FURKAN     SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

Meali: 3

İlgili Hadîsler. 3

Allah, Kendini Bize Tanıtıyor. 3

Hz. Muhammed (A.S.)'İn Ve Kur'ân'ın Birer Özelliği 3

Allah, Çocuk Edinmekten Pak Ve Yücedir. 4

Yarattığı Her Şeyi Takdîr Etmiştir. 4

Âyetler Arasinda Bağlantı 4

Meali: 4

İniş Sebebi 5

Kur'ân Eskilerin Masalları Değildir. 5

Göklerdeki Ve Yerdeki Gizliliği Bilen. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

Peygamber (A.S.)In Bazı Özellikleri 6

Peygamber'in (A.S.) Büyülenmiş Olduğu İddiası 7

Hz. Muhammed'e (A.S.) Epileptik Diyen Şaşkınlar. 7

Sahte İlâhlar Adına Hakkı  Çiğnemek. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meâli : 8

İlgili Hadisler. 9

İlâhlaştırılan İnsanlar. 9

Refah Seviyesinin Yüksek Olmasının Tesirleri 10

Birbirimize Sınav Vesilesiyiz. 10

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

Peygambere Ve Âhirete İnanmayanlar. 11

İnkarcılar Melekleri Görünce. 11

İşler Ve Ameller İman Ve Niyete Göre Değerlendirilir. 11

Âyetler Arasinda Bağlantı 12

Meali: 12

İniş Sebebi 12

İlgili Hadîsler. 12

Göğün Yarılıp Beyaz Bulutlar Şeklinde Bir Görünüm  Arzetmesi 13

Kıyamette Meleklerin İndirilmesi 13

Hak Olan Mülk. 13

Hayatta İnsanın Gerçek Arkadaş Ve Dostu. 14

O   İyi Arkadaş Edinmenin Yararları 14

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 15

Peygamber'in (A.S.) Şikâyeti 15

Nerede Hak Varsa, Karşısında Bâtıl Da Vardır. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 16

İniş Sebebi 16

İlgili Hadîs. 16

Kur'ân'ın Parça Parça İnmesi 16

Kur'ân'ın Yüceliği 17

Kur'ân'ın Tertîl Üzere Okunması 17

Âyetler Arasinda Bağlantı 17

Meali: 17

Mü'minleri Müjdelemek, Kâfirleri Tehdit Edip Uyarmak. 18

Mü'minleri Müjdelemek, Kâfirleri Tehdit Edip Uyarmak. 18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İniş Sebebi 19

Baş Olma Hastalığı Ve Aşırı Kıskançlık. 20

Heveslerini Tanrı Edinenler. 20

Peygamber Vekîl Değildir. 20

Hakka Gönül Kapısını Açmayan İnkarcılar Davarlara   Benzetiliyor. 20

Âyetler  Arasında  Bağlantı 21

Meali: 21

İlgili Hadîs. 21

Gölgenin Uzayıp Kısalması 21

Güneşin Gölgeye Delil Kılınması 22

Gecenin Bir Örtü, Uykunun Bir Dinlenme Kılınması 22

Hayatı Düzenli Tutmamızı İlham Ediyor. 22

Rüzgârın, Rahmetin Müjdecisi Kılınması 22

Gökten Tertemiz Su İndirilmesi 23

Her Kasabaya Bir Uyarıcı Göndermeye Gerek Kalmaması 23

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali: 23

Son Kitap Ve Son Peygamber. 23

İcli  Bir Cihad Aşkıyla Dini Yaymak. 24

Aci Ve Tatli Su. 24

Denizle    Arasında    Birbirlerine    Karışmalarını    Engeller Anlamda Aşılması Zor Bir Sınır Vardır. 24

İnsanın Sudan Yaratılması 25

Soy Ve Hısımlık Bağları 25

Âyetler Arasında Bağlantı 25

Meali: 25

İnsan Ruhundaki Kemalât 26

Peygamber'in (A.S.) İki Ana Görevi 26

Allah, Tek Güven Kaynağıdır. 26

Göklerin Ve Yerin Altı Dönemde Yaratılması 27

Arş Üzerinde İstiva. 27

Allah'ın Zatı Bilinmez. 27

Gökte Meydana Getirilen Burçlar. 27

Güneşi Sirac, Ayı  Nur Kılmıştır. 28

Gece İle Gündüzün Birbirini İzlemesi 28

Âyetler Arasında Bağlantı 28

Meali: 28

İlgili Hadisler. 29

Rahmân'ın Gerçek Kullarının On İki Vasfı 29

Mü'minlerin Mükâfatlandırılması 32

İnsanın Bir Diğer Ölçüsü. 32

Hakkı Yalanlayanların Cezası 33


FURKAN     SÛRESİ

 

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.

Âyet   sayısı      :     77

Kelime   »           :    892

Harf       »           : 3730

Sûre, ismini, birinci âyette Kur'ân-ı Kerîm'in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırt etme özelliğini belirten «furkan» sıfatından alır. [1]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Allah'ın varlığını, birliğini isbat eden belgeler açıklanır.

2—  Peygamberliğin bazı özellikleri üzerinde durulur.

3— Kıyâmet'ten ve birtakım önemli safhalarından söz edilir.

4—  Daha önceki peygamberlerden bir kısmının kıssası misal olarak verilir ve bu arada bazı örnekler sergilenir.

5—  Allah'ın kudretinin yüceliğine ve sınırsızlığına; her şeyin belli bir plâna göre yaratıldığına dikkatler çekilerek insan aklına ışık tutulur.

6—  Yüksek ahlâk ve adabın bazı kuralları anlatılır. Bu doğrultuda Ce­nâbHakk'ın kâmil kullarının birtakım özellikleri üzerinde durulur. [2]

 

Meali:

 

1-2— Feyiz ve bereket, azamet ve kudret sahibi ne yücedir ki (hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, helâli haramdan ayıran) Furkan'ı, milletleri (tut­tukları yolun tehlikesine karşı) uyarıcı olsun diye kulu (Muhammed'e) in­dirmiştir. O yüce kudret ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur. O, çocuk edinmemiştîr; mülkünde hiçbir ortağı yoktur; her şeyi yaratıp düzene koy­muş, belli ölçülere göre takdir etmiştir.

3— (Öyle iken inkarcı sapıklar) O'nu bırakıp başka ilahlar edindiler ki, bunlar bir şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır; kendi kendileri­ne ne bir zarar, ne de bir yarara sahiptirler; ne ölüme, ne dirime, ne de öldükten sonra yeniden dirilmeye güç getirebilirler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ben kızılına, siyahına (peygamber olarak) gönderildim..» [3]

«Bana beş şey verildi ki, onlar benden önce hiçbir peygambere ve­rilmedi :......(Benden önceki her) peygamber sadece kendi kavmine gön­derilmiştir. Ben ise bütün insanlara gönderildim.» [4]

«Az kelimeyle çok mâna ifade eden, (semavî kitapları kapsayan ve in­san yararına olan ilimlerin ana temasını, temel bilgisini veren Kur'ân) ile gönderildim. (Düşmanların kalplerine) korku salmakla yardım gördüm. Bir ara uyurken bana yeryüzünün hazinelerinin anahtarları verildi, elime konuldu.» [5]

«Her türlü sapıklık ve bâtıldan uzak, bütünüyle hakka yönelik kosko-lay bir din ile gönderildim.» [6]

 

Allah, Kendini Bize Tanıtıyor

 

«Feyiz ve bereket, azamet ve kudret sahibi ne yücedir ki, Furkanı kulu Muhammed'e indirmiştir.»

Aile, toplum ve milletleri tuttukları yanlış yolun çok tehlikeli sonucu­na karşı uyarmak için kulu Muhammed'e (A.S.) Furkan'ı indiren Allah, feyiz, bereket, hayır ve ihsan kaynağıdır ve O çok mübarek ye çok yüce­dir.

«Tebareke» fiilinin delâlet ettiği bu manalar bize şu hususu ilham et­mektedir: Ömründe, canında, malında, sofrasında, evlâdında, işinde, kese­sinde, ruhunda ve kalbinde feyiz ve bereket, hayır ve rahmet isteyen kim­se mutlaka bunların gerçek kaynağı olan CenâbHakk'a yönelmelidir.  [7]

 

Hz. Muhammed (A.S.)'İn Ve Kur'ân'ın Birer Özelliği

 

Furkan : İki ayrı manaya delâlet eder: u   a) Hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, hayrı serden, sevabi günahtan, helâli haramdan ayıran, her birinin sınırını belirleyen kitap., b) Parça, parça, bölüm bölüm, olayları hedef alarak indirilen kitap,. Bu iki mana da Kur'ân'ın en belirgin özelliklerinden biridir.

Nezîr: Bu da uyarmak ve korkutmak gibi birbirine çok yakın iki mâ­naya delâlet eder. Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara ve cinlere «ne­zîr» olarak gönderilmesi, sözünü ettiğimiz iki mâna düzeyinde gerçekle­şir. Şöyle ki: Nefsine mağlup olup İblîsin adımlarına uyan gafilleri ve özel­likle de mü'minleri uyarmak; Allah'ı inkâr edip küfür ve tuğyan içinde aziz ömrünü heder edenleri. Cehennem azâbıyia ve aşırı gittikleri, yani küfür­lerini zulümle birleştirip bütünleştirdikleri zaman dünyada inecek ilâhî hüküm ile korkutmak..

Sûrede daha çok inkarcı azgınların inat ve şaşkınlığından, ahlâksız­lık ve hezeyanından söz edildiği ipin Hz. Muhammed'in (A.S.) «nezîr» sı­fatı anılmış; ikinci açık özelliği olan «beşîr» yani müjde verici, sevindirici, mutlu sonucu haber verici sıfatı burada anıimamıştır. [8]

 

Allah, Çocuk Edinmekten Pak Ve Yücedir

 

«O çocuk edinmemiştir..» Kur'ân bu açıklama ile daha çok iki zümrenin Allah hakkındaki yan­lış inançlarını reddediyor: Biri, «Hz. İsa Allah'ın biricik oğludur» diyen Hı­ristiyanlar; diğeri, «melekler Allah'ın kızlarıdır» diyen Mekkeli putperest müşriklerdir.

Allah'a çocuk isnat etmek, O'nun ilâhlık vasfını inkâr etmek olur. Zi­ra her baba aynı zamanda oğuldur da.. Böylece iilet-mâlûl zinciri bir du­rak tanımadan geriye doğru uzar da gider, fasît bir devridaim meydana gelir. O yüzden hem ilâhlık vasfı kalmaz, hem de tek ilâh inancı temelin­den yıkılır.

Cenâb-ı Hak bu gibi beşerî sıfatlardan, noksanlıklardan pâk ve mü­nezzeh olduğunu açıklarken «O yüce kudret ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur.O çocuk edinmemiştir; mülkünde hiç bir ortağı yoktur..» buyu­rarak her şeyden müstağni olduğunu, her şeyin, kendi yüce kudretinin te-cellisiyle vücut bulduğunu haber veriyor ve bütün yanlış inançların ancak, yanlış yolda yürüyen insanların eseri olduğuna işarette bulunuyor. [9]

 

Yarattığı Her Şeyi Takdîr Etmiştir

 

«Her ?eV» yaratıp düzene koymuş, belli ölçülere göre takdir etmiştir.»

Takdîr: Kader kökünden gelen «tef'îf» ölçüsünde masdardir. CenâbHakk'ın ezelî ilmiyle belirleyip yarattıkları hakkındaki plân ve programı, her şeyi belirlediği amaç ve hizmete şevki, her şey hakkında koyduğu hil­kat kanunu ve ona bağlı kalınarak değer biçmesi gibi manalara delâlet eder. İlim adamlarından bir kısmına göre ise, takdîr: yaratılan her varlığa belli ölçüde bir kudret vermek ve yine her şeye ayrı bir özellik tanıyıp be­lirlenmiş bir ölçü ve plânda tutmaktır.

Kur'ân ilgili âyetle CenâbHakk'ın her şeyi takdîr ettiğini açıklar­ken daha çok akla ve ilme ışık tutuyor. Şöyle ki: Her şeyin belli ölçülere, belli yararlara ve belirlenmiş amaca göre yaratıldığını; her şeyin kendine has özellikler taşıdığını ve her varlığın kâinat plânında denge sağladığını, düzenden bir parça hüviyetinde olduğunu; hiçbir şeyin başıboş, amaçsız ve yararsız; denge ve düzen dışı yaratılmadığını hatırlatıyor ve bunu ilim adamlarına temel bilgi, hareket noktası olarak gösteriyor.

Gerçek bu olunca, insanlardan çoğunun asıl yaratanı bırakıp yaratı­lan bazı şeyleri ilâh edinmeleri ne kadar şaşılacak bir sapıklık ise, kâinatın tesadüfler neticesi bugünkü duruma gelip kendiliğinden düzenlendiğini iddia etmek de o nisbette şaşılacak bir sapıklık değil midir? Nitekim üçün­cü âyetle inkarcıların bu tür şaşkınlık ve sapıklığı hayretle karşılanıyor; ortada sayısı belirsiz delil ve belgeyi göremiyecek kadar gözleri kör olan bu insanların neden hakikati arayıp bulmaya çalışmadıkları konu ediliyor.

Sonra da Allah'ı bırakıp canli-cansız bazı eşyayı ilâh edinenlerin bu son derece yanlış inançlarını tashîh etmek; aynı zamanda akıllarını hare­kete geçirip düşünce ufuklarını açmak için altı maddelik bilgi veriliyor:

1—  İlâh edindikleri şeyler hiçbir şey yaratmaya muktedir değillerdir.

2—  O putların kendileri yaratılmışlardır.

3—  Kendi kendilerine bir zarar da veremezler.

4—  Kendilerine bir yarar da sağlayamazlar, her bakımdan âciz ve kudretsizdirler.

5__ Ne ölüme (onu takdir edip değişmez kanunlar koymaya) güçleri yeter,

6— Ne de yeniden diriltmeye güo getirebilirler.. [10]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün kavim, kabile ve milletleri tuttukları yanlış yolun tehlikesine karşı uyaran ve o yüzden ilâ­hî azaba çarpılacaklarını haber verip onları korkutan son peygamber ol­duğu belirtildi. Sonra da Allah'ın her türiü beşerî ve mahlukî sıfatlardan pak ve münezzeh olduğu konu edilerek kâinatta hiçbir şeyin tesadüflere bırakılmadığı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın, Hz. Muhammed'in (A.S.) uydurduğu bir kitap olduğunu veya başkalarının ona öğrettiği birtakım masallardan baş­ka şey olmadığını iddia edenlerin bu gibi akıl, mantık ve ilim dışı sözleri reddediliyor. Kur'ân'ın bütünüyle Allah'ın eseri olduğu haber verilerek ak­lı erenlerin bu gerçeği araştırmaları isteniliyor. [11]

 

Meali:

 

4—  Küfre sapanlar, «bu Kur'ân, Muhammed'in uydurduğu yalandan başkası değildir; bunu (düzmede) başka bir topluluk ona yardım etmiştir» dediler. Onlar cidden haksızlık ve yalanla geldiler.

5—  Yine onlar, «bu onun başkasına yazdırıp da sabah-akşam kendi­sine okunan eskilerin masallarıdır» dediler.

6—  De ki: «Onu göklerdeki ve yerdeki gizliliği bilen (Yüce Kudret) indirmiştir. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»

 

İniş Sebebi

 

Gerek Kureyş müşrikleri ve özellikle onlardan Nadr b. Hars, gerekse Yahudilerden bazı kötü niyetliler, «bu Kur'ân Muhammed'in uydurduğu yalandan başkası değildir» diyerek çirkin benzetmelere başvurdular. Bu­nun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [12]

Diğer bir rivayet:

Kureyş müşrikleri «bu Kur'ân'ı Muhammed'e yahudi bilginleri veya Habeşli kâhin Ubeyd b. Hadr, ya da kitap ehlinden Cebr, Yesar ve Adaş adındaki adamlar öğretiyor» diyerek İslâm'a girmek isteyenlere engel ol­maya çalışıyorlardı. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [13]

 

Kur'ân Eskilerin Masalları Değildir

 

 «Yine onIar«bu, onun başkasına yazdırıp da sabah-akşam kendisine okunan eskile­rin masallarıdır» dediler.»

Her sahifesinde sekiz-on kadar konuya yer verilen ve konular arasın­da kopmaz bağlar meydana getirilen; fizik ve fizikötesi âlemlerden akla ve ruha ışık tutan bilgilerle donatılan; insan hayatının her safha ve bölü­müyle içice getirilip düzenli ve disiplinli bir hayatın plân ve programını ve­ren; taşıdığı bilimsel ana fikirlerle, temel bilgilerle bugüne kadar gelişen ilmî buluşlara ve tesbitlere ters düşmeyen, bilâkis haklılığı iyice anlaşılan Kur'ân'in insan eseri olduğunu düşünmek bile abes ve anlamsızdır. On beş asır geriye gidip kavim ve kabilelerin, ülke ve milletlerin kalp ve kafa­larını örten cehalet perdesinin kesafetine bakınca, Kur'ân'ın her yönüyle ilâhî olduğu rahatlıkla anlaşılır.

Bunu belgeler mahiyette birkaç misal ile değerlendirelim :

1—  Aile yuvasının meşru ölçüler ve kurallar çerçevesinde kurulması ve kadının şehvet metâi olmayıp her türlü kötü nazardan korunması için evlilik müessesesini belli şartlara ve hükümlere bağlaması; bu maksatla çok mükemmel bir «Aile Hukuku»nun ana çizgilerini belirlemesi,

2—  içki, uyuşturucu gibi sağlığı tehdit eden, ekonomik yapıyı olum­suz yönde etkileyen maddelerin zerresini bile yasaklaması; kumar ve ben­zeri talih oyunlarına cevaz vermemesi ve bunun için maddî müeyyidelerle birlikte ağır manevî müeyyideler koyması,

3—  Akıtılmış kanı, ölmüş  hayvan etini  haram  kılması;  insanın  be­den ve ruh sağlığına olumsuz yönde tesir eden haşerenin ve yırtıcı hay­vanların yenilmesini yasaklaması; dokuz kadar tehlikeli hastalığa sebep olan domuz etini murdar sayması.

Öğretmenle öğrenci, evlâtla ana-baba; aileyle hısımları,  komşu ve yakınları arasında en olumlu ve ferahlatıcı havayı oluşturması,

5—  Namaz ve benzeri ibâdetlerle beşer hayatını doğruluk, ahlâk, fa-zîlet ve adalet düzeyine kavuşturması; ikinci hayat inancıyla insan ruhun­da iç huzuru doğurması ve kişileri hakseverlik çizgisinde tutması,

6—  Adaleti yansıtır ölçü ve anlamda mîras hukukunu detaylı olarak belirlemesi,

7—  İnsan kanına ve hayatına üstün değer verip savaşlarda bile adam öldürmeyi son çare olarak kabul etmesi,

8—  Fethedilen ülkelere ahlâk, fazîlet, namus, iffet, adalet ve hakka­niyet götürüp mabetleri yıkmayı,  ibadethaneye  çekilmiş din  adamlarını öldürmeyi, ağaçlan kesmeyi, kadın ve çocuklara dokunmayı, bayındır yer­leri tahrip etmeyi yasaklaması, İslâm ve Kur'ân'ın on beş asır önce ortaya çıkıp bunca esasları beraberince taşıması ne ile yorumlanır? Okur-yazar bile olmayan Hz. Muhammed'in (A.S.) bu ve benzeri esasları vaz'eîmesi, kendi kafasından bunları bulup çıkarması mümkün müdür? Yirminci as­rın son çeyreğinde bütün gayretlere ve araştırmalara, imkân ve malzeme­ye rağmen Kur'ân'ın getirdiği esasların ve kurduğu müesseselerin bir ben­zerine erişilebilinmiş midir?

Bir de bunlara bugün doğruluğu kesinkes kabul edilen ilmî temel bil­gilere, ana fikirlere geniş yer veren Kur'ân âyetlerini ilâve edecek olursak, bu ilâhî kitap hakkındaki her türlü şüphenin yersizliği gün ışığına çıkmış olur,

Mekkeli putperestler son dine karşı duydukları nefreti, hiçbir ölçü ve insaf tanımadan kelime kalıbına döküyorlar, bir sürü gerçek dışı iddialar­da bulunuyorlardı. Çağımızda şartlanmış yarım aydınların da zaman za­man Kur'ân'a saldırmaları, yapılan telkinlerle ve uygulanan tek yanlı eği­timle içlerinde birikip katmerleşen kin ve nefretin tabii sonucudur. Aynı zamanda her türlü bilimsel ölçülerin dışında akıl ve mantığa ters birta­kım iddialardan öteye geçmemektedir.

O bakımdan ilgili âyetle onların ve o gibilerin şaşkın hali, akıl ve ger­çek dışı sataşmaları, bilimsel ölçülerden çok uzak rastgele iftirada bulun­maları konu edilerek düşünebilen insanlara hem bilgi veriliyor, hem ana fikir sunuluyor. [14]

 

 Göklerdeki Ve Yerdeki Gizliliği Bilen

 

De ki: Onu goklerdeki ve yerdeki gizliliği bilen (Yüce Kudret) indirmiştir. Şüphesiz ki o, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»

Göklerin ve yerin sırrı: Deney ve gözlemimiz dışında kalan, düşünce ufkumuzu aşan, aklımızı zaman zaman âciz bırakan birtakım gizli prog­ramlar ve onların uygulanma keyfiyetidir. Zira kâinatta hiçbir şey ve olay tesadüfî değildir. Her şey önceden programlanıp belli sebeplere ve kanun­lara bağlanmış ve uygulanması için de sayısı bizce bilinmiyen melekler görevlendirilmiştir. Batılıların «pozitif ilim» dedikleri bilgilerle bunların ço­ğunu tesbit etmemiz mümkün değildir.

Allah ise sonsuz ilim ve kudret sahibi olarak gaybı ve sırrı en iyi bi­lendir. Gaybı da, hazırı da yaratan O'dur. Beşer aklı ve ilmi sınırlıdır. Kâi­nat ise bizim aklımızın alamıyacağı kadar büyük ve geniştir. Ama Allah'ın ilmine ve kudretine nisbetle çok küçüktür. Cenâb-ı Hak kâinatı yaratırken belli bir plân ve program uygulamıştır. Her şeyin dizginini kudret elinde tutup plândaki yerini belirlemiş ve ölçülü, düzenli, aynı zamanda yararlı hizmete yöneltmiştir. O bakımdan da kurduğu bu düzeni en iyi bilen, en mahrem yanlarına vakıf olan ancak O'dur.

Bize gelince: Henüz   kendi   ruhumuzun   mahiyetini,   bedenimizdeki fonksiyonunun ölçü ve sınırını bilemiyoruz. Nerede kaldı kâinattaki gizli tarafları, onun işleyiş tarzını bilelim. Deney ve gözlemimiz dışında kalan birçok sistemleri ve özelliklerini, denge ve düzendeki tesirlerini de bile­miyoruz. Fizikötesine ise, hiçbir şekilde nüfuz edemiyor ve pozitif bilgiler­le bir çözüm de getiremiyoruz. O bakımdan Allah tarafından indirilen ve bu konularda aydınlatıcı bilgiler, temel ölçüler getiren Kur'ân'a şiddetle ihtiyaç duyuyoruz. Bu da Allah'ın biz insanlar hakkında Gafur ve Rahîm olmasından yana bir lütuf ve tecellidir ki, her dem şükrünü yerine getir­memiz gerekmektedir.

Evet Cenâb-ı Hak, biz insanların günah ve isyanlarına bakmayıp aklı­mıza ışık tutacak, görüş ve düşünce ufkumuzu genişletecek, gayb âlemin­den bize haber verecek kitabı, gufran ve rahmetinin insanlardan yana te­zahürü olarak indirmiştir. [15]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kur'ân'ın her yönüyle ilâhî olduğu konu edildi. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için göklerle yerdeki gizlilikleri, deney ve gözlemimiz dışında kalan program ve işleyişini düşünmemiz ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, peygamber hakkında sağlam bilgilere sanip ol­mayan, üstelik koyu bir cehalet ve inat akıntısına kapılıp kalpleri putpe­restlikle izole edilen müşriklerin ilâhî ölçü ve sünnete uymayan görüşleri üzerinde duruluyor. Kıyâmet'e inanmadıkları da konu edilerek inkarcı sa­pıkların kendilerine nasıl üzücü bir gelecek hazırladıklarına dikkatler çeki­liyor. Sonra da Allah'tan korkup kötülüklerden, ölçüsüzlük ve sapıklıktan sakınan mü'minlere göz ve gönüi dolduran parlak bir gelecek hazırlan­dığı haber veriliyor. [16]

 

Meali:

 

7—  Hem dediler ki: «Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çar-şı-pazarlarda dolaşıyor?! Ona bir melek indirilseydi de kendisiyle beraber uyarıcı olsaydı ya..

8—  Veya Ona bir hazine sunulsa, ya da kendisine ait bir Cennet ol­sa da ondan yese ya..» Bu zâlimler, (Muhammed'e inananlara): «Siz olsa olsa, büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!» dediler.

9—  Bir bak, sana nasıl misâller getirdiler de bu yüzden sapıttılar; yol bulmaya da güçleri yetmez.

10—  Feyiz, bereket ve rahmet kaynağı O Yüce Kudret, dilerse sana bundan daha iyi olan, altından ırmaklar akan Cennetleri verir ve sana köşkler meydana getirir.

11—  Hayır, onlar Kıyâmet'i de yalan saydılar. Biz ise Kıya m et'i ya­lanlayan kimseye çılgın bir ateş hazırlamışizdır.

12—  O ateş bunları uzak bir yerden görünce; onun, öfkesinden -pürüp korkunç uğultusunu duyarlar.

13—  (Şeytanlarla birlikte) elleri boyunlarına bağlı bulunduğu halde ateşten daracık bir yere atıldıkları zaman orada yok olmayı dövünerek isterler.

14—  Bugün bir tek defa dövünüp yok olmayı istemeyin, birçok defa dövünüp yok olmayı isteyin, (denilir).

15—  De ki: «Bu mu hayırlıdır, yoksa muttakilere (Allah'tan korkup küfürden, azgınlıktan, haramdan sakınanlara) va'dediien sonsuz Cennet mi daha hayırlıdır? Onlar için bir mükâfat, sonunda varacakları (mutlu) bir yer bulunuyor.

16—  Devamlı kalıcı oldukları halde, orada kendileri için diledikleri şeyler vardır. Bu da Rabbın üzerine, istenilmeye lâyık, verilmiş bir sözdür.»

 

Peygamber (A.S.)In Bazı Özellikleri     

 

«Hem dediler ki: Bu peygambere ne oluyor kî yemek yiyor, çarşı-pazarlarda dolaşıyor?!.»

Cenâb-ı Hak insanlara içlerinden birini seçip peygamber olarak gönderdiğini açıklarken hem müşriklerin yersiz ve anlamsız iddialarını redde­diyor, hem de peygamberin ilâhlaştırılmaması üzerinde duruyor ve onu, yani peygamberi belirlediği çizgide göstererek bazı özelliklerine yer veri­yor. Şöyle ki :

1—  Peygamber de bir insandır ve Allah'ın kuludur.

2—  Peygambere vahiy iner, O da ona göre insanları müjdeler ve uya­rır da teblîğ görevini kusursuz yerine getirir.

Allah bildirmedikçe peygamber gaybj, göklerdeki ve yerdeki sırrı bil­mez. Kâinatın tasarrufu ona verilmemiştir. Yegâne tasarruf sahibi ancak Allah'tır.

hiptir.

3—  Peygamber yalan söylemez. Sözü de özü gibi doğrudur.

4—  Peygamber üstün zekâya, seyyal bir akla, parlak düşünceye -

Diğer insanlar gibi peygamber de acıktığı zaman yemek yer, su içer; uyur, çarşı pazara çıkar, alış-veriş yapar.

6— Diğer insanlar gibi peygamber de evlenir, aile yuvası kurar ve evlât sahibi olur. Zira bu son iki maddede belirtilen hususlar, peygamber­ler hakkında caiz olan şeylerdir. Yukarıdaki dört maddedeki hususlar ise, peygamber hakkında vacip olan şeylerdir.

Bu vacip olan hususlara bir diğerini «ismet» olarak ilâve etmemiz ge­rekir ki bu, günahlardan korunmuşluğu ifade eder. Yani peygamberler gü­nah işlemezler, Allah onları bu gibi manevî kirlerden de korumuştur.

Mekkeli putperest müşrikler, Hz. Muhammed'i (A.S.) bu özellikleriyle ve vasıflarıyla bilmiyorlar veya onu bu ölçüde kabul etmek istemiyorlardı. Çünkü çoğu, Hz. Muhammed'in (A.S.) doğru, iffetli ve güvenilir olduğunu çok iyi biliyor, fakat birtakım menfaatlerinin, en azından Mekke ve çevre­sindeki nüfuzlarının elden gideceğini hesaba katarak bildiklerinin hilâfına bir iddiayla ortaya çıkıyor ve Hz. Muhammed'i (A.S.) hâşâ yalancı bir kim­se olarak tanıtmak için peygamberde şu sıfatların veya özelliklerin bulun­masını öne sürüyorlardı :

a)  Yanında uyarıcı ve yol gösterici olarak yardımcı bir meleğin bu­lunması,

b)  Peygamberin insan üstü bir varlık olması,

c)  En azından beraberinde cennet misali bir bahçenin bulunması ve o bahçenin her yerde onu takip etmesi, kendisiyle birlikte yürümesi.

d) Ona gökten bir hazinenin  indirilmiş bulunması  gerekir.,

Oysa Adem Peygamberden son peygambere kadar hiçbir peygamber­de bu garip sıfatların bulunmadığı kesindi. Birçok peygamberlerin kıssa­sına yer verilen Tevrat'ta da bu iddiaların izlerine rastlamak mümkün de­ğildir. Ne var ki putperestler yahudilerin kasıtlı uydurmalarına kulak verip inanmadıkları şeyleri inanır gibi göstererek bu ve benzeri ölçüsüzlüklerde bulunuyorlardı.

Müfessir Keşşafın da dediği gibi: İnkarcı şaşkınlar, ortaya attıkları sloganları tesirli olmayınca, kademe kademe iniş yapma ihtiyacını duydu­lar. Şöyle ki: Önce Peygamber'in (A.S.) herhalde melek olması gereğini iddia ettiler. Sonra en azından beraberinde uyarıcı bir meleğin bulunma­sını savundular. Sonra da bundan vazgeçip Peygamber'in (A.S.) berabe­rinde bir hazinenin bulunması lüzumunu belirttiler. Bu da sonuç vermeyin­ce, bu defa şu garip iddiayı ortaya attılar: «Hiç değilse, cennet misali bir bahçenin hep onu takip etmesi gerekmez miydi?» dediler.

İşte akıl ve idrak dışı iddialar ve tarihî gerçeklere uymayan yakıştır­malar böyle tutarsız ve anlamsız olur. [17]

 

Peygamber'in (A.S.) Büyülenmiş Olduğu İddiası

 

«Bu zâlimler (Hz. Muhammed'e inananlara) «Siz olsa olsa büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!» dediler.»

Haçlı ruhuyla tarihe eğilen, dinî taassupla yargıda bulunan; ilmin ve aklın yoluyla değil, hissine mağlup olarak yazan Batılı hıristiyan tarihçi­lerden ve sözde ilim adamlarından bir kısmı Hz. Muhammed'e (A.S.) «his­terik» dedikleri gibi, Mekkeli putperest müşrikler de Ona «büyülenmiş, ak­lî dengesi bozuk adam» diyorlardı.

Anlaşıldığı gibi, küfrün ve bâtılın her çağda gözü kör, kalbi ve vicda­nı tıkalıdır. Duyu bozukluğu, ruh şaşkınlığı, aklî dengesizlik içinde çırpın­ma ve kasılma ile kendini gösteren, sinir bunalımlarına yakalanan histe­rik veya büyülenip aklî dengesi bozulan bir insan, kalkıp da on beş asır önce gerçek medeniyetin temelini atmış; cehaleti yenmiş, ilme ve ilim adamına takdir sunmuş, bilimsel anlamda teme! bilgiler ve ana fikirler ge­tirmiş, dünya tarihinde bir benzerine daha rastlanmayan mükemmel bir hukuk sistemi koymuş ve böylece beşer tarihinde en büyük, aynı zaman­da kalıcı inkılabı yapmış; yaymaya çalıştığı dîn kardeşliğiyle, yüksek ah­lâk ve fazîletie, adalet ve hakkaniyetle kıtalar üzerine yayılma güç ve enerjisini, biigi ve becerisini vermiş öyle mi? Bu saçma iddiaya dost ve düş­man güler. Zira belirtilen hususları gerçek anlamda meydana getiren bir insan, hiç şüphe yok ki her yönüyle çok mükemmeldir, hattâ mükemmelin de ötesindedir.

Aslında Hz. Peygamber'e (A.S.) ve Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatanlar âhi-rete, yani ikinci hayata inanmayanlardır. Zira o gibiler âhirete dosdoğru inanmış olsalardı, âhireti bütün safhalarıyla açıklayan ve o âlemden ha­ber veren peygambere de inanırlardı. Aynı zamanda Allah tarafından gön­derilen ve beşer kudretini her yönüyle aşan kitaba da insaf gözüyle bakıp tasdîk ederlerdi. Nitekim ilgili âyette bilhassa bu inceliğe işaret edilmek­tedir. [18]

 

Hz. Muhammed'e (A.S.) Epileptik Diyen Şaşkınlar

 

Tefsirimizin bir diğer yerinde belirttiğimiz gibi, Ankara Tıp Fakültesi Adlî Tıp Profesörü Behçet Kamay, Adlî Tıp, Ankara: 1951.2/813'de saydığı büyük zatlar arasında Hz. Muhammed'i de (A.S.) Epileptik (sar'alı) olarak göstermiştir. Kur'ân'ı ve Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini, inen vahyin mahiyet ve anlamını, vahiy anında bedenin ruha dönüşmesini, yani dış alemle ilginin kesilmesinin hikmetini bilmeyen ve ciddi hiç bir araştır­ma ve inceleme zahmetine katlanmayan sözde ilim adamının bu iddiası­na veya bu şahane(!) buluşuna ne demeli?

Son yıllarda İslâm alemiyle -menfaatleri doğrultusunda- yakın ilgi kurma ihtiyacını duyarak yola çıkan Fransız Tıp Akademisi, «Hz. Muham­med'in (A.S.) şuuru tamdır» diye doğumunun 1400 ünoü yıldönümü mü­nasebetiyle bir rapor hazırlamıştır. Akademi kurulu, Hz. Muhammed'in (A.S.) - bizim ilim adamımızın (!) hilâfına - epileptik yani sar'alı; histerik yani duyu bozukluğu, türlü ruh şaşkınlığı, çırpınma ve kasılma olayıyla kendini gösteren sinir bozukluğu mübtelâsı bir kişi olmadığını lütfen belirt­meye çalışmıştır.

Kanaatımoa bu itiraf dışında sözü edilen raporun ilmî hiçbir kıymeti yoktur. Zira bir yandan bu gibi gerçeği yansıtırken, diğer yandan İslâmi­yet ve Kur'ân hakkında gerçek dışı birtakım bilgilere de yer verdiklerini görüyoruz. [19]

 

Sahte İlâhlar Adına Hakkı  Çiğnemek

 

İnsanların bazan garip halleri olur; bir hiç uğruna kan döker, bir aşk uğruna intihar eder; kendisi gibi bir faniye, sınır tanımadan yüceltip ilâh edinircesine tapar; taştan, ağaçtan, insan eliyle yontulup şekillendirilen putların önünde eğilir; o putlardan çok daha kıymetli olan davarları put­lar adına kurban eder ve bazan bâtılı savunmada çok ileri gidip canını feda edecek çizgiye gelir.

Mekkeli putperestler işte böyle idi. Günümüzde dini afyon sayıp Al­lah'ı ve âhireti inkâr eden; her türlü kutsal değerlerin üzerine sünger çe­kip maddeyi esas kabul edenler de, bu saçma ve gerçek dışı doktrin adı­na nice canlara kıymakta, nice ocakları söndürmektedirler.

Netice bakımından bunlarla çahiliye devri putperestleri arasında pek fark yoktur. Zira her ikisi de bâtıl adına kan dökmede ve fitne çıkarmada aynı çizgide bulunuyor.

Cenâb-ı Hak bu ıslâhı zor olan azgınları Cehennem azabıyla tehdît ederken, aradıkları gerçek mutluluğun ölümlü dünyada değil, âhirette te­celli edeceğine atıfta bulunuyor ve böylece düşünüp de yola gelirler diye manevî müeyyideyi bütün ağırlığıyla gözlerinin önüne seriyor: «Hayır, on­lar Kıyâmet'i de yalan saydılar. Biz ise Kiyâmet'i yalan sayan kimseye çıl­gın bir ateş hazırlamışadır. O ateş bunları uzak bir yerden görünce, onun, öfkesinden köpürüp korkunç uğultusunu duyarlar.. (Şeytanlarla birlikte) elleri boyunlarına bağlı bulunduğu halde ateşten daracık bir yere atıldık­ları zaman orada yok olmayı dövünerek isterler. Bugün bir tek defa dö­vünüp yok olmayı istemeyin, birçok defa dövünüp yok olmayı isteyin de­nilir.»

Böylece dünyayı bâtıl uğruna cehenneme çevirenlere, amellerinin tü­rüne uygun bir ceza ve azap hazırlandığı haber veriliyor. Zira Cenâb-ı Hak mutlak anlamda âdildir. O, dünyada inanmışlara kan kusturup cehennemî bir hayat yaşatanlara elbette âhirette kan kusturacak ve cehennemi on­lara tek yurt olarak verecektir.

Muttaki mü'minlere gelince: Onlar sağlam ve köklü imân cevheriyle sadece kalp ve ruhlarını aydmlatip cennete çevirmekle kalmazlar, çevre­lerine de bu ışığı tutup huzur, güven ve kardeşlik havası estirirler. Bulun­dukları her toplumun manevî direği olurlar, maddeyi yüksek amaca eriş­mek için araç olarak kullanıp Hakk'ın hoşnutluğunu ön plâna alırlar ve böylece Allah'ın kulları arasında mutluluk, güven ve huzur havası oluş­turan bu bahtiyarlara da amellerinin türüne uygun ebedî mutluluk yurdu hazırlanmıştır. İlgili 15. âyetle bu ilâhî mükâfat şöyle tasvîr edilmektedir: «De ki: Bu mu hayırlıdır, yoksa muttakilere (Allah'tan korkup küfürden, azgınlıktan, haramdan sakınanlara) va'dedilen sonsuz Cennet mi daha hayırlıdır? Onlar için bir mükâfat, sonunda varacakları (mutlu) bir yer bulunuyor. Devamlı kalıcı oldukları halde, orada kendileri için diledikleri şeyler vardır. Bu da Rabbın üzerine istenilmeye iâyık verilmiş bir sözdür.» [20]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcıların tutarsız, akıl ve idrak dışı iddiaları anlatıldı. İnsanlığı düştüğü cehalet, dinsizlik ve azgınlık bataklığından kur­taran bir Peygambere «büyülenmiş adam» diyecek kadar akıl ve iz'an-larınr, insaf ve vicdanlarını kaybetmiş inkarcıların şaşkın halleri tasvîr edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet gününde bu şaşkınların tapındıkları bâ­tıl ilâhlarla yüzleştirilecekleri hatırlatılıyor ve Peygamber hakkında çok yanlış görüşler ortaya atan müşriklere cevap veriliyor, aynı zamanda mü'minler bu konuda aydınlatılıyor. [21]

 

Meâli :               

 

17—  Onları ve Allah'ı bırakıp taptıkları şeyleri kaldırıp (hesap alanı-nd) toplayacağı gün (Allah) onlara: «Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?» der.

18—  Onlar (tapılan şeyler), «seni tenzih ederiz, bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz; ne var ki, sen onları ve babalarını nimetlerle zevke daldırdın, o kadar ki seni anmayı unuttular ve yok olma­ya uğratılan bir millet oldular» derler,

19—  Gerçekten, taptıklarınız, söyledikleriniz şeyler hakkında sizi ya­lanladılar. Artık bu durumda ne (azabı) savmaya, ne de bir yardım (gör­meye) gücünüz yeter. Sizden kim haksızlık ederse, ona da büyük bir azap tattırırız.

20—  Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de şüphesiz ki yemek yerler, çarşı-pazarlarda gezip dolaşırlardı. Bir kısmınızı bir kısmınıza de­neme ve sınav vesilesi kıldık. Sabreder misiniz? Rabbın ise yeterince bilip görendir.

 

İlgili Hadisler

 

Yüce Allah buyuruyor: «Ey ademoğlu, şüphesiz ki seni (birçok olay­larla) denemekteyim ve seninle (diğer insanları da) denemekteyim.» [22]

«Eğer ben isteseydim Cenâb-ı Hak benimle beraber altından ve gü­müşten dağlar yürütürdü.» [23]

«Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz hükümdar bir peygamber ile resul bir kul olma arasında (tercih yapmak için) serbest bırakılmış; o, resul bir kul olmayı tercih etmiştir.» [24]

Açıklama :

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kavim ve milletlerin din ve dünya işlerini düzene sokan bir peygamberdir. Ancak hiçbir zaman hükümdarlığa heves­lenmemiş, onlar gibi yaşamamıştır. Çünkü O, insanları kul ve köle gibi kullanan bir kral değil, fakiriyle zenginiyle, aümiyle cahiliyle oturup kal­kan, onlara kardeşçe davranan ve her şeyini onların kurtuluşu ve mutlu­luğu uğruna harcayan müstesna bir önderdir. Dünya tarihinde O'nun bir eşine rastlamak elbette ki mümkün değildir.

«Sizden biriniz malca, fiziksel yapıca daha üstün kılınan birine bak­mak istediği zaman, (ona değil, kendinden belirtilen hususta) aşağı olana baksın.» [25]

 

İlâhlaştırılan İnsanlar

 

«Onları ve Allah'ı bırakıp tap­tıkları şeyleri kaldırıp (hesap alanında) toplayacağı gün..»

Âyetin açık anlatımından, Allah'ı bırakıp da ilâhlaştırdıkları şeylerin putlar olabileceği gibi, bazı önemli kişiler de olabileceği anlaşılıyor. Şöyle ki: İlâhlaştırılan putlar hiçbir zaman insanları saptırmazlar, yani böyle bir irâde ve yetenekleri söz konusu değildir. O bakımdan âhiret gününde CenâbHakk'ın taştan, ağaçtan yontulmuş putlara; «Siz mi bu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?» diye sorunca, onlar şu cevabı verecekler: «Seni tenzih ederiz, bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz..»

Putların bu haklı cevabı şu inceliği yansıtmaktadır: Her şey hilkat kanununa ve yükletilen programa göre Hakk'ın emrine boyun eğmekte ve O'nu tesbîh ve tenzih etmektedir. Cansız dediğimiz eşya kendi kendini hiçbir zaman ilâhlaştırma duygu ve düşüncesine sahip değildir. Onlar mutlak itaat üzere, yaratıldıkları amaca yönelik olarak hizmetlerini sür­dürmekteler. Onları ilâhlaştıran kalbi kör, vicdanı silik, kulağı sağır olan kâfirlerdir.

İlâhlaştırılan kişilere gelince, bunları iki grupta toplamamız müm­kündür. Bir grup ilâhlaşmak sevdasında olmadığı, hattâ bundan nefret ettiği halde aşırı hayranları ve ölçüsüz dalkavukları onları ilâhlaştırırlar. Bu kötü sonuçtan haberleri olduğu halde engel olmaz da müfritleri kendi hallerine bırakılırsa, dolaylı şekilde ilâhlaştırılmayı kabul etmiş veya be­nimsemiş sayılırlar. O takdirde âhiret gününde ilâhî soruya karşı cansız putların verdiği tenzîhî mahiyetteki cevabı veremezler.

İkinci grup hem ilâhlaştırmadan hoşlananlar, hem de o havaya giren maceracılardır. Tarihin birçok dönemlerinde bu tiplere rastlamak mümkün. Onlardan biri de Fir'avn'dır. Yakın tarihimizde ise, bunlardan sivrilip dik­katleri üzerlerine çekenler vardır.

O halde ilâhlaştırılan kişileri diğer bir yorumla şu üç kısımda topla­mak mümkündür:

1— Kesinlikle istemedikleri ve bu tarz düşünenlerden haberleri oiun-ca bütün güçleriyle engel olmaya çalıştıkları halde aşırı hayranlarının on­ları vefatlarından sonra ilâhlaştırdıklarını görüyoruz. Meselâ : Yahudiler­den bir kısmının Üzeyir (A.S.)ı Allah'ın oğlu; Hıristiyanların da İsa Peygamberi Allah'ın biricik oğlu diye tanımaları ve tanıtmaya çalışmaları bu cümledendir.

2—  Büyük kahramanları ilâhlaştıranlar. Kahramanların böyle bir id­dia ve arzuları olmadığı halde aşırı hayranlarının onları insan üstü gör­meleri ve tanıtmaları ve az yukarıda belirttiğimiz gibi, o kahramanların da bir süre sonra kendilerine verilen o manevî payeden hoşlanmaları bu cüm­ledendir.

3—  Önce mürşit olarak sahneye çıkıp hayranları artınca mehdiliğe heveslenen; daha da hayranları çoğalınca peygamberlik iddiasıyla ölçü­sünü aşan ve sonra da bununla da yetinmeyip Allah'ın kendilerine hülûl ettiğini söyleyerek kendilerini ilâhlaştıranlar bu cümledendir. Yakın tari­himizde İslâm âleminde ve birçok ülkelerde yankı uyandıran Ahmed Ka-diyâni'yi ve Şirazlı Mirza Ali Muhammed'i gösterebiliriz.

Birinci maddede açıklananlar, âhiret gününde CenâbHakk'ın zikre­dilen sorusuna 18. âyette belirtilen sözle cevap vereceklerdir. İkinci ve üçüncü maddede açıklananlar ise, cevap veremiyecekler, hilâf-i hakikat bir söz söylemek isteseler bile kendilerine o imkân verilmiyecektir. [26]

 

Refah Seviyesinin Yüksek Olmasının Tesirleri

 

«Onlar (tapılan şeyler), «seni tenzih ederiz, bize senden başka dostlar ve sahip edinmeler yakışmaz; ne var ki, sen onları ve ba­balarını nimetlerle zevke daldırdın, o kadar ki seni anmayı unuttular ve yok olmaya uğratılan bir millet oldular» derler..»

İsra Sûresi 16. âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, kavim ve milletleri, aile ve toplumları din, ahlâk ve fazilet çizgisinden saptıran birçok sebep­ler vardır; ama ölçüsüz, külfetsiz, alın tersiz ve el emeksiz aşırı gelir ve onun tabii neticesi refah seviyesinin yükselmesi başta gelen sebeplerden biridir.

O bakımdan Kur'ân'ı Kerîmde, servet sayılı zengin ellerde birikmesin, gelir dağılımında adaletsizlik meydana gelmesin diye vergi, zekât, keffa-ret, adak, faizsiz ödünç ve sadaka adı altında birtakım yükümlülükler ge­tirilmiştir.

Elliye yakın yerde erkek ve kadınlara hitapla mevcut mallarından ze­kât vermeleri emredilmektedir. Aynı zamanda borçlu sıkıntıda olursa ona mühlet verilmesi birkaç yerde tavsiye edilmekte ve zekâtın kimlere veri­lebileceği açıklanmaktadır.

Bu, hem müslümanların çalışıp zengin olmalarını, hem de kişinin yal­nız kendisi için çalışmadığını ilham etmekte ve sosyal adaletin lüzumuna parmak basılmasını öğütlemektedir.

Nitekim Haşr Sûresi 7. âyetle Cenâb-ı Hak servetin sayılı ellerde bi­rikmesinin doğru olmayacağını beyanla şöyle buyurmaktadır: «Allah'ın o (fethedilen) kasabalar halkından peygamberine ayırdığı ganimet, Pey­gambere, O'nun (fakir) hısımlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış­laradır. Tâ ki bu mal içinizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir servet haline gelmesin.»

Anlaşıldığı üzere İslâm gelir dağılımı konusunda kalıcı hükümler koy­muş ve tezelden emek karşılığı olmaksızın servet biriktirmeyi takbih et­miştir. Şöyle ki:

1—  Nimet külfetle orantılıdır. El emeği, alın teri esastır.

2—  Fahiş fiatla mal satmak, müşteriyi aldatmak, faiz alıp vermek haramdır.

3—  Zekât farzdır ve mutlaka muhtaçlara dağıtılması gereklidir.

4— Keffaret, adak, fitre, fidye, sadaka ve faizsiz ödünç toplumun sosyal adalet çatısının direğini oluşturur.

5—  İsraf kesinlikle haramdır.

6—  Müslüman cemaatten yana hizmette bulunmak, onlarla dayanış­ma ve yardımlaşma içinde bulunmak vaciptir.

İşte kalıcı, yönlendirici, adaleti sağlayıcı bu emir ve kurallardan ha­bersiz bir millet veya kavim, ya da toplum mal buldukça azıp sapıtır. Mad­deyi tek amaç seçip önlerine koydukları için, ona ulaşmada her şeyi çiğ­nemeyi mubah sayarlar ve bunun neticesi olarak birbirini sömüren, bir­birine acımayan, her kaptığını kâr bilen bir toplum veya millet meydana gelir. Nisa Sûresi 16. âyette ülkelerin yıkılıp yok olmasının başlıca sebep­lerinden biri, bu düzensizlik ve adaletsizlik gösteriliyor.

Nisa Sûresi 5. âyette ise elde edilen serveti beyinsiz müsriflere tes­lim etmemiz yasaklanıyor ve Allah'ın bizlere verdiği nîmeti O'nun plân ve programına göre değerlendirmemiz emrediliyor. [27]

 

Birbirimize Sınav Vesilesiyiz

 

«Bir kısmınızı bir kısmınıza de­neme ve sınav vesilesi kıldık. Sabreder misiniz?.»

Yirminci âyetle tekrar peygamberlere caiz olon sıfatlara dönülüyor ve bu konuda idrakleri uyanık tutmak ve hafızadaki izi derinleştirmek için uslûb-i ilâhî gereği yedinci âyette müşriklerin Peygamber (A.S.) hakkın­da neler düşündükleri ve aleyhinde ne gibi ölçüsüzlüklerde bulundukları konu edilirken, burada onlara cevap veriliyor.

Arkasından insanların bir kısmının diğer bir kısmıyla devamlı sınav­dan geçirildiği bildirilerek mü'minlerin küfrün ve lüksün şatafatı karşısın­da kendilerine hakim olmaları öğütleniyor. Şöyle ki:

Kur'ân-ı Kerîm'den nasibini almayan bazı soylu ve makam sahibi ki­şiler, kendilerini çok yükseklerde görerek fakirleri ve zayıfları küçümser, onların bulunduğu meclise katılmayı gururlarına yediremezlerdi. Özellikle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in Mekke ve Medine dönemlerinde bu gibi olaylarla karşılaştığı olurdu. İnsan unsuruna değer verip Allah yanında en şerefli ve itibarlının Allah'tan en çok korkup kötülüklerden sakınanlar ol­duğunu ilân eden İslâm Dini, câhiliye devrine ait bu gibi kötü âdetleri, sah­te gururları temelinden yıkıp attı. Müslümanları birbirlerine kardeş yapmak suretiyle sınıf farkını kaldırdı.

Asr-i Saadet'te Kureyş'in ileri gelenlerinden Âs b. Vâil, Ebû Cehl, Ve-lîd b. Akabe ve benzeri soylular; Ebû Zer, Bilâl, Süheyl ve benzeri fakir ve kölelerin İslâm'a girdiğine bakınca bu dini kabul edip onlarla birlikte ay­nı mecliste oturmayı bir türlü gururlarına yediremediler ve «biz bu alçak rezillerle mi aynı mecliste oturacağız?!» diyerek büsbütün küfürlerini artır­dılar.

Sözü edilen kişiler, sayısız nimetler içinde günlerini gün ederken, kar­nını doyuracak ekmek dahi bulamayan mü'minler Allah ve Peygamberini her şeyden üstün tutup dişlerini sıktılar ve midelerinin üzerine taş bağla­dılar ve böylece onlar sınavı kazanırken müşrikler kaybettiler, [28]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp canlı-cansız şeyleri ilâhlaştıran-lann âhiret gününde taptıkları putlarla yüzleştirilecekleri haber verildi. Sonra da peygamberi insan üstü bir varlık şeklinde tahayyül eden müşriklere cevap verildi ve böylece peygamberin de bir insan olduğuna işa­rette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, âhirete inanmayan müşriklerin yersiz ve anlamsız birtakım isteklerde bulunmaları konu ediliyor. Dünyada değil, âhirette me­lekleri görebilecekleri belirtilerek kendilerine hiçbir ümit haberi verilmiye-ceği hatırlatılıyor. İmansız bir amelin Allah katında hiçbir değeri ve mükâ­fatı olmadığına atıf yapılarak bu husustaki sünnetullaha dikkatler çekili­yor. [29]

 

Meali:

 

21— Bize kavuşacaklarını ümit etmeyenler. «Üzerimize melekler in-dirilseydi ya, ya da Rabbimizi görmeli değil miydik» derler. And olsun ki onlar kendi kendilerine büyüklük tasladılar da azgınlık ve taşkınlıkta hay­li ileri gittiler.

22—  Melekleri görecekleri gün, evet o gün suçlu günahkârlara hiçbir müjde (haberi) yoktur. Melekler de «(müjde haberi size) iyice yasak, ya­sak!» diyecekler.

23—  Onların işlediği her ameli karşılayıp dağılmış toz haline geti­ririz.

24—  O gün Cennetlik olanlar en hayırlı eyleşecek, en güzel dinlene­cek yerdedirler,

 

Peygambere Ve Âhirete İnanmayanlar

 

«B'zs kavuşa­caklarını ümit etmiyenler: «Üzerimize melekler indirilseydi ya, ya da Rab­bimizi görmeli değilmiydik» derler,.»

Akıl ve idrâkleriyle değil, hisleriyle değerlendirme yapan putperestler, Allah'ı kemal sıfatlarıyla bilmez, sadece büyük bir kudret olduğunu tah­min ederlerdi. O bakımdan gaybe pek inanmazlar, âhiret diye ikinci bir hayatın başlayacağına asla ihtimal vermezlerdi. Yahudilerden Samirî'nin Allah'ı maddeleştirmeye özendiği gibi, müşrikler de birden fazla put yapıp tanrı inancını iyice basitleştirerek temelinden yıktılar. Kendileriyle en bü­yük ilâh arasında vasıta ve yaklaştıncı olarak putları seçip bağlandılar. O bakımdan aralarından bir adamın peygamber seçilip görevlendirilmesine bir türlü akılları yatmadı ve Hz. Muhammed'i (A.S.) kabule yanaşmadılar. Uydurdukları yalan ve iftiralar sonuç vermeyince, onun peygamberliğini belgeliyecek iki ayrı istekte bulundular: Meleklerin kendilerine ayan-beyân indirilmesi veya Rablerini gözleriyle görmelerine imkân verilmesi..

Şüphesiz ki bu iki istek de hissin şekle ve maddeye bağlı kalışının ay­rı bir misali ve açık bir tezahürüdür. Bununla beraber kendileri de bu iki hususun gerçekleşebileceğine inanmıyorlardı, ne var ki Hz. Muhammed'i (A.S.) âciz duruma getirmeyi ve Ona olan ilgi ve temayülleri zayıflatmayı plânlıyorlardı.

Yaratılan yaratanı, sınırlı ve fâni olan sınırsız ve baki olanı nasıl gö­rebilir? Kur'ân'da belirtildiği gibi, gözler O'nu idrâk edemez.

Meleklere gelince : Onlar nurdan yaratılmışlardır. Baş gözüyle onları görmek mümkün değildir. Çünkü biz ancak boşlukta yer tutan varlıkları görebiliriz. Bunlar da katı, sıvı ve gaz halinde bulunurlar. Melek ve ruh ise bu üç varlığın dışında kalır. O bakımdan görmemiz mümkün olmaz. [30]

 

İnkarcılar Melekleri Görünce

 

«Melekleri görecekleri gün, evet o gün suçlu günahkârlara hiçbir müjde (haberi) yoktur..»

İnkarcılar ancak ölüm anında veya kıyamet gününde melekleri göre­bilirler; ama neden sonra; sorumluluk, iş ve ibâdet dönemi sona ermiş, hesap ve karşılıkların verileceği güne adım atılmıştır. Melekler onlara, kö­tü amellerine, inkâr ve tuğyanlarına karşı ceza olacak bir haberle sesle­nirler : «(Müjde haberi size) iyice yasak, yasak» derler. Çünkü onlar, o zâ­limler en güzel haberleri veren, en doyurucu müjdelerle seslenen Peygam-ber'e (A.S.) İnanmamışlar, üstelik Ona yaian ve iftira atmaktan da çekin­memişlerdi. Böylece ceza amelin cinsinden hazırlanıyor, yani kişinin ken­di Cennet ve Cehennem'ini beraberinde getirdiği hikmeti ortaya çıkıyor. [31]

 

İşler Ve Ameller İman Ve Niyete Göre Değerlendirilir

 

«Onların işlediği her ameli karşılayıp dağılmış toz haline getiririz.»

Hukukta da böyledir: «Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.» Kur'ân'da ise bu genel kurala sık sık temas edilmektedir. Ancak bu tek­rarlar yer aldığı konuya göre bize ışık tutmakta ve düşünce ufkumuzu bi­raz daha genişletmektedir.

Bu kurala göre: Kişilerin işlediği bütün iş ve amellerin tek değer Öl­çüsü, imân ve niyettir. O halde amaç ve niyeti şan ve şöhret olan bir sa­natçı, bir ilim adamı, bir âbit veya hayırsever kimsenin, yaptığı işe karşı­lık âhiret gününde bir mükâfat beklemeye elbetteki hakkı yoktur. Çünkü o, o işi yaparken ne âhireti, ne Allah'ın rızasını, ne de uhrevî mükâfatı dü­şünmüştü. Tek amacı, dünyada şöhrete erişmekti. O halde yaptığı iş ve hizmetinin karşılığını dünyada niyetine uygun almış bulunuyor. Bu bakım­dan onun düşünmediği, inanmadığı ve üstelik istemediği bir âhiret mükâ­fatını bizim mutlaka ona lâyık görmemizin makul ve makbul bir yanı var mıdır? Bol keseden cömertlik edip din ve Allah adına elimizde hiçbir delil yokken hüküm vermemiz, hem dine ve Allah'a hakarettir, hem de o inan­mayan kişi adına gereksiz bir gayretkeşliktir.

Sonuç olarak temelinde imân, mayasında Allah rızası bulunmayan hiçbir iş ve amel uhrevî mükâfata lâyık değildir. Çünkü öylesi mükâfatını dünyada almış bulunuyor.   [32]                                                  

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların işlediği amellerin Allah yanın­da hiçbir değer taşımıyacağt ve bütünüyle toz olup dağılacağı konu edil­di. Her amelin iman ve niyete, amaç ve maksada göre karşılık göreceği açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet gününün kâfirier aleyhine pek sıkıntılı ve üzücü olacağı hatırlatılıyor. Bunun için dünyada sağlam imânın, ilâhi rızaya uygun niyetin, ahlâklı dindar iyi arkadaşın lüzum ve önemine dik­katler çekilerek kısa ömrümüzü nasıl değerlendirmemiz gerekiyorsa ona göre bir ölçü veriliyor. [33]

 

Meali:

 

25—  O gün gök beyaz bulutlar şeklinde (bir görünüm vererek) yarılıp dağılacak; melekler grup grup indirilecek.

26—  o gün hak olan mülk (ve hükümranlık bütünüyle) Rahmân'ındır. O gün kâfirler için pek sıkıntılıdır.

27—  O gün zâlim zorba, ellerini ısırıp «keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım!» diyecek.

28—  Eyvah, yazıklar olsun bana! keşke falanı dost edin meşeydim.

29—  And olsun ki bana Kur'ân geldikten sonra o dost (dediğim kim­se) beni saptırdı. Şeytan ise insanı aşağılık halde yapayalnız bırakandır.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin ileri gelenlerinden Akabe b. Ebî Muayt, çıkmış olduğu uzun seyahatinden dönünce Mekkeli dostları için mükellef bir sofra ha­zırlattı. Bu arada Hz. Muhammed'i de (A.S.) davet etmeyi ihmal etmedi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : «Allah'ın varlığına, birli­ğine ve benim de hak peygamber olduğuma inanıp şehadette bulunursan ancak senin sofranda oturabilirim» dedi. Akabe, sırf sofrasının neşesi kaç­masın diye iki şehadet kelimesini getirmek suretiyle İslâm'a girdiğini açık­ladı. Ama çok geçmeden Peygamber (A.S.) Efendimiz'in baş düşmanların­dan Ubey b. Halef, Akabe'yi ağır bir dille kınayıp takbîh etti ve sonunda onu baba ve dedelerinin dinine döndürmeyi başardı. O sebeple yukarıda­ki 28 ve 29. âyetler indi. [34]                                      

Diğer bir rivayet:                 

İbn Cerîr'in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre: Müşriklerden Ubey b. Halef ara sıra Peygamber (A.S.) Efendimiz'in meclisinde bulunur­du. Akabe b. Muayt onu bu meclise katılmaktan alıkoydu, daha doğrusu engel oldu. O sebeple 27. âyet indi. [35]

 

İlgili Hadîsler

 

«İyi ve kötü arkadaşın yanında oturmanın misali, beraberinde misk taşıyan ve bir de ocağın başında körük çeken kimseye benzer. Misk ta­şıyan ya sana biraz ayırıp verir, ya da sen ondan biraz satın alırsın veya hiç değilse ondan güzel bir koku duyarsın. Körük çekenin yanında iken ise ya (bir kıvılcım sıçrar da) elbisesini yakar, ya da ondan fena, tik­sindirici bir koku duyarsın.» [36]

«Kişi yakın dostunun dini üzeredir. Artık sizden her biriniz kiminle dostluk kuruyorsa ona dikkat etsin.» [37]

«Peygamber (A.S.) Efendimiz'e soruldu :

  Miktarı elli bin yıl olan kıyamet günü ne uzun gündür?! Peygamber (A.S.) şu karşılığı verdi:

  Canımı kudret elinde tutan Allah'a and olsun ki, o gün mü'mine öyle hafifletilir ki, dünyada kaldığı bir vakit namazından daha hafif (ve kısa) olur.» [38]

 

Göğün Yarılıp Beyaz Bulutlar Şeklinde Bir Görünüm  Arzetmesi

 

«O gün gök beyaz bulutlar şeklinde (bir görünüm vererek) yarılacak da melekler grup grup indirile­cek..»

Kıyamet olayında göğün yarılıp beyaz bulut görünümünü arzetmesi, gökteki mevcut sistemlerin ve yıldızların yörüngelerinden çıkıp çarpışması ve o yüzden bazı cisimlerin toz haline gelmesi ile yorumlanabilir. Diğer bir ihtimal, bize en yakın olan güneş sisteminin de bozulup parçalanması se­bebiyle böyle bir olayın vukuu hatıra gelebilir. Çünkü kıyamet demek, her şeyin alt-üst olması, mevcut düzenin bozulup yeni bir düzenin oluşması demektir.

Ancak kıyamet olayında güneşin de kararıp sarık misali durulduğunu dikkate alırsak göğün beyaz bulut şeklinde bir görünüm arzetmesinin na­sıl farkedileceği sorusu ortaya çıkar. Zira güneş dürülüp kararacak veya parçalanıp dağılacak olsa, kâinat karanlıklar içinde kalır ve artık bu du­rumda âyetin delâlet ettiği manadan maksat ne olabilir? Denilebilir ki, kâinatta birçok güneşler vardır. Doğru ama dünyamızı ve çevremizi ay­dınlatan sadece bize yaklaşık 149 milyon kilometre uzaklıkta olan güneş­tir ve Kur'ân bilhassa o güneşten söz ediyor.

Kıyamet sûresinde ise, o gün ayın tutulup kararacağı, güneşle ayın bir-araya geleceği haber veriliyor. Bundan anlaşılıyor ki, güneşin dürülmesi, büsbütün kararması demek değildir, ayın bir süre kararıp tutulması ise, yörüngesinden çıkan güneşin diğer gezegenlerle bir araya gelmesi sebebiyle ayın ondan ışık alma imkânının ortadan kalkması demektir. Ayla güneşin birleşmesi ise, kıyamet olayında dünyanın da kendi yörüngesin­den çıkıp bozulan sistemler içinde kalacağından güneşle, birleşen ayın belirsiz hale gelmesini insanların farketmesinin mümkün olmayacağı; zi­ra o durumda hiçbir insanın hayatta bulunmayacağı şeklinde yorumlana­bilir.

Tekvîr Sûresinde ise yıldızların parçalanacağından söz edilirken, gü­neşin tekvîre uğrayacağı, yani dürüleceği belirtilmektedir. Tekvîr kelime olarak, Zamahşerî'nin de açıkladığı gibi iki manaya delâlet eder. Birinci­si: Sarık misali dürülüp katlanması ve böylece ziyasının yayılmaması, in­kıtaa uğramasıdır. İkincisi: Yörüngesinden çıkarılıp atılmasıdır.

Her iki yoruma göre de güneşin kıyamet olayı sebebiyle bulunacağı kesimde çevresini aydınlatacağı neticesi ortaya çıkıyor. Nitekim İnfitar Sûresi 1-3. âyetlerde göğün yarılacağı, yıldızların yerlerinden koparak par­çalanıp dağılacağı, denizlerin kaynayıp birbirine kanşacağı konu edilir­ken güneşten söz .edilmemektedir. Burada ya güneş de bir yıldız sayılarak genel bir anlatıma tabi tutulmuştur, ya da güneşin bir istisna teşkil edip parçalanmayacağına işaret edilmiştir. İkinci yorum daha uygundur. Zira güneş büsbütün kararacak veya parçalanıp dağılacak olsa, göklerin be­yaz bulutlar gibi bir görüntü arzetmesini görmek ve anlamak mümkün de­ğildir.

Diğer bir husus da şudur: Kıyametin ani kopması söz konusudur ki bu, sahîh hadîslerle açıklanmıştır. Öyle ki: Kişi lokmasını hazırlayıp ağzına gö­türmek üzere iken onu yemeğe, davarından süt sağanın ondan içmeğe, malını müşterisine tezgâh üzerine açıp arzeden satıcı onu dürüp kaldır­maya fırsat bulamıyacaktır. Bu durumda insanlar hemen ölecekler mi, yok­sa o müthiş olayı görüp öylece ruhları alınacak mı? Kıyamet Sûresinin 8-10. âyetlerden insanın hemen ölmeyeceği ve müthiş bir şaşkınlığa uğ­rayıp «eyne'l-mefer» yani «kaçtş nereye?» diyecekleri ifâde ediliyor ki bu, ktyâmet olayına kısa bir süre şahit olacaklarını göstermektedir.

Ayrıea kıyamet kopup yeni düzen kurulunca güneşin mahşer alanına yaklaştırılacağı da sahîh hadîslerle belirtilmiştir ki, bu da kıyamet olayıy­la güneşin büsbütün yok edilmiyeceğinin bir başka delili sayılabilir. [39]

 

Kıyamette Meleklerin İndirilmesi

 

«Melekler grup grup indirilecek..»

Kıyamet olayıyla mevcut düzen bozulup yeni ye kalıcı bir düzen meydana gelirken meleklerin bölük, bölük indirileceği haber veriliyor. Bu hu­susu büyük sahabi İbn Abbas (R.A.) özetle şöyle anlatıyor: «Allah (c.c.) kıyamet gününde insan, cin, hayvan ve diğer bütün canlıları bir yerde top­lar. Bunun hemen arkasından birinci gök yarılıp ondaki melekler iner ki onlar yeryüzündeki insanlardan ve cinlerden çoktur. İnsan ve cinleri kuşa­tırlar. Sonra ikinci ve üçüncü., tâ yedinci göğe varıncaya kadar bütün gökler sırayla yarılıp ondaki melekler iner. Bir sonraki göğün melekleri bir öncekinden çok olduğundan sonrakiler öncekileri kuşatırlar. Sonra da Cenâb-ı Hak kudret ve azametiyle nurdan gölgelikler halinde Karrubiyyûn veya Karubiyûn (İlâhî tecellilere en yakın olan ileri gelen melekler)le be­raber tecelli eder..» [40]

 

Hak Olan Mülk

 

Oğün hak o\an mülk (ve hükümranlık -tünüyle) Rahmân'ındır.

Cenâb-ı Hak bu âyetle bir gerçeğe daha değinerek aklı eren mü'min-lere iyice düşünmeleri için temel bilgi vermektedir. Şöyle ki: Kıyamet olayın­dan sonra kurulan yeni ve kalıcı düzene «hak olan mülk» denilmektedir. Bundan, yıkılıp dağıtılan eski düzenin yani içinde bulunduğumuz hayat ve nizamın hak olmadığı anlaşılıyorsa da gerçek öyle değildir. Mevcut hayat ve nizam da haktır; ancak yıkılıp yok edilme, elden çıkma açısından hak değildir. Zira «hak» çok yönlü ve geniş manalar taşıyan bir kavramdır. Bu­rada ise, eski kurulu düzenin plân ve programıyla ilgili olmayıp, onun gü­nü ve saati gelince yıkılmaya mahkûm olduğuyla ve ayrıea kişilerle, aile ve milletlerle ilgili eğreti mülkün gerçek sahiplerinin onlar olmadığıyla il­gili bir anlam taşımaktadır. Zira hakiki mülk elden gitmeyen, zeval bulma­yan, sahibi de ölümsüz olan mülktür.

Böylece âhiret âleminde hak olan mülk bütünüyle yegâne hükümran olan Rahmân'ındır. Zira âhirette artık mal, mülk, altın, gümüş ve sair kıy­metli eşya kavgası yoktur. Aynı zamanda bunları elde etmek için çalışma­ya ve uğraşıp didinmeye de lüzum söz konusu değildir. Orada tapu ve tes-çil de yoktur. İnsanların anladığı manada sınır ve koruluk da mevcut de­ğildir. Cenab-ı Hak cennetliklere istek ve arzularının çok üstünde kalıcı mülk ve nimetler verecektir. [41]

 

Hayatta İnsanın Gerçek Arkadaş Ve Dostu

 

«O gün zâlim zorba ellerini ısırıp «keşke Peygamberle beraber bir yol tutsaydım» diye­cek..»

Peygambere ve getirdiği esas ve prensiplere uymamız, hılkatımızda-ki amaca, kâinat planındaki belirlenen yerimize uygun bir yol tutmamız ve ona göre hayatımızı düzenleyip yaşamamız demektir. Zira bizi ilim ve kud­retiyle yaratan Allah, en uygun biçimde yaşamamızı da plânlamış ve bu­nu bize Peygamber ve kitap vasıtasıyla bildirmiştir.

Buna pratikten bir misal verecek olursak, bir elektronik cihazı göste­rebiliriz. Onu icad edip yapan ilim adamı, onun sağlıklı ve verimli çalış­masına yönelik bir şema ve tanıtma broşürü de hazırlar.

O halde her konuyu ehline bırakmamız ve her işi uzmanından sorup öğrenmemiz gerekmiyor mu? Hak din Allah'tan indirildiğine ve Peygamber vasıtasıyla tebliğ edildiğine göre onu en iyi şekilde ancak Peygamber'den, indirilen kitaptan ve Peygamber yolunda olan yetkili ilim adamlarından öğrenmemizden daha tabii ne olabilir? O bakımdan ölümlü bir hayatta ak­lını kullanabilen bir insan için gerçek dost ve arkadaş Allah ve Peygam­beridir. Zira bizi en doğruya, gerçeğe, saadete ve en kalıcı hayata çağıran ancak onlardır. Madde ve menfaate dayalı arkadaşlık ve dostluk madde­nin ve menfaatin kesildiği yerde, hiç değilse ölümle biter. Allah için arka­daşlık ve dostluk ise ebediyen devam eder. Ne var ki bu hakikati bilenler pek azdır. İnsanların çoğu ancak öldükten sonra anlarlar ama neden son­ra.. Cenab-ı Hak 28 ve 29. âyetlerle bu gerçeği şöyle tasvîr etmektedir: «Eyvah, yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim. And olsun ki bana Kur'ân geldikten sonra o dost (dediğim kimse) beni saptırdı. Şey­tan ise insanı aşağılık halde yapayalnız bırakandır.» [42]

 

O   İyi Arkadaş Edinmenin Yararları

 

«Eyvah, yazıklar olsun bana! Keşke fafâni dost edinmeseydim..»

«İyi arkadaşsın tarifi, dinlere, inançlara, ideallere ve kültürlere göre değişir. O kadar ki, birinin iyi arkadaş diye tanımladığını, diğeri kötü ar­kadaş diye tanımlar.                     

Bizim «iyi arkadaş» ve «iyi doststan kasdımız, Kur'ân'a ve Resûlül-lah'in (A.S.) sünnetine göre tarifi yapılan din kardeşlerimizdir,

Kur'ân neden iyi arkadaş, samimi dost üzerinde ısrarla durmaktadır? Çünkü her inean psikolojik olarak çevrenin ve yakın bildiği kişilerin az ve­ya cok tesiri altındadır. İstese de, istemese de kendini bu tesir alanının dışına tamamen çıkaramaz; daha doğrusu böyle bir duyguyu bütünüyle içinden söküp atamaz, O halde insan iyi, ya da kötü tesirler bırakan çevre ve yakınlarını çok iyi seçmesini bilmelidir. Zira dünya ve âhiret saadetinin bir ucu da buna dayanmakta ve kişi yakın dost ve arkadaşıyla tanınmakta ve bir bakıma değer ölçüsü almaktadır.

Unutmamak gerekir kî, iyi insan olmak zor, kötü insan olmak kolay­dır. Nefis ve İblîs ise insanı daima kolay olana iter ve onu çekici olarak takdim eder.

Kur'ân bu inceliklere parmak basıp, Allah'a imân edenleri uyarmak­tadır. Dünyada bu ölçü ve prensibin dışına çıkıp kötü arkadaş edinenle­rin nasıi bir pişmanlık duyacaklarını haber vermektedir.

Şüphesiz dünyada da, âhirette de, hayatın sıkıcı taraflarından biri de, imansızlıktan sonra arkadaşsız ve dostsuz yaşamaktır. Allah için dost edindiğimiz arkadaş bir bakıma sağlık gibidir; değeri ancak uzak olduk­tan sonra anlaşılır. O bakımdan dünyada da, kabirde de ve âhiret gününde de Allah için sevdiğimiz ve güvendiğimiz arkadaşlara ihtiyacımız vardır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu gerçeği şöyle belirtmişlerdir: «Ölülerinizi sâlih bir kavim (topluluk) arasına gömünüz.» [43]

Özetliyecek olursak, iyi arkadaşın kim olduğunu şöyle belirtebiliriz : «İlâhî rıza terazisinde değer bulup tartılan tek arkadaş, doğru yolu gös­teren, yanlış yolda yürüdüğümüzü görünce bizi uyaran ve sıkıntılı günle­rimizde bize destek olan kimsedir.»

Ancak tek taraflı arkadaşlık ve dostluk pek sağlıklı olmaz. O bakım­dan dost ve arkadaş olan iki kişi şunu hiçbir zaman hatırından çıkarma­malıdır: Dostluk itina isteyen bir gül fidanına benzer. İlâhî rıza ile gönül toprağına dikilmeli, kitap ve sünnet ile bakımı yapılmalıdır. [44]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle âhiret gününün kâfirler için çok sıkıcı olacağı konu edildi. Sonra da dünyada arkadaş edinirken nelere dikkat etmemiz ge­rektiği üzerinde durularak aydınlatıcı bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, çevrenin, ödet ve geleneklerin tesiri aitında ka­lıp Kur'ân'ı bir tarafa iterek hayat dizginini nefis ve şeytanın eline terkeden inkarcılar ve iki yüzlü dönekler üzerinde duruluyor. Sonra da hemen her pey­gamberin karşısına bu karakterde olan kimselerin çıktığı ve hakka karşı bir bakıma savaş açtığı hatırlatılarak hem Hz. Muhammed (A.S.), hem de çok sıkıntılı günler geçiren arkadaşları teselli ediliyor. [45]

 

Meali:

 

30—  Peygamber de dedi ki: «Ey Rabbim! şüphesiz ki kavmim bu Kur'ân'ı (bir kenara itip) terkettiler

31—  İşte bunun gibi her peygamber için suçlu günahkârlardan bir düşman ortaya çıkardık. Doğru yolu gösterici ve yardım (elini) uzatıcı ola­rak Rabbin yeter.

 

Peygamber'in (A.S.) Şikâyeti

 

«Peygamber dedi ki: Ey Rabbim, şüphesiz ki kavmim bu Kur'ân'ı (bir kenara itip) terkettiler

İnsan hayatını, ondaki ruhun yüceliğine eşdeğerde düzene sokan tek kitap, Kur'ân'dır. Ruh ilâhî kudretin bir nefha veya tezahürü olarak bir sü­re konaklamak üzere bedene yerleştirilir. Allah'tan geldiği gibi, bir süre sonra O'na dönmek zorundadır. Ondaki ilâhî letafet cilasını korumamız farzdır. Bu da ancak imân düzeyinde sâlih amellerle mümkündür. O hal­de insanla Allah arasındaki engelleri ancak ruhumuzun muhtaç bulundu­ğu ibâdet gıdasını vermekle kaldırmamız gerekmektedir. Bu gıdayı mutlak anlamda Kur'ân vermekte ve sünnet onun listesini hazırlamaktadır. Gerçek bu olunca, Kur'ân'ı bir tarafa itip bütün himmet ve gayreti mideye yönelt­mek cehaletin en kötüsü, körlüğün en fenasıdır.

Unutmamak gerekir ki, insanın hayvanî duygularını meşru sınırlar içi­ne alıp ilâhî hoşnutluğa uygun şekilde kanalize eden tek rehber Kur'ân ve sünnettir. Bu iki kaynak hayvanî sıfatlarımızı kontrol altına almakla kal­maz, insanî düşüncelerimizi harekete geçirir ve böylece bize insan olma­mızın anlam ve hikmetini öğretir.

Bunca yararları, feyizleri beraberinde taşıyan bu ilâhî kitaba uyma­mak, kalbi insanlıktan yana merhamet ve şefkatla dolup taşan Resûlüllah {A.S.) Efendimizi üzmekte ve haklı şikâyetine sebep olmaktadır.

Şüphesiz kâinat Allah'ın kudret eliyle kurduğu mükemmel bir sistem­dir ve bütünüyle insandan yana düzenlenip hizmete sevkedilmiştir. İnsan ise, kâinatta hâkim olan ilâhî plân ve programı anlamakla yükümlüdür. Aynı zamanda kâinat planındaki yerini bilmek ve niçin yaratıldığının hik­metini idrak etmek zorundadır. Ne var ki o bütün bu incelikleri tek başı­na tesbit edip kavrayamaz, mutlaka bir yol göstericiye ve eğiticiye muh­taçtır. İşte Kur'ân bu gerçekleri öğretmekte ve en doğru bilgiyi vermekte­dir. Hz. Muhammed (A.S.) de bunun muallimliğini yapan Allah'ın son pey­gamberidir. [46]

 

Nerede Hak Varsa, Karşısında Bâtıl Da Vardır

 

İşte bunun gibi her peygamber için suçlu günahkârlardan bir düşman ortaya çıkardık.»

Kur'ân bu zıtların tartışma ve sürtüşmesinin, hayatın hareket kazan­ması, ilmî araştırmaların hızlanması için dünya hayatının ona göre planlan­dığına işaret etmektedir. Buna misal olarak da, gönderilen her peygam­berin karşısına, hakkı reddeder şekilde birtakım düşmanların çıkarıldığı gösterilmektedir. Zira her şey zıddıyla daha iyi tanınabilir ve daha çok ge­lişme şansına sahip olabilir. Nitekim kâinat bütünüyle zıtların yarıştığı, boy ölçüştüğü bir alandır. Gece-gündüz, soğuk-sıcak, acı-tatlı, iyi-kötü, doğru-yanlış ve benzeri karşıtlar..

  Peygamberin görevi, hakkı tanıtmak, bâtılı göstermek ve ilâhî buyruklan dosdoğru teblîğ edip tehlikeye karşı uyarmak ve hakka gönül kapısını açık tutanları ebedî saadetlerle müjdelemektir. Doğru yola eriştirmek, kalplere imân cevherini yerleştirmek ise Allah'a aittir.

Böylece Kur'ân, peygamberin ve Onun yolunda yürüyen mürşitlerin görev ve yetkilerinin sınırını belirtmekte ve Allah ile kulları arasında bir imkân ve irâde sınırının bulunduğuna işaret etmektedir. [47]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların Kur'ân'a karşı olumsuz yön­deki tutumlarına temas edilerek hakla bâtılın karşılaşmasının hayat plâ­nında yer aldığına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcıların basit mantık oyunlarına başvurduk­ları belirtiliyor ve gereken susturucu cevap verilerek hikmetine kapı açı­lıyor; daha iyi düşünmemiz ilham ediliyor. [48]

 

Meali:

 

32— İnkâra saplanıp kalanlar dediler ki;   «Kur'ân   O'na   (Muhammed'e) bir defada bütünüyle indirllseydi ya..» Biz onunla senin kalbini iyi­ce yatıştırıp pekiştirmek ve tane tane okuman için böylece (parça parça ve uzun sürede) indirdik.

33—  Sana bir misâl getirmezler ki mutlaka biz (ona karşılık) hakkı yorum ve açıklama cihetiyle en güzelini getirmiş olmayalım.

34—  Onlar kî toplanıp yüzükoyun Cehennem'e sevkedilirler, işte onlar yer cihetiyle daha şerli, yol cihetiyle daha sapıktırlar,

 

İniş Sebebi

 

Yahudi din adamlarından bir kısmı, «Tevrat bir defada indirildiği gibi, Kur'ân da -eğer Allah tarafından gönderilen bir kitap ise- bir defada indi­rilmeli değil miydi?» diyerek birtakım şüphelere ortam hazırlamak iste­diler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [49]

 

İlgili Hadîs

 

«Bir adam Peygamber (A.S.) Efendimiz'e sordu : «Ey Allah'ın Peygam­beri! Kıyamet gününde kâfir nasıl yüzükoyun hasredilecek?» Peygamber (A.S.) Efendimiz ona şu cevabı verdi: «Onu iki ayağı üzerine yürütmeye kudreti yeten Allah'ın kıyamet gününde yüzükoyun yürütmeye elbetteki kudreti yeter.» [50]

 

Kur'ân'ın Parça Parça İnmesi

 

İnkâra saplanıp kalanlar dediler ki: «Kur'ân Ona (Muhammed'e) bir defada bütünüyle indirilseydi ya.» Biz onunla senin kalbini iyice yatış­tırıp pekiştirmek ve tane tane okuman için böylece (parça parça ve uzun sürede) indirdik.»

Tevrat ile İncil'in parça parça değil de bir defada bütün halinde in­dirildikleri söylenirse de bunu kesin isbat edecek delil ve belge mevcut ğildir. Zira günümüzde mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında buna delâ-eden açık bir belgeye rastlamak mümkün olmamakla beraber Kur'ân'-da bu hususta bir açıklama yapılmamıştır. [51]Ancak bu tarz iddianın takım yorumlara dayandırıldığını biliyoruz.

Nitekim ilim adamlarımızın bir kısmı bu iki eski kitabın da Kur'ân gibi rça parça, bölüm bölüm indirildiğini söylerler. Yahudiler ise, Tevrat'ın  bütün halinde bir defada indirildiğine inanırlar.

Müfessir Alâaddin Ali'ye göre : Tevrat ve İncil, okur-yazar olan pey-mberlere indirildiği ve ayrıca onlarda nâsih ve mensûha yer verilmedi-için birer bütün halinde bir defada indirilmişlerdir. Kur'ân ise okur-yazar nayan bir peygambere indirilmiş ve aynı zamanda Kur'ân'da birtakım sih ve mensûh hükümler de yer almıştır. O bakımdan da parça parça dirilmesine gerek görülmüştür. [52]

Şüphesiz ki bu, adı geçen müfessire has bir yorumdur. Delil ve da-nak olarak bir kaynak vermemiştir.

Kur'ân'ın ise, yapılan ciddi tesbitlere göre, yirmi üç yıla yakın bir -içinde olayları hedef alarak parça parça, bölüm bölüm indiği kesindir, [kandaki âyetle de bu husus açıkça belirtilmekte ve İsrâ Sûresi 106. etle de bu hususa yer verilmektedir. Şöyle ki: «İnsanlara ağır ağır, ara­lı, nefes ala -ala okuyasın diye Kur'ân'i parça parça sunduk, gerektikçe ıtiyaca göre) indirdik.»

Kur'ân'ın parça parça uzun bir sürede indirilmesinin, konumuzu oluş-ran âyette sadece hikmetlerinden ikisi açıklanmaktadır. Ancak İsrâ Sû-sinde ve ilgili hadîslerde bundan başka birkaç sebep ve hikmetin de ılunduğunu anlıyoruz. Onları şöyle özetliyerek sıralayabiliriz :

1—  Peygamber (A.S.) Efendimiz'in kalbinin iyice yatışması ve bir da-ı unutmamak üzere hafızasına iyice nakşedilip derin iz bırakması,

2—  Tane tane, kelimelerin üstüne basa basa rahat okumasının sağ-nması,

3—  Hangi âyetin hangi sebeple veya hangi olayı hedef alarak indiği-ı bilinmesi,

4—  Hangi hükmün hangi hâdiseden dolayı indirildiğinin tesbit edilmesi.

Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sık sık Melek Cebrail ile buluşması,

6— Ashab-ı Kiram tarafından rahatlıkla yazılıp ezberlenmesi bu cüm­ledendir. [53]

 

Kur'ân'ın Yüceliği

 

«Sana bir misal getirmez­ler ki, mutlaka biz (ona karşılık) hakkı yorum ve açıklama cihetiyle en gü­zelini getirmiş olmayalım.»

Kur'ân : Sözüyle, anlamıyla ilâhîdir. İnsan sözünün çok üstünde, ben­zer kabul etmez bir kudrettedir. Koyduğu hükümler, taşıdığı ana fikirler, sergilediği hikmetler, açtığı ilmî kapılar her türlü takdir ve kıyasın üstün­dedir.

Bu bakımdan Kur'ân varlık âlemini aydınlatan bir güneştir. Beşer ka­fasından çıkan bütün buluşlar ve bilgiler bu güneş karşısında birer lamba gibidir.

İnkarcı edipler, şâirler, hatipler bu güneşi balçıkla sıvamak için çe­şitli yollara başvurmuş, akla gelmedik yalan ve iftira atmışlardır; ama her defasında onun parlaklığı, erişilmez yüceliği karşısında silinip belirsiz ha­le gelmişlerdir. Getirdikleri her misal, Kur'ân'ın ilâhî beyanı karşısında sa­bun köpüğü gibi sönmeye mahkûm oldu ve olmaya devam etmektedir. Her fikir, her sistem ve kural zamanla tazeliğini, geçerliliğini kaybetmekte, Kur'ân'ın getirdiği ilâhî sistem ve hükümler gün geçtikçe çilâlanmakta ve tazelenmektedir. Böylece Kur'ân kıyamet kopuncaya kadar hep ışık ve­recek, kararıp silinmiyecektir. İlgili âyetle Kur'ân'ın ilâhî özelliklerine par­mak basılarak her yönüyle tetkike, araştırma ve incelemeye değer oldu­ğuna işarette bulunuluyor. Sonra da bu hakikatler karşısında inkârlarında ısrar eden şaşkınların yer cihetiyle daha şerli, yol cihetiyle daha sapık olduklarına dikkatler çekilerek, öylelerinin dünyada da, âhirette de hakkın karşısında alaşağı olup küçülecekleri bildiriliyor. [54]

 

 

Kur'ân'ın Tertîl Üzere Okunması

 

Tertîl: Tane tane, ağır ağır, harflerin mahreçlerine dikkat ede ede, ke­limelerin telâffuz hakkını vere vere ahenkli okumak anlamına gelir: Nite­kim ünlü iûgatçi Şeyh Mecdüddin Firuzabâdî el-Kamus'da «tertîl»i şöyle tarîf etmiştir: «Sözü yerli yerinde güzel ve uygun bir düzen üzere te'lîf ve tertip etmektir. Aynı zamanda Kur'ân'ı tane tane, aheste aheste okumak­tır.»

Kök masdarı «retel»dir ki bu, inci dizisi gibi İatîf bir vech, uslûb-i mü­tenasip üzere muntazam ve mürettep olmak anlamınadır.

Rağıb, el-Müfredatında bunun ise şu kısa tanımlamasını yapmıştır. «Tertîl: Sözü ağızdan kolaylıkla ve düzgün telâffuz edip çıkarmaktır.»

Melek Cebrail Kur'ân'ı tertîl üzere Resûlüllah'in (A.S.) kalbine ilka eder; Peygamber de (A.S.) aynı ahenge ve üslûba bağlı kalarak okur ve öylece okunmasını sağlardı. İşte ilgili 32. âyetin son cümlesiyle bu önemli husus hatırlatılmaktadır. [55]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı maddecilerin, putperest şaşkınların Kur'-ân ve Peygambere karşı anlamsız düşmanlık beslemeleri konu edildi. Son­ra da hakkın üstünlüğüne atıflar yapılarak ilâhî sistem ve üslûba eriş­menin mümkün olamıyacağına işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, gelip gecen kavim ve milletlerin hayatından buna benzer misaller verilmekte ve küfrün hemen her devirde azgınlık, saygısız­lık, ölçüsüzlük ve şirretlik gösterdiği bildirilerek, buna karşı mü'minlerin dayanma güçlerini ortaya koymaları, yani sabırlı hareket etmeleri isten­mektedir. [56]

 

Meali:

 

35— And olsun ki Musa'ya kitap verdik ve kardeşi Harun'u maiye­tinde (bulunmak üzere) vezir yaptık.

36— Onlara, âyetlerimizi yalanlayan millete gidin, dedik. (O mîllet buna rağmen yalanlama ve inkârdan vazgeçmeyince) çok geçmeden on­ları fena halde yok ettik.

37— Nuh kavmine de (uyarıcı peygamber) gönderdik; peygamberleri yalanlayınca onları (suda) boğduk ve kendilerini (geride kalan) insanlara bir öğüt ve ibret kıldık. Zâlimlere de elem verici bir azap hazırladık.

38—  Âd'ı da, Semûd'u da, Ress (Yemame yöresindeki kasaba veya taşla örülmüş kuyu) halkını da ve bunlar arasında (gelip gecen) birçok nesilleri de (yine aynı sebeplerle) yok ettik.

39—  Onların herbirleri için (doğru yola dönerler diye) misâller ver­dik ve (sonunda) herbirini yıkıp belirsiz hale getirdik.

40—  And olsun ki onlar (inkarcı sapıklar) âfet yağmuruna tutulup (yok edilen) kasabaya varmışlardı, onu görmediler mi? Hayır, yeniden di-rilip kalkmayı ummazlar.

41—  Seni gördükleri zaman, «Allah'ın elçi olarak gönderdiği bu mu­dur?» diyerek (ciddi hiçbir tavır takınmazlar), sadece alaya alırlar.

 

Mü'minleri Müjdelemek, Kâfirleri Tehdit Edip Uyarmak

 

Mekke'de aralıksız haksız saldırılara uğrayan, her türlü mal ve can emniyetinden mahrum edilen; din ve vicdan hürriyetlerine zincir vurulan ilk cefakâr mü'minleri Cenâb-ı Hak önce teselli etmekte, sonra da yakın gelecekte küfrün başaşağı gelip silineceğine işaretle müjde vermektedir. Bununla, Nuh ve Musa (salât-ü selâm ikisine olsun) kıssalarının birer öze­tini vererek mü'minlerin biraz daha sabretmelerini tavsiye etmektedir.

Böylece gelip geçen kavim ve milletlerden, onlara gönderilen pey­gamberleri yalanlayanların bir bir yıkılıp yok edilmelerinden söz edilirken birer özet verilmesi elbette ki çok anlamlıdır. Şöyle ki : Önce Mekkeli put­perestler, sonra da yaşamakta olan hak düşmanları uyarılmakta ve sı­kıntıda olan mü'minlere Kur'ân'a bağlı kaldıkları takdirde kurtuluşa erişe­cekleri müjdelenmektedir. Zira hakka karşı baş kaldırıp geçmiş milletler-deki gibi aynı inkâr ve azgınlığı gösteren milletlere karşı ilâhî sünnetin hük­mü aynen inecektir.

Araplarca çok iyi bilinen Nuh Tufan'ı bir defa daha gözler önüne se­riliyor. Kur'ân bununla Mekkeli'lerin sonlarının yaklaşmakta olduğunu do­laylı şekilde haber veriyor. Musa Peygamberle Fir'avn kıssası da aynı ha­beri kuvvetlendiriyor ve Mekkeli'lerin Fir'avn kadar kuvvetli olmadığına işaretle mü'minlerin önünde baş eğecekleri günlerin çok yakın olduğuna kapalı şekilde değiniliyor.

Böylece zâlim inkarcılara elem verici bir azabın hazırlandığı bir defa daha hatırlatılıyor. Küfür ve zulmü kendine sanat edinen hiçbir milletin ayakta duramıyacağına dikkatler çekiliyor.

Tarihi az-çok bilinen ve yıkılan yurtlarında kalıntılarına rastlanan Âd ve Semûd kavimlerinin acıklı sonuçları üzerinde daha iyi düşünmeleri için hem Mekkeli putperestlere, hem de yaşamakta olan inkarcı zâlim madde­cilere birer fırsat veriliyor. Umman ile Dahraman arasındaki yıkıntılarının bakiyesini, Hicaz'a yakın Hier bölgesindeki Semûd kalıntılarını görmeyen Arap mı kalmıştı..

Ress: Bu isim hakkında farklı tesbit ve yorumlar yapılmıştır. Şöyle ki:

a)  Büyükçe bir kuyu çevresinde yer alan bir kavimdir. Şuayb Peygam­ber (A.S.) onlara gönderilmişti. İnkâr ve azgınlıkta ısrar edince de kuyu­ları ile birlikte yerin dibine geçirilmişlerdi.

b)  Yemame yöresinde bir kuyu ve bu kuyuya sahip olan bir kavimdir.

c)  Tabiînden Saîd b. Cübeyr'e göre, Hanzele b. Safvan adında bir peygamberin gönderildiği bir kavimdir ki, inkâr ve zulümde çok ileri git­tiklerinden dolayı yok edilmişlerdir.

d)  Antakyah'lardır ki Habib en-Neccar'ı öldürmüşlerdi. '

e)  Homoseksüel olan bir kavimdir. Zina ve livatada hiçbir sınır tanı­madıklarından ve gönderilen peygambere işkence ettiklerinden dolayı yok edilmişlerdir.

Kötü bir afet yağmuruna tutulup yok edilen millet ise: Kuvvetli bir ih­timalle Şam yolu üzerinde yer alan Lût kavmidir. Püskürük lavların altın­da taş yağmuruna tutulup ahlâksızlıklarının cezasını en acı şekilde tat­mışlardı. Mekke ve çevresinde yaşayanların önemli bir kısmı ticaretle meşgul olup Şam ve Yemen'e ticarî kervanlar tertiplerlerdi. Böylece gü­zergâhta sözü edilen bazı kavimlerin kalıntılarını görme fırsatını bulur­lardı. Ne var ki, kalıntıları sadece baş gözüyle görmenin onlar için pek ibretli bir yanı yoktu. Kalp ve akıl gözüyle inceleyip yıkılışlarının sebep ve hikmetlerini düşünmeleri gerekirdi. Ama onlarda ne böyle bir kalp, ne de akıl gözü vardı.

İlgili âyetle bu inceliğe işaret edilerek tarihî kalıntıları iyice inceleme­miz isteniliyor.

Kur'ân inkarcı sapıkların yıkılıp yok edilmelerinin birtakım sebepleri üzerinde dururken zulüm ve ahlâksızlıklarını ve bir de öldükten sonra di-riltileceklerine inanmamalarını başta gösteriyor. Böylece Kur'ân Allah'ın varlığına ve birliğine imânı adalet ve ahlâkla ve âhirete dosdoğru inanyalanlayınca onları (suda) boğduk ve kendilerini (geride kalan) insanlara bir öğüt ve ibret kıldık. Zâlimlere de elem verici bir azap hazırladık. [57]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle inkarcı zâlimlere, gelip geçen milletlerin benzeri küfür ve inat sebebiyle yok edildikleri hatırlatıldıktan sonra Mekkeli'lerin Hz. Peygamber'e (A.S.) karşı alaylı tavırları konu edildi. Körü körüne ata­larının bâtıl inançlarına bağlı kalmada ısrarlı oldukları belirtilerek mü'min-lerden yana zaferin yakın olduğu müjdesi kapalı bir anlatımla işlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, müşriklerin bâtılı hak sanıp, putlara tapmanın doğruluğunu iddia ettiklerine yer veriliyor. Sonra da nefsanî heveslerinin peşine takılıp şehevî arzularından başka bir himmetleri olmayan ve böy­lece haktan uzaklaşan sapıklara dikkatler çekilerek aklını ve vicdanını doğruyu bulmada kullanmayan o kimselerin davarlardan daha şaşkın ol­dukları hatırlatılıyor. [58]

 

Meali:

 

42—  «Tanrı edindiğimiz (putlara tapmakta) sabretmemiş olsaydık, ne­redeyse bizi saptıracaktı!» derler. İleride bunlar azabı görünce kimin yol edinme bakımından daha sapık olduğunu bileceklerdir.

43—  Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü? Yokso sen mi onun üzerine (koruyucu, kurtarıcı) vekîl olacaksın?

44—  Yoksa sen onların çoğunun işittiğini, ya da aklettiğini mi sanı­yorsun? Onlar ancak davarlar gibidirler, hayır onlar yol edinme bakımın­dan daha da şaşkındırlar.

 

İniş Sebebi

 

Ebû Cehl, Resûlüilah (A.S.) Efendimiz'i görünce. Onun yüksek şah­siyeti, üstün vakar ve terbiyesi ve hakkı tavsiyedeki eşsiz kabiliyeti kar­şısında küçülür ve hasedinden ne yapacağını bilmez olur, sonra da «Al­lah'ın peygamber olarak seçip gönderdiği bu mudur?» diyerek, alaylı bir tavır takınır ve gülerdi. O sebeple yukarıdaki âyetler indirildi. [59]

 

Baş Olma Hastalığı Ve Aşırı Kıskançlık

 

Mekke'lî söz sahibi olanların çoğu Hz. Muhammed'in (A.S.) yalancı bir kişi olmadığını çok iyi bildikleri halde, hem baş olma sevdası, hem de geç­mişe körü körüne bağlılık tutkusu onları haktan uzaklaştırmıştı. O yüzden akıllarıyla değil, hisleriyle hareket ediyor; vicdanlarının değil, azgın nefis­lerinin sesine kulak veriyorlardı.

Basîretsizliğin bu çizgisine gelip dayanan sapıkları doğru yola iletmek elbette ki beşer gücünün çok üstündedir, yani hidâyet Allah'tandır. O ba­kımdan Hz. Muhammed (A.S.) teblîğ ve İrşat görevini sürdürürken zaman zaman üzülür, olumlu sonuç alamayınca da ister istemez göğsü daralırdı.. Cenâb-,ı Hak, peygamberin yetki ve görevini hatırlatarak şu aydınlatıcı bil­giyi verdi: «Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü? Yoksa sen mi onun üzerine (koruyucu, kurtarıcı) vekil olacaksın?»

Evet Peygamber (A.S.) koruyucu bir vekîl değil, CenâbHakk'ın emir­lerini kusursuz teblîğ edip irşat görevini yerine getiren bir elçidir. İnsanlar üzerinde vekîl olarak Allah bulunuyor. O ehil olanlara hidâyet kapısını açar, olmayanları sapıklıkları içinde bocalar vaziyette bırakır. [60]

 

Heveslerini Tanrı Edinenler

 

«Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü? Yoksa sen mi onun üzerine (koruyucu, kur­tarıcı) vekil olacaksın?»

İnsan şu ölümlü hayata birtakım duygularla gözlerini açar. O kadar ki birtakım arzu ve heveslerine sınır koymayacak kadar ihtirasa bürünür. Şüphesiz onda doğuştan mevcut olan bu duygular dünya hayatına canlı­lık, hareket, renk ve mana kazandırır. Ancak kontrol dışı bırakılır da din, ahlâk ve ilimle yönlendirilmez, yani meşru bir sınırda tutulmazsa çok za­rarlı sonuçlar doğurur. En azından maddeyi hedef seçmesine, onu bir ba­kıma ilâhlaştırmasına sebep olabilir. Öylece kişinin bütün istek ve ener­jisini, düşünoe ve yeteneğini bu istikamete çevirip kanalize eder.

Akıl, din ile birleşip duygu ve düşüncelerimizi iyiye, doğruya, güzele, tek kelimeyle meşru çizgide tutmaya döndürür de yaratılanla yaratan ara­sında kulluk ve ilâhlık ilgi ve irtibatını sağlarsa, insan duygularının esiri veya uydusu olmaktan kurtulur. Böylece gerçek hayat için dünya nimet­lerinin birer araç olduğunu; asıl amacın ilâhî rıza doğrultusunda bu araç­ları bilerek yerinde kullanmak suretiyle Allah'a tertemiz kavuşmak bulun­duğunu anlar.

İlgili âyetle bu inceliğe dikkatler çekilirken Mekke'nin ileri gelen şıma­rıklarının kendi arzu ve heveslerini nasıl iiâhlaştırdıkları misal veriliyor. Ço­ğunun bu yüzden nefislerinin sınır tanımaz isteklerine mağlup olarak Kur'-ân'a ve Hz. Peygamber'e (A.S.) amansız birer düşman kesildiğine işaret yoluyla atıf yapılıyor. [61]

 

Peygamber Vekîl Değildir

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz insanlara doğru yolu gösteren, tehlikeli yolun uzandığı elim sonucu haber veren ve böylece Allah'tan indirilen emirleri kusursuz tebliğ eden bir uyarıcı ve müjdecidir. İnsanlar üzerine kanat gerip koruyan, gelecek azabı geri çevirip her tehlikeye karşı onları savunan ve mutlaka kurtarıcı olacağını iddia eden bir vekîl değildir. Zira doğru yola kavuşturmak, azap etmek veya etmemek, affetmek veya etme­mek Allah'a aittir.

Şüphesiz Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Mekke'de söz sahibi olan Ebû Cehl ve yandaşlarının küfür ve tuğyan içinde kalmalarına gönlü bir türlü razı değildi. Çünkü O ancak insanlara rahmet olarak gönderilmişti. Ama onları mutlaka küfürden kurtaracak, onlar aleyhine inecek azabı geri çe­virecek ve her hâl-ü kârda onları savunacak bir vekîl sıfat ve yetkisiyle görevlendirilmemişti,

Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle Peygamber'in (A.S.) görev ve yetkisinin sı­nırını çizmekte ve ileride Onun bu sınır dışına çıkarılmamasını tenbîh et­mektedir. Böylece sevgi ve bağlılıkta ifrata varan ölçüsüzlüklerin İslâm'da yeri olmadığına işarette bulunulmakta ve hiçbir mürşidin Hz. Muhammed'-den (A.S.) daha yetkili olamıyacağı hatırlatılmaktadır. [62]

 

Hakka Gönül Kapısını Açmayan İnkarcılar Davarlara   Benzetiliyor

 

«Yoksa sen onların çoğunun işittiğini, ya da aklettiğini mi sanıyorsun? Onlar an­cak davarlar gibidirler, hayır onlar yol edinme bakımından daha da şaşkın­dırlar.»

Aklını, zekâsını, düşünce ve duygusunu hakikati arayıp bulmakta kul­lanmayan; Allah'ın verdiği bu çok değerli vasıtaları nefsinin emrine verip amacından saptıran kişiler, her şeyden önce kendilerini insanlık derece­sinden aşağı düşürerek bir bakıma hayvanlaştırırlar. Hayat anlayışları mi­de ve şehvetle, para ve makamla sınırlıdır. Böylece yaratılışın gayesini, dünyaya getirilişin hikmetini, ölümün sırrını, âhiretten maksadın ne oldu­ğunu düşünmezler ve bilmezler. Nefislerine hoş gelen her şey oniar için iyidir, güzeldir ve mubahtır; hoş gelmeyen şeyler ise, kötüdür ve zararlıdır.

İşte kendilerini bu düzeyde tutan Mekkeli müşriklerin çoğu hakkında Kur'ân, sözünü ettiğimiz sebeplerle «Onlar ancak davarlar gibidirler; ha­yır onlar yol edinme bakımından daha da şaşkındırlar» âyetiyle hakkı inkâr edenlere «davar» damgasını yakıştırmaktadır. Sonra da bazı yönleriyle davarlardan daha şaşkın olduklarını vurgulamakta ve bize bir mukayese imkânı vermektedir. Şöyle ki: Davarlar hem otlakla­rını, hem yayılma saatlerini, hem ağıllarına dönmeyi bilirler, hem de faydalı ve zararlı otları ayırt edeeek içgüdüye sahiptirler. İnkarcı sa­pıkların çoğu ise, neler zararlı, nelerinde yararlı olduğunu tefrik edeme­mekte; ruhlarını ölgün hale getiren günahlardan kaçınmamakta, beden­lerini harap edecek zararlı maddeleri kullanmakta bir sakınca görmemek­tedirler. En azından davarlar kâinat planındaki yerlerini almasını, yaratıl­dıkları hizmete yönelmesini bilir ve böylece hilkat kanununa bağlı kalır­lar da her halleriyle Hakk'i tesbîh ve tenzih ederler. İnkarcı şaşkınlar ise, onların aksine plândaki yerlerini alamamış, yaratıldıkları amaca yöneteme­mişlerdir.

Unutmamak gerekir ki, kâinatta boş ve amaçsız yaratılan hiçbir şey yoktur; aynı zamanda bildiğimiz her şey insandan yana yaratılmış, insan da Yüce Yaratan'ını bilip O'na kullukta bulunmak için var kılınmıştır. [63]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, şaşkın putperestlerin Peygamber'e (A.S.) karşı olumsuz tutumlarının akla ve gelişmiş vicdana uygun bir yanı ve yönü ol­madığı açıklandıktan sonra çok düşündürücü bir benzetme yapılarak ha­yatın gayesini daha iyi incelememiz ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, insan aklını ve vicdanını harekete geçirmek için Allah'ın varlığına ve birliğine; Kur'ân'ın ilâhî kelâm olduğuna delâlet eden aklî belgeler, fiziksel olaylar sıralanıyor. Böylece inkarcıları nefsanî duy­gularının tesirinden kurtarıp akıllarına ışık tutar anlamda bilgiler veriliyor. [64]

 

Meali:

 

45—  Rabbin (kurduğu düzen, koyduğu kanun uyarınca) gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi onu yerinde sakin bırakırdı. Sonra biz güneşi ona sebep ve delil yaptık.

46—  Sonra da onu tutup kendimize doğru azar azar çekip (kısalt­maktayız).

47—  O'dur ki size geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme (devresi), gündüzü yeni bir hayat (süresi) kıldı.

48-49— O'dur ki rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci gönderdi ve ölü bir ülkeyi diriltmemiz ve yarattığımız davarları ve birçok insanları su­lamamız için gökten tertemiz su indirdik.

50—  And olsun ki, bu (tabiat olayını) öğüt alsınlar diye insanlar ara­sında çevirip dururuz. Bununla beraber insanların çoğu inat edip dayattı­lar da nankörlükten vazgeçmediler.

51—  İsteseydik her kasabaya (ve köye) bir Uyarıcı (peygamber) gön­derirdik. (Öyle yapmadık, yalnız seni seçip bütün insanlara göndermeyi uygun bulduk).

 

İlgili Hadîs

 

Peygamber (A.S.) Efendimiz geceleyin yağan yağmurun sabahleyin izleri kendini belli etmesi üzerine ashabına sordu: «Rabbınızın (bununla) ne buyurduğunu bilir misiniz?» Onlar da: «Hayır... Allah ve Peygamberi daha iyi bilir» dediler. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu: «Allah bu­nunla şu hususu hatırlatıyor: «Kullarım bana iman eder ve beni inkâr eder halde sabahladılar. «Biz Allah'ın fazl-ü rahmetiyle yağmura eriştik» diyen kimse bana imân etmiş, yıldızın yağmur yağdırdığını inkâr etmiştir. «Akan yıldız ile yağmura eriştik» diyen kimse ise, beni inkâr etmiş, yıldıza inan­mıştır.» [65]

 

Gölgenin Uzayıp Kısalması

 

 Rabbm (kurdu9u düzen- Ovduğu kanun uyarınca) gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi onu yerinde sakin bırakırdı.»

Gölge, bilindiği gibi ışığın yolunu kesen bir cismin yerde meydana getirdiği karaltıdır. Bulunduğu ortamın ışık durumuna ve cismin kesafet ve letafetine göre gölge koyulaşır veya açılır.

Gölgenin uzayıp kısalması, ya ona gelen ışık kaynağının hareket ha­linde olduğunu, ya da gölge yapan cismin devamlı hareket ettiğini gös­terir. Böylece Kur'ân-ı Kerîm, insan aklını harekete geçirmek, düşünce uf­kunu genişletip derinleştirmek için dünyanın ve güneşin hareket halinde olduklarına delâlet eden ana fikir, diğer bir anlatımla temel bilgi veriyor.

İlmî araştırma ve tesbitler isbat etmiştir ki, gölgenin uzayıp kı­salması, dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneşin çevresinde bir elips çizerek dönmesinden kaynaklanmaktadır. Bu, kâinat plânında yer alan ve belli çekim kanununa bağlanan güneş ile dünyanın hiç sapmadan ha­reketlerini sürdürdüklerini kesin biçimde ortaya koymaktadır. Ne güneş merkez olmaktan çıkmakta, ne de dünya onunla kendi arasındaki mesafe­yi aşmaktadır. Şüphesiz ki bu kadar hesaplı ve düzenli hareket kendili­ğinden meydana gelmemiştir. Ortada ölçülü kanunlar ve matematiksel belirlemeler varsa, mutlaka o kanunları koyan, belli hesaplara göre dü­zenleyen bir kudret vardır.

Allah dileseydi dünyaya başka bir hareket tarzı verip bir yüzü de­vamlı güneşe karşı olurdu da cisimlerin gölgelerini yerlerinde sabit kıla­bilirdi. Mevcut sistemi bugünkü haliyle düzenleyip devam ettiren o Yüce Kudret, daha değişik bir sistem meydana getirebilirdi. Ancak insan haya­tının sağlıklı devamı için mevcut düzenin uygunluğu tartışılamaz bir dü­zeyde bulunuyor. [66]

 

Güneşin Gölgeye Delil Kılınması

 

«Sonra biz güneşi ona sebep ve delil yaptık.»

Bu ifade, cismin güneş ışığının yolunu kesmek suretiyle ancak yerde gölge meydana getirebildiğini gösterir. O halde güneş ışığı olmayınca gölge de yoktur, neticesi ortaya çıkmakta ve böylece gölge ışığın varlığına delii olmaktadır. [67]

 

Gecenin Bir Örtü, Uykunun Bir Dinlenme Kılınması

 

«O'dur ki size geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme (devresi), gündüzü de yeni bir hayat (süresi) kıldı.»

Bütün gün hayat ile mücadele edip yorulan vücudumuzun elbette ki dinlenmeye İhtiyaeı vardır. Sabahtan akşama kadar çalışıp enerji sarfeden bir insan ne kadar yorgun olursa olsun, gece deliksiz bir uyku uyursa, er­tesi gün bütün yorgunluklarından kurtulmuş olarak uyanır ve böylece din­lenmiş bir bedenle yeni bir hayata başlama imkânına erişmiş olur.

Rahat bir uyku için de az ışıklı, gürültüsüz bir yere ihtiyaç söz konu­sudur. Bunun için Kur'ân gecenin bir örtü, uykunun da bir dinlenme döne­mi kılındığını belirtmektedir. Belli bir çalışma süresinden sonra dinlenme ihtiyacı duyan vücudumuz, rahat bir uyku ile bu ihtiyacını karşılamış olur.

Bütün bu sistemli, düzenli ve yararlı haller elbette kendiliğinden oluş­mamıştır; çok yüksek bir ilmin, sınırsız bir kudretin belli kanunlara göre düzenlemesiyle vücut bulduğu kesindir. O halde her sistem ve düzen Ce-nâbHakk'ın varlığının şahidi ve kudretinin ayrı bir'tezahürüdür. Kur'ân, gece, uyku, gündüz ve hayat nimetleriyle bize bu gerçeği öğretiyor; aynı zamanda meraklı ilim adamlarına da ana fikir veriyor. [68]

 

Hayatı Düzenli Tutmamızı İlham Ediyor

 

Kur'ân, kırk yedinci âyetle hayatımızı düzenli ve programlı tutmamızı ilham etmektedir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu ve diğer konuyla ilgili âyetlerin ışığı altında günlük hayatını belli programa bağlayıp düzenli tut­muş ve bu konuda da en güzel, en verimli örnekleri vermiştir. Şöyle ki:

a)  Yatsı namazını kıldıktan sonra -önemli bir konu yoksa- mutlaka yatak odasına çekilir ve artık dünya kelâmını bırakıp uyurdu.

b)  Gecenin bir bölümünde kalkıp ibâdet etmek suretiyle hem ruhu­nu tazeler, hem de bedenine hareket ve sağlık kazandırırdı.

c)  Sabahleyin fecir doğunca kalkar, namaz kıldıktan sonra güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar zikir, fikir ve ilimle meşgul olurdu.

d) Kuşluk namazını kıldıktan sonra ev işleriyle meşgul olur ve hava iyice ısınınca gün ortasında, yani henüz öğle namazı kılınmadan önce bir süre uyurdu.

Gece uykudan kalkıp namaz kılmak, ibâdet etmek Hz. Peygamber'e (A.S.) vacipti. Ümmetinden iş durumu müsait olanlar için sünnettir. Zira Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ne ticaretle, ne ziraatle, ne de sanatla uğra­şacak kadar geniş zamanı yoktu. Onun asıl görevi, inen vahyi ümmetine teblîğ etmek ve gerektiğinde onları eğitip yetiştirmekti. Ümmetine ise mut­laka herkesin bir işle meşgul olmasını emir ve tavsiye etmiş; gece yan­larına kadar oturmayı, gündüzü uykuyla geçirmeyi mekruh saymıştır.

Bunun için yatsı namazını kıldıktan sonra yatak odasına çekilmek, çevreyi rahatsız edecek gürültü ve patırtıdan kaçınmak, yâni erken uyu­yup erken kalkıp iş başı etmek sünnettir. Diyebiliriz ki sabahın erken saat­lerinde inen feyiz ve berekete başka saatlerde erişmek mümkün değildir. [69]

 

Rüzgârın, Rahmetin Müjdecisi Kılınması                                     

 

«O'dur kî rüzgarları rahme­tinin önünde müjdeci gönderdi.,»

Havanın içindeki nem oranı belli bir dereceye gelince yağmurlaşır ve yağmur olarak yağmaya başlar. Bu daha çok havanın, rüzgârların tesi­riyle sıcak yerden soğuk yerlere sürüklenmesiyle oluşur. Kur'ân ilgili âyet­le nemli havayı sürükleyen rüzgârın önceden yağmur yağacağını bize ha­ber verdiğini öğretiyor. Bunun gibi inen ilâhî vahyin de yağmur misali ha­yat verici, kalpleri diriltici, ruhları serinletici bir rahmet olduğunu hatırla­tıyor.

Şüphesiz ki bütün bu tabiat olayları belli kanunlara göre düzenlenip insanlardan yana çevrilmiş ve bir devri daim halinde fayda sağlamasına imkân verilmiştir. Ne yazık ki insanların çoğu meydana gelen bu ve benze­ri olayları sadece fiziksel, kimyasal vb. yollardan tesbite çalışırlarken, asıl sebep ve kanunları düzenleyen yüce kudreti unuturlar. O yüzden inkâr ve nankörlük bataklığına saplanıp tabiat olaylarının kendiliğinden bu düze­ye geldiğini sanırlar. [70]

 

Gökten Tertemiz Su İndirilmesi

 

Ö'"  bir  ülkeyi  diriltmemiz ve yarattığımız davarları ve birçok insanları sulamamız için gökten tertemiz su in­dirdik.»

Yeryüzünde denizler başta olmak üzere mevcut su kaynaklarının, ısı­nın tesiriyle buharlaşması ve sonra da yağmura dönüşmesi, önemli olay­lardan biridir. Her haliyle yüksek bir plân ve programın aralıksız işler du­rumda olduğunu yansıtır. Zira suyun buharlaşmasıyla zararlı ve murdar şeyler yerinde kalmakta, faydalı olan oksijenle hidrojen belli oranda temiz su haline dönüşmektedir.

Bu ameliye hemen her saat devam etmekte ve böylece kirli, tuzlu, acı ve zararh bakteriler taşıyan sular ilâhî filitreden geçirilerek çok yararlı bir hüviyete bürünmektedir. Kırk sekizinci âyetin son cümlesiyle bu gerçek yansıtılmakta ve inkarcıların daha doğru düşünmeleri istenmektedir.

O bakımdan bütün müetehit imamlara göre, gökten inen su hem te­miz, hem de temizleyicidir.

Gerçek bu olmakla beraber, Kur'ân'm beyan buyurduğu gibi: «And olsun ki bu (tabiat olaylarını) öğüt alsınlar diye insanlar arasında çevirip dururuz. Ne var ki insanların çoğu inat edip dayatırlar da nankörlükten vazgeçmezler..» [71]

 

Her Kasabaya Bir Uyarıcı Göndermeye Gerek Kalmaması

 

«İsteseydik her kasabaya (ve köye) bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik. (Öyle yapmadık, yalnız seni seçip bü­tün insanlara göndermeyi uygun bulduk.)»

Hz. Muhammed (A.S.)den önce Cenâb-ı Hak her kasabaya bir pey­gamber göndermiştir. Çünkü şartlar öyle gerektiriyordu. Haberleşme, ula­şım imkânları yok denecek kadar azdı. O bakımdan gönderilecek bir tek peygamberin bütün dünyaya sesini duyurması mümkün değildi. Dünya coğ­rafyası az-çok keşfedilince, ticarî kervanlar uzak ülkelere kadar uzanma­ya başlayınca ve bu sebeple ulaşım ve haberleşme imkânları doğunca, ar­tık her kasabaya ayrı bir peygamber gönderme dönemi kapandı ve kıya­mete kadar bütün insanları Hakk'a davet edecek son peygamber dönemi başladı. İlgili 51. âyetle bu gerçeğe değinilerek mü'minler aydınlatılıyor ve kâfirler de uyarılarak konu üzerinde ciddi şekilde durmalarına imkân ve­riliyor. [72][73]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yaratanın ilim ve kudretinin yüceliğine ve sınır­sızlığına delâlet eden birkaç belge sergilendi. Böylece insan aklına ışık tutularak kâinatın çok mükemmel bir plâna göre, olayların çok kusursuz programlara göre hazırlandığı hatırlatıldı ve arkasından Kur'ân'ın bu ger­çekleri yansıtan son kitap olduğuna, Hz. Muhammed'in (A.S.) de ilâhî ke­lâmı insanlara teblîğ eden son peygamber bulunduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinat plânında yer alan mükemmel düzenin bir bölümüne değinilerek her şeyde ilâhî sünnetin işler durumda olduğuna işarette bulunuluyor. [74]

 

Meali:                                                                                           

 

52— O halde kâfirlere baş eğip uyma; onlarla büyük bir cihâd (ruh ve heyecanı) ile savaş.

53__o ki, iki denizi salıverip yaklaştırdı; şunun suyu tatlı içimi ko­lay, bunun suyu tuzlu acı; aralarına da (birbirlerine karışmalarını önle­mek için) bir engel, aşılması zor bir sınır koydu.

54— O ki, sudan bir insan (türü) yarattı, onların arasında soy ve hı­sımlık meydana getirdi. Rabbın kudreti (her şeye) yeter.

 

Son Kitap Ve Son Peygamber

 

Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, gerek Kur'ân'ın, gerekse Hz, Mu­hammed'in (A.S.) ilmî araştırmalara başlanıldığı, dünya coğrafyasının önemli bir bölümünün keşfedildiği, haberleşme imkânlarının doğduğu bir çağda gönderilmesi bize ön fikir vermektedir. Şöyle ki: Başlanılan ilmî hareketlerin gün geçtikçe gelişip yaygınlaşacağını, haberleşmenin hız ka­zanacağını ilham etmekte ve o bakımdan artık her kavim ve kasabaya ay­rı bir peygamber göndermeye gerek kalmadığını göstermektedir.

Nitekim Kur'ân bilimsel açıdan incelendiğinde, Hz. Muhammed'in (A.S.) sünneti insaf gözüyle tarandığında İslâm'ın ilimle ikiz kardeş olduğu ger­çeği görülür. Aynı zamanda insanları kardeşçe birarada yaşatma, yardım­laşma ve dayanışmalarını sağlama, küfür ve azgınlığı, ahlâksızlık ve kötü­lükleri durdurma kudretini bütünüyle İslâm'ın kendinde taşıdığı, başka sis­temlere muhtaç olmadığı anlaşılır. O halde bütün insanlara seslenen ve sadece onların huzur ve güveni için indirilen İslâmiyetin temelini Hz. Mu-hammed (A.S.) atarken onu geliştirip bütün insanlığın ortak rehberi ha­line getirmeyi basiretli ilim adamlarına, haktan yana olan mürşitlere ve sa­mimi mü'minlere bırakmıştır. [75]

 

İcli  Bir Cihad Aşkıyla Dini Yaymak

 

«° halde kâfirlere baş eğip uy-a; onlarla büyük bir cihad (ruh ve heyecanı) ile savaş.»

Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz umuma gönderilen son peygamber olarak yalnız başına küfür ve azgınlıkla, zulüm ve ahlâksızlıkla savaşarak cihadın en iyisini ve en verimlisini sergifedîği gibi, İslâm'da son din ola­rak tek başına bütün bâtıl dinlerle kıyamete kadar cihad edecek ruh ve mayayı, kuvvet ve kudreti kendinde taşımaktadır. Ancak unutmamak ge­rekir ki bu cihad son derece ilmî ve metotlu olmalıdır. Kaba kuvvetin fazla bir şey çözemiyeceği kesindir. O bakımdan insanlığın hayrına sunulmuş olan dini, edep, terbiye, hoşgörü, nezaket, yüksek ahlâk ve bilimsel öl­çüyle teblîğe çalışmak vaciptir. Mekke ve Medine dönemleri bu konuda mü'miniere en sağlam kıstası ve metodu vermektedir.

Kur'ân ise, ilgili âyetle cihadı emrederken mü'minlere şu gerçeği fisıldamaktadır: «Küfrün karşısında baş eğmek yok, kâfirin peşine takılıp ona uydu olma ise hiç yoktur. Köklü bir imândan, sağlam ilimden, selim akıldan, parlak düşünceden yükselen aşk ve heyecanla -günün şartlarına ve metoduna göre- cihad vardır.»

Bunun için İslâm ilim adamları şu hususta görüş birliği halindedirler: «Dini cahilin insiyatifine bırakmak, dine ihanettir. İslâm'dan yana ilim ada­mı yetiştirmemek dinin şekil ve muhteva değişikliğine uğramasına göz yummaktır. Din adına taviz vermek cinayettir. Dini kişilerin mantığına göre bir yoruma tabi tutup onun bütünlüğünü zedelemek günahların en büyü­ğüdür.» [76]

 

Aci Ve Tatli Su

 

«° ki' İki denizi verip yaklaştırdı; şunun suyu tatlı içimi kolay, bunun suyu tuzlu acı..»

Kur'ân bu âyetle hem ilâhî kudreti yansıtan bir düzenlemeden söz edi­yor, hem de hak ile bâtılı, imân ile küfrü acı ve tatlı suya benzeterek bu iki kavram arasında iyi bir mukayese yapmamızı ilham ediyor. İki suyun birbirine karışmasını engelleyen bir berzahın bulunduğunu açıklarken imânla küfrün biraraya gelip bağdaşmasının mümkün olmadığına işaret­te bulunuyor.

Ayrıca ilâhî kudrete ve ondaki yüceliğe delâlet eden bir belge gözler önüne seriliyor: Denizlerin ve bazı göllerin suyunun farklı nisbette acı tuz­lu; nehirlerin, pınarların ve bazı göllerin suyunun tatlı yaratılmasındaki hik­meti anlamamız isteniliyor. Şüphesiz nehirler, akarlar, pınarlar ve kaynak­lar da denizler gibi acı tuzlu olsaydı, arazi çoraklaşır, bitkilerin çoğunun yaşama şansı kalmaz, dünya bugünkü güzelliğine erişemezdi.

Deniz suyunda erimiş halde bulunan tuz, magnezyum klorür, magnez­yum sülfat, kalsiyum sülfat, potasyum klorür başlıca yararlı maddelerdir. Tuzluluk derecesinin farklı olması ise, denizler arasında akıntıyı sağlama­ya yöneliktir. Kısaca, denizler hayat ve protein kaynağıdır. O bakımdan Kur'ân'da sık sık dikkatlerimiz denizlere çekilir, insanlardan yana birçok nimetlerin kaynağı ve barınağı olduğuna işaret edilir. [77]

 

Denizle    Arasında    Birbirlerine    Karışmalarını    Engeller Anlamda Aşılması Zor Bir Sınır Vardır

 

«Aralarına da (birbirlerine karışmala­rını önlemek için) bir engel, aşılması zor bir sınır koydu.»

Birbiriyle irtibatlı bulunduğu kanalda iki denizin kendi özelliklerini ko­ruyup birinin diğerine karışmaması Kur'ân'ın üç ayrı yerinde az farklı an­latımla açıklanmaktadır. [78] Son yıllarda ünlü Fransız ilim adamlarından Kaptan Cousteau'nun bu sebeple Kur'ân'a inanıp İslâm'a girdiği bilinmek­tedir.

Adı geçenin bu konuyla ilgili tesbit, buluş ve görüşü basına yansımış ve bazı haftdlık ve aylık dergilere konu olmuştur. Yaptığımız tesbite göre Kaptan Cousteau şöyle demiştir: «Bazı araştırmacıların, farklı deniz küt­lelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair sürdürdükleri gö­rüşleri inceliyorduk. Araştırmalar sonunda gördük ki: Akdeniz'in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var. Ayni zamanda kendine has can­lıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu'ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz'den tamamen farklı olduğunu gördük Bu iki su kütlesi, Cebel-i Tarık Boğazı'nda birleşiyor ve bu birleşme binlerce yıldan beri sürüyordu. Buna göre iki denizin karışması ve sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta, ihtiva ettiği madde oranında eşit veya eşite yakın bir durumda olmaları gerekiyordu. Oysa ki, böyle bir durumun mevcut olmadığını, yani su küt­lelerinin birbirine karışmadığını ve her iki denizin yakın kısımlarında dahi ayrı bir yapıya sahip olduğunu hayretle müşahede ettik. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşı­laştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan ha­rika bir su engeli bulunuyordu. Aynı türdeki bir su engeli 1962 yılında Al­man ilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıl Deniz'in birleştiği Men-dep Boğazi'nda bulunmuştu. Sonraki araştırmalarımızda, farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı su engelinin bulunduğunu gördük..» [79]

Acı ve tatlı iki suyun birbirine karışmamasına gelince: Bu iki ayrı şe­kilde yorumlanır. Birincisi: Tuzlu acı su taşıyan denizler buharlaşıp yük­sek tabakalara çıkınca ilâhî filitreden geçip tatlılaşmakta ve ırmaklar, pı­narlar ve akarlar halinde akıp denizlere dökülmektedirler. İkincisi: Benci) galdeş'te Tşatgam'dan, Birmanya'daki Arakam'a doğru akan iki nehir, bi­ri tatlı, öbürü tuzlu aynı yatakta karışmaksizın ve birbiri içinde erimeksi-zin akmaktadır. Yine Hindistan'da Ganj ve Camina nehirleri, Allahabad şehrinde kavuştuklarında biri diğerine karışmaksızın akmaya devam et­mektedirler. Allah daha iyisini bilir. [80]

 

İnsanın Sudan Yaratılması

 

O ki' sudan bir 'nsan (türü) yarattı..»

Hayat önce suda başlamıştır; diğer bir ifadeyle hayatın doğum yeri ve beşiği sudur. İlk insan Adem Peygamber'in çamuru su ile yoğrulmuştur. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir hadîslerinde buna değinerek şöyle açıklamada bulunmuştur: «Adem henüz su ile çamur arasında bulunuyor­du ki ben peygamber idim.» [81]Ebû Nuaym ve Taberânî'nin yaptıkları bir başka rivayette ise şöyle buyurulduğu da tesbit edilmiştir: «Âdem henüz ruh ile cesed arasında bulunuyordu ki ben peygamber idim.» [82]

Biyoloji ise bize şu bilgiyi vermektedir: Hayat, suda maddelerin bir eriyiği olan protoplazmada meydana gelir. Canlıların her çeşidinde bol miktarda su vardır. Sudan yoksun .bir canlı veya bitki düşünülemez. Be­denimizin %70'ine yakın kısmının su olduğunu söylersek suyun hayat ile içice olduğunu daha iyi anlamış oluruz. Kur'ân'da ilgili âyetle «O, sudan bir insan (türü) yaratmıştır» buyurularak insan hayatının temelinin su ol­duğuna dair ana fikir verilmektedir. İnsanın başlangıç noktası sayılan spermanın su ile kenetlenmiş bir vaziyette olduğunu anlatmaya gerek gör­müyoruz. Secde Sûresi 8. âyetle bu inoeliğe değinilerek şöyle buyurulu-yor: «Sonra onun neslini bayağı bir suyun süzülen (sperma haline ge­leninden meydana getirdi.»

Böylece Enbiya ve Nûr Sûrelerinde de belirttiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın üç ayrı yerinde canlı olan her şeyin sudan meydana geldiğini açıklamaktadır.[83]

 

Soy Ve Hısımlık Bağları

 

«Onların arasında soy ve hısımlık meydana getirdi. Rabbın kudreti (her şeye) yeter.»

İnsanın hem protoplazma, hem sperma yönünden menşeinin bir bakı­ma su olduğu gibi, vücudunun %70'ine yakınının su olduğuna bakılınca onun su ile içice bulunduğu kendiliğinden anlaşılır. Cenâb-ı Hak bu temel bilgiyi verdikten sonra insanlar arasında soy ve hısımlık meydana getir­diğine dikkatleri çekiyor.

Bu, ana-babadan yavruya aktarılan üniteler, genler, diğer bir deyim­le emir ve şifreler canlının geliştiği ortamda karakterlerin belirli şekilde görünmesini sağladığına işarettir. Bir bakıma soy ve hısımlık bağlarrnın oluşmasına yardımcı olan üniteler üzerinde düşünmemizi ilham etmekte ve genetik olaya bizi çevirmektedir.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm elli dördüncü âyetle hem bu şifrelere parmak basıyor, hem de soy ve hısımlığın önemini belirtiyor. [84]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle peygamberler zincirinin son halkasını oluşturan Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara Resul olarak gönderildiğine işa­ret edildi. Sonra da ilâhî plânda yer alan acı-tatlı sulara dikkatler çekildi. Özellikleri ayrı olan iki denizin birbirine salıverilmesine rağmen her birinin kendi özelliğini koruduğu ana fikir olarak verildi. Arkasından ilim adamla­rına ışık tutularak suyun hayat kaynağı, diğer bir anlatımla hayatın teme­li olduğu açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, bu kadar açık delil ve belgelere rağmen hâlâ bir yarar ve zarar vermeye kudreti olmayan putlara ilgi duyulduğu, tapıldığı belirtilerek insanın bu kadar küçülmesi hayretle karşılanıyor. İnkarcı sa­pıkların çoğu zaman Rablerine karşı tuğyan ve isyan halinde bulunduğu­na; bu tutumlarıyla nefis ve şeytani memnun ederek hayat dizginini bu iki düşmanın eline bıraktıklarına işaret ediliyor. Sonra Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'in görevinin sınırı belirleniyor. Arkasından ilâhî kudretin yüceliğini yansıtan kâinat plân ve düzeninin bir bölümü üzerinde durularak insan ak­lına ışık tutuluyor. [85]

 

Meali:                                  

 

55— Allah'ı bırakıp kendilerine ne yarar, ne de zarar veremiyen başka şeylere tapıyorlar. Zaten kâfir, Rabbına karşı (İblîs'e ve nefse) arka çı­kar,

56—  Biz seni ancak (rahmet, gufran ve ebedî saadet) müjdecisi ve (eğri yolun felakete, bedbahtlığa gittiğini bildiren) uyarıcı olarak gönder­dik.

57—  >De ki: ben buna (hizmete) karşı sizden bîr ücret istemiyorum; ancak Rabbime doğru bir yol tutmak isteyeni arzuluyorum,

58—  O hep diri olup, hiç ölmeyecek Rabbine güvenip dayan; O'na hamd ile teşbihte bulun. Kullarının günahlarından haberli olarak Allah ye­ter.

59—  O Allah ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (de-vir)de yaratmış; sonra da Arş üzerine saltanat ve kudretini kurmuştur. O Rahmân'dır. Artık sen O'nu (O'ndan) haberli olandan sor.

60—  Onlara, haydi Rahmân'a secde edin, denilince, onlar, «Rahman da neymiş? bize emrettiğine seode mi ederiz?» derler. Ve bu onların nef­retini artırır.

61—  Ne yüce, ne mübarektir O Allah ki, gökte burçlar meydana ge­tirmiş ve orada kandil (misâli bir Güneş) ve aydınlatıcı bir Ay var kılmış­tır.

62— O ki, düşünüp öğüt ve ibret almak isteyenler veya şükretmeyi arzu edenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getirmiştir.

 

İnsan Ruhundaki Kemalât

 

«Allah'ı bırakıp kendilerine ne yarar, ne de zarar veremiyen başka şey­lere tapıyorlar. Zaten kâfir, Rabbına karşı (İblis ve nefse) arka çıkar.»

İnsan, ruhundaki kemalâtı, hılkatındaki hikmeti, kulluğundaki şerefi id­rak ettiği nisbette insandır. Varlıkta görülebilen ve bilinebilen hemen her şey insan için yaratılmıştır. O kadar ki, insanoğlu yeryüzünde mevcut ol­duğu sürece kâinatın anlam ve hikmeti vardır. O yok olduğu gün kâinatın mevcudiyetinin anlam ve hikmeti de yok olur.

Bu kadar aziz kılınan insanın, kendisine hizmetten yana yaratılan eş­yayı ilâhlaştırması cidden şaşılacak şeydir! Eğer eşyanın eşyaya ibadeti gerekseydi, herhalde yaratılan her şeyin insana ibâdet etmesi daha lâyık olurdu. Oysa her şey hilkat kanununa bağlı kalarak CenâbHakk'ı tesbîh ve tenzîh etmek suretiyle asıl tapılmaya lâyık olanın O Yüce Kudret bu­lunduğuna şehadet etmekte ve insanın da «Ahsen-i Takvîm» düzeyinde sadece O Kudret'e kulluk ve ibâdet için yaratıldığını fısıldamaktadır.

İlgili âyetle, insanın bu çizgiden ayrılıp Rabbına isyan ve tuğyanda nefis ve İblis'e arka çıktığı açıklanarak inkarcılar uyarılmakta, mü'minle-rin de «Tevhîd İnancı» hususunda çok duyarlı olmaları ilham edilmektedir. [86]

 

Peygamber'in (A.S.) İki Ana Görevi

 

«Biz seni ancak (rahmet, gufran ve ebe­dî saadet) müjdecisi ve (eğri yolun felâkete, bedbahtlığa gittiğini bildiren) uyarıcı olarak gönderdik.»

Peygamber (A.S.) Efendimiz'in yüklendiği görevin ağırlık merkezini şu iki husus oluşturuyor: Mü'minleri zaferle, sonsuz saadetle, Allah'a kalb-i selîmle kavuşmakla müjdelemek; inkarcı maddecileri tuttukları eğri yolun felâketle neticeleneceğine karşı uyarmak..

İnen iiâhî buyrukların hemen hepsi bu iki ana göreve yönelik bulun­makta ve İslâmî ahkâm ve kuralların bunlarla içice olduğuna dikkatleri çekmektedir.

O halde Peygamber (A.S.) mutlak hayrı, rahmeti ve güzelliği temsil eder. Ona karşı gelmek veya açtığı saadet caddesinden sapmak büyük bir haksızlık; Onu red ve inkâr etmek ise, sonu gelmeyen pişmanlık; Ona uymamak çok kötü bir nankörlüktür.

Çünkü O, yüce ve kutsal amaçlar için en doğru yolu gösterip davet ederken kimselerden bir ücret istememiş, hizmetinin mükâfatını münhası­ran Allah'tan beklemiştir. Şüphesiz hizmetin böylesinde ferağat-i nefs, asalet ve fazilet vardır. [87]

 

Allah, Tek Güven Kaynağıdır

 

«O hep diri olup hiç ölmeyecek Rabbine güvenip dayan, O'na hamd ile teşbihte bu­lun. Kullarının günahlarından haberli olarak Allah yeter.»

İnsanların kusurlarıyla uğraşmak, zaman kaybından, asıl hizmeti aksatmaktan ve önümüze konulan gerçek amaçtan uzaklaşmaktan başka bir şeye yaramaz. Üstelik toplumun bütünlüğünü zedeler ve karşılıklı gü­veni sarsar.

İnsanlara doğru yolu göstermek, mevcut günah ve isyanları giderme yol ve çarelerini aramak; inkarcı sapıkların, maddeci putperestlerin tuttuk-lan yanlış yolun ancak bâtılı temsil ettiğine dikkatleri çekmek ve bu hu­susta gereken uyarıda bulunmak hizmetin temelini oluşturur. Ancak bu şerefli ve kutsal görevi yerine getirirken fanilere dayanıp güvenmek insanı yanıltır ve aldatır. Çünkü maksat insanlara güvenip dayanmak değil, on­ları tek güven kaynağı, kudret menbaı olan Allah'a güvendirip dayandır-rtıaktir. Onun için Kur'ân-ı Kerîm konuyu şu cümleyle noktalıyor: «Kulları­nın günahlarından haberli olarak Allah yeter.» [88]

 

Göklerin Ve Yerin Altı Dönemde Yaratılması

 

«O Allah ki gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (devir)de yaratmış..»

Kur'ân-ı Kerîm'in yedi dyrı yerinde göklerin ve yerin altı dönem veya altı devirde yaratıldığı «Fi-Sittet-i eyyam» sözüyle açıklanmaktadır. Birçok meal ve bazı tefsirlerde, «yevm» kelimesi, bizim 24 saatlik Sun'i zaman parçası olarak terceme edilmiştir. Oysa bu son derece hatalı bir çeviridir. Kur'ân âyetlerini ve âyetlerde yer alan kelime ve cümlelerin delâlet ettiği manayı anlayabilmek için, Kur'ân'ın indiği çağda hangi manatara delâlet ettiğini bilmemize mutlaka ihtiyaç vardır. Aksi halde ilâhî murat yanlış yo­rumlanmış olur.

«Eyyam», «yevm»in çoğuludur. Yevm bulunduğu âyet ve yer aldığı cümleye göre üç ayrı manaya delâlet eder:

a) Bizim anladığımız 24 saatlik sun'i zaman parçası, ıi 

b) Bir an,

c) Başlangıcı ve sonu kesin bilinmeyen çok uzun bir dönem..

Özellikle göklerin ve yerin yaratılmasıyla ilgili âyetlerde kullanılan «ey­yam» bu üçüncü manaya delâlet etmektedir. Nitekim yapılan bilimsel araş­tırmalarla da dünyanın beş-altı jeolojik devir geçirdiği tesbiî edilmiştir ki bunlar milyar yılları kapsamaktadır. [89]

Böylece Kur'ân'ı Kerîm ilim adamlarına, araştırmacılara ip ucu vere­rek göklerin ve yerin altı uzun dönemde yaratıldığını haber vermektedir.

O halde Kur'ân-ı Kerîm'i cok iyi anlayabilmek için birçok bilgilerle beraber iki şeye büyük ihtiyaç söz konusudur. Birincisi, Kur'ân'ın iniş se­bepleriyle birlikte indiği cağda kelime ve cümlelerin delâlet ettiği mana­lar; ikincisi, gerçeği bulup ortaya koyan ilimler.. [90]

 

Arş Üzerinde İstiva

 

«Sonra da Arş üzerine saltanat ve kudretini kurmuştur, O Rahmân'dır, Artık sen O'nu (O'ndan) haberli olan­dan sor.»

Daha önce de açıkladığımız gibi, «istiva» bir yerde karar kılmak, üs­tünlük sağlamak, eşitlik kurmak, doğrulmak ve bir şeyi kasdetmek gibi manalara delâlet eder. Bütün bunlardan ortaya çıkan ve ilâhî kudrete ya­kışan bir mana şöyle olabilir: En büyük taht olan Arş üzerine tecelli edip hükümranlık ve kudretini kurmuş; böylece kâinatı bir bütün halinde Arş'ın çekim kuvvetine bağlamıştır.

Onun için Arş üzerindeki ilâhî hükümranlık ve kudretin keyfiyetini bil­miyoruz, ancak orayı kâinatın çekim merkezi yaptığını bir yorum olarak söyleyebiliyoruz. Zira sahîh hadîslerden de anlaşıldığı üzere, kâinatta en büyük sistem Arş'tır, ondan sonra Kürsî gelmektedir. [91] Konuya bu açı­dan bakınca, Arş'ın çekim kuvvetinin, büyüklüğüne orantılı olduğunu söy­leyebiliyoruz. Allah daha iyisini bilir. [92]

 

Allah'ın Zatı Bilinmez                       

 

Allah mutlak varlıktır ve sınırsızdır, sonsuzdur. Vâcibü'İ-vücut'tur, ya­ni varlığı kendindendir. O'nu hiçbir zaman zatiyle bilemeyiz; ancak sıfat­larıyla ve o sıfatların tecelli ve tezahürleriyle bilebiliriz. Var kıldığı düzen­de kudretinin sınırsızlığını istidlal edebilir, eşyada O'nun yaratma damga­sını görebiliriz.

Gözler O'nu idrâk edemez. Çünkü biz sonradan yaratılan «mümkini'l-vüçut» uzdur; yani varlığımız kendimizden değil, vücudu vacip olanın mümkîn kılmasıyladır. Aynı zamanda hem ölümlü, hem de sınırlıyız. O sonsuz ve yüce kudreti zatiyle, mahiyetiyle idrâk etmemiz mümkün değildir. Zira sonradan yaratılan ve sınırlı olanın, ezelî ve ebedî olup sınırsız olanı kavrayıp mahiyetiyle anlaması hiçbir zaman söz konusu olamaz.

Kâinat bütünüyle O'nun rahmetinin eseridir. Çünkü O Rahmân'dır. Ar­tık O'nun sıfat ve tecellilerini bilenlerden sorup öğrenmemiz gerekmek­tedir. Şüphesiz bu inceliği en iyi bilen Peygamber'dir. [93]

 

Gökte Meydana Getirilen Burçlar

 

«Ne yüce, ne mübarektir O Allah ki, gökte burçlar meydana getirmiş..»

Gökte burçların meydana getirildiği Kur'ân'ın üc ayrı yerinde açık­lanmaktadır. Bu tekrardan maksat, ilâhî kudrete karşı idrakleri uyanık tut­mak ve astronomi üzerinde çalışanlara temel bilgi vermektir.

Bilindiği gibi, gökteki takım yıldızlarından her biri bir burç sayılır. Bu anlatım bize göredir. Kur'ân da ilâhî düzenlemenin bir parçasını yansıtan takım yıldızlarını bizim anlayış ve tesbitimize göre isimlendirmektedir.

Gök küresi yüzeyinde yıllık hareketi dolayısıyla Güneş görünür de bir kuşak boyunca derece derece yer değiştirerek bir yıl sonra aynı noktaya varır. Bu kuşağa «Zodyak», Zodyağın ayrıldığı on iki bölgeden her birine de «Burç» denir.

Burçlar gök küresi üzerinde kendi hizalarına düşen on iki takımyıldıza karşılıktır.

Kur'ân kültüründen yeterince nasîbini alamayan kimseler doğum gün­lerinin hangi burca rastladığına bakarak birtakım hükümler çıkarırlar ve «Yıldızım şöyle diyor..» derler. Şüphesiz ki bu bütünüyle gerçek dışı efsaneden başka bir şey değildir. İslâm bu gibi bâtıl şeylerle amel etmeyi haram kılarak büyük günahlardan saymıştır. Zira yıldızlardan ahkâm çıkar­mayı Hz. Peygamber (A.S.) kesinlikle yasaklamış ve o gibi şeylere inanma­nın küfür sayılacağını belirtmiştir.

O halde biz gökteki burçlara bakınca, onlarda ilâhî sanatın yüceliği­ni, kudretin eşsizliğini görüp CenâbHakk'ın önünde eğilmemiz, secdeye kapanarak O'nu tenzih etmemiz gerekmektedir. [94]

 

Güneşi Sirac, Ayı  Nur Kılmıştır

 

<<Ve orada kandil (misaH bir Güneş) ve aydınlatıcı bir Ay var kılmıştır.»

Kur'ân'ın üç yerinde güneşin sirac, ayın nur kılındığı açıklanmakta­dır. [95] Bu iki anlatım şekli bize neyi öğretiyor veya hatırlatıyor? Hemen belirtelim ki, Cenâb-ı Hak birçok ilmî konularda ip ucu, ana fikir ve temel bilgi vermek suretiyle akla ışık tutar, araştırıp gerçeği o temel bilgiye gö­re ortaya çıkarmayı Mim adamlarına bırakır. Burada da Cenâb-ı Hak Gü­neş ve Ay hakkında hareket noktasını belirliyor, ana fikir vererek araştır­mayı biz mü'minlere bırakıyor.

Siraa : çıra, kandil, lamba gibi yakıtı kendinden olup etrafı aydınla­tan alete denir. Cenâb-ı Hak bu kelimeyle Güneş'in enerjisinin kaynağının kendisinde mevout olduğunu, başka bir kaynaktan alıp yansıtmadığını bil­dirmektedir.

Nur: Etrafa yayılıp eşyayı görmemize yardımoı olan ışık demektir. Kaynağı kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için Ay'a «nur» denilmiştir. Güneş'e «sirac» denildiği gibi, «ziya» da denilmiştir. Ka­mus sahibinin de belirttiği gibi, «ziya» genellikle «nur»dan daha kuvvetlidir. Çünkü enerjisi kendisinde mevcuttur.

Böylece bu iki anlatım şekli, güneş ve ay hakkında kısa fakat temel bilgi mahiyetinde ön fikir vermektedir. [96]

 

Gece İle Gündüzün Birbirini İzlemesi    

 

«O ki, dü­şünüp öğüt ve ibret almak isteyenler veya şükretmeyi arzu edenler için ge­ce ile gündüzü birbiri ardınca getirmiştir.»

Bu düzenlemenin hem büyük bir nîmet olduğu hatırlatılıyor, hem de yerkürenin batıdan doğuya doğru dönmekte bulunduğunu «gece» kavra­mını «gündüz» kavramından önce anarak haber veriyor.

Kur'ân'daki ilâhî üslûptan biri de, insan aklına geniş yer verip onu harekete geçirmek için yarı kapalı ifadelerle ana fikirler vermesidir. Gece ile gündüzün birbirini izlemesi, şüphesiz ki bir temel bilgidir.

Böylece Cenâb-ı Hak, dünyayı hem kendi ekseni etrafında, hem güne­şin çevresinde belirlenmiş bir hızla hareket ettirdiğini büyük bir lütuf ola­rak hatırlatıyor. Zira insan hayatının verimli, düzenli ve sağlıklı sürmesi için mutlaka gece ile gündüze ihtiyaç söz konusudur. O halde dünyanın bu iki ayrı hareketini düşünerek Allah'ın koyduğu düzeni hatırlamamız ve O'na şükretmemiz gerekmektedir. Sonra da kâinatta hiçbir şeyin plân ve program dışı tutulmadığı ilham edilmekte ve kâinat kitabına bu açıdan bakmamız tavsiye edilmektedir. [97]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların Allah'ı tanımamakta körü körü­ne ısrar ettikleri, O'na ibâdete yanaşmadıkları açıklandı. Peygamber (A.S.) Efendimiz'in görev sınırı belirlenerek mü'minlere sağlam bir ölçü verildi. Arkasından Allah'ın varlığTna ve birliğine delâlet eden, aynı zamanda akla ışık tutan, ilim adamına hareket noktasını gösteren belgeler sıralandı.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'ı kemal sıfatlarıyla bilip Rahmân'a gerçek kul olan mü'minlerin ana vasıfları sıralanıyor ve böylece hakiki müslüma-nın ölçüleri belirtilerek yüksek ahlâkın çerçevesi oluşturuluyor. [98]

 

Meali:

 

63— O Rahmân'ın kulları (o kîmseler)dir ki, yeryüzünde alçak gönül­lü yürürler; câhiller onlara söz attığı vakit, «selâmetle» derler.

64—  Onlar ki Rablarına secde ederek, ayakta durarak (namaz ve ni­yazda bulunarak) gecelerler.

65—  Onlar ki «Rabbımız, bizden Cehennem azabını çevirip uzaklaştır. Şüphesiz ki onun azabı devamlı acı ve işkencedir» derler.

66—  Şüphesiz ki orası kötü bir karargâh ve fena bir eyleşim yeridir.

67—  Onlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar, bu ikisi arasında dengeli ortalama bir yol tutarlar.

68—  Onlar ki Allah'la beraber başka bir ilâha tapmazlar; haklı bir sebep dışında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler; zina etmezler.. Kim bunları işlerse cezaya çarpılır,

69—  Kıyamet günü azabı kat kat olur ve azap içinde aşağılanmış hal­de devamlı kalır.

70—  Ancak tevbe edenler, dosdoğru imân edip iyi-yararlı amelde bu­lunanlar müstesna. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

71—  (Evet) kim tevbe edip iyi-yararlı amelde bulunursa, şüphesiz ki o, Allah'a tevbesi kabul edilmiş ve sevabına erişmiş olarak döner.

72—  Onlar ki yalan yere şahitlik etmezler, boş-anlamsız bir şeyle kar­şılaşınca sükûnet ve vakarla geçerler.

73—  Onlar ki Rabiarının âyetleri kendilerine hatırlatılınca üstüne sa­ğırlar, körler gibi kapanıp kalmazlar.

74—  Onlar ki, ey Rabbimiz! derler, bize eşlerimizden ve çocukları­mızdan gözlerin aydınlığı (ölçüsünde) bağışla ve bizi (Allah'tan) korkup (fenalıklardan) sakınanlara önder ve lider eyle.

75—  İşte bunlar sabrettiklerine karşılık Cennet'in gönül açıcı yüksek çardağiyla mükâfatlandırılmaya lâyık görülürler ve orada saygı ve selâm ile karşılanırlar.

76—  Orada devamlı kalıcılardır. Orası ne güzel karargâh ve ne gü­zel kalınacak yerdir.

77—  De ki: Eğer duanız (ve ibâdetiniz) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin. Siz (ey inkarcı sapıklar!) cidden (Hakk'ı) yalanladınız. Bu­nun cezası lüzumlu olup (sizi bırakmıyacaktır).

 

İlgili Hadisler

 

«Namaza (bile) gittiğinizde koşarak gitmeyin; vakar ve sükûnetle yü­rüyerek gidin. Yetiştiğinizi (imamla) kılın; kaçırdığınızı (kalkıp) tamamla­yın.» [99]

«Bir adam diğer bir adama dil uzatıp sövdü. Sövülen adam karşılık vermedi, sadece «sana selâm olsun!» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (A.S.) Efendimiz onlara şöyle buyurdu: «Aranızda bir melek bulunu­yordu. Bu seni sövdükçe melek o sözü senden geri çeviriyor ve sövene, «sen bu söze daha lâyıksın» diyordu. Sen ise ona «sana selâmet olsun» dediğin zaman melek, «hayır selâmet sana olsun; sen buna ondan daha lâyıksın» diyordu..» [100]

«Kişinin geçiminde iktisatlı davranması, dindeki bilgi ve anlayışın-dandır.» [101]

«İktisada riâyet eden fakir düşmez.» [102]

«İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden «hangi günah daha büyüktür?» di­ye sorulduğunda O şu cevabı verdi: «Seni yarattığı halde Allah'a ortak, denk ve benzer koşman...» Soran tekrar sordu: «Ondan sonra hangi gü­nah....?» Peygamber (A.S.) şu cevabı verdi: «Seninle beraber yer korku­suyla çocuğunu öldürmen...» Adam yine sordu-. «Ondan sonra hangi gü­nah...?» Resûlüllah (A.S.) ona: «Komşunun karısıyla zina etmen...» buyur­du.» [103]

«Allah'a ortak koşmaktan sonra adamın kendisine helâl olmayan rahme nutfe koymasından (zina etmesinden) Allah yanında daha büyük bir günah yoktur.» [104]

Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu : «Size büyük günahların en büyü­ğünden haber vereyim mi? Allah'a ortak koşmak ve ana-babaya karşı gel­mektir.» Sonra oturduğu yerde doğrulup şöyle devam etti: «Dikkat edin! yalan sözden ve yalan yere şahitlikten sakının.» ve bunu o kadar tekrarla­dı ki ashab-ı kiram: «Keşke sussa...» diye fısıldaştılar. [105]

 

Rahmân'ın Gerçek Kullarının On İki Vasfı

 

Rahman'm külhan (o kîmseler)dir ki, yeryüzünde alçak gönüllü yürürler; câhiller onlara söz attığı vakit «selâmetle» derler..»

Kur'ân-i Kerîm, ilâhî rahmet ve kudretin tecellisiyle kâinatın var kı­lındığına ve her varlığın mevcut plândaki yerini alıp Rahman olan Allah'ın irâdesine göre hizmetini sürdürdüğüne işarette bulunduktan sonra Rah-mân'a kul olma şuuruna erişen mü'minlerin on iki seçkin vasfını sırala­makta ve bununla İslâm ahlâkının ana çizgisini, yüksek hikmetini, gene! ölçüsünü vermektedir. Şöyle ki :

1—  «O Rahmân'ın kulları (o kimselerjdir ki, yeryüzünde alçak gönül­lü yürürler..»

Tevazu ve vakar imândandır. Kibir ve gurur ise, küfür ve cehaletten­dir. Allah'ın büyüklüğünü, yüceliğini, öncesiz ve sonrasız olduğunu bilip düşünen ve kendisinin nasıl, ne şeyden yaratıldığını idrâk eden kimse el­bette ki büyüklük taslamaz.

Bu konuda insanı mahviyetkâr bir duygu ve düşünceye sevkeden en kuvvetli âmillerden biri de, her an Cenâb-ı Hak'a muhtaç bulunduğunu an-lamasıdır. Zira mülkün tamamı ve nimetin her türü O'nundur. İnsanı ya­ratmadan önce yerküreyi onun yaşayışına elverişli duruma getirip lüzum­lu bütün kaynakları hazırlayan biz değiliz, bizi yaratan Allah'tır. O halde büyüklük ancak O Yüce Kudret'e yakışır ve O'na mahsustur.

2—  «Câhiller onlara söz attığı vakit «selâmetle» derler.

Çünkü söz, konuşanın sıfatıdır. Herkes ancak kesesinde bulunanı har­car. Biz, şu an buna sataşmak, şunu bunu kırmak ve kınamak için değil, çok yüce amaçlar için dünyaya getirilmiş bulunuyoruz. Amaçtan sapmak, yaratıiışımızdaki hikmete ters düşer ve bizi Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.

O bakımdan dinî eğitim şarttır. Kalpleri ve ruhları ilâhî sevgi ve korku ağıyla örmek en kuvvetli yönlendirici ve en uslandırıcı faktördür. Kişiden bu imân ve düşünceyi çekip aldığımızda geriye hayvanî duygular hâkim olur.

3—  «Onlar ki Rablarına secde ederek, ayakta durarak (namaz ve ni­yazda bulunarak) gecelerler.»

Yatsı namazı bir bakıma günlük hayatı ibâdetle noktalamaya yöne­lik bir ibâdettir. O günkü işlediklerimizin, iyilik ve kötülüklerimizin bilanço­sunu çıkarmak; iyiliklerimiz ağır basıyorsa, Allah'a hamd etmek; kötülük­lerimiz fazla geliyorsa, tevbe ve istiğfarda bulunmak suretiyle bir sonraki güne daha azimli ve iradeli olarak kalkmaya niyetlenmek ve böylece ku­surlarımızı anlayarak CenâbHakk'a sıdk-u selâmetle yönelmek kadar arındırıcı ve yönlendirici ne olabilir? Böyle bir imân ve düşünce atmosferi içinde yatağa uzanmak kadar asil ve faziletli bir davranış elbette ki düşü­nülemez.

O bakımdan Kur'ân-i Kerîm bu üçüncü vasfı «secde» ve «kıyam» gi­bi iki önemli safhayla açıklamaktadır. Zira secde kullukta tevazu'un, mah­viyet ve teslimiyetin; kıyam ise ilâhî emirlere hazır ve saygılı olmanın ifa­desidir. Ve unutmamak gerekir ki, kulun Allah'a en yakın olduğu anlar, secdede bulunduğu demlerdir.

4—  «Onlar ki, Rabbımız bizden Cehennem azabını çevirip uzaklaştır, Şüphesiz ki onun azabı devamlı acı ve işkencedir, derler.»

Kulluğun en şerefli düzeyi ve en dengeli hali, korkuyla ümit arasında yaşamasını bilmek; yani Allah'ın rahmetinin genişliğine ümit bağladığımız kadar O'nun azabının şiddetinden korktuğumuzu için için duymamızdır. Bu konudaki incelik şudur: Yalnız Allah'ın rahmetine güvenip O'nun aza­bından, cezasından korkmamak insanı şımartıp birtakım ölçüsüzlüklere itebilir. Sadece O'nun azabından korkup rahmetine, affına ihtimal verme­mek insanı derin bir ümitsizlik çukuruna düşürebilir.

5—  «Onlar ki (mallarını) harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar; bu ikisi arasında dengeli ortalama bir yol tutarlar.»

Lüzumundan fazla harcamak israftır. İmkânlar el verdiği halde ihtiyaç nisbetinden kısıp harcamamak cimriliktir. AshabKirâm'ın günlük hayatı bu ikisi arasında dengeli bir yol tutmanın örnekleriyle doludur. Resûlüllah'-ın (A.S.) yüksek irfan meclisinden aldıkları dinî bilgileri harfiyen uygular­ken özellikle şu noktaya çok dikkat ederlerdi: İnsan yemek için yaşamaz, ama yaşayabilmek için ihtiyaç nisbetinde bir şeyler yiyip içer.. Aynı za­manda süslenmek, başkasına karşı üstünlük kurmak için giyinmez; ama hem utanç yerlerini örtmek, hem mü'minin vakar ve terbiyesine korumak için giyinir.

Günümüzde harcamada bir sınır tanımayıp moda ile demoda arasın­da mekik dokuyarak lüksün de ötesinde israfa yol açanların yetişme tarz­ları incelendiğinde, çoğunun Kur'ân ve Sünnet kültüründen yoksun olduk­ları görülür. Dünyada her gün milyonlarca insan açlıktan can çekiştirirken sosyetenin ve müthiş bir israf içinde gününü gün edenlerin vurdum duy­mazlığı ne ile yorumlanabilir?.

6—  «Onlar ki Allah'la beraber başka bir ilâha tapmazlar.»

Kişiye Allah'ını unutturan, kalbini doldurup istilâ eden her şey, bir bakıma ilâhlaştırılmış demektir. İman nuruyla kalbini ve kafasını aydınla­tan gerçek mü'minler ise, Allah'tan başka her şeyin, korunmak ve gerek­tiği şekilde kullanılmak üzere insana verilmiş birer emanet olduğunu ka­bul ederler. Zira eninde-sonunda terketmek zorunda olduğumuz eşya ema­net değil de nedir? O bakımdan sözünü ettiğimiz mü'minler emanete de­ğil, onu ihsan eden CenâbHakk'a taparlar; kalplerini mal ve makam de­ğil, ilâhî sevgi, korku ve O'nun rızasına erişme azmi doldurur.

Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuyu aynı sûrenin 43. âyetiyle şöyle açık­lamaktadır: «Arzu ve hevesini tanrı edineni gördün mü?.»

7—  «Haklı bir sebep dışında Allah'ın haram kıldığı bir canı öldür­mezler.,»

İslâm Şeriatı'nın cevaz verdiği kısas ve benzeri bir ceza dışında bir insanı öldürmek kesinlikle haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmış; aynı zamanda ağır maddî müeyyideler de konmuştur. Allah'a kul olmanın idraki içinde Rahman sıfatından tecelli eden rahmetin anlam ve hikme­tini bilen hiçbir mü'min haksız yere cana kıymaz. Zira insan haklarını en çok korumakla görevli kılınanlar şüphesiz ki mü'minlerdir. Hayat hakkı ise, hakların en üstünüdür. İnsan kanı muhteremdir. Öldürmek çare de­ğildir, nihaî çaredir. Savaşlarda bile bu prensibe riâyet edilmiştir.

Cenâb-ı Hak bir kişinin haksız yere öldürülmesinin ne kadar büyük bir cinayet olduğunu Mâide Sûresi 32. âyetle şöyle açıklamaktadır: «Kim bîr kişiyi, bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat (çıkarma suçundan dolayı) olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.»

8—  «Zina etmezler..»

Zina : Kadın ve erkeğin iffet ve namus perdesini yırtan, aileyi teme­linden sarsan, toplumu dejenere eden, ahlâk ve fazîleti yıkan, nesli soysuzlaştıran kötü bir fiildir. Oysa Allah'a ve Âhiret gününe dosdoğru imân eden kimsenin şu dünyaya iffet perdesine leke dokundurmamak, aile yu­vasını Allah'ın muradına uygun sapasağlam ayakta tutmak, ahlâk ve fa-zîleti korumak, imanlı bir nesil yetiştirmek için gözlerini açtığını biliyoruz.

Ne var ki, insan melek ölçüsünde yaratılmamıştır. Onda hem hayvanı, hem de melekî sıfatlar vardır. Peygamber dışında hiç kimse günah ve kö­tülüklerden korunmamıştır. Önemli olan iyiliklerin ağır basması, kötülük­lerin asgariye düşürülmesi ve kime karşı günah işlendiğinin bilincinde olun-masıdır. O halde kötü fiillerin tamamını veya bir kısmını bilerek veya bil­meyerek işledikten sonra ciddi şekilde pişmanlık duyup vazgeçenler hak­kında ise, Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Tevbelerinde sebat ettikleri takdirde CenabHakk'ın onların kötülüklerini iyiliKİere çe­virmesi umulur. Zira tevbe kapısı can boğaza gelinceye kadar açıktır. Ta­bii küfür üzere olup tam ümitsizlik çizgisine geldiğinde artık maddî hiçbir şeyin fayda vermiyeceğini anladıktan sonra dönüş yapanlar için bu kapı açık değildir. Zira belirtilen kişilerin ümitsizlik halindeki tevbeleri makbul tutulmaz. [106]

9— «Onlar ki yalan yere şahitlik etmezler..»

Yalan : Bile bile doğruyu gizlemek, hakkı inkâr etmektir. Bu da ya in­san haklarıyla, ya da ilâhî haklarla ilgilidir. Her iki durumda 6a yatan--yük günahı gerektiren çok kötü bir fiildir. Yalan bütün hak dinler tarafın­dan yasaklanmış ve hattâ lanetlenmiştir. Çünkü insan haklarına dokunan, toplumda güveni sarsan her fiil haramdır ve yasaktır. O bakımdan yalan­cılığı takbih eden o kadar çok hadîs vardır ki, onları biraraya getirecek olursak bir cilt haline gelebilir.

Hz. Ömer (R.A.) Kitap ve Sünnet'in ışığı altında şu tavsiyede bulun­muştur: «Doğru söz seni öldürtecek, yalan seni kurtaracak bile olsa bi­rinciden ayrılma.»

Abbasî Halîfelerinden Harun Reşit, günün ünlü bilgin ve düşünürle­rinden Mansur bin Ammar'a : «Bana öyle bir öğüt ver ki hem kısa, hem de yüklü olsun» der. Mansur, halifeye «Peki, yalnız daha önce bir iki soru sor­mama müsaade eder misin?» diyerek izin ister ve söze şöyle başlar: «Ey mü'minlerin emîri, şu dünyada kendi varlığınızdan daha çok sevdiğiniz (pey­gamber dışında) bir kimse var mıdır?» Halîfe: «Hayır, yoktur» diye cevap verir. Mansur devamla der ki: «Öyleyse, kendi varlığınıza kötülük etme­yiniz.» Halife : «İyi ama bunun ilk şartı nedir?» diye sorunca da Mansur şu cevabı verir: «Yalan söylememektir.»

İslâm kültüründen yoksun yetişen, hak dinlerden nasibini alamayan bazı Batılı fikir adamları yalanı mubah sayacak kadar ileri gitmişlerdir. On­lardan biri de ünlü İtalyan yazarı ve düşünürü Machiavelli'dir. «Gaye va­sıtayı meşru kılar» gibi oldukça hatalı ve çarpık bir ilke koymuş bulunuyor. Böylece Machiavelli; iş, ahlâk, siyaset hayatında çoğu zaman yalan söylen­mesi gerektiğini ileri sürmekten çekinmemiştir. Günümüzün bazı siyasîleri Machiavelli'ye taş çıkartacak kadar ileri gitmektedirler.

Özellikle yalan yere şahitliğin insan haklarıyla yakından ilgili bulun­duğunu unutmamak gerekir. Zira bütün günahlar tevbe ve istiğfarla affe­dilebilirler, ama insan haklarıyla ilgili olan günahların -hak sahibi mem­nun edilmedikçe, alınan hak sahibine iade edilmedikçe- affedilmesi söz konusu değildir. Ancak deniz savaşında Allah yolunda şehit düşenlerin du­rumu bir istisna teşkil eder.

10—  «Boş-anlamsız bir şeyle karşılaşınca sükûnet ve vakarla geçer­ler.»

Dünya hayatı çok kısa, yapılacak işler de o nisbette çoktur. İnsan ola­rak ilâhî inayet ve rahmetin bizlerden yana tecelli ettiğini düşünmemiz ve ona lâyık olabilmemiz İçin gerekeni yapmamız kadar tabii ne olabilir? Önü­müzde çözülmesi gereken birçok mesele ve problemler dururken çok kıy­metli vakitlerimizi sununla, bununla sürtüşme ve tartışmaya ayırmamız, haddini bilmeyen insanlara muhatap olmamız bize bir şey kazandırmaya­cağı gibi, çok şeyler kaybettireceğinde şüphe yoktur. Biz her şeyden önce ebedî bir hayatın eşiğine getirildiğimizi ve şu anda ona hazırlık dönemi içinde bulunduğumuzu bilmek zorundayız. Bunun için de bize belli bir süre takdir edilmiştir. Sürenin sonuna gelmeden, yani ecel çizgisine ayak basmadan kendimizi İlâhî beyân doğrultusunda donatmamız gerekmekte­dir. Allah'a dosdoğru imân eden kişiler olarak günlük hayatımızın hep doğ­ruluk, fazîlet, adalet, ciddiyet, sâlih amel ve hayırlı işlerle geçmesi bir emr-i ilâhîdir. Ve mü'min olarak -Kur'ân'ın açıkladığı üzere- her şeyin en ciddisi­ni, en iyisini ve en güzelini yapmakla yükümlü bulunuyoruz. Böyle bir yarışa katılmamız, dünya ile âhiret hayatımızı birbirine bağlar ve biri diğerini en mükemmel ölçüde tamamlar.

11—  «Onlar ki Rablarının âyetleri kendilerine hatırlatılınca üstüne sa­ğırlar ve körler gibi kapanıp kalmazlar.»

Çünkü gerek kâinat plânında yer alan her belge, gerekse Hz. Muham-med'e (A.S.) indirilen her âyet, CenâbHakk'ın varlığını, birliğini, kudreti­nin yüceliğini, kurduğu düzenin amaç ve hikmetini, düzenlediği plânın ku­sursuzluğunu yansıtır. Gerçek mü'min ise, her şeyde ve olayda Allah'ın kudret damgasını gören, rahmetinin eserine şahit olan bir basirete sahip olma­lıdır. O kadar ki, eşyaya imân ve irfan gözüyle bakıldığında her şeyin «Al­lah» dediği, her varlığın O'nun birliğine delâlet ettiği görülür.

İşte kâinatta hâkim olan düzen ve programı bize en iyi şekilde tarif edip tanıtan Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup da mana ve maksadını, hikmet ve es­rarını anlamamak, anlamak için ciddi bir mesai sarfetmemek; Kur'ân'm mutlak anlamda her iki hayatımızın tek rehberi bulunduğunu idrâk etme­mek bir bakıma sağırlık ve körlüktür.

CenâbHakk'ın bu beyânından anlıyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm sırf oku­nup arnel edilmek ve hükümleri uygulanmak, hikmetleri anlaşılmak üzere ıindirilmiştir. O ne yalnız ölülere okunmak, ne yalnız hatim yapmak, ne de duvarlara süs eşyası olarak asılmak için indirilmerniştir.

Günümüzde bazı Batılı ilim adamlarının ilim ve insaf gözüyle Kur'ân'a eğilip onu incelemeleri, kendilerine hidâyet kapılarının açılmasını sağlamış ve çoğu Kur'ân'm beşer gücünün çok. ötesinde bulunduğunu, her âyetiyle ilâhî olduğunu anlamakta gecikmemiş ve «Kur'ân çağların, medeniyetlerin önünde yürüyor» demekten kendilerini alamamışlardır. Böylece Kur'ân'a ilim gözüyle bakmak, onu kalp ve ruh kulağıyla dinlemek insanı çok olum­lu sonuçlara götürmekte olduğunu anlatmaya gerek var mıdır? Ortada bir­çok misaller dururken başka arayışlar içine girmek zaman kaybından baş­ka bize ne kazandırır? Bunun için Hz, Peygamber (A.S.) : «ilim İslâm'ın ha­yatı, imanın direğidir. Kim ilim öğretirse, Allah onun mükâfatını tamamlar; kim de ilim öğrenip onunla amel ederse, Allah, bilmediği şeyleri ona öğre­tir.» buyurmuştur. [107]

12— «Onlar ki ey Rabbımız, derler, bize eşlerimizden ve çocuklarımız­dan gözlerin aydınlığı (ölçüsünde) bağışla ve bizi (Allah'tan) korkup (fe­nalıklardan) sakınanlara önder ve lider eyle.»

İslâm; Kur'ân ve Hadîs'in ışığında aileye lâyık olduğu değeri, önemi ve yeri vermiş, onu her türlü tecavüzden korumuştur. Çünkü vücut için omur­ga ne ise, toplum ve ülke için de aile odur. O bakımdan ilgili âyetle, evle­nip yuva kuracak eşlerin dindarlık, ahlâk, fazilet ve soyluluk cihetiyle göz­lerin aydınlığı olacak düzeyde bulunmalarına dikkat etmemiz duâ yoluyla tavsiye edilmektedir. Aynı zamanda çocuk eğitimine ciddiyetle eğilmemi­ze işaret edilerek ihmalinin gözleri aydınlatmıyacağî, huzur ve mutluluk ge-tirmiyeceği hatırlatılmakta ve böylece Müslüman olarak aile ve çocuk ko­nusuna ağırlık vermemiz istenmektedir.

Aileyi bu tarz yorumlamamızın sebebi çok açıktır: Kumarbaz, alkolik, namus düşkünü, uyuşturucu mübtelâsı, yalancı, dolandırıcı, hilebaz ve in­karcı bir kimse elbette ailenin gözlerinin aydınlığı sayılacak bir aile reisi olmaktan çok uzaktır. Annelik vakar ve iffetini ayaklar altına alan; geliri­nin önemli bir kısmını makyajına sarfederek kendini bir süs biblosu duru­muna getiren, aynı zamanda dinle, ibâdetle ilgisi bulunmayan bir kadının da ailesi ve çocukları için gözlerin aydınlığı olması düşünülemez.

O halde İslâm'a göre, seçilecek eşte birtakım özelliklerin, değer ifade eden vasıfların bulunması çok lüzumludur. Unutmayalım ki, dindar, kültür­lü, faziletli, din kardeşlerine bağlı, insan sevgisiyle dolu bir nesli anoak belirtilen ölçü ve evsafta olan ana-babalar yetiştirebilir.

Müslümanlardan kendini ilim ve irfana, din ve dünya işlerine verip söz sahibi olanların her zaman sahnede nâzım rol almaları, toplumun ve ülke­nin huzur ve güveni, refah ye selâmeti, aynı zamanda devamlılığı için ge­reklidir. Kur'ân ilgili âyetle, önderlik ve liderliği ancak bu gibi faziletli ve bilgili dindarlara lâyık görmekte ve onları bu konuya teşvik etmektedir.

Din ve dünya kültürü yerinde olan her mü'minin bulunduğu yerde yol gösterici, ülke yararına meseleleri çözücü olması, ilâhî tavsiyeler cümle-sindendir. [108]

 

Mü'minlerin Mükâfatlandırılması

 

«İşte bunlar sab­rettiklerine karşılık Cennet'in gönül alıcı yüksek çardağıyla mükâfatlan-dırılmaya lâyık görülürler ve orada saygı ve selâm ile karşılanırlar»

Kur'ân-ı Kerîm, insanı kemâl mertebesine yükselten on iki önemli vas­fı açıkladıktan sonra, kendilerini bu düzeye getiren mü'minierin kıyamet gününde en güzel ve en tatmin edici biçimde mükâfatlandıracaklarını ha­ber veriyor. Zira nîmet; külfet ve hizmet karşılığıdır. Âyetteki anlatıma dik­kat ettiğimiz zaman .şu cümlenin çok anlamlı olduğu rahatlıkla anlaşılır: «sabretmelerine karşılık.,» Hemen belirtelim ki, imân cevherine sahip olup onu gönül sedefinde korumak nasıl bir sabır ve azim işiyse, imânın ürünü olan sâlih ameller de bütünüyle sabrı gerektiren konulardır. Aynı zaman­da dünya hayatında meşru sınırlar içinde başarılı olabilmenin sebeplerin­den biri de sabırlı çalışmadır.

O kadar ki:

— Harama el sürmeden çalışmasını bilmek,

  Meşru sınırlar içinde hayatı kazanmak,

  Ahlâksızlığın ko! gezdiği bir dünyada şehveti, gayri-meşrua karşı

frenlemek,

  Hayat dizginini aklın ve imânın eline verip nefis ve İblîs'in sulta­sından kurtulmak,

  Kötülüğe iyilikle karşılık verip intikam duygusunu yenmek,

  Dünya ile âhiret arasında sağlam bir köprü kurup hayatımızı ona göre düzenlemek,

  Namaz, oruç, zekât ve hac ibâdetini emredildiği şekilde yerine ge­tirmek... hep sabırlı olmayı gerektiren şeylerdir. Kendine bu derece hâkim olup hayatını meşru çerçeve içinde tutan mü'minin elbette ki mükâfatı çok büyük olacaktır. [109]

 

İnsanın Bir Diğer Ölçüsü

 

«De ki: Eğer duanız (veibâdetiniz) olmasa, Rabbim size ne diye değer versin..»

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle insanın Allah yanındaki değer ölçüsünü iki husus ile belirtmekte ve böylece yaratılışımızın hikmet ve amacına dikkat­lerimizi çekmektedir. Aynı zamanda o iki hususu mü'minle kâfir arasında alâmet-i farika olarak göstermekte ve dolayısıyla bütün eşyanın ibâdet et­tiğine işarette bulunmaktadır. Şüphesiz iman temeli üzerine kurulan duâ ve ibâdet; yaratılan ile Yaratan arasında ilgi sağlayan yolu işlek duruma ge­tiren ve insanın kul, Yaratan'ın mâbûd olduğunu ortaya koyan iki önemli sâlih amel kabul edilir, O bakımdan her gönderilen peygamber mutlaka ibâdet ve duâ ile işe başlamış ve. Allah'ın kullarını doğru yola çağırırken bunları telkinde bulunmayı ihmal etmemiştir. Zira insanın yaratılmasından maksat budur. Nitekim Zâriyat Sûresi 56. âyetle konu şöyle açıklanmakta-dır: «Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarat­tım.» [110]

 

Hakkı Yalanlayanların Cezası

 

«Sız (ey inkarcı sapıklar!) cidden (Hakk'i) yalanladınız. Bunun cezası lüzumlu olup (sizi bırakmıyacaktır).»

Hak birdir, birkaç değildir. Kâinat plânı hak üzere hazırlanmış; her varlık o plândaki yerini yine hak ölçülerine göre almıştır. Zira hak, sözlük olarak : Pencerenin kendi kasasına, kapağın kendi kutusuna tıpatıp uyma­sı, ortada bir yanlışlığın, kusurun bulunmamasıdır. O halde her şeyin ya­ratıldığı kanuna ve amaca bağlı kalıp mevcut düzene uyum sağlaması hak­tır. Bunun aksine bir yol, bir tutum bâtıldır.

Allah'ın doksan dokuz isminden biri de «Hak»tır. Zira her şeyi belli bir kanuna göre amacına yönelik ve mevcut düzende dengeli ve uyumlu ya­ratılmıştır. Meselâ yerkürenin onda yedisinin denizlerle kaplı olması, dün­yanın yirmi üç derece bir meyilde bulunup hem kendi ekseni etrafında, hem de bir elips çizerek güneşin çevresinde belirlenmiş bir hızla dönmesi, sabit dağların kurulması, yeraltı ve yerüstü kaynakların belli nisbette hazırlan­ması, dünya ile güneş arasında yaklaşık olarak 149 milyon kilometre me­safenin konulması hep bu denge ve düzenin birer belgesi ve Hak isminin birer tecellisidir.

O halde hakkı yalanlamak, kâinattaki bütün sistem ve düzenlemeleri yalanlamak demektir ki, bu selim akılla, sağ duyuyla, gelişmiş mantıkla bağdaşamaz. Aynı zamanda kişi bu durumda kendini de yalanlayıp inkâr etmiş sayılır.

Hakk'ın tecellilerini en mükemmel biçimde bize yansıtan Kur'ân ve onları bize en iyi şekilde öğreten peygamber de Hakk'ın insanlardan yana birer rahmetidir. Onları yalanlamak, kâinat düzenini inkâr etmek ve her varlığın hak ölçülerine dayalı hakkına tecavüz etmek sayılır. Bu bakımdan cezası da o nisbette ağır ve devamlı olur.

Furkan Sûresi'nin tefsirine bizi muvaffak kılan CenâbHakk'a hamd; bu hususta da yegâne rehberimiz olan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun.. [111]                 

 



[1] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4271.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4271.

[3] Dâremî/siyer: 28- Müslim/mesâcid: 3- Ahmed: 1/250, 301- 4/416- 5/145, 148

[4] Buharî/teyemmüm: 1, salât: 56- Nesâî/gusül : 26-  Dâremî/salât:   111

[5] Buharî/ta'bîr:   22. i'tlsam :   1, cihad:   122- Nesâî/cihad:   1

[6] Müsned-i Ahmed :   5/266- 6/116, 233

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4273.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4273.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4273-4274.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4274.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4275-4276.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4276.

[12] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî:   13/3

[13]        s>        »   : LÜbabu't-te'vîl :   3/343,  344

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4277.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4277-4279.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4279-4280.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4280.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4282-4284.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4284-4285.

[19] Fransız Tıp Akademisi'ne Göre Hz. Muhammed'in (A.S.) Şuuru Tamdır/ Güven Matbaası - Ankara. Çeviren : Prof. Dr. Feridun Nafiz UZLUK

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4285.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4286-4287.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4287.

[22] Müslim/Iyaz b. Hammad'dan   

[23] Müsned-i Ahmed

[24] îbn Kesir :  3/313- sahîh rivayetle

[25] Sahîh-i Buharî : Ebû Hüreyre (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4289.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4290-4291.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4291-4292.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4293.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4293-4294.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4295.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4296.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4296.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4297.

[34] Lübabu't-te'vîl :  3/348- Esbabü'n-Nüzûl/Nisabûrî:  225, 226

[35] Esbabu Nüzûli'l-Kur'ân/SÜyutî:  86

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4298.

[36] Buharî/zebâyih : 31- Müslim/birr:  146- Ebû Dâvud/edeb:  16 

[37] Ahmed: 3/75                             

[38] Tirmizî/zühd :  45 

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4298-4299.           

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4299-4300.

[40] Tefsîr-i îbn Kesîr : 3/316

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4300-4301.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4301.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4302.

[43] Ebû Nuaym - İbn Asakir.  (Süyûtî bu hadîsin zayıf olduğunu kaydet­miştir.)

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4302-4303.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4303-4304.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4304-4305.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4305-4306.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4306.

[49] Tefsîr-i Merağî :   19/12- Tefsir-i tbn Kesîr:   3/317

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4307.

[50] Buharî/tefsîr:    1/25-   Müslim/münafıkûn :    54-   Tirmizî/tefsîr    12/17-Ahmed:  2/354, 363

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4307.

[51] Bilgi için bak: İsrâ Sûresi : 106               

[52] Bügi için bak:  Tefsîr-i Hâzin:  3/349 

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4307-4309.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4309.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4309-4310.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4310.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4312-4314.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4314.

[59] Tefsîr-i Kurtubî : 13/35

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4315.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4315.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4316.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4316-4317.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4317-4318.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4318.

[65] Buharî/ezan: 156, istiska: 28, mağazî: 35- Müslim/iman: 125- Bbû Dâ-vud/tıb: 22- Taberâni/istiska: 4- Müsned-i Ahmed: 4/117

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4319.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4320.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4320-4321.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4321.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4321-4322.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4322.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4322-4323.

[72] Geniş bilgi için bak : Nahl Sûresi: 36., Fâtır Sûresi: 24. âyetlerin tefsiri

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4323.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4324.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4325.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4325-4326.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4326.

[78] Furkan Sûresi:  53, Nemi Sûresi:  61, Rahman Sûresi:   20

[79] Bilgi için bak : Rahman Sûresi: 20. âyetin tefsiri

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4327-4328.

[81] Buharî/edeb:  119- Müslim/fezail:  28- Ahmed:  4/406

[82] Caraiussağîr:   2/97                               

[83] Bilgi için bak: Enbiyâ Sûresi: 30., Nur Sûresi: 45. âyetlerin tefsîri.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4328.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4329.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4329.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4331-4332.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4332.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4332-4333.

[89] Geniş bilgi için bak: A'raf Sûresi: 54, Yunus Sûresi:  3, Hûd Sûresi: 7, Secde Sûresi: 4, Kaf Sûresi: 50. ve Hadîd Sûresi: 4. âyetlerin tefsiri

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4333-4334.

[91] Bilgi için bak :  Bakara Sûresi:   255. âyetin tefsiri         

[92] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4334.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4334-4335.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4335.

[95] Bilgi için bak : Yunus Sûresi: 5, Nuh Sûresi:  16. âyetin tefsiri   

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4336.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4336-4337.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4337.

[99] Buhari/ezan: 20                 

[100] Ahmed: 5/445                                    

[101] Ahmed:  5/194

[102] Ahmed:  1/447                                                                                             

[103] Buharî/tefsîr:  3/2, 2/25, edeb: 20, diyat:  1, hudud: 20, tevhîd: 40- Müs­lim/imân:   141,   142-  Ebû Dâvud/talâk:   50-  Tirmizî/tefsîr:   25-   Nesâî/tahrîm: 4- Ahmed:  1/380, 431, 434, 462- 6/8

[104] İbn Ebî Dünya -  Câmiussağîr :   2/150

[105] Buharî/ilim: 30- Tirmizî/büyû': 3-Müsned-i Ahmed: 2/452,505-4/i233-  5/291  

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4340-4341.                                                              

[106] Geniş bilgi için bak : Nisa Sûresi : 17, 18. âyetlerinin tefsiri

[107] Ebû Şeyh: İbn Abbas (R.A.)dan.. (tmam Süyûtî bunun zayıf olduğuna [kaydetmiştir.)  Bilgi için bak :  Câmiussağîr'in şerhi Feyzülkadîr/ilim maddesi..

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4341-4347.

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4347-4348.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4348.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 8/4348-4349.