- 25 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 25, nüzûl sıralamasına göre 42, üçüncü miûn grubunun altıncı sûresi olan Furkân
sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 77 dir.
Hamd
yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât
ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına
ve ashabına olsun. Rabbi-miz bizden kabul buyur.
Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını
ilk âyetindeki “Furkân” kelimesinden almış, Mekke’de
nâzil olmuş 77 âyetlik bir sûre ile karşı karşıyayız. İnşallah bu sûrede
Rabbimizin bize ulaştırmayı murad buyurduğu
mesajlarını tanımaya başlayacağız.
Nüzul
zamanı üslup ve muhtevasına bakılırsa tıpkı bundan ön-ce
tanımaya çalıştığımız Mü’minûn sûresi gibi Resûlullah Efendimizin r
Sûrede
işlenen konulara gelince; Mekke müşriklerinin peygamber efendimize ve Rabbinden
getirdiği hidâyet hediyesine karşı şüphe ve itirazları gündeme getirilir.
Onların yükselttikleri her bir şüpheye, her bir itiraza karşı sûrede onları
çürütecek cevaplar verilir. Yi-ne Allah’tan gelen bu mesajı ve onun
tebliğcisini reddeden kâfirler iş-ledikleri bu büyük
suçun âkıbetiyle uyarılır. Allah’ı ve elçisini hayatlarından dışlayarak, kitap
ve peygamberden habersiz bir hayat yaşayanların kesinlikle cehenneme
gidecekleri vurgulanır.
Sûrenin
sonunda tıpkı bir önceki Mü’min sûresinin başında ol-duğu gibi gerçek mü’min
kimlikleri, ahlâkî ve manevi üstünlükleri ortaya konularak şöyle buyurulur: Hak ile bâtıl, iman ile küfür, mü’min ile kâfir asla birbirlerine karıştırılmamalıdır.
İşte şu sayılan özellikler gerçek mü’minlerin
özellikleridir. Bu özelliklerin sahiplerine mü’min
denir. İşte bu sıfatlara sahip olanlar Allah’a Allah’ın istediği gibi iman
etmiş, peygamberine tabi olmuş kimselerdir. İşte peygamberin yetiş-tirmek istediği insan tipi budur. Onun içindir ki bu soylu mü’minler kâ-fir
ve müşriklerle, Allah’a inanmayan, peygambere tabi olmayan kimselerle
karıştırılmamalıdır. Mü’minler onlarla bir tutulmamalıdır.
İşte karşınızda kalın çizgilerle birbirlerinden ayrılmış bu iki grup durmakta-dır.
Buyurun sizler de safınızı tercih edin. Şu üstün özelliklerin, mümtaz
sıfatların sahibi mü’minlerin safında mı yer alacaksınız,
yoksa alçaklığın dibinde bulunan kâfir müşriklerden mi? Bunu belirleyin den-mektedir. Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım.
1. “Kulu Muhammed’e dünyaları uyarmak üzere Fur-kân’ı indiren Allah ne mübarektir”
Allah ne mübarektir? Allah’ın şanı,
şerefi ne yücedir ki kuluna, Muhammed (a.s)’a Furkân’ı
indirmiştir. Kul Muhammed (a.s), Furkân da şu
elimizdeki kitaptır. Evet kulu Muhammed’e ve onun şahsında biz kullarına Furkân olan bu kitabı gönderen Rabbimiz mübarek oldu.
Kulu
Muhammed (a.s) aracılığıyla bizi muhatap kabul buyurup kendi bilgisini
aktarmakla, bizi vahyiyle, kendi bilgisiyle cehalet karanlıklarından
kurtarmakla öyle hayırlı, öyle bereketli, öyle mübarek bir iş yapmıştır ki
Rabbimiz bu yüzden O tebâreke oldu. Mübarek oldu,
berekete konu oldu, berekete kaynaklık etti. Bereket kişinin cennete gidişi
demektir. Rabbimiz bize cennet yolunu gösterecek, bizi cennete ulaştıracak bir
kitap göndermekle, bizim cennet yolumuzu açmakla bereketli bir iş yapmıştır, tebrike
şayan bir iş yapmıştır. İşte tebareke, tebrik,
mübarek bu anlamlara gelmektedir.
Öyleyse bu
kelimeyi, tebrik kelimesini bizler de yerinde kul-lanmalıyız.
Eğer bir adam berekete konu bir iş yapmışsa, cennete götürücü bir şey yapmışsa
onu tebrik edelim, değilse bu kelimeyi kullanmayalım. Meselâ nişanlanmışsın
mübarek olsun. Evlenmişsin mübarek olsun. Kur’an’ı
öğrenmişsin mübarek olsun. Buhârî’ ye başlamışsın
mübarek olsun. Haccetmişsin mübarek olsun. Çocuklarınla evde bir ders
başlatmışsın mübarek olsun. Filânla barışmışsın, mübarek olsun. İçkiyi
bırakmışsın, namaza başlamışsın, örtünmüşsün mübarek olsun gibi.
Ev
yaptırmışsın mübarek olsun. Arabanın modelini değiştirmişsin mübarek olsun.
Filân adamın gözünü çıkarmışsın, mübarek olsun. Eğer bütün bunlar o temel
ölçüye uygunsa doğru, değilse yanlıştır tabii.
Furkân: Tevrat’ın da Kur’an’ın da
bir diğer adıdır, ya da sıfatıdır. Hakkı hak olarak,
bâtılı bâtıl olarak ortaya koyan, hak ile bâtılı ayırdeden,
hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak tanımlayan, insanlığı bâtıllardan,
yanılgılardan uzaklaştırıp hakka götüren demektir. Furkân;
fark eden, fark ettiren demektir. Furkân kişiye
hayatını, yolunu fark ettiren, hakta mı, bâtılda mı olduğunu gösteren demektir.
Bu kitapla beraber olan kişi, bu kitapla hareket eden kişi hayatındaki tüm
bozuklukları, yolundaki tüm sapmaları fark eder. Tıpkı elinde önünü
görebileceği bir el feneriyle yürüyen bir kimse gibi. Veya arabasının farı olan
bir kimsenin önündeki uçurumu, virajı görmesi gibi.
Öyleyse Furkân
olan bu kitabı tanımadıkça, bu kitap rehberliğinde bir hayat yaşamadıkça kesinlikle
bilelim ki yolumuzu görmemiz, hak ve bâtılı tanımamız, bâtıllardan uzaklaşıp
hakka ulaşmamız mümkün olmayacaktır.
Ve toplum olarak bu Furkân olan kitaba müracaat etmedikçe, her şeyden önce bu Furkân ne diyor? demedikçe kesinlikle bilelim ki hiçbir
problemimizi çözemeyiz. Hiçbir doğruya ulaşamayız. Allah’ın Furkân
olan bu kitabıyla görür, düşünür olmadıkça ne kendimizi, ne aile hayatımızı, ne
toplumsal hayatımızı, ne hukukumuzu, ne eğitimimizi düzlüğe çıkarmamız mümkün
olmayacaktır.
Çünkü
Rabbimiz bu kitabını ve o kitabını kendisine göndererek şereflerin en yücesine
erdirdiği elçisini tüm âlemler için bir uyarıcı, müjdeleyici ve korkutucu
olarak göndermiştir. Sadece Arapları değil bütün insanlığı kurtarmak üzere bir
rahmet, bir uyarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir nûr olarak
göndermiştir. Peygamberin görevi evrenseldir. İnsanların tamamına
gönderilmiştir. Peygamber sadece kendi dönemine değil tüm âlemlere rahmet
olarak gelmiştir. Peygamberin misyonu sadece kendi döneminde bitmeyecek, kıyâmete
kadar devam edecektir. Kıyâmete kadar bu din kendilerine ulaşan herkese uyarısı
devam edecektir.
2. “O öyle bir İlâhtır ki göklerin ve yerin hükümranlığı
kendisinindir. O hiç çocuk edinmemiştir. Hükümranlıkta ortağı yoktur O’nun. Her
şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.”
O mübarek olan Allah ki, O
yüceler yücesi Allah ki, O izzet ve şeref sahibi Allah ki göklerin ve yerin
mülkü O’nundur. Göklere ve yere egemen olan O’dur. Göklerin ve yerin
hükümranlığı O’na aittir. O’ndan başka mülk sahibi, O’ndan başka egemen, O’ndan
başka mülkte söz sahibi yoktur.
Allah asla evlât edinmedi. Oğlu
yoktur O’nun. Ne melekler, ne Îsâ, ne Üzeyr O’nun
oğlu kızı değildir. Ve O Allah’ın mülkünde, hükümranlığında, egemenliği
konusunda hiçbir ortağı yoktur, hiçbir şeriki, yardımcıları, yetkilileri
yoktur. Her şeyi ve herkesi yaratan O’dur. Yaratıklarına ölçüp biçim hayat
programı takdir eden de O’dur.
Yaratıklarına kulluk programı belirleyen
de O’dur. Her şeyi ölçüp biçip takdir eden, her şeyin ölçüsünü, ölçütünü koyan
O’dur. Ortağı olmayan bir Melik, yardımcısı olmayan bir hükümdardır O. Oğlu
kızı olmayan, yetkilerini hiç kimseye vermeyen, yaratılmış olmayan, yaratıcı
olan, güçsüzlüğü, zayıflığı, bilgisizliği söz konusu olmayan tek Rab, tek
İlâhtır O. Ama gelin görün ki:
3. “Kâfirler, O’nu bırakıp, bir şey yaratamayan, bilâkis
kendileri yaratılmış olan, kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilen;
öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen
İlâhlar edindiler.”
Kâfirlerin böyle bir Allah’ı
bırakıp ta tanrılık makamına oturttukları, sözlerini dinleyip yasalarını
uygulamaya çalıştıkları varlıklar ise hiçbir şey yaratmayan, kendilerini bile
yaratmaktan âciz olup kendileri Allah tarafından yaratılmış kimselerdir.
Kâfirler yaratıcı olan Allah’ı bırakıp ta yaratılmışları tanrılaştırdılar.
Melekler, cinler, peygamberler, insanlar, hayvanlar, cansızlar, putlar bunların
hepsinin ortak özellikleri hiçbir şey yaratmış olmamaları ve kendilerinin Allah
tarafından yaratılmış olmalarıdır.
Allah
berisinde bu tanrı makamına oturtulan varlıklar kendileri için bile bir fayda
ve zarar vermeye mâlik değillerdir. Evet bu kâfirlerin yaratıcı olan Rablerini
bırakıp ta O’nun dûnunda tanrı bildikleri, kendilerine sığındıkları,
kendilerine dua ettikleri, yasalarını uygulayıp kendilerine kulluk ettikleri
tanrıları ve tanrıçaları bırakın onlara bir fayda ve zarar sağlamayı
kendilerine bile bir fayda ve zarar sağlayamazlar. Bırakın sizi korumayı kendi
nefislerini bile koruyamazlar. Allah’tan, Rablerinden kendilerine gelebilecek
bir belâyı, bir azabı, bir ölümü defetmeye bile gücü yetmeyen bu varlıklar
nerde kaldı size yardım edip, Benden geleceklerden korusunlar? Kendilerine gelen
açlık gibi, yorgunluk gibi, hastalık gibi, ölüm gibi bir sıkıntıyı bile defedemeyen
bu varlıklar nerde kaldı sizin sıkıntılarınızı giderebilecekler? Bu adamlar
nasıl sizin arzularınıza, isteklerinize cevap verebilecekler ve sizi hem
dünyada hem de ukba’da mutlu edebilecekler?
Ne yapabilecekler bunlar sizin
için? Ölümü engelleyebile-cekler mi? Ölüm döşeğine
yattığınız zaman iki saatliğine olsun onu geciktirebilecekler mi? Zamana iki
dakikalığına söz geçirebilecekler mi? Gökten iki damla yağmur indirebilecekler,
yerden bir tek bitki bitirebilecekler mi? Kendilerine bile sahip olmayan bu tâğutlar nerde kaldı arkalarından giden enayilere bir şey
sağlayabilsinler? Evet o sizin Allah’a ortak koşup yasalarını Allah yasalarına
tercih ettiğiniz, hayatınızı düzenleme konusunda Allah’tan daha bilgili kabul
ettiğiniz varlıklar kesinlikle size hiçbir yardımda bulunamazlar. Buna onların
güçleri yetmez.
Evet
Rabbimiz sûresinin başında önce kendisini ortaya koydu, kendisini tanıttı.
Mübarek olduğunu, kuluna Furkân’ı göndererek bize
cennet yolunu açtığını, mülkün sahibi olduğunu, göklere ve yere egemen olduğunu
ortaya koydu ve biz kullarını kendi tanrılığına, kendi rubûbiyet
ve ulûhiyetine çağırdı. Sonra da insanların kendisini
bırakıp tapındıkları varlıkların özelliklerini ortaya koydu. İşte Ben, işte
Benim dûnumda tapındıklarınız. Haydi buyurun hangisini isterseniz serbestsiniz
buyurdu.
Rabbimizin yüceliğini görüyor musunuz?
Her şeyi ortaya ko-yuyor,
her şeyi açıklıyor, Furkân’ı ortaya koyuyor, hakkı da
ortaya koyuyor, bâtılı da açıklıyor, her ikisinin yollarını da açıyor ve insanlara
özgürlük veriyor, dileyen dilediğini tercih etsin diyor. Bakın Rabbimiz ne
kadar Âdil? Kullarına ne kadar büyük bir özgürlük veriyor değil mi? Halbuki
Allah dininin hakim olmadığı, Allah’tan başka tanrıların egemen olduğu dünyada
Allah’a hiç mi hiç hayat hakkı tanınmadığını görüyoruz. İşte görüyoruz,
kâfirler Allah’ın mülkünde Allah’a söz hakkı tanımıyorlar. Müslümanların Müslümanca bir hayat yaşamalarına, Müslümanların Rabbim
Allah demelerine bile müsaade etmiyorlar. Al-lah’ın
kitabının okunmasına, Allah’ın dininin uygulanmasına, Allah’ın istediği kılık
kıyafete geçit verilmiyor.
Ama bakın Rabbimiz kendini de, kendi dinini de
anlatıyor, karşıt dinleri de anlatıyor ve sonucuna katlanmak şartıyla insanları
ikisinden birini seçmekte serbest bırakıyor.
4. “İnkâr edenler: “Bu Kur'an
Muhammed’in uydur-masıdır, ona başka bir topluluk
yardım etmiştir" diyerek haksız ve asılsız bir söz uydurdular.”
Kâfirler diyorlar ki bu ancak bir
uydurmadan ibarettir. Muham-med
(a.s)onu uydurmuştur diyorlar. Bir başka topluluk ta onun uydurulması konusunda
ona yardımcı olmuştur. Yâni bu Muhammed aslında bu kadar güzel, bu kadar
mükemmel bir kitabı uyduramaz, ona birileri de yardım etmiştir diyorlar. Birileriyle
yardımlaşarak Muhammed bu kitabı, bu sözleri uyduruyor ve utanmadan bunlar Allah’tan
diyerek iftira ediyor diyorlar. Evet bu kâfirler böylece zalimce bir iftirada
bulundular, asılsız bir sözle geldiler. Tezvirlerle geldiler.
Halbuki
böyle bir kitabı bir beşerin uydurması mümkün de-ğildir.
Allah’tan geldiği kesin belli olan bu kitaba peygamber sözü diyenler kesinlikle
ona iman etmek istemeyenlerdir. Mümkün mü bir beşerin böyle bir sözü
söyleyebilmesi? Bir insan böyle bir sözü nasıl söyleyebilecek? Bir insan nasıl
böyle bir kitabı uydurabilecek? Eğer bu sözler bir beşere aitse, bir insan
söyleyebiliyorsa bunları, o zaman içinizden bir başkası niye söyleyemiyor bunun
gibisini? Yâni içinizden bir insan cenneti nasıl böyle vasfedebilir?
Cehennemi böyle nasıl bilebilir? Bir insan nasıl ve nereden bilebilir tüm
bunları? Eğer bu kitap bir beşer sözüyse, bir insanın uydurmasıysa haydi bir
başkası da uydursun bakalım bunun gibisini. Tüm dünyada bir tek kişi becerecek
değil ya bunu?
Allah’ın
Resûlü onlara Allah âyetlerini arz edince Mekkeli müşrikler kesinlikle bunun
insan sözü olmadığını, olamayacağını insanüstü, harikulade bir söz olduğunu
anlıyorlardı. Çünkü o güne kadar pek çok hatipler, pek çok şairler görmüşlerdi.
Bunlardan hangisi söyleyebilmişti bunu? Hiç birisinin böyle sözleri
söyleyebilmesi mümkün değildi. Kendi içlerinden birisi olan Muhammed bin Abdullah’ın
da böyle bir sözü söylemesi mümkün değildi. Çünkü aralarında doğup büyümüştü.
Çocukluğundan beri tanıyorlardı onu. Kur’an’ın
kesinlikle bir insan sözü olmadığını biliyorlardı ama onu reddetmeye de
kararlıydılar. Onun için de söyleyebilecekleri bir tek şey kalmıştı, o da bunu
Muhammed birilerinin yardımıyla uydurmaktadır. Başka ne diyorlar-mış?
5. “Kur'an öncekilerin
masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır”
dediler.”
Bu esatir’ul
evvelindir. Bu eskilerin masallarıdır. Bu bir mitolojidir. Sabah akşam bu
kendisine yazdırılıyor, imla ettiriliyor. Yâni bir başkasına yazdırmış olup
sabah akşam kendisine okunup duruyor. Böylece karşımıza eskilerin masalları
çıkıyor diyorlar. Zaten Allah’ın kitabına karşılık kendileri de eskilerin
masallarını, mitolojileri, üsture-leri
bulup getirmeye çalışıyorlardı. Biz de masallar öğrenelim, biz de masallar
okuyalım, eski İran’ın İsfendiyar masallarını, eski Yunan’ın
İskender masallarını, eski Roma’nın masallarını okuyalım böylece insanları
eğlendirelim diyerek Allah’ın âyetlerine karşı atağa da geçiyorlardı.
Bakıyoruz bugünkü modernist kâfirler, pozitivist
kâfirler de Allah’ın kitabına karşı aynı şeyleri söylemeye, aynı şeyleri
yapmaya çalışıyorlar. Lâkin çocukluğundan beri peygamber (a.s)’ı tanıyan insanlardan
hiçbirisi peygamber (a.s) in ne bir Papazdan, ne de bir Rahipten ders aldığını
iddia etmemiştir. Yine peygamberliğinden önce bu tür şeylerden söz ettiğine hiç
kimse şâhit olmamıştır. Allah’ın Resûlü üstelik okuma yazma da bilmiyordu.
Bakın onların bu iddiaları hiçbir delile, hiçbir mesnede dayanmadığı için de
Rabbimiz herhangi bir delile gerek duymadan bunun asılsız bir iddia olduğunu
ortaya koyuveriyor.
6. “Ey Muhammed! De ki: “Onu, göklerin ve yerin sırrını
bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.”
De ki peygamberim, onu göklerde
ve yerde her türlü sırrı, her türlü gizliyi, esrarı bilen Allah indirmiştir. Onu
peygamber uydurmadı, peygamber yazdırmadı, kendisine birileri tarafından imla
ettirilmedi, bilâkis onu göklerde ve yerde gizliyi bilen Allah indirdi. Allah Ğafûr-dur, mağfiret sahibidir ve Rahîmdir, bağışlayandır.
Bu kitap içinde es-kilerin masallarını ihtiva eden bir kitap değil göklerin ve
yerin sırrını bilen Allah’ın büyük bilgilerini, azîm haberlerini ihtiva eden
bir kitaptır. Bu kitabı bir beşerin söylemesi mümkün değildir. Rabbimizin
burada Ğafûr ve Rahîm oluşunu zikretmesi kitabına ve
peygamberine karşı böyle nankörce bir tavır takınan kâfirlere rahmeti gereği
fırsat tanıdığını ortaya koyması içindir. Kâfirlerin zırvaları devam ediyor.
7,8. “Şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki yemek yer,
sokaklar da gezer. Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği
bir bahçe olsaydı ya! “Bu zalimler, inananlara: “Siz
sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.”
Bu ne biçim bir elçidir? Bu
elçiye de ne oluyor ki yemek yiyor ve çarşı pazarlarda dolaşıyor? Bu ne biçim
bir peygamber ki bizim gibi yiyip içiyor, bizim gibi caddelerde yürüyor, çarşı
pazarlarda dolaşıyor, bizim gibi acıkıyor, susuyor, hasta oluyor, evleniyor,
baba oluyor, koca oluyor, hasta oluyor, acıkıyor. Şimdi böyle birine nasıl inanabiliriz
biz? Yâni şimdi biz, bizim gibi bir beşere mi tabi olacağız? Hayır hayır, biz böyle bizim gibi bir insana asla tabi olmayız.
Bizim kendisini peygamber bilip tabi olacağımız kimsede olağanüstü bir takım
vasıflar, bizden farklı bir takım özellikler olmalı diyorlardı.
Ona bir
melek indirilmeli değil miydi? Ve O melek onunla birlikte uyarıcı olmalı değil
miydi? Yanında bir melek görevlendirilmeli ve o melek tarafından peygamberliği
desteklenmeli, şâhitlendirilmeli, korunmalı değil
miydi? Böyle korumasız peygamber mi olur? Bu ne biçim bir peygamber ki bizim
hakaretlerimize maruz kaldığı halde kendisini koruyacak bir yardımcısı da
yoktur? Yahut ona hazineler atılmalı, hazineler verilmeli değil miydi? Altınları,
gümüşleri, malları, mülkleri olmalı değil miydi? Yahut yiyip içeceği bir bağı,
bahçesi olmalı değil miydi? Madem ki o bir peygamberse, Allah’ın elçisiyse Allah
ona olağanüstü rızıklarda bulunmalı değil miydi?
Halbuki bakıyoruz bizden farklı bir yönü yoktur bunun. Ne malı var, ne mülkü var,
ne hazineleri var. Elbette kendi felsefelerine göre toplumun önderi böyle
olmalıydı. Harikulade güç ve kuvveti olanlar, ekonomik ve siyasal güce sahip
olanlar toplumda söz sahibi olmalıydı. Yâni peygamberi reddedebilmek için
akıllarına ne geldiyse söylüyor hainler.
Ama onların
bu inkârlarına, itirazlarına karşılık Müslümanlardan hazine beklentisi, melek
beklentisi, harikulade şeyler beklentisi olmadan cennete talip olup o
peygambere iman edenler de var. Zaten bu âyetleri ona getiren bir melek iken ayrıca
niye bir melek bekleyelim diyerek o peygambere iman edip teslim olanlar var.
Yemesini, içmesini, çarşı pazarda gezip dolaşmasını da yadırgamayanlar var. İyi
ya işte peygamber aynen benim gibi bir insan, benim
gibi bir kuldur. Ben de onun gibi olabilirim. Ben de onu örnek alarak cenneti
kazanabilirim. Eğer bu peygamber bir melek olsaydı ben onun gibi yaşaya-maz, onu örnek alamaz, onun gittiği cennete gidemezdim. Elhamdü lillah ki Rabbimiz bize,
bizim gibi bir beşeri elçi göndererek rahmetinin gereğini ulaştırmıştır diyen
Müslümanlar var. İşte kâfirler onları bu işten vazgeçirebilmek, peygamberle
onların arasını açmak için de şöyle diyorlardı:
Zalimler diyorlar ki sizler ancak sihre
uğramış, sihirlenmiş bir adama tabi oluyorsunuz. Bu
adam Allah’a yaptığı bu iftiralarının sonucu olarak olsa olsa
bir cinin, ya da bir tanrının, tanrıçanın lânetine
uğramış birisidir dediler. Allah’ın âyetleriyle şereflendirdiği, kitabını
kendisine indirerek yeryüzünde sözcü seçtiği bir peygambere böyle saçma sapan
şeyler söylüyorlardı.
9. “Ey Muhammed! Sana nasıl misâller getirdiklerine bir
bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.”
Bakın, bakın sana nasıl misâller
getiriyorlar? Senin için nasıl örnekler veriyorlar? Böylece saptılar,
sapıttılar da dosdoğru yola gir-meye de artık hiç güç yetiremiyorlar. Artık
onlar doğru yolu da bula-mazlar. Evet böylece
zalimlerin, kâfirlerin değerlendirmesinden sonra Rabbimizin peygamberini
değerlendirmesine şâhit oluyoruz.
Kâfirler
böyle değerlendiriyorlardı peygamberi. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştu.
Peygamberin zayıf bir beşer olduğuna itiraz ediyorlar, ondan harikulade şeyler
bekliyorlardı. Halbuki önceki peygamberlerin hepsi de böyle birer beşerdi.
Onların da babaları, anaları vardı. Onların da hanımları, çocukları vardı.
Onlar da yiyip içen insanlardı. Rabbimiz kitabının pek çok yerinde ısrarla
peygamberlerinin ağzından bu konuyu vurgulatır. Tüm peygamberlerin ısrarla
toplumlarına söylediği şey şudur: Dikkat edin! Ben bir beşerim! Ben sizin gibi
bir insanım! Ben sadece size Rabbimin mesajını getirdim! Bu din benden değil
Allah’tandır! Sakın beni Allah’la karıştırmayın! Sakın Allah’tan istenmesi
gereken şeyleri benden istemeye kalkışmayın diyerek kendilerini putlaştırmaya
çalışan, kendilerini Allah’la karıştıran toplumlarını uyarmışlardır.
Ama maalesef bütün bu uyarılara
rağmen Yahudi ve Hıristiyanların peygamberlerini tanrılaştırmalarına karşılık,
sanki onlara nazire olarak Müslümanlardan kimi zavallılar da Rasulullah efendimizi yüceltmeye, ona onda olmayan bir
kısım İlâhî sıfatlar yüklemeye kalkışıyorlar.
10. “Dilerse sana, bunlardan daha iyi olan, içlerinden ırmaklar
akan cennetler verebilen ve köşkler kurabilen Allah yücelerin yücesidir.”
Rabbin dileseydi onların senin
için istediği bu bağlardan, bahçelerden çok daha hayırlısını sana lütfederdi.
Onların altlarından ırmaklar da akıtırdı. Ve sana saraylar da verirdi. Rabbin
bunu yapma konusunda tebarekedir. Bereketin
kaynağıdır Rabbin. Dilediğine dilediğini verme konusunda güç ve kudret
sahibidir. Allah’ın neye gücü yetmez ki? Peygamberine ve peygamber yolunun
yolcularına cennette vaadettiği nîmetleri bu dünyada
veremez mi? O her şeye güç yetirendir. Dünyada ona bağ bahçe vermedi diye,
saltanat vermedi diye peygamberini beğenmiyor mu? Ya
da bu sayılanların kendisine verildiği insanlar üstündür diye bir âyet mi
indirdi Allah? Böyle bir yasa mı koydu? Bilâkis sevdiği, dünyadan korumak
istediği kullarına daha az nîmet veriyor. Burada daha az veriyor ki öteler
âleminde daha çok nîmetlere ulaştırsın. İşte Rabbimizin yasası budur. Bilâkis
bu kâfirler:
11. “Zaten onlar, kıyâmet saatini de yalanladılar. O saatin
geleceğini yalanlayanlara çılgın alevli bir ateş hazırlamışızdır.”
Saati, kıyâmeti, kıyâmet saatini
yalanladılar. Ve kıyâmeti yalanlayan kimselere de Biz cehennemi, ateşi hazırladık.
Gerçekten kıyâmeti yalanlayan, kıyâmeti yalan sayan, dirilişi reddeden, hesabı
kitabı gündemlerinden düşürerek bir hayat yaşayanlara Rabbimizin tehdidi çok
büyüktür. Allah’ı diskalifiye ederek, Allah’ın dinini ekarte
ederek istediği gibi inanan, istediği gibi yaşayan insanlar bunu daima göz
önünde bulundurmaları gerekecektir. Bakın bunu tekrar tekrar
hatırlatmasında yine Rabbimizin bu tür insanlara rahmetinin tecellisine şâhit
oluyoruz. Kullarına karşı sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olan Rabbimizin her
fırsatta insanları cehennemden kurtarmayı hedeflediğine şâhit oluyoruz. İşte
Rabbimiz bu kadar merhametlidir.
12. “Bu ateş, onlara uzak bir yerden gözükünce, onun
kaynamasını ve uğultusunu işitirler.”
Evet kıyâmeti yalanlayanlara
hazırlanmış olan ateşin özelliğini anlatıyor Rabbimiz. O ateş, o cehennem ateşi
çok uzak bir yerden, uzak bir mekândan kendilerine görününce onun müthiş kaynamasını,
homurtusunu ve uğultusunu işitirler. Müşterilerinin kendisine doğru
yaklaştıklarını gören cehennemin gayzla, öfkeyle
dehşetli sesler çıkarmakta olduğunu haber alıyoruz. İşte böyle kendilerine
uzaktan kükreyen, gazaplanan bu ateşe doğru gidenler
korkunç bir ruh haline kapılıyorlar. Gidilir mi böyle bir yere? Daha içine
girmeden korkunç seslerini, homurtularını duyuyorlar. İçine girdiklerinde ne olacak?
Rabbim bizi korusun.
13. “Elleri boyunlarına bağlanarak, dar bir yerden atıldıkları
zaman, orada, yok olup gitmeyi isterler.”
Elleri boyunlarına bağlı olarak o
cehennemin dar bir yerine atıldıkları zaman orada yok oluşu, ölümü bağırırlar,
çağırırlar. Yok olup gitmeyi isterler. Nerdesin ey yok oluş, nerdesin ey ölüm
diye bağırıp çağırırlar. Aman ya Rabbi, bize bir
ölüm, bir yok oluş yok mu diye dua etmeye başlarlar. Ölümü temenni ettirecek
bir azabın için-dedirler. Ölüm istiyorlar ama bakın kendilerine deniyor ki:
14. “Bir kere yok olmayı değil, birçok defa yok olmayı isteyin”
denir.”
Tek bir ölüm, tek bir helâk, tek
bir yok oluş istemeyin bugün. Çok, çok, yok oluşlar isteyin! Çokça ölümler
isteyin. Milyonlarca defa isteseniz de artık ölümün mahkumu olamayacaksınız.
Ölümü isteseniz de ölemeyeceksiniz ve ebedîyen ateşin içinde kalacaksınız ey
kâfirler. Öyle bir ateş ki sönmeye yüz tuttukça yenilenecek, derileriniz
yandıkça yenilenecek, azap azaldıkça çoğalacak ve peygamber bizim gibi bir beşer, o çarşı pazarda dolaşıyor, bu
kitabı kendisi uyduruyor demenizin karşılığı olarak, Allah’a, kitabına ve
elçisine karşı zalim oluşlarınızdan ötürü ebedîyen bu azabın içinde kalacaksınız.
Evet öyle
bir cehennem ki orada asla ölemeyecekler. Orası onların yeri ve yurdudur. Ölümü
çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar, ölümü temenni edecekler ama
ölemeyecekler. Ölüm acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep
ölümü yaşayacaklar ama bir türlü ölemeyecekler. Denilecek ki hayır hayır, siz böyle kalacaksınız. Siz ebedîyen cehennemde
kalacaksınız. Siz azabın içinde unutulacaksınız. Kesinlikle ölümle bir kurtuluş
yok sizin için. Sizin için ölmek yoktur artık. Ölümü temenni ettiren bir azabın
içinde ebedîyen kalacak ve unutulacaksınız.
Çünkü sizler dünyadayken bunu
istediniz. Allah’ı, kitabı ve peygamberi reddederek biz cehenneme gitmek
istiyoruz, biz Ce-hennem
istiyoruz diye bir hayat yaşadınız. Halbuki dünyada size hak gelmişti. Size
Allah’ın âyetleri gelmişti. Allah sizi bundan haberdar etmişti. Size Allah’ın
elçileri, Allah’ın uyarıları gelmişti. Size kitap gelmişti, size peygamberler
gelmişti... Şimdi söyleyin bakalım:
15. “De ki: “Bu mu iyidir, yoksa Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara mükâfat ve gidilecek yer olarak söz verilen ebedî cennet mi daha
iyidir?”
Şu anlatılan cehennem mi hayırlı,
yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınan, hayatlarını Allah için yaşayan
muttakilerin gideceği ebedî cennetler mi hayırlı? İşte Rabbimiz gönderdiği Furkân olan bu kitabıyla her şeyi ortaya koydu. Hakkı da,
bâtılı da anlattı. Cennetini de, cehennemini de tanıttı. Kâfirlerin yolu da
belli oldu, mü’minlerin yolu da. Herkesin yolu ve bu
yolun gideceği, götüreceği yer de belli olduktan sonra buyurun diyor Rabbimiz,
dileyen dilediği yolu tercih edebilir. Dileyen cennete gitsin, dileyen
cehenneme. Ama eğer aklınız, vicdanınız varsa durup bir düşünün ve karar verin.
Cennet mi hayırlı, yoksa cehennem mi? Kâfirler için, hakkı örtbas edenler için
hazırlanmış ateş mi hayırlı, yoksa muttakiler için hazırlanmış nîmetler mi?
Bunu iyice bir düşünüp karar verin diyor Rabbimiz. Ve böyle bir uyarıyı peygamberine
emrederek Rabbimiz merhameti gereği hâlâ bu işi anlayamamış, cahilce, şeytana
uyarak, nefsine uyarak, zalimlere uyarak Allah ve Resûlüne karşı gelmeyi
sürdüren kimseleri bir daha uyarıyor Rab-bimiz.
Evet o
cennet muttakiler için bir mükafat, bir varış yeridir.
16. “Temelli kalacakları cennette diledikleri şeyleri
bulurlar. Bu, Rabbinin yerine getirilmesi istenen bir va’didir.”
Orada, o ebedî kalacakları
cennetlerde diledikleri her şey vardır onlar için. Akıllarına gelen her şey
vardır orada. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kalplerin hatırına
getiremediği her şey vardır orada. O cennette sizin canınızın çektiği her şey
vardır. Yâni ne arzu ederlerse hepsi vardır orada. Neyin gelmesini isterlerse
mutlaka o kendilerine sunulacaktır orada. Yâni orada acaba şu da var mı? Bu da
var mı? diye sormaya gerek yoktur. Canlarının çektiği türden her çeşit
meyveler, istedikleri tatta, istedikleri renkte, istedikleri büyüklükte ve
olgunlukta meyveler, kuş etleri, şarap ırmakları, su ırmakları, bal ve süt
ırmakları, tertemiz eşler her şey vardır onlar için.
Orada mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü verici
herhangi bir şey yoktur. Orada insanın beğenmeyip burun kıvıracağı hiçbir şey
yoktur. Orada zevk vardır, orada razı oluş vardır, orada istenilen her şeye
ulaşma vardır. Orada hoşnutluk, orada Allah’ın nîmetlerinin in-sanın yüzüne,
içine, kalbine, benliğine sinmesi vardır. Orada Allah’ın nîmetlerinin eseri
insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde his-sedilecektir.
Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde, hal-lerinde
ve tavırlarında etrafa taşacaktır.
İşte bu Rabbinin bir vaadi, Rabbinin
kendisini sorumlu kıldığı bir vaadidir. Rabbin bu vaadini mutlaka yerine
getireceği, mümin kullarını böyle bir cennete ulaştıracağı konusunda söz vermiştir
ve bu sözünü de mutlaka yerine getirecektir. Yâni hiç bir kimse O’nu bu ko-nuda zorlamadığı halde, kimse
kendisine etki etmediği halde Rabbi-miz bu konuda
kendi kendisini sorumlu kılıyor.
Öyle değil mi? Hiç birimizin
O’nun kararına, O’nun hükmüne müdahale hakkına ve yetkisine sahip değiliz.
Böyleyken Rabbimiz biz kullarına rahmeti gereği kendi kendine bir yasa
belirliyor, kendi kendini sorumlu kılarak diyor ki: Bana, Benim istediğim gibi
kul olan, Bana, benim istediğim gibi teslim olan, Benim istediğim gibi bir
hayat yaşayan kimselere Ben cenneti kendime yazdım, onların gideceği yer
cennettir.
17. “O gün Rabbi onları ve Allah'ı bırakıp da taptıkları
şeyleri toplar ve: “Bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendi kendilerine mi
yoldan saptılar?” der.”
Evet herkes orada toplanmışlar.
İnsanların Allah’ı bırakıp ta O’nun berisinde Rab, İlâh ve tanrı kabul
ettikleri de orada, onlara kulluk yapanlar da orada. Tanrılar da orada, kullar
da. Hepsi bir araya toplanmışlar. Yâni insanların Allah’ı bırakıp ta O’nun
berisinde İlâhlaştırdıkları melekler, peygamberler, sâlih
kişilerin de, onları tanrılaştıranların da beraber toplandıkları bir mahşer ortamında
Rabbimiz o tanrılaştırılanlara bir soru soruyor. Sanki kendilerini Allah
berisinde tanrı ilân etmişler gibi, insanları kendilerine kulluğa çağırmışlar
gibi O insanların tanrılaştırdığı meleklere, Îsâ (a.s)’a, Üzeyr
(a.s)’a Rabbimiz şöyle bir soru soruyor:
Şu kullarımı siz mi saptırdınız? Şu
kullarımı siz mi dalâlete düşürdünüz? Yoksa bunlar kendileri mi yoldan
çıktılar? Siz mi onlara tanrılık iddiasında bulundunuz, yoksa onlar mı sizi
tanrılaştırdılar? Bunlar mı size ibadet edenler? Bunlar mı sizi Benim önüme geçirenler?
Bunlar mı sizleri Benim berimde Rabler, İlâhlar bilip tapınanlar? Bunlar size
ibadet mi ediyorlardı? Siz mi dediniz onlara bunu? Siz mi istediniz onlardan
kendinize kulluğu? Siz mi razı oldunuz onların bu kulluklarından? Bunlar size
itaat mı ediyorlardı? Onlar derler ki:
18. “Onlar: “Haşa; Seni bırakıp başka dostlar edinmek
bize yaraşmaz; fakat Sen onlara ve babalarına nîmetler verdin de; sonunda Seni
anmayı unuttular ve helâki hak eden bir millet oldular” derler.”
Ya Rab, hâşâ, biz Seni tesbih ederiz. Biz, Seni tenzih ederiz. Biz, Seni noksan
sıfatlardan uzak biliriz. Senin noksan sıfatların yoktur. Bize, Senden başka
Rab, Senden başka İlâh, Senden başka dostlar, Senden başka veliler bilmeyiz.
Bize, Senden başka dostlar edinmek gerekmez, yakışmaz. Biz, Seni bırakıp ta
nasıl başkalarını dost edinebiliriz? Biz, Seni bırakıp ta nasıl başkalarını Rab
ve İlâh kabul edebiliriz? Biz, Seni bırakıp ta nasıl kendimizin İlâhlığını,
Rabliğini iddia edebiliriz? Bizim Rabbimiz, bizim velimiz Sen iken, bizim dostumuz
Sen iken, bizim boyunlarımızdaki kulluk iplerinin ucu Senin elindeyken, biz
sadece Sana kulluk ederken, sadece Seni dinlerken nasıl olur da bu insanlara
Allah’ı bırakın da bize kulluk edin deriz? Nasıl olur da Allah’ı bırakın da
bizi dinleyin deriz? Nasıl olur da Allah yasalarını bırakın da bizim
yasalarımızı uygulayın diyebiliriz? Biz böyle bir şey yapmadık, böyle bir şey
demedik. Onların yaptıklarından bizim asla haberimiz yoktu.
Lâkin ya
Rabbi Sen onlara ve babalarına nîmetler, saltanatlar, mallar, mülkler, güçler,
kuvvetler verdin. Seni bilsinler diye, Sana şükretsinler, Sana kul olsunlar
diye her türlü geçim araçlarını yağdırdın onların üzerine. Ama bu verilenlerle
Sana şükredecekleri yerde, Seni zikredecekleri yerde, Seni hatırlayıp kul olacakları
yerde tamamen zıddını yapıp Seni unuttular. Kitabını unuttular. Senden gelen
uyarıları unuttular. Seni ve hayat programını gündeme almayı unuttular. Peygamberini
unuttular da helâki hakkeden bir toplum oldular.
Yâni bunlar kendileri saptılar, sapıklığı
kendileri istediler. De-ğilse hâşâ mümkün mü ya Rabbi? Nasıl olur? Biz kendimiz Sana kul-lukta kendimize şeref bulmuşken, Seninle birlikte olmada,
Senin safında yer almada izzet ve şeref görmüşken, hep Sana kul olmuşken, Senin
için bir hayat yaşamışken, Sen bize iman lütfunda,
elçilik lüt-funda bulunmuşken bütün bunlara rağmen
gidip bu alçaklara diye-ceğiz ki bırakın O Allah’ı
bize kulluk edin.
Bu iş asla olacak bir şey
değildir ya Rabbi. Bu alçaklar kendileri bizim şeref
duyduğumuz Sana kulluktan sarf-ı nazar edip başka şeylerin peşinde gidiyorlardı
diyecekler. Bizim bunların bu küfürle-rinden, bu
şirklerinden hiçbir haberimiz ve sorumluluğumuz yoktur diyecekler. Mâide sûresinde de Hıristiyanların tanrılaştırdığı Hz. Îsâ (a.s) nın şöyle buyurduğu
haber verilir: Asla ya Rabbi! Asla ben on-lara Allah’ı bırakın da bana kulluk edin demedim!
şeklindeki bir ifadesini görüyoruz. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
kendisinden başkalarını tanrılaştırıp onlara kulluk edenlere yönelerek buyuracak
ki:
19. “Söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar, artık
kendinizden azabı çeviremez, yardım da göremezsiniz. Zulmedenlerinize büyük bir
azap tattıracağız” denir.”
Bakın tanrılarınız,
tanrılaştırdıklarınız, Benim berimde sözlerini dinledikleriniz sözleriyle sizi
yalanladılar. İşte İlâhlarınız sizi reddettiler. Artık bundan sonra sizden
azabı gidermeye, ya da azap konusunda size yardım
etmeye ne kendinizin ne de başkalarının asla güçleri yetmeyecek. Bu azabı ne
geri çevirmeye, ne de yardıma muvaffak olamayacaksınız. Hiç kimse de size
yardım edemeyecek. Yardım da olunmayacaksınız. İşte kendi ellerinizle oluşturduğunuz
tanrılarınız da size yardım edemeyecekler, etmeyecekler. Sizin kendilerini tanrılaştırmanıza
razı olmayan bu varlıkların hiçbirisi size şefaat etmeyecek. Zulmedenlere,
Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine karşı, Allah’ın elçilerine karşı zalimce bir
tavır takınanlara büyük bir azabı tattıracağız denilecek onlara.
Evet işte o
gün kâfirlerin her şeyleri bitecek. Kendilerinin tanrı kabul ettikleri de
onları yalancı çıkaracak, kendilerini azaptan kurtaracak kimselerin
bulunmadığını, kimsenin kendilerine yardımcı olamayacağını da anlayacaklar.
Evet işte zalimlerin azabı budur. Rabbimiz bugün yine rahmeti gereği zulümden
kurtulmak isteyenleri bu âyetleriyle uyarmaktadır. Henüz dünyaları bitmeden
zulümden, haksızlıktan vazgeçip Allah’ın istediği yola girdikleri takdirde
onlar da kazanmış olacaklar.
20. “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz bütün
peygamberler de, şüphesiz, yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi. Ey insanlar!
Sabreder misiniz diye sizi, birbirinizle sınarız. Rabbin her şeyi görür.”
Peygamberim, Biz, senden önce
gönderdiklerimizden gerçekten yemek yiyen, çarşı pazarlarda dolaşan
peygamberlerden başkasını göndermiş değiliz. Senden önceki elçilerimizi de
aynen senin gibi yiyen, içen, çarşı pazar dolaşanlardan kıldık. Adem (a.s) da,
Nuh (a.s) da, Hud (a.s), Sâlih (a.s), İbrahim (a.s),
Îsâ (a.s), Mûsâ (a.s) la-rın tamamı da tıpkı senin
gibi yiyen, içen, doğan, büyüyen, evlenen, baba olan, hastalanan, ölen
kimselerdi. Niye şimdi sana bu özelliklerinden ötürü itiraz ediyorlar? Önceki
peygamberleri bilmiyorlar mı bu adamlar? Onlar da birer insan değiller miydi? Onlar
da yiyip içen, çarşı pazarlarda dolaşan kimseler değiller miydi? Tüm peygamberlerin
ortak özellikleri bu değil miydi? O zaman birilerinin böyle peygamber kabul
edilip son elçinin peygamber kabul edilmemesinin kanunu nedir?
Biz, sizin bir kısmınızı bir kısmınız
için fitne yaptık. Yâni kimi-nizi kiminiz için
denenme konusu yaptık. Yâni işte böylece içinizden birinizi peygamber yaptık ve
onunla sizi denedik. Peygamber seçtiğimiz, sözcü yaptığımız, kendisine vahiy
gönderdiğimiz kimse; sizi Allah’a kulluğa çağırdı, sizi kendisinin elçiliğini,
örnekliğini kabule çağırdı, size tek kurtuluş yolunun Müslümanlık olduğunu
tebliğ etti. Sizler de onunla denendiniz. Kiminiz bunu kabul edip kazanırken,
kiminiz de reddederek kaybediyor. Şimdi artık siz sabreder misiniz? Artık sabredecek
misiniz? Yâni bu peygamberin peygamberliğini kabul edecek misiniz? Peygamberin
dâvetine icabet edecek misiniz? Peygamberin çağırdığı İslâm’a, Allah’a kulluğa
yönelecek misiniz?
Peygambere ve onun getirdiği mesaja
imanlarınızın sadakatini göstermek, bedelini ödemek üzere bir direnç örneği
ortaya koyarak bu kâfirlerden, müşriklerden ayrılabilecek misiniz?
Unutmayın ki Rabbin görendir,
Rabbiniz basiret sahibidir. Yaptığınız her şeyi gören Allah’tır. Hayatınızı
takip eden, kâfirlerin tutumlarını da, mü’minlerin
tavırlarını da gören ve bilen O’dur. Allah’ın her şeyinizi gördüğü bir dünyada
yaşadığınızı hiç bir zaman unutmayın. Allah’ın hakim olduğu bir dünyada
yaşadığınızı ve bu hayatı Allah’ın istediği gibi yaşayıp, Allah’ın istediği
gibi bitirmek zorunda olduğunuzu unutmayın.
21. “Bizimle karşılaşmayı ummayanlar:” Bize ya melekler indirilmeli, ya da
Rabbimizi görmeliyiz" derler. Andolsun ki kendi
kendilerine büyüklenmiş, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”
Allah’la, Allah’ın hesabıyla,
Allah’ın sorgulamasıyla karşılaşmayı ummayanlar. Dünyayı tatminkâr bulup, âhirete bir arzu duymayanlar, Allah’ı hesaba katmayanlar, âhireti inkâr edenler derler ki; bize melekler gelselerdi ya! Allah bizim üzerimize melekler gönderseydi ya. Yahut biz açık açık Rabbimizi
görsek ya. Madem ki Allah bize me-saj gönderiyor, madem ki Allah bizim hayatımıza karışmayı murad ediyor, madem ki bir elçiyle bize bir hayat programı
gönderiyor, o zaman niye bu işi melekleriyle yapmıyor? Niye her birerimize
melekler indirmiyor? Niye bir melek heyetiyle vahyini gönder miyor? dediler. Tarih boyunca tüm peygamberlere söylenenin
aynısını Rasulullah efendimize de söylediler.
Evet bu
yeni değil, öncekiler de aynı şeyleri söylediler. Önce-kiler de aynı şeyi
istediler Allah elçilerinden. Yâni Allah vahiy gönder-mez,
Allah hayata karışmaz. Eğer karışsaydı bunu mutlaka melekleriyle yapardı
diyorlar. Bunlar samimi değiller. Bu istekler samimi is-tekler değildir. Âhireti inkâr eden, öteler âleminin hesabını, kitabını
reddeden insanların kendi hevâ ve heveslerine göre
konuştukları zırvalardan başka bir şey değildir bunlar.
Muhakkak ki bunlar kibirlendiler, müstekbir davrandılar. Peygamberin Allah’tan getirdiklerine
eyvallahsız davrandılar, ihtiyaçsız davrandılar ve
azgınlaştıkça azgınlaştılar. Bu istek azgınlıktan başka bir şey değildir. Yâni
kendilerine bir melek mi, yoksa bir insan mı gön-dereceğini Allah kendilerine
mi soracaktı? Onlara mı danışacaktı Allah? Onlar mı yetkiliydi bu konuda?
Allah’ın elçileri samimiyetle kendilerini uyaracaklar, kendilerini ateşten
kurtarma yolunda her şeylerini fedâ edecekler, sonra da bu alçaklar diyecekler
ki haydi doğruysanız Rabbimizi getirin de görelim. Allah’ı apaçık görmedikçe
asla size inanmayız. Veya melekler gelsin de görelim. Azgınlıktan başka nedir
bu? Şimdi melek isterler hainler ama:
22. “Melekleri gördükleri gün, işte o gün, suçlulara iyi
haber yoktur. Melekler: “ İyi haber size yasaktır, yasak!” derler”
Melekleri gördükleri gün, o gün
mücrimlere asla müjde yok-tur. O gün suçlulara müjde yoktur. O gün artık
kendilerine göz aç-tırma yoktur. Yâni neyi istiyorlar
bu hainler? Neyi bekliyorlar bu mücrimler? Neyin peşindeler? Melekleri görür
görmez helâklerinin gerçekleşeceğinin farkında değiller mi akılsızlar? Eğer şu
anda Allah meleklerini göndermiyorsa bilsinler ki onlara merhametinden
dolayıdır. Dönüp adam olmaları için, tövbe edip Müslüman olmaları için, yoluna
girmeleri için fırsat tanıyor Rabbimiz onlara. O gün; melekleri gördükleri gün,
Rabbimizin melekleri buyuracak ki onlara:
Artık size başarı, size sevinmek, sizi
mutluluk yasaktır, yasak! Sizin dünyanız bitti. Sizin için artık kurtuluş söz
konusu değildir. Sizin için bundan sonra asla sevinçli bir haber yoktur. Sizin
için azap var, sizin için yokluk var, sizin için kahroluş vardır. Bunun dışında
başka bir şey beklemeyin artık.
23. “Yaptıkları her işi ele alır, onu toz duman ederiz.”
Onların yaptıkları her bir işin,
işledikleri her bir amellerinin önüne geçtik ve böylece onu savrulmuş toz
zerrecikleri haline ge-tiriverdik.
Tüm amellerini boşa çıkarıverdik. Evet önce amellerini onların önlerine koruz.
İşte yaptıklarınız bunlardır diye amellerini onlara gösteririz, ama Allah’a ve
Resullerine, Allah’a ve âhiret gününe inanmadan bir
hayat yaşayan bu insanların tüm amelleri toz toprak halinde etrafa saçılmış
oluverir.
Çünkü amellerin kıstası imandır.
Amellerin ölçüsü imandır. İman olmadan hiçbir amel bir değer ifade etmez.
Amelin değerlendirilmesi için iman gerekir. İmansız amel de, amelsiz iman da
değerlendirilmeye tabi tutulmayacaktır. Allah’a ve Allah’tan gelenlere iman
etmemelerinden dolayı Rabbimiz onların tüm amellerini boşa çıkaracaktır.
Ellerine hiç bir şey geçmeyecektir. Ama:
24. “O gün, cennetliklerin kalacağı yer çok iyi, dinle-necekleri yer çok güzeldir.”
Cennet ashabı, cennet kendilerine
vaad edilmiş olanlar, imanları ve amelleriyle cennet
hakkedenler var ya, o gün onların yerleşim
merkezleri, kalacakları yerleri, makamları çok çok daha
hayırlı ve din-lendikleri, istirahata çekildikleri
yerleri de çok daha güzledir. Evet kâfirlerin azaplarına mukabil onlar her
türlü azaptan, her türlü mahrumiyetten korunmuş, bir farz namazın eda vakti
kadar bile mahşerin sıkıntısından korunmuş olarak ebedî istirahat mahalleri
olan cennete ulaştırılmışlardır.
Çünkü o mü’minler
dünyada Allah için bir hayat yaşamışlardı. Dünyada kendi kurulu düzenlerinin
menfaatini gözetmemişlerdi. Aman param, pulum, altınım, gümüşüm, Dolarım,
Markım, atım, arabam, makamım, mansıbım, zevkim, eğlencem ön planda olmalı, ben
bunlarsız yapamam dememişlerdi. Bunlar için bir hayat
yaşamadılar. Allah’a imanı, Allah’ı razı etmeyi, âhirette
kârlı çıkmayı hesap ettiler. Allah’ın ve Resûlünün uyarılarına kulak verdiler.
Allah’ın kitabını ellerinden, gözlerinden, kulaklarından hiç düşürmediler. Hep
vahiyle beraber oldular. Allah’ın cennet müjdesine evet dediler, peygamberin
örnekliğine evet dediler ve onun gibi bir hayat yaşamanın kavgasını verdiler ve
işte sonunda da bu tercihlerinin neticesi Allah’ın lütfuna
ulaştılar.
25. “O gün, gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve
melekler bölük bölük indirilecektir.”
O gün gökyüzü bembeyaz bulutlar
halinde çatlayacaktır. Ve melekler de art arda, indikçe ineceklerdir. Yâni
gökyüzü parçalanacak, kapı, kapı olacak ve açılan bu kapılardan kulların amel
defterleri ellerinde olduğu halde melekler gelecekler. Yâni az evvelki âyette
konu edilen dünyada kâfirlerin istedikleri âhirette
gerçekleşecektir. Hani melek istiyorlardı ya
kâfirler. Bu iş o zaman gerçekleştirilecek. Sema şak şak
yarılacak ve gök insanlara âyetlerini gösterecek. İşte o gün:
26. “O gün gerçek hükümranlık Rahmânındır. İnkârcılar
için yaman bir gündür.”
O gün mülk, o gün egemenlik, o
gün hâkimiyet, o gün hükümranlık, o gün söz hakkı hak olarak Rahmâna aittir. O
gün Allah’tan başka mülk ve otorite sahibi, söz sahibi yoktur. Sanki bugün mülk
O’na ait değil mi de; o gün O’nun olacak? Yâni sanki bugün egemen O değil mi
ki; o gün O olacak? Evet elbette bugün de mülk O’nundur, bugün de saltanat
O’nundur, bugün de egemen O’dur. Ama bir farkla ki, bugün O Allah, kendi
mülkünde kendisinden başkalarına da mülk yetkisi, saltanat yetkisi veriyor.
Ve bugün Allah’ın tanıdığı bu
geçici yetki ve saltanata sahip olan kimseler de sanki Allah’ın mülkünde
kendilerinin gerçek sahipliği varmışçasına şımarıp aldanıyorlar. İşte bunun
içindir ki Rabbimiz ısrarla kitabının pek çok yerinde öteler âleminde mülkünün
hiç ortağı olmadığını vurguluyor. Öteler âleminde mülkünde ortağı olmaması
ifadesinden bugünkü insanlar bugün de mülkünde ortağının olmadığını çıkarmaları
gerekiyordu. Bu dünyada bir irade gereği, bir imtihan gereği bu dünyada
kendilerine verilen bu yetkilerinin, mülk ve saltanatlarının da geçici olduğunu
anlamaları gerekiyordu. Bir gün tüm yetkilerini, tüm saltanatlarını, tüm
mallarını, mülklerini bırakıp gideceklerini, göklerin ve yerin mirasının
Allah’a kalacağını anlamaları gerekiyordu.
Evet tüm
insanların dirilip hesaba çekildikleri bir ortamda soruyor Rabbimiz: Bugün mülk
kimindir? Mülk kimin bugün? Mâlikiyet kimin bugün? Mallarınız, mülkleriniz,
paralarınız, pullarınız, evleriniz dükkanlarınız kimin bugün? Egemenlik kimin
bugün? Tabi yine cevabı Rabbimiz verecek ve buyuracak ki bugün mülk, bugün
egemenlik, bugün söz hakkı Kahhâr olan Allah’ındır.
Peki bunu bugün sorsa Allah ne diyecekti bu insanlar. Gerçi elimizdeki şu
kitabın tamamlanmasından sonra artık bize Allah’tan bir vahiy gelmeyecek te gelecek ve soracak olsa Rabbimiz ne cevap verir bu
insanlar? Şu mallar benim. Şu topraklar benim. Şu paralar, şu araziler benim.
Şu fabrikalar benim. Şu kentler, şu ülkeler benim. Şu ırmaklar benim. Şu
kıtalar benim. Şu ormanlar benim diyen nice cahiller çıkmayacak mı?
Evet bugün
de mülkün sahibi O’dur. Bugün de söz sahibi, yarın da söz sahibi O’dur. Bugün
de yarın da Mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konumu gereği dokunmuyor
Allah. Bundan ötürü insanlar kendilerinin mülkün sahibi olduklarını iddia
edebiliyorlar. Ama o gün öyle bir ortamda soracak ki bu soruyu, kendisinden
başka cevap verecek bir tek varlık yok. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölmüş,
hepsi yok olmuş. İnsanlar, cinler, melekler hepsi bitmiş. Cevap verecek kimse
kalmadığı için Rabbimiz kendisi veriyor cevabını. Bugün mülk Kahhâr olan Allah’ındır. Burada da Mahşerde kimsenin elinde
bir yetkinin olmadığı bir ortamda mülk o gün Rahmâna aittir buyuruluyor.
Haydi orada da desinler bakalım. Şu ülkeler benimdi, şu mallar, mülkler
benimdi. Kimsenin bunu demeye imkânı kalmamıştır artık.
İşte o gün kâfirler için çok zor bir
gündür. Hiç kolaylaşmayacak zorluklar onları beklemektedir.
27,28,29. “O gün, zalim kimse ellerini ısırıp: “Keşke Peygamberle
bir yol tutsaydım, vay başıma gelene; keşke falancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni, bana gelen Kur'an'dan
o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor” der.”
O gün zalim elini ısırır.
Pişmanlık içinde zalimler o gün ellerinin üzerini ısıracak. Hınçla ellerini
gevmeye başlarlar o gün. Ve der ki: Eyvah! Eyvah! Yazıklar olsun bana! Yuh
olsun bana! Keşke pey-gamberle bir yol tutsaydım! Ne
olurdu keşke peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Keşke peygamberle birlik
olsaydım! Keşke beni pey-gambere götürecek bir yol
izleseydim! Keşke beni peygamber sa-fında kılacak bir yola girseydim! Keşke yanlış yerden bilet
almasaydım! Keşke falanların, filânların yoluna değil de peygamber yoluna
girmiş olsaydım! Keşke peygamberi tanıyıp onun gibi bir hayat yaşasaydım!..
Yazıklar olsun bana. Keşke ben falanı,
filânı dost edinmeseydim. Çünkü o dost edindiklerim beni zikirden, beni
kitaptan uzaklaştırdı, beni vahiyden saptırdı. Halbuki o zikir bana gelmişti.
Halbuki o kitap bana gelmişti. O filân ve falan kitapla benim arama girerek benim
kitabı öğrenmeme, kitabı tanıyıp onunla amel etmeme engel oldu. O kitap bana
gelmişken, Rabbim beni o kitapla sorumlu tutmuşken, tam ben o kitapla karşı
karşıya gelmişken, tam ben o kitapla tanışmak üzereyken o falan filân beni o
kitaptan saptırıverdi. Meselâ adamı meyhaneden çıkarıyorsunuz, Müslüman olması
gerektiğini söylüyorsunuz, adam Allah yoluna girmeye karar veriyor. Adam tam
zikirle, kitapla tanışmak üzereyken birileri başka bir kitabı veya işte filân
cemaati, falan grubu tavsiye ediyor.
İşte din budur diyerek kendi kliklerini, kendi
gruplarını, kendi kitaplarını sunuveriyorlar ve işini bitiriyorlar adamın. Bu
belki bir ce-maattir, bir
liderin kitabıdır, bir partidir, bir tarikat grubudur veya işte bizim ülkedeki
düzenin resmi din kitaplarıdır, resmi din anlayışıdır. Meselâ Jamaika’dan geldi
bir kadın Müslüman olmak için, ama biri-leri ona öyle
din sundular ki o kadın şimdi hem Müslüman, hem de başörtüsüz dolaşıyor
Konya’da. Evet insanlara kulluk kitabı olarak şu kitabı tavsiye edeceğiniz
yerde başka şeyleri tavsiye ediyorsanız insanları saptırıyorsunuz demektir.
Evet o gün
öyle diyecekler. Eyvah, keşke falanları filânları değil de direk kitabı
tanısaydım. Direk peygamberi tanısam ve onun gibi olmaya çalışsaydım. Keşke
falan ya da filân tipi yaşamasaydım. Keşke falan ya da filân tipi giyinmeseydim. İnsanlar hiç kitaba ve pey-gamberi tanımaya yönelmiyorlar şimdi değil mi? Efendim önce
filân zâtı tanıyalım, falan gibi olalım,
falanın dediği gibi yapalım demeye çalışıyorlar. Halbuki biz peygamberi değil
de birilerini örnek almaya çalışırsak kesinlikle bilelim ki onda çakılıp kalacağız
ve onu bir adım daha ileriye geçemeyeceğiz demektir.
Ancak onun kadar olabileceğiz demektir.
Muhakkak ki şeytan insanı yapayalnız ve
yardımcısız bırakır. Şeytan her zaman insanı aldatandır. Gerek insanları
saptırmaya çalışan insan şeytanlarına, gerekse cin şeytanlarına karşı çok dikkatli
olmak zorundayız. Önce bir takım şeylere teşvik ederler, süslü gösterirler,
Allah yolundan saptırırlar, sonra da onu yapayalnız bırakıverirler. Evet ana,
baba, hoca, koca, mal mülk, dükkan tezgah, zenginlik, makam, mevki yâni bizi
kitabı Sünneti öğrenmekten engelleyen ne varsa hepsi şeytandır, onlara dikkat
edelim.
30. “Peygamber: “Ey Rabbim! Doğrusu milletim bu Kur'-an'ı
terk etmişti” der.”
Resul der ki: Ey Rabbim, muhakkak
ki şu kavmim bu Kur’an’ı terk ettiler. Kavmim bu Kur’an’dan hicret ettiler. Kavmim bu Kuran’ı kendilerinden
hicret ettirdiler. Kendileri değil, onu kendilerinden hicret ettirdiler. Bu Kur’an’ı sosyal hayatlarından uzaklaştırdılar. Bu Kur’an’ı mekteplerinden, hukuklarından, eğitimlerinden
uzaklaştırdılar. Bu Kur’an’ı aile hayatlarından,
evlerinden, mutfaklarından, kazanma harcama anlayışlarından uzaklaştırdılar. Bu
Kur’an’ı terkedilmiş olarak, metruk olarak, kendisine
başvurulmaz olarak bıraktılar. Bu Kur’an’ı dikkate
değer görmediler. Bu kitapla amel etmeyi terk ettiler. Hayatlarını bu kitaba
göre yaşamaktan vaz geçtiler. Hayat problemlerini bu
kitaba sormaz oldular. Bu kitabın önüne başkalarının kitaplarını, başkalarının
yasalarını geçirdiler. İşte böylece:
31. “Ey Muhammed! Her peygamber için, böylece suçlulardan
bir düşman ortaya koyarız. Doğruyu gösterici ve yardımcı olarak, Rabbin yeter.”
Her bir Nebi, her bir peygamber
için mücrimlerden bir düşman kıldık. Ama kesinlikle bilesin ki; Ey Peygamberim
Hâdî olarak, hidâyet edici olarak ve yardım edici olarak Rabbin sana yeter. Sen
sadece Rabbine güven, Rabbine dayan, Rabbine teslim ol peygamberim. Yâ-ni ey peygamberim, şu anda
karşında amansız düşmanlarının bulun-ması seni
korkutmasın. Sadece senin için değil, senden önceki elçilerimizin karşısında da
aynı düşmanlar vardı. Bu zalimlerin Hakka karşı çıkmaları yeryüzünde
vazgeçilmez bir yasadır. Olacak bunlar. Sen onları Bana bırak ve yoluna devam
et. Hâdî ve yardımcı olarak Ben sana yeterim.
Mekkeliler
Allah’ın kitabını reddediyorlar. Kur’an’sız bir hayattan
yana tavır alıyorlar. Bugün bizim etrafımızdakiler ise inandıkları bir kitabı
reddediyorlar. Yâni inandım dediği bir Kur’an kendi
dünyalarına hizmet etmediği için Onu bir kenara almışlar. Ama belki bir gün bu Kur’an da onun kendi dünyasına, para kazanmasına, makam
elde etmesine, dünyalık devşirmesine hizmet ederse o zaman bu kitabı eline
alacak ve bu kitabı da pazarlayabilecektir. Bu kitabı kendi menfaatine alet
edecektir. Yazıklar olsun bu insanlığa.
O gün Mekkeli inanmadığı Kuranı
reddederken bugünküler inandıkları bir Kur’an’ı
arkalarına atıyorlar. Başka kitaplar, başka sistemler, başka yasalar bu kitabın
önüne geçmiş. Bir oyun ve eğlence, bir felsefi hareket, bir mal mülk hesabı,
bir makam mansıp hedefi bu kitabın önüne geçirilmiş. Kur’an
unutulmuş, insanlar başka sevdaların peşine düşmüşler. Bunu anlamak mümkün
değildir.
32. “İnkâr edenler: “Kur'an,
ona bir defada indirilmeliydi" derler. Oysa Biz onu böylece senin kalbine
yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz.”
Kâfirler dediler ki: Kur’an bir defada indirilmeliydi. Nolaydı
bu Kur’an ona tek bir defada, toplu olarak
indirilseydi. Yâni eğer bu kitap gerçekten Allah’ın sözü olsaydı bir celsede
toplu olarak indirilirdi. Kitabımızın bazı yerlerinde kâfirlerin bu itirazları
gündeme getirilir. Rabbimiz ise bu kitabını âyet âyet,
sûre sûre, parça parça indirmiş
ve bakın bunun hikmetini de şöyle açıklıyor.
Biz o kitabı böylece âyet âyet, sûre sûre indirdik ki
böylece onunla senin kalbini sağlamlaştıralım, onu kalbine iyice yerleştirelim
diye. Yâni senin belleğine iyi yerleşmesi böyle daha güzel olsun diye. Ve onu
belli bir okuma düzeniyle ağır ağır okuduk, düzene
koyduk. Ve sen de artık onu tertil üzere oku. Anlaya anlaya, düşüne düşüne, hazmede hazmede ve insanların belleğine, kalbine, gözüne kulağına
iyice yerleştire yerleştire oku.
Evet bu
kitabın böyle parça parça, deste deste
inmesinin sebebi budur. Belleklere alınmasının kolay olması, kalplere iyice
yerleştirilmesi, hayatında zuhur eden hayat problemlerine sıcağı sıcağına
çözümler getirelim diye. Hak bâtıl savaşının her bir safhasında inecek
âyetlerimizle bâtıl taraftarlarına karşı seni destekleyelim, sana cesaret
verelim, senin için strateji belirleyelim diye. Evet demek ki Kur’an bunun için bir defada, toptan değil bölüm bölüm indiriliyordu.
O zaman
unutmayalım ki eğer bizim kalbimizin de Allah’ın ki-tabıyla yatışmasına
ihtiyacımız varsa, bâtıl taraftarlarıyla verdiğimiz bir savaşta eğer bizim de
Rabbimizin desteğine, Rabbimizin yardımına ihtiyacımız varsa bizler de bu
kitabı sürekli okumak zorundayız. Ramazanda bir hatim inip bitti dememeliyiz.
Kitapla beraberliğimizi sürdürmeliyiz. Sürekli onunla birlikteliğimizi sürdürmeliyiz
ki; Rabbi-mizin zikrettiği bu faydalar bizim için de
söz konusu olsun.
33. “Sana bir misâl vermezler ki, Biz onun gerçeğini ve
en iyi anlaşılanını sana vermemiş olalım.”
Onların sana karşı getirdikleri
hiçbir misâl, hiçbir temsil, hiçbir itiraz, hiçbir görüş yoktur ki sana onun
daha doğrusunun, tefsirin, açıklamasının daha güzelini getirmiş olmayalım. İşte
önceki âyette anlatılan Kur’an’ın peyderpey
gönderilmesinin bir başka hikmeti de budur. İşte gördük bu sûrede. Onlar bir
şey dedi, Allah da bir şey dedi. Onlar bir misâl getirdiler, Allah bir misâl getirdi.
Alîm ve Hakîm olan Allah kendisi tarafından yaratılan, kendisi tarafından rızıklandı-rılıp doyurulan,
kendisinin bilgisiyle bilgilenmeye muhtaç olan kimselerin sözlerine,
misâllerine, mesellerine, delillerine de değer veriyor.
Hattâ kendisine savaş ilân
edenlerin sözlerini de zikrediyor. Onlar ne dediler, ne demediler, nasıl itiraz
ettiler, nasıl karşı çıktılar hepsini ifade ediyor, ama onların yanılgılarını
ortaya koyarak onların söylediklerinden daha güzel, daha hak olanını da ortaya
koyuveriyor. Böylece kâfirlerden gelen her yeni bir mesel, her yeni bir itiraz
kar-şısında yeni yeni
âyetler göndererek Resûlünü bilgilendiriyor, ona desteğini ulaştırıveriyor.
34. “Cehennemde yüzü koyun toplanacak olanlar, işte onların
yerleri en kötü ve yolları da en sapıktır.”
Evet herkesin görüşüne müsaade
var, özgürlük var, dilediklerini seçim hakları var. Hattâ Allah’a ve elçisine
karşı onların geliştirdikleri felsefelerini, düşüncelerini Rabbimiz işte bu
kitabında zikrediyor da. Ama doğruyu ortaya koyarak, hakkı ortaya koyarak onların
yanılgı noktalarını ortaya koyarak kendilerini uyarmayı da ihmal etmiyor
Rabbimiz. Yâni onlara merhamet ediyor. Yâni bu pespaye dü-şüncelerinizi, bu hiçbir şey ifade etmeyen felsefelerinizi
zikretmekle size değer filân vermiyorum, sadece sizin o akılsız akıllarınızı
başlarınıza getirmek istiyorum dercesine onlara uyarısını ulaştırıyor. Bakın
işte uyarısı:
Onlar bu
yaptıklarının karşılığı olarak cehenneme haşr ola-caklar. Yüzleri üzeri cehennemde toplanacaklar. Tepe aşağı
veya yü-züstü sürüklenerek
cehenneme atılacaklar. İşte onlar yerleri, mekânları en kötü, yolları da en
sapık, en şaşkın kimselerdir. Öyleyse Rab-bimizin
rahmeti gereği dinini ortaya koyarken insanların akıllarını erdirmek için hakla
birlikte bâtılın düşüncelerini, felsefelerini de ortaya koyması, sakın bâtıl
taraftarlarını kendilerinin de haklılığı zehabına götürmesin diye onların feci
âkıbetlerini gözler önüne sererek işte böyle bir uyarıda bulunuveriyor
Rabbimiz. Yüzüstü cehennemde toplanacaklar onlar buyuruyor. Çok kötü bir yolda
oluşları sebebiyle şerli bir mekân onları beklemektedir.
35. “Andolsun ki Mûsâ'ya Kitap
verdik, kardeşi Harun'u da kendisine vezir yaptık.”
Muhakkak ki Biz Mûsâ’ya da kitap
verdik. Onunla beraber kardeşi Harun’u vezir yaptık. Ona yardımcı olarak
Harun’u takdir ettik. Medyen’den ailesiyle birlikte
Mısır’a dönerken yolda, Tur’da Rabbimiz kendisine ilk vahyini ulaştırdığı zaman
Mûsâ (a.s) Cenâb-ı Hakka yal-varıp, ya Rabbi ben çok yalnızım, bana ehlimden bir yardımcı ver
de-dikten sonra bizzat kardeşi Harun’u zikrederek onu bana destek kıl demişti.
Rabbimiz de Onun bu duasına icabet buyurup, tamam istediğin oldu, kardeşin
Harun sana yardımcı verildi buyurmuştu. Gerçekten güzel bir kardeş, güzel bir
vezir, güzel bir yardımcı.
Rabbimizin bize kitabında
anlattığına göre Firavun ve toplumuyla olan mücâdelesinde Onu hep Mûsâ (a.s) nın yanı başında görüyoruz. Bizler de hep birbirimize,
kardeşlerimize güzel kardeşler olalım. Kardeşlerimizin Allah’ın emirlerini
icrası konusunda, Allah düşmanlarıyla mücâdelesi konusunda, yeryüzünde Allah’ın
dininin yaşanması konusunda hep yardımcı olalım. Kardeşlerimize kârlı güzel
kardeşler olalım. Kardeşlerimizi peygamber yolunda tutan, peygamber yolunda
yürüten kardeşler olalım inşallah. Kardeşlerimizin hidâyetine, cennetine sebep
olan, onların cehennem yollarına barikatlar koyan bir kardeş olalım.
36. “Âyetlerimizi yalanlayan millete gidin” dedik. Sonun-da
o milleti yerle bir ettik.”
İkisine birden dedik ki,
âyetlerimizi yalan sayan, yok farz eden şu kavme gidin. Rablerinden aldıkları
bu emirle Firavun ve toplumuna gittiler. Uyardılar onları. Küfür ve şirkten,
Allah’ı hesaba katmadan bir hayat yaşamaktan, Allah’la savaşa tutuşmaktan
vazgeçmeleri konusunda uyardılar onları. Allah’a imana, Allah’a kulluğa çağırdılar
onları. Dâvetlerine icabet etmeyen Firavun ve hempalarına karşı uzunca kavgalar
verdiler, mücâdeleler verdiler. Kitabımızın pek çok yerinde anlatılır konu.
Kâfirlerle peygamberler arasında uzun bir dönem iman küfür kavgası sürüp gitti.
Sonunda çok az insan hariç inanmadılar. Küfürlerinde direnç gösterdiler. Allah
ve elçileriyle savaşlarında ısrar ettiler. Kendilerini, kendi görüşlerini,
kendi hayat felsefelerini Allah elçilerinin getirdiği hayat programına tercih
ettiler. Allah onların akıllarını başlarına getirmek için çeşitli belâlar,
musîbetler, iptilalar gönderdi. Ama yine de adam olmadılar da:
Biz de onların yerlerini, yurtlarını
darmadağın ettik. Firavun ve çevresini, Firavun ve toplumunu, avenelerini
darmadağın ettik. Ağızlarının payını veriverdik onların. Yerle bir ediverdik
onları. Bir örnek daha verecek Rabbimiz:
37. “Nuh milletini de, peygamberleri yalanladıkları zaman
suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret kıldık. Zalimlere can yakıcı
azap hazırlamışızdır.”
Nuh kavmi de aynen kendilerinden
öncekiler gibi elçilerimizi yalanladılar, onların da ağızlarının payını verip
muaheze ediverdik. Onları suda boğduk. Ve insanlar için, kendilerinden sonra
gelecekler için bir âyet, bir ibret, bir ders kıldık. Ve işte böylece zalimlere
yaşadıkları zalimce bir hayatın neticesinde hak ettikleri can yakıcı, dayanılmaz
bir azap hazırladık. Onlar bu helâki hakkettiler. 950 yıl aralarında çırpınan,
kendilerini Allah’a kulluğa dâvet eden Nuh (a.s)’ı dinlemediler, Ona ve
getirdiği mesaja değer vermediler. Kendilerinin kurtuluşu için çırpınan bir
kutlu elçiye eziyetler ettiler, işkenceler yaptılar, dövdüler, sövdüler, akla
hayale gelmedik zulümlerini peygamber üzerinde uyguladılar.
Ama sonunda yine kurtulanlar bir
gemiye binerek, bir peygamber safında yer alarak, tercihlerini bir peygambere
kullanarak kurtulurlarken, helâk olanlar da tufanla boğulup ebedîyen yerin dibine
batıverdiler, ebedîyen cehenneme doğru yollanıverdiler.
38,39. “Ad, Semûd milletleri
ile Ress'lileri ve bunların arasında bir çok
nesilleri de yerle bir ettik. Her birine misâller vermiştik ama, dinlemedikleri
için hepsini kırdık geçirdik.”
Âd toplumu, Semûd
kavmi, Ashab-ı Ress yâni
kuyu ashabı ve bunların aralarında geçen kavimleri, toplumları, nesilleri de isyan-larından, Allah ve elçileriyle çatışmalarından ötürü yerle
bir ettik. Biz onların her birini misâl olarak veriyoruz. Her birinin durumunu
sana anlatıyor, haber veriyoruz. Biz onların hepsini kırıp geçirdik. Onlardan
geriye hiçbir bâkiye kalmadı. Hani neredeler şimdi? Ahkâf
bölgesine hakim olan o güçlü kuvvetli, sıktığının suyunu çıkaran Âd kavmi nerede
şimdi? Yeryüzünün en süper gücüne sahip olan o insanlar hani nerede şimdi?
Yeryüzünde bir daha görülmeyecek o şehirlerin, o medeniyetin sahibi olan Semûd nerede? Yeryüzünün en uzun ömürlü, bin yıl yaşamış
olan Nuh kavmi nerede şimdi? Bir haber alabiliyor musunuz onlardan? Bugün Âd
kavminin, bugün Hud kavminin, Bugün Nuh kavminin
yerlerini, yurtlarını, şehirlerinin, saraylarının kalıntılarını satmaya
kalksanız kim kaç para verir?
40. “Ey Muhammed! Bu putperestler andolsun
ki, belâ yağmuruna tutulmuş olan kasabaya uğramışlardır. Onu görmediler mi?
Hayır! Tekrar dirilmeyi ummuyorlardı.”
Muhakkak ki belâ ve musîbet
yağmuruna tutulmuş olan şu ülkeye de uğramışlardır onlar. Mekkeliler, şu
insanlar muhakkak ki Belâlar yağdırdığımız Lût (a.s)
un ülkesine de uğrayıp görmüşlerdir. Şu Mekkeliler, şu Hicaz halkı ve şimdi
sizler Filistin ve Suriye’ye giderken seyahatinizde mutlaka Lût
kavminin yerin dibine batırılmış ülkesini gördünüz. Allah’la savaşa tutuşmuş,
cinsel ahlâksızlığı Allah’a ve peygambere kafa tutacak doruk noktaya
ulaştırdığı için helâk edilen Lût kavminin
kalıntılarının arasından geçmişsinizdir. Fenalık yağmuru yağdırılan ülke. Azap
yağmurlarıyla yok edilen toplum. Meleklerin kaldırıp kaldırıp
yere vurdukları şehirler. Üzerlerine çamurdan taşlaşmış ve her birinin üzerinde
kimin beyninde patlayacağı yazılı azap taşlarının yağdırıldığı kentler. Allah’ı
unutup, Allah’ın elçisinin getirdiği mesajı reddedip çılgınlar gibi
eğlenirlerken, hayvanlar gibi şehvetlerinin peşinde koştururlarken Allah’ın
azabının kendilerini kuşattığı insanlar.
Hani nerede şimdi onlar? İşte
görüyorsunuz Lût gölünün çöktüğü yeri. Aman Allah’ın
bu topluma gönderdiği bu azapla insanlar ilgi kurup adam olmaya yönelmesinler
diye şimdi orasının adını atlaslarda değiştirmeye çalışıyorlar. Lût gölü değil de ölü deniz filân demeye çalışıyorlar.
Hainler ne kadar da insanların gözünden, gönlünden sakalsanız da, işte bütün
çıplaklığıyla gözlerinizin önünde duruyor bu gerçek. Unutmayın ki o denizin
altında yatan helâk olmuş bir kavmin cehenneme yolculuğu devam ederken acı acı feryatları kulaklarımıza gelmektedir.
Şimdi görmüyorlar mı? Bakmıyorlar mı?
Hayır hayır bu insan-lar
bunları görüyorlar, anlıyorlar da öldükten sonra dirilişi pek hesaplarına
katmıyorlar. Yâni şimdi onları görseler, bu batıp gidenler üzerinde düşünüp,
ölüm üzerinde kafa yorup bir sonuca gitseler, bir ders çıkarsalar o zaman
iştahları kaçacak, programları altüst olacak ve yaşadıkları bu hayatta
zulmedemeyecekler, kan içemeyecekler, kâfirce ve müşrikçe bir hayatı
sürdüremeyecekler. Allah’la, Allah’ın diniyle, Allah’ın elçileriyle ve
Müslümanlarla savaşlarını sürdüremeyecekler.
Yâni bir insan hem Allah’ı kabul
etsin, hem âhiretin hesabını kitabını kabul etsin,
hem de zalim olabilsin. Bu mümkün müdür? Hayır bu asla mümkün değildir. Onun
içindir ki kâfirin, zalimin yeryüzünde küfrünü ve zulmünü rahat sürdürebilmesi
için ilk yapması gereken şey Allah’ı, Allah’ın dinini ve âhireti
devre dışı bırakmak, inkâr etmektir. Değilse asla bu adam küfrüne ve zulmüne
devam edemeyecektir. Onun içindir ki ne Âd’ı ne Semûd’u
gündeme almıyor. Allah’ı, âhireti, ölümü, hesabı
kitabı da diskalifiye ediyorlar ve yapacakları günâhları rahat yapmaya
bakıyorlar. Devam etsinler bakalım geberecekleri güne kadar bu hayatlarına.
41. “Seni gördükleri zaman, “Allah'ın gönderdiği elçi bu
mudur?” diye alaya almaktan başka bir şey yapmazlar.”
Seni gördükleri zaman da seni
yalnızca alay konusu yapıyor-lar. Seninle ancak seni alaya
alarak, eğlence konusu yaparak konuşuyorlar. Sana karşı tavırlara seni
maskaraya almak şeklindedir. Senin hakkında diyorlar ki, şu adam mıymış
Allah’ın elçi olarak ba’s ettiği? Bu mu Allah’ın
peygamber olarak seçip gönderdiği? Küçük görüyorlar peygamberi, alaya
alıyorlar, bu mu Allah’ın elçiliğine lâyık gördüğü? diyorlar. Allah bununla
konuşuyormuş? Allah buna vahiy gönderiyormuş? Cebrâil buna âyet getiriyormuş? diyorlar.
42. “İlâhlarımız üzerinde direnmeseydik, doğrusu neredeyse
bizi onlardan uzaklaştıracaktı”derler. Azabı gördükleri
zaman, kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.”
Doğrusu biz ona karşı kararlılık
göstermeseydik, tanrılarımıza sabredip sıkı sıkıya sarılmasaydık az kalsın bizi
İlâhlarımızdan saptıracaktı bu adam. Dikkat ediyor musunuz? Adamlar sözlerinde
o kadar çelişki içindeler ki? Bir yandan peygamberi küçük görüyorlar, değersiz
görüyorlar, onunla alay ediyorlar, bir yandan da onun kendileri üzerindeki
etkisinden söz ediyorlar. Eğer İlâhlarımıza sabredip sıkı sıkıya sarılmasaydık
neredeyse bizi etkisiyle İlâhlarımızdan koparacaktı diyorlar.
Aptal insanlar. Bir peygamber
kendilerini kurtarmaya gelsin, kendilerini cehennemden kurtarmaya çırpınsın,
kendilerini hidâyete ulaştırmak için gecesini gündüzünü bu işe teksif etsin sonra
da tutup bu adamlar da onun bu dâvetine karşılık putlarına, İlâhlarına sabredip
sarılsınlar. Gerçekten çok acınacak bir ruh haleti içindeler. Şimdiki putçular
da aynen onlar gibi kendilerini hidâyete ve cennete çağıran Müslümanlar
karşısında putlarına, laikliklerine, demokrasilerine sımsıkı sarılmaya
çalışıyorlar. Eğer biz putlarımıza sahip çıkarsak bu adamların bize
yapabilecekleri hiç bir şey yoktur diyorlar.
Evet öyle
diyorlardı selefleri de. Yâni bayağı bayağı aklımızı
başımıza almasaydık, İlâhlarımıza ciddi sarılmasaydık bizi onlardan koparırdı
gittiydi bu peygamber diyorlar. Onlar böyle alay ede dursunlar, eğlene
dursunlar.
Çok yakında
azabı gördükleri zaman yol olarak kim sapıkmış, kim doğru yoldaymış bilecekler
onlar. Peygamber mi sapık yoldaymış, yoksa kendileri mi? Çok yakında bilecek ve
anlayacaklar bunu? Müslümanlar mı dalâlette, yoksa kendileri mi? Azabı
gördükleri zaman anlayacaklar bunu. Zorunlu olarak kabul etmek zorunda oldukları
böyle bir ortamda gerçeği anlamalarının ve kabullenmelerinin ne anlamı olacak
ta? Bunu bugün anlamalılar ve hayatlarını buna göre yaşamalıydılar. Geçmiş
olsun. İşte Rabbimiz şu anda kitabında ara ara o gün
olup biteceklerle alâkalı bilgiler, görüntüler sunuyor. O gün aklınız başınıza
gelecek, gelin bugünden aklınızı başınıza alın diye.
43. “Ey Muhammed! Hevesini kendine İlâh edineni gördün
mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”
Gördün mü İlâh olarak hevâ ve hevesini kabul eden kimseyi? Hevâ
ve hevesini İlâhlaştırıp Allah’ın önüne geçiren kimseyi gördün mü? Hevâsını İlâh edinip, arzu ve tutkularının kulu kölesi olan
kişiyi gördün mü? Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını, Allah’tan gelen
hayat programını bir kenara bırakarak kendi hevâ ve
heveslerini, ya da kendisi gibi âciz insanların hevâ ve heveslerini, istek ve arzularını din kabul edip
onların peşi sıra giden kimseleri gördün mü peygamberim? Sizler de gördünüz mü
böyle kimseleri? Peki kimdir bunlar? İşte şu anda Allah’ın kitabı, Allah’ın
yasaları yerine kendi hevâsını heveslerini
putlaştırıp tanrı edinen ve kitapsız, peygambersiz hevâsı
istikâmetinde bir hayat yaşayan insanlardır.
Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen
basiretlerle ilgi kurarak kendisini arındırmaya çalışmamış, Allah’ın kitabından
ve peygamberin Sünnetinden habersiz olduğu için, Allah’ın kendisi adına belirlediği
kulluk programına teslim olmak yerine kendi bilgisine, kendi hevâ ve heveslerine teslim olmuş, ya
da başkalarının hevâlarına teslim olmuş, başkaları
için yaşamayı, tâğutlar için yaşamayı, moda için, çevre
için, âdetler için yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi alışkanlık edinmiş,
kendi kendisini pisliğin, günâhların, isyanların içine düşürmüş, hem dünyada
hem de âhirette ziyana uğramış, kendi kendisini
kötüye harcamış insandır.
Allah’tan
gelen hayat programını bırakmış, kendisine sunulan kulluk örneği olan
peygamberle diyalog kurmamış, ben bana yeterim. Ben benim hayatımı
düzenlemesini bilirim. Evimi ben de düzenleyebilirim. Nereden kazanıp nerede
harcamam gerektiğini ben de bilirim. Çocuklarımı nasıl eğiteceğimi, ne
yiyeceğimi, nasıl giyineceğimi ben de bilirim. Benim aklım var, benim fikrim
var. Benim Allah’a da, O’nun kitabına da, O’nun hayat programına da Onun
elçisinin örnekliğine de ihtiyacım yoktur demiş ve kendi hayatına kendisi
program yapmaya kalkışmıştır. Kendi hevâsını, kendi
heveslerini ve arzularını putlaştırmış, boynundaki kulluk ipinin ucunu kendi
elinde tutmayı tercih etmiş insanlar.
Şimdi ey peygamberim, sen böyle adamlar
üzerine vekil mi olacaksın? Kendini böylelerinden
sorumlu mu tutacaksın? Bunlar için çalışıp çırpınıp kendi kendini helâk mi
edeceksin? Bırak ne halleri varsa görsünler? Ne yapacaklarsa yapsınlar.
Bilmiyorlar mı bu adamlar Allah’ı? Bilmiyorlar mı Allah karşısında hiçbir
güçlerinin olmadığını? Bilmiyorlar mı kendileri gibi âciz insanların güçlerinin
kuvvetlerinin, bilgilerinin ne olduğunu da Allah’ı bırakıp onların hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamaya, Allah
yasalarını bırakıp onların yasalarını uygulamaya çalışıyorlar? Allah’a ve
Resûlüne samimiyetle bağlansalar gerçekten hayatları güzel olacak, ama yine de
yan çizen bu adamları bırakıver peygamberim.
Kendileri nasıl tanrı olabilir bu
insanlar? Ne hakla, hangi güçle tanrılık iddiasında bulunabiliyorlar? Nasıl
oluyor da kendileri gibi âciz insanları tanrılık makamına oturtabiliyorlar?
Nerden almışlar bu yetkiyi? Hevâ ve heveslerini nasıl
Allah yasalarının önüne geçirebiliyorlar? Yarattıkları bir şey var mı bu
insanların? Yaratıcılık özellikleri var mı? Kendilerini yaratabilmişler mi? Bir
güçleri kuvvetleri var mı? Rızık verebiliyorlar mı?
Doyurdukları birileri filân var mı? Göklerde ve yerde bir ortaklıkları filân
var mı? Niye böyle kendilerini Allah yerine koymaya çalışıyorlar bu adamlar?
44. “Yoksa çoklarının söz dinlediklerini veya aklettiklerini mi sanırsın? Onlar şüphesiz davarlar gibidir,
belki daha da sapık yolludurlar.”
Bırak onların bu özelliklere
sahip olmalarını, sen zannediyor musun ki bunların çoğu işitiyor, aklediyor? Zannediyor musun ki bunların akılları var? Hayır
hayır onlar hayvanlar gibidirler, bilâkis hayvanlardan
çok daha sapıklar. Çünkü dinlemeden, işitmeden, anlamadan, akletmeden,
akıllarını kullanmadan körü körüne tutkularının, arzu ve heveslerinin peşinden
gidiyorlar. Tıpkı çobanın sözünü, bağırıp çağırmasını anlamadan bir otlağa mı,
yoksa bir kesim haneye mi götürüldüklerinin farkında olmadan onun sürdüğü yere
doğru giden hayvanlar gibidirler. Ama hayvanların akılsız, bunlarınsa akıllı
olmalarına rağmen, onlar gibi hareket etmeleri onların hayvanlardan daha sapık
olduklarını göstermektedir.
Evet bunlar
peygamber karşısında, kitap karşısında, kitabın ve peygamberin uyarıları
karşısında âdeta sürü kesilmiş insanlardır. İstediği kadar çabalasın peygamber.
İstediği kadar bu adamlara bir şey anlatabilmek için kendini yesin bitirsin bu
insanlar akıllarını, duyularını kullanıp Müslüman olsunlar diye. Onlar da bu
peygamberin çabalamasına rağmen inadına duymamaya, inadına akıllarını kullanmamaya,
inadına inkâra ve küfürlerine devam etsinler. Hayat Allah’ın emrinde olsun,
ölüm Allah’ın emrinde olsun, rızık Allah’ın emrinde
olsun, ama bu insanlar Allah’ı Rab kabul edip O’nun yasalarına göre bir hayat
yaşayacakları yerde bıraksınlar Allah’ın dinini ve kendilerini, kendileri
gibileri tanrılaştırıp İlâhlaştırsınlar. Gerçekten bu hiçbir zaman olmayacak
bir şeydir ama bakıyoruz ki Allah’ın Resûlü onların arasında, onlardan ümit
kesmeden, onlara merhametinin gereği yine onların hidâyeti için çırpınmaya
devam ediyordu da işte bu âyetiyle Rabbimiz uyardı. Bu hayvandan daha sapık
olanlar için kendini harap etme peygamberim!
45,46. “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin?
İsteseydi onu durdururdu. Sonra Biz güneşi, ona delil kılıp yavaş yavaş kendimize çekmişizdir.”
Rabbini görmüyor musun? Gölgeyi
nasıl uzatıyor? Dileseydi Rabbin o gölgeyi uzatmaz, yerinde sakin kılardı.
Dileseydi onu yerinde sabit tutardı. Biz o gölgeye güneşi nasıl bir delil
kıldık? Evet gölgenin varlığı da sizin için en büyük âyetlerden, nîmetlerden
birisidir. Hiç gölge olmasaydı hayatınız nasıl olurdu hiç düşündünüz mü? Düşünüp,
akıllarınızı kullanıp bunun kendiliğinden olmadığı anlamak zorundasınız. Sonra
Biz onu kendimize doğru yavaş yavaş çekmişizdir. Yâni
yavaş yavaş o gölgeyi kısaltıp yok ederiz. Zaten yok
olan her şey Allah’a dönmektedir. Her şey Allah’tandır ve sonunda O’na dönecektir.
47. “Size geceyi örtü, uykuyu rahat kılan, gündüzü ça-lışma zamanı yapan Allah’tır.”
Allah geceyi sizin için bir örtü
kıldı, uykuyu rahatlama ve gündüzü de çalışma zamanı, alış veriş ve dünya
hayatı kıldı. Rahmetinin müjdecisi olarak yine size rüzgarları gönderen O’dur.
Evet geceyi sizin için bir örtü
kıldık. Üzerinizi örten, sizi gündüzün güneşinin sizi yoran ışınlarından sizi
koruyacak, dinlendirecek bir örtü, bir elbise yaptık. Uykuyu da bir dinlence
yaptık sizin için. Gündüzü de bir nüşûr zamanı,
yayılıp çalışma zamanı kıldık. Diriliş zamanı kıldık.
48,49. “Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci gönderen O’
dur. Ölü bir yeri diriltmek ve yarattığımız nice hayvan ve insanları sulamak
için gökten tertemiz su indirmişizdir.”
Rüzgarları yağmurun müjdecisi
olarak gönderiyoruz. Rahmetimizin önünde müjdeci olarak gönderiyoruz. Ve gökten
tertemiz suyu biz indirdik. Kendisi tertemiz olduğu gibi temizleyici olan, tüm
varlıklar için hayat kaynağı olan suyu gökyüzünden indiren de Biziz. Onunla ölü
bir beldeyi diriltelim diye. Ve yine o suyla insanlardan ve hayvanlardan
yaratıklarımızı sulayalım, onların su ihtiyaçlarını giderelim diye. İşte bütün
bunlar Allah’ın âyetleridir. Bütün bunlar sadece Allah’a aittir. Yaratan sadece
O’dur. ondan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Güç ve kuvvet sahibi, irade sahibi
O’dur.
50. “Andolsun ki öğüt almaları
için ülkeler arasında yer yer türlü türlü yağmur yağdırmışızdır. Buna rağmen insanların çoğu
nankörlükte direnirler.”
İşte Biz bu âyetlerimizi
aralarında açıklıyoruz ki akıllarını kullansınlar da öğüt alsınlar, ders
çıkarsınlar, faydalansınlar ve bu âyetlerle hidâyete ulaşsınlar, bu âyetlerle
şereflensinler diye. Ama insan-ların pek çoğu
nefretle bu âyetlerimizden yüz çeviriyor, nankörce uzaklaşıyorlar. Yâni bu tür
görsel âyetlerimizi kitapta defalarca tekrarladık. Yine mevsimler içinde
sürekli bulut, yağmur, rüzgar gibi bu görsel âyetlerimizi onların gözlerine
sunduk. Bunları gözleriyle görüp du-rurlarken yine de insanlardan pek çoğu nankörlükte
direniyorlar. Nankörlük edenler, yüz çevirenler kaybedecekler, Allah’ın
istediği gibi bu âyetleri değerlendirip kulluğa koşanlar da kazanacaklardır.
Evet
âyetler indirdik, sûreler gönderdik ve her şeyi anlattık onlara. Ama gelin
görün ki insanlardan pek çoğu Bizim bu görsel ve işitsel âyetlerimizden yüz
çeviriyorlar, ibret almıyorlar. Öğüt için, nasihat için, akıllarını erdirmek
için her şey ifade edilsin, her şey apaçık ortaya konulsun, sonra da insanlar
körler ve sağırlar olarak bu âyetlerden yüz çevirsinler. Gerçekten bu olacak
bir şey değildir. Daha ne istiyor bu nankörler? Nasihat ve şeref için yetmez mi
bu âyetler? Adam olmaları için yetmiyor mu bunca âyet? Allah’ın bilgisine,
Allah’ın rahmetine ulaşmak için yeterli değil mi bunca âyetler? Gecenin gündüzün
sahibi O, bulutun, yağmurun, gölgenin sahibi O. Tüm bu âyetlerini biz tanıtan
da O. Ama insanlar nankörce bir tavır sergileyerek O’nun bu âyetlerine karşı
yan çiziyorlar, kabul etmiyorlarsa sonucunu kendileri düşünsünler.
51. “Ey Muhammed! Dileseydik, her kasabaya bir uyarıcı
gönderirdik.”
Doğrusu biz dileseydik her
karyeye, her kente, her ülkeye ayrı bir uyarıcı, ayrı bir peygamber
gönderirdik. Ama bunu Rabbimiz önceki toplumlarda uyguladı. Son elçisinde bu
yasasını değiştirdi. Yaptığı hiçbir işte, aldığı hiçbir karardan dolayı hiç
kimsenin kendisini sorgulama hakkı ve gücü olmayan, dilediği gibi hükmetme
yetkisine sahip olan Rabbimiz, artık bundan sonra her karyeye, her şehre, her
ülkeye ayrı ayrı peygamber gönderilmeyecek. Bir elçi
gönderildi Üm-mü’l Kura’ya,
dünya şehirlerinin merkezine, anasına ve onun mesajı O Mekke’den dalga dalga tüm dünyaya yayılacak ve herkes onun elçiliğini kabul
etmek, onunla hidâyete ulaşmak zorunda kalacaklardır. Ve O şanlı elçi bu
dünyadan ayrıldıktan sonra da onun elçiliğini, onun dâvet misyonunu da onun
yolunun yolcuları olan Müslümanlar üstleneceklerdir. Müslümanlar ondan
aldıkları mesajı her karyeye, her şehre, her ülkeye adım adım
yayacaklar, duyuracaklardır.
52. “Sen, inkârcılara uyma, onlara karşı olanca gücünle
savaş.”
Kesinlikle inkârcılara, kâfirlere
itaat etme. Ve onlarla gerçekten cihad-ı kebirle,
büyük bir cihadla cihad et.
Bu mesajı onlara duyurma konusunda elinden ne geliyorsa onu yap. Onların bu
Allah âyetleriyle dirilişleri için, onların hidâyetleri ve Cennetleri için tüm
imkân ve kaynaklarını kullan. Bütün gücünle duyur onlara Furkân’ı,
Neml’i, Kasas’ı. Duyur
onlara Allah’ın âyetlerini ki; bilsinler onlar Rablerini, âhireti,
cenneti, cehennemi. Sakın bu bilgisizlere boyun eğmeye kalkma. Onlar bu
âyetlerin bilincine ermedikleri için yanlış yoldalar. Onlar Rablerini
bilmiyorlar.
Eğer sen bu cahillere tabi
olursan insanlar hepten kaybetmiş olacaklar. Artık cehenneme giden insanları
dosdoğru uyaracak hiç kimse kalmamış demektir. Ama sen yamulmadan, onların hevâ ve heveslerine tabi olmadan onları uyarmaya devam
edersen, yanlışları karşısında hak üzere direnirsen işte o zaman onların
yanlışlarından kurtulup, cehenneme gidişten kurtulup, cennete ulaşmaları mümkün
olacaktır.
Öyle değil
mi ama? İnsanlığa yol gösterecek, insanlığı cehenneme gidişten kurtaracak olan
peygamberler onlara itaat etmeye kalkışırlarsa, insanlığa hidâyet rehberi olmak
zorunda olan Müslümanlar onlara itaat etmeye kalkışırlarsa, çobanlar sürülere
tabi olurlarsa, bilenler cahillere tavizler verir, onların yanlışlarına göz
yumarlar, onay verirlerse o zaman bu insanlığı cehenneme gidişten kim kurtaracak?
Dünya üzerinde uyarıcılık özelliğine sahip başka kimse yok ki.
53. “Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki
tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına da, karışmalarına bir engel
koyan Allah'tır.”
O Allah ki iki denizi birbirinden
ayırdı ve de bırakıverdi. İşte şu tatlı su, işte
birisi tatlı, diğeri ise acıdır, acı bir sudur. Ve ikisinin arasına da bir
berzah koydu, bir engel koydu ki o engelin aşılması da mümkün değildir.
Evet Rabbimiz iki denizi
salıverdi. Ayrı ayrı özellikte yarattığı iki denizi
bırakıverdi. Ama bakın ki birisinin suyu tatlıdır, içimi güzel-dir, diğeri ise acı ve içilmez. Ama bu iki denizin, bu iki
suyun arasına öyle bir engel koymuştur ki Rabbimiz bu iki su birbirine
karışmıyor. İşte bu yasayı koyan da Allah’tır.
54. “İnsanı sudan yaratarak, ona soy sop veren O’dur.
Rabbin her şeye kâdirdir.”
Allah insanı sudan yarattı. Ve o
insanı nesep ve sıhriyet akrabalıklarıyla farklı konumlara götürdü. Rabbim
kâdirdir, gücü her şeye yetendir. İnsanın topraktan yaratıldığını bildiren Kur’an âyetleri yanında böyle onun sudan yaratıldığını
bildiren âyetler de vardır. Toprak ve su. Sonra çamur, cıvık bir çamur, pişmiş
bir çamur ve sonra ruh üfürülür ve karşımıza insan çıkarılır. Adem ve Havva. Veya
topraktan meydana gelen bitkiler ve yiyeceklerden oluşan suyun erkekten ve
kadından ayrılması ve bu suyun ana rahminde birleşip insan haline dönüşmesi.
Ve sonra o insandan tekrar sudan
insanların üreyip çoğalması, oğullar kızlar meydana gelmesi. O erkek ve kadının
birbirleriyle evlenmeleri, iki ayrı sudan meydana gelen iki ayrı insanın
birlikte bir hayat sürmeleri, karı koca birliktelikleri, karı kocanın
akrabaları arasındaki sıhriyet bağları, işte dede, nene, ana baba, oğul kız, torunlar
olarak devam eden nesillerle bir hayat. İşte hayatın bir sudan Allah’ın emriyle
devam edip gitmesine şâhit oluyoruz.
55. “Allah'ı bırakıp, kendilerine fayda da zarar da vere-meyen şeylere kulluk ederler. İnkâr eden, Rabbine karşı gelenin
yardımcısıdır.”
Ama bu insanlar Allah’ı bırakıp
ta kendilerine ne bir fayda, ne de bir zarar sağlama imkânına, gücüne sahip
olmayan kendileri gibi âciz varlıklara tapınıyorlar. Gerçekten bu akılsızların
Allah’ı bırakıp ta tapındıkları, sözlerini dinledikleri, arzu ve isteklerine
teslim olup yasalarını uyguladıkları varlıkların ne kendilerine, ne de
başkalarına herhangi bir fayda ya da zarar verme
güçleri yoktur. Peki niye böyle yapıyorlar bu insanlar? Sebep şu: Kâfirler sürekli
Rablerine karşı bir tavır içindedirler. İnkarcı insan, nankör insan Rabbine
karşı sürekli bir savaştan yana tavır alıyor. Kâfir sürekli Rabbine karşı bir
hesabın içindedir. Bu kâfirin vazgeçilmez bir özelliğidir. Kâfir sürekli
Allah’a karşı gelen, Allah’a kafa tutan, Allah’la bir savaş içinde olan kimselerin
yanında yer alır. Allah’a inanan, Allah’ı yüceltmeye çalışan, Allah’a Allah’ın
istediği gibi kul olan Müslümanların da karşısında yer alır. Allah’a
itaatsizliğin olduğu her yerdedir kâfir ve Allah’a itaatin da karşısındadır.
56,57. “Ey Muhammed! Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı
olarak gönderdik. De ki: “Ben buna karşı sizden bir ücret değil, ancak Rabbine
doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı istiyorum.”
Peygamberim, Biz seni ancak bir
müjdeleyici ve uyarıcı o-larak gönderdik. Senin
görevin sadece budur. Onlara zorla bu mesajı kabul ettirmek, zorla onların
kalplerine sokmak ve onları Müslüman etmekle sorumlu değilsin sen. Sen onları
Bizim âyetlerimizle uyardıktan sonra senin görevin bitmiştir. Onlar bunu kabul
ederlerse kendi hayırlarına, kabul etmezlerse de kendi aleyhlerinedir.
Sen onlara
de ki peygamberim, ben size yaptığım bu tebliğimin karşılığında sizden hiç bir
ücret istemiyorum. Ben sizden bir ücret istemiyorum de. Ne mal, ne mülk, ne
saltanat, ne para, ne pul, ne al-tın, ne gümüş, ne kadın hiçbir şey istemiyorum
de. Yalnız kim Rab-binin yoluna girmeyi dilerse, kim Rabbine kulluğa yönelirse
işte benim istediğim, benim arzu ettiğim şey budur. Ben sadece bunu bekliyo-rum. Benim tüm arzum,
isteğim işte budur. Beni sevindirecek olan budur. Dünyaları verseniz içinizden
bir tek kişinin mü’min olması kadar beni sevindiremez
de. Ben istiyorum ki sizler Allah’ın yoluna, Allah’ın dinine giresiniz. Aksi
takdirde Allah yoluna girip cennete gitmenizin ve cehennemden kurtulmanızın
dışında benim sizden hiçbir beklentim yoktur. Ne güzel bir istek değil mi?
Ne güzel bir tavır değil mi?
İnsanlığa rahmet olacak, insanlığa en büyük imam olacak, onların kurtuluşu için
bir ömür çırpınacak ama onlardan hiçbir beklentisi olmayacak. Biz de çevremize
karşı böyle olalım. Bizim de sadece hedefimiz insanların kurtuluşu olacak. Yaptığımız
hizmetlerin karşılığında insanlardan bir teşekkür beklentimiz bile olmayacak.
İşte Allah elçisinin, örneğimizin, önderimizin rolü buydu.
Peki Allah’ın
Resûlü insanlara karşı bu dâvetini gerçekleştirirken, bu uyarısını yaparken
kime güvenecek? Kime dayanacak? Kimden yardım ve destek bekleyecek? Kimden
mükafat bekleyecek? Ücretini kimden isteyecek?
58. “Ölümsüz, diri olan Allah'a güven, O’nu överek tesbih et. Kullarının günâhlarından haberdar olarak kendisi
yeter.”
Ölmeyene, hep hay olana, hep diri
olana güvenip dayan. O’na tevekkül et. Evet sen sadece O, ölümsüz olan Rabbine
teslim ol. Sakın bu fâni, âciz ve ölümlülere bel bağlama. Onlardan bir beklentin
olmasın. İhtiyacın olduğu zaman sana hep icabet edebilecek, sığındığın, teslim
olduğun zaman asla seni satmayacak, seni harcamayacak, muhtaç olduğun zaman
sana karşı âcizliği, gafleti, ölümü bulunmayacak, her zaman diri, her zaman
güçlü, her zaman ölümsüz olan Allah’a güvenip vekil kabul et. Vekaletini sadece
O’na ver ki, senin hayatın hakkında karar veren O olsun. Sadece O’na güvenip
dayan ki başarıya ulaşasın, asla bir sıkıntıya düşmeyesin. Ayrıca:
Rabbini de hamd
ile tesbih et. Rabbini yücelt. Hayatının her bir
kademesinde sadece büyük olarak O’nu kabul et. O’na hamd
et. Sadece O’nu öv, sadece O’nun övdüklerini öv. O’nun istediği bir hayatı
yaşa. Doğrusu kullarının günâhlarından haberdar olarak Allah yeter. O
değerlendirir. O ne yapacağını bilir. Kim ne âlemde? Kim neyin peşinde? Bunu
bilen ve değerlendirecek olan O’dur. Kimin ne yaptığını kimse bilmese de
Allah’ın bilmesi yeter.
59. “Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde
yaratan sonra da arşa hükmeden Rahmândır. Bunu bir bilene sor.”
Kullarının günâhlarından haberdar
olan Allah, Rahmândır. Arşa istivâ etmiştir. Gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri altı günde yaratmıştır ve arşa istivâ etmiştir. Öyleyse haydi
haberleri O’na sor. Her şeyi bilen O değil mi?
Bundan sonraki âyetinde bir secde
emri alacağız. Âyeti bitirir bitirmez hep birlikte secde yapacağız.
60. “Onlara: “Rahmâna secdeye varın" dendiği zaman
"Rahmân da nedir? Ey Muhammed! Emrettiğine mi secdeye varacağız?” derler.
Bu, onların nefretini artırır.”
Onlara denilse ki Rahmâna secde
edin. Onlara denilse ki Rahmâna boyun eğin, Rahmâna boyun bükün. Tüm
hayatınızda, tüm hayat problemlerinizde O’na itaat edin, O’nu dinleyin. O’na secde
ederek, O’nun önünde eğilerek O’nu büyükleyin, O’nu tazim edin. Tüm hayatınızda
sadece O’nu dinleyin; o kâfirler derler ki Rahmân da kimmiş? Kim O Rahmân
dediğiniz? Hani Firavun kendisine Rahmâna kulluğu hatırlatan Mûsâ (a.s)’a öyle
demişti değil mi? Rahmân mı dedin? Bir Rahmândan mı söz ettin? Kim O? demişti.
Aslında ne Firavun, ne de Mekke müşrikleri Rahmânı bilmiyor değillerdi. Ama
O’na kulluktan, O’nun cezalandırmasından kaçmak istiyorlardı.
Diyorlar ki
bakın: Ey Muhammed, bize emrettiğin Rahmâna mı secde edeceğiz? Sen bize
emrediyorsun diye mi biz bu Rahmâna secde edeceğiz? Bu secde emri onların
nefretini artırmaktan başka bir işe yaramadı. Bu âyetin gelişiyle hemen secdeye
kapanan Rasu-lullah ve
beraberindeki Müslümanları gören kâfirler ve müşrikler onlarla alay ederek
oradan uzaklaşıp gittiler. Varsın onlar Rahmâna secdeden kaçınsınlar, varsın
onlar Rahmânı tanımasınlar, varsın secde emri onların nefretini artırsın ama
biz mü’minler Rahmânı biliriz. O Allah’tır. O
Rabbimizdir. Biz O’na secdeyle şeref duyarız. Biz Müslümanlığımızın gereği
Rahmân olan Rabbimizin âyetleriyle karşı karşıya kaldığımız anda O’na secde
etmekten, O’na itaat etmekten, O’na boyun eğmekten başka bir şey düşünmeyiz.
61. “Gökte burçlar var eden, orada ışık saçan güneş ve
aydınlatan ayı yaratan Allah, yücelerin yücesidir.”
Sûrenin başındaki ifadeye benzer
bir ifade de burada geliyor. Allah mübarektir, Allah yücedir. O Allah göklerde
burçlar yaratmıştır. Göklerde yıldız kümeleri yaratmıştır. Ve yine göklerde
güneşi aydınlatan bir kandil, bir çırağ, bir aydınlatıcı kılan Allah’tır. Ve
ayı da bir nûr, insanlar için aydınlatıcı kılan Allah’tır. İşte bu Allah ne
mübarektir? Ne yücedir?
62. “İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece
ile gündüzü birbiri ardınca getiren O’ dur.”
Ve yine O Allah ne mübarek, ne
yücedir ki düşünüp ibret almak ve Rabbine şükretmek, Rabbine kul olmak, Rabbi
için bir hayat yaşamak isteyen kimseler için geceyle gündüzü peş pepe, birbiri
ardınca getirendir. Evet geceyle gündüzün böyle hiç şaşmadan peş peşe gelişi
üzerinde derin derin düşünüp ibret almamızı, ders
çıkarmamızı istiyor Rabbimiz. Rabbimizin bize lütfettiği bu nîmetlerine şükretmemiz,
hayatımızı sadece O’nun için yaşamamız isteniyor. Âyetleriyle şereflenmemizi
istiyor Rabbimiz. Âyetlerinden nasip almamızı ve kendisini sürekli gündeme
almamızı istiyor.
63. “Rahmân kulları yeryüzünde mütevazı yürürler. Bilgisizler
kendilerine takıldıkları zaman onlara güzel ve yumuşak sözler söylerler.”
Rahmânın kulları, O merhameti bol
olan Rahmânın kulları yeryüzünde mütevazı olarak, tevazu sembolü olarak
yürürler. Allah’a kul köle olarak onurlu, ama mütevazı, aziz ve şerefli, ama
Allah karşısında boynu bükük olarak, insanlara karşı asla tepeden bakan bir
zalim olmayan, ama yaşadığı hayatta Allah’a kulluktan asla taviz ver-meyen yiğitler olarak yürürler onlar. Yeryüzünde
yürüyüşleri mülayim ve mütevazıdır. Zorba, mağrur, kibirli, kaba ve haşin
değillerdir onlar. Kendilerinden, yollarından, dinlerinden emin, sükûnet ve
vakarla yürürler. Etraflarına asla sıkıntı vermezler, eziyet vermezler.
Cahiller
onlara sataştıkları zaman selâm derler geçerler. Onlara uymazlar, onlara
bulaşmazlar ve selâm derler geçerler. Onların cahilce sözlerinden,
sataşmalarından da incinmezler. Ayrılırlar onlardan, ama yarılırlarken de
onları selâmı, İslâm’ı, teslimiyeti tavsiye ederler. Selâmette olun, Müslüman
olun ki esenliğe ulaşasınız derler. Selâm sizin üzerinize olsun derler. Selâm
size derler. Sizin Müslüman olmanız gerekir. Haydi Müslüman olun, başka çareniz
yok, değilse bana Allahaısmarladık derler.
64. “Onlar, gecelerini Rableri için kıyama durarak ve secdeye
vararak geçirirler”
Yine O
Rahmânın kulları geceleyin Rableri için secdede ve kıyamda bir hayat sürerler.
Rableri için secdede ve kıyamda gece-lerler.
Secdededirler, kıyamdadırlar geceleri. Geceleri çok az uyurlar. Rahmânın
âyetleriyle beraberdirler, Rahmânın zikriyle beraberdirler ve gözyaşlarıyla,
tefekkürle herkesin gafletle geçirdikleri geceyi Allah için ayakta
değerlendirirler. Rableri huzurunda boyunları bükük bir şekilde ibadet ve
itaatte bulunurlar. Onlar gece boyunca çok az uyurlar. Âhiret
endişesiyle, hesap kitap korkusuyla gözlerine uyku girmez onların. Geceleri
kıyamda ve secdede Rablerine yalvarırlar, Rablerinden mağfiret dilerler. İşte
muttakilerin, işte Rahmânın Cennete gidecek kullarının bir özellikleri budur. Bu
yiğitlerin hakim özelliklerini Ra-sulullah
efendimizin şahsında görüyoruz. Onun gece Allah için gerçekleştirdiği kıyamı, o
kıyamda okuduğu Kur’an’ı, tefekkürü, duası, yalvarıp
yakarması bizim için en mükemmel bir örnek teşkil etmektedir.
Kitabımızın
pek çok yerinde geceye dikkat çekiliyor. Çünkü gece Allah’la buluşma zamanıdır.
Allah’ın mü’min kulları gece Rableriyle buluşma
adına, secdede ve kıyamda Rablerini zikretme ve O’-nun
âyetleriyle beraber olma adına, O’nun huzurunda secdelere kapanma adına
uykularını terk ederek kalkarlar diyor. Rableri hatırına sıcak yataklarını terk
ederler, yanlarını yattıkları yerden ayırırlar, uykularını
bölerler buyuruyor. Başka ne özellikleri varmış o Müslümanların:
65,66. “Onlar, “Rabbimiz! Bizden cehennem azabını uzaklaştır;
doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası şüp-hesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır" derler.”
Yine o Müslümanlar, o Rahmânın
kulları şöyle derler: Rabbi-miz bizden cehennem
azabını gider, bizden cehennem ateşini uzaklaştır. Muhakkak ki o azap
süreklidir, gelip geçici değildir, dayanıl-mazdır.
bizi o azaptan koru ya Rabbi. Orası, o cehennem ne
kötü, ne çirkin bir uğrak yeridir? Ne kötü bir konak yeridir orası? Ne kötü bir
makamdır orası? Bizi oraya götürme ya Rabbi. Bizi
böyle bir azap mahalline gitmekten koru ya Rabbi.
İşte Rahmânın kulları Allah’ın azabından, Allah’ın cehenneminden, o dayanılmaz
ateşten tir tir titrerler ve ondan Allah’a sığınırlar.
67. “Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler ne de
cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.”
Ve onlar harcadıkları zaman
harcamalarında ne çok israf ederler, ne de kısıp cimrilik ederler. Bu ikisinin
ortası orta bir yol tutarlar. Ne her şeylerini bitirip, tüm ekonomik güçlerini
sıfırlayıp başkalarına muhtaç bir duruma düşerler, ne de çok çok cimrilik yaparak Allah’ın nîmetlerinin, Allah’ın
lütuflarının kendileri üzerinde görülmesine de engel olurlar. Hem kendilerine,
hem ailelerine, hem çevrelerindeki Allah kullarına güzel bir şekilde harcarlar,
cimrilik yapmazlar. Saçıp savurmadıkları gibi cimrilik de yapmazlar onlar. Yâni
ceplerindekilerin, kasalarındakilerin, keselerindekilerin, dükkanlarındakilerin
tamamının kendilerine ait olmadığına, Allah’ın bunları sadece kendileri için harcanmak
üzere vermediğine, onlarda kendilerinden başka kimselerin de hakları olduğuna
inanırlar ve Allah kullarına harcamada bulunlar.
68. “Onlar, Allah'ın yanında başka İlâh tutup ona yalvarmazlar.
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan
günâha girmiş olur.”
O Rahmânın yiğit kulları asla
Allah’la birlikte başka tanrılara, başka İlâhlara dua etmezler. Duaları,
kullukları sadece Allah’adır. Kullukları, teslimiyetleri, itaatleri yalnız
Allah’adır. Sadece Allah’ı dinlerler, sadece Allah’ı razı etmeye çalışırlar.
Sadece Allah için bir hayat yaşarlar. Allah’la birlikte hayatlarında başka söz
sahipleri yoktur. Ve yine onlar hak bir öldürme hariç Allah’ın haram kıldığı
hiç bir kimseyi öldürmezler, hiç bir cana kıymazlar.
Ve zina da etmezler, nikâh dışı
pis ilişkilere de girmezler. Şer’-an öldürülmeyi hak etmemiş bir canı almaya
kalkışmazlar onlar. Ölümü hakkedenler de zaten kitap ve Sünnetle ortaya
konulmuştur. Allah’ın meşru kıldığı nikâh ilişkisinin dışında da hiç bir ilişki
içine gir-mezler onlar. Bunu kim yaparsa, kim nikâh
dışı bir ilişkiye girer, kim harama uçkur çözerse harama gitmiş, günâha
bulaşmış olur ve cezasını de bulur. İşte bunu bilen, buna inanan Rahmânın kulları
asla ne haksız yere katil olurlar, ne de zani
olabilirler.
69. “Kıyâmet günü azabı kat kat
olur, orada, alçaltılarak temelli kalır.”
Allah’ın yasaklarını çiğneyenler,
Allah’ın haram kıldığı insanları öldürenler, Allah’ın yasakladığı zina fiilini
irtikap edenler için azap kıyâmet günü kat kat
artırılacak ve onlar orada ebedîyen alçaltılmış olarak kalırlar.
70. “Ancak tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyenler, işte
Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet
eder.”
Ancak kim de tövbe ederse. Kim
Allah’a dönerse. Yâni kim katilliğinden ve zâniliğinden
vazgeçerek Allah’ın programına dönerse. Allah için bir hayat yaşamaya yönelirse
ve de iman eder, imanını pratik hayatına aktararak, iman kaynaklı bir hayatı
tercih ederse. Ve de imanının gereği olan sâlih
amellere yönelirse işte Allah onların sey-yiatlarını, günâhlarını, kötülüklerini iyiliğe tebdil edecektir.
Çünkü artık o Allah’ın istediği gibi müslüman olmuş,
Allah’ın emirlerine teslim olmuş, Allah’a dönmüş, kıblesini değiştirmiş, tövbe
etmiştir. Bununla birlikte Allah’la bozulan arasını düzeltme adına imanının
gereği sâlih amellere yönelmiştir. Allah ta onun
hayatını iyiliğe döndürecektir. Allah mağfiret sahibidir, bağışlayıcıdır. Resûlullah Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur:
“Nefsim
yed-i kudretinde bulunan Rabbime yemin ederim ki, eğer sizler günâh işlememiş
olsaydınız, sizin ye-rinize günâh işleyip de Allah’a
istiğfar edecek bir kavim getirirdi de onları mağfiret ederdi.”
(Müslim, Kitabut- tevbe 4/210)
Evet demek ki insan Allah’a Allah’ın istediği kulluğu icra
eder- ken, hayatının her bir anında Allah adına takva
sahibi olmaya ve Al-lah adına bir hayat yaşamaya
çalışırken, zaman zaman hata sonucu günâh da
işleyebilecektir. Bu onun insan oluşunun melek olmayışının bir gereğidir. İşte Rabbimiz
böyle bir durumda kişiyi asla ihmal et-mez. Rabbimiz
böyle bir durumda da bizi kendi hâlimize bırakıver-mez
de hemen bu hatadan dönme ve kendisiyle ilişkiyi yeniden kurma imkânı verir.
İşte bu durumda hemen kendine gelir gelmez tevbe
eden, günâhtan vazgeçen yönünü, kıblesini değiştiren ve bir daha bu duruma
düşmeme konusunda kesin kararlı olan mü'minleri
affedeceğini bildir. Günâhtan dönüş, tevbe de budur
zaten. Demek ki tevbe kişinin Allah’la ilişkisini
düzeltmesinin adıdır. Bir insan için Allah’la ya-kın
ilgiden mahrum oluş kadar daha büyük bir hüsran olamaz. Yani günâh psikozu
içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun kesilmesi kadar insanı kahreden başka bir
şey düşünmek mümkün değildir.
Evet işlenen günâhın akabinde hemen tevbe
edilecek ve bir daha o günâha dönmeme kararı verilecek. Bu konuda Rasûlullah’ın pek çok hadisi vardır.
"İşlediği bir günâhın akabinde tevbe
eden (Pişmanlık duyarak, bir aha dönmeme azmi içinde olan, kişi günâh işlememiş
gibidir."
(İbni Mâce)
Bir adam gelip Rasûlullah’a: Ya Rasûlullah bir kul bir günâh
işlese sonra tevbe etse Allah affeder mi? dedi.
Allah’ın Resûlü buyurur ki: “Bir kul günâh işledi, tevbe
etti. Affedilir. Yine günâh işledi yine tevbe etti,
yine affedilir. Yine günâh işledi, tevbe etti yine
affedilir. En son Rasûlullah şöyle buyurdu. “Hattâ
şeytan melül mahsur oluncaya, ümidini kesinceye kadar”
(Hakim)
Ama şunu da unutmamalıyız ki işlenen bir günâhın
arkasından sadece tevbe yetmemektedir. Âyetin
devamında Rabbimiz tevbeden sonra iman ve salih amel şartını getirmektedir. Yine Rabbimiz Furkân sûresinde tevbeyle
birlikte yapılması gereken başka şeylerden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
“Ancak tevbe eden, inanıp yararlı
iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah
bağışlar ve merhamet eder.
(Furkân 70)
Evet tevbe iman ve amel-i salih istenmektedir. Yani işlenen günâhtan tevbe edip vazgeçilecek, arkasından iman edilecek, Allah’la
koparılan diyalog yeniden düzeltilecek ve de salih
amellere koşula-cak. Peki nedir o salih
ameller?
Günâh işleyen bir sahâbe Rasûlullah’a
gelerek: Ya Rasûlal-lah! Ben yapılmaması gereken bir şey yaptım! evimize bir
şey istemeye gelen bir komşumun karısına bakılmaması gereken bir bakışta
bulundum! Benim durumum ne olacak? Allah için söyle yoksa ben helakte miyim?
der. Rasûlullah bir süre sükut eder ve şu âyet-i kerime
inzal buyurulur:
“Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın
zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul
edenlere bir öğüttür.”
(Hud: 114)
Evet namaz kıl çünkü iyiliklerin kötülüklerini giderir buyuruyor
Allah’ın Resûlü. Demek ki namaz artının eksileri götürdüğü gibi kişinin günâhlarını
götüren silip süpüren bir ibâdettir. Çünkü namaz başlı başına bir tevbe, bir yöneliş ve Allah’tan yardım isteme makamıdır.
Buhâri ve Müslim’de verilen nehir
m
"Beş vakit Namaz aradaki işlenenlere kefarettir, Ramazan da iki
ramazan arasında işlenenlere kefarettir, büyük günâhlardan sakınıldığı
müddetçe"
(Buhâri-Müslim)
Ebu Dâvud,
Tirmizî, İbni Mâce’nin Hz. Ebu
Bekir efendimizden şunu rivâyet ederler:
“Bir adam Rasûlullah’a gelip: Ya Rasulullah ben bir suç
işledim, Allah’ın kitabında cezam nedir? Onu ikâ-me
et dedi. Rasûlullah bir süre sükut buyurdu. Nihâyet
namaz vakti geldi. Sahâbeyle birlikte namazı kıldılar. O adam Rasûlullah’a dönüp bir daha tekrarlayınca Rasûlul-lah şöyle buyurdu:
“Söylesene! Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı? Allah senin haddini affetmiştir.”
Evet büyük günâhlardan (Kebair)
sakınıldığı müddetçe iki namaz arasında işlenen ufak tefek günâhlara bu
namazlar kefarettir. Ramazan da böyledir. İki Ramazan arasında işlenmiş günâhlara
da Ramazan kefarettir.
Yine Rasûlullah buyurur: "İslâm,
kendinden önceki günâhları siler; hicret, kendinden öncekileri siler, hac da
kendinden önce işlenenleri siler mahveder.
(Müslim)
Evet İslâm kendinden öncekilerin tümünü siler. Kişi müslüman olduğu andan itibaren önceki işlediği günâhlarının
tamamı silinmiştir. Hicret de böyledir. Hicrette hicret öncesi işlenmiş olan günâhları
siler. Hac da böyledir. Mebrûr ve makbul bir haç
kişinin anadan doğduğu gündeki gibi tüm günâhlarını siler.
Evet tevbe, iman ve salih amel isteniyor bizden. Böyle yaparsanız Allah seyyiatlarınızı,
günâhlarınızı, kötülüklerinizi iyiliğe tebdil edeceğini müjdeliyor. Geçmişinizi
sıfırlayacağını, hayatınızı düzlüğe çıkaracağını, tüm problemlerinizi
çözümleyeceğini haber veriyor.
71. “Kim tövbe edip yararlı iş işlerse, şüphesiz o, Allah'a
gereği gibi yönelmiş olur.”
Kim tövbe eder, kıblesini
değiştirir, günâh programından, günâha gidişten vazgeçer ve sâlih
amellere yönelirse. Yâni o önceki günâhlarının kefareti olan, onların karşıtı
olan güzel bir hayatı gerçekleştirirse. Yâni artık bir daha önceki günâhlarına
dönmemeyi bece-rebilirse.
Artık ben bu hayattan, bu günâhlardan vazgeçtim diyerek Allah’a yönelirse,
güzel bir hayatın adamı olursa şüphesiz ki o kimse Allah’a samimi bir şekilde
dönmüş demektir. Yâni Tövbesi, dönüşü Allah tarafından kabul görmüş bir şekilde
Rabbine dönmüş demektir. Tövbesi kabul edilmiş demektir. En büyük günâhları işlemiş
bile olsa o kimseyi Allah affedecektir. Önceki işlediklerini bitirecek,
geçmişlerini sıfırlayacak ve onlara tertemiz bir sahife
açacaktır Rabbimiz.
Öyleyse geçmişimiz ne olursa
olsun, ne kadar günâhkâr olursak olalım Allah’tan asla ümit kesmemeliyiz.
Rabbimizin bağışlamasının yanında bizim günâhlarımızın hiçbir şey ifade
etmediği unutmayalım.
72. “Onlar yalan yere şahadet etmezler; faydasız bir şeye
rastladıkları zaman yüz çevirip vakarla geçerler.”
Yine o Rahmânın kulları yalan
yere asla şâhitlik yapmazlar. Onlar hiçbir zaman hiçbir kimseye iftirada
bulunmazlar. Kimseyi yanılmaya mahkum etmezler. Kimseye çamur atmazlar. Boş
şeylerle, lüzumsuz şeylerle karşılaştıkları zaman da güzellikle oradan, o ortamdan
geçip giderler. Yukarıdaki âyette de demişti Rabbimiz
hattâ ikram ederek, selâm vererek, İslâm ve selâmet dileyerek geçer giderler.
73. “Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman,
onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.”
Kendilerine Rablerinin âyetleri
hatırlatıldığı zaman, Rahmânın âyetleri kendilerine gündem yapıldığı zaman o âyetlere
karşı kör ve sağır davranmazlar. O âyetlere kulak verirler, dinlerler,
işitirler, görürler, bakarlar ve o âyetlere göre bir hayat yaşamaya yönelirler.
Hayatlarını o âyetlerle düzenlemenin kavgası içine girerler.
74. “Onlar: “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan
gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi, Allah'a karşı gelmekten
sakınanlara önder yap” derler.”
Ve onlar hep: “Ey Rabbimiz, bize
gözümüzü aydınlatacak, göz aydınlığı eşler ve zürriyetler ver. Bizi Allah için
bir hayat yaşayan, Allah’ın koruması altına giren, Allah’a karşı muttaki
davranan kimselere önderler ve imamlar yap” derler. Evet Allah’tan kendilerine
eşler ve evlâtlar isterler. Ama bu eşler, bu oğullar, kızlar göz aydınlığı olsun
isterler. Allah’a takvada, Allah’a teslimiyette, Allah’a kullukta, Allah’ın
emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınma konusunda tüm insanlığa
önderler olacak, örnekler olacak nitelikte olmalarını isterler. Hem kendileri,
hem eşleri ve çocuklarının dünya insanlığına örnek olacak nitelikte kimseler
olmak isterler. Muttakilere imam olabilecek bir özellikte olmak için Rablerine
dua dua yalvarırlar. Hayat hep takva üzerine bina
olsun isterler. Çocukları, zürriyetleri hep kendi imanlarını, kendi takvalarını
sürdürsünler isterler. Göz aydınlığı olacak bir dünya kurmak için çırpınırlar.
75,76. “İşte onlar, sabrettiklerinden ötürü cennetin en
yüksek dereceleriyle mükâfatlandırılırlar. Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle
karşılanırlar. Orada temellidirler. Orası ne güzel bir yer ve ne güzel
duraktır!”
İşte bu yiğitlere, bu Allah için
hayat yaşayan kullara sabretmelerine karşılık, Müslümanca
bir hayata direnmelerine karşılık, Allah’ın istediği bir hayata dayanmalarına
karşılık cennetin en yüksek dereceleri, saraylar, köşkler var, makamlar var,
cennet nîmetleri vardır.
Ve orada birbirleriyle
karşılaştıkları zaman, dünyada birlikte cennet kazanma kavgası verdikleriyle
karşı karşıya geldikleri zaman birbirlerine diyecekleri selâmdır. Birbirlerine
selâm dilemektir, esenlik ve barış dilemektir. Ebedîyen o cennette kalacaklar.
O Cennet karar yeri olarak, makam yeri, yerleşim yeri olarak ne güzeldir? İşte
63. âyetten özellikleri beri anlatılan Rahmânın kullarının mükafatları da
böyledir.
77. “Ey Muhammed, de ki: “İbadetiniz olmasa Rabbim size
ne diye değer versin?” Ey inkârcılar! Yalanladığınız için, azap yakanızı
bırakmayacaktır.”
De ki ey peygamberim, duanız
olmasa ne işe yararsınız sizler? Duanız olmasa Rabbiniz size ne değer versin
ki? Duasız size Rabbiniz niye değer versin de? Öyleyse dua edin ey Müslümanlar.
Hep dua içinde bir hayat yaşayın. Sürekli dua edin Rabbinize. Kendinizi küçük
görerek Rabbinizi büyük görerek, kendinizi âciz Rabbinizi kâdir görerek,
kendinizi muhtaç Rabbinizi zengin görerek Rabbinize du
edin. âcizliğinizi, zayıflığınızı bilin. Büyük olan Allah’a, Rahmân ve Rahîm
olan Allah’a dua edin. Bilin ki duanız olmasa Rabbiniz size hiçbir değer
vermeyecektir. Ama sizler yalanladınız. Bilesiniz ki yalanlayanlara azap
gelecektir. Azap yakanızı bırakmayacaktır.