Bu
sûre, yetmiş yedi ayet olup Mekkîdir.
Furkân'ı, alemlere bir
nezir olsun diye, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah) ne yücedir ki, göklerin ve
yerin mülkiyeti O'na aittir. O, hiçbir evlât edinmemiştir. O'nun, mülkünde bir
ortağı da yoktur. O, herşeyi yaratıp ona bir nizâm vermiş ve onun mukadderatım
takdir etmiştir"
(FurkAn, 1-2).
Bil ki Hak Teâlâ bu
sûrede, tevhidden, nübüvvetten ve Kıyametin halterinden : = işetmiş, daha sonra
da bu sûreyi, yakînen inanan ihlaslı kullarının vasıflarını delirterek
bitirmiştir. Bir yaratıcının ve O'nun celal sıfatlarının ispat edilmesinin, herşeyden
önce belirtilmesi gerektiği için, Allah Teâlâ sûreye bu hususla başlayarak
"Furkân'ı, kulu (Muhammed'e) indiren (Allah) ne yücedir!"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[1]
Zeccac şöyle
der: "Tebâreke kelimesi,
"bereket" masdarından olup, "tefâül" vezninde bir
fiildir." Bereket, hayrın bol ve fazla olması demektir. Burada şu iki mânâ
düşünülebilir:
a) Bu,
"O'nun hayrı çoğaldı ve arttı" demektir ve "Eğer Allah'ın
nimetlerini (tek :ek) saymaya kaîkışsamz, sayamazsınız" (satw, 18)
ayetiyle kastedilen manadır.
b) Bu,
"Allah, zâtı, sıfatları ve fiilleri hususunda, herşeyden münezzeh ve
müstağni oldu" demek olup, "O'nun benzeri yoktur" (Şûra, n)
ayetiyle kastedilen manadır.
Bunun, Cenâb-ı Hakk'ın
zâtı hususunda herşeyden müstağni ve münezzeh olması manası oluşuna gelince,
mananın "varlığının vâcib ve kadîm olması sebebiyle, yok olmaktan ve
değişikliğe uğramaktan uzaktır, yücedir, münezzehtir ve beridir" şeklinde
olması muhtemel olduğu gibi; "Tekliği ve birliği sebebiyle, mümkin
(mahlûk) varlıklardan herhangi birisine benzemekten uzaktır, yücedir,
münezzehtir ve bendir" şeklinde de olabilir.
Hak Teâlâ'nın,
sıfatları hususunda herşeyden münezzeh oluşuna gelince, bunun manasının,
"O'nun ilmi, zaruri veya kesbîveya tasavvur?, yahut da tasdikî olmaktan
münezzehtir" şeklinde olması muhtemeldir. Cenâb-ı Hakk'ın, kudreti
hususunda herşeyden münezzeh olmasına gelince, Bu, "O, maddeye, zamana,
bir modele ve bir maksad ve gayeye ve bir bağışa muhtaç olmaktan münezzehtir"
demektir. Cenâb-ı Allah'ın, fiilleri hususunda herşeyden münezzeh olması
hususunda bu varlığın, bekanın, varlığın salahının (elverişli tarzda olmasının)
ancak kendisi tarafından olması demektir.
Diğer bazıları şöyle
demişlerdir: "Tebâreke"nin asıl manası, bekaya ve devamlılığa delâlet
edip, devenin veya kuşun su üzerine çöküp yumulması manasına gelen
burûku'l-ba'îr ve burûku't-tayr deyimlerinden alınmıştır. Çukura da İçinde su
biriktiği için, birke denilir. Buna göre "tebâreke", 'Allah Teâlâ,
zâtı hususunda ezelî ve ebedî olarak bakidir, değişmesi imkansızdır. Yine
sıfatları hususunda da bakidir ve bunların değişmesi de imkansızdır"
manasına gelir. Hak Teâlâ her türlü menfaat ve maslahatların yegâne yaratıcısı
ve sürdürücüsü olduğuna göre, O'nun "Tebâreke ve teâlâ" "O, yüce
ve münezzehdir" diye tavsif edilmesi gerekir.
[2]
Dilciler şöyle
demişlerdir: "Elleri" kelimesi birşeyi bilinen bir şey üe
tarif etmek gerektiğinde, o bilinen hususa İşaret etmek için kullanılmak üzere icâd
edilmiştir. İşte buna göre şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır:
"Kendilerine hitab indirenin, Hak Teâlâ olduğunu edilen bu kimseler,
Furkanı indirenin, Hak Teâlâ olduğunu bilmiyorlardı Öyle ise burada, kelimesinin kullanılması nasıl güzel ve yerinde
olabilir?" Buna şöyle cevab verilir: Kur'ân'ın, bir mucize olduğunu ortaya
koyan deliller bulunduğu için, bu deliller muvacehesinde Kur'ân'ın Allah
katından olduğu ortaya çıkar ve anlaşılır. Binâenaleyh, delilin çok kuvvetli,
açık seçik olmasından ötürü, Cenâb-ı Hak bunu sanki biliniyormuş gibi kabul
etmiştir.
[3]
Bu ayette geçen,
"Furkân" ile, Kur'ân'ın kastedildiğinde şüphe yoktur. Kur'ân'a bu adın
verilmesi, ya Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı gerek Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği
konusunda gerek helâl ile haram konusunda hak ile batılı birbirinden ayıran bir
kitap kılması bakımındandır. Yahut da parça parça indirilmiş olması
bakımındandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "insanlara dura dura (ağır ağır), dâne
dâne) okuyasın diye, o Kur'ân'ı (ayet ayet) ayırıp (parça parça
indirdik}"(isra. 106)
buyurmuştur. Bu ikinci
izah, doğruya daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu ayette Furkân'ı
tenzil ile (parça parça indirdi" buyurmuştur, fiili, parça sarça indirmeye
ise, toptan indirmeye delâlet eder. İşte bu incelikten ötürü Cenâb-ı Hak Âl-i
İmran sûresinde, "(Allah) o kitab-ı Kur'ân'ı sana hak ile tenzil etti,
Tevrat m incili de inzal etti' (aı-i imrfuı, 3) buyurmuştur.
Bil ki Hak Teâlâ
ayette herşeyden Önce "Tebâreke" buyurunca ve bunun manası da.
"hayır ve bereketi çok oldu" şeklinde olup, bunun peşinden de
Kur'ân'dan bahsedince, bu Kur'ân'ın her türlü hayrın kaynağı ve bereketlerin en
kapsamlısı olduğuna delâlet eder. Fakat Kur'ân ilimlerin, bilgilerin ve
hükümlerin kaynağıdır. O halde, bu da ilmin hayır ve bereket yönünden
yaratılmışların en kıymetlisi ve en istünü olduğuna delâlet eder.
[4]
Bu ayette geçen
"abd" (kul) kelimesi ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kastedildiği
hususunda hiç bir ihtilaf yoktur.
İbnu'z-Zubeyr'in (r.a)
bu kelimeyi (kullarına) şeklinde okuduğu
da rivayet edilmiştir. Buna göre bu kullar ile, "Resûlullah ve
ümmeti" kastedilmiş olur. Nitekim Cenâb-ı Hak "Size bir kitabı indirdik"(Enbiya,
10) ve "Allah'a ve bize indirilene iman ettik" deyin" (Bakara,
136) buyurmuştur.
[5]
Cenâb-ı Hak ,
"Alemlere bir nezir olsun diye" buyurmuştur. Bu, "Bu kul
alemlere bir nezir olsun diye" demektir.
(olsun) fiilinde müstetir "hüve (o)" zamirini, Furkân'a râci
kılıp tıpkı, "Hiç şüphesiz bu Kur'ân hidayet eder" (İsra 9) ayetinde,
hidayetin Kur'ân'a nisbet edilmesi gibi, buradaki "nezir" (uyarıcı)
olma vasfını Kur'ân'a nisbet edenlere gelince, bu görüş cidden uzaktır. Çünkü
"münzir" ve "nezir" faile ait sıfatlardan olup, uyarma,
ikaz etme, korkutma manasını 'ade ederler. Binâenaleyh bununla Kur'ân'ın tavsif
edilmesi, mecazidir. Halbuki sözü, mümkün olduğu zaman, hakiki manasına
hamletmek gerekli olan birşeydir.
[6]
Daha sonra alimler
şöyle demişlerdir: Bu ayet şu hükümlere delâlet eder:
1)
"Alem", Allah'ın dışında kalan herşey manasına gelip, cin, melek ve
insanlar gibi bütün mükellefleri içine alır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s)'in, meleklere gönderilmiş bir peygamber olmadığı
hususunda hepimiz müttefikiz. Dolayısıyla, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bütün cin ve
insanlara gönderilmiş bir peygamber olması gerekir. Böylece bu, "Hz.
Muhammed, herkese değil, sadece insanlığın bir kısmına gönderilmiş bir
peygamberdir" diyenlerin görüşünün bâtıl olduğunu gösterir.
2) "Alemin" sözü, bütün mahlûkatı
içine alır. Binâenaleyh bu ayet, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Kıyamete kadar gelip
geçecek olan bütün mahlûkatın peygamberi olduğunu gösterir. Bu sebeple de Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bütün nebi ve resullerin sonuncusu olması gerekir.
3) Mu'tezile
şöyle der: "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün herkesin iman etmesini,
itaatta bulunmasını istediğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber
(s.'a.s)'i, herkes için bir nezir (ikazcı) olsun diye, herkes için bir
peygamber olarak göndermiş ve herkesin (hasen) güzel şeylerle meşgul olup,
kabih (çirkin) şeylerden yüz çevirmesini istemiştir." (Ehli sünnet)
alimlerimiz, Mu'tezile'ye. Hak Teâiâ'nın, "Andolsun ki biz cin ve insandan
birçoğunu cehennem için yarattı/c." (A'«ı, ire) ayetiyle cevap
vermişlerdir.
4) Birisi çıkıp şöyle diyebilir: "Ayetteki "Tebâreke"
lafzı, hayrın ve bereketin çokluğuna delâlet ettiği gibi, mutlaka bunun
peşinden zikredilen şeyin de çok hayır ve menfaatlerin sebebi olması gerekir.
Halbuki inzâr (korkutma, ikaz etme), gam, keder ve korku sebebidir. Öyle ise,
Tebâreke'nin peşinden niçin buna yer verilmiştir?"
Cevap: Buradaki inzâr,
tıpkı babanın çocuğunu terbiyesi mesabesindedir. Çünkü baba, her ne zaman
çocuğunu terbiyeye İtinâ gösterirse, bu ileride o çocuğun büyük faydalar
sağlamasına sebep olacağı için, çocuğa bu şekilde yapılmış olan iyilik de, o
derece çok olmuş olur. İşte burada da böyledir: Her nezaman inzâr çok olursa,
insanların Allah'a yönelmesi de o nisbette çok olur. Binâenaleyh böylece uhrevî
mutluluk daha tam ve daha mükemmel olmuş ofur. Bu, dünyevî birtakım menfaatlere
iltifat edilmemesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisini
"peA çok hayırları veren" diye tavsif edince, burada sadece dini
menfaatlerden bahsetmiş ve hiçbir dünyevî menfaatten bahsetmemiştir.
[7]
Cenâb-ı Allah.zâtını
şu dört çeşit kibriya (büyüklük) sıfatı ile tavsif etmiştir:
1)
"Göklerin ve yerin mülkiyeti O'na aittir" ifadesi. Bu cümie, Allah
Teâlâ'nın varlığına dikkat çeker gibidir. Zira Allah'ın varlığını isbat etmenin
tek yolu,O'nun fiillerini incelemektir. Bu işler, elbette yapan faile ihtiyaç
olduğunu gösterirler. Binâenaleyh varlık sıfatının, diğer sıfatlardan önce
zikredilmesi zorunlu bir şey gibidir. Ayetteki, "Göklerde ve yerde olan
herşey Allah'a aittir" (Aı-ı imren. 109) cümlesi mahlûkatın, meydana geliş
zamanlan ve mahiyetleri ile varlıklarında devam etme müddetleri açısından, O'na
muhtaç olduklarına ve mahlûkat üzerinde istediği gibi tasarruf edenin de sadece
Hak Teâlâ olduğuna işarettir.
2) "O hiçbir evlât edinmemiştir"
ifadesi.,,Cenâb-ı Hak, bununla ebediyyen ma'bûd olanın kendisi olduğunu;
başkasının ma'bûd olamayacağını ve hâkimiyetini O'ndan devralamayacağını beyân
buyurmuştur. Binâenaleyh Allah'ın bu vasfı, hem "Tebâreke" hem de,
"Göklerin ve yerin mülkiyeti Ona aittir" ifadelerini adeta te'kid
etmektedir. Bu sanki, hristiyanlara bir reddiye gibidir.
3)
"O'nun, mülkünde bir ortağt da yoktur" cümlesi. Bununla Hanlıkta tek
ve yegane olanın o olduğu manası kastedilmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın
ulûhiyyetteki tekliğini anladığı an, her şeyden ve herşeye karşı korku vs ümidi
sona ermiş, kalbi sırf Allah'ın rahmet ve ihsanı ile meşgul olarak kalıvermiş
olur. Bu ifadede de, senevilere (mecûsîlere), yıldıza tapanlara ve putlara
tapanlara ûir redd vardır.
4) "O,
herşeyi yaratıp ona bir nizam vermiş ve onun mukadderatını takdir
etmiştir" cümlesi. Bu ifadeyle ilgili söyle birkaç soru sorulabilir:
Birinci soru:
Ayetteki, ''herşeyi yarattı" cümlesinde de, Allah Teâlâ'nın kulların *H ve
işlerinin yaratıcısı olduğuna da bir delâlet var mıdır?
Cevap: Evet, şu iki
bakımdan buna bir delâlet var:
a) Ayette, "herşeyi yarattı" ifadesi,
bütün her şeyi içine alır. Binâenaleyh bu, kulların fiillerini de içine alır.
b) Cenâb-ı
Hak, ortağı olmadığını bildirdikten sonra, bu ifadeye yer vermiştir. Buna göre
bu, "Allah Teâlâ, ortaklan olmadığını bildirince, birisi sanki "İste
burada Allah'ın ortaklarının olmadığını kabul ettiklerini söyleyen bir topluluk
var. Fakat bunlar kendi fiillerini kendilerinin yarattıklarını
söylüyorlar" demiş de, buna karşı Cenâb-ı Hak onların bu görüşlerini red
hususunda bir dayanak olsun diye, bu ifadeyi zikretmiştir.
Kâdî şöyle der:
"Bu ayet, şu sebeplerden ötürü, kulların fiillerini de Allah'ın yaratmış
olduğuna delâlet etmez:
1) Cenâb-ı
Hak "Hani. Benim iznimle (ey Isa), çamurdan bir kuş halketmiştin "
Mflide^o) ayetinde, kulun "halik" (yaratıcı) olduğunu açıkça ifade
etmiştir. Yine O, "Hâliklerin
(yaratıcıların) en güzeli olan
Allah, ne yücedir!"
(Mû'minûn, 14) buyurmuştur.
2) Cenâb-ı Allah, bununla kendisini medh-ü sena
etmiştir. Binâenaleyh bu ifadesiyle, bozuk ve yanlış (işleri) yaratmayı
kastetmiş olması caiz değildir.
3) Hak Teâlâ
zatını, nizâm veren, takdir eden (ölçüp-biçen) olmasıyla kendisini medh-ü sena
etmiştir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk bununla ancak güzel ve hikmetli olan şeyleri
kastetmiştir. Eğer ayetin zahiri sizin ileri sürdüğünüz manaya delalet ediyor
ise, yaptığımız bu izahlardan dolayı, ayetin (zahirî manasına ham I edilmeyip)
mutlaka te'vil edilmesi gerektiği sabit olur. Kaldı ki ayetin o manaya
kesinlikle bir delâleti de yoktur. Çünkü "halk" takdir etmek,
ölçüp-biçmek, yerli yerinde yapmak demektir.
Binâenaleyh bu ifade,
kendisinde ölçülü-nizamlı oluşun
apaçık görülebildiği şeyleri içine alır. Böyle olma da, vasıflarda
değil, ancak maddelerde ortaya çıkar.
Kâdî'nin görüşlerine
şöyle cevap verilir: Onun, "Halikların en güzeli olan Allah, ne
yücedir!" {m'mmdn, u) ve "Çamurdan bir kuş halketmiştin "
(Mâıde, no) ayetlerini buna delil getirmesi, "Allah her şeyin
yaratıcısıdır" (Ra% 16) ve "Allah'dan başka yaratıcı (hâlık) var
mı?"(f&ttv, 3) ayetleriyle çelişir. Onun, "Cenâb-ı Hakk'ın bozuk
ve yanlış işleri yarattığını söyleyerek övünmesi caiz değildir" görüşüne
karşı deriz ki: "Allah Teâlâ'mn, kudretleri mukayese etme ve yoktan var etme
ile var olanı yoketmenin sadece kendisine ait olması bakımından böyle kendisini
medh-ü sena etmiş olması niçin caiz olmasın."
Kâdî'nin,
"Yaratma, ancak maddelerle ilgilidir" şeklindeki görüşüne de şu
şekilde cevap veririz: "Eğer böyle olsaydı, ayetteki, "O,
herşeyiyarattı" ifadesi yanlış olurdu. Çünkü bu ifade, her ne kadar aklen
ona izafe edilmesi doğru olmasa bile, yaratmanın, bütün herşeye nisbet
edilmesini gerektirir."
İkinci soru:
"Halk" kelimesinde, takdir etme manası yatmaktadır. O halde, Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Allah) herşeyi yaratıp, onu takdir etti" ayetinin manası,
"Herşeyi takdir edip, onu takdir etti" şeklinde olur.
Cevap: Bunun manası,
"Allah herşeyi, eşitleme, takdir etme ve müsavi kılma hususlarının
gözetildiği bir yaratmayla yaratmış ve onu, ona uygun bir şekilde takdir edip,
varetmiştir" şeklindedir. Bunun misali şudur: Allah insanı, İşte şu
gördüğün mütenasib şekilde yaratmış ve onu hem dinî, hem dünyevî konularda
mükellef tutulmaya ve bu mes'ûliyete bağt^faydalara ehîl olarak yaratmıştır.
Her canlı ve cansızı da, aynı şekilde hikmet ve tedbir (düzen) üzere takdir
edilmiş, dengeli bir yaratılış üzere var etmiş ve herbirini, takdir ettiğine
uygun olarak, ondan ayrı düşünülemeyeceği bir biçimde, bir iş ve maslahat için
takdir etmiştir.
Üçüncü soru: Ayetteki
"Onun mukadderatını takdir etti" cümlesinde, siz (ehl-i sünnetin)
görüşüne bir delâlet var mıdır?
Cevap: Evet... Bu, şu
birkaç yöndendir:
a) İnsanlar
hakkında kullanıldığında takdir, "zannetmek", "inceden inceye
hesaplamak" manasına gelir. Fakat bu, Allah Teâlâ hakkında "sözkonusu
şeyi bilmesi ve haber vermesi" manasınadır. Bunun böyle olduğu, Mu'tezile
ile ittifak ettiğimiz bir şeydir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, falanca şeyin
olmayacağını bilseydi, ama o şey buna rağmen olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın
ilminin, cehalete; doğru haberinin de, yatana dönüşmesi gerekirdi. Halbuki bu
imkansızdır. İmkansıza götüren şey de imkansızdır. O halde, o şeyin olması,
meydana gelmesi imkansızdır. İmkansız olan şeyin olması istenemez, irade
edilemez. Binâenaleyh o şey, irade edilmemiş, ama emredilmiştir. Böylece,
"emretme" ile "irade etme"nin, birbirinin mütelâzimi
(gerektireni) olmadıkları anlaşılır. Bu sebeple de "Saîd (cennettik)
olanın, ta anasının karnında iken saîd olduğu, şaki (bedbaht) olanın da, yine tâa
anasının karnında iken şakî olduğu ortaya çıkmış olur.
:oz furkân sûresi 25/3
b) Kudret ve
tam sebep bulunduğu zaman, eğer fiilin meydana gelmesi vâcib #»sin) olsaydı,
kulun ftili, Allah'ın fiilini gerektirirdi. Bu durumda ise, Mu'tezlle'nin
görüşü bâtıl olurdu.
Yok eğer bunlar,
fiilin mutlaka meydana
gelmesini gerektirmiyorsa, o zaman bak (düşün), eğer o fiilin, bir müreccihe
ihtiyacı yok denirse, a- "mümkin" varlık müreccih bulunmadan meydana
gelebilir demektir. Bunun böyle :>«c leceğini söylemek ise, bir yaratıcının
olması gerektiği kapısını kapar. Eğer fiil ar müreccihten müstağni oimaz ise, o
zaman söz, yine müreccih meselesine döner w ancak, bir vâcibu'f-vücûd'un olması
gerektiğine varıp dayandığında sona erer.
c) Eğer
kulun fiili, kendi kudretiyle meydana gelmiş olsaydı, o zaman ancak, kulun
«anasını ve varetmeyi istediği şeyler meydana gelirdi. Fakat insan, her zaman
ilmi
» gerçeği elde etmek
ister. Halbuki insanın elde ettiği (neredeyse) hep cehalet ve •î-'işlıktır.
Binâenaleyh eğer iş, kulun kudreti dâhilinde olsaydı, bu böyle olmazdı. 3wna
göre eğer, "Bu kul cehaleti gerektiren bir şüpheye inandığı için (onu
doğru sandığı için) böyle olmuştur" denilirse, biz deriz ki: Eğer kul o
şüpheye başka bir seneden dolayı inanmışsa, bu durumda teselsül gerekir. Teselsül
ise, imkansızdır. S-âenaleyh bu şüphenin bir ilk cehalete (bilgisizliğe)
dayanması gerekir. Bu cehalet ae. insanın kalbinde daha önce olan bir cehalet
sebepiyle meydana gelmiş değildir. fesine insan o cehaleti bir gerektiren
olmaksızın doğrudan varetmiş demek olur. 5u ise imkansızdır. Çünkü insan,
hiçbir zaman kendisinin câhil olduğuna razı olmaz 1* câhil olmak için gayret
sarfetmez. Aksine ilim için gayret sarfeder. Bu sebeble de, ancak kulun
niyetlenip istediği şeyin meydana gelmesi gerekir. Bu böyle olmadığına (hep
kulun istediği olmadığına) göre, herşeyin geçerli bir takdir ve nüfuzlu bir
kader ile olduğunu anlıyoruz. İşte, "O herşeyi yaratıp, onun mukadderatını
takdir etmiştir" ayetiyle kastedilen budur.
[8]
"O'ndan başka
hiçbirşey yaratamayan, zaten kendileri de yaratılmış olan birtakım
tanrılar edindiler. Onlar, kendileri için ne bir zarar, ne bir fayda vermeye kadir
değillerdir. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diriltip (kabirden)
çıkarmaya ise hiç güçleri yetmez" (Furkân, 3).
Bil ki Allah Teâlâ,
kendisini celâl, izzet ve yücelik sıfatlarıyla tavsif edince, bunun peşisıra
putperestlerin inançlarının zayıflığını gösteren ve şu bakımlardan taptıkları
fjeyterin noksan olduğunu ortaya koyan ifadeleri getirmiştir:
1) O putlar, eşyanın yaratıcısı değillerdir.
Halbuki ilahın, yaratmaya ve yoktan varetmeye kadir olması gerekir.
2) Zaten putların kendileri mahluktur,
yaratılmıştır. Mahlûk olan ise, muhtaç demektir. Halbuki ilâhın, hiç birşeye
muhtaç olmaması gerekir.
3) Putlar
kendilerine bite fayda ve zarar veremezler. Böyle olan, başkasına daha nasıl
faydalı olabilir? Öyle ise, böyle olana ibadet (kulluk) etmenin manası yoktur.
4) Putlar,
öldürmeye, hayat vermeye ve öldükten sonra diriltmeye kadir değillerdir, yani
onlar teklif zamanında (bu dünyada) diriltmeye ve öldürmeye kadir olmadıkları
gibi, mücâzât zamanında (Kıyamette) yeniden diriltmeye de kadir değillerdir.
Böyle olana nasıl "ilah" denilebilir ve asıl yapılması gereken, bu
nimetleri verene ibadet etmek olduğu halde, nasıl bu putlara ibadet etmek güzel
ve yerinde olabilir? Bu ayetle ilgili birkaç soru sorulabilir:
[9]
Birinci soru:
Ayetteki, "O'ndan başka birtakım tanrılar edindiler" cümlesi sadece
putperestlere mi mahsustur, yoksa buna hristiyanlar, yıldızlara ve meleklere
tapanlar da girer mi?
Cevap: Kâdi şöyle der:
"Buna, hristiyanların girmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü onlar-, Allah'ın
dışında, birçok ilahlar edinmemişlerdir. Binâenaleyh doğruya en yakın olan,
bununla putperestlerin kastedilmiş olmasıdır. Bu ayetin içine, meleklere
tapanlar girebilirler. Çünkü bunların da ma'budlan çoktur."
Birisi söyle
diyebilir: Ayetteki, "edindiler" ifadesi cemi (çoğul)dur;
"tanrılar" ifadesi de çoğuldur. Çoğul bir lafız, çoğul bir lafza
mukabil konunca, her iki çoğulun ferdleri, biribirlerinin mukabili sayılır.
Binâenaleyh hristiyanların ma'bûdunun tek olması, onların bu ifadenin kapsamına
girmelerine mâni değildir.
İkinci soru: (Ehl-i
sünnet) alimlerimizden bazıları, "Ayetteki, "O'ndan başka hiçbir şey
yaratamayan, zaten kendileri yaratılmış olan, birtakım tanniar edindiler"
ifadesini, kulların fiillerini Allah'ın yarattığına delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ kâfirleri, hiçbirşey yaratamayan şeylere
tapmaları açısından tenkid etmiştir ki, bu, ancak yaratabilenin ibadet edilmeye
müstehak olduğuna delalet eder. Binâenaleyh eğer kul yaratıcı olsaydı, onun da
ilah ve ma'bûd olabilmesi gerekirdi."
Ka'bî buna şu şekilde
cevap vermiştir. "Biz (Mu'tezlle), halik (yaratıcı) ismjpi ancak, Allah
için kullanırız." Alimlerimiz ise, şöyle demişlerdir: "Halk (yaratma)
lafzında, bir müdâhelede bulunmadan, yerinden kıpırdamadan, planlamadan ve
bundan ötürü bir yorgunluğa düşmeden varetme manası vardır. Böyle bir yaratma
ise ancak Allah'a mahsustur."
Hem sonra, Allah Teâlâ
putları anlatırken, "Onların, yürüyebilecekleri ayaklan »ar
m/?"(A'raf, 195) buyurmuştur. Şimdi sorarım: Bu ayet, ayağı bulunan
herkesin nra'bûd olabileceğini gösterir mi?" Eğer (Mu'tezile) buna,
"hayır" diye cevap verirse. Sizin söylediğiniz şey de aynen bunun
gibidir." Cenâb-ı Hak, "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şâm ne
yücedir" buyurmuştur" denilir. Bütün bunlar Ka'bİ'nin sözleridir.
Onun, "Hâlık (yaratıcı) ismi, kullar için kullanılmaz" şeklindeki
sözüne karşı deriz «. "Aksine bu gerekir. Çünkü Arapça'da "halk"
takdir etmek demektir. Takdir etmek se, zannetmek ve inceden inceye
ölçüp-biçmek demektir. Binâenaleyh "halk" sminin, kul hakkında
hakikat, Allah hakkında mecaz olmasr gerekir. Öyle ise, siz daha •»asıl,
"halk" lafzının kut için kullanılamayacağını söylüyorsunuz?"
"Onların, sayesinde yürüyebilecekleri ayaklan var mı?" (A'raf. 195)
ayetine gelince, bu ayette onlar âciz oldukları için tenkid edilmişlerdir.
Binâenaleyh bazı bakımlardan acizliği otan hiçbir varlığa ibadet doğru olmaz.
Kâ'bî'nin ayetini delil getirişine gelince, bu husustaki söz daha önce
geçmişti.
Bil ki alimlerimizin
bu ayetle istidlalleri yerinde ve güçlü bir istidlal değildir. Çünkü öu
kusurun, şu iki şeyin toplamından olması muhtemeldir:
1) Onlar,
yaratıcı değillerdir.
2) Onlar mahlukturlar. Binâenaleyh kul, halik
sayılsa bile, yine de mahluktur. 3mâenaleyh kulun ilah ve ma'bûd olamaması
gerekir.
Üçüncü soru: Ayet,
öldükten sonra dirilmeye delâlet eder mi?
Cevap: Evet, çünkü Hak
Teâlâ, "nuşûr"dan bahsetmiştir. Bu, "ma'bûd olanın, laat
edenleri mükâfaattandırıp, isyan edenleri cezalandırabilmesi gerekir. Böyle :
-nayan, ilah olamaz" takdirindedir.
[10]
"O kâfirler
"Bu, onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta, bir zümre
de ona yardım etmiştir" dediler ve böylece, hiç şüphesiz bir haksız söz
ve yalan söylediler. Dediler ki: "Bu ayetler onun başkasına yazdırıp,
kendisine sabah-akşam okunmakta olan, evvelki kavimlerin masallarıdır."
Onlara de ki: "Onu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi. Şüphesiz ki O,
gafur ve rahîm 'dir." Dediler ki: "Bu, nasıl peygamber, yemek yiyor,
çarşılarda yürüyor! Ona bir melek indirilip, beraberinde bir inzarcı bulunmalı
değil miydi? Yahut ona (gökten) bir hazine atılmalı, yahut onun yiyebileceği
bir bahçesi bulunmalı değil miydi?" Yine o zalimler "Siz (mü'minîer),
büyülenmiş birisinden başkasına tâbi olmuyorsunuz" dediler. Bak ki senin
için ne misaller getirerek sapıttılar. Artık onJar, hiçbir yo) bulamazlar"
(Furlcân, 4-9).
Bil ki Allah Teâlâ
önce tevhidden, ikinci olarak da putperestleri redden bahsedip, üçüncü olarak
bu ayette nübüvvet meselesine değinmiş ve o kâfirlerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini inkâr hususundaki şu şüphelerini nakletmiştir:
[11]
Birinci şüphe: Bu,
onların "Bu, onun uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu
hususta, bir zümre de ona yardım etmiştir" şeklindeki sözleridir. Bunun
bir benzeri de, "Onu, bir insan eğitip öğretti"
(Nahl, 103) ayetidir.
Bil ki bu ifade ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat kendisinin,
Ku-'ân'ı uydurduğu ve
yalan söylediği manası Kastedilmiş olabileceği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
Kur'ân'ı uydurup, yalan yere Allah'a nisbet ettiği manası da «astedilmiş
olabilir. Sonra burada iki konu vardır:
[12]
Birinci konu: Ebû
Müslim: "iftira" kelimesi fiilinin, iftial vezninde masdarıdır.
Nitekim bazanderinin ölçülüp-biçilmesinde denilir. Binâenaleyh Dczukluğun sona
ermesini bildirmek için (ıslah ettim. ıslah oldu; yumuşattım ve yumuşadı) denilir.
Yine Arapça'da bir kişiye, onda DUunmayan kötü vasıfları ona isnad ederek sövüp
sayan hakkında da denilir.
[13]
İkinci konu: Kelbî ve
Mukâtll şöyle derler: "Bu ayet, Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur.
O halde bu demektir ki, "Bu hususta, bir zümre de ona yardım
etmiştir" diyen de odur. O "zümre" sözüyle, Huveytib b.
Abdu'l-uzza'nın kölesi Addâs'ı, Amir b. el-Hadremi'nin kölesi Yesâr'ı ve Âmirin
kölesi Cebr'i kastetmiştir. 5j üçü, ehl-i kitaptan idiler, Tevrat'ı okur ve ondan
bazı kıssalar anlatırlardı. Onlar ^üslüman olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)
onlardan, bunları öğrendi. İşte bundan ötürü Nadr bu sözü söyledi. Bil ki Allah
Teâlâ onların bu şüphesine, "Böylece hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan
söylediler'.' diyerek cevap vermiştir. 3u ifade ile ilgili birkaç konu vardır:
[14]
Birinci konu: Ayetin
bu kadarcık ifadesi, bahsedilen şüpheye cevap olarak kâfidir. Çünkü her aklı
başında insan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o kâfirlere karşı Kur'ân ile -eydan
okuduğunu, o kâfirlerin alabildiğine fasih (edib) kimseler olduklarını ve Hz.
Muhammed (s.a.s)'in işini iptal etmek için onların var güçlerini ortaya
koyduklarını, hatta bu hırslarının, onları Hz. Muhammed (s.a.s)'i bu ayette
bahsedilen şey ile nitelemeye kadar vardırdığını bilmektedir. Binâenaleyh eğer
onlar, Hz. Muhammed ıs.a.s)'e teklif ettiği gibi (Kur'ân'tn benzerini
getirebilselerdi), mutlaka bunu yaparlardı ve bu iş onların maksadlarım elde
etmeleri hususunda bu ve benzeri ayetlerde ileri sürdükleri şeylerden daha
uygundu. Binâenaleyh eğer Hz. Muhammed (s.a.s) bu hususta başkasından yardım
görmüş olsaydı, o kâfirlerin de o başkasından yardım almaları mümkündü. Çünkü
Hz. Muhammed (s.a.s) Arapça'yı bilmede ve -aşkasından istifade hususunda
onlarla aynı şartlara sahibti. Durum böyle olduğu halde, kâfirler bunu
yapamadıklarına, Kur'ân'ın benzerini getiremediklerine göre, Kur'ân'ın
fesahatta zirvede, i'cazda da en ileride olduğu anlaşılır. Bu deliller,
Kur'ân'da defalarca geçip, bu sorunun (iddianın) yersiz olduğu böylece ortaya
çıkınca, artık bu açık-seçik delillerden sonra, yine bu soruyu tekrarlamanın,
ancak cehalet ve inat bataklığında oyalanıp durmadan ve boğulup kalmadan ileri
geldiği ortaya çıkmıs olur. İpte bütün bunlardan ötürü, Cenâb-ı Hak
bu şüpheye cevap olarak, "Hiç şüphesiz bir haksız söz ve yalan
söylediler" demekfie yetinmiştir.
İkinci konu: Kİsâî
şöyle der: Ayetteki bu İfade, "Onlar, zufüm yaptı, yalan söylediler"
demektir ve tıpkı ndolsun ki siz pek çirkin bir şey getirdiniz yani
söylediniz" (Meryem, 89) ayeti gibidir. Dolayısıyla bu ifadeler bu (getirme)
fiilinin mef ölüdürler. Zeccâc da, bu ifadelerin harf-i cerrin hazfi ile mansub
olduklarını söyler. Ona göre kelamın takdiri şeklindedir.
Üçüncü konu: Allah
Teâlâ onların bu söztenni, zulüm ve zûr (yalan) olarak nitelemiştir. Onların bu
sözlerinin bir zulüm oluşu, böylesi çirkin bir fiili, bundan tamamen bir kişiye
nisbet etmelerinden ötürüdür. Binâenaleyh onlar bu işi, mahallinin (sahibinin)
dışında kullanmışlardır ki böyle bir şeyi esas yerinin dışına koymak zulümdür.
Bunun bir zûr (yalan) oluşu ise, o kâfirlerin bu hususta yalan söylemiş
olmalarından ötürüdür. Ebu Müslim: "Bu zulüm onların Hz. Muhammed
(s.a.s)'i yalanlayıp, dediklerini kabul etmemeleridir; bu yatan ise, onların
O'nun hakkında yalan söyleyip, iftirada bulunmalarıdır" demiştir.
İkinci şüphe: Dikte
ettirme "(Bu ayetler), onun başkasına yazdırıp, kendisine sabah-akşam
okunmakta olan, evvelki kavimlerin masallarıdır" demeleridir. Bununla
ilgili birkaç konu var.
Birinci konu:
"Esatir", Rüstem ve İsfendiyar hikâyeleri gibi, geçmiş insanların
uydurup söyledikleri masallar olup, ya "estâr"ın çoğuludur, yahut da,
tıpkı "Ahâdis"in, "uhdûse" (uydurma şey) kelimesinin çoğulu
oluşu gibi, bu da "ustûre'nin çoğuludur. lafzı, "Hz. Muhammed, bu
esatiri, ehl-i kitabdan yani Addâs, Yesâr ve Cebr'den yazdırmıştır"
demektir. O halde bu fiil, burada tıpkı (kan alınmesını istedi) ve (Damardan
kan aldırdı) fiilleri gibi "Kendisi için yazılmasını istedi"
demektir. ifadesi, "Bunlar ona okunur" demek olup, "O, ümmi
olduğu için, bunlar onun için başkaları tarafından yazıldı, yani ezberlemesi
için yazılan şeyden ona telkin edildi, okundu" manasınadır. Çünkü
ezberleyecek kimseye telkin etmenin şekli tıpkı kâtibe dikte ettirmenin
(söyleyip yazdırmanın) şekli gibidir.
[15]
Ayetteki
"Sabah-akşam" ifadesi hakkında Dahhâk şöyle der: "Bu,
"sabahleyin kendisine verilen-anlatılan şeyi, o size akşam
okuyor-söylüyor. Akşam venlen-anlatılanı da sabah okuyor" demektir.
İkinci konu: Hasan
el-Basri, "Bu ayetler kendisine sabah akşam okunmaktadır" ifadesi,
Cenâb-ı Hakk'ın, kâfirlerin bu sözleine karşı cevab olarak zikrettiği bir
sözdür. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Bu ayetler O*na zaman zaman vahiy
ile yazdırılan verilen ayetlerdir. O halde daha nasıl, bunun evvelkilerden
kalma efsaneler olduğunu sölüyorsunuz" demiştir. Müfessirlerin ekserisi
iss, bunun o müşriklerin sözleri »sinden olduğu hususunda ve onların 'bununla,
bahsedilen o ehl-i kitabın, "•akşam bu masalları, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
anlattıkları manasını ettiklerinde ittifak etmişlerdir. Şu sebeblerden ötürü,
bunun doğruya daha yakın şüphe yoktur:
1) Bu sözün,
daha önceki sözlerte son derece ifgisi bulunmaktadır. Buna göre o kâfirler, "Muhammed evvelkilerin
efsânelerinin yazılmasını istedi ve o ar O'na, sabah-akşam verildi, okundu ve
anlatıldı" demişlerdir.
2) Bu, onların "Bu hususta bir zümre de
O'na yardım etmiştir" sözleri ile ttikleri şeydir.
3) Allah
Teâlâ, bundan sonra onların bu sözlerine, "Onı'ara de ki: "O'nu,
göklerde yerdeki sim bilen indirdi"buyurarak cevab vermiştir. Keşşaf
sahibi şöyle der:
el-Basrl'nin bu
görüşü, istifham-ı inkârî için olan hemzenin, meftun kılınması. doğru olur ve "evvelin" de
vakfetmesi gerekir.
Allah onların bu
şüphelerine "Onlara de ki: "Onu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen
indirdi. Şüphesiz ki O, gafur m rahimdir" buyurarak cevab vermiştir.
Bununla ilgili birkaç bahis vardır.
[16]
Birinci bahis: Bu
bahis, ayetteki bu ifâdenin kâfirlerin o şüphesine nasıl bir cevab olduğunun
izahı hakkındadır. Bunu biraz önce de izah etmiştik: Zira Hz. Peygamber )
onlara Kur'ân'ın bir benzerini getirmelerini isteyerek meydan okumuştur. Onlar bunu
yapamamışlardır. Binâenaleyh eğer, Hz. Peygamber I s.a.s) başkasından Je edip,
destek görerek bu Kur'an'ı meydana getirmiş ofsaydı, onlar da o olarından
istifâde ederek, Kur'ân gibi bir eser getirebilirlerdi. Bunu japamadıklarına
göre, Kur'ân'ın bir vahy-i ilahi olduğu sabit olur. İşte bundan ötürü Hak
Teâlâ, "Onlara de ki: "O'nu, göklerde ve yerdeki sim bilen
indirdi" r-.urmuştur. Bu böyledir. Çünkü Kur'ân'ın lafızlarını bu şekilde
bir araya getirenin şu sebeblerden ötürü, mutlaka herşeyi açığı-gizliyi-sırrı
bilen birisi olması gerekir:
1) Kur'ân'ın sahib olduğu fesahat, ancak
herşeyi bilen birisi tarafından şe'çekleştirilebilir.
2) Kur'ân,
gayba ait haberleri ihtiva etmektedir. Bu da ancak herşeyi bilenden
kaynaklanır.
3) Kur'ân, noksanlıktan ve kusurdan beridir.
Böyle olma da, ancak herşeyi öienden kaynaklanabilir. Nitekim Cenâb-t Hakk,
"Eğer o, Allah'ın katından :
masaydı onlar O'nda birçok ihtilaflar (tezadlar) bulurlardı"',n\*a,sz\
buyurmuştur.
4) Kur'ân'ın,bütün âlemin maslahat ve faydasını
kulların nizamını sağlayacak -.kümler ihtiva etmektedir. Bu ise, ancak herşeyi
bilen tarafından yapılabilir.
5) Kur'ân
çeşitli ilimleri ihtiva etmektedir. 8u ise, ancak o her şeyi bilen tarafından
olursa mümkün olur. Kur'ân işte bu bakımlardan kendisinin herşeyi bilen bir
Zât'ın sözü olduğuna delâlet edince, o kâfirlerin bu şüphelerine cevab olarak
"Onlara de ki: "O'nu, göklerde ve yerdeki sırrı bilen İndirdi"
ifadesiyle yetinmiştir.
[17]
İkinci bahis: Âlimler,
"sır" ile ne kastedildiği hususunda değişik izahlar yapmışlar,
bazıları: "Bunun manası, "göklerde ve yerde olan, her sırrı gizliyi bilen
ancak böyle bir kitabı indirebilir" şeklindedir" derken; Ebu Müslim,
bunun manasının "O'nu sırları bilen indirmiştir. Binâenaleyh birisi bu
hususta yalan söylecek olsa, mutlaka O ondan intikam alırdı. Çünkü Cenâb-ı
Hakk, "Eğer (peygamber), bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı,
elbette O'nu kıskıvrak yakalardık" (Hakka, 44-45) buyurmuştur"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Bazıları da mananın şöyle olduğunu söylemiştir:
"Allah, göklerde ve yerde saklı olan her sırrı bilir. Sizin, Hz.
Muhammed'in söylediği şeylerin kesin bir hakikat olduğunu bile bile, O'nun
aleyhinde gizli gizli kurduğunuz tuzaklar da, Hz. Muhammed'in işinin aslı ve
sizin itham ettiğiniz şeylerden beri oluşu da, Allah'ın bildiği bu sırlar
cümlesindendir. O, sizi ve o peygamberi, hakkınızda bildiğine göre,
cezalandıracak veya mükafaatlandıracaktır.
[18]
Üçüncü bahis: Cenâb-ı
Hakk şu iki sebebten ötürü, bu ayette kendisinin gafur ve rahim oftfuğunu
sdyfernıştfr
a) Ebu Müslim şöyle der: "Bunun manası,
"O, Kur'ân'ı ancak inzar (ikaz, korkutma) için indirmiştir. Binâenaleyh
O'nun gafur ve rahim olması, cezaları hemen peşin vermemesi gerekir."
b) Bu, o
kâfirlerin kurdukları bu tuzaklar yüzünden, başlarına ilâhi azabın yağmur gibi
yağmasını hakettiklerini, fakat Cenâb-ı Hakk'ın gafur ve rahîm olduğu için bunu
şimdilik göndermeyip, onlara fırsat tanıdığına bir dikkat çekmedir.
[19]
Onların bu şüpheleri
son derece, zayıf ve tutarsızdır. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (s.a.s) için şu
beş vasıfı sayıp, bunların O'nun peygamber olmasına mani olduğunu sanmışlardır:
a) "Bu, nasıl peygamber, yemek yiyor"
b)
"çarşılarda yürüyor" şeklindeki sözleri, yani "O, bu özelliklere
sahib olduğuna göre, bizden üstünlüğü nerede. O da bütün bu hususlarda bizim
gibi" demektir.
c) "Ona bir melek indirilip, böylece
beraberinde, O'nu tasdik eden, O'na bu hususta şehâdet eden ve O'na muhalefet
edenlere karşı gelen, bir inzarcı bulunmalı değil miydi" ifadesi.
d) "Yahut O'na (gökten) bir hazine atılmalı,
yani O'na gökten bir hazine gönderilip, O da onu harcayıp böylece geçimini
temin için çarşı-pazar dolaşmaya -ıuhtaç olmamalı değil miydi?" ifadesi,
e)
"Yahut onun yiyebileceği bir bahçesi bulunmalı değil miydi?" ifadesi.
Hamza ve kisâi buradaki (yiyebileceği) fiilini, (bizim
yiyeceğimiz) şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları yâ ile okumuşlardır.
Buna göre mana, "Eğer O'nun hazinesi
yoksa, hiç olmazsa bir tüccar olmalı ve güzel bir bağı-bostanı bulunmalı seğil
miydi" şeklindedir.
f)
"Siz (mü'minler), büyülenmiş birisinden başkasına tabi olmuyorsunuz" şeklindeki
sözleri. Bu söz İsrâ sûresinin sonlarında da geçmişti.
[20]
Allah Teâlâ, onların
bu üçüncü şüphelerine de şu bakımlardan cevab vermiştir:
1) "Bak
ki Senin için ne..sal1er getirerek sapıttılar. Artık onlar, hiçbir yol
bulamazlar" buyurarak. Bu ifadeyle *gili birkaç bahis var:
Birinci bahis: Bu,
onların bu şüphelerine nasıl cevab olabilir. Bu hususun izahı şöyledir: Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, başkalarmdan ayrıldığı şey, mucize olan o Kur'ân'dır. O
kâfirlerin, ileri sürdüklerinin hiçbiri, Kur'ân'ın mucizeliğine zarar verecek
şeyler değildir. Binâenaleyh onlardan hiçbiri, O'nun peygamberliğini zedelemez.
Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Kâfirlerin saptıkları ve senin peygamberliğini
zedelemek istedikleri için hiçbir faydası ve manası olmayan böylesi misaller ve
boş iddialarla nasıl oyalandıklarına bak. Onlar, bu hususta asla bir yara
açamazlar. Çünkü bu konudaki tenkidler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in iddia ettiği
mucizeyi zedeleyebilecek şeylerle olur; bu tür sözlerle olmaz" demek
istemiştir.
Burada yapılabilecek
bir diğer izah da şudur: "Onlar sapıtınca, artık hakkı kabule güçleri
kalmamıştır." Bu izah, biz ehl-i sünnetin inancına göre doğrudur ve bunun
akıl ile izahı açıktır. Zira, insan ya hakka ve batıla, kendisini sevkedecek
sebebler açısından, eşit durumdadır. Yahut da onu, bunlardan birisine götüren
sebeb, diğerine götüren sebebten daha kuvvetlidir. Bak eğer birinci ihtimal söz
konusu ise, eşitlik hâli bir tarafı tercihe imkan vermediği için, fiilin (yani
ikisinden herbirinin) olması imkansızdır. Eğer ikinci ihtimal söz konusu
olursa, taraflardan birinin ağır bastığı bu durumda, diğer tarafın olması
imkansızdır. Binâenaleyh insanın kalbinde, delâlet (sapıklık) tarafının ağır
basması halinde, hakkı kabul etmesi imkansız olur. İmkansız olan şeye ise güç
yetirılemez. Böylece, onların sapmaları halinde artık hakkı kabul
edemeyecekleri sabit olmuş olur.
[21]
"(Allah'ın şanı)
ne yücedir ki O, dilerse sana bunlardan daha hayırlı olmak üzere altından
ırmaklar akıp duran cennetler verir, senin için saraylar yapar. Onlar, bilakis
o saati de yalanladırlar. Biz, o saati yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş
hazırladık ki, o kendilerini uzak bir yerden gördüğü zaman onlar' bunun bu
müthiş gazaptan masını ve uğultusunu duyacaklardır. Elleri boyunlarına
bağlı olarak, onun en dar yerine atıldıklar} vakit orada (yetiş ey) helak! (diye)
bağırırlar, (onlara denilirki), bu gün tek bir helak çağırmayın, birçok helak
çağırın"
(Fuffcân, 10-14).
Bil ki bu, o (üçüncü)
şüphenin ikinci cevabıdır. O halde, Cenâb-t Hakk'ın, "(Allah'ın şanı)' ne
yücedir ki, o dilerse sana bunlardan daha hayırltsmı..verir" buyruğunun
manası, "onların hazine ve bahçeîer-bağlar gibi, dünya nimetlerine dair
sayıp döktükleri o şeyler, Allah'tandır" demektir. Allah bu ayette geçen
"hayr" kelimesini "altından ırmaklar akıp duran cennetler verir,
senin için saraylar yapar" ifadesiyle tefsir etmiştir. Cenâb-ı Hakk bu
ifadesiyle O peygamber'e o kâfirlerin ileri sürmüş oldukları şeylerin tamamını
vermeye kadir olduğuna ancak ne var ki, ya kulun faydası için, ya da kendi
meşietine uygun olarak kullarını idare ettiğine, yaptığı işler hakkında hiç
kimsenin itiraz hakkı bulunmadığına bbylşce öe, kimilerine ilim ve irfan
kapılarını açıp dünya kapılarını tıkadığına, bir başkası hakkında ise bunun
aksini yaptığına, bütün bunların ise kendisinin istediğini yapan bir varlık
olduğu için olduğuna dikkat çekmiştir.
[22]
Burada birkaç mesele
vardır.
İbn Abbas ifadesinin manasının, "Onların Sen'i bağ
bahçe sahibi olmamakla kınamalarından.daha hayırlı olmak üzere... Çünkü onlar
Sen'i, tek bir bağ bahçe sahibi olmamakla ayıplamıştır. Oysa ki Cenâb-ı Hakk
Sana pek çok bağ bahçe ermeye kadirdir" şeklinde olduğunu söylemiştir. İbn
Abbas, ikrime'den gelen bir ayete göre de bu ifadeye, "Bu, çarşı-pazar
dolaşmandan ve geçimini bu yolla temin etmenden daha hayırlı olmak üzere'-'
manasını vermiştir.
[23]
Cenâb-ı Hakk'ın iû ö[
ifâdesinin manası (hâşa) "Allah bu hususta
mütereddittir" manasında
değil, "O, buna
kadirdir"
anlamındadır. Çünkü Allah hakkında şek -ınülemez. Bazıları da bu ifâdenin
başındaki edatının, 'o1 manasına
oatiığini ve ifadenin takdiri manasının, "Biz, ahirette Sen'in için pekçok
bağ bahçeler odık ve pekçok saraylar yaptık" şeklinde olduğunu, bu
ifadenin başına edatının ise, kullarının bu şeylerin ancak ilâhî rahmet ile
elde edileceğine bunların aahi meşiete bağlı olduğuna ve ne dünyada, ne de
ahirette hiçkimsenin Allah'da «acağı olmadığına dikkat çekmek için dahil
olduğunu" söylemişlerdir.
[24]
Ayetteki kelimesinin manası, "köşkler
topluluğu" anlamında olup, saray ve kasr, yüksek mesken anlamına*
getir. Binâenaleyh her
cennetin bir kasrı olması muhtemeldir. Böylece o kasr, bir mesken ve gezinti
yeri olmuş olur. Yine bu ifadeyle, afitfclerin belli bir yerde, cennetlerin
belli bir yerde bulunmasının kastedil m es i de mümkündür. Mücâhid bu ifadeye
"Eğer Allah dilerse, Sana ahirette cennetler, foyada da köşkler verir'.',
şeklinde mana vermiştir.
[25]
kelimesinde farklı
kıraatler vardır. Bu cümleden olarak İbn Kesir, İbn Amir ve Asım, lam harfini
merfû olarak
yec'alu diğerleri meczum
olarak yec'al şeklinde .muşlardır. Binâenaleyh, meczum okuyanlara göre mana,
"Allah dilerse, Sana cennetler ve köşkler verir,tahsis eder" şeklinde
olur. Merfû okuyanlara göre bu ifade, : İTiie-i istinâfiyye olup mana,
"Allah Sana saraylar ve köşkler verecektir" şeklinde olur. Bu,
Zeccâc'ın görüşüdür. Vahidi ise şöyle der: "Bu iki kıraata göre, mana
oaKimından fark bulunmaktadır. Binâenaleyh, meczum okuyanlara göre mana,
"Eğer -.ia^ dilerse, Sana dünyada köşkler verir" şeklinde olup,
kelimesi üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz. Bu ifadeyi merfû okuyanlara göreyse
kelimesi özerinde vakıf yapmak yerindedir. Daha sonraki ifade
"müste'nef" bir söz kabul edilerek, "Allah ahirette Sana köşkler
verecektir" biçiminde olur. Ubeyy İbn Ka'b •e İbn Mesudun mushaflarında
burada şeklinde bir oare vardır.
[26]
Tavus, Ibn Abbas
(r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber ile Cebrail
otururlarken Cebrail (a.s) "Bu, gökten inen ve Sen'i ziyaret etmek için izin talebinde
bulunan bir melektir" dedi. Çok geçmeden o melek geldi ve Allah'ın
Resûlü'ne selam vererek, "Allah'u Teâlâ seni, Sen'den önce hiç kimseye
vermediği, Sen'den sonra da hiç kimseye vermeyeceği şeylerin anahtarlarını Sana
vermek ve Sana verdiği şeylerden dolayı da, daha sonra Sana vereceği şeylerden
noksanlaştırmamak hususunda seni muhayyer bıraktı" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), "Hayır, onların hepsini bana ahirette verir (versin,
bunu isterim)" buyurdu da, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın ayeti nazil oldu. Ibn Abbas (r.a)'dan rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle demiştir:
"Cebrail bana,
Mekke vadisi dolusu altını sundu da ben, ''Hayır, bir öğün tok, üç öğünse aç
kalmayı (isterim!) Çünkü bu, benim Rabbimi daha çok hatırlamamı ve O'ndan daha
çok talepte bulunmamı sağlar" dedim"[27]
Safvan İbn Süleym'in Abdu'l-Vehhâb'tan rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
şöyle buyurmuştur. "Bir gün tok olurum, üç gün aç. Böylece de, tok
olduğumda Sana hamdederim, aç olduğumda da Sana yalvarıp yakarırım'[28]
Yine, Dahhâk'ın rivayetine göre müşrikler, Allah'ın Resûlü'nün yoksulluk ve
çaresizlikle ayıpladıklarında, bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s)
mahzunlaşmış, bunun üzerine O'nu takviye ve teselli etmek üzere, Cebrail (a.s)
gelerek Allah Sana selâm yolladı ve "Biz Sen'den evvel hiçbir peygamber
gönderemedik (ki), muhakkak onlar da yemek yerlerdi Furkân. 20) buyurdu"
dedi.
Yine Dahhak, sözüne
devamla şöyle der: "Bir gün Cebrail (a.s) ile Hz. Peygamber (s.a.s)
karşılıklı konuşurlarken, semânın kapılarından birisi açılıverdi ki, bu kapı,
daha önce hiç açılmamıştı. Derken, Hz. Cebrail (a.s), "Ey Muhammed, müjde
bu bir hoşnutluk ve razı olmadır. Cennetin bekçisi Sana, Rabb' inden hoşnutluğu
(rıdâ) getirdi ve Sana selâm yollayarak şöyle dedi: Rabbin seni Hükümdar nebi
olma ile kul nebî olma arasında muhayyer bıraktı" dedi. Onun elinde de,
nurdan parlayan bir çanta bulunuyordu. "İşte bu dünya hazinelerinin
anahtarlarıdır. Cenâb-ı Hakk ahirette Sen'in için hazırladığı şeylerden, bir
sineğin kanadı kadar bile eksiltmeksizin bunları al..." dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), sanki irtişare ediyormuşcasına Cebrail'e baktı,
Cebrail de eliyle tevazu da bulunmasını işaret etti. Derken Hz. Peygamber
(s.a.s) de,
"Hayır, kul ve nebi olmayı tercih ederim" dedi. Ravi rivayetine
devamla söyte der: "Artık Hz. Peygamber (s.a.s) bundan 'sonra' ahirete
irtihal edinceye kadar hükümdarların yaptığı gibi) yaslanarak yemek yemedi.
[29]
Cenâb-ı Hakk'm
"Onlar, bilakis o saaü de yalanladılar. Biz, o saati yalanlayanlara öyle
çılgın bir ateş hazırladık ki" buyruğuna gelince, bu yine onların (o
üçüncü) şüphelerine verilen üçüncü bir cevaptır. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki
şöyle demek istemiştir: "Onların tutundukları o şey, haddi zatında ilme
dayanan bir şüphe değildir. Tam aksine onları, Sen'i yalanlamaya sevkeden şey,
ona hazırlanmayı ağır ve külfetli gördükleri için kıyameti
yalanlamalarıdır."
Mananın şöyle olması
da muhtemeldir: "Onlar, kıyameti yalanlamaktadırlar. 3 nâenaleyh bu
demektir ki onlar artık, ne bir mükafaat ne de bir ceza reklememektedirler. Bu
sebeple de düşünüp tefekkür etme külfetine katlanamam aktadırlar. İşte bundan
dolayıdır ki, onlar kendilerine getirilen o delillerden asia
yararlanamazlar."
Daha sonra Cenâb-t
Hakk buyurmuştur. Bu ifadeyle igili
birkaç mesele vardır:
[30]
Ebu Müslim şöyle der:
"Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin manası, "Biz o cehennemi hazır hâle
getirip onlar için
hazırladık" demek
olup, ayetteki ifadesiyle de, cayır cayır yanan, tutuşan ateş kastedilmiştir.
Hasan el-Basri'den bunun, cehennemin (Simlerinden birisi olduğu da nakl
edilmiştir.
[31]
Ehl-i'sünnet
âlimlerimiz "müttakiler için hazırlanmıştır" (Aiı-imrân, 133)
ifadesiyle cennetin bu ayetteki "Biz, o saati yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş
hazırladık ki'.', ifadesiyle de ceza yurdu olan o cehennemin (şu anda)
yaratılmış olduğuna istidlal etmişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın U-L=pî ifâdesi,
geçmişte yapılmış olan bir işi bildiren bir İfâdedir. Binâenaleyh bu ayet,
cehennemin yaratılmış ve hâlen mevcut olduğuna delâlet eder." Cübbâî ise
şöyle der: "Bu ayetin manasının, "ateşi, cehennemi dünyada
hazırladık, onunla kafir ve fasık kimselere, kabirlerinde azab edeceğiz"
şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, ayetteki "ateş" ifadesiyle,
ahiret ateşinin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böyle olması durumunda,
Uiâpî ifâdesi "O cehennemi onlar için hazırlayacağız" anlamında olur
ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Cennetlikler ateş ehline (...) diye
seslendi"(A'rai,44) ayetindeki ifâdesi gibidir."
Bil ki Cübbâf'nin
verdiği bu mana, son derece düşüktür. Çünkü ayetteki sözüyle, ya dünya ateşi,
yahutta ahiret ateşi kastedilmiştir. Eğer birincisi olursa, bu durumda sen
bak... Bununla ya, Cenâb-ı Hakk'ın o kafir ve fasıklara dünyada, dünya ateşiyle
azab edeceği, yahutta ahirette, dünya ateşiyle onlara azab edeceği kastedilmiş
olur. Birincisi batıldır, çünkü Allah Teâtâ dünyada kafirlere dünya ateşiyle
azab etmemiştir. İkincisi de batıldır, çünkü ümmetten hiçbir kimse, Allah'ın
kafirlere ahirette dünya ateşiyle azab edeceğini söylememiştir. Binâenaleyh böylece,
bu ifâdeyle ahiret ateşinin kastedildiği ve o cehennemin, şu anda hazır
vaziyyette olduğu sabit olmuş olur. Ayeti, "Allah o cehennemi
hazırlayacaktır" anlamına hamletmek, delilsiz olarak, ayetin zahirini
terktir. Hasan el-Basri'nin, "Sair, cehennemin isimlerinden bir
isimdir" demesine görede Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz, o saati
yalanlayanlara öyle çılgın bir ateş hazırladık ki'.', ifâdesi, O'nun, cehennemi
yarattığı, hazır vaziyyette tuttuğu hususunda sarih bir isimdir.
[32]
Âlimlerimiz, bu ayetle
said olan kimsenin ta anasının karnında
iken said olduğuna
istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allah'ın, kendileri için saîr'i
hazırladığı ve haber verdiği, haklarında böyle hükmettiği o kimseler, mükafaat
ehli olan müminler olacak olsalar, o zaman Allah'ın, kendileri hakkında
cehennemliklerden olduklarına dair vermiş olduğu o hükmü, yalana, ve bu
husustaki ilmi de cehalete dönüşmüş olurdu. Halbuki bu dönüşme, imkansızdır.
İmkansıza götüren de imkansızdır. O halde, o kimselerin mükafaat ehli müminler
haline gelmeleri muhaldir. Böylece de saîd'in şakiye, şakînin de, saîde
dönüşmesinin imkânsız olduğu sabit olmuş olur.
[33]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, o cehennemi birkaç sıfatla tavsif etmiştir.
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "o kendilerini uzak bir yerden gördüğü zaman onlar bunun pu müthiş
gazaplanmasını ve uğultusunu duyacaklardır" ayetinin ifâde ettiği
husustur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[34]
kelimesi müzekker bir
kelime olduğu halde burada ' kelimelerinde müennes itibar edilmiştir. Müennes
sayılması, semri müennes olan yerine
kullanılması itibariyledir.
[35]
Ehl-i sünnet
âlimlerinin itikadına göre,
hayatiyetin bulunması için, bünye şart değildir. Binâenaleyh ateş,
durumunu muhafaza
ettiği halde, Cenâb-ı Hakk'ın onda hayatı aklı ve konuşmayı yaratması mümkündür. Halbuki Mu'tezile'ye
göre bu mümkün değildir. Mu'tezile'nin bu konudaki delilleri sadece bunun adetlere
aykırı bir şey olduğunu söylemeteriâr. Eğer bu doğru olsaydı, o zaman peygamber
hakkındaki harikulade şeylerin yalanlan I aması gerekirdi. Binâenaleyh, :x
Mu'tezile'nin görüşleri hep çelişkilerle doludur. Aksine, harikulade şeyleri
kabul «tmemek, ancak felsefecilerin anlayış ve prensiplerine uygun düşer. İşte
bundan dolayı bizim ehl-i sünnet ve'l-cemaat âlimlerimiz, "Allah'ın,
cehennemin vasfı Udunda buyurduğu "o kendilerini uzak bir yerden gördüğü
zaman, onlar bunun bu müthiş gazaplanmasını ve uğultusunu duyacaklardır"
ifadesini, zahiri manasına göre almak gerekir. Zira, cehennemin canlı gören ve
kâfirlere öfkelenen bir hâle oeimesinde, bir imkansızlık bulunmamaktadır"
demişlerdir.
Mu'tezile'ye gelince
onlar, bu ayeti tevil etme ihtiyacını duyarak bu hususta şu lan yapmışlardır:
1) Şunu demişlerdir: "Ayetteki j$j ifadesinin
anlamı, "Cehennem onlara göründü" şeklinde olup, bu ifade de,
Arabların "onların evleri birini görmekte, birbirine bakmaktadır"
deyimlerinden alınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.
"Mü 'min ile kâfirin birbirine bakışmaz"[36]
buyurmuştur, yani mü'minin kâfir ve müşrikten uzak durması vâcib olduğu için,
karşı karşıya gelmezler. Arapça'da â^felii J*i jjâ Falancanın evleri,
mütenazırdır" yani, "karşıkarşıya bulunurlar" denilir.
2) "Ateş, yanmasının ve fokur fokur
kaynamasının şiddetinden dolayı (adeta) kâfirleri görür, onları ister ve onlara
öfkelenir hâle gelmiştir."
3) Cübbal
şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk burada, "cehennem ateşi"ni zikretmiş,
ama bununla cehennemliklere azab etmekle görevlendirilmiş olan cehennem
tekçilerini murad etmiştir. Zira görme işi ateşten değil, ancak o bekçilerden
sadır olabilir. Bu (Yusuf. 82) ayetindeki duruma benzer "Köye sor"
"Köyün ahalisine sor" manasına gelir.
[37]
Bir kimse,
"Tegayyuz, şiddetti bir şekilde öfkelenmekten ibarettir. Bu
ise, duyulmaz... O halde daha nasıl Cenâb-ı Hakk, "Onlar bunun bu
müthiş gazaplanmasmı ve uğultusunu
duyacaklardır" buyurmuştur" derse, buna birkaç bakımdan cevap
verilebilir:
1) Tegayyuz
(şiddetli öfkelenme), her ne kadar duyulmazsa da, ancak ne var ki, ona delâlet
eden ses, vb. şeyler duyulabilir. Bu bir kimsenin tıpkı öfkeye delâlet eden
halleri gördüğünde, "Emirin gazap ve öfkesini, falancanın üzerinde
gördüm" demesi gibidir. Muhabbet ve sevgi hakkında da aynı şey söylenir;
işte burada da böyledir. O halde mana "Onlar öfkelenmiş ve
gazaplanmış kimsenin sesine benzeyen bir ses duydular" şeklinde olur. Bu,
Zeccâc'ın görüşüdür.
2) Mana, "O cehennemin Öfkelendiğini
anladılar, onun uğultusunu duydular" şeklinde olup bu, Kutrub'un görüşüdür.
Bu, şairin tıpkı la sözü gibidir. Sizde
"Kuşanma" tabiri kılıca mahsus olduğu halde bu beyitte kılıçla
beraber mızrak içinde kullanılmıştır. Amma asıl gaye yine kılıç için
kıllanılmasıdır.
3)
Bu ifadeden murad, cehennem bekçilerinin
öfkelenmesidir.
[38]
Ubeyd İbn Umeyr şöyle
demiştir: "Cehennemin öyle bir narası
vardır ki, istisnasız
bütün herkesin bedenini sarsacaktır. Hatta İbrahim (a.s) bile
dizleri üste çökecek ve "Nefsi, nefsi" diyecektir."
[39]
Ateşin ikinci sıfatı
Cenâb-ı Hakk'ın, "Elleri
boyunlarına bağlı olarak, onun en dar yerine atıldıkları vakit, orada (yetiş
ey) helak! (diye) bağırırlar" ayetinin ifade ettiği husustur.
Bil ki Cenâb-ı Hakk,
kâfirler cehennemin uzağında iken, onların durumunu vasfedince, daha sonra da
onlar cehenneme atıldığı zamanki durumlarını tavsif etmiştir. Sığınma
şekillerinin en makbulü ne ise, cehennem azabından onunla Allah'a sığınırız. Bu
ayet hakkında birkaç mesele vardır.
[40]
kelimesi hakkında biri
şeddeli değeri de şeddesiz olmak üzere iki kıraat bulunmaktadır. Şeddesiz
olanı, İbn Kesifin kıraatidir.
[41]
kelimesinin tefsiri
hususunda pekçok şey nakledilmistir.
Mesela Katâde şöyle demiştir:
Abdullah İbn
Ömer'in bize
anlattığına göre o şöyle demiştir: "Dibine geçirilen demirin mızrağa olmayıp
da darlaşması gibi, şüphesiz cehennemde kâfire daralır, onu sıkıştırır"
Hz. Peygamber (s.a.s)'e bundan sorulunca o şöyle buyurur "Canım elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, o kâfirler tıpkı kazığın duvara zorla çakılması gibi, istemedikleri halde
itile kakıla cehenneme sokulacaklar" KelW de "Cehennemi en alt
tabakasında bulunanları ateşin alevi yükseltir; yukarda bulunanları da, yeni
girenler bastırır, böylece onlar, o dar kapılarda sıkışıp kalırlar"
demektedir.
Keşşaf sahibi ise
şöyle demiştir: "Nasıl genişlikte bir rahatlık varsa, darlıkta da sıkıntı
ve huzursuzluk vardır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk cenneti vasfederken, onun
genişliği gökler ve yerler kadardır demiştir." Nitekim hadislerde de varıd
olduğuna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her ü'nunın, nitelikleri
şöyle şöyle olan köşkleri ve bahçeleri (cennet) vardır"[42]Mıakkak
ki Allah'u Teâlâ, şiddetli azaba bir de sıkışmayı ve darlığı eklemek suretiyle,
senennemlikler için çok çeşitli belaları bir araya toplamıştır.
[43]
Âlimler, Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin tefsiri hakkında şunları söylemişlerdir: "Cehennemlikler,
içinde bulundukları şiddetli azab ve o şiddetli darlıkla birlikte, bir eften
boyunlarına bağlanmış oldukları halde zincirlere vurulurlar." Yine, her
kâfirin tart şeytanıyla birlikte zincire vurulmuş olduğu, ayaklarında ise
kağışlar ve bukağılar Munduğu da söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk bu
son derece şiddetli ikâb ceza çeşidiyle
yüzyüze geldikleri zaman cehennemliklerin, "Yetiş ey yokluk, ey helâk!"
diye nida ettiklerini nakleder. (Subûr) kelimesi, helak ve yok olmak camına gelir.
Onların çağırması ise, "Nerdesin ey helak, yetiş!" yani "Ey
helak ve yok olma, yetiş! İşte senin zamanın ve vaktin" demeleridir.
Enes'in merfû olarak
rivayet ettiğine göre, ateşten elbise giyecek olan ilk kişi ttstir. O elbiseyi
iki yanma sarar da, onu sürükler. Arkasında da zürriyeti olduğu Mde, "Ey
helak ve yokluk, nerdesin yetiş!" der. Zürriyeti de, "Ey yokluk, nerdesin?
ebş" diye çağırır. Derken, ateşe varırlar.
Ayetteki "Bu gün
tek bir helak çağırmayın" ifadesine yet nce, "Onlara şöyle
denilir" takdirindedir. Her ne kadar burada bir söyleme söz konusu değilse
de, onlar kendilerine böyle denilmeyi çoktan hak etmişlerdir. ifadesinin
anlamı, "Sizler Öyle bir hâle düştünüz ki, bundan dolayı Dr kere helak
olmayacaksınız. Sizin helakiniz, pekçok kere helak olmaktır" şeklindedir.
Bu da ya, azabın çok çeşitli olup, herbir türününde şiddet ve
aeyanılmazlığından dolayı bir helakinin olmasından dolayıdır, veya onların
deriteri eşten her kızardığı zaman, başka derilerle değiştirilmesi
sebebiyledir, veyahut bu azrtın, sürekli ve karışıklıktan uzak olup, sonu
olmayan herbir zamanda da bir helak «e yokluğunun bulunmasındandır veyahutta
şundan dolayıdır: Çoğukez onlar, "İterdesin ey helak, yetiş"
demelerinden dolayı, bir tür hafiflik ve rahatlama 3u abilecekler. Zira,
kendisine işkence edilen kimse bağırıp ağladığı zaman, bundan 30>ayı bir tür
rahatlama hisseder. İşte bunun üzerine onlar bundan men olunacaklar v
kendilerine, hüzün ve kederlerinin artması içirt, helak oluşlarının her gün
artacağı Ktr verilecektir. Bundan, Allah'a sığınırız! Kelbi de "Bu ifade,
Ebu Cehil ile, bu şüpheler izhar eden
kafirler hakkındadır" demiştir.
[44]
"De ki: Bu mu
iyi, yoksa müttakilere vaad olunan ebedilik cenneti mi? Ki bu, onlar için bir
mükafaat, bir vanş yeridir. Orada ne dilerlerse, kendileri de ebedi olarak,
onlanndır. Bu, Rabbinin üzerinde istenen bir vaaddir"
(FurKân, 15-16).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[45]
Bil ki Allah Teâlâ
kıyamet saatini yalanlayanlara hazırlanmış olan ikabın durumunu anlatınca, bunun
peşinden onların pişmanlık ve nedametlerini daha arttıracak olan
ifadeyi getirmiş ve Resûlü'ne "De ki: Bu azap mı iyi, yoksa ebedilik
cenneti mi?" buyurmuştur. Yani, "bu mu hayırlı, yoksa tasdik edip tatta bulunarak bu
ebedilik cennetini arayıp bulmaları mı?" İmdi eğer, "nasıl olur da
azab mı daha iyi, yoksa ebedilik cenneti mi?" denilebilir? Akıllı bir
kimsenin, "Şeker mi yoksa sabır mı, hangisi daha tatlı?" demesi caiz
otur mu?" denilirse biz deriz ki: Korkutmak sadedinde söylenirse, bu uygun
ve yerindedir. Nitekim, efendisi köleye bir mal verse, o da inâd edip bunu
almaya yanaşmayarak büyüklense. Bunun üzerine efendisi onu, şiddetli bir
biçimde dövse, o zaman onu kınamak ve azarlamak için şöyle der: "Söyle
bakalım, bu mu daha güzelmiş, yoksa o mu?"
[46]
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, "Müttakilere va'dolunan" ifadesiyle, "mükafaat
vermenin Allah'a vâcib olmadığı hususunda, istidlal etmişlerdir. Çünkü bir kimse,
"Hükümdar, falancaya şunları vermeyi va'detti" dese, bu ifade
hükümdarın bir lütuf ve ikramda bulunacağı (et-tafdîl) anlamına hamledilir.
Ama, bu verme onun üzerine vâcib olsaydı, o zaman, "O ona şunu
va'detti" denilmezdi. Mu'tezile'ye gelince, onlar da bu ifade ile, kendi
görüşleri hususunda istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ
bunu takva sıfatıyla muttasıf olanlara va'detmiştir. Hükmün vasfa terettüp
ettirilmesi ise, o vasfın hükmün illeti olduğunu ihsas ettirmektedir. İşte
bunun gibi bu da, bu vaadin ancak, takva sıfatına bağlı olarak meydana
geldiğine delâlet eder. Lütufta bulunma ise, müttakilere mahsus kılınmamıştır.
Öyleyse, kendilerine mahsus kılınan bu mükafaat vacip olur.
[47]
Ebû Müslim şöyle
demiştir: "Ebedilik cenneti, nimetleri sona ermeyen cennettir, huld ile
hulûd kelimeleri aynı
p anlamdadır, tıpkı
sükr ve şükür gibi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur. "Biz sizden, ne
bir karşılık ne de bir
Mjekkür
bekliyoruz" pehr, 9) Buna göre, "Cennet, mükafaat yurdunun adıdır. Bu
carmet, ebedi kılınmıştır. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın daha, "ebedilik
cenneti" ^.vurmasında ne fayda vardır?" denilirse, biz deriz ki: İzafet
bazan temyiz için olur, kazan da kemâl sıfatını beyan etmek için. Nitekim,
"Allah Hâlık'tır, Bâri'dir" denilir. Biradaki de bu kabildendir.
[48]
Cenâb-ı Hakk'ın "Ki
bu, onlar için bir mükafaat, bir .arş yeridir" ifadesine gelince, bu
hususta birkaç mesele vardır.
[49]
Mu'tezlle bu ayet ile,
kulun mükafaat hak ettiğine şu iki şekilde istidlalde bulunmuştur:
1)
"el-cezâ" kelimesi, ancak "hak eden" kimseyi içine alır. ı
a dse, katıksız lütufta bulunmadır. Bu ise, bir "ceza-mükafaat"
olarak isimlendi-•imez.
2) Şayet,
"karşılık, mükafaaf'dan murad edilen, sırf va'dden dolayı kulların
yönele-:*• eri şey olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın Üj* kelimesiyle >jc*m
ifadesi arasında >' fark olması, o zaman da bu faydasız bir tekrar olmuş
olurdu. Sünni alimlerimiz ir.h) buna şöyle cevap vermişlerdir: Bunun bir
karşılık (ceza) olduğu hususunda bir rtilaf yoktur. İhtilaf ancak, onun va'd
ile mi yoksa hak etme ile gerçekleşmiş olan m- karşılık olduğu hususundadır.
Ayette ise, bunlardan hangisinin murad edildiğine ceiâlet eden bir şey yoktur.
[50]
Mu'tezile bu ayet-i
kerimenin iki yönden Allah'ın büyük günah sahibini affetmeyeceğine delâlet ettiğini
söylemiştir:
1) Büyük
günah sahibi, ikaba müstehak olur. O halde onun, mükafaata müstehak olmaması vacib
olur. Çünkü mükafat sevab), zarar şaibesinden uzak olan sürekli bir
faydadır. İkâb da, fayda şaibesinden jzak olan sürekli bir zarardır. İkisini uzlaştırmak
ise, imkansızdır. Varlığı imkansız an şeyi hak etmek de imkansız olur. O halde her ne
zaman, ikâbın hak edildiği stıhkak) sabit olursa, ödülü hak edebilmenin ortadan
kalkması da vacib olur. O halde Biz diyoruz ki: Eğer Allah büyük günah sahibini
affetseydi, bu durumda ya onu cehennemden çıkarır, ama cennetine sokmazdı ki,
ittifakla bu olamaz. Çünkü alimler, Kıyamet günü mükelleflerin ya cennetliklerden ya cehennemliklerden
olacakları hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü Hak Teâlâ,
"Bir kısmı cennette, bir kısmı ise cehennemdedir" ($ûra, 7) buyurmuştur.
Yahut da, onu
cehennemden çıkarır ve cennete sokar. Bu da olamaz. Çünkü cennet, Hak
Teâlâ'nın, "Su, onlar için bir mükafaat bir varış yeridir'' ifadesinden
dolayı, ancak müttakiterin hakkıdır. Binâenaleyh cennet, onlar için hazırlanmış
ve onlara tahsis edilmiştir. Yine Cenâb-ı Hakk, cennetin mü'min ve muttakilerin
amellerine bir karşılık olduğu için cennetin onlara ait olduğunu bildirmiştir.
Binâenaleyh, cennetler onların hakkıdır. Birisinin hakkını başkasına vermek
ise, caiz değildir. Bu üç ihtimal imkânsız olunca, onlar için ilahî affın
olamayacağı sabit olmuş olur."
Âlimlerimiz buna şu
şekilde cevap vermişlerdir: Niçin şöyle demek mümkün olmasın ki:
"Müttakiler, affa mazhar olanları, Allah'ın cennete koymasına razı
olurlar. Böyle olması halinde affedilenlerin, cennete girmesi imkansız
değildir."
2) Mu'tezile
şöyle der: "Büyük günah sahibinin, "mü'min" diye adlandırılıp
adlandınlamayacağı hususunda ihtilaf etsek bile, şeri'at ıstılahında muttaki,
inkârdan ve büyük günahtan kaçınan kimseye denir. Biz, büyük günah sahibinin,
"muttaki"' diye adlandırılanı ayacağı hususunda da ittifak ettik. Hem
sonra Cenâb-ı Hakk, cenneti anlatırken, cennetin müttakiler için bir mükafaat
ve varış yeri olduğunu söylemiştir. Bu hasr (sadece onlar için) manasını ifade
eder. Buna göre ayetin manası, "O cennetler, başkalarının değil, ancak
muttakilerin varacağı yerdir" şeklinde olur. Durum böyle olunca oraya,
büyük günah sahiplerinin girmemesi gerekir."
Biz (ehl-j sünnet)
deriz ki: Bu konuda söylenebilecek nihâî söz şudur: Bu umûmî ifade ilahî vaîd
(azap) hakkında açık bir ifadedir. Binâenaleyh bu umûmî manayı, vaad (cennet)
ayetleri ile tahsis eder (sınırlarız).
[51]
Birisi şöyle
diyebilir: "Cennet, müttakiler için bir mükafat ve varış yeridir.
Fakat o, mükafaat olduktan ve varıldıktan sonra böyle olmuş olur. Öyte ise Cenâb-ı
Hakk niçin, mazi sîgası ile "olmuştur" buyurmaktadır?"
Buna şu iki şekilde cevap veririz:
a) Allah'ın
vaadi, gerçekte sanki olmuş-bitmiş gibi kesindir.
b) Bu hüküm,
Cenâb-ı Hakk bunları yaratmazdan çok uzun zaman önce Levh-i Mahfuz'da böyle
yazılmıştır.
Hak Teâlâ'nın "Orada,
ne dilerlerse, kendileri de ebedi olarak, onlarındır" hükmü tıpkı
"Sizin için orada, nefislerinizin arzu ettiği şeyler var" (Zuhruf,
71) ayeti gibidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[52]
Birisi şöyle
diyebilir: "Düşük derecede olanlar, yüksek derecede olanları görüp müşahede
ettiğinde, mutlaka o
dereceleri arzu
edecek, isteyeceklerdir. Onlar Rablerinden bunu istediklerinde, eğer Allah onlara
bunu verecek olsa, eksik ile kâmil arasında bir fark kalmayacak. Yok eğer görmeyecek
olsa, bu da Hak Teâlâ'nın, "Orada, ne dilerlerse (...) onlarındır"
beyanını zedeleyecektir. Hem sonra, bir babanın, çocuğu en aşağı cehennemde ve
en şiddetli azab içinde oiurken, baba çocuğunu bu azabtan kurtarma arzusu
taşıdığında, mutlaka Rabbisinden, çocuğunu oradan kurtarmasını isteyecektir.
Eğer Alan bunu yaparsa, o zaman kâfirin azabının ebedî oluşu hususu zedelenecektir.
Yok eğer yapmazsa, bu da "Orada ne dilerlerse (...) onlarındır" ve
"Sizin için orada, -efislerinizin arzu ettiği şeyler var" (Zuhruf,
71) ayetlerini zedeler."
Buna şu şekilde cevap
veririz: Allah Teâlâ bu düşünceyi cennetliklerin «aiblerinden siler. Hatta
onlardan her biri, içinde bulunduğu cennet lezzetlerinden ötürü, başkasının
haline dönüp bakmaya zaman bile bulamayacaktır.
[53]
Cennet nimetlerinin
şartı devamlı olmasıdır. Çünkü eğer sonlu olsaydı, bir çeşit kederle (son
bulacak korkusuyla) içice olurdu. İşte
bundan ötürü Mütenebbî "Bana göre kederlerin en
şiddetlisi, sahibinin sona ereceğini kesin olarak bildiği sevinçtedir"
demiştir. Cenâb-ı Hakk, bundan ötürü cennet nimetinin ebedî olduğunu Dtldirerek,
"Orada ne dilerlerse, kendileri de ebedî olarak onlarındır"
buyurmuştur.
[54]
Ayetteki bu ifade,
bütün istek ve gayelerin, ancak cennette
gerçekleşeceğine, başka yerlerde
ise, bunun
gerçekleşemeyeceğine,
aksine dünyevî rahatlıkların ve zevklerin mutlaka birtakım üzüntü, keder, yara
ve berelerle içice olduğuna sanki dikkat çekmektedir. İşte bundan ötürü, Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kim, yaratılmamış bir şeyi İsterse, onun peşine
düşerse, boş yere kendini yormuş olur ve onu yiyemez" buyurdu. "O
nedir, ya Resulellah" denince, "Bir günlük sevinç"[55]
buyurdu.
Hak Teâlâ'nın
"Bu, Rabbin üzerinde istenen bir vaaddir" fadesi ile ilgili birkaç
mesele vardır:
Birinci sual: kelimesi, vucûb (gereklilik) ifade eder.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)"Kim bir şey nezreder ve onu belirlerse ona
belirlediğini tastamam yerine getirmek vâcibtir"[56]buyurmuştur.
O halde, ayetteki bu ifade bu işin Hak Teâlâ'ya vâcib olduğunu gösterir. Vâcib
ise, yapılmaması halinde, yapmayanın zemme müstehak olduğu şeydir. Yahut da
vâcib yokluğu imkansız olan şeydir. Dolayısıyla eğer ayetteki vaciblik, birinci
manaya göre ele alınırsa, onu yapmama imkansızdır. Çünkü onu yerine getirmeme,
zemme müstehak olmayı gerektirip, Allah Teâlâ'nın da zemme müstehak olması
imkansız olup, imkansızı gerektiren de imkansız olunca, onu yapmaması imkansız
olmuş olur. Muhale (imkansıza) ise, Allah'ın kudreti taalluk etmez. Buna göre
bu, "Allah onu yapmamaya kadir değil" manasına gelir. Bu sebeple de
Allah o işi yapmaya mecbur edilmiş demek olur. Yok eğer ayetteki vâciblik
ikinci manada, yani "olmaması imkansız olan şey" manasına alınacak
olursa, o zaman mecbur oluş ile ilgili söz, yine kaçınılmaz olur. Böylece de
Allah aksine kadir olmamış olur.
İmdi eğer: "Bu,
vaad hükmüne göre böyledir" denilecek olursa, deriz ki: Eğer Cenâb-ı Hakk
bunu yapmayacak, bu vaadi yerine getirmeyecek olsa, doğru haberi yalana, ilmi
cehalete dönüşmüş olurdu. Bu ise imkansızdır. İmkansıza götüren şey de
imkansızdır. O halde, Allah'ın bu vaadi (cenneti) terketmesi muhaldir. Öyle ise,
Cenâb-ı Hakk bunu yapmaya mecburdur. Yapmaya mecbur olan ise, kadir diye tavsif
edilemez. O zaman da övgüye müstehak olamaz. İşte bu sorunun tamamı
budur."
Buna şöyle cevap
verilir: "Bir şeyi yapmak, onu yapmayı haber vermeden ve bilmeden önce
gelir. Binâenaleyh o fiil, mecburen yapılan bir şey olmamış olur. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hakk, kadirdir ve medh-ü senaya müstahaktır."
[57]
"Vaad"
kelimesi, cennetin, kulların haketmelerine göre değil de, Allah'ın bunu onlara
vaadi olmasından dolayı elde edileceğine delâlet eder. Bunun izahı daha Önce
geçmişti.
[58]
Alimler, ayetteki
"mes'ûlen" (istenmiş) kelimesi hakkında şu İzahları yapmışlardır:
a)
Mükellefler, Cenâb-ı Hakk'tan "Rabbimiz, peygamberinin (dili ile) bize
vaadettiğini ver'\k-\ Imran, ıw) diyerek bunu isterler.
b) Mükellefler bunu, lisan-ı halleriyle
isterler. Çünkü onlar, Allah'a taat hususunda çok şiddetli bir meşakkat
sırtlanmış oldukları için, bu sanki Cenâb-ı Hakk'tan isteme gibi olmuş Olur.
Mütenebb! şöyle der: "Benim (sana) ihtiyacım var, senin de (bunu
anlayacak) akim var. O'nun yanında susuşum, konuşmak ve hitab etmek
gibidir."
c) Melekler,
Allah Teâlâ'dan bu vaadi, "Ey Rabbimiz, onları Adn cennetlerine sok"
(Mü'min, s) diyerek isterler.
d) "Vâ'den mes'ûlen", gerekli (vâcib)
olan bir vaad" demektir. Nitekim Arapça'da, "Sana vacib (kesin)
olarak, bin lira vermeyi vaadediycrum, sen istemesen de" denilir. "Bu
izahı, Ferrâ yapmıştır. Diğer izahlar, buna nazaran daha doğrudur. Çünkü onlar
kelimenin hakiki manasına daha yakındır, Ferra'nın söylediği ise mecazidir.
e) O vaad,
Mu'teziteye göre, hakedildiği için, eh!-i sünnete göre de vaadedildiği ı. bir
hak, bir vâcib olduğu için, onun hakkı istenilmektir.
[59]
"(Rabbinin)
onları da Allah'dan gayrı taptıklarını da, mahşerde bir araya toplayıp,
"Siz mi şu kullarımı saptırdınız, yoksa kendileri mi yolu
kaybettiler?" diyeceği gün, onlar şöyle derler: "Seni tenzih
ederiz. Senden başka velîler edinmemiz bize yakışmaz." Fakat onların ve atalarının,
(müddetlerini) sen zattın da, nihayet onlar zikri unutup, helake mahkum
bir kavim oldular, işte yaptıklannız sizi, söylediğiniz şeyler hakkında kesin
olarak yalanlamışlardır. O halde ne (azabınızı) döndürmeye, ne de herhangi bir
yardıma muktedir zacaksnız. Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azab
taddınnz. Senden gönderdiğimiz
her bir peygamber de yemek yer, çarşılarda yürürdü. Stzin bazınızı
bazınıza bir fitne yaptık ki sabredercek misiniz diye. Rabbin herşeyi
hakkıyla görendir'.' (Furkân, 17-20).
Bil ki HakTeâlâ'nın,
"toplayacağı.gün". ifadesi, "Allah'dan başka birtakım tanrılar
edindiler" (Furkân, 3) ifadesiyle ilgilidir. Burada birkaç mesele vardır:
[60]
Ayetteki bu fiil hem
nûn ile, hem ya ile toplayacağı gün) ve (toplayacağımız gün) şeklinde okunmuştur. Yine
bu fiil, şın'ın kesresi ile şeklinde de okunmuştur.
[61]
Ayetteki "taptıkları" ifadesinin
zahirinden, tapılanların, putlar;
"Siz mi şu kullarımı saptırdınız?"
diyeceği gün "
ifadesinin zahirinden de, melekler, Hz. Isa ve bu ikisi dışında kalanlar
gibi, (onların taptıkları) canlı varlıklar kastedilmiştir. Çünkü idlâl (saptırma) ve
hidayetin, ancak böyle canlı olanlardan sâdır olması mümkündür. İşte bundan
ötürü alimler değişik izahlar yapmışlar ve bazıları bu son ifadeyi de (cansız)
putlar manasına almışlardır.
Eğer onlara,
"Putlar cansızdır. Öyle ise Cenâb-ı Hakk nasıl onlara hitab etmiş ve onlar
nasıl cevap verebilmişlerdir?" denilirse, buna karşı şu iki izahı
yaparlar:
1) Allah
Teâlâ, onlara hayat vermiş ve böylece onlara konuşmuş, onlar da cevap
verebilmişlerdir.
2) Bu bizzat
dil ile konuşma olmayıp, lisân-ı hâl ile olan bir konuşmadır. Bu tıpkı bazı
kimselerin, cansız varlıkların tesbihatta bulunmaları, (ahirette) el ve
ayakların konuşması konularında yaptıkları izah gibidir. Yine bu, "Yere
"Nehirlerini kim kazdı, ağaçlarını kim dikti?" diye sor. Eğer sana
açık ve net olarak cevap veremese de, hâli ile cevap verecektir" denilmesi
gibidir.
Ekseri alimler ise,
ayetteki bu ikinci ifade ile melekler, Hz. İsa (a.s) ve Hz. Üzeyir (a.s)fin
kastedildiğini söyleyerek, şöyle demişlerdir: Bu görüş, "Hatırla o günü ki
(Allah) onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: "Bunlar mı
size tapıyorlardı?" diyecek" (Sebe, 40) ayetiyle de desteklenir. Bu
görüşte olanlara, mâ lafzı, akıl sahipleri için kullanılmaz, (halbuki ayette bu
lafız kullanılmaktadır)" denildiğinde, buna şu iki şekilde cevap verirler:
a) MA
lafzının sadece akilli olmayanlar için kullanıldığın) kabul etmiyoruz. Bunun
delili de (genellikle akıl sahipleri için kullanılan) men (kim) edatının da
zaman zaman akılsızlar (cansızlar) hakkında kullanılabilmesidir.
b)
Bununla sıfat (ism-i mef'ûl) manası
kastedilmiş ve ifadesi ile
"ma'bûdları" denilmek istenmiştir, Hak Teâlâ "sema'ya ve onu
bina edene yemin olsun ki" (Şems, 5) ve "Siz, benim ibadet ettiğime de, ibadet etmezsiniz" (Kâtiron, 3) ayetlerindeki
da, ancak bu iki izaha göre doğru ve yerinde olur. Aksi takdirde nasıl olur? Binâenaleyh
bu soru düşer.
[62]
Velhasıl Allah Teâlâ
kendilerine tapılanları mahşerde toplar ve sonra onlara, "Siz mi bu
kullarımı hakdan, hak yoldan saptırdınız, yoksa onlar kendileri mi
saptılar" der. Mu'tezile şöyle der: "Bu ayette "Gerçekte kulları
saptıran Allah'tır" diyenlerin görüşünü kıran ve reddeden açık bir dalâlet
vardır. Çünkü eğer durum onların dediği gibi olsaydı, bu sorunun doğru cevabı
şöyle demeleri olurdu: "Ey Rabbimiz, burada bu iki ihtimalin dışında ve
gerçek olan üçüncü bir ihtimal daha -ardır ki bu da onları senin idlâl etmiş
olmandır." Onlar bunu söyleyemeyip, kulların sapmalarını yine kulların
kendilerine bağlayacaklarına göre, Allah Teâlâ'nın hiçbir kulunu saptırmadığını
anlamış oluruz.
İmdi eğer,
"Kendilerine tapılanların, böyle üçüncü bir ihtimale işaret etmediklerini
«bul etmiyoruz. Aksine onlar buna da işaret etmişlerdir. Çünkü onlar,
"Fakat onların ve atalannm (müddetlerini) sen uzattın da nihayet onlar
zikri unuttular" demişlerdir. Bu ise, kâfirlerin sapmalarının, Allah
Teâlâ'nın bu işinden dolayı olduğu hususunda açık bir ifadedir. Allah Teâlâ'nın
onların müddetlerini uzatması da, Allah Teâlâ'nın artarı ve atalarını dünya
nimetlerinden alabildiğine yararlandırma fırsatı vermesidir" denilirse biz
(Mu'tezile) deriz ki: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman bu görüşte atanların,
Cenâb-ı Hakk'ın o tapılanlar karşısında yenik ve hüccetle susturulmuş duuma
düşmüş olduğunu söylemeleri gerekirdi. Halbuki ayetten maksadın bu ^nadığı
malumdur. Aksine maksad o kâfirlerin yenik duruma düşürülecekleri delille susturulup
yüzlerinin kapkara kesileceğidir. Mu'tezlle'nin ayetle ilgili bütün izahları
Dundan ibarettir.
(Ehl-i sünnet)
alimlerimiz buna şöyle cevap vermişlerdir: Kulun, delâlete dair kudreti, eğer
hidayete ermesine elverişli değilse, bu saptırma (dalâlet) işi, Allah'dandır.
vck eğer elverişli ise, o zaman o kudretin, saptırmaya (idlâle-dalâlete) kaynak
oluşu, ıcayete kaynak oluşuna üstün gelmesi, ancak Allah tarafından olan bir
müreccih (tesir) ile olur. Bu durumda da soru (problem), aynen geri döner. Ayetin
zahiri «u'tezile'nin lehine gibi görünüyor ise de, ehl-i sünnetin görüşüne
uygun olan diğer turçok) ayetin zahiri ile reddolunur.
[63]
Ayetin zahiri her ne
kadar bunun Allah'ın emri ile melekler tarafından olması muhtemel olsa da
suâlin Allah tarafından olduğuna delâlet eder. Bu durumda ayetle alâkalı
birkaç soru yöneltilebilir.
[64]
Birinci soru: (onlar) denilmesinin yararı nedir? te
denilmesi gerekmez miydi?
Cevap: Bu soru fiil ve
onun varlığı hakkında değildir; çünkü fiil bulunmamış olsaydı, zaten böyle bir
itab ve azarlama söz konusu olmazdı. Bu soru ancak, bu $in failine dair olup,
bundan dolayı da onun mutlaka zikredilmesi ve bundan suâl edildiğinin bilinmesi
için, fiilin başına istifham harfinin gelmesi gerekmiştir.
İkinci soru: Allah
Teâlâ ezelde kendisi hakkında soru sorulanın durumunu bildiği 'aide, yine bu
soruyu sormanın faydası nedir?
Cevap: Bu, müşrikleri
azarlamak amacıyu gelmiş olan bir sorudur. Nitekim Cenâb-ı Hakk Hz. Isa (a.s)'a
da "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve annemi
iki tann edininiz diyen sen misin?" (MaMe, ne) demiştir. Bu bir de
şundandır: Kendisine tapınılan bu putlar kendilerini aklayıp bu sapıklığı
müşriklere havale edince, putların müşriklerden teberrî edip uzaklaşması,
onlarda daha fazla pişmanlık ve nedametin meydana gelmesine sebep olmuştur.
Üçüncü soru: Cenâb-ı
Hakk, "yoksa kendileri mi yolu saptılar?" buyurmuştur. Kıyasa göreyse
bu fiil "Yoldan saptı" şeklinde kullanılır?
Cevap: Aslolan budur;
ancak ne var ki, insan ihmalkârlık ve ihtiyatsızlıkta çok aşın giderse,
"Yolu şaşırdı, yolu saptı" denilir.
[65]
Ayetteki ifadesine gelince, bil ki burada Cenâb-ı Hakk
onların cevabını nakletmiştir. kelimesi hakkında birkaç izah şekli
bulunmaktadır:
1) Bu, onlar tarafından bir teaccûbün
ifadesidir; şüphesiz ki onlar, kendilerine söylenilen şeye şaşırmışlardır; zira
kendileri, masum olan melekler ve nebilerdir. Binâenaleyh, İblis ve
taraftarlarına mahsus olan saptırma işine, onlardan daha uzak olan kimse
olamaz.
2) Onlar,
kendilerinin Allah'ı teşbih, takdis ve O'na iman ettiklerini, bundan dolayı
kendilerinin Allah'ın kullarını daha niçin ve nasıl saptıracaklarını ifade
etmek için bunu söylemişlerdir.
3) Bu ifadeyle, Allah'ı, ister put, ister
peygamber, isterse melek olsun, bütün ortaklardan (endâd) tenzih etmeyi
amaçlamışlardır.
4) Onlar
Allah Teâlâ'yı. sorduğu bu soruyla bilmediği bir şeyi öğrenmek istediği
zannından, ya da günahsız olan birine eziyyet vermeyi dilemiş olmaktan tenzih
edip, aksine O'nun bu sorusunun, kâfirleri kınayıp azarlamak için olduğunu
ifade etmek istemişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Senden başka velîler edinmemiz bize yakışmaz" ifadesine gelince, bu
ifadeyle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
[66]
Birinci soru: Bilinen
kıraat nunun fethası, hâ'nın da kesresiyle (en nettehize) şeklindedir. Ebu
Cafer ve İnb Amir'den ise, meçhul sığasıyla, nûn'un ötresi, hâ'nın da
fethasıyla olmak üzere (en n&teheze) şeklinde okudukları rivayet
edilmiştir. Zeccac ise: "Nûn'un dammesiyle (en nütteh ize) şeklinde okuyan
hata etmiştir. Çünkü mln harf-i cerri bu gibi yerlerde ancak birinci mef'ûl
oldukları zaman isimlerin başına gelir, hal ifade eden mef'ûlün başına gelmez.
Mesela sen diyebilirsin ama diyemezsin" demiştir. Keşşâf sahibi ise şunu söylemiştir: fiili hem bir mef'ûl alır; mesela senin
"Bir dost edindi" demen böyledir, hem de iki mef'ûl. Mesela senin
falancayı dost edindi" demen de böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, ibrahim'i
dost edindi"(Nisa, 125) buyurmuştur. Birinci kıraat, fiilin tek mef'ûle
aaddi etmesi şeklindeki kulanıştandır ki, bu da ifadesidir. İfadede aslolan ise
iti denilmesidir. Ancak ne var ki olumsuzluk manasını tekid edip pakiştiren mln
harf-i cerri mef'ûlün başına ziyade kılınmıştır. İkinci kıraate göre ise m, iki
mef'ûle teaddi etmektedir. Birinci mef'ûl, fiilinin nâib-i faili olan zamiri,
ikincisi ise, teb'îz, kısmiyyet ifade eden min harf-i cerrinin başına gelmiş
olduğu lafzıdır. Buna göre mana, "Bize bazımızı dostlar edinmemiz"
şeklinde kelimesinin nekire gelmesi, bunların muayyen ve belli dostlar olmaları
saomındandır ki, bunlar da cinler ve putlardır.[67]
Bu ayetin tefsiri
hususunda âlimler, birkaç izah şekli zikretmişlerdir:
1) En sahih
ve en kuvvetli görüş olan bir görüşe göre mana, şekilde olur:
"Biz senden başkasını
dostlar edinmeyi bizzat kendimize ştıramazken,
bundan sonra daha nasıl, bizden başkalarını buna çağırabiliriz.
2) Bu
ifâdenin anlamı şudur: "Kâfirlerin onları dost edinmeleri gibi, onların da
türleri dost edinmesi hususunda bizlerin, şeytanlara benzemesi asla düşünülemez
m bu yakışık almaz." Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Şeytanların dostlarıyla
yani kâfirlerle savaşın" (Nisa. 76) ve, "inkâr edenlere gelince,
onların dostları da Tağuttur" , 257) buyurmuştur. Bu görüş, Ebu Müslim'den
nakledilmiştir.
3) Bunun
anlamı, "Senin rızan olmaksızın, bizlerin dost edinmesi asla
yakışmaz" »•dindedir. Yani "Biz, senin buna razı olmayacağını
bildiğimiz için, bunu yapmadık" demektir. Netice olarak "Senin rızan olmaksızın"
ifadesindeki muzaf kelimesi hazfolunmuş,
muzâfun ileyh olan £ zamiri onun yerine geçmiştir
4) Melekler
şöyle demiştir: "Onlar, ey Rabbimiz Sen'in kullarındır. Kullannınsa, >r
kulun başka bir kulu kendisi için bir ilâh edinmesi bir yana, Sen'in iznin
olmaksızın -erhangi bir dost ya da habib edinmeleri bile yakışık olmaz, uygun
düşmez."
5) Ebu
Ca'fer'in kıraatine göre, müşkilâd zail olmaktadır. Buna göre eğer, "Bu
«*aat caiz değildir, çünkü başkalarının onları dost edinmesinde onların
herhangi bir zah\\ bulunmamaktadır" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadeden
murad, "Muhakkak ki Ife buna uygun değiliz. O halde daha nasıl, bizim
kendimizin mabûd olduğumuzu odia etmemiz mümkün ol ur "şeklindedir.
[68]
Âyet-i kerime, dostluk
ve düşmanlığın ancak Allah'ın izni ile caiz olduğuna; bundan ötürü nefsin
arzusuna ve mizacın niteliğine dayanan her dostluğun da şeriatın hilâfına
olduğuna delâlet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Fakat onların ve atalarının (müddetlerini) sen uzattın da, nihayet onlar
zikri unutup, helake mahkûmbir kavim oldular" ayetine gelince, bununla
ilgili birkaç mesele vardır.
[69]
Ayetin manası şudur:
"Ey ilâhımız, sen onlara ve atalarına olan nimetini çoğalttıkça çoğalttın.
Bu ise, yüz çevirmeyi ve nankörlüğü değil de, şükretmeye ve imâna sebeb
olmalıydı." Bundan maksat ise, o kâfirlerin kendiliklerinden sapıp,
şürekânın saptırmasıyla sapmadıklarını beyan etmektir. Çünkü onların bu apaçık
inatları olmasaydı bunca açık delile rağmen, Allah Teâlâ'ya itaatta yüz
çevirmek mümkün olmazdı. Diğer âlimler ise, şunu söylemişlerdir: Bu söz, Hz.
Musa'nın, "Zaten o da senin imtihanından başka (birşey)
değildi"(A'ra.t. 155) ifadesinde açıkça dile getirdiği hususa bir ima ve
işaret gibidir. Bu böyledir, çünkü cevap veren şöyle demiştir: "Yâ Rabbi
dünyaya dâir bütün isteklerini ona veren sensin! O da böylece, şehvetler
denizin de boğuldu. Onun şehvetler denizine dalması ise onu senin taatine
yönelip, sana hizmetle meşguliyetten alıkoydu. Bu ancak ve ancak senin bir
imtihanın ve smamandır."
[70]
"ez-ZIkr"
Allah'ı anmak, O'na, Kur'ân'a ve
Allah'ın yasalarına imân etmektir. Yahut içinde onlar için dünya ve ahirete dâir güzel öğütler
bulunan şeylerdir.
[71]
Ebû Ubeyde şöyle
demiştir: "Arapça'da (helak olmuş adam), (helak olmuş iki adam) denilir. Kelimenin, müennes kelimeler hakkındaki
kuflanılışı da böyledir. "Helak olmuş kişi"
anlamındadır. Bazan da, ve
helak
olmuş adam) (helak olmuş topluluk) denilir. Bu tıpkı, (yıkılmış) (yıkılmışlar) kelimeleri gibidir.
Bevâr kelimesi ise, "helak olmak" anlamındadır."
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz bu ayet ile kaza ve kader meselesinde istidlalde bulunmuşlardır.
Çünkü, hiç şüphe yok ki bu ifadeden murat, "onlar, Allah Teâlâ'nın,
ahirette kendileri için azab ve helak ile hükmettiği kimselerden oldular"
manasıdır. Allah Teâlâ'nın hakkında ahiret azabıyla hükmedip, bunu ondan
bildiği ve durumunu Levh-i mahfuz'a kaydederek melekleri de hâline muttali
kılmış olduğu kimse, şayet imân edecek olsaydı, o zaman doğru haber yalana;
ilim, cehalete; Levh-i Mahfuz da tesbit edilmiş olan yazma işi bir yanlışa,
meleklerin inancı da cehalete dönüşmüş olurdu. Bütün bunlar ise imkansızdır,
imkansızı gerektiren şeyde imkansızdır. Binâenaleyh, hakkında böyle hükmedilen
kimseden imânın sâdır olması da imkansızdır. Böylece bu da, saîd (cennetlik)
olanın, şakî (cehennemlik) haline, şakî olanın da saîd haline dönüşemeyeceğine
delâlet etmiş olur.
Bir başka izah şekli
de şudur: Onlar Allah Teâlâ'nın o (kâfirler)e, sapıtma sebebi dan şeyleri
verdiğini söylemişlerdir ki, bunlar da dünyada her istediklerini onlara «•rip,
onların nefislerinin de böylece bu şeylerde boğulmasıdır. Ayet-i kerime
böylece, 3u sebebin onların helakine sebebiyet veren bir dereceye ulaşmış
olduğuna delâlet «mis olur. Çünkü, sebebin hemen peşinden helakin zikredilmiş
olması, bir helak ipnin ancak bu sebepten dolayı meydana geldiğine delâlet
eder. Böylece sözün abcesi şuraya varır: "Allah Teâlâ kâfire, kendisi
sebebiyle küfrü terketmesinin -OTikün olmayacağı bir biçimde
davranmıştır." Böylece, saîd (mü'min) olanın şakî «afir) haline, şakinin
de saîd haline dönüşemeyeceği ortaya çıkmış olur.
[72]
Cenâb-ı
Hakk'ın"İşte tapdıklannız sizi, söyledikleriniz şeyier hakkında kesin
olarak yalanlamışlardır!,' buyruğuna gelince, bilesin ki, yâ ve tâ ile olmak
üzere yekûlüne ve tekûlüne şeklinde okunmuştur. Tâ i» dan kıraate göre, mana şu
şekilde otur: "Muhakkak ki onlar, sizin kendilerinin tth olduğunu
söylemeniz hususunda sizi yalanlamışlardır. Yani, "Onlar ilâhlardır"
süzünüz konusunda sizi tekzib ettiler" demektir. Yâ ile olan kıraate göre
ise, mana donlar sizi, "Rabbimiz seni tenzih ederiz" sözümüzden
ötürü, bu vesileyle jatenladılar" şeklinde olur ki, "kalem ile kalem
vesilesiyle yardım" deyimine benzer.
Ayetteki "O halde
ne (azabınızı) döndürmeye, ne de herhangi bir yardıma muktedir
olacaksınız" cümlesine gelince, bil ki bu fiil; hem jtie hem de tâ ile
okunmuştur. Tâ ile okunması halinde mana, "Ey kâfirler, sizler azabı
kendinizden men etmeye kadir olamayacaksınız" şeklinde olur. Buradaki
sarfen kelimesinin "tevbe" anlamına geldiği söylendiği gibi, yine
bunun "yol, çâre arar" anlamına gelen kelimesinden olmak
üzere,"çare, tedbir, yol"anlamına geldiği de söylenmiştir. Ya da
mana, "Sizin putlarınız ve ilahlarınız sizden azabı savuşturmaya ve sizin
için çâreler bulmaya kadir olamaz, olamayacak" seklindedir.
[73]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sizden kim zulmederse, ona büyük bâr azab taddmnz" ifadesine
gelince, bu hususta iki mesele bulunmaktadır.
[74]
Bu ifade, yâ ile üöiı
şeklinde de okunmuştur ki, buradaki fail zamiri ya Allah'û Teâlâ'ya racidir, ya
da zulme...
[75]
Mu'tezile, büyük
günah işleyenlerin mutlaka
azâb göreceklerine dair, bu ayete (de) tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir:
"Şart sadedinde gelirse, men edatının umûm ifâde ettiği malûmdur.
"Muhakkakki şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) ayetinden dolayı
kafirin zalim olduğu, "Kim tevbe etmezse, işte o kimseler
zâlimlerin ta kendileridir" (Hucurdt, 11) ayetinden do/ayı da, fâstktn
zâlim olduğu sabit olmuştur. Buna göre, bu âyetle de, fâsıkın afvolunmayıp
aksine kesin olarak azaba duçar olacağı sabit olmuştur."
[76]
Buna şöyle cevap
verilir: "Biz, şart sadedinde geldiği zaman men edatının umûm ifâde
ettiğini kabul etmiyoruz. Bu hususta bizim görüşümüz, usûlü'l-fıkha dair
(eserimizde) geçmişti. Bunun umûm ifâde ettiğini kabul etsek bile, bu kati
olarak mıdır, yoksa zahiren midir? Katî olarak umûm ifâde ettiğini iddia
etmekte doğru değildir; çünkü meşhur örfte bazan umum ifâde eden sigaların
kullanıldığım ve fakat astında umumun kasdedilmeyip ekseriyetin veya muayyen
kimselerin murad edildiğini görmekteyiz. Bunun delili Cenâb-ı Hakk'ın "Şu
muhakkak ki, inzâretmesen de... inanmazlar" (Bakara, e)
ayetidir. Halbuki küfredenlerden birçoğu imân etmiştir. O halde bu ancak şu
şekilde savunulabilir: ifâdesi, her ne kadar umûm ifâde etsede, ancak ne var
ki, bundan murad edilen, ya çoğunluktur, ya da muayyen kimselerdir. Her iki
durumda da umûm ifâde eden lafızların, ekseriyyeti ifâde için kullanılmış
olduğu hususunun açık ve zahir bir örf olduğu sübût bulmuş olur.
Durum böyle olunca, bu
slğalann umûma delâlet edişleri, kati olmayıp zahiridir Fakat bu, afvın caiz
olmasını nefyetmez. Haydi diyelim ki delâleti katî olsun. Fakat biz "Sizden kim zulmederse (...) "
ifâdesinin bu zulmü izâle edecek bir şeyin bulunmamasıyla mukayyet ve meşrut
olduğu hususunda, ittifak etmiştik. Bu durumda diyoruz ki: Bu kimse,
müslümandtr. Fakat sen niçin, zulmü izâle edecek şeyin bulunmadığını söyledin?
Çünkü bize göre avf, onu izâle edecek şeylerden birisidir. Bu af ise, üç şeyin
birisidir. Ve meselenin de başlangıcıdır. Bunun, onun dediği şeye delâletini
kabul etsek bile, bu, mesela "Hakikaten imân edip de, salih amellerde bulunanlara
konak yeri olarak Firdevs cennetleri var "<Ktw, ıo7> ayeti gibi va'd
ayetleriyie çelişki teşkil eder.
İmdi eğer, va'id
(tehdid) ifâde eden ayetler öncelikle nazar-ı itibara alınır. Çünkü hırsızlık
edenin eli, herkese ibret olsun diye kesilir. İlâhi cezayı haketmemiş bir
kimsenin elini, ibret otsun diye kesmek ise, caiz değildir. Binâenaleyh onun
ilahi cezaya müstehak olduğu sabit olunca, -hakettiği iki cezayı birleştirmenin
imkansız olduğunu da beyan ettiğimizden ötürü- hakettiği mükafaatların boşa
gitmiş olduğu sabit olmuş olur" denilirse deriz ki: "Hırsızın elinin
sırf başkasına ibret olsun diye kesildiğini kabul etmiyoruz. Baksan? hırsızın
tevbe etmesi halinde de eli, bu maksadla değil ama bir mihnet (sıkıntı) olsur.
diye kesilir. Bunu bir tarafa bıraksak bile Cenâb-ı Hakk'ın "sizden kim
zulmederse" ifâdesi belli bir kavme hitabtır. O halde Allah'ın bunları
affetmeyeceğini farzetsek bile, Cenâb-ı Hakk'ın başkalarını da affetmeyeceğini
nasıl söylersin.
[77]
Hakk Teâlâ'nın "Sen
'den evvel gönderdiğimiz her bir peygamber de, yemek yer çarşılarda yürürdü
" •âdesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[78]
Bu, müşriklerin
"Bu nasıl peygamber, yemek yiyor,
çarşı-pazar geziyor" (Furtan, 7) şeklindeki sözlerine bir
cevabtır. Allah Teâlâ
bunun bütün peygamberlerde otan sCnnetullahı olduğunu,dolayısıyla bunu tenkide mahal
olmadığını beyan buyurmuştur.
[79]
Aslında burada elifin
fethası ile denilmeliydi. Çünkü sözün
ortasında gelmiştir. Bunun meksur okunması ancak ibtidâ (başta bulunma) halinde
söz konusudur. İste randan dolayı âlimler şu izahları yapmışlardır:
a) Zeccac:
'dan sonra gelen cümle, mahzûf bir mevsûfun sıfatıdır ve takdiri. Biz, Sen'den
önceki peygamberlerden gönderdiğimiz herbiri de, mutlaka yediler, çtiler,
gezdiler" şeklindedir. Buna göre, (peygamberlerden) ifadesinde, mahzûf mevsûfa bir delâlet bulunduğu için, bu
hazfedil m iştir. Bunun bir benzeri "Biz (meleklerden) herbirinin belli bir makamı
vardır" t. 164) ayetidir. Bunun takdiri de, şeklindedir"
demiştir.
b) Ferrâ
şöyle der: "Bu ayette "peygamberlerden" ifadesi bulunmasından
ötürü, ayrıca zikredilmesine gerek görülmeyen bir ismin "sıla"sıdır.
Buna göre takdiri şeklindedir. Bu tıpkı{safttt. 164) ayetinin ... akdirinde
olması gibidir. Hakk Teâlâ'nın
"Herbiriniz mutlaka oraya uğrayacaksınız" (Meryem, 71) ayetinin,
"oraya uğrayacak olan - jtlaka uğrayacak" takdirinde olması gibidir.
Binâenaleyh Zeccâc m görüşüne göre Tiahzuf olan mevsuftur, Ferrâ'nınkine göre
ise mevsûldür. Halbuki Basralılara göre, nevsûlü hazfedip, sılayı bırakmak caiz
değildir.
c)
İbnü'l-Enbârl şöyle der: maddesi, istisna edatından sonra başında bir . âv
takdir edilerek, şeklinde meksûr kılınır.
d)
Bazıları da ayetin takdirinin "Ancak
şöyle denilmiştir" şeklinde olduğunu söylemiştir.
[80]
Buradaki fiil, meçhul
olarak (yürütülürler), yani "ihtiyaçları, yahut insanlar onları yürütür,
yürümeye mecbur eder" şeklinde de okunmuştur. Eğer birinci kıraat
mütevatir z masaydı, böyle okunması daha uygun sayılabilirdi.
[81]
Hakk Teâlâ'nın
"Sizin bazınızı bazınıza bir fitne yaptık" ifadesiyle ilgili birkaç
mesele var:
[82]
Bununla ilgili olarak
şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu ifade,
müşriklerin ileri gelenleri ite fakir sahabe hakkındadır. Buna göre soylu
birisi, daha düşük derecede birisinin kendinden önce müslüman olduğunu görünce,
o müslüman olduğu için, müslümanlığa tenezzül etmiyor, kendisi gibi asil
(zengin) olmayan kişinin, bu hususta kendisini geçmiş olmaması ve daha üstün olmaması
için, inkârını sürdürüyordu. Bunun delifi, Hakk Teâlâ'nın"£^er o (imân)
hayır olsaydı, onlar bizi bu hususta geçemezlerdi" (Ahkât, n) ayetidir.
Bu, Kelbİ, Ferrâ ve Zeccâcın görüşüdür.
b) Ayet,
bütün insanlar hakkında genel bir ifadedir. Ebu'd Derdâ Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir,
"Veyl (o cehennem vadisi), cahillerin yüzünden (onlara
öğretmedikleri için) âlimlere, tebâsmdan ötürü hükümdarlara; hükümdarlardan
ötürü, tebâsına; köleden ötürü efendiye; güçsüzden ötürü güçsüze ve güçlüden
ötürü güçsüze olacaktır. Çünkü onlar birbirleri için bir fitne (İmtihan
vesilesidir)[83]dedi ve bu ayeti okudu.
c) Bu,
sıkıntıda olanlar ile refahta olanlar hakkındadır. Çünkü sıkıntıda olan şöyle
der (düşünür): Ben yaratılış, huy, aktl, itim, nzık ve ecef hususunda niçin
refahta o/an gibi kılınmadım? Bu , İbn Abbas ve Hasan el-Basrf nin görüşüdür.
d) Bu, insan
olma ve insanlık özellikleri hususunda, kendileriyle aynı olmasına rağmen, bu
peygamberliğin Hz. Muhammed (s.a.s)'e verilmesi hususunda o müşriklere karşı
bir delil getirmedir. Buna göre Cenâb-( Hakk peygamberleri, gönderildikleri
kavimler ve onların eziyetleri ile, ibtila (imtihan) etmiştir. Nitekim Cenâb-ı
Hakk, "Sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden birçok
eziyetler duyacaksınız"\au imran, ı«) buyurmuştur. Peygamber gönderilen
kavimlerde, hasedleri daha evvel reis-başkan sözü dinlenir, hizmet edilir iken,
hizmet etmek ve malını-mülkünü (bu uğurda) harcamakla mükellef tutulmaları
sebebiyle, peygamber gelmesinden rahatsız olur, eziyet duyar. En uygun olan,
ayeti bütün bu manalara hep birlikte hamletmektir. Çünkü hepsinin müşterek bir
noktası vardır.
[84]
Alimlerimiz: "Bu
ayet, kaza ve kadere delildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Sizin bazınızı
bazınıza bir fitne yaptık" buyurmuştur" derfer. Cübbâî ise, ayetteki
"ca'l" fiilinin, arif etmek, bildirmek" manasına geldiğini
söyleyerek şöyle der: "Arapça'da hırsızlık apan kimse için, "Falanca
kendisini hırsız kılacak, yani hırsız olarak tanıtacak bir rsızlık yaptı"
denilir. Cübbârnin bu te'vili tutarsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "ca'l"
m, "bir işin o şekilde olduğunu bildirme" manasında değil, onu
"fitne" diye tavsif manasında kullanmıştır. Akıl bile, burada
kastedilenin, Cübbâînin söylediğinden birşey olduğuna delâlet eder. Çünkü
sebebin faili, müsebbebin (neticenin) de jir. Binâenaleyh Allah Teâlâ'nın,
"safra" ve "hararet" mizacında yaratıp, I landisinde öfkeyi
yerleştirdiği ve öfkelendiren şeye muttali olabilecek idrâki verdiği İ asana
bak. Bu toplamı (yani bunların toplamı olan insanı) yaratan, şüphesiz, ondaki i
Afcenin de yaratıcısıdır. Hased ve benzeri huyların durumu da böyledir. İşte
tam bu I aafctada, onlan birbirine "fitne" kılanın da Hakk Teâlâ
olduğu anlaşılır. Biz, CübbaTnin :©cıği gibi, buradaki "caT'in, hüküm
vermek, (bildirmek) manasına olduğunu kabul «sek bile, "kılınan" şey
eğer değişirse onun değişmesi Cenâb-ı Hakk'ın doğru I tûkmünün yalan çıkmasını
gerektirir. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh bu "ca'l" f.iima' 'nın ve
kılınanın değişmesi de imkansızdır. İşte bu durumda, kaza ve kaderin ocuğunu
söylemek gerekir.
[85]
Bu, ayetin
kendinden Öncekiler ile
ilgisini izah hususundadır.
Çünkü o müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'i,
yemek yediği,
çarşı-pazar gezdiği ve fakir olduğu için tenkid edince, onların bu sözleri sanki
hurafe gibi olmuş olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğine delil
bulununca, bu gibi sözlerin, jn nübüvvetini zedeleme hususunda bir tesiri olmaz.
Binâenaleyh Hz. Peygamber (s as) müşriklerden, sövüp-saym al arından, abuk-sabuk
sözler söylemelerinden ve aoğru cevabı anlamaya yanaşmamalarından ötürü rahatsız
olmuştur. İşte bu sebeple de Resulünü, bütün bu eziyetlere sabra davet etmiş ve
halkın bir kısmının bir kısmı in fitne yaptığını beyan etmiştir.
Allah Teâlâ'nın "Sabredecek misiniz. Rabb'm herşeyi
'akkıyla görendir" ayetiyle ilgili birkaç mesele vardır:
[86]
Mu'tezile şöyle der:
"Eğer Hakk Teâlâ'nın, "Sizin bazınızı bazınıza fitne yaptık"
ifadesi ile, bunun böyle olduğunu haber vermesi manası kastedilmiş olsaydı, bunun
peşisıra, 'Sabredecek misiniz" ifadesini getirmezdi. Çünkü âciz olana
emretmek caiz değildir."
[87]
Bu ifadenin
manası, sizler Allah'ın
sabredenlere vaadettiklerini bilip dururken, belâlara sabretmez misiniz?
Senin Rabbin basîrdir,
yani sabredeni de, sabretmeyeni de görür, bilir ve herbirine, hakettiği mükâfaat ve
cezaya göre karşılık verir" şeklindedir.
[88]
"Sabredecek
misiniz?" bir soru olup, bununla
takrir (sabredin) manası
kastedilmiştir. Binâenaleyh bunun
"fitne"
lafzından sonra zikri, tıpkı "Hanginiz en güzel şekilde amel edeceksiniz
diye, sizi imtihan etmek için"{mü\k 2) ayetindeki "ibtila"
(imtihan) kelimesinden sonra lafzı gibidir.
[89]
"Bize kavuşmayı
ümit etmeyenler dediler ki: "Bizim üzerimize melekler indirilmeli
değil miydi? Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik? Andolsun ki onlar
içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi aşmışlardır.
Melekleri görecekleri gün, "Evet o gün günahkârlara, hiçbir sevinç haberi
yoktur. Size (müjde) yasak edilmiştir, yasak!" diyeceklerdir. Biz onların
yaptıkları amellerin önüne geçtik ve bun/an saçılmış (boşa gitmiş) zerreler
yaptık. O gün cennet yaranının duracakları yer, çok hayırlı dinlenecekleri
yer çok güzeldir'.' (Furfcân, 21-24).
Bil ki "Bize
kavuşmayı ümid etmeyenler dediler ki", ayeti Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini kabul etmeyenlerin dördüncü şüpheleri olup, bunun neticesi,
"Attan, Hz. Muhammed (s.a.s)'m iddiasında haklı ve doğru olduğuna şehâdet
etsinler diye niçin melekler indirmeli, yahut Allah'ın onu bize peygamber
olarak haber vermek üzere Rabbimizi görmeli değil miydik?" şeklinde bir
manadır. Bu şüphenin izahı şöyledir: Bir şeyi elde etmek isteyen kimsenin, onu
elde etmek için, birisi ona kesinkes götüren, diğeri götürüp götürmeyeceği
şüpheli olan iki yolu bulunursa, hakîm (hikmetli) kimseye yakışan, maksadına
ulaşması için en kuvvetli ve en güzel yolu seçmektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
Resûlullah'ın paygamberliğinin doğruluğuna şahidler olarak melekler
indirmesinin maksada daha çabuk ulaştıracağında şüphe yoktur. Binaenaleyh eğer
Cenâb-ı Hakk Hz. Peygamber (s.a.s)'i tasdik ettirmeyi istemiş olsaydı,
şüphesiz bunu yapardı. Allah Teâlâ bunu yapmadığına göre, onun Hz. Peygamberi (açıkça)
doğrulamayı irade etmemiş olduğunu anlıyoruz. İşte bu şüphenin tocesi budur.
Sonra bu ayette İlgili birkaç mesele var:
[90]
Ferrâ "Bize kavuşmayı ümit etmeyenler" ifadesinin "Onlar, bize
kavuşmaktan
korkmazlar" manasında
olduğunu, ayetteki
"recâ" (ümld)in, "korku" yerine anılmasının,
bir inkâr manası taşıdığında, Tihâme lehçesi üzeredir. Hakk Teâlâ'nın (Nûh, 13)
ayetinin "Allah'ın azametinden korkmazlar" demek olduğunu
söyler. Kâdî ise şöyle der: Böyle bir izah manasızdır. Çünkü bir sözü, hakiki
-anaya hamletmek mümkün iken mecazi manaya hamletmek caiz değildir.
Putperestlerin durumunun ahireti inkâr etmeleri yüzünden ilâhî cezadan
endişelenmedikleri gibi, bizimle karşılaşmayı ve yapılan taatlara karşı, cennet
ve diğer -ı jkâfaat vaadlerimizi ummayacakları malumdur. Bunu ummayanların,
ilahi cezadan endişelenmeyecekleri de malumdur. Demek ki o korku, bu recâya
(ummaya) tabidir.
[91]
Mücessime Cenâb-ı
Hakk'ın "Bize kavuşmayı" ifadesine tutunarak, Allah'ın bir cisim
olduğunu ileri sürmüşler ve şöyle demişlerdir:
"Lika, varmak, ulaşmak
demektir.
Nitekim "Ona
ulaştı, onunla bitişti, kenetleşti" manasında denilir. Cenâb-ı Hak da
"su (ezelde) takdir edilmiş bir emr üzerinde birleşiverdi"{Kamm, i2)
buyurmuştur. O halde, bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın cisim olduğuna oelâlet
eder." Mücessimenin bu görüşüne şu iki yolla cevap verilmiştir: Birinci
yol, biz ehl-i sünnet alimlerinin bazılarının yoludur ki, onlar şöyle
demişlerdir: Buradaki likâ"dan maksat görmektir. Çünkü gören kimse,
görmesi vesilesiyle, görülen şeyin "akikatına ulaşır. Binâenaleyh, bu
demektir ki "Lİkâ" görme çeşitlerinden birinin adıdır. Diğer çeşidi
ise, bitişmek, kenetlenmek ve dokunmadır. Binâenaleyh bu ayet tşte bu açıdan
Cenâb-ı Hakk'ın görülebileceğine delâlet eder. İkinci yol, Mu'tezile'nin
yoludur. Nitekim Kâdî şöyle demiştir: "Ayetteki kelimesini gözün görmesi
anlamına alma, Arapça'yı bilmemek sayılır. Nitekim duada "Allah seni
hayırla karşılaşın" denilir. Ve yine bazan bir kimse, daha sonra onu ister
görsün ister görmesin, "Emîrle karşılaşmadım der. Yine âmâ olan kimse
hakkında, emîr kendisine müsaade edip engel çıkarmadığında "Emîrle
karşılaştı" denilir. Yine birisi karanlık bir gecede onu görmediği halde
birisiyle karşılaştığında îlüj "onunla karşılaşır" denilir. O halde
bu demektir ki, buradaki "HkA"dan maksad, "o öyle bir gündür ki
hiçbir kimse kimseye hiçbir şeyle fâide vermeye muktedir olamayacaktır. O gün
emîr (yalnız) Allah'ındır" (inmât.M) buyurulan günde, başkasının hükmüne
değil, O'nun hükmüne varmak ve yönelmek demektir, yoksa gözün görmesi anlamında
değildir."
Bil ki bu söz
tutarsızdır. Çünkü biz, "Hkâ"yı gözün görmesi anlamına almıyoruz. Tam
aksine biz bu kelimeyi gözün görmesiyle bir şeye bitişip onunla kenetleşme manası
arasında müşterek olan bir mana ile yorumluyoruz. Bu da, o şeye kavuşmaktır.
Biz, gören kimsenin görmesi vesilesiyle görülen şeye ulaşacağını beyan
etmiştik. O halde, pekçok mana arasında müşterek olan bir manayı ifade etmek
için vaz olunmuş olan bir laftz, o manalardan herbiri için kullanılabilir. O
halde kişinin "Allah seni hayırla karşılasın" âmânın "emirle
karşılaştım", gören kimsenin "onu gördüm" anlamında '*& ve
gören kimsenin "Ona ulaşamadım" anlamında, şeklindeki sözleri doğru
ve yerindedir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz ki: Cenâb-ı
Hakk'ın "Bize kavuşmayı ümit etmeyenler" ifadesi, onları zemmetmek
sadedinde gelmiştir. Binâenaleyh bu kavuşmayı ummanın mevcut olması gerekir.
"Llkâ"nın ifade ettiği şey, mekân bakımından ulaşma ile görmenin
sağladığı ulaşma arasında müşterektir. Birincisi, imkansızdır, o halde ikincisi
ister istemez taayyün edip ortaya çıkar. Kâdî'nin, "Ayetteki lika, onun
hükmüne başvurmak manasındadır" şeklindeki sözü, bu lafzı, delil
olmaksızın zahirî manasından uzaklaştırmaktır. Binâenaleyh ayetin, görmenin
sıhhatine, hatta vücûbuna, hatta ve hatta bunu inkâr etmenin kâfirlerin
dininden olduğuna delâlet ettiği sabit olmuştur.
[92]
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin
manası, "indirilmeli değil
miydi?" şeklindedir. Kelbî ve Mukâtil, "Bu ayet, nübüvveti ve
öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden, Ebû Cehil, Velid İbn Muğîre ve arkadaşları
hakkında nazil olmuştur" demişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Andolsun ki, onlar içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir
azgınlıkla haddi aşmışlardır" ifadesine gelince, bii ki bu kâfirlerin o
dördüncü şüphelerine cevaptır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[93]
Bu mesele bu ifadenin
o şüpheye nasıl bir cevap teşkil ettiğinin izahı hakkındadır. Bu İzah, şu
birkaç yönden yapılabilir:
a) Kur'ân'tn
mucize olduğu aşikâr o/unca, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti de sabid olmuş,
kesinleşmiş olur. Artık bundan sonra bu gibi mucize talebinde bulunmak, böyle
bir isteK ileri sürmek, sırf bir büyüklenme ve işi yokuşa sürmedir.
b) Melekler
inmiş olsaydı, bu da o mucizeler cümlesinden olurdu. Ve, bu iş meleklerin
inişine tahsis edildiği için Hz. Muhammed'in nübüvvetinin doğruluğuna yine de
delâlet etmezdi. Tam aksine, onun mucize oluşunun umûmi olmasından ve böylece
de o mucizeyi kabul etmek berikini reddetmek, birbirine müsavi olan iki şeyden
birini herhangi bir üstünlük ve tercih sebebi bulunmaksızın, diğerine tercih
etmek olur ki, bu da yine sırf büyüklenme ve işi yokuşa sürmedir.
c) O müşriklerin Rablerini görmeleri,
Rablerinden Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin doğru olup olmadığını
sormaları ve Cenâb-t Hakk'ın da, "Evet, o benim Resulümdür, o benim peygamberimdir" demesi
durumunda bile bu,
Hz. Muhammed'in elinde zuhur eden o mucizeyi tasdike herhangi bir
katkıda bulunmaz. Zira biz açıkladık ki mucize, sözle tasdik etme yerine geçer.
Zira peygamber nübüvvetini iddia ettiğinde, onun: "Ya Rabbi eğer ben bu
sözümde doğru isem, şu öiüyü dirilt" demesi üzerine, normalde böyle bir
şey imkansız olduğu halde, Allah'ın onu diriltmesi ile, doğrudan doğruya
"Doğru söyledin, ey Resulüm!" demesi arasında fark yoktur. Sözlü
tasdik ile, mucize ile meydana gelen tasdik, iddia edilenin ooğrulanması
hususunda eşit olunca, bunlardan ille de birisini istemek
sırf oüyüklenme ve işi yokuşa sürme olur.
d) Biz, ya
Mutezilenin ileri sürdüğü gibi Cenâb-ı Hakk'ın fiillerini maslahatlara göre
yaptığını kabul edecek veyahut da ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebinin ileri
sürdüğü gibi, Allah Teâlâ'nın fiillerini kendi meşîetine göre yaptığını
söyleyeceğiz. Binâenaleyh, eğer birincisi olursa o müşriklerin belli bir
mucizeyi istemeleri caiz olmaz. Çünkü bazan o mucizeyi izhar etmek ancak Allah
Teâlâ'nın bilebileceği bir kötülüğe yol açabilir. Binâenaleyh, ille de muayyen
bir mucizeyi istemek bir küstahlık ve haddini bilmeme olur. Zira o herhangi bir
şeyin faydalı olduğunu zannetti diye onun kesinkes *aydali olduğuna hükmetmiş
olmaktadır. Halbuki kim bunu söylerse o kimse Kendisinin bütün şeyleri
bildiğine inanmış olur ki, bu da büyük bir tekebbür ve büyüklenmedir. Eğer
ikincisi olursa ki bu ehl-i sünnet ve'l-cemaat alimlerinin görüşleridir. Kulun,
Rabbinden bu manada bir talepte bulunma hakkı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak
dilediğini yapandır. O halde, O'ndan böylesi bir talepte bulunmak bir Kibiri ve
kulluk sınırını aşıp, münakaşa ve karşı koyma durumuna geçmektir.
e)
Peygamberler göndermenin maksadı, halka ihsan ve lütufta bulunmaktır. O nalde,
en büyük hükümdar kendisine acıdığı için aciz kimselerden birisine iyilikte
bulunup, bu aciz kimse de, Cenâb-ı Hak ile cedelleşmeye ve karşı koymaya
oaşlayarak, "Ben şunu değil, aksine şunu isterim" derse, o zaman
kendini bilmeyip haddini aştığı için, "bu fakir kendi kendine büyüklendi
ve azarak haddini aştı" denilmesi yerinde olur.
f)
Kastedilen mananın şöyle olması da mümkündür: Allah Teâlâ, "Şayet onların
bu talebi sırf büyüklenmeleri ve azgınlaşarak haddi aşmış olmalarından öne
sürdüklerini bilseydim onların bu isteklerini yerine getirirdim. Ancak ne var
ki, ben biliyorum ki onlar bunu sırf işi yokuşa sürmek ve sarpa sardırmak için
yapmışlardır. Binâenaleyh şayet onlartn bu isteklerini yerine getirmiş
olsaydım, onlar bundan kesinlikle istifade edemezlerdi. İşte bu sebeple
şüphesiz onların bu isteğini yerine getirmedim" demiştir. Bu izah,
lafızdan anlaşılmaktadır.
g)
Belki de onlar, ehl-i kitaptan Allah
Teâlâ'nın, dünyada görülemeyeceğini ve dünyada avama melek indirmeyeceğini
duymuşlardı, bunu biliyorlardı. Ama onlar, iman etmelerini sırf işi sarpa sardırmak yahut da istihza etmek için
buna bağlamışlardır.
[94]
Mu'tezile şöyle
der:"Ayet, Allah Teâlâ'nın görülemeyeceğine delâlet
etmektedir. Çünkü o, görülebilseydi, böyle bir talepte bulunmak, haddi aşma
ve büyüklenme
olarak nitelenmezdi. Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki onlar,
içlerinde kibir ve azamet saklamışlar ve büyük bir azgınlıkla haddi
aşmışlardır' şeklindeki İfadesi, ancak onların görmeyi istemelerinden dolayı
söylenmiş bir ifadedir. Öyle ki, onlar şayet sadece meleklerin inmesini
istemekle yetinmiş olsalardı, onlara bu şekilde hitab edilmezdi. Bunun delili
şudur: Allah Teâlâ diğer bir ayetinde, kendisinin görülmesi meselesini
müstakilleri ele almış, bu ayette de bu işin çok büyük bir şey olduğunu
belirtmiştir. Bu da, "Ey Musa, biz Allah 7 apaşikâr görünceye kadar, sana
kaüyyen iman etmeyiz" (Bakara, 56) ayetidir. Cenâb-ı Hak, bîr başka
ayetinde de meleklerin inişinden bahsetmiş, fakat burada bu işin çok büyük bir
şey olduğunu belirtmemiştir. Bu da o müşriklerin "Bize melekler
indirilmeli ve biz melekleri görmeli değil miydik?" şeklinde sözleridir.
Böylece, işte bu yaptığfmız izahla bu ayetteki büyüklenme ve küstahlaşarak
haddi aşma gibi ifadelerin yer almasının, sırf Cenâb-ı Hakk'tn görülmesini
talep etmekten dolayı olduğu sabit olmuş olur."
Bil ki bu hususla
ilgili sözümüz Bakara Sûresi'nin tefsirinde geçmişti. Biz burada sadece şunu
beyan etmek istiyoruz: Cenâb-ı Hakk'ın "Bize kavuşmayı ümid etmeyenler!.',
ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın görülebileceğine delâlet eder. Ama bu ayette yer alan,
"büyüklenme, küstahlaşarak haddi aşma'.: gibi ifadelerin Allah'ın
görülmesinin imkansız olduğuna delâlet etmiş olması mümkün değildir. Çünkü
imkansız bir şeyi isteyen kimse hakkında "O, haddi aştı ve
büyüktendi" denilmez. Baksana İsrailoğulları, "Ya Musa, onların nasıl
tanrıları varsa, sen de bize öyle bir tanrı yap!" (A'rât, 13e)
dediklerinde, onlar hakkında bu imkansız işi talep etmiş olmalarından dolayı
"büyüklendiler, küstahlaşarak haddi aştılar" ifadeleri kulanılmamış,
tam aksine "muhakkak ki sizler cahil bir toplumsunuz" denilmiştir.
Aksine haddi aşma ve büyüklenme vb. ifadeler ancak, insan ya kendisine
yakışmayan şeyi kendisinden üstün olandan istediğinde veyahut da o istediği şey
kendisine uygun olur ama o da onu işi sadece yokuşa sürdürmek maksadıyla talep
ederse, kullanılır. Netice olarak diyebiliriz ki biz, rü'yetullah ister
imkansız, isterse mümkün olsun, büyüklenme ve haddi aşma kelimelerinin hakikati
hususunda pekçok izahlar yapmıştık. Hz. Musa'nın Cenâb-ı Hakk'tan onu görmek
istediğinde, Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'yı bu şekilde tavsif etmemiş olduğu da
buna bir delildir. Çünkü Hz. Musa (a.s) O'nu görmeyi arzuladığı için, böyle bir
talepte bulunmuştur. Halbuki bu müşrikler, bu görme işini bir deneme ve işi
yokuşa sürme amacıyla istemişlerdir. Bu sebeple de pek yerinde olarak Cenâb-ı
Hak onları bu şekilde nitelemiştir. Binâenaleyh Mu'tezile'nin ileri sürdükleri
iddianın yanlışlığı sabit olmuş olur.
[95]
Cenâb-ı Hak
"içlerinde" buyurmuştur. Çünkü onlar, büyüklenmeyi kalblerinde saklayıp,
buna bu şekilde
inanmışlardı. Nitekim
Cenâb-ı Hak "göğüslerinde, hiç şüphe yok ki, asla yetişemeyecekleri bir büyüklükten
başka birşey yoktur" buyurmuştur.
Ayetteki "Onlar
zulümde haddi aştılar" demektir. Nitekim Arapça'da "Falanca haddi aştı"
denilmektedir. Allah bu haddi aşmayı, "büyük olmakla" vasfetmekle,
bunun çok büyük bir günah olduğunu bildirmiştir. Buna göre mana, "onlar bu
denli büyük sözü söylemeye ancak kendilerinin büyüklerime ve azgınlıkta had
noktaya varmış olmalarından dolayı cesaret edebilmişlerdir" şeklinde olur.
Cenab-ı Hakk'ın
"Melekleri görecekleri gün, "Evet o gün günahkârlara hiçbir sevinç
haberi yoktur. Size (müjde) yasak edilmiştir, yasak!" diyeceklerdir"
ifadesine gelince, bu o müşriklerin, "Bize melek indirilmeli değil
miydi?" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Böylece Allah Teâlâ onların
istedikleri o şeyin tahakkuk edeceğini, ancak ne var ki ondan ötürü, hoşlarına
gitmeyen şeylerle yüzyüze geleceklerini beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele
bulunur:
[96]
Alimler bu ifadenin
başındaki kelimesinin mansub olması hususunda şu iki izahı yapmışlardır:
1) Bu
kelimeyi nasbeden âmil tfp* H ifadesinin delalet ettiği şey olup, ifadenin
takdiri "Melekleri görecekleri günde, müjde talep ederler" şeklinde
olmuş olur. Buna göre ayetteki kelimesi bir tekrar ifade etmiş olur.
2) İfadenin
takdiri "Onların melekleri göreceği günü hatırla, an' şeklindedir.
[97]
Alimler, bu günün
hangi gün olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas
"Cenâb-ı Hak bununla ölüm zamanını kastediyor" derken, diğerleri
Kıyamet gününü kastettiğini söylemişlerdir.
[98]
Kâfirlere, "müjde
yok!" denilmiştir. Çünkü kâfir, her ne kadar sapık ve saptıran olsa
bile, ancak ne var ki o,
kendisinin hidayete
ermiş bir muhtedi olduğuna inanır. Böylece de işte bu hususta büyük bir mükâfaat beklemektedir.
Bir de onlar çoğu kez, kendisinden fayda umdukları şeyi yapmışlardır. Zutme
uğrayan kimseye yardım etmek, fakire iyilik etmek ve sıla-i rahimde bulunmak
vb. Ancak ne var ki kâfirler, bu gibi güzel şeyleri küfürleri sebebiyle iptal
etmişlerdir. Böylece Cenab-ı Hak onların ta işin başında sonsuz bir ümitsizliğe
ve hüsrana delâlet edecek bir söze muhatap olacaklarını beyan buyurmuştur ki, bu
da son derece elem verici bir şey olup, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar için,
Allah'tan hiç de ummadıkları şeyler zuhura gelmiştir" (Zümer, 47)
ifadesinden kastedilen husustur.[99]
Normal olarak,
"onlar melekleri gördükleri
günde, kendilerine "müjde" yoktur" denilmesi gerekirdi.
Ancak ne
var ki, Cenâb-ı
Hak, "mücrimler için müjde
yoktur" buyurmuştur ki, işte bu sebeple bu hususta şu iki izah
yapılmıştır:
a) Bu, zamir yerine getirilmiş bir zamir
isimdir.
b) Bu genel bir ifadedir. Binâenaleyh mücrimler
tabiri genel olması sebebiyle burada söz konusu kimseleri de içine alır.
Mu'tezile şöyle der:
"Bu ayet, fasık kimselerin ilahî azaba dûçâr olacaklarına ve
affedilmeyeceklerine katî olarak delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın
''mücrimlere hiçbir sevinç haberi yoktur" ifadesi, nefyin peşinden gelmiş
olan nekire bir kelimedir. Binâenaleyh bu ifade, bütün zamanlardaki bütün müjde
çeşitlerini içine alır. Bunun delili şudur: Bu hükmü yalanlamak isteyen kimse,
"Hayır, onun için falan vakitte müjde vardır" der. Bu hükmü
yalanlamak için müjdenin herhangi bir vakitte olabileceği sabit olunca, biz
Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinin, bütün vakitlerde bütün müjde çeşitlerinin
nefyedilmesini gerektirdiğini anlamış oluyoruz. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu
olumsuzluğu, "yasak edilmiştir, yasak" ifadesiyle de te'kid etmiştir.
Çünkü Allah'ın affetmesi, en büyük müjdedir. Cehenneme girdikten sonra oradan
kurtulmak en büyük müjdedir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şefaatte bulunması en
büyük müjdedir. Binâenaleyh böylesi bir müjdenin hiçbir mücrim için sabit
olmaması gerekir."
Bizim, ayetlerin umûm
ifade eden sığalarına tutunmaya ve bunları delil getirmeye dair açıklamamız
defalarca geçmiştir. Müfessirler, bu ayette geçen "mücrimler"
ifadesiyle kâfirlerin kastedildiğini, bunun delilinin ise, Cenâb-i Hakk'ın,
"Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah ona cennetini haram kılar" (Makie,
72) ifadesinin olduğunu söylemişlerdir.
[100]
Ayetteki ifadelerinin tefsin hakkındadır. Slbeveyh,
çekimi olmayan ifadelerinde ve ifadelerinde olduğu gibi fiilleri açıktan
getirilemeyen fiiller ile mansûb olan masdarlar konusunda şunu söylemiştir:
"Bunlar, Arapların bir düşmanla karşılaştıklarında veya başlarına bir belâ
ya da bir musibet galdiğinde, istiâze (Allah'a sığınma makamında) yerinde
kullanmış oldukları birtakım kelimelerdir. Nitekim bir kimse diğer bir kimseye,
"Falanca şöyle şöyle yapıyor" der, kendisine bu söz söylenilen kimse
de "Allah'a sığınırım ne diyorsun?" der. Bu deyim birisi birisini bir
şeyden men ettiğinde kullanılan "onu
men etti" ifadesinden alınmıştır. Çünkü, Allah'a sığınan (istiâze) kimse,
Allah'tan kötü şeyleri engellemesini ve o kötü şeyin kendisini bulmamasını
ister. Buna göre mana, "Allah'tan bunu engellemesini ve buna mani olmasını
isterim" şeklinde olur. İmdi şayet, "Bu ifadenin bu tür
masdarlarından olduğu sabit olduğuna göre, daha bunun yeniden ifadesiyle te'kid
edilmesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu sıfat kelimesinin
manasını tekid etmek için gelmiştir. Bu Arapların demesi gibidir. kelimesi hor
ve hakirlik anlamına gelir.
[101]
Alimler, bu sözü
söyleyenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf ederek, şu üç görüşü ileri
sürmüşlerdir:
Birinci görüş: Bunlar,
kâfirlerdir. Bu böyledir, çünkü bu ftürier, meleklerin inmesini talep ve arzu ediyorlardı.
Daha sonra bu kâfirler o etekleri ötürken ve Kıyamet gününde gördüklerinde
onlarla gözgöze gelmekten taslanmamışlar ve onlardan korkmuşlardır. Çünkü o
kâfirler meleklerden hep kavlanmadıkları şeyleri görüp, bunlarla
karşılaşmaktadırlar. İşte bu sebeple kâfirler 2 melekleri gördüklerinde, kendi
düşmanlarıyla karşılaştıklarında ya da bir belâ, -jsibet geldiğinde
söyledikleri bu sözü söylemişlerdir.
İkinci görüş: Bunu
söyleyen melekler olup, bunun manası "Size, ilahi mağfiret, cennet ve
müjde haram kılındı haram!" demek olup, yani "Allah bunu size haram
Udi, haram!" demektir. Bu görüşte olanlar kendi aralarında ihtilaf ederek,
bunlardan mazıları şöyle demişlerdir:
1) Kâfirler,
kabirlerinden çıktıklarında onların muhafızı olan bekçi melekler onlara "haramdır
haram!" derler.
2) Kelbî
söyle der: "Bunlar cennetin kapılarında bulunan melekler olup, mü'minleri
cennetle müjdelerken, müşriklere de "Burası size yasaktır yasak!"
derler.
3) Atiyye'de şöyle demiştir: "Kıyamet
gününde, melekler mü'minlert sevinçli haberlerle karışlarlar. İşte tam o sırada
kâfirler bunu görünce, meleklere, "Bize de sevinçli haberler verin"
derler. Bunun üzerine de melekler, "Size yasaktır yasak" derler.
Üçüncü görüş: Bu
Kaffâl ve Vahidî'nin görüşü olup, aynı zamanda Hasan el-Basrl'den gelen bir
rivayettir. Buna göre kâfirler, Kıyamet günü kendilerini korkutan o şeyi görüp
müşahede ettiklerinde, bundan sığınırlar da "sığınırız sığınır"
derler. Bunun üzerine de melekler, "Bu gün şerrinden korunulamaz"
derler.
[102]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince, Mücesslme işte bu ifadeyle Allah'ın cisim olduğuna dair
İstidlalde bulunarak, "Çünkü gelme işi, ancak cisimler hakkında söz konusu
otur" demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Gelme işinin
Allah hakkında imkansız olduğuna dair delil bulunmaktadır. Çünkü gelme işi,
hareket ifade eder. Hareketle nitelenen ise, muhdes varlık olur. İşte bundan
doiayı Hz. İbrahim (a.s) yıldızların kayıp gitmesi (ufûl) ile, onların sonradan
yaratılmış olduklarına istidlal etmiştir. Allah Teâlâ'nın da muhdes olmadığı
sabittir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesini tevil etmek gerekir. Bu tevili şu
birkaç bakımdan yapabiliriz:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin manası, "Biz onların amellerine yöneldik"
şeklindedir. Çünkü bir şeye yönelen, ona kastediyor, varıyor demektir.
Kendisine yönelinen şeyde müessir olan ise kasd'dır. O halde bu demektir ki,
mecaz üslubuyla müsebbeb zikredilmiş, sebep murad edilmiştir.
2) Bununla
meleklerin, ahirette hesap mahalline gelmeleri kastedilmiştir. Melekler Cenâb-ı
Hakk'ın emriyle buraya gelmiş olunca, Cenâb-ı Hakk'ın mecazî olarak Uioîj
"Biz geldik" demesi caizdir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın
"Nihayet onlar
bizi gazaplandırmca
kendilerinden intikam aldık" (Zuhruf, 55) ifadesidir.
3) Krallar
bir memlekete girdiklerinde, orayı ifsat ederler. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk
onlann amellerini yok edip, tamamıyla boşa çıkarınca, işte bu durum meliklerin
ayak bastığı yerlere benzemiş olur. Bu sebeple de Cenâb-ı Hakk buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk bu buyruğu ile onların iyilik
diye inandıkları ve kendilerini, Allah'a yaklaştıracağını sandıkları
amellerini kasdetmiş olup, buna göre mana, "Yaptıkları hangi amel olursa
olsun" şeklinde olur.
[103]
Cenâb-ı Hakk'ın "bunları saçılmış (boşa gitmiş) zerreler
yaptık" ifadesine gelince, bu, "Biz onları geçersiz kıldık ve onları
adeta avuca alınması mümkün olmayan toz zerrecikleri gibi faydalanılması mümkün
olmayan bir biçime soktuk" demek olup, bunun bir benzeri de Cenâb-ı
Hakk'ın "dümdüz ve engin göllerdeki bt serap gibidir"{Hut, 39);
"fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül" (İbrahim,
18) ve "yenilmiş ekin gibi" (rı, 5) ifadeleridir. Ebû Ubeyde ve
Zeccâc şöyle demektedirler: (Hebâen) tıpkı
pencereden güneş ışınlarıyla beraber içeri düşen toz zerrecikleri gibi olan
şeydir." Mukâtll ise bunun, hayvanların tırnaklarından uçuşan toz
zerecikleri olduğunu söylemiştir.
Ayetteki "O gün
cennet yaranının duracakları yer çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok
güzeldir" ifadesine gelince, bil ki Cenâb-ı Hakk kâfirlerin halinin
perişan olduğunu, onların tamamen iflas ettiklerini ve alabildiğine bir
pişmanlık içine düştüklerini beyan edince, hazzın ve zevkin, Allah'a îaatte
duyulan hazla ve manevi zevkler olduğuna dikkat çekmek için, cennetlikleri de
tavsif etmeye başlamıştır. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:
[104]
Birinci soru: Ateşte
hayır olmadığı halde ve bal hakkında, "Bu sirkeden daha tatlıdır" den
ilemeyeceği ne göre, cennetlikler daha nasıl, "Kalacakla/ı yer bakımından,
cehennemliklerden daha hayırlıdır" denilebilmiştir?
Buna birkaç bakımdan
cevap verilebilir:
1) Bu
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı daha önce geçmiş olan "Bu mu daha hayırlıdır, yoksa
ebedîlik cenneti mi?" (Furtan, 15) ayeti hakkında yapılmış olan izah
gibidir.
2) Cenâb-ı Hakk bu ifade İle, onların hayrın ve
iyiliğin zirvesinde olduklarını kastetmiştir Yoksa cehenneme nisbeten daha iyi
bir yerde olduklarını kasdetmiş değildir. Bu tıpkı şairin şu sözü gibidir:
"Semâyı yükselten
o zât, bizim için sütunları son derece kıymetli ve uzun olan iht ev
yapmıştır."
3) Bu iki makam arasında söz konusu olan
üstünlük meselesi, yer İle ilgili bir -eseledir. Yer ise, yer olması açısından,
kendisinde bizatihi bir şer, bir kötülük bulunmaz.
4) Bu
üstünlük, öyle farzedilmesi durumuna göredir. Yani, "onlar için burada
karar kılacakları hayırlı bir yer (şayet olmuş olsaydı) bile, cennetliklerin
karar kılacağı yer, cehennemliklerinkinden daha hayırlı olurdu" demektir.
[105]
İkinci soru: Ayet, o
cennetliklerin kalacakları yerin, istirahat mahallerinden başka okluğuna
delâlet etmektedir. O halde, bu nasıl olur?
Buna şu birkaç yönden
cevap verebiliriz.
1)
"el-Müstekarru" kelimesi, karar kılınacak yer anlamındadır. Makfl
ise, kaylûle zamanı anlamına gelecektir. Binâenaleyh bu, onların mekânlarının
en güzel bir yer, zamanlarının da en güzel bir zaman olduğuna işarettir.
2) Evet, cennetliklerin oturdukları yer, kaylûle
(öğle uykusu) yaptıkları yerden :aşkadır. Çünkü onlar, Firdevs cennetinde
kaylûle yaparlar, daha sonra da yine, «aldıkları mahalle gelirler.
3)
Hesap bittikten ve cennetlikler cennete
girdikten sonra, o vakit işte kaylûle zamanıdır. Nitekim
fbn MesÛd: "Cennetlikler cennette,
cehennemlikler de cehennemde
kaylûle yapmadıkça, Kıyamet gününün ogündüzü yan olmaz1' demiştir, ve yine Ibn
Mesûd bu ifadeyi, "sonra onların kaylûle zamanları muhakkak
cehennemdedir" şeklinde okumuştur. Said İbn Cübeyr de şöyle demiştir:
"Allah Teâlâ hüküm verme işine, hesaba çekmeye başladığında, insanlar arasında
kuşluk namazı ile gündüzün yansına kadar olan zaman arası olan bir müddet
içinde hükmünü bitirir. Bunun akabinde, cennetlikler cennette, cehennemlikler
de cehennemde kaylûle yaparlar." Mukfttll ise, "Cennetliklerin hesabı
hafif tutulur. Öyle ki bu iş, dünya günlerinden bir günün yarısı kadar olan bir
zaman içinde olup bitiverir. Sonra da onlar aynı gün, cennette kaylûle
yaparlar" demiştir.
[106]
Üçüncü soru: Size
göre, ahirette cennetlikler uyumayacaklar, cehennemlikler hissettikleri bir
azab içinde; cennetlikler de, hissedip nimetler içinde sürekli kalacaklarına
göre, daha nasıt cennet ve cehennemde kaylûle yapılabilir?
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Cenâb-ı Hakk "Orada, sabah akşam rızıklan da (ayaklarına
gelecektir)"(Meryem, 62) buyurmuştur. Halbuki cennette, akşam sabah diye
bir şey yoktur. Zira Allah Teâlâ, "orada ne bir güneş ne de bir zemheri
görmeyecekler" (Dehr, 13) buyurmuştur. Bir de, ahirette güneş denilen bir
şey olmayacağına göre, orada ne "gündüzün yansı" ne de "kaylûle
zamanı" diye bir şey düşünülemez. Aksine, bunlarla kastedilen, tıpkı
kaylûle yerinin yerlerin en güzeli olması gibi, bu yerin de yerlerin en güzeli
ve en hoşunun olduğudur. Allah en iyisini bilendir.
[107]
"O gün, semâ
bulutlar (çıkıp) parçalanacak, melekler (ellerinde amel defterleri
bulunduğu halde hesap için) indirilecek, indirilecek... O gün, gerçek hâkimiyet
Rahman'a aittir. Kâfirler için ise, o pek yaman bir gün olmuştur. O gün, her zâlim
nedametle iki elini ısırıp, "Ne olurdu ben, o peygamberin beraberinde
(Allah'a) bir yol ediniverseydim" diyecektir. Ne yazık banal Keşke,
falancayı dost edinmeseydim? Andolsun ki beni zikirden o bana geldikten
sonra, o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır" (Furkân,
25-29).
Bil ki bu ifade yine o
müşriklerin, meleklerin indirilmesi hususunda Öne sürdükleri talebe mebnidir.
Böylece Cenâb-ı Hakk bunun kendisi için birtakım sıfatlar bulunan o günde
tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur.
[108]
Birinci sıfat: O gün,
semâ bulutları ile param parça olacaktır. Bu İfadeyle ilgili birkaç mesele
vardır.
[109]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Gök yarılıp parçalandığında" {hmar, 1) ifadesi o göğün
parçalanacağına; O'nun, "Onlar ille Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle
birlikte kendilerine gelivermesini
mi bekliyorlar?" (Bakara, 210) ifadesi de, o göğün bulutlu
olacağına delâlet etmektedir. O halde bu demektir ki, söz konusu olanifadesi,
biraz önce zikrettiğimiz bu iki ayetin manasını da tapsamaktadır. Bunun bir
benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın "Gök açılıp, böylece kapı kapı olduğunda"
(Nebe, 19) ifadesiyle, yine onun "artık o, o gün zaafa düşmüştür" a.
16) ayetidir.
[110]
Ebu Amr ve Küfeliler,
hem burada, hem de Kâf sûresinde,
şeddesiz şin ile Jüî şeklinde okurlarken diğer kıraat imamları şeddeli
şın ile şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle der:
"Benim tercihim, bunun tıpkı de olduğu gibi, şeddesiz onlanıdır"
şeddeli okuyanlara göre kelimenin aslı,
dür.
[111]
Ferrâ şöyle der:
"Ayetteki kelimesi (bulutlardan) demektir. Çünkü gök bulutlar ile değil, bulutlardan
paramparça olur. Kâdi: "Cenâb-ı Hakk'ın göğü, 3 bulutlara istinad ettirmek
suretiyle parçalanacak bir şekilde yaratması imkansız değildir. Bu tıpkı, “Gök,
onunla parçalanmıştır" (Mazzemmii, 18) ayeti gibidir" demiştir.
[112]
Bu parçalanmanın
mutlaka, meleklerin inişiyle ilgili olması gerekir. İşte bundan ötürü denilmiştir
ki: "Bir peygamber gönderildiği zaman melekfer, göğün kendisiyle kenetlenmiş olduğu belli
bir yere inerlerdi. Sonra o gün, gök parçalanıp, açılırdı. Açılınca da,
melekler ile yer arasında bir perde olmaktan çıkardı ve böylece melekler yere
inebilirlerdi."
[113]
Ayetteki
"Melekler indirilecek" ifadesi, genel bir ifade olup, bütün melekleri
içine alır. Bir de gök, meleklerin karargahıdır. Binâenaleyh gök parçalanınca,
onların yere inmeleri gerekir. Mukfltil şöyle der: "En yakın semâ (gök)
parçalanır ve oradaki melekler iner. Bunlar, dünyada yaşayanlardan daha çoktur.
Böylece yedi gök birer birer parçalanır, derken Kerîbiyyûn melekleri ve Arş'ı
taşıyan meleklerde inerler. Sonra da Rab Teâlâ iner." Dahhak'ın rivayetine
göre, İbn Abbas (r a) şöyle demiştir: "Her gök birer birer parçalanır ve
herbirinde olan melekler yere iner. Böylece de âlemi kuşatır ve âlemin
etrafında yedi saf oluştururlar."
Bil ki Rab Teâlâ'nın
kendisinin inmesi, kesinlikle asılsız bir meseledir. Çünkü inmek, hareket etmek
demektir. Hareket etmekle tavsif edilen ise muhdes (sonradan yaratılmadır.
İlah ise muhdes olamaz. Meleklerin, yeryüzüne inmesi meselesine gelince, burada
şöyle bir soru sorulabilir: "Yeryüzünün, en yakın semâya kıyasla tıpkı
çöle atılmış bir halka (yüzük) gibi olduğu sabittir. Ya bu dünya Kürsi ve Arş
ile kıyaslanırsa iş nasıl olur. Binâenaleyh bütün buralardaki melekler,
yeryüzüne nasıl sığabilir. Belki de Allah Teâlâ, yerin enini boyunu artırır ve
onu, bütün bunları içine alabilecek kadar büyütür.
Bazı müfessirler şöyle
demişlerdir: "Melekler, gökteki bir bulut üzerinde olurlar. Allah Teâlâ o
bulutu, maşherdekilerin üzerine getirir ve o, o gün meleklerin karargâhı
olur." Hasan el-Basri de "O bulut, gök ile yer arasında bir perde
oluşturur. Melekler insanların amellerini yazmak için oraya çıkar. Hesablaşma
ise, yeryüzünde olur.
[114]
"Meleklerin inmesi"nin manası
açıktır. Bu ifadenin sonundaki "tenzil"
mef'ûl-ü mutlaktır, te'kid için gelmiştir ve meleklerin orada
koşuşturduklarının delilidir.
[115]
kelimesindeki
elif'-lam (harf-i ta'rif) umûm için değildir. O halde bu, "ahd"
(belli bir bulutu göstermek)
içindir. Bununla
HakkTeâlâ'nın "Onlar, Allah'ın o buluttan gölgeler içinde, meleklerle,
kendilerine gelivermesini mi bekliyorlar" (Bakara, 2io) ayetindeki
"bulut" kastedilmiştir.
[116]
Bu ifade (melekleri
indiririz) (indirilir) (indirilir) ve (indiririz) şekillerinde okunmuştur ki bu
son okuyuş, "Jj£" kıraatindeki fâül-fiil olan nûnun hazfına göredir
ve Mekkelilerin kıraatidir.
O günün İkinci sıfatı:
Bu "O gün gerçek hâkimiyet Rahman'mdir" ifadesidir. ZeccAc,
"Buradaki "hak" kelimesi "mülk"ün sıfatıdır ve
takdiri, "el-mülkü'l-Hakkı" şeklindedir. "Hak" kelimesinin,
bu şekilde bir kıraat olmasa bile, başında mukadder bir (kastediyorum, demek
istiyorum) fiili ile mansub okunması da caizdir. "Hâkimiyetin gerçek (hak)
olarak nitelenmesi ise, sona ermemesi ve değişmemesi manasınadır"
demiştir. Buna göre eğer, "Böylesi mülk, zaten ancak Allah için söz
konusudur. Binâenaleyh ayette "o gün gerçek hâkimiyet O'nundur" denilmesinin
manası nedir?" denirse, biz deriz ki: O gün, ne şeklen, ne de gerçek
manada, Allah Teâlâ dışında mâlik yoktur. Diğer günlerin aksine, artık o gün,
bütün hükümdarlar O'na boyun eğer, bütün yüzler O'na döner ve bütün zorbalar,
O'nun önünde zilletini kabul eder.
Bil ki bu ayet,
Mu'tezile'nin, "Allah'ın, itaat edenlere mükafaat ve karşılık vermesi O'na
vâcibtir" şeklindeki görüşlerinin yanlışlığına delâlet eder. Çünkü eğer,
mükafaat vermesi Allah'a vâcib olsaydı, vermemesi halinde kınanmaya müstehak
olurdu. Böylece de, o böyle yapamamazlık edemezdi. Dolayısıyla da mutlak manada
hükümdar olamazdı. Hem sonra, "O gün hak olan mülk Rahman'ındır"
ayeti, o gün başkasına ait bir hâkimiyetin bulunmayacağını göstermektedir.
Mu'tezile'nin görüşüne göre ise, ayetin manası yerini bulmaz. Çünkü başkasında
alacağı bulunan ; alacağının gerçek malikidir. Bu duruma göre, Hakk Teâlâ, kul
tarafından hakedilen şeyin maliki değil demektir. Bir de, Hakk Teâlâ,
birisinden alacaklı durumda ocuğunda, onu bağışlaması-silmesi mümkündür.
Başkası ise, birisinde alacağı olduğunda, ondan vazgeçmeyebilir. O halde,
buradaki kutluk daha mükemmeldir. Bir de ömrü boyunca Allah'ı inkâr edip,
ömrünün sonunda kısa bir zaman Allah'ı tanıyıp, O'na inanıp, ölen kimseye Hakk
Teâlâ milyon sene çeşitli sevablar verse ae, sonra bir an için ona vermemeyi
kastetse, o zaman (sefih) beyinsiz olur. İşte ou da, kulluğun ve zilletin doruk
noktasıdır. Hâli böyle olan kimse hakkında, artık nasıl olur da "o gün
gerçek hâkimiyet Rahman'mdir" denilmesi uygun düşer? Hem, her zaman birseyi
yapan herkes, eğer o şeyi yapmayacak olsa, bu kınamayı gerektirir. O kimse,
vermesi ile mükemmelliği, vermemesi ile de noksanlığı kazanmış olur.
binâenaleyh böylece de O, melik değil, üzerinde herkesin alacağt bulunan bir
fakir ofmuş olur. Dolayısıyla da "O gün hak olan mülk Rahman'mdır"
ayetinin, Mu'tezile'nin prensiplerini reddettiği sabit olur.
Üçüncü sıfat: Bu
"Kâfirler için ise o pek yaman bir gündür" ayetidir. Bunun manası
açıktır. Çünkü Allah Teâlâ bütün halleri bilen ve dilediği herşeye kadir olandır.
Diğer varlıklar ise, acizlik yuları ve kahır gemi ile gemlenmiştir. Binâenaleyh
o gün, kâfirler için çok zor bir gün olacaktır.
Dördüncü sıfat:
Bu "O gün her zâlim nedametle İki
elini " ayetinin ifade ettiği husustur. Bununla ilgili birkaç mesele var:
[117]
"ez-Zâlim"
kelimesinin başındaki elif-lâm ile ilgili olarak şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
a) Bu,
istiğrak ifade eder, bütün zâlimleri içine alır.
b) Ahd ifade
eder, belli bir zâlimi gösterir. Bunun "ahd" ifade ettiğini
söyleyenler de iki değişik görüş belirtmişlerdir:
1) Ibn Abbas
(r.a), "Bununla, Ukbe b. Eb! Mu'ayt b. Ümeyye b. Abdişems kastedilmiştir.
Çünkü o, biryerden geldiğinde Mekke'I ilerden komşularını davet edeceği bir
ziyafet verirdi. Hz. Peygamber (s.a.s) iie pek sık otururdu. Peygamber
(s.a.sj'in sözleri, onun hoşuna giderdi. Derken yine böyle bir gün; bir ziyafet
hazırladı. Hz. Peygamber (s.a.s)'i de davet etti. Hz. Peygamber (s.a.s)
"Sen kelime-i şahadet getirip (müslüman olmadıkça) yemeğini yemem"
dedi. O da, kelime-i şahadet getirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) onun
ziyafetine katıldı. Bu iş, Ümeyye b. Halefin kulağına gitti. O, "Sapıttın
ey Ukbe" dedi. Çünkü Ümeyye, Ukbe'nin samimi arkadaşı idi. Ukbe "Ben
bunu, o benim yemeğimi yesin diye söyledim" deyince, Ümeyye b. Halef,
"Hayır olmaz. Gidip onun yüzüne tükürmedikce ve boynuna basmadıkça senden
razı olmayacağım" dedi. Ukbe de bunu yaptı. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"Seninle Mekke oışında karşılaşırsam, kılıcımla başına ineceğim"
dedi. Bunun üzerine "O gün, o zâlim nedametle iki elini ısırır"
ayeti indi. Yani Ukbe, "Keşke ben, Ümeyye'yi dost edinmeseydim. Vallahi o
beni zikirden, yani Kur'ân'dan, ve Hz. Muhammed (s.a.s) sayesinde bana gelen
imândan uzaklaştırdı" diye, pişmanlığını gösterecek. Derken Bedir günü Ukbe
esir edildi ve Ölüme mahkum habsedildi ve öldürüldü. O gün Ukbe ile Nadr b.
HArls'in dışında hiçbir esir öldürülmemişti.
2) Râfızîler
"bu zâlim, ismi açıkça verilmiş olan biri idi. Fakat müslümanlar onun
ismini değiştirdiler, sakladılar ve onun isminin yerine, ayete (falanca) diye
yazdılar" diye iddia eder Resûlullah'ın iki faziletli sahabisinin adını
verirler.
Bil ki, lafzı umûmi
manası üzerine bırakıp olduğu gibi anlamak, lafzın kendisinden ötürü değildir.
Çünkü biz, usûl-ü fıkıh'da, "Elif-lam müfred ismin başına geldiğinde,
umumilik ifade etmez, aksine bu kelime umumiliği, "Bir hükmün bir vasfa
dayandırılması, o vasfın o hükmün illeti olduğunu ihsas ettirdiği içindir"
kaidesinden ötürü kazanmıştır" diye beyan ettik. Binâenaleyh bu, o zâlimin
ellerini pişmanlıkla ısırmasında müessir olanın, kendisinin zalimliği olduğunu
gösterir. Bu durumda da, illet umûmi olduğu için, ifade ettiği hüküm de umûmi
olmuş olur. Bu görüş, meseleyi tek bir şahsa tahsis etmekten daha evlâdır.
Çünkü bizim bahsettiğimiz husus, bunun umûmi olmasını gerektirir. Bu ayetin,
hususi bir hadise hakkında inmesi, kendisinden umumiliğin kastedil meşine, hem
bu belli şahsın, hem onun dışında kalanların, bu umûmi hüküm (ifade) içine
girmelerine ters değildir. Bir de ayetin maksadı, herkesi zulümden
alıkoymaktır. Bu ise ancak, ayetin umûmi manada olmasıyla sağlanır. Râfızilerin
görüşü ise ancak Kur'an'a ta'netmek ve onun değiştirip- tahrif edildiğini iddia
etmek manasına gelir. Bunu söylemenin ise küfür olduğunda şüphe yoktur.
[118]
Mu'tezile "O gün
her zâlim nedametle iki elini ısmr" ayetini delil getirerek şöyle
demişlerdir: "zâlim sözü, kâfiri ve fasığı da içine alır. Binâenaleyh bu
Allah Teâlâ'nın büyük günah sahiblerini affetmeyeceğine delâlet eder." Bu
husustaki görüş ve cevabımız daha önce geçmişti.
[119]
Hakk Teâlâ, "O
gün her zâlim nedametle iki elini ısırır" buyurmuştur. Dahhâk "O
zâlim iki elini, dirseklerine kadar yer ve sonra elleri yeniden bitiyor (tekrar meydana
geliyordu). Bu iş, sürüp gidiyordu (gidecek)" derken, muhakkik âlimler,
"Bu ifade, o kimsenin alabildiğine pişmanlık duyduğunu, üzülüp
kederlendiğini mecazen ifade etmektedir. Nitekim Arapça'da bu manada,
"parmak uçlarını ısırıyor, ellerini yiyor" denilir" demişlerdir.
[120]
Ayetteki "zâlim"
ile belli tek bir şahıs kastedilmeyip, bütün zâlimleri ifade ettiğini beyan
ettiğimiz gibi, yine "falanca" ifadesi ile de belli bir şahıs
kastedilmeyip, aksine Allah'a isyan edilecek konularda, kendisine baş eğilen,
itaat edilen, sözü dinlenen herkes kastedilmiştir. Kaffâl, bu hususta: "Kâfir,
Rabbinin aleyhine (şeytana) yardımcıdır" r»fc*. 55) ve "Kâfir o gün,
"Keşke toprak olsaydım " diyecek"'(Net», 40) ayetlerini delil
getirerek, bu ayetierdeki "kâfir" ile kâfirler cemaatinin
kastedildiğini söylemiştir.
[121]
Yâ ile şeklinde
okunmuştur. Asıl olan şekilde budur. Çünkü insan
diye, pişmanlık nidasında bulunur. Bu, "o kimsenin helaki"
manasına gelir. Nitekim insan, kendi âkıne ölümüne sanki "Gel ey helak, tam senin
zamanın" der. Bu "yâ" tıpkı, sahâra", "uzara"
kelimelerinde olduğu gibi, elife kalbolunmuştur.
[122]
Hakk Teâlâ'nın,
"zikir'den" ifadesi, Allah'ı zikirden, yahut Kur'ân'dan ve
Resûlullah'ın va'z-u nasihatından" demektir. Bununla o kimsenin kelime-i
şahedeti söyleyip İslâm'a girişi 3e kastedilmiş olabilir. Ayetteki "şeytan"
da, o zâiimin dostu olan (Ümeyye'ye) bir
işarettir. O ona, tıpkı şeytanın birisini
saptırıp, sonra yapayalnız bırakması ve ona faydalı olmaması gibi, kendisini
saptırdığı için "şeytan" diye isimlendirilmiştir. Yahut a bununla
Allah Teâlâ "İblis"i kastedmiştir. Çünkü onu o saptırana dost olmaya, Resûlullah'a
muhalefet etmeye sevkeden, sonra da onu yapayalnız bırakan İblis'in kendisidir.
Yahut da Cenâb-ı Hakk
bu kelimeyle, bütün şeytanları cinlerden ve insanlardan şeytanlaşan herkesi
kastetmiştir. Ayetteki "şeytan" cümlesinin o zâlimin sözünün
nakledildiği yani ona ait ifadeye dahil olması muhtemel olduğu gibi, Cenâb-ı
Hakk'ın söylediği bir söz olması da muhtemeldir.
[123]
"Peygamber dedi
ki: "Ya Rabbi, kavmim gerçekten şu Kur'ân'ı terkedilmiş (birşey)
edindiler." Biz, her peygambere günahkârlardan böyle düşmanlar kıldık.
Hidâyet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter"
(Furfcftn.
Bil ki kâfirler çokça
yersiz itirazlarda bulunup, işi yokuşa sürünce, Hz. Peygamber {s.a.s)'in gönlü
daraldı ve onları Allah'a şikayet ederek "Ya Rabbi, kavmim gerçekten şu
Kur'ân'ı terkedilmiş (birşey) edindiler" dedi. Bununla ilgili birkaç
mesele vardır:
[124]
Müfessirlerin çoğu,
bunun Hz. Peygamber (s.a.s)'in bizzat söylediği bir söz olduğu kanaatindadırlar. Ebu Müslim
ise, "Hayır,
bununla Hz. Peygamber (s.a.s)'in ahirette böyle söyleyeceği manası
kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Her ümmete bir şahid getirdiğimizde ve seni de bunlara
şâhid kıldığımızda (halleri) nice olacak?" (Nisa. 4i) ayetinde anlatılan
husus gibidir" demiştir.
Birinci görüş daha
uygundur, çünkü ayetin lafzına (zahirine) daha uygundur. Birde Hakk Teâlâ'nın,
bundan sonraki "Biz, her peygambere günahkârlardan böyle düşmanlar
kıldık" ifadesi, Hz, Peygamber (s.a.s) için bir tesellidir. Bu ise, ancak
o sözün dünyada iken ondan sâdır olması haline uygun düşer.
[125]
Âlimler,
"mehcûr" kelimesinin iştikakı hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:
a) Bu
kelime, "hicran" masdarındandır ve "onlar ona iman
etmediler, onu kabul
etmediler ve o Kur'an'ı dinlemekten hicret ettiler, yüz çevirdiler"
demektir.
b) Bu
fülindendir ve takdiri seklindedir. Yani "hakkında atılıp-tutulan,
ileri-geri konuşulan" demektir. Bu mahzuftur. Bunu "Siz, müstekbirler
olarak, geceleyin bu hususta hezeyanlarda bulunuyorsunuz" {Müminun. e?)
ayeti de destekler. Sonra Kur'ân hakkındaki "hecr"leri, yani
atıp-tutmalan, onları "Bu sihirdir, şiirdir, yalandan, saçma-sapan şeylerdir"
demeleridir.
Enes (r.a), Hz.
Peygamber (s.a.s) ona şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kur'ân öğrenir ve
kendisine ilgi duymaksızın ve içindekileri tefekkür etmeksizin onu bir mushaf
olarak başucuna asarsa, kıyamet günü o Kur'ân onun yakasına yapışır ve "Ey
âlemlerin Rabbi, bu kulun beni mehcûr (terkedilmiş-unutulmuş bir şey) kıldı.
Benimle onun arasında (bugün) hükmü sen ver" der."
Daha sonra Allah
Teâlâ, Resulünü teselli edip, ona güç-kuwet vererek, "Böylece biz, her
peygambere günahkârlardan düşmanlar kıldık" buyurmuş ve bununla
peygamberin diğer peygamberlerden alabileceği ibretler bulunduğunu,
dolayısıyla, tıpkı onlar gibi, kavminden gördüğü eziyetlere karşı sabretmesi
gerektiğini beyan buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:
[126]
Ehl-i sünnet
alimlerimiz bu ayetle, hayrın da, şerrin de yaratıcısının Allah Teâlâ olduğuna
dair istidlal edip şöyle
demişlerdir:
"Çünkü Hakk Teâlâ'nın bu beyanı bu düşmanlığın, Allah'ın yaratmasıyla
olduğuna delâlet eder. Bu düşmanlığın bir küfür olduğunda ise şüphe
yoktur."
Cübbâî db şöyle der:
"Buradaki ca'l (kılma) ile açıklama bildirme manası Kastedilmiştir. Çünkü
Allah Teâlâ onların düşman olduklarını beyan edince, "Onları düşman
kıldık" denilmesi caiz olur. Nitekim bir adam, falancanın hırsız olduğunu
açıklayınca, "O onu hırsız kıldı, hırsız yaptı" denilir. Yine hâkim
için, "O, falancayı İdil kıldı, falancayı fâsık kıldı ve tenkid etti"
denilir.
Ka'bf de, "Allah
Teâlâ peygamberlere, kâfirlere düşman olmalarını emrettiği ve kafirlere düşmanlık da, kâfirlerin
peygamberlere düşmanlığını gerektirdiği için, "Biz, her peygambere,
günahkârlardan böyle düşmanlar kıldık" denilmesi caiz ve doğru : ti ustur.
Çünkü bu düşmanlığa sebep olacak şeyi ona yaptıran ve onu buna davet eden,
Allah Subhanehû ve Teâlâ'nın kendisidir" demiştir.
Ebu Müslim de:
"Ayette bahsedilen düşmanlığın, yakınların değil, uzakların düşmanlığı
olması muhtemeldir. Çünkü yardım, yakınlık ve desteği ifade ettiği gibi,
düşmanlık da uzaklığı ifade eder. Çünkü Allah Teâlâ, mü'minler ile kâfirlerin :
-birinden uzak olduğunu bildirmiştir" demiştir.
Cübbâî'nin görüşüne
şöyle cevap veririz: "Açıklamaya kesinlikle "ca'l" (kılma)
aenmez. Çünkü bir yaratıcının varlığını ve kadim olduğunu, bir başkasına
açıklayan «mse için, "o, onu yarıtıcı ve kadim kıldı" denemez. İkinci
görüşüne de şu şekilde cevap veririz: Allah Teâlâ'nın emrettiği şeyin, onların
kalblerinde düşmanlığın meydana gelmesinde bir tesiri var mıdır, yok mudur?
Eğer var ise, mesele yok. Çünkü onların, Hz. Muhammed (s.a.s)'e düşman oluşları
küfürdür. Binâenaleyh Allah, Resulüne o düşmanlığa sebep olacak birşeyi
emrettiğinde, küfre düşmeye sebeb olan birşeyi emretmiş olur. Yok eğer bunun
bir tesiri yok ise, o bundan tamamen uzak olmuş olur. Dolayısıyla bunun ona
isnâd edilmesi imkansız olur. Bu aynı zama'nda Ebû Müslim'in görüşüne de bir
cevaptır.
[127]
Birisi söyle
diyebilir: "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, "Ya Rabbi, kavmim
gerçekten şu Kur'ân'ı terkedilmiş (birşey) edindiler" ifadesi mana bakımından
tıpkı Hz. Nuh (a.s)'un, "Rabbim, kavmimi gece gündüz (dine) davet ettim.
Ama benim
bu davetim, ancak onların nefretini artırd;"(Nuh,s*) şeklindeki sözü
gibidir. Binâenaleyh Nuh (a.s)'ın bu sözünden maksadı, kavminin başına ilâhî
azabın inmesi olduğuna göre, Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözünde de böyledir. Öyle
ise Hakk Teâlâ'nın, "Seni ancak alemlere rahmet olmak üzere
gönderdik" (Enbtya. 107) ayetinde, kendisini "Rahmet" (sebebi)
olarak tavsif ettiği bir peygambere, böyle beddua etmesi nasıl uygun düşer?"
Buna şöyle cevap verilebilir:
Nuh (a.s) bunu söylemiş ve arkasından onlara açıkça beddua etmiştir. Fakat Hz.
Muhammed (s.a.s) bu sözü söylemiş, ama peşisıra onlara beddua etmeyip
beklemiştir. Binâenaleyh Hakk Teâlâ, "Böylece biz, her peygambere
günahkârlardan düşmanlar kıldık" buyurunca bu, sanki Hz. Muhammed
(s.a.s)'e bütün olup bitenler hususunda sabredip, onlara beddua etmemeyi emir
gibidir. Böylece de bu iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur.
[128]
Ayetteki "kıldık" kelimesi
ta'zim (Allah'ın yüceliğini gösteren) ifade eden bir
üsluptur. Büyük olan, kendisinden ta'zim sadedinde bahsedip, bahşişte bulunacağını
bildirir ise, mutlaka o bahşişin büyük olması gerekir. Mesela, "Celalim
hakkı için biz sana Seb'u'l-Mesâniyi verdik" (Hicr. 87) ve, "Sana kevseri
verdik" {Kevser, 1) ayetlerinde olduğu gibi. O halde bu bahşiş ve
atıyyenin, hem dini, hem dünyevî zararların kaynağı bir düşmanlık olması, bu
üslûba nasıl uygun düşer?
Cevap: Düşmanlığı
yaratmak, (karşı tarafın) meşakkatin artmasına sebep teşkil eder. Zahmetin
fazlalığı ise daha fazla mükâfaata vesile olur. Allah en iyi bilendir.
[129]
Bu düşmanın tek veya
daha fazla olması mümkündür. Bu tıpkı, "Onlar, benim için bir düşmandır"
(şunn. 77) ayetinde olduğu gibidir. Tefsirde Resûlullah (s.a.s)'ın (baş)
düşmanı olarak da, Ebû Cehil gösterilmiştir.
Ayetteki "Hidayet
verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter" cümlesine gelince, Zeccâc,
"Buradaki bâ harf-i cerri zâiddir. Yani, takdirindedir. "Hadi"
ve "naşir" kelimeleri de, hâl olarak mansubturlar, yani 'O, dinî ve
dünyevî menfaatlere hidayet eder, sevkeder ve düşmanlarınıza karşı size yardım
eder" demektir. Bunun bir benzeri de, "Ey peygamber, sana Allah ve
tâbi olan mü'minler yeter" {Enfai. 64) ayetidir" demiştir.
[130]
"O kâfirler
"Ona Kur'ân bir defada toptan indirilmeli değil miydi" dediler. (Ama) biz onu
senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık, onu ayet ayet indirdik.
Onlar sana her bir misal getirdiklerinde, biz de sana hakkı ve tefsirin en
güzelini getiririz. O, yüzleri üstü cehenneme sürülüp (orada) toplanacaklar
yok mu, onların yeri çok kötü, yolu çok sapıktır"
(Furkan. 32-34).
Bil ki bu, Hz.
Muhammed (s.a.s)'ın peygamberliğini inkâr edenlerin beşinci şüpheleridir. Bir
de Mekkeliler: "Sen, Allah katından gönderilmiş bir peygamber olduğunu
iddia ediyorsun. Tevrat'ın Hz. Musa'ya, İncilin Hz. İsa'ya ve Zebur'un da Hz. Davud'a
toptan indirilmesi gibi, Kur'ân'ı bize toptan getirmeli değil miydin?"
demişlerdi. Ibn Cüreyc, Kur'ân'ın ilk nazil olan ayeti ile, son nazil olan
ayeti arasındaki sûrenin yirmiki veya yirmiüç sene olduğunu söylemiştir.
Hak Teâlâ onların bu
şüphelerine "Biz onu senin kalbine yerleştirmek için böyle yaptık"
diyerek cevap vermiştir. Bu cevabı şu şekillerde izah »deriz:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s) okuma-yazma bilmiyordu. Binâenaleyh eğer Kur'ân ona btr
defada indirilmiş olsaydı, o onu zaptedemez (aklında tutamaz), belki de
yanılırdı, "evrat, toptan indirilmiştir. Çünkü o, Hz. Musa (a.s)'ın
okuyabileceği bir biçimde :levhalara) yazılmış olarak gelmişti.
2) Yanında kitap bulunan, çoğu kez kitapta
yazılı olana güvendiği için, onu ezberlemek istemez. İşte bu sebeple Allah
Teâlâ Hz. Peygamber (s.a.s)'e kitabı, Kur'ân'ı bir defada değil, onu daha iyi
ezberleyebilsin ve yanılmaktan, az okumaktan uzak olsun diye parça parça
indirdi.
3) Allah
Teâlâ, eğer Kur'ân'ı tek bir defada indirmiş olsaydı, onun bütün hükümleri,
-sanlara toptan inmiş olurdu ve bu, insanlara çok ağır getirdi. Ama Cenâb-ı Hak
onu parça parça muayyen zamanlarda İndirince, dinin emir ve yasakları da azar
azar nmiş olur. Onları yerine getirmek de o nisbette (daha) kolay olur.
4) Hz. Peygamber (s.a.s) Cebrail (a.s)'i zaman
zaman gördüğünde, kalbi onu görmesinden dolayı güc-kuvvet kazanıyordu. Böylece
de, üstlendiği (peygamberlik) vazifesini yerine getirme ve ondan dolayı gelen
ezâ-cefalara sabretme, kavminin eziyyetine tahammül gösterip cihad etme hususunda kendisini daha güçlü hissediyordu.
5) Parça
parça inmesine rağmen Kur'ân'ın mucize oluş şartı tamamlanınca, onun mucize
olduğu sabit olmuş olur. Çünkü bu, insanların gücü dahilinde olsaydı, onların
Kur'ân'ın bir mislini (benzerini) böyle parça parça meydana getirmeleri
gerekirdi.
6) Kur'ân
onların sorularına, isteklerine cevap vermek için ve başlarına gelen hâdiselere
göre iniyordu. Böylece de onlar daha fazla basiret sahibi oluyorlardı. Çünkü bu
sebeple, Kur'ân'ın fesahatine, gaybtan haber verme işi de ekleniyordu.
7) Kur'ân,
parça parça ve aralıklarla inince, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, tâa işin
başında meydan okudu ve sanki Kur'ân'ın her bir parçası ile onlara meydan
okumuş oldu. Binâenaleyh onlar Kur'ân'ın parçalarının benzerini yapamadıklarına
göre, bütününün benzerini hiç yapamazlar. İşte bu yolla, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in gönlünde, müşriklerin artık hiç bir zaman Kur'ân'ın benzerini
yapamayacakları hususu iyice yer etmiş oldu.
8) Allah ile
peygamberleri arasında, elçilik (habercilik) görevini üstlenmek ve ilâhî kelâmı
(mesajı) insanlara ulaştırmak büyük bir makamdır. Binâenaleyh şöyle denilebilir:
"Allah Teâlâ eğer Kur'ân'ı Hz. Muhammed (s.a.s)'e tek bir defada İndirmiş
olsaydı, Cebrail (a.s) işte böylesi bir makamı (bu vahyi defalarca taşıma
şerefini) elde edemezdi. Ama Cenâb-ı Hak Kur'ân'ı parça parça, belli zamanlarda
indirince, bu büyük şeref Cebrail (a.s)'de sürüp gitti. İşte bundan Ötürü Hak
Teâlâ, Kur'ân'ı parça parça, belirli aralıklarla indirdi.
Ayetteki kelimesi ile
ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu, müşriklerin sözünün devamıdır, yani
"Böyle tek bir defada, Tevrat ve İncil gibi:: demektir. Buna göre, ayette
bir takdir yapmaya ihtiyaç kalmaz. Bu da, "Biz onu, senin kalbine iyice
yerleştirmek için parça parça indirdik" şeklinde yapılacak bir takdirdir.
b) Bu, Allah
Teâlâ'nın onlara cevap olarak söylediği sözüne dahildir ve manası,
"Böylece o Kur'ân'ı parça parça indirdik" şeklindedir. Buna göre
eğer, "Bu kelimesindeki daha önce
geçen bir şeye işaret bulunmasını gerektirir. Daha önce geçen şey ise, toptan
indirme meselesidir. Öyle ise bu nasıl, "Biz onu böylece parça parça
indirdik" şeklinde tefsir edilebilir?" denilirse, deriz ki: O
müşriklerin,
"Muhammed'e bu
Kur'ân tek bir defada indirilmeli değil miydi?" şeklindeki iddiaları, mana
olarak, "Bu niçin parça parça indirildi" demektir. Binâenaleyh bu
"mezkûr" kelime bu manaya işarettir.
[131]
Ayetteki "Onu ayet ayet indirdik" ifadesine
gelince, sözdeki "tertil", sözün kelimelerinin birbiri ardınca, tek
tek, yavaş yavaş söylenmesi demektir. Dişlerin "tertil''i ise, dişlerin
seyrek bir şekilde düzene konulmuş, dizilmiş olması demektir. Nitekim Arapça'da
"güzel dizilmiş dişler" manasında denilir ki bu, muhkem, kuvvetli,
sımsıkı olmanın zıddıdır.
Allah Teâlâ,
müşriklerin görüşlerinin bozukluğunu çok net bir cevabla ortaya koyunca, yani
"Daha önceki şüpheleri cinsinden, her şüphe ortaya atışlarında, Biz, sana
müşriklerin görüşlerini berhava edecek hakkı getiririz" buyurmuştur. Bu
tıpkı, "Aksine biz hakkı batılın üzerine atarız. Böylece hak o bâtılı
paramparça eder. Bir de bakarsın ki bâtıl yok o/mu$"(Enbiya, 18) ayeti
gibidir ve "en güzel tefsir" olarak getirdiği o şeyin, açık ve
açıklayıcı olma hususunda, kendisinde bulunan üstün meziyetten ötürü olduğunu
beyan buyurmuştur. "Tefsir" sözün delâlet ettiği, anlatmak istediği
şeyi açıklamak olduğuna göre, bu ayette kendi manası yerinde kullanılmıştır.
İşte bu sebeble Araplar, tıpkı, "Bunun manası şöyle şöyledir"
denildiği gibi, "Bunun tefsiri şöyle şöyledir" de derler.
[132]
Hak Teâlâ'nın "O,
yüzleri üstü cehenneme sürülüp (orada) toplanacaklar y k mu" ifadesi ile
ilgili birkaç mesefe vardır:
[133]
Ebu Hureyre
(r.a) Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: 'insanlar,
üç gurub olarak haşrolunacaklardır. Bir gurub hayvanlar üzerinde, bir
gurub ayaklan üzere 'dimdik), bir gurub da yüzleri üzere (sürünerek)" Yine
Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Onlan ayakları üzere yürüten, yüzleri üstü
yürütmeye (süründürmeye) de kadirdir"[134]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
[135]
Doğruya en yakın olan,
her ayetin ifade ettiği hususun her ne kadar diğer cehennemler de onlarla
birlikte cehennemlikler girseler bile, bu soruları sırf işi sarpa sardırmak ve
yokuşa sürmek için soranların sıfatı olmasıdır.
[136]
Bazı alimler bunu,
onların âhirette tepetaklak yani yüzleri aşağı, ayakları yukarı doğru çevrilmiş
olarak yürüyecekleri manasına tefsir etmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den
bu da rivayet edilmiştir. Diğer bazıları ise, bununla kastedilenin, onların
öldükten sonra d iri İtilecekleri ve yüzleri üstü sürünerek gidecekleri manası
olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s)'den böyle olacağı da rivayet
edilmiştir. En doğru olanı da budur.
Sûfîler ise şöyle
demişlerdir: "Kalbleri, Allah'dan başka şeylere bağlananlar, öldüklerinde
işte bu hal üzere kalırlar. Cenâb-ı Hakk, onların bu halini "Onlar, yüzleri
üstü cehenneme sürülüp (orada) toplanacaklar" diye anlatmıştır."
Daha sonra Allah
Teâlâ, bunların makam-mevki bakımından, cennetliklerden daha kötü durumda
olduklarını, yol ve gidişatı bakımından çok sapık olduklarını beyân
buyurmuştur. Ayetin bu ifadesinin gayesi, onları bu gidişatlarından
caydırmaktır. Bu ayet hakkında sorulabilecek soru, "Cennet ashabı o gün,
duracakları yer bakımından daha hayırlıdırlar" (Fut*An, 24) ayeti hakkında
sorulan soru gibi olup, cevabı orada geçmişti.
Bil ki Allah Teâlâ tevhid,
şerikleri red, nübüvveti isbat, inkarcıların peygambertikle ilgili şüphelerine
cevap ve Kıyametin halleri gibi bazı hususlarda konuştuktan sonra, bilinen
metod üzere kıssalar zikretmeye başlamıştır:
[137]
"Andolsun ki biz,
Musa'ya o kitabı verdik. Biraderi Harun'u da onun yanma vezir yaptık
ve "Ayetlerimizi yalan sayan o kavme gidin!" dedik. Neticede onları tam bir
helak ile imha ettik" (Furkân, 35-36).
Bil ki Cenâb-ı Hakk,
"Biz her peygambere günahkârlardan böyle^düşman peyda ettik" (Furkân,
31) buyurunca, bunun peşinden bir grup peygamberlerden bahsetmiş ve onlara,
ümmetlerinden tekzib eden (yalanlayanların) başına gelecek şeyleri bildirmek
üzere: "Andolsun ki biz, Musa'ya o kitabı verdik..." buyurmuştur. Bu,
"Ey Muhammed, sen peygamber olarak gönderilip, kavmince tekzib edilen ilk
kimse değilsin. Biz Musa'ya da ayetlerimizi vermiştik, ama kavmince kabul
görmedi, reddolundu. Musa'ya Tevrat'ı vermekle kalmadık, onu kardeşi Harun ile
tavkiye ettik. Ama buna rağmen, yine reddolundu" demektir. Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[138]
Hz. Harun
(a.s)'un vezir olması,
onun nübüvvet {peygamberlikle,
Hz. Musa (a.s)'ın ortağı olmasına mani değildir. Binâenaleyh bu ayetteki ifadesinin, sadece Hz.
Musa (a. s)'ya bir hitab olduğunu söyleyenlerin, bu görüşlerinin tutar tarafı yoktur. Aksine
bu tıpkı "Firavun'a gidin, çünkü o
azdı(Taha, 43) ayeti gibidir.
Şayet, "Hz. Harun
(a.s)'un vezir olması, onun Hz. Musa (a.s)'ya peygamberlik Hususunda ortak
olmasına ters gibidir. Hatta bundan öte, "Eğer o ona peygamberlikte ortak
olursa, onun veziri olmaktan çıkar" denilmesi gerekir?" denilirse biz
deriz ki: Bu iki vasıf arasında bir zıdlık yoktur. Çünkü Hz. Harun (a.s)'un,
peygamberlik meselesinde, Hz. Musa'ya ortak olması ve onun veziri, yardımcısı
olması imkansız değildir.
[139]
Zeccâc şöyle demiştir:
"Arapça'da "vezir", kendisine
başvurulan ve fikrinden istifade edilen kimse demektir. O
halde
"vezir", sayesinde (yanlışlıklardan), korunulan" demektir. Hak
Teâlâ'nın "Hayır, hiçbir sığmak yok" (Kıyamet) ifadesi de bu manada
olup, "Sığınılacak, iltica edilecek, başvurulacak yer yok" demektir.
Kâtfl şöyle der: "İşte bundan ötürü Cenab-ı Hakk "Onun veziri
vardır" ve "O vezirdir" diye nitelenemez. Çünkü bu manada,
O'nunla müşavere etmek ve O'ndan görüş almak yine O'nun başkasıyla müşavere
etmesi söz konusu değildir."
[140]
Ayetteki kelimesi,
"Onları tamamen helak ettik" manasınadır. Buna göre eğer, "Bunun
başındaki fâ, fâ-i ta'kibiyyedir, Halbuki onların helak işi, Hz. Musa ile
Hz. Harun'un o kavme gidişlerinin hemen peşinden olmayıp, uzun bir zaman sonra
olmuştur?" denilirse, biz deriz ki: "Buradaki ta'kibiyye (hemen
peşisıraolma), helakin meydana gelmesi açısından değil, helake hükmedilmesi
bakımındandır." Allah Teâlâ'nın bu kıssayı özet halinde sunmak istediği ve
bundan dolayı da, kıssanın sadece başı ile sonunu zikretmiş olduğu, çünkü
kıssanın uzun uzadıya anlatılmasının maksadının, peygamber göndermek suretiyle,
onları delillerle susturmak, onlann da aeygamberleri yalanlamak suretiyle
helaki haketmeleri olduğu da söylenmiştir.
[141]
Cenâb-ı Hakk,
"Ayetlerimizi yalan sayan o kavme gidin" buyurmuştur. Şimdi biz,
burada bahsedilen "ayetleri yalan sayma" meselesini, Allah'ın ayetlerini (Tevratt)
yalanlama manasına alırsak, bir problem yok. Fakat bunu "peygamberlik
ayetlerini, yani mucizeleri" yalanlama manasına alırsak, bu
ifadede kullanılan "yalanladılar" ini, mazi olmasına rağmen, muzâri
olarak yani "yalanlayacak olanlar" manasına[142]
"Biz, Nûh kavmini
de, Peygamberleri tekzib ettikleri vakit boğduk ve kendilerini insanlara bir
ibret yaptık. Zalimler için acı veren bir azab hazırladık" (Furkftn, 37).
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette, "Onlar, peygamberleri tekzib ettiler" buyurmuştur. Bu ya
onların bütün peygamberleri inkar eden Brahmanlardan olmalarından dolayıdır,
.anut da bir tek peygamberi yalanlamanın, bütün peygamberleri yalanlamak demek
imasından ötürüdür. Çünkü peygamberlerden bir tanesini bile tekzib etmek, ancak
-ucizeyi kabul etmemekle mümkündür. Mucizeyi kabul etmemek ona inanmamak se,
bütün peygamberleri yalanlamayı gerektirir. Yahut da bu
"peygamberler" cerimesi ile, tek olmakla beraber Hz. Nûh (a.s)
kastedilmiştir. Bu tıpkı Falanca atlara biniyor" denilmesi gibidir.
Hak Teâlâ'nın
"Onlan boğduk" ifadesine gelince, keibî şöyle der: "Allah Teâlâ,
kırk gün üzerlerine yağmur yağdırdı ve yarden sular çıkardı. Böylece bütün yüzü bir deniz oldu."
HakTeâlâ'nın "(ibret) yaptık" ifadesi,
"Onlann boğuluşunu, yahut onlann «ssasını bir ayet, ibret alınacak birşey
kıldık" demektir. "Zalimler için acı veren bir azab
hazırladık" ifadesi de, "Peygamberleri yalanlama hususunda, o kavmin
yoluna giren herkes için elem verici bir azab hazırladık" demektir. Bu
"Zalimler" ile, Nûh (a.s)'ın kavminin murad edilmiş olması da
muhtemeldir.
[143]
"Âd'ı da, Semöd'u
da Ress Ashabını da ve bunlar arasında (geçen) birçok nesilleri de (helak
ettik). Biz, herbirine misaller irâd ettik ve hepsini tamamen helak
ettik"
(Furkfin, 38-38).
Bu ayetle ilgili bir
kaç mesele var:
[144]
Ayetin başındaki
"Ad" kelimesi ya bir önceki ayetteki "onları ibret yaptık"
ifadesindeki "onlar" (hüm) zamirine, yahut da, "zalimler" ifadesine
atıftır. Çünkü bunun manası, "Biz zalimlere acıklı bir azab hazırladık,
va'Tdde bulunduk" şeklindedir.
[145]
"Semûd",
"kabile" manası kastedilerek gayr-ı munsanf olarak
şeklinde de okunmuştur.
Ama munsanf olması halinde, bu ya
(müzekker bir kelime olan) hay (küçük kabile) manasına olmasından, yahut da bu
kavmin en büyük babalarının adı olmasından ötürüdür.
[146]
Ebu Ubeyde:
"Ress" içi duvarla
örülmemiş kuyu manasınadır"
derken, Ebû Müslim, şöyle demiştir: "O
beldede,
"Ress" denilen bir yer vardı. Bundan dolayı o vadinin bu
kimselerin yurdu olması mümkündür. "Araplara göre "Ress" gömmek demektir. Buna
hafr (kazmak, eşmek) de denir. Nitekim ölü için bir çukur kazılıp gömüldüğünde,
c4üi jj denilir. Tefsirde ise, bu bir kuyunun adıdır. Bu her ne İse, şurası
muhakkak ki Cenâb-ı Hakk, ashab-ı Ress'i helak ettiğini haber vermiştir, vesselam.
[147]
Müfessirler,
"Ashab-ur-Ress"in kimler olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır;
1) Bunlar,
çok malları ve sürüleri olan putperest bir kavim idi. Allah Teâlâ, onlara Hz.
Şuayb (a.s)'ı peygamber olarak gönderdi ve o, onları imana davet etti. Ama
onlar azgınlıklarını artırdılar, ona hep eziyet ettiler. Bir gün : Kuyularının
etrafında iken, Cenâb-ı Hakk onları ve evlerini yere batırdı.
2) Ress,
"FelcÜ'l-Yemâme"
denen yerdeki bir
kent adıdır. Onlar, peygamberlerini öldürdükleri için
helak edildiler. Bunlar, Semûd kavminin orada çatanlarından idiler.
3) Bunlar,
Hanzele b. Safvan gibi bir peygamberin ashabından idiler. Bunlara ır«a kuşu
musallat olmuştu. Bu anka, kuşların en büyüğüdür. Boynu uzun olduğu &r ona
bu ad verilmiştir. Bu kuş onların "Feth" adındaki dağlarında
yaşıyordu. *«-anmak istediğinde, gökten aniden inip, çocuklarını kapıp
götürüyor, yiyordu. Dertten Hanzele o kuşa beddua etti ve kuşa yıldırım isabet
etti. Sonra kavmi
i öldürdüler. Bunun
üzerine onlar helak edildiler.
4) Bunlar,
ashab-ı uhdûd (kuyular ashabıdırlar. Çünkü "ress", kuyu demektir.
5) Ress,
"Antakya"dır. Çünkü Antakyalılar orada, Hablbu'n-Neccâr'ı ıüşlerdi.
Onların, Hablb'i yalanlayıp, bir kuyuya gömüp öldürdükleri rivayet tir.
6) Hz. Ali
(r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlar, "Senevber"
ağacına bir topluluktu. Onlar, peygamberlerini toprağa gömdükleri için, Ashab-ı
Ress almışlardır."
7) Ashab-ı
Ress, doğudan gelen Ress adındaki bir nehrin kenarında şehirleri
bir kavim idi. Allah
Teâlâ onlara, Ya'kub (a.s)'un oğullarından Yahûda'nın an gelen bir peygamber
gönderdi. Fakat onlar onu yalanladılar. Derken o içerisinde bir müddet kaldı.
Sonunda onları Allah'a şikayet etti (onlara beddua
Bunun üzerine onlar,
bir kuyu kazıp onu içine hapsettiler ve: "İlahımızın bizden otacağtm
umarız" dediler. Gün boyu, hapsettikleri peygamberin iniltisini ardı. O
peygamber şöyle diyordu: "Allah'ım, ey efendim, yerimin darlığını, n
şiddetini, kalbimin zayıflığını, çaremin azlığını görüyorsun. Binâenaleyh bir
an önce al" diyordu, ölene kadar böyte dedi. Sonra Allah Tealâ,
alabildiğine u bir rüzgâr gönderdi. Onların yaşadıkları o arazi, tutuşmuş bir
çakmak taşı yandı. Cenâb-ı Hakk, üzerlerine de zifiri bir bulut
kapattı. Böylece onların bedenleri kalayın ateşte erimesi gibi, eridi.
8) İbn Ceıir, Hz. Peygamber (s.a.s)'den şunu
rivayet etmiştir. "Allah Tealâ bir ahalisine, bir peygamber gönderdi, ama
siyah bir köle hariç, o belde halkından
ona iman etmedi.. Daha
sonra onlar o peygambere saldırdılar ve onun İçin tor kuyu kazarak, onu oraya
attılar, kuyunun Üzerine de büyük bir kaya parçası «petblar.. Bu köle,
oduncuydu. Derken o peygamber için yiyeceMçecek şeyler satın '. o kaya
parçasını kaldırıyor, o yiyecekleri ona uzatıveriyordu. Bu iş, böyte sürüp
Derken, bir gün o köle yine, odunları keserek demetler haline getirdikten sonra
onu tam sırtına
alacağı bir sırada canı uyumak istedi. Bunun üzerine yan üstü yattı. Allah da
onu böylece yedi sene uyuttu... Sonra uyandı, gerinerek, diğer yanı üzere döndü
ve yedi yıl daha uyudu... Sonra uyandı ve odun yükünü sırtlandı. O, gündüzün
bir saati süresince uyuduğunu sanmıştı. Derken o beldeye geldi, odununu sattı,
yiyecek ve içecek satın aldı, o kuyunun başına gitti, ama hiç kimseyi bulamadı.
Çünkü o peygamberin kavmi, onu kuyudan çıkarmış, ona iman etmiş ve onu tasdik
etmişlerdi. O peygamber de onlara o siyah köleyi sorup duruyordu. Onlar da:
"Onun ne olduğunu bilemiyoruz" diyorlardı. Derken Allah hem o
peygamberin hem de o kölenin canını aldı. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s), "O siyah köle cennete girenlerin ilkidir" buyurmuştur.
Bil ki esas görüş, Ebu
Müslim'in ileri sürdüğü görüştür. Çünkü bu rivayetlerden hiçbiri Kur'ân
ayetleriyle bilinen ve isnadı kuvvetli olan haberlerle desteklenen bir rivayet
değildir. Onlar hangi durumda olurlarsa olsunlar, şurası bir gerçek ki Allah
Teâlâ, oniarın küfürleri sebebiyle helak olduklarını haber vermiştir.
[148]
en-Nehâî: "Kam
kelimesi, kırk yıldır" derken, Hz. Ali (r.a) bunun yetmiş yıllık süre
olduğunu söylemiştir. Bunun, yüzyirmi yıllık sûre olduğu da ileri sürülmüştür.
[149]
"bunlar arasında..." ifadesine
gelince, takdirindedir. Nitekim, farklı farklı şeyleri zikreden kimse,
onlara £U> "bu" ifadesiyle işaret eder; yine
pek çok sayıyı hesaplayan kimse daha sonra "işte, bu hesaplananlar, bu
sayılanlar" anlamında dir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Biz,
herbirine misaller irad ettik..." ifadesine gelince, bu, "biz onlara
açıklamada bulunduk ve ara yerdeki bütün mazeretleri kaldırdık. Buna rağmen
onlar, yalanlamaya devam edince, onları tamamen helak ettik..." demektir.
Yine bu ifade "Ey Muhammed tıpkı senin kavminin ileri sürdüğü gibi,
peygamberlerini yalanlama hususunda onların da Heri sürdükleri o şüphelerine
cevap verdik. Ama, bu fayda vermeyince de, onları tamamen helak ettik"
şeklinde de olabilir. Böylece Cenâb-ı Hakk, bununla hem dünyada hem de ahirette
o toplumların başlarına gelenlerin, peygamberlerini yalanlamayı sürdürmeleri
halinde, onlann da başına gelmesin diye, Hz. Muhammed'in ümmetini bundan
sakındırmıştır.
[150]
Bu ayetteki birinci
ifadesinin delâlet ettiği şeyle yan uyardık" veya "sakındırdık" ifadeleriyle; ikinci
^T ifadesi de, ifadesiyle mansubtur. Çünkü bu fiil, onu nasbetmeye müsaittir
(mef'ûl zamiri almamıştır).
[151]
Tetbîr) kelimesi,
kırıp dökmek, unufak etmek anlamındadır. Altının, gümüşün ve camın kırıkları
anlamına gelen J3l(et-tİbru) kelimesi de bu köktendir.
[152]
Dördüncü kıssa, Lût
(a.s)'ın kıssasıdır.
"Andolsun ki
onlar, belâ yağmuruna tutulan o beldeye uğramışlardır. Onu da görmüyorlar
mıydı? Hayır, onlar dirilmeyi ummazlar" (Furkân, 40).
Bil ki Allah Teâlâ,
ayette geçen karye sözüyle Lût (a.s)'ın kavminin memleketlerinden olan Sedom'u
kastetmiştir. Bu memleketlerin sayısı ise beştir. Allah onların dördünü,
içindekilerle beraber helak etti, geriye ise sadece birisi kaldı. ifadesi
"taş" anlamındadır. (Yani, onlara taş yağdırdı). Yani "Kureyş,
Şam'a ticaret yaparken, gökten yağan taşlarla helak olmuş olan o yerlere,
defalarca uğradılar. "Onu da görmüyorlar mıydı?" Yani, "onlar,
bu uğramaları esnasında, Allah'ın azabanın ve ibret verici cezalarının
neticelerine bakmadılar mı?
[153]
"Hayır, onlar
dirilmeye inanmayan, bunu ummayan kâfir bir topluluk oldular" demektir.
Alimler bu ayette geçen ( kelimesinin tefsiri hususunda şu izahları
yapmışlardır:
1) Bu, Kâdî'nin
görüşü olup, en kuvvetli olanıdır. Bu görüşe göre bu kelime, hakiki anlamda
"ummak" manasına hamledilmiştir. Zira kısan, ahiret mük - ıtını umduğu için, tekliflerin
yorgunluklarına, tefekkür ve istidlalde bulunmanın meşakkatlerine katlanır.
Binâenaleyh, ahirete inanmazsa, o ahiretln herhangi bir mükafaatını ummaz,
böylece de o mükellefiyetlerin zorluklarına ve şıklılarına katlanamaz.
2) Bunun anlamı, "onlar, dirilmeyi
beklemezler' şeklindedir. Böylece "reci" maddesi, "bekleme"
anlamında kullanılmıştır. Çünkü böyle bir neticeyi ancak İman eden kimse
bekler.
3) Bu,
Tlhâme lehçesine göre, "korkmazlar, endişelenmezler" anlamındadır. Bu
görüş zayıftır. Kuvvetli ve doğru olan ise, birinci açıklamadır.
[154]
"Seni gördükleri
vakit, "Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği?" (derler), seni
bir eğlenceden başka bir şey edinmezler. (Şöyle derler): "Muhakkak
ki, eğer üzerlerine sebat göstermeseydik bizi az kaldı
tanrılarımızdan
saptıracaktı o." Onlar azabı görecekleri vakit kim yolca daha sapıktır
yakında bilecekler. Gördün mü o hevâ (ve hevesijni Tanrı edinen kimseyi? Şimdi
onun üzerine sen mi bekçi olacaksın? Yoksa oniar.n çoğunu hakikaten
dinlerler, yahut akıllarını kullanırlar mı zannedersin?.. Onlar, başka değil, dört
ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta onlar, yolca daha sapıktır» (FurkAn,
41-44).
Bil ki Allah Teâlâ,
müşriklerin, Hz. Muhammed'in nübüvvetini alabildiğine inkâr ettiklerini ve bu
hususta çok çeşitli şüpheler ileri sürdüklerini beyan buyurunca, bundan sonra onların,
o peygamberi gördüklerinde, onu hafife alıp eğlence konusu edindiklerini, ona
iman etmemekle kalmayıp, tam aksine imansızlıklarına onunla alay edip ona
hakaret etmeyi de eklediklerini, birbirlerine de, "Bu mu, Allah'ın
peygamber olarak gönderdiği?" dediklerini beyan buyurmuştur. Bu ifadeyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[155]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bu ayetlerde geçen birinci
edatı, olumsuzluk ifade eder. İkinci
ise 'den Hafifletilen
'dir.kelimesinin başındaki lam da nin başındaki 'in ne sartıyye ne de olumsuzluk için
olmadığını, bunun 'den hafifletilmiş
olduğunu gösteren lamdır.
[156]
Ayetin başındaki Iza
edatının cevabı, mukadder olan kavi (söylemek)
maddesidir. Yani, "istihza
ederek seni
gördükleri zaman,
"Bu mu, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği" derler" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi ise İza edatıyla onun sevabı arasına girmiş olan bir
itiraziyye cümlesidir.
[157]
tabiri "Onlar,
onunla alay ettiler" manasında olup, buda"onlav onu«ğtervca konusu
UndUer"; yahut, "onunla eğlendiler" demektir.
[158]
Bil ki Allah Teâlâ o
müşriklerin, o peygamberi her gördüklerinde şu iki tür elediklerini haber vermiştir:
Bunlardan birincisi,
onların o peygamberle alay etmeleridir.
Osnâb-ı Hakk onlann
alaylannı, "Bu mu, Allah 'm peygamber olarak gönderdiği?" Mesiyle
anlatmıştır. Halbuki buysa, büyük bir cehalettir. Çünkü istihza, ya Hz. "
r. gamber (s.a.s)'in şekli ve şemailinden dolayı olacaktır, ya da onun vasıf ve
Ularından, hallerinden dolayı olacaktır. Birincisi olamaz, çünkü Hz. Peygamber
s a s), o alay edenlerden, hem suret hem de yaratılış bakımından daha güzeldi.
Sonun böyle olmadığı takdir edilse bile, ancak ne var ki Hz. Peygamber (s.a.s)
«tordan, şekil itibariyle farklı olduğunu ic" ila etmemiş, * n aksine,
hüccet ile iddiada Munmuştur. İkincisi de olamaz, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
onlardan, farklı oluşunu, onların elinde değil kendi elinde zuhur eden
mucizeler ile onların kendisinin Mccet ve delillerini zedelemeye muktedir
olamamaları bakımından iddia etmiştir. Binâenaleyh, bu demektir ki, gerçekte
alay edilecek bir kimse veya bu peygamber oeğil, aksine kendileridir. Sonra
onlar, utanmazlıklarından dolayı, bu hükmü ters çevirip, Hz. Peygamber
(s.a.s)'le alay etmişlerdir. Bu da, bâtıldan yana olan kimse çn daima ve her
zaman var olan şeyin, onun alçaklığı ve utanmazlığı olduğunu jSsterir.
İkincisi ise, onlann
Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında, "Muhakkak ki eğer özerlerine sebat
göstermeseydik bizi az kaldı tanrılarımızdan uzaklaştıracaklardı" rezeleridir.
Bu da şunları iiade eder:
1) Onlar,
buna "uzaklaştırmak" adını vermiştir. Bu da, onların kendi putlarına
atabildiğine saygı duyduklarına ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in onları o
ilahlarından alıkoymasını büyük bir kabahat olarak gördüklerine delâlet eder
ki, bu da onların, yegâne hakkın kendi inandıktan bu şey olduğuna inandıklarına
delâlet eder. İşte bu rakımdan bu husus "Ancak, delilleri bilen kimse
küfre nisbet edilir" diyen ehl-i "îaarifin görüşünü iptal eder. Çünkü
bu müşrikler Hz. Peygamberi cahillikle İtham etmişlerdir. Allah Teâlâ da
onları, iste bu yüzden küfre ve sapıklığa nisbet etmiştir. Onların, "eğer
üzerlerine sebat göstermeseydik" şeklindeki sözleri de, işte buna delâlet
etmektedir.
2) Onların
bu sözleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onları, putları tapmaktan alıkoyma,
vazgeçirme hususunda ne denli çalıştıklarına delâlet eder. Çünkü eğer böyle
olmasaydı onlar, "Muhakkak ki eğer üzerlerine sebat göstermeseydik bizi az
kaldı tannlaramızdan uzaklaştıracaktı" demezlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
bu şekilde davranmıştır; zira o, tâ işin başından iyice deliller getirmiş,
onların şüphelerini cevaplamış ve onların yaptıkları her türlü beyinsizlik ve
edebsizliğe katlanmıştır.
3) Bu, o müşriklerin asla ve asla Hz. Peygamber
(s.a.s)'in delillerine karşı koyamayacaklarını itiraf ettiklerine delâlet eder.
Zira onrara atafttav, â/rfMtofcbfr İnkâr ve taklid ile karşı koymaya
çalışmışlardı. Çünkü onların, "Muhakkak ki, eğer üzerlerine sebat
göstermeseydik (...)" şeklindeki sözleri, bu işi kayıtsız şartsa inkâr
ettiklerine ve taklitle hareket ettiklerine bir işarettir. Eğer onlar, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in delillerine karşı bir itirazda bulunmuş olduklarını
zikretselerdi, o zaman bunun zikredilmesi, cahillerin âdeti ve Örfü olan
"ısrar" ile, "kayıtsız şartsız inkâr etme"nin
zikredilmesinden daha evlâ olurdu ki, bu da, o müşriklerin, Hz. Muhammed'in
hüccetleri altında ezilip gittiklerine ve ellerinde sadece, yüzsüzlülkeri ve
utanmazlıkları bulunduğuna delâlet eder.
4) Bu ayet,
o müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)'in hüccetlerinin aşikârlığı karşısında,
delirmiş, cin çarpmış kimselere döndüklerine delâlet eder. Çünkü onlar, ilk
önce Hz. Peygamber (s.a.s)'le alay etmişler, daha sonra da onu "Eğer ona,
kayıtsız şartsız inkâr etmek ve bu hususta sadece inkârda bulunmakla mukabelede
bulunmasaydık, o az kalsın bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı..." diye
nitelemişlerdir. İşte bu son sözleri, o topluluğun Hz. Peygamber (s.a.s)'in
delillerinin kuvvetli, aklının da mükemmel olduğunu kabul ettiklerine delâlet
eder. Onunla alay edip eğlenmeleri ise, ancak câhil ve aciz kimselerin yapacağı
bir şeydir. Binâenaleyh, o müşrikler, o iki sözü birlikte söyleyince, bu
onların Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti hususunda adeta şaşkın kimseler gibi
olduklarına delâlet eder. Çünkü onlar, utanmazlıkları sebebiyle bazan onunla
alay ediyorlar, bazan da onu ancak mükemmel bir âlime uygun düşen niteliklerle
vasfediyorlardı.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onların bu sözlerini nakledince, onların bu husustaki yöntemlerinin şu üç
bakımdan yanlış olduğunu bildirmiştir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlar azabı görecekleri vakit, kim yolca daha sapıkta, yakında
bilecekler" İfadesi. Çünkü onlar, "bizi az kaldı saptracaktı"
sözlerinde, Peygamberi saptırmakla niteleyince, Cenâb-ı Hak kendisinden
kaçınılamayacak olan azabı müşahede ettiklerinde, işlerinde kimin sapık kimin
saptırıcı olacağının ayan beyan ortaya çıkacağını beyan etmiştir ki, bu,
onların kasıtlı olarak görmezlikten gelmeleri ve de istidlal ve tefekkürden yüz
çevirmeleri sebebiyle onlara tevcih edilmiş şiddetli bir tehdit ve uyarıdır.
[159]
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Gördün mü o hevâ (ve hevesini) tann edinen kimseyi? Şimdi onun
üzerine sen mi bekçi olacaksın?" ifadesi... Bunun manası şudur: Allah
artarın cehalete dalmış olmalarının ve delillerden yüz çevirmelerinin bu derece
yoğun v« şiddetli olmasının, onları taklidin istila etmesi ve muhakkak ki o
kimselerin, hevâ «• heveslerini tanrılar edinmiş olması sebebiyle olduğunu, bu
nedenle de nevalarının «ndilerini davet ettiği her şeye delil onları bundan men
etsin ya da etmesin, hemen «M uyduklarını beyan etmiştir. Sonra, burada birkaç
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis:ifadesi,
hem bildirmek (ilâm) hem de soru için uygun olan ar ffadedir. Burada ise,
niteliği ve vasfı böyle böyle olan bir kimsenin cehaletine karşı duyulan
şaşkınlığı dile getirmek (teaccüb) için gelmiştir.
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin anlamı, "Hevâsının arzuladığını İlahı edindi" ya
da, "kendisini çok sevdiği bir ilah tanrı edindi" şeklindedir.
Buradaki ifadenin maklûb (ters çevrilmiş) olup, mananın şeklinde olduğu oa
söylenmiştir ki, bu zayıftır. Çünkü ifadesi bir hasr belirtir. Yani, Kendisi
için, hevâ ve hevesinden başka bir ilâh edinmedi" demektir. Bu mana ise,
-aaenin ters çevrilmesi halinde elde edilmemektedir. İbn Ab bas, "Hevâ,
kendisine adeta) tapınılan bir ilahtır' Jerken, Said İbn Cübeyr de,
"Müşriklerden birisi puta •acıyor, ondan daha güzelini gördüğünde ise,
elindekini atarak ötekini ilah ediniyor, txj sefer ona tapmaya başlıyordu"
demiştir.
Üçüncü bahis: Ayet-i
kerimedeki cümlesinin anlamı, "Şimdi onun üzerine, onu nevasından men
edecek bekçi ve gözetleyici sen mi olacaksın?" şeklindedir. Yani "Sen
böyle görevi olan birisi değilsin" demektir.
Dördüncü bahis: Bu
ayetin bir benzeri de, "Onların üzerine musallat değilsin" c*şiy«,
22), "Onların üstünde bir zorba değilsin sen" (Kaf, «) ve "Dinde
zorlama . oktur" (Beka, 256) ayetleridir. Kelbî, kıtal ayetinin bunu
neshettiğini söylemiştir.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yoksa onların çoğunu hakikaten dinlerler,yahut akıllarını
kullanırlar mı zannedersin?" ifadesidir. Buradaki fî em edatı,
"munkatia" olan i 'dir. Manası ise, "Daha doğrusu sen mi zannedersin?" şeklindedir. Sunun
J< anlamına geldiğine, bu kınamanın, geçmiş olandan daha şiddetli olduğu,
bundan ötürü de, öncekinden iğrab yaparak buna geçildiği de delâlet
etmektedir." Buradaki kınanmaları ise, onların kulak ve akıllarının
bulunmadığı biçimindedir; çünkü onlar, çok inatçı olduklarından, söze kulak
vermiyorlardı. Dinlediklerindeyse, onu düşünmüyorlardı. Böylece de, onların
sanki ne kulakları vardı, ne de akılları. İşte o zaman da Allah onları, sözden
yararlanmadıkları, onu tefekkür ve düşünmeye yönelmedikleri, sırf halihazırdaki
maddi lezzetlere yönelip manevi olan ebedi saadetleri arzulayıp elde etmekten
uzaklaştıkları için, dör. ayaklı hayvanlara benzetmiştir. İşte burada da birkaç
soru bulunmaktadır:
Birinci soru: Cenâtn
Hakk niçin "onların çoğunu" buyurdu da, böylece bu konuda tamamı
hakkında değil, çoğu hakkında hükmetti?
Cevap: Çünkü onların
içinde Allah'ı bilen ve hakkı akledip düşünen kimseler bulunuyordu. Ancak ne
var ki bu kimseler, cehaletten dolayı değil de, makam ve riyaset sevgisinden
dolayı İslâm'a girmemişti.
[160]
İkinci soru: Onlar
niçin, dört ayaklı hayvanlardan daha sapık olmakla nitelenmişlerdir?
Cevap: Bu, birkaç
bakımdandır:
1) Hayvanlar, sahibine kendisine yem verene, onu
bakıp gözetene itaat eder, kendisine iyi davrananı kötü davranandan aytrteder,
kendisine faydalı olanı arar, zarar verenden kaçar. Bunlar ise, Rablerine itaat
etmezler, O'nun kendilerine olan ihsanı ile, kendilerinin düşmanı olan şeytanın
kötülüğünü birbirinden ayırdetmezler, faydaların en büyüğü olan sevabı talep
etmezler, zararların en büyüğü olan ikâbtan da kaçınmazlar.
2) Hayvanların kalbleri, İlimden hal? olduğu
gibi, aynı zamanda kişinin bir şeye gerçeğin hilafına olarak samimi bir biçimde
itikad edip inanması demek olan cehaletten de halt ve uzaktır. Bunlara gelince,
onların kalbleri ilimden hatî ve uzak olduğu gibi, aynı zamanda cehaletle
muttasıftır. Zira onlar bilmezler, bilmediklerini de bilmezler. Aksine, hâlâ
bildikleri hususunda ısrar ederler.
3) Hayvanlarda ilmin olmayışı kimseye zarar
vermez. Müşriklerin cehaletine gelince, bu büyük bir zarar kaynağıdır. Çünkü
onlar, insanları Allah'ın yolundan saptırıyorlar, Allah'ın yolunu eğri
göstermek istiyorlar.
4) Hayvanlar
bir şey bilmezler; bu (sebeple de) onu talep etmekten âcizdirler. Bu cahillere
gelince, onlar bunu aramaktan âciz değillerdir. Âciz olduğu için yüce
mertebeleri talep etmekten mahrum olan kimse elde etmeye muktedir olduğu halde,
kötü seçiminden dolayı onları terkeden kimse gibi zemmedilmez, kınanmaz.
5)
Hayvanlar, ilimsizliklerinden dolayı ikaba müstahak olmazlar. Bunlara gelince,
bundan dolayı, cezaların en büyüğüne müstehak olurlar.
6) Bazı
alimlerin anlayışına göre, hayvanlar da Allah'ı teşbih ederler. Nitekim Cenâb-ı
Hakk şöyle buyurmuştur: "Hiçbir şey yoktur ki hamd ile onu teşbih
etmesin" (lira, 44>; "Bilmez misin ki göklerde olanlar O'na secde
eder" (Hece, 18) ve "Saflar halindeki kuşlar... muhakkak her biri,
kendi duasını ve teşbihi öğrenmiştir" (Nûr,4i). Durum böyle olunca,
kâfirlerin dalâletleri, bu hayvanlannkinden daha şiddetli ve daha büyük olmuş
olur.
Üçüncü soru: Allah
Teâlâ onlardan, işitmeyi ve akletmeyi nefyedince, o halde a nasıl onları,
dinden yüzçevirmekle kınamış; daha nasıl onlara peygamber ıtştır? Çünkü akıl,
mükellef tutulmanın şartlarındandır.
Cevap: Bundan maksad
"onlar akledemiyorlar" manası olmayıp, aksine bundan vad, "Onlar
bu akıldan yararlanamıyorlar" şeklindedir. Bu, bir kimsenin, bir şeyi
«tamayan bir başkasına, "Sen ancak kör ve sağırsın" demesine benzer.
[161]
"Rabbine bir
bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır O? Eğer dileseydi, onu elbet sakin de
kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delil yapmışızdır. Sonra onu azar azar alıp
kendimize çektik. O, geceyi sizin için bir libas, uykuyu bir dinlenme,
gündüzü de yeni bir hayat (faaliyeti) yapandır. O rahmetinin önünde
rüzgârları bir müjde olarak gönderendir. Biz, gökten tertemiz su indirdik.
Onunla, ölü bir toprağa can verelim, yarattığımız hayvanları ve birçok
insanları onunla sulayahm diye" (Furkfin, 45-49).
Bilesin ki Allah Teâlâ
yaratıcının delillerinden yüz çeviren kimselerin cehaletini ve bu konudaki
yollarının yanlışlığını beyân edince, bundan sonra da O'nun varlığına aelâlet
eden delil çeşitlerini zikretmiştir.
[162]
Birinci çeşit delil:
Artması, eksilmesi ve bir halden başka bir hale geçmesi hususunda gölgenin
durumuyla istidlalde bulunmak... Burada birkaç mesele vardır:
[163]
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesi hakkında iki izah şekli bulunur:
1) Bu, gözün
görmesi anlamındadır.
2) Bu,
kalbin görmesi, yani ilim anlamındadır. Biz bu ifadeyi gözün görmesi anlamına
alırsak, her ne kadar onun lafzını, Arapların kullandığı anlama almak daha
fasih ise de, o zaman mana, "Gölgeye bakmadın mı? Rabbin onu nasıl
uzattı?" şeklinde olur. Kelimeyi ilim anlamına alırsak -ki bu Zeccâc'ın
tercihidir- o zaman da mana, "Bilmedin mi" şeklinde olur. Bu daha
evlâdır. Çünkü biz gölgeyi gözle görülen şeylerden addedersek, o zaman, Allah
Teâlâ'nın kudretinin onu uzatmadaki tesiri ittifakla görülmez. Her değişen
şeyin mümkin (caiz) olduğu, her mümkin varlığın ise, bir müessiri (var edeni)
bulunduğu malum olduğu için, bu kelimeyi, işte bu bakımdan kalbin görmesi
(i/im) anlamına hamletmek daha evladır.
[164]
Lafzın zahirine göre
bu hitap her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.sj'e müteveccih ise de, hitap mana
bakımından umumidir. Zira ayetin gayesi, Allah'ın gölge vasıtasıyla olan
nimetlerini beyan etmektir. Bütün mükellefler ise, bu nimetlere
dikkatlerini yöneltip, onlarla Yaratıcı'nın varlığına istidlalde bulunmalarının
gerekliliği hususunda müşterektirler, aralarında bir fark yoktur.
[165]
Alimler, bu ayetin
tefsiri hususunda çok şey söylemişlerdir. Söylenenler şu iki maddede
özetlenebilir:
1) Gölge
katıksız ışık ile katıksız karanlık arasında, orta bir haldir. Fecrin
zuhurundan güneşin doğmasına kadarki zamanda olur. Evlerin içinde ve duvarlarla
örülü avlularda meydana gelen haller de böyledir. Bu durum en hoş bir durumdur;
çünkü insan tabiatı katıksız karanlıktan hoşlanmaz, ondan nefret eder. Katıksız
ışığa gelince, bu güneşten çıkıp gelen bir niteliktir. O da, yoğunluğundan
dolayı gözü kamaştırır. Güçlü bir buharlaşma (terleme)ye sebebiyet verir. Bu
sebeple de sıkıntı ve eziyet vericidir. O hafde, en hoş hal, gölgedir. Bundan
dolayı Cenâb-ı Hak cenneti onunla nitelemiş ve "yayılmış gölgeler"
diye tavsif etmiştir, sabit olunca biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk, gölgenin büyük
nimetlerden ve muazzam menfaatlerden olduğunu açıklamıştır. Sonra bir de,
gölgeli zamanda renkli şeye bakan kimse, sanki cisimden ve renkten başka bir
şey göremez. Diyoruz ki, gölge, üçüncü bir şey değildir. O ancak, güneş doğup
da ışığı cisim üzerine vurduğunda, o gölge zail olduğu zaman anlaşılır ve
bilinir.
Binâenaleyh eğer güneş
olmasaydı ve onun ışıkları maddeler üzerine düşmeseydi, gölgenin bir varlığı ve
mahiyeti olduğu bilinemeyecekti. Çünkü eşya (varlıklar) ancak kendi zıtlarıyla
bilinirler. Eğer güneş olmasaydı, gölge bilinemeyecekti. Karanlık olmasaydı,
ışık bilinmezdi. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, güneşi yeryüzü üzerine doğdurup
da, gölge zail olduğu zaman, işte o vakit akıllar, gölgenin, cisim ve renk
üzerine ilâve bir keyfiyet olduğunu anlamış olur. İşte bundan dolayı Allah:
"Sonra güneşi ona bir deli) yaptık" buyurmuştur. "Yanı,
"Biz gölgeyi, Önce içinöe bulunan faydalar ve lezzetlerle yarattık. Sonra
biz akılları, güneşi doğdurmak suretiyle, onun varlığının bilgisine ulaştırdık.
Böylece de güneş o nimetin varlığına bir delil ve bir işaret olmuş
oldu. Daha sonra da o gölgeyi biz, çektik. Yani, o gölgeyi birden bire aeğıi,
yavaş yavaş aldık" demektir. Çünkü, her ne zaman güneşin yükselmesi
artarsa z-l nisbette), batı tarafından gölgenin noksanlaşması da o nisbetle
artar. Mekana âl hareketler, aynı anda meydana geldikleri gibi, o gölgelenme
işinin ortadan kalkışı :-£ bir anda değil, yavaş yavaş olur. Bir de gölgenin
çekilmesi eğer birdenbire olsaydı, nsanların maslahatlarına uygun olmazdı.
Fakat gölgeyi yavaş yavaş çekmek, âlemde çeşitli menfaatlerini sağlar. O halde
ayetteki "kabz" ile kastedilen, yok etme, izale etme, giderme
manasıdır. İşte bu, iki tevilden biridir.
2) Hak
Teâlâ, yeri, göğü, yıldızlan, güneşi, ayı yaratınca yeryüzü gölgeli oldu. Sonra
Hak Teâlâ, güneşi o gölgeye delil (sebep) yaptı. Bu böyledir. Çünkü gölgeler,
ıştğın hareketine göre yer değiştirir. Zira bu ikisi birbirini takib eden,
birbirine (adeta) delil olan, birbirinden ayrılmayan, aralarında bir üçüncüsü
olmayan iki şeydirler. Dolayısıyla birinin artışı oranında diğeri noksanlaşır,
yol gösterilen kimse, yol gösteren oelilin (kılavuzun) işaretine göre yolunu
bulup, ona göre hareket ettiği gibi, gölgeler de adeta ışıklar için birer yol
gösterici ve onların takipçileridirler. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk güneşi
gölgelere bir delil kılmıştır.
Hak Teâlâ'nın
"Sonra onu azar azar alıp kendimize çektik" adesi ile kastedilen, ya
o gölgeleri yavaş yavaş çekilerek sıfır noktasına ulaştırmaktır Ki, bu durumda
gölgelerin giderilmesi, "çekilmesi" diye ifade edilmiş olur, yahut da
gölgelerin azar azar çekilmelerinden kastedilen, Kıyamet koptuğu zaman bütün
gölgelerin izale edilmesidir ki, bu da, gölgeleri sağlayan sebeplerin, yani gölgeler
bırakan kütlelerin ortadan kaldırılmasıyla olur. Bu ayetteki
"yeslren" (azar azar) kelimesi "Bu haşr (toplama) bize az gelir,
kolaydır" (Kâf, 44) ayetindeki gibidir. İşte ikinci te'vilin özeti budur.
[166]
Bu ayetle, ihsan
sahibi, lütufkâr bir yaratıcının varlığına şu şekilde istidlal edilmiştir:
Gölgelerin varlığı, hem hayvanlara hem insanlara faydalı bir iştir. Fakat katıksız bir
ışık veya katıksız bir karanlık, canlılar için faydalı değildir. O halde
gölgelerin varlığı ya zorunlu (vacib) şeylerdendir, ya olabilecek (mümkin)
şeylerdendir. Birinci ihtimal söz konusu olamaz. Aksi halde, gölgeler hiç
değişmez, hep aynı kalırdı. Çünkü zorunlu (vâcib) olan şey, değişikliğe
uğramaz, öyle ise bu gölgelerin varlığının, mümkinattan olması gerekir. Dolayısıyla
onu, yok iken var eden ve var ettikten sonra yokeden, mutlaka kadir, herşeyi
idare eden, lütufkâr ve bunu hayvanlar ile insanlara faydalı olabilecek oranda
yaratmış olan bir yaratıcının bulunması gerekir. Bu yaratıcı da, ancak ulvî
(gök) kütlelerini hareket ettirmeye, felekî (semavi) maddeleri idare etmeye ve
onları en güzel ve mükemmel bir şekilde sıraya ve nizama koymaya kadir olandır.
Böyle olan ise ancak Hak SubhanehÛ ve Teâlâ'dır.
[167]
İmdi eğer,
"Gölge, ışık verme özelliğinden olan şeyin ışık vermemesi manasına gelir.
Öyle ise nasıl olur da, aslında yok demek olan birşey İle Allah'ın varlığına
istidlal edilebilir ve nasıl olur da bu, nimetlerden sayılabilir?
İkinci çeşit
delil: "O, geceyi sizin için bir
libas, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeni bir hayât (faaliyeti)
yapandır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Hak Teâlâ, herşeyi örtüp
bürüdüğü için geceyi bedeni sarıp kapatan elbiseye benzetmiş ve onda bizim için
birçok faydalar bulunduğuna da, "uykuyu bir dinlenme (yaptık)"
ifadesiyle dikkat çekmiştir.
[169]
"Şubat",
"rahat" demektir. Allah Teâlâ, rahatlık, dinlenme sebebi olduğu için
uykuyu, "rahatlık" diye ifade etmiştir. Ebu Müslim şöyle der:
"Subât, rahatlık demektir, örfe göre (daha önce) hep cumartesi istirahat
edildiği için, cumartesiye "sebt" günü denmesi de bu yüzdendir. Yine
hasta kimse için, hastalığın yorgunluğunu atıp rahata kavuştuğunda,
"mesbût" denilir. Keşşaf sahibi ise şöyle demiştir: "Subât, ölüm
demektir. Hayatı sona erdiği için, ölene "mesbût" denilir. Bu tıpkı,
"O (Allah), ger t (uyuduğunuzda) sizi öldürendir" (En'âm, eo)
ayetinde ifade edildiği gibidir. "Subat" kelimesinin, "ölüm"
manasına alınmasının "rahatlık" manasına alınması tuan daha evlâ
olduğunu söyledik. Çünkü "Subâf'ın karşılığında zikredilen
"nuşûr" (yeni bir hayat) kelimesi, onun "rahatlık" manasına
alınmasına mânidir.
Ebu Müslim de şöyle
der: "Bu "nuşûr" intişâr (yayılma, dağılma) ve hareket etme
manasınadır. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, insanın uykusunu ölüm diye
nitelendirmesi gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Allah (ölenin) ölümü
zamanında ölmeyenin de uykusunda ruhunu alır" <zümer, 42) buyurarak,
uykudan uyanma ile ölümden uyanmayı (dirilmeyi) aynı şekilde "nuşûr"
olarak adlandırmıştır.8u ayet, yaratıcının kudretine delâlet etmesinin
yanısıra, O'nun mahlûkatına nimetler verdiğine de delâlet etmektedir. Çünkü
gecenin örtmesi ile örtünmede (görünmemede) İnsanlar için nice dinî ve dünyevî
faydalar vardır. Uyku ve uyanmayı Cenâb-ı Hakk, ölüm ve hayata benzetmiştir.
Lokman (a.s)'ın oğluna, "Uyuyup uyandığın gibi, ölüp yeniden
dirileceksin" dediği rivayet edilmiştir.
[170]
Üçüncü çeşit delil: Bu
"O, rahmetinin önünden, rüzgârları bir müjde olarak gönderendir"
ayetinin ifade ettiği husus olup, bu ifadenin tefsiri, A'raf, 57. ayette
geçmişti. Bu hususta birkaç mesele var:
[171]
"Riyâh",
"rîh" şeklinde de okunmuştur. Zeccâc şöyle der: ("Büşrâ"nın
bir diğer okunuş şekli olan) "nüşren" kelimesinde şu beş değişik okunuş
(kıraat) vardır: Nûn'un fethası ile neşren, nûnun zammesiyle nüşren, nûnun ve
şîn'ın zammesiyle nüsüren, münennes olmak üzere, nûn yerine bâ İle ve elif-i
maksure İle ^pî ; tenvin ile oüşran." Ebû Müslim şöyle der: "Bunu
"büşran" şeklinde okuyanlar, "beşir" (müjdeci) kelimesinin
çoğulu olarak böyle okumuşlardır. Bunun bir benzeri de, "Allah'ın
rüzgârları mübeşşirât (müjdeciler) olarak göndermesi de ayetlerindendt"
«um, 46) ayetidir. Bunun nûn ile (neşren) okunuşu ise, tıpkı \jii £*'jAÛlj
"Bulutlan yaydıkça yayanlara yemin olsun k/"(Mürseiat, 3) ayetinde
olduğu gibidir. Bu yayanlar, rüzgârlardır. Ayetteki "rahmet", yağmur
ve su manasınadır.
[172]
Ayetteki "Biz gökten tertemiz su indirdik"
ifadesi, Allah Teâlâ'nın yağmuru, buluttan değil
gökten indirdiğini
ifade etmektedir. Öyle ise, buluta "gök" (sema)
diyenlerin görüşü zayıftır. Çünkü bu kelimenin iştikakından (kök manasından)
Ötürü böyledir. Fakat dilin aslına göre, "semâ" şu malum
gökyüzüne ve dünyanın adeta tavam gibi olan şeye verilen addır. Binâenaleyh kelimeyi bu
manasından alıp, başka manada kullanmak, zahiri manasını terk etmek demektir.
[173]
Alimler
"tahur"un manası hususunda ihtilaf etmişler ve çoğu bunun,
tıpkı "fatûr"un, iftar edilecek şey, "sahûr"un
da sahur yapılacak
(sahurda yenecek) şey manasına gelişi gibi, kendisi ile taharet yapılacak (temizlenilecek)
şey manasına
geldiğini söylemişlerdir. Keşşaf sahibi bunu kabul etmeyerek şöyle der: "Fa'ûl
vezni bir şeyde etkili (fail) olma manasına gelmez. Tahûr, Arapça'da şu iki şekilde
kullanılır:
a) Sıfat olarak.
b) İsim
olarak. Sıfat olarak kullanılması, tıpkı "tâhir su" yerine,
"tahûr su" demen gibidir, İfjim olarak kullanılışı ise, tıpkı
"abdest suyu" manasında "vedû", yakıt manasın a
"vekûd" demen gibi, "Kendisi ile temizlenilecek şey"
manasında "tahûr" demendir. Birinci görüşte olanların delili Hz.
Peygamber (s.a.s)'in "Eğer on sene de su bulamasa, toprak müslüman için tabirdir"[174]
buyurmuştur. Eğer "tahûr", tâhir (temiz) manasına olsaydı, o zaman bu
hadis, "Toprak müslüman için temizdir" şeklinde olurdu ve tam bir
mana ifade etmiş olmazdı. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, şu hadisi de böyledir.
"Sizden birisinin kabı, eğer ona köpek batar (ondan yalarsa) onun
temizlenmesi, onun yedi defa yıkamasıdır"[175]
Binâenaleyh eğer "tahûr", tâhir manasına olsaydı, o zaman bu
hadis, "Sizden birinin kabının temiz oluşu" manasında olurdu ve bu
muntazam bir söz olmazdı. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "(Allah) kendisiyle sizi
temizlemek için gökten yağmur indirir" (EnM. 11) buyurmuş ve sudan
maksadın, temizlemek olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla suyun
"tahûr" olması ile, "kendisi ile temizlenilen şey"
manasının kastedilmiş olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ bunu, bir nimet
sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh bunu en mükemmel manasına hamletmek
gerekir. Temizleyici olmanın ise, temiz olmadan daha ileri ve mükemmel
olduğunda şüphe yoktur.
[176]
Bil ki Allah Teâlâ,
suyun şu iki faydasını zikretmiştir:
a)
Bitkilerle ilgili olanı..
b)
Canlılarla ilgili olanı. Bitkilerle ilgili faydası, "Onunla ölü bir
toprağa can verelim diye' cümlesi ile anlatılmıştır. Bu ifadeyle ilgili şöyle
birkaç soru sorulabilir:
Birinci soru: Cenâb-ı
Hak niçin demiş de, dememiştir?
Cevab: Çünkü
"belde" Hak Teâlâ'nın "O (bulutu) ölü bir beldeye
şevkettik" (A-raf, 57) ayetindeki (müzekker) "beled"
takdirindedir.
İkinci soru: Beldenin
(toprağın) ölmesi ve can bulmasıyla ne kastedilmektedir?
Cevap: İnsanlar,
ma'mur olmayan yerlere, "ölü araziler" (mevât), toprağın mamur
olmasını sağlayan sulama işine de "onu diriltme" (ihya) adını
vermişlerdir.
[177]
Üçüncü soru:
Tabiatcılar ile Mu'tezile'den Kelbî "Yer, su ve güneşin tabiatından olarak
bitkiler meydana gelmiştir" demişler ve bu hususta Hak Teâlâ'nın,
"onunla ölü bir toprağa can verelim diye" ifadesine tutunarak,
"Buradaki "Onunla"
ifadesindeki bâ harf-i cerri, suyun bunda tesirli olduğunu
göstermektedir" iddiasında bulunmuşlardır.
Cevap: Her ne kadar
ayetin zahiri bu manaya delâlet ediyorsa da, kelamcılar, tabiatın (karakterin)
bozulabileceğine delil bulunduğu için, bu ayetin zahirî manasını bırakıp, buna
mecazî mana vermişlerdir.
Suyun canlılarla
ilgili faydası da "Yarattığımız hayvanları ve birçok insanları onunla
sulayahm diye" cümlesiyle anlatılmıştır ve bununla ilgili olarak şu
sorular sorulabilir:
[178]
Birinci soru: Niçin
burada sadece, insan ve hayvanlar zikredilmiş; hepsi de bundan İstifade
etmesine rağmen, kuşlar ve vahşi hayvanlar niçin zikredilmemiştir?
Cevap: Kuşların ve
vahşi hayvanların suya olan ihtiyaçları, o kadar fazla değildir. Çünkü onlar su
içme ihtiyacını pek az hissederler. En'am (evcil hayvanlar) ise böyle oeÇildir.
Çünkü bunlar, insanların kazancı (malı) olan hayvanlardır ve insanların birçok
genel menfaatleri de bunlara dayalıdır. Dolayısıyla, sanki bu hayvanlarını
sulayacak, su vermek suretiyle in'amda bulunmak, bizzat insanlara su verip
in'am etmek gibi olmuştur.
İkinci soru: Ayetteki
"en'am" ve "ünâs" kelimelerini nekire getirip, onlan
"çok" dîye tavsif etmenin hikmeti nedir?
Cevap: Bu,
"İnsanların birçoğu, vadi ve nehir kıyılarında, suların fayda sağladığı
-yılara yakın şehirde yerleşmişlerdir. Binâenaleyh bu insanlar yağmur sayesinde
sulanmaya fazla muhtaç değillerdir, onlardan pek çoğu İse çöllerde, ve
vahalarda yerleşmişlerdir. Binâenaleyh onlar, içecek suyu, ancak yağan
yağmurdan elde edebilmektedirler. İşte Hak Teâlâ'nın, "Onunla ölü bir
toprağa can verelim diye" cümlesi ile kastedilen budur. Allah Teâlâ
bununla, suyun kolayca elde edildiği yerlerden uzak olan kimselerin bazı
beldelerini kastetmiştir. Ayetteki "çok" kelimesinin (sulayalım)
kelimesiyle ilgili olması da muhtemeldir. Çünkü canlılar suya zaman zaman
ihtiyaç hissederler. Bitkiler ise böyle değildir. Onlara belli bir miktar su
yeter. Hatta o yeterli sudan fazlasını almaları, onlara zarar verir. Canlılar
ise, yaşadıkları müddetçe zaman zaman suya ihtiyaç hissederler.
[179]
Üçüncü soru: Hak Teâlâ,
ayette yerin diriltilmesini ve en'am'ın (hayvanların) sulanmasını, niçin
insanların sulanmasından Önce zikretmiştir?
Cevap: Çünkü
insanların hayatı, topraklarının ve hayvanlarının hayatına bağlıdır.
Binâenaleyh insanların hayat ve geçim sebebi olan bu şeyler işte bundan ötürü,
kendilerinin sulanmalarından önce zikredilmiştir. Çünkü onlar, arazilerini ve
hayvanlarını sulamaya muvaffak olunca, kendilerini sulamaya da muvaffak olmuş
olurlar. Bir de Hak Teâlâ'nın, "Andoîsun bunu, onlann arasında tasrif
etttfe" (Furkân.so) ayetinin manası, yağmurun her sene bir başka tarafa
tasrif edilmesi, gönderilmesi demektir. Bu böyle olduğuna göre, o sudan hepsi
değil, hersene pekçok İnsan o yağmurdan istifade eder.
[180]
Dördüncü soru:
"enasî" nasıl bir kelimedir?
Cevap: Ferrâ ve
Zeccâc: "İnsi ve ünfts (insan ve insanlar) kelimeleri, tıpkı "Kürsf
ve kerâsl" kelimeleri gibi (biri müfred, biri cemidir). Cenâb-ı Hakk,
"Keslrsn" (çok) buyurdu, ama "kestrine" (çokları) demedi,
(böylece cemi olan ünasl kelimesinin sıfatını müfret getirmiş oldu). Çünkü fa'il vezni
bazan müfret olarak getirildiği halde, kendisiyle cemi manası kastedilir. Bu
tıpkı (Furkân, 28) ve (Nisa, es) ayetlerinde olduğu gibidir[181].
Bit ki fakihler,
suların hükmünü, Hak Teâlâ'nın "Biz, gökten tertemiz (tahûr) su
indirdik" ayetinden çıkarmışlardır. Şimdi o meselelerin ana noktasına
işaret ediyor ve diyoruz ki: Burada şu iki husus var:
a) Su, temizleyicidir.
b) Sudan
başka diğer şeyler temizleyici midir, değil midir?
Birinci husus: Diyoruz
ki su, ya değişmez (bozulmaz), ya değişir (bozulur).
Değişmemiş
(bozulmamış) olan birinci kısmın kendisi temizdir ve başkasını temizleyicidir.
Ancak ma-yı müsta'mel (abdest ve gusulde kullanılmış olan su) bu hükümden
istisna edilmiştir. İmam-ı Şâfi'ye göre bu su temizdir, fakat temizleyici
değildir. İmam Mâlik ve İmam-ı Sevri: "Bununla abdest almak caizdir"
derken, Ebû Yusuf'un rivayetine göre, İmam Ebû Hanffe bu suyun pis olduğunu
söylemiştir. Burada birkaç mesele var:
[182]
Bu mesele, kullanılmış
suyun, temizleyici olmadığının beyanı
hakkındadır. Bizim delilimiz,
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Sizden hiç kimse
cünüp iken, durgun sularda gusletmesin"[183]
şeklindeki hadisidir.
Binâenaleyh, şayet su eskiden olduğu gibi hem temiz hem de temizleyici
olma vasfını devam ettirseydi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nehyetmesinin bir anlamı
olmazdı. Bizim, kıyas açısından delilimiz ise şudur: Sahâbe-i kiram, yolculukları
esnasında abdest alıyor, ilerde bu sulara ihtiyaçları olduğunu bile bile,
kullandıkları sulan
bir kapta biriktirmiyorlardı. Eğer bu su, temizleyici bir su olmuş olsaydı, onlar
o suyu ihtiyaç duyacakları bir gün ve zaman içn, mutlaka yanlarında
götürürlerdi.İmam
Malik, bu hususta hem ayet hem hadis, hem de kıyasla istidlal etmiştir. Ayetten
istidlali şu iki şekilde olmuştur:
1) Cenâb-ı
Hakk, "Biz gökten tertemiz su indirdik" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı
Hakk, "O size gökten, kendisiyle sizi temizlemek için su indirir"
(Entaı, 11) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ayetler, suyun temizleyici vasfının
bulunduğuna delâlet etmektedir. Var olduğu sabit olan şeylerde temel düstur
ise, onun aynı hal üzere devam ettiğidir. Binâenaleyh, su, "mâ-i
müsta'mel" (kullanıldıktan) olduktan sonra da, bu vasfının devam
ettiğine hükmetmek gerekir. Hem, Cenâb-ı Hakk'ın "temiz" adesi o suyla defalarca
temizlenmenin caiz olmasını gerektirir.
2) Allah
Teâlâ ijLilî "yıkayınız" (Makie, e) emriyle yıkamayı mutlak anlamda
kastetmiştir. Binâenaleyh mai (sıvı) olan her şeyi kullanmak bir gusüldür,
yıkanmadır. Çünkü yıkama ve yıkanma suyu uzuvlar üzerinde kaydırmaktır. Nitekim
şair Göz
yaşlan sürmesini yıkadığında bile, güzel olan ey kadın, ey sevgili"
demiştir. Binâenaleyh kim, mâ-yi müsta'mel (kullanılmış su) ile guslederse,
gusletmiş sayılır. Bunun ona, yeterli olması gerekir. Çünkü o böylece
emrolunduğu şeyi yerine getirmiştir. Binâenaleyh, sorumluluktan kurtulmuş
olması gerekir.
[184]
İmam Malik'in
sünnetten deliline gelince, Hz. Peygamber'den yaptığı rivayet edilen şu
hadistir: Hz. Peygamber (s.a.s) abdest aidi ve elinde kalan suyla da başına
mesnetti." Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in abdest aklığı suyu, sakalının
ıslaklığından alarak, onunla başını meshettiği rivayet edilmiştir. İbn
Abbas'tan Hz. Peygamber'in şöyle de yaptığı rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber
s.a.s) gusletti, bedeninde suyun isabet etmemiş olduğu kuru bir yer gördü de,
bunun özerine, üzerinde yaşlık bulunan ıslak saçlarını tuttu, daha sonra da
elini o kuru yerin üzerinde gezdirdi.
İmam Malik'in kıyastan
delili ise şudur: Bu su, temiz bir bedenle karşı karşıya gelmiş, üzerinden
akmış temiz bir sudur. Böylece de bu su bu yönüyle tıpkı, bir taşın veya bir
demirin üzerinden akan bir suya benzemiş olur. Dördüncü defa kullanılan,
serinlemek ve temizlenmek için kullanılan su da böyledir. Bir de suyun, kişinin
yüzünün en üst tarafına konulup, bu suyla o yerin yıkanma farziyyeti sakıt
olup, daha sonra da bu suyun bizzat kendisinin yüzün geriye kalan kısmına inip
akması halinde -bu suyun üst tarafında mâ-yi müsta'mel vasfını almış olmasına
rağmen- o yerin yıkanmasının farziyyetinin giderilmesine kâfi geldiğinde
ihtilaf yoktur.
[185]
Mâ-yi müsta'melin
temiz olmasının delili, Cenâb-ı Hakk'ın "Bizgökten tertemiz su indirdik" ayetidir.
Bunun sünnetten delili, Hz. Peygamberin, sakalının yaşlığından aJarak
onunla başını meshetmesi ve "Su, temizleyici olarak yaratılmıştır. Tadı veya
rengi, yahut da kokusu değişmediği
sürece, onu hiçbir şey
necis hale getiremez"[186]
buyurmasıdır. Şâflî şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.s) abdest almıştır. O abdest suyundan
düşenler, onun elbisesine mutlaka değmiştir. Ama, onun bundan dolayı ne
elbisesini değiştirdiği, ne de mâ-yi müsta'melin yıkadığı yeri yıkamamıştır.
Müslümanlardan hiç kimsenin de böyle yaptığı rivayet edilmemiştir. Böylece,
onların bu mâ-yi müsta'melin necis, pis olmadığı hususunda ittifak etmiş
oldukları sabittir. Bir de bu su temiz bir bedenle karşı karşıya gelmiş, onun
üzerinden akmış bir sudur. Böylece bu yönüyle de bu su tıpkı bir taş üzerinden
akmış olan suya benzemiş olur.
[187]
Bu su, ya abdest
uzuvlarını yıkadığı için, yahut da elbise yıkadığı için müsta'mel olmuş, bu
vasfı almıştır. Bunun
abdest uzuvlarının
yıkanmasından ötürü müsta'mel (kullanılmış) olmasına gelince, bu da ya farz ve
ibadet sayılan bir şeyden dolayı müsta'mel olmuştur, yahut farz olan fakat
ibadet sayılmayan bir şeyden ötürü müsta'mel olmuştur, yahut da ibadet olup da
farz olmayan bir şeydan dolayı müsta'mel olmuştur, veyahutta ne farz ne de
ibadet olan şeyden dolayı müsta'mel olmuştur.
Birinci kısma, yani
farz ve ibadet olan şeyden dolayı müsta'mel olmasına gelince, bu, Şâfiîlerin
ittifakıyla, temizleyici vasfını haiz değildir (Yani temizdir, fakat
temizleyici değildir).
İkinci kısma gelince,
bu da, müslüman bir kocanın nikahı altındaki zımmî kadının kullandığı sudur.
Yani, kocasının kendisiyle cima edebilmesi için, o kadının hayızından
temizlenmesi için kullandığı sudur.
Üçüncü kısma gelince,
bu da İkinci, üçüncü defa kullanılan su ile, abdesti yenilemek için kullanılan
su ve sünnet olan gusüllerde kullanılan sudur. Şâfiîlerin, bu iki kısım su
hakkında, iki çeşit izahı bulunmaktadır.
Dördüncü kısma
gelince, bu dördüncü defa kullanılan su İle, serinlemek ve temizlenmek için
kullanılan su olup, bu bütün Şâfiîlerin ittifakıyla mâ-yi müsta'mel olmayıp,
hem temiz hem de temizleyicidir.
Elbiselerin yıkanması
için kullanılan suya gelince, bu kimse, şayet necis (pis) bir elbiseyi yıkamış
ve o elbise de tek bir yıkama ile temiz olmuş ise, onu üç defa yıkaması
müstehap olur. Binâenaleyh bu duruma göre, ikinci ve üçüncü kerelerde o
elbiseden çıkan su, sahih görüşe göre, temizleyicidir.
Değişen ikinci kısım
suya gelince, biz deriz ki: Su, değiştiği zaman, ya kendiliğinden yahut da
başkası sebebiyle değişmiş olur. Birinci kısma gelince, bu mesela, bir suyun
bir yerde uzun müddet kalması sebebiyle değişmesi gibi, bununla abdest almak
caizdir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) Kudâe kuyusundan abdest alm\ştw. Otvvicv
su^u ise, adeta sanki uzun müddet orada kına bitkisi kalmış çibi bir renk almıştı.
Başkası sebebiyle değişene gelince, bu başkası ya o suya bitişiktir veya ondan
ayrıdır. O suya bitişik olmayana gelince, bu tıpkı suyun hemen yakınına bir
iaşenin atılması, konulması ve düşmesi, böylece de o suyun o leş sebebiyle
kokuşmuş hale gelmesidir. Bu su da temizleyicidir.
[188]
Ama kendisine bitişen
bir şey sebebiyle suyun değişmesine gelince, bu bitişen şey ya temiz olur, veya
necis, pis olur. Birinci kısma gelince, o temiz olduğu sırada ona ya bir şey
karışır veya karışmaz. Eğer ona bir şey kanşmamışsa bu tıpkı o suya »-ağın,
kokunun, ağaç dalının, anberin katı kâfurun düşmesi sebebiyle bozulmuş bir su
gibidir ki, bu da tıpkı suyun yakınında bir leşin bulunması halindeki gibi
temizdir. &r de temizlik, Cenâb-ı Hakk'ın "Biz gökten tertemiz su
indirdik" buyruğu ile sabittir. Sabit olan şeyde aslolan şey ise, onun
devam ettiğidir. Kendisine karışan bir şey sebebiyle değişen suya gelince, bu
karışan şeyden o suyu korumak ya mümkün olmaz veya mümkün olur. Mümkün olmama
haline gelince bu, mesela toprak siyah Kokmuş çamurun içine düşen yapraklar ve
kendisinde oluşan yosunlar sebebiyle değişmiştir ki, bu da temizdir. Çünkü
bunun temiz oluşu, ayetle sabittir. Ve, bundan sakınmak da adeta imkansızdır.
Binâenaleyh bu zorluk, Cenâb-ı Hakk'ın, "Size din hususunda hiçbir zorluk
yaratmamıştır" (Hac, n) ayetinden dolayı, kaldırılmıştır. Yine suyun,
akarken kiremit, kireç, sürme taşı yatağına uğrayıp, yahut da bu şeylerden o
suya herhangi bir şeyin düşmesi yahut bu suyun o şeylerin bizzat yatağından
çıkması da böyledir. Suyun dışardan gelen şeylerin karışmasından dolayı
bozulması haline gelince, bu durumda bakılır: Eğer su, mesela kendisine zaferân
düşüp de böylece de biraz sararması yahut un karışıp da, böylece de biraz
beyazlaşması suretiyle, onu su olma özelliğinden çıkaramayacak derecede
değişirse, ŞâfiT mezhebinin sahih görüşüne göre, bununla abdest almak caizdir.
Çünkü bu karışan şeyler o sudan su ismini silememiştir (ona yine su
denmektedir). Ama bu değişme çok fazla olur, böylece de o suya mesela çorba
gibi yeni bir isim verilirse, bununla nifakla abdest almak caiz değildir. Yok
bu su yeni bir isim almazsa, Şafii'ye göre onunla abdest almak caiz olmadığı
halde, Ebû Hanlfe'ye göre onunla abdest almak caizdir.
Şafiî'nin delilleri
şunlardır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s) abdest aldı, daha sonra da
"Cenâb-ı Hakk'm namazı kabul etmesi için şart koştuğu abdest sadece
böylece alman abdesttir"[189]
buyurdu. Binâenaleyh bu abdest eğer vasfı değişmiş bir suyla olmuşsa, onun
ancak bununla caiz olması gerekir. Halbuki durumun böyle olmadığı ittifakla
sabittir. Böylece, bunun vasfı değişmemiş bir su ile alınmış bir abdest olduğu
sabit olmuş olur ki, elde edilmek istenen netice de budur.
2) Gül suyu suya karışsa, sonra da insan bu
suyla abdest alsa. Bu durumda abdest uzuvlarının bazısının su İle değil de o
gül suyuyla yıkanmış olması muhtemeldir. Durum böyle olunca da, abdestin
bulunduğu hususunda bir şüphe meydana gelmiş olur. Böylece de abdestsizliğin
bulunduğu kesinkes ortaya çıkmış olur. Şüphe ise, kesin olana karşı duramaz.
Binâenaleyh o insanın abdestsiz olması gerekir. Ama bu suyun, eserinin ortaya
çıkamayacağı bir derecede az olması, durumu bunun aksinedir. Çünkü o, bu
durumda adeta yok gibidir. Onun eseri ortaya çıkınca, biz onun varlığını
anlamış oluyoruz. Böylece de biraz önce bahsettiğimiz durum ortaya çıkmış olur.
3) Abdest,
manası anlaşılamayan bir kutluk (ibadet) biçimidir. Çünkü bir kimse, gülsuyu
ile abdest alması halinde, abdesti sahih olmuyor, ama kokuşmuş, durgun bir su
ile abdest alması halinde abdesti sahih oluyor. Manası anlaşılmayan yerlerde,
mevrid-i nass ile yetinmek gerekir, kıyas yapılmaz.
EbÛ Hanîfe'nin
delilleri de şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz gökten tertemiz su indirdik" ayetinin ifade ettiği
husustur. Bu ayet, suyun temizleyici olduğuna delâlet etmektedir. Mevcut, var
olan şeylerde aslolan ise, o şeyin devam etmesidir. Binâenaleyh, karışım
sebebiyle suyun vasfının değişmesine rağmen, bu Özelliğinin devam etmesi
gerekir.
2) Cenâb-ı
Hakk abdest uzuvlarını sıralarken onlar hakkında "... yıkayınız"
(Maide. 6) buyurmuştur. 8u emir mutlak bir yıkamayı emreden bir ifadedir. Bunu
yapan kimse de emri yerine getirmiş olur. Bu sebeple de sorumluluktan kurtulmuş
olması gerekir. Biz bunun ne demek olduğunu biraz önce izah ettik.
3) Cenâb-ı Hakk'ın "Su bulamazsanız
teyemmüm ediniz" (Maide, 6) ayetidir. Cenâb-ı Hakk teyemmümün caiz
olmasını su bulamama şartına bağlamıştır. Vasfı değişen bu suyu elde eden kimse
ise, suyu bulmuş, onu elde etmiş demektir. Çünkü sıfatının değişmiş olmasına
rağmen, değişen bu su yine sudur. Mevsûf sıfat bulunduğu sürece mevcuttur.
Binâenaleyh o kimsenin (böylesi bir su varken), teyemmüm etmesinin caiz
olmaması gerekir.
4) Hz. Peygamber (s.a.s)'in denizler hakkında
"O suyu temiz ve temizleyici olandır" buyurmuş olmasıdır. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bu ifadesinin zahiri, her ne kadar ona başka şeyler
karışsa bile, onunla temizlenmenin caiz olmasını iktiza eder. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) bu ifadeyi mutlak olarak zikretmiştir.
5) Hz.
Peygamber (s.a.s) kedinin ve hayızlı kimsenin artığı ile -o suya onların
tükrüklerinden bir miktar bulaşmış olmasına rağmen- abdest almayı mubah
kılmıştır.
6) Kendisine
çamurların ve sahradaki kuru ot ve bitkilerin karışmasıyla renginin
değişmesine, işte bundan dolayı da renginin bazan siyaha bazan kırmızı ve
sarıya dönüşmüş bir şekilde görünmesine rağmen, bataklık ye sel sularıyla
abdest alınabileceğinde ihtilaf yoktur. Binâenaleyh işte bu husus, karışan
şeyin o suya galib gelip ondan "su" adını kaldırmadığı müddetçe, suya
karışan bütün şeyler hakkında temel bir düstur olur.
[190]
İkinci kısım: Suya
karışan necis bir şey olursa, bu durumda bazı kimseler ister az ister çok
olsun, o necaset sebebiyle su değişmediği müddetçe o suyun necis olmayacağını
iddia etmişlerdir ki, bu Hasan el-Basrt, en-Nevevi, İmam Malik ve Oavud
(ez-Zahirl)'nin görüşü olup Gazali de İhya'sında bu görüşe meyletmiştir.
EbÛ Bekr er-Razi
el-Cessas ise şöyle der: "Bizim alimlerimizin bu husustaki görüşü şudur:
Biz o suda, necasetten bir parçanın bulunduğunu kesinlikle bilir, yahut 3a
bunun böyle olduğuna zann-ı galibimizle hükmedersek, o suyu kullanmak caiz
olmaz. İşte bu noktada, deniz, kuyu, göl, durgun ve akıcı sular değişmez. Çünkü
deniz suyuna necaset düşmesi halinde, necasetin düştüğü o suyu kullanmak caiz
değildir. Akıcı su da böyledir. Alimlerimizin, bir tarafı kımıldatıldığında
diğer tarafı Kımıldamayan büyük göl için verdikleri hükme gelince, bu, o iki
taraftan birine düşen -ecasetin diğer tarafa da ulaştığı hususunda bir zann-ı
gâlib ile söylenmiş bir söz olup, bu "Kendisine necaset düşen suyun bir
kısmını kullanmak caizdir, bir kısmını İse kullanmak caiz değildir"
şeklinde bir söz değildir." Bütün bu sözlerin tamamı Ebû Bekr er-Razî
el-Cessâs'mdır.
Ben derim ki: Bazı
kimseler, suyun az olması ile çok olmasını birbirinden ayırmışlardır. Meselâ
Abdullah Ibn Ömer'den, "suyun kırk "külle" olması halinde, onu
hiçbir şeyin pis edemeyeceği" rivayet edilirken, Ibn Abbas (r.a)'dan,
"Havuzun, kırk garb (öküz gönünden yapılmış büyük su kabı) olması durumu müstesna,
o suda cünup kimse yıkanamaz (yıkanırsa o suyu pis etmiş olur) dediği rivayet
edilmiştir ki, bu aynı zamanda Muhammed Ibn Ka'b el-Kuvazî'nin de görüşüdür.
Mesrûk ve Ibn Şîrîn "Su çok olması halinde, hiçbir şey onu
pisleyemez" derlerken, Said İbn Cübeyr: "Mikdannın üç külle olması
halinde durgun suyu, hiçbir şey necis hale getiremez" demiştir. İmam Şafiî
de Hecr kütlelerine göre iki külle
olması halinde, tadı, kokusu veya rengi değişmediği sürece, hiçbir şey onu pis
edemez. Eğer o su verilen bu miktardan daha az olursa, necasetin kendisinde
zuhur etmesinden dolayı necis olur" demiştir.
Bil ki İmam Mâlikin
görüşünü destekleme hususunda şunlara tutunmak mümkündür:
1)Cenâb-ı
Hakk, "Bizgökten tertemiz bir su indirdik" buyurmuştur. Kendisinde
necaset zuhur ettiği için, rengi veya tadı veya kokusu değişen sular hakkında,
ayetin bu hükmüyle amel edilmemiştir. Binâenaleyh, ayetin bunun dışında
kalanlar hususunda aslı üzere kalması gerekir.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s), "Allah, suyu temizleyici olarak yaratmıştır. Tadı veya
yengi veya kokusu değişmediği müddetçe onu hiçbir şey pis edemez"
buyurmuştur. 3 nâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)'İn bu sözü, işte bu konuda bir
nasstır.
3) Cenâb-ı
Hakk, "yüzlerinizi (...) yıkayınız" buyurmuştur. Bu suyla abdest
alan, yüzünü yıkamış olur. Böylece de emrolunduğu şeyi yerine getirmiş olur ve
bu sayede de sorumluluktan kurtulmuş olur.
4) Karışan
iki şeyden herbiri, diğerine baskın çıkması halinde, kendisine baskın
çıkılanın, baskın çıkanın niteliğini alması, bunların kaçınılmaz bir durumudur.
Binaenaleyh bir damla sirkenin, büyük bir suya düşmesi halinde, onun sirkelik
vasfı yok olur ve o da su sıfatıyla muttasıf olur. Onlardan birinin diğerine
galip gelmesi hususu İse, ancak duyu organlarının zann-ı galibe göre yapmış
olduğu değerlendirme ve hissedilen, görülen neticeler ve alâmetler ile bilinir
ki, bu hissolunan neticeler de suyun tadı, veya rengi veyahut da kokusudur.
Binâenaleyh bu demektir ki her ne zaman o suda necasetin tadı veya rengi yahut
kokusu görünürse, necaset suya baskın çıkmış ve su o necasetin içinde erimiş
olur. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz ki o suya necaset hükmü galip gelmiş
olur. Ama o suda bunlara dair herhangi birşey zuhur etmezse, galip gelen su
olmuş olur ve necaset de o suyun içinde erimiş kaybolmuş, yok olmuş olur ki, bu
durumda da taharet hükmü galip gelir ve temizliğine hükmolunur.
5) Hz. Ömer (r.a)'den rivayet edilen şu
husustur: O, hristiyanların testisinden Hristiyanların kap-kacaklannın necis
olduğu ilme yakın bir zan ile malûm olduğu halde, abdest almıştır. Bu da Hz.
Ömer (r.a)'ın (bu hususta) sadece suyun değişmemesi prensibine dayandığına
delâlet eder.
6) Suyun
muayyen bir miktarı gözönünde bulundurularak değerlendirilmesi -ki bu miktar
Şafiî'ye göre iki kulla mikdarı, EbÛ Hanîfe'ye göre ise eni ve boyu on zira
olan havuz gibi su birikintisidir- geçerli olsaydı, bu temizliğin en muteber
olduğu mekân, Mekke ve Medine olurdu. Zira oralarda gerek akar su>gerek
durgun su olarak su çok değildir. Ta Hz. Peygamber (s.a.s)'jn asnnın başından,
sahabe asrının sonuna kadar, onların suları belli bir miktar ile takdir etme
işine giriştikleri nakledilmemiştir. Yine onların suların necasetten nasıl
korunulacağını sordukları da nakledilmemiştir. Onların su kaplarını necasetten
sakınamayan çocuklarla cariyeler taşımaktaydı.
7) Hz. Peygamber (s.a.s)'in (su içmesi için)
kabı, kediye eğmesi ve Sahâbe-i Kirâm'ın kediyi onlar onun fare yediğini
görmelerine rağmen, kap-kacaklarından su içmekten men etmemeleridir. Çünkü,
onların beldelerinde kedilerin içinden su içecekleri havuzlan ya da içine inip
de su içecekleri bir kuyu yoktu.
8) Şâflî,
necasetlerin yıkandığı kirti suların vasıfları değişmediği müddetçe temiz
olduğunu, değiştiğindeyse pis olduğunu açıkça ifade etmiştir. Binâenayeh, o
suyun üzerinden akması suretiyle o necasetle karşı karşıya gelmesi ile
necasetlerin o suya gelmesi arasında ne fark vardır? Ve, akma kuvveti karışmaya
mani olamadığı halde, akma kuvveti necaseti def eder" diyen kimsenin
sözünün ne anlamı vardır?
9) Onlar,
akan az suyun
etrafında abdestlerini bozuyorlar
(ve sudan temizleniyorlardı).
Şafiî'nin mezhebinin akan bir suya o su az miktarda dahi olsa drar damlası
düştüğünde, suyun vasfı değişmediği müddetçe onunla abdest almanın Mb olacağı
şeklinde olduğunda ihtilaf yoktur. Binâenaleyh akan su ile duran su
arasında ne fark
vardır? Keşke bilseydim:
Suyun vasfının değişmemesi kıstasına mı, yoksa akması
sebebiyle suyun akış kuvveti kıstasına mı havale etmek daha isabetlidir?
10) Bir
damla idrar, iki "kulle"ye düşse, sonra da bu kulleler birbirinden
ayrılsalar. Binâenaleyh bu demektir ki, bunlardan alınan her testi su,
Şafiî'nin görüşüne göre temizdir. Halbuki su az olduğu için idrarın onun her
tarafına yayıldığı malumdur. Binâenaleyh bu az şeyin, bu kadarcık bir şeye
doğrudan doğruya düşmesi ile başkasının o suya bitişmesi ile, böylece suyun
onunla temasa geçmesi arasında ne *ark vardır?
11)
Hamamlarda ta öteden beri, elleri isli paslı,
kirli olan kimseler abdest almaktadırlar. Bunlar ellerini ve kaplarını, oraya
hem temiz hem de kirli ellerin girdiğini bile bile havuzdaki o az suya
sokuyorlardı. Eğer bu suyun miktarının iki kütle ile takdir edilmesi muteber
olsaydı, bu iş, meşhur olur ve tevatür derecesine varırdı. Çünkü ekserî
kimselerin kendisine iyici ihtiyaç duyduğu bu gibi şeylerin naklinin tevatür
derecesine ulaşması gerekir. Böyle olmadığına göre biz bu miktarın muteber
olmadığını anlamış bulunuyoruz.
[191]
12) Biz,
suyun necis hale dönüşmesine hükmetsek bile büyük vadiler ve büyük göllerin suyu
gibi, son derece çok olan suların da necis hale geleceğine hükmetmemiz mümkün
olmaz. Çünkü bu icmâen bâtıldır. O halde bu demektir ki, bu suyun miktarını
belli bir miktar ile tayin etmek gerekir. Biz, ulemânın, bu hususta farklı
farklı takdirler yaptıklarını nakletmiştik. Bunların hiçbiri diğerlerinden daha
isabetli değildir, yani hepsi geçerlik bakımından aynı durumdadır. Bu sebeple
bu demektir ki, nakledilen bu şeyler arasında bir çelişki vardır ve bunların
birbirlerini götürmeleri gerekir. Ebû Hanîfe'nin bu suyun miktarının, on zira
en-on zira da boy olarak takdir etmesinin mücerret bir
dava olduğu malumdur.
Şafiî'nin Hz. Peygamber (s.a.s)'in 'Suyun miktarı iki "kütleye"
ulaştığında, pislik taşımaz"[192]
şeklindeki hadisine binâen, bu suyun miktarını iki külle olarak takdir etmesi
de zayıftır. Çünkü Şflflî, bu haberi rivayet ederken, "bana bir adam haber
verdi" demiştir. Böylece ravi "meçhul", hadis de
"mürsel" olmuş olur. Halbuki mürsel hadis, Şafiî'ye göre delil
değildir. Hem muhaddislerden pekçoğu bunun Ibn Ömer'e varan mevkuf bir haber
olduğunu iddia etmişlerdir. Biz, rivayetin doğruluğunu kabul etsek bile bu
meçhulü yine bir meçhule sevketmek demektir. Çünkü "külte" sözü,
malum değildir. Bu "küçük küp'e, çömleğe de büyük testiye de, el ile
taşınabilen her kaba da uygun düşebilen bir kelimedir. Yine bu kelime, insanın
başı, dağın tepesi anlamlarına da gelir. Biz, kültenin malum bir şey olduğunu
kabul etsek bile, hadisin metninde bir ıdtırab vardır. Çünkü bu hadis, "Şu
iki kulleye", "bir kulleye", "kırk kulleye" iki veya
üç kulleye" ve "iki küçük küpe vardığında" vb. şeklinde rivayet
edilmektedir.
Biz, metnin sahih
olduğunu kabul etsek bile, ancak ne var ki bu, zahiri terkedilen bir hadistir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "O pislik taşımaz" sözünü, zahirî
manasında almak imkânsızdır. Çünkü pislik suya düştüğünde, su onu taşır. Biz bu
sözün zahirî manaya alınabileceğini kabul etsek bile, ne var ki pislik, şer'î
pislik, hakiki pislik olmak üzere ikiye ayrılır. İsim lügavî müsemmâ mana ile
şer'î mana arasında dönüp dolaştığında, onu lügavî müsemmasına (manasına)
hamletmek daha evlâ olur. Çünkü bu isim, lügavî manasında hakiki, şer'î
manasında ise mecazî mana ifade eder. Bu, müşterekliği ve dönüp dolaşmayı
bertaraf etmek için yapılır. Durum böyle olunca, bu kelimeyi lügavî manasına
hamletmek gerekir. Bunun lügavî manası ise tabiat itibariyle "kazûratten
olan pislik" şeklindedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) "Arapların pis kabul ettiği her şey
haramdır" buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi diyoruz ki,
Hz. Peygamber (s.a.s)*in "o pislik taşımaz" şeklindeki sözünün
anlamı, "O su, tabiat itibariyle pis olmaz" şeklinde olur. Biz de
bunun bu anlamda olduğunu söylüyoruz. Ancak ne var ki daha sen ne hakla,
"Bu şerân pis olmaz" dedin? Biz bu hadiste geçen kelimesiyle şer'î necasetin kastedildiğini
kabul etsek bile, ancak ne var ki Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü:, "onu
taşımakta zortuk çeker, za'afa uğrar" demektir. "Taşımakta za'afa
düşer" ifadesinin anlamı ise ondan etkilenmesi demektir. Böylece bu, o
suyun temiz olarak devam ettiğinin değil de pis hale dönüştüğünün bir delili
olmuş olur.
Şöyle de denilemez:
"Bu sorulara şu şekilde cevap verilebilir: Şafii, her ne kadar bazı
yerlerde, ravinin adını anmamış ise de, ancak ne var ki Şafiî bu raviyi bazı
yerlerde zikretmiştir. Böylece bu hadis, mürsel olmaktan çıkar. Bir de diğer
muhaddisier, bu ravinin ismini belirlemişlerdir.
"Bu İbn Ömer'e
dayanan mevkuf bir hadistir" şeklindeki sözünüze gelince, biz deriz ki:
Biz bunu kabul etmiyoruz: Çünkü Yahya İbn Main, "Bu ceyyidu'Msnat (isnadı
güzel ve muteber) bir hadistir" demiş, bunun üzerine kendisine, "İbn
Uleyye, bu hadisi İbn Ömer'e vakfetmiş, (yani bunun İbn Ömer'den gelen mevkuf
bir hadis olduğunu söylemiştir" denildiğinde o, "Eğer İbn Uleyye bu
hadisin mevkuf olduğunu söylemişse, Hammftd İbn Seleme de, bunun merfû bir
hadis olduğunu söylemiştir" diye cevap vermiştir. Senin "Kullenin
miktarı belli değildir" şeklindeki sözüne karşı da biz deriz ki biz bunu
kabul etmiyoruz.
Çünkü İbn Cüreyc,
"Hecr kabilesinin kütlesi" demiştir. Daha sonra da İbn Cüreyc, sözüne
devamla şöyle demiştir. "Ben, Hecr kültesini gördüm. O külle ya İd kırbayı
ya da iki küsur kırbayı içine alır."
Senin "Hadisin
metninde karışıklık vardır" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz İd: Biz
bunu da kabul etmiyoruz, çünkü hem biz hem de sen, diğer miktarların muteber
olmadığı hususunda muvafıkız. Binâenaleyh, geriye muteber olarak bizim
bahsettiğimiz şey kaldı.
Senin, "Bu
hadisin zahiri, terkedilmiştir" şeklindeki sözüne gelince, biz-deriz ki:
Siz bunu şer'î
anlamındaki pislik anlamına aldığımızda, bu mahzur ortadan kalkar.
Bu daha uygundur,
çünkü şeriatın sözünü, şer'? anlama hamletmek, onu aklî anlama hamletmekten
daha evlâdır. Hele de özellikle, onu, aklî anlama hamletmede bir ta'tîl
(muattal bırakmak) söz konusu ise... Senin, "Bununla, "O, bunu
taşımaktan zorlanmış, zaafa düşmüştür (yani, o bundan etkilenmiştir)"
manası kastedilmiştir" sözüne gelince, biz deriz ki: "Bazı
rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Su, iki külle olduğunda pis
olmaz" dediği sahih olarak varid olmuştur. Bir de, Hz. Peygamber (s.a.s.)
iki kulle'yi bu hükmün şartı kabul etmiştir. Şarta bağlı olan şey ise şart
bulunmadığında, bulunmaz. Bu hükmün kültenin miktarı hususunda diğer
rivayetlerin zikretmiş olduğu miktarlara bağlanması durumunda ise, burada geçen 'iki
külle" sözünün manası kalmaz... Çünkü biz diyoruz ki, bu haberin
doğruluğunun Kabul edilmesi halinde bu haberin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz
gökten tertemiz su indirdik" ayetinin "Fakat (Allah) sizi temizlemek
murad ediyor" ve "(...) yüzünüzü yıkaym"{M*ide, 6) ayetleri ile,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "su temiz olarak yaratıldı. Onu hiçbirşey pis
edemez" şeklindeki hadis-i şerifinin umûmî manalarını tahsis etmeyi
gerektirdiğinde şüphe yoktur. Bu tahsis edenin ise, mutlaka ve mutlaka her
türlü ihtimalden ve şüpheden uzak olması lazım. "Hecr" kabilesinin
"Kulle'Meri meçhuldür. İbn Cüreyc'in, "Külle, iki veya iki küsur
kırba suyu alır" şeklindeki sözü de hüccet değildir. Çünkü
"gulle"nin ne kadar olduğu tam bilinmediği gibi, kırbanın da ne kadar
olduğu tam bilinmemektedir. Çünkü kırba bazan büyük, bazan küçük olur. Bu
husustaki rivayetlerde farklı farklıdır: Bazan, "Su iki kırba miktarına
ulaştığında", bazan "Su, kırk külle olduğunda.'-, bazan da, "Su,
iki testi olduğunda", diye rivayet edilmiştir. Binâenaleyh bu rivayetler
birbiriyle çeliştiğinde, bu gibi haberlerle kitabın ve hertürlü ihtimalden
uzak, açık sünnetin umûmî manalarını tahsis etmek caiz olmaz. İmam Mâlik'in
görüşünü destekleme hususunda söyleyeceklerimiz bundan ibarettir.
[193]
İçine necaset düşmüş
olan suyun "necis" (pis) olacağını söyleyenler de şu şekillerde delil
getirmişlerdir:
1) Cenâb-ı
Hakk, "onlara, habis şeyleri haram kılan (A'rtf. 157) buyurmuştur. Halbuki
necis şeyler de habâisdendir. Yine Cenâb-ı Hakk, "(Allah) size meyteyi, leşi ve kanı
haram kıldı" (Bakara, 173) ve içki hakkında: "O, şeytanın işlerinden
bir pisliktir. Binâenaleyh ondan kaçınmız"(Mai<i6.90) buyurmuştur. Yine
Hz. Peygamber (s.a.s.) iki kabre rastlamış ve şöyle buyurmuştur: "Şu iki
kabirdeki insanlar, azab olunmaktadır. Fakak onlar büyük bir günahtan ötürü
azab olunmamaktadırlar: Onlardan birisi istibrâ yapmazdı, diğeri ise söz
götürüp getirirdi.
[194] O
halde Cenâb-ı Hakk, bütün bu şeyleri mutlak manada haram kılmış, bunların
yalnız başına olmaları ile suya karışık olarak bulunmaları halini birbirinden
ayırdetmemlştir. Binâenaleyh içinde çok cüz'i bir necaset bulunan her birşeyi
kullanmanın haram olması gerekir.
Bu konuda
söylenebilecek son söz şudur: Suyun temizleyici olduğuna delâlet eden deliller,
onunla temizlenmenin caiz olacağını gerektirmektedirler. Fakat bu deliller,
bununla temizlenmenin mubah olduğunu gösteren delillerdir. Bizim bahsettiğimiz
deliller ise, bu işi yasaklayan delillerdir. Mubah kılan deliller ile, yasak
olduğunu gösteren deliller birarada bulunduğunda, yasaklayan deliller üstün
gelir ve tercih edilirler. Baksana iki adam arasında ortak olan cariyede, eğer
onlardan birinin yüz, diğerinin tek hissesi bulunsa, bu cariyede de yasaklayan
taraf, mubah kılan taraftan daha üstün olur ve ortaklardan hiçbirinin o
cariyeye cinsi temasta bulunması caiz olmaz. İşte burada da böyledir.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s) ''Hiçbiriniz, durgun
(akmaz) bir suya bevledip, sonra da aynı suda cünüplükten Ötürü
yıkanmasın"[195]
buyurmuş ve sözü o suyun az veya çok olması arasında bir fark gözetmeksizin,
mutlak manada kullanmıştır.
3) Yine Hz.
Peygamber (s.a.s) "Sizden biriniz uykusundan uyandığında, elini kaplara
sokmazdan önce, üç defa yıkasın. Çünkü insan uykuda elinin nerede gecelediğini
bilemez"[196]buyurmuştur. Böylece Hz.
Peygamber (s.a.s) kişinin ihtiyaten, elinin necaset yerlerine dokunmuş olma
ihtimalinden ötürü, elini yıkamasını emretmiştir. Halbuki bu gibi ellerin, suya
sokulduğunda, o suyun özelliklerini değiştirmeyeceği malumdur. Eğer bu el, o
suyu bozmamış olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, insanın ihtiyaten elini
yıkamasını emretmesinin bir manası olmazdı.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Su iki külte miktarına ulaştığında pislik taşımaz
(tutmaz)" hadis-i şerifi, mefhum-u muhalifi ile (dolaylı olarak), "Su
iki külle miktarına ulaşmadığında pislik taşır" manasına delâlet eder.
İmam Malik, bu
görüşlerden birincisine şöyle cevap verir: Pis suyu kullanmanın haram olduğunda
münakaşa yok. Fakat sıvı şeylerden olan, az bir pislik suya karıştığında,
o su içinde, onun ne rengi ne tadı ne de kokusu belli olmaz. O halde siz nasıl,
"o necaset onun içinde devam ediyor" diyorsunuz? "O necaset,
özelliğini kaybetti" denilmesi niçin caiz olmasın? Bunu biraz önce izah
etmiştik. Hz. Peygamber (s.a.s)"in, "Hiçbiriniz, durgun bir suya
bevletmesin (akıtmasın)" hadisine gelince, siz niçin bu yasağın, sadece
ileri sürdüğünüz husustan dolayı olduğunu söylüyorsunuz. Belki de bu yasak,
genellikle insanların o sudan içmeleri ihtimalinden ötürüdür. Böyle bir su ise,
insan tabiatının nefret edip, içmek istemeyeceği bir sudur. Konumuz ise, insan
tabiatının hoşlanmadığı şeyler değildir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Sizden
biriniz uykusundan uyandığında elini üç defa yıkasın" hadisine gelince,
ounun müstehaplık ifade eden bir emir olduğunda müttefikiz. Öyle ise, müstehab
olan şey, nasıl farziyet ifade eder? Hem sonra bu emrin farziyeti gösterdiğini
kabul etsek bile, "Bu farziyetin, ancak sizin ileri sürdüğünüz hususla
İlgili olduğunu" nasıl söylersiniz? Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Su iki
külle miktarına ulaştığında" hadisi üe ilgili sözümüz ise, daha önce
geçmişti. İleri sürdüğümüz bütün bu şeyleri bir an için bir tarafa bırakalım.
Sizin yaptığınız da "mefhum"a tutunmaktır. Bizim bahsettiğimiz nasslar
ise "mantûk"tur. Mantûk, mefhumdan üstündür, ona tercih edilir. Allah
en iyi bilendir.
[197]
İkinci husus: Sudan
başka diğer şeyler temizleyici midir, değil midir konusudur. 6u cümleden
olarak, Esamm ve Evzaî: "Her türlü sıvılarla abdest almak caizdir" derlerken,
Ebu Hanife: "Hurma şırası ile yolculukta abdest alınabilir" demiştir.
Yine İmâm Ebu Hanife: "Aynı necisleri (bizzat pislik olan şeyleri)
giderebilecek olan her türlü sıvı ile gidermek caizdir" demiştir. İmam
Şafiî (r.a)'a göre ise, temizleme işi mutlak manada suya aittir. Bunun
abdestsiziik hususundaki delili, "Eğer su bulamaz iseniz, teyemmüm edin
"(Nisa. 43) ayetidir. Cenâb-ı Hakk bu ayette, teyemmümü, su bulunmaması
şartına bağlı olarak farz kılmıştır. Binâenaleyh eğer sirke veya hurma
sırasıyla abdest almak caiz olsaydı, su bulunmadığı zaman teyemmüm vacib
olmazdı. Pisliklerin giderilmesi (temizlenmesi) meselesinde, eğer sirke pisliği
temizleyebilse di. tahûr birşey olurdu. Çünkü tahûr, temizleyici demektir. Eğer
sirke tahûr olsaydı, bununla abdest alınmasının da caiz olması gerekirdi. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah Teâlâ, tahûru (abdest suyunu) abdest
mahallerine ulaştırmadığınız sürece, namazınızı kabul etmez" buyurmuştur.
"Hatta" edatı, intiha-ı gaye (son noktayı-sımrı) göstermek için kutlanılır.
Binâenaleyh namazın kabul olunmamasının sınırının, "tahûrun
kullanılması" noktası olması gerekir. Kabul edilmeyişin sona ermesi ise,
kabulün başlamasıyla olur. Binâenaleyh eğer sirke temizleyici olsaydı, onu
kullanmakla, namazın kabul edilmesi gerekirdi. Böyle bir kabul bulunmadığına
göre, pisliklerin temizlenmesinin, sadece su ile olacağını anlamaktayız.
[198]
"Celalim hakkı
için bunu (insanların) ibret almaları için aralarında, çeşit çeşit suretlerde
anlattık. Fakat insanların çoğu nankörlükten başka bir karşılık vermemekte
diretirler. Eğer d il eşeydik, muhakkak ki her kasabaya, uyana birer
peygamber gönderirdik. Binâenaleyh kâfirlere itaat etme ve bununla onlara karşı,
büyük bir cihâd yap" (Furkân, 50-52).
Bu ayetle ilgili birkaç
mesele var:
[199]
Bil ki alimler
ayetteki, '"Celalim hakkı için bunu (...) çeşit çeşit
suretlerde anlattık" ifadesindeki "bunu" zamirinin neye işaret
olduğu hususunda şu üç değişik izahı yapmışlardır.
1) Ekseri
alimlere göre, bu daha önce bahsedilen "yağmur"a râcidir. Bu görüşte
olanların bazıları, "Ayetin manası "Biz o yağmur sulannı içmek,
ziraatte kullanmak ve çeşitli geçimleri temin etmek için, nehirlere - çaylara
akıttık" şeklindedir" derlerken, diğer bazılan da, bunun manasının
"Hak Teâlâ, yağmuru şuraya değil de buraya, şu yılda değil de bu yılda
yağdırır. İkinci sene de^bir Önceki senede meydana gelenin aksi meydana
gelir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas,
"Hiçbir yıl, diğer bir yıldan daha fazla yağmurlu değildir. Fakat Cenâb-ı
Hakk yağmuru, yeryüzünde çeşit çeşit dağıtır" der ve bu ayeti okurdu. İbn
Mes'ûd (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle
dediğini rivayet
etmiştir: "Hiç bir yıl diğer
bir yıldan daha yağmurlu değildir. Fakat bir topluluk isyan eder, günahlara
dalarsa, Allah bu yağmuru, başkalarına (başka) yerlere döndürür. Fakat bütün
insanlar toptan asi olursa, Allah bu yağmuru çöllere (insanların yaşamadığı
yerlere) çevirir.'[200]
2) Ebu
Müslim'e göre bu zamir, bir önceki ayette bahsedilmiş olan, yağmur, rüzgar,
bulut ve gölge gibi, tevhid delillerine râcidir.
3) Bu,
"Biz bu sözü Kur'an'da, diğer semavî kitaplarda ve peygamberlere indirilen
suhuflarda, insanlar arasında evirip-çevirdik, hepsine anlattık" demektir.
Bu söz de tefekkür etsin ve sayesinde Yaratıcının varlığına istidlal etsinler
diye, bulutların yaratılışından ve yağmurların yağdırılmasından
bahsedilmesidir. Birinci görüş doğuya daha yakındır. Çünkü buna göre
"bunu" zamirine merci gösterilen şey, zamire en
yakın olandır.
[201]
Cübbaî şöyle der:
"Ayetteki "ibret almaları için" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, her
insanın tefekkür edip, ibret almasını istediğini gösterir. Eğer Allah
insanların kâfir olmasını ve haktan yüz çevirmelerini murad etmiş olsaydı, o
zaman bu ifade, yerli yerinde olmamış olurdu. Bu ise "Allah kâfirin
küfrünü irade etmiştir" diyenlerin görüşünü iptal eder." Cübbflî
sözüne şöyle devam eder. "Hak Teâlâ'nın, "Fakat insanların çoğu,
nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretirler" ifadesi bu
insanların bu tefekkür ve ibret alma gücüne sahip olduklarına delâlet eder.
Çünkü eğer onlar buna •câdir olmamış olsalardı. "Bu hususta ayak
direttiler" denilmesi caiz olmazdı. Bu tıpkı, «ötürüm birisi hakkında
"O, koşmamakta diretti" demlememesi gibidir."
Ka'bî de şöyle der: "Hak
Teâlâ'nın "Celalim hakkı için bunu (insanların) ibret almaları için
aralarında, çeşit çeşit suretlerde anlattık" ifadesi Kur'ân'a (inanmanın)
kâfirler üzerinde bir vebal (vazife) olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı
indirmek suretiyle, kâfirlerin iman etmelerini istemediğini iddia edenler
aleyhine bir delildir. Çünkü ayetteki, "ibret almaları için" ifadesi,
bütün insanları içine alan bir ifadedir. O'nun, "Fakat insanların çoğu
direttiler" ifadesi de, bu çoğunluğun, o genel ifadeye dahil olmalarını
gerektirmektedir. Çünkü "Biz o Kur'ân'ı iman etsinler diye, sadece
Kureyş'e indirdik, fakat Temîm kabilesinin çoğu, nankörlükten başka bir
karşılık vermemekte diretti" denilemez. Bil ki bu husustaki söz ve
cevabımız defalarca geçti.
[202]
Ayetteki, "Fakat
insanların çoğu, nankörlükten başka bir karşılık vermemekte diretirler" ifadesi ile,
"Onlar Cenâb-ı Hakk'ın
bu nimetleri üzerinde
tefekkür etmedikleri, bunlarla,
yaratıcının varlığına, kudretine, ihsanına istidlalde bulunmadıkları ve nankörlük
ettikleri o nimetleri bile bile inkara kalkıştılar" manası kastedilmiştir.
Ayetteki küfura" kelimesi ile, "küfür" (inkar) manası
kastedildiği de söylenmiştir. Zira onlarınbu
küfürleri, "Falanca
yıldızın batması, falanca yıldızın doğması sayesinde yağmurumuz
yağar" demelerinden ötürüdür. Çünkü nimetin, nimet verenden kaynaklandığını
inkâr edip, böyle nimetleri yıldızlara ve feleklere mâl eden herkes kâfir olur.
Bil ki gerçek şudur: Kim, bu şeyleri gerektirme ve yaratma hususunda, felekleri ve
yıldızlan başlıbaşına sebep ve müessir sayarsa, onun kâfir olacağında şüphe yoktur.
Fakat, "Hak Teâlâ, felekleri ve yıldızları böylesi hadiselerin meydana gelmesini
gerektirecek özellik ve sıfatta yaratmıştır" diyen kimselerin hataları,
belki de küfür derecesine varmaz.
[203]
Âlimler şöyle
demiştir: "Bu ayet, Allah Teâlâ'nın bildiğinin aksi şeylerin de Allah'ın
kudreti dahilinde olduğuna delâlet etmektedir.
Çünkü ayetteki lev "eğer" edatı, Hak Teâlâ'nın her beldeye
bir nezir (uyarıcı peygamber) göndermeyi murad etmediğine delâlet etmektedir.
Çünkü Allah Teâlâ, bunu dilemediğini, ama buna kadir olduğunu haber vermiştir.
Böylece bu ifade, Allah Teâlâ'nın bildiğinin aksi şeylerin de, Allah'ın kudreti
dahilinde olduğuna delâlet eder."
Hak Teâlâ'nın
"Eğer dikseydik, muhakkak ki her kasabaya uyana birer peygamber
gönderirdik" ifadesine gelince, en kuvvetli görüşe göre, şu sebeplerden
ötürü, bununla Hz. Peygamber (s.a.s)'in büyüklüğünün gösterilmesi
kastedilmiştir:
1) Altah
Teâlâ sanki, Hz. Peygamber (s.a.s)'e şunu beyan etmek istemiştir: "Her
beldeye bir peygamber göndermeye kadirim. Fakat peygamberlik vazifesini sadece
sana veriyor ve seni herkese üstün kılıyorum." İşte bundan ötürü bunun
peşisıra, "Binâenaleyh kâfirlere itaat"yani "Onlara muvafakat
etme, uyma" buyurmuştur.
2) Bununla, "Eğer isteseydik, senden bütün
aleme gönderilen bir peygamber olma yükünü hafifletir ve her beldeye ayrı bir
peygamber gönderirdik. Fakat bu işi (ve şerefi) sadece sana verdik, seni
yücelttik ve seni diğer peygamberlerden üstün kıldık. Binâenaleyh bu
yüceltmemize sen de dinî konularda taviz vermemek suretiyle karşılık ver"
manası kastedilmiştir.
3) Bu ayet,
ilahî lütfün ilahi şiddet ile karışık (yanyana) olduğunu göstermektedir. Çünkü
bu Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.s) gibi her belde ve şehre bir nezir
(uyarıcı) gönderebileceğine delâlet etmektedir. Yine bu ayet Cenâb-ı Hakk'ın
katında Hz. Muhammed (s.a.s)'e mutlaka ihtiyaç olmadığına delâlet etmektedir.
Ayetteki "eğer'' ifadesi Hak Teâlâ'nın bunu yapmayacağına delalet eder. Binâenaleyh
birinci manaya nazarla bir terbiye, ikincisine nazarla bir yüceltme söz
konusudur.
Ayetteki
"Binâenaleyh kâfirlere itaat etme" ifadesi ile, Cenâb-ı Hakk'ın,
peygamberini, kâfirlere itaatten nehyettiği manası kastedilmiştir. Bu ayet,
birşeyden nehyetmenin, nehyedilen kimsenin, o şeyi yapmakta olduğu manasına
gelmez.
[204]
Cenâb-ı Hakk'ın "Bununla onlara karşı büyük bir cihâd
yap" ifadesine gelince, bazıları şöyle demişlerdir: "Bununla Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, vazifesini ifâ ve dua hususunda, alabildiğine cehd ve
gayret sarfetmesi manası kastedilmiştir" derken, bazıları da, "Bu
ifade ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in cihâd etmesi, savaşması
kastedilmiştir" demişlerdir. Diğer bazıları da, "Bu iki mana da
kastedilmiştir" demişlerdir. Doğruya en yakın olan birinci manadır. Çünkü
bu sûre Mekkîdir. Cthad emri ise, hicretten epey sonra gelmiştir. Cenâb-ı Hak,
"büyük bir öhad yap" buyurmuştur. Çünkü Allah'ın her beldeye bir
nezir (peygamber) göndermesi halinde, bunların herbirinin kendi beldesindekileıie
uğraşması, cihâd etmesi gerekirdi. Bütün bu cihadlar Hz. Peygamber
(s.a.sj'in uhdesinde toplanmıştır. Dolayısıyla onun cihadı büyük olacaktır. Bu
sebeple de ona, "Bütün beldelere birden nezir olman sebebi ile, onlarla
her türlü cihadı kendinde toplayan büyük bir cihadla dhad et" denilmiştir.
[205]
"O, iki denizi
(birbirine) salıp katandır. Şu, tatlı ve susuzluğu gidericidir, bu ise tuzlu ve
acıdır. (Allah) aralarında bir perde, karışmaya bir engel koymuştur" (Furicân, 53).
Bil ki bu, tevhidin
dördüncü çeşid delilidir. Ayetteki
ifadesi "O iki oenizi, Allah salıverdi, kendi haline bıraktı"
demektir. Arapça'da hayvanları otlamak üzere salıverdiğinde dersin.
"Merec"in asıl manası salıvermek, birbirine (tatmaktır. Hak
Teâlâ'nın, "Onlar bir emr-i meric (yani birbirine girmiş, karışmış bir
hal) içindedirler" (ku, s) ifadesi de bu manadadır. Cenâb-ı Hak, bu iki
büyük ve geniş suya "Bahr" adını vermiştir. İbn Ab bas (r.a) "Bu
"Tıpkı atların otlağa salıverilmeleri gibi, Allah o iki denizi mecralarına
(yataklarına) salıverdi ve onlar, birbirine kavuştular" demektir"
demiştir.
Cenâb-ı Hakk "Şu,
tatlı ve susuzluğu gidericidir" buyurmuştur. Buradaki "furât"
ile, o suyun sanki tadın kendisi olacak kadar, alabildiğine tatlı olduğu
anlatılmak istenmiştir. "ÜcAc" ise, bunun tam tersidir. Ama buna
rağmen, Hak Teâlâ kudreti ile bu ikisini birbirine karışmaktan alıkoymuştur ve
bu ikisi arasında karışmalarına engel bir perde bulundurmasının, kudretinden
olduğunu bildirmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:
[206]
Birinci soru: ifadesi
ne demektir? Cevap: Bu, Allah'a sığınanın söylediği bir sözdür. Bu ifadeyi daha
önce tefsir etmiştik. Burada bu ifade mecazî olarak kullanılmıştır. Buna göre o
iki denizden her biri, diğerinden Allah'a sığınarak ona "hlcren
mahcura" demiştir. Bu tıpkı, "O iki (deniz) arasında birbirlerine
kavuşmalanna mâni bir perde vardır" (Rahman, 20) ayetinde ifade edildiği
gibidir, yani "Biri diğerine karışmak suretiyle, onlardan hiçbiri,
diğerinin sınırına (sahasına) tecavüz etmez" demektir. Binâenaleyh bu ayette, bu iki
deniz arasında haddi aşmanın olmadığını bildirmek, tıpkı onların bundan Allah'a
sığınması gibidir. Tefsir ettiğimiz ayette de, Cenâb-ı Hakk, onlardan
herbirinin diğerine tecavüz edebilecek şekilde olduğunu bildirmiştir. Bundan
ötürü bu iki deniz, o tecâvüzden (Allah'a) sığınmıştır. Bu ifade, en güzel
istiarelerdendir.
İkinci soru: Denizin
tatlı olanı yoktur. Öyle ise Cenâb-ı Hakk burada niçin tatlı denizden
bahsetmiştir? Bu soruya karşı "Bu söz şu iki bakımdan kabul edilmez:
a) Bununla
Nil ve Ceyhun gibi, âdeta birer deniz olan büyük nehirler kastedilmiştir.
b) Belki de
Cenâb-ı Hakk denizde, iki tarafından birisi tatlı, diğeri tuzlu bir yer
yaratmıştır" da diyemezsin. Eğer böyle dersen biz de deriz ki:
"Bunlardan birincisi tutarsızdır. Çünkü bu büyük nehirlerde (ayette
bahsedildiği gibi, tatlı suyun yanısıra) tuzlu su yoktur. Denizde de tatlı su
yoktur. O halde, burada şaşılacak bir şey yok. İkinci husus da zayıftır. Çünkü
böyle delil getirilen bir yerin, mutlaka ve mutlaka malum ve meşhur olması
gerekir. Sırf bir ihtimal ile istidlal etmek güzel olmaz. Çünkü biz diyoruz ki:
Ayetteki tatlı deniz ile bu büyük nehirler, tuzlu deniz ile de (bunların
aktığı) büyük denizler kastedilmiştir. İşte Cenâb-ı Hakk, bu ikisinin suyunun
arasında bir berzah (perde) yaratmıştır, yani araya bir kara parçası sokmuştur.
Bununla tevhide nasıl delil getirileceği açıktır. Çünkü tatlılık ve tuzluluk
eğer toprağın veya suyun kendinden kaynaklanan bir özellik olsaydı (bütün
toprak ve suların) aynı bir Özellikte olması gerekirdi. Böyle olmadığına göre,
her maddeye ayrı bir sıfat ve özellik veren bir kadir ve hakimin mutlaka
bulunması gerekir.
[207]
"O, sudan bir
beşer yaratıp onu soy-sop yapandır. Rabbin, (herşeye) kadirdir'.' (Furkân, 54).
Bil ki bu tevhidin
Beşinci çeşit delilidir. Bu hususta şu iki bahis vardır:
Birinci bahis: Âlimler
ayette bahsedilen bu "su" hususunda şu iki görüşü ileri sürmüşlerdir:
1) Bu
kendisinden, bütün canlıların asıllarının yaratıldığı "su"dur.
Cenâb-ı Hakk bunu "Allah her canlıyı sudan yarattı" (Nûr. 45)
buyurarak beyan etmiştir.
2) Bununla,
nutfe (meni) kastedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, "(insan), fışkıran bir
sudan yaratılmıştır" (Tank, 8) ve
"değersiz bir sudan yaratılmıştır" (Momu. 20) buyurmuştur.
İkinci Bahis: Bu,
"Allah Teâlâ, insanı "soy" (nesep) ve "sop" (akraba)
diye iki asma ayırmıştır: Bir kısmı, kendilerine nesep yoluyla nisbet edilen ve
"Falan oğlu faJan", "Falan kızı falan" denilen kimseler;
diğer kısmı ise evlenen kadınlar vasıtasıyla meydana gelen hısımlar
şeklindedir. Hak Teâlâ'nın, "(Allah) o sudan (meniden) erkek-dişi iki
sınıf çıkarmıştır" (Kıyan», 39) ayeti de bunun gibidir. "Rabbin, tek
bir meniden (tohumdan), erkek ve dişi olmak üzere iki çeşit insan yarattığına
göre, herşeye kadirdir."
[208]
"(Kâfirler),
Allah'tan başka kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyecek olan şeylere
taparlar. Kâfir, Rabbinİn aleyhine (şeytana) destektir. Biz seni bir müjdeci ve bir
uyarıcı olmaktan başka bir sıfatla göndermedik. De ki: "Buna karşı, sizden
hiçbir ücret istemiyorum. Ancak Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen
adamlar istiyorum. Ölmez olan o hayy (Allah'a) tevekkül et, O'na hamd ile
teşbihte bulun. O'nun kullarının günahlarından haberdâr olması yeter"(Furitân,
55-58).
Bil ki Allah Teâlâ,
tevhidinin (bir olduğunun) delillerini genişçe izah edince, sözü müşriklerin
putlara tapmadaki felsefelerini tenkide getirmiştir. Bu ayetlerle ilgili birkaç
mesele var:
[209]
Ayette geçen
"kâfir" ile, Ebû Cehll'in kastedildiği, çünkü ayetin onun
hakkında nazil olduğu ileri sürülmüş ise de, evlâ olan, bu ayeti umûmi manada bütün
kâfirlere hamletmektir. Çünkü sebeb-i nüzulün husûsi olması, (ayetin) lafzının
umûmi oluşunu zedelemez. Bir de ayeti umumi manasına hamletmek, ayetteki
"(Kâfirler) Allah'tan başka kendilerine ne fayda, ne zarar veremeyecek
olan şeylere taparlar" ifadesinin zahirî manasına daha uygundur.
[210]
Âlimler ayetteki
"zahiren" kelimesinin manası hususunda şu izahları yapmışlardır:
1)
"zahir" tıpkı "avln"in, mu'âvin (yardımcı) manasına gelmesi gibi,
müzahir (sırt veren, destek olan) manasınadır. Fa'il vezninin, mufâil (ism-i
fail) manasına gelmesi garip birşey değildir. Binâenaleyh bunun manası,
"Kâfir, Rabbine karşı, düşmanlık hususunda şeytana destek olur" şeklindedir.
İmdi, "Kâfirin
Rabbine karşı şeytana destek olması nasıl olur?" denilir ise, deriz ki:
Hak Teâlâ, "Rabbinin aleyhine" diye kendini zikretmiş ama, bununla
"Resûlullah'a karşı" manasını kastetmiştir. Bu tıpkı, "Allah'a
eziyet eden o kimseler" (Ahzab, 57) ifadesinde olduğu gibidir.
2) Bununla,
cemaat (taraftar) kastedilmiştir. Bu da tıpkı, "melekler, artık bundan
sonra onun (o peygamberin) zahirî (cemaatidir)"(Tahrim,4) ayetinde olduğu
gibidir. Bu kelime aynen, sadîk (arkadaş) ve halft (es-dost-arkadaş) kelimeleri
gibidir. Bu tefsire göre, ayetteki "kâfir" ile kâfir cinsi ve onların
ilahî nuru söndürme hususunda, biribiherine verdikleri destekleri kastedilmiş
olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "O kâfirlerin kardeşleri, azgınlıkta onları
desteklerler ve bu hususta hiç kusur etmezler" (A'rat. 202) buyurmuştur.
3) Ebû
Müslim el-İsfehânî şöyle der: "Zahir, Arapların birisi diğerinin
ihtiyacını kulak ardı edip, arkasına attığında kullandıkları, "Falan,
ihtiyacımı, kulak ardı etti" demeleri gibidir. Bu, Hak Teâlâ'nın
"Onu, arkanıza atılmış değersiz birşey kabul ettiniz" (HOd. 92}
ayetinde olduğu gibidir. Yine birseyi hafife alan ve önemsemeyen kimse
hakkında, "O, şeyi, zahrı gerisine attı (kulak ardı etti)" denilir.
Arapça kaidelerine göre, bu kelimenin "mazhûr" (yani hafife alınmış,
arkaya atılmış) şeklinde olması gerekirdi. Fakat "mazhûr" manasında,
"zâhîr" denilmiştir ki bu, "Kafirin küfrü Allah'a vız gelir.
Allah Teâlâ onun küfrünü önemsemez" demektir.
Ayetteki "Biz
seni, bir müjdeci ve bir uyarıcı olmaktan başka bir sıfatla göndermedik"
ifadesi, daha önce geçen ifadelerle ilgilidir ve "Kâfirler, Allah'a ve
Resûlullah'a karşı destek aramaktadırlar. Allah Teâlâ ise, Resulünü onlara
faydalı olmak üzere göndermiştir. Çünkü o, peygamberini onları taatlanndan
ötürü müjdelemek, masiyetlerinden ötürü inzar etmek ve böylece de mükâfaatı
haketmeleri, ilahî cezadan sakınmaları için göndermiştir. Binâenaleyh bütün
gayretini, dinî ve dünyevî işleri düzene koymak için bütün gayretini sarfeden
ve bunu yaparken de onlardan buna karşılık asla ücret istemeyen bir zata eziyet
etmek hususunda alabildiğine gayret gösteren kimsenin cahilliğinden daha büyük
cahillik yoktur" demektir.
[211]
Hak Teâlâ'nın
"ancak (...) dileyen adamlar (müstesna)" ifadesi nakkında, âlimler
birbirine yakın şu izahları yapmışlardır:
1) O peygamber, görevini ifâ ederken ve davetini
yaparken, onlardan ücret istemez. Fakat cihad ve benzeri şeylerde harcamada
bulunmak suretiyle Allah'a .aklaşmak ve böylece Rablerinin rahmetine,
mükâfaatına kavuşmaya bir yol bulmak isteyen adamlar müstesna...
2) Kâdî
şöyle der: "Bu "ben buna karşılık, kendim için bir ücret istemem.
Sizden, Rabbinize bir yol bulmak için, kendinize bir ecir elde etmeyi
İstemenizi isterim" demektir.
3) Keşşaf
sahibi şöyle der: "Hak Teâlâ'nın bu ifadesi "ancak dileyenlerin
yapması nüstesna" manasınadır. Bunun ücretten istisna edilmesinin bir
benzeri, mal elde etme hususunda senin için gayret gösteren ve sana çok
şefkatli olan kimsenin şu sözüdür: "Senden, malını koruman ve onu
kaybetmemenden başka bu sa'y-u gayretime karşılık bir şey istemiyorum." O
kimsenin, kendi İçin kendi malını koruması, -t ecir (karşılık) olmadığı halde, bunun
şekli sanki mükâfaata (ecre) benzediği İçin, -jkâfaat olarak
isimlendirilmiştir. Böylece bu, şu iki faydayı (manayı) İfade eder:
a) mükâfaat
arzuladığı hususunda muhatabın şüphesini tamamen silmek. Buna göre o sanki sana
şöyle demektedir: "Eğer malını muhafaza etmen sence bir -ükâfaat ise
bilesin ki işte ben de senin için bu mükâfaahistiyorum."
b) Zirveye
varmış bir şefkati ortaya koymak. Çünkü buna göre mana, "malını Tiuhafaza
etmen, bana vereceğin büyük bir mükâfaat sayılır" şeklindedir. Bu
adamların Allah'a "doğru bir yol tutmayı dilemeleri"nin manası ise,
onlann O'na aklaşmaları ve iman ile,
taat ile Allah katında bir yakınlık elde etmeyi istemeleridir." Bununla
onların Allah yolunda, tasadduk ve infakta bulunmak suretiyle, Allah'a
yaklaşmak istemeleri manasının kastedildiği de söylenmiştir.
[212]
Cenâb-ı Hakk'ın
"ölmez olan o hayy (Allah'a) tevekkül et" ifadesi, "Allah
kâfirlerin, Hz. Muhammed (s. a.s)'e eziyet etme hususunda birbirlerine destek
sağladıklarını beyan edip, Hz. Muhammed (s.a.s)'e onlara yaptığı tebliğe ve
davete karşılık onlardan kesinlikle bir ücret istememesini emredince, ona bütün
zararları defedip, her türlü menfaati elde etmek için, Allah'a güvenip
dayanmasını emretti" demektir. Cenâb-ı Hakk, "Ölmez olan o hayy'a
(diriye)" demiştir, çünkü ölen canlıya tevekkül eden kimse, tevekkül
ettiği kimse ölünce zarar etmiş olur. Hak Teâlâ ise, ölmez bir diridir.
Binâenaleyh O'na güvenip dayanan Kesinlikle kaybetmez.
Allah Teâlâ'nın
"O'na hamd ile teşbihte bulun" emrine gelince, bazıları bu teşbihi
bizzat söz ile yapılan teşbihe, bazıları namaza, bazıları da tevhid ve adi
vasıflarında Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden tenzih etme manasına
hamletmişlerdir ki, bunların ne demek olduğu açıktır.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "O'nun, kullarının günahlarından haberdâr olması yeter"
buyurmuştur. ^ mübalağa manası için kullanılan bir lafızdır. Nitekim "sana
yeter!" manasında "Güzellik olarak ilim yeter" ve"mal
olarak da edeb yeter" denilir. Buna göre ayet, "Allah senin yanında
olduğu müddetçe, başkasına muhtaç olmazsın. Çünkü o, onların bütün hal ve
hareketlerini hakkıyla bilendir, haberdârdır ve yaptıklarının karşılığını
vermeye kadirdir" manasına getir ve son derece ileri bir tehdid ifade
eder. Cenâb-ı Hakk sanki bununla, "Eğer Allah'ın emrine muhalefete
yellenirseniz, hakettiğiniz cezayı almanız için, O'nun ilmi size yeter"
demek istemiştir.
[213]
"O, gökleri ve
yeri ve aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra Arş'a "istiva"
edendir, Rahmanadır. Bunu, haberdâr olana sor! Onlar: "Rahman'a secde edin'*
denildiği zaman, "Rahman da ne imiş? Senin bize emrettiğin için mi secde
edeceğiz?" dediler. Böylece bu secde emri onların nefretlerini artırdı" (Furkân,
59-60).
Bil ki Allah Teâlâ,
Resulüne kendisine tevekkül etmesini emredince, kendini şu sıfatlarla
nitelemiştir:
1) Ölmez
olan bir hayy (diri). Bu, "Ölmez olan o hayy (Allah'a) tevekkül et"
ayetinin İfade ettiği sıfattır.
2) Bütün
herşeyi bilen. Bu da "O'nun kullarının günahlanndan haberdâr olması
yeter" ayetiyle ifade edilen husustur.
3) Her
mümkinâta kadir. Bu da, "O, gökleri ve yeri yaratandır" ayetinin
ifade ettiği husustur.
O halde, Hak
Teâlâ'nın, tıyaratan" ifadesi, "ölmez olan o diriye tevekkül et"
fadesiyle ilgilidir. Çünkü göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların yaratanı
Hak Teâlâ olunca, O'nun her türlü menfaate kadir, her türlü zararı defe gücü
yeten ve bütün nimetler kendisi tarafından verilen zât olduğu anlaşılır.
Dolayısıyla da tevekkül sadece O'na yapılır. Ayetle İlgili, şöyle birkaç soru
sorulabilir:
[214]
Birinci soru: Gün
(gece ve gündüz), güneşin gökteki hareketinden ibarettir. Gökler yaratılmazdan
önce "gün" diye birşey yoktu. Öyle ise Cenâb-ı Hakk, gökleri, yeri ve
arasındakiler! "altı günde" yarattığını nasıl söyleyebilir?
Cevap: Bu,
"miktarı bu kadar olan bir zaman zarfında" demektir. "Betti bir
miktara göre belirlenen, artmayı, eksilmeyi ve parçalanmayı kabul eden şey sırf
yokluk olamaz. Aksine mutlaka onun mevcut olması gerekir. Böylece de onun
varlığından, âlem meydana gelmezden Önce bir müddetin var olması gerekir. Bu
da, zamanın kadîm olmasını gerektirir" diye bir iddiada da bulunulamaz.
Çünkü biz diyoruz ki: 3öyle olması, bizzat zamanın kendisiyle çelişir. Zira on
güne muhtemel olduğu düşünülen bir zaman dilimi, beş güne; beş güne muhtemel
olduğu düşünülen bir müddet de on güne muhtemel olmaz. Dolayısıyla, bundan bir
müddet için başka bir müddetin düşünülmesi gerekir. Bu böyle olamayacağına
göre, sizin ileri sürdüğünüz şey de olamaz. İşte bundan ötürü diyoruz ki: Belki
de Cenâb-ı Hakk, önce zamanı yaratmış, sonra da yeri ve göğü, o zaman
içerisinde, altı günlük bir müddette yaratmıştır.
Bazı kimseler de şöyle
demişlerdir: Cenâb-ı Hakk, yer ile göğü âhiret günleri rtibarıyla altı günde
yaratmıştır. Ahiretin her bir günü, bin (dünya) yılıdır." Bu görüş, uzak
bir ihtimaldir. Çünkü tarifin (anlatımın), mutlaka bilinmeyen birşey ile değil,
bilinen birşey ile yapılması gerekir.
[215]
İkinci soru: Cenâb-ı
Hakk, bu yaratmayı ve yoktan varetmeyi, niçin bir miktar zaman içinde
yapmıştır?
Cevap: Biz ehl-i
sünnetin görüşüne göre, böyle bir miktar ile takdir etme hususunda, Allah'ın
meşîet ve kudreti yeter sebeptir. Mu'tezHe ise söyle der: "Hayır, mutlaka
bu hususta hikmetli bir sebebin bulunması gerekir. O da, âlemin bu kadar bir
süre içinde yaratıldığının belirtilmesinin mükellefler için daha uygun
olmasıdır." Mu'tezile'nin bu görüşü şu iki sebepten ötürü haktan uzaktır:
a) Böyle bir hikmetin bulunması, ya zâtı gereği
vâcibtir. (mutlaka bulunması gereken birşeydir), veya caizdir. Eğer vâcib
olursa, bunun değişmemesi gerekir. O zaman da bu hikmet herzaman mevcuttur
demektir. Binâenaleyh bunun, belli bir zamanda olduğunun söylenmesi mümkün
olamaz. Eğer caiz olursa, o hikmetin o zamanda var olması, bir muhassise
(tahsis eden) muhtaç olur ki bu durumda teselsül gerekir.
b) Bunların herbiri arasındaki farkı, mükellefin
zihni ve aklı idrâk edemez. Bu sebeple, böyle bir farklılığın varlığı, açıkça
hissedilmeyince, bu maslahatın varlığını nasıl zedeler?
Bil ki, ister bizim
ister Mu'tezile nin görüşüne göre olsun, mükellefe yakışan şey, bu gibi sorular
ile uğraşmamasıdır. Çünkü bu konular, sahili bulunmayan bir okyanustur. Mesela,
cehennem ile görevli meleklerin sayısının ondokuz, Arş'ı taşıyan meleklerin
sekiz, yılın aylarının oniki, göklerin ve yerin yedi kat olarak belirlenmiş
olmaları işte bu konulardandır. Yine beş vakit namazın rekatlarının, zekattaki
nisab miktarlarının, serî ceza ve keffâret miktarlarının o belli sayılarla
belirlenmiş olması da böyledir. Binâenaleyh din-iman, Allah Teâlâ'nın buyurduğu
herşeyin hak olduğunu kabul etmektir. Bu gibi şeyleri araştırmak, insan için
gerekli değildir Nitekim Cenâb-ı Hakk bu hususta açık olarak, "Biz o
cehennemin bekçiliğine meleklerden başkasını memur etmedik. Onların sayılarım
da küfredenler için, ancak bir fitne (imtihan) yaptık ki, böylece ehl-i kitap
sağlam bilgi edinsin ve iman edenlerin de imanları artsın. Velhasıl hem ehl-i
kitap, hem mü'minler (bu hususta) şüpheye düşmesinler. Kalbinde (nifak)
hastalığı bulunanlar ve kâfirler ise, "Allah, bu sayı ile misâl olarak
neyi murad etmiş?" desinler. İşte Allah kimi dilerse böylece
şaşırtır'" (M0ddweir, 31) buyurmuş, hemen peşisıra da, "Rabbinin
ordularını, kendinden başkası bilmez" demiştir.
"Cenâb-ı Hakk bir
anda yaratmaya kadirken, yeri göğü niçin böyle bir anda yaratmamıştır?"
sorusuna verilecek cevap da işte budur. Sa'id b. Cübeyr'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Allah yeri, göğü ve arasındakiler! bir anda yaratmaya kadir
olduğu halde, insanlara şefkati ve teenniyi öğretmek için, altı günde
yaratmıştır." Bunların yaratılışının cum'a günü tamamlandığı, bundan ötürü
Cenâb-ı Hakk'ın o günü müslûmanlara (haftalık) bayram yaptığı da ileri
sürülmüştür.
[216]
Üçüncü soru: Ayetteki,
"Sonra Arş'a istiva etti" ifadesi ne demektir? Bu istivayı, hükümrân
olma, kadir ofma manasına hamletmek caiz değildir. Çünkü Allah'ın, hükümran
olma ve kadir olma gibi sıfatları ezelîdir. Binâenaleyh bunun başına, "sonra"
edatı dahil olamaz.
Cevab: "İstikrar
buldu, karar kıldı" ifadesi, Allah için kullanılamaz. Çünkü bu iş, hudûs
(sonradan olmanın) delili olan bir değişikliği, terkibi ve bölünmeyi ifade
eder. Bütün bunlar ise Allah hakkında imkânsızdır. Aksine bununla kastedilen
mana, "Sonra da hükümran olarak Arş'ı yarattı ve onu yüceltti"
şeklinde olup, tıpkı "Sizden mücâhid olanları bilelim diye, sizleri
imtihan edeceğiz" (Muhammed. 31) ayetinde ifade edilen husus gibidir.
Çünkü bu da, "biz onların mücâhid olduğunu önceden bildiğimiz halde onlar
cihâd edinceye kadar, sizleri imtihan edeceğiz" demektir.
[217]
Buna göre eğer,
"Sizin bu izahınıza göre, Arş'ın göklerden sonra yaratılmış olması gerekir.
Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Arş'ı su üzerinde idi mevcûd
idi)" (Hûd. 7) buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Ayetteki
"sonra" edatı, Arş'ın yaratılmasının sonralığına değil, Arş'ın gökler
üzerine kaldırılmasının sonra olduğuna delâlet eder.
[218]
Dördüncü soru:
Ayetteki ifadesinin iğrabı nasıldır? Cevab: Ayetteki (yaratan) ifadesi mübteda,
"Rahman" kelimesi de onun haberidir. Yahut o ifade, "el-Hayy"
kelimesinin sıfatı, "Rahman" da mahzuf bir mübtedanın haberidir. İşte
bundan ötürü Zeccac ve başkaları vakfın, "Arş" kelimesi üzerinde
yapılabileceğini ve sonra söze "er-Rahman ile başlanabileceğini, buna göre
mananın (takdirinin): "O, secde ve ta'zimin ancak kendisine yapılacak olan
Rahman'dır" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ayetteki "RahmarT'ın
mübtedâ; "Bunu -.aberdâr olana sor" cümlesinin ise bunun haberi
olması da mümkündür.
[219]
Beşinci soru: Ayetteki
' "Bunu haberdâr olana sor" ifadesi ne demektir?
Cevap: Âlimler bu
hususta şu izahları yapmışlardır:
a) Kelbî, "Bu, "Onu bilene sor"
demektir" der. Buna göre
"bunu" zamiri daha evvel bahsedilen, göklerin yerin yaratılışı
ile Arş'ın istivası konularına râcidir ve bâ harf-i cerrinin müteallakı da,
"habîr" kelimesidir. "Habir" (bilen) ise, Allah celle
celâluhûdur. Çünkü göklerin ve yerin nasıl yaratıldığına aklî delil yoktur.
Binâenaleyh bunların nasıl yaratıldığını ancak Allah bilir. Ibn Abbas (r.a)'ın
"Bu hablr, Cebrail (a.s)'dir. Fasılaları, yani ayet başlarından sonlarını
gözetme ve ayetlerin hüsn-ü nazmından (tertibinden) ötürü, "MM"
zamiri "habîr"den önce zikredilmiştir" dediği de rivayet
edilmiştir.
b) Zeccâc
"Bihî" lafzı "anhu" "ondan" manasına olup,
"Ondan, habîr olana sor" demek olduğunu söylemiştir ki bu aynı
zamanda Ahfeş'in görüşüdür. Bunun bir benzeri de "O olacak azabdan, bir
soran sordu"(MaMc. 1) ayetidir. Atkame b. Abede şöyle demiştir:
"Eğer bana
kadınlardan sorarsanız, bilin ki ben, kadınların dertlerini iyi bilen bir
doktorum."
c) İbn
Cerîr, "bihî"deki harf-i cerrin zâid olup, "Ona o habîr (bilen)
olduğu halde sor öjr* *J—h manasında olduğunu ve "habtr"in
"hal" olarak mansub olduğunu söylemiştir.
d)
"Blhl" ifadesi tıpkı Nisa. i) ayetinde olduğu gibi yemin yerine geçen
bir edattır. (Yani "Ona yemin olsun ki" manasındadır.)
[220]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Onlara, "Rahman'a secde edin" denildiği zaman, "Rahman da
ne imiş?" dediler" İfadesi işte böyle söyleyen bir topluluğu haber
veren bir ifadedir. Binâenaleyh muhtemelen onlar, Allah'ı bilmiyorlardı veya
muhtemelen onlar onu biliyorlardı ama, bile bile inkâr ettiler.
[221]
Veya muhtemelen onlar,
Allah'ı bilip inansalar bile, Rahman isminin Allah'ın isimlerinden olduğunu
bilmiyorlardı. Müfessirierin çoğu bu son görüşü benimseyerek şöyle demişlerdir:
"Rahman, Allah'ın, önceki semavi kitaplarda da yer alan bir ismidir. Fakat
Araplar bunu bilmiyorlardı." Mukfltll ise, "Ebû Cehil Muhammed'in
söylediği bu şeyler şiirdir" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Şiir
bundan farklıdır. Hayır bu Rahmân'm kelâmıdır" dedi. EbÛ Cehil de, "Aferin,
bak helel Hayatım hakkı için, bu sana bunları öğreten Yemâme'deki Rahman
(adındaki o adamın) sözleridir" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) bunun üzerine,
"Rahman, göklerin ilahı olan ve kendisinden bana vahiy gelen o yüce
zattır" dedi. Ebû Cehil de: "Ey Gâlib kabilesi! Allah'ın bir olduğunu
iddia eden ve sonra da "Bana Allah ve Rahman öğretiyor" diyen
Muhammed'den benim hakkımı kim alır? Sizler, Allah ile Rahmân'm iki ayrı ilah
olduğunu bilmiyor musunuz?" dedi, sonra sözüne devamla şunu ilave etti:
"Sizin Rabbiniz bütün herşeyi yaratandır. Rahman ise (Yemâme'deki)
Müseyleme'dir" demiştir.
[222]
Kftdî şöyle der.
"Doğruya en yakın olan, bu ayetle onların "Rahman" ismini değil,
Allah'ı inkâr ettiklerinin kastedilmiş olmasıdır. Çünkü "Rahman"
Arapça bir kelimedir ve onlar bunun, "alabildiğine in'âm ve lütufta
bulunan" demek olduğunu biliyorlardı. Şimdi biz bunu onlann Allah'ı inkâr
ettikleri manasına alırsak, "Rahman da ne imiş?" şeklindeki sözleri,
bunun manasını Öğrenmek için sorulmuş bir soru olur ki, bu tıpkı, Flravun'un
"Âlemlerin Rabbi de ne imiş?" (şu'ara, 23) şeklindeki sözü gibidir.
Yok eğer biz onların Allah'ı kabul ettiklerini, ama "Rahman" ismi ile
muttasıf olduğunu bilmediklerini söylersek, "Rahman da ne imiş?"
sözleri Rahman kelimesi ile ilgili
Ayetteki "Senin
bize emrettiğine mi secde edeceğiz?" ifadesi, Sen "Sana hayrı
emrediyorum" dediğin için, yahut da "sen bize emrettiğin için, secde
etmemizi emrettiğin o zâta secde eder miyiz?" demektir. Bu ifade yâ ile
UjJl* şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana "onlar birbirlerine,
"Muhammed'in bize emrettiği için" yahut, "Rahman adını almış
olan, ama bizim ne olduğunu bilmediğimiz < msenin bize emrettiği için mi
secde edeceğiz?" demek istiyorlardı.
Bu emirden beklenen,
onları işe ve onu kabul etmeye sevkedici olması iken, onun 2u emri onların
nefretini arttırmıştır. Dahhak şöyle der: Bu ayet nazil olunca, Allah'ın
--sûlü, Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Osman İbn Maz'ûn ve Amr ton
Anbese secdeye kapandılar. Müşrikler onları bu halde görünce alay ederek,
-lescidin bir kenarına çekildiler ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın "Böylece bu mcde emri, onların
nefretlerini artırdı" ifadesiyle kastedilen budur. Yani, "Onların secdeleri, onların nefretlerini
arttırdı" demektir.
[223]
"Gökte burçlar
yaratan, onların içinde bir kandil ve nurlu bir ay yerleştiren Allah'ın şanı
ne yücedir! O, iyice düşünüp ibret almak arzusunda bulunan ya da şükretmeyi
isteyen kimseler için, geceyle gündüzü birbiri ardınca getirendir"(Furkân,
61-62).
[224]
Bil ki, Allah Teâlâ
kâfirlerin, secde etmekten alabildiğine nefret ettiklerini anlatınca, tefekkür
etmeleri halinde, Rahman'a ibadet etmenin ve secdenin vacib olduğunu
anlayacakları şeyi de zikrederek "Gökte burçlar yaratan (...) Allah'ın
şanı ne yücedir!" buyurmuştur "tebftreke"nin ne demek olduğu,
daha önce geçmişti. £jji kelimesine gelince bu, gezegenlerin conaklama yerleri
olup, bu malûm olan şeydir. Bunlara, "yüksek, yüce köşkler" anlamına
gelen, "burçlar" denilmiştir; çünkü bunlar adeta o yıldızlar için,
kendilerinde sükûnete erdikleri bir konaklama yerleri gibidir. Bu kelime, zuhur
etme, görünme anlamından dolayı, "teberrucun" (görünme, ortaya çıkma)
kelimesinden İştikak etmiştir. Bu hususta İbn Abbas'dan gelen diğer bir görüş
de, "Burûç, burçlar, büyük yıldızlardır" şeklinde olup, Cenâb-ı Hakk'ın
"Onda yani burçlarda kıldı, meydana getirdi" ifadesinden dolayı,
birinci açıklama doğruya daha yakındır.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın ifadesindeki
zamir, burçlara değil de semaya niçin raci olmasın?" denilirse, biz deriz
ki: Çünkü "burûc" kelimesi, zamire daha yakındır. Binâenaleyh
zamirin, "burûc" kelimesine raci olması daha evlâdır.
Ayette geçen (sirâc) kelimesiyle de güneş kastedilmiştir.
Çünkü Cenâb-ı Hak "Güneşi de sirâc,
lamba (Nûm6) buyurmuştur. Bu ifade şeklinde de okunmuştur ki bu, o semâda
bulunan güneş ve büyük yıldızlar demektir. Hasan el-Basri ve el-A'meş şeklinde
okumuşlardır ki bu (Aylı, ayışığı ile dolu) kelimesinin çoğuludur. Buna göre
sanki "Aydınlatıcı ve ay ışığı ile dopdolu kıldı" denilmiştir. Çünkü
geceler, aydan dolayı, ayışığı İle dopdolu olur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu
ışığı, geceye nisbet etmiştir. Ayetteki kelimesinin tıpkı ve kelimesi gibi )
(Kumrun) anlamında olması da uzak değildir.
[225]
Ayetteki iil*
kelimesine gelince, bu hususta şu iki açıklama yapılmıştır.
Birinci açıklama: Bu,
iki şeyden birisinin diğerinin arkasına geçmesi ve onun ardından gelmesi
anlamındadır. Nitekim Arapça'da bir kimse birisinin abdest bozacağı yere
varıncaya kadar karışıp, ihtilaf çıkardığında denilir. Buna göre mana,
"Cenâb-ı Hak, ayla güneşi "hılfet" sahibi olarak yarattı. Yani,
"Birbirlerini takipçi kıldı." Yahln"Bu onu, o da bunu İzler, takip
eder" demektir.
İbn Abbas (r.a) da şu
manayı vermiştir: "Cenâb-ı Hak bu ikisinden herbirini, kendisinde amel
etmeye ihtiyaç duyulan şeyler konusunda, diğerine halef kıldı. Binâenaleyh, kim
geceyle gündüzden birinde, bir işini tamamlayamazsa, onu diğerinde
tamamlar." Enes İbn Malik de şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.s), bir
gün geceleyin Kur'ân okuyamayan Hz. Ömer'e, "Ey Hattab oğlu, andolsun ki,
Allah senin hakkında bir ayet indirdi" dedi ve, bu ayeti okuyarak
"Geceleyin kaçırdığın nafile ibadetleri gündüzünde, gündüzün kagrdığın
yapamadığın şeyleri de gecende ifa et" buyurdu.
İkinci açıklama: Bu
MÜcahİd, Katflde KisaTnin görüşü olup, bunlar şöyle demişlerdir:
"Arapça'da, ihtilaf eden iki şeye OUb* ui (Humâ hilfanl) denilir.
Binâenaleyh ayetteki kelimesi "Muhtelif, farklı" anlamındadır. Yani,
"Bu beyazdır, diğeri de siyah, bu uzun diğeri kısa" demektir. Ama,
birinci görüş doğruya daha yakındır.
Ayetteki "iyice,
düşünüp ibret almak" kelimesini bütün kıraat imamları
bu şekilde okurken,
Hamza şeddesiz olarak en-yezkure okumuştur. Bu kelimeyi Ubey İbn
Ka'btn da şeklinde okunduğu söylenmiştir. Buna göre mana, "Bakıp tefekkür
eden kimselerin onların farklı farklı oluşları hususunda tefekkür etmeleri,
böylece de, onların bir halden başka bir hale geçişleri hususunda, mutlaka
onları £)u hale sokan ve değiştiren bir yüce zâtın bulunduğunu anlamaları
için" şeklinde dur. Bu kelime, daha önce bahsedilen nimetlerin tamamıyla
ilgilidir. Cenâb-ı Hakk Rahman da neymiş? diyen o kimseler, şayet bu nimetler
hususunda tefekkür ve tezekkür etselerdi, böylece bu sayede onlar, Allah'ın
kudretinin ne denli büyük :-cuğuna istidlal etmiş olurlar ve gecedeki sükûnet
ve dinlenme, istirahat, gündüzdeki := şma ve dönüp dolaşma gibi nimetlere
şükredenler şükretmiş olurdu" diye açıklamada bulunmuştur. Bu tıpkı, "Onun
rahmetinden ki O, sizin faydanıza olarak içinde sükun ve istirahat etmeniz için
geceyi ve fazl-u kereminden aramanız için gündüzü yaratmıştır" {Kas**, 73»
ayetinde olduğu gibidir. Yahut da bunun manası, o *isi, "Tefekkür ve
tezekkür edip şükredenler için iki vakit, iki zaman olsun diye" seklinde
olup, buna göre "Kim, o İkisinden birisinde yapamazsa, ibadetten
alıkonu-ursa, onu diğerinde yapar, yapsın" demektir, kelimesi imin masdarıdır.
[226]
"Rahman'm has
kulları ki onlar, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler. Kendilerine
beyinsizler laf attığı zaman, "selâmetle!" derler. Onlar ki
gecelerini Hableri için secde ederek ve kıyamda durarak geçirirler. Onlar ki,
"Ya Rabbi, derler bizden cehennem azabını sav. Gerçekten, onun
azabı daimî bir helaktir. Hakikaten orası ne kötü bir karargâh ve
ikametgâhtır." Onlar ki, harcadıkları vakit, ne israf ederler, ne de sıkılık
yaparlar. İkisi arasında, ortalama hareket ederler'.' (Furkân, 6M7).
Bil kî Cenâb-ı
Hakk'tn ifadesi, haberi bu sûrenin sonlarında
olan bir müptedâdır. Buna göre sanki, "sıfatları ve nitelikleri böyle olan
Rahman'ın kulları yok mu, işte onlar, cennet odalarıyla m ükâfaatland ir
ılırlar" denilmek istenmiştir. Bu ifadenin müptedâ, haberinin olması da
mümkündür.
Bil ki Cenâb-ı Hakk,
"kulluk" ismini kullukla meşgul olanlara tahsis etmiştir. Böylece bu
iş, işte bu sıfatın, mahlûkattaki sıfatların en değerlisi olduğuna delâlet etmiştir. Bu
kelime şeklinde de okunmuştur.
Bil ki, Cenab-ı Hak bu
kulları şu dokuz çeşit. Sıfatla tavsif etmiştir.
[227]
Birinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "ki onlar, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler" ayetinin
ifade ettiği husustur. Bu, onların gündüzleyin olan gidişatlarını nitelemedir.
Bu kelime şeklinde de okunmuştur ki, bu ya hâldir, ya da w-û» anlamında
yürümenin sıfatıdır; yahut da"vakur bir yürüyüşle" anlamındadır.
Ancak ne var ki, masdann sıfat yerinde kullanılması mübalağa ifade eder. jy>
yumuşaklık, mülayemet ve şefkat demektir, "Sevdiğini ölçülü sev, ileri
gitme" hadisindeki keiime de bu köktendir. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'in
i) yi) "Müminler vakurdurlar, şefkatlidirler, yumuşacıktırlar" sözü
de bu anlamdadır. Bu, "onların yürümeleri, hal ve hareketleri (bile), bir
yumuşaklık, bir vakar, bir ağırbaşlılık bir tevazu içindedir. Şımararak haddi
aşarak, ayaklarını (gururla) yere vurmazlar. Kibirlenerek, böbürlene-böbürlene
yürümezler. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Yeryüzünde şımarak yürüme"(lokman,
t8) buyurmuştur. Zeyd Ibn Eslem'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
kelimesinin tefsirini araştırdım ama bulamadım. Derken, bir gün rüyamda gördüm.
Bana, "Bunlar yeryüzünde fesâc istemeyen kimselerdir" denildi. Ibn
Zeyd'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bunlar kibirlenmeyen zorbalık
taslamayan ve yeryüzünde büyüklenmek istemeyen kimselerdir."
[228]
İkinci sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Kendilerine beyinsizler laf attığı zaman, "selâm"
derler" ayetinin ifade ettiği husus olup, bunun anlamı, "Biz de uyup
sizin gibi cahillik yapmayız. Sizinle bizim aramızda iyi ya da kötü bir şe>
yoktur" demek olup, bu "Sizin yaptığınıza karşılık size selam verip,
size bulaşmayız" anlamındadır. Böylece burada kelimesi (selam etmek
kelimesinin yerine getirilmiştir.
Diğer taraftan,
onların maksatlarının, selâmet ve sükûneti temin etmek olması da muhtemeldir.
Yine bununla, sakınsınlar ve kaçınsınlar diye, onların gidişatlarının kötü
olduğuna dikkat çekmenin de kastedilmesi muhtemel olduğu gibi, bu mü'minlerin maksatlarının
onlara aynıyla muamelede bulunmaktan kaçınmaları olması da muhtemeldir. Yine
bununla, onların cahilliklerine mukabil sabır göstermenin kastedilmiş olması da
muhtemeldir. el-Esamm şöyle der: "Bu ayetteki, "selâm" ta'zim ve
saygı selamı değil, vedalaşma selamıdır. Bu tıpkı Hz. İbrahim (a.s)'in,
sabasına "Sana selam olsun, uğurlar olsun" (Meryem, 47) ifadesi
gibidir. Kelbf ve Ebu'l-Âliye bu ayeti, Kıtal (cihad) ayetinin neshettiğini
söylemişlerdir ki, bunu söylemeye gerek yoktur. Çünkü, beyinsizlerin
yaptıklarına göz yummak ve onlara ayniyle mukabelede bulunmamak hem aklen hem
de dinen güzeldir, hem ırz ve namusun selametinin hem de takvanın sebebidir.
[229]
Üçüncü sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlar ki, gecelerini
Rabieri için secde ederek ve kıyamda durarak..." ayetinin ifade ettiği
husustur. Bil ki Cenâb-ı Hakk, onların gündüz ki gidişatlarından şu iki
bakımdan bahsetmiştir:
a) Eziyyet etmemek. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın
"yeryüzünde vakar ve tevazuyla yürürler" ayetinden kastedilen
husustur.
b)
Sıkıntılara katlanmak. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerine beyinsizler
laflar attığı zaman, "selametle!" derler" ayetinden
anlaşılandır. Buna göre sanki Cenâb-ı Hakk, o mü'minlerin, insanlara karşı
gündüzdeki gidişatlarını açıklayınca, bu ayetlerde de işte onların Haliklarına
hizmette meşgul olduklarında, geceki gidişatlarını beyan buyurmuştur ki, bu
tıpkı, "Yanları yataklardan uzaklaşır" (Secde, ıe> ayeti gibidir.
Ayrıca Zeccâc şöyle
demiştir: "Geceye yetişen herkese, uyumasa dahi (geceledi) denilir. Bu tıpkı (Falanca, canı
sıkkın olarak geceledi) geceyi canı sıkkın olarak geçirdi gibidir. O halde,
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesi ileonların gecelerinde namaz kıldıkları kastedilmiştir.
Öte yandan alimler kendi aralarında ihtilaf ederek, bazıları şöyle demişlerdir:
"Kim bir namazda, Kur'ân'dan az bite olsa bir şey okursa, o kimse secde
etmiş ve kıyama durmuş olarak gecelemiş olur." Bunun akşam namazından
sonra kılınan iki rekât ve yatsıdan sonra kılman dört rekât namazla
gerçekleştiği de söylenmiştir. Ama evlâ olanı, bununla onların gecelerinin
tamamını veya ekserisini ihya etmiş olmakla vasfedilmiş olmalarıdır. Nitekim
Arapça'da utâ k£-jj USU Jİâj' üSü "Falanca, gündüz sâim (oruçlu) gecede
kaim (ibadet halindejdir" denilir. Hasan el-Basri de şöyle der:
"Onlar, Allah rızası için ayakları üstünde (ayakta) gecelerler.
Rablerinden korktukları için gözyaşları yanaklarından akarak, yüzlerini Allah
rızası için yere vururlar.
[230]
Dördüncü sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın "Onlar ki,
"Ya Rabbi derler bizden cehennem azabını sav. Gerçekten, onun azabı
daimî bir helaktir" ayetinin ifade ettiğidir. Ibn Abbas (r.a) "Onlar,
secdelerinde ve kıyamlarında, işte bu sözü söylerler" derken, Hasan
el-Basri de, "Cehennem azabından tir tir titredikleri için onlar, gündüzün
huşu içindedirler, gece de yorgun argındırlar" demiştir. Ayetteki
kelimesine gelince, bu, "helak, hüsran, peşi bırakmayan ve yapışan"
anlamındadır. Peşi bırakılmayıp ısrarla takip edildiği için borçluya da ğarîm
denilmesi bundandır. Yine Arapça'da kafasını kadınlara takan, gönlünü onlara
kaptıran kimse için "Falanca, kafasını kadınlara takmıştır, kadınlara çok
düşkündür" denilir.
Nafi İbnu'-Ezrak, İbn
Abbas'a kelimesini sorduğunda, o "Bu can yakan, sızlatan
anlamındadır" demiştir. Muhammed İbn Ka'b'ın da şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Cenâb-ı Hak kâfirlerden, onlara verdiği nimetlerin parasını
istedi de, onlar onu O'na ödeyemeyince de, onları borçlu tutarak cehenneme
soktu."
Bil ki Allah Teâlâ, bu
mü'minleri gecelerini secde ve kıyam ile ihya etmekle nitelemiş, daha sonra da
bunun peşinden onların bu çabalarına rağmen alabildiğine haşyet içinde
bulunduklarını ve ilahî azabın kendilerinden uzaklaştırılması hususunda Allah'a
yalvardı ki arı m bildirerek, onların yaptıkları bu duayı zikretmştir ki, bu
da. tıpkı "Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri korkarak
vergilerini verenler" (Mü'minun. 60) ayeti gibidir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Hakikaten orası ne kötü bir karargâh ve ikametgâhtır" buyruğuna
gelince, bu cümledeki kelimesi, tıpkı gibi olup, bu fiilin hakkında kelimesinin
açıkladığı mübhem bir zamir bulunup, "mahsûsun bizzemm ise mahzuftur. Buna
göre mana "Orası, karargâh ve kalınacak yer olma bakımından ne
kötüdür!" şeklinde olup, kelimesi ya haldir ya temyizdir.
Buna göre eğer,
"Ayet-i kerime şu iki sebepten dolayı, onların, Allah Teâlâ'dan cehennem
azabını kendilerinden uzaklaştırmasını istemiştir:
1) Çünkü
onun azabı helaktir.
2) Orası,
çok kötü bir karargâh ve ikametgâhtır. O halde, bu iki sebep arasında ne gibi
bir fark vardır? Yine karargâh (müstekarr) ile ikametgâh (mukâm) arasında ne
gibi bir fark bulunur?" denilirse, deriz ki: Kelâmcılar, kâfirin
cezasının, fayda şaibesinden tamamiyle uzak ve devamlı bir zarar olması
gerektiğini söylemişlerdir.cümlesi onun fayda şaibelerinden uzak katıksız bir
azâb olduğuna; ifadesi de, o azabın devamlı olduğuna işaret etmektedir. Bu
ikisi arasında bir farkın bulunduğunda ise şöphe yoktur. Müstekarr ile mukâm
kelimeleri arasındaki farka gelince, müstekarr'ın iman ehli olan günahkârlar
için olması muhtemeldir. Çünkü onlar, ateşte (geçici bir süre için) karar
kılacaklar, ama orada (ebedî) mukîm olmayacaklar. "Mukftm"
kelimesinin ifade ettiği "ikamef'e gelince, bu da kâfirler içindir. Şunu
bil ki, Cenâb-ı Hakk'ınifadesinin, Allah'ın kendi sözü olması muhtemel olduğu
gibi, bunun o kâfirlerin sözlerinin nakli ve hikâyesi olması da mümkündür.
[231]
Beşinci sıfat, Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlar ki, harcadıkları vakit ne israf ederler, ne de cimrilik
yaparlar, ikisi arasında ortalama hareket ederler" ayetinin ifade ettiği
husustur, kelimesi tâ'nın «esresi ve dammesiyleve yâ'nın dammesi kâfin sükunu
ve tâ'nın kesresiyle ve yâ'nın dammesi,
kâfin fethası, tâ'nın da kesresi ve şedde ile şekillerinde okunmuştur ki,
bunların hepsi de değişik kullanışlardır. Katr, ıktftr ve taktîr kelimeleri,
israfın zıddı olup, kısmak ve daraltmak anlamına gelir. İsraf ise, -arcamada
haddi, ölçüyü (aşmaktır.
[232]
Müfessirler israf ve
kısma hususunda birkaç izah şekli zikretmişlerdir:
1) En
kuvvetli oian bu görüşe göre, Allah Teâlâ onlart aşırılık ite eksiltme arasında
»ulunan itidallikle nitelemiş, peygamberine de aynısını emretmiştir.
"Elini boynuna -ağlayarak asma. Onu büsbütün de açıp saçma"(l*râ, 29)
Vüheyb İbnıTI-Verd'den
naklolunduğuna göre o, bir alime şunu sormuştur: Kendisinde israf bulunmayan
ev, bina nedir?" sorusuna "Seni, güneşten koruyan ve yağmurdan
muhafaza eden!"; Kendinde israf olmayan yiyecek nedir?" sorusuna
Açlığı gideren"; Kendisinde israf olmayan elbise nedir?" sorusuna da
"Avret mahallerini, (bedenini) örten ve seni soğuktan
koruyan" diye cevap vermiştir.
Yine rivayet
olunduğuna göre, adamın birisi sade bir sofra hazırlayıp Hz. Peygamber (s.a.s);
davet edince, o, da yanındakilere "icabet bir vazifedir" icabet
ediniz" buyurdu. Sonra adam ikinci kez hazırlar ve yine haber yollar, Hz.
Peygamber, "Münasiptir, dileyen icabet etsin, dileyense otursun (kendi
bilir)"der. Sonra adam jçüncü kez yapıp, yine haber yollayınca, "6u
riyadır, bunda hayır yoktur" der.
2) Bu, İbn
Abbas, Mücahid, Katâde ve Dahhfik'ın görüşü olup, buna göre israf, Allah'a isyanın
söz konusu olduğu hususlarda harcamada bulunmaktır. Kısmak ise, Allah'ın
hakkını men etmektir. Mücahid şöyle demiştir: "Şayet bir adam, Ebû Kubeys
Dağı kadar altını Allah yolunda harcasa, bu israf olmaz. Ama, Allah'a isyan
hususunda bir ölçek (sâ1) harcasa, bu israf olur." Hasan el-Basrî de şöyle
demiştir: "Bunun anlamı, onlar, Allah'a isyan olacak hususlarda
harcamazlar, gerekli yerlerden de asmazlar" şeklindedir. Kısma işi, bazan
Allah'ın hakkı olan şeylerden geri durmak şeklinde olur ki, bu, kısmanın en
kötü olanıdır. Bazan da, vacib olmayan ama mendûb olan şeylerden geri durmak
biçiminde. Bu, meselâ zengin bir kimsenin, kendi akrabaları olan fakirleri
zenginliğine yaklaştırmaması gibidir.
3) İsraftan
murad, helâl olsa bile dünyada nimetlenme ve ona dalma hususunda ~ıaddi
aşmadır. Bu, muhakkak ki mekruhtur, zira kendi beğenme ve kibre sebebiyet
verir. İktâr ise, kısmaktır. Buna göre, insanı ibadetten alıkoyacak derecede
tok olduğu halde kişinin yemek yemesi israftır. İhtiyaç miktarı
yerse, işte bu da kısmadır. İşte bu vasıf, Hz. Peygamberin ashabının
niteliğidir. Onlar, nimetlenmek ve lezzet almak için yemiyorlardı, güzelleşmek
ve süslenmek için giyinmiyorlardı. Ama onlar, açlıklarını giderecek ve
Rablerine olan ibadetlerini yapmalarına medar olacak kadar yiyorlar; avret
mahallerini örtecek ve onları, sıcaktan soğuktan koruyacak şeyleri
giyiyorlardı. Burada iki mesele vardır.
[233]
Ayetteki kavâm
kelimesi hakkında Sa'leb şunu demiştir: "Bu kelime kafin fethasıyla adalet ve doğruluk
üzere olma; kesre ile kıvam şeklinde okunduğunduysa bir şeyin, sayesinde
ayakta durabildiği şeydir." Keşşaf sahibi de şöyle demiştir: "Kavâm kelimesi, iki tarafında dosdoğru
ve itidal üzere bulunmasından dolayı, iki şey arasında
bulunan denge ve ahenk
anlamına gelir. 'İstikâmet" kökünden gelen kavâm kelimesinin
bir benzeri de İstiva kökünden gelen ve eşit, müsavi anlamına gelen seva'u
kelimesidir. Bu kelime kesre ile kıvam şeklinde de okunmuştur ki, anlamı bir
şeyin kendisiyle ayakta durduğu şeydir, kıvamdır. Arapça'da
denilir ki, buradaki "kıvam" kelimesinin
anlamı, "ihtiyaçların tamı tamına karşılanarak, kendisiyle ayakta durduğu,
karşılandığı şey"dir.
[234]
Buradaki mensûb
iki kelimenin, yani
ifadelerinin aynı anda iki haber olması caiz olduğu gibi, kelimesinin
"zarf-ı lağv"; ifadesinin de "zarf-ı müstekar" olması, yine
zarfın haber, kelimesinin de tekid edici
hal ifadesi olması mümkündür. Ferrâ şöyle demiştir: "Eğer dilersen
ifadesini nin ismi tutabilirsin. Nitekim sen dersin. Bununla da "Bundan
daha azı da yeterli ve kâfidir" anlamını kastedersin. Buna göre ifadesinin
anlamı, "Bunun, harcamanın ortası daha adildir" şeklindedir." Bu
açıklama zayıftır. Çünkü kavâm kelimesi vasat (orta, orta halli) anlamına gelir
ki, bu durumda kelâmın takdiri
"Orta hallisi, ortadır" şeklinde olur ki bu bir hatadır.
[235]
Altıncı sıfat, Cenâb-ı
Makk'ın şu ayetleridir:
"Onlar ki
Allah'ın yanında başka bir tanrıya daha tapmazlar. Allah'ın haram ddığı cana
haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa, cezaya çarpar.
Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o azabın içinde, hor ve hakir olarak ebedi
bırakılır. Tevbe ve iman edip de iyi amelde bulunan kimseler müstesna. İşte
Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok affeden ve çok
merhamet edendir. Kim tevbe eder ve güzel amel işlerse, muhakkak ki o, tevbesi
makbul ve rızasına nail olmuş olarak Allah'a döner." (Furkfin,
68-71).
Bil ki, Allah Teâlâ,
Rahmân'ın kullarının sıfatlarından olmak üzere, onların şirkten, adam
öldürmeden ve zinadan kaçınmayı zikredince, bunun peşinden bu işleri yapanın
cezasının ne olacağını belirtmiş, sonra da tevbe eden kimseyi bunlardan istisna
etmiştir. Burada birkaç sual bulunmaktadır:
[236]
Birinci soru: Allah
Teâlâ bu sıfatı zikretmeden önce, Rahmân'ın kullarını, hafif ve yakışık almayan
işlerden tenzih etmişti. Bundan sonra daha nasıl, onları şirk, kati ve zina
gibi büyük günahlardan tezkiye etmesi uygun düşer? Tertib, şayet bunun aksine
olsaydı, daha uygun olma2 mıydı?
Cevap: daha önce
geçmiş olan sıfatlarla muttasıf olan bir kimse bazan dini sakımdan şirke
tutunabilir. Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunu öldürmeye yönelebilir ve
zina edebilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk kişinin sadece bu niteliklerle,
Rahmân'ın kulu olamayacağını, bu nedenle bunlara böylesi büyük günahlardan uzak
durması hasletinin de bitişmesi gerektiğini beyan etmiştir.
Hasan el-Basri ise
buna değişik bir açıdan cevap vermiş ve şöyle demiştir. Bundan amaç,
müslümanların yaşantısıyla kâfirlerin yaşantısı arasındaki farka dikkat
çekmektir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demiştir: "Rahmân'ın
kulları şu kimselerdir ki: Onlar, Allah'la beraber başka bir tanrıya tapmazlar.
Oysa sizler ey müşrikler, tapıyosunuz. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymazlar. Oysa siz, ey müşrikler diri diri toprağa gömdüğünüz kız
çocuklarınızı öldürüyorsunuz. Zina etmezler, oysa siz ey müşrikler, zina
ediyorsunuz."
[237]
İkinci soru:
"Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar" ifadesinin anlamı
nedir? Katledilmesi helâl olanın, öldürülmesi haram kılınmış nefs, can
kapsamına girmediği malumdur. O halde bu istisna, daha nasıl uygun olabilir?
Cevap: Öldürmenin
haramlığını gerektiren hüküm, ebedî olarak kaimdir ve yürürlüktedir. Öldürmenin
cevazı ise, arızî olarak sübut bulmuştur. Buna göre "Allah haram
kıldı" ifadesi, haramlığı gerektiren hükme; "geçerli bir hak olan bir
sebepten dolayı olursa müstesna" ifadesi de, arızî olan sebebe bir işaret
olmuş olur.
[238]
Üçüncü soru: Hangi
sebepten dolayı, kati helâl olabilir?
Cevap: İrtidâd,
evlendikten sonra zine sebebiyle, hadiste de varid olduğu gibi, kısas yoluyla
öldürmek suretiyle... Adam öldürmenin savaştan dolayı ve bir de aleyhinde delil
sayılabileceği mülahazasıylada kısas gerekeceği söylenmiştir. Eğer delil
bulunmazsa, durumun kendisine şehâdet etmesiyle öldürülür.
[239]
Dördüncü soru: Bazı
alimler ifadesini, irtidâd, dinden dönme ile açıklamışlardır. Bu doğru mudur?
Cevap: Kati kelimesi
umûmi bir ifade olup, hepsini içine alır. İbn Mesûd'dan şu rivayet edilmiştir:
"Dedim ki, "Ey Allah'ın Resulü, hangi günah daha büyüktür?"
"Seni yarattığı halde, Allah'a eş koşman!" buyurdular. "Daha sonra?"
deyince, "Seninle yemek yer de, (nzkm daralır) korkusuyla çocuğunu
öldürmen" buyurdular Ben, "Ya Resûlullah daha sonra" deyince de
"Komşunun karısıyla zina etmendir!" buyurdular. Bunun üzerine Allah
da onu tasdik eden bu ayetleri inzal buyurdu.
Beşinci soru:
kelimesinin anlamı nedir? Buna birkaç bakımdan cevap verilir:
1) Bu,
günahın cezasıdır. Kelime (vebal, günah, manevi ağırlık) ve (ceza, ikâb)
veznindedir.
2) Ebû
Müslim'in görüşü olup, buradaki esflm kelimesi İsm $\) anlamındadır, tası de
aynı anlamda olup, günah manasına gelir. Burada bununla kastedilen ise,
günahların karşılığı ve cezasıdır. Böylece bir şeyin ismi, onun karşılığı
olarak O anılmış demektir.
3) Hasan
el-Basri "asam kelimesi, cehennemin isimlerinden bir isimdir" derken,
Mucahld, bunun cehennemde bir vadi olduğunu söylemişti». Abdullah Ibn Mesûd
«Metli anlamında olmak
üzere, fö şeklinde okumuştur. Çok şiddetli ve fırtınalı ar gün hakkında da 'a denilir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o azabın içinde, hor ve hakir olarak
ebedi bırakılır" ayetine gelince, onunla ilgili birkaç mesele vardır:
[240]
kelimesi kelimesinden
bedeldir. Çünkü, bu ikisi aynı anlamdadır. Bu kelime şeklinde okunduğu gibi,
nün ve "azâb"kelimesinin nasbi ile u&ai şeklinde se okunmuştur.
Yine bu kelime ya müste'nef bir cümle ya da hal cümlesi olarak ref şeklinde de okunmuştur. Jüüw kelimesi de
böyledir. Bu kelime mechûl if'âl ve
te'fîl babından şeklinde de okunmuştur. Yine bu kelime, rfattan dolayı Al~ (sen
ebedi kalırsın) şeklinde de okunmuştur.
[241]
Azabın kat kat kılınmasının sebebi şudur:
Müşrik, şirkinin yanısıra başka günahlar da işleyince, hem şirkinden
hem de
diğer günahlardan dolayı azâb görür. Böylece de kendisinden dolayı azâb görülen
şeylerin, sayısı artıp katlandığı için, onun cezası da kat kat artmış olur
ki, işte ayetin bu ifadesi, kâfirlerin de dini fürûundan sorumlu olduklarına
delâlet eder.
[242]
Kâdî şöyle der:
"Allah Teâlâ bu kat kat olma ve artma işinin devamlı olmadaki
durumlarının, değişmeden aynen aslında olduğu gibi devam edeceğini beyan buyurmuştur. O
halde, ayet-i kerimedeki ifadesinin
anlamı, o kimse bu kat kat azâb içinde devamlı «cicidir" demek olur. Sonra
bu kat kat verme işi, günahlara karşılık olan bir cezadan Dolayı meydana
geldiği için, bu isyanların cezasının kâfir hakkında ebedi olması gerekir.
Durum böyle olunca da bunun mü'minler hakkında da aynı olması gerekir. Çünkü
ister başkasıyla birlikte yapılsın, isterse yalnız başına yapılsın, bunun
durumu -akedilen şey hususunda değişmez."
Buna şöyle cevab
verilir: "şirkin, başka günahlarla birlikte işlendiğinde, bunun :
-Kinliğin artmasında bir tesiri niçin olmasın? Baksana herne kadar birlikte yapıldığında
kabih (çirkin) olan iki şeyden biri tek başına aslında güzel olabilir. Yine
bazan ikişeyi birlikte yapmak daha çirkin (kötü) olduğu halde, onlardan herbiri
tek tek sadece biraz kötü olabilir. İşte burada da böyledir.
[243]
Ayetteki "O
azabın içinde, hor ve hakir olarak ebedi bırakılır" ifadesi, tıpkı
mükafaatın, ta'zim (saygı ile) içice olan saf menfaat olması gibi, ikâbın da
zelil kılma, hor ve hakir kılma ile içice olan, katıksız bir zarar olduğua bir
işarettir.
[244]
Hak Teâlâ'nın
"Tevbe ve iman edip de iyi amelde bulunan kimseler müstesna"
ifadesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele var:
[245]
Ayet, tevbenin makbul
olduğuna delâlet eder. Buna delâlet eden "istisna" değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
o kimsenin azabının kat kat olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh bu istisnanın
yerinde olabilmesi için, tevbe edenin azabının katkat olması gerekir. O halde ayette buna
delâlet eden, "işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir" cümlesidir.
[246]
Ibn Abbas (r.a)'ın
"Katilin tevbesi makbul değildir" demiş ve bu ayetin, "Kim bir
mü'mini kasten öldürürse"(Nisa. 93) ayeti
ile mensûh olduğunu
iddia etmiştir. Sahabe, "yumuşaklıktan
fazla geçmeden daha sert hüküm indi" demişlerdir. Dahhak ve Mukatll'in aradaki
müddetin, sekiz yıl olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir. Bu husustaki
izahımız, Nisa sûresinde geçmişti.
[247]
Eğer "amel-i
sâlih" içine tevbe ve iman da girer. Öyle ise "amel-salih"den
önce bu ikisinin zikredilmesi, gereksiz
birşey olmaz mı?"
denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-ı Hak, iman ve tevbeyi, çok önemli ve
şerefli oldukları için, ayrıca zikretmiştir. Bunlarla birlikte mutlaka diğer
sâlih ameller de gerekli olduğu için, bu ikisinin peşinden "amel-i
salih"i de zikretmiştir.
[248]
Âlimler, ayetteki
"İşte Allah bunlann kötülüklerini iyiliklere çevirir" cümlesi ile ne
kastedildiği hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:
1) Ibn
Abbas, Hasan el-Basrl, MÜcfthid ve Katade'ye göre bu çevirme işi, dünyada iken
olur: Allah Teâlâ o kimselerin müşrik iken yaptıklar: kötü amelleri, müslüman
olarak güzel ameller işleme haline çevirir. Binâenaleyh Allah, onların şirkini
imana, mü'min Öldürüşlerini müşrik öldürmelerine, zinalarını da iffete ve
namusa çevirmiştir. Böylece Hak Teâlâ sanki onlara onları bu salih amellere
muvaffak kıldığını ve onların bu sayede o mükafaatları hakettiklerini
müjdelemiştir.
2) Zeccâc şöyle der: "Günahın (seyyienin)
kendisi, haseneye (iyilik haline)
dönüşmez. Fakat bu
husustaki te'vilimiz şöyle olur: Onların yaptıkları seyyieler, •evbeleri
sayesinde silinir ve tevbe ettikleri için onlara hasene (sevap) yazılır. Allah
Kâfirin iyi amelini boşa çıkarır ve onun yerin günah yazar."
3) Bazı
alimler de şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ bu ayete göre, kulun günahlannı
sı-er ve onlaın yerine hasene (sevap) yazar." 8u, Sa'ld b. el-Müseyyeb ile
Mekhûlün görüşüdür. Bunlar Ebu Hureyre (r.a)'nin, Hz. Peygamber (s.a.s)'den
naklettiği şu -adisi delil getirmişlerdir:"Hiç şüphesiz bazıları dünyada
çokça günah işlemiş z.mayı temenni edeceklerdir." "Ey Allah'ın Resulü
bunlar da kim?" denilince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Onlar, Allah'ın
seyyiâtını hasenata çevirdiği kimselerdir"[249]
buyurmuştur. Bu izaha göre, bu çevirme işi âhirette olacak demektir.
4) Katla I
ve Kâdî şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, cezayı ve ikabı, mükafaat
çevirir. Binâenaleyh Allah Teâlâ ayette, seyyie ve haseneyi zikretmiş, ama
bunlarla bunların •=-siliğini kastetmiştir. Bu kelimeler böyle karşılık (ceza)
manasına hamledilince, çevirme" işinin Allah'a isnadı, mecazi değil
hakiki olur. Çünkü mükafaatlandımna iadece, Allah tarafından olur.
[250]
Hak Teâlâ'nın
"Kim tevbe eder, güzel amelde bulunursa, muhakkak o tevbesi makbul ve
rızasına nail olmuş olarak Allah'a zöner" ifadesi ile ilgili şu iki soru
sorulabilir:
Birinci soru: Ayetteki
bu tekrarın faydası (hikmeti) nedir? Cevap: Buna şu iki şekilde cevap verilir:
1) Bu bir
tekrar sayılmaz. Çünkü birincisi, o günahlar hakkında olunca, Cenâb-ı Hakk,
tevbenin geçerli olması hususunda, bütün günahların onlar gibi olduğunu da
sununla beyan etmiştir.
2) Birinci tevbe, kişinin
şirk ve günahlardan dönmesi, onları
bırakması -tasmadır; ikincisi ise,
insanın mükafaat ve sevap için, Allah'a dönmesi -anasınadır. Bu da
tıpkı, "Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüşün de sadece Onadır"
(Ra'd, 30) ayeti gibidir.
İkinci soru: Tevbe
zaten sadece Allah'a yapılır. Öyle ise, ayette "O... Allah'a tevbe «der,
döner" denilmesinin hikmeti nedir?
Cevap: Buna da birkaç
yönden cevap verilebilir:
1) Daha Önce
de bahsettiğimiz gibi, birinci tevbe günahlardan dönme manasına, bu ikincisi
ise Allah'ın hükmüne ve mökafaatına dönme demektir.
2) Bu,
"Kim Allah'a tevbe eder (dönerse), hiç şüphesiz Allah katında makbul olan,
günahlarını silen ve büyük mükafaat kazandıran bir tevbe yapmış olur"
demektir.
3) Ayetteki
bu ifade geçmiş ile ilgilidir. Çünkü HakTeâlâ şöyle demek istemiştir: "Kim
bu tevbeyi geçmişte ıhlaslı bir şekilde yaparsa, Allah ona gelecekte tevbe
etmeye muvaffak kılacağını vaadetmektedir." Bu, en büyük bir müjdedir.
[251]
Yedinci sıfat: Bu, şu
ayette bahsedilen sıfattır: "Onlar, yalan şâhidlik etmezler, boş ve kötü söze
rastladıkları vakit, şerefli olarak geçip giderler" (Furtan, 72).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[252]
Ayette bahsedilen
"zûr" ile, yalancı şâhidlik manası kastedilmiş olması muhtemeldir.
Buna göre mana, "Onlar, yalan yere şâhidlik etmezler" şeklindedir.
Binâenaleyh bu ifadeden muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine
getirilmiştir (takdiri jjjji «l£i şeklindedir). Yine bununla, yalan konuşulan
yerlerde durmama manası da kastedilmiş olabilir. O zaman bu ayet tıpkt,
"Onlar bir başka söze dalmcaya kadar, onlardan yüz çevir"(Enam, ee)
ayeti gibidir. Yine bununla, uygun olmayan şeylerin geçtiği hiçbir yerde
bulunmama manası da kastedilmiş olabilir. Böylece bunun içine, müşriklerin
bayramları ile fasık-fâcirlerin toplantıları da girer. Çünkü şer ehline
karışıp, onların işlerine müşahede eden, onların toplantı yerlerinde bulunan,
bütün bu günahlarda onlara ortak olmuş olur. Çünkü orada bulunma ve seyretme o
işe razı olmanın delilidir. Hatta bu, o işlerin yapılmasına ve gelişmesine bir
sebeptir. Çünkü onları o işi yapmaya sevkeden şey, seyredenlerin onu
hayranlıkla seyredip, arzu ile bakmasıdır. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Bununla Allah'a ve Resûlullah'a iftira edilen, onlar hakkında
atılıp-tutulan.yalan-yanlış konuşulan meclislerde bulunmama
kastedilmiştir." Muhammed b. Haneflyye ise "Zûr, şarkı-türkü söylemektir"
demiştir. Bil ki bütün bu izahlar, ayetin muhtevasına dâhildir. Fakat
"zûr" kelimesinin, "yalan" manasına kullanılması daha
yaygındır.
[253]
En doğru görüşe göre,
"lağv", boş ve faydasız şeylerden sayılıp, terkedilmesi gereken her
şeydir. Bazı alimler bunu, "Allah'a taat olmayan her şey" diye tefsir
etmişlerdir. Bu zayıftır. Çünkü taat olmayıp mubah olan işler, lağv sayılmaz.
Binâenaleyh ayetteki bu ifadenin manası, "Onlar lagve, yani ehl-i lağve
(lağv e meşgul olanlara) rastladıkları zaman" şeklindedir.
[254]
Ayetteki ifadesinin,
"Onlar, lağv hali gibi şeylerden ötürü, kendilerine ikram edici olarak geçip
giderler"
manasında olduğu,
onların kendilerine ikramının da "Bu d. şeylerden uzak durmak, hoşlanmamak,
böyle şeylere destekçi ve alkışçı olmamak suretiyle olduğu söylenmiştir. Bunun
içine, şirk, Kur'ân hakkında ileri geri
konuşma, peygambere atıp tutma ve dine-diyânete uygun olmayan
şeylere dalma girer. Bu Mmenin aslı, sütü sağılırken iyilik olsun diye,
kendini koyuveren deve için kullanılan rtakatün kerimetün" ifadesinden alınmıştır. Buna
göre sanki o deve, sütü çok bol : -z jğu için, kendisinden sağılana hiç aldırmıyormuş
gibi bir hal almış olur. İşte bundan ötürü, başkalarının hatalarına hiç aldırmama
manasında, teşbihen kullanılmıştır. vtekim el-Ley s şöyle der: "Arapça'da, birisi
kendisine isnâd edilen ayıplardan uzak , kendini bunu söyleyenlerden kerîm (şerefli) kabul
ettiğinde, denilir."
Bu ayetin bir benzeri de, "Bunlar, yaramaz lakırdı işittikleri zaman,
ondan yüz çevirdiler ve, "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size
aittir. Size selâm fokun). Biz câhillere uymayız" dediler"
(Kasas, 55) ayetidir. Hasan el-Basri'nin, 3 Jnahlar, onların akıllarını çelmez,
iştahlarını çekmez" dediği rivayet edilmiştir. Yine bunun,
"Onlar, kâfirlerin sövüp saymalarını ve eziyetlerini gördükçe
aldırmazlar" manasında veya "Onlar, cinsî münasebetten açıkça
değil, imâ ile bahsederler"
manasında olduğu da
söylenmiştir.
[255]
Sekizinci sıfat: Bu, şu ayeiin ifade ettiği
husustur.
"Onlar,
kendilerine Rablerinin ayetleri okunduğu zaman, bunlara karşı kör ve sağır
düşmezler"
(Furtan, 73).
Su ayet hakkında
Keşşaf sahibi şöyle der: "Fiilin başındaki"düşme" olmadığını
değil, aksine olduğunu göstermiş; ama kör ve sağır olma işinin söz konusu
olmadığını ifade etmiştir. Nitekim Arapça'da uLi fy ^MW "Zeyd bana selam
vererek gelmedi" denilir ki bu da, aslında Zeyd'in gelmediğini değil,
selam vermediğini ifade eder. Buna göre ayetin manası, "Onlar, kendilerine
ayetler okunduğunda, onları dinlemek için aşırı arzu göstererek onlara üşüşür
ve onlarda bahsedilen şeylere yönelirler" şeklindedir ki onlar, ayetlere
böyle üşüşmelerinde dikkatlice dinleyen ve ezberleyen bir kulak ile dinlerler
ve işi hakkıyla takibeden bir gözle izlerler. Yoksa bunlar münafıklar gibi,
ayetler kendilerine okunduğunda, aslında onları anlamadıkları ve onda olanı
görmedikleri için sanki sağır ve dilsizler gibi oldukları halde, kendilerini
ayetlere üşüşüyormuş, ayetlere yöneliyormuş, bunları dinlemek için aşırı
arzularından dolayı, ayetleri okuyana koşuşuyorlarmış gibi gördüğün kimseler
değillerdir.
[256]
Dokuzuncu sıfat: Bu, şu ayette bahsedilen sıfattır. "Onlar
şöyle diyenlerdir "Ey Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden,
göz aydınlığı olacaklar ihsan et. Bizi müttakilere imam kıl" {Furkan, 7«).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:
[257]
Nftfl, Ibn Kesir, İbn Âmir ve Âsimin ravisl Hafs: "zürrfyet" kelimesini
cemî elifi ile "zürriyyâtina" şeklinde okurken, diğer kıraat imamları,
bu elif olmaksızın müfred okumuşlardır. Çünkü bu kelime, hem müfred, hem cemi
olabilir.
[258]
Bununla, onların mal
ve güzellik gibi, dünyevî şeylerde değil de, dinî bakımdan göz aydınlığı olacak
nesiller istediklerinde şüphe yoktur. Alimler bu hususta şu iki izahı yapmışlardır:
1) Onlar,
dünyevi hususlarda kendilerine yardımcı olacak eşler ve zürriyetler
istemişlerdir. Böylece Allah'a taata sarılma hususunda, o eşlerinin ve
çocuklarının da kendileriyle birlikte olmalarını arzu etmişler ve evlâd-ü
iyallerinin cennette,
kendileriyle birlikte
bulunma arzuları güç kazanmıştır. Çünkü onların, bu arzu sayesinde, dünyada
sevinçleri tamamlanır, ahirette ise mükafaat elde ettikleri zaman, çok
sevinirler.
2) Onlar,
sevinçlerinin tam olması için, Allah Teâlâ'dan, cennette eşlerini ve
çocuklarını kendilerine katmasını istemişlerdir.
[259]
Buna göre eğer, daki
min harfi cerri ne çeşittir?" denilirse, biz deriz ki: "Bunun min-i
beyâniyye olması
muhtemeldir.
Binâenaleyh sanki, "Bize, göz aydınlığı acak kimseler ihsan et"
denilmiş ve sonra göz aydınlığının kimlerden olacağı eşlerimizden" ifadesi
ile beyân edilmiştir. Bu, Arapların "Sen aralansın manasında demeleri
gibidir. Bu "min"in, "kendileri sayesinde çözlerimizin aydın
olacağı taat ve salâh gibi şeyleri, o eşlerimiz ve çocuklarımız tarafından bize
bağışla" manasında olmak üzere, min-i ibtidâiyye olması da muhtemeldir.
[260]
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk niçin diyerek bu ifadeyi nekre getirmiş ve bir azlık
anlamını ifade etmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Nekre kılmasına
gelince, bu, kelimesini nekre kılmak
içindir. Çünkü muzafı nekire yapmanın yolu, muzâfun ileyhi nekire kılmaktan
geçer. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Bize, onlardan zevceler ve zü
niyetleri m izden) dolayı, sürür ve mutluluk ver" demek istemiştir. Ayette değil de
denilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk bununla müttakilerin gözlerini •astetmiştir ki,
müttakilerin gözleri başkalarının gözlerine oranla azdır. Nitekim Cenâb-ı Hakk,
"Şükreden kulların ne de azdır" (*», 13) buyurmuştur.
[261]
Zeccâc şöyle der:
"Arapça'da, "Allah gönlüne göre versin" anlamında denilir.
Mufaddıl ise, "Göz aydınlığı"nm
ne demek olduğu hususunda,
şu üç izah yapılmıştır" demiştir:
a) O
gözlerin akan yaşlarının serinliğidir ki, bu sevinçle gülme esnasında olur.
Hüzünden dolayı akan göz yaşı ise, sıcak ve hararetli olur.
b) Bu, gözlerin uyumasıdır. Zira gözler
uyuduğunda, hüzün ve acılar gider.
c)
Bu, Allah'ın rızasına nail olmadır.
[262]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesine gelince, doğruya en yakın olanı şudur: "Onlar Allah Teâlâ'dan,
kendilerini kendilerine işaret edilip uyulacakları bir taat mertebesine
ulaştırmasını istemişlerdir." Bazı alimler de, "Ayet-i kerime de; din
hususundaki riyaset ve önderliğin talep edilip arzulan masın in vacib olduğuna
dair delil vardır" demişlerdir. İbrahim (a.s) de, "Sonrakiler içinde
benim için lisân-ı sıdk ver" (Şuâra, «) buyurmuştur. Bu ayet-i kerimenin,
cennetle müjdelenen on kişi hakkında nazil olduğu söylenmiştir.
Ehl-i sünnet
alimlerimiz bu ayetle, kulun fiilinin Allah tarafından yaratıldığına
istidlalde bulunmuşlar ve şöyle
demişlerdir:
"Dindeki önderlik ancak ilim ve amel ile olur. Bu da, ilim ve
amelin ancak Allah Teâlâ'nın kılması ve yaratmasıyla olacağına delâlet eder."
Kftdf ise, "Buradaki talep ve istekten maksat, çoğaldıklarında onların bu vazifelere
seçilecekleri ve böylece de imamlar olacakları lütuflardir" demiştir ki,
buna şöyle
cevap qprtfc. Bu lütuflar, şüphesiz ki zaten yapılmışlardır, binâenaleyh onları yeniden
talet mek abes olur.
[264]
Ferrâ şöyle demiştir:
"Ayet-i kerimede tekil olarak (bir
imam) buyrulmuş,
buyurulmamıştır. Nitekim tesniye
içinde, alemlerin Rabbi olan (Allah'ın) peygamberiyiz"(Şuâra, ıe) buyurulmustur.
Burada anlamın, "Sizi bir çocuk olarak çıkarır" (Hacc. 5) ayet-i
kerimesinde de olduğu gibi, "Bizden herbirini bir imam kıl" şeklinde
olması caizdir. Ahfeş ise şöyle demiştir: "İmâm kelimesi çoğul olup, bunun
tekili, tıpkı (oruç tutanlar) kelimesinin
müfredinin (oruç tutan) olması gibi, fi
kelimesidir." Kaffal ise, "Bana göre, "imâm" kelimesi isim
muamelesi gördüğünde tekil getirilir.Buna göre sanki, "Bizleri, müttakiler
için bir hüccet yap" denilmiştir. el-Beyyfne (delil, burhan) kelimesi de
bunun bir benzeridir. Arapça'da mesela "Şunlar falancanın delilidir"
denilir.
Bil ki, Cenâb-ı Hakk
muhlis ve muttaki kimselerin sıfatlarını sayıp dökünce, bundan sonra da, onlara
olan ihsanının çeşitlerini beyan etmiştir ki, bunlar da, iki şeyden meydana
gelen bir gruptur: Faydalar ve tazım, saygı. Faydalara gelince, bu Cenâb-ı
Hakk'ın şu ayetidir:
[265]
"işte onlardır
ki, zorluklara katlanıp dayanmaları sebebiyle, gurfe ile
mükafaatlandırılacaklar."
(FurtcAn, 75).
Bu ifadeden murad
şudur: "Bu kimseler gurfelerle (cennet odalarıyla)
mükafaat-landırılacaklardır." Bunun delili ise "Onlar, odalar içinde
emindirler" ayetidir. Cenâb-ı Hakk, "Onların odaları vardır; odalar
üstünde odalar" (Züır»r, 20) buyurmuştur. Gurfe kelimesi Arapça'da
"yüksek olan" anlamına gelir. Buna göre, her yüksek bina, bir
"gurfe"dir. Bundan burada maksat ise, yüksek derecelerdir. Müfessirler
ise, "gurfe"nin cennetin ismi olduğunu söylemişlerdir. Buna göre
anlam, "onlar cennetle mükafaatlandırılacak-lardır. Bu çok sayıda cennet
bahçeleridir" şeklinde ofur. Bazı alimler ise bu ifadeyi Bunlar,
"gurfe" içinde mükâfaatlandırılırlar" şeklinde okumuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın
zorluklara katlanıp dayanma sebebiyle" ifadesine gelince, burada iki bahis
vardır:
[266]
Birinci bahis: Ayet-i
kerimeyle, cennetin kullarca hak edildiği görüşünü savunan kimse istidlalde
bulunmuş ve şöyle demiştir: ifadesindeki bâ harf-i cerri, buna delâlet eder.
Eğer bu vaadden dolayı olsaydı, bu doğru olmazdı.
İkinci bahis: Burada
sabr zikredildi de, neye karşı sabredildiği zikredilmedi. Bu her nev'i içine
alsın diyedir. Öyleyse onların marifetullah hususundaki tefekkür ve istidlal
meşakkatlerine, taatları işleme, şehevî şeyleri terketme meşakkatlerine,
müşriklerin ezalarına katlanma meşakkatlerine; cihâd, yoksulluk ve nefsi eğitme
meşakkatlerine katlanmaları ve sabretmeleri de, bu ifadenin kapsamına girer.
Buradaki sabrın, özellikle fakirliğe karşı olduğunu söyleyen kimsenin görüşü,
pek uygun düşmez. Çünkü bu nitelikler zenginlikle birlikte tahakkuk edince,
fakirlikle birlikte tahakkuk ettiğinde de nasıl cennete müstehak olacaksa,
zengin olan ve bu sıfatlarla muttasıf olan kimse cennete müstehak olur.
İkincisine, yani
tazime gelince, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Orada sağlık temennileri, ve selâm ile
karşılanacaklardır" (FurKan, 75) ifadesidir. Bu ifade tıpkı "onlara,
bir güzellik ve bir sevinç vermiştir" (İnsan. 11) ayetinde olduğu gibi,
yulakkavne şeklinde okunduğu gibi, "cezaya çarpar" (Furkan. 6e)
ayetindeki şekliyle, yefkavne şeklinde de okunmuştur. "Tahlyye"
Allah'ın uzun ömür vermesi için dua etmek, "selâm" ise, esenlik ve
salim olması için dua etmektir. Buna göre, "tahlyye" "cennet
nimetlerinin bakî olması, hiç kesilmemesi" anlamına geliyorken,
"selâm" kelimesi ise, bu nimetin zarar şaibelerinden uzak olması
anlamını ifade eder. Sonra, bu tahlyye ve selâmın, Cenâb-ı Hakk'ın "Rahim
olan Rab'den gelen bir söz olmak üzere, selâm" (Yasin, 58) ayetinden
dolayı, Allah'dan olması da mümkün olduğu gibi, "Her kapıdan melekler, "Size
selâm olsun" diye onların yanma girer" (R«d, 23) ayetinden dolayı
meleklerden olması mümkündür. Onların "birbirlerini selâmlamış olmaları da
muhtemeldir.
[267]
"Orada ebedî
kalıcıdırlar onlar. O, ne güzel bir karargâhtır, (ne güzel) bir ikâmetgâhtır.
De ki: "Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?"
Şimdi, siz yalanladınız. O halde, (size artık), yakın bir azâb kaçınılmaz
oluyor" (Furkân, 76-77).
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Orada ebedi kalıcıdırlar onlar. O, ne güzel bir karargâhtır, (ne güzel)
bir ikâmetgâhtır" ifadesine gelince, bundan murad şudur: Allah onlara önce
faydalar, sonra da tazim vaadedince, daha sonra bu iki şeyin vasfının da
sürekli olduğunu beyan etmiştir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın l^* #4^ "Orada
ebedi kalıcıdırlar ifadesinden murad edilendir. Bu iki şeyin diğer bir vasfının
da, katıksızlık ve saflık olduğunu beyan etmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın
"O, ne güzel bir karargâhtır, (ne güzel) bir ikametgâhtır"
ifadesinden murad edilendir. Bu, "Hakikat o, ne kötü bir karargâh ve
ikametgâhtır" (Furkan, 66) ifadesine mukabil olarak gelmiştir. Yani,
"Öteki ne kadar kötü iken, bu ne kadar güzeldir" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"De ki: "Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?
Şimdi, muhakkak surette yalanladınız. O halde (sîze artık), yakın bir azab
kaçınılmaz oluyor" buyruğuna gelince, bil ki: Allah müttakilerin
sıfatlarını açıklayıp, onların mükafaatının durumunu beyan edince, Resulüne,
"Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?" demesini
emretmiştir. Bu ifadeyle de, kendi yüce zatının, kulların ibadetinden müstağni
olduğunu, onları ancak kendi taatlarından faydalanmaları için mükellef
tuttuğunu anlatmıştır. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[268]
Halil şöyle demiştir:
deyimi, "Ben onu ne yapayım?" anlamındadır. Bunu söyleyen kimse bu
ifadeyle sanki onu değersiz görmekte ve küçümsemektedir." Ebû Ubeyde ise
şunu demiştir: " demek, "Onun varlığı ile yokluğu benim nazarımda
müsavidir" demektir. Zeccâc da "Bunun anlamı, "sizin, Rabbiniz
katında zerre ağırlığınca değeriniz yoktur" demektir" demiştir. Çünkü
Arapça'da, ağırlık anlamına gelir. Ebû Amr İbnu'l-Alâ da: "Bunun anlamı,
"Rabbiniz size aldırış etmez" şeklindedir" demiştir.
[269]
Buradaki ü hakkında
iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu, istifham
manası kapsamaktadır. Nasb mahallinde olup, masdar mâ'sıdır. Buna göre sanki
Duanız olmasaydı, Rabbiniz size hangi değeri verirdi
ki?" denilmek istenmiştir,
b) Bu mâ'nın
olumsuzluk mâ'sı olması.
[270]
"Dua ve ilticanız
olmasaydı" İfadesi hakkında alimler iki izah şekli zikretmişlerdir:
a) Bunun
manası, "Allah'ın sizi, dine ve tâate çağırması olmasaydı, Rabbiniz
katında ne değeriniz olurdu ki?" şeklindedir. Buna göre "dua"
kelimesi, mef'ûlüne muzaf olmuş olan bir masdardır.
b) Buradaki "dua"
kelimesi, failine muzaf olmuştur. Bu durumda da alimler birkaç zah şekli
zikretmişlerdir:
1) demek,
"eğer sizin imanlarınız olmasaydı" demektir.
2) Bu, "Eğer sizin ibadetleriniz
olmasaydı" demektir.
3) "Sıkıntılar gelince, O'na yakarmanız
olmasaydı" demektir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "O gemiye bindiklerinde
Allah'a dua ettiler" (Ankebut. 65) ayeti gibidir.
4) den
maksat, "Yani sizin onun ihsanına mukabil şükrünüz olmasaydı"
nnanasıdır. Bu tıpkı, "Eğer şükrederseniz, Allah size niye azab
etsin"(ua, 147) ayeti gibidir.
5) Bu,
"Sizleri ben ancak, Ben'den isteyesiniz, ben de vereyim, bağışlanmanızı
talep edesiniz, ben de affedeyim diye yarattım ve ihtiyacınızın giderilmesini
üzerime aldım" anlamındadır.
[271]
Ayetteki "Şimdi,
muhakkak surette yalanladınız" cümlesine gelince, bunun anlamı şudur:
"Ben size, ben kullarıma ancak ibadetlerinden dolayı değer veririm"
şeklindeki hükmümü bildirince, sizler bu hükmümü yalanlamak suretiyle muhalefet
ettiniz. Bundan dolayı yalanlamanızın peşinden size bir azab gelecektir ki, bu
ahiret azabıdır." Bunun bir benzeri de hükümdarın kendisine karşı gelene
"Benim âdetim şudur: Bana itaat edene lütfederim. Sen ise bana asi oldun.
Binâenaleyh bana isyanından dolayı, başına neler getireceğimi göreceksin"
demesidir.
Eğer, "Bu hitab
kime yöneliktir?" denilirse, deriz ki: Mutlak anlamda bütün insanlara,
onların içinde, âbidler vardır, yalanlayanlar vardır, isyankâr olanlar vardır.
Böylece onlara
kendilerinde olan yalanlama ve ibadet sıfatlarıyla hitap olunmuştur. Bu ifade,
"Muhakkak ki kâfirler yalanladılar da, böylece azâb, onlar için kaçınılmaz
olacaktır" şeklinde de okunmuştur. Yine kelimesi, fetha ile lezâmen
şeklinde okunmuştur ki, "lazım olmak" "kaçınılmaz olmak"
anlamındadır. Tıpkı sebat ve sübût kelimeleri gibidir. En güzel izah ise şudur:
"Onun vaadolunan şeylerden olduğu bilindikten sonra, ibhâm için ve bir de
vasfedilemeyecek denli çok olan şeyleri kapsamına alsın diyenin ismi
zikredilmez." Bu azabın ahirette olduğu söylenildiği gibi, bunun Bedr günü
olduğu da söylenmiştir. Bu, Mücahİd (r.h)'in görüşüdür. Allah en iyisini bilir.
[272]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/169
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/169-170
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/170
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/170-171
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/171
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/171
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/171-172
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/172-175
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/175-176
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/176-177
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/178
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/178-179
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/179
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/179
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/179-180
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/180-181
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/181-182
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/182
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/182
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/182-183
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/183
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/184
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/184-185
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/185
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/185
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/185
[27] Tirmizi, Zühd, 35 (4/575); Müsned, 5/254. (Benzeri
hadis).
[28] Tirmizi, Zühd, 35 (4/575); Müsned, 5/254 (Benzeri
hadis).
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/186-187
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/187
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/187
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/187-188
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/188
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/188
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/188
[36] Nesâî, 27 (8/36); Ebu DAvûd, Cihâd, 103 (3/45)
(Benzeri hadis).
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/188-189
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/189-190
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/190
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/190
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/190
[42] Buhârî, Rıkâk. 51; Müsned, 3/210, 215.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/190-191
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/191
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/192
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/192
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/192
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/193
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/193
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/193
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/193-194
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/194
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/194-195
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/195
[55] Demek, hiç üzüntüsü olmayan bir tek gün bile yoktur
(ç.).
[56] Darekutni, 4/159 (Benzeri hadis).
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/195-196
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/196
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/196-197
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/197
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/197
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/198
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/198-199
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/199
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/199-200
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/200
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/200-201
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/201
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/202
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/202
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/202
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/202-203
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/203
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/203
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/203
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/203-204
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/204
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/205
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/205
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/205
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/205
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/206
[83] Câmiu's-Sağîr, 2/197.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/206
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/207
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/207
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/207
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/207
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/208
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/208-209
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/209
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/209-210
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/210
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/210-211
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/212
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/212-213
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/213
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/213
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/213
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/213-214
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/214
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/215
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/215-216
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/216
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/216-217
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/217
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/217-218
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/218
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/218
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/219
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/219
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/219
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/219
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/219-220
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/220
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/220
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/220-221
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/221-222
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/222
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/222
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/222-223
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/223
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/223
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/223
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/224
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/224
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/224-225
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/225
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/226
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/226
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/226-228
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/228
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/228
[134] Müslim, Münafikun, 54 (4/2161).
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/229
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/229
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/229
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/229-230
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/230
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/230
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/230-231
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/231
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/231-232
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/232
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/232
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/232
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/232
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/232-234
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/234
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/234
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/234
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/235
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/235
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/235-236
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/236
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/236
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/237
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/237
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/237-238
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/239-240
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/240-241
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/241
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/241
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/241
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/242
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/242-243
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/243
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/243-244
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/244
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/244
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/244
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/245
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/245
[174] Tirmizi, Taharet, 92 (1/212); Müsned, 1/158.
[175] Buhari, Vudu, 33; Müslim, Taharet, 91 (1/234).
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/245-246
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/246
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/246
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/246-247
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/247
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/247-248
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/248
[183] Müslim, Taharet, 97 (1/236).
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/248-249
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/249
[186] İbn Mace Taharet, 76 (1/174).
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/249-250
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/250
[189] Feyzu'l-Kadîr, 6/429.
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/251-252
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/253-255
[192] Tirmizi, Taharet, 50 (1/97).
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/255-257
[194]Buhâri Vuzû, 55; Müslim, Taharet, 111 (1/240).
[195] Buhari, Vuzû, 68; Müslim, Taharet, 94 (1/235).
[196] Buhâri, Vuzû, 26; Müslim, Taharet, 37-88 (1/233).
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/257-259
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/259
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/260
[200] Es-Sünenü’l-Kübra, Beyhaki, 3/363
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/260-261
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/261
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/261
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/261-262
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/262-263
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/263
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/263-264
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/264-265
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/265
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/265
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/266
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/267
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/267-268
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/268-269
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/269
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/269-270
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/270-271
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/271
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/271
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/271-272
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/272
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/272
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/272-273
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/273
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/273-274
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/274-275
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/275-276
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/276
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/276-277
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/277
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/277-278
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/279
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/279-280
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/280
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/280
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/281
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/281-282
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/282
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/282
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/282-283
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/283
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/283
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/283-284
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/284
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/284
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/284
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/284
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/284
[249] Kenzu'l-Ummal, 4/10227.
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/284-285
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/285-286
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/286
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/286
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/287
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/287
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/287-288
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/288
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/288
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/288-289
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/289
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/289
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/289
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/289
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/290
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/290
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/290-291
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/291
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/291
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/291
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/292
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/295
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/293-294