Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Bu sure, şanlı kitabı yani "Furkan'ı" rasulü Hz. Muhammed'e (s. a.) indiren Allah Tealâ'ya övgü ile başladığı için "Furkan Suresi" olarak adlandırılmıştır. Bu kitap Allah'ın, kendisiyle hak ve batılı ayırd ettiği, insanlar ve cinler âlemini azabına karşı uyarmak üzere gönderdiği büyük bir nimettir. [1]
Furkan Suresi'nin Nur Süresiyle olan münasebet ve irtibatı bir kaç yönden ortaya çıkmaktadır. En önemlisi şudur:
Nur Suresi Allah Tealâ'nm göklerde ve yerde bulunan her şeyin maliki olduğu gerçeğini beyan ederek sona erdi. Furkan Suresi de hiçbir evlâdı ve mülkünde ortağı olmayan, göklerin ve yerin mülküne sahip olan Allah'ı tazim ederek başladı.
Allah Tealâ Nur Suresi'nin sonlarında Hz. Peygamberin (s. a.) emrine itaat etmeyi vacip kıldı. Furkan Suresi'nin başlangıcı ise itaat düsturunun vasıflarını açıklamaktadır. Bu itaat düsturu da bütün kâinata en doğru yolu gösteren Yüce Kur'an'dır.
Nur Suresi "ilahiyat" konularını ihtiva ediyordu. Tevhidin delillerinden üç tanesini beyan etti:
- Yer ve göğün durumları,
- Yağmurun yağdırılması, kar ve dolunun oluşum safhaları gibi yükseklerdeki alâmetler,
- Hayvanların durumları.
Furkan Suresi'nde de gölgelerin uzaması, gece ile gündüz, rüzgârlar, su, büyükbaş hayvanlar, denizlerin çekilmesi, insanın nesep ve sıhriyyet akrabalığının yaratılması, göklerin ve yerin altı günde yaratılması, Arş'ta istiva meselesi, gökyüzündeki burçlar, kandile benzeyen güneş, ay ve benzeri Allah'ın birliğine delâlet eden yaratıklardan bazıları zikredildi.
Bütün bunlar "Göklerin ve yerin mülkü sadece O'na mahsustur." (Nur, 24/64) ayetinin tafsilatıdır.
Cenaba Hak Nur Suresi'nde "Görmüyor musun ki Allah bulutları sürmektedir. " (Nur, 24/43) derken Furkan Suresi'nde ise "Bulutları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur" (Furkan, 25/48) buyurmaktadır.
Nur Suresi'nde "Allah her canlıyı sudan yaratmıştır." (Nur, 25/45) buyurmuş, Furkan Suresi'nde ise "Sudan beşer yaratan ve ona nesep ve sıhriyyet akrabalığı veren O'dur." (Furkan, 25/54) buyurmuştur.
Her iki surede kâfirlerin ve münafıkların amellerinin kıyamet günündeki neticesi ve amellerinin boşa gideceği ve hükümsüz, geçersiz olduğu yer almaktadır. Cenab-ı Hak Nur Suresi'nde: "İnkâr edenlerin amelleri bir çöldeki serap gibidir." (Nur, 24/35) buyururken Furkan Suresi'nde de "İşledikleri her bir ameli ele alırız. Onları saçılmış toz gibi kıldık." (Furkan, 25/23) buyurmaktadır.
Nur Suresi'nin sonu kesin hüküm verilmesini anlatmaktadır: "Allah'a döndürülecekleri gün Allah onlara yaptıklarını haber verecektir." (Nur, 24/64). Furkan Suresi ise mülkün gerçek sahibi ve mutlak hakimi olan Allah Tealâ'ya sena ile başlamıştır. [2]
Bu sure diğer Mekkî sureler gibi Allah'ın birliği (tevhid), peygamberlik ve kıyamet sahneleri gibi temel inanç esaslarına önem ve ağırlık vermektedir.
Sure Allah Tealâ'nm birliğini, Kur'an'm doğruluğunu, Hz. Peygamber'in (s. a.) peygamberliğinin sahih olduğunu, kıyamet günü dirilişin ve amellerin karşılığının verilmesinin hiç şüphesiz meydana geleceğini ispat ederek başladı. Bu inançların zıddmı çürüttü. Müşriklerin putlara tapmalarını, Allah'a evlât nispet etmelerini, diriliş ve kıyameti yalanlamalarını tenkit etti. Cehennem ateşinde karşılaşacakları çeşitli azap ve işkencelerle tehdit etti. Müminlerin de ebedî cennetlerde, ebedî nimetlerle karşılaşacaklarını anlattı.
Sure daha sonra "şeytan" adıyla adlandırılan arkadaşı Übeyy b. Haleften etkilenerek hakkı öğrenip de daha sonra dinden sönen, Kur'an'ın: "Zalimin parmaklarını ısırdığı gün..." ayetinde "zalim" olarak adlandırdığı Ukbe b. Ebî Muayt gibi bazı müşriklerin uğursuz âkibetlerini açıkladı.
Sure bazı geçmiş peygamberlerin kıssalarını ve kavimlerinin kendilerini yalanlamalarını, Nuh, Ad, Semud kavmi, Ashabü'r-Ress, Lût kavmi ve bunlar gibi kâfir azgın kavimlerin Allah'ın rasullerini yalanlamaları sebebiyle başlarına gelecek işkence, azap ve helak durumlarını zikretti.
Sure eşsiz kâinatta bulunan sanatının hayret verici örnekleri, yeryüzünde insanda ve denizde bulunan yaradılış alâmetleri, göklerin ve yerin altı günde
rilmesi, gökyüzünde burçların, tayin edilmesi, gece i\e gündüzün, peşpeşe gelmesi güöv ^^^\xvV\ıdTe\ivTi\TVNe\>\x\\^mxv <ie\îfterâ\\ -Etacetâa..
Baha sonra Uahmarim yakînen iman. eden ihlaslıhas kullarının sıfatlarını, bunları Allah Tealâ'nm ikramına ve naîm cennetlerindeki bol sevabına lâyık kılacak olan bunların yüce ahlâk ve güzel edepleri beyan ederek sona erdi.
1- Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kuVu. M.unammed'e (hakkı batıldan ayırd eden) Furkan'ı indiren "Allah" bütün noksan sıfatlardan münezzehtir, yüceler yücesidir.
2- O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü ancak O'nundur. O asla çocuk edinme-miştir. Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. O her şeyi yaratmış, en güzel şekilde takdir etmiştir.
3- Onlar Allah'ı bırakıp bir takım ilâhlar edindiler. Bu ilâhlar kendileri zarar ve faydaya sahip değildirler, zararı engelleyemezler. Ne ölüme ne hayata ne de diriltmeye muktedir değildirler. [3]
"Âlemlere uyarıcı olsun diye..." Yani bunlara göre hem uyarıcı hem müjde-leyici olsun diye demektir. İnatçıların durumunu beyan etmek ve kâfirlerle konuşma münasebetini beyan etmek için bu iki vasıftan biriyle yetinilmiştir.
"Yahlakûn" ve "Yuhlakûn" kelimeleri arasında sadece şekil farklılığı sebebiyle "cinas-ı nakıs" yapılmıştır.
"Zarar" ile "fayda", "ölüm" ile "hayat" anlamlarına gelen kelimeler arasında tezat sanatı yapılmıştır. [4]
Kulu Muhammed (s. a.) yahut ona indirdiği Furkan "Bütün âlemlere" meleklerin dışındaki insanlara ve cinlere "uyarıcı" Allah Tealâ'nın azabına karşı korkutucu "olsun diye kuluna" yani Rasulü Hz. Muhammed'e (s. a.) Kur'an'ı indirmiştir. Burada kulluk mertebesinin en mükemmelinde olması sebebiyle Onun şerefini bildirmek için ve rasulün kendisini gönderenin kulu olduğuna işaret etmek için Rasulullah (s. a.) kul olarak nitelendirilmiştir. Bu aynı zamanda Hz. İsa'nın (a. s.) ilâh olduğunu iddia eden Hristiyanlara reddiyedir.
"Furkan" Kur'an'dır. Çünkü o i'cazıyla hak ile batıl arasını, haklı ile haksız olanı ayırt etmektedir. Yahut ayetleri birbirinden ayrı olarak indiği için bu ad verilmiştir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Biz onu bir Kur'an olmak üzere ayet ayet ayırdık ki insanlara dura dura (ağır ağır, tane tane) okuyasın." (İsra, 17/107).
"... Furkan'ı indiren" Allah " yüceler yücesidir." Ayetin ilk kelimesi olan "te-bârake" kelimesi yüce oldu, ulu oldu, hayrı bol oldu demektir. "Hayrın bolluğu" anlamına gelen "bereket" kökünden türemedir. Kur'an'ın indirilmesi Allah tarafından kullarına verilen bol hayırdır. Allah'ın yüceliğine, sıfatlarında ve fiillerinde Onun yüce olduğuna delildir.
"O" Allah asla Hristiyanların iddia ettiği gibi "asla çocuk edinmemiştir." İki tanrıya inananların ve müşriklerin dediği gibi "mülkünde hiçbir ortağı yoktur. " "O" yaratılması gereken "her şeyi yaratmıştır." Dikkat edilirse Allah Tealâ ayetin başında mülkün mutlak olarak kendisine ait olduğunu ispat etti. Sonra da onun yerine geçecek olanları ya da kendisine karşı çıkacak varlıkları reddetti. Daha sonra da "yarattı" kelimesiyle kendisine delâlet eden şeylere dikkat çekti. "Halk etme=yaratma" iradeye göre takdir gözetilerek var etmek demektir. Meselâ insanın özel maddelerden belirli şekillerde yaratılması gibi. "... en güzel şekilde takdir etmiştir." Yani onu gayet düzgün bir şekilde meydana getirmiştir. İnsanın idrak etmesi, anlaması, incelemesi ve düşünmesi, çeşitli sanatları ortaya çıkarması ve değişik işleri görmesi için hazır hale getirilmesi gibi insanı dilediği özelliklere ve fiillere hazırlamıştır.
"Onlar Allah'ı bırakıp bir takım ilâhlar edindiler." Cenab-ı Hak tevhidi ve peygamberliği ispat ettikten sonra bu konuda muhalif olanları reddetmeye başladı. "Bu ilahlar" Ama bu ilâhlar kendileri yaratılmış olup hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü bu sahte ilâhlara, putlara tapanlar onları oyuyor ve onlara şekil veriyorlardı. Buradaki "Onu bırakıp" ibaresi "Allah'ı bırakıp" demektir, "ilâhlar" ise putlardır.
"Kendileri için zarar ve faydaya sahip değildirler." Zararı engelleyemez, fayda da temin edemezler. "Ne ölüme" yani bir kimseyi öldürmeye "ne hayata" yani bir kimseye can vermeye "ne de diriltmeye" yani ölülerden birini tekrar diriltmeye "muktedir değildirler." [5]
Allah Tealâ Furkan Suresi'ne yaratıcıyı (kendisini) ispat etmek, O'nu celâl ve kemal sıfatlarıyla tavsif etmek, noksan sıfatlardan ve muhal olan şeylerden tenzih etmek hakkındaki kelâm ile başladı. Şöyle buyurdu:
"Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan'ı indiren (Allah) yüceler yücesidir." Yani Cenab-ı Hak iki varlığı insanları ve cinleri uyarması ve Allah'ın şiddetinden, azabından ve cezasından korkutması için Rasulü'ne (s. a.) Yüce Kur'an'ı indirmek suretiyle kendini yüceltmektedir.
Bu, İslâm mesajının bütün insanlara ve aynı zamanda cinlere ait umumî bir mesaj olduğuna kesin delildir.
İnsan hayatının ana düsturu, müjdeleme ve uyarmayı ihtiva eden, itaat edenleri cennetle müjdeleyen, muhalif, inatçı ve karşı olan kimseleri cehennemle korkutan şanlı Kur'an'ın indirilmesinden daha faziletli bir şey, daha bol bir hayır yoktur. Rasulü'n vazifesi hem müjdelemeyi hem uyarmayı ihtiva ettiği halde sadece uyarmayı zikredip müjdelemeyi zikretmemesi bu kelâmın Allah'ın evlât edindiğini ve O'nunla birlikte ortağı bulunduğunu söyleyen muarız kâfirlerle ilgili olması sebebiyledir.
Ayetteki "el-abd (=kul)" kelimesinden maksat Allah'ın Rasulü Hz. Muham-med (s. a.)'dir.
"Furkan" ise Allah'ın, kendisiyle hak ile batılı, hidayet ile dalâleti, helâl ile haramı ayırd ettiği ve ayrıca münasebetlere göre zaman zaman indirip parçalara ayırdığı Kur'an'dır.
Bu ayetin bir benzeri Kehf Suresi'nin başındaki şu ayettir: "Kendi tarafından en çetin bir azap ile korkutmak, güzel güzel amellerde bulunan müminlere de güzel bir ecri müjdelemek için kendisinde hiçbir eğrilik kılmadığı o dosdoğru kitabı kuluna (Rasulü'ne) indiren Allah'a hamd olsun." (Kehf), 16/1-3).
Bu iki ayetteki "kul" kelimesi Hz. Peygamber (s. a.)'in ve şerefine mükemmel kulluğuna işaret etmek için Yüce Allah'ın medhi ve övgüdür.
Nitekim Rasulü'nün en şerefli halinde İsra gecesinde Onu bu vasfıyla tavsif etmiştir: "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. (İsra, 17/1).
Yine aynı şekilde Allah'a davet makamında O'nu bu vasfıyla anmıştır: "Gerçekten Allah'ın kulu kendisine yakarmak için kalktığında nerdeyse onlar (cinler) O'nun etrafında keçeler gibi toplanıyorlardı." (Cin, 72/19).
Burada da kitabın kendisine indirilmesi ve peygamberliği tebliğ ile yükümlü olması makamında Onu kulluk ile tavsif etmiştir.
Cenab-ı Hak daha sonra zatını kibriya vasıflarından dört vasıfla tavsif etmiştir:
1- "O Allah ki göklerin ve yerin mülkü ancak O'nundur." Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi Allah'tır.
Malikül-mülk'tür. Mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunmak hususunda mutlak hakimiyet sadece O'nundur. Mülkünde bulunan varlıkları var etmek-yok etmek, öldürmek-diriltmek, hikmet ve maslahata uygun olarak emir ve nehiy vermek hususunda tam kudret O'nundur.
Bu Allah Tealâ'nın varlığına delildir. Zira Onu ispat etmek için ancak bu mahlûkatın varlığının aslında, meydana geldiği zamanda ve hayatta kaldıkları müddetçe O'na muhtaç olduklarını beyan etmekten başka yol yoktur. Cenab-ı Hakk'ın mahlûkatı hususundaki tasarrufu dilediği şekildedir. Var eden, tasarruf sahibi varlığa olan ihtiyaç O'nun varlığını vacip kılmaktadır. Bunun için Cenab-ı Hakk'ın bu sıfatı diğer sıfatlardan önce zikredilmiştir:
2- "O hiçbir çocuk edinmemiştir." Yani Yahudilerin, Hristiyanlann ve Arap müşriklerinin Uzeyr ve Mesih'in Allah'ın oğlu, meleklerin de Allah'ın kızları olduğu şeklindeki iddialarının aksine asla Onun evlâdı olmamıştır.
Nitekim Kur'an bu iddiaları şöyle anlatmaktadır: "Yahudiler: Üzeyir Allah'ın oğludur, dediler. Hristiyanlar da Mesih Allah'ın oğludur dediler." (Tevbe, 9/30).
"Şimdi onlara sor: Herhalde kızlar Rabbinin de oğullar onların mı? Yoksa Siz meieâCeri dişiyaraftıĞ da onCar CSunaJ şaâit mi oCduCarî fyi 6iCin kion far gerçekten iftira ederek, mutlaka "Allah doğurdu" derler. Onlar elbette yalancıdırlar. O yoksa kızları oğullara tercih mi etmiş?" (Saffat, 37/149-153).
3- "Mülkünde O'nun hiçbir ortağı yoktur." Yani Allah'ın mülkünde ve hakimiyetinde hiçbir ortağı yoktur. O ilâhlık vasfında tektir. İbadete ve kulluğa lâyık ve ehil olan yalnız O'dur. Kul bunu bildiği takdirde ümidini yalnız Allah'a yöneltir. O'ndan başkasından korkmaz, kalbi sadece Onun rahmeti ve ihsanıy-la meşgul olur.
Bu, kâinatta nur ve zulmet olarak iki ilâhın varlığını kabul eden iki tanrı inancında olanlara, sahillerden yıldız ve gezegenlere tapanlara ve ayrıca Hâc telbiyesinde: "Emrine hazırız! Sana lâyık ortağın hariç senin hiçbir ortağın yoktur. Sen o ortağına da onun sahip olduklarına da sahip olursun." diyen putperest müşrik Araplara reddiyedir.
Zikri geçen iki sıfatı beyan ederken Allah Tealâ nefsini evlât ve ortaktan tenzih etti.
4- "O her şeyi yaratmış, en güzel şekilde takdir etmiştir." Yani kendisinin dışındaki her şeyi O var etmiştir. Her şeyi belirli bir şekilde, belirli bir miktarda, takdiri gözetilerek meydana getirmiştir. İnsana istifade edeceği hususiyetleri ve ona lâyık olan fiilleri hazırlamıştır. Meselâ insanı Allah takdir edilen bir şekilde, düzgün olarak en güzel surette yaratmıştır. İdrak, anlayış, düşünce, tedbir, bazı sanatları ortaya koymak ve çeşitli işleri görmek için insanda bazı duyular, güç ve imkânlar var etmiştir. Hayvanlar ve cansız varlıklar da böyledir. Cenab-ı Hak bunları da gayet düzgün ve takdir edilmiş bir yaratılışa uygun olarak ve onunla uyuşma ve uzlaşma mümkün olacak şeyleri de yaratmıştır.
Kısaca: Cenab-ı Hak yarattığı her şeyi hikmetiyle dilediği gibi takdir etmiştir.
İbni Kesir son cümleyi şöyle tefsir etmektedir: Her şey Allah'ın yarattığıdır ve Onun hakimiyeti altındadır. Allah her şeyin yaratıcısı, rabbi, meliki ve ilâhıdır. Her şey O'nun ezici gücü, tedbiri, emri ve idaresi altındadır.
Allah Tealâ kendi zatını celâl, izzet ve yücelik vasıflarıyla tavsif ettikten sonra bunun ardından putperestlerin iddialarını çürüttü. Şöyle buyurdu:
"Onlar Allah 'ı bırakıp bir takım (sahte) ilâhlar edindiler."
Bu sahte ilâhlar dört açıdan eksik oldukları için ilâhlığa lâyık değildirler:
1- Bu sahte ilâhlar (putlar) hiçbir şeyi yaratamazlar. Halbuki ilâh yaratmaya ve var etmeye kadir olmalıdır.
2- Sahte ilâhlar başkaları tarafından yaratılmışlardır. Yaratılmış olan varlık ise başkasına muhtaçtır. Halbuki ilâh başkasına muhtaç olmamalıdır. Müşrikler putlarının fayda ve zararlarının dokunduğuna inandıkları için putlardan, akıllılardan bahsedilir gibi "hüm" zamiriyle "Onlar yaratılmış varlıklardır. " ifadesiyle bahsedilmiştir.
3- Sahte ilâhlar kendileri için fayda veya zarar vermeye, yani zararı engellemeye ya da fayda vermeye malik değildirler. Başkası için de buna muktedir değildirler. Kendisine veya başkasına faydası dokunmayan ya da zararı engelleyemeyen şeye tapmakta hiçbir yarar yoktur.
4- Sahte ilâhlar ne diriltmeye, ne öldürmeye ne de tekrar dünyaya getirmeye muktedir değildirler. Ne başlangıçta mükellefiyet zamanında hayat vermeye ne de ceza-mükâfat zamanında diriltmeye kadir değildir. Böyle olan varlık nasıl "ilâh" diye adlandırılır? Bilakis bunun hepsinin mercii can veren ve öldüren, kıyamet gününde mahlûkatı tekrar diriltecek olan Allah'tır. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz sadece bir canın yaratılması gibidir." (Lokman, 31/28).
Kısaca: Allah doğurmayan, doğurulmayan, hiçbir şey dengi olmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur, Onun dışında hiçbir rab da yoktur. İbadet sadece Ona lâyıktır. Çünkü O neyi dilemişse olmuştur, neyi dilememişse olmamıştır.
Putperestlere ve müşriklere gelince, onlar gerçek yaratıcıdan başka varlıklara, kendisine veya başkasına faydası ve zararı dokunmayan varlıklara taptılar. Bunu hiçbir dengeli akıllı yahut düşünce sahibi âlim kabul edemez. [6]
Bu ayetlerden şu neticeler çıkmaktadır:
1- Allah Tealâ her şeyi yaratan ve her şeyin gerçek sahibi olan, varlığı kesin olan tek, bir ilâhtır.
2- Allah Tealâ pek çok hayrın kaynağıdır, kullarına karşı feyzi boldur. O'nun lütuflarının, hayırlarının ve nimetlerinin en mükemmel olanlarından biri kulu ve Rasulü Hz. Muhammed'e (s. a.) Kur'an-ı Kerim'i indirmiş olmasıdır.
3- Bu ayetlerle Hz. Muhammed'in (s. a.) peygamberliği ispat edilmekte ve vazifesi uyarma ve müjdeleme olarak belirlenmektedir. Dolayısıyla kim O'na itaat ederse cennete girecek, kim de isyan eder, karşı gelirse cehenneme girecektir.
4- İslâm mesajı iki varlığı yani cinleri ve insanları kuşatan, amacı evrensel olan, yeryüzünün doğusunda ve batısındaki bütün insanlığa yöneltilen -ilâhî- bir mesajdır. Çünkü hak dini temsil eden ve ilâhî risaletlerin sonuncusu olan mesaj budur.
Nitekim Buharî ve Müslim'in Sa/u/ılerinde, Nesaî'nin Süneni'nde Hz. Ca-bir'den (r. a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s. a.): "Ben kırmızı yüzlülere de, esmerlere de gönderildim." buyurmaktadır.
İmam Ahmed'in Hz. Ali'den (r. a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte de: "Bana benden önce hiç kimseye verilmeyen beş şey verildi." buyurulmuş, bu beş özellikten biri olarak da "Önceleri her peygamber kendi kavmine hususî olarak gönderilirdi. Ben bütün insanlara gönderildim." buyurmuştur.
Dolayısıyla Peygamberimiz (s. a.) her iki âleme, hem insanlar hem de cinler alemine gönderilmiş bir uyarıcı rasul idi. O peygamberlerin sonuncusu idi. Ondan başka risaleti umumî olan sadece Hz. Nuh (a. s.) idi. Çünkü tufandan sonra şartların gereği olarak onun risaleti bütün insanlara umumî olmuş, zira varlık onunla tekrar yeni bir başlangıç yaşamıştı.
5- Allah Tealâ kendi zatını kibriya ve yücelik sıfatlarından dört sıfatla ta'zim etmiştir. Bu sıfatlar şunlardır:
- Allah göklerin ve yerin mülkünün gerçek sahibidir.
- Evlât edinmemiştir. Bu sebeple müşriklerin "Melekler Allah'ın evlâdıdır, kızlarıdır." şeklindeki sözlerinden, Yahudilerin "Üzeyir Allah'ın oğludur." şeklindeki sözlerinden, Hristiyanlann "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur." sözlerinden kendi zatını tenzih etmiştir. Allah bundan çok uzaktır, münezzehtir.
- Putperestlerin söylediklerinin aksine Allah'ın mülkünde ortağı yoktur.
- Mecusilerin ve iki tanrıya tapanların söylediklerinin aksine şeytan veya zulmet bazı şeyleri yaratmaz, her şeyi Allah yaratır.
6- Cenab-ı Hakk'ın: "Her şeyi O yaratmıştır." kavli kulların amellerini Allah Tealâ'nın yarattığına delâlet etmektedir.
7- Allah'ın birliğine ve kudretine delâlet eden delillere rağmen müşrikler Allah Tealâ'nın sıfatlarından herhangi bir sıfatla tavsif edilmeyen sahte ilâhlar (putlar) edindiler. Bilakis Allah'la birlikte tapındıkları bu putlar, insanlardan daha acizdirler. Bunlar yaratıcı değil, yaratılmış varlıklardır. Bunlar hiçbir zararı engelleyemez, kendilerine ve kendilerine tapanlara hiçbir fayda temin edemezler. Çünkü bunlar cansız varlıklardır. Can vermek, öldürmek ve diriltmek gibi hiçbir hususta tasarrufta bulunamazlar.
Artık bundan sonra hiçbir akıllı bu varlıkları ibadete lâyık ilâhlar olarak kabul edebilir mi? İnsan putlara ve cansız varlıklara secde etmek ya da bu gibi hurafe ve batıl inançlara saplanmak suretiyle kendi kendini küçük düşürmektedir.
4- Kâfirler: "Bu (Kur'an) onun uydurduğu bir iftiradan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da kendisine bu hususta yardım etmiştir." dediler. Böylece haksızlığa ve yalancılığa saptılar.
5- Yine onlar: "Kur'an öncekilerin masallarıdır. O bunu başkalarına yazdırmış da, sabah akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor." dediler.
6- De ki: Onu göklerde ve yerdeki sırları bilen "Allah" indirdi. Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
"Kâfirler: Bu" Kur'an "onun" Muhammed'in "uydurduğu" kendiliğinden ortaya koyduğu "bir iftiradan" yalan ve uydurmadan "başka bir şey değildir. Başka bir topluluk" Yahudilerden bir gurup ona geçmiş peygamberlerin haberlerini anlatıyorlar, -bir başka görüşe göre bu kimseler Cebr, Yesar ve Addas idi-, bunlar "kendisine bu hususta yardım etmiştir, dediler. Böylece haksızlığa ve yalancılığa saptılar."
Zulüm; haksızlık, bir şeyi konulmayacak yerine koymaktır. Burada zulüm ve haksızlık mucize kelâmın Yahudilerden derlenip toplanan uydurma söz olarak kabul edilmesidir.
Zûr; yalancılık, haktan uzak olan batıl söz demektir. Burada ise kendisinden berî olduğu şeyin kendisine nispet edilmesidir. Ayetin manası, "Onlar her iki bataklığa, zulüm ve yalancılığa yani küfür ve batıla saptılar." demektir.
"Yine" onlar: "Kur'an" öncekilerin masallarıdır" eskilerin yazdıkları efsanelerdir, dediler. "O bunu başkalarına yazdırmış da" yani bizzat kendisi yazmak suretiyle bu kavimden almış ya da kendisi için yazılmasını istemiş ve yazmayı emretmiştir. Ezberlesin diye "sabah-akşam" yani daima "kendisine tekrarlanıp okunuyor, dediler."
Onlara cevap olarak "De ki: Onu" Kur'an'ı "göklerde ve yerdeki sırları" gay-bı "bilen Allah indirdi." Yani bu Kur'an fesahatiyle, gelecekte olan gaybî haberleri ve sadece sırları bilebilen kimsenin bilebileceği gizli şeyleri ihtiva etmesi sebebiyle sizi acze düşürmüştür. Peki, siz onu nasıl öncekilerin masalları sayabiliyorsunuz?
"Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Allah Tealâ mü'minlere çok çok mağfiret eden ve çok merhamet edendir. O ceza vermeye tam anlamıyla muktedirdir. Azabın gelmesine müstahak olduğunuz halde söylediklerinize karşılık size ceza vermekte acele etmez. [7]
Kelbî ve Mukatil diyorlar ki: Bu ayetler Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Zira bu sözleri söyleyen kişi o idi. "Başka bir topluluk da kendisine bu hususta yardım etmiştir." ifadesiyle de Huveytıb b. Abdüuzza'nın azadlı kölesi Addâs, Amir b. Hadramî'nin kölesi Yesar ve Amir'in yahut Ebu Fükeyhe er-Rû-mî'nin azatlı kölesi Cebr idi. Bu üç kişi Ehl-i Kitap'tan olup Tevrat'ı okuyor ve ondan nakillerde bulunuyorlardı. Müslüman olup da Peygamberimiz (s. a.) onlara zaman zaman uğrayınca Nadr b. Haris bu sözünü söyledi. Cenab-ı Hak da bu şüpheyi "Onlar haksızlığa ve yalancılığa saptılar" ayetiyle reddetti. [8]
Cenab-ı Hak önce tevhidi (Allah'ın birliğini), ikinci olarak putperestlere verilecek cevabı beyan edince üçüncü olarak peygamberlik konusunu açıkladı. Müşriklerin Kuran hakkında ve Kur'an'ın kendisine indirildiği Hz. Muhammed (s. a.) hakkındaki itirazlarını zikretti. [9]
Allah Tealâ bu ayetlerde müşriklerin kıt akıllılıklarını ve bilgisizliklerini gösteren çürük şüphelerinden iki şüpheyi zikretti.
Birinci Şüphe: "Kâfirler: Bu (Kur'an) Muhammed'in uydurduğu bir iftiradan başka bir şey değildir. Zaten başkaları da kendisine bu hususta yardım etmiştir, dediler."
Bu bilgisiz kâfirler: "Bu Kur'an yalandır, uydurmadır bunu Muhammed (s. a.) kendiliğinden ortaya koymuştur. Bu sözleri bir araya getirirken de -Nüzul Sebebi'nde belirtildiği gibi- sonraları Müslüman olan Ehl-i Kitap'tan bir gurup insandan da yararlanmıştır." dediler.
Cenab-ı Hak bu şüpheye "Bunlar böylece haksızlığa ve yalancılığa saptılar. " ifadesiyle cevap verdi. Yani kâfirler bu sözlerinin batıl, asılsız olduğunu, bu iddia ettikleri konuda kendilerinin yalancı olduklarını bildikleri halde bu batıl sözü uydurdular. Böylece onların bu sözleri bir küfür, yerinde söylenmeyen açık bir haksızlık, Rablerine karşı uydurulmuş bir yalan olmuştur. Zira onlar mucize kelâmı -yani bu Kur'an'ı- insanlar tarafından uydurulmuş bir safsata olarak kabul etmişlerdir. Bu da güçsüz kimsenin ortaya koyduğu son delilidir. Zira bu kimse ikna edici cevap bulamayınca hiçbir delil bulunmayan inkarcılığa ve hiçbir dayanağı olmayan yalanlamaya koştu. Eğer dedikleri doğru olsaydı niçin benzerini getiremediler? İddia ettikleri gibi Muhammed (s. a.) başkalarından yararlandığı gibi kendileri başkalarından yararlanmadılar. Kendileri fesahat ve belagat ehli kimseler oldukları halde Kur'an'ın benzerini getirmekten âciz kalmaları onlara cevap olarak ve iftiralarını boşa çıkarmak açısından tek başına yeterli bir delildir.
İkinci Şüphe: 'Yine onlar: Kur'an öncekilerin masallarıdır. O bunu başkalarına yazdırmış da sabah akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor, dediler."
Müşrik kâfirler: "Bu Kur'an öncekilerin masallarıdır, eskilerin yalanlarıdır, geçmişteki insanların kitaplarında yazdıkları Rüstem ve İsfendiyar Efsaneleri gibi efsanelerdir. Muhammed (s. a.) Ehl-i Kitap -yani Âmir, Yaser, Cebr veya İbnü'l-Hadramî'nin azatlı kölesi Ebu Fükeyhe gibi kimselerin- vasıtasıyla bunları yazmıştır. Bu sözler kendisine ezberlesin diye sabah akşam daima gizlice okunuyor. Zira o okumayan ve yazmayan ümmi bir kimsedir." dediler.
Bu, ikinci açık bir iftiradır, haktan uzaklaşma, sapıtma ve böbürlenmedir. Çünkü onlar peygamberlikten önceki kırk sene müddetince Hz. Muhammed'in (s. a.) doğruluğunu, emin olduğunu, hayat çizgisini, yalandan çok uzak olduğunu gayet iyi biliyorlardı. O'nun doğru sözlülüğünü ve istikamet üzere olduğunu bildikleri için O'na "el-Emin (güvenilir kişi)" lakabını vermişlerdi. O ne hayatının başında ne de sonunda hiç yazı nedir bilmeyen ümmî bir kimse idi. Allah ona peygamberlik ihsan edince müşrikler karşı çıktılar ve kendisinin son derece uzak olduğu bir şeyle onu itham ettiler. O'na indirilen Kur'an'ı "efsaneler" diye nitelendirdiler. Halbuki Kur'an hikmet, medeniyet, ilim ve insan hayatı için en ideal hukuk sistemi idi.
Cenab-ı Hak onlara şu ayetle cevap verdi: "De ki: Kur'an'ı göklerde ve yerdeki sırları bilen (Allah) bilir." Yani, ey Muhammed! Onlara şöyle söyle: Gerçeğe uygun olarak doğrulukla öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini ihtiva eden Kur'an'ı göklerin ve yerin gaybını bilen, açık olanları bildiği gibi gizli olanları da bilen Allah indirdi.
"Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."
Yani bu Kur'an kullara rahmet olarak inmiştir. Dolayısıyla cezanın acilen verilmesine sebep olmaz. Bunun için Allah size rahmet olsun diye derhal ceza vermemiştir. Çünkü Allah Tealâ çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. O tevbe etmeniz, küfür ve şirkten tamamen uzaklaşmanız için mühlet verir, acele etmez.
Bu onlara tevbe etmeleri, Allah'a yönelmeleri, islâm ve hidayet sahasına girmeleri için bir çağrıdır. O'nun rahmetinin geniş olduğunu, hilminin büyük olduğunu kendilerine bildirmektedir. Dolayısıyla onlardan sadır olan iftira, yalan, inkâr ve inatçılığa rağmen Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah gerçekten üçün (üç tanrının) biridir, diyenler andolsun kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer bu söylediklerinden vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara mutlaka pek acıklı bir azap dokunacaktır. Onlar hâlâ Allah'a dönüp O'nun mağfiretini istemeyecekler mi? Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Maide, 5/73-74).
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten mümin erkeklerle mümin kadınları belâya uğratanlar sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır. Onlar için yangın azabı vardır." (Burûc, 85-10).
Hasan-ı Basri diyor ki: Şu ikrama ve cömertliğe bakın. Onlar Allah'ın dostlarını öldürüyorlar. Allah da onları tevbeye ve rahmete davet ediyor.
Bu ifade sadık ve samimi tevbenin hata ve günahları sildiğine delildir. Günahlar böylece Allah Tealâ tarafından bir ikram, lütuf ve rahmet olarak bağışlanmış, affedilmiştir. [10]
Bu ayetler müşriklerin iki şüphesini ve bunlara verilecek cevapları ihtiva etmektedir. Bu iki şüphe şunlardır:
1- Kur'an'm yalan ve uydurma olduğu, bunu Muhammed'in (s. a.) uydurduğu ve bu konuda Yahudilerden bir gurubun ona yardımcı olduğu iddiası.
2- Kur'an'ın eskilerin masalları yani yalanları ve asılsız hikâyeleri olduğu, bu masalların sabah-akşam yani daima ezberlesin diye telkin edildiği iddiası.
Birinci şüpheye verilen cevap şudur: Bu batıl sözü uyduranlar kendileridir. Halbuki onlar Kur'an'ın uydurma olmadığını ve kendi sözlerinin batıl olduğunu gayet iyi biliyorlar.
İkinci şüpheye verilen cevap ise şudur: Kur'an'ı indiren gizli-açık her şeyi, gaybı bilen Allah'tır, dolayısıyla kendisine öğretecek kimseye muhtaç değildir. Kur'an Ehl-i Kitap'tan ve başkalarından alınmış olsaydı buna ilâvede bulunmazdı. Halbuki onların dışında çeşitli bilgiler getirmişti. Bu bilgiler onlardan alınmış değildi. Yine Kur'an onlardan alınmış olsaydı Muhammed (s. a.) öğrendiği gibi müşrikler de öğrenirlerdi. Peki, onun benzerini getirselerdi ya! Bu sebeple onların itirazları her yönden batıl ve geçersiz sayılmaktadır.
Bu cevabın açıklaması şu şekildedir: Allah onlara Kur'an'ın benzerini getiremezsiniz diyerek meydan okudu. Bundan âciz oldukları ortaya çıktı. Eğer Muhammed (s. a.) Kur'an'ı başka birinin yardımıyla getirmiş olsaydı onlar da başkalarından kolayca yararlanabilirler, bu Kur'an'ın benzerini getirirlerdi. Bundan âciz kalınca Kur'an'ın Allah'ın vahyi ve kelâmı olduğu sabit oldu.
Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "De ki: Onu gizli olanları bilen (Allah) indirdi." Yani bu Kur'an fesahati sadece bütün bilgileri bilen bir varlık tarafından meydana getirilebilir. Kur'an da gaybî haberlerden haber vermektedir. Bu da ancak ilmi kâmil olan bir varlık tarafından bildirilebilir. Kur'an eksiklikten ve çelişkiden uzaktır. Bu da ancak bütün bilgileri bilen bir varlık tarafından indirilebilir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bu Allah'tan başka biri tarafından gelseydi onda çok ihtilâf bulurlardı." (Nisa, 4/82).
Kur'an bu kâinatın nizamı ve insanların düzeniyle uyumlu hükümleri ve başka çok çeşitli ilimleri ihtiva etmektedir. Bu da her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan biri tarafından meydana getirilebilir. [11]
7- Onlar şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!
8- Yahut kendisine bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa oradan yeseydi ya! Zalimler (mü'minlere): Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler.
9- Bak, sana nasıl misaller getirip de sapıklığa düştüler. Artık onlar hiçbir yol bulamazlar.
10- Allah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını, altlarından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar.
"Bu ne biçim peygamber ki... yemek yiyor." Burada ki soru tehekküm (alaya alma) ve küçümseme murad edilen bir soru şeklidir.
" Zalimler dediler ki" Burada bununla onların söylediklerinin zulüm ve haksızlık olduğunun tescil edilmesi için zamir yerine "zalimler" denilerek açık ifade kullanılmıştır.
Kelime ve İbareler:
"Bu ne biçim peygamber ki" Yani buna ne oluyor ki peygamberlik iddia etmektedir. Burada alay etme ve küçümseme manasında soru sorulmuştur. Aynen bizim yemek yediğimiz gibi o da "yemek yiyor," geçimini sağlamak için aynen bizim gibi "çarşılarda geziyor?"
Ayetin manası şöyledir: Eğer onun iddiası sahih ise ona ne oluyor ki, onun durumu bizim durumumuza muhalif oluyor? Bu onların elle tutulur gözle görülür varlıklara bakışlarının eksik oluşu sebebiyledir. Zira peygamberlerin başkalarından farklılığı cismanî durumlar sebebiyle değil, manevî hasletler sebebiyledir. [12]
Nitekim Cenab-ı Hak buna işaret buyurmaktadır: "De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana sizin ilâhınızın bir ilâh olduğu vahyedilmektedir" (Kehf, 18/110; Fussilet, 41/6).
"Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!" O'nu tasdik etseydi ve meleğin tasdikiyle O'nun doğruluğunu bilseydik.
"Yahut kendisine" gökten "bir hazine indirilse" de o hazineyi harcasa ve bu sebeple geçim temininden müstağni olsaydı "ya da bir bahçesi olsa" yani eğer hazine inmezse en azından onun zenginlerde ve imkân sahiplerinde olduğu gibi bir bahçesi olsa ve o bahçenin ürünüyle yaşasaydı. Bu onlardan tenezzül yoluyla gelen bir ifadedir, "oradan" o bahçenin meyvelerinden "yeşeydi ya!" Bununla yetinseydi ve bununla bizden farklı olsaydı ya! Ayetteki "ye'külü" kelimesi "ne'külü(=biz yeseydik") şeklinde de okunmuştur. Bütün bunlar maddecilerin düşüncesidir.
"Zalimler" kâfirler mü'minlere: "siz ancak büyülenmiş" dolayısıyla aklı gitmiş, düşüncesi bozulmuş "bir adama uyuyorsunuz, dediler."
"Bak, sana nasıl misaller getirip de ..." Onlar senin hakkında darb-ı mesel gibi kabul edilecek hayret verici, hakka muhalif sözler söylediler, senin için "büyülenmiş", "harcayacak mala muhtaç olan" ve "kendisine bu işte yardım edecek meleğe muhtaç olan kimse" gibi olmayacak durumlar icat ettiler. Böylece hidayetten, Hz. Peygamber'in (s. a.) hususiyetlerini bilmeye ulaştıran, O'nun-la sahte peygamberi ayırd eden yoldan "saptılar" karanlıkta kalan gibi şaşırdılar.
"Saptılar" ifadesi sapıklıklarında şaşkın kaldılar, demektir. "Artık onlar" doğruluğa ve hidayete, peygamberin hakkında tenkide "hiçbir yol bulamazlar." [13]
İbni Ebî Şeybe Musannef adlı kitabında, İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim Hayseme'den rivayet ediyorlar: Peygamberimiz'e (s. a.):
- Dilersen sana yeryüzünün anahtarlarını ve hazinelerini veririz. Bu ahirette bizim nezdimizdeki nimetlerden hiç bir şey eksiltmez. Dilersen ahirette sana bu iki nimeti bir arada veririz, denildi. Peygamberimiz (s.a.):
- Hayır, bilakis bunu bana ahirette birlikte verin, buyurdu. Bunun üzerine "Allah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını verir." ayeti nazil oldu. Yani hazinelerin arz edilmesi Allah tarafından olmuştur. Peygambe-rimiz'in (s. a.) siyerinde Kureyş liderleri tarafından mal ve zenginlik, liderlik, makam, mülk ve saltanat teklifleri yapıldığı anlatılmaktadır.
İbni İshak, İbni Cerir ve İbnü'l-Münzir İbni Abbas'tan (r. a.) rivayet ediyorlar: "Utbe b. Rabia, Ebu Süfyan b. Harb, Nadr b. Haris, Ebu'l-Bahteri b. Hi-şam, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Velid b. Mugîre, Ebu Cehil b. Hişam, Abdullah b. Ümeyye, Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil, Münebbih b. Haccac toplandılar. Birbirlerine şöyle dediler:
-Muhammed'e gidin. O'nunla konuşun. O'nunla tartışın. O'na mazeret beyan edin.
Peygamberimiz'e (s. a.) haberci gönderdiler ve O'na:
-Kavmin eşrafı seninle konuşmak için toplandılar, dediler. Rasulullah (s. i. onların yanma geldi. Peygamberimiz'e (s. a.):
- Ya Muhammedi Biz sana mazeret beyan etmek için haberci gönderildik. Sen bu sözü mal talep etmek için getirdiysen sana mallarımızdan mal veririz. Şeref istersen seni lider ederiz. Eğer mülk istersen seni başımıza melik yapa-nz. dediler.
Peygamberimiz (s. a.) şöyle cevap verdi:
-Sizin bu söylediklerinizle benim ne ilgim var? Ben bu mesajı size ne mallarınızı, ne sizin içinizde şerefli olmayı, ne de sizin üzerinize melik olmayı talep ederek getirmedim. Ancak beni size Allah rasul olarak gönderdi. Bana kitap indirdi. Bana size müjdeleyici ve uyarıcı olmamı emretti. Ben de size Rabbimin mesajını ilettim, size nasihatte bulundum. Benim getirdiğim şeyi kabul ederseniz bu sizin dünya ve ahiretteki nasibinizdir. Bunu reddederseniz Allah benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar sabrederim.
Onlar da Peygamberimiz'e (s. a.) şöyle dediler:
- Ya Muhammedi Eğer sen bizim sana arz ettiğimiz şeylerden hiçbirini kabul etmezsen Rabbinden niyazda bulun da söylediğin şeylerde seni tasdik edecek, senin namına bizimle görüşecek bir melek göndersin. Rabbinden sana cennetler, altın ve gümüşten köşkler vermesini iste. Böylece biz iddia ettiğin gibi hakikaten rasul isen senin faziletini ve Rabbinin nezdindeki mertebeni bilelim.
Rasulullah (s. a.) onlara şöyle dedi:
- Ben bunu yapmam. Ben bunu Rabbinden isteyecek kimse değilim. Ben size bunun için gönderilmedim. Beni Allah ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi.
Bunun üzerine Allah bu konuda bu ayeti indirdi. [14]
Müşriklerin Kur'an-ı Kerim hakkındaki iki şüphesini beyan ettikten sonra Allah Tealâ kendisine Kur'an'ın indirildiği peygamber -yani Allah'ın rasulü Hz. Muhammed (s. a.) hakkında- üçüncü bir şüphe beyan etti. Sonra bu şüpheleri çürüttü, bunların basitliğini, çürüklüğünü ve Hz. Peygamber (s. a.) hakkında geçerli bir tenkit ve itiraz olamayacağını ortaya koydu. Gerçekten bu şüphe ve itirazlar son derece basit ve seviyesizdir. Bunlara delâlet eden hiçbir delil yoktur. Bunlar sadece kâfirlerin ayak diremelerine, inatçılıklarına ve hüccetsiz olarak hakkı yalanlamalarına işaret eden sudan bahanelerdir. [15]
Müşrikler kendi iddialarına göre peygamberlikle çelişen beş vasıf zikrettiler:
1- "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor?" Yani müşrikler dediler ki: Peygamberlik iddia eden bu kişinin hiçbir özelliği yoktur. O da bizim gibi yemek yiyor, bizim gibi su içiyor. Bizim ihtiyaç duyduğumuz şeylere o da ihtiyaç duyuyor. Yani onun yemek yemekten ve geçim temininden müstağni olan bir melek olması gerekirdi.
2- "O da çarşılarda geziyor." Yani kazanç temini, ticaret, rızık ve geçim arzusuyla çarşılara pazarlara gidip geliyor. O'nun bize olan üstünlüğü nereden geliyor? Halbuki o da bu işlerde aynen bizim gibidir.
Bu onların sırf maddî tasavvurları, basit bir karşılaştırmalarıdır. Zira peygamberler elle tutulur gözle görülür maddî vasıflarla ayrıcalık kazanmadılar. Onlar bu konuda kendileri dışındaki insanlar gibidirler. Peygamberler sadece manevî değerlerle ve edebî kazançlar ve gönül temizliğiyle üstünlük sahibi olmuşlardır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Ancak bana sizin ilâhınızın tek ilâh olduğu vahyolunuyor." (Kehf, 18/110).
3- "Kendisine bir melek indirilip de onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya!" Yani, Allah tarafından ona bir melek indirilseydi, melek onun iddia ettiği şeyin doğruluğuna şahit olsaydı ve ona karşı çıkana cevap verseydi ya!
Nitekim Firavun da Hz. Musa (a. s.) hakkında şöyle demişti: "Ona altından bilezikler verilseydi ya da onunla birlikte melekler gelseydi ya!" (Zuhruf, 43/53).
4- 'Yahut kendisine bir hazine indirilseydi." Yani gökten ona bir hazine verilseydi, o da bu hazineden harcasaydı ve dolayısıyla geçim temini için çarşı ve pazarlara gidip gelmeye ihtiyaç duymasaydı.
5- "... Veya bir bahçesi olsa ve oradan yeseydi ya!" Yani eğer hazinesi en azından zenginlerden ve imkân sahiplerinden biri olsaydı, onun bahçesi olup o bahçeden yeseydi ve o bahçenin ürünlerinden ve meyvelerinden geçimini temin etseydi ya!
Zemahşerî diyor ki: Onlar: "Peygamberin yemek yemekten ve geçim temininden müstağni olan bir melek olması gerekirdi" demek istiyorlar. Sonra O'nun yanında melek bulunan bir insan olması gerektiği, böylece uyarı ve korkutma hususunda birbirlerine destek olması teklifini ileri sürdüler. Sonra bundan da vazgeçip şöyle dediler: Yanında melek yoksa gökyüzünden kendisine maddî destek olacak bir hazine indirilseydi. Sonra da bahçesi olan ve bu bahçeden yiyip rızkını temin eden bir zat olması kanaatiyle yetindiler[16]
Bu tamamen maddeci bir anlayıştır. Peygamberin maddi nüfuz ve yetki sahiplerinin durumlarıyla kıyas yapılmasıdır. Aynı zamanda peygamberliğin insanlığın çok üstünde bambaşka bir görev olduğunu takdir etmeleridir. Onlar Rasulullah'ın (s. a.) kendisine Rabbi tarafından vahy edilen bir beşer olduğunu anlamadılar, idrak etmediler.
Rasulullah'ı (s. a.) dünya ehlinin sıfatlarıyla küçümsemeleri ve bu sebeple ayıplamalarından sonra onun "akıl" sıfatını reddettiler. Bu, başka bir şüphe yahut altıncı bir vasıftır. Şöyle diyorlardı:
6- "Zalimler (müminlere): Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler." Yani kâfirler: "Siz kendisine büyü yapılmış, aklî dengesi bozulmuş, ne dediğini bilmeyen bir adama uyuyorsunuz. Böyle birinin emrettiği hususlarda nasıl itaat edilir?" dediler.
Cenab-ı Hak bu şüpheye şöyle cevap verdi: "Bak, sana nasıl misaller geti--« ie sapıklığa düştüler. Artık onlar hiçbir yol bulamazlar."
»-- ey peygamber! Hayret içinde bir bak. Senin hakkında bu sözleri nasıl Senin için bu sıfatlan ve nadir halleri nasıl icat ettiler? Sana "büyü- iiş, mecnun, yalancı, şair" diyerek nasıl iftira ettiler. Bütün bunlar
JBSilaz sözlerdir, uydurulmuş vasıflardır. En basit anlayış ve aklı olan undan tasdik etmez. Onlar bu halleriyle hidayet ve hak yoldan sapan imseler oldular. Dolayısıyla hakka giden yolu bulamazlar.
îa. rfade özlü, genel manada bir cevaptır. Cenab-ı Hak bunun ardından Dahçe ve hazine taleplerine ait hususî bir cevap getirdi ve şöyle buyurdu: "Allah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını, altlarından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar."
Yani Rabbinin hayn boldur. Dolayısıyla O dilerse dünyada sana onlann yaptıklan tekliflerden ve onlann talep ettiklerinden daha üstününü hibe edebilir. Bu da sana ahirette vaad ettiği gibi altlanndan ırmaklar akan cennetleri ve pek nadir muazzam köşkler ile dünyada onlann söylediklerinden daha hayırlısını, daha üstününü, daha güzelini sana vermesidir.
Ancak Allah dini, peygamberliği tebliğ görevini bırakıp da dünya ile meşgul olmaman için sana olan lütfunu bu fani dünya için değil de ebedî olan ahiret yurdu için ayırmıştır. Yüce Allah nezdinde olan daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Hayseme diyor ki: Peygamberimiz'e (s. a.) denildi ki:
-Dilersen senden önce hiçbir peygambere vermediğimiz, senden sonra da hiçbir kimseye vermeyeceğimiz dünyanın hazinelerini ve anahtarlannı sana verelim. Bu Allah nezdinde sana ait olan nimetleri de eksiltmeyecek.
Peygamberimiz buyurdu ki:
-Bunu benim için ahirette toplayın. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. "Allah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını altlarından ırmaklar akan cennetleri verir ve senin için köşkler yapar." [17]
Bu ayetlerde aşağıdaki noktalara işaret edilmiştir:
1- Burada dünyayı tercih eden maddî düşünce ile dünyayı hayat için bir araç, ahirete ileten bir köprü olarak gören dinî düşünce arasındaki faydalı ve yapıcı karşılaştırma yapılmıştır. Dünya akıllı insanın asıl hedefi değildir. Onun önünde başka bir âlem vardır. O buna hazırlanmalıdır, iman ve amel-i salih vasıtasıyla onun hayırlarını elde etme hazırlığı yapmalıdır.
2- Ticaret için ve geçim temini için çarşılara girmek mubahtır. Peygamberimiz (s. a.) ihtiyacı için, insanlara Allah'ın emrini ve davetini hatırlatmak için ve belki Allah gelen kabileleri hakka çevirir ümidiyle kendisini arz etmek için çarşı ve pazarlara girerdi.
Sahabîler ve özellikle muhacirler çarşılarda ticaret yapardı. Nitekim Bu-harî Ebu Hureyre'den (r. a.) naklediyor: "Kardeşlerimiz olan muhacirleri çarşı ve pazarlardaki alışverişleri meşgul ediyordu."
3- Kim Peygamberimizin (s. a.) sözlerinde bulunan hakka, hayra ve tevhide yol gösterme sebebiyle mücerret akıl ve tertemiz bir kalple Peygamberimizin (s. a.) sözlerinden ve onun mesajından etkilenmezse, o kimseye, meleklerin uyarıları fayda vermez. Uyarının gerisinde ise sadece azap vardır.
4- Böyle ucuz ithamlar ve rezilce nitelendirmeler hikmet, denge, olgunluk ve akıl sahipleri nezdinde çürük ve batıldır. Kim zekâ, görüş ve akıl üstünlüğü ve doğru düşünme vasfıyla tanınan Rasulullah'm (s. a.) büyücü ve büyülenmiş olduğunu ve etkili bir şair olduğunu, aklî dengesini kaybetmiş mecnun bir kimse olduğunu tasdik eder ki?! Gerçek bu iddia ve iftiraların yalanlanması için en hayırlı şahittir. Bu Cenab-ı Hakk'ın verdiği şu cevaptan başka bir cevaba muhtaç değildir: "Bak, sana nasıl misaller getiriyorlar?"
5- Allah'ın lütfü, hayrı ve nimetleri sayılamayacak ve tespit edilemeyecek kadar çoktur. O'nun kudreti her şeyi kaplamaktadır. Bir şeyi dilediği zaman ona "Ol der, O da oluverir." Fakat Allah Tealâ peygamberlerinin ve dostlarının zenginlik, servet ve dünya ehli olmalarını dilememektedir. Zenginlik, servet sahiplerinin itibarları ölümleriyle birlikte sona erer, ondan sonra onların hiçbir itibar ve şöhretleri kalmaz.
Halbuki Allah Tealâ peygamberleri için insanlık hayatındaki eserlerini ve hatıralarını ebedî değerlerle, yüce manalarla ebedîleştirmeyi murad etmektedir. Gelecek nesillerin anacakları ebedî eserlerinin bir abide olarak, her insana örnek olarak, şaşkınlara ve yeryüzünde işkence çekenlere bir umut olarak kalacak olan, insanlara lütuf olarak takdim ettikleri hizmetleri sebebiyle bu zatları ebedîleştirmeyi dilemektedir. Nitekim Cenab-ı Hak "Siz dünya hayatını tercih edersiniz, Ahiret ise daha hayırlı ve daha devamlıdır" (A'lâ, 87/16-17) buyurmaktadır.
Rivayet edilmektedir ki: Bu ayeti (Furkan, 25/10) cennetin bekçisi Rıdvan Peygamberimize (s. a.) indirdi.[18] Bir hadis-i şerifte: Rıdvan indiği zaman Pey-gamberimiz'e (s. a.) selâm verdi. Sonra şöyle dedi:
— Ya Muhammedi Aziz olan Rabbimiz sana selâm ediyor. Bu bir koku kutuşudur -Bu nurdan parlayan bir kutu idi.- Rabbin sana diyor ki: Bunlar dünya hazinelerinin anahtarlarıdır. Bununla birlikte ahirette sana ait nimetlerden sivrisinek kanadı kadarı dahi eksilmeyecektir.
Peygamberimiz (s. a.) Cebrail'le istişare eder gibi ona baktı. Cebrail eliyle vere vurdu. Bununla tevazu sahibi ol, diye işaret ediyordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu:
- Ya Rıdvan! Benim buna ihtiyacım yoktur. Fakirlik, sabırlı ve şükreden bir kul olmam benim için daha sevimlidir, dedi. Rıdvan:
- İsabet ettin. Allah seninledir, dedi.
6- Cenab-ı Hakk'ın "Allah yüceler yücesidir O dilerse..." ayeti Onun kullara maslahat gereği ihsanda bulunduğuna delâlet etmektedir. Bazılarını mal ni-metiyle, diğerlerini ilim nimetiyle, başkalarım da akıl ve anlayış nimetiyle n-nklandırmaktadır. O dilediğini tam manasıyla yerine getirendir. [19]
11- Daha doğrusu onlar kıyameti yalanladılar. Biz kıyameti yalanlayanlara alev alev yanan bir ateş hazırladık.
12- Bu ateş onlara uzak bir yerden gözükünce, onlar bunun öfkesini ve uğultusunu duyarlar.
13- Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman orada ölüp yok olmayı isterler.
14- (Onlara şöyle denir:) Bugün bir defa helak olmayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin.
15- De ki: Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennet mi? Cennet onlar için bir mükâfat ve dönüş yeridir.
16- Ebedî kalacakları cennette onlar için diledikleri her şey vardır. Bu, Rab-binden istenilen bir vaaddir.
"Onlar bunun öfkesini ve uğultusunu duyarlar." ifadesinde temsilî istiare yapılmıştır. Ateşin kaynama sesi kızgın kimsenin sesine ve nefesine benzetilmiştir. Zira hiddetli kimsenin sesi ve nefesinde de titreme ve kızgınlık vardır. Bu onun boşluğundan duyulan bir sestir. [20]
"Daha doğrusu onlar kıyameti yalanladılar." Ayetin manası şudur: Onların Rasulullah'm (s. a.) hakkında iddia ettikleri beş veya altı vasıf şeklindeki şüpheleri önemli ve dikkate alınacak bir şüphe değildir. Bilâkis onları bu sözlerine ve iftiralarına sevkeden asıl sebep içinde sevap ve cezanın bulunduğu kıyameti yalanlamalarıdır. Zira ahiretten korkan, durumuna bakar, düşünür, yalanlama ve iftira bataklığına düşmez. "Biz, kıyameti yalanlayanlara alev alev yanan" harıl harıl yanan "bir ateş hazırladık."
"Bu ateş onlara uzak bir yerden" görülebilecek en uzak yerden "gözükünce" onların görülebileceği bir yerde olunca "onlar bunun öfkesini ve uğultusunu duyarlar" bu ateşin öfkeli ve uğultulu sesini duyarlar. Ayette geçen "tegayyuz" "Şiddetli kızgınlık", "zefir" ise insandan çıkan nefestir.
"Elleri boyunlarına bağlı olarak onun" ateşin "dar bir yerine atıldıkları zaman..." Cehennem, azabın fazla olması sebebiyle darlıkla tavsif edilmiştir. Zira darlıkla beraber sıkıntı, genişlikle birlikte gönül huzuru vardır. Bunun için Ce-nab-ı Hak cennetin genişliğinin gökler ve yer kadar olduğunu belirtmiştir. "... orada ölüp yok olmayı isterler." Yani onlar helak olmayı temenni ederler. Ey helak, ey ölüm! Gel, bu an senin anındır, derler.
Onlara şöyle denilir: "Bugün bir defa helak olmayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin." Yani helakin çeşitli şekillerini talep edin. Zira sizin azabınız çok çeşitlidir. Bu çeşitler şidetli olması sebebiyle yahut yenilenme sebebiyle her biri bir nevi helak sayılır. Bir ayette şöyle buyurulur: "Derileri pişip kızardıkça azabı tadıp durmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz." (Nisa, 4/56).
"De ki: Bu mu" yani zikredilen tehdit, azap ve cehennem vasfı mı "daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennet mi?" Buradaki soru, üstünlük ve derecelendirme, hafife almakla birlikte bir çeşit tekdir ve azarlamadır. "Ebedîlik" vasfının "cennet'le kullanılması medih için yahut cennetin ebedîliğine delâlet etmek için ya da cenneti dünya cennetlerinden ayırd etmek içindir. Bu cennet takva sahiplerine vaad edilmiştir. Takva sahipleri küfür ve yalanlamadan sakınan kimselerdir. "Cennet onlar için" Allah'ın ilminde ya da Levh-i Mahfuz'da Allah tarafından yapılan kesin bir vaad ile amellerine karşılık "bir mükâfat ve" varacakları bir "dönüş yeridir."
"Ebedî kalacakları cennette onlar için diledikleri" her nimet "vardır." Burada bütün istek ve arzuların sadece cennette elde edileceğine dikkat çekilmektedir. "Bu, Rabbinden istenilen bir vaaddir." Yani bu istenmeye ve talep edilmeye değer ilâhî bir vaaddir. Kendilerine vaad edilen kimseler bunu niyaz ederler. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurur: "Ey Rabbimiz! peygamberlerine vaad ettiğin şeyi bize ver." (Al-i İmran, 3/194). Yahut melekler bu vaadi niyaz ederler. Cenab-ı Hak bir başka ayette meleklerin niyazını şöyle anlatır: "Ey Rabbimiz! Onları vaad ettiğin Adn cennetlerine koy." (Gafir, 40/8). [21]
Müşriklerin zikri geçen üç şüphesini:
1) "Bu (Kur'an O'nun (Muhammed'in) uydurduğu bir iftiradan başka bir şey değildir."
2) "Onlar:Kur'an öncekilerin masallarıdır, dediler."
3) "Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor..." ayetleriyle beyan ettikten sonra üçüncü şüpheye de:
Biri: "Bak, sana nasıl misaller getirip de sapıklığa düştüler..." ayetiyle,
Diğeri: "Allah yüceler yücesidir. O dilerse sana bundan daha hayırlısını verir..." ayetiyle olmak üzere iki cevap verdi.
Bu iki cevaptan sonra burada üçüncü bir cevap daha verdi. Bu ise "Daha doğrusu onlar kıyameti yalanladılar..." ayetiyle verilen cevaptır. Yani ey Peygamber! Onların sana dil uzatmaları, sevap ve cezayı tasdik etmemeleridir. Yahut bu ayet onlardan nakledilen sözlere bir atıftır. Sonra da şöyle buyurmuştur: Daha doğrusu onlar bütün bunlardan daha garibini getirmişlerdir: Bu da kıyamet gününü yalanlamalarıdır. [22]
"Daha doğrusu onlar kıyameti yalanladılar." Yani ey Peygamber! O müşriklerin tavırları basiretli olduklarından ve hak yolu bulma arzusuyla değil, yalanlama arzuları ve inatçılıklarındandır. Batıl, asılsız sözlerle dil uzatma şeklindeki sana karşı tutumları onların kıyamet gününü yalanlamalarından kaynaklanmıştır.
Onları bu seviyesiz ve değersiz sözleri söylemeye teşvik eden sebep budur. Çünkü kıyamete, hesaba ve ceza görmeye yakînen iman etmeyen kimse sorumluluğu anlayıp işlerin sonuçlarını düşünmeksizin, bir şeyi söylerken aklını ve basiretini kullanma yolunu gösteren delillerden istifade etmeksizin derhal itham yoluna sapar.
"Biz kıyameti yalanlayanlara alev alev yanan bir ateş hazırladık." Yani biz kıyameti ve kıyamet günündeki hesabı ve amellerin karşılığının verilmesini yalanlayan kimse için alevleri şiddetli, harıl harıl yanan, son derece sıcak acıklı bir azap hazırladık.
Bu ayet cehennemin şu anda yaratılmış olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü "Biz hazırladık." ifadesi geçmişte meydana gelen bir fiildir. Meselâ bir ayette "Kâfirler için hazırlanan ateşten sakının." (Âl-i İmran, 3/131) buyrulmakta-dır. Aynı şekilde cennet de şu anda yaratılmıştır. Bunun delili "(Cennet) takva sahipleri için hazırlanmıştır." (Âl-i İmran, 3/133) ayetidir.
Cenab-ı Hak daha sonra cehennemin dehşetini şu iki sıfatla tavsif etmiştir:
Birinci Sıfat: "Bu ateş onlara uzak bir yerden gözükünce onlar bunun öfkesini ve uğultusunu duyarlar." Yani cehennem uzaktan bakan bir kimsenin göreceği bir yerde olunca, cehennemin, şiddetli alevi sebebiyle öfkeli kimsenin sesine ve nefesi göğüs boşluğundan çıkan ve üzüntüsü sebebiyle uğultulu konuşan kimsenin sesine benzeyen kaynama sesini duyarlar.
Abdürrezzak, İbnü'l-Münzir ve İbni Cerir Ubeyd b. Umeyr'den naklediyorlar: "Cehennem bir nefes alır ne mukarreb meleklerden ne de gönderilen peygamberlerden biri ayakta kalamaz, yüzü üzeri düşerler, sinirleri tir tir titrer. Nihayet Hz. İbrahim (a.s.) dizleri üzerine çöker ve ya Rabbi, bugün senden sadece nefsimi kurtarmanı isterim, der."
İkinci Sıfat: "Elleri boyunlarına bağlı olarak ateşin dar bir yerine atıldıklan zaman orada ölüp yok olmayı isterler." Onlara şöyle denilir: "Bugün bir defa helak olmayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin."
Cenab-ı Hak cehennemden uzak bir mesafede olduğu halde kâfirlerin durumunu tavsif ettikten sonra onların cehenneme atıldıktan sonraki durumlarını tavsif etti. Elleri boyunlarına bağlı halde cehennemin dar yerine atılırlar. Yani elleri zincirlerle, kelepçelerle boyunlarına bağlanır. Bunun üzerine bağırır, yardım isterler. "Ey helakimiz! Gel, şimdi senin vaktindir." Onlara tek helak istemeyin, birçok defa helak olmayı isteyin, denilir. Yani siz bir defa helak olmaya değil pek çok defa helak olmaya mahkûmsunuz. Ya azabın çeşit çeşit olması ve her çeşidin şiddetli oluşu ve korkunçluğu sebebiyle ayrı bir azap olduğundan ya da derileri yanıp piştiği zaman onun yerine başka deri getirileceği için böyle denilir.
Bundan maksat helak olmakla azaptan kurtulmaktan ümitlerini kesmek ve bunların azaplarının kurtuluş olmayan ebedî bir azap olduğuna dikkat çekmektir.
Buradaki yer darlıkla nitelendirildi. Çünkü darlıkta sıkıntı vardır. Ruh ise genişlikte rahat eder. Bunun için Allah cenneti genişliği gökler ve yeryüzü olan yer olarak tavsif etti. Hadis-i şerifte: "Her mümin için köşklerden ve cennetlerden şöyle şöyle verilir." ifadesi yer almaktadır.
Keşşaf müellifinin dediği gibi:
Cenab-ı Hak cehennemliklere çeşitli eziyet ve darlıkları bir arada vermiştir. Onları sıralar halinde sıkışık bir halde dar bir yere atmıştır.
Nitekim İbni Abbas (r.a.) ve İbni Ömer'den (r.a.) rivayet olunuyor ki: Cehennem kâfire mızrağın altındaki demirin mızrağı sıkması gibi dar gelir. Pey-gamberimiz'e (s.a) bu durum soruldu, o da şöyle cevap verdi. "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki tıpkı bahçedeki kazık çirkin göründüğü gibi onlar cehennemde çirkin görünürler."
İmam Ahmed, Enes b. Malik'ten (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "İlk cehennem elbisesini giyecek olan kimse İblis'tir. Bu elbiseyi kaşlarının üzerine koyar, arkadan da çeker. Zürriyeti de onun peşinden gelir. İblis: Eyvah helak oldum, der. Zürriyeti de: Eyvah helak olduk, derler. Nihayet ateşin önünde dururlar. Onlara şöyle denilir: "Bugün bir defa helak olmayı değil, birçok defa helak olmayı isteyin." Yani bugün bir defa eyvah, yazık demeyin. Pek çok defa eyvah yazık, deyin.
İbni Kesir diyor ki: Daha isabetli olan görüşe göre ayetteki "sübur" kelimesi helak, veyl, kayıp ve yakalamayı bir arada toplamaktadır. Nitekim Hz. Musa (a.s.) da Firavun'a şöyle demişti: "Ey Firavun! Ben öyle inanıyorum ki sen helak olmaya mahkûmsun." (İsra 17/102).
Allah kıyamet gününü ve yalanlayanların cezasını tavsif ettikten sonra üzüntü ve pişmanlığı te'kit edecek şekilde bu ceza ile takva sahibi müminlerin sevabını karşılaştırdı. Rasulü'ne şöyle buyurdu: "De ki: Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennet mi? Cennet onlar için bir mükâfat ve dönüş yeridir." Ey Muhammed! O yalanlayanları hafife almak ve onları üzüntüye sevk etmek için onlara şöyle de:
Size tavsif edilen bu azap mı daha faziletli yoksa ebediyete kadar devam edecek ebedî cennetin nimeti mi? Cennet Allah'ın emrettiği hususlarda O'na itaat eden, nehyettiği şeylerden sakınan takva sahiplerine vaad edilmiştir. Allah cenneti onların dünyadaki itaatlerinin karşılığı ve güzel akıbeti olarak kılmıştır. Ebediyet cenneti, nimeti hiç kesilmeyen cennettir.
"Ebedî kalacakları cennette onlar için diledikleri her şey vardır." Takva sahipleri için ebediyet cennetlerinde yeme, içme, giyecek, mesken, binek ve görüntü olarak hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşer kalbine doğmayan arzu ettikleri lezzet ve zevkler vardır. Onlar nimet içinde hiç bir kesinti ve zeval olmaksızın, ondan başka bir yere intikal etmeksizin ebedî ve daimî olarak kalırlar.
Bu, onların bütün arzularının gerçekleştirileceğinin delilidir. Kendilerine lütufta bulunan ve ihsan eden Allah tarafından bir vaaddir. Bunun için Cenab-ı Hak: "Bu, Rabbinden istenilen bir vaaddir." buyurmuştur. Yani mutlaka olacaktır, gerekli, söz verilmiş, istenmeye ve talep edilmeye ve yerine getirilmeye lâyık bir vaaddir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Rasullerine vaad ettiğin şeyi bize ver. Kıyamet günü bizi rezil rüsvay eyleme. Şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin." (Âl-i İmran, 3/194), "Ey Rabbimiz! Dünyada bize iyilik ver. Ahirette de bize iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru." (Bakara, 2/201). [23]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Müşriklerin Allah'ın birliğini inkâr etmelerinin, Hz. Peygamberin (s.a) risaletini yalanlamalarının, Kur'an ve peygamberliğe dil uzatmalarının kaynağı kıyamet gününü inkâr etmeleri, ahiret gününe inanmamalarıdır. Çünkü buna iman eden kimse basiretli olur ve sonunu düşünür, kötü inanca saplanmaz.
2- Cenab-ı Hakk'ın "Biz kıyameti yalanlayanlara alev alev yanan bir ateş hazırladık." ayeti cehennemin şu anda yaratılmış ve mevcut olduğuna delâlet etmektedir. Cennet de "Takva sahipleri için hazırlanmıştır." (Âl-i İmran, 3/133) ayetinin delaletiyle yaratılmıştır ve şu anda mevcuttur.
3- Allah Tealâ cehennemi iki vasıfla tavsif etmiştir:
a) Şiddetle alev alev yanması, öfkesinin görülmesi ve uzak yerden uğultusunun duyulması.
b) Azap görecek kimseler içine atıldığı zaman onları sıkması, feci bir şekilde daralması. Zira azap ve işkence ortamı darlık meydana getirir.
4- Cehennemde azap görenler azabın şiddetinden kurtulmak için ölümü ve helak olmayı temenni ederler. Fakat bu onlar için hiçbir zaman gerçekleşmez. Asla kurtulma ve içinde bulundukları durumdan uzaklaşma emelleri olmadan cehennemde azap görmeye devam ederler.
5- Cehennem azabı ile cennet nimeti arasında karşılaştırma yapmaya asla imkân yoktur. Cehennemde hiçbir hayır yoktur. Ancak her iki mertebe arasındaki farklılığa dikkat çekmek için, kâfirleri hafife almak ve onlara üzüntü vermek için ve onları cehenneme götürecek tavırlardan vazgeçmeleri için kâfirlere "Bu mu daha hayırlı, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebedî cennet mi?" denilir.
Bu aslında Allah (c.c.) tarafından onlara bir rahmet, azaptan önceki bir uyarıdır. Önceden uyarıda bulunulan kimse için mazaret ortadan kaldırılmış olur.
6- Cennette bütün arzu ve istekler gerçekleştirilmektedir. Orada akılların dünyada tasavvur bile edemiyecekleri nimetler vardır.
7- Allah amellerine karşılık mükâfat olarak müminlere cenneti vaad etmiştir. O'nun vaadi haktır, doğrudur ve hiç şüphesiz gerçekleşecektir. Müminler Cenab-ı Hak'tan bu vaadini niyaz ettiler ve şöyle dediler: "Ey Rabbimiz! Peygamberlerine vaad ettiğin nimetleri bize ver." Yahut melekler onlar için cenneti niyaz ederler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Onlara vaad ettiğin Adn cennetlerine onları koy."
Zeyd b. Eşlem diyor ki: Onlar dünyada Allah'tan cenneti niyaz ettiler. Dualarıyla bunu arzu ettiler. Allah Tealâ da ahirette onların bu niyazlarına icabet etti. Onlara istediklerini verdi. [24]
17- (Allah) onları ve Allah'tan başka taptıklarını bir araya topladığı gün: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?" der.
18- Onlar: "Hâşâ! Seni tenzih ederiz! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize asla yakışmaz. Fakat sen onları ve atalarını nimetler içinde yaşattın da sonunda seni anmayı unuttular. Helak olmaya lâyık bir kavim oldular." derler.
19- (Onlara şöyle denilir:) Tapındığınız şeyler sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Artık ne azabı geri çevirebilirsiniz, ne de yardım görebilirsiniz. Sizden kim zulmetmişse ona büyük bir azap tattıracağız.
Allah "onları ve Allah'tan başka taptıklarını" ceza vermek için "bir araya topladığı gün:" Bir kıraate göre, "bir araya toplarız." Bu ifade melek, cin, Hz. İsa, Hz. Üzeyir'i ve bütün putları içine almaktadır. "Taptıkları şeyler" ifadesinde daha umumî mana ifade ettiği için ya da tahkir etmek üzere putlar daha fazla kabul edildiği için "ma" kullanılmıştır. Putları Allah konuşturacak ya da ellerin ve ayakların konuşması hakkında denildiği gibi putlar lisan-ı hal ile konuşacaklar.
O gün Allah Tealâ tapanların aleyhine hüccet olduğunu ispat etmek için
mabudlara "şöyle der": Bir kıraate göre: "şöyle deriz". "Bu kullarımı siz mi saptırdınız?" Onlara tapmayı emretmeniz suretiyle onları dalâlete düşüren siz misiniz, "yoksa kendileri mi" doğru "yoldan saptılar?" Doğru düşünceyi ihlâl etmeleri ve nasihat eden mürşidden yüz çevirmeleri sebebiyle kendi kendilerine mi hak yolu kaybettiler. Bu soru bu putlara tapanları ihtar ve susturma sualidir.
"Onlar: Hâşâ" sana lâyık olmayan vasıflardan "Seni tenzih ederiz!" dediler. Bu mabudlann verdikleri cevaplar onların söylediklerine karşılık hayret etmek ifadesi şeklindeydi. Çünkü bu mabudlar ya melekler, ya masum peygamberler ya da hiçbir şeye güçleri yetmeyen cansız varlıklardır.
"Seni bırakıp" senden başka "dostlar edinmek bize asla yakışmaz." Yani bizim için doğru olmaz.
"Fakat sen onları ve" onlardan önceki "atalarını" uzun ömür vererek, nzık genişliği ve çeşitli nimetlerle "nimetler içinde yaşattın." Onlar da nefsî arzulara daldılar. "Sonunda seni anmayı unuttular." Öğütleri, Kur'an'a iman etmeyi terk ettiler, seni zikretmekten, senin nimetlerini hatırlamaktan ve ayetlerini düşünmekten gafil kaldılar. "Helak olmaya lâyık bir kavim oldular." Zikir, peygamberler vasıtasıyla insanlara kendisiyle öğütte bulunulan şeydir. Burada Kur'an ve şer'î hükümlerdir yahut Allah'ı zikretmek ve O'na iman etmektir.
Onlara şöyle denilir: "Tapındığınız şeyler sizi" onların ilâh olduğu şeklindeki "söylediklerinizde yalancı çıkardılar." Mabudlar kendilerine tapanları yalanladılar. Burada üslupta çeşitlilik ve dikkat çekmek için üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçiş yani "iltifat" sanatı yapılmıştır.
"Artık ne" size gelecek "azabı çevirebilirsiniz ne de" ondan size bir "yardım görebilirsiniz."
Ey muhataplar "Sizden kim zulmetmişse" yahut şirk koşmuşsa "ona büyük bir azap" ahirette şiddetli bir azap yani cehennemi "tattıracağız." "Kim zulmederse" ifadesi şarttır. Küfreden ve fasıklık yapan herkese ait umumî bir ifade olsa da cezayı gerektirme hususunda kulun tevbe etmemesi ve Allah'ın affetmemesi ile sınırlıdır. [25]
Allah'ın kâfirler için hazırladığı kıyamet günündeki şiddetli azap beyan edildikten ve bu azap cennetliklerin nimeti ile karşılaştırıldıktan sonra Allah Tealâ kıyamet sahnelerinden bir sahneyi zikretti. Bu Allah'ın dışındaki varlıklara tapanlarla bu tapılan varlıkların durumudur. Allah bu varlıkları toplayacak ve onlara şöyle soracak: Kendilerinize tapanları sapıklığa düşürenler onlar mı, yoksa kendi kendilerine mi sapıttılar? [26]
Allah Tealâ Allah'ı bırakıp meleklere ve başka varlıklara tapınan kâfirlere kıyamet günü yapılacak takdir ve azarlamayı bildirerek şöyle buyuruyor:
"Allah kâfirleri ve onların Allah'tan başka taptıkları varlıkları bir araya topladığı gün: Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi doğru yoldan saptılar? der." Yani ey Peygamber! O müşriklere Allah onları ve onların Allah'tan başka taptıkları melekler, Mesih, Üzeyir (a.s.) ve Allah'ın konuşturacağı putları ve Firavun gibi insanları onlarla bir araya getireceği kıyamet gününü hatırlat. O gün o tapınılan varlıklara ikrar ve ispat için şöyle denecek: Bu kullarımı hak yoldan sapıklığa siz mi düşürdünüz. Yoksa sizin tarafınızdan onlara hiçbir davet gitmeden onlar kendiliklerinden mi size taptılar, kendi kendilerine mi doğru yoldan saptılar?
Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah: Ey Meryemoğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilah edininiz, diyen sen misin? dediği zaman o şöyle söyledi: Seni tenzih ederim (ya Rab), hakkım olmayan bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer onu söylemişsem elbette sen bunu bilirsin. Benim içimde olan her şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zatında olanı bilmem. Şüphesiz ki gaybleri hakkıyla bilen sensin." (Maide, 5/116).
"Taptığınız şeyler" ifadesinde "mâ" harfinin kullanılması bu edatın hem akıllı varlıklar hem de diğerleri için umumî olarak konulması sebebiyledir. "Siz" ve "onlar" kelimelerinin faydası şudur: Burada fiilden ve bu fiilin varlığından sual edilmemektedir. Çünkü bu fiil var olmasaydı bu azarlama yapılmazdı. Bu fiili üstlenen ve yapan kimseye sual sorulmaktadır. Kendisinin bundan sorumlu olduğunu bilmesi için onun zikredilmesi gereklidir. Soru Allah'a bilgi versinler diye değildir. Zira Allah sorulan şeyi ezelî ilmiyle bilmektedir: Bu ayetin faydası şudur: Kendilerine tapınılan bu varlıklar bu şekilde cevap vermek suretiyle kendilerine tapanları yalancı çıkararak onları tekdir etmiş olmaktadırlar. Onlara tapanlar da bu sebeple şaşkınlığa düşmekte, rezil olmakta ve üzüntüleri artmaktadır. Bu da -Zemahşerî'nin dediği gibi- putperestleri ve diğer müşrikleri açığa vurmakta, rezil etmekte ve Allah'ın gazabına uğramaya lâyık kılmaktadır.
"Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi doğru yoldan saptılar?" sualinin şekli bunun Allah tarafından olduğunu göstermektedir. Ancak bu soru Allah Tealâ'nın emriyle melekler tarafından da sorulacak olabilir.
Cenab-ı Hak daha sonra kendilerine tapınılan varlıkların kıyamet günü vercekleri cevabı bildirerek şöyle buyurdu:
"Onlar: Hâşâ! Seni tenzih ederiz! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize asla yakışmaz. Fakat sen onları ve atalarını nimetler içinde yaşattın da sonunda seni anmayı unuttular. Helak almaya lâyık bir kavim oldular, derler."
Yani kendilerine tapınılan bu varlıklar ya kendi dilleriyle yahut lisan-ı halleriyle kendilerine söylenen bu sözden hayret duyacaklar ve şöyle diyeceklerdir:
Ya Rabbi! Müşriklerin sana yakıştırdıkları bu vasıflardan dolayı seni tenzih ederiz. Bizim seni bırakarak yardımcı edinmemiz asla doğru olmaz. Biz sana muhtacız. Mahlûkattan hiçbirinin senden başkasına ibadet etme hakları yoktur. Biz onları bize tapmaya davet etmedik. Bilakis onlar bizim emrimiz ve rızamız olmaksızın kendiliklerinden bunu yaptılar. Biz onlardan ve onların tapınmalarından beriyiz, suçsuzuz. Biz senden başka dost kabul etmezken nasıl başkalarını Allah'tan başkasına tapmaya çağırırız? Fakat ömürleri uzadı. Senin nimet olarak verdiğin çeşitli hayırlarla dünya mallarıyla meşgul oldular. Dünyevî zevklere ve nefsî şehvetlere daldılar. Peygamberlerin diliyle onlara indirdiğin sadece sana ibadet etme davetini unuttular. Onlar hayırsız ve sonunda helak olmaya mahkûm bir kavim oldular.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Allah onları hep birlikte toplayıp da melekle-
~z: Onlar mı size tapıyorlardı? der. Melekler: Seni tenzih ederiz, derler. (Sebe, S4 40-41).
Bunun üzerine bunlara tapanlara şöyle denilir: "Tapındığınız şeyler sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar." Artık ne azabı geri çevirebilirsiniz, ne de yardım görebilirsiniz. Yani Allah'ı bırakıp da kendilerine tapındığınız varlıklar -oların "size dost ve yardımcı olacakları ve sizi Allah'a yaklaştıracakları" sekendeki iddialarınızda sizi yalancı çıkardılar. Onlar -yani sahte ilâhlar- size ge-]ecek azabı geri çevirmeye ve ne şekilde olursa olsun asla kendilerine yardım anneye kadir değildirler.
Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek varlığa tapmakta olan kimseden daha sapık kim vardır? Halbuki bu varlıklar onların kendilerine tapmasından bile habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya toplatıldıktan zaman i& varlıklar onların düşmanları olurlar. Onların (kendilerine) taptıklarını inkâr ederler." (Ahkâf, 46/5-6).
"Sizden kim zulmetmişse ona büyük bir azap tattıracağız." Yani Allah'a şirk koşarsa, yahut inkâr ederse ya da fasıklık yaparsa kıyamet günü o kimseye derecesini bilemeyeceği kadar şiddetli bir azap tattırırız. Buradaki zulüm Allah'a şirk koşmak ve benzeri büyük günahlardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13), "Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. " (Hucurat, 49/11). [27]
Bu konuşma, kendilerinin rızaları olmaksızın ilâh edinilen sahte mabud-lar ile haktan sapıp ibadete lâyık olmayan varlıklara tapan kimseler arasında ahirette geçecek olan konuşmanın öğüt ve ibret alınması için dünyada arzolu-nan henüz meydana gelmemiş bir örneği olup Cenab-ı Hak burada kâfirlerin varacakları yeri önceden beyan etmektedir. Bu üslûp ancak hakimin hükmünü ilân etmesiyle bilinen dünya hükümlerinde alışılmamış bir üslûptur.
Soru ve cevabın amacı, sapıklığın sorumluluğunun mabudlara değil, sadece onlara tapanlara ait olduğunu, mabudların kendilerine tapanlardan beri olduklarını ilân etmelerinin onlara tapanların pişman ve şaşkın olmalarının açık bir sebebi olduğunu beyan etmektir.
Allah Tealâ bu sahte mabudların kendilerini suçsuz ilân etmeleri konusunda şöyle buyurmaktadır: "Tapındığınız şeyler sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar." Yani bu sahte ilâhlar sizi, bunların ilâh olduğu şeklindeki görüşünüzde yalancı çıkardılar. Taptıkları şeyler onları yalanlayınca bu kâfirler kendilerinden azabı engelleyemez ve onların kendilerini yalanlamaları sebebiyle kendilerine inecek azapta onlara yardımcı olamazlar.
Onlara ve onların benzerlerine gelecek azabın cinsi Allah Tealâ'nın buyurduğu şekildedir: Sizden kim zulmetmişse ona büyüfe bir azap tattıracağız. Yani
\.<çu\vz.<L&*ı kim. %i.rk kokarsa ve tevhe etmeden, hu. şirk. üzerine ölürse ahirette ona büyük -yani şiddetli- bir azap tattıracağız. Buradaki "büyük" kelimesi "Büyük bir serkeşlik yapıp kabaracaksınız." (İsra, 17/4) ayetindeki büyük kelimesi gibi "şiddetli" anlamındadır. [28]
20- Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, onlar yemek yememiş, çarşılarda gezmemiş olsunlar. (Ey insanlar!) Biz sizi birbirinizle imtihan ediyoruz, sabrediyor musunuz? Rabbin her şeyi çok iyi görendir.
"Erselnâ" ve "murselîn" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak yapılmıştır.
"Tasbirûn" ve "basîran" kelimeleri arasında bazı harflerin öne alınması ve bazı harflerin geriye alınması suretiyle cinas-ı nakıs vardır. [29]
"Çarşılarda gezmemiş olsunlar." Yani sen bu konuda onlar gibisin. Sana söylenenler onlara da söylenmiştir.
"Biz sizi birbirinizle imtihan ediyoruz." Yani ey insanlar, biz sizi birbiriniz için imtihan vesilesi kıldık. Zenginin fakirle, sağlıklı kimsenin hasta ile, şerefli kimsenin düşük kimse ile, vazifesini ne derece yerine getirdiğinin bilinmesi, ya da birinin diğerine eziyet etmesi için imtihan ettik.
Kendileriyle imtihana tabi tutulduğunuz kimseleri dinlemeye tahammül edebiliyor musunuz? "Sabrediyor musunuz?" Bu, emir manasında yani "sabredin" manasında bir sorudur. Tıpkı "Siz artık bunları (içki, kumar v.s.yi) bırakıyor musunuz?" (Maide, 5/91) ayeti gibidir ve burada da anlamı "bırakın" şeklindedir. Bu başlangıç olarak sabra teşvik olup hem Hz. Peygamber'e (s.a) hem de başkalarına bir emirdir. Yahut "Biz sizi birbirinizle imtihan ediyoruz." ayetinin illetidir. Buna göre ayetin manası şudur: Biz hanginiz sabrediyor diye bilmek, onları ayırd etmek için sizi birbirinizle imtihan ediyoruz. Bu ayet "Onların hangisinin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmemiz için..." (Kehf, 18/7) ayeti gibidir.
"Rabbin her şeyi çok iyi görendir." Yani sabreden kimse ile telâşa kapılan kimseyi gayet iyi bilendir. [30]
Vahidî ve İbni Cerir İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: Müşrikler Rasulul-lah'ı (s.a.) fakirlikle ayıpladıkları zaman ve "Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" dedikleri zaman Rasulullah (s.a.) üzülmüştü. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu: "Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, onlar yememiş, çarşılarda gezmemiş olsunlar." [31]
Bu ayet o halde müşriklerin: "Bu ne biçim bir peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" sözlerinin bir cevabıdır. Burada Cenab-ı Hak bu durumun Allah'ın bütün peygamberleri hakkında ilâhî âdeti olduğunu, dolayısıyla itiraza sebep olmadığını beyan etti. [32]
"Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki onlar yemek yememiş, çarşılarda gezmemiş olsunlar?" Yani bütün önceki peygamberler de beşer idiler. Gıdalanmak için yemek yiyor, kazanç ve ticaret için çarşılarda dolaşıyorlardı.
Bu vasıflar peygamberlerin durumlarına ve bulundukları makama ters değildir, yahut onların şanlarına aykırı gelecek vasıflar değildir. Onları farklı kılan hususiyetler faziletli ahlâk ile muttasıf olmaları, mükemmel ameller işlemeleri ve her akıl sahibine peygamberliklerinin ve Rableri nezdinden getirdikleri haberlerin doğruluğunu gösteren olağanüstü haller ve mucizelerle te'yit edilmeleridir. Hz. Muhammed (s.a) bu konuda diğer peygamberler gibidir.
Bu ayetin benzeri şu ayetlerdir: "Biz senden önce de çeşitli kasaba halklarından kendilerine vahiy indirdiğimiz bazı adamları rasul olarak gönderdik." (Yusuf, 12/109); "Biz onları yemek yemeyen cesetler kılmadık." (Enbiya, 21/8).
Ayetin manası şudur: Rasul kendilerine gönderildiği kimselerin cinsinden olur. Fakirlik bir ayıp değildir. Çalışmak da insanın kıymet ve itibarını eksiltmez. Kişilerin değerleri edep ve amelleriyledir.
"Biz sizi birbirinize imtihan vesilesi kıldık." Yani sizi birbirinizle imtihan ediyoruz. İtaat edenle isyan edeni ayırd etmek için sizi birbirinizle deniyoruz. İnsanlar zenginlik-fakirlik, ilim-bilgisizlik, anlayış-ahmaklık, sağlık-hastalık konularında farklı derecelerdedir. Nimet sahibi olan bundan mahrum olan kimseden farkıl olarak sorumludur. Allah değerli rasullerine dünyayı bahşetmeye kadirdir. Fakat O, peygamberleri, kendilerine uyulsun diye, insanların dünyadan uzaklaşıp yüceliklere kavuşmalarını, bütün güçlerini ve gayretlerini ahiret günü için harcamalarını bildirmeleri için tebliğci olarak gönderdi. Nitekim Cenab-ı Hak kullarından itaat edenle isyan eden, hoş geçinenle eziyet edeni ayırd etmeyi, kullarını peygamberleriyle, onları da kullarıyla imtihan etmeyi murad etmiştir.
"Sabrediyor musunuz? Rabbin her şeyi çok iyi görendir." Yani Allah'ın sizin için murad ettiği şeye sabredin. Ey Peygamber! Rabbin sabreden kimse ile şikâyette bulunan kimseyi, istikamet üzere olanla hak yolu görmezden gelenleri gayet iyi bilmektedir ve onlardan herbirine lâyık oldukları sevap ve ceza ile karşılık verecektir.
Ebu'd-Derdâ (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Cahilden alime, halktan sultana, sultandan halkına, köleden efendiye, güçsüzden güçlüye, güçlüden güçsüze (hak geçtiği için) çok yazık. Hepsi birbiri için imtihan vesilesidirler." Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: Ben seni imtihan edeceğim ve senin sebebinle insanları imtihan edeceğim."
İmam Ahmed'in Müsned'inde Peygamberimiz'den (s.a.) şu hadis-i şerif rivayet edilmektedir: "Dileseydim, Allah bana altın ve gümüşten dağlar verirdi."
Buharî Sahih' inde: "Peygamberimiz (s.a.) melik ve peygamber olmakla, kul ve rasul olmak arasında muhayyer bırakıldı. O kul ve rasul olmayı tercih etti." şeklinde rivayet kaydetmektedir.
Mukatil diyor ki: Bu ayet Ebu Cehil b. Hişam, Velid b. Mugîre, As b. Vail ve diğer Kureyş ileri gelenleri Ebu Zer, Abdullah b. Mes'ud, Ammar, Bilâl, Sü-heyb ve Ebu Huzeyfe'nin azatlı kölesi Salim'in müslüman olduklarını görünce: "Biz de müslüman olup onlar gibi mi olalım?" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: o müminlere hitap ederek "Sabrediyor musunuz?" Yani gördüğünüz bu sıkıntılı durum, fakirlik, yorgunluk ve eziyete karşı tahammül edin, buyurdu. Sanki Cenab-ı Hak müminler için bir imtihan ve deneme olsun diye kâfirlere mühlet ve imkân tanımaktadır. Müslümanlar sabredince de Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi. "Sabretmelerine karşılık bugün onlara mükâfat verdim." (Mü'minûn, 23/111). [33]
Bu ayet peygamberlerin kendilerine vahiy indirilmesi, güzel ahlâklarla ahlâklanması, başkalarına üstün gelecek derecede güzel ameller işlemeleri dı-şmda diğer insanlar gibi olduklarını göstermektedir. Onlar da yemek yerler, su içerler ve çarşılarda alış-veriş yaparlar.
Bu ayet sebeplere sarılmanın vacip olduğu, ticaret, sanat ve benzeri yollarla geçimi temin etmenin mubah olduğu hususunda bir temel kaidedir. Kur'an-ı Kerim'de bu mana pek çok yerde tekrar edilmiştir.
"Biz sizi birbirinizle imtihan ediyoruz." ayeti dünyanın imtihan ve deneme yurdu olduğuna delâlet etmektedir. Cenab-ı Hak mümin ve kâfiri içine alacak şekildeki genel mana olarak insanları birbiriyle imtihan ve tecrübe etmeyi mu-rad etmiştir.
Sağlıklı insan hasta için imtihan vesilesidir. Zengin fakir için imtihan vesilesidir. Sabreden fakir zengin için imtihan vesilesidir. Bunun manası şudur: Herkes arkadaşıyla imtihan olunmaktadır. Zengin fakire yardımcı olmalı ve onunla alay etmemelidir. Fakir zengine haset etmemeli, zenginden sadece verdiğini almalıdır. Herbiri hak üzerine tahammül etmelidir.
Allah Tealâ hiçbir kimsenin imanı sarsılmasın diye her durumda sabırlı olmayı, her şeyde neticeyi Allah'a havale etmeyi emrediyor.
Allah herkesi, sabredeni ve sabretmeyeni, iman edeni ve iman etmeyeni, üzerindeki vazifeleri yerine getireni ve yerine getirmeyeni gayet iyi bilir. [34]
21- Huzurumuza çıkacaklarını ummayanlar: "Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek!" dediler. Yemin olsun ki onlar kendilerini büyük görmüşler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir.
22- Melekleri gördükleri gün işte o gün suçlulara müjde yoktur. Melekler: "Size bugün müjde yasaktır, mahrumsunuz." derler.
23- Biz onların işledikleri her ameli ele alıp saçılmış toz zerreleri yaparız.
24- O gün cennetlikler en hayırlı yerde, en güzel dinlenme yerindedirler.
"Atev-utüvven" ve "hicran-mahcûran" kelimeleri arasında cinas-ı iştikak sanatı vardır.
"O gün suçlulara hiçbir müjde yoktur." 22. ayette ki "lâ büşrâ" ifadesi nefy-i cins ile mübalağadır. Ayetin manası şudur: O gün suçlulara müjde verilmeyecektir. Bu ifade yerine mübalağa için nefy-i cins kullanılmıştır.
"Onların işlediği her ameli ele alıp saçılmış toz zerreleri yaparız." ifadesi teşbih-i beliğdir. Benzetme edatı ile benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani onların amelleri, basitliği ve kendilerine faydası olmaması açısından havaya saçılmış tozlar gibidir. [35]
"Huzurumuza çıkacaklarını ummayanlar..." Yani öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri için bizimle güzel bir şekilde karşılaşacağını ümit etmeyenler, yahut bizimle kötü bir şekilde karşılaşmaktan korkmayanlar. Tihame lügatine göre, öldükten sonra dirilmekten korkmayanlar demektir. Yani bazı Arap kabilelerine göre "recâ" korku demektir. Bu şu ayet gibidir: "Ne oluyor size ki Allah'ın sizi bir vakar ve şeref sahibi yapmasını ümit etmezsiniz?" (Nuh, 71/13).
Onlar: "Bize melekler indirilse" yani melekler bize gönderilse de bize Hz. Muhammed'in (s.a) doğruluğunu bildirseler "veya Rabbimizi görsek" O da bize Muhammed'i tasdik edip O'na tabi olmayı emretse, "dediler. Yemin olsun ki onlar kendilerini büyük görmüşler," yani kibre kapılmışlar, hatta peygamber olmak veya daha büyük bir dereceye ulaşmak istemişler "azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir. " Yani zulümde haddi aşmışlar, dünyada Allah Tealâ'yı görmek istemeleriyle haddi aşmanın son noktasına varmışlar, vahiy getiren peygamberi yalanlamışlar, O'nun mucizelerine aldırış etmemişlerdir.
Onlar kıyamet günü diğer mahlûklarla birlikte "Melekleri gördükleri gün işte o gün suçlulara" yani kâfirlere "müjde yoktur." Ayetin manası, "cennetle müjdelenen müminlerden farklı olarak kâfirlere müjde verilmez" demektir. "Melekler: Size bugün müjde yoktur, mahrumsunuz, derler." Yani o zaman kâfirlere bu sözü söylerler. Ayette geçtiği şekliyle bu deyim, "hicran mahcura" düşmanla karşılaşmak, tehlikeli bir olayın meydana gelmesi durumlarında olduğu gibi güçlük zamanında söylenen bir ifadedir. Araplar bu deyimle, tehlikenin meydana gelmesinden Allah'a sığınmayı ve Allah'tan bu olayı ortadan kaldırmasını istemeyi kastederler. "el-Hıcr" lügatte ise men etmek demektir. Ehliyeti yeterli olmayanın koruma altına alınması yani tasarruftan men'edilmesi demek olan kelime de bu kötendir. Akıl için "hacr" kelimesi de kullanılmıştır. Çünkü akıl, sahibini bazı kötü davranışlardan korur.
"Biz onların işledikleri her ameli ele alıp ..." Dünyadaki küfürleri içinde işledikleri misafir ağırlama, akraba ziyareti ve darda kalmış kimseye yardım gibi iyi amellerini ele aldık, imanları olmaması sebebiyle bu amellerini boşa çıkardık. "... saçılmış toz zerreleri yaptık." Ayetteki "heba" kelimesi pencereden içeri giren güneş ışığı hattında havada görülen toz zerrecikleridir. Yani amellerini faydasız olma hususunda saçılmış toz gibi yaptık demektir.
"O gün cennetlikler en hayırlı yerde." Yani vakitlerinin çoğunda oturmak ve konuşmak için en iyi yerde istikrara kavuşurlar. Ayetin manası, cennetlikler kıyamet günü dünyadaki kâfirlerden daha hayırlı yerde istikrar bulurlar demektir, "en güzel dinlenme yerindedirler." "Makîlen" ise kaylûle ve rahat için sığındıkları yerdir. Bu istirahat, dünyadaki öğle uykusuna benzer şekilde gündüz ortasında sıcakta istirahat etmek gibidir. Zira cennette uyku yoktur. Hesabın öğle yarısında sona erdiği de bu ayetten anlaşılmaktadır. Nitekim hadis-i şerifte: "Öğle ortasında hesaba çekilmek sona erer. Cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde beklerler." [36]
Bu ayetlerde yer alan konu, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini inkâr eden ve Kur'an'ı yalanlayan müşriklerin dördüncü şüpheleri ve itirazlarıdır. Bunun özeti şudur: Allah niçin Muhammed'in davasında haklı olduğuna şahitlik edecek melekler indirmedi? Yahut Muhammed'i kendisinin bize gönderdiğini bildirmesi için Rabbimizi görsek olmaz mı?
Daha önce belirtilen üç şüphe ve itiraz şunlardı:
- Bu Kur'an, Muhammed'in uydurduğu bir iftiradan başka bir şey değildir.
- Bu Kur'an, öncekilerin masallarıdır.
- Peygamberimiz'e ait zikrettikleri ve bunların peygamberliği ihlâl ettiğini iddia ettikleri beş sıfat... Bunlardan biri şu sözleridir: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" [37]
Bu sahne kâfirlerin inkarcılık ve inatçılıkta ısrar ettikleri sahnelerden hayret verici bir sahnedir. Kur'an bu sahneyi şu ayetle tasvir etmektedir:
"Huzurumuza çıkacaklarını ummayanlar: "Bize melekler indirilse veya Rabbimizi görsek, derler."
Yani dirilişi, sevap ve cezayı inkâr eden müşrikler: "Peygamberlere indirildiği gibi bize de melekler indirilseydi biz de bunları apaçık görseydik, bu melekler bize Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasında sadık ve samimî olduğunu bildirseler, ya da gündüz açıkça Rabbimizi görsek, O da Muhammed'i bize kendisinin gönderdiğini bildirse ve bize onu tasdik edip ona uymamızı emret-seydi." derler. Bir başka ayette onların bu teklifleri şu şekilde anlatılır: "Yahut Allah'ı ve melekleri kefil olarak getiresin." (İsra, 17/92). Gerçek şudur ki bu sözleriyle sana büyüklenme, inkâr ve inatta devam etme maksadı güdüyorlardı. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
'Yemin olsun ki onlar kendilerini büyük görmüşler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir." Yani Allah'a yemin olsun ki onlar büyüklendiler, hakkı kabul etmeme gururunu gizlediler. Bu onların kalplerinde olan küfür ve inatçılıktır. Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi: "Onların göğüslerinde hiç şüphe yok ki asla yetişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur." (Gafir, 40/56). Onlar buna inandılar zulüm ve küfür hususunda haddi aştılar. Bu hususta son derece aşın gittiler. Bunlar bu çirkin söze ancak kibir ve azgınlıkları sebebiyle cüret ettiler.
Onlar gerçekte ise asla iman etmezler. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Eğer gerçekten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, her şeyi de onlara karşı (senin söylediklerine) kefiller olmak üzere bir araya getirip toplasaydık onlar Allah dilemedikçe yine iman edecek değillerdir." (En'am, 6/111).
Cenab-ı Hak daha sonra onların melekleri görme durumunu tehdit ederek bildirdi ve şöyle buyurdu:
"Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur. Melekler: Size bugün müjde yasaktır, mahrumsunuz." derler. Yani onlar melekleri iyi bir durumda görmezler, sadece kötü bir durumda görürler. Onlar melekleri ölüm anında ya da kıyamet gününde görürler. Melekler: "Size hayırlı bir müjde yoktur. Size hoşgeldiniz diyemiyeceğiz." derler. Onlara cehennemi ve Cebbar olan Allah'ın gazabını müjdelerler. Melekler onlara şöyle derler. "(Haydi) canlarınızı kurtarın. Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz, Allah'ın ayetlerinden kibirlenerek uzaklaştığınız için bugün horlayıcı bir azapla cezalandırılacaksınız." (En'am, 6/93).
Bir görüşe göre ise kâfirler, "hicran mahcûran" derler. Yani Allah'ın kendilerinden tehlike ve zararı kaldırması için: "Allah'a sığınırız, O'na niyaz ederiz." derler. Bundan maksat meleklerden sığınmalarıdır.
İbni Kesir diyor ki: Bu ifadenin kaynağı ve delili olsa da ayetin akışına göre bu uzak bir görüştür. Bilhassa cumhur bundan farklı bir görüşü ortaya koymuştur. Bu "hicran mahcûran" sözü meleklerin kâfirlere söylediği bir sözdür. Bununla, "mağfiret ve cennetle müjdelenmek, takva sahiplerine verilen müjde size haramdır, yasaktır. Bugün size kurtuluş haramdır." anlamı kastedilmiştir.
Bu müminlerin ecellerinin yaklaşması vaktindeki durumlarının aksinedir. Çünkü müminler hayırlarla ve sevinçli olayların meydana gelmesiyle müjdelenirler. Allah Tealâ şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Rabbimiz Allahtır deyip de sonra doğruluk üzere yürüyenlere, korkmayın, tasalanmayın vaad olunduğunuz cennette sevinin diye diye melekler inecektir. Biz dünya hayatında da ahirette de sizin dostlarınızız. Çok mağfiret edici ve çok merhamet edici Allah'tan bir lütuf olmak üzere burada canlarınızın hoşlandığı her şey sizindir. Burada ne isterseniz (hepsi) sizin." (Fussilet, 41/30-32).
Sahih hadiste Bera b. Azib'den (r.a.) rivayet ediliyor ki: "Melekler müminin ruhuna şöyle derler: Ey güzel cesetteki güzel nefis, eğer o cesedi imar ediyorsan çık. Ravh ve Rayhan cennetine ve gazaplı olmayan Rabbinin huzuruna çık."
Cenab-ı Hak daha sonra kâfirlerin dünyada iftihar ettikleri ikram, sadaka, esiri serbest bırakma, yardım isteyeni kurtarma, iltica edeni himaye etme, Beytullah'a ve hacılara hizmet etme gibi hayırlı hizmetlerinin boşa çıktığını haber verdi ve şöyle buyurdu:
"Biz onların işledikleri her ameli ele alıp saçılmış toz zerreleri yaparız." Biz kıyamet günü kulların işledikleri hayır ve şer amellerinin hesabı görüldüğü zaman dünyada kâfirlerin güzel amellerini ele alırız. Biz bu amelleri ya Allah için ihlâsı ya da Allah'ın şeriatına tabi olma şeklindeki amellerin kabulünün şer'î şartı bulunmadığı için hiçbir faydası ve yararı olmayan saçılmış toz gibi dağınık şekle getiririz. Zira Allah rızası için halisane yapılmayan ve Allah'ın razı olduğu şeriat metodu üzerine yapılmayan her amel batıldır. Kâfirlerin amelleri bu iki şarttan birini ve her ikisini de taşımamaktadır. Bu sebeple kabulden uzak olur.
Cenab-ı Hak bundan sonra o kâfirlerin durumuyla müminlerin durumunu karşılaştırdı:
"O gün cennetlikler en hayırlı yerde en güzel dinlenme yerindedirler." Yani cennet, en güzel sığınak ve konaktır, en kâmil istikrar yeridir. Buradakilerin durumu, müşriklerin cehennemdeki durumundan daha iyi, daha rahattır. "Müstekarr" istikrar yeri "makîl" kaylüle yeri demektir. Bu onların yer açısından en güzel yerde, zaman açısından da en güzel zamanda olduklarına işarettir. Cehennemde hayır olmaması sebebiyle ayetten murad Cenab-ı Hakk'm "Bu mu, yoksa ebediyet cenneti mi daha hayırlıdır." ayetiyle murad edildiği gibi tehdit ve azarlamadır.
Bu mahlûkatm hesabının yarım gün içinde biteceğine delildir. Nitekim ha-dis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Şüphesiz ki Cenab-ı Hak mahlûkatm hesabını yarım gün içinde görecektir. Bunun üzerine cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme yerleşecektir."
Bu ayetin bir benzeri Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Şüphesiz ki bugün cennetlikler sevinçli olarak bir zevk ve eğlence içindedirler. Kendileri de, eşleri de gölgelerdedir. Tahtların üzerine kurulup dayanmışlardır." (Yasin, 36/55-56). [38]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Dirilişten ve Allah'a kavuşmaktan korkmamak yani buna iman etmemek, Kur'an'm doğruluğunu ve Kur'an'ın kendisine indirildiği Peygamber'in doğruluğunu inkâr yolunda devam etmenin sebebidir.
İnkarcılığa saplanmak ve onu müdafaa etmek, kâfirleri Muhammed'in doğru sözlü olduğunu haber vermeleri için meleklerin inmelerini istemeleri yahut Muhammed'in risaletini haber vermesi için Allah'ı alenen görmek gibi ta'-ciz ve aşırılığa düşmelerine ve normal adetlerin dışına çıkmalarına sebep olacak taleplerde bulunur hale getirmektir.
Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde kâfirlerin isteklerini nakletmektedir: "Bizim için şu yerden bir pınarı akıtmazsan biz sana kesinlikle inanmayız. Yahut senin hurmalıklardan, üzümlüklerden bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın..." (İsra, 17/90-91).
Bunun için, Cenab-ı Hak buradaki tefsir edici ayetlerde şöyle buyurdu: "Yemin olsun ki onlar kendilerini büyük görmüşler ve azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir. " Zira onlar Allah'tan çok aşın istekte bulunmuşlardı. Çünkü melekler sadece ölüm anında görülebilir. Allah'ı ise dünyada gözler idrak edemez. O gözleri ihata eder. O latiftir, her şeyden haberdardır. Hiçbir göz O'nu göremez. Onlar mucizelerle ve bu Kur'an'la yetinmezlerse nasıl meleklerle yetinecekler? Halbuki onlar meleklerle şeytanları bile birbirinden ayırd edemezler.
2- Ölüm esnasında melekler görüldüğü zaman onlar müminlere cenneti müjdeler, müşriklere ve kâfirlere canlan çıkıncaya kadar demir topuzlarla vururlar. Melekler onlara şöyle der: "Size müjde yasaktır, mahrumsunuz." Yani "lâ ilahe illallah" diyen ve dinin esaslannı yerine getiren kimselerden başkala-nnın cennete girmeleri haramdır, yasaktır. İbni Abbas (r.a.) ve başkalanndan rivayet edildiği gibi bu söz ölüm esnasında söylenecektir. Bir başka rivayette ise: "Bu kıyamet günü söylenecek." denilmiştir.
3- Kâfirlerin bütün amelleri ve özellikle iyilik ve hayır olarak itikat ettikleri ve kendilerini Allah Tealâ'ya yaklaştıracağını zannettikleri amelleri küfürleri sebebiyle heder, batıl, faydasız ve yararsız olurlar. Zira bu amellerin kabul edilmesi için gerekli şer'î şart yani Allah'a iman ve yapılan amelin Allah için yapılması şartı bulunmamaktadır.
"Biz onların işledikleri her ameli ele alacağız." Bu ayet kıyamet gününün büyük değerine dikkat çekmektedir. Bunun manası daha önce açıkladığımız gibi, "Biz mücrimlerin kendilerine göre iyilik olarak kabul ettikleri amelleri ele alırız." demektir.
4- Cennetlikler istikrarlı bir yerde, sabit, değişmeyen bir makamda, rahat, ikameti hoş bir konakta cehennemliklerin durumunun tam tersi güzel bir durumdadırlar.
"O gün cennetlikler en hayırlı yerde, en güzel dinlenme yerindedirler." ayeti "De ki: Bu mu daha hayırlıdır, yoksa takva sahiplerine vaad edilen ebediyet cenneti mi?" ayeti gibi ihtar ve azarlama içindir. Cehennemde ve azapta hayır olmadığı halde cennetle cehennem mertebeleri arasındaki farka nazaran "hayr" kelimesi kullanılmıştır. Gerçekte ise buradaki "hayr" kelimesi ism-i taf-dil sigasından anlaşılan üstünlük değildir. Sadece cennetin tamamen hayır ve mutlak güzellik olduğunu ispat etmek içindir. Onun zıddı olan cehennemde asla hayır yoktur. [39]
25- O gün gökyüzü bulutlarla yarılacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir.
26- O gün mülk Rahman'ındır. Bugün kâfirler için çok zor bir gündür.
27- O gün zalim ellerini ısıracak, şöyle diyecektir: Ne olaydı, keşke ben de peygamberle beraber hak yolu tutsaydım.
28- Vah başıma gelenlere! Keşke falanı dost edinmeseydim.
29- Yemin olsun ki, bana öğüt gelmişken beni zikirden o saptırdı. Zaten şeytan insanı yapayalnız ortada bırakır.
"Ogün zalim ellerini ısıracak" ifadesi pişmanlık ve üzüntüden kinayedir.
"Keşke falanı dost edinmeseydim." "Falan" kelimesi burada sapan ve saptıran dosttan kinayedir. [40]
"O gün" kıyamet günü "gökyüzü" bütün gökyüzü "bulutlarla" beyaz bulutlarla "yarılacak," Bu ayet aynen "Gökyüzü parçalanacak" (Müzzemmil, 73/18) ayeti gibidir. Ayetin manası, "Gökyüzü kendisinden çıkan bir bulutla açılacak." demektir, "melekler bölük bölük indirileceklerdir." Yani melekler semanın her tarafından kulların amel defterleri olduğu halde ineceklerdir.
"O gün" hak olan "mülk Rahman" olan Allah "indir." Yani kıyamet günü sabit, değişmez olan mülk sadece Allah Tealâ'nındır. Bu hususta O'na hiçbir kimse ortak olmaz. "Bu gün" müminlerin hilâfına "kâfirler için çok zor" çok şiddetli "bir gündür."
"O gün zalim ellerini ısıracak." Bu ifade kıyamet günü pişmanlık ve üzüntüden kinayedir. Ayetteki "zalim" den murad zalimler cinsidir, yahut buradaki zalim önce kelime-i şehadeti söyleyen sonra da Übeyy b. Halefi razı etmek için dininden dönen müşrik Ukbe b. Ebî Muayt'tır.
Zalim "şöyle diyecektir: Ne olaydı, keşke ben de peygamberle" Hz. Muham-med'le "beraber hak yolu" hidayet ve kurtuluş yolunu "tutsaydım."
'Yemin olsun ki, bana öğüt" Allah'ın zikri, Kur'an ya da Rasulullah'ın (s.a) öğütü "gelmişken" beni O'na iman etmekten alıkoymak suretiyle "beni zikirden o saptırdı. Zaten şeytan" Rasulullah'a (s.a) aykırı davranmaya sevkettiği için İblis veya saptıran dost "insanı" kâfiri "yalnız bırakır." İnsan şeytanı dost edinir, nihayet şeytan onu helake sürükler, sonra onu terk eder. Belâ anında ise ondan uzaklaşır ve ona fayda vermez. [41]
İbni Cerir, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Übeyy b. Halef Peygamberi-miz'in (s.a.) yanına gelir, meclisinde bulunur, Ukbe b. Ebî Muayt onu bundan menederdi. Bunun üzerine "O gün zalim ellerini ısıracak." ayeti indi.
Bir başka rivayete göre: Ukbe b. Ebî Muayt Peygamberimizin (s.a) meclisinde sık sık bulunurdu. Ukbe Peygamberimizi (s.a) ziyafete davet etti. Peygamberimiz (s.a.) kelime-i şehadeti söylemedikçe yemeğini yemekten imtina etti. Bunun üzerine Ukbe kelime-i şehadet getirdi. Übeyy b. Halef Ukbe'nin arkadaşı idi. Übeyy Ukbe'yi azarladı. Ona:
- Dininden mi döndün? dedi. Ukbe:
- Hayır, ancak benim evimde olduğu halde benim yemeğimi yemekten imtina etti. Ben de O'ndan utandım. Kelime-i şehadet getirdim, dedi. Bunun üzerine Übeyy:
- O'na gidip, ensesine basmadıkça ve yüzüne tükürmedikçe senden razı olmayacağım, dedi.
Ukbe Peygamberimiz'i (s.a.) secde ederken buldu. Übeyy'in dediğini yaptı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Ben Mekke'den çıkarken başın kılıçla uçurulmuş olarak seninle karşılaşayım, dedi.
Ukbe Bedir Günü esir düştü. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Ali'ye onu öldürmesini emretti. Hz. Ali de onu öldürdü. Uhud'da mübareze esnasında Übeyyi yaraladı. Übeyy Mekke'ye döndü: "Ne olaydı, keşke ben de peygamberle beraber hak yolu tutsaydım." diyerek Mekke'de öldü.
Dahhak diyor ki: Ukbe Rasulullah'ın (s.a.) yüzüne tükürdüğü zaman tük-rüğü yüzüne döndü, tükrük iki parçaya bölündü, Ukbe'nin yanağını yaktı. Bunun izi ölünceye kadar yanağında kaldı. [42]
Müşriklerin meleklerin inmesini talep ettiklerini beyan ettikten sonra Allah Tealâ kıyamet gününün korkunç durumunu ve o zaman meleklerin ineceğinden mahşer yerindeki mahlûkatı çepeçevre kuşatacaklarını, zalimin yaptıklarından duyduğu acı ve üzüntüyle ellerini ısıracağını ve keşke emrettiği ve nehyettiği hususlarda Peygamber'e itaat etseydim, insan ve cin şeytanlarına itaat etmeseydim diye temenni edeceğini, daha sonra Allah'ın mahlûkatı arasında hüküm vereceğini bildirdi. [43]
"O gün gökyüzü bulutlarla yarılacak..." Yani ey Peygamber! Gökyüzünün bulutlarla yarılacağım, açılacağını, dünya nizamının değişeceğini, dünyanın sona ereceğini, bulutların parçalanması, çözülmesi ve havada dağılmaları sebebiyle güneş ve yıldızların buluta benzer bir şekil alacağını hatırlat. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman" (İnfitar, 82/1-2); "O gün gök açılmış, kapı kapı olmuş, dağlar yürütülmüş, bir serap haline gelmiştir." (Nebe, 78/19-20); "İşte o zaman kıyamet kopmuştur. Gök yarılmış, artık o gün çözülmüştür." (Hakka, 69, 15-16).
"...ve melekler bölük bölük indirileceklerdir." Yani melekler kullar için hüccet ve delil olmak üzere ellerinde amel defterleri olduğu halde inerler.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Onlar Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesini ve işlerinin bitirilmesini mi bekliyorlar." (Bakara, 2/210). "Bugün kâfirler için çok zor bir gündür." (Müddessir, 74/9-10). Müminlere gelince, Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi "Büyük korku onlara üzüntü vermez." (Enbiya, 21/103).
İmam Ahmed Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz'e (s.a.):
- Ya Rasulallah! "Mikdarı elli bin yıl olan gün" (Meâric, 70/4) ayetindeki gün ne kadar da uzun bir gün! dediler. Rasulullah (s.a.):
- Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki bugün mümine hafifletilir, hatta bu gün mümine, dünyada kıldığı bir farz namazdan daha hafif gelir, buyurdu.
"O gün zalim ellerini ısıracak ve şöyle diyecektir. Ne olaydı keşke ben de peygamberle beraber hak yolu tutsaydım."
Yani ey Peygamber! Müşriğin ve her zalimin hayatında ihmal ettiği kulluk vazifesi sebebiyle ve Rasulullah'ın (s.a) getirdiği hak ve hidayet yolundan yüz çevirmesi sebebiyle pişmanlık, acı ve üzüntü duyarak ellerini ısıracağı ve "Ne olaydı keşke ben de Rasulullah (s.a) ile birlikte kurtuluş ve selâmet yoluna gir-seydim." diyeceği kıyamet gününü hatırla.
"Vah başıma gelenler! Keşke falanı dost edinmeseydim." Ey helakim! Gel artık, senin vaktin geldi. Ne olaydı keşke ben kendisine uymakla beni bu dereceye düşüren, beni hidayetten alıkoyan ve sapıklık yoluna sokan ve beni saptıran falan kişiyi samimi dost, sıcak bir arkadaş edinmeseydim diyecektir. Bu dost ister Übeyy b. Halef ister Ümeyye b. Halef, isterse başkaları olsun fark etmez.
'Yemin olsun ki, o bana öğüt gelmişken beni zikirden saptırdı." Bu insanların sözünün devamıdır. Yani bana hak ulaştıktan sonra beni Allah'ı zikretmekten, imandan ve Kur'an'dan saptırdı.
"Zaten şeytan insanı yapayalnız ortada bırakır. "Bu Allah'ın kelâmı olup zalimin sözünden yapılan nakil değildir. Yani şeytanın âdeti insanı haktan çevirmek, haktan alıkoymak, insanı batıla çağırmak, batılda kullanmak, sonra da yüzüstü bırakıp belâ anında insandan uzaklaşmak, son noktada insana fayda vermemektir.
Şeytan, o zalimin samimi dostuna işarettir. Şeytanın sapıklığa düşürmesi gibi zalim de samimî dostu sapıklığa düşürdüğü için şeytan diye adlandırılmıştır.
Yani burada şeytan kelimesiyle İblis murad edilmiştir. Zira sapıklığa teşvik eden kimseyle dostluğa ve arkadaşlığa, Rasulullah'a (s.a) muhalif olmaya zevkeden, sonra da o kimseyi yalnız bırakan şeytandır. Yahut cins isim olup insanlardan ve cinlerden şeytanlık yapan herkes murad edilmiştir. Bu son mana en evlâ olan manadır.[44]
Müşrikler meleklerin indirilmesini talep ettiler. Cenab-ı Hak bunun şu dört vasfı taşıyan günde meydana geleceğini beyan etti:
1- O gün öyle bir gün ki o günde gökyüzü bulutlarla yarılacak yani yarılıp bulut haline dönüşecek. Bu geçip giden bulutlara benzemeyi ifade ediyor.
Rivayete göre gökyüzü yarılıp ince beyaz ve sis gibi bir bulut ortaya çıkabilir. Bu durum sadece İsrail oğullan Tîh çölünde iken meydana gelmiştir.
"Onlar (İslâm'a girmeyenler) Allah'ın buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesini ...mi bekliyorlar?" (Bakara, 2/210).
"Gökyüzü bulutlarla yarılacak" ayeti hem bu ayetin (Bakara, 2/210) hem de "Gökyüzü yarıldığı zaman" (İnfitar, 82/1) ayetinin manasını içinde toplamaktadır.
O gün insan ve cinlerin hesabı için melekler göklerden yeryüzüne inerler. Tenzîlen" kelimesinin manası bu inişi te'kit etmekte ve onların süratle indiklerine delâlet etmektedir.
2- O gün değişmeyen ve sürekli olan mülk sadece Rahman ve Rahîm olan Allah'ın olacaktır. Bu ulûhiyetin delilidir. Zira yok olan ve kesintili olan mülkiyet gerçek bir mülkiyet değildir. O gün bütün maliklerin mülkleri batıl ve geçersiz olur, iddiaları sona erer. Her melik ve mülkü zail olur. Gerçek mülkiyet sadece Allah'a ait olarak kalır.
3- O gün kâfirler için karşılaşacakları korkunç durumlar ve uğrayacakları perişanlık ve horlanma sebebiyle çok zor ve çetin bir gündür. O gün -bu ayetin ve daha önce geçen hadisin işaret ettiği gibi- müminler için farz namazdan dana hafiftir. O gün kâfirler için çok çetin olunca müminler için çok kolay olacaktır.
4- Bu gün kâfir zalimin ve her yalancı tağutun dünyada yaptıkları ihmalkârlıktan Rabbine ve Hz. Peygamber'e (s.a) iman etmemekten dolayı acı ve .ızııntü duyduğu için elini ısırdığı gündür.
"Zalim" kelimesi umum ifade eder, yani bütün zalimleri içine alır. Bu ara-iî. islâm'a yönelen ve bunun üzerine arkadaşı Ümeyye b. Halef el-Cümahî'nin -jahut bir başka rivayete göre kardeşi Übeyy b. Halefin- men'ettiği Ukbe b. EH Muayt'ı da içine alır.
"Ellerini ısırması" ifadesi samimi dostuna uyması ve dünyada cennete gidecek yol edinmemesi sebebiyle üzüntülü ve pişman olan kimsenin tavrını beyan etmektedir. Zalim ellerini ısırır, kâfiri dost edinip ona uyması sebebiyle kendi nefsi için veyl ve helaki davet eder, ve "Ne olaydı, keşke ben falan kimesyi dost edinmeseydim." der. Bu ayetle Ümeyye kastedilmiştir. Bu vaad sırf bu kişiye özel olmaması bilakis bu fiili yapan herkesi içine alması için Ümeyye'den kinaye olarak bahsetmiş, O'ndan açıkça belirtmemiştir.
Bu ifadelerde gecen "zalim", "falan" ve "şeytan" kelimeleri genel anlamdadır.
Bu samimî dost, arkadaşını Allah'ı zikretmekten, O'na iman etmekten, Kur'an ve Peygamberimiz'in (s.a.) öğüdünden saptırabilir.
Şeytan vesvese verir, küfür, şirk ve ma'sıyete teşvik eder, sonra kendisine tabi olanları yalnız bırakır. Ayetteki "el-hazl" kelimesi yardımı terk etmek ve onun fiilinden berî olmaktır. Allah'ın yoluna engel olan ve Allah'a isyan olan hususlarda kendisine itaat edilen herkes insanın şeytanıdır, azabın ve belânın inmesi anında insanı yalnız bırakır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Şeytan hani insanoğluna inkâr et, der de, o inkâr edince, Ben hakikaten senden uzağım, Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım, der." (Haşr, 59/16).
Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Musa'nın rivayet ettiği Peygambe-rimiz'in (s.a.) şu hadisi yer almaktadır: "İyi arkadaş ile kötü arkadaşın benzeri misk kokusu taşıyan kimseyle körük üfleyen kimse gibidir. Misk kokusu taşıyan ya sana bu kokuyu verir, ya da ondan satın alırsın. Körük üfleyen ya elbiseni yakar, ya da sen ondan pis koku bulursun." (Bu hadisi Ebu Davud Enes'in hadisi olarak rivayet etmiştir.)
Ebubekir el-Bezzar, İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Peygamberimiz'e (s.a.): Hangi meclis arkadaşlarımız daha hayırlıdır? denildi. Peygamberimiz (s.a.): Kendisini gördüğünüzde size Allah'ı hatırlatan, konuşması ilminizi artıran, ameli size ahireti hatırlatan kimsedir, buyurdu. [45]
30- Peygamber: "Ey Rabbim! Doğrusu kavmim, bu Kur'an'ı bırakıp terk etti." dedi.
31- Biz her peygamberin karşısına böylece suçlulardan bir düşman gurubu çı-karmışızdır. Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter.
32- Kâfirler: "Kuran, Muhammed'e toplu halde bir defada indirilmeli değil miydi?" dediler. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle indirdik. Onu tertil üzere okuttuk.
33- Müşriklerin sana getirdikleri her misale karşı biz sana onun hakikatini ve en güzel açıklamasını getirdik.
34- Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar, işte yerleri en kötü ve yolları en sapık olanlar bunlardır.
"Yerleri en kötü olan" ibaresi mecazî isnattır. Zira sapıklık yere nispet edilmez, o yerin ehline nispet edilir. [46]
"Peygamber" Hz. Muhammed (s.a) dünyada Rabbine şikayette bulunarak Ey Rabbim! Doğrusu kavmim "Kureyş'liler "bu Kur'an'ı bırakıp terk etti, de-
İi."
"Biz her peygamberin karşısına böylece suçlulardan bir düşman gurubu çı-karmışızdır." Biz senin karşına kavminin müşriklerinden düşmanlar çıkardığınız gibi, senden önceki her peygamber için de müşriklerden düşman gurubu çıkardık. O halde onların sabrettikleri gibi sen de sabret.
Bu ayette şerri yaratanın Allah olduğuna delil vardır.
Onları ezici bir şekilde yenme hususunda sana 'Yol gösterici ve" düşman-anna karşı "yardımcı olarak sana Rabbin yeter."
"Kâfirler: Kuran Muhammed'e" Tevrat, İncil ve Zebur gibi "toplu halde" )ir defada "indirilmeli değil miydi? dediler. Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle indirdik." Yani biz onu parça parça indirmek suretiyle onu ezberleme ve anlama hususunda kalbini güçlendirmek için bu şekilde peyderpey, zaman zaman indirdik. Çünkü Rasulullah (s.a.) Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. İsa'dan (a.s.) farklı olarak ümmî idi. Onlar ise yazı yazmasını biliyorlardı. Eğer Kur'an Muhammed'e (s.a.) toplu halde indirilmiş olsaydı onu ezberlemekte zorlanır, sıkıntı çekerdi. Ayrıca Kur'an'ın nazil oluşu durumu daha iyi kavramak ve mananın derinliğine varmak için olaylara göre idi.
"O'nu tertil üzere okuttuk." Yani onu parça parça getirdik, yahut onu 23 sene zarfında kolay anlaşılması ve ezberlenmesi için ağır ağır, zaman zaman, parça parça sana indirdik.
"Onların sana getirdikleri her misale karşı" senin peygamberliğini karalamak ve senin görevini geçersiz saymak için sadeliği, güzelliği ve kelimelerinin dizilişi hususunda atasözlerine benzer sözlere ve garip vasıflara karşı "biz sana onun hakikatini" onu reddedecek ve ona karşı esaslı cevap verecek sözleri "ve en güzel açıklamasını getirdik." Yani onlardan daha güzel açıklamayı ve onların batıla misal olacak tarzdaki garip sorularından daha doğru manayı getirdik.
"Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar" işte cehennemdeki "yerleri en kötü olanlar ve yolları" yani inkârları başkalarından "sapık olanlar onlardır." [47]
"Kafirler: Kur'an Muhammed'e toplu halde bir defa da indirilmeli değil miydi" dediler. 32. ayetin nüzul sebebi ile ilgli İbni Ebî Hatim, Hakim -sahihtir kaydıyla- ve Ziya el-Makdisî el-Muhtâra kitabında İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar:
Müşrikler: Eğer Muhammed (s.a) iddia ettiği gibi peygamber ise Rabbi niçin ona işkence ediyor? Kur'an'ı ona bir defada indiremez mi? ona bir-iki ayet indiriyor, dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Kâfirler: Kur'an Muhammed'e toplu halde bir defada indirilmeli değil miydi? dediler." ayetini indirdi. [48]
Müşriklerin itirazlarını, batıl iddialarını, meleklerin indirilmesi yahut Allah'ın görülmesi talepleri gibi inatçı ve ısrarlı tutumlarını, Kur'an'ı yalanlamalarını ve onu efsane olarak tavsif etmelerini beyan ettikten sonra Allah Tealâ Rasulullah'ın (s.a) göğsünün daraldığını ve kavminin Kur'an'ı terk etmesi sebebiyle onları Rabbine şikâyet ettiğini açıkladı. [49]
"Peygamber: Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur'an'ı bırakıp terk etti, dedi." Yani Rasulullah (s.a) Rabbine müşriklerin kötü davranışlarından ve düşük sözlerinden şikâyette bulunarak şöyle dedi: Ya Rabbi! Doğrusu benim kavmim olan Kureyşliler bu Kur'an'a kulak vermeyi terk ettiler, ona iman etmediler. O'nu dinlemekten ve ona tabi olmaktan yüz çevirdiler.
Müşrikler Kur'an'a kulak vermiyorlar ve onu dinlemiyorlardı. Nitekim Ce-nab-ı Hak onları şöyle anlatmıştı: "İnkâr edenler: "Bu Kur'anı dinlemeyin, onun hakkında yaygara yapın, belki de böylece siz üstün gelirsiniz." (dediler)." (Fussilet, 41/26).
Müşrikler kendilerine Kur'an okunduğu zaman çok gürültü çıkarıyor ve yaygara yapıyorlar, Kur'an'ı duymuyorladı. Bu Kur'an'ı terk etmek demekti. Aynı şekilde Kur'an'a iman etmemek ve onu tasdik etmemek de Kur'an'ı terk etmek sayılır. Kur'an'ın manasını düşünmemek ve anlamaya çalışmamak, Kur'an'la amel etmemek, onun emirlerine uyup nehiylerinden kaçınmamak da Kur'an'ı terk etmektir. Kur'an'ı bırakıp onun dışındaki şiir, söz, şarkı ve eğlenceye yönelmek de Kur'an'ı terk etmektir. İbni Kesir ayeti böyle açıklamıştır.[50]
"Biz her peygamberin karşısına böylece suçlulardan bir düşman gurubu çı-karmışızdır." Bu ayet Rasulullah'ın (s.a.) kavminden gördüğü eziyet, engelleme ve yüz çevirmeye karşılık ona yapılan ilâhî bir tesellidir. Yani Ey Muham-med üzülme! Allah'ın mahlûkatındaki ilâhî sünneti budur. Nasıl senin aleyhinde batıl sözler söyleyen müşrik düşmanları senin karşına çıkarmışsak aynı şekilde geçmiş ümmetlerin peygamberlerinden her birinin karşısına insanları kendi dalâletlerine ve küfürlerine davet eden zalim müşrik düşmanlar çıkar-mışızdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz bu şekilde her peygamberin karşısına insan ve cin şeytanlarını çıkardık." (En'am, 6/112). O halde onların sabrettikleri gibi sen de sabret. Risaletini tebliğe devam et.
İbni Abbas diyor ki: Peygamberimiz'in (s.a.) düşmanı Ebu Cehil idi. Hz. Musa'nın düşmanı amcasının oğlu Karun idi.
Fakat zafer ve üstünlük Rasulullah'ın (s.a.) olmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 'Yol gösterici ve yardımcı olarak sana Rabbin yeter." Seni hakka iletmek üzere, sana tabi olan, senin kitabına iman eden ve seni tasdik eden kimselere din ve dünyanın menfaatlerini gösterici olarak Rabbin Allah sana yeter. O düşmanlarına karşı dünya ve ahirette sana yardımcıdır.
Allah Tealâ "hidayet" ile "yardımı" birlikte zikretti. Çünkü hidayet müminlerin kâfirlere karşı zafere kavuşmalarının yoludur.
Müşrikler hiç kimse Rasulullah (s.a.) vasıtasıyla hidayete ermemesi, kendi sistemlerinin Kur'an sistemine galip gelmesi, üstünlük ve hakimiyet gücünü ellerinde tutmak ve güçler dengesinin kendi menfaatlerine ağırlık vermekte devam etmesi için insanların Kur'an'a uymalarını engelliyorlardı.
Cenab-ı Hak, Rasulullah'ın (s.a.) kavmini Rabbine şikâyet etmesini beyan ettikten sonra Mekke'li müşriklerin bir başka şüphesini şöyle anlattı:
"Kâfirler: "Kur'an Muhammed'e toplu halde bir defada indirilmeli değil •~ıivdi?" dediler."
Yani Mekke'li müşrikler hakkında onun uydurma ve iftira olduğu, eskilerin masalları olduğu şeklindeki önceki itirazlarına bir itiraz daha eklediler. O da şu sözleriydi: Eğer sen kendinin Allah tarafından gönderilen bir rasul olduğunu iddia ediyorsan Tevrat'ın Hz. Musa'ya, İncil'in Hz. İsa'ya ve Zebur'un Hz. Davud'a indirildiği gibi Kur'an'ı bize bir defada getirmen gerekmez miydi?
Ayetin manası şudur: Kur'an gerçekten Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, önceki ilâhî kitapların indirilmesi gibi Hz. Muhammed'e (s.a) bir defada indirilmeli değil miydi?
Allah Tealâ da bu itiraza şu ayetle cevap verdi: "Oysa biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle indirdik. Cibril'in diliyle onu tane tane okuttuk." Yani biz onu bu şekilde parça parça indirdik. Onu zaman zaman gönderdik. Olaylara ve meselelere ihtiyaç duyulan hükümlere göre 23 sene zarfında Cibril'in diliyle okuttuk.
Bunun pek çok hikmet ve faydaları vardır. En önemlileri şunlardır: [51]
a) Allah'ın şeriatını Peygamberimiz'in (s.a) kalbine iyice yerleştirmek, Kur'an'ın ezberlenmesi ve anlaşılmasına ve hükümlerinin gayet hassas ve kâmil bir şekilde uygulanmasına yardımcı olmak:
Peygamberimiz (s.a.) ümmî idi, onun ümmeti de iimmî olup okuma-yazma bilmiyorlardı. Kur'an eğer onlara bir defada inmiş olsaydı onu aynen muhafaza etmeleri zor olur, hata ve yanlışlık yaparlardı. Ayrıca Peygamberimiz'in (s.a) zaman zaman Cebraili görmesi onun azmini güçlendiren, ilâhî mesajı tebliğ etme ve hayat çizgisini düzeltme hususunda onu sabırlı olmaya, kendisine meydan okuyanlara karşı direnmeye, kavminin, eziyetlerine karşı tahammüllü olmaya ve cihadına devam etmeye sevk eden sebeplerden biriydi.
b) Mükellefleri bir anda pek çok hükümle yükümlü kılma meşakkatine sebep olmamak.
Eğer müminler şeriatın emirlerini bir defada alma talebiyle karşı karşıya gelselerdi belki de sıkıntı ve zorluğa düşecekler, bu emirleri uygulamaları basit ve kolay olmayacaktı.
c) İslâm hukukunda tedrîc prensibinin gözetilmesi: Nesilden nesile intikal eden âdet ve gelenekler ve genel örfler Arap toplumunda ve diğer toplumlara hâkim idi. Onlar kendilerine tahakküm eden âdetleri terk etmek talebiyle kar-şılaşsalardı dinden nefret edip yüz çevirirler ve hep birlikte: "örf ve adetlerimizi bırakmayız." diye ısrar ederlerdi. Hikmet, maslahat ve eğitimdeki basan gereği ve bu yerleşmiş yahut alışkanlık haline gelmiş âdetlerin değişmesi için Kur'an'ın parça parça inmesi ve gönülleri nihaî hükmü kabul etmeye hazırlamak üzere hükümlerde bir merhaleden bir başka merhaleye tedricen geçilmesi gerekliydi.
d) Olaylara, acil ve özel durumlara çözümler getirilmesi ve suallere en uygun, en isabetli cevapların verilmesi.
Eğer teşrî, ister barış isterse savaş durumuyla ilgili olsun bir defada olsaydı plan deşifre olur, müslümanların üzerine hakimiyeti elde etmek için düşmanlar tuzak kurarlardı, hilekâr ve sahtekârlar da şer'î hükmün geçerlilik derecesi hakkında kolayca şüphe uyandırırlardı.
"Onların getirdikleri her misale karşı biz sana hakkı ve en güzel açıklamasını getirdik." Yani o inatçı müşrikler sana bir delil veya şüphe getirseler, hakka aykırı söz söyleseler yahut peygamberliğin hakkında şüphe verseler biz onların sözlerini çürütecek, hüccetlerini iptal edecek gerçekte daha doğru, onların sözlerinden daha açık, daha net ve daha fasih olan değişmeyen hakikat ile onlara cevap veririz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, biz hakkı batılın tepesine atarız da o bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki, bu yok olup gitmiştir." (Enbiya, 21/18).
İnatçı kavmin Allah'ın Rasulü'nü (s.a) yalancılarla tavsif etmesinden sonra Allah Tealâ onların ahiretteki kötü durumlarını ve kötü, çirkin sıfatlarla cehenneme sürükleneceğine delâlet eden kıyametteki vasıflarını zikrederek şöyle buyurdu:
'Yüzüstü cehenneme sürüklenecek olanlar, işte yerleri en kötü ve yolları en sapık olanlar bunlardır." Yani zelil kılınarak, rezil edilerek ve horlanarak cehenneme sürüklenecek ve zincirlerle cehenneme götürülecek olan ve Allah'ın Rasulü'ne iftira eden o müşrikler cennet ehline göre en kötü yer olan cehennemdedir. Haktan sapan en kötü yoldadır.
Bundan maksat bu yoldan onları men etmektir. Nitekim önce geçen ayette "O gün cennetlikler daha hayırlı bir yerdedirler." buyurulmuştur.
Bundan maksat fazilet derecelerini beyan etmek değildir. Bu sadece cehennemliklerin kötü durumunu ve cennetliklerin iyi durumunu beyan etmekten ibarettir. Ayrıca kâfirlerin kıyametteki yerlerinin müminlerin yerlerine göre çok kötü olduğuna, onların yolunun müslümanların yoluna göre çok sapık olduğuna kâfirlerin dikkatini çekmektir.
Sahih-i -Buharî'de Enes b. Malik'ten (r.a.) rivayet edilmiştir ki, bir zat:
- Ya Rasulallah! Kıyamet günü kâfir nasıl yüzüstü hasredilecek? Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki:
- Onu ayakları üzerine yürüten Allah, kıyamet günü yüzüstü yürütmeye kadirdir. Tirmizî Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: "Kıyamet günü insanlar üç =ınıf halinde haşrolunacak: Bir sınıf, yaya, bir sınıf binek üzerinde, bir sınıf da yüzleri üzerinde haşrolunacak. Denildi ki:
-Ya Rasulallah nasıl yüzüstü yürüyecekler?
- Onları ayakları üzerinde yürüten Allah yüzüstü yürütmeye de kadirdir. jnlar yüzlerini her tümsekten ve dikenden sakınırlar." [52]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Müşrikler ve kâfirler Kur'an'ı çeşitli şekillerde terk ettiler. Ya dinlememek ve kulak vermemek suretiyle, ya onu düşünmemek ve anlamamak suretiyle, ya ona imanı terk etmek ve tasdik etmemek suretiyle, ya onunla amel et-memek, onun emirlerine uymamak, nehiylerinden kaçınmamak suretiyle, yahut Kurandan yüz çevirip cahiliyet sistemlerine ve kendileri gibi kâfir olan kimselerin yoluna uymak suretiyle terk ettiler.
Enes b. Malik Peygamberimiz'in (s.a) şu hadisini rivayet etmektedir: "Kim Kur'an öğrenirse ve mushafı asar da ona müracaat etmez, bakmazsa kıyamet günü Kur'an onunla ilgili olarak der ki: Ey âlemlerin Rabbi! Bu kulun beni terk etti. Benimle onun arasında hüküm ver."
İbnü'l-Kayyim diyor ki: Kur'an'ın terk edilmesi çeşitlidir:
a) Kur'an'ı dinlemeyi terk etmek ve ona iman etmemek,
b) Kur'an'ı okusa ve iman etse de onunla amel etmeyi terk etmek,
c) Kur'an'ın hakemliğini reddetmek,
ç) Kur'an'ı düşünmeyi ve manalarını anlamayı terk etmek,
d) Bütün kalp hastalıklarında (manevî hastalıklarda) Kur'an'la tedavi olmayı, onunla şifa istemeyi terk etmektir.
Bütün bunlar "Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı bırakıp terk etti." ayetine dahildir. Bir kısmı diğerinden daha hafif olabilir.
2- Hiçbir hak yoktur ki onun karşısında batıl olmasın. Hiçbir samimi ıslah eri yoktur ki onun düşmanları bulunmasın. Allah Peygamberi Hz. Muhammed (s.a) için kavminin müşriklerinden Ebu Cehil ve benzerlerini düşman kıldığı gibi her peygamber için kavminin müşriklerinden düşmanlar kılmıştır. Hakkı ve ıslah edici olana düşen görev önceki peygamberlerin sabrettiği gibi sabretmektir. Allah hak ve salâh ehlini hidayete eriştirecek ve onların başlarına gelen her musibette onlara yardım edecektir.
3- Ehl-i sünnet alimleri "Biz her peygamberin karşısına böylece suçlulardan bir düşman gurubu çıkarmışızdır..." ayetini Allah Tealâ'mn hayır ve şerrin yaratıcısı olduğuna delil olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bu ilâhî söz bu düşmanlığın küfür olduğu halde Allah tarafından yaratıldığına delâlet etmektedir.
4- Kureyş kâfirleri veya Yahudiler Kur'an'ın parça parça nazil olduğunu görünce, Tevrat'ın Hz. Musa'ya, İncil'in Hz. İsa'ya, Zebur'un Hz. Davud'a inmesi gibi Kur'an'ın da Hz. Muhammed'e toplu halde bir defada inmesini talep etmişlerdi. Halbuki bu kitapların inme şeklindeki farklılığın ayrı bir manası ve hikmeti bulunmaktadır.
5- Kur'an'ın parça parça inmesi Hz. Peygamberi (s.a) bu vahye tahammül edip onu hazmetme noktasında kalbini güçlendirmek içindir. Çünkü önceki kitaplar yazı yazan ve kitap okuyan peygamberlere indirilmişti. Oysa Kur'an ümmî bir peygambere indirildi. Ayrıca Kur'an'da nasih ve mensuh ayetler vardır, bazı meseleleri soran kimselere cevap niteliğinde ayetler vardır. Dolayısıyla Kur'an'ın parça parça gönderilmesi, Hz. Peygamber (s.a) için zihne daha iyi nakşeden, onunla amel edeceklere daha kolay gelen bir metod olmaktadır. Bu sebeple her yeni vahiy indikçe bu vahiy O'nun kalbinin tahammül etme gücüne güç katıyordu. Bu fayda ve hikmetler ayeti tefsir esnasında da zikredilmişti.
32. ayette geçen "kezâlike (böylece)" ifadesi ya müşriklerin aynı ayette yer alan sözlerinin devamıdır. Buna göre "kezâlike (böylece)" yani Tevrat ve İncil gibi demektir. Bu sebeple "kezâlike" kelimesinden sonra durulur ve sonraki kelimeyle okumaya başlanır.
Bir başka manaya göre "cümleten vâhideh" sözünde durulur, "kezâlike" ile okumaya başlanır. O zaman ayetin manası "Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle parça parça indirdik." demek olur.
İbnül-Enbarî diyor ki: Birinci mana daha iyi ve daha güzeldir. İkinci mana tefsirde yer almaktadır.
Nehhas ise şöyle diyor: Evlâ olan cümlenin "cümleten vâhideten" ibaresiyle tamamlanmasıdır. Çünkü "kezâlike" üzerinde durulur. Mana: "Tevrat, İncil ve Zebur gibi" olur. Halbuki bunların adı geçmemektedir.
6- Kur'an tertil ile, ağır ağır, yani parça parça inmiştir.
7- Allah Tealâ Rasulü'nü teyit etmekte, ona yol göstermekte ve yardımcı olmaktadır. Kur'an ona toplu halde inmiş olsaydı, sonra da ona bir şey sorsalardı onlara vereceği cevabı olmazdı. Kur'an parça parça inen kitap olur da insanlar sual sorarlarsa Peygamber onlara Allah tarafından gelen vahiyle cevap verirdi.
Nehhas diyor ki: Bu peygamberlik alametlerindendir. Çünkü ona neyi sor-salar cevabını alıyorlardı. Bu da ancak bir peygamber tarafından yapılabilir. Bu durum Kuran-ı Kerim'i onun ve ötekilerin gönlüne iyice yerleştirmek içindi. Eğer Kur'an içindeki farzlarla birlikte toplu halde inseydi insanlara ağır gelirdi. Eğer tek parça halinde inseydi hayır, hikmet ve doğruluk bulunan şeylere insanların dikkatlerinin çekilmesinin manası yok olurdu.
8- Cehennemlikler -yani kâfirler- ya daha önce de geçtiği gibi gerçekten yüzüstü sürüklenirler, ya da maksat zelil olma, perişanlık ve horlanmadır. Yahut gidiş yolunda hayrete delâlet etmektedir. Halbuki onlar cehennemde oldukları için yerleri en kötü olanlar ve yolları, dinleri en sapık olanlardır. [53]
35- Yemin olsun ki, biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Kardeşi Harun'u da kendisine vezir yaptık.
36- Her ikisine: "Ayetlerimizi yalanlayan kavme gidin." dedik. Sonunda o kavmi tamamen helâk ettik.
37- Nuh kavmini de, elçilerimizi yalanladıkları zaman suda boğmuş ve onları insanlara ibret kılmıştık. Biz zalimlere acıklı bir azap hazırladık.
38- Âd ve Semud kavmini, Ashab-ı Ress'i ve bunların arasında geçen bir çok nesilleri de helâk ettik.
39- Her birine misaller getirdik (ama dinlemediler). Biz de hepsini tamamen helâk ettik.
40- Yemin olsun ki, onlar (Mekkeliler) felâket yağmuruna tutulan kasabaya mutlaka uğramışlardır. Orasını görmediler mi? Doğrusu onlar tekrar dirileceklerini ummuyorlardı.
"Yemin olsun ki, biz Musa'ya kitabı" Tevrat'ı "verdik. Kardeşi Harun'u da" Allah'a davet etme ve O'nun adını yüceltme hususunda "kendisine" destek olacak bir "vezir" yardımcı "yaptık." Aynı vazifede birbirlerine destek oldukları için Hz. Harun'un peygamberlikte ona ortak olması buna aykırı değildir. "Vezir" bilinen manasıyla görüşünden istifade edilen ve önemli işlerde kendisine danışılan kimsedir. Melikin veya reisin veziri denilir. Zira vezir meliklik veya başkanlık mesuliyetinde ona yardımcı olmaktadır.
"Her ikisine: Ayetlerimizi yalanlayan kavme" Firavun'a ve kavmi olan Kıb-tîlere "gidin" dedik. "Sonunda" onları yıkıp yok ettik "o kavmi tamamen helâk ettik " Burada mahzuf bir cümle vardır: Gidin dedik, o ikisi de gittiler ve kavmi bunları yalanladı, biz de sonunda o kavmi helâk ettik, takdirindedir.
"Nuh kavmini de" hatırla. Hani onlar "elçilerimizi" Hz. Nuh'u ve diğer peygamberleri "yalandıkları zaman" yahut sadece Hz. Nuh'u yalanladılar. Ama onu yalanlamak bütün peygamberler tevhide davet etme hususunda ortak çizgide oldukları için diğer peygamberleri de yalanlamak demektir. Nuh kavmini tufan vasıtasıyla "suda boğmuş ve onları" yani onların boğulmalarını yahut bu kıssalarını kendilerinden sonraki "insanlara ibret kılmıştık." "Biz zalimlere acıklı bir azap hazırladık." Biz ahirette kâfirlere dünyada başlarına gelen azap dışında can yakıcı bir azap hazırladık. Bu cümle ya umum ifade eder, yahut tahsis eder, böylece zamir yerine (zahir) açık ifade kullanılmış olur.
Hz. Hud (a.s.) kavmi olan "Ad kavmini ve" Hz. Salih (a.s.) kavmi olan "Se-mud kavmini de" hatırla. (Semûd) kelimesi ya kabile ismi olarak gayr-i munsa-nftır. Yahut bir sülâlenin yahut büyük dedenin ismi ise gayri-munsanf değildir. "Ashabu'r-Ress" putlara tapan, kuyuları ve davarları olan bir kavim idiler. Allah bunlara Hz. Şuayb'i gönderdi.- Bir başka rivayete göre: Başkasını gönderdi- Onlar da onu yalanladılar. Onlar ress (örtülmemiş ve bina edilmemiş kuyu) etrafında otururlarken kuyu bu kimselerle ve evleriyle birlikte çöktü, "ve bunların" yani bu kavimlerin, Âd, Semud ve Ashabu'r-Ress kavimlerinin "arasında geçen bir çok nesilleri de helak ettik."
"Her birine" aleyhine hüccet ortaya koymak suretiyle "misaller getirdik." Biz onlara uyarı yapmadan helak etmedik. Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle "Biz de hepsini tamamen helak ettik."
'Yemin olsun ki onlar" yani Mekke kâfirleri Şam'a yaptıkları ticaretleri esnasında "felâket yağmuruna tutulan kasabaya" yani Lût kavminin kasabalarının en büyüğü olan Sodom kasabasına "mutlaka uğramışlardır." Çirkin fiilleri sebebiyle Allah o kasaba halkını taşlı yağmurla helak etti. Şam'a yaptıkları yolculukları esnasında "Orasını görmediler mi?" Ki böylece Allah'ın azabının eserlerini görerek ibret ve öğüt alsınlar. Bu soru hakikati tespit içindir. "Doğrusu onlar tekrar dirileceklerini ummuyorlardı." Onlar tekrar dirilmekten korkmayan kâfir kimselerdi. Bu sebeple onlar iman etmezler ve ibret almazlardı. [54]
Müşriklerin Kuran, peygamberlik ve öldükten sonra dirilme hakkındaki şüphelerini beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak bazı peygamberlerin kavimleriyle olan kıssalarını ve peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle başlarına inen azabı anlattı. Bu kıssalar müşrikler eğer küfür ve inatlarında devam ederlerse geçmiş ümmetlere gelen acıklı cezanın kendilerine de gelmesinden sakınmaları ve ibret almaları için anlatılmıştır.
Cenab-ı Hak burada şu dört kıssayı zikretti: [55]
"Yemin olsun ki biz Musa'ya Tevrat'ı verdik, kardeşi Harun'u da kendisine vezir yaptık." Cenab-ı Hak Hz. Musa'yı zikrederek anlatmaya başladı. Şöyle buyurdu: Allah'a yemin olsun ki biz Musa'ya Tevrat'ı verdik. Onunla birlikte kardeşi Harun'u da ona vezir olarak -yani destek veren, yardımcı olan bir peygamber olarak- gönderdik. Hz. Harun'un peygamberliği şu ayette sabittir: "Biz bizim rahmetimizde ona kardeşi Harun'u vezir olarak bağışladık." (Meryem, 19/53). Hz. Harun (a.s.) bu hususta Hz. Musa'ya tabidir. Bu sebeple her iki şahsa peygamberliği tebliğ etmek emredilmiştir.
"Biz her ikisine: "Ayetlerimizi yalanlayan kavme gidin." dedik. Sonunda o kavmi tamamen helak ettik."
Yani Allah Tealâ Hz. Musa ile Hz. Harun'a: "Risaleti tebliğ etmek, yani Allah'ın birliğini ve rabliğini, O'ndan başka ilâh olmadığını ve O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir varlık olmadığını duyurmak için Firavun'a ve kavmine gidin." diye emretti. Hz. Musa ile Hz. Harun Firavun'a gittiklerinde Firavun ve ordusu bunları yalanladı.
Nitekim Cenab-ı Hak başka surelerde bu durumu şöyle beyan etmektedir: "Hani Rabbi O'na mukaddes Tuvâ vadisinde şöyle nida etmişti: Firavun'a git. Çünkü o pek azmıştır. Bundan dolayı ona şöyle de: Senin hiç (küfürden) temizlenmeye meylin var mı? Seni Rabbini tanımaya irşad edeyim ki O'ndan korka-sın. Musa ona en büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o yalanladı ve isyan etti." (Nâ-ziât, 79/19-21).
"Sen ve kardeşin birlikte mucizelerimle gidin. İkiniz de beni anmakta gevşeklik göstermeyin. Firavun'a gidin. Çünkü o hakikaten azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki nasihat dinler, yahut (Allah'tan) korkar dedi. Bunun üzerine (Musa ve Harun) Ey Rabbimiz! Doğrusu biz onun bize karşı aşın gitmesinden yahut tuğyanını artırmasından endişe ediyoruz, dediler. Allah buyurdu ki: Korkmayın. Çünkü ben sizinle beraberim. Ben (her şeyi) işitirim, görürüm."
Firavun ve kavmi Hz. Musa'nın ve kardeşi Hz. Harun'un risaletini yalanlayıp Allah'ın birliğini kabul etmeyince Allah onları tamamen helak etti. Buyurdu ki: "Allah onları kökten yok etti. O kâfirler de bunun benzerine lâyıktırlar. " (Muhammed, 47/10).
Ey Mekke kâfirleri! Küfrün ve peygamberleri yalanlamanın akıbetini bekleyin. [56]
"Nuh kavmini de elçilerimizi yalanladıkları zaman suda boğmuş ve onları insanlara ibret kılmıştık." Yani Ey Muhammed! Nuh kavminin yaptıklarını kavmine anlat. Nuh kavmi aralarında 950 sene kalarak Allah'ın birliğine davet eden, kendilerini O'nun azabından ve cezasından sakındıran peygamberleri Hz. Nuh aleyhisselâmı yalanladılar. O'na pek az kimse iman etti, biz de onları tufanla boğduk. İnsanların ibret almaları için onları ders, öğüt ve ibret kıldık. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten her yanı su bastığı ve kabardığı zaman sizi gemide biz taşıdık. Onu sizin için bir öğüt ve ibret yapalım, onu belleyen kulaklar da bellesin diye." (Hakka, 69/11-12).
"Elçileri yalanladılar." sözü ile bir peygamberi yalanlayan bütün peygamberleri yalanlamış olur esası üzerine Hz. Nuh'un (a.s.) Yalanlanması maksadı güdülmektedir. Zira bir peygamberle diğeri arasında hiçbir fark yoktur. Onların Allah'ın birliği ve putlara tapmayı terk etmek için yaptıkları davet aynıdır. Allah'ın kendilerine her rasulü gönderdiği farz edilse bile onlar bunu yalanlayacaklardır.
Daha sonra Cenab-ı Hak hükmü genel hatlarıyla beyan ederek şöyle buyurdu: "Biz zalimlere acıklı bir azap hazırladık." Biz Allah'ı inkâr eden ve Onun peygamberlerine iman etmeyen ve peygamberleri yalanlamak hususunda onların yoluna giren her zalim için ahirette acıklı bir azap hazırladık.
Bu ifadede Kureyş kâfirlerine, Nuh kavmine isabet eden azap gibi kendilerine de azap isabet edeceği şeklinde tehdit yapılmaktadır. [57]
Ey Peygamber! Yine kavmine peygamberleri Hz. Hud'u yalanlayan Âd kıssasını, peygamberleri Hz. Salih'i yalanlayan Semud kabilesi kıssasını ve putperest bir kavim olup kuyuları ve davarları bulunan Ashabu'r-Ress (kuyu sahipleri) kıssasını anlat.
Allah bunlara Hz. Şuayb'ı (a.s.) -bir görüşe göre başka peygamberi- gönderdi. O da onları Allah'ın birliğine, kendi risaletine iman etmeye davet etti. Onlar da peygamberi yalanladılar. Onlar kuyunun etrafında otururlarken Allah onları da evlerini de yerin dibine geçirdi.
İbni Cerir Ashabu'r-Ress'ten muradın Bürûc Suresi'nde zikredilen "Asha-bü'1-Uhdûd" olduğu görüşünü tercih etmiştir.
"... ve bunların arasında geçen bir çok nesilleri de helak ettik." Yani Nuh kavmi, Âd, Semud Kavmi ve onlar peygamberleri yalanlayınca biz onların hepsini helak ettik.
"Her birine misaller getirdik. Biz de hepsini tamamen helak ettik." Bu kavimlerden herbirine hüccetleri beyan ettik ve delilleri açıkladık, onların mazeretlerini kaldırdık. Onlar da iman etmediler, bütün şüphelerine ve itirazlarına cevap verilmesine rağmen yalanladılar. Biz de onları şiddetle helak ettik. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik." (İsra, 17/17).
"el-Karn" kelimesi zahir olan görüşe göre, bir zaman içinde çağdaş olan ümmet demektir. Onlar gidip de yerlerine başka bir nesil geçmişse bu başka bir ümmettir. Nitekim Buharî ve Müslim'in Sahih 'lerinde şu hadis yer almaktadır: "Asırların hayırlısı benim asrımdır. Sonra bundan sonra gelenlerdir. Daha sonra da onlardan sonra gelenlerdir." [58]
"Yemin olsun ki onlar felâket yağmuruna tutulan kasabaya mutlaka uğramışlardır. " Yani Mekke müşriklerine çeşitli bir ibretleri hatırlat. Bu ibretli olay şudur: Allah'a yemin olsun ki Mekke'liler yaz seferlerinde Şam'a yaptıklan ticaret seferleri esnasında Lût kavminin en büyük kasabaları olan Sodom kasabasına uğramışlardır.
Allah onları pişkin tuğladan yapılmış taş yağmuruyla yerin altını üstüne getirerek helak etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Üstlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Önceden uyarılan kimselerin yağmuru ne kötüdür!" (Şuara, 26/173). Onlara, fuhuş irtikap ettikleri için bu ceza verilmiştir.
"Orasını görmediler mi? Doğrusu onlar tekrar dirileceklerini ummuyorlardı." Mekkeliler peygamberleri yalanlamaları ve Allah'ın emirlerine muhalefet etmeleri sebebiyle bu kasaba halkının başına gelen ilâhî azabı ve cezayı görmediler mi? Onlar gerçekten bunu görmektedirler. Ama ibret almadılar. Mekkeli-lerin ders ve ibret almamalarının ve Hz. Peygamber'i (s.a) yalanlamalarının sebebi öldükten sonra dirilmekten korkmamaları ve kıyamet gününü beklememeleridir.
Bu, Allah Tealâ'nın daha önce bu surede ifade buyurduğu "Bilâkis onlar kıyameti yalanladılar." (Furkan, 25/11) gerçeğini te'kit etmektedir. Çünkü ahi-ret gününden ve ahiret günündeki sevap ve cezadan korkmamak Rasulullah'ın (s.a.) davetinden yüz çevirmenin asıl sebebidir.
Razî "onlar dirilmeyi ummuyorlar" ayetindeki "reca (ümit)" kelimesinin gerçek anlamında olduğunu tercih etmektedir. Zira insan mükellefiyetin zorluklarına ancak ahiret sevabını ümit ederek katlanabilir. Ahirete iman etmeyen sevabını ummaz, dolayısıyla bu zorluklara katlanmaz. [59]
Burada bu kıssaların anlatılmasının amacı gayet açıktır. Bu müşrikleri Peygamberimiz'i (s.a.) yalanlamaktan ve bu sebeple Allah'ın elçilerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin başına gelen azabın kendilerine gelmesinden sakındır-maktır.
Birinci Kıssa: Hz. Musa (a.s.) ile kardeşi Hz. Harun (a.s.) kıssasıdır. Onların beraberinde Tevrat vardı. Allah'ın varlığına iman etmeye ve birliğini kabul etmeye davet etmek için Firavun'a ve kavmi olan Mısır kıptîlerine gitmekle emrolundular. Onlar peygamberliğin ve tevhidin doğruluğunu gösteren Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Allah da onları tamamen yok etti. Denizde boğmak suretiyle şiddetle helak etti.
İkinci Kıssa: Hz. Nuh (a.s.) ile 950 sene müddetle Allah'ın birliğine ve putperestliği terk etmeye davet ettiği kavminin kıssasındadır. Başka hiçbir peygamber, kavmiyle birlikte bu kadar kalmamıştır. Nuh kavmi kendisini yalanlayıp da Nuh (a.s.) onların iman etmelerinden ümidini kesince Allah tufan ile hepsini suya gark etti. Onları insanlığa kudretinin açık bir delili olarak kıldı. Nuh kavminin müşriklerine ve bütün zalimlere ahirette acısı şiddetli bir azab hazırlamış, iman edenleri Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemi'de kurtuluşa erdirmiştir.
"Peygamberleri yalandıkları zaman" sözüyle cinsi zikredilmiş ve bununla sadece Hz. Nuh murad edilmiştir. Çünkü bu vakitte kendilerine gönderilen peygamber sadece Hz. Nuh (a.s.) idi. Hz. Nuh "lâ ilahe illallah" mesajıyla ve Allah Tealâ'nm indirdiği kitaba iman ile gönderilmişti. Nuh kavmi Hz. Nuh'u yalanladıkları zaman bunun içerisine ondan sonra bu ulvî kelime ile gönderilen herkesi yalanlamış olmaktadırlar.
Üçüncü Kıssa: Âd, Semud ve Ashab-ı Ress ile bu kavimlerin aralarında gelip geçen sadece Allah'ın bildiği kavimlerin kıssalarıdır. Bunların hepsine uyarı yapılmış ve bunlara hakikî misaller verilmiş, hüccetleri beyan edilmiş, onlar ise imanı reddetmişler, peygamberleri yalanlamışlardı. Allah da onları azapla helak etmiş ve tamamen yok etmişti.
"Ress" Arap dilinde inşa edilmeyen kuyu demektir. "Ashab-ı Ress" daha önce anlattığımız gibi putlara tapan, kuyu ve davarları olan bir kavim idi. Ce-nab-ı Hak bu kavme Hz. Şuayb'ı (a.s.) gönderdi. Hz. Şuayb onları İslâm'a davet etti. Onlar da tuğyanlarında ve ona eziyet etmeye davet etti. Onlar kuyunun etrafında iken Allah onları ve yurtlarını yerin dibine geçirdi.
Bir başka görüşe göre Ress Yemame'de bir kasaba olup peygamberlerini öldüren ve helak olan bir kavim idi. Onlar Semud kavminden geriye kalanlardı.
Dördüncü Kıssa: Hz. Lût (a.s.) ile beş kasabadan meydana gelen kavminin en büyük kasabası olan Sodom kasabası halkının kıssasıdır.
Hz. Lût (a.s.) onları Allah'a iman etmeye ve putperestliği terk etmeye ve fuhuştan arınmaya davet etti. Onlar da bulundukları durumda devam etmekte ısrar ettiler. Çünkü onlar öldükten sonra dirilmeyi tasdik etmiyorlar, ahiretin sevabını ummuyorlardı. Allah da onları felâket yağmuruyla yani gökten yağan taş yağmuruyla helak etti. Mekke müşrikleri yolculuklarında bu şehirlere uğruyorlar, buna rağmen buradan ibret almıyorlardı.
İbni Abbas diyor ki: Kureyş Şam'a gönderdikleri ticaret kervanlarıyla Lût kavminin şehirlerine uğruyorlardı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Siz onlara (onların yurtlarına) sabah-akşam uğruyorsunuz." (Saffat, 27/137). "Bu ikisi de apaçık bir yol üzerindedir." (Hıcr, 15/79).
Allah Tealâ Lût kavminin kasabalarından dördünü helak etti, geriye bir kasaba kaldı. [60]
41- Onlar seni gördükleri zaman seni sadece alaya alırlar: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" (derler).
42- "Eğer putlara inanmak hususunda ısrar etmeseydik, neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı." derler. Onlar azabı gördükleri zaman, yolu sapık olan kimmiş bileceklerdir.
43- Nefsi arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?
44- Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya düşündüklerini mi sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Hatta onlar tuttukları yol bakımından hayvandan da aşağıdırlar.
"Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur1?" Buradaki soru alay etmek ve hiçe almak içindir. Burada işaret zamiri tahkir manasında kullanılmıştır.
"Nefsî arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü?" hayret ifadesidir. Burada önemine binaen ikinci mef ul birinciye takdim edilmektedir. Cümlenin aslı "İttehaze ilâhehu hevâhü" şeklindedir. Yani hiçbir hücceti dinlemeden ve hiçbir delili görmeden nefsî arzusuna itaat etmek ve dinini üzerine kurmak hususunda heva ve hevesini kendisine ilâh edinmiştir. [61]
"Onlar seni gördükleri zaman seni sadece alaya alırlar." Onlar seni sadece alay konusu ederler, seni alaya alınacak kişi olarak kabul ederler.
"Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" derler. Burada "derler" veya "diyerek" şeklinde tahkir edilecek bir kelime mahzuftur. Buradaki soru ifadesi alay ve takdir içindir. Kullanılan ism-i işaret ("bu mudur" sözü) basite almak ve kendi kanaatlerine göre peygamberliğe ehil olmadığını ifade etmek içindir.
"Eğer putlara inanmak hususunda ısrar etmeseydik neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı." Yani "Eğer biz tanrılarımıza tapmak hususunda sebatkâr davranmasaydık tevhide davet etmek hususundaki onun aşırı gayreti sebebiyle bizi tanrılarımızdan yüz çevirmeye ve saptırmaya çalışacaktı. Bu ifade müşriklerin Efendimizin (s.a) Rabbine davet hususunda zirveye vardığı hususunda açık bir itiraftır.
"Onlar" ahirette "azabı" açık bir şekilde "gördükleri zaman ... bilecekler." Bu onların "neredeyse o bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı." şeklindeki sözlerinin cevabıdır. Zira onlar Rasulullah'ı (s.a.) sapıklığa nispet ettiler. Bu ayet mühlet müddeti uzun olsa da onların bu azaptan kurtulamayacaklarına delil ve tehdittir. Bu vaid onlara mutlaka erişecektir. Bu azabın gecikmesi sakın onları aldatmasın. Azap onlara inecek ve o zaman müminlerin mi yoksa onların mı daha hatalı bir yolda olduğunu gayet iyi bileceklerdir.
"Nefsi arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü?" Bana nefsî arzusuna itaat etmek ve dinini bunun üzerine bina etmek için hiçbir hücceti ve hiçbir delili görmemek suretiyle nefsî arzusunu ilâh edinen kimseden haber ver. "Ona sen mi vekil olacaksın?" Sen onu nefsine tabi olmaktan yani uçuruma düşmekten koruyacak, şirk ve maiyetlerden ve bu durumundan kurtaracak koruyucu mu olacaksın?
"Yoksa sen onların çoğunun" anlayacak tarzda "işittiklerini veya" kendilerine söylediğini "düşündüklerini" dolayısıyla bu ayetlerin ve hüccetlerin onlara fayda vereceğini "mi sanırsın" ki onların durumlarına önem veriyorsun ve onların iman edeceklerini umuyorsun? Bu ifade öncekinden daha şiddetli bir ayıplamadır. Hatta bu ayıplama öncekinin yerine geçebilecek bir ifadedir.
"Onlar ancak hayvanlar gibidirler." Onlar ayetlerin ulvî mesajından yararlanmama hususunda otlayan hayvanlar gibidirler. "Hatta onlar tuttukları yol bakımından hayvandan da aşağıdırlar." Onlardan daha yanlış yol üzerin-dedirler. Çünkü hayvan onun bakımını üstlenen kimseye boyun eğer. Halbuki onlar kendilerine pekçok nimetlerle lütufta bulunan mevlâlarına ve yaratıcılarına itaat etmezler. Şeytanın kötülemesi sebebiyle O'nun ihsanını tanımazlar. En büyük yarar olan "sevab"ı talep etmez, en şiddetli zarar olan "azap"tan sakınmazlar. [62]
"Onlar seni gördükleri zaman..." 41. ayetin, Ebu Cehil hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü Ebu Cehil arkadaşlarıyla birlikte Peygamberi-miz'in (s.a.) yanına uğramış ve alaylı bir tarzda: "Allah'ın rasul olarak gönderdiği bu mudur?" demişti. [63]
Müşriklerin Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini inkâr etmeleri, peygamberlerimizin peygamberliğine dil uzatmaları, onun risaletine iman etmeleri, bu konuda asılsız iddialar ve değersiz şüpheler ortaya atmaları hususundaki tavırlarını beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak onların taşkınlık, aşırılık, kibirlenme konusunda ileri gittiklerini, bu peygamberle alay etmek, onun şahsını küçümsemek, onun derecesini düşürmeye çalışmak suretiyle bu peygambere karşı kötü davrandıklarını, onun peygamberlik için seçilmesini hafife aldıklarını ve bu konuda daha da ileri giderek onun davetini "başkalarını sapıklığa düşürme" olarak adlandırdıklarını beyan etti.
Müşrikler bu kuvvetli davetin, bu sarsılmaz hüccet ve ayetlerin tesirinden sakmdırmaya yöneldiler.
Putperestlikte ısrar etmeleri ve tanrılarına tapmaya sarılmaları olmasaydı, bu davet onları iman etmeye ve batıl dinlerini terk edip İslâm dinine yönelmeye götürecekti. [64]
Allah Tealâ müşriklerin Rasulullah (s.a.) ile alay ettiklerini ve onu ayıp ve kusurla ayıpladıklarını bildirerek şöyle buyurmaktadır:
"Onlar seni gördükleri zaman seni sadece alaya alırlar." Ey Peygamber! Allah'ı ve Rasulü'nü inkâr eden müşrikler seni gördükleri zaman seni kendilerinin içinde bulundukları izzet, liderlik ve zenginlikle senin içinde bulunduğun fakirlik, yetimlik ve kimsesizliğini karşılaştırarak seni alay ve eğlence konusu ederler ya da alaya alınacak kişi kabul ederler.
"Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" derler. Onlar hiçe alarak ve basit görerek: "Allah tarafından bize peygamber gönderilen bu mudur?" derler. Nitekim Cenab-ı Hak başka peygamberlerin durumu hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Senden önceki peygamberler ile de alay edildi." (En'am, 6/10).
Allah o müşrikleri rezil-rüsvay eylesin! Allah'ın Rasulü yoluyla hayatıyla, tasarruflarıyla, ahlakıyla, düşüncesiyle ve tatlı konuşmasıyla hem peygamberler hem de bütün insanlık için en üstün ideal şahsiyet idi.
Fakat bu, gerçekleri gizlemekte ve faziletleri örtmekte ısrar eden kâfirlerin küfürde inat etmeleridir. Oysa onlar kalplerinin derinliğinde gerçeği görmekte ama gerçeği ortaya koymamaktadırlar. Şu sözleri bunun delilidir: "Eğer putlara inanmak hususunda ısrar etmeseydik, neredeyse bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı, derler." Yani kendileri içinde bulundukları durumda devam edip sebat ve tahammül göstermeselerdi, putperestliğe, efsanelere, olgun akıl sahibinin kabul edemiyeceği hurafelere sımsıkı sarümasalardı akıllarınca Muham-med (s.a) onları neredeyse putlara tapmaktan yüz çevirtecekti.
Burada onların çelişki içinde olduklarına ve inandıkları gerçeğin zıddını ortaya koyduklarına açık delil vardır. Çünkü onlar doğru sözlü, güvenilir, üstün akıl sahibi Muhammed Mustafa'yı (s.a) peygamberlikten önceki 40 yıllık ömrü müddetince gayet iyi tanımışlar, hiçbir gün ona herhangi bir ayıplama yahut tenkit yöneltmemişlerdi. Aksine -gayet iyi bilindiği gibi- kavminin tamamı tarafından saygı ve ta'zime lâyık görülüyordu.
Ayrıca müşriklerin bu sözlerinde kendileri kuvvetli hüccetler ve esaslı delillerle tevhide ve putperestliği terk etmeye davet etmesi sebebiyle Hz. Muhammed'in (s.a) kendileri üzerindeki kuvvetli tesirini zımnen itiraf ettikleri yer almaktadır. Hatta büyüklenme, inatçılık, aşırılıkları ve Peygamberimiz'in (s.a.) yaptıklarını "saptırma" olarak nitelendirmeleri olmasaydı dinlerinden ayrılıp İslâm'a girmeleri yakın bir ihtimal olmuştu.
Allah Tealâ onların sözlerini anlattıktan sonra onların metodlarını çürüttü ve görüşlerini üç açıdan tenkit etti:
a) "Onlar o azabı gördükleri zaman yolu sapık olan kimmiş, bilecekler." Bu ifade şiddetli bir vaiddir. Hakkı görmezden gelmeye delil ve incelemeden yüz çevirmeye ve onların saptırma ile tavsif etmelerine karşı bir tehdittir. Çünkü onlar kaçamayacakları azabı görünce kimin hatalı yolda olduğunu idrak edeceklerdir. Hatalı yolda olan, liderleri Hz. Muhammed (s.a) olan müminler mi, yoksa onlar mı? Sapan kim? Saptıran kim gayet iyi bileceklerdir.
b) "Nefsi arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?" Bu ayet nefsî arzulan kendisine hakim olan kimsenin hak dine davet etmesinde fayda olmayacağına dikkat çekmektedir.
O halde nefsine itaat edip dinin emirlerini onun üzerine bina eden kendisini tamamen taklitçilik kaplayan, kulağını ikna edici delili ve parlak burhanı dinlemeye kapayan, arzularının güzel gördüğü her şeye boyun eğen kimse nefsî arzularını ilâh edinmiş demektir. Bu kimseye iyi bak! Bu durumda sen onu şirkten ve masıyetlerden men edemezsin. Onu hidayete davet etmeye gücün yetmez, onu dalâletten söküp alman için onun işlerine koruyucu olmaya ve onu hidayete ve doğruluğa irşad etmeye de gücün yetmez. Zira o kimse kendi heva-sıyla güzel gördüğü şeyi dini ve mezhebi kılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ya kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam mı? (Allah'ın hidayet ettiği kimseler gibi tanınacak?) Şüphe yok ki Allah kimi dilerse şaşırtır." (Fatır, 35/8).
İbni Abbas diyor ki: Cahiliyette insanlar beyaz taşa bir müddet ibadet eder, başka taşı daha güzel görürse birincisini bırakır, ikincisine tapardı.
Bu onların puta tapmalarında taklitçilik ve nefsî arzulara tabi olmaktan başka hiçbir hüccetleri olmadığına onları hak yola irşad edecek hiçbir düşünce ve selim akıl bulunmadığına delildir.
Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: "Sen onlar üzerine hakim değilsin." Gâşiye, 88/22); "Sen onlar üzerine zor kullanacak değilsin." (Kaf, 50/45); "Dinde (dine girişte) hiçbir zorlama yoktur." (Bakara, 2/256).
c) 'Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya düşündüklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Hatta onlar tuttukları yol bakımından hayvandan da aşağıdırlar."
Bu öncekinden daha şiddetli bir kötülemedir. Bunun için Cenab-ı Hak em=yoksa) ifadesiyle bunu zikretmiştir. Yani geçen ifadeyi şöyle kenara bıraksak demektir.
Ayetin manası şudur: Sen zannediyor musun ki onların çoğu düşünerek ve sulayarak dinliyorlar? Yahut kendilerine okunan, kendilerini faziletlere ve güzel ahlâka ileten Kur'an hakkında düşünüp kafa yoruyorlar mı zannediyorsun? Ki onları senin davetine ikna etmek için ve onları doğru inanca çevirmek için kendini son derece yoruyorsun. Onların durumu otlayan hayvanlar gibidir: Hatta serbest bırakılan hayvanlardan daha kötü durumdadırlar, yolları onlardan daha yanlıştır. Çünkü bu hayvanlar kendilerine hayırlı ve faydalı olan şeyleri yaparlar, zararlı ve tehlikeli olan şeylerden kaçınırlar. Onlara gelince kendi menfaatlerini hakkıyla takdir edemezler. Bu sebeple onları masıyetler içinde şaşkın bir halde kendilerini tehlikeye atmış vaziyette görürsün. Yaratıcının kendi üzerlerindeki nimetine şükretmezler, onun ihsanını ve şeytanın kendilerine yaptığı kötülüğü bilmezler. Kendileri için uhrevî sevabı gerçekleştirecek şeyleri yapmazlar, kendilerini ceza ve azaba götürecek şeylerden de kaçınmazlar.
Tamamı değil de "onların çoğu" ifadesinin kullanılmasına sebep bazılarının Allah Tealâ'yı tanıyıp İslâm'ın hak olduğunu bilmeleri fakat başkanlık sevgisi sebebiyle müslümanlığını ilân etmemeleridir.
Bu onların doğru idraki ve fıtrî şuuru kaybettiklerine, duyu organlarını ve ilâhî kabiliyetleri çalıştırmadıklarına delildir. Eğer onlar bu kabiliyetleri gereğince hiçbir taassuptan, atadan kalma taklitçilikten ya da liderlik ve hakimiyet sevgisi gibi nefsî arzulardan etkilenmeden düşünürlerse hak ve tevhid mesajına boyun eğerler, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in (s.a) davetine iman ederlerdi. [65]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Müşrikler Peygamberimiz'i (s.a.) alay ve küçümseme edasıyla karşılıyorlardı. Bundan daha korkunç ve daha çirkin bir suç olur mu?
2- "Eğer putlara inanmak hususunda ısrar etmeseydik neredeyse bizi ilahlarımızdan saptıracaktı." ayeti şu hususlara delâlet etmektedir.
- Onlar bu daveti "saptırma" olarak adlandırdılar.
- Rasulullah (s.a.) onları putlara tapmaktan vazgeçirmek hususunda güç ve gayretini son dereceye kadar sarf etmişti.
- Onlar peygamberlik mucizelerini sırf inkâr ve taklitçilikle itiraz ettiler.
- Kavmi Peygamberimizin (s.a.) hüccetinin kuvvetli oluşunu ve mükemmel aklını itiraf ettiler. Fakat onlar deliler gibi taşkınlık yaptılar, Peygamberimizle (s.a.) alay ettiler. Bu ifade, bilgisiz, aciz ve kendi durumu hakkında şaşkınlığa düşen kimsenin tavrıdır.
3- Müşriklerin bu çirkin tavırlarına karşı Cenab-ı Hak tarafından verilen kesin cevap üç şekildeydi:
a) Onlar azabı müşahede ettikleri zaman kimin dinen sapık olduğunu, kendilerinin mi yoksa Muhammed'in mi daha sapık olduğunu idrak edeceklerdir.
b. Onlar bilgisizlikleri ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmeleri sebebiyle Allah'ın kendilerinin yaratıcı ve nzık vericisi olduğunu ikrar etmelerine rağmen kendi nefsî arzularını ilâh edindiler, şirk üzerine ısrar ettiler, babalarını taklit ettiler, hüccetsiz olarak taşlara tapındılar.
3. Onların çoğu Peygamberimiz'in (s.a.) söylediklerini kabul etmek niyetiyle duymazlar ya da düşünmezler ve akıllarını kullanmazlar. Yani onlar aklı olmayan ve işitmeyen kişi mertebesindedirler. Onlar ahireti düşünmeyen hayvanlar gibidirler. Hatta onlardan da aşağıdırlar. Zira hayvanlara hesap ve ceza yoktur.
4. Cenab-ı Hakk'ın "Ona sen mi vekil olacaksın?" ayeti yani sen onu imana çevirmek ve bu fesattan çıkarmak için koruyucu bekçi misin? Zira hidayet ve delâlet Peygamberimiz'in (s.a.) iradesi havale edilmiş değildir. Onun üzerine düşen sadece tebliğdir. Ayet kavminin imanı terk edip onun davetinden yüz çevirme hususunda Peygamberimiz'e (s.a.) bir teselli niteliğindedir. [66]
45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Eğer O isteseydi onu sa-bitleştirirdi. Sonra biz güneşi gölgeye bir delil kıldık.
46- Sonra da gölgeyi yavaş yavaş kendimize çektik.
47- Size geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme, gündüzü de yayılıp çalışma zamanı kılan O'dur.
48- Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen de O'dur. Biz gökten tertemiz bir su indirdik.
49- Bununla ölü bir yere hayat verelim ve yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım diye.
50- Yemin olsun ki, düşünüp ibret almaları için biz bunu parça parça kıldık. Buna rağmen insanların çoğu iman etmemekte ısrar ettiler.
51- Eğer dileseydik, her ülkeye bir uyarıcı gönderirdik.
52- O halde kâfirlere uyma. Kur'an'la onlara karşı büyük bir cihada giriş.
53- Birinin suyu tatlı ve içimli, diğeri-ninki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip akıtan, aralarına da karışmalarına engel bir perde ve mania koyan O'dur.
54- Sudan beşer yaratıp ona nesep ve hısımlık veren O'dur. Rabbin (her şeye ) kadirdir.
"Size geceyi bir örtü yaptı." teşbih-i beliğdir. Burada benzetme edatı ve benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani örten elbise gibi demektir.
"Size geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme, gündüzü de yayılıp çalışma zamanı kılan O'dur." ifadesinde gece ile gündüz arasında, uyku ile yeni bir hayat arasında mukabele sanatı yapılmıştır.
"Rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen de O'dur." ifadesinden "Gökten indirdik." ifadesine yani üçüncü şahıstan birinci şahsa ta'zim ve minnet sebebiyle geçiş yapılmıştır.
"Birinin suyu tatlı ve içindi, diğerininki tuzlu ve acı" ifadeleri arasında mukabele sanatı vardır. Tatlılığın sonu ve acılığın sonu ifade edilmiştir. [67]
"Rabbinin" sanatı ve fiiliyle "gölgeyi nasıl uzattığını" yaydığını "görmez misin?" bakmaz mısın? Gölge, varlıkların mevcudiyetinin delilidir ve Allah'ın bu varlıklarda faydalı bir şekilde tasarrufudur. Bu da son derece hikmet sahibi sanatkârın fiiline delâlet etmektedir.
"Eğer O" yani Rabbin "dileseydi onu sabitleştirirdi." Miktarını ve şeklini değişmez, sabit kılardı. "Sonra biz güneşi gölgeye bir delil kıldık." Yani güneşi gölgeye alâmet kıldık. Güneş olmasaydı gölge bilinmezdi.
"Sonra da gölgeyi yavaş yavaş kendimize çektik." Yani gölgeyi ortadan kaldırdık, güneşin kendi yörüngesinde yürümesi ve yükselmesi miktarınca gölgenin üzerine tedrici olarak yavaş yavaş güneş ışınlarım göndererek gölgeyi yok ettik.
"Size geceyi bir örtü" kılan, gece karanlığını insanların kusurlarını elbise gibi örten bir örtü yapan O'dur. "uykuyu dinlenme" kılan, amelleri ve meşguliyeti bırakmak suretiyle bedenleriniz için istirahat vesilesi yapan O'dur. "gündüzü de yayılıp çalışma zamanı kılan" insanların geçim ve rızık talebi için yayıldığı yepyeni bir diriliş ya da ölülerin dirildiği gibi uykudan uyanış vakti kılan "O'dur."
"Rahmetinin önünde" yani yağmur öncesi "rüzgârları" yağmuru müjdeleyen "bir müjdeci olarak gönderen de O'dur." Ayette geçen "büşran (bir müjdeci)" ifadesi "nüşran (dağınık halde)" olarak da okunmuştur.
"Biz gökten tertemiz bir su indirdik." Ayette geçen tahur kelimesi, kendisiyle temizlenilen şey demektir. Bunun delili "Sizi kendisiyle temizlemesi için..." (Enfal, 8/11) ayetidir. Bu kelime kendisiyle temizlik yapılan şeye verilen isimdir. Kendisiyle abdest alınacak suya "vadû", yakılacak şeye "vakûd" denmesi gibi. Dış görünüşün temizlenmesi iç temizliğine delildir.
"Bununla ölü bir yere" yani bitki olmayan yere "hayat verelim, diye..." "Meyt" kelimesi hem müzekker ve müennes için kullanılır. "Meyt" ile "meyyit" arasındaki fark ise şudur: Birinci gerçekten ölen kimse için, ikincisi ölecek kimse için kullanılır.
"... ve yarattığımız nice hayvanları" deve, sığır ve koyunları "ve insanları" bu su ile "sulayalım diye."
'Yemin olsun ki" Allah'ın nimetini "düşünüp ibret almaları için biz bunu" yani yağmuru "parça parça kıldık" parça parça gönderdik, bir yönden diğer yöne çevirdik. "Buna rağmen insanların çoğu iman etmemekte" nankörlük etmekte ve bu nimete değer vermemekte "ısrar ettiler." Zira onlar: "Bize şu yıldız sebebiyle -yani batıdaki bir yıldızın fecirle beraber batması, doğudan da rakibinin doğması sebebiyle bize yağmur yağdı." derler. Doğan yıldız her 13 günde bir batan yıldızla karşı karşıya gelir. Cebhe bundan müstesnadır. Çünkü onun 14 günü vardır. Araplar yağmurları, rüzgârları, sıcağı ve soğuğu batan yıldıza nispet etmektedir. Bir başka görüşe göre yeni doğan yıldıza nispet etmektedir. Çünkü bu yıldızın hakimiyetinde iken yağmur yağmaktadır.
"Eğer dileseydik her ülkeye" halkını uyaracak ve korkutacak "bir uyarıcı gönderirdik." Fakat biz senin ecrin büyük olsun diye bütün ülkelere uyarıcı olarak seni gönderdik.
"O halde" kâfirlerin nefsî arzularında ve senden arzu ettikleri hususlarda "kâfirlere uyma." Bu ayet hem O'na hem de müminlere heyecan vermektedir. "O'nurda" Kur'an'la veya buna delâlet eden taatlerini terk etmek suretiyle "onlara karşı büyük cihada giriş." Zira beyinsizlere karşı hüccetlerle cihad etmek düşmanlara karşı kılıçla cihad etmekten daha büyüktür, "kâfirlere uyma." demek onlar senin hakkını iptal etmeye çalışıyorlar, sen de onlara muhalefet ederek ve onlann batıllarını ortadan kaldırarak karşılık ver, demektir.
"Birinin suyu" son derece "tatlı ve icimli, diğerininki" son derece "tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip akıtan birbirine bitişik yapışık olduğu halde birbirine karıştırmayan aralarına karışmalarına engel bir perde ve mania koyan O'dur." (Hicran mahcuran) son derece birbirinden uzak kılan ya da aralarında sınır koyan demektir.
"Sudan beşer yaratıp ona nesep" yani kendilerine nispet edilen erkek akrabalar "ve hısımlık" kendileriyle yeni akrabalık meydana gelen kadın akrabalar "veren O'dur"[68]
Allah Tealâ tevhidin delillerinden yüz çevirenlerin bilgisizliklerini, onlann münakaşalarını ve bu konudaki düşüncelerinin bozukluklarını beyan edince son derece hikmetli yüce sanatkâr olan Allah'ın varlığına ve O'nun çeşitli ve birbirine zıt eşyayı yaratmaya tam anlamıyla muktedir olduğuna gerek hissî gerekse aklî olarak delâlet eden beş delil zikretti. [69]
Cenab-ı Hak her mahlûkun açıkça gördüğü ve idrak ettiği kâinat olaylarından kendi varlığına ve kudretine delâlet eden beş delili zikretti. Bunlar:
- Gölgenin yaratılması,
- Gece ve gündüzün yaratılması,
- Rüzgârların ve yağmurun yaratılması,
- Tuzlu ve tatlı denizlerin yaratılması,
- İnsanın sudan yaratılması.
Bu deliller şu şekilde zikredilmektedir:
1- "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Eğer O dileseydi onu sabitleştirirdi."
Ey Peygamber! Ey dinleyici! Rabbinin mükemmel kudretine ve sonsuz rahmetine delâlet eden sanatına bakmaz mısın? O gölgeyi nasıl yaymıştır? İnsanlar gündüz boyunca onunla gölgelenmekte ve bu vesileyle güneşin doğuşundan batışına kadar şiddetli hararetinden korunmak suretiyle nimetinden yararlanmaktadırlar. Allah dileseydi gölgeyi uzunluğu ve kısalığı değişmeyen aynı hal üzerine sürekli ve sabit kılardı. Gölgeyi gündüz saatlerinde ve çeşitli mevsimlerde farklı kıldı. Bu hususta insan, bitki ve hayvanlar için pek çok faydalar vardır. Bunun faydalarından biri: Bunun zaman ölçüsü olarak kullanılmasıdır. Hatta fıkıh alimleri gölgeyi bazı namaz vakitleri için alâmet olarak kabul ettiler. Meselâ: Öğle vakti zeval anından, yani gölgenin doğuya doğru dönmesi ve güneşin batıya doğru meyletmesi zamanında başlar. İkindi vakti cumhura göre her şeyin gölgesi bir misline ulaştığı zaman, İmam Ebu Hani-fe'ye göre her şeyin gölgesi iki misline ulaştığı zaman başlar.
Bu "görmez misin?" kelimesinin gözle görmekle tefsir edilmesine göredir. Razî'nin görüşüne göre bunun kalbin görmesine hamledilmesi daha evlâdır. Buna göre ayetin manası: "Bilmiyor musun?" demektir. Çünkü gölge gözle görülen şeylerdendir. Fakat gölgenin uzatılmasında Allah'ın kudretinin tesiri gözle görülmez.
"Sonra biz güneşi gölgeye bir delil kıldık. Sonra da gölgeyi yavaş yavaş kendimize çektik." Yani güneşin doğmasını gölgeye alâmet kıldık. Eğer güneşin doğması olmasaydı gölge nedir bilinmezdi. Zira her şey zıddıyla bilinir. Bu Allah Tealâ'nın önce gölgeyi yarattığına sonra da güneşi buna delil kıldığı manasına gelmektedir.
'Biz sonra da gölgeyi ortadan kaldırdık, onu değiştirdik ve az az, yavaş yavaş güneşin hareketine ve yüksekliğine göre güneşin ışığıyla gölgenin yönünü değiştirdik. Nihayet yeryüzünde dam altı veya ağaç altı hariç hiçbir yerde gölge kalmayacak, güneş üstlerini aydınlatacaktır.
Gölgenin var edilmesi ve güneşin doğuşundan batışına kadar değiştirilmesi, bir durumdan diğer bir duruma intikal etmesi, tutulması ve yayılması, hikmete göre gölgede tasarruf edilmesi, kudret sahibi, her şeyden haberdar, her şeyi gören, her şeyi gayet iyi bilen, sonsuz hikmet sahibi olan son derece şefkatli ve son derece merhametli olan Allah'ın varlığına açık bir delildir.
2- "Geceyi bir örtü, uykuyu dinlenme, gündüzü de yayılıp çalışma zamanı kılan O'dur."
Yani gecenin karanlığını elbise örtüsü gibi bir örtü kılan Allah'tır. Nitekim bir başka ayette: "Bürüyüp örttüğü zaman geceye yemin olsun." (Leyi, 92/1) bu-yurulmuştur.
Cenab-ı Hak uykuyu ise gündüz yorgunluğundan ve iş ağırlığından sonra bedenin, duyu organlarının ve vücut âzalarının dinlenmesini temin için hareketi ortadan kaldıran ölüm gibi kılmıştır. Uyku sayesinde hareketler sükûnet bulur. Sinirler, azalar, beden ve ruh birlikte istirahat eder.
Allah Tealâ gündüzü de yeryüzünde insanların rızık talebi v.b sebeplerle dağıldıkları, geçimleri ve kazançları için yeryüzünde dolaştıkları yeni bir hayat kılmıştır.
Cenab-ı Hak "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan) O'dur." (En'am, 6/60) ayetinde ve "Allah (ölenin) ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır." (Zümer, 39/42) ayetinde buyurduğu şekliyle uyku ölüme benze-tildiği gibi uyanıklık ve yeryüzünde dağılmak da dirilişe benzetilmiştir.
Lokman (a.s.) oğluna şöyle demiştir: "Uyuyup daha sonra uyandığın gibi aynı şekilde ölüp dirileceksin."
Bu ayetin benzeri şu ayet de vardır: "O'nun rahmetinden biri olarak O istirahat etmeniz için geceyi ve O'nun lütfundan (rızkınızı) aramanız için gündüzü yaratmıştır." (Kasas, 28/73).
Gece ve gecenin sükûneti, uyku ve uykunun istirahatı ile gündüz ve gündüzün hareketliliği kâinatta tasarruf sahibi, kudret sahibi, yaratıcı ilâhın varlığına açık bir delildir. Gündüzün ışığında hayat, güzellik, hareket ve iş hayatı vardır. Geceleyin ise sessizlik, sükûnet ve nefsin çalışmaya, terlemeye ve mücadeleye hazırlanma imkânı vardır. Allah Tealâ her durum için ona tamamen uygun olan ve maksadını en mükemmel şekilde gerçekleştirecek şartlar hazırlamıştır. Bu ayet yaratıcının sonsuz kudretine delâlet etme yanında Allah'ın mahlûkatına verdiği nimetim de ortaya koymaktadır. Çünkü gecenin örtüsü içinde dinî ve dünyevî faydalar vardır. Uyku ve uyanıklığın, ölüm ve dirilişe benzetilmesinde ibret alacak kimseler için ibret vardır.
3- "Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen de O'dur." Iha/ &<*?&£&*> ^eJi^ine ve yağmurun yağmasına müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah Tealâ'dır.
"Biz de gökten tertemiz bir su indirdik." Biz gökten yani buluttan yağmur indirdik. Onu tertemiz ve temizleyici kıldık, cisimlerin, elbiselerin ve çeşitli eşyanın temizlenmesinde kendisiyle temizlik yapılmasına, yeme, içme bitki ve hayvanların sulanmasında yararlanılmasına vesile kıldık.
İmam Ahmed -sahihtir diyerek- ayrıca İmam Şafii, Ebu Davud ve Tirmizî -hasen olduğunu beyan ederek- ve Nesaî Ebu Said el-Hudri'den (r.a.) rivayet ediyorlar: "Su temizdir. Hiçbir şey onu necis kılmaz (pisletmez)."
Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî deniz suyu ile abdest almanın hükmü sorulduğu zaman Peygamberimiz'in (s.a.): "Onun suyu temizdir, ölüsü helâldir." buyurduğunu rivayet etmektedirler.
Said b. Müseyyeb ise bu ayet hakkında: "Allah o suyu temiz olarak indirdi. Hiçbir şey onu kirletmez." buyurmuştur.
"Bununla ölü bir yere hayat verelim diye..." Yani biz bu suyu bitki bulun- ; mayan ve uzun müddet yağmur bekleyen toprağa canlılık vermesi ve suya iyice I kandıktan sonra çeşitli bitki, çiçek ve ağaçlarla süslenmesi için indirdik. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz o toprağın üstüne suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir."(Hac, 22/5).
"... ve bu su ile, yarattığımız nice hayvanları ve insanları sulayalım diye..." Yani hayatının devamı için bu suya şiddetle ihtiyaç duyan insan ve hayvanlar bu sudan içsinler ve bitkiler, ağaçlar sulansın diye biz bu suyu indirdik. Nitekim bir başka ayette şöyle buyuruluyor: "İnsanlar ümitlerini kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O'dur." (Şûra, 42/28).
Kısaca: Allah Tealâ suyun yararları konusunda iki şey zikretti:
a) Bitkilerin hayat bulması: "Bu su ile ölü bir yere hayat verelim diye..."
b) Hayvanın ve insanın hayat bulması: "Nice hayvanları ve insanları sulayalım diye..."
Burada insanın ve hayvanın özellikle zikredilip kuşlar ve vahşî hayvanlar da sudan yararlandıkları halde bunların zikredilmemesinin sebebi şiddetli ihtiyaçtır. Zira kuşlar ve vahşi hayvanlar su talebinden uzak kalabilir. İnsan ve ehli hayvandan daha çok susuzluğa dayanabilir. Genellikle su içme ihtiyacı duymayabilirler.
Ayette "en'am" ve "enasiyye" kelimelerinin nekre olarak getirilmesi ve çoklukla nitelendirilmeleri su kaynaklarından uzakta bulunan hayvanların durumuyla yağmur vesilesiyle yaşayan badiye halkı dikkate alındığı içindir. Şehir ve köy halkına gelince, onlar genellikle nehir ve su kaynakları yakınında otururlar. Dolayısıyla kendi civarlarında bulunan suları içip kullandıkları için yağmura pek ihtiyaç hissetmezler.
Hayvanların suya daha çok ihtiyaç duymaları ve kendi isteklerini ifade etmekten aciz oluşları sebebiyle ayet önce hayvanları zikretmiş, insanı bitki ve hayvandan sonraya bırakmıştır. İnsan ise çeşitli vasıtalarla su çıkarabilir. Ayrıca insanlar arazilerini ve hayvanlarını sulama imkânını elde ettikleri zaman, kendilerini de sulamış olurlar. Hayatlarının ve geçimlerinin sebebi su olan varlıkları, sulamaya muhtaç olanlardan önce zikretti.
'Yemin olsun ki, düşünüp ibret almaları için biz bunu parça parça kıldık. Buna rağmen insanların çoğu iman etmemekte ısrar ettiler."
Yani biz yağmuru parça parça gönderdik. Bir taraftan diğer tarafa çevirdik. Bu araziye indirip diğerine indirmedik. Allah'ın nimetini düşünüp ibret almaları için bulutlan bir yerden diğer yere şevkettik. Zira bir şeyden mahrum kalıp da sonra onun bollaşması Allah'ın lütuf ve nimetini hatırlatır, dolayısıyla şükrü gerekli kılar ve insanı ders ve ibret almaya teşvik eder. Fakat insanların çoğu nimete şükür etmemekte ısrar etmekte, nimeti inkâr etmekte ve nankörlük etmektedirler. Bunu hakikî yaratıcıdan başkasına nispet etmekte ve "Bize falan yıldız sebebiyle, doğan veya batan yıldız sebebiyle yağmur yağdı." derler.
Nitekim Sahih-i Müslim'deki bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) geceleyin yağan bir yağmurun ardından bir gün ashabına şöyle buyurdu:
- Rabbiniz ne buyurdu, biliyor musunuz? Onlar:
- Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Buyurdu ki:
- Kullarımdan bir kısmı bana iman ederek, bir kısmı da kâfir olarak sabahladılar. Kim Allah'ın lütuf ve rahmetiyle yağmur yağdı derse bu bana iman etmiş, yıldızları inkâr etmiş olur. Kim de şu ve bu yıldız sebebiyle bize yağmur yağdı derse beni inkâr etmiş, yıldızlara inanmış olur."
Bazı alimler "Velekad sarrafhâhü..." ayetini insanların düşünüp ibret almaları için Kur'an-ı Kerim'in uzun uzadıya açıklanması ve Kur'an'ın hüccetlerinin ve ayetlerinin bir durumdan diğer bir duruma tatbik ve intikali olarak tefsir etmişlerdir. Bununla birlikte bunu pek çok kişi inkâr etmiştir.
Yağmurun yağdırılması ve bu husustaki Allah'ın hakimiyeti Allah'ın varlığına, kudretine ve sonsuz hikmet sahibi olduğuna delildir. Allah yağmurla ölü toprağa hayat verince insanlar O'nun ölüleri ve çürümüş kemikleri diriltmeye kadir olduğunu anlarlar. Bir toplum yağmurdan mahrum kaldıklarında kendilerinin işledikleri bir günah sebebiyle mahrumiyete uğradıklarını, Allah'ın rahmetine ulaşmak için bulundukları durumdan uzaklaşmaları gerektiğini düşünürler. Yağmur düşünülüp şükür edilecek bir nimet olduğu gibi insanlara verilen daha büyük bir nimet de Hz. Muhammed'in (s.a) Kur'anla gönderilmesidir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Biz eğer dileseydik her ülkeye bir uyarıcı gönderirdik." Yani biz her ülkeye insanları acıklı bir azaptan korkutacak bir uyarıcı göndermek isteseydik bunu elbette yapardık. Fakat biz ey Muhammedi Seni iki âleme yani insanlara ve cinlere ve bütün yeryüzü halkına gönderdik ve sana onlara bu Kur'an'ı tebliğ etmeni emrettik. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Ümmü'l-Kuraya (bütün kasabaların ana merkezi olan Mekke'ye) ve etrafında bulunan kimseleri uyarman için (seni gönderdik)." (Şûra, 42/7); "De ki: Ey insanlar! Ben Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim." (A'raf, 7/158).
Buharî ve Müslim'in Sahih' lerinde şu hadis yer almaktadır: "Ben hem kırmızı hem de esmer yüzlülere -yani Acemlere ve Araplara- gönderildim." Yine aynı kaynaklarda şu hadis yer almaktadır: "Peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi. Ben bütün insanlara gönderildim."
Ey Rasulüm! Senin peygamberliğinin umumî oluşu sana büyük sevap ve geniş mükâfat vermek içindir. Senin üzerine düşen sadece cihad edip sabretmektir. Onların senin davetinden yüz çevirmelerine aldırış etme. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"O halde kâfirlere uyma. Kur'anla onlara karşı büyük bir cihada giriş." Kâfirlerin seni davet ettikleri uzlaşma ya da kendi görüş ve düşüncelerine tabi olma yolunda kâfirlere uyma. Onlarla her çeşit maddî silâhla ya da Kur'an gibi aklî silâhla her firsatı değerlendirerek uygun bir şekilde, sabırla ve kâmil manada cihad et. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et. Onlara sert davran." (Tevbe, 9/73). Büyük cihad, içine gevşeme karışmayan cihaddır.
4- "Birinin suyu tatlı ve içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip akıtan, aralarına da karışmalarına engel bir perde ve mania koyan O'dur."
Birbirine zıt özelliklerdeki iki denizi birbiriyle komşu, birbirine bitişik ama karışmayacak şekilde kılan Allah'tır. Biri gayet berrak, içimli, son derece tatlı bir su, diğeri de acı ve çok tuzludur. Fakat sanki aralarında bir engel, bir perde varmış gibi biri diğerine karışmamaktadır. Sanki bunlar birbirinden ayrılmış, birbirinden uzaktırlar. İkisi birleşmez ve biri diğerine karışmaz. Bu iki deniz gözle bakıldığında tek denizdir. Fakat gerçekte birbirinden ayrıdırlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Birinin suyu acı diğerininki tatlı) iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle iken) Aralarında diğerine tecavüz etmeye engel bir perde vardır. (Siz ey insanlar ve cinler!) Rab-binizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?" (Rahman, 55/19-21); "O iki denizin arasında bir perde koymuştur. Allah ile beraber bir ilâh mı? Hayır, onların çoğu (tevhidi) bilmiyorlar." (Nemi, 27/61).
Başka hangi delil Allah'ın göz kamaştırıcı kudretine bunun kadar delâlet edebilir? Su aynı sudur. Fakat tatlı su tuzlu su ile karışmaz. Allah bu iki suyu tatlı ve tuzlu su olarak yaratmıştır. Allah nehirleri, pınarları ve kuyuları tatlı yaratmıştır. Tatlı, içimli ve berrak deniz suyu bunlardır. Allah doğu ve batıdaki denizleri ve beş okyanusu tuzlu olarak yaratmıştır. Denizin tuzluluğu safiyetinin ve bozulmamasının sebebidir. Denizin havası med-cezirle yenilenir, bundan dolayı balıklar denizin derinliklerinde huzurla yaşayabilirler.
5- "Sudan beşer yaratıp ona nesep ve hısımlık veren O'dur. Rabbin (her şeye) kadirdir."
Yani Allah Tealâ insanı güçsüz bir nutfeden yaratmış, onu düzgün ve mükemmel bir suretle şekillendirmiştir. Allah kadın olsun erkek olsun insanı dilediği gibi kâmil bir yaradılışta kılmıştır ve bunları iki kısma ayırmıştır: Bunlar neseplerin kendilerine nispet edildiği erkekler ve kendileriyle hısımlık yaptığımız kadınlar. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O insanı çift olarak, erkek ve dişi olarak yaratmıştır." (Kıyamet, 75/39).
Allah bunu yapmaya veya başka her şeye mutlak derecede kadirdir. O dilediğini yaratır. Yarattığı her şeyi eşsiz bir şekilde yaratmıştır. Varlıkta olan her şeyi gayet sağlam olarak yaratmıştır. O yoktan var etmeye, yaratmaya meydana getirmeye mükemmel bir kudret sahibidir. Ayetin kudretin ispat edilmesiyle sona ermesi güzel bir sondur.
İbni Şirin diyor ki: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) ve Hz. Ali (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Çünkü Cenab-ı Peygamber (s.a.) Hz. Ali ile nesep ve hısımlık bakımından akrabaydılar.
İbni Atıyye diyor ki: Nesep ve hısımlık bir arada kıyamete kadar hususiyeti devam edecek hususlardandır.
Bu Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden diğer bir delildir. Zira Allah insanı en güzel surette yaratmış, onu duygu ve akıl, bilgi ve düşünce enerjileriyle donatmış, onu dünyadaki varlıkların en güçlüsü kılmıştır. Mahlûkatı insanın hizmetine ve yararına hazır hale getirmiştir. Yaratması eşsiz, sanatı hayret verici, varlığa ikram edici, şu acaip kâinatı yoktan var eden Allah bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarıyla muttasıftır. [70]
Bu ayetlerde Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden beş delil yer almaktadır:
1- Güneşe mukabil gölgenin yaratılması ve gün boyunca uzaması ve kısalması:
Gölge her yerde ve özellikle sıcak ülkelerde canlılar ve akıl sahibi varlıklar için büyük bir nimettir. Gölgede rahat ve sessizlik, sıcaktan sakınma, sert güneş çarpmasından korunma imkânı vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye (dikkatle) bakmadılar mı ki onların gölgeleri bile zelil zelil Allah'a secde edici olarak durmadan sağa sola dönüyor." (Nahl, 16/48).
"Rabbini görmez misin?" kavlinde bu görme gözle görme de olabilir, ilmen -yani kalben- görme de olabilir. Hitap her ne kadar zahiren Peygamberimiz (s .a.) için olsa da mana açısından umumidir.
Güneş gölgeye delildir. Zira eşya zıddıyla bilinir. Güneş olmasaydı gölge nedir bilinmezdi. Nur olmasaydı zulmet nedir bilinmezdi. Güneş delildir yani hüccet ve burhandır.
Gündüz esnasında gölgenin uzunluğu ve kısalığı az bir farkla yavaş yavaş değişir. Onu kolaylıkla tutan, değiştiren Allah'tır. Rabbimizin her işi kendisi için çok basittir.
2- Gece, mahlûkatı örter, tıpkı vücudu örten elbise görevini görür. Uyku meşguliyetten kesilmek suretiyle beden için bir istirahat vesilesidir. Gündüz geçim için açılma ve yayılma vaktidir. Bu yeryüzüne yayılma için dirilmenin sebebidir. Gece uykusu ise ölüme benzemektedir. Sabahleyin uyanma ise öldükten sonraki dirilişe benzemektedir. Peygamberimiz (s.a.) sabaha erince şöyle derdi: "Bizi öldükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Dönüş ancak O'nadir."
3- Rüzgârlar yağmurun yağmasının müjdecileridir. Bulutları bir yerden diğerine sürerler. Yağan yağmurlar ise bedenlerin, bitkilerin ve hayvanların hayat kaynağıdır. Yağmur kendisiyle temizlenilen sudur. Bundan murad temizleyici olmasıdır. Ümmet "tahûr (temizleyici)" vasfının suya mahsus olduğu, başka sıvılara bu ismin verilemiyeceği, başka sıvıların "tâhir (temiz)" olabileceği hususunda ittifak etmiştir.
Gökten inen ve yeryüzünde depolanan sular bu suya başka bir şey karışmadıkça renkleri, tadları ve kokuları farklı olsalar da temiz ve temizleyicidir. Suya karışan şey üç çeşittir.
- Hem temiz hem de temizleyici vasfında su ile uyuşan şey; toprak gibi.
- Suyun iki sıfatından biri olan temiz olma sıfatında su ile uyuşan, suya karıştığı zaman onu değiştiren ve onun temizleyicilik özelliğini kaldıran şey; gülsuyu ve diğer temiz sıvılar gibi.
- Suyun bu iki vasfında da suya muhalif olan şey; necaset gibi.
Cumhur az suyun az bir necasetle pisleneceği, çok suyun ancak renk, tad ve kokusunu değiştiren bir necasetle pisleneceği görüşündedir.
İmam Ebu Hanife bir necaset az da olsa çok da olsa suya düştüğü zaman necasetin suyun içinde olduğu gerçekleşirse suyu bozar görüşündedir. Bir su birikintisine bir damla idrar damlasa, eğer bu su birikintisi bir tarafının harekete geçirilmesiyle diğer tarafı da hareketlenecek derecede az miktarda ise hepsi pistir. Eğer bir tarafın harekete geçirilmesiyle diğer tarafı hareketlenmezse bu su böyle bir necasetle pis olmaz.
Şafiîler az su ile çok su arasını 2 külle (15 safiha) olarak ayırmışlardır. Onlara göre su iki kulleye ulaşır da o suyun içine necaset düşerse ve suyun tadını, rengini ya da kokusunu değiştirmezse bu su temiz ve temizleyicidir. Ancak suyun bu üç vasfından birini az bir şey bile değiştirirse o su pis sayılır.
Bunun delili Peygamberimiz'in (s.a.) dört Sünen sahibinin İbni Ömer'den r.a.) rivayet ettikleri şu hadis-i şerifidir: "Su iki kulleye ulaşır ve pislik taşımaz, yahut necis olmaz." Hakim diyor ki: Bu hadis Buharî ve Müslim'in şartlarına uygundur.
Malikîlere göre az su ile çok su arasında bir had yoktur. Burada müracaat edilecek nokta örf ve âdettir. Abdest ve gusül kabı miktarı kadar su pek azdır, bundan fazla olan da çoktur.
Suyun bulunduğu veya suyun geçtiği zırnık, ve üzerinde çıkan ağaç yaprağı sebebiyle suyun değişmesi, aynı şekilde kanı olmayan yahut su hayvanlarından akan kanı olan balık ve kurbağa gibi hayvanlardan biri suda ölür ve suyun kokusunu değiştirmezse hiçbir zarar vermez.
Abdestsizlik halini kaldırmak ya da necaseti kaldırmak için kullanılan su Malikîlere göre temiz ve temizleyicidir, cumhura göre temizdir ama temizleyici değildir.
Malikîlerin delili: Suyu tahûr ve temizleyici olarak tavsif eden ayet ile Peygamberimiz'in (s.a.) şu sünnetidir: Peygamberimiz (s.a.) abdest aldı, elindeki su kalıntısıyla başını meshetti. Ayrıca Peygamberimiz (s.a.) abdest aldı ve sakalının ıslaklığını aldı, bununla da başını meshetti. Kıyas şudur: Bu temiz bir cesetle buluşan temiz bir sudur. Aynen taşla veya demirle buluşan şeye benzemektedir.
Cumhurun delili ise Peygamberimiz'in (s.a.) Müslim'in rivayet ettiği şu hadis-i şerifidir: "Sizden biriniz cünüp olduğu hade durgun suda gusletmesin."
Eğer su önceden olduğu gibi temiz ve temizleyici olarak kalırsa bunu en-şellemenin hiçbir manası olmaz. Kıyas şudur: Sahabe-i Kiram yolculukta ab-iest alıyorlar ve bundan sonra da bu suya muhtaç olacaklarını bildikleri halde ıfodest sularını toplayıp biriktirmiyorlardı. Eğer bu abdest suyu temizleyici olsaydı bu suyu ihtiyaç günü için yanlarında taşırlardı.[71]
Kendisiyle abdest almanın ve necasetleri yıkamanın caiz olduğu temiz ve temizleyici su yağmur, nehir, deniz, pınar ve kuyu suyu gibi saf su ile insanların mutlak olarak su olarak bildiği ve gül suyu gibi kendisine karışan bir şeyin
Ü6.ve edilmediği sulardır. Daha önce beyan ettiğimiz gibi Suyun bulunduğu yerin rengi suya zarar vermez.
Cumhurun görüşüne göre hanımın abdest suyu artığı ile erkeğin, erkeğin abdest suyu artığı ile de hanımının abdest almasında- kadın ister erkekle bir-
lilcte abdest alsın isterse yalnız başına abdest alsın- hiçbir mahzur yoktur.
Tirmizî İbni Abbas'tan (r.a.) şunu nakletmektedir: Meymûne -validemiz-
bana şunu anlatmıştı: Ben ve Rasulullah (s.a.) cünüplük sebebiyle aynı kaptan guslediyorduk. Tirmizî diyor ki: Bu hasen-sahih bir hadistir. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.
4- Allah iki denizi, tatlı ve tuzlu suyu bir araya getirdi. Bunları birbirine komşu ve birbirine bitişik hale getirdi ama birbirine karışmayacak halde kıldı. Bu iki deniz arasında biri diğerine tecavüz etmeyecek şekilde kudretinden bir engel, birinin diğerine karışmasına mani olacak bir perde koydu.
5- Allah Tealâ nutfeden insanı yarattı. İki sınıfa ayırdı yani erkek ve dişi olarak sınıflandırdı. Erkeği nesebin sebebi, dişiyi de hısımlığın ve yeni akrabalıklar kurmanın sebebi kıldı. Nesep ve hısımlığın her biri akrabalıktır ve Ade-moğulları arasında genel bir yakınlık meydana getirir.
Bu ayetler Allah'ın kudretine delil getirmek üzere ayrıca gölgenin var edilmesi gece ile gündüzün peşpeşe gelmeleri, yağmurların yağdırılması, tatlı ve tuzlu suyun yaratılması, deniz taşıtlarının seyri ve insanların deniz yoluyla taşınması için deniz ve nehirlerin insanoğlunun emrine verilmesi, insanın yok olduktan sonra var edilmesi gibi insanoğluna verilen nimetleri tek tek beyan edip bütün bunlardan ibret alınmasına dikkat çekme emrini ihtiva etmektedir.
Nitekim bu ayetler "tasrif kelimesi Kur1 an ayetlerinin tafsilatıyla açıklanması ve Kur'an'daki hüccet ve delillerin tekrar edilmesi manasıyla tefsir edildiği takdirde Allah Tealâ'nın Kur'an'ın indirilmesi ve Hz. Peygamber'in (s.a) doğu ve batıdaki bütün âleme gönderilmesi şeklindeki lütfunu beyan etme manasını da ihtiva etmektedir. İşte insanoğluna ve özellikle Müslümana verilen iki büyük nimet budur.
Nesep şer'an sabit olmazsa musaherat (hısımlık) haramlığı da sabit olmaz. Buna binaen cumhur şöyle demiştir: Şer'an nesep olmazsa şer'an hısımlık da olmaz. Dolayısıyla zina annenin kızını, ya da kızının annesini yahut zinadan olan kızı haram kılmaz. Helâlden haram kılan haramdan haram kılmaz. Zira Allah kullarına nesep ve hısımlıkla lütufta bulunmuş ve bunların değerini yükseltmiştir. Helâl ve haramlık hususundaki hükümleri bu ikisine bağlı kılmıştır. Batıl bu ikisine erişmez ve onlarla eşit olmaz.
Hanefiler ise şöyle demişlerdir: Zinadan olan kız yahut zinadan olan kız-kardeş ya da oğlun kızı haram olur. Bunun sebebi tevellüdün erkeğin nutfesin-den olmasıdır. [72]
55- Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır.
56- Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57- De ki: "Ben buna sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Ben ancak sizin, Rabbine doğru bir yol tutan kimseler olmanızı arzu ediyorum."
58- Sen ölümsüz diri olan Allah'a güven. O'nu hamd ile teşbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması kâfidir.
59- Gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan ve arşta istiva eden Rahman olan Allah'tır. Bunu bilene sor.
60- Kâfirlere: "Rahman olan Allah'a secde edin." dendiği zaman: "Rahman da neymiş? Senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz?" derler. Bu (secde emri) ancak onların nefretini artırdı.
61- Gökte burçlar yaratan ve oraya bir ışık kaynağı (Güneş) ve nurlu bir Ay koyan (Allah) yüceler yücesidir.
62- Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.
"Onlar" yani kâfirler "Allah'ı bırakıp" tapınmalarını "kendilerine ne fay-za" vermeyen ve tapmayı terk etmek sebebiyle "ne de zarar veremeyen şeylere" yani putlara "taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların" düşmanlık etmek ve şirk koşmak suretiyle şeytanın "yardımcısıdır."
"Biz seni ancak" cennetle "müjdeleyici ve" cehennemden korkutucu "uyarıcı olarak gönderdik."
"De ki: Ben buna" kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ etmeye "karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, Ben ancak sizin" Allah'ın rızası uğrunda malını infak etmek suretiyle "Rabbine doğru" giden "bir yol tutan kimseler" yahut Rabbine yaklaşmak isteyen, iman ve taat sebebiyle O'nun nezdinde yakın derece talep eden kimseler "olmanızı arzu ediyorum." Burada taatin sevapla sahibine döndüğüne işaret edilmektedir.
"... O'nu hamd ile teşbih et." O'nu noksan sıfatlardan tenzih et, kemal sıfatlarıyla tavsif et. "Sübhanallahi velhamdülillah" de. "Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması" gizli-açık her şeyi bilmesi "kâfidir."
"Gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde" yani dünya günlerinden altı gün kadar bir zamanda "yaratan" Allah'tır. O dileseydi bunları bir anda bile yaratırdı. Fakat mahlûkatına her işte ağırdan almayı ve teenni ile hareket etmeyi, tedricen davranmayı öğretmek için bu şekilde takdir etti. "Sonra Arş'ta istiva eden Rahman olan Allahtır." O yer ve göklerde en büyük yaratık olan Arş'ta kendi zatına lâyık olacak şekilde istiva etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın "onun Arş'ı su üstündedir." (Hud, 11/7) ayetinin delaletiyle Arş'ın yaratılması göklerin yaratılmasından sonra değildir. "Bunu bir bilene sor." Yani Rahman'ın kim olduğunu sana sıfatlarıyla haber verecek olan, bilen bir zata -Peygambere yahut alim bir zata- sor.
"Onlara" yani Mekke kâfirlerine: "Rahman olan Allah'a secde edin" dendiği zaman" ki bunu onlara söyleyen Rasulullah'tır (s.a.), secde etmelerini emreden odur. Onlar "Rahman da neymiş? Biz senin bize" secde etmemizi "emrettiğin şeye mi secde edeceğiz? derler. Bu" söz "onların nefretini" imandan yüz çevirmesini "artırdı."
"Gökte burçlar" yani bilinen büyük gezegenler için 12 menzil "yaratan" Allah'tır. Bu burçlar şunlardır: Hamel (Koç), Sevr (Boğa), Cevza (İkizler), Seratan (Yengeç), Esed (Arslan), Sünbüle (Başak), Mizan (Terazi), Akreb (Akrep), Kavs (Yay), Cedy (Oğlak), Hût (Balık) ve Delv (Kova).
Bunlar şu yedi büyük gezegenin menzilleridir:
Merih için Hamel + Akrep burcu vardır.
Zühre için Sevr + Mizan burcu vardır.
Utarıd için Cevza + Sünbüle burcu vardır.
Ay için Seratan burcu vardır.
Güneş için Esed burcu vardır.
Müşteri için Kavs + Hut burcu vardır.
Zühal için Cedy + Delv burcu vardır.
Bu menzillere "burûc" adı verilmiştir.[73] Burûc yüksek köşklerdir. Benzetme için bu ad verilmiştir. Bunlar gezegenler için, bir yerin sakinleri bakımından minare neyse onun konumundadır.
"Ve oraya bir ışık kaynağı" Güneş ve diğer büyük yıldızları "ve" geceleri ışık veren "nurlu bir Ay koyan yüceler yücesi Allah'tır. Ay ve Güneş üstünlükleri sebebiyle özellikle zikredilmiştir.
"Düşünüp ibret almak" Allah'ın nimetlerini hatırlamak ve sanatında tefekkür etmek ve dolayısıyla bu kâinatın varlığı vacip olan son derece hikmetli, kullarına karşı son derece merhametli bir sanatkâra muhtaç olduğunu anlamak ve gece ile gündüzün herhangi birinde yapamadığı bir hayırlı işi diğerinde yapan yahut burada bulunan nimetler için Allah'a "şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren" biri diğerinin yerine geçen, ondan sonra gelip onun yerini alacak olan gece ile gündüzü yaratan "O'dur." [74]
Allah Tealâ'nın beyan ettiği kâinattaki olaylarda bulunan tevhid delillerine rağmen müşrikler putlara tapmaya devam ettiler.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak müşriklerin kendilerini itaat ettikleri takdirde hayırla müjdelemek ve isyan edip yüz çevirdikleri takdirde azapla uyarmak üzere gelen ve buna karşılık hiçbir ücret talep etmeyen Rasulullah'a (s.a.) uymayı terk ederek hiçbir delil ve hüccet olmaksızın sadece mücerret taklitçilik, nefsî arzularına uymak ve şehvetlerini tatmin etmek için kendilerine ne faydası ne de zararı dokunmayan şeylere tapınmaları sebebiyle onların bilgisiz olduklarını bildirdi.
Daha sonra Cenab-ı Hak Rasulü'nü ebedî hayat sahibi olan, bütün bilgileri gayet iyi bilen, mümkün olan her şeyi yapmaya kadir olan müşriklerden asla çekinmeyen ve onların şiddetinden asla korkmayan Allah'a tevekkül etmeyi tavsiye etti. Ona aynı zamanda Rabbini ortak veya evlât edinmek gibi noksan sıfatlardan tenzih edip bütün kemal sıfatlarıyla tavsif etmesini emretti. Yine Ona secde ve ibadet vazifesinin sadece, gezegen ve yıldızları yaratıp onlara menziller tayin eden, düşünüp ibret almak ve Allah Tealâ'ya şükretmek için daimî bir hareket içinde kılan, Rahman'a has bir vazife olduğunu açıkladı. [75]
Allah Tealâ müşriklerin Allah'a kulluğu bırakıp sapıttıklarını, Rablerii tanımadıklarını ve O'nu inkâr ettiklerini haber vermektedir.
"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar veremeyen taparlar." Yani müşrikler Allah'ı bırakıp tapındıkları takdirde kendilerine fayda temin edemiyen, terk etmeleri halinde de kendilerine zarar veremiyen şeylere taparlar. Sadece nefsî arzulara uymaktan, kendi nefsini tatmin etmekten başka bu hususta onların hiçbir delilleri yoktur.
Ayetlerde zikri geçen gölgenin yaratılması, uzatılması gibi nimetlerle kendilerine nimet veren Allah'a ibadet etmeyi terk ederler.
"Kâfir, Rabbine karşı olanların yaratmasıdır." Kâfir Rabbine isyan etmekle birlikte düşmanlık yapmak ve şirk koşmak suretiyle "şeytanın yardımcısı-dır." Yahut Allah'a isyan etmek hususunda ona yardımcı olur. Burada murad edilen mana "kâfir" cinsi demektir. O da her kâfir arasında umumidir.
İbni Abbas diyor ki: Bu ayet Peygamberimiz'in (s.a.) Ebu Cehil adını verdiği Ebu'l-Hakem b. Hişam hakkında nazil oldu. Fakat sebebin hususî oluşuna değil, lafzın umumî oluşuna itibar edilir. Evlâ olan "kâfir" lafzının umum için kullanılmış olmasıdır. Çünkü bu "Allah'tan başkasına taparlar" ifadesinin zahirine daha uygundur.
"Biz seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." Yani müşrikler ahmak ve cahil bir toplulukturlar. Allah Rasulü Muhammed'i (s.a.) kendisine itaat edenleri cennetle müjdelemek ve kendisine isyan edenleri cehennemle uyarmak için gönderdiği halde onlar nasıl Allah'a isyan hususunda şeytana yardım ederler? Sen ey Rasulüm, onların inatçılıklarına ve inkarcılıklarına aldırış etme. Sen sadece bir uyarıcı ve müjdeleyicisin. Hesabı görmek ve cezayı vermek Allah'a aittir. Bundan dolayı onların iman etmemelerine üzülme. Dünya ve ahirette kendilerine faydalı olmak isteyen kimseye alabildiğine eziyet etmekten daha büyük bilgisizlik var mıdır?
Bu ayetin bir benzeri şudur: "Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan (onların şerrinden) korur." (Maide, 5/67).
O kendi nefsi için herhangi bir menfaat, ücret ya da başka bir şey istemeksizin sırf ihlâsla onlara faydalı olmayı arzu etmektedir.
Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "De ki: Ben buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum"
Ey Peygamber! Kavmine şöyle söyle: "Ben bu tebliğ ve uyarıya mukabil sizin mallarınızdan bir ücret talep etmiyorum. Ben bunu sadece Allah rızasını gözeterek yapıyorum." Ayetteki "min" edatı te'kit içindir. Dolayısıyla "min ecrin" "Herhangi bir ücret, yahut hiçbir ücret" demektir.
"Ben ancak sizin, Rabbine giden doğru bir yol tutan kimseler olmanızı arzu ediyorum." Yani ben sizden asla bir ücret istemedim. Ancak kim cihad yolunda infakta bulunmak ve nafile ibadetler yapmak suretiyle Allah'a yaklaşmak istiyorsa ve amel-i salih ile Rabbinin rahmetine, sevabına nail olmaya ulaştıracak bir yol edinmek isterse hiç tereddüt etmeden bunu yapsın. Bundan murad şudur: Bana ödeyeceğiniz bir ücretle bana iyilik yapmayın. Hayır işlemek, Allah'a ibadet etmek ve O'na şükretmek suretiyle kendi nefsiniz için ecir talep edin.
"Sen ölümsüz, diri olan Allah'a güven. O'nu hamd ile teşbih et." Cenab-ı Hak Rasulü'ne kâfirlerden asla hiçbir ücret istemediği halde onların kendisine eziyet etmek üzere birbirlerine destek verdiklerini beyan ettikten sonra Rasulü'ne bütün zararları gidermek ve bütün faydaları temin etmek için bütün işlerinde Allah'a tevekkül etmesini emretti. Zira kim O'na tevekkül ederse Yüce Allah o kimseye yeter, her şerre karşı ona kâfidir ve onun yardımcısıdır.
Cenab-ı Hak Rasulü'ne daha sonra kendisini ortak ve evlât edinmek gibi her türlü noksanlıklardan hamd ve şükürle birlikte tenzih etmesini, "Sübha-nallah ve bi-hamdihi" diyerek hamd ve teşbihi bir arada zikretmesini emretti. Bunun için Rasulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: "Sübhanekallâhümme Rabbena ve bi-hamdik." Yani ibadet ve tevekkülü sadece O'na yap. "Tevekkül", sebeplerine sarıldıktan, şer'an ve aklen istenen vasıtaları edindikten sonra her işi Allah'a havale etmektir.
Bu ayetin benzeri pek çok ayetler vardır. Meselâ "O doğunun ve batının rabbidir. O'ndan başka ilâh yoktur. O'nu vekil edin." (Müzzemmil, 73/9); "Sadece O'na ibadet et ve sadece O'na tevekkül et." (Hûd, 11/123); "De ki: O Rahmandır. Biz O'na iman ettik ve sadece O'na tevekkül etti&. "(Mülk, 67/29).
"Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması kâfidir." Kullarının masıyetlerini tam anlamıyla bilen olarak Allah sana yeter. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O bunlardan açık olanı da gizli olanı da bilir. Bunları onların aleyhine tek tek tespit eder ve bunların karşılığını da hayırsa hayır serse şer olarak verecektir. "O Allah ilktir ve en sonsuzdur. O gayet açıktır ve son derece gizlidir. O her şeyi gayet iyi bilmektedir." (Hadîd, 57/3). Burada Rasulü için bir teselli ve eğer iman etmezlerse küfürlerine ve masıyetlerine karşılık kafirlere vaîd ve tehdit vardır.
"Gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan ve Arş'a hükmeden Rahman olan Allah'tır." Yani her şeyden haberdar olan ve her şeyi gayet iyi bilen Allah yedi kat gökleri ve yedi kat yerleri kudreti ve saltanatıyla altı günde yaratandır. Sonra da yaratıklar arasında en muazzam yaratık olan "Arş"ın -Selefin dediği gibi- kendi azametine lâyık olacak tarzda hakimi olur. Sahih olan görüş de budur. "Arşa istiva etmek" halef âlimlerine göre kulların işlerini idare eder, hakla hükmeder, O hüküm verenlerin en hayırlısıdır demektir.
Ayetteki "sümme" edatı zaman yoluyla değil haber yoluyla sıralama içindir. Çünkü bu edat Arşın yaratılması konusunda kullanılmamış, sadece Arş'ın semalara yükseltilmesi konusunda kullanılmıştır.
"Bu Rahmandır, bunu bir bilene sor." Yani bu yaratıcı size olan rahmeti muazzam olan Allah'tır. Sadece O'na güvenin. Ey dinleyici! Bunu iyi tanıyan, O'nun azametini gayet iyi bilen birinden bilgi iste. O'na tabi ol ve uy. Bilindiği gibi Allah'ı en iyi bilen ve onu en iyi tanıyan onun kulu ve Rasulü olan Hz. Mu-"ammed (s.a.) dir. Onun söylediği hakkın ta kendisidir. Onun haber verdiği doğruluğun ta kendisidir. O beşerin anlaşmazlığa düştüğü meselelerinde hükmüne baş vurulan liderdir. "Söylediği kendisine vahyedilen bir vahiyden başka itr şey değildir." (Necm, 53/4).
Zikri geçen hususlardan anlaşılmıştır ki Allah Rasulü'ne kendisine tevek-cü etmesini emrettiği zaman kendi zatını şu üç vasıfla zikretti:
Birincisi: O, ölümsüz ve diridir. "Sen ölümsüz diri olan Allah'a tevekkül
İkincisi: O, bütün bilgileri gayet iyi bilmektedir. Buyurdu ki: "Kullarının günahlarından onun haberdar olması kâfidir."
Üçüncüsü: O, bütün mümkün olan her şeye kadirdir. "Gökleri, yeri ve ara-larındakileri altı günde yaratan O'dur." ayetinden murad edilen mana budur. Zira gökleri, yeri ve aralarındakileri yaratan Allah olduğuna ve O'ndan başka yaratıcı bulunmadığına göre O'nun bütün faydalı şeyleri yapmaya ve zararları engellemeye kadir olduğu ve bütün nimetlerin O'nun tarafından olduğu sabit olmuştur. O halde O'ndan başkasına güvenip dayanmak caiz değildir.
Kâfirlere gelince, onlar şükür ve tevekkül emrine, küfürle ve kendi nefislerine güvenmekle karşılık verdiler. Cenab-ı Hak kâfirleri şöyle anlatıyor: "Onlara: Rahmana secde edin denildiğinde Rahman nedir? derler." Yani onlardan Rahman ve Rahim olan Allah'a secde etmeleri talep edildiği ve sadece O'na ibadet etmeleri istendiği zaman: "Biz Rahman'ı tanımayız." derler. Onlar Allah'ın "Rahman" ismiyle anılmasını yadırgıyorlardı. Rahman'ı bilmiyorsak O'na nasıl secde ederiz? diyorlardı.
Bu aynen Hz. Musa'nın (a.s.) Firavun'a: "Ben âlemlerin Rabbinden bir elçiyim. " (A'raf, 7/104) dediği zaman Firavun'un: "Âlemlerin Rabbi nedir ki?" demesine benzemektedir. (Şuara, 26/28).
"Biz senin bize emrettiğine mi secde edeceğiz? dediler. Bu onların sadece nefretini artırdı." Yani biz kendisini tanımadan sadece sen söyledin diye, senin bize kendisine secde etmemizi emrettiğin kimseye mi secde edeceğiz? dediler. Bu secde emri onların nefretini, yüz çevirmelerini, haktan ve doğrudan uzaklaşmalarını artırdı. Halbuki bu emir onları secde etmeye ve bunu kabul etmeye teşvik edici nitelikteydi.
Alimler Furkan Süresindeki bu secde ayetini okuyanın da dinleyenin de secde yapmasının gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Bu, Rahman ve Rahim olan Allah'a ibadet eden, O'nun ulûhiyetini tanıyan ve O'na secde eden müminlerin şanındandır.
Dahhak rivayet ediyor ki: Peygamberimiz (s.a.) ve ashabı secde ettiler. Müşrikler onların secde ettiklerini görünce alaylı bir tarzda mescidin bir köşesine çekildiler. "Bu onların nefretini artırdı." ayetinden murad edilen mana budur. Yani müminlerin secdeleri onların nefretini artırdı.
Cenab-ı Hak kâfirlerin secdeden daha fazla nefret ettiklerini anlattıktan sonra eğer düşünseler Rahman'a secde ve ibadetin vacip olduğunu anlayacaklarını zikretti. Allah Tealâ şöyle buyurdu:
"Gökte burçlar yaratan ve oraya bir ışık kaynağı (Güneş) ve aydınlatıcı bir Ay koyan (Allah) yüceler yücesidir"
Allah Tealâ göklerde yarattığı güzel varlıklarla kendi zatım yüceltmekte ve tazim etmektedir. Zikrediyor ki, gökyüzünde büyük gezegenler ve bu gezegenler için menziller, burçlar yaratan Allah çok yücedir, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Yıldızlarla ilgilenenler bu gezegenleri 1000 olarak saymışlar, modern aletler ise 200.000 yıldızdan fazla tespit etmiştir. Cenab-ı Hak gökte bir ışık kaynağı yaratmıştır. Bu ışık kaynağı varlık da kandil gibi olan aydınlatıcı güneştir. "Biz (gökyüzüne) parıl parıl parıldayan bir kandil astık." (Nebe1, 78/13).
Cenab-ı Hak gökyüzünde ayrıca nurlu yani ışık veren bir Ay da yaratmıştır. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Güneşi ışık kaynağı ve Ay'ı nurlu yaratan O'dur." (Yunus, 10/5).
"Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." Kullarının ibadeti için vakit belirlemek üzere gece ile gündüzü biri diğerinin ardından gelecek şekilde peşpeşe getiren Allah'tır. Kim geceleyin bir ameli yapamazsa gündüz o eksiği tamamlar. Kim gündüz bir ameli yapamazsa gece o eksiği tamamlar. Böylece bu hususta üzerine vacip olanı düşünmek, Allah'ın nimetleri ve sanatının hayret verici tezahürlerini tefekkür etmek ve sayılamıyacak ve tespit edilemiyecek derecedeki nimetlerine karşı Rabbine şükretmek isteyen kimse için öğüt vardır.
Buharî ve Müslim'deki sahih bir hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: Allah gündüz hata işleyen kimsenin tevbe etmesi için gece rahmet elini açar, gece hata işleyen kimsenin tevbe etmesi için gündüz rahmet elini açar.
Enes b. Malik diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) o gece Kur'an okuma imkânı bulamayan Hz. Ömer'e (r.a.):
- Ey Hattaboğlu! Allah senin hakkında bir ayet indirdi, dedi ve şu ayeti okudu: "Düşünüp ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur." Sonra da şöyle buyurdu: Gece yapamadığın nafilelerin gündüz kazasını yap. Gündüz yapamadıklarının da gece kazasını yap.
Ebu Davud et-Tayalisî Hasan-ı Basrî'den rivayet ediyor: Hz. Ömer (r.a.) bir gün kuşluk namazını uzattı. Ona:
- Bugün daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın denildi. Hz. Ömer (r.a.):
- Benim günlük virdimden bir parça kalmıştı. Onu tamamlamak istedim, yahut onu kaza etmek istedim, dedi ve şu ayeti okudu: "Düşünüp ibret almak ıeya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur."
Bu ayetle bundan önceki ayet Allah Tealâ'nın kudretinin, birliğinin ve varlığının delillerindendir. [76]
Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmişlerdir:
1- Hayret ve dehşet veren şeylerden biri Allah Tealâ nimetlerini sayıp kudretinin kemalini beyan ettikten sonra müşriklerin hâlâ kendilerine hiçbir fayda veya zarar veremiyen varlıkları bilgisizlikleri ve inatçılıkları sebebiyle Allah'a ortak koşmaya devam etmeleridir. Kâfirin işi günahlar hususunda şeytana yardımcı olmaktır.
2- İman ve itaat konusunda Rasulullah'ın (s.a.) hiçbir kimse üzerinde bir hakimiyet kurma hakkı yoktur. Onun görevi sadece kendisine itaat edenlere cenneti müjdelemek ve isyan edenleri cehennemle uyarmaktır. Peygamberler tebliğ ve uyarı yahut vahiy veya Kur'an okumaya karşılık hiçbir ücret, karşılık veya mükâfat talep etmeksizin bu hizmeti tam bir ihlâsla ve insanların hayrını isteyerek yerine getirirler.
Fakat Allah'a yaklaştıran nafile ibadetlerde yarışma ve hayırlara koşma kapısı ardına kadar açıktır. Kim cihad, sadaka ve benzeri hususlarda malını Allah yolunda infak etmek isterse bunu yapmaya gayret etsin.
3- Rasulullah (s.a.) ve her mümin sebepleri ve vasıtaları gözettikten sonra ebedî diri olan Allah'a tevekkül etmelidir. Tevekkül, kalbin bütün işlerde Allah Tealâ'ya dayanmasıdır. Sebepler ise kendilerine dayanmaksızın gözetilmesi emredilen vasıtalardır. Kâfirlerin yakıştırdıkları ortaklardan Allah Tealâ'yı tenzih etmek vaciptir. Mümin hadislerde nakledilen şekliyle: "Sübhânallahi ve-bihamdihî, sübhânallahil-azîm, Estağfirullah" der. Teşbih, Allah'ı tenzih etmek demektir. Ey insan! Allah'ın senin işlerinden her şeyi açık olanı da gizli olanı da gayet iyi bilmesi senin için yeter. Buna karşılık sana hayır ve şer olarak karşılığını verir.
4- Allah Tealâ ölmeyen, yok olmayan diri, daimî ve baki olan Allah'tır. O bütün malûmatı gayet iyi bilir, mümkün olan her şeye kadirdir.
5- Her şeyi yaratan Allah'tır. Yüksekliği ve genişliğiyle bütün gökleri O yarattı. Alçaklığı ve kesafetiyle bütün yeryüzünü O yarattı. İnsanlara işlerini sağlam yapmalarını, ağır davranmalarını ve aceleci olmamalarını öğretmek için yer ve göklerin yaradılışını on günde tamamladı. Arş'ı O yarattı ve O'nun celâline, kemaline ve azametine yakışacak şekilde Arş'a istiva etti (Arş'a hakim oldu). Bilmeyen kimse ise Allah'ı gayet iyi tanıyan Peygamber'e veya alime sormalı, ona uyup yolundan gitmelidir.
"Sonra Arş'a istiva etti." cümlesi hakkında Razî şöyle diyor: Arş'ta istikrai1 etme (karar kılma, yerleşme) Allah için caiz değildir. Çünkü bu sonradan meydana gelmenin delili olan değişmeyi gerekli kılar. Aynı şekilde birkaç şeyden meydana gelmiş olmayı veya bir şeyin parçası olmayı da gerekli kılar. Bütün bunlar Allah için imkânsızdır. Anlatılmak istenen mana şöyledir: Sonra Arş'ı yarattı ve onu semaların üstüne yükseltti. Allah da onu istilâ etmektedir (kuşatmaktadır.) Bu şu ayet gibidir. "Biz sizi mutlaka imtihan edeceğiz. Nihayet sizi gayet iyi bileceğiz." (Muhammed, 47/31). Çünkü bundan murad: "Biz kendilerini gayet iyi bildiğimiz halde mücahidler cihad edinceye kadar..." demektir. Arşın yaratılması göklerin yaratılmasından sonra değildir. Bunun delili: "O'nun arşı su üzerindedir." (Hûd, 11/7) ayetidir. Buradaki "sümme (sonra) kelimesi Arş'ın yaratılması için değil, Arş'ın semaların üzerine yükseltilmesi için kullanılmıştır.
6- İnatçılık ve böbürlenme müşriklerin iyice vasfi halini aldı. Müşriklerden Rahman olan Allah'a secde etmeleri talep edildiği zaman inkâr ve hayret ifadesiyle: "Rahman nedir?" demişlerdi. Yani biz Rahman denince sadece Yemame'nin Rahmanını -yani Müseylimetül-Kezzab'ı- tanıyoruz, dediler. Ya Muhammed! Biz senin emrettiğin şeye mi secde edeceğiz? demişlerdi. Bu emir onların dindeki nefretini artırdı. Halbuki bu emir onları secde etmeye ve bu emri kabul etmeye teşvik ediyordu.
Süfyan-ı Sevrî bu ayet hakkında şöyle demişti: Allah'ım! Bu ayet düşmanlarının nefretini artırdığı gibi benim de sana olan bağlılığımı artırdı.
7- Allah'ın gökyüzünde burçlar yani Zühre (Mars), Müşteri (Jüpiter), Zühal (Satürn), Semakîn (Uranüs) gibi büyük gezegenler için menziller tayin etmiş olması... Güneş'i ışık kaynağı, Ay'ı da -bu kaynaktan ışık alan- doğduğu zaman yeryüzünü aydınlatan bir nur kılması... Aydınlık-karanlık, fazlalık-ek-siklik gibi hususlarda gece ile gündüzü sürekli birbirlerini takip eder halde kılması Allah Tealâ'nın kudretinin ve birliğinin delillerindendir.
Cenab-ı Hak bunları boşuna değil, ihmal eden ihmalini, kötü davranan kötü davrandığını düşünüp yaptığı bu hataları düzeltsin diye ve Allah Tealâ'nın kendisine verdiği akıl, fikir ve anlayış gibi nimetlerine karşılık şükretsin diye yaratmıştır.
Hz. Ömer, İbni Abbas ve Hasan-ı Basrî diyor ki: Bunun manası şudur: Kim geceleyin yapacağı bir hayrı yapamazsa gündüz o eksikliği tamamlar. Kim gündüz yapacağı bir hayrı yapamazsa bu eksikliği gece tamamlar.
Gece düşünüp ibret almaya sebep olan huzur, sükûnet ve sessizliktir. Gündüz ise hareket, çeşitli davranışlarda bulunma ve düşünüp ibret almaktan meşgul edici çalışmalar vardır. Yahut geceleyin uyku ile geçen şeyleri düşünmeye sebeptir. Mümin gece veya gündüz yapamadığı hayırlı işleri diğer vakitte tamamlar. Gece ile gündüz ibret alacak ve şükredecek kimseler için uygun vakitlerdir. Allah gece amelini de gündüz amelini de kabul eder. O esneme ve uyku hali gelmeyen, kâinatı ayakta tutan hayat sahibidir.
Sonra gecenin sükûneti ve gündüz tasarrufta bulunma, şükrü gerektiren bir nimettir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onun rahmetinin gereği olarak sükûnet bulmanız için geceyi ve O'nun lütfundan (rızık) aramanız için gündüzü yarattı. Böylece (Allah'a) şükredersiniz." (Kasas, 28/73). [77]
63- Rahman'ın (has) kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine sataştıkları zaman "Selâmetle kalın" deyip geçerler.
64- Onlar gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek geçirirler.
65- Onlar şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı çok şiddetli ve devamlıdır."
66- Gerçekten orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir.
67- Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.
68- Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler. Hak edenler dışında Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim bunları yaparsa işlediği günahın cezasını görür.
69- Kıyamet günü azabı kat kat olur. O azap içinde hor ve hakir bir halde ebedî olarak kalır.
70- Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
71- Kim tevbe edip salih amel işlerse şüphesiz o Allah'a hakkıyla yönelmiş olur.
72- Rahman'ın (has) kulları yalan yere şahitlik etmezler. Boş sözle karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip giderler.
73- Onlar kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman o ayetler karşısında sağır ve kör gibi davranmazlar.
74- Onlar: "Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözlerimizin nuru olacak kimseler ihsan eyle. Bizi takva sahiplerine lider kıl." derler.
75- İşte onlar sabretmelerinin karşılığı olarak cennetin yüksek köşkleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Onlar orada selâm ve saygı ile karşılanacaklardır.
76- Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır!
77- De ki: "Duanız olmadıktan sonra Rabbim size niye değer versin? Siz (ey kâfirler) hakkı yalanladınız. Bu sebeple azap yakanızı bırakmayacaktır."
"Rahman'ın kulları" tamlaması bu kulların şerefini ve değerini beyan etmek içindir.
"Secde ve kıyam ederek" ve "ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar" ifadesinde tezat sanatı vardır.
"Orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir." ayetiyle "O ne güzel bir istikrar yurdu ve ne güzel bir makamdır." ifadeleri arasında cennetliklerin nimeti ile cehennemliklerin azabı arasında mukabele sanatı yapılmıştır.
"O ayetler karşısında sağır ve kör gibi davranmazlar." ayetinde istiare yapılmıştır. Hidayetten ve uyarıdan gafil olmayan kimse için duymayan ve görmeyen kimsenin durumu kullanılmıştır.
"Gözlerimizin nuru" ifadesi ferah ve sevinçten kinayedir. "Gurfe" kelimesi de cennetteki yüksek derecelerden kinayedir. [78]
"Rahman'ın" has "kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler." "Hevnen" yumuşaklıkla, alçakgönüllülükle demektir. Bundan maksat şudur: Onlar kibirlenerek ve böbürlenerek değil sükûnetle, tevazu ile ve ağırbaşlılıkla yürürler.
"Cahiller" beyinsizler "kendilerine sataştıkları zaman: "Selâmetle kalın" deyip geçerler." "Selâmen" ne hayırda ne serde ortak olmaksızın selâm verip geçerler, yahut kendilerini eziyetten ve günahtan salim kılacak iyi bir sözle geçiştirirler, demektir.
"Onlar gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek" yani geceleyin namaz kılarak "geçirirler." "İster uyusunlar, isterse uyumasınlar" ifadesi geceyi geçirmek demektir. Burada özellikle geceleme kullanılmıştır. Çünkü geceleyin yapılan ibadet gösterişten daha uzaktır. Huşu ve Allah'a yakınlığı daha çok artırır.
"Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı çok şiddetli ve devamlıdır." Ayetteki "garâmen" kelimesi ayrılmayan, onunla beraber olan bir azap demektir. Çünkü bu sürekli bir azaptır. Bu ifade: "Bu kullar Cenab-ı Hakk'a kulluk etmedeki gayretlerine rağmen azaptan korkmaktadırlar, amellerini itibara almadıkları için bu azabı kendilerinden kaldırması için Allah'a niyaz ederler." demektir.
"Gerçekten orası ne kötü" ne çirkin "bir mekandır, ne kötü bir durulacak yerdir." Ne kötü yerleşme ve oturma yeridir. Bu cümle önceki cümlenin sebebini beyan etmektedir.
"Onlar" kendilerine ve ailelerine "harcama yaptıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar." Normal haddi aşmazlar. Cimrinin yaptığı gibi davranmazlar. "Bu ikisi arasında orta yol tutarlar." Yani savurganlıkla cimrilik arasındaki harcama itidalli ve orta yollu bir harcama olmaktadır. "Kavâmen" kelimesi "kıvamen" şeklinde de okunmuştur. Buna göre anlamı şöyle olur: Tam ihtiyacı görecek şekilde, ne fazla ne de az harcama yaparlar. İstikrarlı şekilde devam ederler.
"Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâhayalvarmazlar." Allah'tan başkasına kulluk etmezler, Allah'a şirk koşmazlar. Ölümü "hak edenler dışında Allah'ın öldürülmesini "haram kıldığı cana kıymazlar. Zina etmezler. Kim bunları" şirk, adam öldürme ve zina olarak zikredilen bu üç cürmü "işlerse" ahirette işlediği "günahını" yani günahının cezasını "görür."
"Kıyamet günü azabı kat kat olur." Azabın katlanmasının sebebi masıyetin küfre eklenmesidir. "O azap içinde hor ve hakir bir halde" zelil olarak ve küçümsenerek "ebedî olarak kalır."
"Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah" ahirette "onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." Yani bu sıfatlarla devamlı muttasıftır. Dolayısıyla günahları affedecek ve hasenelere karşı sevap verecektir.
"Kim" günahlarından veya masıyetlerini terk edip bunlardan pişman olması sebebiyle bunlardan "tevbe edip" işlediği günahları telâfi etmek üzere "salih amel işlerse şüphesiz o Allah'a hakkıyla yönelmiş olur." Allah'a Allah katında razı olunacak şekilde, cezaları silecek, sevapları kazandıracak bir şekilde dönmüş olur. Bundan dolayı Allah da ona mükâfat verir. Bu hususi ifadeden sonraki umumî ifadedir.
Rahman'ın has kullan 'Yalan yere şahitlik etmezler." Yalancı veya batıl şahitlik yapmazlar. Ayetteki "zûr" kelimesi yalan ve batıl demektir. Bundan maksat batıl ehline batılları üzerine yardım etmezler, demektir. "Boş sözle" kaldırılması ve atılması gereken çirkin ve lüzumsuz sözlerle "karşılaştıkları zaman" ondan yüz çevirerek bu söze dalmaktan kendilerini uzak tutarak "vakarla oradan geçip giderler." Günahları affetmek de bu cümledendir.
"Onlar kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman" Kur'anla öğüt verildiği zaman "o ayetler karşısında sağır ve kör gibi davranmazlar."
Ayetten murad şudur: Hiç duymayan ve görmeyen kimse gibi Kur'an ayetlerini şuursuzca dinlemezler, içindeki hükümleri görmezden gelmezler. Bilakis pür dikkat kulak kesilirler, istifade etmek üzere basiretle bakarlar.
"Onlar: Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan" sana itaat ettiklerini göreceğimiz "gözlerimizin nuru olacak kimseler ihsan eyle."
Bundan maksat onların Allah'a itaate ve faziletlere muvaffak kılınmaları sebebiyle ferah ve sevinç duyulmasıdır. Çünkü ailesinin ve çocuklarının Rab-lerine itaat etmeleri sebebiyle Cennette kendisine kavuşacakları için müminin kalbi bundan memnun ve mesrur olur.
"Bizi takva sahiplerine" hayırda "lider kıl" ilim feyzinden ve amele muvaffak kılınmak sebebiyle din meselesinde bize uysunlar "derler." Buradaki "imam" kelimesi müfred olarak getirilmiş ama cemi manası murad edilmiştir. Yani dinî hususları ikame etmek hususunda kendilerine uyulacak liderler eyle demektir. Zira "imam" kelimesi hem müfred hem de cemi için kullanılır.
"İşte onlar" Allah'a itaate sebat etmelerinin ve zorluklara karşı "sabretmelerinin karşılığı olarak cennetin yüksek köşkleriyle mükâfatlandırılacaklar-dır."
Ayetteki "el-gurfe" yüksek, ulu bina demektir. Burada anlatılmak istenen mana cennetteki yüksek derece yahut cennetin en yüksek yeridir. Bunun delili "Onlar cennetin yüksek derecelerinde emniyet içindedirler." (Sebe, 34/37).
"Onlar orada" bu yüksek makamda melekler tarafından "selâm ve saygı ile karşılanacaklardır." Yani melekler onlara saygı duyacak ve onları selamlayacaktır. Bu selâmet ve huzur içinde kalma duasıdır. Yahut cennetlikler birbirlerine hürmet ve selâmla karşılık vereceklerdir.
"O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır." Onlar için daimi ikamet yeridir.
Ey Muhammed! Mekke'lilere "De ki:" sıkıntılı zamanlardaki "duanız" ya da Allah Tealâ'ya ibadetiniz "olmadıktan sonra Rabbim size niye değer versin1?" Yani size değer vermez, önem vermez, aldırış etmez. Buradaki "mâ" edatı olumsuzluk ifade eder. Çünkü insanın şerefi ve değeri Rabbini bilmesi ve O'na itaat etmesiyledir. Aksi takdirde insanla diğer canlılar eşit olur.
"Siz" Rasulullah'ı ve Kur'an'ı "yalanladınız." O halde nasıl size değer versin? "Bu sebeple azap ve yalanlamanın cezası sizin yakanızı bırakmayacaktır." Ahirette de sizi cehenneme alıncaya kadar sizden ayrılmayacaktır. Bedir günü kâfirlerden 70 kişi öldürülmüştür.
"Levlâ" kelimesinin cevabına ondan önceki cümle delâlet etmektedir. Yani duanız olmasaydı size aldırış etmezdi demektir. [79]
"Onlar Allah'la birlikte başka bir ihal edinip kulluk etmezler" 68. ayetin nüzul sebebi ile ilgili, Buharî ve Müslim İbni Mes'ud'dan (r.a.) rivayet ediyorlar: Rasulullah'a (s.a.) sordum:
- Hangi günah daha büyüktür? Buyurdular ki:
- Seni yarattığı halde Allah'a eş koşmandır.
- Sonra hangisidir? dedim. Buyurdular ki:
- Seninle birlikte yemek yiyecek korkusuyla evlâdını öldürmendir.
- Sonra hangisidir? dedim. Buyurdular ki:
- Komşunun hanımıyla zina etmendir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler." ayetini indirdi.
Buharî ve Müslim İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyorlar: Şirk ehlinden bazı kimseler adam öldürdüler ve bu hususta ileri gittiler. Zina ettiler ve bu hususta da aşırı gittiler. Sonra Hz. Muhammed'e (s.a.) gelip:
- Senin söylediğin ve davet ettiğin şey gayet güzeldir. Yaptığımız bu davranışlara kefaret olacak şeyi bize büdirsen? dediler. Bunun üzerine "Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler." ayeti nazil oldu. Ayrıca "De ki: Ey kendi nefislerinin aleyhine aşın giden kullarım!" (Zümer, 39/53) ayeti indi.
"Ancak tevbe eden, iman eden..." 70. ayetin nüzul sebebi ile ilgili,Buharî ve başkaları İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ediyorlar: Furkan Suresi'nin "Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler. (Ölümü) hak edenler dışında Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar." ayeti inince Mekke'li müşrikler: "Biz haksız yere cana kıydık ve Allah'la birlikte başka ilâha taptık, fuhuş da işledik." dediler. Bunun üzerine: "Ancak tevbe edenler bunun dışındadır." ayeti indi. [80]
Allah Tealâ müşriklerin bilgisizliklerini, Kur'an ve peygamberlik hakkında dil uzattıklarını ve kâfirlerin tevhid ve ilâhî kudret delillerine muttali olmalarına rağmen Allah'a secde etmekten yüz çevirdiklerini beyan ettikten sonra cennet mertebelerinin en yükseklerini kazanan Rahman'ın has kulları müminlerin vasıflarını zikretmektedir. Allah "kulluk" sıfatını ibadetlerle meşgul olanlara tahsis etmiştir. Bu da bu sıfatın mahlûkatın en şerefli sıfatlarından biri olduğuna delâlet etmektedir. Kim Allah'a itaat eder ve O'na ibadet ederse kulağını, gözünü, kalbini ve dilini kendisine emrettiği şeylerle meşgul ederse o kimse "kulluk" sıfatına lâyık olur.
Cenab-ı Hak -Razî'nin dediği gibi- onları dokuz sıfatla tavsif etti. Kurtubî diyor ki: Allah Tealâ "Rahman'ın has kullan"nı sahip olmaları ve terk etmemeleri gereken onbir güzel sıfatla tavsif etmiştir. Bunlar şunlardır:
1- Tevazu (alçakgönüllülük),
2- Hilm (yumuşak huyluluk),
3- Teheccüd (gece namazı kılmak),
4- Allah korkusu,
5- İsraf ve cimriliği terk etmek,
6- Şirkten uzaklaşmak,
7- Zina ve adam öldürmeden uzaklaşmak,
8- Tevbe etmek ve yalandan kaçınmak,
9- Kötülük edeni affetmek,
10- Öğütleri kabul etmek,
11- Allah'a niyaz etmek[81]
Allah Tealâ daha sonra onlara verilecek değerli mükâfatı beyan etti. Bu mükâfat "gurfe" yani cennet menzillerinin en yüksek ve en efdal derecesidir. Tıpkı dünya meskenlerinin (köşklerinin) en üstünü "gurfe" olduğu gibi. [82]
Bu sıfatlar Allah'ın mümin kullarının, cennetin en üst derecelerine lâyık olan "Rahmanın has kulları"mn sıfatlarıdır. Bunlar topluca dokuz sıfattır:
1- Tevazu: "Rahmanın (has) kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler." Yani Rableri tarafından güzel mükâfata lâyık olan Allah'ın ihlâsh, rabbani kulları yeryüzünde kibirlenmeden ve böbürlenmeden sükûnet ve ağırbaşlılıkla yürürler. Onlar yeryüzüne tevazuyla basarlar ve insanlara yumuşaklıkla muamele ederler. Onlar yeryüzünde üstünlük ve fesat arzu etmezler.
Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Lokman'ın oğluna yaptığı vasiyeti anlatarak şöyle buyurdu: "Yeryüzünde şımarık yürüme. Zira Allah her kibir taslayanı, kendini beğenip övüneni sevmez." (Lokman, 31/18).
Murad edilen mana şudur: Onlar yapmacık tavırlarla ve gösteriş yaparak hasta gibi yürüyor, değillerdir. Ancak izzetle ve onurla sadece Allah'a boyun eğen müminin izzetiyle yürürler. Ademoğulları'nın efendisi olan Peygamberimiz (s.a.) yürüdüğü zaman sanki yüksek bir yerden iniyormuş gibi yürüyordu. Sanki yeryüzü onun için duruluyordu.
Seleften bazıları güçsüz ve suni tavırla yürümeyi mekruh görmüşlerdi. Hatta rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) yavaş yavaş yürüyen bir genç görmüş:
- Neyin var? Hasta mısın? diye sormuş, genç:
- Hayır, ey müminlerin emiri deyince, Hz. Ömer o gence elindeki kırbacı göstererek ona kuvvetle yürümesini emretmiştir.
Buradaki "hevn" kelimesinden murad sükûnet ve ağırbaşlılıktır. Nitekim Rasulullah (s.a.) Buharî ve Müslim'in Sahih'lerinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: "Namaza gelirken koşarak gelmeyin. Namaza sekînetle (vakarla) gelin, eriştiğinizi kılın. Erişemediğinizi tamamlayın."
Rivayet edilmiştir ki Hz. Ömer (r.a.) yürürken böbürlenen bir genç gördü. Ona:
- Böbürlenerek yürüyüş, Allah yolunda (cihad meydanında) hariç mekruh görülen bir yürüme şeklidir. Allah bazı kimseleri medhederek şöyle buyurdu:
"Rahmanın (has) kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler." Sen de yürüyüşünde itidal yolunu tut, dedi.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: 'Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü toprağı yaramazsın, boyca da dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).
2- Hilm veya yumuşak söz: "Cahiller kendilerine sataştıkları zaman, "selâmetle kalın" deyip geçerler." Yani cahiller kendilerine kötü sözle saldınrlar-sa onlara aynı şekilde karşılık vermezler. Bilâkis affederler ve hoşgörülü davranırlar. Sadece hayır söylerler. Peygamberimiz (s.a.) cahilin kendisine katı davranmasıyla hiddetlenmez, ona karşı daha fazla hilm sahibi olurdu.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar lüzumsuz sözleri işitince ondan yüz çevirirler." (Kasas, 28/55). Nehhas diyor ki: "Selâmen" kelimesi "teslim (selâmete ermek)" manasındadır. Araplar der ki: "Selâmen" yani "selâmette kalasın, rahat olasın."
"Selâmetle kalın, derler." ifadesi doğru söylerler demektir. Yahut meşru, iyi bir sözle karşılık verirler, demektir.
Hasan-ı Basrî diyor ki: "Selâmün aleyküm (Allah'ın selâmı üzerinize olsun)" derler. Eğer kendilerine bilgisizce muamele yapılırsa yumuşak davranırlar. Gündüzleri Allah'ın kullarıyla dinledikleri şeylerle arkadaşlık yaparlar.
Bu iki sıfat Rahman'ın has kullarının diğer insanlarla aralarındaki tavırlarıdır. Bu iki sıfat eziyet etmemek ve yapılan eziyete tahammül etmek yani kırmamak ve kınlmamaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra bu kullarıyla kendi arasındaki sıfatlarını zikrederek şöyle buyurdu:
3. Geceleri teheccüd namazı kılmak: "Onlar gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek geçirirler." Yani onların gece programlan aynen gündüz programları gibidir. Gündüzleri en hayırlı gündüz, geceleri de en hayırlı gecedir. Akşamladıkları yahut geceye eriştikleri vakit Rablerine secde ve kıyamda bulunarak gecelerini geçirirler. Gecenin bir kısmında veya çoğunluğunda itaatkâr olarak ve ibadet ehli olarak namaz kılarlar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar gecenin (ancak) az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederlerdi." (Zariyat, 51/17-18); "Onların yanları yataklarından uzaklaşır, korku ve ümitle Rablerine dua ederler." (Secde, 32/14); 'Yoksa o ahiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde taat ve ibadet eden kimse (gibi) midir?" (Zümer, 39/9).
İbni Abbas diyor ki: Kim yatsı manazından sonra iki rekât veya daha fazla namaz kılarsa geceyi secde ve kıyam ederek geçirmiş olur.
4- Allah'ın azabından korkmak: "Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır." Yani onlar Rablerinden korkan ve O'na titreyerek dua eden ve korkarak: "Ey Rabbimiz cehennem azabını ve onun şiddetini bizden uzak kıl." diyen kimselerdir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar Rablerinin huzuruna döneceklerinden yürekleri çarpan ve vermeleri gerekeni veren kimselerdir." (Muminun, 23/60).
Cenab-ı Hak daha sonra suallerinin ve dualarının sebebinin iki şey olduğunu zikretti:
a) "Doğrusu Cehennem'in azabı çok şiddetli ve devamlıdır." Yani onun azabı isyankâr insandan hiç ayrılmayan, alacaklının borçlunun peşinden ayrılmaması gibi onu takip eden bir azaptır; yahut sonu mutlaka helak ve hüsran olan bir azaptır.
b) "Gerçekten orası ne kötü bir mekân, ne kötü bir durulacak yerdir." Yani cehennem yer olarak ne kötü konaktır, manzarası ne kötüdür. Ne kötü durulacak yerdir. Bu asla şüphe edilmeyecek olan ve dünya ateşi vücudunu dağlayan kimsenin gayet iyi bileceği tarzda bir şeydir.
5. Harcamada itidal yolunu tutmak: "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik yaparlar. İkisi arasında bir yol tutarlar." Yani onlar kendilerine yahut ailelerine harcama yaptıkları zaman bu harcamalarında savurgan değildirler. Onlar ihtiyaçtan fazla harcamazlar, kendi haklarında veya nafakaları üzerlerine vacip olan kimseler hakkında ihmal edip cimrilik de yapmazlar. Bilakis itidal içinde, orta yolu tutarak, dengeli bir şekilde ihtiyaç kadar harcama yaparlar. İşlerin hayırlısı ortasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Elini boynuna bağlı olarak asma. Elini tamamen açıp da saçıp savurma. Aksi takdirde kınanır, pişman olur, oturup kalırsın." (İsra, 17/29). Yani itidal içinde orta yolu izlemek, israfı ve cimriliği terk etmek gerekir.
İktisadın temel esası ve İslâm'da infakın ana direği budur.
İmam Ahmed, Ebud-Derda'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a) şu hadis-i şerifini rivayet ediyor: "Kişinin geçiminde orta yolu tutması onun anlayışlı olduğunun alâmetlerindendir."
Yine İmam Ahmed Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "İktisatla davranan fakir olmaz."
Hafız Ebubekir el-Bezzar, Huzeyfe'den (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadis-i şerifini naklediyor: "Zenginlikte itidal sahibi olmak ne güzeldir! Fakirlikte itidal sahibi olmak ne güzeldir! İbadette itidal sahibi olmak ne güzeldir!"
Savurganlık kişinin malının ve ümmetin malının zayi olmasına sebeptir: "Savurganlar şeytanın kardeşleridir." (İsra, 17/27).
Bilindiği gibi hayırda israf olmaz. İsrafta da hayır yoktur. Hasan-ı Basrî diyor ki: Allah yolunda yapılan infakta israf olmaz. İyas b. Muaviye diyor ki: Allah Tealâ'nm emrini aştığın her şey israftır".
Abdülmelik b. Mervan Ömer b. Abdülaziz'le kızı Fatıma'yı evlendirdiği zaman: "Harcaman nasıl?" diye sordu. Ömer b. Abdülaziz: "İki kötü uç arasındaki güzelliktir" dedi. Sonra bu ayeti okudu.
Hz. Ömer (r.a.) diyor ki: "Kişinin bir şeyi arzu edip de onu satın alıp yemesi israf olarak yeter".
İbni Mace'nin Sünen' inde Enes b. Malik'ten (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Arzu ettiğin her şeyi yemen israf sayılır."
Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin ve fasıkların sıfatları olan ve müminlerden uzak olması gereken menfî sıfatlan zikrederek şöyle buyurdu:
6- Allah'a şirk koşmak, adam öldürmek ve zinadan uzak olmak: "Onlar Allah'la birlikte bir başka ilâh edinip ona kulluk etmezler. (Ölümü) hak edenler dışında Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar."
Yani onlar Allah'la birlikte başka bir ilâha tapınmazlar, Allah'la birlikte ibadetlerine başka bir ortak koşmazlar. Taat ve ibadeti yalnız O'na yaparlar. İman ettikten sonra küfre düşmek, evlendikten sonra zina etmek ve haksız yere cana kıymak gibi şer'î ve haklı bir sebep olmaksızın kasden cana kıymazlar. Bu haklı sebep de şahsî görüşle değil ancak idarecinin veya hakimin hükmüyle olur. Onlar zina da etmezler.
Bunlar cürümlerin en büyükleridir:
- Allah'a şirk koşmak,
- Cana kastederek adam öldürmek,
- Zina etmek.
Birinci cürüm Allah'ın hakkına tecavüzdür. İkincisi insanlığa (yaşama hakkına) tecavüzdür. Üçüncüsü insan haklarına tecavüz ve namusu çiğnemektir.
Kurtubî'nin dediği gibi bu üç sıfat ayrı ayrı kabul edildiği takdirde hepsi onbir sıfat olmaktadır.
Cenab-ı Hak daha sonra nefsi ıslah etmeye ve istikamete dönmeye teşvik etmek için tevbe kapısını açtı:
"Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. İşte Allah onların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."
Yani dünyada günahtan uzaklaşıp masiyetten dolayı pişman olmak suretiyle bütün yaptıklarını terk edip Allah'a yönelenler, Allah'a, Rasulü'ne ve ahiret gününe inanıp tasdik edenler ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır. İşte Allah tevbe sebebiyle bunların kötülüklerini siler, ve taat sebebiyle kötülüklerin yerine iyilikler getirir, yahut bu geçmiş kötülükler tevbe ile derhal iyiliklere çevrilir.
Ebu Zer Peygamberimiz'den (s.a.) rivayet ediyor: "Günahlar iyiliklerle çevrilir. "
İmam Ahmed, Timizi ve Beyhakî, Muaz'dan Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kötülüğün peşinden iyilik yap ki onu sil-sin. İnsanlara güzel ahlâk ile muamele et." (Hûd, 11/114) ayetini te'kit etmektedir.
Kısaca: "Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." ayetinin manası hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Onlar bu kötülüklerin yerine iyilik işlediler demektir. Hasan-ı Basrî diyor ki: Allah kötü ameli iyi amelle, şirki ihlâsla, fücuru namuslulukla, küfrü islâmla değiştirir. Yani bu değişiklik dünyada, tesiri ise ahirette olur.
İkincisi: Bu kötülükler bizzat ihlâslı tevbe ile iyiliklere döner. Çünkü bu kimse geçen günahları her hatırladıkça pişmanlık duyar, Allah'a yönelir ve istiğfar eder. Bu itibarla günah taate çevrilir. Yani bu değişiklik ahirette olur.
Doğru olan birinci görüştür. Tevbe önceki ameli siler, tevbe eden kimse için yeni bir sayfa açılır. Artık diğer müminler gibi salih amellere sevap verilir, kötülüklere de ceza verilir.
"Kim tevbe edip salih amel işlerse şüphesiz o Allah'a hakkıyla yönelmiş olur." Yani kim günahlarına karşı tevbe ederse ve salih ameller işlerse Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü O Allah katında razı olunacak bir şekilde Allah'a dönmüştür. Allah da O'nun cezasını silmiş, sevabı bol olarak vermiştir.
Bu ifade şirk, kasden adam öldürme ve zina gibi büyük günahlardan tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edileceği şeklindeki hususi ifadeden bütün günahlardan dolayı yapılacak tevbenin kabulü için umumî bir ifadedir.
Bu ayetin benzerleri çoktur: "Bilmediler mi ki Allah kullarının tevbesini kabul eder." (Tevbe, 9/104); "De ki: Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (Zümer, 39/53).
7- Yalancı şahitlikten uzaklaşma ve yalandan sakınma: "Onlar yalan yere şahitlik etmezler. Boş sözle karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip gider-ler." Onlar başkası aleyhine kasden yalan yere şahitlikte bulunmazlar, yahut yalan meclislerinde bulunmazlar.
İbni Kesir diyor ki: Ayetin üslûbundan anlaşılan mana, onlar yalan konuşulan yerde bulunmazlar, demektir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar boş sözle karşılaştıkları zaman vakarla oradan geçip giderler." Yani yalan konuşulan yerde bulunmazlar. Onların yanına uğradıklarında bun-ian hiçbir şekilde kirlenmezler. Bu ayetin benzeri: "Onlar boş sözü işittikleri zzman ondan yüz çevirirler. Bizim amellerimiz bize, sizin ameliniz size derler. Selâm üzerinize olsun. Biz cahilleri arzu etmeyiz." (Kasas, 28/55).
Gerçek şudur ki, bu ayet şu iki hususa delâlet etmektedir.
- Yalancı şahitliğin haram oluşu,
- Boş söz meclislerinden sakınmak ya da hatalı davranan kişiyi affetmek. ♦"aMhler de bunu birinci hususa delil olarak zikretmişlerdir.
Nitekim Buhari ve Müslim'in Sa/ıiMerinde Ebu Bekre'den (r.a.) rivayet ■scilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) üç defa "Size büyük günahların €t büyüklerini haber vereyim mi?" buyurdu. Biz de, evet dedik. Bunun üzerine şeyle buyurdu: Allah'a şirk koşmak, anne-babaya isyan etmek. O sırada yaslanmış duruyordu. Oturdu ve şöyle buyurdu: "Dikkat edin yalan söz de büyük günahtır. Dikkat edin. Yalan yere şahitlik de büyük günahtır." Bunu o kadar tekrar etti ki biz: "Keşke sussa." dedik.
Hz. Ömer yalan yere şahitlik yapan kimseye 40 celde vuruyor, yüzünü siyahla boyatıyor, başını traş ettiriyor ve çarşıda dolaştırıyordu.
8- Öğütleri kabul etmek: "Onlar kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman bu ayetler karşısında sağır ve kör gibi davranmazlar." Yani bu ayetler hatırlatıldığı zaman dinlemek için otururlar. Kendilerine hatırlatmada bulunan kimselere Allah'ın kelâmını işittikleri zaman ondan hiç etkilenmeyen, durumlarını değiştirmeyen sanki kör ve sağır gibi hakkı duymayan ve görmeyen, küfürleri, isyanları, bilgisizlikleri ve tuğyanları üzerine devam eden kâfirler, münafıklar ve isyankâr müminler gibi değil, bilakis pür dikkat kesilen kulaklarla, basiretli açık gözlerle ve şuurlu kalplerle bu hatırlatmaya yönelirler.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bir sure indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu (sure) hanginizin imanını artırdı?" der. iman etmiş olanlara gelince (Her inen sure) daima onların inanını artırmıştır ve onlar (bir sure indikçe) birbirlerine müjde verirler. Fakat (bu sure) kalplerinde hastalık bulunanların küfürlerine küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (levbe, 9/124/125).
9- Allah Tealâ'ya yakarış: "Onlar: Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözlerimizin nuru olacak kimseler ihsan eyle. Bizi takva sahiplerine lider kıl, derler." Onlar Rablerine niyazda bulunarak dua ederler. Allah'tan kendilerini hayır işleyen, serden uzaklaşan, gözlerini nurlandıracak, gönüllerine sürür verecek mümin, salih ve İslâm'la hidayet bulmuş saliha eşlerle ve salih evlâtlarla rızıklandırmasım niyaz ederler. Çünkü mümin Alah'a itaatle amel eden birini gördüğünde gözü aydınlanır, dünya ve ahirette kalbi mesrur olur. Onlar ayrıca Allah'ın kendilerini hayırda ve dinin emirlerine uyma hususunda kendilerine uyulacak liderler kılmasını niyaz ederler.
Bu sebeple onlar kendi ibadetlerinin hanımlarının ve çocuklarının ibadet-leriyle irtibatlı olmasını, onların hidayetlerinin başkalarına faydalı olmasını arzu ettiler. Onlar hayır ve iyilik davetçileriydi. Bu daha çok sevaplı ve daha güzel neticelidir.
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdular: "İnsan ölünce üç şey hariç ameli kesilir: Faydası devamlı sadaka... Kendisinden yararlanılan ilim... Kendisine dua eden salih evlât."
Bazı alimler diyorlar ki: Bu ayet dinde liderliğin istenmesi ve arzu edilmesi gerektiğine delâlet etmektedir. İbrahim Halil (a.s.) şöyle dua etmişti: "Bana sonuncular arasında sadık bir lisan nasip eyle."
Cenab-ı Hak bundan sonra bu 11 sıfatla muttasıf olan "Rahmanın has kulları" nın mükâfatını zikretti:
"işte onlar sabretmelerinin karşılığı olarak Cennet'in yüksek köşkleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Onlar orada selâm ve saygı ile karşılanacaklardır." Yani bu değerli sıfatlarla bu övgüye lâyık söz ve davranışlarla muttasıf olan bu kimselere kıyamet günü cennetin yüksek köşkleri mükâfat olarak verilecektir. Bir ayette: "Onlar yüksek köşklerde emniyet içindedirler." (Sebe, 34/37) buyurulmaktadır. Onlar bu vazifeleri yerine getirmedeki sabırları ve sebatları sebebiyle bu derecelere nail olurlar. Onlar cennette selâm ve saygı ile karşılanacaklardır. Yani onlar ikram ve iltifat görecekler, kendilerine hürmet ve takdirle muamele edilecektir. Onlar selâmette bulunurlar. Allah'ın selâmı üzerlerine olur.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Melekler her bir kapıdan onların huzuruna gelecekler (ve şöyle diyeceklerdir:) Sabrettiğiniz şeylere karşılık sizlere selâm olsun. Bu dünya yurdunun en güzel sonucudur." (Ra'd, 13/23-24). Ayetteki "Sabrettiğiniz şeylere karşılık" ifadesi cennetin lâyık olma karşılığında verileceğine delâlet etmektedir.
Ayet kendilerine horlanma ve küçümsenme ile birlikte kat kat azap verilen isyankârların aksine, itaatkârların ta'zim ve hürmetle birlikte cennet nimetleri içinde olacaklarını ifade etmektedir.
"Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır!" Yani onların nimetleri devamlı olup kesilmez. Onlar cennetlerde başka yere intikal etmeden sürekli şekilde kalırlar. Ölmezler ve oradan ayrılmazlar. Oradan başka bir yere gitmek de istemezler. Bu cennetler ne güzel manzaradır, ne hoş menzil ve yurtlardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Saadete erenlere gelince: Onlar cennettedirler. Rabbinin dilediği müstesna olmak üzere onlar orada gökler ve yeryüzü durduğu müddetçe ebedî kalıcıdırlar. Bu hiç kesilmeyen bir lütuf ve ihsandır." (Hûd, 11/108).
Kısaca: Allah "Rahmanın has kulları" na önce cennette kıymetli menfaatler, ikinci olarak kendilerine ta'zim gösterilmesi ikramı vaad etti. Sonra da bu iki nimetin vasfının "devamlılık" olduğunu beyan etti. "Orada ebedî olarak kalacaklardır." Ayrıca bu iki nimetin onlara "has" olduğunu beyan etti: "O ne güzel bir istikrar yurdu, ne güzel bir makamdır!"
"De ki: Duanız olmadıktan sonra Rabbim size niye değer versin?" Yani Allah kullarından müstağnidir. Onlara asla muhtaç değildir. Sadece kulları istifade etsinler diye onlara bazı yükümlülükler vermiştir. İsyanları sebebiyle onlara azap edecektir. Kulları O'na iman etmez, O'na kullukta bulunmazlarsa Allah onlara hiç değer vermez, aldırış etmez. Çünkü O mahlûkatı kendisine ibadet etsinler, O'nun birliğini kabul etsinler, sabah akşam onu tenzih, teşbih etsinler diye yaratmıştır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat, 51/56).
"Siz hakkı yalanladınız. Bu sebeple azap yakanızı bırakmayacaktır."
Ey Kâfirler! Ey isyankârlar! Benim peygamberlerimi yalanladığınız ve benimle karşılaşacağınıza iman etmediğiniz takdirde yalanlamanız azaba uğramanıza sebep olacak, dünya ve ahirette helak olmanıza sebep olacaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bedbaht olanlara gelince: Onlar ateştedirler. Orada onların (çok feci) nefes alıp vermeleri vardır." (Hûd, 11/106-107). [83]
Bunlar "Rahmanın has kulları" nın sıfatlarıdır. Bu sıfatlar on bir sıfattır. Bu sıfatların sahipleri cennetlerde yüce menzillere lâyık olur.
1- Tevazu ve Allah Tealâ'ya itaat:
Bu Allah'ı bilmek ve O'ndan korkmak, O'nun hükümlerini bilmek, O'nun azabından ve cezasından korkmak sebebiyle olur.
2- Hilm ve güzel söz:
Onlar eziyete uğradıklarında kötülüğe iyilikle karşılık verirler.
Hasan-ı Basrî: "Onlar hilm sahipleridirler. Kendilerine cahilce muamele yapılırsa onlar cahilce davranmazlar." demektedir. Yani cahiliyet ahlâkı olan "Biz cahillerden daha fazla cahilce davranırız" esasının zıddına hareket ederler. Mümin, cahil kimseye sadece yumuşaklık ve güzellikle karşılık verir.
3- Geceleyin teheccüd namazı kılmak:
Yani gece yarısı Allah Tealâ'ya halisane ibadette bulunmak. Çünkü bu ibadet daha huşulu, maneviyatı daha kuvvetli ve riyadan daha uzaktır.
4- Allah Tealâ'nın azabından korkmak:
Yani onlar itaat etmekle birlikte Allah'ın azabından çekinir, titrer ve korkarlar. İster secdelerinde isterse kıyamlarında olsun böyle davranırlar. Zira cehennem azabı lüzumlu, sürekli ve ayrılmaz bir azaptır. Cehennem ne kötü bir mekân, ne kötü bir karargâhtır. Onlar bunu bilerek söylerler. Bunu bilerek söylerlerse istedikleri şeyin miktarının büyüklüğünü daha iyi bilmiş olurlar. Bu durum başarıya daha yakın olur.
5- İnfak hususunda israfa ve cimriliğe düşmeden itidal
sahibi olmak:
İnfaktan murad taat ve mubah işlerde yapılan harcamadır. Bu hususta insanın aşırı gitmemesi, aşırı gidip başka bir hakkı veya aile efradını ihmal etmemesi, ayrıca cimrilik ve sıkıcılık yapıp çoluk-çocuğunu aç bırakmaması, açgözlülükte aşırı gitmemesi istenmektedir. Bu konuda güzel olan orta yoldur, itidaldir. Orta yol herkes için durumuna, ailesine, sabrına ve kazanç teminindeki dayanma gücüne göredir. İşlerin hayırlısı ortasıdır. Orta yolu izlemek insanın dini, sağlığı, dünyası ve ahireti için en hayırlı davranıştır.
Allah'a isyan uğrunda malı harcamak ise haramdır. Az veya çok olsun şeriat bunu haram saymıştır. Başkasının malına tecavüzde bulunmak da haramdır.
6- Şirkten uzaklaşmak:
Şirk Allah'la birlikte başka birine tapınmak yahut Allah'tan başkasına tapınmaktır. Bu en büyük cürümdür. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bundan başkasını ise dilediği kimse için affeder." (Nisa; 4/48).
7- Kasden adam öldürmeden uzaklaşmak:
"Kati" yani adam öldürmek. Kasden haksız yere insan nefsine kıymak demektir. Bu Allah'ın sanatına bir tecavüzdür. İnsan hakları içinde en mukaddes hak olan yaşama hakkını heder etmektir. Haklı bir sebeple yapılan, irtidat sebebiyle yapılan, zina eden evli kadının recmedilmesi veya hakim tarafından kısas yapıldığı takdirde öldürmek caizdir.
8- Zinadan kaçınmak:
Zina, ırz mahremiyetini çiğnemektir. Bu neseplerin karışmasına, bulaşıcı hastalıkların yayılmasına, hakların zayi olmasına, düşmanlık, kin ve intikam duygularının kamçılanmasına sebep olan çok tehlikeli bir suçtur.
Bu büyük cürümleri (şirk koşma, adam öldürme ve zina etmeyi) işleyen kimseye cehennemdeki azap kat kat verilir. O kimse Allah'ın rahmetinden kovulmuş, zelil ve rezil olarak cehenneme girer.
Fakat kâfir, katil ve zinakâr tevbe ettiği zaman tevbesi kabul olur. Allah -bir görüşe göre- dünyada şirkin yerini iman, şüphenin yerini ihlâs, fücurun yerini namuslu hayat kılmakla onun günahını haseneye çevirir. Bir başka görüşe göre ahirette; haseneleri günahlarına galip getirilir. Bir başka görüşe göre bu değiştirme mağfiretten ibarettir. Yani Allah onların bu günahlarını bağışlar, yoksa bunları haseneye çevirecek değildir.
Cenab-ı Hak bundan sonra her insanın sadık ve samimî tevbesini kabul edeceğini te'kitle bildirdi.
9- Yalandan, batıldan ve yalan yere şahitlikten
kaçınmak:
Müslüman boş söz, yalan, şarkı-türkü, eğlence benzeri meclislerde bulunmaz. Sebep ve şartlar ne olursa olsun yalan yere şahitlik yapmaz. Çünkü bu bizzat haramdır. Bunun için ilim ehlinin çoğu şöyle demişlerdir: Tevbe etse de, durumu güzelleşse de onun şahitliği ebediyyen kabul edilmez. Dolayısıyla onun durumu Allah'a racidir.
10- Öğütleri kabul etmek:
Kendilerine Kur'an okunduğu zaman ahiretlerini ve dirileceklerini hatırlarlar. Bundan gafil kalmazlar, işitmeyen kimseler mevkiinde olmazlar.
11- Saliha bir eş ve zürriyetlerinin hidayete
ermesini, hidayete erdirilmesini, Allah'a itaatkâr olmalarını, kendileriyle
gönüllerin aydınlığa ermesini ve üstün hayatlarıyla kalplere memnuniyet
vermesini, hayırda kendilerine oyulan liderler olmalarını Allah'tan niyaz
etmek.
Bu niyaz da ancak dua edenin muttaki ve salih olmasıyla kabule lâyık
Bu ayet çocuk isteyerek dua etmenin, çocuk ve hanım için dua etmenin caiz olduğuna ve insanın faydasının başkasına tesirli olacağına delâlet etmektedir.
Onların mükâfatları saygı ve takdirle, tebrik ve selâmla ve ebedî hayatla, birlikte güzel makam, manzara ve istikrardan istifade etmek suretiyle cennet köşklerindeki yüksek derecelerdir.
Taatin faydası Allah'a değil kullara aittir. Allah kullarından müstağnidir, kullarına muhtaç değildir. Onların ibadetleri ve sıkıntı halinde Allah'a çok çok yakarışları olmasaydı Allah onlara aldırış etmez ve onlara değer vermezdi. Eğer onlar davet olundukları iman ve Allah'a kulluk hususunda hakkı yalanlarlarsa onların bu yalanlamaları onlardan ayrılmaz olur. Yalanlamanın cezası sürekli ve kaçınılmaz olur.
Onların mükâfatları saygı ve takdirle, tebrik ve selâmla ve ebedî hayatla, birlikte güzel makam, manzara ve istikrardan istifade etmek suretiyle cennet köşklerindeki yüksek derecelerdir. [84]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[16] Zemahşerî, 11/400.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[18] Haberin devamının delaletiyle Rıdvan bu ayeti indirirken vahiy emini Cebrail (a. s.) ile beraberdir.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[50] İbn Kesir, III/317.
[51] Razî, XXIV/79.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[71] Razî, XXIV, 92.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[73] Burçlarla ilgili verilen bu bilgi, bu konuda kültürde yer etmiş bilginin aktarılmasıdır. Kur'an-ı Kerim'in kendisinde böyle bir bilgi bulunmadığı gibi bunlardan hareket ederek fal bakma vs. yollarına başvurmak da haramdır.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[81] Kurtubî, XIII/83.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/