.
[50] Buharî/tefsîr: 1/25-
Müslim/münafıkûn : 54-
Tirmizî/tefsîr 12/17-Ahmed: 2/354, 363
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4307.
[51] Bilgi için bak: İsrâ Sûresi
: 106
[52] Bügi için bak: Tefsîr-i Hâzin: 3/349
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4307-4309.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4309.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4309-4310.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4310.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4312-4314.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4314.
[59] Tefsîr-i Kurtubî : 13/35
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4315.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4315.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4316.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4316-4317.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4317-4318.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4318.
[65] Buharî/ezan: 156, istiska: 28, mağazî: 35-
Müslim/iman: 125- Bbû Dâ-vud/tıb: 22- Taberâni/istiska: 4- Müsned-i Ahmed: 4/117
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4319.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4320.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4320-4321.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4321.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4321-4322.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4322.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4322-4323.
[72] Geniş bilgi için bak : Nahl
Sûresi: 36., Fâtır Sûresi: 24. âyetlerin tefsiri
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4323.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4324.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4325.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4325-4326.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4326.
[78] Furkan Sûresi: 53, Nemi Sûresi: 61, Rahman Sûresi: 20
[79] Bilgi için bak : Rahman Sûresi: 20. âyetin tefsiri
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4327-4328.
[81] Buharî/edeb: 119- Müslim/fezail: 28- Ahmed: 4/406
[82] Caraiussağîr: 2/97
[83] Bilgi için bak: Enbiyâ Sûresi: 30., Nur Sûresi: 45.
âyetlerin tefsîri.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4328.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4329.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4329.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4331-4332.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4332.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4332-4333.
[89] Geniş bilgi için bak: A'raf
Sûresi: 54, Yunus Sûresi: 3, Hûd Sûresi: 7, Secde Sûresi: 4, Kaf
Sûresi: 50. ve Hadîd Sûresi: 4. âyetlerin tefsiri
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4333-4334.
[91] Bilgi için bak :
Bakara Sûresi: 255. âyetin
tefsiri
[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4334.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4334-4335.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4335.
[95] Bilgi için bak : Yunus Sûresi: 5, Nuh Sûresi: 16. âyetin tefsiri
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4336.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4336-4337.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4337.
[99] Buhari/ezan: 20
[100] Ahmed: 5/445
[101] Ahmed: 5/194
[102] Ahmed: 1/447
[103] Buharî/tefsîr: 3/2, 2/25, edeb:
20, diyat: 1, hudud: 20, tevhîd: 40- Müslim/imân: 141,
142- Ebû
Dâvud/talâk:
50- Tirmizî/tefsîr: 25- Nesâî/tahrîm: 4- Ahmed: 1/380, 431,
434, 462- 6/8
[104] İbn Ebî
Dünya - Câmiussağîr
: 2/150
[105] Buharî/ilim: 30- Tirmizî/büyû': 3-Müsned-i Ahmed:
2/452,505-4/i233- 5/291
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4340-4341.
[106] Geniş bilgi için bak : Nisa Sûresi : 17, 18.
âyetlerinin tefsiri
[107] Ebû Şeyh: İbn Abbas (R.A.)dan.. (tmam Süyûtî bunun zayıf olduğuna
[kaydetmiştir.) Bilgi için bak : Câmiussağîr'in
şerhi Feyzülkadîr/ilim maddesi..
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4341-4347.
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4347-4348.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4348.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4348-4349.