FURKAN SURESİ 2

Allah Nedir? Ne Değildir?. 2

Kafirlerin Kur'an Hakkındaki Şüpheleri 4

Hz. Peygamber'in Etrafındaki Şüpheler 6

Kâfirlerin Bazı İnaçları Ve Cezaları 7

İyi İle Kötünün Mukayesesi 8

Mahşerdeki Sorgulama. 9

Kafir, İşi Yokuşa Sürer 12

Kıyametin Getirdiği Pişmanlık. 13

Dünyada Kur'ân'a Olumsuz Tepki Ahirette Yüzüstü Süründürür 15

Peygamberlerin Olguları 18

Şirk Ve Ahireti İnkar 19

Tabiat Olaylarından Allah'a İmana Varma. 22

Peygamberin Görevi 24

Tabiattan Başlayıp İnsana Kadar Giden Farklılıklar 25

Hz. Peygamber'in Görevleri 27

Secde Büyük Bir İbadettir 28

Rahman'ın Kullarının Davranışları 29

Müslümanın Yapmaması Gereken Davranışlar 30

Zûr Kelimesinin Kur'ân'daki Kullanımları: 32

Harra Kelimesinin Kur'ân'daki Kullanımı: 33

Duanın Etkinliği 34

Furkan Sûresinden Çıkarılan İlkeler 36

1. Şirkle Mücâdele ve Tevhid İnancı İle İlgili İlkeler: 36

2. Kuran İle İlgili İlkeler: 36

3. Hz. Peygamber İle İlgili İlkeler: 36

4. Ahiretle İlgili İlkeler: 36

5. Mü'minlerin Özellikleri İle İlgili İlkeler: 36

6. Genel İlkeler: 37


FURKAN SURESİ

 

Mekke döneminin beşinci yılı ile altıncı yılı arasında inen bu sûrenin zamandaşı Meryem süresidir. 77 âyetten oluşan bu sûre, içeriği itibariyle bazı sûrelerin devamı veya başlangıcı du­rumundadır.

Tevhîd inancı ve şirkin kötülüğünü gündeme getirmekle hemen hemen çoğu sûrelerle bağlantılı olan bu sûrenin, kâfirlerin Kur'ân'a karşı takındıkları tavırlarını anlatırken kendinden önce ve sonra gelen sûrelere bağlılığı vardır.

Ayrıca önceki peygamberleri gündeme getirmekle Bakara, Âl-i îmrân, Nisa, Mâide, A'râf, Yûnus, Hûd, Yûsuf, İbrahim, Hicr, İsrâ, Meryem, Tâhâ, Enbiyâ ve Mü'minûn süreleriyle de konu birlikteliğine sahiptir.

Bu sûrenin, tabiat olaylarını gündeme getirmekle de pek çok sûre ile bağlantısı vardır. Sûrenin 63-77. âyetleri arasında Yüce Allah'ın yetiştirmek istediği Müslüman tipini açıklaması ile ilâhî eğitimin amaçlarından birisi dantel gibi örülmektedir.

Ayrıca Furkân sûresi, Allah'ın kullarının neleri yapması ve neleri yapmaması gerektiğini açıklayarak, mü'min olmanın temel özelliklerini gündeme getirmektedir. İsmini, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırmak anla­mına gelen ve birinci âyetinde yer alan Furkân kelimesinden almaktadır.

 

Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

Allah Nedir? Ne Değildir?

 

1.  Bütün insanlara, bir uyarı olsun diye kuluna, hakla bâtılı ayıran kitabı indiren Allah, yüceler yücesidir.

2.  Göklerin ve yerin mülkiyeti yalnız O'na aittir. Hiçbir çocuk edinmemiştir. O'nun mülkünde hiçbir ortağı da olmamıştır. O her şeyi yaratmış ve her şeye belli bir şe­kil vermiştir.

3.  Onlar, O'nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, kendi­leri yaratılmış olan ve kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen, öldüremeyen, yaşatamayan ve tekrar di­riltmeye gücü yetmeyen putları tanrı edindiler.

Burada ele aldığımız üç âyet, şirki yerip tevhîd inancını savunmak­tadır. Bunu niçin yapmaktadır? sorusuna cevap olarak, "Kur'ân'ın, Hz. Muhammed tarafından yazılmayıp ikinci âyette sayılan özelliklere sahip Allah tarafından indirildiğine açılım getirmektedir" diyebiliriz. Ayetlerin ilki bu amacı ortaya koymaktadır.

1. "Bütün insanlara bir uyarı olsun diye kuluna, hakla bâtılı ayıran kitabı indiren Allah, yü­celer yücesidir."

a) Âyette geçen h'jç tebârake kelimesi "bereket" kelimesinden türemiştir ve "hayrın, nimetin bol olması" demektir. Bu manadan hareket edersek tebârakenin manasını Râzî'nin belirttiği gibi, Nahl 18. âyetle vermemiz mümkündür: "Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız." Biz bu manaya İbrahim 34'ü de ilâve edebiliriz: "O, size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız." Bu anlamı tefsirini yapmakta olduğumuz âyete taşırsak tebârake kelimesine, "nimeti sonsuz olan Allah" manasım verebiliriz.

Ama tebârake kelimesini "noksan sıfatların tümünden uzak, yani münezzeh olmak" anlamına da alabiliriz. Yüce Allah'ın sübhân olması, yani Şûra 11'de belirtildiği gibi, "O'nun, benzeri yoktur" manasını bu âyete taşıyabiliriz. İşte o zaman, söz konusu kelimeye "yü­celer yücesi" manasını vermemiz mümkün olacaktır. "Değişmesi müm­kün olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan, her noksan sıfatın üstünde olan zât" demektir. Bu sıfatın getirilmesi ile Kur'ân'ın indirilmesi ara­sında bir bağlantı vardır. Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in yazmadığı, ama yüceler yücesi olan Allah'ın onu indirdiği açıklanmakta, öğretilmekte ve bunun tersini söyleyenlere de dolaylı yoldan da olsa cevap verilmiş ol­maktadır.

b) Furkân kelimesi Kur'ân'da farklı anlamlarda kullanılmış olma­sına rağmen, tüm kullanımlar özde tek manada birleşmektedirler. Fur­kân, fark kelimesinden türemiştir ve "farkı fark ettiren" demektir. Kur'ân'da bu kelime, ilâhî kitabın ismi, insanın sıfatı ve bir günün özel­liği olarak kullanılmaktadır.

i. "Eğer Allah'a ve o, hakkın bâtıldan ayrıldığı, iki topluluğun savaşta karşı karşıya geldiği gün, kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız" (Enfâl 8/41).

Âyetin bu kısmında söz konusu kelime yevme'l-Furkân şeklinde tamlama olarak geçmektedir. Bedir savaşının bir adı da "hak­kın bâtıldan ayrıldığı gün"dür. Çünkü kişi ve savaş donanımı bakımın­dan çok az olan, ama güçlü imana sahip olanların daha çok donanımlı olanlara galebe çalması, hakkın ve bâtılın ne olduğunu gösteren, ayıran bir uygulama olmuştur. Böylece iman ile inkârın farkı, deneysel olarak ortaya konmuş ve bu nedenle o gün, "Furkân günü", yani hak ile bâtılı ayıran gün olarak nitelendirilmiştir.

ii. "Ey iman edenler! Eğer Al­lah'tan sakınırsanız O, size hak ile bâtılı ayırt edici bir anlayış verir" (Enfâl 8/29).

Bize göre buradaki Furkân, "eğitimle elde edilen bir nitelik, bir zihnî olgunlaşma durumu, gönül gözü" anlamını taşımaktadır. Bu mana­yı A'râf 201'de yakalıyoruz. Çünkü hem Enfâl 29'da, hem de A'râf 201'de "takva", ortak konuyu oluşturmaktadır. A'râf 201'de "takva sa­hibi insan", kendisini etki altına almaya çalışan şeytanın vesvesesini düşünüp gören, yani etkinin Rahmanı mi şeytanî mi olduğunu ayıran kişi olarak takdim edilmektedir.

Demek ki, takva sahibi insanı Yüce Allah'ın Furkân kılması, ona "basiret" dediğimiz gönül gözünü kazandırıp iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı, güzel ile çirkini ayırt etme yeteneğini vermektedir. Bu insan farkı fark eden bir yetenek, nitelik, meleke ve basiret kazan­maktadır.

Furkân kelimesi, aynı zamanda Tevrat ve Kur'ân için de kul­lanılmaktadır. Enbiyâ 48'de Hz. Mûsâ ve Hz. Harun'a indirilen vahye Furkân denmektedir, işte yorumunu yapmakta olduğumuz Furkân l'de de Kur'ân'a Furkân ismi verilmektedir.

Genel manada ilâhî vahy, özel manada Kur'ân, farkı fark ettirdiği için bu ismi almaktadır; iman ile inkârın ve ahlâkî değerlerin farkını or­taya koymaktadır. Bir bakıma Furkân, Muhammed Esed'in dediği gibi, farkları fark ettiren bir "ölçü" niteliğini taşımaktadır.

Kur'ân'm bu özelliği ile Yüce Allah'ın tebârake, yani "yüceler yücesi" olması arasında bir bağlantı vardır. Kur'ân, ayırt edici özelliği ile iyinin, hayrın, güzelin, doğrunun ve gerçeğin kaynağı olan bereketle­rin en kapsamlısı olmaktadır. Yüceler yücesi olan Allah'tan geldiği için, onun da yücelere erdirici ve yücelere götüren değerleri, öğretici bir bo­yutu vardır.

c) el-'abd kelimesi, doğrudan doğruya "Hz. Muhammed"i ifade etmektedir. Yüce  Allah'ın, burada    "peygamber" sıfatını kullanmayıp 'abd kelimesini kullanması mânîdârdır. Hz. Muhammed'i tanrı yerine koymamak, ona tanrılık sıfatı vermemek, onun sadece bir uyarıcı, bir elçi, bir tebliğci olduğuna inanmak ve mü'minleri de bu şekilde inandırmak gayesiyle Yüce Allah, Hz. Peygamber'i bu şekilde nitelendirmiştir.

Diğer taraftan 'abd olan Hz. Muhammed'i bu Furkân, yani Kur'ân, rasûle, yani peygambere çevirmiş ve ona o sıfatı vermiştir. Onun peygamberlik boyutu, kulluk boyutuna da uyarıda bulunacak, kulluk boyutu peygamberlik boyutuna tâbi olacak, ona itaat edecek ve inana­caktır.

d) Yüce Allah, Furkân'ı niçin indirdiğini açıklamakta ve bu ama­cın insanlara bir uyarı olduğunu da söylemektedir. Âyette geçen el-'âlemîn kelimesi, Fâtihâ sûresinde de açıklandığı gibi, "insanlar ale­mi" anlamına gelmektedir. İnsanlar, yanlış davranırlarken Önlerindeki tehlikeyi görmemektedirler. Onun için bu tehlikenin ne olduğu konusun­da uyarıda bulunup yanlıştan caydırmayı temin etmek Kur'ân'ın görev­leri arasında yer almaktadır. Kur'ân, uyarıcı olduğu için Hz. Muhammed de uyarıcı olmaktadır. Kur'ân'ın "uyarıcılık" vasfı, dolaylı olarak Hz. Muhammed'e intikal etmektedir. Dolayısıyla yekûne "olsun" fiili­nin faili Hz. Muhammed'dir dememizde bir sakınca yoktur.

İnsanlar iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile bâtılı, güze! ile çirkini, bilgi ve ahlâkî bakımdan ayıramadıklarından dolayı zaman za­man bu konularda Allah'a ve insanlığa ters düşmekte, ters düşen hare­ketleri sergilemektedirler. Bunların ayırt edici bir kitaba ve aydınlatıcı bilgiye ihtiyaçları olduğu için Yüce Allah Kur'ân'ı bir uyarıcı niteliğin­de indirmiştir.

2. "Göklerin ve yerin mülkiyeti yalnız O'na aittir, Hiçbir çocuk edinmemiştir. O'nun mülkünde hiçbir ortağı da olmamıştır. O, her şeyi yaratmış ve her şeye belli bir şekil vermiştir."

Furkân sûresinin bu âyetinde Allah'ın dört sıfatı, özelliği gündeme getirilerek sağlam ve gerçek imanın bilinci verilmektedir. Bir bakıma şirk ile mücâdele verilerek tevhîd inancının eğitimi ve öğretimi yapıl­maktadır. Nedir o vasıflar?

a) "Göklerin ve yerin mülkiyeti yalnız O'na aittir." Âyetin bu kısmında geçen iüi mülk kelimesi, hem sahipliği, hem de egemenliği ifade etmektedir. "Sahip olduğunuza egemensiniz" de­mektir ve bu anlamları bir kelime ile ifade etmektedir. Bir bakıma Furkân sûresinin ilk âyetinin ilk kelimesini açıklamaktadır. Yüceler yü­cesi olan Allah, kâinatın egemenliğini ve sahipliğini kudretinde bulun­durmaktadır. Bu âyetin bir açılımı da Al-i İmrân 109'dur: "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır." Bir bakıma Âl-i İmrân'daki lillâhi ile Furkân 2'deki lehû mülk ifadeleri aynı manaya gelmektedir. Lillâha "Allah'a aittir" manası verilirken, mülke de "egemenlik" manasının verilmesi daha doğru olacaktır. Ayetin bu kısmı Nûr sûresinin 64. âyetini müjdelemiştir.

b) "Hiçbir çocuk edinmemiştir." Âyetin bu kısmı, Isrâ 111. âyetini müjdelemiş, Üzeyir'i Allah'ın oğlu olarak gören Yahudi, Hz. îsâ'yı Allah'ın oğlu olarak gören Hıristiyan öğretileri ile Arapların melekleri Allah'ın kızları olarak görmelerini çürütmekte ve ortadan kal­dırmaktadır. Âyette geçen veled kelimesine, "çocuk, oğul, döl" ma­nasını vermemiz mümkündür. Yüce Allah'ın çocuk, oğul ve döl edindiği meselesi akla ve doğaya aykırıdır. Çocuk edinmek bir eksikliktir; sonlu olmayı gündeme getirir ve tanrılık vasfını ortadan kaldırır. Onun içindir ki, İhlâs sûresinde "Allah'ın ne doğurduğu ne de birinden doğduğu" gündeme getirilmektedir. Yüce Allah'ın bu vasfı, kâinatın tek hâkimi ve sahibi olduğuna da işaret etmektedir.

c) "O'nun, mülkünde hiçbir ortağı da olma­mıştır." Buradaki el-nıülk kelimesine "egemenlik" manasım ver­mek de mümkündür. Yüce Allah, egemenliğini kimse ile paylaşmamaktadır. Yüce Allah'ın egemenliği paylaşılamaz. Egemenliği paylaşabil­mek için, yaratılışta ortak olmak gerekiyor; yaratışta payı olmayanlar, egemenliği de paylaşamaz.

d) "O, her şeyi yaratmış ve her şeye belli bir şekil vermiştir." Her şeyi yarattığı ve yarattığı her şeye belli bir kadere yani yasalara göre şekil vermiştir. Her şeyin kendine özgü bir yapısı var­dır. Bu yapıyı Yüce Allah kader olarak onlara vermiştir. Yüce Allah, her varlığa belli bir yapı, şekil ve görev vermiş, o varlık da kâinatta görevini icra etmektedir. Mikroplardan galaksilere, insandan cin ve meleklere varıncaya kadar tüm varlıklar, kendilerine tayin edilen kadere göre gö­revlerini yerine getirirler.

Yüce Allah, yaptığı bu işi A'lâ sûresinde şöyle açıklamaktadır: "Yaratıp düzene koyan, takdir edip yol gösteren O'dur" (A'lâ 87/2-3). Görüldüğü gibi Yüce Allah, kâinatın, kendisine ait olduğunu, çocuk edinmediğini, egemenliği hiç kimse ile paylaşmadığını ve her şeyi yaratıp şekillendirdiğini söyleyerek dört vasfını ortaya koy­muştur.

Kısaca Yüce Allah, Kur'ân'ı indiren varlığın yani Kendisinin sahip olduğu vasıfları anlatarak Kendinden başkasının din koyamayacağını, vahy ve kitap gönderemeyeceğini vurgulamakta ve bunu Kur'ânî bir Öğreti olarak sunmaktadır; insanlığa da, nasıl bir varlığa inanırlarsa ger­çek imana sahip olacağının dersini vermektedir.

3. "Onlar O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratamayan, kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen, öldüremeyen, yaşatamayan ve tekrar diriltmeye gücü yetmeyen putları tanrı edindiler."

İnsanlar, Yüce Allah'ı bırakıp başka varlıkları, eşyaları, tabiat olaylarım tanrı edinmişlerdir ve Yüce Allah da, bu âyetinde onların yaptı­ğının yanlışlığını çeşitli şekillerde açıklamaktadır.

a) "Yaratamayan, kendileri yaratılmış olan." Bundan anlıyoruz ki, o tanrıların bir kısmı canlı varlıklardır. Mesela Ya­hudilerin Hz. Üzeyr'i tanrılaştırmaları (Tevbe 9/30), Hıristiyanların Hz. îsâ'yı tanrılaştırmaları (Mâide 5/72, 116; Tevbe 9/30), ayrıca birbirlerini, bilginlerini, rahiplerini tanrılaştırmaları (Tevbe 9/31) da bu ifadenin kap­samına girmektedir. Bir azizi, bilgini, rahibi veya din adamını tanrı e-dinmek beşerin sapıklıklarındandır. Bunlar yaratamadıkları gibi, üstelik kendileri de yaratılmıştır. Tanrı olmanın en önde gelen vasfı, özelliği, sıfatı yaratıcı olmasıdır. Yaratamayan, tanrı olamaz. Yaratamayan yara­tılmış demektir.

b) "Kendilerine ne zarar ne de fayda ve­remeyen." Kendi kendine fayda ve zararı dokunmayan varlıkları, insan­ları tanrı edinmek, hem akla hem de ilâhî vahye aykırıdır; böylesi bir inanış, tevhîd inancının düşmanıdır. Yüce Allah, fayda veya zarar vere­bilmeyi ya da verememeyi, tanrı olmanın önemli ölçütlerinden biri ola­rak kabul etmektedir.

A'râf 188'de Yüce Allah, Hz. Peygamber'e "Allah dilemedikçe kendine ne fayda ne de zarar verecek güçte olmadığını" söylemesini emretmektedir. Yûnus 18'de de fayda ve zararı gündeme getirerek şöyle buyurmaktadır:

"Müşrikler, Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar."

Hz. İbrahim, halkına tevhîd inancını anlatıp öğretirken, fayda ve zararı gündeme getirmekte ve aksi özellikte bulunan varlıkları ilâh edinmenin akıl dışı bir şey olduğunu söylemektedir (Enbiyâ 21/66-67).

c) "Öldüremeyen, yaşatamayan ve tekrar diriltmeye gücü yetmeyen (putları tanrı edindiler)." Öldürmek, hayat vermek, tekrar diriltmek tanrı olmanın önemli özelliklerindendir.

Yüce Allah, şirkin ortadan kalkması, tevhîd inancının onun yerini alması için, tanrılık vasıfları konusunda bir dizi ders vermekte, önce gerçek tanrının hangi vasıfları olduğunu, sonra da sahte tanrıların hangi özelliklere sahip olmadıklarının bilincini insana kazandırmaktadır. Bize göre bu tevhîd dersi ilahiyatın en önde gelen derslerindendir. Tevhîd dersinin nasıl verileceğinin metodu da işte bu âyetlerde açıkça öğretil­mektedir.

 

Kafirlerin Kur'an Hakkındaki Şüpheleri

 

4.  İnkâr edenler: "Bu Kur'ân, Muhammed'in uydurdu­ğu bir yalandır. Bu uydurmada ona başka bir topluluk da yardım etmiştir" dediler. Kâfirler, bu sözleriyle hak­sızlık edip yalan söylemişlerdir.

5.  Ve yine kâfirler: "(Kur'ân âyetleri), öncekilerin ma­sallarıdır. Onları kendisi yazdırmıştır. Bunlar sabah-akşam kendisine okunmaktadır" dediler.

6.  De ki: "Kur'ân'ı, göklerde ve yerdeki sırlan bilen Allah indirmiştir. Şüphesiz Allah, çok affedici ve çok merhametlidir."

İlâhî alemden, yeryüzüne inen Kur'ân, bazı insanların tepkisini çekmiş, çeşitli söz ve eylemlerle saldırıya uğramıştır.

Yüce Allah, bir taraftan bu tepkileri ele almakta, diğer taraftan da onların değerlendirmesini yaparak nasıl cevap verileceğini mü'minlere öğretmektedir. Âyetlerin analizinden bu üç boyutlu açıklamayı elde et­miş olacağız:

1. "înkâr eden­ler: 'Bu Kur'ân, Muhammed'in uydurduğu bir yalandır. Bu uydurmada ona başka bir topluluk da yardım etmiştir' dediler."

İnkâr edenlerin psikolojisi, geçmiş hayat tarzlarını sürdürmeğe ça­lışmalarını, kurdukları egemenliğin elden gitmesini önlemelerini körüklüyordu; kurdukları câhiliyet düzeninin, süflî hayatın ve sömürü­nün elden çıkmasını istemiyorlardı. Kur'ân, yaşanmakta olanı değiştiren değerler sistemini getirip hayata sokuyordu. İlk önce taptıkları sahte tan­rıları yıkıyor, yaptıkları zulmü ortadan kaldırıyordu. Ezdikleri, canlı canlı toprağa gömdükleri kız çocuklarına hayat hakkı tanıyor, onlara mirastan alma, şahitlik etme, onurlu bir hayat yaşama ve fikir özgürlü­ğüne sahip olma hakkım tanıyordu. Sömürü düzeninin ana nedeni olan tefeciliği kaldırıyor, ahlâksızlığa kaynak olan davranışlarını yasaklıyordu. İşte bütün bunlar, düzenin değişmesini istemeyenlerin nefis kazanını kaynatıp kin ve düşmanlık duygularını taşırıyor ve böyle­ce âyette belirtilen sözleri söyleyerek tepkilerini gösteriyorlardı.

a) Müşrik kâfirler, Kur'ân'ın, Hz. Muhammed tarafından uyduru­lan bir yalan olduğu iddiasını ortaya attılar. Ayette geçen ifterâ ke­limesi, "bir şeyi yarmak, yalan düzmek, mesafe kat etmek, şaşırıp dehşe­te düşmek, birini çok kınayıp ayıplamak"; isim kalıbı olan "acayip, karışık, uydurma iş" manalarına gelen  ferâ fiilinden türemiştir.

Kâfirler, tepkilerini bu sözleriyle ortaya koymuşlardı. Bundan alı­yoruz ki o dönemde kâfirler "iftira"nm ne olduğunu biliyorlardı.

İftira edenler, kendi eylemlerini Hz. Peygamber'e mal ediyorlardı. Onun vücut aynasında kendilerini görüyorlardı. İftira etme ahlâksızlığına sahip olanlar, sahip oldukları bu kötülüklerini başkasına atma erdemsiz­liğini de yaşıyorlardı.

Bunlar, "Kur'ân'ı yalan, Hz. Muhammed'i de o yalanı uyduran ki­şi" olarak görüyorlardı. İlâhî vahye yalan demek, peygambere de yalan uydurma eylemini yakıştırmak ikili bir saldırının yapıldığını göstermek­tedir.

b) Bu kâfirler, bir bakıma Hz. Muhammed'in bunu yapamayacağı­nın farkına varmış olmalılar ki, ona birilerinin yardım ettiği iftirasında da bulunmuşlardı. Hatta bir kişî değil de "bir topluluğun" ona yardım ettiğini İp kavm kelimesiyle ifade etmişlerdi.

Bu yardım etme, ya da yardım alma sözleri Nahl 103. âyeti hatır­latmaktadır: "Şüphesiz biz onların: 'Kur'ân'ı ona ancak bir insan öğretiyor' de­diklerini biliyoruz. Kendilerine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır; halbuki Kur'ân, apaçık bir Arapça'dır." "Birileri ona Kur'ân'ı öğretiyor" demekle, "birileri ona yardım ediyor" demek arasında bir fark yoktur. Muhtelif zamanlarda söyledikleri, ama aynı manayı ifade eden farklı ifadelerden başka bir şey değildir.

2. "Kâfirler, bu sözleri ile haksızlık edip yalan söylemişlerdir." Kâfirlerin bu sözleri ile haksızlık edip yalan söyledikleri değerlendirmesini Yüce Allah yapmaktadır. Yüce Allah, onların bu söz­lerle tepki göstermelerini "zulüm" olarak nitelendirmektedir. Zulüm, "bir şeyi yerli yerine koymamak, bir şeye yakışan sözü söylememek,

haksız ve ağır olumsuz tavır takınmak" demektir. Zulüm, aynı zamanda "karanlık bir iş yapmak" demektir. Bu adamların zulüm getirmeleri, kafa ve gönüllerindeki karanlığı Kur'ân'a sarmak istemiş olmalarıdır.

Ayrıca Yüce Allah, onların yalan söylediklerini, iftiraya başvur­duklarını da söylemektedir. İşte Yüce Allah'ın onlar hakkındaki değer­lendirmesi, onların haksızlık yaptıkları ve yalan söyledikleri şeklinde olmuştur.

3. "Ve yine kâfirler: '(Bu Kur'ân âyetleri) öncekilerin masallarıdır. Onu kendisi yazdırmıştır. Bunlar sabah-akşam kendisine okunmaktadır' dediler."

Yüce Allah, bir önceki âyette kâfirlerin Kur'ân üzerinde yürüttük­leri iddialarının bir kısmını gündeme getirip değerlendirmesini yapmıştı; bu âyette ise tepkilerinde kullandıkları başka sözleri gündeme taşımakta ama değerlendirmesini yani onları cevaplandırmasını bir sonraki âyette yapmaktadır.

esâtîru'l-evvelîn "evvelkilerin masalları" derken, Kur'ân'da yer alan geçmiş peygamberlerin olgularını ele alan âyetler kastedilmektedir. el-esâtîr kelimesi, "uydurup söylenen masallar" anlamına gelen el-estâr kelimesinin çoğuludur. Bu kelimeyi el-ustûrenin çoğulu diyenler de vardır[1].

Kâfirler, bu masalları Hz. Peygamber'in, başkalarına yazdırdığını iddia etmişlerdir. bükra "sabah", esîl ise "akşam" anlamına gelmektedir. tümlâ da "okunmaktadır" manasını ifade etmektedir. Sabah-akşam ona okunulan bu masalları Hz. Peygamber, onların iddia­sına göre- başkalarına yazdırmaktadır derken kâfirler, Kur'ân'a en bü­yük saldırıyı yapıyorlardı. Kâfirlerin bu aşırı tepkilerini Yüce Allah de­taylı bir şekilde ele alıp anlatmaktadır. Kur'ân'a, "Hz. Muhammed'in uydurduğu yalan, öncekilerin masalları" diyerek benliklerinin derinli­ğinden gelen kin ve düşmanlıklarını ortaya döküyorlardı. Yüce Allah, onların çeşitli söylevlerini gündeme getirmekle, asırlar geçtikçe farklı insanların, farklı şekilde tepki göstereceklerine işaret etmiş olmaktadır. Saldırıların metotları ve tarzları ile saldırganların tanrıları zaman geçtik­çe değişebilecektir.

4. "De ki: Göklerde ve yerdeki sırları bilen (Allah), Kur'ân'ı indirmiştir. Şüphesiz Allah, çok affedici ve çok merhametlidir."

a) Kur'ân gibi bir kitabı yazan varlık her şeyi bilmelidir. Onun için Yüce Allah ilz ya'Iemü "bilir" kelimesine yer vermiştir. Kur'ân, müş­riklere, kâfirlere yani onu peygamberin yazdığını iddia edenlere, tama­mını olmazsa on sûresini, olmazsa bir sûresini getirmelerini istemiştir. Bunu yapamadıklarını ve asla yapamayacaklarını da bildirmiştir (Bakara 2/23).

b) Yüce Allah'ın neyi bildiği de âyette açıklanmaktadır. "Göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah'ın indirmesidir" demekle Yüce Allah buna da açıklık getirmektedir. Göklerin ve yerin insandan gizli olan yönlerine Yüce Allah "sır" demektedir. Yüce Allah, insan idrakine uygun değer­lendirme yapmakta, kâfirlere verilecek cevabı belirlemektedir. Yüce Allah için "sır" konusu yoktur. Bu kelime, insan için söz konusudur. İnsan için "bir şeyin bilinir hali, görünen yönü, bilinmeyen, görünmeyen yönleri olabilir", ama bunlar Allah için kesinlikle düşünülemez.

İşte kâinatın sırlarını bilen ve sonsuz bilgiye sahip olan Allah, Kur'ân'ı indirmiştir. Râzî, Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğini şöyle açıklamaktadır;

"Kur'ân'in sahip olduğu fesahat, ancak her şeyi bilen birisi tara­fından gerçekleştirilebilir." Fesahat, Kur'ân'ın sahip olduğu edebî zen­ginliği, ifade derinliği, edebî sanatları oluşturan edebiyat inceliklerinden birisinin adıdır.

"Kur'ân, gabya ait haberleri ihtiva etmektedir. Bu da ancak her şe­yi bilenden kaynaklanır." Demek ki Kur'ân, insan bilgisinin giremeye­ceği, fark edemeyeceği alanlara girip onları bilinir hale getirmektedir. Onun bu boyutu, Hz. Muhammed tarafından yazılmadığının delilidir.

"Kur'ân, ihtilaf denen noksanlıklardan uzaktır. Bu özelliğe sahip kitabı ancak her şeyi bilen biri gerçekleştirebilir. "Hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah katından olmasaydı, onda bir çok tu­tarsızlık bulurlardı" (Nisa 4/82).

"Kur'ân, bütün âlemin maslahat ve faydasını, kulların nizamını sağlayacak hükümleri ihtiva etmektedir. Bu ise, ancak her şeyi bilen tarafından yapılabilir." Bundan şunu anlıyoruz: Kur'ân, herhangi bir kültürün tarafını tutan biri tarafından yazılmadığı için, objektif, tarafsız çözümler ve hükümler getirmiştir; aynı zamanda tüm insanların faydası­nı ve onların sosyal hayatlarının düzenli yürümesini amaç edinmiştir.

"Kur'ân,   çeşitli   ilimleri   ihtiva   etmektedir."   Bundan   kasıt, Kur'ân'ın bir bilim kitabı olduğu değildir; ama çeşitli bilimlerin araştır­ma alanlarını ve araştırmanın hareket noktasını belirlemektedir. Bütün bunları Hz. Muhammed'in yapması, bilmesi ve yazıya dökmesi veya döktürmesi imkansızdır. Onun içindir ki Kur'ân'ın, kâinatın sırlarını bilen Yüce bir varlık tarafından indirildiği gerçeği açıkça ortada durmak­tadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, Kur'ân'ın etrafındaki şüphelerin en büyüğü, onu Allah'ın indirip indirmediği meselesidir. Buradaki şüphe onun Hz. Muhammed tarafından uydurulup yazıldığı ve ona birilerinin yardım ettiğidir. Bu şekilde günümüzde de çeşitli tepkilere şahit oluyo­ruz.

Diğer taraftan bu şüpheleri uyduranların inkâr psikolojisine sahip olduklarının analizini yapan Yüce Allah, onlara nasıl cevap verileceğinin metodunu da din âlimi ve görevlilerine öğretmektedir. Saldırıların, şüp­helerin, ağır tepkilerin arkasında bilgisizlik, düşüncesizlik, geçmişe bağ­lılık, yaşanan kötü hayat ve değişime ayak uyduramama gibi nedenler vardır.

Görüldüğü gibi Yüce Allah, önce inkârı, yani düşünsel ve tarafsız­lık konusundaki manevî hastalığı teşhis ediyor, hastalığı bütün yönleriy­le ortaya koyuyor ve nihayet çözümünü, tedavisini ve ilacını veriyor. Yüce Allah, affedici olduğunu söyleyerek kâfirlerin küfürlerinden dön­melerini, tövbe etmelerini, af dilemelerini istiyor ve buna merhameti ile bir açık kapı bırakıyor.[2]

 

Hz. Peygamber'in Etrafındaki Şüpheler

 

7.  Kâfirler bir de şöyle dediler: "Bu ne biçim peygam­ber! Bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!"

8.  "Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya meyvele­rinden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!" Bu zalimler: "Sizler sırf büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dedi­ler.

9.  "Ey peygamber! Bak, nasıl böyle Örnekler verip sa­pıttılar. Artık onlar hiçbir çıkış yolu bulamazlar."

10.  Dilerse sana, bunların dediklerinden daha iyisini, içlerinden ırmaklar akan bahçeleri verebilecek ve senin için köşkler yapabilecek olan Allah yüceler yücesidir.

Kâfirler, Kur'ân hakkındaki iddialarını ortaya attıktan sonra, Hz. Muhammed'e dil uzatmağa başladılar. Yüce Allah, onların bu söylevle­rini ele alıp cevaplandırmaktadır.

1. "Kâfirler bir de şöyle dediler. Bu ne biçim peygamber! Bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendi­siyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!"

Bu âyetten çıkaracağımız neticeler vardır.

a)  Kâfirler, peygambere inanmadıkları halde, rasûl "peygamber" kelimesine yer veriyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, kültürlerinde bu kavramın yeri vardı.

b)   Peygamberi   insan   üstü   bir   varlık   olarak   düşünüyor   ve bekliyorlardı. Mesela: Yemek yememeli, çarşılarda dolaşmamalı. Ye­mek yememesinin anlamı, "melek olmah"dır; çarşıya çıkmaması da, "insan gibi hareket etmemeli, ihtiyaç sahibi olmamalı" demektir.

c)  Demek ki, Hz. Muhammed'i varlık itibariyle bu göreve layık görmemekte, ama sahip olması gereken sıfatları da sıralamaktadırlar.

d) Kendisi ile beraber bir meleğin olmasını, onun da uyarı yapma­sını istemektedirler. Kâfirler, Hz. Peygamber'e bir meleğin indirilmesini isterken, kitap ehli de ondan kendilerine gökten bir kitap indirmesini istediler (Nisa 4/153).

Furkân 7. âyetin son kısmı ile anlıyoruz ki, Furkân l'de geçen "uyarıcı olma" görevi Hz. Peygamber'le alakalıdır.

2. "Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya meyvelerinden yiye­ceği bir bahçesi olsaydı ya! Bu zalimler: 'Sizler sırf büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler."

a) Bu âyetin benzerleri İsrâ 90-93. âyetleridir. Yerden su fışkırt­masını, çeşitli meyvelerden oluşmuş bostanlarının olmasını, gökten par­çalar yağdırmasını, göğe çıkmasını ve bir kitap indirmesini ondan iste­mişlerdi. İşte bu açıdan bakınca Furkân 8. âyetin, bu âyetlerin devamı olduğunu görmemiz mümkün olacaktır.

Burada da, onun hazinesi olmasını, meyvelerinden yiyeceği bahçe­si olmasını istemişlerdir. Bu istekleri, Hz. Peygamber'in zengin olmadı­ğını hatırlatmakta, Kur'ân yerine hazine verilmesini istemeleri de işi yokuşa sürmeleri anlamına gelmektedir.

b) Kâfirler bu istekleri ile yetinmediler. İşi saldırıya kadar götür­düler. Hakarete varan ifadeleri kullanmaktan çekinmediler. "Sizler, sırf büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" diyerek işi hakarete kadar ilerlettiler. Hz. Peygamber'in büyülenmiş olduğunu söylemekle "sihir" kavramını bildiklerini ifade etmiş oldular. Birilerinin yapacağı büyü ile birilerinin etkileneceğinin farkında idiler.

Bize göre de kâfirler kendileri böyle konuşurken, şeytan tarafından çarpılmış, büyülenmişlerdi. Kendi hallerini Hz. Peygamber'in vücut ay­nasında görüyorlardı. Aslında onlar kendi durumlarını dile getiriyorlardı.

3. "(Ey peygam­ber!) Bak, nasıl böyle örnekler verip sapıttılar. Artık onlar hiçbir çıkış yolu bulamazlar."

Âyetten çıkaracağımız neticeler vardır:

a)  Yüce Allah, Hz. Peygamberden bakıp "nasılı" görmesini iste­mektedir. "Bakmak", görmek ve dikkat etmek anlamına gelmektedir. keyfe  yani "nasılı" görmek, konunun derinlerine inmek demektir. Meselenin "nasılını" tespit etmek, teşhisini koymak, tedavisini gerçek­leştirmek, çözümünü başarı ile yapmak demektir.

b) Onların Hz. Peygamber için sarfettikleri sözlerin, onun etrafın­da Ördükleri şüphelerin ve inkâr için gösterdikleri davranışların değer­lendirmesini yaparken Yüce Allah, dallû "sapıttılar" ifadesine yer vermektedir. Böylece Yüce Allah, "sapıtma" kavramına bir tanım getir­miş olmaktadır.

c) Bu sapıtma öylesine derin, öylesine geniş açı ile olmaktadır ki, bir daha dönüp doğruya gelmeleri, bir çıkış yolu bulmaları imkansız hale gelmektedir. felâ yestetî'ûne sebîlâ ifadesine "çıkış yolu bulamazlar" manasını verirsek âyetin, onların artık o sapıklıklarından vazgeçip doğru yola gelmelerinin imkansızlığını ifade ettiğini söyleyebi­liriz. Biz buna başka bir yorum da getirebiliriz: "Kâfirler ne derse desin ve ne yaparsa yapsınlar, ne Kur'ân'a, ne de senin peygamberliğine zarar verecek bir yol bulamazlar" demektir. Onların konuştukları, tepkileri, davranışları, inkârları Kur'ân'a, sana doğru akacak bir mecra bulamaya­cak, oldukları yerde kalıp onların sinelerinde yara olarak kalacak ve de­rinleşecektir.

Onların bu konuşmaları, kendi iç âlemlerinde, vicdanlarında, sine­lerinde içindeki cerehatm deşilip akmaya yol bulamayacağı bir çıban olarak kalacak, durmadan onlara sancı verecektir. Bu sancıdan, bu yara­nın depreşmesinden kurtuluş yolu bulamayacaklardır. Her düşmanca, inkârca konuşmalarında bu yara daha da derinden depreşecektir.

"Dilerse sana, bunların dediklerinden daha iyisini, içlerin­den/altlarından ırmaklar akan bahçeleri verebilecek ve senin için köşkler yapabilecek olan Allah, yüceler yücesidir."

Onların istediklerinden daha iyisini Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e verebileceğini, çölü mümbit bir araziye çevirip içinden ırmaklar akan bostanlar yapabileceğini, sağlayacağı nimetlerle köşklere sahip olmasını temin edebileceğini söyleyerek, Hz. Muhammed'in davasının ve amacının bunlara sahip olmak olmadığına işafet etmektedir. Onun davası, insanlığı sapıklığın, içinde kaldıkları cehaletin karanlığından, şeytanın pençesinden, nefsin kötü arzularından, şirkin kirliliğinden, inkâr psikolojisinden kurtarıp mutluluğa, aklın ülkesine götürmek ve bilginin nurundan aydınlık almalarını teinin etmektir.

Görüldüğü gibi 10. âyetin başındaki tebârake sıfatı, birinci âyetin başındakinin devamı durumundadır. [3]

 

Kâfirlerin Bazı İnaçları Ve Cezaları

 

11.  Doğrusu onlar, kıyameti de yalanlamışlardı. Biz i-se, kıyameti inkâr edenler için alevli bir ateş hazırladık.

12.   O ateş, onları uzaktan gördüğünde, onlar onun kaynama sesini ve uğultusunu işitirler.

13.  Elleri boyunlarına bağlı olduğu halde, orada, dar bir yere atıldıklarında, ölümü çağırırlar.

14.  Onlara şöyle denir: "Bugün yalnız bir defa yok ol­mayı istemeyin. Aksine bir çok defalar yok olmayı iste­yin."

Furkân sûresinin 11. âyetine kadar Yüce Allah, kâfirlerin Kur'ân ve Hz. Peygamber'e olan tutumlarını, iddialarını, tepkilerini ve inkârla­rını ele almıştı. Şimdi de kıyameti inkârları ele alınmaktadır.

1. "Doğrusu onlar, kıyameti de yalanlamışlardı." Âyetin bu kısmında geçen es-sâ'a kelimesini "kıyamet" olarak tercüme etmekte bir sakınca yoktur. Kıyametin inkârı, kâfirlerin üçüncü özelliği olarak ele alınmaktadır. Günümüzde maddeyi ebedî zannedenler de, böyle bir olgunun gerçekleşeceğini kabul etmemektedirler.

Kur'ân'ın Hz. Peygamber tarafından uydurulduğunu, Hz. Peygamber'in büyülenmiş biri olduğunu iddia etmelerinin ardından kıyameti inkâr etmeleri, onların nasıl bir ruh yapısına sahip olduklarını göster­mektedir. Yüce Allah da, onların iman yapısını ve psikolojilerini analiz

ederek kimlerin hangi ruh yapısına sahip olduğunu önümüze koymakta­dır.

2. "Biz ise, kıyameti inkâr edenler için alevli bir ateş  hazırladık." Kâfirlerin, Kur' ân' ı, Hz. Peygamber'in pey­gamberliğini ve kıyameti inkâr etmeleri olduğu yerde kalmıyor ve ateşe dönüşüyor.

Demek ki insan, cehennem ateşini inkârıyla gönlünde yakmaya başlıyor. Yüce Allah, inançlar neyi zorunlu kılıyorsa onu hazırlıyor. Ha­zırlamak için gerekli olan malzemeyi insanların gönlü vermektedir. Yü­ce Allah'ın bu açıklaması insanları caydırmayı hedef almaktadır. Al­lah'ın vahyine, peygamberine ve belirleyeceği kıyamet gününe tepki gösterip inkâr etmenin nelere mal olacağını, neleri getireceğini, nelere dönüşeceğini ve insanın âhiret hayatını nasıl cehenneme çevireceğini anlatarak tedbirin alınmasını Öngörmektedir.

3. "O ateş, onları uzaktan gördüğünde, onlar onun kaynama sesini ve uğultusunu işitirler."

Yüce Allah, cehennemin görebileceğine işaret etmektedir. Çünkü âyette görme işini alevli cehennem yapmaktadır. Bu doğru olabilir mi? Cehennem canlı mıdır da görme fiilini işlemektedir? Bu sorulan cevap-landırabilmek için şu âyetlere gitmemiz gerekiyor:

a) "O gün cehenneme: 'Doldun mu?' deriz. O da: 'Daha var mı?' der" (Kâf 50/30). Bu âyet, cehennem ile konuşulacağına ve cehennemin konuşacağına işaret etmektedir.

b) "Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak" (Mülk 67/8).

Sanki cehennem canlı bir varlık gibi öfkelenmektedir. Ayetlerin zahiri manasına bakınca, cehennemin konuşacağını, öfkeleneceğini ve Furkân 12'de de görebileceğini anlamamız mümkün olmaktadır.

c)  Ayrıca mahşerde insanın elleri, ayaklan, dilleri şahitlik edecek (Nûr 24/24); eller konuşacak, ayaklar şahitlik edecektir (Yâsîn 36/65); kulaklar, gözler ve deriler şahitlik edecek, yani konuşacaklardır (Fussılet 41/20-21).

Demek ki, âhiretin kanunları farklıdır. Bu bakımdan cehennemin görmesi ve konuşması da mümkündür. Şu âyet her şeyi konuşturanın Allah olduğunu ifade etmektedir: "Derilerine: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' derler. Onlar da: 'Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu' diyeceklerdir" (Fussılet 41/21).

4. "Elleri boyunlarına bağlı olduğu halde orada, dar bir yere atıldıklarında, ölümü çağırırlar. Onlara: 'Bugün yalnız bir defa yok ol­mayı istemeyin, aksine bir çok defalar yok olmayı isteyin' denir."

Âyette geçen  mükarranîn kelimesi "elleri boyunlarına bağlı olduğu halde" anlamına gelmektedir. Neden Allah'a şirk koşan, Kur'ân'ı inkâr eden, Hz. Peygamber'e büyülenmiş diyerek peygamberliğini red­deden ve kıyameti inkâr eden kişiler cehennemin öfkelenişini, uğultusu­nu işitecekler ve elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yerine atılacak­lardır? Sorunun cevabını onların yaptığı amellerde aramak gerekiyor. Kâfirler uğultu yaparak Kur'ân'ın dinlenmesini engelliyor, Hz. Peygamber'in tebliğ faaliyetinin alanını daraltıyorlardı. Kendi beyinleri ile gö­nülleri arasındaki bağlantıyı kesiyorlardı. Onlar halka şöyle sesleniyor­lardı: "İnkâr edenler: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız' dediler" (Fussılet 41/26). Onların Kur'ân'a karşı dinlenmemesi için çı­kardıkları uğultu, öteki âlemde cehennemin öfke ve uğultusuna dönüşe­cektir. Başkalarına "Kur'ân'ın aleyhine uğultu yapın" diyenler, cehen­nemin uğultusu ile karşı karşıya kalacaklardır; hatta kendileri de Hûd sûresinin 106. âyetinde ifade edildiği gibi homurtu çıkaracaklardır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'e karşı çıkıp onun faaliyet alanını daraltan, onunla alay edenler de, cehennemde dar yere atılacaklardır. Kur'ân'ın, İslam'ın genişleme alanına engel koyan, onu daraltan ve ona şiddetle muhalefet edenlerin elleri boyunlarına bağlanıp cehennemin dar yerine atılacaklardır. Diğer taraftan onlar kendi beyin ve gönüllerini da­raltmışlar, Kur'ân'ın oraya girmesini engellemişlerdi.

"Ve dediler ki: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da ağır­lık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır" (Fussılet 41/5). Kalp, kulak ve gözlerini Kur'ân'a bu şekilde kapayan kâfirler, elleri boyunlarına bağlı olarak dar yere atılmayı hak etmiş olmaktadırlar. Demek ki bu şekilde cezalandırılmaları Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'e karşı takındıkları tavır ve gösterdikleri olumsuz tepkinin neticesidir. Her kötü amel, günah ve suç, kendine denk olan bir ceza ile karşılık görecek­tir. Demek ki cezaları belirleyen asıl etken, amellerin kendisi olmaktadır.

Kâfirler, bu dar yerde elleri bağlı olduğu halde yok olmayı isteye­ceklerdir. Çünkü onlar hakikati yok saymışlardı. Hakikati yok sayanlar, cehennemde yok olmayı isteyeceklerdir. Onların bu isteğine karşı, yok olmayı bir defa değil de bir çok defa istemeleri söylenecektir. Çünkü onlar birden çok şeyi inkâr etmiş ve yok saymışlardı. Allah'ın birliğini, Kur'ânı, Hz. Peygamber'i yok saymışlar, inkâr etmişlerdi. sübûr kelimesi, "Ölüm, helak, yok olmak" manalarına gelmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah'ın, kâfirlerin cehennemde­ki durumlarını açıklarken amacı insanları inkârdan ve günahtan caydır­maktır. Kötülerin durumu anlatılırken iyilerin veya iyinin güzelliği orta­ya çıkarılmaktadır.

Diğer taraftan, hukuk bilimine de "suça denk ceza" ilkesi kazandı­rılmaktadır. İnsanın bu dünyada yaptıkları öteki âlemde ödül veya ceza­ya dönüşecektir. Mesela: Burada Kur'ân'ı yani ilâhî vahyi beğenmeyip ona karşı sesiyle, kitabıyla, makalesiyle, siyâsî otoritesiyle uğultu çıka­ranlar cehennemin uğultusu ile karşı karşıya kalacaklardır. [4]

 

İyi İle Kötünün Mukayesesi

 

75. De ki: "Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaadedilen sürelilik cenneti mi? Orası, onlar için bir ödül ve bir varış yeridir."

16. Onlar için orada süreli kalmak üzere diledikleri her şey vardır. İşte bu, Rabbinin üzerine aldığı ve yerine getirilmesi istenen bir vaattir.

Âyetlerin analizinden çıkaracağımız neticeler olacaktır.

1. "De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaadedilen sürelilik cenneti mi?"

Yüce Allah, Hz. Peygamber'den kâfirlerin cezası ile takva sahiple­rine verilen Ödülü mukayese etmesini istemekte ve bunun öğretim metot­larından biri olduğunu gündeme getirmektedir. Âyetin bu kısmında üç önemli kavram bir araya gelmektedir. hayr kavramı "daha iyi" olarak tercüme edilmektedir ve mukayese için kullanılmaktadır. Öğretim faali­yeti, daha iyiyi bulma ve daha iyiyi öğretmekle yükümlüdür. Onun için Yüce Allah, daha iyiyi bulmayı temin etmek için mukayese yapmakta­dır. el-huld kavramına, "sonsuzluk" değil de "çok uzun sürelilik" manasını vermemiz doğru olacaktır. Öfke dolu, homurdayan bir cehen­nem mi yoksa sürelilik cenneti mi? İşte bu farkı görmek için bu soru sorulmaktadır. Çünkü insanın doğasında daima iyiye yönelme, iyiyi ter­cih edip almak gibi bir yetenek vardır. Kötüyü tercih etmesi, sonradan aldığı çarpık, bozuk eğitimden kaynaklanmaktadır.

el-müttakûn kelimesi de, "takva sahipleri" anlamına gel­mektedir. Takva, "haramlardan sakınıp Allah'ın emirlerini yerine getir­mekten oluşan bir ruh olgunluğu"dur. Bu kelimenin geniş açıklaması Bakara 21'de yapılmıştır. Çok uzun süreli cennet, takva denen ruh ol­gunluğuna sahip kişilere vaadedilmiştir. O zaman Furkân 12'de geçen cehennem ile bu cennetin mukayese edilip farkın anlaşılması gerekiyor. İşte onun farkı farkettiren ismi Kur'ân'a verilmiştir.

Bu müttakîler için cennet bir ödül ve bir varış yeri olacaktır. Böy­lece yok olmayı isteyecek cehennem mi, yoksa ödül ve varış yeri olacak cennet mi? Yüce Allah insanların önüne bu farkı koyup seçmelerini is­temektedir. Cennetin de süreliliği vardır. O cennete hak kazanan takva sahipleri ne isterlerse orada bulacaklardır. "Ne istersen bulacağın bir yer mi, yok olmayı isteyeceğin cehennem mi?" mukayesesi bu âyette de yapılmaktadır. Ayrıca Yüce Allah, böyle bir ödül ile iyi kullarım ödül­lendirmeyi kendi üzerine almış ve sözünü vermiştir. En'âm 54'te rahme­ti kendine yazdığı gibi, bu ödülü vermeyi de kendine yazmıştır.

Netice olarak diyebiliriz ki: Din âlimleri ve görevlileri cennet ile cehennemi mukayeseli bir şekilde anlatmalı, cenneti teşvik, cehennemi de caydırıcı olabilecek bir şekilde gündeme getirmelidirler. Bu âyetlerde görüldüğü gibi önce cehennem, sonra da cennet anlatılmaktadırlar. Ce­hennemi insanlar, kendi inanış biçimi ve davranışlarıyla oluşturdukları­nı, cenneti de aynı şekilde iman ve iyi amellerle meydana getireceklerini anlatırken, bu inanç ve amellerin neler olduğunu açık ve net olarak orta­ya koymalıdırlar.

Dini anlatanlar, cehennem ağacının nefisten, cennet ağacının da akıl ve gönülden çıkıp âhirete uzandığının bilincini vermelidirler; nefsin etkinliğinin aklın Ve iradenin devre dışı kalmasından meydana geldiğini öğretmelidirler. Aklın, bilginin, düşüncenin, iradenin, imanın devrede ve etkin olduğu kişilerin yolu cennete gideceği vurgulanmalıdır. "Her şey bizde başlayıp bizde bitiyor" ilkesi kulaklarda çınlamalıdır. [5]

 

Mahşerdeki Sorgulama

 

17.  Rabbin, onları ve Allah'tan başka taptıklarını bir araya toplayacağı gün, tapılanlara der ki; "Bu kulla­rımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yolu saptı­lar?"

18.  Sahte tanrılar der ki: "Senin şanın yücedir, senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir topluluk oldu­lar. "

19.  İşte tanrı dedikleriniz de sizi yalanladılar. Artık ne azabı geri çevirmeğe gücünüz yeter, ne de bir yardım

bulabilirsiniz! İçinizden haksızlık eden kimseye büyük bir azap tattırırız.

20. Senden önce gönderdiğimiz bütün elçiler de yemek yerlerdi, çarşılarda gezerlerdi. Biz, sizi birbiriniz için sınama yaptık, bakalım sabrediyor musunuz? Rabbin her şeyi görmektedir.

Yüce Allah, bu âyetlerde mahşerde müşriklerin durumunu netleş­tirmek, şirk koşmalarında sahte tanrıların etkisinin olup olmadığını tespit etmek ve bunu müşrikler için delil olarak kullanmak için sorgulamayı yapacağını ifade etmektedir. Âyetlerin analizi ile bazı neticelere varma­mız mümkün olacaktır.

1. "Rabbinin, onları ve Allah'tan başka taptıklarını bir araya toplayacağı gün."

Yüce Allah, müşriklerle sahte tanrılarını mahşerde bir araya geti­recektir. Bir bakıma onları yüzleştirecektir. Yüzleştirmede ilk soruyu sahte tanrılara yöneltecektir. Âyetin bu kısmı müşriklere böyle bir günün gerçekleşeceğini kesin olarak bilmelerini öğütlemektedir.

2. "Bu kullarımı siz mi saptırdınız/yoksa kendilerfmi yolu sapıttılar?" Bu sorunun canlı varlık­lara sorulacağını bilmekte yarar vardır. Çünkü putlar böyle bir soruya cevap veremezler. O zaman âyette geçen min dûnillâh ifade­sinden kasıt, "Allah'tan başka taptıkları canlı varlıklar"dır. Bunlar da insanlar ve şeytanlar olabilir. İnsanlardan peygamberler, azizler, ilim adamları, kendilerinde esrarengiz güç gördükleri ileri gelenler, din bü­yükleri, cinler de şeytanlar olabilir.

Mesela: Yahudilerin Üzeyr, Hıristiyanların Mesih, yine Yahudile­rin Allah'ı bırakıp bilginlerini, Hıristiyanların da rahiplerini rabler edin­meleri örnek verilebilir (Tevbe 9/30-31). Eğer Hz. Muhammed'den son­ra bir peygamber gelseydi, o kutsal kitapta da îslam âleminde bilginlerin ve din adamlarının nasıl rabler edinildiğini bulabilecektik. Günümüzde mezhepler ve tarikatlar incelendiğinde bu konuda neler olduğu anlaşıla­caktır. O âyetlerin, yani Hıristiyan ve Yahudilerin durumlarının bize anlatılmasının amacı, bizim onların durumuna düşüp şirk koşmamızı Önlemektir.

Soru şu olacaktır: "Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yolu sapıttılar?" Bunun anlamı, müşriklerin, durumlarına bahane bu­lamayacakları ve "bizi bu sahte tanrılar yoldan çıkardı" deyemeyecekle-rini göstermektir. Allah'ın dışında tanrı edinilen bu insan ve cinlere bu sorunun yöneltilmesi mânîdârdır. Müşriklerin bahane olarak ileri süre­cekleri bu sahte tanrılara durum sorulmakla, müşriklerin mazeret bulma veya mazerete sığınma arzuları önlenmektedir. Diğer taraftan sapıtmada müşriklerin kendi iradelerinin rol oynadığı da bu soru ile ortaya çıkarıla­caktır.

3. "Sahte tanrılar der ki. Senin şanın yüce­dir, senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz, fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir topluluk oldular."

Âhiretteki sorgulamada Yüce Allah'ın bir önceki âyette sahte tan­rılara sorduğu soruya, sahte tanrılar bu âyetteki gibi cevap vereceklerdir.

a)  Sahte tanrılar, "Senin şanın yücedir" yani "seni tenzih ederiz" ifadesiyle cevap vermeğe başlayacaklardır. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah noksan sıfatlardan uzaktır. Kendilerini ona şirk koşacak bir şekilde insanlara tanrı olarak göstermeleri imkansızdır. Bu ifadeden anlıyoruz ki, müşriklerin Allah'tan başka taptıkları tanrılar insan veya cinlerdir.

b) "Senden başka dostlar edinmek bize yaraşmaz." İşte o sahte tanrılar, tevhîd inancının ikinci basamağını gündeme getirmekte ve kendilerine neyin yakışmayacağının bilincinde olduklarını  ifade etmektedirler.  Allah'tan başkasını  dost edinmenin kendilerine yakışmayacağını söyleyen varlıklar, akıllı, bilinçli ve canlı varlıklardır.

İlk basamakta Yüce Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutarak, ikinci basamakta O'ndan başkasının dost edinemeyeceklerini, ya da edinmediklerini itiraf ederek tevhîd inancına sahip olduklarını ortaya koyacak­lardır.

c) "Fakat sen onlara ve atala­rına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir topluluk oldular."

Sahte tanrılar cevaplarının üçüncü bölümünde, kendilerini Allah'a eş koşan ve kendilerine tapanların değerlendirmesini yapmakta ve helak olmalarının nedenini açıklamaktadırlar.

Yüce Allah'ın onlara bol nimet vermesi nedeniyle şımarip zevk ve sefaya dalmışlar ve Allah'ı anmayı unutmuşlardır. Âyette nestı'z-zikr derken "Allah" ismini kullanmamaktadırlar. Buradaki zikr, düşünme, öğüt veya Allah'ı anma manasına gelebilir. Zevke dalan insan­lar bu üç şeyi de unuturlar. Demek ki, bol nimet, hazmedemeyen kişile­rin hayatında büyük bir deprem meydana getirip aşırı bir şekilde zevke dalmalarına ve Allah'ı anmayı unutmalarına sebep olmaktadır.

Bu unutma da helaki getirmektedir. Âyette geçen y. bûrâ kelime­si, "helak" anlamına gelen el-bevâr kelimesinden türemiştir, fâ bûrâ da "helak edilenler" demektir. Bu kelime, "verimli olmayan, ekin ekilmeyen, hayır namına hiçbir şey temin etmeyen yer ve arazi" için kullanılır. Böylece Yüce Allah, arazi için kullanılan bir kelimeyi sosyo­lojik manada toplum için kullanmış ve onların helak edilmişlikleri anla­mını kastetmiştir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Babalarına ve kendilerine veri­len, altından kalkamayacakları şekildeki bol nimet, şımarmalarına neden olmuş, sonuçta düşünmeyi, aklını kullanmayı, Allah'ın kitapları vasıta­sıyla verdiği öğütleri, emirleri, koyduğu yasaklan ve Allah'ı anmayı hatırlamayı unutur hale gelmişler ve Allah'a şirk koşmuşlardır. Başka bir ifadeyle Yüce Allah'ın verdiği bu bol nimetlere karşı nankörlük ettiler. Zikri unutmak, şükretmeyi unutmak olur ki, buna da nankörlük denir. İşte bu nankörlük de onların helakini getirdi. Yani onları verimsizleştirdi, çoraklaştırdı, faydalı bir şey üretmelerini durdurdu. Bu da onların helak olduğunu göstermektedir.

İşte sahte tanrıların, bir çeşit sosyal bilimciler olarak, sebep sonuca dayanan analizleri bu şeklide olacaktır. Bu cevaba derinden bakacak olursak, Yüce Allah'ın, kıyamete kadar gelecek olan nesillere bir öğüt vermekte olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bol nimeti kaldıramamanın, gereğini yerine getirememenin nelere mal olacağı, toplumu çürütüp yok etmeye kadar varacağı ve insana Allah'ını bile unutturacağı açıklanarak çok faydalı bir ders verilmektedir. Sosyal olaylardaki determinizm hatır­latılarak yanlış yapmaları önleme iradesi gösterilmektedir.

Kontrol altına alınamayan servet, kontrol altına alınamayan ilâhî öğütten kaçış, Allah'ı unutmayı ve oradan kontrol altına alınamayan toplumsal çöküşü getirecektir. Ekonomik sebep psikolojik sebebe, her ikisi birden sosyolojik sonuca götürmektedir. Ekonomiden psikolojiye, maneviyata, oradan sosyolojik yapıya giden bir sebepler zinciri ile karşı karşıya bulunuyoruz. Babalarından aldıkları servetin Allah'tan geldiğini unutanlar, o serveti Yüce Allah'ın emrettiği şekilde kullanma becerisini de yitirirler. Bu unutma, Allah'ın onları unutmasını getirecektir. Bunun adı da helak olmaktır.

Din âlimi ve eğitimcileri bu âyetin içeriğini, analizini çok iyi anla­yıp insanlara anlatmalıdırlar. Toplumların yıkıma nasıl gittiklerini, ne­den gittiklerini anlatmaları toplumsal eğitimin zirvesini ve kalitesini teş­kil edecektir.

4. "İşte tanrı dedikleriniz de sizi yalanladılar." Sahte tanrıların bir önceki âyette verdikleri cevap, müşriklerin yalan söylediğini ispat etmiş olacaktır. Yüce Allah şu dersi vermektedir: Dün­yada kendi beynine, iradene sahip çık; kimsenin etkisi altına kalıp yol­dan çıkıp Allah'ın öğüdüne ters düşme. Sonra "başkaları beni yoldan çıkardı" şeklindeki mazeretin geçersiz olacaktır. Çünkü o sahte tanrıların seni âhirette yalanlayacak ve bunu Allah'ın huzurunda sorgulanırken yapacaklardır. Bu yalanlama işinin, mazeret göstermenin İbrahim 21-22'de geniş bir şekilde izah edilmesinden dolayı burada detaya girmeyi uygun bulmuyoruz.

5. "Artık ne azabı geri çevirmeğe gücünüz yeter, ne de bir yardım bulabilirsiniz."

Âyetin bu kısmındaki sarf kelimesi, "döndürmek, menetmek" anlamına gelmektedir. Ayrıca Râzî bu kelimeye "tövbe" manasının ve­rildiğini de nakletmektedir. Ayrıca "yol, çare aramak" anlamına gelen yetesarrafu kalıbından olmak üzere sarfen kelimesinin "çare, tedbir, yol" anlamına geldiği de söylenmiştir. Âyette, âhiretteki azaptan kurtulmak için bir çare, bir yol ve bir tedbir bulmaya güçlerinin yetme­yeceğine işaret edilmektedir. Kabahati sahte tanrılara atmaları, onların azabını önlemek için bir çare, bir yol ve bir tedbir olmayacak­tır.Hatta kâfirler ve müşrikler bu azaptan kurtulmaları için de kimse­den yardım alamayacaklardır. Mahşerde ne tövbe geçerlidir, ne dönüş ve ne de yardım için yapılacak olan dua geçerli olacaktır. Suçlular şöyle yalvaracaktır: "O günahkârların, Rabbleri huzurunda başlarını öne eğecekleri ve: 'Rabbimiz! Gördük, duyduk, şimdi bizi dünyaya geri gönder de iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık' diyecekleri zamanı bir görsen" (Secde 32/12). İşte bu geri dönüş için istenen yardım ve yapılan dua geçerli olamayacaktır.

6. "İçinizden haksızlık eden kimseye büyük bir azap tattırırız."

Bizim "haksızlık" olarak manalandırdığımız zulüm kelimesi, Lokman 13'e göre "şirk koşmak"; Hucürât 11'e göre de "insanları aşağı­lamaktan tövbe etmemek" anlamına gelmektedir. Zulmün ayrıca "insan­lara hukuken baskı yapmak, haklarını çiğnemek" şeklinde bir başka an­lamı daha vardır. Diğer taraftan yanlış fetva vererek Allah'a iftira etmek de zulümdür (En'âm 6/144; En'âm 6/93). Bakara 114'e göre de mabetle­ri yıkmak, oralarda ibadet etmeyi önlemek, yani ibadet özgürlüğünü or­tadan kaldırmak zulümdür. Bunlardan birini veya bir kaçını gerçekleşti­ren zâlimler âhirette büyük bir azaba uğrayacaklardır.

Buraya kadar olan üç âyetten şunu anlıyoruz: İnsanlar bu dünyada âhirette pişman olacakları amelleri işlememelidirler. Çünkü âhiretteki değerlendirmenin telâfisi yoktur; geri dönüşü bulunmamaktadır. Herkes bu dünyada beynine, iradesine ve nefsine hakim olmalıdır. Servetin cazibesi Allah'ı unutturmamak, kişiyi şımartmamah, nankörlüğe ve zulme götürmemelidir. Sen servetine ve nefsine hakim olursan onları istediğin gibi kullanırsın, ama onlar sana hakim olurlarsa onların kölesi durumuna düşer ve böylece Allah katındaki değerini kaybedersin. Dünyadaki bu servet ve nefis mahkumiyeti, âhiretteki ateşe olan mahkumiyeti getire­cektir.

7. "Senden önce gönderdiğimiz bütün elçiler de yemek yerlerdi, çarşılarda gezerlerdi."

Bu âyeti iki bölüme ayırarak açıklama yapacağız ve o şekilde ne­ticelerimizi çıkartacağız.

a) "Senden Önce gönderdiğimiz bütün elçiler de yemek yerlerdi ve çarşılarda gezer­lerdi."

Ayetin bu kısmı Furkân 7. âyete cevap veya açıklama durumun­dadır. O âyette kâfirler şöyle demişti: "Bu ne biçim peygamber; bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!" işte Yüce Allah 20. âyette onların bu sözlerini cevaplandırmaktadır.

Yüce Allah, gönderdiği bütün peygamberlerin bu şekilde davran­dıklarını örnek göstererek cevabını vermektedir. Bütün peygamberler Öncelikle insandırlar, insanlar gibi davranırlar. Yemek yemeleri, çarşıda dolaşmaları onların peygamberlik Özelliğine yara getirmemekte, değerle­rini düşürmemektedir.

Zaten, insanların ihtiyaçlarını giderecek, problemlerini çözecek oIan peygamber, onların içinden gelmeli, onların yaşadığını paylaşmalı ve o problemleri bilmelidir. İnsan olmayan birini veya birilerini insanlara peygamber tayin etmek, sorunları çözümsüzlüğe bırakmak demektir. Yemeğini yemesi ve çarşılarda dolaşmasının anlamı ekonomik hayatı bilmesi, insanların hangi şartlarda geçimlerini temin ettikleri konusuna gerçekçi yaklaşması anlamına gelmektedir. Ekonomiyi gerçek hayat şartlan altında tanımak, dinin getirdiği zekat, infak, sadaka ve bu konulardaki ekonomik fedâkârlık erdemini ahlâka geçirmek ve iyilik yapmak anlamı ile yardımlaşmayı hayatın içine sokmak için şarttır. Sorunları gerçek hayat şartları altında tanımayan kişi, bu konudaki fedâkârlık, iyi­lik ve yardımlaşma erdemlerini bilemez ve hayata geçiremez. Bu neden­ledir ki, Yüce Allah, peygamberlerini insanların içinden seçip görevlen­dirmiştir. Kâfirlerin bu alaycı ve inkâr dolu tenkitleri havada kalmakta­dır.

2. "Biz sizi birbiriniz  için sınama yaptık, bakalım sabrediyor musunuz? Rabbin her şeyi gör­mektedir."

Bu âyetten şu neticeleri çıkartabiliriz:

a) Kâfirler, müşrikler, hatta bir kısım kitap ehli, Hz. Peygamber'in peygamberliğini kabul edemiyor ve ona hakarete varan saldırılarda bu­lunuyorlardı. Bu saldırılardan bazıları, Hz. Peygamber'i, yemek yemesi ve çarşılarda dolaşması nedeniyle alaya almaları, onun bir hazinesi, bağ-bahçesi olmaması nedeniyle zengin olmamasını gündeme getirmeleri ve nihayet ona büyü yapıldığını öne sürmeleri idi (Furkân 25/7-8).

Onların bu şekilde davranmalarına tek cevap "sabır"dır. İşte bu sa­bır konusunda Yüce Allah insanları imtihan etmektedir. Hem peygambe­rini hem de ona inananları imtihan etmiş oluyordu. Peygamberlik sabır işidir. Sabretmek, peygamberlik ahlâkının temel direklerinden birini teş­kil etmektedir. Sabır imtihanını kazanmak için bilinmesi gereken en ö-nemli şey, Allah'ın bütün yapılanları gözetlemiş olduğudur. Madem ki tüm yapılanları Allah görmektedir, o zaman hakaretlere dayanmak en önemli ve isabetli çıkış yolu olacaktır.

b)  Genelde peygamberlere ilk inananlar alt tabakadan insanlar ol­muştur. Toplumun ileri gelenleri, zenginleri onlarla beraber olmamak için dini kabul etmekten kaçınmışlardır. "Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabaka­mızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu dü­şünüyoruz" (Hûd 11/27).

"İnkâr edenler, iman edenler hakkında dediler ki: Bu iş bir hayır ol­saydı, onlar bizi geçemezlerdi. Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için bu eski bir yalandır diyecekler" (Ahkâf 46/11).

Râzî'nin dediği gibi bu âyet, zengin ve ileri gelen müşriklerin fakir Müslümanlara karşı takındıkları tavrı ifade etmektedir. Daha düşük de­recede birinin kendilerinden önce Müslüman olmasını görünce o Müs­lüman olduğu için Müslümanlığa tenezzül etmiyorlardı. Kendisi gibi asil olmayanların, kendinden Önce Müslüman olup derece almasını hazme­demediğinden inkârlarını sürdürüyorlardı.

İşte toplumun ileri gelenleri ve zenginleri Müslümanları bu şekilde hakir görüp saldırmaları karşısında sabretmek bir imtihan konusu olmak­tadır. Ayrıca ekonomik ve sosyal statüsü düşük olan insanların daha zengin olan ve sosyal statüsü yüksek olanların arasında niçin bulunma­dığını bir kıskançlık, bir haset konusu edinmemesi için sabretmesi gere­kiyor. Bu, onun için bir imtihandır. Dünyevî değer ve statüler kalıcı de­ğildir; kalıcı olan Allah katındaki değer ve statüdür; kişi, düşünerek ken­di psikolojisini yıpratmamalıdır.

c) însan, insanın fitnesi, imtihanı olmaktadır. Demek ki, insanların bazısı bazıları için çözülmesi gereken bir problem, bir sorun olmaktadır. Belki de en büyük imtihanlardan biri de budur. Çocuk ebeveynine, ebe­veyni çocuklara, komşu komşuya, devletler devletlere, işçiler işverene, öğrenciler öğretmenlere imtihan sorusu olmaktadır. Aynı şekilde inan­mayanlar peygamberlere imtihan sorusu olmuşlardır. Bu imtihanın ama­cı, sabredip etmeyeceklerini, yani sorunu çözüp çözemeyeceklerini tespit etmektir.

Günümüzde ve gelecekte, kendilerini asil, entel, yüksek statüde görenler Müslümanları horlamakta, aşağılamakta ve küçümsemektedir­ler. Hatta kendilerini gelişmiş toplumlar olarak görenler Müslüman ülke­lerini aşağılamakta, inançlarını da küçümsemektedirler. Aynı şekilde Müslümanların bir kısmı da aşağılık duygusuna kapılarak, sabretmeksi-zin bu horlamayı kabullenmektedirler. Buradaki sabır, çalışıp medeniye­tin ileri gelenlerinden olmak anlamına gelmektedir. [6]

 

Kafir, İşi Yokuşa Sürer

 

21.  Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: "Bize ya melek­ler indirilmeli, ya da Rabbimizi görmeliyiz" derler. Andolsun ki, kendi kendilerine büyüklenmişler, azgın­lıkta çok ileri gitmişlerdir.

22.   Melekleri gördükleri gün,  işte o gün, suçlulara müjde yoktur. Melekler: "Müjde size yasaktır, yasak" derler.

23.  Yaptıkları işlere yönelir, hepsini sileriz.

24.  O gün, cennetlikler en iyi bir karargâh ve en güzel bir konaktadırlar.

Bu âyetlerde kâfirlerle mü'minlerin durumu ele alınmakta, özellik­le kâfirlerin istekleri tartışılmaktadır; inanmamak için işi nasıl yokuşa sürdükleri gündeme taşınmaktadır.

1. "Bizimle karşılaşmayı ummayanlar: 'Bize ya melekler indirilmeli, ya da Rabbimizi görmeliyiz' derler."

Ayette geçen yercûne kelimesi "ümid etmek", bazen de "korkmak" anlamında kullanılmıştır. Mesela: "Allah'ın a-zametinden korkmazlar" (Nûh 71/13) âyetinde bu anlamda kullanılmak­tadır. Diğer taraftan el-likâ kelimesi de "karşılaşmak, huzuruna çıkmak, varmak, ulaşmak" demektir. Allah ile karşılaşmayı ummamak, onların âhirete inanmadıklarını, amellerinin değerlendirileceğini sanma­dıklarını ifade etmektedir. Böylece kâfirlerin, âhireti inkâr etme özellik­leri ele alınmış olmaktadır. Kâfirler, yani âhirete inanmayanlar, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini reddettiklerini bu ifade ile ortaya koymaktadırlar. "Bize ya melekler indirilmeli." Melek­lerin indirilmesi, peygamberin peygamber olduğunun ve Kur'ân'ın ger­çek ilâhî vahy olduğunun delili olacaktı.

Meleklerin indirilme isteğini biraz daha ileri götürerek Allah'ı görmek istemişlerdir. Daha önce İsrâiloğulları Hz. Musa'dan Allah'ı görmelerini istemişlerdi. Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız" (Bakara 2/55). Demek ki Arapların kâfirleri de aynı şekilde Allah'ı görmek istemişlerdi. Günümüzde ateistler, "Allah'ı görmedikçe böyle bir varlığın olduğuna inanmayacaklarını" söylemektedirler. Bir bakıma bu insanlar çok gerici bir beyin yapısı sergilemektedirler. Çünkü onların isteklerini asırlar önce İsrâiîoğullarfnda ve Araplar'da buluyoruz. Çağdaş insan, Allah'ın varlığını ve birliğini anlamakta zorluk çekmemelidir.

Âhirete inanmayan bu insanlar, olmayacak istekleri ileri sürmekte, inanmama konusunda işi yokuşa sürüp inatlarını pekiştirmektedirler; "ya melekleri, ya da Allah'ı görürüz, aksi takdirde ne Allah'a ne Kur'ân'a ne de peygambere inanırız" demek istemektedirler.

2. "Andolsun ki, kendi kendilerine büyüklenmişler, azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir."

Yüce Allah onların durumunu değerlendirmekte ve niçin bu istek­lerde bulunduklarını açıklamaktadır.

"Kendi kendilerine büyüklenmişler" ifadesiyle Yüce Allah bu sözlerinin kibirden kaynaklandığını söylemektedir. Kibir, hem âhireti inkâr etmelerine, hem de işi yokuşa sürüp olması imkansız istekleri gündeme getirmelerine neden olmuştur. Kibirlenmek, şeytan ahlâkının temelini teşkil etmektedir (Bakara 2/34). Kâfirler kendi vic­danlarında, kendi nefislerinde, burunları havada bir psikoloji içine girdi­ler. Yüce Allah, Mü'min 56'da bu psikolojiyi şöyle ifade etmektedir: "Onların sinelerinde, asla yetişemeyecekleri bir bü­yüklük hevesinden başka bir şey yoktur."

Yüce Allah, onların bu tarz isteklerinin kaynağına "kibirlerini" koydu, ama değerlendirmesini şu şekilde yaptı: "Azgınlıkta çok ileri gitmişlerdir."

Ayetin son kısmında yer alan 'atevv kelimesi, "haddi aştılar" anlamına gelmektedir. Mutlak meful ile beraber gelen bu fiil, haddi aş­mada, azgınlıkta çok ileri gitmelerini ifade etmektedir. Kibir psikolojisi insana haddi aştırır ve umulmadık laflar konuşturur, isteklerde bulundu­rur. Yüce Allah yine sebep sonuç ilişkisi içerisinde kâfirlerin Kur'ân ve Hz. Peygamber'e karşı takındıkları tavrın analizini yapmaktadır. Kibir inkâra, inkâr da umulmadık isteklere, hepsi birden azgınlıkta aşırı git­meye sebep olmaktadır. Yüce Allah'ın bu açıklamaları, kâfirleri tanı­mamıza yardım edecektir.

3. "Melek­leri gördükleri gün işte o gün, suçlulara müjde yoktur. Melekler, 'müjde size yasaktır yasak' derler."

Bu dünyada melekleri göremeyecekler, ama mahşerde görecekler­dir. Sanki kâfirler meleklerden müjde bekleyecekler, onlardan onu iste­yeceklerdir de, melekler onlara müjde olmadığını söyleyeceklerdir. Âyette geçen el-hicr kelimesi "yasak" anlamına gelmektedir. Bu ke­limenin geniş açıklaması En'âm 138'de yapılmıştır.

Âyette geçen yekûlûne fiilinin faili kâfirler olabilir. O zaman mana şöyle olur: "Dönüşü olmayacak bir şekilde kovulmuşuz." Bu ko­vulma Allah'ın rahmetinden olacaktır. Mücrim de "suçlu, günahkâr" demektir. Ahireti inkâr edip melek ve Allah'ı görmek isteyecek kadar azgınlıkta ileri gidenlere elbette müjde olmayacak, Allah'ın rahmetinden uzak tutulacaklardır.

4. "Yaptıkları işlere yöne­lir, hepsini sileriz."

Yüce Allah, imanın önemini, inkârın zararını bu âyetle anlatmak­tadır. İman, mahşerde iyi amellerimizin değerlendirilmesini sağlayacak, ama inkâr da o amellerin yok olmasına, değerlendirilmemesine sebep olacaktır. hebâen mensura ifadesi, "toz, toprak, avuca alınması mümkün olmayan toz zerrecikleri" anlamına gelmektedir. Biraz daha manayı ileri götürürsek âyetin manası "onları faydalanılanamayacak hale getiririz, sileriz" demektir.

Hebâen mensura ifadesinin aynı anlamını şu âyetlerde bulmamız mümkündür:

a) "İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susa­yan onu su zanneder, nihayet ona vardığında orada herhangi bir şeyi bulamaz" (Nur 24/39).

b) "Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer. Ka­zandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İyiden iyiye sapıtma işte bu­dur" (İbrahim 14/18).

İşte bu âyetler, kâfirlerin amellerinin mahşerde hiç işe yaramaya­cağını net bir şekilde anlatmakta, bir bakıma hebâen mensur ân in ne olduğunu açıklamaktadır. Kibir, inkâr, azgınlıkta ileri giderek melekleri ve Allah'ı görmek istemeleri, Allah'ın rahmetinden uzak kalmalarına ve amellerinin yok sayılmasına sebep olmuş ve durum bu şekilde sonuç­lanmıştır.

5. "O Sun cennetlikler en iyi bir karargâh ve en güzel bir konaktadırlar."

Yüce Allah, kendisine kavuşmayı ummayanların durumunu, psiko­lojik yapılarını, olumsuz tepkilerini ve uğrayacakları kötü durumları ele alınca, onların zıddına gerçek inanca sahip olan ve iyi ameller işleyip cennete hak kazananların durumunu da açıklamaktadır.

Daha önce belirttiğimiz gibi, "ritm psikolojisi" gereği kötüden son­ra iyiyi, iyiden sonra kötüyü anlatmak Yüce Allah'ın metodudur. Âyette geçen el-müstekarr, "karar kılınacak yer" demektir. el-mekîl ise, Râzî'nin dediği gibi "öğle vakti uyumanın adı" olan kay lüle anlamına gelmektedir. Buna "dinlenilecek yer" anlamını vermek daha doğru olacaktır. Her iki kelimeyi birleştirecek olursak, cennetliklerin mutluluğun zirvesinde olacaklarını söyleyebiliriz. Kâfirlere mutsuzluk varken, cennetliklere mutluluk olacaktır. Ayette geçen ahsen kelimeleri mukayese anlamına, yani "en iyi", "en güzel" manala­rına değil de, mutluluğun zirvesi, en üst saadet olarak almak gerekiyor. Mesken ve dinlenme yerinin en iyi, en güzel olması işte bu zirve mutlu­luğu ifade etmektedir.

Yüce Allah, dünyada bizim idrakimizde mesken ve dinlenmenin yerini kullanarak cennetteki mutluluğu bize anlatmaktadır. Oradaki mut­luluğu anlayabileceğimiz şekilde, bizim idrakimiz seviyesine indirgeye­rek anlatmaktadır. Çünkü barınma ile dinlenme insanın en temel ihtiyaç­larındandır. [7]

 

Kıyametin Getirdiği Pişmanlık

 

25.  O gün gök yarılıp parçalanır, bulutlar ortaya çıkar ve sürekli olarak melekler indirilirler.

26.  O gün gerçek   egemenlik sadece Rahman'a aittir. İnkarcılara çok zor bir gün olacak.

27.  O gün, kendisine yazık eden parmaklarını ısırarak şöyle der: "Âh, keşke peygamberle beraber bir yol tut­saydım. "

28.  "Vah bana, keşke falancayı dost edinmeseydim."

29.   "Çünkü Kur'ân bana gelmişken, gerçekten o, beni Kur'ân'dan uzaklaştırdı. Şeytan insanı yüzüstü bırakıp rezil-rüsvay eder."

Kıyametin kopuşundan bir sahneyi ele aldıktan sonra inkâr edenle­rin pişmanlıkları anlatılmaktadır. Bu âyetlerin ilk üçünde o gün yani kıyamet günü, yani âhiret yer almaktadır. Birincisinde kâinatın fizikî anlamdaki değişimi gündeme getirilmektedir. Diğer ikisinde de kâfirle­rin durumu açıklanmaktadır. Ardından duydukları derin pişmanlık gün­deme getirilmektedir.

1. "O gün, gök yanhp par­çalanır, bulutlar ortaya çıkar ve sürekli olarak melekler indirilirler."

Kıyamet koparken önce göklerin yanlacağı, bulutların ortaya çıka­cağı, yani göklerin eriyip gaz haline geleceği burada ifade edilmektedir. Bu değişim İbrahim 48' e göre aniden gerçekleşecektir. Parçalanıp yan­lan gök ve ortaya çıkan bulutların ardından melekler inecektir, daha doğ­rusu melekler indirilecektir. Müzzemmil 18'e bakarsak bulutlar göğü parçalayacaktır; "gök, onunla parçalanmıştır. bihî "onunla" derken neye işaret edilmektedir? "Onunla" derken, o günün dehşeti olabileceği gibi, bulut da olabilir. Melekler kıyametin kopuşu ile yer başka bir yere, gökler de başka bir göğe dönüşeceğine göre (İbrahim 14/48) melekler âhiretteki yere ineceklerdir. Başka bir ifadeyle mahşere ineceklerdir.

Netice olarak Yüce Allah, kıyametin kopuşunda gerçekleşecek olan üç şeyi gündeme getirmektedir: Göklerin yarılıp parçalanması, bulut­ların ortaya çıkması ve meleklerin indirilmesi.

2. "O gün, gerçek egemenlik sadece Rahmân'a aittir. İnkarcılara çok zor bir gün olacak."

Ayette geçen ve mülkün, yani egemenliğin sıfatı olan el-hak kelimesi "egemenliği değişmeme, süreklilik ve paylaşılamayan, mutlak" anlamına gelmektedir. Bu dünyada Yüce Allah kısmen de olsa, insana egemen olma hakkını tanımıştır. Ama âhirette çok küçük de olsa kimse­nin egemenliği olmayacaktır. Bir bakıma "Ceza gününün sahibidir" (Fâtihâ 1/4) âyetinin başka bir şekilde ifade edilmesidir.

İnkarcılar için çok zor bir gün olmasının sebebi, bu dünyada onla­rın, Allah'ın dininin yayılmasının öğrenilmesini engellemeleri ve zorlaş­tırmalarıdır. Peygambere ve dolayısıyla mü'minlere zorluklar çıkardılar, öldürecek kadar ileri gittiler. İnkâr etmeleri yetmiyormuş gibi, inkârları­nı eyleme dönüştürdüler. Peygambere ve mü'minlere hayatı dar ettiler. İşte âhiret de onlar için çok zor bir gün olacaktır. Bu dünyada yaptıkları, onların önüne konacak ve onun cezasını çekeceklerdir.

A'râf 6'ya göre, herkes, hatta peygamberler bile sorguya çekile­cektir. Sorguya çekilmek zor bir durumdur. Ancak bu zor durum, kâfirler için daha da zorlaşacaktır. Çünkü onların yaptıkları değerlendirmeye tâbi tutulmayıp toza, toprağa çevrilecektir (Furkân 25/23). İnkârından dolayı bu dünyada yaptığı iyiliklerin orada yok sayılması onlar için zor bir durumdur. Diğer taraftan amellerin tartılmasının ardından cehennem ile değerlendirilmek bu zorluğa bir kat daha ilave etmektedir. Kâfirler için çok zor olacak olan o gün, mü'minler için çok zor olmayacak, hatta kolay olacaktır.

3. "O gün, kendisine yazık eden parmaklarını/ellerini ısırarak şöyle der: Âh, keşke peygamberle beraber bir yol tutsaydım."

a) Âlimler, âyette geçen zalimin kim olduğuna dikkat çekmişler ve çeşitli manalar vermişlerdir. Bazıları bu kelimenin, bütün zalimleri içine aldığını söylemiş, kâfir ve fasığı da bu kavramı kapsamına koyan­lar da olmuştur. Bize göre bir çeşit zulüm olan şirki de buna dahil edebi­liriz. Başka bir noktadan hareket ederek bu kelimeye farklı bir mana vermemiz de mümkündür. "Zâlim, parmaklarını/ellerini ısıracak" ifadesi bize "Al-i İmrân 116-120. âyetlerini hatırlatmaktadır. İnkar eden, amelleri yok sayılan ve kendi kendine zulmeden, mü'minlere fenalık etmek isteyen ve eden, onların sıkıntıya düşmesini isteyen, kin ve düşmanlıkları ağızlarından dökülen, kalben daha fazla kin besleyen, mü'minlerle karşılaştıklarında iman ettik deyip ayrıldıklarında onlara olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısıran, mü'minlere iyilik dokunduğunda tasalanıp kötülük dokunduğunda sevinen kimseler de benzer sonuçlara katlanacaklardır.

İşte mü'minlere karşı olan kin ve düşmanlığından dolayı parmak­larını bu dünyada ısıranlar, öteki âlemde de duyacağı pişmanlık yüzün­den parmaklarını ısıracaktır. İşte âyette geçen "parmağını ısıran zalim"e bu şekilde bir açıklama getirmemiz mümkündür. Mü'minlere karşı duy­duğu kin ve düşmanlıkla göğsünü daraltan kişi, âhirette pişmanlıkla daralıp parmaklarını ısıracaktır. Yüce Allah, psikolojinin davranışa yansı­dığını, farklı inanca bağlı olanların, özellikle kâfirlerin iç âlemi ile ey­lemleri arasında bağlantıyı göstererek bir davranış analizi yapmakta, psikolojinin neden davranışların sonucu olduğunu göstermektedir.

Bu dünyada Hz. Peygamber'e ve ona gönderilen ilâhî mesaja karşı duyduğu kin ve düşmanlıktan dolayı diş bilemesi, bu sefer âhirette piş­manlığından dolayı diş bileyip kendini ısırmaya dönüşecektir.

b) "Ah, keşke peygamberle beraber bir yol tutsaydım."'

Mahşerde kâfir çok ağır bir durumla karşı karşıya kalıp ellerini ısı­racak kadar pişmanlık duyunca, ağzından sinesinin derinliklerinden ge­len bu cümleyi sarf edecektir. Hz. Peygamber'Ie beraber tutmak istediği yol nedir? Sorunun cevabını verebilmek için Yûsuf 108'e gitmemiz ge­rekiyor. Bu yol, Hz. Peygamber'in Allah'a çağırdığı yoldur. Bu yol, akıl, bilinç, duyarlılık ve kavrayış ile donatılmış tevhîd inancının yoludur. Ayrıca En'âm 151-153. âyetlere bakıldığında aklın, düşüncenin ve tak­vanın oluşturduğu Allah'ın yoludur. Ayrıca Mülk 10'a göre, iyiye ve doğruya, Kur'ân'a, peygamberlere kulak vermenin ve aklı kullanmanın yoludur. İşte peygamberler bu yola çağırıyordu. Dünyada ona kulak vermedi, onun çağrısına uyup onunla beraber olmadı. Şimdi mahşerde onunla beraber olamamanın pişmanlığını duyacak ve parmaklarını ısıra­rak bunu itiraf edecektir.

4. "Vâh bana, keşke falancayı dost edinmeseydim." Önce yapılması gerekeni, ardından bu âyette de yapıl­maması gerekeni söylemektedir. fülân, yani "falanca" denmesinden anlıyoruz ki, onun ismi, sıfatı bile anılmak istenmiyor. "Keşke dost ol­masaydım" dediği farklı biri olabilir. Çünkü pişman olan kişilerin bu dünyadaki dostları farklı olabilir. Kâfirleri dost edinmiş olabilir (Nisa 4/139); şeytanı dost edinebilir (Bakara 2/257).

"Bu dünyada kimi dost edindin ise mahşerde onunla beraber haşr olacaksın" denmektir. Yüce Allah, zâlimlerin, kâfirlerin, müşriklerin bu dost edinme konusundaki pişmanlıklarını bize niçin anlatıyor? Dünyada insanları çok etkileyen dost grupları olduğuna dikkat çekmek için Yüce Allah bunu gündeme getirmektedir. İnsanlara kimi dost edindiklerine dikkat etmeleri öğütlenmekte ve Kur'ân'da pek çok yerde kimi dost edi­nip edinmeyeceğimiz defalarca gündeme getirilmektedir. Eğitimin ana görevlerinden biri, eğittiği insanlara dostunu ve düşmanını tanıtmaktır.

Yüce Allah, kimi dost edinip edinmeyeceğimizi en ince detaylarına va­rıncaya kadar açıkladıktan sonra şu temel ilkeyi koymaktadır: "Ey iman edenler! Allah'a saygı duyun ve doğ­rularla beraber olun" (Tevbe 9/119). Doğrularla beraber olmak, kişiyi olumsuz bir grubun içine düşmekten kurtaracaktır. Çünkü grup psikolo­jisi, inancı ve davranışları, ferdin iradesini elinden almakta, kendisi gibi düşünmesini, kendisi gibi dünyaya bakmasını ve davranmasını istemekte ve bunu dayatmaktadır. Bu durumu, bu dünyada fark edip âhirette piş­man olmamamız için bunlar anlatılmaktadır.

Günümüzde bu gruplar müesseseleşiyor, resmîlik kazanıyor, dinî kisveye bürünüyor; Yüce Allah'ın Fâtır 5'te buyurduğu gibi Allah ile insanları kandırır hale geliyor.

Netice olarak diyebiliriz ki, Furkân 27 ve 28. âyetler, dost ve düş­man eğitimi vermekte ve bu konuda insan bilincini ayağa kaldırmakta­dır.

5. "Çünkü Kur'ân bana gelmişken, gerçekten o, beni Kur'ân'dân uzaklaştırdı. Şey­tan, insanı yüzüstü bırakıp rezil-rüsvay eder."

Bu âyetten bakınca bir üsteki âyette geçen "falanın" kim olduğunu görebiliyoruz. Bu âyette "şeytan" geçmektedir. Demek ki "keşke falanı dost edinmeseydim" derken şeytan kastedilmektedir.

İşte mahşerde pişmanlık duyacak olan zâlim, kâfir ve müşrik kişi­ler, bir de şeytanın onları nasıl etkilediği bu âyette açıklanmaktadır.

Âyette geçen zikr, Kur'ân, yani uyarıcı mesaj ve ilâhî öğüt anla­mına gelmektedir. Şeytanın en etkili faaliyeti, insanı Kur'ân'dân uzak-laştırmasıdır. İnsanı Kur'ân'dân uzaklaştıran varlık, insan şeytanı da olabilir. Çünkü insanların da şeytan olanı vardır. Kur'ân'dân uzaklaştı­ran, ancak şeytan olacağı için, bunu yapan insan ise, şeytan olmaktadır. Bize göre, âyette geçen şeytandan kasıt insandır. İnsanı Kur'ân'dân ve­ya Hz. Peygamber'den uzaklaştıranlar genelde insanlardır. Furkân 27. âyette geçen rasûl peygamber kelimsine gidersek, 29. âyette geçen "ba­na gelmişken" ifadesinin Hz. Peygamber olabileceğini söyleyebiliriz. Şeytan o kişiyi Hz. Peygamber'in öğüdünden uzaklaştırmış olmaktadır.

Kâf 45'e göre, Hz. Peygamber'in Öğüdü de Kur'ân'dı, yani Kur'ân ile öğüt veriyordu.

Şeytanın ikinci özelliği insanı yüzüstü bırakıp rezil-rüsvay etmesi­dir. Âyette geçen hazûlâ kelimesinin kök fiili, "birine yardım et­meyip hor ve zelil olarak terk etmek", hayvan ile kullanılınca "sürüden ayrılıp kendi başına kalmak" manasına gelen hazeledir. Şeytanın bu durumunu, yani insanı yüzüstü bırakmasını Haşr 16'da görüyoruz. "Münafıklann durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana: 'İnkâr et' der. İnsan inkâr edince de: Ben, senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım' der." Şeytan, mahşerde ameller değer­lendirilip iş bitince, çağrısına uyanlara: "O halde beni yermeyin; kendinizi ye­rin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim" (İbrahim 14/22) diyecektir.

Bu âyetiyle Yüce Allah, "dost" kelimesine bir tanım getirmektedir. "İnsanı çaresiz bırakmayan, terk etmeyen kişi"ye dost denir. Yüce Allah, bu dünyada, dostluğu âhirete uzanacak olanın dost edinilmesini öğütler­ken kâfirin bu durumunu örnek göstermektedir. Yanlış kişiyi dost edinip onun dostluğu uğruna ilâhî öğütten, peygamberden uzak kalmak, âhirette derin bir pişmanlık duymaya neden olacaktır. "Pişman olmadan dostunu iyi seçmen gerekiyor" ilkesini koyarken, eğitime de çok önemli bir amaç ve görev yüklenmektedir. Fertler, gruplar, devletler dostlarını iyi seçme­li, çünkü burada yapılacak hatanın geri dönüşü yoktur. [8]

 

Dünyada Kur'ân'a Olumsuz Tepki Ahirette Yüzüstü Süründürür

 

30.  Peygamber diyecek ki: "Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'ân'ı büsbütün terk etti."

31.  İşte biz böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar peydah ettik. Hidâyet verici ve yardımcı ola­rak Rabbin yeter.

32.  İnkâr edenler: "Kur'ân ona bir defada topluca in­dirilmeli değil miydi?" dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böylece yaptık ve onu tane tane okuduk.

33.   Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.

34.  Yüzüstü cehenneme sürülüp toplanacak olanlar, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.

Bu âyetlerden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

1. "Peygamber diye­cek /dedi ki: Ey Rabbim, kavmim bu Kur'ân'ı büsbütün terk etti."

Âlimler, Hz. Peygamberin bu sözü bu dünyada mı, yoksa âhirette mi dediği veya diyeceği konusunda farklı fikirler beyan etmişlerdir. As­lında bize göre, hem bu dünyada söyledi, hem de âhirette söyleyecektir.

Bu âyetten önceki âyetlere bakarsak hep "o gün" ifadesi, yani kı­yamet yer almaktadır. Onların devamı olarak alınırsa bunun mahşerde söyleneceği ortaya çıkacaktır. Ama bir sonraki ve daha sonraki âyetlere bakılınca bu sözün dünyada söylendiği anlaşılmış olacaktır. Şimdi âyet­ten çıkaracağımız neticelere geçebiliriz.

a) Bu âyet, Hz. Peygamber'in hadisidir. Eğer bu dünyada söylendi ise hadistir. Bu öylesine derinliklerden gelen bir sözdür ki, Yüce Allah onu Levh-i Mahfûz'a, yani korunmuş levhaya çıkarıp, oradan âyet ola­rak göndermiştir. Kur'ân'da yer alması onun sağlam hadis olduğuna delil teşkil etmektedir.

Yok eğer âhirette söylenecekse, o zaman Hz. Peygamber'in hadisi değil, orada nasıl konuşacağını belirleyen ilâhî bir söz niteliği taşımakta­dır.

b) Hz. Peygamber, toplumunun Kur'ân'a karşı takındığı tavrı Yü­ce Allah'a bir bakıma şikâyet eder durumdadır.

Âlimler, âyette geçen mehcûrâ kelimesini iki farklı kökten getirmişler ve bu nedenle iki farklı mana vermişlerdir. Râzî bu iki mana­yı bize nakletmektedir.

i. Bu kelimenin el-hicrân mastarından geldiğini söyleyenler vardır. Bu köke göre âyetin anlamı ise, "onlar Kur'ân'a iman etmediler, onu kabullenmediler, o Kur'ân'ı dinlemekten hicret ettiler, yüz çevirdi­ler" demektir.

ii. Bu kelimenin ehcera fiilinden geldiğini öne sürenler vardır. "Hakkında atıp-tutulan, ileri-geri konuşulan" anlamını ifade etmektedir. O zaman "hicran"dan değil de el-hecrden gelmiş olmaktadır. Hecr ise, "Kur'ân'a sihirdir, şiirdir, yalandır, saçma-sapan şeylerdir" demiş olmalarını ifade etmektedir. Bu manayı ileri sürenler Mü'minûn 67. âyetini  delil  olarak  getirmekte  ve "Geceleyin  hezeyanlar savururdunuz" da geçen tehcurûn kelimesi ile ispat etmektedirler.

c)  Muhammed Esed âyete şu yorumu getirmektedir: Bahsedilen kişiler dünyevî istek ve tutkularına aykırı buldukları için ya da zamanın değişen şartları karşısında geçerliliğini yitirmiş bir öğreti olarak gördük­leri için Kur'ân mesajının ulaştığı toplumların çoğu onu ilâhî bir mesaj (vahy) olarak gördükleri, görmekte oldukları ve dolayısıyla onun, keli­menin en geniş anlamıyla her bakımdan, tutarlı ve her çağda geçerli ol­duğuna inandıklarına göre, benim kavmim, ya da benim gönderildiğim toplum ifadesi (kelimenin ne kavmî anlamı, ne de ideolojik anlamı itiba­riyle) son peygamberin ümmetinin hepsini değil, fakat yalnızca ismen bu ümmetten olup ama gerçekte Kur'ânî mesaja olan inancını bütünüyle kaybetmiş kimseleri işaret etmektedir. Bunun içindir ki, âyetin veciz üslubu içinde gizlice mevcut olan bu anlamın "bazıları" ilavesiyle akta­rılması gerekiyor.

d) "Kavmim bu Kur'ân'ı büsbütün terk etti" ifadesini çağlara göre ele almak gerekiyor. Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemi dikkate alıp yorum yaparsak, Hz. Peygamber'in toplu­munun tamamı Kur'ân'ı terk etmedi ama bir kısmı ona inanmadı, ondan uzak durdu, diyebiliriz.

Ama günümüzde ise, Kur'ân'ı sadece Kur'ân'a inanmayanlar terk etmedi, kendilerini mü'min sanan insanlar da Kur'ân'ı terk etti. Kur'ân'ın kapağını açmayanlar, onun kapağını açtığı ve onun tahsilini yapar gibi göründüğü halde onu terk edip başkalarının sözleriyle fetva verip onu terk edenler yok mudur?

Kur'ân'ı bırakıp müctehidlerin fetvalarını dini görüş olarak ortaya atanlar yok mudur? Demek ki günümüzde Müslümanlar Kur'ân'ı terk etmiş durumdadır. Şikâyetimiz, sadece kâfirlerin Kur'ân'ı terk etmele­rinden değil, Müslüman âlimlerin ve din görevlilerinin de Kur'ân'ı terk etmesindendir. Artık Kur'ân mezarlarda, ölüler için okunmakta, duvara bir süs eşyası gibi asılmakta, sadece sayılan dört delilden biri olarak ka­bul edilmektedir; ama içine bakıp Yüce Allah'ın nasıl bir mesaj verdiği­ne bakan yoktur. İşte Müslümanların Kur'ân'dan kaçışı, hicret etmesi, onu terk etmesi bu âyet ile ifade edilmektedir. Müslümanların bu kaçışı, Kur'ân'ı yaralamakta, onu derinden üzmekte, sarmaş-dolaş olacağı bir gönülü aramak zorunda bırakmaktadır.

Din eğitimi programlarında bile, onun okunmasına verilen önem, içerdiği mesaja verilmemektedir. Râzî, Hz. Enes'in Hz. Peygamber'den şu sözü naklettiğini söyler; ama kaynak vermeden tefsirinde ona yer ve­rir. Biz bunu normal insanın sözü olarak kabul etsek bile bunun çok il­ginç olduğunu söylemekte yarar vardır: "Kim Kur'ân'ı öğrenir ve ken­disine ilgi duymaksızın, içindekileri düşünmeksizin, onu bir Mushaf olarak başucuna asarsa, kıyamet günü o Kur'ân, onun yakasına yapışır ve: "Ey âlemlerin Rabbi, bu kulun, beni terkedilmiş, unutulmuş bir şey haline getirdi. Benimle onun arasında bugün hükmü sen ver" der[9]. Bu söz Hz. Peygamber'den olmasa bile, günümüzü çok güzel anlatmakta ve özellikle din adamlarımıza bir uyarı olmaktadır.

Günümüzün insanları, özellikle kendisini medenî dünya olarak gö­renler, tarafsız bir gözle Kur'ân'a yaklaşamamakta, ona karşı ideolojik davranmakta, kendi inancını düşmanlık makamına koyarak içine bakma­dan ona olumsuz tepki göstermektedir.

2. "İşte biz, böylece her peygamber için suçlulardan düşman peydan ettik. Hidâ­yet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter."

a) Bu âyet, En'âm 112. âyete işarette bulunmaktadır. "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeyler­le baş başa bırak."

Her iki âyette geçen ce'alnâ fiili, "peydan ettik, tayin ettik, oluşturduk" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin geniş açıklaması için Bakara 30'a bakılabilir. Kelimenin âyetteki yapısına bakınca sanki bu şer güçleri Yüce Allah, peygamberlere tayin etmiş gibi görünmektedir. Ama En'âm 112'ye bakarsak orada şu ifadeyi buluruz: "Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı." Demek ki, Yüce Allah, şer güçlere düşmanlıklarında bile bir özgürlük tanımıştır. Şer güçlerle iyi güçlerin çatışmasına müsaade etmiş, iyilerin şer olanlara galip gelip di­siplin altına almasını Ön görmüştür. Şer güçleri, Allah oluşturmadı ve oluşturmuyor, ama var olan şer güçlerin peygamberlere düşmanlık yap­malarına özgürlük tanıyor.

Âyetin başındaki ce'alnâ fiilinin yaratma anlamından ziyade tayin etme anlamı dikkate alındığında sözü edilen cin ve insan şeytanlarının özellikle düşmanlık yapmak için yaratılmadığı, var olan ve düşmanlık yapmayı kendileri tercih ettikleri için Yüce Allah'ın, onlara izin verdiği sonucuna varabiliriz.

Ayette geçen el-mücrimîiı kelimesi, "günaha gömülmüş, işi-gücü iyiye düşmanlık yapmak olanlar"; Yûnus 13'e göre "peygam­berlerinin getirdiği mucizelere inanmayan ve zulmeden kişiler" anlamına gelmektedir. En'âm 8'e göre "Allah'a iftira edip âyetlerini yalanlayan­lar" da mücrimdir. A’râf 133'e göre "kibirlenenler"; Hûd 52'ye göre ise "hakikatten yüz çevirenler" de bu isimle anılmaktadır.

Şimdi âyete şu manayı vermemiz mümkündür: "İşte biz böylece her peygambere suçlulardan olan düşmanları bildirdik." Bu sefer de ce'alnâ kelimesine "bilgilendirdik, açıkladık, bildirdik" manasını verebi­liriz.

Demek ki mücrim, "inkârını ve düşmanlığını eyleme dönüştüren kişidir. İçindeki pisliği dışarıya çıkarıp başkalarına bulaştırma faaliyetini gerçekleştirene mücrim denmektedir. Fert olarak değil de grup olarak bunu yapmaya çalışırlar.

b) Yüce Allah, önce peygambere, sonra da bütün mü'minlere ses­lenerek ona/onlara yol gösterici ve yardım edici olarak yeteceğini ifade etmiştir.

Şer güçlerin düzenlerinden kurtulup çıkmak için Yüce Allah'ın yol göstermesi ve yardımı yeterlidir. Mücrimlerin oluşturduğu karanlık dü­zenden ancak Allah'ın yol göstermesi ve yardımı ile çıkılabilir. İşte bu yol gösterme ve yardım Kur'ân ile yapılmıştır. Aslında Kur'ân'ı terk edenler, Allah'ın bu yol göstermesini ve yardımını terk etmiş olmakta­dırlar.

"Hidâyet verici yani yol gösterici olarak Rabbin yeterli olması"nın anlamı, hidâyeti başka yerde aramamaktır. "Birileri, birilerini hidâyete getirdi" demek bu âyete ters düştüğü için çok tehlikeli bir günahtır. Teh­likeli olması, şirke yakın oluşundandır. Burada yeterliliği 'Ankebût 51 ile açıklamak mümkündür: "Kendilerine okunmakta olan Kitâb'ı sana indirmemiz onlara yetmemiş  mi?"

3. "İnkâr edenler: 'Kur'ân, ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle ya­pıyoruz ve onu tane tane okuyoruz."

Yüce Allah, Kur'ân'a karşı olanların sözlerini burada aktarırken aynı zamanda eğitimin altın kurallarından birini koyup gündeme getir­mektedir. Kâfirler, Kur'ân'in yavaş yavaş indirilişine itiraz etmişlerdi. Yüce Allah da, bunu insanın doğasını dikkate alarak böyle indirdiğini ifade etmiştir. Böyle indirmesindeki amaç, Hz. Peygamber'in gönlüne iyice yerleştirmektir. Bu kadar âyeti insan gönlünün bir anda hazmet­mesi, kavrayıp tebliğ eder hale gelmesi, insanın doğasını aşmaktadır. Tane tane okumak, yavaş yavaş öğretmek, onu 23 yıla yakın bir zaman diliminde gönüle yerleştirmek, bize din eğitiminin uzun zaman alması gereken bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Dinî konulan, insanların gönlüne iyice yerleşebilmesi için uzun zamana yaymak gerekiyor. Hz. Peygamber 23 yıla yakın, Yüce Allah'ın üniversitesinde öğrenim gör­müştür. Hem öğrenmiş hem de öğretmiştir.

Demek ki Yüce Allah, burada hem öğretim, hem de eğitim metot­larından birini koymaktadır. İnsan, nasıl bir somunu bir anda yiyemezse, onu parça parça yaparak yiyorsa, bilgiler de böyledir. Bir kitabı bir anda öğrenemez ama, konu konu zamana yayarak öğrenebilir.

Diğer taraftan Kur'ân, sosyal hayatta oluşan olayları çözmek, onla­ra gerekli olan hükmü sağlamak için bu şekilde gönderilmiştir; çeyrek asır denebilecek bir zaman içinde meydana gelen sosyal olayları dikkate alması ve çözmesi bakımından gerçekçi bir kitap ve mesaj olduğunu göstermektedir. Hem peygamberin gönlü Kur'ân'i hazmedecekti, hem de toplum hazmedecekti. Bazı insanların kötü alışkanlıklarını bir anda

kaldırmak mümkün değildir. Tedrîcîlik metodunu kullanmamız bize öğretilmektedir. Mesela içki gibi, kumar gibi kötü alışkanlıklarla mücâ­dele vermekte tedrîcîlik metodunu kullanmak gerekiyor. İşte bu âyet bize tedrîcî metodu kullanmanın sünnetullâh olduğunu öğretmektedir.

4. "Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana daha doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim."

Bu âyette geçen  el-mesel kelimesi, Furkân sûresinin buraya kadar olan Kur'ân'ı ve peygamberin peygamberliğini inkâr için öne sü­rülen kâfirlerin iddiaları, açıklamaları ve örneklerini ifade etmektedir. Bunları şu âyetlerde buluyoruz:

a) "Kâfirler şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber! Bizler gibi yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor. Ona bir melek indirilmeli, kendisi ile birlikte o da uyarıcı olmalıydı" (Furkân 25/7).

b) "Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip geçimini sağ­layacak bir bahçesi olmalıydı. O zâlimler: 'Siz, ancak, büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (Furkân 25/8).

c) "Bizimle karşılaş­mayı ummayanlar: 'Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik' dediler" (Furkân 25/21).

d) İşte bir de bunların yanında biraz önce yorumunu yaptığımız 32. âyette benzer bir istek veya beklenti yer almaktadır. Kur'ân'in başka âyetlerinde bu gibi meseller gündeme getirilmektedir (Bakara 2/26); (İsrâ 17/90-93).

Onların bu meselleri Hz. Muhammed'in peygamber; Kur1 ân'in da ilâhî mesaj olmadığına yöneliktir. Onlar bu meselleri getirirken, Allah da hakikati ve en güzel tefsiri getirmiştir. Mesela: Furkân 7 ve 8. âyetlerde-ki kâfirlerin mesellerine şu gerçeği ve en güzel tefsiri getirmiştir:

"Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdi­ler. Artık onlar sapmışlardır ve hidâyete hiçbir yol da bulamazlar.

Dilerse sana bunlardan daha iyisini, altlarından ırmaklar akan cennetleri vere­cek ve sana saraylar ihsan edecek olan Allah'ın şanı yücedir" (Furkân 25/9-10).

Yüce Allah'ın, kâfirlerin mesellerine karşı diğer en güzel tefsiri de şudur: "Senden önce gönderdiğimiz bütün peygam­berler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan kıldık; sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir" (Furkân 25/20). İşte bu cevap hem hakikati hem de en güzel tefsiri getirmektedir.

Diğer taraftan 32. âyette geçen "Kur'ân, ona bir anda, topluca in­meli değil miydi?" şeklindeki istekleri de aynı âyet içinde cevaplandı­rılmaktadır: "Biz, Kur'ân'ı senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık ve onu tane tane okuduk." İşte hakikat ve en iyi tefsir budur.

Buradan şu neticeyi çıkartıyoruz: Kur'ân, İslam'a yani kendisine karşı koyacak olan gerçeği ve en güzel tefsiri getirmektedir. Yeter ki Kur'ân'in bu yönünü tespit edelim ve onu gün ışığına çıkartalım. Din âlimleri bunları bulmalı, din görevlilerine sunmalıdırlar. Kur'ân, kâfirle­rin bir saldırı, bir itiraz mahiyetindeki iddialarını hangi açıklamalarla, hangi metotlarla karşılaşmakta, cevaplandırmakta ve çözmektedir? Bu­nun bilinmesi din eğitiminin en önemli görevleri arasında yer almakta­dır.

5. "Yüzüstü cehenneme sürülüp toplanacak olanlar; işte onlar yerleri en kötü, yollan en sapık olanlardır."

İşte bu şekilde inkâr edip Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e karşı çı­kan, saldırıda bulunan, çeşitli meseller getirip salyalarını akıtanlar, Kur'ân'in çağdaş olmadığını söyleyip ondan uzaklaşanlar mahşerde yü­züstü cehenneme sürükleneceklerdir. Çünkü onlar Kur'ân'ın öğretilerini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini yerlerde süründürmek istediler. Allah da onları mahşerde yerlerde sürüngenler gibi cehenneme yollaya­caktır.

Aslında onlar bu inkârları ile manen bu dünyada yüzüstü sürün­genler gibi sürünüyorlardı. "Şimdi düşün bakalım, yüzüstü kapanarak yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk 67/22).

Kimdir bu sürüngenler gibi sürünenler? Soruya Mülk 10 ile cevap verebiliriz. İlâhî mesajı dinlemeyip aklını kullanmayanlardır. Onlar bu dünyada sürünüyor; Furkân 34 ile de âhirette sürünecekleri ifade edili­yor. Bu insanlar bu dünyada akıllarını ve gönüllerini nefsî arzularının altına verdikleri için, maddî anlamda ayakta yürüseler bile, manen yerde sürünmektedirler. Aklını ve gönlünü yerde süründürüp, ilâhî mesaja ve O'nun peygamberine karşı çıkanlar mahşerde sürüngenler gibi haşr ola­caklardır.

Böyle bir yer, çok kötü ve böyle bir yol da en sapık olanıdır. Bu adamların Allah katındaki yerleri çok kötüdür, yolları da en kötü olanı­dır. Bundan şu neticeye varabiliriz: İnkâr, Kur'ân'a karşı çıkmak, pey­gambere derinden itirazda bulunmak en sapık yoldur, yani davranış bi­çimidir. En kötü inanç ve davranış en kötü mekanı ve yolu getirmekte­dir. Çünkü suç ile ceza arasında denklik vardır.

Furkân sûresinin 34. âyetine kadar Yüce Allah, hep farkları ortaya çıkararak açıklamalarını yapmıştır. Yüce Allah ile sahte tanrılar, iman edenlerle kâfirlerin inanç ve davranışları, sahte ile gerçek olanın, cehen­nemliklerle cennetliklerin farkını ortaya koymuştur. Bu dünyada kâfirle­rin tavrı ile âhirette duydukları pişmanlığın farkı gündeme getirilmekte­dir. Kur'ân, her yerinde farkı fark ettirmesine rağmen, bunu Furkân sû­resinde daha yoğun bir şekilde gerçekleştirmektedir. [10]

 

Peygamberlerin Olguları

 

55. Andolsun Biz, Musa'ya kitabı verdik, kardeşi Ha­run 'u da ona yardımcı tayin ettik.

36.  Demiştik ki:  "Ayetlerimizi yalanlayan o topluma gidin." Sonunda biz onları yerle bir ettik.

37.  Nuh'un toplumunu da an. Onlar peygamberlerini yalanladıklarında onları suda boğduk. Ve kendilerini insanlara ibret yaptık. Zâlimlere acıklı bir azap hazır­ladık.

38.  'Ad kavmini, Semûd kavmini, Ress halkını ve bunlar arasında bir çok nesilleri de an.

39.  Bunların her birini, bilinen örneklerle uyarıp hep­sini helak ettik.

Bütün bu âyetler, Furkân 31'de geçen: "İşte Biz, böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar peydah ettik" âyetine yönelik anlam kazanmaktadırlar. Bu toplumlarla peygamberleri arasında geçen olayları daha önce Yüce Allah detaylı bir şekilde anlatmıştı. Burada sadece 31. âyet bir örnek olsun diye gündeme

getirilmektedir. Biz de âyetlerin tümünden çıkaracağımız neticelerle tefsirimizi sürdüreceğiz.

1. Hz. Mûsâ, Yüce Allah'tan, ailesinden kendisine bir yardımcı vermesini istemişti (Tâhâ 20/29). İşte Yüce Allah, onun bu duasını kabul etmiş ve ona kardeşi Harun'u yardımcı tayin etmişti (Furkân 25/35; Kasas 28/35).

2. Diğer taraftan Yüce Allah, ona kitabı verdi; hem kitabı, hem de kardeşi Harun'u. Bunun anlamı, ilâhî mesaj olmadan insanları uyarma­nın, onlara doğru yolu göstermenin mümkün olamayacağıdır.

3. Bundan sonra Yüce Allah, bu iki peygambere, âyetlerini yalan­layanlara gitmelerini emretmişti. Kavminin, Hz. Musa'ya ve onun tebliğ ettiği ilâhî mesaja tepki göstermeleri nedeniyle helak olduklarına dikkat çekilmektedir. Âyette geçen âyetlerden kasıt, Hz. Musa'ya verilen "mu-cizeler"dir. O zaman kezzebû "yalanladılar" şeklindeki geçmiş zaman   kipindeki   fiile,   "yalanlayacaklar"   şeklinde   gelecek   zaman manasını vermemiz Râzî'ye göre doğru olacaktır. Çünkü Hz. Musa'ya gelen kitap, henüz onlara tebliğ edilmemişti.

Diğer taraftan kitabın âyetlerini yalanlamaktan ziyade, mucizeleri yalanlamak helake sebep olmuştur.

İşte mucizeleri inkâr etmeleri sebebiyle Yüce Allah, o toplumun insanlarını kırıp geçirdi, helak etti. Böylece Yüce Allah, Firavun toplu­munun niçin helak edildiğinin açıklamasını yapmakta ve insanların ya­lanlamasının helaki getirdiğine dikkat çekmektedir. Gönüldeki yanlış inanç, tabiat olaylarını etkileyip sosyal hayata son verdirmektedir. İnanç­tan tabiata, tabiattan sosyal hayata giden bir dizi sebep vardır.

4. Hz. Nuh'un toplumu da peygamberleri yalanladığı için suda bo­ğularak cezalandırıldılar. Bu sefer insanlık için bir ibret, bir ders ve top­lumların çöküşü konusunda önemli bir kanun olarak bırakıldılar. Kendi­leri gitti ama yaptıkları kaldı ve anıldı. Demek ki insanlar maddî olarak yok oluyorlar ama iyi veya kötü manada inançları ve eylemleri kalıyor. Bu da bize âhiret hayatını hatırlatıyor.

Neticede onların yaptıkları sadece bu dünyada karşılığını bulmuyor. Yüce Allah, zâlimler için âhirette acıklı bir azap da hazırlamıştır. Böylece inanç ve eylemlerimiz kötü ise, bütün bunlar dünya ve âhirette karşılığını buluyor; zincirleme oluşumlar meydana getiriyor.

5.  'Âd, Semûd ve Ress kavimleri, toplumları, halkları da aynı eği­time tâbi tutulmuş, onlara da aynı uyarılar yapılmış, aynı değerleri haya­ta geçirmeleri istenmiş, ama onlar da aldırış etmeyip yalanlayanlardan olmuşlardı.

Bu toplumlar arasında geçen nice nesiller de aynı sonuçla karşı­laşmışlardır. Bu da bize şunu söylüyor: Toplumların çöküş nedenleri arasında bir benzerlik vardır. İnançsal, ekonomik, ahlâkî ve hukukî den­gelerin bozulması yıkılışını getirmiştir. Herhangi bir toplumda aynı den­gelerin bozulmasının, aynı neticeyi getireceğine dair determinizmin öğ­retimi işte bu âyetlerde yapılmaktadır.

6. Râzî, Ress halkını anlatırken, bu kavmin bu ismi nereden aldığı konusunda rivayetlere dayanan geniş açıklamalar yapmıştır.

Ebû Ubeyde, Ress'in, "içi duvarla örülmemiş kuyu"ya dendiğini söylerken Ebû Müslim, "vadinin ismidir ve orada yaşayan halkın adı olmuştur. Malları ve sürüleri çok olan ve tevhîde davet için Hz. Şu'ayb'ın peygamber olarak gönderildiği putperest bir topluluktu. Hz. Şu'ayb'a eziyet ettiler, Allah da onları helak etti" görüşünü dile getir­miştir. Hz. Ali'ye göre bu halk "senevber" ağacına taparlardı. Peygam­berlerini toprağa gömdükleri için bu ismi almışlardır.

7. Bütün bu toplumlara bilgilendirme yapılmıştır. "Onların her birine misaller vermişizdir" buyurulurken, öğretim yapıldı­ğına işaret edilmektedir. Öğretim yapılmadan, iyi ile kötü bildirilmeden cezalandırma yoktur (En'âm 6/131; İsrâ 17/15).

İşte bu bilgilendirmenin gereğini yerine getirmemek, bilgiye ters düşmek helaki getirmiştir. Bundan anlıyoruz ki, bilgi akıldan sonra çok yüce bir değerdir. Onun uğruna insan yaratılmış, onun uğruna insan he­lak edilmiştir. Bilgi, kendisine ters düşülemeyen bir ışıktır, bir nurdur. Onsuz insanlık karanlıktadır; onunla çatışan helaktedir. Burada kastedi­len ilâhî bilgi, doğru bilgidir.

İşte peygamberlere ve onların getirdiği ilâhî bilgiye düşman olan­ların (Furkân 25/31) neticesi böyle olmuştur. Onların durumundan ders alıp kendini ayarlamayan toplumlar da aynı netice ile karşılaşacaklardır. [11]

 

Şirk Ve Ahireti İnkar

 

40. Andolsun müşrikler, felâket yağmurunun helak etti­ği o ülkeye uğradılar. Orayı görmediler mi? Doğrusu onlar, öldükten sonra dirileceklerini beklemiyorlardı.

41.  Seni gördüklerinde, seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar ve şöyle derler:  "Allah'ın elçi olarak gönderdiği bu mu?"

42.   "Şayet tanrılarımıza inanmakta direnmeseydik, az kalsın bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı." Azabı gördük­leri zaman, asıl kimin yolunun sapık olduğunu bilecek­lerdir!

43.  Nefsinin arzusunu tanrı edineni gördün mü? Sen ona koruyucu olabilir misin?

44.  Yoksa sen, onların, çoğunun gerçekten dinleyeceği­ni, yahut aklını kullanacağını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvan gibidirler. Hatta onlar yolca daha da sa­pıktırlar.

Yüce Allah, geçmiş toplumlardan çok kısa örnekler verdikten son­ra, tekrar Hz. Peygamber dönemindeki müşriklere ve kâfirlere döndü. Ayetler, geçmişin olgularından ibret ve ders almayanların durumunu açıklayarak günümüze ve geleceğe ışık tutmaktadır. Âyetlerin analizin­den bu neticeleri çıkartmaya çalışacağız:

1. "Andolsun müşrikler, felâket yağmurunun helak ettiği o ülkeye uğradılar. Orayı görmediler mi?"

Müfessirler, âyette geçen el-karye ile kastedilen yerin Lût kavmi, yani Sodom'luların yaşadığı ülke ve topraklar olduğunda ittifak etmişlerdir. Onun içindir ki, biz karye kelimesine "ülke" manasını ver­meyi uygun buluyoruz. Sodom ülkesi ifadesini kullanmak en iyisi ola­caktır.

Burada dikkatimizi çeken şey Yüce Allah'ın, neden Lût kavminin yaşadığı şehir, ülke, topraklar demeyip sadece felâket yağmurunun helak ettiği ülke demiş olmasıdır? Bizce bu ifade şeklî ile âyet evrensel boyut kazanmaktadır.

Ayette geçen i)3İ etev kelimesine "geldiler, uğradılar, gördüler" manalarını vermek mümkündür. Araplar, Suriye tarafına kervanlarla giderken Ölü Deniz'in yakınlarında, taş yağmuru ile helak edilen Sodom'luların ülkesine uğrayıp geçiyorlardı ve orasını görmüş oluyor­lardı. Ama ipi etev kelimesine "işittiler" manası da verilebilir. Sodom'luların hikayesi, olgusu anlatılıyor ve kulaktan kulağa dolaşıyordu. Demek ki, bu ifadeyi "o dönemin insanları söz konusu yerlere uğra­mış, duymuş, görmüş olmalıdırlar" şeklinde manalandırmak mümkün­dür.

O ülkenin, yani Lût kavminin, Sodom halkının cezalandırılması il­ginçtir. Bu ülkenin halkı, nefislerinin arzularının volkanik bir şekilde taşıp cinsel sapıklığa sürüklemesine denk bir ceza ile cezalandırılmışlar­dır. Âyette geçen ümtırat matara's-sev'i ifadesini, "vol­kanik taş yağmuru" şeklinde tercüme edebiliriz. Onlar, nefis arzuların-daki volkanik patlama ile cinsel ahlâkı yakıp-yıktılar. Allah da onlara maddî anlamda volkanik taş yağmuru gönderip onları helak etti. Onların nefişlerindeki volkanik patlamalar, tabiatın düzeninde bile değişim mey­dana getirdi. Tabiat bile onların yaptıklarını kabul etmedi. Ahlâkın doğa­sını bozmaları, fizikî çevrenin doğasının da bozulmasının en önemli et­keni oldu.

Âyetteki  matara's-sev'i ifadesine, "cezalandırıcı, felâket getiren yağmur" dememiz de mümkündür.

"Orayı görmediler mi?" Duyurulurken, insanın haya­tında gözlemin yeri de vurgulanmış olmaktadır. Yüce Allah, muhatapla­rına, Sodom ülkesine uğrayınca, gözlem yapıp ders almaları gerektiğine dair öğüdünü vermektedir. Helak olmuş toplumların yaşadığı topraklar­da, onların geriye bıraktığı harabeleri, kalıntıları gözlemek, ders alıp hayatına çeki-düzen vermek için çok etkilidir. Yaşanmış hayatın tecrü­besinden istifade etmek, bu tecrübeden bilgi çıkarmak hem genel, hem de din eğitiminin etkili metodudur. Gözlem yapmak, orada olup-biteni fark etmektir. Bu fark ediş de ders almanın ilk basamaklarından birini teşkil etmektedir. Böylece Yüce Allah, tarihî olguların nasıl ele alınıp incelenmesi, onlardan nasıl ders çıkartılacağı konusunu eğitim progra­mına koymaktadır.

2. "Doğrusu onlar, öldükten sonra dirileceklerini beklemiyorlardı."

Volkanik taş yağmuru ile helak edilen Sodom ülkesini gözlemle­yip ibret almakla, öldükten sonra dirilmeye imanın ne alakası vardır? Bize göre bu alaka şu noktada kurulmalıdır: Öldükten sonra dirilmeye inanan bir insanın, sosyal olgulardan alacağı ders ile, inanmayanın ala­cağı ders arasında büyük fark olduğu ifade edilmektedir. "Beklemiyor­lar" manasını verdiğimiz lâ yarcûn ifadesine, "inanmıyorlar" anlamını vermemiz de mümkündür. Hatta Râzî bu kelimeye "korkmazlar, endişelenmezler" anlamının verildiğini nakletmektedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Âhirete inanan insanın, olgulara, olaylara bakışı, onlardan ders çıkarışı, ibret alışı farklıdır; çünkü değer­lendirmelerinde büyük fark vardır. Demek ki gözlerimizle gözlem yapa­rız ve okuruz ama değerlendirmede gönlümüzdeki inancın etkinliği çok olur.

3. "Seni gördükle­rinde, seni alaya almaktan başka bir şey yapmazlar ve: 'Allah'ın elçi olarak gönderdiği bu mu?' derler."

Müşrikler, Hz. Peygamber'i gördüklerinde, "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?" diyerek onunla alay ederlerdi. Yüce Al­lah, Hz. Peygamberce hangi sözleriyle alay ettiklerini bile gündeme ge­tirmektedir.

Biz buradan şunu çıkartıyoruz: Bir zamanlar "güvenilir Muhammed" sıfatını verdikleri kişi, peygamber olarak görevlendirilip tevhîd inancını onlara tebliğ edince onu alaya almaya başladılar. Bu âyet, farklı inanca sahip olan insanların birbirine bakışının farklı olacağını, bu farklı bakışın zamanla şiddetlenip alaya dönüşeceğini anlatmaktadır. Zamanı­mızda bu inanç farklılığı, öylesine ileri gitmiş ki, hakarete ve savaşa dö­nüşmüştür. Günümüzde mü'min olan bir kişiyi belli bir makamda gör­meyi hazmedemeyenler aynı zihniyetin devamı durumundadırlar. "Belli yerlere, belli çevrelerin, grupların insanları gelir, başkaları gelemez; ge­lirse onunla alay edilir" şeklindeki oluşumlar ilkelliğin işareti, zulmün belirtisi durumundadır. "Bu mudur bu makama getirilen adam?" diyerek aşağılama, yersiz, insanlık dışı ve Allah indinde günah olan bir davranış tarzıdır. Ölçü o konunun uzmanı, ehli olmalıdır.

Önemli olan insanların geldiği sosyal grup değildir; sosyal mobilitenin olduğu yerde önemli olan ehliyettir. Hz. Muhammed'in geldiği sosyal grup Kureyş kabilesi idi. O yönden bir sakıncası yoktu, ama tevhîd inancını savunması onun sakıncası oluyordu.

Bir önceki âyetle bu âyetin bağlantısı nedir? Lût kavmi, Sodom halkı Hz. Lût'a karşı benzer bir tavır takınmışlar, ahlâksızlıklarında ısrar etmişler ve o volkanik taş yağmuru ile helak edilmişlerdi. Mekke halkı­nın da seni her gördüklerinde "bu mu peygamber?" diyerek alaya alması onları helake götürebilir uyarısı iki konu arasında bir bağlantı vardır. Mekke halkına belki volkanik taş yağmuru ile ceza verilmedi ama, çeşit­li savaşlarla mü'minlerin gönüllerindeki imanın volkanı ile daha ağır ceza verilmiştir. Onların başına volkanik taş fırtınası değil de, melekler yağmıştır.

Hz. Peygamber'e yapılan bu alaya alma işini Hucürât 11, hem ge-nelleştiriyor hem de evrenselleştiriyor. Grupların birbirini küçük görerek ayıplaması tövbeyi gerektiren bir harekettir. Bu tövbeyi yapmayanı Yüce Allah, zâlim ilân etmektedir.

4. "Şayet tanrılarımıza inan­makta direnmeseydik, az kalsın bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı."

Âyette geçen leyudillünâ fiili, "bizi uzaklaştıracaktı, ayıra­caktı, saptıracaktı" anlamına gelmektedir, sabernâ da fiil olarak "sabretmek, direnmek, sebat etmek, sıkıca sarılmak" demektir.

Bundan şunu anlıyoruz: "Sapıttıracaktı" demeleri, Hz. Muhammed'i sapık olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Sapık olan ancak, sapıttırabilir; sapık olmayan sapıttıramaz. Bu kelimeyi uzak manasına alırsak, Hz. Peygamber'in haktan uzakta olduğu değerlendirmesini yapı­yorlardı.

Diğer taraftan âyet, Hz. Peygamber'in getirdiği ilâhî mesajın öne sürdüğü tevhîd inancının ne denli etkili olduğunu da ifade etmektedir. Onların bu sözleri Hz. Peygamber'in tebliğ görevini hakkı ile yerine getirdiğine delil teşkil etmektedir.

Ayetin bu kısmından çıkaracağımız diğer netice şu olabilir: Özelde ilâhî vahyin, genelde doğru bilginin en büyük etkinliği insanı yanlıştan koparması ve uzaklaştırması, ardından da doğru inançla tanıştırmış olmaşıdır. Bu durum aynı zamanda kaliteli din eğitiminin de işareti olmak­tadır.

Tevhîd inancının eğitimine karşı koyan güç, insanların, bâtıl inanç­larına ısrarla sarılıp, sahip çıkmalarıdır. Bu durumu bir sonraki âyetten  daha net bir şekilde öğreneceğiz.

5. "Azabı gördükleri zaman, asıl "kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!"

Yüce Allah, şirk koşmaları ve Hz. Peygamber'i alaya alıp sapık görmelerine karşılık onları azap ile tehdit etmektedir. Hz. Peygamber'in yaptığı uyarılardan azabı görünce kimin haklı, kimin sapık olduğunu fark edip anlayacaklardır. Bunun anlamı şudur: Çoğu zaman insanlar tecrübesini görmeden bir şeye inanmakta zorluk çekiyorlar; kendilerinin doğru yolda olup olmadıklarını fark edemiyorlar. Başlarına gelecek olan azap anında, bunu fark edeceklerdir. İşte dinin varlığı, başa gelmeden insanları uyarıp doğruyu yakalamalarını temin etmektir. "Bi­lecekler" ifadesinden anlıyoruz ki, geçmişin olgularından ders almak, geleceğe yönelik çıkarımlar yapacak bilgiyi elde etmeye yol açacaktır. Bilmek çok güçlü bir silahtır; yaşanmakta olan ve yaşanacak olana ışık tutan bir güçtür.

6. "Nefsinin arzusunu tann edineni gördün mü? Sen ona koruyucu ofabilir misin?"

Yüce Allah, bu âyetiyle, müşriklerin neden Hz. Peygamber'le alay ettiklerini, geçmiş toplumların olgusundan ders almadıklarını, tanrılarına aşırı derecede sarıldıklarını, Hz. Peygamber'i sapık olarak gördüklerini açıklayarak onların psikolojisinin analizini yapmaktadır. Sebep, kendi nefislerinin arzularını tanrı edinmeleridir. Nefis tanrısı onlara bu şekilde görüp değerlendirmelerini ve davranmalarını emretmektedir.

Nefis denen tanrı da kendisine kulluk edenlerden bunu beklemek­tedir. Tanrı olan yerde mutlaka tapınma vardır. Nefis tanrısının mabe­dinde de Hz. Muhammed'e hakaret, ibret almama, tanrılarına sahip çık­ma tapınmaları vardır. Nefis tanrısı, insanın içinde bir mabed oluşturup kendine taptırmaktadır. Kötüyü, yanlışı, bâtılı, çirkini hayata geçirmek ona tapınmak olmaktadır.

îşte Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, dolayısıyla bize, âdeta "nefsini tanrı edineni görmek istiyorsan Furkân 30-42. âyetleri arasında anlatılan insanlara bakman yeterli olacaktır" demekte ve derinden bir inkâr psiko­lojisi analizi yaparak nefsin kullarını tanıtmaktadır.

Ayrıca Hz. Peygamber'in ve bizlerin bu tip insanları korumaya gücümüzün yetmeyeceğine de işaret edilmektedir. Bu psikolojideki in­sanları nefsin kulu olmaktan kurtarmak, onları şirkten korumak çok zor olduğu için, koruyucu olamayacağımız, inkâr sorusu ile gündeme geti­rilmektedir. Böylece Yüce Allah, peygamberlik müessesesinin görevle­rinden birini de gündeme getirmiş ve onun "koruyuculuk" olgusunu söy­lemiştir.

Diğer taraftan nefsini tanrı edinenin korunmasının imkansızlığına dikkat çekilerek kimlerin eğitimden istifade edemeyeceği de gösterilmiş­tir. Eğitimin koruyuculuk görevi ve özelliği vardır. İnsana kazandırdığı bilgi, erdem ve imanla onun etrafında koruyucu bir duvar örer, ya da ona güçlü silahlar temin eder. Eğitim, insana aklını kullanıp düşünmeyi, bilgi edinmeyi, imanın merkezini teşkil ettiği erdemli hayat yaşamayı öğretir ve bunları ona kazandırır. Kazanılan bütün bu değerler nefsin ve şeyta­nın etkilerine karşı insanı korur.

7 "Yoksa seri, onların çoğunun gerçekten dinleyeceğini yakut aklını kulla­nacağını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvan gibidirler. Hattâ onlar yol­ca daha da sapıktırlar."

İşte bu âyet, Hz. Peygamber'in neden nefsine tapanlara koruyucu olamayacağını açıklamaktadır. Bu tip insanlar nefis tanrılarına, dinleme­yi ya da aklını kullanmayı kurban etmişlerdir. Nefis tanrısı kurban ister. Onun istediği en önemli kurban, kulakları gerçeğe karşı tıkamak, ya da aklını kullanmayı terk etmektir. Aklı devre dışı bırakmayan kişi, nefse kul olamaz. Bu açıdan bakarsak, "dünya, nefis kulları ile doludur" diye­biliriz.

Nefis denen put, maddî putlara benzemez; çünkü nefis, organik değildir ve kendi içimizdedir. Kendi içinde olan tanrıyı terk etmek için onunla mücâdele vermek de imkansızdır.

Nefis tanrısı konusunda Yüce Allah düşünülmesini istemektedir:

"Hevâsım tanrı edinen ve Allah'ın bir bilgiye dayana­rak saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği kimseyi gördün mü? Şim­di onu Allah'tan başka kim doğru yola iletebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz? (Câsiye 45/23). İnsanlar kulaklarını hakikate karşı tıkayınca veya aklını kullanmayınca Câsiye 23'e göre Allah da bunu tescil ediyor, kulun istediğini yerine getiriyor. Bu insanlar, kendilerini hayvan duru­muna indiriyorlar. Demek ki insan, hayvandan maddî yapısı gereği ayrılmıyor; duyu organlarını, aklını kullanması bakımından ayrılıyor.

Onun için yorumunu yapmakta olduğumuz Furkân 44'te Yüce Al­lah, onların hayvana benzediğini, hattâ hayvandan daha sapık olduklarını gündeme getirmekte ve benzetmeyi psikolojik tabana oturtmaktadır. Böylece insan ile hayvanın farkı belirlenirken kulak, akıl (Furkân 25/44), gönül, göz, kulak (A'râf 7/179), Allah'ın âyetlerine inanıp onları hayata geçirmek (A'râf 7/175-176) ölçüleri kullanılmaktadır.

Özet olarak söyleyecek olursak, akıl, gönül, göz, kulak ve iman, insanı hayvandan ayıran değer ve duyu organlarıdır. A'râf 179'da Yüce Allah gönül, göz ve kulaklarını yerli yerinde kullanmayan, gözü ile ger­çeği göremeyen, kulakları ile hakikate kulak vermeyen ve gönlü ile ger­çeği anlayamayan insanları hayvana benzetmekte, onlardan daha sapık olduklarını belirttikten sonra gaflet içinde olduklarını söylemektedir.

A'râf sûresi'nin 175-176. âyetlerinde Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp şeytanın takibine uğrayan azgın insanın, zamanla nefsinin nevasına uyup "köpekleştiği" gündeme getirilmektedir. Müddessir 49-51. âyetlerinde de Kur'ân'dan yüz çevirenlerin arslandan korkup kaçan yabani eşeklere benzediğine dikkat çekilmektedir.

Tekrar yorumunu yapmakta olduğumuz Furkân 44'e dönersek, orada şunun vurgulandığını tespit edebiliriz: Nefsini tanrı edinen insanla­rın kulak veya akıllarını kullanıp hayvanlıktan kurtulacaklarını ummak boşunadır. Buna, "ümitsiz vak'a" denmektedir. İşte din, insanı hayvan­laşmaktan kurtarıp, nefsine kul olmaktan uzaklaştırıp insan olması için gerekli olan, aklını kullanıp tevhîd inancına ulaşması uğruna gönderilmistir; nefsinin kölesi olmuş, onun zincirleri ile tutsağa dönüşmüş olan insanın zincirlerini kırıp hürriyetine kavuşması için gelmiştir, "Yüklerini ve üzerlerindeki zincirleri indirir" (A'râf, 157) buyuran ve Hz. Peygamber'in en önemli misyonunu belir­leyen bu âyetin gereğini yerine getirmek için din gönderilmiştir. Aklını çalıştırıp düşünmeyen, duyu organlarını kullanmayan, tevhîd inancına sahip olmayan insanlar nefsinin zincirlerine bağlanmış, onu tanrı edin­miş demektir. İşte Hz. Muhammed, Kur'ân mesajı ile bu zincirleri kırma görevini yerine getirmiş, getirmekte ve gelecekte de getirecektir. İnsan­lar kendilerini hür hissetseler bile, nefislerine taptıkları müddetçe tutsak olmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır.

Din âlimi ve eğitimcileri onları bu şirkten, nefislerine tapmaktan kurtarmak için, beyinlerine, gönüllerine şeytanın vurduğu prangaları ve zincirleri, gerçek ilâhî vahy bilgisi ile teker teker kırmalı ve onları inanç özgürlüğüne kavuşturmalıdırlar.

Eskiden özel manada bazı toplumlar akıldan ve ilâhî mesajdan uzak kalıyorlardı, ama günümüzde genel manada insanlık hiç bu kadar akıldan ve ilâhî mesajdan uzak kalmamıştır. Aklın ve ilâhî vahyin gereği insanlar, Allah'ın mabedine koşma ve orasını doldurma yerine nefsin mabedine koşup orasını doldurmaktadır. Nefis mabedinin hiçbir zaman bu kadar tapanı, kulu olmamıştır. Nefis tanrısına hiçbir zaman bu kadar akıl kurban edilmemiştir. Hayatın her cephesinde akıl kurbanının kanla­rı, insanları boğacak hale gelmiştir. Hiçbir zaman nefis tanrısı bu kadar semizlenmemiştir.

Peki bu noktada şu soruyu sorabilir miyiz? Neden dinlemeyen ve­ya aklını kullanmayanlar yolca hayvandan daha sapık oluyor? Çünkü âyet önce, "onlar hayvan gibidir" diyor; ardından "onlardan daha sapık olduklarını vurguluyor. Bu soruyu şu şekilde cevaplandırabiliriz:

1. Hayvanlar, tabiî olarak Allah'a tesbîh şeklinde ibadetlerini ya­pıyorlar. Ama insan, nefsine kulluk ettiği için Allah'a şirk koşuyor. Sö­zünü ettiğimiz bu durumunu şu âyetler anlatmaktadır:

a) Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes, Allah'ı tesbîh ediyor.

Onu övgü ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki, siz onların tesbîhini anlamazsınız" (İsrâ 17/44). İşte "her şey" ifadesinin içinde hay­vanlar da vardır.

b) "Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah'a secde ediyor" (Hacc 22/18). Bu secde ibadetinde hayvanlar da sayılıyor.

c) "Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbîh ettikle­rini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbîhini bilmiştir" (Nûr 24/41).

Görüldüğü gibi hayvanlar da Allah'ı tesbîh ediyor, hem de O'na secde ediyorlar. İnsan, Allah'a karşı olan iman ve ibadetini yerine getir­meyince hayvandan daha sapık bir duruma düşmektedir.

2. Hayvanlar, kendilerini besleyenlere itaat eder, ona doğru koşar, sahibini tanır, kendisine faydalı olanı bilir; düşmanını tanıyıp ondan ka­çar; önüne konan yemeğin kendi tabiatına uygun olup olmadığını kokla­yarak anlar.

Ama insan, kendini yaratıp besleyenden uzak kalıp O'na itaat et­mez. Düşmanını tanıyıp ondan kaçmaz. Şeytan ve nefsinin kendisine düşman olduğunun farkına varmaz. İşte bu yaptıkları ile böylesi bir in­san, hayvandan daha sapık bir duruma düşmez mi?

Netice olarak diyebiliriz ki, Yüce Allah, farkları fark ettiren Furkân sûresinde aklını devre dışı bırakan, duyu organlarını kullanma­yan ve nefsine tapanlarla hayvanları mukayese etmekte, aralarındaki farkı ortaya koymaktadır. Birinci derecedeki mukayese mü'min ile müş­rik arasındaki farkı belirlemek, ikinci derecedeki mukayese de müşrik ile hayvanın farkını ortaya koymaktır.

Kısaca, aklım kullanmak, iman etmek, duyu organlarını layık ol­dukları şekilde kullanmak, düşünmek, bilgiye sahip olmak, bu farkların ölçüleri olmaktadır. İnsanla insan, insanla hayvan arasındaki farkları belirlerken hep psikolojik, manevî çizgiden yürümenin, insanları bu erdemlere sahip olmaya teşvik amacı olduğu kesindir. Onlara bu erdemleri kazandıracak olan da kaliteli eğitim olacaktır. [12]

 

Tabiat Olaylarından Allah'a İmana Varma

 

45.  Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? E-ğer düeseydi, onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra biz Güneşi ona delil kıldık.

46.  Ve sonra onu yavaş yavaş kendimize çekmekteyiz-

47.  Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gün­düzü de çalışıp rızık arama vakti yapan O 'dur.

48. Rüzgarları rahmet yağmurunun önünde müjdeleyici olarak gönderen O'dur. Biz gökten tertemiz su indirmi-şizdir.

49.  Onunla Ölü toprağı diriltmek ve yarattıklarımızdan bir çok hayvan ve insanı sulamamız için.

50.  Gerçek şu ki, düşünüp Öğüt almaları için suyu, ülke­ler arasında bir nizama göre dağıtmışızdır. Buna rağ­men insanların çoğu nankörlükte direnmiştir.

Yüce Allah, hemen hemen her sûrede yaptığı gibi dersini tabiat o-laylarına getirip, kendinin sonsuz bir kudrete sahip olduğunu, yaratıcılı­ğını insana ispat etmekte, eserden müessire gitmenin yolunu öğretmek­tedir. İnsan aklını, gözlemini çeşitli tabiat olaylarına çevirterek, ona tev-hîd inancmın yolunu göstermektedir.

1. "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?" Yüce Allah bu soruyu kime sormaktadır. Âyetin analizini yaparken bu soru cevaplandırılacaktır.

a)  Âyetin bu kısmında bilimin kaynak metotlarından biri olan "gözlem metodu" gündeme getirilmektedir. Hatta psikolojide buna "dış gözlem metodu" denmektedir. "Görmedin mi?" derken, "gör" demek istenmiştir; yani, gözlem yap, dış âlemi incele, demektir.

b) Neyi gözleyeceğimizi, neyi inceleyeceğimizi, neyi bileceğimizi sorarsak âyet bunu da açıklamaktadır. "Nasılı" bulmak için gözlem yapı­lacaktır. İşin keyfesini, yani nasılını bulmak bilimsel araştırma yapanın işidir. "Nasıl", aslında araştırmanın metodunu belirler.

c)  Gölgenin nasıl uzadığını, ya da Yüce Allah'ın gölgeyi nasıl uzattığını bulmak, bu bulgu için gözlem yapmak gerektiğine burada işaret ediliyor.

Gölge nedir? Râzî'nin tanımına göre "katıksız ışık ile katıksız ka­ranlığın arasındaki orta bir hal"dir. Bir bakıma geceden gündüze, gün­düzden geceye geçiş anlarında insana çok hoş gelen durumu ifade et­mektedir. Gölgenin önemini anlamak için şu âyetlere bakmamız gereki­yor:

i.  Yüce Allah cennetin özelliklerini anlatırken şöyle der: "Uzamış gölgeler" (Vâkı'a 56/30).

ii. "Gölge ile sıcak bir olmaz" (Fâtır 35/21).

iii. "Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar" (Yâsîn 36/56).

iv. "Şüphesiz takva sahipleri, gölgeliklerdedir­ler" (Mürselât 77/41).

v. "Cennet ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar" (İnşân 76/14). '

vi. "Onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız" (Nisa 4/57).

Bütün bu âyetler gölgenin cennet özelliklerinden olduğunu, iman ve iyi amel yapanlar için cennette bir ödül olacağını açıklamaktadır. Âhiretteki gölgenin bir örneğini biz bu dünyada yaşamaktayız.

Bu âyetlere ilaveten Vâkı'a sûresinin 43 ve 44. âyetlerindeki göl­genin ise cehennemde serin ve hoş olmayan kapkara dumandan müte­şekkil bir gölge olacağı ifade edilmektedir.

d) Gölgenin uzaması, değişimi ifade etmektedir. Güneş, yani gün­düz, gece ve gölge, daima birbirini takip eden hareketi ve o hareketin getirdiği değişimi anlatmaktadır.

e)  Gölgeyi uzatıp değişimi gerçekleştiren Allah'tır. Yüce Allah kullarına bir mutluluk, hoşluk anım yaşatmak için onu var etmiştir. Göl­genin nasıl gerçekleştiğini, uzamasını gözleyen kişi, aklının yetersiz ka­lacağını anlayacak ve o olayın arkasındaki gücü fark edip imana yönele­cektir.

2. "Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı. Sonra biz Güneşi ona delil kıldık."

Âyetin bu kısmında Yüce Allah'ın "dilemesini" buluyoruz. Dile­mesi ile yapması arasındaki bağlantıyı bize öğretmektedir. Gölgeyi uza­tıp kısaltma yerine hareketsiz kılabilirdi. Gölgenin hareketini durdurabi­leceğine, dileseydi bunu gerçekleştirebileceğini gündeme getirerek bu oluşumun zıddıni da yapabileceğine dikkat çekmektedir. Önemli olan "dilemesidir."

Güneş, gölgenin delili durumundadır. Bunun anlamı şudur: Yüce Allah nimetlerin önemini, kıymetini zıtları ile anlatmaktadır. Sıcak, gü­neşin altında kalan insan, gölgenin ne denli önemli bir nimet olduğunu anlar. Güneşi hararet, gölgeyi de serinlik manasına da alabiliriz. Mesela: Bir demir fabrikasının fırınında çalışan insan için serinliğin ne ifade etti­ğini düşünürsek, nimetin değeri anlaşılmış olur.

3. "Ve sonra onu yavaş yavaş kendimize çekmekteyiz." Gölgeyi yavaş yavaş çeken, ortadan kaldıran gücün Al­lah'a ait olduğu söylenerek, ondaki değişimi ve hareketi kimin gerçek­leştirdiğine burada işaret edilmektedir. Güneş batınca gölge ortadan kalkmaktadır.

Ayette geçen tyJi, yesîrâ kelimesine âlimlerin bir kısmı "yavaş yavaş" derken bir kısmı "çabucak", bir kısmı da "gizlice" manasını vermişlerdir.

Gölgenin çekilmesi ile meydana gelecek olan boşluğu karanlık dolduruyor. Ama güneşin doğumundan önceki gölgeyi de ışık doldur­maktadır. Değişim sayesinde giden gölgenin yerini ya ışık ve sıcaklık alıyor, ya da gece karanlık alıyor. Kısaca kâinatta asla boşluk bulunmaz. Gidenin yerini mutlaka bir şey doldurmaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, gölgenin gözlemlenmesi, onun uzayıp kısalması, gidip gelmesi Allah'ın varlığına götürecektir.

4. "Sizin için geceyi örtü, uykuyu istirahat kılan, gündüzü de çalışıp nzık arama vakti yapan O dur." Âyetin analizini üçe ayırarak yapmayı uygun buluyoruz:

a) "Sizin için geceyi örtü yaptı."

Aslında libâs kelimesi, "elbise" anlamına gelmektedir. Kur'ân'da çeşitli elbiseler vardır: Cinsellik bakımından kadın kocasının, kocası da hanımının elbisesi olmaktadır.

Buradaki elbise, "cinsellik arzularını söndüren, örten, taşkınlığa gitmesini engelleyen şey" demektir (Bakara 2/187). Elbiselerin en iyisi takva elbisesidir (A'râf 7/26). Bu da manevî bakımdan insanın haya ve iffet duygularını kontrol altına alan ahlâkî bilinç, manevî bağışıklık sis­temidir. Diğer taraftan Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük edenlere Yüce Allah açlık elbisesini giydirir (Nah! 16/112). Ayrıca mü'minlerin cennette ödül olarak giyecekleri ipekten elbise de vardır (Hacc 22/23; Fâtır 35/33). Avret yerlerimizi örtmek için kullandığımız madde de elbi­sedir (A'râf 7/26).

Bir de yorumunu yapmakta olduğumuz âyette geçen "gecenin in­sana elbise olması" vardır. Elbise, nasıl vücudun görünmesini engelliyor ise, gece de objelerin, renklerin görünmesini engelliyor.

b) "Uykuyu istirahat (kıldı)."

Ayette geçen Ğıli sübât kelimesinin Râzî, Kurtubî ve Zemahşerî'ye göre çeşitli manaları vardır. "Rahat" anlamına gelen sübât, kadının özne olduğu bir cümlede fiil olarak kullanılınca "kadın saçlarını çözüp serbest bırakmak" manasına gelir. Adam ile kullanılınca "boylu adam" manasına gelir. Bunun uyku ile olan ilişkisi, uykunun uzanarak gerçekleştirilmesinden kaynaklanmaktadır.

İstirahat günü olduğu için Cumartesiye "sebt günü" denmiştir. Sübâtın "ölüm" anlamı da vardır ve bu nedenle ölene mesbût da den­mektedir. Uyku ile Ölüm arasındaki az da olsa var olan benzerlik bu müşterek anlama kaynaklık etmektedir.

c) "Gündüzü de çalışıp nzık arama vakti yapan O'dur."

Gündüz vakti de yeni bir diriliş, yeniden bir işe koyulma anı olarak tayin edilmiştir. Böylece Yüce Allah, insanın ihtiyacına, doğasının gere­ğine göre istirahat ve çalışma zamanlarını belirlemiştir. İnsanın dinlenme ve geçimini temin etmek için çalışma anlarına ihtiyacı vardır. İnsan, uy­ku ile çalışma zamanları ile ihtiyaçlarının temin edilmesine bakarak Al­lah'ın var ve bir olduğunu anlayabilir.

"Rüzgarları rahmet yağmurunun önünde müjdeleyici olarak gönderen O'dur. Biz gökten tertemiz su indirimsizdir."

Âyet, rüzgarın yağmuru müjdeleyici bir niteliği olduğunu hatırlata­rak, nem miktarı ile rüzgarın hızını hesaplayınca yağmurun yağmasını hesaplama imkanının olacağına da işaret etmektedir.

Âyette "rahmet" kavramı, yağmuru ifade etmektedir. Rüzgarı, yağmurun önünden müjdeleyici olarak Allah göndermektedir. Ardından gökten temiz suyu indiren de O'dur. Böylece tabiat olaylarını gözleye­rek, inceleyerek onların üzerinde aklı yorarak Allah'a varma yolu öğre­tilmektedir.

6. "Onunla ölü toprağı  diriltmek  ve  yarattıklarımızdan  bir  çok  hayvan  ve  insanı sulamamız için." Yüce Allah, gökten niçin su indirdiğini açıklamaktadır:

a)  Ölü toprağı canlandırmak, suyun görevleri arasında yer almak­tadır. Su denen H2O, canlılığın kökeni yani kaynağı olmaktadır. Enbiyâ 30'da canlı olan her şeyi sudan yarattığını söylerken, canlılıkla su ara­sındaki bağ gündeme getirilmiştir. Hayatın kaynağı sudur. Toprakla bu­luştuğunda su, Ölü olan toprağı canlandırmaktadır. Enbiyâ 30'a göre, bu ilişki imana götürecek bir olaydır.

b)  Diğer taraftan, var olan canlıların hayatlarını sürdürmeleri için de suya ihtiyaçları vardır. Hayatın kaynağı olan su, aynı zamanda haya­tın devamını sağlamaktadır. İşte onun içindir ki, âyette hayvan ve insan­ları onunla sulamak için suyun indirildiği söylenmektedir. Bütün bu işleri gerçekleştiren varlık, Yüce Allah'tır.

Bundan çıkaracağımız önemli kanun şudur: Bir şeyin kökeninde ne varsa, hayatını devam ettirmede de ana unsur o olmaktadır. Canlıların kökeni su olunca, hayatlarını sürdürmede de ana madde o olmaktadır.

7. "Gerçek şu ki, düşünüp öğüt almaları için suyu ülkeler arasında bir nizama göre dağıtmışızdır. Buna rağmen insanların çoğu nankörlükte direnmiştir."

Yüce Allah, yağmuru yağdırmakla, onun görevini belirlemekle kalmamış, onu yeryüzünün bölgeleri arasında beli bir ölçüye göre de dağıtmıştır. Yeryüzünün hangi bölgesine ne kadar ve ne zaman yağmur yağdıracağının dağıtımını da Allah yapmaktadır.

Bu durum, üzerinde düşünülmesi, öğüt alınması gereken bir ders niteliğini taşımaktadır. "Bu konuların üzerinde düşünmek" demek, onla­rın insan adına ne denli önemli nimetler olduğunu takdir etmek demek­tir. Nimetin değerini bilmeyen insanlar, nankörlük etmekte direnmekte­dirler. Âyette geçen küfûrâ kelimesine, "nankörlük" manası verile­bileceği gibi, "inkâr" anlamı da verilebilir.

Ele aldığımız bu âyetler grubundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Yüce Allah, tabiat kitabını insanın önünde açıyor, onu nasıl okuyup değerlen­direceğini gösteriyor ve oradan Allah'a imana nasıl varacağını öğretiyor. Hayatının kökenini ve hayatını sürdürmek için ihtiyacı olan nimetleri ve kendisine sunulan fizikî çevre döşeğini ve beşiğini anlatarak ilâhî kudreti anlamasında rehberlik ediyor. Bununla beraber inkârında veya nankörlü­ğünde ısrar eden, direten insanlar vardır.

Nefsini tanrı edinip (Furkân 25/43), aklını ona kurban etmeyen (Furkân 25/44) insanlar, tabiat kitabındaki olayları doğru okuyup doğru neticeye varacaklardır.

Yüce Allah, ilahiyat eğitiminin programına ilginç konular koy­maktadır. Nefsine veya Allah'tan başka varlıklara tapmanın inanç alanı­nı ne denli kirlettiğini anlatarak tevhîd inancının ağacını dikmenin birin­ci konuyu teşkil ettiği, aklı kullanıp düşünmenin ikinci konuyu, tabiat kitabını okuyarak Allah'a varmanın da üçüncü konuyu teşkil ettiğini bu âyetlerde görüyoruz.

İnsanları nefislerinin kulu, tutsağı olmaktan kurtarmak, ayaklarına, beyinlerine vurulan nefis prangasını, zincirini kırıp onları özgürlüklerine kavuşturmak din eğitiminin ana hedeflerinden biridir. [13]

 

Peygamberin Görevi

 

57. Dileseydik, her ülkeye bir uyarıcı gönderirdik.

52. Sen inkarcılara boyun eğme ve Kur'ân   ile onlara karşı büyük cihâd ile cihâd et.

a) Yüce Allah, Hz. Peygamber'den önce hemen hemen her ülkeye bir peygamber göndermiştir. Kitle haberleşme vasıtalarının hiç olmadığı dönemlerde, dini, farklı topluluklara tebliğ etmek çok zordu. Bir pey­gamberin çeşitli ülkelere gidip bu faaliyetini yerine getirmesi hemen hemen imkansızdı. Çünkü o toplumlarda, ona karşı koyacak insanlara karşı, onu koruyacak kimseleri bulmak zordu; fakat kendi toplumunda arkadaşları, akrabası onu koruyabilirdi.

b)  Hz. Muhammed, evrensel bir mesajla evrensel bir peygamber niteliği taşıdığından, başka ülkelere peygamber gönderilmemiştir. Yüce Allah, "isteseydik gönderirdik" derken göndermediğini belirtmiştir.

c)  Dikkat edilirse, âyette peygamber kelimesi değil de nezîr "uyarıcı" kelimesine yer verilmiştir. Bundan anlıyoruz ki, uyarıcılık gö­revi ile peygamberlik görevi aynîleşmektedir. Aynı zamanda uyarma görevinin en önde gelen peygamber grevlerinden olduğuna da işaret e-dilmektedir.

d) Bir önceki âyetle bu âyetin ne bağlantısı vardır? sorusu sorula­bilir. Suyu nasıl ülkelere dağıtıyorsa, peygamberlik görevini de çeşitli ülkelere göndererek paylaşabilirdi. Ayrı ayrı ülkelere benzer vahyleri gönderme yerine, Hz. Muhammed ve ona verdiği vahy ile bütün ülkelere ışık dağıtılmış olacaktı. İşte bu ikincisi Allah tarafından karara bağlan­mıştır. Nasıl ki, yağmurdan önce rüzgarları müjdeleyici olarak gönderi­yorsa, Hz. Muhammed'i de Tevrat ve İncil ile müjdelemiştir. Yağmur rahmettir, Kur'ân da rahmettir. Her ikisinin de müjdeleyicisi vardır.

e) "Sen inkarcılara boyun eğme."

Yüce Allah, Hz. Peygamber'e, kâfirlere itaat etme, yani boyun eğme eylemini yasaklarken şu gerçeğe işaret etmektedir. Kâfirlere, ya da başkasına boyun eğen kişi peygamber olamaz, yönetici olamaz. Bir pey­gamberin ancak, kendi kulluk boyutu, peygamberlik boyutuna itaat ede­bilir. Başka bir insana itaat etmesi mümkün değildir. Doğal olarak bir peygamber, Allah'a itaat edecektir.

Kur'ân'da Yüce Allah, Hz. Peygamber'in, bazı özelliklere sahip olan insanlara itaat etmesini, boyun eğmesini yasaklamıştır.

i. "Kalbini bizi anmaktan gâfıl kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi-gücü aşırılık olan kimseye itaat etme" (Kehf 18/28).

ii. "Ey peygamber! Allah'a saygı duy, kâfirlere ve münafıklara itaat etme" (Ahzâb 33/1).

iii. "O halde yalanlayanlara itaat etme" (Kalem 68/8).

iv "Olur olmaz yere yemin edene, aşağılık kişiye sakın itaat etme" (Kalem 68/10).

v. "Artık Rabbinin hükmüne sab­ret. Onlardan hiçbir günahkar ya da nanköre itaat etme" (İnşân 76/24).

Bütün bu emirler Hz. Peygamber'in şahsında bütün inananlaradır. Bu emirleri bizim için düşündüğümüzde, işin siyasi bir boyutu ortaya çıkar mı? Siyâsî ilişkiler içinde düşünülse bile, bu emirlerin esasen dinî ve ahlâkî boyutu ağır basmaktadır. Kâfire, münafığa, hakikati yalanlaya­na, ahlaksıza, nefsini tanrı edinene, aşağılık kimseye, nanköre boyun eğilmemesi, onların emri altına girilmemesi, onlara arkadaş olarak uyulması yasaklanmaktadır.

f) "Kur'ân ile onlara karşı büyük cihâd yap."

Yüce Allah, "büyük cihad"ın ne anlama geldiğini bu âyette açık­lamaktadır. Kur'ân ile yapılan cihâd büyük cihâddır. Kur'ân ile cihâd yapmak, insanı öldürmeyi değil, onu kazanmayı amaçlamaktadır. Cihâdı savaştan ayıran fark budur. Müslüman için savaş, kendisine saldırana karşı kendini korumak için karşı koymak ve gerekirse adam öldürmektir.

Ama büyük cihâd, insanı öldürmeyi değil, kazanmayı şart koşar. Özel­likle bu âyetteki cihâdın, eğitim amaçlı olduğunu, sûrenin Mekkî oluşu gerçeğinden de anlayabiliriz. Çünkü Mekke döneminde savaştan söz eden âyetler henüz inmemişti.

Bir bakıma "büyük cihâd", Kur'ân'ı başkalarına öğretmek, onlara tebliğ etmek, onların iç âleminde köklü bir değişim meydana getirerek tevhîd inancının ağacını dikmektir. Onun içindir ki Hz. Peygamber, nefis ile mücâdeleyi büyük cihâd olarak tanımlamıştır.

O zaman âyette belirtilen, emredilen cihâd, devam eden bir süreç ve faaliyet olarak sürmektedir. Her iki âyeti birleştirirsek ortaya şu neti­ce çıkacaktır: Hz. Muhammed uyarıcılık görevini yaparken, kâfirlere itaat etmeyecek, ama Kur'ân ile büyük cihâdına devam edecektir. Dini tebliğ etme işi Kur'ân ile yapılırsa, cihâda dönüşmektedir. O zaman din âlimi ve görevlileri, Kur'ân'ı anlatacak, onunla insanları kazanma faali­yetini sürdüreceklerdir ve öncelikleri, Kur'ân ile cihâd yapıp insanları kazanmaktır; onları öldürmek değildir. Kur'ân ile cihâdın ana özelliği, tevhîd inancını zorla kabul ettirmek değil, insanların inanç özgürlükleri­ni yaralamadan onların dönüşümünü sağlamaktır (Yûnus 10/99; Kehf 18/29).

Neden Kur'ân ile yapılan tebliğ büyük cihâd oluyor? Çünkü bir in­sanı kazanıp, gönlüne tevhîd inancının ağacının dikilmesi çok büyük bir iştir. İşte bu büyük işi yapmak da büyük cihâd olmaktadır. Büyük kazanç getiren faaliyet, büyük olmaktadır. Bir de büyük silahla yapılan faaliyet, büyük niteliğini kazanmaktadır. Kur'ân, en büyük silah olduğundan o-nun ile yapılan mücâdele de büyük sıfatını kazanmaktadır. Diğer taraf­tan, insanı kazanmak, insanı öldürmekten daha büyük olduğu için, bu faaliyete büyük cihâd denmiştir.

Kâfirlere itaat etmeyip Kur'ân ile büyük cihâd yapmanın başka bir anlamı olduğuna inanıyoruz: Kâfirlerle mücâdele verirken, kendi istekle­rine, düşüncelerine göre değil de Kur'ân'in, ilâhî vahyin metotlarına göre, kendini onun kucağına bırakarak, ona teslim olarak mücâdelenin stratejisini belirleyeceksin. Çünkü Kur'ân, senin nereye kadar gidebileceğini, nereden ötesinin tehlikeli olduğunu, zulme dönüştüğünü belirle­yecektir. Nefsinin eline kalınca, aşırı gitmen muhtemeldir. [14]

 

Tabiattan Başlayıp İnsana Kadar Giden Farklılıklar

 

53.  Birinin suyu tatlı ve serinletici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip, aralarında da karışmaları­nı önleyen bir perde koyan Allah'tır.

54. İnsanı sudan yaratarak ona soy sop veren de O'dur. Rabbinin her şeye gücü yeter.

55.  Böyle iken, Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar verebilen şeylere kulluk ediyorlar. Zaten kâfir, Rabbine sırtını dönen kişidir.

Bu âyetlerin ilkine birisi maddî diğeri de manevî olmak üzere iki anlam vererek yaklaşacağız. Önce maddî manada yaklaşacağız:

1. "Birinin suyu tatlı ve serinletici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıveren O'dur."

Âyetin bu kısmında geçen merace fiilinin anlamı, "hayvanı çayırda otlaması için salıvermek, bir şeyi bir şeye katıp karıştırmak, kaybetmek, sözünü esirgememek", alevle kullanılınca "alev yükselmek", yüzükle kullanılınca, "yüzüğün parmağı sıkması", insanla ise "insanların karışması" anlamlarına gelmektedir. Yüce Allah, bugün bizim deniz, okyanus veya büyük nehir dediklerimize el-bahr adını vermiştir, îşte biri acı su, diğeri de tatlı su ile dolu olan iki denizi salıverdi.

Âyetteki fürât, "tatlı"; tul ücâc da "acı" anlamına gelmektedir. Rahman sûresinde de: "ki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir" (Rahman 55/19) şeklinde buyurulmaktadır.

a) Buradaki tatları birbirinden farklı iki deniz, gerçekten maddî an­lamda deniz olabilir. Kaptan Kusto'nun keşfettiği Tank Boğazı'ndaki durum olabilir. Tatlı suyun üstten, tuzlu suyun alttan akarak denizleri birbirine bağlayan boğazlar olabilir. Nehirlerin tatlı, denizlerin tuzlu suya sahip olmasını anlatabilir. Bu maddî açıklamaya hiçbir itirazımız olmaz ve olamaz. Bu izah, Furkân 48-50. âyetlerine bağlantılı olarak açıklanabilir ve bu açıklama doğru olabilir.

b) Âyetteki acı ve tatlı suya sahip olan denizler, bir önceki âyette geçen kâfir ile mü'min anlamına da alınabilir. Kâfir, acı denizi; mü'min de tatlı denizi temsil edebilir. Her ikisinin bir arada yaşamasını Yüce Allah takdir etmiştir. Kâfirle mü'mini bir dünyaya bir topluma salmıştır.

c)  Acı deniz insanın bedenini, biyolojik yapısını; tatlı deniz de o-nun ruhunu temsil edebilir. Her iki denizin bir arada yaşamasını sağla­yan Allah olmaktadır.

2. "Aralarında karışmalarını önleyen bir perde koyan Allah'tır." Tatlı denizin suyu ile tuzlu, acı denizin suyu kimyasal bileşim bakımından farklı yapıda olmaları nedeniyle birbirine karışmayabilirler. Bu karışmama kanununu koyan da Allah'tır.

Her iki su şeklini barındıran iki denizin birbirine karışmasını en­gelleyen perde, yorumunu yapmakta olduğumuz âyette berzah ve hicran mahcura olarak geçerken Rahman sûresi'nin 20. âye­tinde barzah olarak yer almaktadır. Rahman 20'de lâ yebğıyân "birbirine geçip karışmazlar" ifadesi yer almaktadır. Bunun yerine Furkân 53'te hicran mehcûrâ ifadesi geçmektedir. Müşterek anlam, her iki deniz arasında, birbirine geçmelerini, karışmalarını engel­leyen perde veya engelin varlığıdır.

Bu denizlerin birbirine karışmamasını, fizik kanunlarına göre açık­layabiliriz.

Ancak meseleyi kâfir ile mü'min arasındaki psikolojik ilişki açı­sından ele alırsak, şu açıklamayı yapabiliriz: Kâfir ile mü'min, aynı top­lumda, aynı dünyada ve aynı kültür içinde yaşarlar ama onların gönülleri ile beyinleri asla birbirine karışmaz; çünkü Allah, aralarına bir perde koymuştur. Onların kitaplardaki yazıları da, dünya görüşleri de birbirine girmez ve giremez. Aralarında görülmeyen, ama manen var olan bir per­de vardır.

Diğer taraftan bu iki suyu insanın bedeni ve ruhu olarak düşünebi­liriz: Allah, ruh ile bedeni birbirine salıverdi ama, onlar asla birbirinden olamazlar, iki ayrı dünyayı temsil ediyorlar. Onun için ruh bedeni terk edip çıkabilmektedir. Bu anlatıma iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, hak ile bâtıl olarak da bakabiliriz. İyi, doğru, güzel ve hak tatlı su denizini, kötü, yanlış çirkin ve bâtıl da tuzlu su denizini temsil eder, yo­rumunu da getirebiliriz.

Bütün bunlar aynen insanlık âleminde bir arada yaşarlar, ama asla birbirinden olmazlar. Çünkü tabiatları gereği Yüce Allah aralarına bir engel koymuştur. Önemli olan bizim o engeli bulup koruyabilmemiz, eğitimimizi ona göre düzenlememizdir; Yüce Allah'ın, kader olarak be­lirlediği bu yapıyı muhafaza edebilecek bir eğitim faaliyetini hayata ge­çirebilmektir; Furkân 43'te belirtildiği gibi bedenî arzularını tanrı edinip aklını devre dışı bırakmaktan kurtarıp yüce değerlere yönelip hayata geçirmesini sağlamaktır.

3. "İnsanı sudan yaratarak ona soy-sop veren de O'dur. Rabbinin her şeye gücü yeter." Furkân 49 ve Enbiyâ 30'da geçtiği gibi, yeryüzünde canlı olarak ne varsa kökeninde su vardır. Canlılar sudan yaratılmıştır. İnsanın da sudan yaratıldığını yorumunu yapmakta olduğumuz Furkân 54. âyet belirtmektedir. Yüce Allah, sudan bir beşer yaratmıştır. Bu su, Hz. Â-dem'in toprağına, çamuruna, balçığına hayat veren ve her şeyin kökeni olan "su" olabileceği gibi Zemahşerî ve Râzî'nin işaret ettiği gibi meni suyu da olabilir. Ardından Yüce Allah, yarattığı bu beşerin soyunu ve sopunu meydana getirmiştir. Eşlilik yoluyla evliliğe ihtiyaç duyarak bu­nu meydana getiren Allah'tır. Neslin çoğalması evlilik ocağı ile olmak­tadır.

Bütün bunlar, gücü her şeye yeten Allah tarafından yapılmaktadır. Furkân 45-54. âyetler arasında geçen ve anlatılan bütün oluşumların ar­kasında "her şeye gücü yeten Allah vardır" derken maddî olaylarla ilâhî-yat dersi verilmektedir. Bütün bu anlatımların amacı nedir? Sorunun cevabını bir sonraki âyette bulmamız mümkündür.

"Böyle iken, Allah'ı bırakıp kendilerine ne fayda ne de zarar verebilen şeylere kulluk ediyorlar. Zaten kâfir, Rabbine sırtını dönen kişidir"

Yüce Allah, kâinatı, kâinattaki fizikî olayları ve insanı yaratmış olmasına rağmen, insanların bir kısmının, Allah'tan başka kendilerine fayda ve zarar vermeyen, veremeyen varlıkları tanrı edinip onlara tapma­ları akıl dışı bir iş olmaktadır. Kâinattaki varlıkların ve işleyiş tarzının tek tanrıya işaret etmesine rağmen, insanın Allah'a şirk koşmasının ne denli kötü bir davranış olduğuna işaret edilmektedir.

Kâfir insanın en önemli özelliği Allah'a sırtını dönmesi, Allah'ın buyruklarına ters düşen davalara omuz vermesi, arka çıkması ve desteklemesidir. Allah'a karşı gelene arka çıkması, kâfirin en önemli özelliği­dir. Allah'a karşı gelmenin ilk uygulayıcısı şeytandır. Kâfir inkârıyla, şeytan ve şeytanın Allah'a karşı çıkarttığı Allah'ın düşmanlarına arka çıkar. Kâfirin, Allah'a karşı çıkanlara arka çıkmasının anlamı, inkârını eyleme dönüştürmesi demektir. Demek ki bir kâfir vardır, inkârı gönlün­de potansiyel olarak durur; bir kâfir de vardır inkârını eyleme dönüştü­rüp Allah'a karşı gelen zihniyeti destekler. Sırtını dönmesi ile arka çık­ması aynı anlama gelmektedir.

Yüce Allah, bu âyetiyle de mü'min ile kâfirin farkını ortaya koy­makta, fayda ve zararı dokunamayan varlıklara tapınılması meselesini gündeme getirmekle, Furkân 3. âyetin devamını sağlamaktadır. Bu ana­lizler, din eğitimine yol gösterecek niteliktedir. [15]

 

Hz. Peygamber'in Görevleri

 

56.  Biz seni, ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gön­derdik.

57.  De ki: "Bunun için, sizden Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanız dışında herhangi bir ücret istemiyorum."

58.  Ölümsüz ve daima diri olan Allah 'a güvenip dayan. O'nu hamd ile teşbih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter.

Yüce Allah, kâfirlerin ve müşriklerin, Kur'ân'ı ve Hz. Peygam­ber'i inkâr edip yalanlayanların psikolojilerini ve davranışlarının anali­zini yaptıktan sonra, Hz. Peygamber'e ne yapması gerektiğini de anlat­maktadır.

1. "Biz, seni ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik."

Yüce Allah, Furkân 52'de "Kur'ân ile büyük cihâd yapmasını" Hz. Peygamber'e emretmişti.

Kur'ân ile cihâd ederken metotlar ne olacaktır? Sorunun cevabını bu âyet vermektedir. Önce müjdeleyeceksin, yani insanlara, tevhîd inan­cına gelip iyi davranışta bulunduklarında alacakları ödülün ne olacağı konusunda bilgi vermek gerekiyor. İnsanları ürkütme, cehennem ile korkutma yerine onları cennet ile müjdelemek din eğitimimin en önde gelen etkili metodu olmaktadır.

Daha sonra, müjdeden etkilenip doğruya gelmeyene uyarıda bu­lunmak gerekiyor. İnkârın, şirkin, kötülere ve Allah'ın düşmanlarına destek çıkmanın, nankörlüğün ve aklı devre dışı bırakmanın nelere mal olacağını, bu tip insanların geleceğinin nasıl kararacağını haber vermek, uyarı görevini yerine getirmektir. Aslında bu insanları, gelecekleri hak­kında bilgilendirmek uyarı yapmak demektir. Önce müjde sonra uyarı, din eğitiminin metotlarını belirleyen bir bilgidir.

2. "De ki, bu­nun için sizclen, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanız dışında herhangi bir ücret istemiyorum."

Peygamberlerin hiçbiri, yaptığı peygamberlik görevinden dolayı ücret, karşılık, maaş almamıştır. Onların böyle davranmasının nereden kaynaklandığını bu âyete bakınca anlıyoruz ve bunun Allah tarafından konduğunu görüyoruz. Peki görevine karşılık bir şey istemeyecek ama ne isteyecektir?

a) "Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler olmanızı"

Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin bir kısmı soruya cevap olmaktadır. Âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, peygamberin isteği kendi dilekleriyle insanların doğru yolu tutmaları ki bu yol Allah'a giden yol olacaktır.

Kendi dilemeleri, istekleri, kararları ile Allah'a bir yol edinmeleri peygamberlerin görevinin karşılığı olacaktır. Bunun anlamı şudur: Baş­kalarının gönlündeki değişim sonucunda Allah'a giden doğru yola gir­meleri onu mutlu edecek, ona insanların verdiği en büyük ödül olacaktır.

b) "De ki: buna karşılık, Allah'a yakın olmayı sevmekten başka bir ücret istemem."

Demek ki, Hz. Peygamber insanların doğru yola girdiklerini, Al­lah'a yakınlık için sevgi oluştuğunu görünce en büyük karşılığını almış­tır. Onun beklentisi, manevi değişimin gerçeklemesi, doğru yol ve sev­gidir.

Din âlimi ve görevlileri aynı ideal uğruna çalışmalı, doğru yola girmeleri ve sevgiye ulaşmaları için dini eğitimlerini sürdürmelidirler. Bu, Allah tarafından Hz. Peygamber'e emredilen ve onun ahlâkı haline gelen, eğitimde metot ve amacı olan temel bir ilkedir.

3. "Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nulıamd ile teş­bih et. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter."

Yüce Allah'ın bu âyetinde, doğrudan ve birinci derecede Hz. Pey­gamber'e, dolayısıyla bize hitap eden emirleri vardır.

a) Yüce Allah, öncelikle insanın kime güvenip dayanacağına açık­lık getirerek emrini vermektedir "Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan."

Buradaki güvenip dayanma diye manalandirdığımız tevekkül, Furkân 52. âyete gönderme yapmaktadır. "O halde kâfirlere itaat etme ve Kur'ân ile onlarla büyük bir cihâd yap." Kâfirler seni engellemek, senin tebliğini durdurmak, tanrılarına karşı çıkmana son vermek için tuzaklar kuracaklardır. Sen görevine devam et. Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a dayan.

Diğer taraftan, buradaki tevekkül ile bir önceki âyete gönderme yapılmış olabilir. Görevini yaparken karşılık beklemeyeceksin; bekledi­ğin karşılık, insanların Allah'a yol bulmaları, O'na yönelik yol edinme­leri ve ona yaklaşma sevgileri olmalıdır. Ama o karşılık için "buna da­yanacaksın, dayanan Allah'a olmalıdır." Ölümlü olan varlıklara güveni­lip dayanılamaz.

b) Yüce Allah, yaptıkları ile hamde, yani övgüye layıktır. Övgü ile onu teşbih edip, noksan sıfatlardan uzak tutacaksın. Kudret ve yüceliğini övgülerle anacaksın.

c) Kullarının günahını bilmekte Allah yeterlidir. İnsanların günah­larını kimse bilemez, ölçemez, takdir edip değerlendirme yapamaz. Bu­nu sadece Allah yapabilir.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'e, "sen tebliğ görevini yap, onların kurdukları entrikaları, tuzakları, engelleri ben biliyorum. Sen bu konuda üzülme. Onların günah dolu davranışlarının neler olduğunu, nereden geleceğini ben biliyorum" demektedir.

Neticede biz de bütün faaliyetlerimizin ardından Allah'a tevekkül edeceğiz, onu övgü ile tesbîh edeceğiz. [16]

 

Secde Büyük Bir İbadettir

 

59. Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı devirde (evrede) yaratan, sonra hükümranlığı yetkisine alan Rahman 'dır. Bunu bir bilene sor.

60.   Onlara,   "Rahman'a secde  edin!"  denildiğinde: "Rahman da neymiş! Bize emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç?" derler ve bu emir onların nefretini artırır.

61.  Gökte burçları var eden, onların ortasında bir ışık kaynağı ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yüce­sidir.

62.  İbret almak veya şükretmek isteyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O 'dur.

Ayetlerden çıkaracağımız neticeler olacaktır:

1. "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı devirde (evrede) yarattı."

Bu konuyu daha önce geniş bir şekilde A'râf 54'te açıkladık. Bu­rada sadece "altı günün" altı devir, altı evre olduğunu, "Sonra kâinat üzerinde hükümranlığını kurdu" ifadesinin içine, yarattığı eserin içine kendisini koyup, onu yaratması ve bilmesi ile ihata edip yönetimini elinde bulundurmak şeklinde anlaşılmasının zorunlulu­ğunu belirtmekle geçeceğiz. Geniş açıklama isteyenlerin A'râf 54'e ve Yûnus 3'e bakmaları yeterli olacaktır.

2. "Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor." "Rahman" isminin geniş açıklaması Fâtihâ sûresinde besmelenin tefsirinde yapıl­mıştır. Kısaca Rahman, "sınırsız rahmet ve bağış sahibi" demektir. Peki Rahmân'ı kime soracağız? Bir bilene soracağımıza göre, bilen kimdir? İşte bilen Yüce Allah olduğuna göre, Allah'a soracağız demektir. Allah'ı Allah'a soracağız; çünkü, kendini en iyi bilen yine kendisidir. Rahmân'ı yine Allah'a soracağız. Kur'ân, Rahmân'ı anlatmaktadır. Bu emir Hz. Peygamber'e verilmekle beraber, bizi de kapsamına almaktadır.

3. "Onlara: 'Rahmân'a secde edin!' denildiğinde: Rahman da neymiş? Bize emret­tiğin şeye secde eder miyiz hiç?' derler." "Onlardan" kasıt, Furkân sûre­sinin başından beri özellikleri açıklanan müşrik ve kâfirlerdir. Allah'a şirk koşan, Kur'ân'a eskilerin masalı, peygambere de büyülenmiş diyen kâfirlerdir. Ama bu âyetten az önce geçen kâfirler (Furkân 25/52), kendi­lerine fayda ve zarar veremeyen, Allah'ın dışındaki varlıklara tapan,

Allah'a sırtını dönüp İslam'a karşı olanların zihniyetine destek veren müşriklerdir (Furkân 25/55).

îşte bu insanlara "sonsuz rahmet, merhamet ve bağış sahibi Rah­man'a secde edin" dendiğinde verdikleri tepki gündeme getirilmektedir. Buradaki hitap, kâfir ve müşriklere yönelik olduğuna göre, buradaki secdenin namazdaki secde anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Çünkü "on­lar Rahmân'ı inkâr ediyorlar" (Ra'd 13/30). Rahmân'ı inkâr edene, na­maz kılıp secde etmesi söylenmez. Bize göre buradaki "secde" emri, "saygı duymak, boyun eğmek, Rahmân'a tapınmak, kulluk etmek" ma­nasına gelmektedir.

Secde etme emrinin ardından "Rahman da neymiş?" demelerinin altında, arka planında onların inkârı yatmaktadır. "Bize emrettiğin şeye secde eder miyiz hiç?" demeleri de Rahman ismini bilmediklerinden böyle tepki gösterdiklerini söylememiz mümkün değildir. Hz. Muhammed ne yaparsa, ne emrederse, ne isterse ona karşı çıkma alışkanlıkları burada da depreştiği için böyle cevaplandırmışlardır. Onların zoru Ra'd 30'da Yüce Allah'ın belirttiği gibi "inkâr"dır.

Hz. Peygamber'in, onların bu tepkisine karşı nasıl cevap vereceği­ni Ra'd 30 ve yorumun yapacağımız Furkân 61-62 belirlemektedir. Önçelikle Furkân 60'ın tefsirini bitirelim: "(Bu emir), onların nefretini artırdı." Bundan şunu çıkartıyoruz: İnkâr eden kişinin, inkâr ettiği şeyin tersini yapması istendiğinde, o şeyden nefreti daha da art­maktadır. Bir bakıma onların beyin ve gönüllerinde şeytanın yaktığı in­kâr ateşinin üzerine benzinle gidilmiş oluyor.

Kâfirler, başkalarının farklı inancına tahammül edemezler, onlara inanç özgürlüğünü kabul ettirmek mümkün değildir ve her sesi kendi aleyhlerinde görürler. Onun için onların inançları cerahatlenmiş bir ya­raya benzer; farklı bir şey söylendiğinde sancısından feryadı basar, nef­retleri artar. Böylece Yüce Allah, "Rahmân'a secde edin" emrinin kâfir­lerden gördüğü tepkiyi anlatarak, onarın psikolojisi üzerinde bir analiz yapmıştır.

4. "Gökte burçları var eden, onların ortasında bir ışık kaynağı ve nurlu bir Ay barındıran Allah, yüceler yücesidir." İşte kâfirlerin "nedir Rahman?"

ran Allah, yüceler yücesidir." işte kâfirlerin "nedir Rahman?" sorusuna Yüce Allah, cevap olarak bunun verilmesini öğretmektedir.

Yüce Allah, Hz. Peygamber'den, yaratma sıfatını ve bu sıfatın kâ­inat ile olan ilişkisini gündeme getirerek anlatmasını istemektedir. Önce­likle "Yüce Allah'ın yüceler yücesi" olduğundan başlamaktadır. Demek ki Rahman'ı tanımlarken "yüceler yücesi" sıfatına yer vermek gerekiyor.

Rahman, ya da yüceler yücesi olan Allah, gökte burçları yaratmış­tır. Burçların ne anlama geldiğini Hicr 16-17'de detaylı bir şekilde açık­ladık. Burada burçların büyük takım yıldızları olduğunu söyleyip geçebi­liriz. Aynı zamanda sisteme âyette sirâc dediği güneşi yaratıp koymuştur. Diğer taraftan nurlu bir "Ay"ı da yaratıp koymuştur. Böylece Rahmân'ı anlatırken, gökyüzündeki büyük takım yıldızlarını, Güneşi ve Ayı delil olarak getirmektedir. Yüce Allah, Rahman ismini uzaydaki cisimlerle olan ilişkisi ile anlatmakta ve anlaşılmasını temin etmektedir.

5. "İbret al­mak veya şükretmek isteyen kimseler için gece ile gündüzü birbiri ar­dınca getiren de O'dur." Diğer taraftan Yüce Allah, gece ile gündüzü birbiri ardından getirmesini gündeme getirerek, Rahman oluşunu açıkla­yıp delil lendirmektedir; aynı zamanda gece ile gündüzü birbiri ardınca getirmesinin amacım da belirlemektedir. "İbret almak veya şükretmek isteyen kimseler için" şeklindeki âyetin bu kıs­mında "isteyen" fiiline yer vermesi, ibadette yani düşünüp ibret almak veya şükretmek konusunda insanların özgür olduğunu ifade etmektedir. "İsteyen kimse" demekle istemeyenin de olacağı anlamı ifade edilmek­tedir. İnsanın etrafındaki tabiat olayları, insana hizmet için yaratıldığın­dan, ona bir nimet olma niteliğini taşımaktadırlar. Bu nimetler üzerine düşünüp ibret almak veya şükretmek gerekir. [17]

 

Rahman'ın Kullarının Davranışları

 

63.  Rahman 'in kulları yeryüzünde vakarla yürürler. Ve cahil kimseler onlara laf attığında, "selam" derler.

64.  Gecelerini, Rablerine secde ederek ve ayakta dura­rak geçirirler.

65.  Ve şöyle derler: "Ey Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır. Doğrusu onun azabı devamlıdır."

66.  Gerçekten, orası ne kötü bir yer ve ne kötü bir du­raktır.

67.  Onlar mallarını harcadıklarında israfa gitmezler, cimrilik de yapmazlar. Bu ikisi arasında orta bir yol tu­tarlar.

Yüce Allah, Furkân Sûresinin 63-77. âyetleri arasında kendi kulla­rının yapacağı davranışlarla yapmayacağı davranışları anlatarak, bir Müslüman şahsiyeti çizmektedir. Yoldaki yürüyüşünden tevhîd inancına, harcamasından canlıların hayat hakkına saygı göstermesine, iffetinden yalan yere şahitlik yapmamasına, tövbesinden Allah'tan hayırlı evlat istemesine kadar uzanan bir dizi erdemli davranışlarını ve ibadetlerini

ele almakta böylece bir Müslüman kimliğinin malzemelerini sunmakta­dır.

Burada ele aldığımız beş âyette olumlu davranışlar gündeme geti­rilmektedir:

1. "Rahmân'm kullan yeryü­zünde vakarla yürürler."

"Rahmân'm kulu" ifadesinden Allah'a şirk koşmayan, Allah'tan başka varlıklara tapmayan, tevhîd inancına sahip, gerçek mü'min kimse­ler anlaşılacaktır. Aslında Yüce Allah, Furkân 3'te geçen, "hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendisi yaratılan, kendi kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeyen, hayat vermeyen, ölüleri yeniden dirilte-meyen ve bunlara gücü yetmeyen varlıklara tapan müşriklerin tam tersi olan mü'min kişileri ele almaktadır.

Biraz daha açarsak, Allah'a şirk koşan, Kur'ân'a eskilerin masalı diyen, Hz. Peygamber'e büyülenmiş diyerek kâfir olanlara gönderme yaparak Müslümanın şahsiyetini açıklarken onlara Rahmân'm kulları demektedir.

Bu kulların yoldaki yürüyüşünün bile farklı olduğu söylenmekte­dir. Onların yürüyüşünde ne kibir ne de pısırıklık vardır. Onların yürü­yüşünde vakar ve tevazu vardır. Vakar ve tevazu, Müslümanın yürüyü­şünde yer alan değerlerdir. Bunun anlamı, onların yürüyüşünde ifrat ve tefrit yok, denge vardır, demektir. Böylece onların yürüyüşündeki fark ortaya çıkarılmaktadır.

Neticede Yüce Allah, tevhîd inancının, insanın yürüyüşünü etkile­yip oradaki ifrat (kibir) ve tefrit (pısırıklığı) ortadan kaldırıp vakar ve tevazuyu getireceğine işaret etmektedir. Bu dengeyi tutturamayan mü'min kişi bir kere daha imanını sorgulamalıdır.

2. "Câhil kimseler onlara laf attığında, 'selâm' derler."

Buradaki câhil kimseler, "kâfirler, müşrikler, kötü niyetli, dar ka­falı kimseler" anlamına gelmektedir. "Laf atmaktan" kasıt, alaya almak, hakaret ederek sataşmak, inançları hakkında ileri-geri konuşmak demek-

tir. Kötü niyetli insanlar Allah'ın kullarına sataşınca onların ne diyeceği, ve ne demesi gerektiği, hatta ne dedikleri bile gündeme getirilmektedir. Onların bu sözle saldırılarına karşılık gerçek mü'minler, "selâm" deyip geçmektedirler.

Buradaki selâm kelimesi, "barış ve güven" demektir. Dar kafalı insanlar, mü'minlerle alay ederken, mü'min kavgadan yana olmadığını, onun amacının barış olduğunu bu kelimesiyle ortaya koyar. Çünkü mü'min barıştan yana olacak ve tavrını ondan yana koyacaktır.

Diğer taraftan selâm yani barış demeleri, onların alaycı saldırıları­na aynı şekilde karşılık vermediklerini, verdikleri takdirde onların sevi­yesine düşeceklerini ifade etmektedir.

Buradaki selâm, Hz. İbrahim'in babasına "esen kal" anlamında verdiği selâmı andırmaktadır (Meryem 19/47). Bu manalar, yani barış ve esenlik anlamlarını dikkate aldığımızda mü'minin kâfire selâm verebile­ceği anlaşılmaktadır.

Ayrıca, mü'min bir kişinin kâfire "selâm" demesi, ona Allah'ın İslâm dinini, yani tevhîd inancını, O'nun rahmetini dilemesi de normal­dir. Biz bütün insanlığın İslâm olmasını dilemiyoruz mu? Râzî, Kurtubî ve diğer müfessirler ve bazı âlimlerin bu âyeti, cihâd âyetinin neshettiğini, yani ortadan kaldırdığını nakletmektedirler. Biz böyle bir görüşü asla tasvip etmediğimizi söylemek zorundayız.

Mü'min, şartlara göre cihâd eder, şartlara göre esenlik dileyip ge­çer. Kur'ân'da Bakara 106'da açıkladığımız gibi, hükmü kalkan veya hükmü kaldırılan âyetler yoktur. Bunu iddia etmek Kur'ân'a hakarettir. Onun için bu iddiaları ileri sürenlerin isimlerini bile burada anmayı asla düşünmedik.

3. "Gecelerini, Rabblerine secde ede­rek ve ayakta durarak geçirirler."

Bunun anlamı, "namazlarını kılarlar" demektir. Ayakta durma an­lamına gelen kıyam ile secde etmek, namaz kılmayı ifade etmektedir. Zikr-i cüz', irâde-i kül, yani "parçayı anarak bütünü kastetmek" kaidesi gereğince, kıyam ile secdeyi anarak namazın bütünü kastedilmektedir.

Geceleri deyip de gündüzleri dememesinden anlıyoruz ki, bu na­maz nafile namazdır. Çünkü: "Şüphesiz gece kalkışı daha dokunaklı ve o zaman okumak daha etkilidir. Çünkü gündüz, sana uzun bir meşguliyet vardır " (Müzzemmil 73/6-7). Yüce Allah, nafile namazının gündüz değil de gece vakti kılın­masını istemektedir. Gündüz iş yapılır, çalışılır; nafile ise gece kılınır.

4. "Şöyle derler. Ey Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır. Doğrusu onun azabı devamlıdır."

Yüce Allah, gerçek mü'minlerin namaz kılarken nasıl dua edecek­lerini, ettiklerini de açıklamakta, cehennemden korktuklarına, onu kendi­lerinden uzak tutması için Allah'tan yardım dilediklerine işaret etmekte­dir. Neden bu yardımı istediklerini de dualarında belirtmektedirler. Çün­kü onun azabı ğarâma diye nitelendirilmektedir.

Garâm, "helak, hüsran, peşi bırakmayan, yapışan, daimi olan, in­sanın yakasını bırakmayan" anlamına gelmektedir. Alacaklı kimse borç­lu olana daima bağlı olduğu için el-ğarîm sıfatını almıştır. Gönül­den bağlılığı, kopmamayı da ifade etmektedir. Demek ki ğarâm, en ağır azabın adı olmaktadır.

Mü'minler, bu azabın varlığı konusunda bilinçli olduklarından do­layı bu şekilde bir tanımlama getirmektedirler ve: "Korkuyla ve umutla Rablerine'yalvarmak üzere vü­cutları yataklarından uzak kalır" (Secde 32/16) şeklindeki âyette belirti­len korku ve ümit dengesi içindeki bir ruh hali içinde kalkıp namaz kılar ve dualarını bu şekilde yaparlar.

5. "Gerçekten orası ne kötü bir yer ve ne kötü    bir   duraktır."    Mü'minlerin,    "ğarâm    azabı"nm    bulunduğu

cehennemi, kötü bir yer ve kötü bir durak olarak nitelendirmeleri de onların ne denli bilinçli olduklarını ifade etmektedir. İşte bu âyet, ğarâm azabının bulunduğu cehennemin en kötü bir yer olduğunu söylerken, en kötü azabın orada olduğuna dikkat çekmektedir.

Müstekarr, "ikametgâh"; mukâm da "durak" anlamına gelmekte­dir. Aralarındaki fark, müstekarr devamlı değildir ve inandığı halde

günahlarından dolayı cezalandırılıp, cezasını çektikten sonra çıkıp gidi­lecek cehennemi ifade etmektedir. Mukâm da ona göre çok daha uzun süreli olan, kâfirlerin cezalarını çekeceği yer anlamına gelmektedir[18].

6. "Onlar, mallarını harcadıklarında israfa gitmezler, cimrilik de yapmazlar. Bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar."

Buradaki özellik Allah'ın kullarının beşinci sıfatları olmaktadır. Müslümanın harcaması da farklıdır; aşırılıktan ve cimrilikten uzak, ikisi arasında ortada olan, dengeyi tutturan bir niteliktedir. Müslümanın eko­nomik harcamalarında israf olmadığı gibi cimrilik de yoktur; kıvamında, yani ortada olan bir harcama biçimi vardır.

Ayette geçen ij£â yaktürû kelimesinin açıklaması Yûnus 26'da yapılmıştır. Bu kelime, Kur'ân'da "fakir" (Bakara 2/236); "cimri" (İsrâ 17/100); "hüzün, karanlık" ('Abese 80/40-41) manalarına gelmektedir. Yûnus 26'da da "toz" manasını ifade etmektedir.

Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah, Müslümanın yürüyüşünü ve câ­hil, dar kafalı, kötü niyetli insanlarla konuşmasını, ibadetlerden namaz kılmasını, cehennemden uzak tutulması için duasını ve ekonomik ba­kımdan harcamalarını gündeme getirerek, kullar ve ekonomik hayatla olan ilişkilerine ışık tutmaktadır; bir yerde edep ve ibadet bilincini öğ­retmektedir; davranış, ibadet ve ekonomik hayat üzerinde eğitim yap­maktadır. Bu öğretim faaliyetinin konularını dikkate alırsak, Kur'ân'ın ne denli detaylı bir şekilde insanın bütün cephesiyle ilgilendiği görüle­cektir. O kadar ki yürüyüşüne kadar inmektedir. [19]

 

Müslümanın Yapmaması Gereken Davranışlar

 

68.  Onlar, Allah'la birlikte başka bir tanrıya kulluk et­mezler.   Haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıy­mazlar. Zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.

69.  Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır. Ve arada horlanmış olarak çok uzun süreli kalacaktır.

70. Ancak tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapanlar ha­riç. Allah onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecek­tir. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.

71. Kim tövbe eder ve yararlı iş yaparsa bilsin ki onun tövbesi kesinlikle Allah'a ulaşacaktır.

72.  Onlar yalan yere şahitlik etmezler, lüzumsuz şeylere rastladıklarında katılmayıp onurlu bir şekilde geçip gi­derler.

73.  Rabblerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında, kulaklarını kapatarak ve gözlerini yumarak onları gör­mezlikten gelmezler.

Yüce Allah, bu âyetlerde tövbenin dışında, Müslümanın yapma­ması gereken davranışları sıralamaktadır. Âyetlerin açıklaması ile bu davranışların neler olduğu ortaya çıkacaktır:

1. "Onlar, Allah'la birlikte başka bir tanrıya kulluk etmezler. Haksız yere Allah'ın haram kıldığı cana kıy-mazlar. Zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur." Ayet, üç önemli yasağı gündeme taşımaktadır:

a)  Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarmamak, tapınmamak ve kulluk etmemek, "şirk koşmamak" anlamına gelmektedir.

Eğer her mü'min kesinlikle tevhîd inancına bağlı kalsaydı, gizli ve aşikâr manada şirke düşmeseydi, böyle bir ifade ile karşılaşmayacaktı. Kendini Allah'ın kulu olarak gören bazı insanlar, Allah ile beraber başka tanrılara yalvarmakta, onlara tapınmaktadırlar. Türbelere gidip yalvar­maları, azizleri, ölüleri, ölmüş büyük insanları aracı koşup Allah'tan bir şeyler istemeleri onların şirk koşması için yeterlidir.

Demek ki, Rahmân'ın kulu, imanına şirk bulaştırmayan kişidir. Yüce Allah bu şahsiyete sahip mü'mini tanımlamaktadır.

b)  Mü'min kişi haksız yere Allah'ın haram kıldığı bir cana kıy­maz. Biz, buna hayat hakkına dokunmamak da diyebiliriz. Asırlar önce Kur'ân, canlıların hayat hakkı olduğunu ve bu hakkın dokunulmazlığını gündeme getirmektedir. Âyetin bu kısmında geçen b"^1 en-nefs kelime­si, "can taşıyan her canlı"yı kapsamına almaktadır. Yeşil, hayvan ve in­san buradaki nefs kavramının kapsamına girmektedir. Haksız yere bir ağaca, ormanın bir canlısına, haksız yere bir hayvana ve yine haksız yere bir insana kıyılamaz, onun yaşam hakkına dokunulamaz. Bu ilkenin, hac dokunulamaz. Bu ilkenin, hac esnasında Mescid-i Harâm'da tatbiki ola­rak öğrenimi ve eğitimi yapılmaktadır.

Ağaçlan gereksiz yere kesilen topraklarda nasıl heyelan oluyorsa, gereksiz yere hayvanları öldürülen yerlerde ekolojik denge bozuluyorsa, gereksiz yere öldürülen insanların olduğu insanlıkta da hem manevî he­yelan olmakta, hem de medenî denge bozulmaktadır. İsrâiloğullanna verilen kitapta ve Kur'ân'da "bir cana kıymanın bütün insanlığı öldürme"ye, "bir canı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarma"ya denk olduğu temel ilke olarak konmuş ve böylece hayat hakkının ne denli önemli olduğu belirtilmiştir (Mâide 5/32).

Âyette en büyük günah, şirk; ikinci sırada ise cana kıymak gel­mektedir.

c) Mü'min kişinin yapmayacağı üçüncü davranış, zinadır. Kur'ân, Müslümanın cinsel ahlâkının sağlam olmasının gereğine işaret etmekte ve onu bu âyette üçüncü sıraya koymaktadır.

Âyette şirkin yasaklanması inanç âlemini, insan Öldürmemek insa­na saygıyı, zina yapmamak da cinsel ahlâkı düzenlemektedir. Bu nokta­da şu soruyu sorabiliriz: Bu üç ameli veya onlardan birini yapanın du­rumu ne olur?

d) "Kim bunu yaparsa cezasını bulur."

Âyetin bu kısmında yer alan İj& yelka kelimesi "karşılaşır" anla­mına gelmektedir. esâm kelimesi ise "vebal, ceza, günah, manevî ağırlık" demektir. Bu kötü fiilleri işleyen mutlaka işlediğinin günahı ile karşılaşacak ve cezasını bulacaktır. Bu üç davranıştan şirk inanç âlemini, cana kıymak insanlık âlemini, zina da ahlâk âlemini yıkmaktadır. Onun için bu âlemlerde deprem meydana getirenler mutlaka günahları ile karşı karşıya geleceklerdir; çünkü bu günahlar asla kaybolmamaktadır; bir gün bu dünyada önüne konacaklardır. Her kötü davranış, erdemlere sıkılan bir mermi niteliğindedir; insanlık duvarından bir taş koparmaktır. İşte Müslüman, bu insanlık duvarından bir taş koparılmaması için uğraş vermeli ve kendisi ona sahip çıkmalıdır. Şirk, gönülde patlayan bir bom­ba, insan katli insan haklarında bir deprem, zina da ahlâkta açılan bir yaradır.

2. "Kıyamet günü onun azabı kat kat artırılır ve orada horlanmış olarak çok uzun süreli kalır."

Demek ki 68. âyetin sonunda geçen "cezasını bulur" ifadesi, bu dünya ile yüdâ'af "kat kat verilir" ifadesi de âhiretle ilgili olacaktır. Aynı zamanda, mühânâ, yani "hor ve hakir olarak" çok uzun süreli orada kalacaktır, anlamını desteklemektedir. Böylece "bir cezayı mü'minin bu dünyada yapmış olduğu ameller başına getirecektir" ilkesi ortaya konmuş olmaktadır. Bu dünyadaki kötü amel, öteki âlemde ateşe dönüşecektir.

Aslında şirk ve kötü amelleri yaparken, insanlar kendi cehennem ateşini tutuşturmaktadırlar.

68. âyetin sonu ile 69. âyetin tamamı, eğitim açısından caydırıcı niteliğe sahiptirler. Cezanın önceden belirlenip ilân edilmesi, eğitim amaçlıdir. Hangi davranışın karşılığının ne olacağını bilmek, insanda bir davranış bilinci oluşturmaktadır. Hukukun eğitime uzanan boyutu ken­dini burada göstermektedir.

3. "Ancak tövbe eden, inanan ve yararlı iş yapanlar hariç. Allah, onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir. Allah, çok bağış­layıcı ve çok merhametlidir."

Yüce Allah, şirk koşan, insan öldüren, zina eden, yani bu eylem­lerden birini yapan kişinin âhirette hangi ceza ile karşılaşacağını söyle­mişti. Biz burada şu soruyu sorabiliriz: Bu insanlar için bir çıkış yolu yok mudur? İşte Yüce Allah 70. âyette bu çıkış yolunu gündeme getir­mektedir.

a) Tövbe etmek gerekiyor.

Buradaki tövbe, şirki, insan öldürmeyi, zinayı, bunlardan hangisini yapıyorsa ondan vazgeçmeyi, köklü değişimi ifade etmektedir. Tövbe, "180 derece dönüşüm, değişim" demektir ve gittiği kötü yoldan vazgeç­mek anlamına gelmektedir.

b) İman etmek gerekiyor.

Şirk koşan bir mü'minin, imanını tazelemesi ön şartlardan birini teşkil etmektedir. Tövbe, dönüşü, köklü değişimi, iman da tevhîd inancı­na geçişi ifade etmektedir.

c) Yararlı iş, yani iyi amel yapmak gerekiyor.

İyi amelden kasıt, kişinin kendisine ve tüm insanlığa faydalı olan iştir ve kişinin sosyal seviyesine ve kapasitesine göre çevresine yararı dokunan amelleri kapsamına almaktadır.

İşte bu üç şartı yerine getiren kişi, çıkış yolunu bulmuş demektir. Tövbe, iman ve iyi amel o insanın çıkış yolunu, kapısını oluşturmakta­dır. Bu üç şey, aynı zamanda köklü değişimin adı olmaktadır.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Çıkış kapısı nasıl gerçekleşecek­tir? Sorunun cevabını âyetin devamı vermektedir:

d) "Allah onların kötülüklerini iyiliklerle değiştirecektir." Bunun anlamı, günahlarını sevaba, ya da kötü davranış­larını iyi davranışa dönüştürecektir, şeklindedir. Kulun değişmesi, Al­lah'ın değiştirmesini beraberinde getirecektir. Kul kendi cehenneminin ateşini yaktığı gibi, yine onu söndürmek için gereken davranışları da gerçekleştirebilir. İnsan ne yaparsa, kendi kendine  yapmaktadır. Yapı­yor, cehenneminin ateşini yakıyor; yapıyor, cehenneminin ateşini söndü­rüyor.

e) "Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." Önemli olan, kulun tövbe edip, tevhîd inancına geçip iyi ameller işleye­rek Allah'ın affedici sıfatını ve merhametini harekete geçirmesidir. On­ları harekete geçirecek olan insanın eylemleridir. Durup dururken Allah kulunu affetmez. Affetme ortamım insan hazırlayacaktır.

4. "Kim tövbe eder ve yararlı iş yaparsa bilsin ki onun tövbesi kesinlikle Allah'a ulaşacaktır"

70. âyetle bu âyeti karşılaştırdığımızda, tövbenin burada tekrar edildiği düşüncesine kapılabiliriz.

70. âyette geçen tövbe, köklü değişimi, yanlıştan dönmeyi, 71. âyetteki tövbe de günahtan af dilemeyi ifade etmektedir. Meselâ Bakara  37'de yer alan Âdem peygamberin tövbesi af dileme tövbesidir. Aslında 71. âyetteki tövbe 70. âyetteki tövbenin devamı niteliğindedir. Döndük­ten sonra da kişi günahının affını dilemektedir.

Günahından af dilemesinin ardından kişi, yararlı iş işlemeğe baş­larsa, tövbesi Allah'a ulaşacaktır, yani Allah tarafından kabul edilecek­tir. Bunun anlamı şudur: "Allah'tan, iyiye döndüğünü ve bu nedenle affedilmeni istemen" sözle ifade edilmektedir. İyi amel ile bunu ispatla­man gerekiyor. Kötü davranışlardan sıyrılıp, erdemleri hayata geçirdiği­ni gösterirsen, davranışlarınla ispat edersen, o iyi amellerin, yaptığın tövbeni Allah'a götürecektir. Çünkü "iyi sözü Allah'a yükselten iyi amellerdir" (Fâtır 35/10). Sözler uçamayan yavru kuş gibidir; onu gelişti­rip uçuracak olan iyi amellerdir.

Netice olarak diyebiliriz ki, en iyi tövbe, kötülüğün ardından iyilik yapmaktır. Çünkü iyiliklerin, kötülükleri silip götüreceğini Hûd 114'te Yüce Allah şöyle ifade etmektedir: "Çünkü iyilik­ler, kötülükleri giderir." İşte bu âyeti Hz. Peygamber şöyle açıklamak­tadır:

Hz. Peygamber, Muaz'a: "Sen kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki, onu silsin. insanlara karşı da güzel bir ahlâk ile davran"[20].

Netice olarak diyebiliriz ki, kötülük bir eylem neticesinde ortaya çıktığına göre, onunla mücâdele edip onu ortadan kaldıracak olan da ancak bir eylem olabilir. Bu da iyiyi hayata geçirirken yapılan eylemin kendisidir. Kötü eylemi sözle gideremezsiniz; onu ancak karşıt eylemle ortadan kaldırabilirsiniz. Onun içindir ki Yüce Allah, tövbenin ardından iyi ameli şart koşmaktadır. Tövbe konusu Bakara 37'de geniş bir şekilde açıklandığı için burada detaya girmiyoruz.

5. "Onlar yalan yere şahitlik etmezler."

Ayetin bu kısmında geçen ez-zûr kelimesi lüğatta, "bâtıl ve yalan söz, toplumun efendisi, başbuğu, oyun ve musiki topluluğu, Al­lah'tan başka tanrı, put, şirk koşma, kuvvet, akıl, görüş" manalarına gelmektedir.

Alimler bu kelimeye farklı manalar yüklemişlerdir. Hangi âlimin hangi manayı verdiğini bize en güzel nakleden Kurtubî'dir: Dahhâk, İbn Zeyd ve îbn Abbâs, "değiştirilmiş, allanıp pullanmış bâtıl olan her şey­dir. Bunun en büyüğü Allah'a şirk koşmaktır ve Allah'a ortak koşanları büyütmektir" demişler; ayrıca yine İbn Abbâs onun "müşriklerin bayra­mı" olduğunu söylemiştir; îbn Cüreyc, "yalan"; Ali b. Ebî Talhâ ve Mu-hammed b. Ali, "yalan yere şahitlik etmek" olduğunu söylemişlerdir[21].

 

Zûr Kelimesinin Kur'ân'daki Kullanımları:

 

a) Ziyaret etmek

"Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz" (Tekâsür 102/2). Tekâsür kelimesini "çokluk" manasına alınca buradaki zürtüm kelime­sine "ziyaret etmek" manasını vermek en doğrusu olacaktır. Malı ço­ğaltmak için aşırı ihtiras manası verirsek o zaman zürtüm fiiline "gir­mek" anlamını verebiliriz.

b) Meyletmek

"Doğduğu zaman mağaralarının sağına meyleder" (Kehf 18/17). Gerçekten, haktan ve doğrudan meyledip yala­na gitme anlamı da kelimenin bu maddî anlamından çıkarılabilir.

c) İftira

"İnkâr edenler: 'Bu Kur'ân, olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır" (Furkân 25/4). İftira da yalana dayanmaktadır; hatta kendisi bir yalandır.

d) Yalan

"Şüphesiz onlar çirkin bir laf ve yalan söylüyorlar" (Mücâdele 58/2). Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de ilgili kelime, "yalan" manasına gelmektedir. Bazı âlimler "yalana şahitlik etmezler" ifadesini, "bâtılın, yalanın bulunduğu ortamda bulun­mazlar, onu seyretmezler" anlamına almışlardır. İbn Abbâs, bu âyetin,

"Allah ve Hz. Muhammed'e iftira edildiği, ileri geri konuşulduğu mec­lislerde bulunmazlar" manasına geldiğini söylemiştir. Kötü insanların toplandığı yerlerde bulunmak, onların işlediği kötülüklere rıza göster­mek demektir. İşte "yalana şahitlik etme"nin anlamı budur[22].

"Yalana şahitlik etmenin" ne anlama geldiğini Nisa 135 ile ver­memiz mümkündür: "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kim­seler olun." Yorumunu yapmakta olduğumuz âyette şahitlik geçiyor, burada da şahitlik geçiyor. "Yalana şahitlik etmez" demek, "kendisi, ana-babası ve akrabası bile olsa doğruyu söyler" demektir. Adaletin bay­rağını ayakta tutmak için kim olursa olsun, hangi şartlar altında bulunur­sa bulunsun doğru söyleyen kişi, Allah'ın kulu olmaktadır. İşte yalan yere şahitlik etmek de Allah'ın kullarının yapmaması gereken davranış­lar arasında yer almaktadır.

"Lüzumsuz şeylere rastladıklarında ka­tılmayıp onurlu bir şekilde geçip giderler."

Âyetin bu kısmında geçen el-lağv kelimesi, "boş, faydasız, lüzumsuz, anlamsız, seviyesi düşük söz ve davranışlar" anlamına gelmektedir. Aklın mayalamadığı, onun süzgecinden geçmeyen, kişinin kendisine ve çevresine fayda getirmeyen söz ve davranışlar da bu kelimenin anlam dairesinde bulunmaktadır.

İşte böylesine fayda vermeyen, seviyesi düşük söz ve uygulamala­ra rastlayınca gerçek mü'minler bu ortamlardan vakar ile geçip giderler. Lağv denen seviyesi düşük sözler, kitaplarda, makalelerde, bilimsel top­lantılarda, siyâsî konuşmalarda da olabilir. O zaman karşımıza, mü'min kişinin neyin lağv, neyin gerçek, seviyeli fikir, bilgi ve eylem olduğunu ayırması, farkını fark etmesi esası çıkmaktadır. Seviyesi yüksek olan söz ve fiilleri bilemeyen kişi, lağv olanını ayırt edemez. O zaman âyetin bu kısmı başlı başına, mü'minin bilgili, kültürlü ve ayırt edici yeteneğe sahip olmasını şart koşmaktadır.

Mü'min kişi, neyin faydasız, neyin seviyesiz, neyin boş ve neyin bâtıl, yani gerçek dışı olduğunun eğitimini önceden almış alması gereki­yor. Bu eğitimi almış olan kişi, derhal şu hareketi yapacaktır: "Onurlu bir şekilde geçip giderler." Âyetin bu kısmında yer alan kirâmâ. "onurlu, şereflice, onu reddederek, ona itibar göstermeyerek, ona ilgi duymayarak, onun yayılmasına yardım etmeyerek, onu dışlaya­rak, onu üreten ve onun peşinden koşanlarla beraber olmayarak" anlamı­na gelmektedir. Lağv dolu kitap ve makaleleri okuduğunda onlara ka­pılmamak, sahte ve işe yaramayan ideolojilerin peşinde koşmamak, bü­yük bir irade, sağlam bir beyin ve sarsılmaz bir şahsiyete sahip olmak demektir.

Günümüzün genel ve din eğitimi, gençliğe, böylesine seviyesiz, boş, sahte fikirlerle dolu kitap ve makaleleri tanıtmalı ve onlardan etki­lenmemelerini sağlamalıdır. Onları bu etkilerden uzak tutabilmek için Öğretmenler de onların analizini iyi yapabilmeli, gerçeği iyice hazmet­miş olmalıdırlar. Seviyesiz ve boş olanı tanımayan bir öğretmen veya profesör, öğrencilerini ondan uzak tutamaz. Hatta bu iş aile eğitiminden başlamalıdır.

Şerefle, onurla, seviyesiz ve boş şeyden geçip gitmek, onu elinin tersi ile itmek erdem dolu bir davranıştır. Bunu gençliğe kazandırmak çok zor olduğu kadar, yapılması gereken de bir iştir.

7. "Rabblerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında, kulaklarını kapatarak ve gözlerini yumarak onları görmezlikten gelmezler."

"Allah'ın âyetleri hatırlatıldığında" ifadesi, "Allah'ın âyetleri ile kendilerine öğüt verildiğinde" demektir. Bu öğütlere karşı sağır ve kör tepkisini gösterip dalmazlar.

Âyette geçen lem yehırrû ifadesindeki, yehırrû fiili, harra kökünden gelmektedir. Bu fiil, "yüksek bir yerden düşmek, öl­mek, bina yıkılmak, bilinmeyen bir yönden saldırmak, bir yerden başka bir yere gitmek", su veya rüzgarla kullanılınca "ses çıkarmaları, düşmek, yarmak" anlamına gelmektedir.

 

Harra Kelimesinin Kur'ân'daki Kullanımı:

 

a) Düşmek

Dehşet veren bir şeyi gören kimsenin bayılmasmdaki düşme anla­mı burada ifade edilmektedir: "Rabbi o doğa tecelli edince onu paramparça etti. Mûsâ da baygın düştü" (A'râf 7/143). Buradaki düşme eylemi harra fiili ile ifade edilmiştir. Şirk koşan insanın Allah katında ani bir derece ve değer kaybına uğradığını ifade etmek için Hacc 31 'de de bu kelime kullanılmıştır: "Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalan­mıştır."

b) Çökmek

Depremde evlerin, binaların çatılarının çökmesi anlamında kulla­nılmaktadır: "Onlardan öncekiler de hile yapmışlardı. Sonunda Allah da onların bina­larını temellerinden söktü, üstlerindeki tavan da tepelerine çöktü" (Nahl 16/26).

c) Yıkılmak

Bir şeye dayanan birinin, o dayandığı şey çekilince yıkılması ma­nasında Sebe' 14'te yer almaktadır: leyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değne­ğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Sonunda yere yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı." Mer­yem 90'da da bu kelime, dağların yıkılıp düşmesini ifade etmektedir.

d) Kapanmak

Bir insanın, saygı duyduğu ve manasını derinden anladığı bir şeyi duyunca secdeye kapanmasını anlatırken Yüce Allah bu kelimeye yer vermiştir: "Onlara, çok merhametli olan Allah'ın âyetleri okununca ağlayarak secdeye kapanırlardı" (Meryem 19/58). Bu anlamda Yûnus 10/100; İsrâ 17/107; Secde 34/15 ve Sâd 38/24'te de yer almaktadır.

e) Yorumunu yapmakta olduğumuz Furkân 73'te "üzerine üşüş­mek, dalmak" manasına gelmektedir. Mü'min kişiler, Allah'ın âyetleri okunduğunda körler ve sağırların yaptığı gibi bilinçsizce o âyetlerin üze­rine üşüşmezler.

Zemahşerî, âyetin bu kısmını açıklarken halkın taklitçi bir anlayış­la âyetleri ele aldıklarını, ilâhî mesaja yüzeysel bir heves ve heyecanla yaklaştıklarını, görüntüyü kurtarmak için ona alaka gösterip üzerine ü-şüştüklerini, onu anlamak için en küçük bir çaba sarf etmediklerini, ilâhî mesajın içeriği hakkında onun zenginlikleri, hayata getirdikleri hakkında kör ve sağır kaldıklarını söylemektedir[23].

Zemahşerî'nin bu açıklamasına ilave edecek bir şey yoktur; ama günümüze getirerek ve Zemahşerî'nin de affına sığınarak bir şeyler söy­lemeyi düşünüyoruz. Günümüzün din âlimi ve görevlileri, Kur'ân'ın insanlığa getirdiği mesajları iyi anlayıp onları halka anlatmalıdırlar. Halk ile beraber Kur'ân'i sadece dinleyip, onu dinlemek için üşüşmeleri değil, onun içeriğini iyice anlayıp halka anlatacak ve bu konuda halkı bilinçlendireceklerdir. Güzel sesli hafızların okuyup gönül tadı ile din­lemekten öte, onun içeriğini anlayıp hayata bilinçli bir şekilde indirme­nin zevkini duymaları gerekiyor.

Kur'ân'ın hayata tatbik edilmesinin verdiği zevki duymak gereki­yor. Bunu da ona, bilinçli bir şekilde ve gönülden anlayarak yaklaşma sağlayacaktır. Bu durum Zemahşerî'nin yaşadığı dönemde de böyle idi, şimdi de aynen devam etmektedir. Müslümanlar Kur'ân'a böylesine sa­ğır ve körcesine yaklaştıkça, Kur'ân onlardan uzaklaşmaktadır.

Din âlimi ve görevlileri mezheplere, tarikatlara, cemaatlere ve çö­zümü olmayan konulara verdikleri değeri Kur'ân'a vermedikçe ayağa kalkamayacaklardır. Kur'ân'dan bir âyet okuyup rahatlıkla anlayıp in­sanlara anlatacak durumda olmayanların peşine takılıp zamanlarını heba edenler Müslümanların bu halinden sorumludurlar.

Artık Kur'ân'a sağır ve kör olarak üşüşmenin zamanı değildir. Onun içeriğini, mesajını iyi ve derinden algılayıp insanlığa öğretmenin zamanıdır. Duymayan ve görmeyen bir insanın bir nesneye yaklaşımı

gibi Kur'ân'a yaklaşılmaz. Artık kulaklardan ağırlıklar, gözlerden perde­ler sökülüp atılmalıdır. [24]

 

Duanın Etkinliği

 

74.  Onlar: "Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eş­ler, çocuklar bağışla ve bizi, Allah'a saygılı olanlara önder yap" derler.

75.   İşte onlar, sabrettiklerinden dolayı, cennetin en yüksek dereceleriyle Ödüllendirilirler. Ve orada selâm ve sevgi ile karşılanacaklardır.

76.  Çok uzun süreli olarak orada kalacaklardır. Orası ne güzel bir karargah ve ne güzel bir yerdir.

77.  De ki: "Eğer dualarınız olmasaydı Rabbim sizi ne yapardı? Fakat siz yalanladınız; bu yalanlamanız, ya­kanızı bırakmayacaktır,"

Bu âyetler, Furkân Sûresi'nin 63. âyetiyle başlayan Rahmân'ın kullarının Özelliklerini tamamlamaktadır. Bu âyetlerde dua ile sabır ve ödüller ele alınmaktadır. Ayetlerden çıkaracağımız neticeler şunlardır:

1. "Onlar: 'Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve çocuklar bağışla' derler."

a) Âyetin bu kısmında yer alan kurrate a'yün terimi, "göz nuru" demektir. Biz bunu "göz aydınlığı" olarak manalandırdık. "Göz nuru eşler ve çocuklar"ın anlamı, doğru yolda yürüyen, sağlam şahsiyet­li, iffetli, insanlığa ve ailesine faydalı, bilinçli, yaptıkları davranışlardan dolayı insanlar onları överken gözlerinden sevinç yaşları akıtacak şahsi­yetler demektir. Ailenin hayatına ışık olacak, bilgileriyle insanlara ışık saçacak kişiler anlamına gelmektedir. Aileye keder, ızdırap, problem değil de, sevinç, mutluluk ve bahtiyarlık getiren eş ve çocuklar demektir.

b) Mü'minlerin, bu tarz eş ve çocuk beklemeleri için Allah'tan is­temeleri, eğitimde duanın ne kadar önemli olduğunu ifade etmektedir. Eğitimde duanın etkinliği Bakara 2/129; A'râf 7/189; İbrahim 14/40; Meryem 19/5-6; Ahkâf 46/15'te yer almaktadır. Bunlardan Ahkâf hariç, diğerlerinde gerekli olan açıklama yapılmıştır. Burada kısaca söyleyece­ğimiz şudur: "İnsan denen varlık öylesine potansiyel bir yetenek, kabili­yet ve duygularla doludur ki, onu istenen bir şekilde eğitip yetiştirmek dünyanın en zor işidir. İlâhî yardım olmadan bunu gerçekleştirmek zor­dur. Bunu anlayan Hz. Âdem ve eşi, İbrahim ve Zekeriyya peygamberler de iyi evlat için Allah'a yalvarıp yardım istemişlerdir. Onların bu dua metodunun bizler tarafından kullanılması için de Ahkâf 15 ve yorumunu yapmakta olduğumuz Furkân 74'te dua yeniden gündeme getirilmekte­dir. Eğitimin bütün imkanlarını hazırladıktan sonra, Allah'a dayanıp bu hususta ana-babalar yardım istemelidirler. Yüce Allah dilerse, takdir ederse Firavun'un sarayında Hz. Musa'yı yetiştirebilir.

2. "Bizi, Allah'a saygılı olanlara önder yap." Âyetin bu kısmında yer alan ıiui imâm kelimesinin bir eğitimsel, bir de siyasi boyutu vardır. Eğitim açısından bakınca, "örnek" manasını verebi­liriz. el-müttekîn kelimesi de "saygı  gösteren", Muhammed Esed'in dediği gibi "Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olan kim­seler" demektir. Bunlara örnek olmak ise, onları eğitmek demektir.

Diğer taraftan imâm kelimesi, siyâsî bakımdan "önder, siyâsî erki elinde tutan" demektir. Bilinçli insanların, Allah'a saygı duyanların oluşturduğu bir toplumun veya toplumların Önderi, yöneticisi demektir. Böy­lece, Furkân 63'ten 74'e kadar olan davranışları yerine getiren, o değer­leri hayata geçirenler, Allah'tan önder olma isteğinde bulunabilirler. Herkes, devletin Önderi olamayacağına göre, hiç olmazsa ailesinin ve öğrencilerinin Önderi olabilirler.

3. "İşte onlar, sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle ödüllendirilirler. Ve orada selâm ve sevgi ile karşılanacaklar­dır. Çok uzun süreli olarak orada kalacaklardır. Orası ne güzel bir karar­gâh ve ne güzel bir yerdir."

Yüce Allah, kullarının yaptıkları davranışlara sabretmektedir. On­ların bütün davranışlarında, eylemlerinde sabır mayası vardır. Bütün ameller anılmadan sadece sabır anılarak, onların cennette en yüksek de­recelerle ödüllendirileceğine dair Yüce Allah fermanını vermektedir.

Ayrıca melekler onları selâm ve sevgi ile karşılayacaktır. Bunun bir benzer açıklaması Ra'd 19-24. âyetlerde yer almaktadır. Âyette ge­çen tahiyye kelimesini "esenlik", selâm kelimesini de "sevgi" olarak tercüme etmekte bir sakınca görmüyoruz. Esenlik ve rahmet de denebilir. Bundan ne anlıyoruz? Günlük hayatta insanların birbirine esenlik dilemelerinin, sevgi ve muhabbetle karşılamalarının önemi, erde­mi ortaya çıkmaktadır. "Bir selâm ile selâmlandığınızda, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın; yahut aynı ile karşılık verin" (Nisa 4/86) di­yen Yüce Allah'ın emrini yerine getiren insanların mahşerde aynı şekil­de karşılanacaklarına burada işaret edilmektedir.

Bütün bu özelliklere sahip mü'minler, cennette çok uzun süreli o-larak, yani Hûd 108'de belirtildiği gibi, Allah dilediği kadar orada kala­caklardır. Orası çok güzel bir karargâh ve yerdir. Yüce Allah'ın dünyada bu ödülü anması, insanları iyiye, doğruya, güzele, hakka gitmeleri ve onları hayata geçirmeleri için bir teşvik içermektedir. İşte bu teşvik, in­sanları kötünün karargâhından, kirinden ve yakıcı ateşinden kurtarma gücüne sahiptir. Teşvik olmadan insana bir işi yaptırmak, değişimi ger­çekleştirmek zordur.

4. "De ki: Eğer dualarınız olmasaydı Rabbim sîzi ne yapardı?"

Âyetin bu kısmı bize, insanın değerinin duasının içinde gizli oldu­ğunu göstermektedir. Dua insanın değerine eşittir. Duada ne vardır da böylesine bir değere sahiptir? Ayetin son kısmına bakarsak duaya "iman" manası verebiliriz. Orada "siz yalanladınız" denmektedir. Demek ki, dua yalanlamanın zıttı olan iman ve tasdiktir. Taberî'nin naklettiğine göre İbn Abbâs da aynı görüşü savunmaktadır. Zemahşerî, bu kelimeye, "ibadet, yani kulluk" manasını vermiştir. Kadı Beydâvî, Hâzin ve Nesefî de Zemahşerî'nin görüşünü benimsemişlerdir. Nesefî buna "İslâm"ı da ilave etmiştir. Râzî, bütün bunları harmanlayarak açıklamasını yapmış ve bazı ilavelerde bulunmuştur: Duanın, iman, ibadet, sıkıntılardan sonra yakarma; Allah'ın ihsanına karşı şükretmek, ihtiyacını gidermek için istekte bulunmak olduğunu söylemiştir.

Bütün bu açıklamaların içinden birini tercih edecek olursak, İbn Abbâs'ın söylediği "tevhîd inancını" almamız gerekiyor. "Sizin duanız olmasaydı", sizin "tevhid inancınız, yani tek Allah'a imanınız olmasay­dı" demektir. O zaman tevhîd inancının, insanın değerine eşit olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer taraftan "dua"nm yapısında, kibri söküp atmak, alçak gönül­lülük, acziyetini ifade etmek, teslimiyet ve tevekkül vardır. Demek ki dua, pek çok psikolojik, yani manevî erdemlerin yumağı durumundadır. "Dua"da ihtiyaçlarını kimin gidereceğine dair bilinç vardır. Gönlünü tam manasıyla Allah'a yönlendirme, yani münîblik vardır. Dua, sıkıntılar altında ezilmemek için, en iyi tedavi usulünü teşkil etmektedir.

5. "Fakat siz yalanladınız, bu yalanlama­nız yakanızı bırakmayacaktır."   Bunun anlamını, Râzî şöyle açıklıyor: "Ben size, ben kullanma ancak ibadetlerinden dolayı değer veririm" şeklindeki hükmümü bildirince, siz bu hükmü yalanladınız. Yalanlama­nızın peşinden size azap gelecektir. lizâmâ kelimesinden, azabın kaçınılmazlığı anlaşılmalıdır. Ama kaçınılmazlık, yakasını bırakmamak manasına da gelir.

Böylece Yüce Allah, Furkân Sûresi'nin son 15 âyetinde bir Müs­lüman kimliği, şahsiyeti, profili çizmiştir; nasıl bir Müslüman yetiştir­mek istediğini, Kur'ân okulunun amacının ne olduğunu anlatmıştır. Yapması gerekenlerle, yapmaması gerekenleri belirlemiş, ahlâk, ekono­mi, tevhîd inancı, hukuk ve eğitimin, üzerinde oturduğu temel esasları gündeme taşımış, ceza ve mükâfatın eğitici yönünü vurgulamıştır. [25]

 

Furkan Sûresinden Çıkarılan İlkeler

 

1. Şirkle Mücâdele ve Tevhid İnancı İle İlgili İlkeler:

 

a) Yüce Allah, kâinatın yaratıcısı olduğundan, kâinatın egemenli­ğini onunla kimse paylaşamaz. Çocuk edinmemiştir. O, yüceler yücesi­dir. O her şeyi yaratmış ve her şeye nizamını vermiştir (âyet: 1-2).

b)  Yüce Allah'ın var ve bir olduğunu anlamak için tabiat kitabını iyi okumak ve o kitaba akıl ile yaklaşmak yeterlidir. Gölge, güneş ve ayın işlevlerini veren, geceyi istirahat, gündüzü çalışma anı tayin eden, rüzgarları yağmurun müjdeleyicisi olarak gönderen, gökten temiz su indiren, ölü toprağı onunla dirilten, hayvan ve insanları onunla sulayan, tuzlu ve tatlı denizi salıp birbirine kavuşturmayan, sudan insanı yaratıp ondan nesiller üreten Allah'a eş koşulmamalıdır (âyet: 3, 45-55).

c) Daima diri ve ölümsüz olan, gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra hükümranlığı elinde bulunduran, göklerde bulutları yaratan Allah tek ve yüceler yücesidir (âyet: 58-62).

d) Allah'ın kullan O'nunla beraber kimseye tapınmaz (âyet: 68).

 

2. Kuran İle İlgili İlkeler:

 

a) Kur*ân'ı, Allah, kulu Hz. Muhammed'e, insanlara uyarıcı olsun diye indirdi (âyet; 1).

b)  Kur'ân'ı Hz. Muhammed'in uydurduğunu ve başkasından bu konuda yardım aldığını iddia eden kâfirleri Yüce Allah, zâlim ve müfteri ilân etmektedir. Bu zâlimler, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'e yazdırıldığını ve onun, evvelkilerin masalı olduğu hezeyanını savurdular (âyet: 4-5).

c) Kur'ân'ı göklerin ve yerin sırlarını bilen Allah indirdi (âyet: 6).

d) Hz. Peygamber'in toplumu Kur'ân'dan kaçtı, terketti (âyet: 29).

e)  Yüce Allah Kur'ân'ı, Hz. Peygamber'in kalbine iyice yerleştir­mek için yavaş yavaş indirdi (âyet: 32).

f) Büyük cihâd, Kur'ân ile yapılmalıdır (âyet: 52).

 

3. Hz. Peygamber İle İlgili İlkeler:

 

a)  Hz. Peygamber, insanları uyarmak, müjdelemek için gönderil­miştir (âyet: 1,56).

b)  Kâfirler, Hz. Peygamber'in yemek yemesini, çarşıda dolaşma­sını, kendisine bir hazine verilmesini, bahçesi olmasını istemişlerdi (âyet: 7-8).

c) Hz. Peygamberin büyülenmiş olduğunu söylemişlerdi (âyet: 8).

d) Yüce Allah, onlara şu şekilde cevap vermektedir: Hz. Peygamber'den önce gelen peygamberlerin hepsi, yemek yerdi, çarşılarda dola­şırlardı. İstedikleri bu şeyden dolayı sapıtmış oldular ve  doğruya vara­cak bir yol da bulamayacaklardır (âyet: 9, 20).

e)  Kâfirler, Hz. Peygamber'den kendilerine Allah'ı göstermesini ve melekleri indirmesini istediler, ama bundan dolayı onların azaba çeki­leceği değerlendirmesi yapılmıştır. Azap gelince de onları hiç kimse kurtaramayacaktır (âyet: 21-23).

 

4. Ahiretle İlgili İlkeler:

 

a) İnkarcıların bu dünyada yaptıkları ameller değerlendirilmeyece­ği için boşa gidecektir. İman edip itaat edenler ise cennetle ödüllendiri­leceklerdir. Mutlu olacakları bir yerde kalacaklardır (âyet: 23-24).

b)  Kâfirler, mahşerde pişmanlık duyacak, ellerini ısırıp peygam­berle bir yol tutmamamın hasretini çekecektir. Bu dünyada kurduğu yan­lış dostluklardan dolayı da pişmanlık duyacaktır. Kur'ân kendisine gel­diği halde, kötü arkadaşının onu ondan uzaklaştırdığını fark edecektir (âyet: 27-29).

c) Mahşerde tek hâkim Allah olacaktır. O gün kâfirler için çok çe­tin geçecektir (âyet: 26).

d) Kâfirler cehenneme yüz üstü gideceklerdir (âyet: 34).

e)  O gün, yani mahşerde Yüce Allah, kâfirler ile taptıkları sahte tanrıları bir araya getirecek ve onlara, kullarını onların sapıtıp sapıtma­dıklarını, soracaktır. Onlar da kullarının fazla maldan dolayı yoldan çıktığını ve Allah'ı anmayı unuttuklarını söyleyeceklerdir. Sahte tanrılarının onları yalanladığını Yüce Allah onlara söyleyecektir (âyet: 17-19).

f) Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görecek ve onlar o-nun kaynamasından dolayı çıkardığı uğultuyu duyacaklardır (âyet: 12).

 

5. Mü'minlerin Özellikleri İle İlgili İlkeler:

 

a) Mü'minlerin inanışında şirk yoktur (âyet: 68).

b) Mü'minler, davranışlarında daima orta yolu tutarlar. İfrat ve tef­rite, yani aşırılığa kaçmazlar (âyet: 63-67).

c) Cinsel sapıklığa düşmezler. İnsan Öldürmezler. Yalan yere şahit­lik etmezler. Boş bir söze rastlarlarsa şerefle geçip giderler. Allah'ın âyetlerine kör ve sağır gibi yaklaşmazlar. Bu konuda bilinçli hareket ederler (âyet: 68-72-73).

d) Gündüz çalışır ama nafile ibadetlerini korku ve ümit içinde ge­celeyin yaparlar (âyet: 64-65).

e)  Çocuklarının terbiye edilmesi için Allah'a yalvarırlar. Duanın gücünü, etkinliğini ve değerini bilirler (âyet: 74-77).

 

6. Genel İlkeler:

 

a) Nefsini tanrı edineni Hz. Peygamber bile koruyamaz (âyet: 43).

b) Duyu organlarını ve aklını kullanmayanlar, nefsini tanrı edinir ve hayvan seviyesinin altına düşerler (âyet: 43-44).

c)  Mü'minlerin geleceklerine ışık tutmak için Yüce Allah, pey­gamberler tarihinden örnekler vermektedir (âyet: 35-39).

d) Furkân sûresi gerçekten farkları fark ettiren bir süre niteliğini taşımaktadır. Allah ile sahte tanrılar, peygamberle peygamber olmayan, mü'minle kâfir ve müşrik, ahlâklı ile ahlâksız, aklını kullanan ile kul­lanmayan, sapıtanla doğru yolda olan, cennetlikle cehennemlikler ara­sındaki farkları ortaya koymuştur. [26]

 

 



[1] Râzî, age, XVII, 180

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/460-465.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/466-469.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/470-473.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/474-475.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/476-485.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/485 -489.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/490-495.

[9] Râzî, age, XVII, 224.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/496-504.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/505-508.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/508-518.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/518-524.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/525-528.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/528-532.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/532-535.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/535-539.

[18] bkz. Râzî, age, XVII, 278.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/539-543.

[20] Müsned, V, 228, 236.

[21] Kurtubî,a^,Xn,619.

[22] Râzî, age, XVII, 286; Kurtubî, age, XII, 618.

[23] Zemahşerî, age, III, 102.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/544-555.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/555-559.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 13/560-562.