Bu sûre, şu dört ayet
hariç mekkldir.
Bu dört ayet ise
Medenidir.
Bunlar (224-227)
ayetleridir.
Sûre 226 veya 227
ayettir.
"Tâ sîn mîm.
Bunlar o mübîn kitabın ayetleridir. Onlar mü'min olmayacaklar diye,
neredeyse kendine kıyacaksın. Eğer dilersek, biz onların tepesine gökten bir tek
ayet indiririz ve boyunları ona hemen eğilir"
(Şuara, 1-4).
"Tâ",
ariflerin kalbinin "tarb"ına (coşkusuna); sin, aşıkların sürûruna;
mim dendlerin münacaatına bir işarettir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:[1]
Katâde, izafetle
ayeti, şeklinde okumuştur. Ayrıca ayet şeklinde de okunmuştur.
[2]
"…a kadar
kesmek" demektir. Bu da omurga iliğine kadar varan bir kesmedir. Buradaki işfâk (şefkat-acıma) ifade eder.
[3]
ifadesi "Bu
sûrenin ayetleri, mübin (açıklayıcı) kitabın ayetleridir" manasında olup, bunun
geniş izaht, Bakara 2. ayetin tefsirinde geçmişti.
[4]
Bu ayetteki
"Kitap" ile Kur'ân'ın kastedildiğinde şüphe yoktur. "Mübîn" (açıklayıcı) olan da, gerçekte konuşabilen bir
varlığın sıfatı olsa bile*, kendisine bakılıp-okunduğunda, bazı şeylerin
açıklığa kavuşmuş olması bakımından, bazan bir söz (veya yazı) için de bu sıfat
kullanılabilir.
Eğer "Onlar kâfir
olduklarına göre nasıl olur da Kur'ân'ın ayetleri, onlar için onlara gereken
şeyleri beyân edici (açıklayıcı) olabilir? Halbuki bu Kur'ân ile ancak hükümler
beyan edilir" denilirse biz deriz ki: O kâfirlerin, bir benzerini
getirememeleri açısından, Kur'ân'ın lâfızları ile, kulların bir benzerini
yapamayacağı şeylerden istidlal etmeleri gibi, onlardan başka bir fâil-i
muhtarın bulunduğuna istidlal etmeleri de mümkündür. İşte Kur'ân bu bakımdan
tevhidin, i'câz bakımından da nübüvvetin delilidir. Artık bundan sonra Kur'ân
ile kendisinin Allah katından olmuş olduğu anlaşılır. Bu da ondaki bütün hükümlerin
delili, hücceti olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca da, bütün usûl
(tevhid) ve fürû (ahkâm) hakkında Kur'ân ayetlerinin yeterli olduğu sabit olur.
Allah Teâlâ, bütün bu
şeyleri açıklayanın kendisi olduğunu beyan buyurunca, her nekadar bu kitap mübîn
(açıklayıcı) olma hususunda zirveye ulaşmış ise de, daha evvel Allah'ın hükmü
(kaderi), aksi şekilde, yani onların kâfir kalmaları seklinde geçtiği için,
Kur'ân'ın onları imana sokucu olamayacağına dikkat çekmek için "Onlar
mü'min olmayacaklar diye, neredeyse kendine kıyacaksın. Binâenaleyh bu hususta,
fazla üzülüp esef etme. Çünkü eğer çok ileri gider, fazla üzülürsen, kendini
öldüren, canına kıyan kimse gibi olursun ve böyle yapmakla da birşey elde
edemezsin " buyurdu ve Hz. Peygamber (s.a.s)'i sabra davet edip, kalbini
takviye etti. Açıklama ve izah özelliği çok ileri seviyede bir kitabın
bulunmasına rağmen, onların bundan istifâde edemeyeceklerini beyan ettiği gibi,
bu husustaki keder ve üzüntüsünün de hiçbir fayda vermeyeceğini Hz. Peygamber'e
bildirdi. Daha sonra da indiği takdirde kendisine boyun eğip, kabul etmek
mecburiyetinde kalacakları bir ayet indirebileceğini, (fakat bunu
yapmayacağını) beyan etmiştir.
Eğer (İtaat ediciler olarak) kelimesi nasıl
onların boyunlarına nisbet edilmiştir" denilirse biz deriz ki: Bunun
takdiri, "Ona boyun eğdiler" şeklinde olup, "a'nâk"
(boyunlar) kelimesi, "boyun eğme" işinin mahallini göstermek için
getirilmiş ve böylece aslı üzere bırakılmıştır. "Boyunlar" ancak
akıllı varlıklara nisbet edilecek "huzû" (itaat etme) sıfatı ile
tavsif edilince de, tıpkı "(O yıldızlan) bana secde ediyor gördüm"
(Yusuf, 4) ayetinde olduğu gibi, cemi müzekker olarak "hâdı'îne"
şeklinde getirilmiştir. Bu ifade ile kâfirlerin liderlerinin ve ileri
gelenlerinin kastedildiği; tıpkı, "Onlar başlardır, göğüslerdir"
denildiği gibi, ileri gelenlerin, "boyunlara" teşbih edildiği de
ileri sürülmüştür. Yine bununla, insan topluluklarının kastedildiği, Arapça'da
"bir grup insan" manasına denildiği de söylenmiştir.
[5]
Bu ayetin bir benzeri
de Kehf süresindeki (Fatır, 8) ayetidir.
[6]
'Kendilerine o
Rahmân'dan yeni bir öğüt geldiğinde, mutlaka bundan yüz çeviridirler onlar.
Şimdi tekzib ettiler. (Fakat) istihza edegeldikleri haberler yakında onlara
gelecektir. Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki, biz orada her güzel eşten nice
nebatlar bitirdik. Şüphesiz ki bunlarda elbet birer ders vardır. Fakat) onların
çoğu iman edici değildirler. Şüphesiz ki senin rabbin elbette azız ve
rahîmdir" (Şuarâ, 5-9).
Bu ayetlerle ilgili birkaç
mesele vardır:
[7]
"Kendilerine o
Rahmân'dan yeni bir öğüt geldiğinde mutlaka bundan yüzçeviricidirler
onlar" ayeti, "Eğer dilersek biz
onlann tepesine gökten bir ayet indiririz" ayetinin tamamlayıcısıdır.
Böylece Hak Teâlâ, onları zorla mü'min etmeye kadir olduğu halde, zaman zaman
onlara bir zikir (öğüt) olan Kur'ân'ı getirmesi ve onlara, • ûzçevirme,
yalanlama ve istihza etmede hep aynı noktada durmalarına rağmen "Kur'ân'ı
onlara tekrar tekrar (ayet ayet) indirmesinin, onlara rahmetinden dolayı
:-duğuna dikkat çekmiştir. Sonra bu ifade, bir tehdid ve caydırma özelliği
taşır. Çünkü "san küfrünü sürdürdüğü zaman, ona ancak böylesi tehditler
fayda verir. İşte bundan y.Jrü Hak Teâlâ, "Şimdi tekzib ettiler"
yani, "Onlar Allah'ın ayetlerini alabildiğine addettiler. Ama,
"İstihza edegeldikleri haberler yakında onlara gelecektir"
buyurmuştur. Bu haberlerin gelmesi de, ya dünyada başlarına azab inmesi, yahut
: azabı tam müşahede etmeleri esnasında olur, yahut da ahirette olur.
Binâenaleyh du ifade tıpkı, "Onun haberini (gerçek olduğunu) bir müddet
sonra öğreneceksiniz" su. 88) ayeti gibidir. Kötülük eden kimselere bir
tehdid olmak üzere, "Artık sen gününü görürsün" demek adettir.
[8]
Allah Teâlâ sonra
Kur'ân'ı zaman zaman indirmesine rağmen, zaman zaman deliller de ortaya
koyduğunu beyan ederek, "Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki biz orada her
güzel eşten nice nebatlar bitirdik" buyurmuştur. "Zevç" çeşit,
sınıf demektir. "Kerîm" de, kendi türünde ve konusunda beğenilen ve
öğülen herşey için kutlanılır. Nitekim güzelliği ve yakışıklığı açısından
beğenilen yüze "vech-i kerim" ve faydaları ve ihtiva ettiği manalar
açısından beğenilen kitaba da, "Kltab-ı Kerim" denilir. "Nebat-ı
Kerim" ise, kendisinde bulunan faydalardan ötürü beğenilen bitki demektir.
Ayette,
"zevc"in (eş)in "kerîm" diye nitelenmesinin şu iki manası
vardır:
a) Bitkiler,
faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayrılırlar. Buna göre Hak Teâlâ,
yeryüzündeki çeşitti faydalı bitkilerin çokluğundan bahsetmiş, zararlı olanları
ise bahse konu etmemiştir.
b) Bu ifade,
faydalı ve zararlı bütün bitkileri içine alır. Cenâb-ı Hakk, her iki çeşit
bitkiyi de, "kerîm" olarak nitelemiş, her ne kadar insanlar hepsini
bilemese de, bitirdiği her bitkide bir hikmet ve fayda bulunduğuna dikkat
çekmiştir.
Hak Teâlâ'nın
"Şüphesiz ki bunlarda elbet birer ders vardır. (Fakat) onların çoğu iman
edici değillerdir" ifadesi de tıpkı, "Bu Kur'ân muttakiler için bir
hidayettir" (Bakara. 2) ayeti gibidir. Buna göre mana, "Bütün
bunlarda düşünüp taşınan kimseler için bir delil vardır. Ama onların çoğu yine
de iman etmezler, yani bütün bunlara rağmen, onların ekserisi küfrünü
sürdürür" şeklindedir.
Ayetteki
"Şüphesiz ki senin Rabbin aziz ve rahimdir" ifadesine gelince,
Cenâb-ı Hakk burada azîz oluşunu rahim oluşundan önce zikretmiştir. Çünkü eğer
bunu önce zikretmemiş olsaydı, çoğu kez, "Allah, onlara azâb etmekten âciz
olduğu için rahmet etmiştir" denilebilirdi. Böyle bir vehmi silmek için,
"galib, üstün, kahir" demek olan izzetinden bahsetmiş ve bu İzzetine
rağmen kullarına rahmetli olduğunu bildirmiştir. Çünkü rahmet, ne kadar tam ve
mükemmel bir kudret sahibinden kaynaklanırsa, konum bakımından o nisbette
değerli olur. O halde Cenâb-ı Hakk'ın bundan muradı şudur: Onlar kâfir
oldukları ve ben de onların cezalarını hemen verecek kudrette olduğum halde,
daha önce zikredildiği gibi, her kerîm bitkiyi yaratıp insanların herbirine
sıhhat, akıl ve hidayet kabiliyeti vermem açısından onlara hep merhamet ettim.
[9]
Allah Teâlâ kâfirleri
önce yüz çevirme, ikinci olarak tekzib (yalanlama)
ile, üçüncü olarak da, istihza etme
ile
nitelemiştir ki,
bunlar, şakâvette yol alanların mertebeleridir. Çünkü böylesi kimseler önce yüz
çevirir, sonra açıkça tekzibe başlar, üçüncü olarak da onunla
istihza edecek dereceye varır.
[10]
Eğer, "Cenâb-ı
Hakk, niçin "kem" (nice-kaç) ve "küll" (her-büîün) kelimelerini birlikte zikretmiş ve
niçin sadece dememiştir?" dersen, derim ki, Ayetteki "kült"
kelimesi, bütün bitki çeşitlerini etraflıca içine aldığına delâlet eder,
"kem" (kaç) lafzı ise, bu kuşatanların son derece çok
olduğuna delâlet eder. İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu iki kelimeyi birlikte kullanmasının hikmeti
budur. O bunları kudretinin mükemmelliğini göstermek için peş peşe kullanmıştır.
İmdi eğer: "Cenâb-ı
Hakk, çeşitli çiftlerden, cinslerden bahsedip, bunlara çokluk ve herşeyi İçine
almayı ifade eden kelimelerle işaret edip, bitkilerin sayısı da ancak gaybı
bilen tarafından bilinebilecek kadar çok olduğuna göre, niçin "Bunda bir
ayet var" demiştir? Halbuki, "bunda pek çok ayetler vardır"
demeli değil miydi?" denilirse, ben derim ki: Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) ZAlİke
(bu) ifadesi ile "bitirdik" ifadesinin masdarı olan,
"bitirme" işine işaret edilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk,
"Bunda, yani bu bitirme işinde, ne enteresan bir ayet (ders, nişane)
var" demektedir.
b) Bu ifade ile, "Bu eşlerin ve cinslerin
herbirinde bir ayet vardır" manası Kastedilmiştir.[11]
Mu'tezile, Kur'ân'ın
mahlûk (yaratılmış) olduğuna, ayetteki "muhdes bir zikir" (yeni bir öğüt) ifadesini
delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Zikir, "Bu, mübarek
bir zikirdir" (Enbiya, 50) ayetinden Ötürü, Kur'ân'dır. Cenâb-ı Hakk
bu ayetinde de bu zikrin muhdes (yeni-sonradan) olduğundan bahsetmiştir, öyle ise,
iki ayetin toplamından Kur'ân'ın "muhdes" olduğu neticesi çıkar. Bu
istidlal, "Allah, en güzel sözü kitab olarak indirdi" (Zümer, 23)
ayeti ve "Artık bundan sonra o kâfirler, hangi hadîse (söze)
inanacaklar?" [A'rii, 185) ayetleriyle de yapılabilir. 3unun muhdes olduğu
sabit olunca, bu demektir ki, onun bir yaratıcısı var. Böylece de hiç şüphesiz
ki o, mahluk olmuş olur."
Cevap: Bütün bunlar,
bu lafızlarla ilgili izahlardır. Biz de, bu lafızların muhdes olduğunu kabul
ediyoruz. Biz, bu harflerin ötesinde başka bir şeyin kadîm olduğunu iddia
ediyoruz ki, işte ayette buna delâlet bulunmamaktadır.
[12]
"Hani Rabbin
Musa'ya, "O zalimler güruhuna Firavun'un kavmine git. Hâlâ sakınmayacaklar
mı onlar?" diye nida etmişti" (Şuarâ, 10-11).
[13]
Ehl-i sünnet, Hz. Musa
(a.s)'ın, Allah'dan duyduğu o nidanın ne olduğu hususunda, -O'nun, kadîm kelâmı
mı, bir çeşit ses mi olduğu hususunda- ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
Ebu'l-Hasan el-Eşarî şöyle der: "Duyulan şey, O'nun kadîm olan kelamıdır.
Delil, Cenâb-ı Hakk'ın zâtının malûm ve müretteb olduğuna delâlet ettiği halde,
nasıl ki zâtı diğer eşyaya benzemiyor, aynen bunun gibi, onun kelâmı da
duyulduğu halde, ses ve harflere benzemekten münezzehtir." Ebû Mansûr
el-Maturîdî ise şöyle demiştir: "Hz. Musa (a.s)'ın duyduğu o şey, harfler
ve sesler cinsinden bir nidadır. Çünkü delil, bizim cevheri ve arazı
gördüğümüze delâlet edip, görülebilmesi için de, cevher ile araz arasında
mutlaka müşterek bir sebebin bulunması gerekip, bu müşterek illet de, onların
mevcudiyeti olunca, biz her mevcudun görülebileceğine hükmettik. Cisim ile ses
arasında mutlaka ortak bir noktanın bulunduğuna hükmedil inceye kadar, bize
göre bizim sesleri ve maddeyi görmemiz sübut bulmaz. Binâenaleyh bundan her
mevcudun duyulabilmesi neticesi çıkmaz. Böylece aradaki fark ortaya çıkmış
olur."
Mu'tezile'ye gelince,
onlar bu duyulan şeyin, sadece harfler ve sesler olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Bu noktada onlar şöyle demektedirler: "Bu nida Hz. Musa
(a.s)'nın bu kelamın Allah tarafından geldiğini bileceği bir tarzda tahakkuk
etmiştir. Böylece bu, sayesinde Allah'ın kendisine hitab ettiği bilinen bir
mucize olmuş olur. Bu sayededir ki Hz. Musa (a.s) herhangi bir vasıtaya muhtaç
olmamıştır. İşte o vakit Hz. Musa (a.s)'nın Fİravun'a, "O zalimler
güruhuna, Firavun'un kavmine git" risaletini taşıması yetmiştir, çünkü
bi'setin başlangıcında, Hz. Musa (a.s)'a tevhide çağırmayı emretmek, hükümleri
ise daha sonra emretmek gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa (a.s)'a bu şekilde
emretmesi ise ancak Hz. Musa (a.s)'ın istendiğinde kendisi elinden mucizelerin
zuhur edeceğini bildiği zaman zuhur eder.
Cenâb-ı Hakk'ın
"O zalimler güruhuna git" buyruğuna gelince bu, Allah'ın onları
zalimlikle tescil etmesi demektir. Onlar bu ismi almaya şu iki sebepten dolayı
yani kâfir olmaları ve kendi nefislerine zulmetleri sebebiyle İsrâiloğullarına
zulmetmeleri açısından müstehak olmuşlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesi, "firavnun kavmine" ifadesi o'nun ifadesine bir atf-ı beyan
olarak atfedil m iştir. Buna göre sanki, "zalim kavimler" ifadesiyle
"firavnun kavmi" ifadesi, aynı manaya delâlet eden iki lafız gibi
olmuş olurlar.
Ayetteki "Hâlâ
sakınmayacaklar mı onlar?" cümlesine gelince, bu ifade "Hâlâ benden
sakınmayacaklar mı onlar?" şeklinde olmak üzere nûnun kesresiyle
yettekûnî şeklinde de okunmuştur. Böylece nûn, iki nûnun bir araya gelmesinden
dolayı; yâ da kesre ile yetinilerek hazfedil mistir. Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesi
müste'nef bir kelâm olup, bunun peşinden Hz. Musa (a.s)'ı zulüm ve
taşkınlıktaki halleri ile kendi akıbetlerine dair duydukları güven ve
korkusuzluktan dolayı teaccüb ve hayrete davet etmek için, onları uyarmak ve
zulümlerini tescil etmek amacıyla Musa'yı onlara gönderdiğini bildiren ifadeyi
getirmiştir.
Bu kelimenin, zalimin
kelimesinin zımnındaki hüm zamirinden hal olması da muhtemeldir. Buna göre
mana, "onlar Allah'tan ve O'nun ikâbından korkmayarak zulmediyorlar"
şeklinde olur. Bu manaya göre, istifhâm-ı inkâr? için olan bu hemze, hâl
cümlesinin başına getirilmiş olur.
Bir üçüncü izah da,
bunun manasının, "Dikkat, ey insanlar, benden korkun!" şeklinde
olmasıdır ki, buna göre bu ifade tıpkı, "Allah'a secde etmesinler diye
(...)"(U9m\,25) ayetinde olduğu gibidir. Bu ifadeyi, muhatab sığasıyta
şeklinde okuyanlara gelince bu onlara dönmek, onları yadırgayarak, yüzleri
onlara çevirmek ve onlara gazab etmek üslubu gözetilerek böyle okunmuştur. Bu
tıpkı, bir suç işleyen ve kendisi de orada bulunan kimseden şikayetçi olan
kimsenin hiddetle yüzünü ona çevirmesi gibidir. Bu kimse şikayet etmeye koyulup
da öfkesi şiddetlendiğinde, arkadaşından ilgisini keserek, suçluya yönelir, onu
azarlar ve ondan dolayı onu kınar. Ve ona, "Allah'tan korkmaz mısın?
İnsanlardan utanmaz mısın?" demeye başlar.
İmdi, şayet
"Hitap Hz, Musa (a.s)'a olup, kendisine yönelinenter de, orada bulunmayan
kimseler olduğu halde münâcaat (Allah'la konuşma) esnasındaki bu iltifatın
fayda ve hikmeti nedir?" denilirse, ben derim ki: Bunu, kendilerine
gönderilen o peygamberle konuşma esnasında yapmak, bunu onların huzurunda
yapmak ve bunu, bizzat onların kulaklarına atmak demektir. Çünkü, on tara
tebliğde bulunan odur, onlara yasak koyan da. Bunda Hz. Musa (a.s)'a bir lütuf
ve takvasını arttırmaya bir teşvik vardır. Kâfirler hakkında nazil olmuş nice
ayet vardır ki, onları tefekkür etme ve onlardan dersler çıkarma bakımından,
mü'minlerin o ayetlerden olan nasipleri daha da fazladır.
[14]
"O dedi ki:
"Ya Rabbi, doğrusu onların beni yalanlayacaklarından korkarım. Benim de
göğsüm daralır, dilim açılmaz. Onun için Harun'a gönder. Hem onların, benim
aleyhimde bir suç (davaları) da var. Bundan dolayı beni öldürmelerinden
korkarım" (Şuarâ, 12-14).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[15]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'a Firavunun kavmine gitmesini emredince, Hz. Musa (a.s),
beraberinde Harun (a.s)'ı da onlara göndermesini istemiş, daha sonra da kendisini böyle
bir talebe sevkeden sebepleri zikretmiştir ki, bunun neticesi şudur: Şayet
Harun (a.s) olmasaydı, Hz. Musa (a.s)'ın peygamber olarak gönderilmesinden elde
edilmesi istenen fayda, elde edilemezdi. Bu, şu iki sebepten dolayı böyledir:
a) Firavun
genel olarak Hz. Musa (a.s)'ı yalanlar. Kişinin yalanlanması ise, kalbinin
sıkışmasına sebeptir. Kalbin daralması da diVınde lutuMuk tataan Wrt\setartn
konuşurken zorluk çekmelerine sebep olur. Çünkü kalb daraldığında rûh ve
vücuttaki tabii ısı, kalbin içinde tutulur, sıkışıp kalır. Ruh ile hararet-i
garîziyye kalbin içinde sıkışıp kalıp, kalbin dışı rûh ile hararet-i garîzeden
halî olunca, lisandaki tutukluk artar. O halde bu demektir ki, yalanlanmaktan
dolayı eziyyet duymak, kalbin sıkışmasına; kalbin sıkışması da dilin
tutulmasına sebeptir. İşte bundan dolayı, Hz. Musa (a.s) ise önce yalanlanma
korkusuyla, ikinci olarak kalbin daralmasıyla,üçüncü olarak da lisanın tutukluk
yapmasıyla başlamıştır. "Harun (a.s)'a gelince der Hz. Musa (a.s), o
benden daha fasihtir. Onda, saydığım şu şeyler yoktur. Binaenaleyh onu
göndermen daha'uygun olur."
b) Onların
bana karşı bir suç davası vardır. Binaenaleyh, onların hemen beni öldürmeye
koşacaklarından korkarım. Eğer beni Öldürürlerse, peygamber olarak gönderilme
gayesi gerçekleşmez. Ama Harun (a.s) böyle değildir, binâenaleyh bi'setin
gayesi de ancak böylece tahakkuk etmiş olur."
[16]
Bu ifadeler, ref
şeklinde de okunmuşlardır. Çünkü bunlar
'nin haberi üzerine üzerine) matufturlar. Bu iki fiil, 'in başına geldikleri
ifadeye atfedildikleri için de nasb İle de okunmuşlardır. Bu ikinci okuyuşa
göre mana "Ben, onların beni yalanlamalarından, böylece de göğsümün
daralmasından ve dilimin tutukluk yapmasından endişeleniyorum" şeklinde
olur. Bu iki okuyuş arasındaki fark şudur: Merfû okuyuş, Hz. Harun (a.s)'ın
gönderilmesini isteme hususunda, üç ayrı sebebi ifade eder. Nasb ile okuyuş ise
tek bir sebebi ifade eder ki, bu da bu üç şeyden "korkma"dır.
İmdi, eğer
"Korku, olması beklenen bir kötülükten dolayı meydana gsten bir keder ve
üzüntüdür. Halbuki dilin tutukluğu daha önce de mevcuttur. Binâenaleyh korku daha bununla
nasıl alâkalı olabilir?" dersen ben derim ki: Biz ileride olacak
yalanlamanın, kalbin sıkışmasına, kalbin darlığının da, lisanın iyice tutukluk
yapmasına sebebiyet vereceğini beyan etmiştik. Binâenaleyh tutuklukta meydana
gelen artma, o anda mevcut değildi, tam aksine, bu ilerde olması beklenen bir
şeydi. Binâenaleyh korkunun, olması muhtemel olan bu tutukluğun artmasına
bağlanması caiz ve uygundur.
[17]
Ayetteki "Onun
için Harun'a gönder" cümlesine gelince, bu ifadenin zahirinde, Hz. Harun
(a.s)'a kimin gönderileceği bulunmamaktadır. Haberin birinde şu varid olmuştur:
"Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ı Harun (a.s)'a göndermiştir." Süddî
şöyle der: "Musa (a.s) ailesiyle Mısır'a gitti. Derken, Musa (a.s)
kendisini tanımayan Harun (a.s)'la karşılaştı. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s),
"Ben Musa" dedi ve böylece de tanıştılar. Ona, risalet görevini ifa
için, kendisiyle birlikte Firavunun yanına gitmesini emretti. Anneleri korktuğu
için, korkarak arkalarından bağırdı. Ama onlar bunu dinlemeyerek, doğrudan
Firavuna gittiler. Bundan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın Harun (a.s)'a Cebrail
(a.s)'ı göndermiş olması da muhtemeldir. Çünkü Allah'ın peygamberlerine
gönderdiği elçisi, Cebrail (a.s)'dır. Bu iş Cebrail (a.s)'a verilmiş olunca,
malûm olduğundan dolayı, bu ifadede anlatılmamıştır. Hem ayetin zahirinde onun
hangi şey için gönderildiği de yer almamıştır: Ancak ne var ki, sözün fehvası,
sözden anlaşılan, Hz. Musa (a.s)'ın Hz. Harun (a.s)'ı yapmayı istediği şeyler
hususunda kendisine yardımcı olması için talep ettiğini gösterir. Nitekim,
Arapça'da birisi, senin yerine davrandığında, "Falancaya adam sal"
denilir. Yani "o konuda sana yardımcı olması için..." demektir.
Ayetin zahirinde Hz. Musa (a.s)'ın, Hz. Harun (a.s)'ın kendisiyle birlikte nebî
olmasını İstediği hususu yer almamaktadır. Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz alemlerin Rabbinin gönderdiği peygamberiz deyin"{Şuan, 16)
şeklindeki ifadesi buna delâlet etmektedir.
Ayet-i kerimedeki
"Hem onların, benim aleyhimde bir suç 'davaları) da var" cümlesine
gelince, Hz. Musa (a.s) bu ifadedeki "suç", sözüyle kendisinin o
Kıptîyi öldürmesini kastetmiştir ki, Allah Teâlâ bu hadiseyi Kasas Sûresi'nde
açıklamıştır.
Bil ki, Hz. Musa
(a.s)'ın Hz. Harun (a.s)'ın kendisine katılmasını istemesi hususunda kendisinin
Firavuna gitmekten afvedilmesini istediğini gösteren herhangi bir şey yoktur.
Tam aksine, onun bu isteğinin gayesi, bu gitmenin maksada ulaşma bakımından en
kuvvetli bir biçimde olmasını istemektir. Alimler bu hususta ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demişlerdir: Hz. Harun (a.s),
her ne kadar nebî idiyse de ancak ne var ki o, kendisinin risaleti ifa edinceye
kadar kalacağını bilemiyordu. Çünkü o, bununla ancak peygamberlik görevini
yapmada Hz. Musa a.s)'a yardımcı olmakla emrolunmuştu. Bu, Bağdatlılardan Ka'bt
ve diğerlerinin görüşüdür. Çünkü Bağdatlılar, Allah'ın kutuna şartlı teklifte
bulunabileceğini tecviz etmektedirler. Ekseri ulemânın benimsediği görüş ise,
bunun caiz olamayacağıdır. Çünkü Allah Teala bir şeyi emrettiğinde, emrolunanın
onu yapabileceğini, onu hangi vakitlerde yapabileceğini de bilir. Binâenaleyh
o, onun onu yapamayacağını bilirse, o zaman ona onu emretmez. Bu doğru olduğuna
göre, peygamberler hakkında doğruya en yakın olanı, onların Allah'ın
kendilerine risâlet görevini yüklediğinde onu yerine getirebileceklerini ve bu
risâlet görevi yerine getirilinceye değin de yaşayabileceklerini bilmeleridir.
Bu gibi hususlar her ne kadar başkaları hakkında bir teşvik olsa bile
peygamberler hakkında bir teşvik olmaz.
[18]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Hz. Musa (a.s)'ın, "Hem onların, benim
aleyhimde bir suç (davaları) da var" şeklindeki sözü, o
günahın ondan sudur ettiğine delâlet eder mi?"
Cevap: Hayır. Bununla
"onların iddialarına göre, onların benim aleyhimde bir suç (davaları) vardır"
manası kastedilmiştir.
[19]
"Allah,
"Hayır dedi, ikiniz de ayetlerimizle gidin. Şüphesiz ki biz sizinle beraberiz,
işitidyiz. Haydi Firavun'a gidin de, "Biz, Israiloğullarını beraberimizde
yollayasm diye, alemlerin Rabbinin gönderdiği gerçek peygamberiz"
deyin" (Şuarâ, 15-17).
Bil ki Hz. Musa (a.s)
şu iki şeyi istemiştir:
a)
Kendisinden onların serlerini def etmesini.
b) Hz. Harun
(a.s)'ı da kendisiyle birlikte göndermesini... Cenâb-ı Hakk, onun bu iki isteğinden
birincisine VS" "Hayır"
ifadesiyle cevap vermiştir ki, bunun anlamı, "Ey Musa düşündüğün şeyden
vazgeç" şeklindedir. İkincisine de "İkiniz de gidin" emriyle
cevap vermiştir ki, bu, "sen ve istediğin Harun, birlikte çekip
gidin" demektir. Buna göre, eğer "bu ifade, ne üzerine
atfedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "bu, "hayır"
kelimesinin ifade ettiği fiile atıftır. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Ey
Musa düşündüğünden vazgeç ve Harun'la birlikte git" demek istemiştir.
[20]
Ayetteki
"Şüphesiz ki biz, sizinle beraberiz, işiticiyiz" ifadesi, mecazî bir
ifade olup, Allah Teâlâ bununla şu manayı kastetmiştir: "Ben sizin ve
düşmanlarınız için, size düşmanınız aleyhine yardım ederim. Sizin aranızda
geçen şeyleri hazırlar, düşmanınıza karşı size yardım eder, sizi galip getirir
ve düşmanınızın size karşı olan şevket ve saltanatını kırarım." Biz burada
"işitme" işini mecaz kabul ettik. Çünkü "istimâ", kulak
verme ve dinleme demektir. Bu ise Allah Teâlâ için söz konusu değildir.
[21]
Ayetteki "Biz,
âlemlerin Rabbinin gönderdiği peygamberiz" ifadesi ile ilgili olarak şöyle
bir soru sorulabilir: "Biz, Rabbinin iki peygamberiyiz" Tahâ, 47)
ayetinde olduğu gibi, burada da, "resul" kelimesi tesniye olarak
getirilmeli değil miydi?" Buna şu birkaç şekilde cevap verebiliriz:
a) Resul o
mâhiyetin bir mi, daha çok mu olduğunu beyân etmeksizin bir mâhiyete verilen
isimdir. Elif-lâm, istiğrak değil, vahdet (tek oluş) ifade eder. Bunun delili
senin iltf£aJi j* öCSf\ "İnsan, gülendir" deyip, "Her insan,
gülendir" dememen gibidir. Yine "Şu insan, gülendir" de
denilemez. "Resul" lafzının, sadece bir mahiyet ifade ettiği,
mahiyetin de bire ikiye hamledilebildiği sabit olunca, ayetteki "Biz,
alemlerin Rabbinin Resulüyüz" ifadesinin doğruluğu sabit olmuş olur.
b) Resul
kelimesi bazan, "risâlet" manasına da gelir. Nitekim şâir:
iri
"Andolsun ki
jurnalcılar, yanlarında söylediğim sim yalanladılar. Ben onlara bir risâlet
(bir haber) de göndermedim" demiştir. Buna göre ayetin manası, "Biz,
alemlerin Rabbinden gelen bir risâlet (elçilik) sahibi kimseleriz"
şeklinde olur.
c) Onlar
aynı şeriatı getirdikleri ve kardeş olarak beraber oldukları için, her ikisi
sanki bir peygamber gibi kabul edilmişlerdir.
d) Bundan "Bizim her birimiz bir
resuldür" manası kastedilmiştir.
e) Bazıları
bunun şu manaya olduğunu söylemişlerdir: "Özellikle Hz. Musa (a.s)
peygamber olduğu için, burada tesniye değil, müfred ifade kullanmıştır. Bunun
başındaki "biz" de, tıpkı azamet ifade eden, "Hiç şüphesiz o
Kur'ân'ı biz indirdik" (r. i) ayetindeki "Biz" gibidir. Bu görüş
zayıftır.
Ayetteki
"Israiloğullannı beraberimizde yollayasm diye" cümlesindeki
"İrsal" (yollama) ile, salıverme, bırakma, boşaltma manaları
kastedilmiş olup, tıpkı "Şahini sal" demen gibidir. Hz.
Musa (a.s) bu ifadesi ile, "İsrâiloğullarını artık bırak, bizimle
gelsinler" manasını kastetmiştir.
[22]
"(Firavun) dedi
ki: "Biz seni yeni doğmuş bir çocukken içimizde büyütmedik mi? Sen
ömründen bir hayli seneler bizim aramızda katmadın mı? O yaptığı
fiili de sen yapmıştın. Sen nankörlerdensin!' (Şuarâ,
16-19).
Bil ki, bu sözde şöyle
bir hazif vardır: "Onlar Firavuna geldiler ve Allah'ın emrettiği şeyi
söylediler. İşte o zaman Firavun bu sözü söyledi." Rivayet olunduğuna
göre, ikisi Firavunun kapısına gitmişler, fakat bir sene geçtiği halde onun
huzuruna alınmamışlar. Ta ki kapıcı, "burada kendisinin, âlemlerin
Rabbinin elçisi olduğunu söyleyen birisi var" deyinceye kadar. Kapıcı
böyle deyince, "içeri bırak bakalım. Belki biraz eğleniriz" demiş.
Hz. Musa (a.s) ile Harun, Firavuna söylemekle görevli oldukları şeyi yerine
getirdiler. Tam o sırada Firavun, Musa (a.s)'ı tanıdı ve peşinden önce ona
yaptığı iyilikleri sayıp döktü, sonra onun kendisine yaptığı kötülükleri
sıraladı. Firavun'un ona yaptığı iyilikler, "Biz seni yeni doğmuş bir
çocukken içimizde büyütmedik mi? ifadesi ile anlatılmıştır. "Velîd",
doğması yaklaşmış çocuk demektir. Ebû Amr, mimin sükûnu ile şeklinde
okumuştur. Ayetteki "slnîn" kelimesinin tefsirine gelince, Hz. Musa
(a.s)'ın Firavun hanedanının yanında otuz yıl kaldığı ileri sürüldüğü gibi,
Kıptiyi tokatlayıp öldürdüğünde on iki yaşında bir çocuk olduğu, bu hadiseden
sonra kaçıp gittiği de söylenmiştir. Bu hususta en doğrusunu bilen Allah Teâlâ'dır.
Şa'bî'nin, fâ'nın kesresiyle, "fl'leteke" şeklinde okuduğu rivayet
edilmiştir ki bu, (masdar binâ-ı nev'i) olup, Hz. Musa (a.s)'ın kıptiyi
öldürmesi manasını ifade eder. Çünkü o, kıptîyi tokatla öldürmüştür ve bir
çeşit (nev) öldürmedir. Fakat bu kelimenin "fa'lete" şeklinde
okunması, Hz. Musa (a.s)'ın onu "tek" bir tokatla öldürmesinden
ötürüdür. (Bunun masdar binâ-ı mevre olmasından ötürüdür.) Firavun Hz. Musa
(a.s)'a yaptığı iyilikleri, onu terbiye ettiğini, yetiştirip büyüttüğünü
söyleyerek ifade etmiş ve onu, fırıncısını öldürdüğü için kınayarak bunun büyük
bir suç olduğunu, "O yaptığın fiilide sen yapmıştın (yapacağını yaptın
gittin)" diyerek ifade etmiştir.
Ayetteki, "Sen nankörlerdensin" ifadesi ile
ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Bunun hal
cümlesi olması mümkündür, yani, "Sen böyle yapmakla bir nankör olarak onu
öldürdün" demektir.
b) Bu,
"Sen, işte o sırada onları kâfir kabul edenlerdendin" demek olup,
Firavun, Hz. Musa (a.s)'a iftira etmiş veya onun işinin ne olduğunu anlayamamıştır.
Çünkü Hz. Musa (a.s)
onlara, nezîh bir
şekilde muamele ediyordu.
Zira küfür peygamberlikten önce de
caiz değildir.
c) Bu,
"Sen nankörlüğü adet haline getirmiş kimselerdendin. Bu halde olanın, veli
nimeti olan belli kimseleri öldürmesi de şaşılacak birşey değil" demektir.
d) Bu,
"Sen Firavunu ve onun Hanlığını inkâr edenlerdendin" veya
"Firavunun dinine göre kâfir olan kimselerdendin" demektir. Çünkü
onların da taptıkları ilahları vardı. Onların ilahları (putları) olduğuna,
"Seni ve ilahlarım terkediyor (o Musa)” (Araf. 127} ayeti de delâlet eder.
[23]
"(Musa) Dedi ki:
"Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım. Sizden korkunca da,
hemen kaçtım. Nitekim Rabbim bana bir hüküm verdi ve beni peygamberlerden
yaptı. Benim başıma kaktığın o nimet, îsrâiloğullannı kendine
kul-köle edinmenden dolayı olmuştu" (Şuarâ, 20-22).
Bil ki Firavun
terbiyeden ve o öldürme hadisesinden bahsedip, kendisinin Hz. Musa (a.s)'ı
sarayında yetiştirmesi malum ve açık bir iş olunca, gayet tabii olarak Hz. Musa
(a.s) bunu yadırgamamış ve buna karşı cevap vermemiştir. Çünkü oaşkasına
peygamber olarak gönderilen bir kimsenin elinde mucizeler ve deliller
bulunduğunda, peygamber gönderilen insanların ona in'am edip etmemesi, iyi
zavranıp davranmaması halinde, peygamberin durumunun değişmeyeceği akıllarda •
Ayetteki "Sizden korkunca da hemen sizden
kaçtım" ifadesi, "Ben, bu işi, öldürücü olduğunu bilmeden yaptım ve
bu benden kasıtsız olarak sâdır olan bir hâdisedir. Binâenaleyh firarıma sebep
olacak korkuyu haketmemiştim. Ama sizin, "Şehrin önde gelenleri seni
öldürmek için toplandılar, hakkında konuşuyorlar" {Hassas^) şeklindeki
haberinizi duyduğumda sizden kaçtım" demektir.
Böylece Hz. Musa {a.s)
bununla, Firavunun bu öldürme hadisesiyle ilgili olarak kendisine bir iyiliği
olmadığını, aksine kaçışına sebebiyet verecek biçimde, korkuttuğu için, hatta
kötülük yapmış olduğunun söylenebileceğini bildirmiştir. Daha sonra da, bu
kaçışının peşisıra Allah'ın verdiği nimetleri beyân ederek adeta şöyle
demiştir: "Siz kötülük ettiniz, ama Allah bana "hükm" vererek ve
beni peygamber kılarak iyilikte bulundu." Alimler, ayette bahsedilen
"hükmün" ne olduğu hususunda, değişik görüşler belirtmişlerdir:
Doğruya en yakın olan, bunun peygamberlikten başka birşey olmasıdır. Çünkü
ma'tuf, ma'tufun aleyhden başkadır. Peygamberlik ayetteki, "Beni
peygamberlerden yaptı" ifadesinden anlaşılmaktadır. O halde ayetteki
"hükm" ile ilim ve anlayış kastedilmiştir ki, bunun içine akıl ve
görüş ile tevhid demek olan dinin esasını bilme işi de girer. Bu izah doğruya
daha yakındır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'ı peygamber olarak göndermesi,
ancak aklının, görüş kuvvetinin ve tevhid bilgisinin mükemmel oluşu ile
caizdir.
Ayetteki "Rabbim
bana bir hüküm verdi" ifadesi bu hükmün, Allah Teâlâ'nın yarattığı birşey
olduğunu sarîh (açık) olarak göstermektedir. Mu'tezile ise, "Bununla ilahi
lütuflar kastedilmiştir" demektedir ki bu görüş gerçekten tutarsızdır.
Çünkü İlahi tütuflar, herkes için eksiksiz ve kusursuz olarak
yapılagelmektedir. Binâenaleyh bunun sadece Hz. Musa (a.s)'da olduğunu
söylemenin bir manası olamaz.
[24]
Ayetteki "Benim
basma kaktığın o nimet, Israiloğullanm kendine kul köle edinmenden dolayı
olmuştur" ifadesi, Flravun'un, "Biz seni büyütmedik mi?"
şeklindeki sözünün cevabıdır. Arapça'da birisi birisini kul-köie edindiğinde,
denilir. Buna göre eğer, "Bu iki ifade arasında hiçbir münasebet
görünmediği halde, bu onun nasıl cevabı olabilir?" denilirse biz deriz:
Bunlar arasındaki münasebeti şu şekillerde izah ederiz:
a) Hz. Musa
(a.s), Flravun'un elin ve terbiyesine düşmüştür. Bunun sebebi Flravun'un İsrailoğullarını
köle edinmeyi ve onların erkek çocuklarını kesmeye niyetlenmiş olması idi.
Binâenaleyh Hz. Musa (a.s) sanki Firavuna "Eğer bize ve milletimize karşı
uyguladığın o zulmü yapmamış olsaydın, senin barındırmana ihtiyacım
olmazdı" demek istemiştir.
b) Bu, daha
sonra yapılan iyilik, milletimize yapılan o büyük zulme karşılık olmuştur.
Bunlar bir birini karşılayınca, hiç yokmuş gibi olurlar.
c) Hasan el-Basri şöyle demiştir: Bu "Sen,
onları köle edindin, mallarını aldın ve bana o mallardan harcadın. Dolayısıyla
beni besleyip büyütmenden dolayı üzerimde bir nimetin yok" demektir.
d) Bu,
"Benim terbiye işimi üstlenenleri sen köle edinmiştin. Binâenaleyh aslında
bizzat senin bende bir nimetin yok. Çünkü bu terbiye işi, annem ve kavmimden
olan bazı kimselerce yapılmıştır. Senin düşündüğün, aslında sadece beni
öldürmekti. Bu ise bir nimet değil" demektir.
e) Bu, "Sen,
İsrailoğullarının kölelerin olduklarını iddia ettin. Efendi ise kölelerini
yedirip, içirdiği ve ihtiyaçlarını karşıladığı için, bunu onların başına
kakamaz" demektir.
[25]
Bil ki bu ayette
kâfirin küfrünün, kendisine iyilikte bulunduğu kimselerdeki nimetini ve lütfunu
boşa çıkarmayacağına bir delâlet vardır. Çünkü Hz. Musa (a.s) biraz önce de
açıkladığımız gibi, bu hususu başka yönlerden izah etmiş cevablamıştır. Alimler
bu hususta ihtilaf etmişler ve bazıları, "Nimet veren (iyilik yapan),
kâfir olursa, insanlara yaptığı iyiliklerden ötürü şükre (teşekküre ve övgüye)
müstehâk olmaz, aksine küfrü sebebi ile hor ve hakir kılınmayı hakeder.
Binâenaleyh eğer o kimse, iyilikleri sebebiyle ancak ta'zim ile yapılabilen
şükre müstehâk olsaydı, bu durumda o kimsenin aynı anda hem hor ve hakir
kılınmaya, hem de saygı duyulmaya müstehâk olması gerekirdi. Böyle iki zıd şeye
aynı anda müstehâk olmak ise imkansızdır" derken diğerleri "Küfr
(inkâr) sebebiyle, şükür (teşekkür) bâtıl olmaz. Küfr ile bâtıl olan şey ancak
kişinin alacağı mükafaat ile, iman etmesi halinde hakedecek olduğu
övgüdür" demişlerdir. Ayet bu İkinci görüşe delâlet etmektedir.
[26]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Zamir, ifadelerinde "sen" şeklinde tekil getirildiği
halde, "sizden kaçtım, sizden korktum" ifadelerinde cemi
getirilmiştir. Çünkü korku ve firar, sadece Flravun'dan dolayı değil, aynı
zamanda Hz. Musa (a.s)'ı öldürme işini konuşan adamlarından dolayı olmuştur.
Bunun delili: "Şehrin önde gelenleri, seni öldürmek için toplandılar
hakkında konuşuyorlar" (Kasas, 20) ayetidir. Başa kakma işi ise sadece
Flravun'dan olmuştur. Yine köle edinme işi de ondan kaynaklanmıştır. Buna göre
eğer, "Ayetteki tllke "o" kelimesi neye işarettir. Ve ifadesinin
iğrabtaki yeri nedir?" denilirse ben derim ki, tllke (o) kelimesi, ne
olduğu bilinmeyen ve pek iyi olmayan birşeye işaret olup, onun ne olduğunu
ayetteki, "kul-köle edinmen" ifadesi tefsir etmektedir. Çünkü bu
ifade, "atf-ı beyan"dır. Bunun bir benzeri de, ayetidir. Buna göre
mana, "Senin İsrailoğullarını kul-köle edinmen, işte başıma kaktığın
nimettir" şeklindedir. Zeccâc şöyle der: Burada başında en edatı bulunan
cümlenin, (mef'ûl-ü leh olarak) mahallen mansub olması da mümkündür. Buna göre
mana, "Sen, İsrailoğullarını kul köle edindiğin için, bu benim başıma
kaktığın bir nimet olmuştur.
Eğer sen böyle
yapmasaydın, ailem bana yeter, beni terbiye ederdi" şeklinde olur.
[27]
"Firavun dedi ki:
"Alemlerin rabbi (dediğin) nedir?" (Musa) da dedi ki: "Göklerin
yerin ve bu ikisi arasında bulunan şeylerin. Rabbidir. Eğer hakikati yakînen
bilmeye ehil kimselerdenseniz." Firavun etrafında bulunan kimselere dedi ki:
"Ne dediğini işitiyor musunuz?" (Musa sözüne devamla), "O, sizin de, evvelki
atalarınızın da Rabbidir" dedi. (Firavun), "Her halde size gönderilen
(bu) peygamberiniz, şüphe yok ki deli" dedi. (Musa) dedi ki: "O, doğu ile batının ve
ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir. Eğer aklınızı kullanırsanız."
(Firavun) da dedi ki: "Andölsun, eğer benden başka bir tanrı edinirsen seni
muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" (Musa) dedi ki:
"Sana apaçık birşey getirdiysem de mi?" (Firavun) da dedi ki: "Doğru
söyleyenlerdensen haydi getir onu" (Şuarâ, 23-31).
[28]
Bil ki Firavun Hz.
Musa (a.s)'ya, "Alemlerin Rabbi (dediğin) nedir?" sorusunu, Hz. Musa
(a.s) kendisini alemlerin Rabbine itaata davet ettiğinde sormuştur. Bunun böyle
olduğunu, "Haydi Firavun'a gidin ve "Alemlerin Rabbinin gönderdiği
iki peygamberiz" deyin"[Suma. ıej ayeti göstermektedir. Binâenaleyh
Hz. Musa (a.s) ve Harun (a.s), Firavun'un yanına gittiklerinde böyle söylemişler
ve bunun üzerine Firavun, "A/emlerin Rabbi (dediğin) nedir?" demişi».
Bu tfacle ile ttgltt şu iki bahis vardır:
Birinci bahis:
Firavun'un Allah'ı bildiği ve tanımakta olduğu söylenebilir. Fakat hükümdarlık
ve riyaseti istediği için, bilmez gibi böyle sormuştur. Allah Teâlâ, Kur'ân'da
onun Allah'ın varlığını bildiğini gösteren şu ayeti zikretmiştir: "(Musa),
'Andolsun, bunları
birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini
bilmişsindir. Ben de Firavun, seni herhalde helak edilmiş sanıyorum"
dedi" (isra, 102). Binâenaleyh buradaki
(bilmişsindir) ateşindeki te fethalı okunduğunda, Firavun'un bunları
bildiği manası kastedilmiş. Bu da, onun Allah'ı tanıdığına delâlet eder. Fakat
o kendisinin ilah olduğunu ccia ederek, kavmini sömürmüştür. Diğer bir kıraate
göre ise, bu te Ötüre ile sunmuştur. Buna göre de bu bilme işinin Hz. Musa
(a.s) ile alâkalı olduğu manasına gelir. Ama eğer Firavun akıllı değil deli
idiyse, Allah'ın kendisine peygamber göndermesi caiz olmazdı. Yok eğer akıllı
idiyse, ister istemez kendisinin daha önce mevcut, canlı ve akıllı olmadığını,
bu şekle sonradan geldiğini bilmesi gerekirdi. Yine reyle sonradan olan
herşeyin mutlaka bir müessiri (bir yaratıcısı) olduğunu da kesin aarak bilmesi
gerekirdi. Binâenaleyh bu iki şeyi bilmesinin neticesi olarak, vücudunun
torkibi (var edilmesi), hayatı, aklı hususunda varedici bir müessire muhtaç
olduğunu gösteren bir üçüncü ilim meydana gelirdi. Firavun'un, tabiata olduğu
da söylenebilir. "aoiatçılara göre, felekler zatları gereği vardırlar
(vâcibu'l-vucûddurlar), zâtları gereği -a-eket etmektedirler ve bu hareketleri,
bu alemde birtakım hâdiselerin meydana gelmesine sebebtir. Yahut şöyle de
denebilir: Firavun, hür ve irade sahibi bir failin, ar yaratıcının bulunduğuna
değil, mûcib bir illete (otomatik bir sebebin varlığına) inanan
felsefecilerdendir. İsrailoğuHarını sömürdüğü, onların yetkilerini ellerinden
alıp, --arlarından tutup onları güttüğü için, kendisinin memleketindeki
insanların ilahı jğuna inanmıştır. Yahut da şöyle denebilir: Firavun, ilahın
zâtının belli bir insanın ai bina girebileceğine inanan "hulûliyye"
(incarnation) görüşünde idi ki, bunlar «nrtnın zatının muayyen bir insanın
bedeninde zuhur ettiğine inanırlar. Onlara göre ar insanın ruhu bedenine göre
ne durumda ise tanrı da hulul ettiği bedene göre aynı burumdadır. İşte
sebeblerden ötürü de kendisini "İlah" diye adlandırmıştır.
İkinci bahis: Firavun,
Hz. Musa (a.s)'a, "Âlemlerin Rabbi (dediğin) nedir?" aemiştir. Bil ki
birşeyi nedir?" ifadesiyle sormak, o şeyin hakikatini ve mahiyetini arf
etmeyi istemektir. Birşeyin hakikatini tarif etmek ve açıklamak ise, ya o
hakikatin nzzat kendisi ile, yahut onun parçalarından birşey ile; yahut o
hakikatin dışında arşeyle, hem onun harici ve dahili şeylerinden müteşekkil bir
şeyle yapılır. O şeyin, fcîkatını bizzat kendisiyle tarif etmek imkansızdır.
Çünkü tarif eden tarif olunandan 4nce bilinir. Binâenaleyh eğer birşey, yine
kendisiyle tarif edilmiş olsaydı, onun daha trce malum olması gerekirdi. Bu ise
imkansızdır. O şey; kendisine (zatına) dahil olan f^rterte tarif etmek de
vâcibul-vücûd olan zat hakkında imkansızdır. Çünkü kendisine MMİ olan şeylerle
onu tarif etmek, tarif olunanın "mürekkeb" bir varlık olması halinde
T-ûmkündür. Vâcibu'l-vucûd olanın ise, "mürekkeb" olması imkansızdır.
Çünkü her mj'ekkeb, kendisini meydana getiren parçaların herbirine muhtaçtır
Mürekkebin ftar bir parçası ise, mürekkebden başkadır, yani onun kendisi
değildir. O halde, -jrekkeb" bir başkasına muhtaçtır. Başkasına muhtaç
olan da, zatı gereği '-Omkin" varlıktır, öyle ise her mürekkeb,
"mümkin" varlıktır. Binâenaleyh -.-ekkeb olması imkansız olan,
"mümkin" olamaz. O halde vâcibu'l-vucûd olan -..'ekkeb olmaz.
Mürrekkeb olmayınca da "Kendisini meydana getiren parçalarla tarif
etme" işi onun hakkında mümkin olamaz. Bu iki kısım bâtıl olunca,
vâcibu'l-vücûd olanın, hakikat ve mahiyetinin, ancak onun levazımı ve
eserleriyle tarif edilebileceği sabit olmuş olur.
Sonra bu levazım
(ayrılmaz vasıflar), bazan gizli, bazan açık ve net olur. Mahiyeti gizli olan
levazımı (sıfatları) ile tarif etmek caiz ve doğru değildir. Aksine onu, açık
net ve anlaşılır levazımı ile tarif etmek gerekir. Vâcibu'l-vücûd olan zâtın en
açık eserleri ise, bu maddi alemdeki şeylerdir. Bunlar da gökler, yerler ve bu
İkisi arasında yer alan şeylerdir. Binâenaleyh Flravun'un bu sorusunun
cevabının ancak Musa (a.s)'nın dediği şu şey olduğu anlaşılır: "O,
göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin Rabbidir" Hz. Musa
(a.s)'ın, "Eğer hakikati bilmeye ehil kimselerdenseniz" sözü,
"Eğer bu maddi alemin, vâcibu'l-vücûd bir mevcuda dayandığına
inanıyorsanız, bilin ki onu ancak şu söylediğim şeylerle tarif edip, anlatmak
mümkin olur. Çünkü bu alemin, zâtı gereği vâcibu'l-vücûd bir varlığa varıp
dayandığını kabul ettiğinizde, zâtı gereği vâcib olanın mutlak cevher (mürekkeb
olmayan tek bir şey) olduğu sabit olur. Mutlak cevherin ise, ancak eserleriyle
tarif edilebileceği sabittir. Binâenaleyh o eserlerin, mutlaka ve mutlaka onun
en açık eserleri olması gerekir. Bunlar ise, gökler, yerler ve bu ikisi
arasında bulunan şeylerdir. Dolayısıyla eğer buna kesinkes inanmış iseniz,
bundan başka bir cevabın olamayacağını da kesinkes kabul etmeniz gerekir"
manasınadır.
Hz. Musa (a.s) bu
gerçek cevabı söyleyince, "Firavun etrafında bulunan kimselere dedi ki:
"işitiyor musunuz?" Firavun bunu Hz. Musa (a.s)'ın cevabına şaştığı
için söylemiştir. Bu, "Ben ondan, alemlerin Rabbinin, hakikat ve
mahiyetinin ne olduğunu soruyorum, o ise bana fâiliyyet ve müessiriyet (yani
onun fiilleri ve eserleri) ile cevap veriyor" demektir. Bu problemin aslı
şöyledir: Mahiyeti, ayrılmaz vasıfları ve tesirleri (levazımı) ile tarif etmek,
o mahiyetin bizzat kendisini tam anlamayı sağlamaz. Bu böyledir. Çünkü birşey
hakkında, "O, kendisinde mutlaka falanca özellik bulunandır" dediğimizde,
bu sözümüz, ya sırf o falanca özellik, onun ayrılmaz vasfı olduğu için bilinmiş
olur, yahut da bu ayrılmaz özellik, ona tahsis edildiği için, o bununla
bilinmiş olur. Birinci ihtimal imkansızdır. Çünkü onun için falanca özelliğin
ayrılmaz bir vasıf olduğunu söylersek, o ayrılmaz vasfı, kâşif (onu gösteren ve
anlatan şey) kabul etmiş oluruz. Gösterilen şey, bu kadar bir şey olmuş
olsaydı, o zaman o şey yine kendisi ile tanınmış olurdu ki, böyle olması
imkansızdır. İkinci ihtimal de imkansızdır. Çünkü onun kendisine falanca şeyin
(vasfın) gerekli olduğunu bilmek, o mâhiyetin tam özelliğini bilmek demek
değildir. Çünkü farklı mahiyetlerin aynı olan sıfatlarda (levazımda) müşterek
(benzer) olmaları aklen imkansız değildir. Binâenaleyh bir şeyi, haricî sıfatlarıyla
tarif etmenin o şeyin hakikatim tam olarak ortaya koyamayacağı sabit olmuş
olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın göklerin yerin ve bu ikisi arasındaki
herşeyin Rabbi olması, bu açıdan, Firavun'un "Alemlerin rabbi (dediğin)
nedir?" şeklindeki sorusunun tam cevabı olamaz.
İşte bu sebeple, Hz.
Musa (a.s) bundan sonra "O, sizin de evvelki atalarınızın da
Rabbidir" diye cevap vermiş ve sanki Allah'ı göklerin ve yerin yaratıcısı
olması ile tarif etmeyi bırakmış ve "O"nun hem bizim hem de
atalarımızın yaratıcısı olması mümkündür. Fakat insanın kendisi babası ve
dedelerinin, zatları gereği (kendiliğinden) var olduklarına inanması
imkansızdır. Çünkü görünür âlem, insanın kendisinin ve atalarının, yok iken var
olduklarına ve varken yok olduklarına delâlet etmektedir. Bu durumda olan
varlıkların ise, zatı gereği var olmuş olmaları imkansızdır. Zâatı gereği var
olmayanın ise, bir fail (yaratıcı) ve müessir bulunmaksızın var olmuş olması
imkansızdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk'ı işte bu eseri İle tarif etmek ve tanıtmak
daha açık ve nettir. Bundan dolayı Hz. Musa (a.s) birinci tarif ve tanıtımından
sonra Cenâb-ı Hakk'ı bu ikinci ifadeyle tanıtmıştır. Bundan ötürü de Firavun
"Herhalde size gönderilen bu peygamberiniz şüphe yok ki deli"
demiştir. Ayette mâ
edatı kullanılarak sorulan soru ile, o şeyin mahiyetini ve hakikatini öğrenmek
kastedilir. "O şeyi haricî eserleriyle tarif etmek, onun hakikatini
kesinlikle anlatmış olmaz. Binâenaleyh peygamberliğini iddia eden bu kişi
sorulara tam cevap vermek şöyle dursun, soruyu anlayamayan bir delidir"
demektir.
Hz. Musa (a.s) bunun
üzerine "O, doğu île batının ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir,
eğer aklınızı kullanıyorsanız" diyerek ikinci tarifinden, daha açık bir
diğer üçüncü yola başvurmuştur. Bu böyledir, çünkü Hz. Musa (a.s),
"doğu" sözü ile, güneşin doğup gündüz oluşunu, "batı" sözü
e de, güneşin batıp gündüzün sona ermesini hatırlatmıştır. Şaşırtıcı şekilde
hep devam eden bu nizam ve idarenin, ancak bir müdebbirin yönetmesi ile böyle
olabileceği hususu açıktır. Bu Hz. İbrahim (a.s)'ın Nemrud'a karşı delil
getirmede uyguladığı metodun aynısıdır. Çünkü o da işe önce diriltme ve öldürme
hususlarıyla başlamıştır. Bu Hz. Musa (a.s)'ın buradaki, "O, sizin de
evvelki atalarınızın da Rabbidir" ifadesiyle anlattığı husustur. Nemrud,
Hz. İbrahim (a.s)'a, "Ben de diriltir ve öldürürüm" diye karşılık
verince, Hz. İbrahim (a.s), "Allah, güneşi doğudan doğdurur. Haydi sen de
onu batıdan doğdur" (Bakara, 256) demiş, bunun üzerine o kâfir apışıp
kalmış ve cevap verememiştir. Hz. Musa (a.s)'da burada aynı hususu, "O,
doğu ile batının Rabbidir" diyerek belirtmiştir.
Hz. Musa (a.s),
"Eğer aklınızı kullanıyorsanız", ifadesi ile sanki şöyle demek
istemiştir: "Eğer gerçekten akıllı isen, sorunun cevabının ancak
söylediğim şekilde olabileceğini anlarsın. Çünkü benden o şeyin hakikat ve
mahiyetini bizzat kendisi ile tarif etmemi istiyorsun. Halbuki birşeyin
kendisini, yine kendisi veya parçalarıyla tarif etmenin mümkün olmadığı
sabittir. Binâenaleyh geriye, onun hakikatini eserleri ile tarif etmem kalır.
Ben de onun hakikat ve mahiyetini eserleri ve levazımı (ayrılmaz sıfatları) ile
tarif ettim. Binâenaleyh aklı olan herkesin bu sorunun, verdiğim cevaptan başka
cevabı olmayacağını anlayacağı sabit olur.
[29]
Bil ki, En'am
SÛresi'nde Hak Teâlâ'nın, "O kullan üzerinde kahirdir"(En'am, 61)
ayetinin tefsirinde şu açıklamayı yapmıştık: Cenâb-ı Hakk'ın hakikatim bizzat
kendisi olarak anlamak, insanın kudreti dahilinde değildir. Durum böyle olunca,
Hz. Musa (a.s}'m, sayesinde o hakikatin bizzat kendisinin bilinebileceği bir
tarif yapması imkansızdır. Fakat, o mahiyet ve hakikatin bizzat kendisini
bilememek, peygamberlik işinin doğruluğuna zarar vermez. Binâenaleyh Hz. Musa
(a.s)'ın sözünün neticesi şudur: "Alemlerin Rabbinin peygamberi olduğunu
iddia etmenin doğru oluşu, alemin bir Rabbinin ve ilahının bulunduğunu isbata
dayanır. Yoksa bu iş, o Rabbin hususiyetini ve kendi mahiyetini bilmeye
dayanmaz. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s), peygamber olduğunu iddia edişinin
doğruluğu hususunda, ancak buna yetecek kadarını isbat edecek deliller
getirmiş, Firavun ise ondan, o mahiyetin bizzat kendisini
ortaya koyup
anlatmasını istemiştir. Musa (a.s) da bu soru ve isteğin, peygamberliği isbat
hususunda, olumlu veya olumsuz bir alâkası bulunmadığını bildiği için,
Flravun'un Cenâb-ı Hakk'ın mahiyetini soran sorusuna doğrudan doğruya cevap
vermemiştir. İşte bu konudaki sözümüzün tamamı budur. Allah en iyi bilendir.
Hz. Musa (a.s) sözünün
sonunda, "Eğer aklınızı kullanıyorsanız'-'- diyerek, üslûbunu
sertleştirince, Firavun da "Andolsun, eğer benden başka bir tanrı
edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" demiştir.
Çünkü, artık delil getirmekten aciz kalınca, işi tehdide dökmüştür.
İşte bu esnada Musa
(a.s) onun kalbini kendine bağlamak ve böylece tehdidinden vazgeçmesi için,
kısa bir ifade ile "Sana apaçık birşey geürdiysem de mi?" yani
"Allah'ın varlığına delâlet edecek ve benim O'nun peygamberi olduğumu
gösterecek daha açık bir şey getirsem de beni yine de hapis mi
ettireceksin?" demiştir. Firavun bunun üzerine, "Doğru
söyleyenlerdensen haydi getir onu" demiştir.
[30]
Bu ayetten çıkan talî
birtakım hükümler var:
Birinci hüküm: Ayet,
Allah Teâlâ'mn cisim olmadığına delâlet eder. Çünkü eğer Allah Teâlâ cisim
olsaydı ve bir şekli, kalıbı bulunsaydı, Hz. Musa (a.s)'ın cevabı, Cenâb-ı
Hakk'ın hakikatini gösterecek şekilde olmalıydı ve Hz. Musa (a.s), vermesi
gereken bu cevabı vermediği için, Firavun'un Hz. Musa (a.s) hakkındaki sözü
yerinde olmuş olurdu.
[31]
İkinci hüküm:
Başkasını Allah'a davet edene yakışan ve gereken, karşısındakinin akılsız ve
yersiz sözlerine karşılık vermemesidir. Nitekim Musa (a.s) da, Firavun,
"Sen delisin" dediğinde bile, delilleri sıralamaya devam etmiştir.
Yine kendisi, hapisle tehdid edince de böyle yapmıştır.
Üçüncü hüküm:
Kendisine soru sorulanın, işi daha iyi izah etmek için getirdiği delil,
hususunda bir misalden başka bir misale (örneğe-delile) geçmesi caizdir? Bu, o
kimsenin cevap vermekten aciz kalıp zorlandığına delâlet etmez.
Dördüncü hüküm: Eğer
"Hz. Musa (a.s) sözünü bir önceki sözüyle alâkası olmayan birşeyi
söyleyerek nasıl kesmiştir. Bu söz de onun, "Sana apaçık birşey
getirdiysem de mi" demesidir. Halbuki mucizenin Allah'a delâleti daha önce
zikredilen delillerin delâletinden farklıdır?" denilirse, biz deriz ki:
Aksine bu Hz. Musa a.s)'ın mesela asasının yılana dönüşmesi gibi, Allah'a,
birliğine ve kendisinin peygamberlik iddiasında doğruluğuna delâlet edecek bir
mucizeyi ortaya koymayı stediğini gösterir. Binâenaleyh Hz. Musa (a.s)'ın son
sözü, öncekilerden daha kuvvetli re daha kapsamlıdır.
Beşinci hüküm: Eğer,
"Zamirin mercii (işaret ettiği şey) cemi olduğu halde niçin Durada:
"Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan şeylerin Rabbidir"
buyurarak, tesniyeye delâlet eden bir zamir kullanılmıştır?" denilirse,
buna şöyle cevap verilir: 3jnunla, bu "iki cihet" arasında olanlar
kastedilmiştir." Eğer, "göklerin, yerin ve r j ikisi arasmdakilerin
" ifadesi bütün mahlûkatı içine almaktadır. Öyle ise Hz. Musa a.s)'ın
artık bundan sonra kendilerinden atalarından, doğudan ve batıdan Dansetmesinin
manası nedir?" denilirse, şöyle cevap verilir: "Hz. Musa (a.s)'ın ilk
önce umûm (genel) ifade kullanıp, sonra bu umûmi ifadeleri kendilerini ve
atalarını Deyân ile tahsis etmesi şundan ötürüdür: İnsana en yakın olan şey,
kendisi, «endisinden olan çocukları ve doğumundan ölümüne kadar geçirdiği
devreleri ile raileridir. Daha sonra bu umûmi ifadeye dahil olan, doğu ile batıyı
Özellikte zikretmiştir. Çünkü güneşin bu ufuktan birinden doğması ve senenin
bütün mevsimlerinde, düzenli yr şekilde batması apaçık delillerdendir.
Altıncı hüküm: Eğer
"Firavun niçin daha veciz bir ifade ile "Seni hapsedeceğim"
dememiş de "Seni zindana girenlerden ederim" demiştir?"
denilirse, deriz ki: Çünkü eğer o sadece "seni hapsedeceğim" demiş
olsaydı, bu, sadece onun zindana ereceğini ifade eder, başkalarının da
gireceğini bildirmezdi.
Ayetteki "Seni
mubakak ve muhakkak zindana girenlerden ederim" İfadesi, "Seni
hapishanem deki hallerini bildiğin o kimselerden birisi kılarım" aemektir.
Flravun'un âdeti, hapsetmek İstediğini yakaladığında yalnız başına - çbirşeyi
göremeyeceği ve duyamayacağı derin bir kuyuya atmaktı ki, bu öldürmeden daha
ağır idi.
Yedinci hüküm:
"Getirdiysem de mi?" ifadesindeki vâv, başına .stifham hemzesi gelmiş
olan vâv-ı haliye olup, "Sana mucize getirmem halinde de ni bana bunu
yapacaksın" manasındadır.
[32]
"Bunun üzerine o
asasını yere attı. Bir de ne görsünler, o apaçık bir ejderha (olmuş). Elini
de (cebinden) çıkardı. Bir de gördüler ki bu, bakanlar için bembeyaz bir
eldir. Firavun, etrafındaki ileri gelen adamlarına, "Şüphe yok ki bu çok mahir
bir büyücüdür. Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmak İstiyor. Şimdi buna ne
buyurursunuz?" dedi. Onlar da, "Onu ve kardeşini oyaia ve bütün
şehirlere toplayıcılar yolla da, mahir her büyücüyü sana getirsinler" dediler". (Şuwa, 32-37).
[33]
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var: A'meş, "sehhâr"ı, "sâhir" şeklinde
okumuştur.
[34]
Bil ki Hz. Musa
(a.s)'ın, "Sana apaçık birşey getirirsem de mi?" sözü, Allah
Teâiâ'nın, asasını yere atmazdan önce ona bu âsânın bir ejderha olacağını
bildirdiğine delâlet eder. Eğer böyle olmasaydı, Hz. Musa (a.s) bunu
söyleyemezdi. Binâenaleyh o asasını atınca, Allah Teâiâ'nın ona vaadettiğj
gerçekleşti ve o "âsâ apaçık bir ejderha" oluverdi. Bu ifadenin
anlatmak istediği şudur: "Bakıp seyredenlere o âsâ hareketleri ve diğer
alametleri ile tam bir ejderha şeklinde göründü." Rivayet olunduğuna göre
âsâ bir ejderhaya dönüşünce, bir mil kadar göğe yükseldi ve sonra Firavun'a
doğru süzülüp indi, "Ey Musa bana istediğini emret" demeye başladı.
Firavun da, "Ey Musa, seni peygamber olarak gönderen zât aşkına, onu
tutmanı istiyorum" dedi. Hz. Muta (a.s), onu tutunca tekrar bir âsâ halini
aldı. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hakk burada, "Sü'ban-ı mübîn"
(apaçık bir ejderha) buyurmuş, bir başka ayette, "koşan bir yılan"
(hayye) (tim, 20); bir diğer ayette ise, "sanki o bir cânn (hareketli
yılanjdır" (Kasaa, 31) buyurmuştur. Halbuki "can" küçük oluşa,
"su'bân" ise büyük oluşa delâlet eden bir ifadedir" denilirse,
şöyle cevap verilir: Hayye bütün yılan cinsini içine alan bir isimdir. Bu isim,
o yılan büyük olduğu için "Su'ban" diye ifade edilmiş, hafif ve
süratli bir yılan olduğu için de, "cânn" diye İfade edilmiştir.
Binâenaleyh her iki ifade de doğrudur. Bunun şeytana benzetilerek,
"can" ismini almış olması da nuhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "O cânnı
(iblisi) de, daha önce zehirli ateşten yarattık" onu. 27) buyurmuştur. Bu
âsâdan olan yılanın önce, "c&n" gibi küçük olduğu, sonra
büyüyerek ejderha haline gelmiş olması da muhtemeldir.
Sonra Musa (a.s) bu
mucizeyi ortaya koyunca, Firavun ona, "Dahası da var mı?" oedi. Hz.
Musa {a.s): "Evet" deyip, önce elini normal haliyle gösterdi, sonra
onu cebine (koynuna) sokup tekrar çıkardı. Bir de ne görsünler, o el kendisinde
hiçbir eke olmaksızın, inci gibi bembeyaz ve tıpkı güneş gibi ışıklar saçan ve
o vadiyi aydınlatan bir şey... İşte tam bu sırada Firavun bu delili örtbas
etmek isteyerek buna arşı şu üç (şüpheyi) ortaya atmıştır:
1) "Şüphe yok ki bu, çok iyi bilen bir
sihirbazdır" şeklindeki sözü... Böyle söylemiştir, çünkü o devir,
sihirbazların yaygın olduğu bir zamandı ve insanların çoğu, r-r sihirbazın
sihri ile böylesi işleri yapabileceği inancında idiler. İşte bundan dolayı
Firavun, kavmi tarafından bu sözün kabul edileceğini ummuştur.
2)
"Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmayı istiyor" şeklindeki sözü...
Firavunun du sözü de, Hz. Musa (a.s)'ın dediklerini kabul etmemeleri için,
kavminin ondan nefret etmelerini gaye edinen bir ifadedir. Buna göre mana,
"O, aranıza atacağı fitnelerle, ;: yerinizden ve yurdunuzdan etmek ve sizi
parçalamak istiyor" şeklindedir. İnsanın -a:anmı terketmesinin en zor
şeylerden olduğu malumdur. İşte bundan dolayı Rravun, kavmini, böyle söyleyerek
Hz. Musa'dan nefret ettirmek istemiştir ki, bu satıh savunan kimsenin, haktan
nefret ettirme hususunda, başvuracağı son çaredir.
3)
"Şimdi buna ne buyurur (ne tavsiye edersiniz?)'1 şeklindesi sözü. Bu,
"Bu - jsustaki görüşünüz nedir ve ne yapmamı istiyorsunuz?" demektir.
Firavun bu
resiyle, kendisinin
onların görüşünü kabul edip, onun gereğini yapacağını anlatmak stemiştir. Bu
gibi sözler, kalbleh kendisine çeker ve muhalefetten alıkor. Flravun'un Dirtün
bu sözlerini duyduklarında, onlar tek bir çarede ittifak etmişlerdir: Bu
da, "Onu ve kardeşini oyala"
şeklindeki sözleridir. Bu hemze ile ve şeddesiz aarak şekillerinde okunmuştur.
Her iki şekilde, kullanılan şekillerdir. Arapça'da, birisini oyaladığında ve
dersin ki, bu, "Onu geri bıraktım, :. aıadım" demektir. Flravun'un
adamlarının bundan muradları. "Musa'yı sihirbazlar loplanıncaya kadar
oyala" manasıdır. Bu kelimenin, "Onu hapset" manasında olduğu da
söylenmiştir. Bu da muhtemel bir manadır. Çünkü birisini, ihtiyacı olan şeyden
alıkoyup oyaladığında, sanki "hapsetmiş" otursun.
Rivayet olunduğuna
göre Firavun bunu yapmayacak olsa bile Hz. Musa (a.s)'ı jürmek istemiştir.
Fakat ileri gelenler ona, "Yapma, çünkü eğer onu öldürürsen, nsanlara bu
işinin doğruluğu hususunda bir şüphe vermiş olursun. Fakat, kıskıvrak yakalayıp, köşeye sıkıştırmaları ve böylece,
sana karşı hiçbir delili kalmaması için, sihirbazların toplanmasına kadar ona mühlet
ver" dediler ve sonra sihirbazları alıp getirecek, toplayıcı adamlar
göndermesini tavsiye ettiler. Onlar böyle yapmakla, eğer sihirbazlar
çok olursa, Hz. Musa'a galip geleceklerini ve gerçek halini su yüzüne
çıkaracaklarını sanmışlardır. Yine onlar, Firavun'un, "Şüphe yok ki bu çok
mahir bir büyücüdür" sözüne, "Çok mahir her büyücüyü sana
getirsinler" diyerek karşılık vererek onun endişesini yatıştırmak ve
sıkıntılarını hafifletmek için, daha kapsamlı ve daha mübalağalı bir ifade
kullanmışlardır. Keşşaf sahibi şöyle der: "Eğer, "Ayetteki kelimesinin
âmili nedir?" dersen ben derim ki: Bu, iki yönden mansubtur: hem lafzen,
hem mahallen. Lafzan mansub oluşunun âmili, zarflar için takdir edilen şeydir.
Mahallen mansub olmasındaki âmil ise, "hal" oluşudur.
[35]
"Bu suretle belli
bir günün belli bir vaktinde bütün sihirbazlar bir araya getirildi ve
insanlara, "Haydi siz de gelip toplanıyor musunuz?" denildi. "Umarız
ki eğer onlar galip gelirlerse, o sihirbazlara uyarız" dediler.
Sihirbazlar gelince, Firavun'a: "Eğer üstün gelirsek, bizim için mükafaat
var mı?" dediler. Firavun, "Evet, hem de o zaman siz, hiç şüphesiz
benim en yakınlarımdan olacaksınız" (Şuan, 3&42). /
Burada iki mesele
vardır:
[36]
Ayette geçen,
"malûm gün" ifadesiyle, "zînet günü"; "mîkat"
sözüyle de, kuşluk vakti kastedilmiştir. Çünkü bu,
Hz. Musa (a.s)'ın,
"(Musa) da, "Sizinle karşılaşma zamanımız, dedi zinetgünü
ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir dedi" şeklindeki ifadesinde, onlar
için tayin ettiği zinet günüdür. Mîkat ise, ister zamana isterse mekâna ait
olsun, tayin edilen zaman ve tayin edilen yer demektir. "İhrama girilecek
yerler" ifadesi de bu anlamdadır.
[37]
Bil ki, Firavun
kavminin ileri gelenleri, halkın huzurunda Hz. Musa (a.s)'ın da iddiasının yanlışlığının ortaya
çıkması için, Firavun'a Hz.
Musa (a,s)'a dokunmamasını ve bu arada da sihirbazları toplamasını tavsiye edince,
Firavun onların söylediklerine razı oldu ve görüp müşahede ettiği şeyleri göremez
oldu. Çünkü bir şeyi sevmek, kişiyi sağır eder. Derken, sihirbazlar bir araya
geldiler, sonra da Firavun, bu çekişmenin büyük bir hak kitlesinin gözü Önünde
cereyan edebilmesi için, kutlayageldikleri bir bayram gününde gerçekleşmesini
istedi. Hz. Musa (a.s) da, kendi hüccetinin, delilinin büyük bir hak kitlesi
önünde onlara galip gelmesi için, bunu arzuluyordu. Ve bu aynı zamanda Hz. Musa
(a.s)'ın nübüvvetinin ortaya çıkması için de Allah'ın bir lütfü idi.
Ayetteki 'insanlara,
"Haydi siz de gelip toplanıyormusunuz... ifadesine gelince bu,
"Onlar, her İki taraftan sudur edecek olan şeyi görüp müşahede etmeleri
için toplanmaya teşvik olundular" anlamındadır.
Ayetteki "Umarız
ki, o sihirbazlara uyarız" ifadesine gelince, bu, "Biz, üstünlüğün
sihirbazlar lehine tahakkuk etmesini ümit ederiz; böylece de, (e$er galip
gelirlerse), onlara tabi oluruz" demektir. Sihirbazlar gelince de, işe bir
karşılık talebinde bulunmakla başladılar ki, bu karşılık da ya mal idi, ya da
makam . Firavun da onlara bunu verdi. Vereceği bu karşılığı "Evet, hem de
o zaman siz, hiç şüphesiz benim en yakınlarımdan olacaksınız" ifadesiyle
vurguladı. Çünkü o sihirbazların isteyecekleri en son şey, firavun bağışta
bulunması ve onların makamlarını yükseltmesi idi. Böylece de Firavun, bu iki taleplerini
de içinden gelerek verdi.
[38]
"Musa onlara,
"Ne atacaksanız, evvela siz atm" dedi. Onlar da, ipleri ve sopalarını
atıp, "Firavun'un izzetinin hakkı için mutlaka biz galip geleceğiz" dediler. Bunun
üzerine Musa da asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler: O, büyücülerin
uydurup ortaya attıklarını yutuyor! Büyücüler derhal secdeye kapandılar.
"Alemlerin rabbine, Musa ile Harun'un rabbine iman ettik" dediler" ( 43-48).
Bil ki, onlar bir
araya gelince, işe ya onlar ya da Musa (a.s) başlayacaklardı. Ama onlar, Hz.
Musa (a.s)'a karşı tevazu gösterip onu kendilerine takdim ederek, "Ey
Musa, ya sen at, yahut önce atan kişiler biz olalım" (Tâhâ, 65) dediler.
Onlar Hz. Musa'a tevazu gösterince, Hz. Musa (a.s) da onlara tevazu gösterip,
onları kendine takdim ederek. "Ne atacaksınız, evvela siz atın" dedi.
Buna göre şayet, "Bu bir sihir; göz boyama ve bir küfür olduğu
halde, böylesi bir emir vermek de caiz olmadığı halde, Hz. Musa (a.s) daha
nasıl, sihirbazlara iplerini ve sopalarını atmalarını emretmiştir"
denilirse, buna şöyle cevap verebiliriz: Bunun bir emir olmadığında şüphe
yoktur. Çünkü Hz. Musa (a.s)'ın onlardan isteği, onların kendisine iman
etmeleri ve bir münakaşa ve tartışma olabilecek bir şeye teşebbüs etmemeleri idi.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, ayetin bu ifadesini tevil etmek gerekir.
Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) Bu emir,
bir şarta bağlıydı. Buna göre kelamın takdiri, "Eğer haklı ve hak üzere
iseniz, atacağınız şeyi atınız" şeklinde olur ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer doğru iseniz, onunkiler gibi olan bir sûre getiriniz" (Bakara.
23) ayeti gibi olmuş olur.
b) Şüpheyi
gidermek için, görünen yol ve çare bu olunca böyle bir emir vermek caiz olur.
c) Bu, aslında bir emir değil, tam asine bir
tehdittir. Yani, "Eğer siz bunu yaparsanız, biz yaptığınız o şeyi iptal
edecek olan şeyi getiririz" demektir. Bu tıpkı bir kimsenin "Şayet
bana ok atarsan, ben de yapacağımı yaparım" deyip, sonra da karşı taraf
ona okunu yönelttiğinde, onun ona "erkeksen at" demesi gibi olur ki,
aslında bu bir emir değil, bir tehdit olmuş olur.
d)
Biraz önce bahsettiğimiz husustur.
Sihirbazlar, Hz. Musa (a.s)'a tevazu gösterip, onu kendilerine takdim edince,
Hz. Musa (a.s) da bu tevazu onların hakkı kabul etmelerine sebep olur ümidiyle,
onları kendisine takdim etmiştir. Yemin olsun işte bu tevazünün bereketi
sebebiyle böyle bir netice elde edilmiştir ki bu, müslümana bütün işleri
konusunda yakışanın tevazu göstermek olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü Hz.
Musa (a.s) gibi bir zât, o sihirbazlara karşı tevazu ile davranmayı elden
bırakmadığına göre, bizden herhangi birinin böyle yapması daha daha uygun olur.
[39]
Cenâb-ı
Hakk'ın"Onlar da ipleri ve sopalarını atıp",ifadesine gelince, İbn
Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlar, civaya batırılmış
urganlar ile, içi cıvayla doldurulmuş değneklerini atıp, bunlar da (güneşten
dolayı) kızınca hareketleri hızlandı ve dört bir yandan harekete geçmiş olan
yılanlar haline dönüştüler. Hz. Musa (a.s) bundan dolayı korkup heyecana
kapılınca, kendisine "sağ elindekini at" denildi de,o da bunun
üzerine elindeki asasını fırlattı. Bir de ne görsünler, "o apaçık bir
ejderhadır" (A'm, 107). Ejderha daha sonra ağzını açarak, ontarın
attıkları d urganları ve sopaların hepsini yuttu ve hepsini yedi. Derken Hz.
Musa (a.s) onu ?• ne aldı,bir de ne görsünler o eskiden olduğu gibi bir değnek.
Büyücüler bunu görünce, Firavuna "Biz, sihir hususunda insanlarla
yarışırdık, ama yendiğimizde 3e yenildiğimizde de, iplerimiz ve urganlarımız
kalırdı, yok olmazdı. Ancak ne var haktır" dediler, bunun üzerine de
secdeye kapanarak, alemlerin Rabbine iman ettiler, onu tasdik ettiler.
Bil ki, rivayet edilen
haberlerde, bu konuda pekcok şey bulunmaktadır. Kimileri, r- iplerin ve
değneklerin sayılarını alabildiğine abartırken, kimileri de bu konuda orta yol tutturmuştur. Ama bunların sayılarının ne
kadar olduğunu en iyi bilen Allah'dır. * jr'ân'ın gösterip delâlet ettiği şey
ise bunların çok olduğudur. Çünkü onlar muhtelif : delerden toplanıp bir araya
getirilmişlerdir. Bir de iş, önem açısından, Firavun r onun kavmi nazarında
öyle bir dereceye ulaşmıştı ki onun toplaması mümkün an sihirbazları toplamayıp
bunu küçümsemesi düşünülemezdi.
Ayetteki
"Firavun'un izzetimin hakkı için mutlaka biz zalip geleceğiz"
ifadesine gelince, bu "Onlar kendilerinin mutlaka galip geleceklerine sair
kesinlik ifade edebilecek her şeyi ortaya koymuşlardır" demektir. Ama her
şey : "aya çıkınca bütün bu olanlar Hz. Musa (a.s) tarafını daha çok
destekledi.
[40]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bunun üzerine Musa da asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler: O,
büyücülerin uydurup ortaya ataklarını yutuyor" ifadesine gelince, buradaki
ifadesiyle "sihir ve -eleriyle" heyet-i asliyesinden ve gerçek
yönünden çevirdikleri böylece de, o .-şanlarının ve değneklerinin koşan ve
hızlıca hareket eden yılanlar oldukları süsünü .-erdikleri herşey"
kastedilmiştir. Bu şeylere "ifk" adının verilmesi onların
uydurdukları şeyin ne kadar uydurma bir şey olduğunu ifade etmek içindir.
[41]
Ayetteki cümlesi
"Onlar, secde ederek yere kapandılar" öemektir. Çünkü onlar, sihir
ilminin zirvesine çıkmış kimselerdi. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, sihrin en son
varacağı noktayı da, çok iyi biliyorlardı. İşte onları bu hadiseyi görerek, bu
işin, sihrin en son varacağı naktayı aştığını müşahede edince, bunun »r sihir
olmadığını anladılar. Bu iş, onlartn sihir ilminde ileri bir derecede
bulunmaları sayesinde tahakkuk etmiştir. Onlar işte bu esnada, sanki tutulup bu
şekilde yere riatılmışcasına secde
etmekten kendilerini anlamadılar.
İmdi eğer:
"Şayet fiilinin faili açıkça
getirilecek olsaydı, bu fail kim olurdu?" yenilirse buna şöyle cevap
verilir: Bu fail Allah Teâlâ'dır. Çünkü onların kalblerinde, -er türlü karşı
koymaktan uzak, olarak onları buna yönelten sebepleri yaratan O'dur. Ancak ne var
ki evlâ olanı fiili, "yere kapandı
ve düştü" anlamlarına geldiğ için, bizim buna bir fail takdir ve tayin
etmememizdir.
Ayetteki "Musa
ile Harun 'un Rabbine" ifadesi, daha önce geçen ifadesinin bir atf-ı beyânıdır. Çünkü
Firavun, rablık iddiasında bulunuyordu. Böylece o sihirbazlar, Firavunu rab
olmaktan uzaklaştırmak istediler. Bu makamda, "Muta (a.s)'ın ve Harun
(a.s)'ın Rabbi" denilmesinin anlamı, O'nun, Musa (a.s) ve Harun (a.s)'ın
kendisine davet ettikleri zât olmasından dolayıdır.
[42]
"Firavun dedi ki:
"Ben size izin vermeden siz ona iman ettiniz ha! Gerçekten, size büyüyü
öğreten büyüğünüzmüş o! O halde yakında bileceksiniz. Muhakkak ki
sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim, sizin topunuzu
derhal çarmıha gerdireceğim." Onlar, "Önemi yok. Biz şüphesiz ki, Rabbimize
döndürüleceğiz. Biz, iman edenlerin ilki olduğumuz için, Rabbimizin
bizim günahlarımızı bağışlayacağını umarız" dediler'l. (Suarâ, 49-51).
[43]
Bil ki, o
sihirbazların hepsi de iman edince, Firavun, insanların, "Bu sihirbazlar,
bu kadar çok olmalarına ve birbirlerine yardım edip desteklemelerine rağmen,
onlar ancak, Hz. Musa (a.s)'in işinin doğruluğunu anladıkları için iman
ettiler" demelerinden ve böylece de sihirbazların girdiği yola girmeleri
hususunda emin olamadı da durumu orada bulunanlara tersyüz etmeye çalıştı ve
aşağıdaki bakımlardan orada bulunanları, Hz. Musa (a.s)'dan alabildiğine nefret
ettirmeya çalıştı.
1)
Flravun'un "Ben size izin vermeden siz ona iman ettiniz
ha)" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Firavun bu sözüyle şu zanm ıdırmak
istermiştir: "Sizin, (ey sihirbazlar), Musa'ya iman etmeye koşuşmanız
aczin ona meyyal olduğunuzu gösterir. Bu da, halka bir itham ve töhmet kapısı
açar." 3nâenaleyh Firavun, bu sözüyle o büyücülerin belki de sihirdeki
hile ve tuzakları --susunda gevşeklik gösterip ellerinden geleni yapmadıkları
zannını uyandırmak «tem iştir.
2) Onun
"Gerçekten size büyüyü öğreten büyüğü-mizmüş o!" şeklindeki sözünün
ifade ettiği husustur. Bu Flravun'un biraz önceki sözünde rumuzla anlatmak
istediği şeyin açıkça ifade edilmesidir ki, onun bu sözünden maksadı, şöyle
demek istemesidir: "Onlar bunu, Hz. Musa (a.s) ile kendileri arasında bir
antlaşmadan dolayı yaptılar. Ve, Musa'nın nübüvvet meselesi zuhur etsin tfye de
yapmaları gereken sihirde tembellik ve acizlik gösterip, yapılması gerekeni
•asmadılar. Aksi halde, bunlar da Musa (a.s)'ın yaptığının aynısını yapabilecek
güçteydiler." İste bu da Flravun'un sözünü kabul edenler için, Hz. Musa
(a.s)'dan uzaklaşmayı gerektiren kuvvetli bir şüphedir.
3) Bu onun,
"O halele yakında bileceksiniz" şeklindeki sözünün -ade ettiği husus
olup, buda mutlak anlamda bir tehdit ve yıldırıcı bir vaid, okutmadır.
4) Bu
"Muhakkak ki sizin ellerinim ve ı. akJannm çaprazlama kestireceğim, sizin
topunuzu derhal çarmıha gerdkeceğim" seklinde ifade ettiği bir husus olup,
bu da mufassal olarak yapılmış olan bir tehdittir. E ve ayağın çaprazlama
kesilmesi ise, sağ elin ve sol ayağın kesilmesi demek olup, salbetmek"
(çarmıha germek) ise malumdur. Bir kimseyi helak etmek İçin, bundan saha
kuvvetli bir imha biçimi yoktur. Ayette Fİravun'un bunu uygulayıp
jygulamadığına dair bir bilgi bulunmamaktadır.
[44]
Daha sonra
sihirbazlar, Flravun'un bu tehditlerine şu iki şekilde cevap «ermişlerdir:
1) Onların,
"önemi yok. Biz şüphesiz ki, Rabbimize döndürüleceğiz" şeklindeki
sözlerinin ifade ettiği husustur. kelimeleri aynı anlama gelip, onların bu
sözden maksatları, "Şayet böyle bir şey olursa bize : var vermez"
demek değildir. Onlar inandıkları ahiret yurdunda nail olacakları ecrin yanında
bu zararın Önemsiz kaldığını kasdetmişlerdir.
[45]
Bil ki onların,
"Biz şüphesiz ki, Rabbimize döndürüleceğiz" şeklindeki sözlerinde
şöyle bir nükte de yatmaktadır: Onlar, Allah'ı sevme makamına erişmişlerdir.
Çünkü onlar, O'nun huzuruna ulaşmanın dışında, herhangi bir şey
istememişlerdir. Ve yine nlar, mükâfaat ümidi ve ceza korkusu sebebiyle de iman
etmemişlerdir. Onların maksatları ancak sırf Allah rızasına ulaşmak ve onu elde
etmek ve marifetullahın nurlarında boğulup kaybolmaktır ki, işte bu sıddîkların
derecelerinin en üstünüdür
2) Bu da
onların "Biz Rabbimizin bizim günahlarımızı bağışlayacağını umarız"
şeklindeki sözlerinin ifade ettiği husus olup, buradaki "Bizim
günahlarımız" sözüyle kendilerinden vaki olmuş olan küfür, sihir vb.
şeylere işaret etmişlerdir. Burada geçen, "umma, ümit etme" lafzının
Hz. İbrahim (a.s)'in, "Ceza gününde
kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" (Şuara,82) sözünde de olduğu
gibi, "yakîn, kesinlik" anlamını ifade etmesi muhtemel olduğu gibi,
zan anlamını ifade etmesi de muhtemeldir. Çünkü kişi, daha sonra ne
olacağını kesin olarak
bilemez.
Ayetteki "iman
edenlerin ilki olduğumuz için" ifadesi ile ya "burada bulunan
cemaatten" yahut "sadece sihirbazlardan" yahut, "Firavun'un
etrafındakilerden", yahut da "kendi zamanımızdakilerden",
"iman edenlerin ilki olduğumuz için" anlamı kastedilmiştir. Yine bu
İfadenin başındaki edat kesre ile £f û* şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre
bu edat, kendisine güvenin cesur kimsenin kullanmış olduğu şart edatı olmuş
olur. Bunun bir benzeri de bir kimsenin, ücretini geciktiren kimseye,
"Eğer ben sana çalıştıysam, benim hakkımı ver" demesidir.
[46]
"Musa'ya:
"Kullarımı gece yola çıkar. Çünkü takip edileceksiniz" diye vahyetük.
Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi. Şüphesiz ki bunlar,azar azar birer
cemaattir. (Böyle iken), onlar mutlaka bizim canımızı sıkarlar. Biz se, elbette
uyanık ve tedbirli bir cemaatiz." Bu suretle onian, bağ bahçelerinden,
akarsulanndan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. şte
(çıkarışımız) böyle oldu. Ve onlara, israiloğullarını mirasçı kıldık. Derken,
(Firavuncular) güneşdoğarken onların arkalarına düştüler. Vaktaki artık, Ski
ordu birbirini
görmüştü, Musa'nın ashabı dedi ki: "Muhakkak ki yakalandık,
yetiştiler bize).
(Musa), "Hayır dedi, şüphesiz ki Rabbim, benimle beraberdir. O beni,
kurtuluş yoluna iletecektir"
(Şuarâ, 52-62).
Ayetteki
"esri" emri "hemze-i kat" ile bu şekilde okunduğu gibi,
vasi hemzesi ile "vesri" şeklinde de okunmuştur. O İsrailoğullannın
görüp müşahede ettikleri mucizelerle Musa'nın nübüvvetinin hakolduğu) ortaya
çıkınca, Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a İsrailoğullarını çıkarıp götürmesini
emretti. Çünkü Allah Teâlâ ilm-i ilahisinde Musa hakkındaki ilahi tedbiri, onun
ırmağa bırakılıp o kavmin elinden kurtarılacağını, ve onların ülkelerine ve
mallarına Musa (a.s)'ı varis kılacağını kaydetmişti. Çünkü bu görünen üstünlük
devam ettiği müddetçe, Hz. Musa (a.s) Firavun tarafından İsrailoğullannın
başına gelebilecek olan kökünü kazıma, onları yok etme azâb ve işkencesinden
emin olamazdı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Hz. Musa (a.s)'a
İsrailoğullarını geceleyin alıp götürmesini emretti ki, bunlar, iman eden
kimseler olup, Hz. Musa (a.s)'ın kavminden idiler. Ayetin bu ifadesinde, şöyle
bir hazfın bulunduğunda şüphe yoktur: Hz. Musa (a.s) kavmini, Allah'ın emrettiği
biçimde, gece yola çıkardı. Daha sonra Hz. Musa (a.s)'ın kavmi, Flrevun'un
kavmine "Bizim bu gece bayramımız var" dediler ve sonra da,
Flravun'un kavminden, takılarını ve giysilerini ödünç aldılar. Daha sonra da,
aldıkları bu eşya ile birlikte geceleyin kızıldeniz etrafına doğru gittiler.
Firavun bunu duyunca, şehirlere de tellallar çıkardı, ordu toplattı.
Sonra da Firavun, Hz.
Musa (a.s)'ın kavmini şu iki kötü vasıfla niteleyerek, hem kendi hem de
ashabını takviye etti. Ve kendi kavmini de Övmeye başladı.
Hz. Musa (a.s)'ın
vasfettiği o birinci kötü vasıf, Ffravun'un "Şüphesiz ki bunlar, azar azar
birer cemaattir" şeklindeki sözüdür. "şirzime" az olan grup,
topluluk anlamına gelir. Arabların çürümüş ve paramparça oımuş eiDise için Oy
sevbun şerâzimu" deyimleri de bu manadadır. Firavun Hz. Musa (a.s)'ın
kavmini azlığa delâlet eden (şirzime) adı ile yad etmiş, sonra da onları ayrıca
vasfederek, az olduklarını vurgulamıştır. Sonra da bu azlığı, bir de çoğul
yaparak onlardan her bir grubun pekaz olduğunu belirtmek istemiştir. Yaptığı bu
cemîlendirmede de azlığı ifade eden, "cem-i müzekker salim" kalıbını
tercih etmiştir. Ayetteki azlık ile sayıca azlık değil de, zelil olmanın
kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre mana, "onlar az oldukları için,
onlara aldırış edilmez ve onların üstün gelmeleri de söz konusu olmaz"
demek olur.
[47]
Daha sonra
müfessirler, ayette bahsedilen o az cemaatin sayılarının ne kadar olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak Ibn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Onlar, savaşabilen altıyüzbin kişi idiler; içlerinde, yirmi
yaştan aşağı gençler bulunmadığı gibi, geri hizmetlerde istihdam edilegelenler
hariç, altmıştan yaşlı kimse de bulunmuyordu. Firavn İsrailoğullarmı kendi
askerine nisbetle az görmüştür. Bu (WJJ>) vasfı, bazan kendisinden daha çoğa
nisbetle, çok kimseler anlamında kullanılır." Firavunun erkek bir dor ata
binmiş olarak yola çıktığı, ordusunun içinde de, onun atının renginde atlara
binmiş olan üçyüzbin süvari olduğu rivayet edilmiştir.
[48]
Firavunun, Hz. Musa
(a.s)'ın kavmini nitelediği ikinci sıfat ise, ü^kitfJ ü ^IJ "(Böyle iken),
onlar mutlaka bizim canımızı sıkarlar" ayetinin ifade ettiği husustur.
Yani, "Onlar, bizi kızdıran, kalblerimize darlık veren işler
yapıyorlar" demektir. Alimler bu fiillerin neler olduğu hususunda ihtilaf
ederek şu izahları yapmışlardır:
1) Daha önce de belirttiğimiz gibi, takı ve
giysiler meselesi.
2)
Jsrailoğullarının, Firavun köleliğinden kurtuluşları ve hürriyetlerine
kavuşmaları.
3) İsrailoğullarının Firavunun kavmine din
hususunda muhalefet etmeleri ve onlara başkaldırmaları.
4)
İsrailoğullarının Firavun'u ilah
edinmemeleri.
[49]
Firavunun, kendi
kavmini nitelemesine gelince, bu onun "Biz ise, elbette uyanık ve tedbirli
bir cemaatiz" şeklindeki sözüdür. Bu hususta şu üç kıraat söz konusudur.
"hazlrûn'1 "hâzirûn" ve dal ile "hâdlrûn"
Bil ki sıfat (dârib) ve (madrûb) gibi, ısm-ı fail,ya da
ism-i mefûl olduğu halde, bir fiili tavsif etmek için gelirse,
"hudûs" (sonradan meydana gelme, zaman zaman meydana gelme) ifade
eder. Ama böyle olmaz da, sıfat-ı müşebbehe olursa, "sübût"
(devamlılık ve süreklilik) ifade eder. Binâenaleyh bu kelimenin
"hazlrûn" şeklinde okunuşu "Biz, adeti sakınmak ve temkinli
hareket etmek olan bir topluluğuz" manasına gelir. "hazlrûn"
şeklinde okunuşu ise "Biz, şu zamanımız hariç, sakınmayı alışkanlık haline
getirmemiş olan bir topluluğuz. (Bunu ancak şimdi aklettik) manasına gelir. Bu
kelimeyi dâl ile "hâdlrûn" şeklinde okuma ise sakınma ve tedbiri
tamamen nefyetme manasına gelir. Çünkü "nâdir" kelimesi ise paçaları
sıvayan, işe her zaman hazır olan kimse anlamına gelir. Buna göre Firavun ya,
"Biz, güçlü kuvvetli bir topluluğuz" anlamını kastetmiştir, yahut da,
"Biz, pür silah hazır kimseleriz" manasını kastetmiştir. Firavunun bu mazeretlerden
maksadı, o şehirlerdeki kimselerin, Hz. Musa (a.s)'nın kavminden ayı sukût-ı
hayâle uğradığını veya ondan korktuğunu sanmamalarını sağlamaktır.
[50]
Cenâb-ı Hakk'ın"Bu
suretle onlan çıkardık" ifadesine gelince, bu "Biz, anların
kalblerinde yurtlarından çıkmalarını temin edecek sebepleri yarattık. Böylece
oe bu duygular çıkma işinin gerçekleşmesine sebep oldu" demektir.
Binâenaleyh re bu çıkarma işi, işte bu açıdan Allah'a nisbet edilmiştir.
Ayetteki
"bağ-bahçelerden, akarsulardan, hazinelerden" -sdesi hakkında Mücahld
şöyle der: "Cenâb-ı Hakk onların mallarına mülklerine künûz" adını
vermiştir. Çünkü onlar, Allah'a taat olabilecek hususlarda, bunlardan ıçbir
infakta bulunmamışlardı. Allah ayetteki "şerefli makam" ile de güzel
evleri noş meclisleri kastetmiştir. Buna göre ayetin manası, "oraları
İsrailoğuHarına teslim «emek için biz onları, içinde su kaynakları, altın ve
gümüş hazineleri bulunan bağ çariçelerinden ve alabildiğine yararlandıkları o
yerlerden çıkardık" şeklindedir.
[51]
Ayetteki kelimesinin
terkibdeki yeri, şu üç şekilde olabilir:
a) "Biz onları, bahsettiğimiz çıkarışla
çıkardık" manasında olmak üzere nasb.
b) Ayetteki ifadesinin sıfatı olarak cerr. Buna
göre mana, "Onlar çm olan o makam gibi, kerim bir makamdan..."
şeklinde olur.
c)
"Durum işte böyledir" anlamında olmak üzere, mahzûf bir mübtedâmn
haberi tarak, ref... Cenâb-ı
Hakk'ın "Derken (Firav uncular), onların arkalarına düştüler"
"adesine gelince, bu, "onlar onlara yetiştiler" anlamındadır.
Ayetin bu ifadesi, Arapların güneş doğduğunda, deyiminden olmak üzere
"güneşin doğuşu tıne girdiklerinde
onlara yetiştiler" anlamında olmak üzere, 'e'ttebeûhun müşerrikîne"
şeklinde de okunmuştur.
[52]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Vaktaki, iki topluluk birbirlerini gördüğünde Musa'nın ashabı
"muhakkak ki yakalandık, yetiştiler bize)" demişlerdir. Yine onlar,
"Biz dediler, sen bize gelmezden evvelde, ie geldiğinden sonra da
işkenceye duçar edildik"(Kn, i»). Yani onlar "Sen bize gelmezden önce
çoluk çocuğumuzu kesiyorlardı, geldikten sonra da,şu anda bize •«(iştiler ve
böylece bizi öldürecekler" demişlerdir. Ayetin bu ifadesi olsaJ* cı*ij? UÜ
Felemmâ terset'tl-ftetanı" şeklinde de okunmuştur. Yine, ifadesi de, "birbirine
karışıp yok oldu" anlamında olmak üzere anlamından alınarak dâim şeddesi
ve râ'nın kesresi ile öjf^Üî "Le müdderikûne" şeklinde de okunmuştur
Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri peşpeşe
birbirine eklenmiştir" {Nemi, 66) ayetindeki kelime de bu köktendir. Hasan
el-Basri ise, bu ifadeye, "onlar ahiref bilgisinden mahrum otduiar. Bu
bıYgıni'n carı M oldular" manasını vermiştir. Buna göre tefsirini yapmakta
olduğumuz ayetin manası, "Biz, bizden hiç kimse kalmayacak biçimde,
onların ellerinde yok olup gitme hususunda birbirinizi izliyoruz" şeklinde
olur. İşte tam o bu esnada Hz. Musa (a.s) onlara S*i" "kella",
"hayır" demiştir ki bu, onları içine düştükleri o zandan men etmek
içindir.
[53]
Daha sonra da, Hz.
Musa (a.s) şu iki şey ile onların gönüllerini takviye edip yatıştırmıştır:
a) "Şüphesiz ki Rabbim, benimle
beraberdir" sözüyle... Bu, ilahî yardımın ve onun tekeffül edilmiş
olmasının bir delilidir.
b)
Onun"O beni, kurtuluş yoluna iletecektir" şeklindeki sözüdür. el-Hûda
kurtuluş ve necat yolu demektir. Cenâb-ı Hakk Hz. Musa (a.s)'a kurtuluş yolunu
gösterip düşmanlarını helak edeceğini bildirince, böylece, ilahi yardım
hususunda zirveye ulaşmış demektir.
[54]
"Bunun üzerine
Musa'ya, "Âsâ'nı, denize vur" diye vahyettik. (Vurunca) derhal (deniz)
yarıldı. Her parçası, kocaman dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya
yaklaştırdık. Musa ile, yanında bulunan kimseleri toptan kurtardık. Sonra
öbürlerini boğduk. Bunda, elbette bir İbret vardı. Ama onların çoğu iman
etmemişlerdi. Şu muhakkak ki senin Rabbin elbette O, mutlak galiptir ve çok
merhametlidir'-' (Şuarâ. 63-68).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'ın, "Şüphesiz ki Rabbim, benimle beraberdir. O beni,
kurtuluş yoluna iletecektir"(Şuara, 62) şeklindeki sözünü nakledince,
bundan sonra, işte bu dini ve dünyevi nimetleri içine alan böyle bir tedbirle
onu nasıl kurtuluş yoluna sevkedip kurtardığını düşmanlarını da yok ettiğini
beyan etmek üzere "Bunun üzerine Musa'ya, "Âsânı denize vur"
diye vahyettik. (Vurunca) derhal, (deniz) yarıldı"buyurmuştur. Bu
ifadeyle, "oda vurdu, böylece de deniz yarıldı" manasının
kastedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü bu, neredeyse, sözden anlaşılan ve bilinen
bir husustur. Zira, vurma işi olmadan denizin ayrılması caiz değildir. Bununla
beraber Cenâb-ı Hak, ona vurmayı emretmiştir. Çünkü bu fiilin zikredilmesi,
adeta oyalanma ve boşa vakit geçirme sayılır. Bir de Cenâb-ı Hak bunu âsâ
sebebiyle meydana gelen mucizelerinden kılmıştır. Bir başka husus da şudur:
Denizin o âsâ sebebiyle yarılması Hz. Musa (a.s) için büyük bir nimet olmuştur.
Ve İsrailoğullarının, bu işin Hz. Musa (a.s)'ın Allah nezdindeki mertebesinden
dolayı meydana geldiğini bilmeleri manasını daha fazla kuvvetlendirmiş olur.
[55]
Alimler, ayetteki
"deniz" hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ibn Abbas (r.a)'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Musa (a.s), İsrailoğullarıyla birlikte o
denize varıp dayanınca, onlara o denize girmelerini emretti, ama Yuşâ İbn NÛn
hariç, hepsi bundan kaçındılar. Yuşâ Ibn Nûn atını mahmuzladı, denize girdi,
öteye geçti, sonra da onlara dönüp baktı. Bir de ne görsün, denize girme
hususunda hala diretiyorlar! Bunun üzerine Musa (a.s), denize, "benim için
ayni, bölün"deyince, deniz, "bununla-emrolunmadım; üzerimden asiler
geçemezler" dedi: Musa (a.s), "Ya Rabbi, deniz de aynima hususunda
diretiyor" deyince, Hz. Musa (a.s)'a "Ona âsânla vur" denildi, o
da ona âsâsıyla vurunca deniz yarıldı ve herbir parçası adeta büyük bir dağ
kütlesi halini aldı. Ve o denizden her bir kabileye ait oniki yol oluştu. Bunun
üzerine her Kabile, "Arkadaşlarınız öldürüldü" demeye başlayıncada
Hz. Musa (a.s) Rabbine dua etti. Böylece Cenâb-ı Hak büyük dağ kütlelerini,
tabakalar halinde olan manzaralar haline getirdi. Bu şekilde de onlar
birbirlerinin kuru bir yer üzerinde yürüdüklerini gördüler." Atâ İbn
es-Saibin de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cebrail a.s),
İsrai(oğullarıyla Firavun hanedanının arasında bulunuyordu. Ve, fsrailoğullarına
"Geridekiler öndekilere yetişsin çabuk olun" diyor, Kıptîlere de
dönerek, "yavaş olunuz, geridekiler size yetişsin" diyordu. Yine
rivayet olunduğuna göre, Hz. Musa (a.s) da tam o esnada "Ey her şeyden
önce var olan, ey her şeyi var eden, ey herşeyden sonra var olmaya devam eden
(yetiş)" diyordu.
[56]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Her parçası, kocaman dağ gibi oldu" ifadesine gelince, (el-fırku) kelimesi, "denizden bölünen
parça" anlamındadır. Bu ifade, (kullu tilkin) şeklinde de okunmuştur ki,
mana aynıdır. SjkJÎ (et-tavdu) "yüksek dağ" anlamında olup,
"göğe doğru yükselen" demektir. Denizin bu hali alması şu birkaç
açıdan mucizedir:
1) O suyun bölünüp ayrılması bir mucizedir.
2) O suyun,
denizin her bir tarafının üstünde bir araya gelip, böylece de adeta bir dağ
oluvermesi de bir mucizedir. Çünkü bu bölünme sebebiyle yerinden oynatılan o
suyu, Cenâb-ı Hakk'ın yayıp dağıtması, böylece de hiç olmamış gibi olması da
mümkündür. Binâenaleyh o su iki tarafta birikip (bir kütle oluşturunca), bu
mucizeyi te'kid etmiş oldu.
3) Haber de
"Allah Teâlâ Firavuna ve kavmine, onları şaşırtan rüzgar ve karanlık
göndermiştir. Böylece de, İsrailoğullarının denizi geçmesi tamamlanıncaya
kadar, onlar yerlerinde çakılıp kalmışlardır" şeklinde anlatılan bu husus,
eğer gerçek ve doğruysa, bu da bir üçüncü mucizedir.
4) Allah Teâla'nın, sudan meydana gelen o
duvarlarda, onların birbirlerini görebilecekleri mazgal delikleri yaratması da
dördüncü bir mucizedir.
5) Allah
Teâla'nın, o yolları Firavun'un yanındakilerin ona yaklaşıncaya ve Hz. Musa
(a.s)'ın kavminin kurtuluşu gibi, kendilerinin de kurtulacaklarını umacakları
bir zamana kadar aynı hal üzere tutması da bir beşinci mucizedir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Ötekileri de buraya
yaklaştırdık..." ifadesine gelince, bu ifadeyle alakalı olarak şu iki
bahis bulunmaktadır:
Birinci bahis: Ibn
Abbas, İbn Cüreyc, Katâde ve Süddî, Lâİji; kelimesine "denizin,
diğerlerine açıldığı, yarıklığı o yere, Firavun'un kavmini yaklaştırdım"
manasını vermişlerdir. Sonra bu hususta şu üç izah yapılmıştır:
1) "Biz Firavun'un kavmini, Kıptîleri,
İsrai loğu Harına yaklaştırdık."
2) "Biz
o Kıptîleri birbirlerine yaklaştırdık ve onlardan hiç kimse kurtulamayacak
derecede bir araya sıkıştırdı."
3) "Biz
onları denize sürdük..." Bazı alimler de, ayetin bu ifadesine, "Hz.
Musa (a.s)'ın peşine düştüklerinde, dünyada iken onların üzerinde dikilip duran
bir bulutla gölgelememiz ve böylece de şaşırmış vaziyette kalmaları suretiyle,
Biz, Firavun ve kavmini hapsettik" manasını vermişlerdir. Ayetin bu
ifadesi, onların ayaklarını kaydırdık" anlamında olmak üzere, kâf ile
lîityj "ve ezlaknâ" şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana,
"biz onların izzet ve şereflerini giderdik, götürdük" şeklinde olur.
Allah Teâla'nın onların denizdeki yollarını İsrailoğulları için kupkuru yapmış
olduğu o yolların aksine olan bir hal üzere yapması ve böylece de, (bir kıraate
göre) onların ayaklarını kaydırması da muhtemeldir.
İkinci bahis: Cenâb-ı
Hak bu yakınlaştırma işini, onların Hz. Musa (a.s)'ı araştırmak için birleşmiş
olmaları bir küfür olmasına rağmen, kendisine nisbet etmiştir. Cübbaî bu hususa
şu iki bakımdan cevap verir.
1) Firavunun
kavmi, İsrailoğullannın peşine düşmüştü. İsrailoğulları ise bu işi, Allah'ın
emriyle yapmıştı. Binâenaleyh, İsrai loğu Harının yola çıkışları, Allah'ın
tedbiriyle olup, Firavunun kavmi de onların peşine düşünce, Cenâb-ı Hak bu işi,
mecazi olarak kendisine nisbet etmiştir. Bu tıpkı, içimizden birinin kölesini
araştırırken yorgun argın düşüp bu iş ondan dolayı yapıldığı için, "Kölem
beni yorgun argın düşürdü" demesine benzer.
2) Bu
ifadenin manasının "O vakitte onlar ecellerine yaklaştıkları için, biz
onları ölümlerine yaklaştırdık" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Nitekim
şair,
"Geçen her gün ve
geride kalan her gecede, şüphesiz nefisler kendi ecellerine yaklaşırlar"
demiştir.
Ka'bî de buna şu iki
açıdan cevap vermiştir:
a) Allah
Teâlâ o Kıptîleri cezalandırmada acele etmeyip o denizi onlar için kupkuru hale
getirince ve onlarda geçmeye heveslenince böyle bir nisbet caiz olmuştur. Bu
tıpkı arkadaşının çiğ hareketlerini ve cahilce davranışlarını görmezden gelip,
hareketleri karşısında sabır gösteren bir kimsenin durumuna benzer. Ama o,
yanlış hareketini sürdürüp, berikide ona onun bu hareketlerine mani olmaya
kadir olduğunu göstermek istediğinde, ona şöyle der: "Senin bu
hareketlerine göz yumdum, sabrımdan dolayı, bunlara mani olmadım." O bu
sözüyle, onun yaptığı şeyi irade ettiğini kastetmemiştir.
b) Ayetin manasının, "Onları, tam o esnada
boğmak ve Musa ve kavmine ulaşmamalarını sağlamak için bir araya getirdi,
topladı" şeklinde olması da muhtemeldir. Bunlardan birincisine şu şekilde
cevap verilir: İsrailoğullannın yaptığı o iş, Firavun kavminin kendilerini
takip etmelerinde ya bir tesir icra etmiştir, ya da etmemiştir. Eğer birincisi
olursa, maksat hasıl olmuş demektir. Çünkü Allah Teâlâ'nın fiilinin bu
yaklaştırmayı gerektiren o sebebin meydana gelmesinde bir tesiri vardır. Yok
eğer, bunda asla bir tesiri bulunmuyorsa arada bir ilgi ve münasebet yok
demektir. Binâenaleyh böyle bir nisbetin güzel olmaması gerekir.
Bizden birisinin
kölesini arama hususunda yorgun düşmesi meselesine gelince, o kölenin fiili bu
yorgunluğun meydana gelmesinde adeta bir müessir gibi olduğu için, efendisinin,
"Beni bu köle yorgun ve bitkin bıraktı, yordu" demesi caizdir. Çünkü
köle her ne zaman bu fiili yaparsa onun yaptığı bu fiilin, efendisi tarafından
bilineceği açıktır. Dolayısıyla her ne zaman efendisi, kölesinin o fiilini
bilirse, efendisinin o fiili bilmesi kendisini böyle bir yorgunluğa sevkeder ve
bu hususta müessir olur. İşte bu sebeple de böyle bir nisbet, doğru olur.
Özet olarak diyebiliz
ki, biz ehl-i sünnete göre bir işe kadir olan kimsenin o işi, ancak kendisinde
meydana gelen bir sebep, "dâî" İle yapması mümkündür. Binâenaleyh
işte bu daî, o kadir kimsenin, o fiilden müessir olur bir duruma gelmesinde
müessir ve etkili olmuştur. Böylece de, hiç şüphesiz ki böyle bir nisbet pek
yerinde olmuştur.
İkincisine de -ki bu,
onları boğmak için bir araya toplamıştır. Allah Teâlâ onları bir araya
getirmemiş,[57] tam aksine onların
kendileri bir araya gelmişler, sonra da bu ölüm işi tahakkuk etmiştir.
Binâenaleyh böyle bir yaklaştırma işinin Cenâb-ı Hakk'a nisbeti nasıl caiz
olabilir- şeklindeki görüşüne de şu şekilde cevap veririz: Biz ehl-i sünnete
göre bu caizdir. Çünkü, bu yaklaştırma işini sağlayan o sebebi, daî'yi onların
gönüllerinde yaratan Allah'tır.
Kâ'bî'nin "Allah
Teâlâ'nm onlara karşı göstermiş olduğu hilim ve sabrı onları buna
sevketmiştir" şeklindeki görüşüne de şöyle cevap verebiliriz: Bu sabrın,
onların gönüllerinde böyle bir duygunun peyda olmasında etkisi var mıdır, yok
mudur? Bu sorumuzun devamının izahı, biraz önce geçtiği gibidir.
Dördüncüye verilecek
cevap da ikinciye verilen cevabın aynısıdır. Allah en iyi bilendir.
[58]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Musa ile yanında bulunan kimseleri toptan kurtardık, sonra öbürlerini
boğduk" ayetine gelince, bu, "Allah Teâlâ o denizi, Hz. Musa ve kavmi
hakkında onlar oradan çıkıncaya kadar kupkuru yaptı. Firavun ve kavmini ise
orada boğdu. Çünkü Firavun ve kavminini denize girmeleri tamamlanınca su
onların üzerine kapandı, böylece de onlar o suda boğulup gittiler"
demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bunda elbette bir ibret vardı" ifadesine gelince, bu "Denizde
meydana gelen bu hadise, Cenâb-ı Hakk'ın kudretine delâlet eden en büyük
delillerden olmak üzere insanı şaşırtan bir ayettir. Çünkü, bunun gerek dinî
gerekse dünyevî hususlarda bir maslahat, Hz. Musa (a.s) için de bir mucize
olması bakımından onun doğruluğuna delâlet eden bir delil o denizi geçenler
için ömür boyu nazar-ı dikkate alınacak bir hadise olması bakımından, hiçbir
beşer bunu yapmaya ve bunun hikmetini anlamaya kadir olamaz. Böylece bu
Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet etmeye yeltenenler için bir sakındırma
ve Hz. Muhammed (s.a.s) için ibret alınacak bir hadise olmuş olur. Çünkü
Cenâb-ı Hak hemen bu ifadenin peşinden, "Ama onların çoğu iman
etmemişlerdi" buyurmuştur. Bu cümlede Hz. Muhammed (s.a.s) tesellî
bulunmaktadır. Çünkü, Hz. Muhammed (s.a.s) elinde zuhur eden mucizelere rağmen,
kavminin yalanlamasından aotayı kederleniyordu. Böylece Cenâb-ı Hak bu
ifadesiyle Hz. Muhammed (s.a.s)'in Hz. Musa (a.s) ve diğer peygamberlerde,
kendisi için alabileceği Örnekler Duiunduğuna dikkatini çekmiştir. Çünkü Hz.
Musa (a.s)'ın elinde zuhur eden, akıllara c j'gunluk verici bunca büyük
mucizeler, kavminin denizde vs. yerlerde müşahede ettikleri onca şeylere
rağmen, o kavminin ekserisinin onu inkâr edip yalanlamalarına --ani
olamamıştır. Binâenaleyh, "Ey Muhammed sen de kavminin ekserisinin'seni .anlamalarına
şaşma, onların ezlyyetlerine katlan. Belki de onlar, ıslâh olacaklardır. Senin
bu sabrın, onlara getireceğim delilleri tehid eder" demiştir.
Ayetteki i- "Şu
muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, mutiak galiptir ve çok merhametlidir"
cümlesinin önceki ifadelerle münasebeti şudur; O topluluk bu çok net mucizeleri
görüp müşahede etmelerine rağmen, yine de kâfir
muşlardır. Allah Teâlâ ise, onları helak etmeye kadir ve azîz, galip bir
zâttı. Ama suna rağmen, o onları helak etmemiş, tam aksine onlara çeşitli
rahmetlerini yağdırmıştır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın böyle olması, O'nun
rahmetinin - jkemmel lütuf ve ihsanının, çok geniş olduğuna delâlet etmektedir.
[59]
İkinci kıssa, Hz.
İbrahim (a.s)'ın kıssasıdır. "Onlara, İbrahim'e ait dosdoğru haberleri de oku.
Hani o, babasına ve
kavmine, "Siz
neye tapıyorsunuz?" demişti. Dediler ki: "Putlara tapıyoruz" Onun için
bütün gün onlara hizmet etmekte sabit ve devamlıyız." İbrahim: Siz
çağırdığınızda onlar sizi duyuyorlar mı? Yahut, (taparsanız) size bir fayda veya
(tapmazsanız) size bir zarar verebiliyorlar mı?" dedi. Dediler ki:
"Hayır, biz babalarımızı böyle bulduk. Onlar da böyle
yapıyorlardı." ibrahim, "şimdi gördünüz mü, gerek sizin, gerek daha
önceki atalarınızın neye tapmakta olduğunuzu" dedi. işte onlar benim,
muhakkak ki düşmanlarımızdır. Fakat âlemlerin Rabbi böyle değil" (Şuarfi,
69-77).
[60]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
sûrenin başında kavminin kâfir olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s)'in
alabildiğine üzüldüğünü zikretmiş, daha sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'in böylesi
sıkıntıların, Hz. Musa (a.s) için de söz konusu olduğunu anlayabilmesi için,
Hz. Musa (a.s)'ın kıssasından yine bu sebeple Hz. İbrahim (a.s)'ın üzüntüsünün
de kendisinin üzüntüsünden daha şiddetli olduğunu anlayabilmesi için, bunun
peşinden Hz. İbrahim (a.s)'ın kıssasını getirmiştir. Çünkü onları hakka davet
etmek ve dikkatlerini çekmek durumu hariç, kendilerini düştükleri o halden
kurtaramadığı halde, Hz. İbrahim (a.s)'ın babasını ve kavmini cehennemde
görmesi İbrahim (a.s) için en üyük bir sıkıntıdır. İşte bu sebeple o onlara,
"neye tapıyorsunuz?" demiştir.
Hz. İbrahim (a.s)
onların putperest olduklarını biliyordu. Fakat bu soruyu onlara taptıktan
şeylerin ibadete müstehak olmadıklarını göstermek için sormuştur. Bu tıpkı
senin, ticâret metâ'ının köleler olduğunu bildiğin bir köle tacirine
"malın ne?" deyip, sonra da "Köle mal değil cemal
(güzelliktir" demen gibidir. Onlar Hz. İbrahim (a.s)'a "Putlara
tapıyoruz. Onun için bütün gün onlara hizmet etmekte sabit ve devamlıyız"
diye cevab vermişlerdir. "Ukûf" birşeye devam etmek, onu sürdürmek
demektir. Onlar gece değil de, bütün gündüz o putlara taptıkları için
demişlerdir.
[61]
Bil ki onlar
"sadece putlara tapıyoruz" deseler bu yeterli bir cevap olurdu. Ama
onlar, cevabı uzatmak için, buna "Onun için, bütün gün onlara hizmet
etmekte sabit ve devamlıyız" ifadesini ilave etmişler. Onlar bunu, putlara
tapmaktan ötürü duydukları sevinç ve iftiharı ortaya koymak için ilave
etmişlerdir. İşte bundan ötürü Hz. İbrahim (a.s) onların inanç ve yollarının
bozuk olduğuna dikkat çekmek için, "Siz çağırdığınızda onlar sizi
duyuyorlar mı? yahut size (taparsanız) bir fayda, (tapmazsanız) bir zarar
verebiliyorlar mı?" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki
ifadesinde, takdiri "onlar sizin duanızı ve çağrınızı duyuyorlar mı?"
şeklinde olan mahzûf bir muzafın olması gerekir." Katade ise, "onlar
size sizin çağrınızın (duanızın) cevabını duyurabiliyorlar mı?" manasında
bunu, 'şeklinde okumuştur. Onlar bunu yapabiliyorlar mı?" Hz. İbrahim
(a.s)'in ileri sürdüğü bu delilin geniş izahı şudur: Başkasına tapanın genel
hali çağrısını duyduğunda maksadını anlasın diye istediği bir hususta taptığına
başvurması ve o taptığının da, bol bol fayda sağlamak yahut zararını defetme
şeklinde onun duasına karşılık vermesidir. Binâenaleyh Hz. İbrahim (a.s) onlara
şöyle demek istemiştir: "Sizin taptığınız o şeyler, dualarınızı dahi
duymuyorlar ki maksadınızı, isteğinizi anlasınlar. Faraza bunu anlasalar bile
bol bol fayda sağlamaları veya zararları engellemeleri mümkün değildir. O halde
bu vasıf ve durumdaki şeylere daha nasıl tapıyorsunuz?"
işte bu kesin delil
karşısında babası ve kavmi bu delili'savuşturacak birşey tutamadılar da şöyle
demek mecburiyetinde kaldılar: "Biz sabalarımızı böyle bulduk. Onlar da
böyle yapıyorlardı" İşte bu, taklidin, batıl, zelillere sarılmanın ise
vacib (gerekli) olduğuna delâlet eden en güçlü delillerdendir. Çünkü işi
tersinden alsak ve taklidi övüp delile sarılmayı yersek, bu hareketimiz,
Cenâb-ı Hakk'ın yerdiği o kâfirlerin yolunu övmek, övdüğü Hz. İbrahim (a.s)
yolunu da zemmetmek olur. Hz. İbrahim (a.s) de onlara Şimdi gördünüz mü, gerek
sizin, gerek daha önceki atalarınızın neye tapmakta olduğunuzu" diye cevap
verdi. O, bu ifadesi ite bâtılın yeni veya eski, onu yapanların az veya çok
olması ile değişmeyeceğini anlatmak istemiştir.
[62]
Ayetteki "İşte
onlar benim, muhakkak ki
düşmanlanmdır. Fakat âlemlerin Rabbi böyle değil" ifadesiyle ilgili birkaç
soru var:
Birinci soru: Put,
cansız bir varlık olduğu halde, nasıl düşman sayılabilir? Buna arkaç yönden
cevab verilebilir:
1) Cenâb-ı
Hak, Meryem sûresinde putları tavsif ederken, "Hayır öyle değil, o
aptıklan şeyler), onların tapmalarını inkâr edecekler ve onların aleyhine
düşman
bacaklar"
(Meryem. 82) buyurmuştur. Müfessirler bunun tefsiri hususunda şu izahı
asmışlardır: "Allah Teâlâ, onların taptığı putlara can verecek ve o
putlar, kendilerine tapanları azarlayıp, bu işte kendilerinin bir suçu olmadığını
söyleyeceklerdir." Bu izaha göre o putlar, kendilerine tapanlara ahirette
düşman olacaklardır. İşte bu manadan ötürü Hz. İbrahim (a.s), putların düşmanı
olduğunu söylemiştir.
2) Kâfirler
onlara tapıp, onları ulu bilip fayda sağlama-zarar defetme hususunda onlardan
birşeyler umdukları için, putları, kâfirlerin inancına göre, akıllı ve canlı
imiş gibi kabul edilmişlerdir. Hem sonra onlar, insanın saadetten (uhrevî
mutluluktan) uzak uiıp, şekâvete düşmesine sebep olmuşlardır. Bundan dolayı
canlı mesabesinde ubul edilip, menfaatleri defeden ve zararları celbeden bir
duruma konuldukları için düşman kabul edilmişlerdir. İşte bu sebepten Ötürü,
pek yerinde olarak Hz. İbrahim a s) onlar için "düşman" kelimesini
kullanmıştır.
3) Hz.
İbrahim (a.s)'in, "tşte onlar benim, muhakkak ki düşmanlanmdır"
ifadesi «s, onlara tapanların düşmanlığı kastedilmiştir. Binâenaleyh bu izaha
göre, cümlenin ıtkiki mana ifade etmesi için. Hz. İbrahim niçin, "Putlara
tapanlar düşmanlanmdır" dememiştir?" denilirse, buna şöyEe cevap
veririz: "Çünkü bahsi geçen şey, tapanlar ğit, onların taptıkları
şeylerdir."
İkinci soru:
Hz. İbrahim (a.s)
niçin "işte onlar
benim muhakkak ki düşmanlanmdır" demiş de, "Sizin
düşmanlarınızda" dememiştir?
Buna şu şekilde cevap
veririz: Hz. İbrahim (a.s) "Ben, bu işim hususunda düşündüm ve o putlara
ibâdet etmemin, düşmanıma ibâdet etme olduğunu gördüğüm için onlara ibâdet
etmekten kaçındım" manasında olmak üzere, meseleyi kendisi açısından
değerlendirmiş ve onlara bunun kendine yapmış olduğu bir nasihat olduğunu
göstermiştir. Binâenaleyh onlar bunu iyice düşündüklerinde, "İbrahim bize,
ancak kendine yaptığı nasihatin aynısını nasihat ediyor" diyecekler,
böylece bu, onların o nasihati daha kolay kabul etmelerini sağlayacaktır.
Üçüncü soru: Hz. İbrahim
(a.s) niçin bunu şeklinde söylememiştir.
Cevap:
"Adüvv" (Düşman) ve "sıddfk" kelimeleri hem müfred, hem
cemî manasında kullanılırlar. Nitekim şâir
"Onlar bana karşı
murûet sahibi, mert kimselerdir. Onlar dost oldukları halde, onları düşman
olarak gördüm "demiştir. Hak Teâlâ'nın, "Onlar sizin
düşmanmızdır" (Kem, 60) ayeti de bu manada olup, bu husustaki izahımız,
(Şuara 16) ayetinin tefsirinde geçti.
Dördüncü soru: Ayetin
bu ifadesindeki istisnanın çeşidi nedir?
Cevap: Bu, istisna-ı
munkati'dır. Buna göre, Hz. İbrahim (a.s) sanki, "Lakin Rabbu'l-alemin
müstesna" demiştir.
[63]
"(O Rab), beni
yaratan ve bana hidâyet edendir. Bana yediren ve bana içiren O'dur.
Hastalandığımda bana şifa veren de O'dur. Beni öldürecek, sonra bent
diriltecek olan da O'dur. Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da
O'dur", (Şuara. 7&-S2).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
Hz. İbrahim (a.s)'in Rabbu'l alemîn'i bundan müstesna tuttuğunu nakledince,
onun Rab Teâlâ'nın hangi sebeplerden Ötürü ibadete müstehak Dlduğunu
belirttiğini de nakletmiş ve onun kendisinden ne istediğini zikretmiştir.
[64]
Hz. İbrahim (a.s)'in
Cenâb-ı Hakk'ı tavsif ettiği hususlar şunlardır:
Birincisi: "O
Rab, beni yaratan ve bana hidâyet edendir" cümlesidir. Bil ki Allah Teâlâ,
"O, yaratan ve düzenine koyandır. Takdir eden, yol
gösterendir"{&, 2-3) ifâdesi ile, kendisini yine bu iki hususla mehd-ü
sena etmiştir. 3il ki istifade edebilecek herkes için, bütün menfaatler işte
Allah'ın bu iki sıfatıyla ekte edilir. Mesela insanı ele alalım, insanın mahlûk
(yaratılmış) olduğunu söylüyoruz. Bazıları insanın, madde ve mahlûk âleminden
olduğunu söylerken, bazıları da, onun emir ve ruhâniyet aleminden olduğunu
söylemişlerdir. Mahlûkat aleminden olan insan medeninin terkibi,
"emir" aleminden olan kalbi verme işinden öncedir. Nitekim Cenâb-ı
Hak bu hususu, "O halde, Ben onun yaratılışını bitirdiğim, ona ruhumdan
elediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (Htar, 29) buyurarak
ifâde etmiştir. Binâenaleyh bu tesviye (yaratılışı bitirme) işi, katılan
maddelerin dengesine e karıştırılan
şeylerin birbirleriyle terkibine, ruh üfleme işi de, emir aleminden olan nurâni
rabbani latife"ye bir işarettir. Ayrıca Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki Biz
insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık" (Mü'minun, 12) buyurmuştur.
Maddelerin değişme Tiertebelerini tamamlayınca da "Bilahere onu başka bir
yaratılışla İnşâ ettik" v: minun, 14) buyurmuştur ki bu da melekler
aleminden olan o ruha işarettir. Hidâyetin, o ruhtan meydana geldiğinde şüphe
yoktur. Binâenaleyh işte bu ayetlerle, yaratma sinin hidâyet işinden önce
olduğu ortaya çıkmış olur.
Bu meseleyi, işin
hakikatini tahkik etme itibariyle ele alacak olursak söyle izah edebiliriz:
İnsanın bedeni; babanın menisinin nutfesinin (spermasının) ananın hayız «anıyla
(yumurtasıyla) birleşmesinden meydana gelir. Meni ile kan, enâsır-ı erbaa'nın
dört ana elementin) terkibinden ve birbirlerine tesirinden meydana gelen
gıdalardan ^uşur. Binâenaleyh meni o hayız kanıyla karışınca bu karışımdaki
sıcaklık ve soğukluk, nemlilik ve kuruluk, karşılıklı olarak birbirlerini
etkilemeye ve herbirindeki Kuvvetler, diğerinin keyfiyetinin suretlerini
yıkmaya devam ederler. İşte bu esnada, yani karşılıklı olarak birbirlerine
etkileri esnasında, soğuğa kıyasla sıcak olmak; sıcak : ana kıyasla soğuk olmak
isteyen, orta bir durum meydana gelir. Nemlilik ve kuruluk arasındaki durum da
aynıdır. Böylece bu terkibi idare eden, bir takım kuvvetleri kabul etme
istidadı meydana gelir. Bu kuvvetlerin bir kısmı nebati (bitkisel)
kuvvetlerdir. bunlar, gıdaları çeken, sonra onları bir müddet tutan, sonra
ufalayıp hazmeden, daha sonra eziyet verici fazlalarını atan, sonra kendisinden
ayrılıp gidenlerin (eskiyenlerin) yerine, o parçalan yerleştiren, daha sonra da
uzuvların cevherine (özüne) uzunluk m genişlik kazandıran bir takım nebati
kuvvetlerdir.
Daha sonra bu
maddelerden, aynen yukarıdaki gibi meydana gelen, bir takım fazlalıklar oluşur.
Bu kuvvetlerin bir kısmı, beş duyu hayal, (muhayyile) ezberleme ve hatırlama gibi,
idrâk edici canlı kuvvetlerdir. Bir kısmı da ya şehvet ve gazab gibi, ftmir
(emredici-zorlayıcı) yahut da kaslarda bulunan kuvvetler gibi memur olan, fail
kuvvetlerdir. Bir kısmı da, insani kuvvetlerdir ki bunlar da, ya müdrik
kuvvetler, ya çalışan kuvvetlerdir. Müdrik kuvvetler, ruhani maddi ulvi ve
süfli eşyanın hakikatlerini idrâk etmeye yarayan kuvvetlerdir. Sonra sen bu
maddi alemin mürekkeb ve cevher maddelerinden herbirini incelediğinde, ona
uygun, halini mükemmelleştirecek bazı şeyler görebildiğin gibi, ona uymayan ve
halini bozan bir takım şeyler de bulursun. Yine onlarda uygun olanı çeken
(isteyen), uygun olmayanı iten (uzaklaştıran) bazı kuvvetlerin olduğunu da
görürsün. Binâenaleyh işte bu şeylerin hepsinde, hallerinin düzgün olmasının, ancak
bir yaratma ve bir hidâyet (doğru yolu gösterip, iletme) ile tamamlandığı
ortaya çıkmış olur. Yaratma, o şeyi yok iken var etme ile olur. Hidâyet ise,
faydalı olanları çekip, zararlı olanları iten o küvetlerle sağlanır.
^Şöylece Hz. İbrahim
(a.s)'in, 'YO Rab), beni yaratan ve bana hidâyet edendir" şeklırfttoki
sözünün, hem dini, hem dünyevi bütün menfaatları içine alan, çok kapsamlı bir
ifâde olduğu anlaşılır. Sonra burada söyle bir incelik söz konusudur: Hz.
İbrahim (a.s), msfî lafzı ile (yarattı) demiş, sonra munzârî lafzı ile
"Bana hidâyet djer' demiştir. Bunun sebebi şudur: insanın ve eşyanın zâtı,
dünyada yenıiennpz, aksine malum olan bir zamana (ecele) kadar kalır. Cenâb-ı
Hakk'ın hidâyet ise, ister dünyevi menfaatler hususunda olsun, meselâ insanın
duyularının faydalı şeyleri, zararlı şeylerden ayırması şeklinde olur, ister
dini menfaatler hususunda olsun, mesela insanın aklının hakkı bâtıldan, hayrı
serden ayırması şeklinc-e olur, bu her an ve her zaman tekrar eder. Binâenaleyh
bu ifâde ile, Hz. İbrahim (a.s) sayesinde, yaratılışının tam olduğu diğer
şeyleri, geçmişte tek bir defada yaratanın ve onu her an ve her zamanda çeşitli
hidâyetleri ile, hem dini hem dünyevi menfaatlere sevkedenin Hak Subhanehû ve
Teâlâ olduğunu beyan buyurmuştur.
[65]
İkincisi "Bana
yediren ve bana içiren O'dur" ifadesidir. Bu ifâdeye, rızık menfaatlarıyla
ilgili olan herşey girer. Bu böyledir. Çünkü Hak Teâlâ, insan İçin yiyecekler
yaratmış ve ona onlardan yararlanma gücü vermiştir. Binâenaleyh şehvet (arzu),
kuvvet ve ayırdetme (temyiz) gibi insanda yiyecekleri yiyip, onlardan
yararlanmasını sağlayacak özellikler bulunmasaydı, bu tam bir nimet olmazdı,
bir işe yaramazdı. Hz. İbrahim (a.s) dolayısıyla burada yedirme ve içirmeden
bahsederek, o iki şeyin dışında kalan diğer şeylere dikkat çekmiştir.
[66]
Üçüncüsü: "Hastalandığımda bana şifa veren de
O'dur" ifadesidir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: "Hz. İbrahim
(a.s) niçin, "O beni havalandırandır" dememiş de,
"Hastalandığımda" demiştir. Buna şöyle birkaç sakilde cevap
verebiliriz:
1) Hastalıkların çoğu sebebi, insanın yemesi,
içmesi ve benzeri şeylerde aşırı gitmesidir. Bundan Ötürü feylesoflar, eğer
ölenlerin çoğuna "ölümünüze ne sebeb :.du?" diye sorulacak olsa, buna
"çok yemekten ötürü, vücûdun ağırlaşması" diye cevap verirlerdi"
demişlerdir.
2) Hastalık
kansan maddelerin (vücudu meydana getiren elementlerin) bir kısmının : r
kısmına hâkim olmasıyla meydana gelir. Bu hâkim olma, üstün gelme ise,
aralarındaki nefret (uyumsuzluk) tan meydana gelir. Sıhhat ise, ahlat (vücudu
meydana getiren) maddelerin olduğu gibi kalıp, aralarındaki dengeyi
sürdürmeleri ile olur. Onların bu dengeyi sürdürmeleri de, onları biraraya
gelmeye zorlayan kahir (ezici) sebeb sayesinde olur. Ahlatın sıhhate dönüşmesi
tabiatları itibarıyla ayrılmaya ve çekişmeye meyyal oldukları halde, onları
biraraya gelmeye ve dengede bulunmaya zorlayan ezici (kahir) bir sebebten
dolayı olur. İşte bundan ötürü, Hz. İbrahim (a.s) şifa, verme işini Hak
Teâlâ'ya izafe edip hastalığı ona nisbet etmemiştir.
3) Şifâ
(sıhhat) arzu edilen, istenen birşey olup, asıl nimetlerdendir. Hastalık ise
arzu edilmeyen bir şey olup, nimet değildir. Hz. İbrahim (a.s)'in maksadı ise,
Allah'ın nimetlerini saymaktır. Hastalık nimetlerden olmadığı için Hz. İbrahim
(a.s) burada bunu Cenâb-ı Hakk'a nisbet etmemiştir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın
canlıları öldürdüğünü söyleyerek bu izahı çürütmeye kalkarsan, buna da şöyle
cevab veririz: Ölüm aslında zarar değildir. Çünkü ölümün zarar olması, onu
hissetme şartına bağlıdır. Halbuki ölüm hadisesi meydana geldiğinde, artık ölen
bunu hissetmez. Zarar ise, Ölümün öncülerindendir ki, bu da zaten hastalığın
kendisidir. Hem sonra sen insanın ruhu ilim ve güzel ahlak sayesinde kemale
erdiğinde, bu bedenlerde kalmasının zararın Kendisi olduğunu, bu bedenlerden
ayrılıp, gitmesinin (kurtulmasının) ise hastalık değil, saadetin kendisi
olduğunu bilirsin.
[67]
Dördüncüsü: "Beni
öldürecek, sonra beni diriltecek olan da O'dur" ifadesidir. Buradaki
"Öldürme" ile, Cenâb-ı Hakk'ın insanı dünyada öldürmesi ve onu
dünyevî âfet ve cezalardan kurtarması, "diriltme" ile de ona
ahirette) mükâfaat vermesi kastedilmiştir.
[68]
Beşincisi: "Din
gününde hatalarımı bağışlayacağım umduğumda O'dur" ifadesidir. Bu da her
insanın ilâh? azabdan kurtulma ve ilâhî mükâfaat elde etme arzusuna bir
işarettir.
Bil ki Hz. İbrahim
(a.s) bu cümlelerde yaratılışın başlangıcından ahiretteki ebedi hayatın sonuna
kadar olan, bütün ilâh? nimetleri ifâde etmiştir. Sonra burada söe birkaç soru
sorulabilir:
[69]
Birinci soru:
"Tama" kelimesi "ummak" manasına olduğu hâlde Hz. İbrahim
niçin bu kelimeyi kullanmış da kesin olarak ifâde etmemiştir?
Cevap: Bu söz ancak
biz ehl-i sünnetin inancına göre doğru bir sözdür. Çünkü biz, "Allah'a
hiçbir kimse hakkında, hiçbirşey vacib, gerekti değildir. O'ndan gelen herşey
güzeldir ve hiçkimse, Allah'ın yaptıkları hususunda O'na itiraz edemez"
demekte ve böyle inanmaktayız.
Cübbâî buna şu iki
şekilde itiraz etmiştir.
1) İbrahim
(a.s), "Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur"
ifâdesi ile kendinin
bağışlanmasını değil, diğer
mü'minlerin bağışlanmasını
kastetmiştir. Çünkü umanlar ve bu hususta kesin olmayanlar onlardır.
2) Bu ifâde
ile, "kesin inanma-güvenme" manası kastedilmiştir. Bu görüş, Hasan
el-Basri'den rivayet edilmiştir."
Keşşaf Sahibi de
(bize) söyle cevab vermiştir: "Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, ümmetine nasıl dua
edileceğini öğretmek için bu şekilde getirmiştir." Bil ki bu karşı izahlar
tutarsızdır: Birincisine gelince, Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim (a.s)'in önce
kendisine medh-ü senada bulunduğunu, ikinci olarak da dua ettiğini anlatmıştır.
Medhin başından, duanın sonuna kadar olan kısım Hz. İbrahim (a.s)'in
sözleridir. Binâenaleyh bunlardan sadece, "Din gününde hatalarımı
bağışlayacağını umduğum da O'dur" ifâdesini başkalarına ait saymak bu
sözlerin tertibini bozar. İkincisine yani bu "umma" ile "kesin
inanma, güvenme" manası kastedilmiş olduğunun söylenmesine gelince, bu
dilin mantığına aykırıdır. Üçüncüsüne yani bu sözden maksadın, ümmete nasıl dua
edeceğini öğretme oluşu şeklindeki izah da yanlıştır. Çünkü bunun neticesi de,
Hz. İbrahim (a.s)'in ümmete öğretme maksadıyla, kendi kendine yalan söylemiş
olması neticesine varır ki bu kesinlikle olamaz.
[70]
İkinci soru: Hz.
İbrahim (a.s) peygamberler hatalardan münezzeh oldukları halde niçin kendisine
hata nisbet etmiştir?
Buna şu üç şekilde
cevap verilir:
1) Bu, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Belki bu
(kırma) işini, o büyükleri (büyük put) yapmıştır"(Enbiya,&), ''Ben
hastayım"(Saffat.89) ve hanımı Sâre hakkında, "O, benim
kızkardeşimdir" şeklinde söylediği sözlerine hamledil m iştir ki, bu da
tutarsızdır. Çünkü peygambere yalan söyleme işini isnâd etmek caiz değildir.
2) "O,
bunu tevâzundan ve nefsini küçük gördüğü için söylemiştir." Bu izah da
zayıftır. Çünkü eğer o, bu tevâzuunda sâdık ise, aynı şekilde problem yine
ortaya çıkar. Yok eğer yalancı ise, bu durumda da, bu cevabın neticesi, onu
günahtan tenzih edelim derken, ona günah nisbet etmeye dayanır.
3) En doğru
cevaba göre, bunun evlâ olanı terketme manasına hamledilmesidir. Evla (en
uygun) olanı terketme, bazan "hatâ" diye ifâde edilebilir. Çünkü bir
mücevheri bulunan ve onu bir milyona satabilecekken, bir dinara satan kimse
hakkında, "hata etmiştir" denilebilir. Peygamberler İçin evla olanı
terketme ise caizdir.
[71]
Üçüncü soru: Hataların
dünyada iken bağışlanması da mümkün olduğu halde, Hz. İbrahim (a.s) hatalarının
niçin din gününde bağışlanmasını istemiştir?
Cevap: Çünkü
bağışlanmanın esas neticesi ve eseri din gününde görülecektir. Bu, dünyada
kapalıdır, bilinmez.
[72]
Dördüncü soru: Bu
ifâdede "(Benim için)" ifâdesinin getirilmesinin faydası nedir?
Buna şu birkaç şekilde
cevap veririz:
a) Baba,
çocuğunu; efendi kölesini ve koca da karısını affettiğinde, bu genelde mükafaat
elde etmek, cezalandırılmaktan sakınmak, yahut iyi bir isimle anılmayı istemek,
yahut da hem cinsine karşı duyduğu şefkatten meydana gelen acıyı dindirmek için
olur. Durum böyle olunca da, bu affın gayesi bağışlananı gözetmekten ziyâde
insanın, ya uygun olanı elde etme veya uygun olmayanı savuşturması şeklinde,
kendini gözetmesi olmuş olur. Ama Hak Teâlâ, zâtı gereği kâmildir, eksiksizdir.
Binâenaleyh O'nun için, olmayan bir takım şeylerin sonradan meydana gelmesi,
yahut bir noksanlığı olup da, bunun O'ndan gitmesi imkansızdır. Durum böyle
olunca, O'nun affı, ancak affedileni gözetmeden ötürü olmuş olur. O halde Hz.
İbrahim (a.s)'in, bu ifâdesi, "O Rab, beni bağışladığında, bu bağışlayışı
ve affı, asla kendisine yönelik bir faydadan ötürü değil, benden ötürü ve benim
için olan bir zattır" demektir.
b) Hz.
İbrahim (a.s) sanki şöyle demek istemiştir: "Sen beni, benim hatırım için
yaratmadın. Çünkü beni yaratırken, ben yoktum. Binâenaleyh ondan önce mevcûd
olmadığıma göre, benim sayemde birşey elde etmek mümkün değildi. Fakat Sen,
yine de beni yarattın. Eğer beni affedersen, bu af benim için olmuş olur.
Binâenaleyh beni, yaratmana muhtaçken önce beni yarattığına göre, affedilip
bağışlanmaya en fazla muhtaç olduğum bir durumda beni bağışlayıp affetmen haydi
haydi umulur" demektir.
c) Hz. İbrahim (a.s), mârifetullah denizine
alabildiğine dalmış olduğu için, vasıtalara-sebeplere iltifat etmekten, o
nisbette nefret etmiş, kaçınmıştır. İşte bundan ötürü, Cebrail (a.s) ona (ateşe
atılırken), "ihtiyacın var mı?" diye sorduğunda, o "Sana
ise hayır", cevabını vermiştir.
İşte burada da,
"Din gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğum da
O'dur" demiştir ki bu, "sırf Sana kulluğum ve sadece Sana muhtaç
oluşumdan dolayı, hatalarımı bir şefaatçinin aracılığı ile değil, kendin
bağışla" demektir.
[73]
"Rabbim bana
hüküm ihsan et ve beni sâlihlere kat. (Benden) sonrakiler içinde, benim
için bir "lisan-ı sıdk" ver. Beni, natm cennetinin varislerinden kıl. Baba mı
da bağışla. Çünkü o dalâlete düşenlerdendir, insanların kabirden kaldırıldıktan
gün, beni rezil rüsvay etme. O günde ki ne mal fayda eder, ne de evlat,
ancak Allah'a selim bir kalble gelmesi fayda eder" (Şuara,
83-89).
[74]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. İbrahim (a.s)'in kendisini övdüğünü zikredince, kendisine duâ ve niyazda
bulunduğu haber verilmiştir. Bu, duadan önce hamd-ü sena yapılmasının önemini
göstermektedir. Bu husustaki sözün Özü şudur: İnsanların ruhları, melekler
cinsindendir. Binâenaleyh marifetullah, muhabbetullah ve ruhani aleme gitmeyle
meşgul oluşlar ne kadar fazla olursa, onların melekler haline gelmeleri o
nisbette tam ve mükemmel olur. Böylece de bu alemin madde ve eşyası üzerinde
alabildiğine tasarruf güç ve kuvveti kazanırlar. Onların dünya aleminin
lezzetleriyle meşgul olmaları ve bu maddî âlemin karanlıklarına gömülüp
gitmeleri ne kadar fazla olursa, behimi (hayvan) kılığına girmeleri de o
nisbette kuvvetli olur. Binâenaleyh o ruhlar, böylece alabildiğine aciz, güçsüz
ve maddi alem üzerinde son derece tesirsiz olurlar. Dolayısıyla duâ ile meşgul
olmak isteyenin, önce Allah'ı medh-ü sena etmesi (Övmesi) ve O'nun azamet ve
kibriyasını hatırlaması gerekir. Çünkü böyle yapmakla, marifetullah ve
muhabbetullah'a dalmış olur ve meleklerin derecesine yükselmeye yaklaşmış olur.
İşte bu sayede, o ruhlar için ilâhî ve semavî kuvvetler hâsıl olur ve bu iş,
insanın yapacağı duâ ile elde etmek istediği şeyin olmasına bir başlangıç
teşkil eder.Iştcrtnı duanın mahiyetini anlatmaktadır. Böylece, duadan önce,
Cenâb-ı Hakk'ı medh-ü sena etmenin gevekli olduğu ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in
Allah Teâlâ'dan naklettiği "Beni zikri, benden birşey istemesine
engel olan kimseye isteyenlere verdiğinin daha iyisini veririm"[75]
hadis-i kutsîsinin gerçek manası anlaşılır.
İmdi eğer birisi,
"Hele de ondan, "O'nun benim durumumu bitmesi benim O'ndan istememe
ihtiyaç bırakmaz" dediği rivayet edilmiş iken, Hz. İbrahim (a.s), niçin
sadece Cenâb-ı Hakk'ı Medh-ü sena ile yetinmemiştir" derse, şöyle cevab
verilir: Hz. İbrahim (a.s) bunu insanları hakka davet ederken söylemiştir.
Baksana O, "işte onları (putlar) muhakkak ki benim düşmanlarımdır"
<şuara. 77) demiş ve sonra Cenâb-ı Hakk'ı medh-ü sena etmiş, daha sonra duâ
ve niyazda bulunmuştur. Çünkü kanun koyucunun (şâri'in) mutlaka Öncelikle
şeriatı öğretmesi gerekir. Ama Hz. İbrahim (a.s) yalnız olup, maksadı şeriatı
öğretmek olmadığında, "O'nun benim durumumu bilmesi benim O'ndan istememe
ihtiyaç bırakmaz" sözü ile yetinebilir.
[76]
İkinci bahis: Hz.
İbrahim (a.s)'in duasında istediği şeylerle ilgilidir. Bunlar birtakım
isteklerdir:
Birinci İstek,
"Rabbim bana hüküm ihsan et ve beni salihlere kat" ifadesidir.
Andolsun ki Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s)'in bu duasına icabet etmiştir. Çünkü
onun hakkında, "Hiç şüphesiz ki o (ibrahim) Âhirette de
salihierdendir" (Bakara, 130) buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak, şu
hususlar vardır:[77]
1) Ayetteki
"hükm"ü, "peygamberlik" diye tefsir etmek caiz değildir.
Çünkü Hz. İbrahim (a.s)'de bu duadan Önce de bu vasıf vardı. Binâenaleyh o,
bununla nübüvveti istemiş olsa, bu nübüvvet (peygamberlik) ya önceki (mevcud)
nübüvvetinin aynısı olacak, yahut gaynsı olacak. Aynısı olması imkansızdır,
çünkü tahsil-l hasıl (zaten olanı var etmek) imkansızdır. İkinci ihtimalde
imkansızdır. Çünkü aynı şahsın, iki kere oeygamber olması imkansızdır. Aksine
ayetteki "hükÜnV'den maksad nazarî kuvvetin (tefekkür gücünün) mükemmel
olmasıdır. Bu mükemmellik de hakkı idrâk etmekle olur.
[78]
Hz. İbrahim'in,
"Beni salihlere kat" ifadesiyle kastedilen ise, ameli kudretin
mükemmel olmasıdır. Bu ise, hayrı yapmakla olur. Çünkü insanın mükemmel olman,
zatı gereği hakkı, kendisiyle amel etmek için de hayrı tanımadır. Hz. ibrettim
(a.s), "Rabbim bana hüküm ihsan et" ifadesini, "ve beni
salihhre kat" sözünden önce söylemiştir. Çünkü, nazari kuvvet, hem kıymet
hem de zâtı İtibariyle amelî kuvvetten önce gelir. Bir de Hz. İbrahim (a.s)'in
hayrı bilmese bile, Hakk'ı bilip tanıması mümkündür. Bunun aksi ise, imkân
dahilinde değildir. Bir de ilim, rükün, amel ise bedenin vasfıdır. Ruh bedenden
daha kıymetli olunca, ilimde amelden daha üstün olmuş olur. Biz, "hükmü"
eşyayı tanıma diye tefsir ettik. Zira insan, eşyanın hakikatini ancak zihninde
mahiyetlerin şekillerini hazır hale getirip, canlandırıp sonra da onların bir
kısmını bir kısmına olumlu veya olumsuz olarak nisbet ettiğinde bilebilir. Ki
işte hüküm denilen şey bu nisbet işidir. Daha sonra bu zihnî nisbet vakıaya,
görünür alemdekine uyarsa bu zihnî nisbetin değişmesi imkansız olur, böylece de
sapasağlam, çok muhkem olmuş olur. İşte bu gibi algılama ve idrakler, hikmet ve
hüküm adım alırlar. Bu da Hz. Peygamber (s.a.s)'in "(Ey Rabbimiz) eşyanın
mahiyetini bize olduğu gibi göster" hadisinden kastedilen husustur.
"SalârTa gelince bu akfî kuvvetin ifrat ve tefrit rezaletlerinin arasında
orta bir yerde bulunmaktır. Bu böyledir, zira iki taraftan birinde ifrata düşmek,
diğerinde tefrit demektir, aksi de böyledir. O halde "salâh" ancak
itidal ve denge ile sağlanır. Hakiki itidal, bölünmeyi kesinlikle kabul etmeyen
bir bütün olup, bu alemdeki beşeri fikirler de, bu gibi şeyleri algılamaktan
aciz olunca beşer, haliyle az veya çok bu noktadan hep sapagelmiştir. Ancak ne
var ki, mukarreblerin bu noktadan sapmaları, hissedilmeyecek derecede azdır.
Halbuki, âsîlerin bu noktadan sapması ise, cidden son derece fazladır. İşte
yaptığımız bu açıklamadan, "Ebrârın, iyilerin hasenatı, mukarrebînin
seyyieleri, hatalarıdır" şeklinde söylenen sözün gerçek ve hakikati ortaya
çıkmıştır, ve yine Hz. İbrahim (a.s) "ve beni salihlere kat" deme
ihtiyacını duymuştur.
[79]
2) Ayette geçen (hüküm) ifadesiyle ilmin kastedildiği
sabit olunca, Hz. İbrahim (a.s)'in, Allah'dan kendisini ve sıfatlarını tanıma
ilmini istediği sabit olmuş olur ki, bu da kulun kalbindeki mârifetullâhın
ancak Allah'ın yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder. Hz. İbrahim'in,
"ve beni salihlere kat" sözü, kulun salih olmasının ancak Allah'ın
yaratmasıyla olacağına delâlet eder. Ayetin bu ifadelerini, "lütuf
fiilleri" anlamına almak, gerçekten uzak olan birşeydir. Çünkü,
muarızımıza göre, kudreti dahilinde olan bütün lütuf fiillerini, Allah zaten
yapmaktadır. Binâenaleyh şayet biz Hz. İbrahim'in buradaki duasını lütuf
fiilleri anlamına alırsak, bu "hasıl-ı tahsil" talep etmek olur ki,
bu yanlış bir şeydir.
3) Hz.
İbrahim'in duasında talep edilen hüküm onun ya Allah'ı, ya da başkasını bilip,
tanımak istemesidir. İkincisi bâtıldır, çünkü insanın bir şeyi bilip tanımaya
hazır bir durumda iken, başka bir şeyi bilip tanımaya hazır hale geçmesi mümkün
değildir. Binâenaleyh şayet bu dua ile talep edilen şey, Allah'dan başkasını
bilip tanıma arzusu olsaydı, Allah'tan başkasını bilip tanıma da Allah'ı bilip
tanımaya, O'nun bilgisinde boğulmaya mani olunca, bu talep onun Allah'ın ilmine
dalıp batmasına mani olacak bir şeyi istemek olur ki, bu caiz değildir. Çünkü,
mârifetullâha dalıp batmanın üstünde, başka bir mükemmelik olamaz. O halde bu
dua ile istenen şey, Allah'ı bilip tanıma olmuş olur. Sonra bu ilim ya imanın
sıhhati şart olan Allah'ı bilip tanıma olur, ya da başkası. Birincisi olamaz,
çünkü bu bütün mü'minler için bulunması gereken bir şey olduğuna göre, Hz.
İbrahim de nasıl bulunmaz. Bu, Hz. İbrahim'de de mevcut olduğuna göre, onun bu
ilmi elde etmeyi talep etmesi imkansız olur. O halde, bu dua ile istenen şeyin
mârifetullâh hususunda, O'nun varlığını, bir mekânda olmadığını, bir yere hulul
etmediğini ve O'nun alîm, kadir ve hayy bir zât olduğunu bilme derecesinden çok
çok ilerde olan bir derece olduğu sabit olmuş olur. Bu ise ancak celâl
sıfatlarına, yahut zâtının hakikatine vakıf olmak veyahutta mârifetullâh
nurunun, o kimsenin kalbinde zuhur etmesidir. Ayrıca burada sözlerin ifade
edemeyeceği, hayâllerin beyan edemeyeceği bir takım haller söz konusudur. O
hallere ulaşmak steyen, eseri dinleyenlerden değil, bizzat kaynağa ulaşanlardan
olsun.
[80]
İkinci istek: Hz.
İbrahim "(Benden) sonrakiler
içinde, benim için bir "lisân-i sıdk" ver" şeklindeki sözünün
ifade ettiği husustur. Bununla ilgili şu üç yorum yapılmıştır:
Birinci yorum: Hz.
İbrahim (a,s), işe, insan için hem dünyada hem de ahirette yararlı olan zatî
mükemmelliği istemekle başlamıştır ki, bu ilim demek olan "hükm"ü
istemesidir. Bundan sonra, dünyevi mükemmellikleri, bunun akabinde de uhrevî
mükemmellikleri talep etmiştir. Dünyevi mü kem melikleri ne gelince, bunların
bir kısmı içsel, bir kısmı ise dışa aittir. Dahilî (içsel) olanlar, kişinin hem
zahirî, hem de bâtınî yaratılışıdır. Zahirî yaratılış, alabildiğine maddi,
bâtınî yaratılış da alabildiğine ruhanîdir. Binâenaleyh bu demektir ki Hz.
İbrahim maddi olan hâli yani zahirî yaratılışı bırakmış ruhani, manevi yani
bâtınî yaratılışı istemiştir ki, bu Hz. İbrahim'in "ve beni salihlere
kat" sözünden kastedilen husustur. Hârici olanlar ise mal ve makamdır.
Mal, alabildiğine maddidir, makam ise alabildiğine manevidir. Binâenaleyh bu
demektir ki Hz. İbrahim mal demek olan maddi hususu bırakmış, makam ve
ebediyyen kalıcı olan zikr-i tahûli, güzel yâdı iyi bir nâmı istemek olan,
manevi tarafı talep etmiştir ki bu da, Hz. İbrahim'in, "(Benden)
sonrakiler içinde, benim için bir "lisân-ı sıdk" ver" sözünden
kastedilen husustur. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hiç şüphesiz ki
Allah, Hz. İbrahim (a.s)'e, "Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam)
bıraktık" •Sarat, ıo8) ifadesiyle, bunu vermiştir.
İmdi şayet, "Hz.
İbrahim (a.s)'in övülmeyi istemesinin maksadı nedir?" denilirse, buna şu
iki açıdan cevap veribiliriz:
a) Bu,
hikmet lisanıyla şudur: Biz, beşeri ruhların bir nebze müessir olduğunu, ancak
ne var ki bunların bir kısmının zayıf olduklarını, böylece de müessir
olamadıklarını ama bu ruhlardan bir grup bir araya gelince, bunların toplamının
çoğu Kez, herbirinin teker teker yapamadıkları şeylere muktedir olduklarını
beyân etmiştik. Böyte bir hususiyet, maddeten müessir olan şeylerde de
müşahede edilmektedir. Bunun böyle olduğu sabft olunca şimdi biz diyoruz ki:
Tek bir insan, büyük bir cemaatın kendisini övüp tazim ettiği bir makamda
bulunursa, onlar bir araya geldiğinde, çoğu kez onların himmetlerinin buna
yönelmesi, o kimsenin mükemmelliğinin iyice artmasına sebep olur.
b) Bunun
kemâl lisanına göre izahı da şudur: Kendinde bulunan faziletler sebebiyle,
insanlar arasında makbul bir kimsenin bu övülmesi ve şöhreti bakşalarım da bu
tür faziletleri kazanıp elde etmeye sevkeder.
İkinci yorum: Hz.
İbrahim (as) Rabbinden, kendi zürriyetmden olmak üzere ahir zamanda, Allah'a
davet edecek olan birini yaratmasını talep etmiştir ki, işte bu Hz. Muhammed
(s.a.s)'dir. O halde Hz. İbrahim (a.s)'in, "(Benden) sonrakiler içinde
benim için bir "Hsân-ı sıdk" ver" ifadesiyle kastedilen, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderitmesidir.
[81]
Üçüncü yorum: Bazı
kimseler de, "Bununla, yeryüzündeki (semavi) din mensuplarının, Hz.
İbrahim (a.s)'i sevme hususunda birleşmeleri kastedilmiştir" demişlerdir.
Çünkü Allah Teâlâ, ona bunu vermiştir, zira sen bütün (semavi) din
mensuplarının Hz. İbrahim (a.s)'i dost edindiklerini görmektesin. Bazıları bu
izahı, "kâfirin medhine itibar edilmez" diyerek tenkit etmişlerdir.
Ama buna da şu şekilde cevap verilebilir: Bundan maksat kâfirin kâfir olduğu
için medhetmesi değil, tam aksine Hz. ibrahim (a.s)'in her insanın medhettiği
ve kalblerin kendisini sevdiği bir kimse olduğudur.
[82]
Üçüncü İstek: Hz.
İbrahim (a.s)'in "Beni, na'tm cennetinin varislerinden kıl"
şeklindeki sözüyle ifade edilen istektir. Bil ki Hz. İbrahim (a.s), dünyevi
mutlulukları isteyince, bundan sonra ahiret mutluluğunu da istemiştir ki, bu da
"naîm cennetl"dir. Hz. İbrahim (a.s) naîm cennetini, varis olunacak
şeye benzetmiştir; zira miras dünyada elde edilen bir nasiptir. Dolayısıyla,
ahiret ganimetini de, dünya ganimetine benzetmiştir.
[83]
Dördüncü İstek: Hz.
İbrahim (a.s)'in "Babamı da bağışla. Çünkü o, delalete
düşenlerdendir" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Bil ki Hz.
İbrahim (a.s) kendisi için dünyevî ve uhrevî mutlulukları istemeyi bitirince,
bunu kendisiyle alabildiğince alakası bulunan birisi için de istemiştir ki bu
da babasıdır. İşte bundan dolayı Hz. İbrahim (a.s), "Babamı da
bağışla" demiştir.
[84]
Hz. İbrahim (a.s)'in
bu sözüyle ilgili olarak da şu üç izah yapılabilir:
a) Mağfiret müslüman olma şartına bağlıdır.
Neticeyi (meşrûdu) istemek şartı istemeyi de beraberinde getirir. O halde, Hz.
İbrahim (a.s)'in, "Babamı da bağışla" şeklindeki sözünün neticesi,
onun babasının müslüman olması için dua etmiş olduğuna dayanır.
b) Hz. İbrahim (a.s)'in babası ona, müslüman
olacağını va'detmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "ibrahim'in babasına olan
istiğfarı, ancak ona ettiği bir va'dden dolayı idi"(rtvbo, n4)
buyurmuştur. İşte Hz. İbrahim (a.s) de babasına bu şarta bağlı olarak dua
etmiştir. Kâfire bu şarta bağlı olarak duâ etmek, imkansız değildir. Ama,
"Onun, .Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisincede besbelli olunca, o, ondan
uzaklaştı" TntM, im) Bu izah tutarsızdır, çünkü bu şartla kâfire duâ etmek
caizdir. Binâenaleyh şayet Hz. İbrahim (a.s)'in babasına duâ etmesi bu şarta
bağlı olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak Hz. İbrahim (a.s)'i bundan menetmezdi.
c) Hz.
İbrahim (a.s)'in babası oğluna kendisinin içten Hz. İbrahim (a.s)'in dininde
zahiren ise, takiyye ve endişeden dolayı Nemrud'un dininde olduğunu
söylemiştir. Hz. İbrahim (a.s) de babasına durumun böyle olduğuna inandığı için
duâ etmiştir. Ama Hz. İbrahim (a.s) tarafından, durumun tersine olduğu
anlaşılınca, ondan uzaklaşmıştır. İşte bundan dolayı da duasında, "Çünkü o
dalâlete düşenlerdendir" demiştir. Binâenaleyh, Hz. İbrahim (a.s)
babasının o anda dalâlette olmadığına nanmamış olsaydı, bunu söylemezdi.
[85]
Beşinci İstek: Hz.
Ibralim (a.s), "İnsanların kabirden kaldırıldıkları gün, beni rüsvay
etme" şeklindeki sözünün ifade ettiği husustur. Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Buradaki ihzâ masdarı, ya aşağılık ve bayağılık demek olan hfcy
sökündendir, yahut da utanmak demek olan hazâye kökünden. Burada şöyle birkaç bahis
bulunmaktadır.
Birinci bahis: Hz.
ibrahim (a.s)'in, "Beni rüsvay etme" şeklindeki sözü, onun "Ceza
gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur" (Şuam, 82)
şeklindeki sözünde de beyan ettiğimiz gibi, Allah'a hiçbir şeyin zorunlu ve
vacib olmadığına delâlet eder.
İkinci bahis: Birisi
şöyle diyebilir: "Hz. İbrahim (a.s) Önce, "Beni, natm cennetinin
varislerinden kıl" deyip, cennet de, her ne zaman mevcut olduğunda, rezil
rüsvay olma bulunmayacağına göre daha nasıl bundan sonra, "beni rezil rüsvay
etme" demiştir. Bir de Cenâb-ı Hak, "Bu gün, gerçekten rüsvayhk,
zillet ve azab kâfirlerin üstünedir" {Nam. 27) buyurmuştur. Binâenaleyh
rezil rüsvaylık sadece kâfirlerin bir mssesi olduğuna göre, masum bir
peygamber, bundan daha nasıl korkup endişe edebilir?" Cevap: Ebrârın
hasenatının, mukarrabinin seyyiâtı olması gibi, aynı şekilde ebrârın dereceleri
de, mukarrabinin derekeleri mesabesindedir. Herkesin hor ve hakirliği kendi
derecesine göredir.
Üçüncü bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: kelimesindeki vav zamirinin mercii, ya malum oldukları için
"kullar"dır, yahut da "sapıtanlar"dır.
[86]
Hz. İbrahim (a.S)'in
"Allah'a selim bir kalble gelenler müstesna" şeklindeki sözüne
gelince, bil ki Allah Teâlâ ona bu vasfı ve niteliği vermiştir. Çünkü Cenâb-t
Hak, "Şüphesiz, İbrahim de onun fırkasmdandı. Çünkü o, Rabbine tertemiz
bir kalb ile gelmiştir" (Saftın, 83-84) buyurmuştur.
Sonra buradaki istisna
hakkında da şu izahlar yapılmıştır:
a) Sana
"Zeyd'in malı ve oğulları var mıdır?" denildiğinde sen, "onun malının
ve çocuklarının bulunmadığını ama bunun yerine selim bir kalbinin bulunduğunu
kastederek, "Onun malı ve oğulları kalbinin selîm oluşudur'* dersin. İşte
ayette de böyledir.
b) Biz, bu sözü manaya hamleder, ayette
bahsedilen mal ve oğulları ifadesini zengin olma anlamına altnz. Buna göre
sanki, "O günde ancak, Allah'a selîm bir kalb ile gelenin zenginliğinden
başka hiçbir zenginlik fayda vermez" denilmiştir. Çünkü kişinin dini
konusundaki zenginliği, dünyası hususundaki zenginliğinin malı ve çocukları ile
olması gibi, kalbinin selîm oluşu iledir.
c) Biz,
ayetteki men edatını yenfau fiilinin, mefûlü yaparız. Buna göre mana, "Mal
ve evlât ancak malının yanı sıra kalbi de selîm olan kimseye fayda verir. Çünkü
o, malını Allah'a taat yolunda infâk etmiştir. Oğullarını dine irşâd ettiği
için, evlatlarıyla birlikte kalbi de selîm olan kimseye fayda vermiştir"
şeklinde olur ki, bu izaha göre, yine ayetin manası, "Bunlar ancak,
Allah'a mal ve oğullar imtihanından selîm ve kurtulmuş olan bir kalb ite gelene
fayda verir" şeklinde olur.
Ayetteki
"selîm" ile ilgili şu üç izah yapılmıştır:
1) En doğru
izaha göre, bununla kalbin cehaletten ve kötü huylardan uzak (selim) oluşu
kastedilmiştir. Bu böyledir. Çünkü bedenin sıhhat ve selâmet), uygun olan
mizaç, terkib ve birleşmeden ibaret olunca, onun hastalığı da bu üç şeyin
birisinin bozulması demektir. Aynen bunun gibi, kalbin sıhhat ve selâmeti de,
uygun olan şeylerin mevcud olması demektir ki, bu uygun şeylerde ilim ve güzel
huydur. Kalbin hastalanması ise, bu iki şeyden birisinin bulunmaması demektir.
O halde Hz. İbrahim (a.s)'in "Allah'a kalb-i selîm ile gelenler
müstesna"- ifadesi, "O kalbin, bozuk inançlardan, dünyevî şehvet ve
lezzetlere meyletmekten uzak ve beri olması" demektir.
imdi eğer, "bu
ayetin zahiri, kalb-i selîm sahibi kimsenin, kurtuluşa ermesi gerektiğine, bu
hususta dilin ve elin salim olmasına ihtiyaç kalmadığına delâlet eder"
denilirse, buna şu şekilde cevab verilebilir: İnsana esas tesir eden kalbidir.
Dili ve jzuvları ise, kalbine tabidir. Binâenaleyh kişinin kalbi selîm (iyi)
olursa, bunlar da selîm olurlar. Eğer kişinin eli ve dili selîm değilse, bundan
kalbinin de selîm olmadığı anlaşılır.
2) Selîm, Allah korkusundan ötürü insanları
tenkid edendir.
3) Selîm,
selâmete eren, İslam olan, müsâlemet eden (sulh seven) ve teslimiyet :rsteren
demektir. Allah en iyi bilendir.
[87]
Cennet müttakilere
yaklaştırılmıştır (O gün). Cehennem de azgınlara açılıp gösterilmiştir
ve onlara, "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız nerede? Size yardım eziyorlar mı,
yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilmiştir. Artık onlar da, o
azgınlar da Iblis'in orduları da toptan, yüz üstü o (cehennem) ferisine
atılmışlardır. Orada biribirleriyle çekişerek şöyle dediler: '"Allah'a yemin olsun
ki, gerçekten biz apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü sizi alemlerin
Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk. Bizi o mücrimlerden başkası saptırmadı.
Artık bizim için ne şefaatçiler, ne de candan bir dost yok. Keşke Atom için bir
geri dönüş olsaydı da, biz de mü'minlerden olsaydık" Şüphesiz ki bunda
mutlak bir ibret vardır. Fakat onların çoğu iman edici değillerdir. Senin Rabbin
muhakkak ki, azizdir rahîmdir" (Şu ara. 90-104).
Bil ki Hz. İbrahim
(a.s) o âhiret gününü anlatmak için, şu üç şeyi zikretmiştir:
a)
"Cennet, müttaktiere yaklaştirdmtştır (Ogün). " Cehennem de azgınlara
açılıp gösterilmiştir" ifadesi. Bu, "Cennet, bazan Sa'id (mutlu)
kimselerin durdukları yere yaklaşır. Onlar oraya bakarlar ve oraya götürülüp
toplanacakları için sevinirler. Cehennem de şaki (bedbaht) kimselere,
gösterilir. Onlar da neticede oraya Orülecskleri için üzülürler. Cenâb-ı Hak,
cennetlikleri anlatırken, "Cennet, uzak olmaksızın müttakilere
yaklaştırılır" (Kf.3i) ve cehennemlikleri anlatırken de, "On/ar onu
yakın görünce, kâfirlerin yüzleri kötü bir hale getirilir" (Mülk, 27)
buyurmuştur. Allah Teâlâ bunu, mü'minier için peşin bir sevinç, kâfirler için
büyük bir gam olsun dfye böyle yapmıştır.
[88]
b)
"Onlara, "Allah'ı bırakıp da taptklarınız nerede? Size yardım
ediyorlar mı, yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilmiştir.
Artık onlar da, azgmlar da, İblisin orduları da toptan, yüz üstü o (cehennem)
içerisine atılmışlardır" ifadesi. Bu "Nerede ilahlarınız? Onlar size,
yardım etmek suretiyle faydalı olamayacaklar mı? Yahut intikamlarını alarak,
kendi kendilerine de fayda veremeyecekler mi?" demektir. Çünkü hem o
putperestler, hem de putlar, cehennemin yakıtıdırlar. Bu da, Hz. İbrahim
(a.s)'in, "(Onlar) toptan yüzüstü o (cehennem) içerisine atılmışlardır"
ifadesinden anlaşılmaktadır, yani
"o putlara ve onlara tapanlara cehennem gösterilecek"
demektir.kelimesi tekrar tekrar yüz üstü atılmayı, yuvarlanmayı ifade eder.
Lafızdaki (hece) tekrarı manadaki tekrara bir delil kılınmıştır. Buna göre
sanki, "Cehennemlikler, oraya atıldıklarında, cehennemin dibine ulaşıncaya
kadar, bir yumak gibi yuvarlana yuvarlana giderler." İblisin orduları
"ifadesi de, iblise tâbi olan âsi insan ve cinler demektir.
[89]
c)
"Orada biriblrleriyle çekişerek şöyle dediler: Allah a yemin olsun ki
gerçekten biz apaçık bir sapıklık içinde idik. Çünkü sizi, alemlerin Rabbi ile
bir seviyede tutuyorduk" ifadesi.
Bil ki bu
ifadenin zahirine göre,
tapanlar tapılanlara düşman-hasım olmuş ve onlarla bu şekilde hitab edip
çekişmişlerdir. Binâenaleyh putların durumu şu iki şekilden biri üzre olacak:
a) Ya Allah
Teâlâ âhirette putları cehennemliklerin azab olunduğu (bunun için yakılan)
cansızlar olarak yaratır. Böyle olması halinde, onlara hitabetmek doğru olmaz.
Bu durumda putperestlerin, "Çünkü
sizi, alemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyorduk" şeklindeki
sözlerini, putlara bir hitab olarak almamak gerekir.
b) Yahut da,
Allah Teâlâ'nın o putlara, cehennemde hayat vereceği söylenebilir. Fakat bu da
mümkün değildir. Çünkü onların, başkalarının kendilerine tapmasında bir
kusurları yok. Binâenaleyh doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir:
"Onlar bu sûzü, putların şekillerini, kendilerini gördükleri
zaman, ya büyük hatalarını itiraf arzında, yahut da hitab olsun diye değil,
pişmanlıklarını göstermek için, bu şekilde söylemişlerdir. Bunun gerçekte bir
hitab olduğu neticesine bizi götüren şey ise, onların 'Sizi, o mücrimlerden
başkası saptırmadı" şeklindeki sözleridir. Onlar, bu sözle, «endilerini
putlara tapmaya sevkeden, cinleri ve insanları kastetmişlerdir. Bu da tıpkı
onların, "Ey Rabbimiz biz, liderlerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da
bizi .oldan saptırdılar" (Ahzab, e?) şeklindeki sözleri gibidir.
[90]
Onların, "Artık
bizim için ne şefaatçiler, yani mü'minler için gördüğümüz gibi, eleklerden ve
peygamberlerden şefaatçilerimiz, "ne de candan bir dost", yani
mü'minler için gördüğümüz gibi dostlar yok." Çünkü Âhirette birbirine
dostluk gösterecek olan, sadece mü'minlerdir. Ehli cehennem arasında ise,
karşılıklı bir rüşmanlık ve kin olacaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Müttakiler müstesna, bugün •ostlar birbirinin düşmanıdır" (Zuhmf,
67) buyurmuştur.
Yahut bu ifâdelerin
manası, "Bizim, dünyada iken kendilerini şefaatçi ve dost sandığımız
kimselerden, burada ne bir şefaatçi, ne candan bir dost var" şeklindedir.
ÇttnkÜ ehl-i cehennem putlarının Allah yanında kendileri için şefaatçi
olacağına -anıyorlardı. Yine onların, insan şeytanlarından dostları vardı.
Yahut onlar, bir
tehlikeye düştüklerinde, dostlarının ve şefaatçilerinin kendilerine 'ayda
veremediklerini ve hiçbir zararı gideremediklerini anladılar ve "ne
şefaatçiler,candan bir dost yok!" şeklindeki sözleriyle, onlar için
bunların bir faydası :'madığını anlatmak istemişlerdir. Çünkü faydalı olmayan,
yok hükmündedir. Hamîm" ihtimam kökünden olup, "ihtimam demektir.
İhtimam "Onun igitendiren şeyin, seni de ilgilendirmesi" demektir.
Yahut bu, özel hâlis-muhlis dost Demek olan
hâmme) kelimesinden müştaktır. Örfte şefaatçiler çok, dostlar ae pek az
olduğu için, bu kâfirler sözlerinde şefaatçileri çoğul, dostu tekil olarak
getirmişlerdir. Çünkü bir zalimin, baskısı ile imtihan olunan kimse, bazan
kendisine şefaatçi olsunlar ve acısınlar diye, beldesinden büyük bir kalabalığı
ayağa kaldırabilir. Vzuna uygun dost demek olan "sadîk" ise,
"kartal yumurtasından" daha kıymetli vs nadirdir. Bunların,
"sadîk" (dost) kelimesi ile, bir gurubu kastetmiş olmaları da
mümkündür.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onların, "Keşke bizim için bir geri dönüş olsaydı da siz de mü'minlerden
olsaydık" dediklerini ve dünyaya tekrar dönmeyi temenni ettiklerini
nakletmiştir. Bu gibi yerlerde lev (eğer) kelimesi, temenni manasını ifâde
ed«r. Buna göre sanki, Keşke bize bir dönüş daha olsaydı" denilmek
«•nmiştir. Bu böyledir, çünkü lev ile leyte arasında, mana bakımından bir ilgi
vardır. Buradaki lev kelimesinin asıl manasında alınıp, cevabının mahzuf
olduğunun aöytonmesi de mümkündür. Buna göre cevab, "Eğer dönüş olsaydı,
şöyle şöyle yapardık" şeklindedir.
Cübbâî şöyle demiştir:
"Onların, "mü'minlerden olsaydık" şeklindeki sözleri, iman
ettiklerini gösteren bir cümfe değil, böyle bir azim taşıdıklarını gösteren bir
cümledir. Çünkü eğer bu, onların iman ettiklerini haber veren bir cümle
olsaydı, bunun doğru olması gerekirdi. Çünkü âhirettekilerden yalan sâdır
olmaz. Halbuki Allah Teâlâ,
"Eğer onlar geri
(dünyaya) gönderilselerdi, yine
o nehyolunduklan şeye dönerlerdi" (En'am, 28) buyurmuştur.
Cübbâînin bu görüşünün yanlış olduğunun izahı, En'am sûresinin tefsirinde
geçmişti.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, istidlal etmek isteyenler, Hz. İbrahim (a.s) hadisesinde bir ayet
(ibret) bulunduğunu beyan buyurmuş bunun akabinden de, "(Fakat) onların
çoğu iman edici değillerdir" buyurmuştur. Çoğu müfessirler, bu ifâdeyi Hz.
İbrahim (a.s)'in kavmi üe ilgili kabul etmişlerdir.
Sonra Allah Teâlâ,
bütün bu delillere rağmen, Hz. İbrahim (a.s)'in kavminin çoğunun ona iman
etmediklerini beyan buyurmuştur ki, bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in kavminin
kendisini yalanlamalarından dolayı duyduğu üzüntü için bir teselli olur.
Hak Teâlâ'nın
"Senin Rabbin muhakkak ki azizdir, rahimdir" ifadesi, "O, hemen
intikam almaya kadirdir. Fakat iman etsinler diye, onlara zaman tanıyarak
rahmetini göstermektedir" demektir.
[91]
"Nûh kavmi
gönderilen (peygamberleri) yalanladı. Hani kardeşleri Nûh onlara demişti
ki: "îttikâ etmez misiniz? Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir
peygamberim. Artık Allah'tan ittikâ edin ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden
hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, âlemlerin Rabbinden başkasına âit
değildir. O halde Allah'dan korkun ve bana itaat edin." Dediler ki:
"Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken biz sana iman eder miyiz?" (Nûh),
"benim, onların neler yapmakta oldukları hususunda bilgim yok" dedi.
"Onların hesabı, Rabbimden başkasına aid değildir, eğer ince düşünürseniz
ve ben o mü'minleri (sizin hatırınız için) kovacak da değilim. "Ben
apaçık bir uyarıcıdan başka birşey değilim." Dediler ki: "Ey Nûh, sen vaz geçmezsen,
muhakkak ki taşlananlardan olacaksın." (Nûh) dedi ki: "Rabbim,
kavmim beni yalanladı. Binâenaleyh benimle onlann arasındaki hükmü sen ver,
beni ve beraberimdeki mü'minleri kurtar." Bunun üzerine Biz de, onu ve
beraberinde olanları, o dolu geminin içinde kurtardık. Sonra arkalarından,
arta kalanları boğduk. Şüphe yok ki, bunda elbette bir ayet var. (Fakat)
onların çoğu imanetmezler. Şüphesiz ki senin Rabbin, azız ve
rahimdir" (Şuara. 105-122).
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e kavminden gördüğü şeyler karşısında onu teselli etmek
için, Hz. Musa (a.s) ile Hz. İbrahim (a.s)'in kıssalarını anlatınca, ona yine
Nûh (a.s)'un kıssasını da anlatmıştır ki, onun kıssası diğerlerininkinden daha
mühümdir. Çünkü o, dokuzyüzelli sene, kavmini hakka davet
e:miş, bununla beraber
kavmi yine de onu yalanlamıştır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Nüh kavmi
(...) yalanladı" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, {müennes olarak) buyurmuştur,
çünkü kavm kelimesi münnesi olup, onun ism-i tasgîri kuveymetu kavimcik"
şeklinde gelir.
[92]
Cenâb-ı Hak onlardan, şu
iki sebepten dolayı peygamberleri yalanladıklarını nakletmiştir:
1) Onlar her
ne kadar Nûh (a.s)'u yalan lam ıslarsa da, fakat ne var ki, onların Nûh (a.s)'u
yalanlamaları manen başkalarını da yalanlamayı kapsamaktadır. Zira,
peygamberlerin bilgi elde etmelerinin yolu farklı farklı değildir, değişmez.
İşte mana oakımmdan Cenâb-ı Hak onların,
peygamberlerin (tamamını)
yalanladıklarını nakletmiştir.
2) Nûh
(a.s)'un kavmi, ya zındıklardan ya da Brahmanlardan oldukları için Allah'ın
rüm peygamberlerini yalanlamışlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"kardeşleri" ifadesine gelince, çünkü NÛh (a.s) onlardan birisiydi.
Nitekim Araplar da, "Ey onlardan olan birisi" manasını
kastederek, (Ey, Temimoğullarının
kardeşi) derlerdi.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Nûh (a.s)'un. önce onları korkuttuğunu, sonra da kendisini vasfettiğini
nakleder. Korkutmasına gelince, bu, onun "ittika etmez misiniz?"
ifadesidir.
Bil ki, topluluk o
dinleri taklit yoluyla benimsemiştir. Mukallit korkutulduğunda korkar, kalbinde
korku bulunmadığı sürece de, istidlalle meşgul olmaz. İşte bu sebepten
dolayıdır ki Nûh (a.s) "îttikâ etmez misiniz?" ifadesini, bütün
sözlerinin başına getirmiştir.
Kendisini vasfetmesine
gelince, bu da şu iki şeyledir:
1) Onun,
"Şüphesiz ben, size
gönderilmiş emîn bir peygamberim"
cümlesidir. Bu böyledir, zira o onlar arasında tıpkı H2. Muhammed (s.a.s)'in
Kureyşliler arasında emîn olarak tanınması gibi, emânet ve doğrulukta şöhret
bulmuştu. Buna göre sanki, "Ben daha önce emîn ve doğru sözlü idim. O
halde beni bugün nasıl İtham ediyorsunuz?" demiştir.
2) Onun,
"Ben bana karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum" ifadesidir. Yani, o
insanları, (paraya) tamah ettiğinden dolayı davet etmektedir zannına düşülmesin
diye, "şu anda ifa etmekte olduğum nübüvvet ve risalet görevine mukabil hiçbir
ücret istemiyorum" demektir. Buna göre eğer, ittika etme emri niçin
tekrarlanmıştır?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Nûh (a.s) birinci
ifadede, "Ben Allah'ın Resulü olduğum halde, bana muhalefet etmekten
kaçınmaz, ittika etmez misiniz?" manasını murtJ etmişken, ikincide ise,
"Ben, sizden hiçbir ücret de almazken siz bana muhalefet etmekten ittika
etmez misiniz?" manasını kastetmiştir. Binâenaleyh, bunlar mana cihetinden
birbirinden farklı olup, bunda bir tekrar bulunmamaktadır. Mesela bazan bir kimse,
başkasına, (çocuğuna) "Küçük iken seni bakıp büyüttüğüm halde, bana asi
olmak konusunda Allah'tan ittika etmez misin? Büyüdüğünde de seni okuttuğum
halde bana karşı gelme hususunda Allah'tan korkmaz mısın?" der. Nûh (a.s)
Allah'tan ittikâyı, kendisine itaat emrinden önce getirmiştir, çünkü Allah'tan
ittika etmek, ona itaat etmenin de bir illeti ve sebebidir. O da işte illeti
ma'lûl'den (neticeden) önce zikretmiştir.
[93]
NÛh (a.s) onlara bunu
söyleyince, onlar da ona "Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken, biz sana
iman eder miyiz?" diyerek cevap vermişlerdir.
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: (şahid) ve (eşhadun-şahitler)
kelimelerinde olduğu gibi ya (tabiim) kelimesinin çoğulu olmak üzere, ya da jSai
(batalun-kahraman) ve (kahramanlar) kelimelerinde olduğu gibi y (tebe'un)
kelimesinin çoğulu olmak üzere "Etbâ'uke" şeklinde de okunmuştur.
Buradaki vâv harfi hâl için gelmiş olup, onun hakkı kendisinden sonra gelen
ifadesinin başında bir edatıntn takdir
edilmesidir, kelimesi burada vâv nûn ile (cem-İ müzekker salim) çoğul
yapılmışken, "onlar en aşağı tabakalanmızdandırlar" (Hûd, 27)
ayetinde cem-i teksir üzere, çoğul yapılmıştı. "Rezalet" ise
değersizlik, aşağılık anlamındadır. Onlar onları sırf nesep cihetinden düşük ve
dünyadan payları da az olduğu için bayağı kimseler olarak nitelemişlerdir. Yine
(Nuh (a.s)'a tabi olanların) mesela terzilik ve hacamat (kan alma) gibi, (o
zamanlar aşağı görülen) aşağı dereceden meslek erbabı oldukları da
söylenmiştir.
Bil ki bu delil (şüphe)
son derece yanlıştır. Çünkü Nûh (a.s) insanların tamamına peygamber olarak
gönderilmiştir. Binâenaleyh, bu konudaki durum fakirlik veya zenginlik
sebebiyle, ya da geçim vasıtasının şerefli olması ya da olmamasıyla değişmez.
Nûh (a.s) da onlara, şu gerçek cevapla mukabele etmiştir: ''Benim, onların
neler yapmakta oldukları hususunda bilgim yok." Bu söz onlann Nûh (a.s)'a
tabi olanları, buna rağmen bilerek ve istidlalde bulunarak değil de, hevâ ve
arzularına uyarak iman etmeye nisbet etmiş olduklarına delâlet eder. Nitekim
Cenâb-ı Hak bunu onlardan, ''Basit ve zahiri bir görüşle (uyan) en aşağı
tabakalarımızdan?(Hûû.27) ayetinde de nakletmiştir. Daha sonra "Onlann
hesabı, Rabbimden başkasına ait değildir" demiştir. Bunun "onların
durumu hakkında biz ancak, gizli olana değil de, zahire itibar ederiz"
manasında olması muhtemeldir. Nûh (a.s), "Onların hesabı, Rabbimden
başkasına ait değildir"deyip
onlar da bunu tasdik
etmeyince o bunun peşinden "eğer ince düşünürseniz..." ifadesini
getirmiştir.
Daha sonra ise
"ve ben, o mü'minleri (sizin hatırınız için) kovacak da değilim"
demiştir. Bu ifade sanki, o münkirlerin, Nûh (a.s)'dan, kendisine ittibâ
edebilmeleri ya da buna daha yakın olabilmeleri için, o mü'minleri yanından
uzaklaştırmasını istemiş olduklarına bir delâlet gibidir. Böylece Nûh (a.s)
kendisini onları tard etmekten alıkoyanın, onların kendisine iman etmiş olmaları
olduğunu beyan etmiş, sonra da, yüklenmiş olduğu risalet göreviyle amaçlanan
gayenin buna mani olduğunu açıklayarak "Ben apaçık bir uyarıcıdan başka
bir şey değilim..." demiştir. Bundan murat şudur: "Ben, beni
yalanlayanı ve nübüvvetimi kabul etmeyeni korkutuyorum. Binâenaleyh kim kabul
ederse, o (bana) yakındır; kim de reddederse, o da uzaktır." Nûh (a.s)
onlara olan cevabını tamamlayınca, onlar ise, ancak tehdit ve korkutma ile
mukabelede bulunmuşlar ve "Ey Nûh sen vazgeçmezsen, muhakkak ki
taşlananlardan olacaksın..." demişlerdir. Bunun anlamı şudur: "Onlar, Nûh (a.s)'ı,
taşlayarak öldürmekle korkutmuşlardır." Bunun üzerine Nûh (a.s) da, onların
felaha ulaşamayacaklarına dair bir ümitsizlik ve ye's hasıl olmuş, bunun
üzerine de Nûh (a.s) "Rabbim, kavmim beni yalanladı. Artık benimle onların
arasındaki hükmü sen ver" demiştir. Bundan gaye, onların yalanladığını
Allah Teâlâ'ya bildirmek değildir, çünkü O Âlimu'l-gayb ve şehâdet olan,
Allah'ın en iyi bilen olduğunu bilmektedir. Fakat o bununla, "Bana eziyet
ettiklerinde, Allah'ım ben onlara bedduada bulunmuyorum... Ben ancak ve ancak
Senin ve Senin dinin için sana yakarıyorum... Onlar, vahyin ve risaletin
hususunda beni yalanladıkları için benimle onların arasındaki hükmü Sen ver
Allah'ım..." manasım murad etmiştir. FJtâhat kelimesi,
"hükmetmek" anlamına gelir. "el-Fettâh" ise, hükmeden,
hakim anlamındadır, zira hakim zor ve muğlak meseleleri çözümler. Buradaki
hükümden maksat ise, onların üzerine bir ceza indirmektir. Zira o, hemen
peşinden "Beni kurtar"
demiştir. Şayet bu hükümden maksat, ceza indirmek olmasaydı, bundan sonra
"kurtarmak" ifadesinin zikredilmesinin hiçbir anlamı olmazdı. Onun kıssası
hakkındaki açıklamalar, daha önce geniş bir biçimde A'râf ve Hûd sûrelerinde
geçmişti.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bunun üzerine Biz de, onu ve beraberinde olanları o dolu geminin
içinde kurtardık" buyurmuştur.
Keşşaf sahibi şöyle
der: kelimesi gemi anlamında olup, çoğulu da (el-fülük)dür, Nitekim Allah
"Gemilerin orada (sulan) yararak gittiklerini görüyorsun" (Nahi, 14)
buyurmuştur. Buna göre kelimenin müfredi (kufi) vezninde, çoğulu da (usud) vezninde olmak üzere İAli (fuluk)dür.
Meskûn dolu anlamına gelir. Denildiğine göre Nûh (a.s) gemiyi atlar ve
adamlarla iyice doldurdu. Binâenaleyh bu Nûh (a.s)'la birlikte kurtulanların
bir çokluk olduğuna geminin onlarla ve onların yanında bulunanlarla dolduğuna
delâlet eder. Böylece Cenâtb-ı Hak, onları kurtardıktan sonra, diğerlerini
boğduğunu, onları boğmasının mü'minieri kurtarmasından sonra olduğunu beyan
etmiştir.
[94]
“Âd (kavmi) de,
gönderilen (peygamberleri) yalanladı. Hani kardeşleri Hûd zılara demişti
ki: "îttikâ etmez misiniz? Şüphesiz ki ben size gönderilmiş emin bir
peygamberim. Artık AÜah'dan korkun ve bana itaat edin. Sizden buna tarşı hiçbir
ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak Rabbül-alemin'e aittir. Siz, her
yüksek yerde bir alâmet bina edip eğlenir misiniz? Ebedî yaşayacağınızı
umarak, yer altında su mahzenleri edinir misiniz? Tutup yakaladığınız
vakit, zorbalar gibi yakalar mısınız? Artık Allah'dan korkun ve bana itaat
edin. Size bilip durduğunuz imkânlar (nimetler) veren, size davarlar,
oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden (Allah'dan) korkun. Ben, gerçekten
üstünüze büyük bir günün azabının (gelmesinden) korkuyorum." Dediler ki:
"Va'z etsen de, va'z edicilerden olmasan da bize göre birdir. Bu, evvelkilerin'âdetinden
başka (birşey) değildir. Biz azaba uğratılacaklardan da değiliz."
Böylece onu yalanladılar, biz de kendilerini helak ettik. Şüphesiz bunda, bir ibret vardır elbet. (Fakat) onların çoğu
iman ediciler değildir. Gerçekten
senin Rabbin, azîz ve rahîmdir'.' (Şuara, 123-140).
Bil ki, bu hadisenin
ve Nûh (a.s)'un kıssasının başlangıçları aynıdır. Binâenaleyh, »eniden tefsir
etmenin faydası yoktur. İmdi Allah Teâlâ, Hûd (a.s)'ın kavmine söylediği
şeylerin şu üç şey olduğunu belirtmiştir:
[95]
1) Onun,
"Siz, her yüksek yerde bir alamet bina edip, eğlenir misiniz?" ayetinin
ifade ettiği husustur. Ayetteki
kelimesi, râ'nın fethasıyla
(Rey) şeklinde de okunmuştur ki, yüksek
yer, tepe demektir Arapların, "yüksekliği ne kadardır"
anlamındaki "Arazinin yüksekliği rakımı ne kadardır" sözleri de bu
manadadır.
[96]
Ayette geçen sözüde,
"alamet" demektir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) İbn Abbas şöyle demiştir: "Onlar, her
yüksek yere, Hûd (a.s)'a gidenlerle eğlenmek için ona giden yollar üzerinde
köşkler yapmışlardır."
b) Onlar,
övünmek için, bu sayede zenginlikleri anlaşılsın diye yüksek yerlere binalar
yapmışlardı. Böylece onlar, bundan nehyolundular ve onlar abesle meşgul olmakla
vasfolundular.
c) Onlar,
yolculukları esnasında yıldızlar yardımıyla yol bulan kimselerdi. Ama, buna
rağmen onlar, yolları üzerine yol alameti olsun diye yüksek yüksek köşkler
yapmışlardı. Oysa yıldızlar sayesinde bunlara ihtiyaçları olmadığı için onların
bu hareketi abes addedilmiştir.
d)
Onlar, her yüksek yere de güvercin burçları
yapmışlardır.
[97]
2) Onun
"Ebedi yaşayacağını umarak, yer altında su mahzenleri edinir
misiniz?" sözüdür. Ayetteki "el-mesânî" su kanalları, su
mahzenleri demektir. Bu kelimenin kuvvetli köşkler ve kaleler anlamına geldiği
de söylenmiştir. yâni, "Çünkü sizler, dünyada ebedi kalmayı
umuyordunuz" demektir. Yahut da bu ifadenin anlamı, "sizin durumunuz
tıpkı ebedi yaşayacağına inanan kimsenin durumu gibidir" şeklindedir.
Ubeyy İbn Ka'b'ın mushafında da "Sanki ebedi kalacakm ıssın iz gibi"
şeklinde yazılmıştır. Tâ'nın dammesi ile, şeddeli ve şeddesiz olarak şeklinde
de okunmuştur. Bil ki ayette bahsedilenlerden birincisi, ya israfa, yahutta
böbürlenmeye götürdüğü için, kınanmıştır. İkincisi de, tül-i emele ve dünyanın,
ebedi karargâh değil de uğrak yeri olduğundan habersiz olmaya delâlet ettiği
için kınanmıştır.
3) Onun
"Tutup yakaladığınız vakit, zorbalar gibi yakaİar mısınız?"
ifadesinin anlattığı husustur. Cenâb-ı Hak onların, bu israf ve dünya hayatına
karşı hırslarının yanısıra, başkalarına karşı davranışlarının da, zorbaların
muamelesi gibi olduğunu beyan etmiştir. Biz, bu vasfın herne kadar Allah
hakkında bir övgü ifade etse bile, kullar hakkında kötü bir vasıf olduğunu
defalarca izah etmiştik. Buna göre, sanki hak etme yoluyla değil de, istila yoluyla
başkasına hucûm edenin, onu tutması, "zorbaların yakalanması" olarak
tavsif edilmiştir. Hz. Hûd'un söylediği bu üç cümlenin neticesi şudur: Yüksek
yüksek binalar yapmak, yüceliği sevmeye, yer altında su mahzenleri edinmek,
ebediliği sevmeye, zorba olma ise, ululukta ve büyüklükte tek olmayı arzu
etmeye delâlet eder. Bunların sonucu da, onların yüceliği sevdiklerine
yüceliğin devamını istediklerine ve yücelikte yalnız olmayı arzu ettiklerine
varıp dayanır. Bütün bunlar ise, ulûhiyyete ait sıfatlar olup, kul için
tahakkuku imkansızdır. Böylece bu dünya sevgisine batıp gittikleri, kulluk
sınırlarını aştıkları ve rubûbiyyet iddiasında toplandıkları için, dünya
sevgisinin onlara hükümran olduğuna delâlet eder ki, bu da her hatanın başının
her küfür ve günahın sebebinin, dünya sevgisi olduğuna dikkat çeker.
HÛd (a.s) bu üç şeyden
sonra onları ahirete daha fazla teşvik etmek ve dünya sevgisinden, israftan,
ihtirastan ve zorbalıktan caydırmak için "Artık AHah'dan korkun ve bana
itaat edin" demiştir. Hz. Hûd (a.s) tju öğütüne bunu destekleyecek şu
hususu ilave etmiştir: Bu da, Allah'ın onlara olan nimetlerine Önce kısaca,
sonra tafsilatlı olarak dikkat çekmedir. Böylece onları, kendilerine bunlann,
unutturan, o gaflet uykusundan uyandırmak istemiştir. Çünkü o önce, "Size,
bilip durduğunuz imkanlar (nimetler) veren eden..." demiş, sonra bunu
açarak, "Size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan eden (AHah'dan)
korkun. Ben gerçekten üstünüze büyük bir günün azabının (gelmesinden)
korkuyorum" demiştir. Böylece Hz. Hûd (a.s), bu çağrısında va'z-u nasihat,
teşvik, ikaz ve açıklama bakımından, zirveye varmıştır. Fakat gel gör ki
onların cevabı "Va'z etsen de, va'z edicilerden olmasan da bize göre
birdir" demek olmuştur. Onlar böylece, Hûd (a.s)'un bu sözlerine aldırış
etmediklerini ve söylediği şeyleri hafife aldıklarını ifade etmişlerdir.
Eğer, "Onlar,
"Va'z etsen de, va'z etmesen de..." demiş olsalardı, mana aynı olduğu
halde, söz daha kısa olmuş olurdu1' denilirse, şöyle cevab verilir: "Mana
aynı olmazdı, çünkü onlar böyle söylemekle "Bize va'z etsen de, vaz işini
yapanlardan olmasan da bizim için değişmez" demek istemişlerdir. Bu
onların Hz. Hûd (a.s)'un va'zlarına hiç değer vermediklerini ifade eder. Ama
diğer şekil, bunu ifade etmez. Alimler, onların Hz. Hûd (a.s)'un sözlerine
aldırmadıkları manasını, "Bu, evvelkilerin adetinden başka bir şey
değildir" şeklindeki sözlerinden çıkarmışlardır. Binâenaleyh kim, buradaki
"hulk" kelimesi "halk" şeklinde okursa, mana "Senin
bize getirdiğin, evvelkilerin uydurmaları ve efsaneleridir" şeklinde olur.
Nitekim bu kâfirler peygamberlerin söyledikleri hakkında,
"esâtiru'l-evvelin" (geçmiş milletlerin efsane ve masalları)
demişlerdir. Yahut bu okuyuşa göre ifadenin manası, "Biz, ancak geçmiş
ümmetlerin yaratılış gibi yaratıldık. Binâenaleyh onlar gibi yaşar, onlar gibi
ölür gideriz. Öldükten sonra dirilme ve hesap da neymiş?" şeklindedir. Bu
kelimeyi iki ötüre veya tek ötüre ite, "hulk" ve "huluk"
seklinde okursa, ifadenin manası, "üzerinde olduğumuz din evvelki
(atalarımızın) adeti, huyu ve yoludur. Çünkü onlar da böyle yaşamışlardır. Biz
onlara uymaktayız" şeklinde, yahut "şu anda inandığımız hayat ve ölüm,
eskiden beri insanların sürdüre geldikleri bir inançtır" şeklinde, yahut
da, "senin getirdiğin bu şeyler, evvelkilerin adetidir. Çünkü onlar da
böyle yaldızlı, süslü şeyler söylüyor ve uyduruyorlardı" şeklinde olur.
Daha sonra bu kâfirler, "Biz azaba uğratılacaklardan değiliz"
diyorlardı ve bu sözleriyle, öldükten sonra diriliş inkâr hususunda görüşlerini
te'kid ettiklerini ortaya koyuyorlardı. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ, onları
helak edeceğini beyan buyurmuştur. Hak Teâlâ'nın onları nasıl imha edeceği,
başka surelerde anlatılmıştır. Allah en iyi bilendir.
[98]
"Semûd da
peygamberleri tekzib etmişti. O zaman hani kardeşleri Sâüh onlara şöyle
demişti: "îttikâ etmez misiniz? Şüphesiz ben, size gönderilmiş emîn bir
peygamberim. Artık Allah'dan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden
hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, Rabbü-I âleminden başkasına âid
değildir. Siz burada, emîn emîn bırakılacak mısınız? BaÖİann. pınarların
içinde ekinlerin ve tomurcukları nazik, yumuşak hurma ağaçlarının içinde.
Dağlardan şımarık şımank, evler yontuyorsunuz. Artık Allah'dan korkun ve bana
itaat edin, müfritlerin emrine boyun eğmeyin ki, onlar yeryüzünde
fesat yapar, ıslah etmez kimselerdir." Onlar dediler ki: "Sen, ancak
büyülenmişlerdensin. Sen, bizim gibi bir beşerden başkası değilsin. mnla beraber
eğer, sadıklardan isen, haydi bir ayet (mucize) getir." (Salih) dedi ki: 'İşte
bu dişi deve... Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme
hakkı da sizin. Ona bir kötülükle ilişmeyin. Sonra sizi büyük bir
günün azabı
yakalar." Derken onu kestiler. Fakat pişman oldular, çünkü kendilerini o
azab yakalayıverdi. Şüphesiz bunda elbette bir ayet var. Böyle iken onların
çoğu imân ediciler değildir. Hakikat senin Rabbin, azizdir rahimdir" (Şuara,
141-159).
Bil ki Salih (a.s)
kavmine şunları söylemişti:
1) "Siz burada emîn emin bırakılacak
mısınız?" ifadesi... Bu, "sizler, bu ınizde-yurdunuzda güven içinde
bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Siz bunu ve
yurdunun olmadığını mı sanıyorsunuz?"
demektir. Bu ifade, "Bu yerde, bulunduğunuz bu nimetler üzere
bırakılacağınızı mı sandınız" demektir. Sonra (a.s) bunu "Bağların, pınarların
içinde..." diyerek tefsir etmiştir. Bu da, birşeyi mücmel (özet) zikredip,
sonra tafsil etme (detaylıca anlatma) kabilindendir.
Eğer, "Niçin,
"cennât" (bağlar-bahçeler) ifadesinden sonra, Cenâb-ı Hakk ayrıca ıa
ağaçları" ifadesini getirmiştir. Halbuki, "bağlar-bahçeler"
ifadesinde zâten var?" denilirse, buna şu iki açıdan cevab veririz:
a) Hurma
ağaçları ifadesi, diğer ağaçlarda mevcut olduğu halde, hurmaların daha in
olduğuna dikkat çekmek için ayrıca zikredilmiştir.
b) Ayetteki
"bağlar-bahçeler) sözü ile,
hurmalıklardan başka bahçeler «.astedilmiştir. Çünkü
"cennât" lafzı, başka ağaçlan da ifade etmektedir. Daha sonra
-ıahl" (hurma
ağaçları-hurmalıklar) ifadesi o ifadeye atfedilmiştir. tıpkı kılıcın ı, demir
kısmı gibi, hurma ağacından tomurcuk olarak çıkan ortasından hurma Marnının
çıkıp geliştiği şeye denir. (hedîm) ise,
hoş ve güzel olan semektir. Bu Araplar'ın"Hoş ve güzel kemer"
tabirlerinden alınmadır. Bu, -.'. kelimenin yumuşak, olgun ve yetişmiş manasına
geldiği de ileri sürülmüştür. Buna jcre Cenâb-ı Hakk ayette, "meyveleri
olgunlaşmış hurma ağaçlan" demek istemiştir.
2)
"Dağlardan şımarık şımarık, evler yontuyorsunuz" ifadesi. Hasan
el-Basrl xnu hâ'nın fethasıyla (sizin için yontuluyor) şeklinde okumuştur. Yine
madaki kelime şeklinde de okunmuştur. Fârih ve ferâhet, neşeli, şımarık olan,
-«seli olma manasınadır. "Fârihîn" kelimesi, dağı yontup ev
yapanların "hal"i olur.
[99]
Bil ki bütün bu
ayetlerin zahiri, Hûd (a.s)'un kavmine psikolojik lezzetlerin hâkim auğunu
gösterir. Bunlar da; hükümran olma, ebedî kalma ve yücelikte tek olma ve zorbalık
gibi lezzetlerdir. Sflllh (a.s)'in kavmine hâkim olan durum ise: yeme içme ve
sağlam-güzel evler peşinde koşma gibi maddî lezzetlerdir.
3)
"Müsriflerin emrine boyun eğmeyin" ifadesi. Bu, dünyada yettiği
kadarı ile yetinmenin gerekli olduğuna; dünyayı istemek ve dünyanın lezzetleri
ile arzularından istifade etmede ileri gitmenin doğru olmadığına bir işarettir.
İmdi eğer: "Onun
ayrıca, "Onlar yeryüzünde fesat yapar, ıslah etmez kimselerdir"
demesinin hikmeti nedir?" denilirse, söyte cevap veririz: "Bunun
hikmeti, onların bu fesatlarının bazı müfsitlerin fesatlarının yanısıra,
salahlarının da bulunması gibi olmayıp, içinde hiç salah olmayan bir fesat olduğunu
anlatmaktır.
Salih (a.s)'in kavmi
de ona şu iki hususu söyleyerek karşılık vermişlerdir:
Birincisi, "Sen,
ancak büyülenmişlerdensin" sözleridir. Bu hususta şu izahlar yapılır:
a) Musahhar,
insanın aklını başından alacak şekilde, büyülenmiş kimse demektir.
b) Musahhar,
"Sahr" (mide) sahibi demektir. Her yiyen canlı da
"musahhar" d ir. Sahr. karnın üstüne denir. Ferra ise, içi boş olan
kamı bulunan her şeye "musahhar' denilir demiştir. O kâfirler bu
sözleriyle, "Sen de yiyip içiyorsun, sen de bir insansın" demek
istemişlerdir.
c) el-Müerric'den, "musahhar"
kelimesinin Büceyle Lügatinde, "mahlûk, yaratılmış" anlamına geldiği
rivayet edilmiştir.
İkincisi: Onların "Sen bizim gibi bir beşerden başkası
değilsin. Bununla beraber eğer sadıklardan isen, haydi bir ayet (mucize)
getir" şeklindeki sözleridir. Bu ifade iki manaya muhtemeldir:
a) Bu, "sen de bizim gibi bir beşersin.
Binâenaleyh daha nasıl bir peygamber olabilirsin?" manasındadır. Bu
ifadeleri, tıpkı nebiler hakkında söylemiş oldukları, "Eğer onlar doğru ve
sadık olsalardı, o zaman melekler cinsinden olurlardı" şeklindeki sözleri
menzilesinde, onlar kabilinden bir sözdür.
b) Bununla
kastedilenin "Muhakkak ki sen bizim gibi bir beşersin. Binâenaleyh bize
nübüvvetini delil ile isbat etmen gerekir" şeklinde olmasıdır. Bunun
üzerine Salih (a.s) "İşte bu dişi deve. Su içme hakkı (birgün)
onundur..."dedi. Buradaki şirb kelimesi damme ile şürb şeklinde de
okunmuştur.
Rivayet olunduğuna
göre onlar şöyle derler: "Bu kayanın içinden çıkacak ve hemencecik bir yavru
doğuracak olan on aylık gebe bir deve istiyoruz." Bunun üzerine Salih
(a.s) oturarak düşünmeye başlar. Cebrail (a.s) ona, "iki rekat namaz kıl
ve Rabbinden dişi deveyi iste" der. O da bunu yapar ve dişi deve çıkarak,
onlann önüne çöker. Bir de kendisi gibi büyük olan bir yavrusu otur. Sâllh
(a.s) onlara şu iki tavsiyede bulunur:
1) Onun,
"Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da
sizin" şeklindeki sözünün ifade ettiği husus. Katâde şöyle demiştir:
"Devenin su içme günü çalince o onların suyunun tamamını içerdi. Onların
içmesi ise, devenin içmediği pûndeydi."
2) Onun, "Ona bir kötülükle ilişmeyin"
şeklindeki sözünün İfade ettiği husus. Yani, (vurarak, ya da keserek
vb." 'Sonra sizi büyük bir günün azabı yakalar..." Günün büyük
olması, azabın o günde -eydana gelmesinden dolayıdır. Günün büyük olarak
nitelenmesi, azabın büyük narak nitelenmesinden daha beliğdir. Çünkü zaman azâb
sebebiyle büyük ve dehşetli unca, onun büyüktük ve dehşet bakımından etkisi
daha şiddetli olur. Daha sonra *.lah onların o deveyi kestiklerini
nakletmiştir. Rivayet olunduğuna göre bir kimse onu dar bir yere sıkıştırır,
sonra ona ok atarak onu devirir. Sonra ise, Kudar onu roğazlar... Buna göre
eğer, "Onlar buna pişman oldukları halde, daha niçin onları azâb yakalamıştır?"
denilirse, buna iki şekilde cevap verilir:
1) Onların nedameti,
tevbe edenlerin nedameti gibi olmadı. Başlarına hemen zr ecek olan azâbtan
korkan kimselerin nedamet ve pişmanlığı gibi oldu.
2) Nedametleri her ne
kadar tevbe edenlerin nedameti gibi olmuşsa da ancak e var ki, tevbe edilmesi
gereken zamanda olmamış, aksine azabın müşahede edildiği sırada olmuştu.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan -.erhangi
birine ta ölüm gelince, "Ben işte şimdi tevbe ettim" diyenlerin
tevbesi değil... (kabul olunmaz)"<Nisa, 18) buyurmuştur. el-Azâb
kelimesindeki lâm o büyük günün azabına İşaret etmektedir (ahd içindir).
[100]
"Lût (kavmi de)
peygamberleri tekzib etti. Hani kardeşleri Lût onlara, (Allah'dan)
korkmaz mısınız demişti. Şüphesiz ben size (gönderilmiş) emîn bir peygamberim.
Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiçbir
ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım, Âlemlerin Rabbinden başkasına ait
değildir. Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da insanların
içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? Hayır, siz, haddi aşan bir kavimsiniz."
Dediler: "Ey Lût, sen (bu davadan) vazgeçmezsen, andolsun, mutlaka
çıkarılanlardan olacaksın." Lût, "Ben sizin bu yaptığınıza elbette
buğz edenlerdenim.
Ya Rabbi beni ve ehlimi onların yapageldiklerinden kurtar" dedi. Bunun
üzerine biz onu ve ehlini tamamiyle kurtardık. Geri kalanların içinde yalnız
bir kocakarı vardı. Sonra geridekileri helak ettik. Üstlerine öyle bir yağmur
yağdırdık ki! (Bak), inzâr edilenlerin yağmuru ne kötüdür! Şüphesiz bunda
elbette bir ibret vardır, ama onların çoğu iman edici değildir. Rabbin mutlak
galiptir, çok merhametlidir O" (Şuara, 160-175).
Cenâb-ı Hakk'ın
"Siz insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" ifadesine
gelince, bunun gelene ait olması muhtemeldir. Yani, "Sizler, insanlar
içinde bu sıfata mahsus oldunuz" demektir. Bu sıfatsa, "erkeklere
gelmektir" Bunun gelinen şeye ait olması da muhtemeldir. Yani,
"Sizler, insanlar içinde erkekleri seçtiniz, kadınları değil"
demektir
Cenâb-ı Hakk'ın
ı"zevcelerinizi" ifadesine gelince, buradaki mln harf-i ceninin
yaratılanı beyan etmek üzere gelmiş olan beyâniyye olması muhtemel olduğu gibi,
teb'îz için olması da mümkündür. "Yaratılan şey ile, kadınların
(yaklaşılması) mubah olan uzvu murad edilir. Buna göre sanki onlar bunun
aynısını kendi kadınlarıyla da yapıyorlardı.
(el-fidî) kelimesi, zulümde çok ileri giden ve haddi aşan anlamındadır.
Bu ifadenin anlamı ise. "Onca büvüklüöüne rartman siz, bu günahı irtikab
mı ediyorsunuz?" şeklindedir, "Doğrusu siz,
bütün günahlarda haddi
aşan bir toplumsunuz, işte bu yaptığınız da bu günahlar cümlesindendir."
Yahutta, "Doğrusu siz, böylesi bir hayasızlığı irtikâb ettiğiniz için,
haddi aşmakla vasfedilmeyi hak etmiş bir topluluksunuz" demektir. Buna
karşılık onlar ona, "Ey Lût, sen (bu davadan) vazgeçmezsen, andoisun,
mutlaka çıkarılanlardan olacaksın" dediler. Yani, "ülkemizden
çıkardığımız kimseler cümlesinden olacaksın" demektir. Muhtemelen onlar,
çıkardıkları kimseyi, en kötü hal üzere sürüp çıkarıyorlardı. Bunun üzerine Lût
(a.s) onlara "Ben sizin yaptığınıza buğzedenlerdenim" diye. cevap
verdi. (el-kıla) kelimesi, şiddetli buğz
anlamına gelir. Buradaki buğz sanki gönüle ve ciğerlere tesir etmiş olan bir
buğzdur. Onun ifadesi "Ben sizin yaptığınıza bir buğzedenim" sözünden
daha befîğ ve etkilidir. Nitekim "Falanca kişi alimler
zümresindendir" sözü, "Falanca kişi, alimdir" sözünden daha
belîğdir. Bunun manasının, "size buğzda en ileride bulunan Kimselerdenim"
şeklinde olması da muhtemeldir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Biz onu ve ehlini tamamıyla kurtardık" Duyurmuştur. Bundan
murad, "Biz onu ve ehlini onların işlerinin ukubet ve cezasından
Kurtardık" anlamıdır."Azapta kalanların içinde yalnız bir kocakarı
vardı."
Eğer ifadesinde kadına
ait bir sıfat bulunmaktadır. Buna göre sanki denilmiştir. Oysa ki onları
kurtardığı zaman azapta kalma o kadının sıfatı değildi" denilirse, buna
şöyle cevap verilir: "Bunun manası, azapta kalması takdir edilmiş bir
kocakarı" şeklindedir. Bu kadının köyden çıkanlarla birlikte üzerlerine
yağan taş yağmuru yüzünden helak olduğu söylenilmiştir.
Kfldî Abdu'l-Cebbar
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi
bırakıp da insanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" ayetinin
Tefsirinde şöyle demiştir: "Bu ayette, cebrin batıl olduğuna dair birkaç
delil Dulunmaktadır:
a)
Terketmemeye kudret olmadıkça, "terkediyorsunuz" denilmez. Bunun gibi
siye "Sürmeyi ve sıkmayı niçin terkediyorsun?" denildiği halde,
"Göğe yükselmeyi -için terkediyorsun?" denilemez.
b) Cenâb-ı
Hakk , buyurmuştur. Şayet fiilin yaratılması Allah'a ait olsaydı, o zaman
"onlar için yaratılan şey, onlar hakkında yaratıp vacib (zorunlu) kıldığı
şey olurdu, yoksa terkedip yapmadıkları şey değil.
c) Cenab-ı
Hakk'ın "Siz haddi aşan bir kavimsiniz" ifadesi. Eğer, yapageldikleri
şeyi onlarda Allah yaratmış olsaydı, daha nasıl onlara haddi aşmış oldukları
söylenebilir? O siyah olan bir kimseye "Sen rengin konusunda haddi
aştın" denilebilir mi?"
Biz de diyoruz ki: Bu
açıklamaların neticesi şuna varıp dayanır: "Şayet kul, fiillerinin bizzat
mucidi olmasaydı, ona ne medh ve zem, ne emir ne de nehy tereccuh etmez,
yönelmezdi. Bu anlamda bu ayetin Musa, İbrahim, Nûh (a.s) kıssaianyla diğer
kıssalarda gelmiş olan emir nehiy ve medh zemlerden daha fazla bir hususiyeti
bulunmaktadır. O halde, bu açıklamalar diğer kıssalara değil de niçin sadece bu
kıssaya tahsis edil? Bu izahların batıl olduğu kesinleşince geriye bu meşhur
izah şekli kalmaktadır ki, biz de buna şu iki meşhur cevapla cevap veriyoruz:
a) Allah Teâlâ bu şeylerin meydana geleceğini
bilince, bunların olmaması imkansızdır. Çünkü bunların olmaması, ilmin cehalete
dönüşmesini gerektirir ki, bu imkansızdır. İmkansıza götüren şey de
imkansızdır. Onun meydana gelmemesi imkansız otunca, onu terketmeyi emretmek de
muhal olan bir şeyi emretmek gibi olur.
b)
Kadfr, iki zıdda kadir olduğunda, herhangi
bir müreccih olmaksızın, kudret yetirilen İki şeyden (makdûreyn) birinin
diğerine ağır basması imkansız olur. Bu müreccih de "dâı" veya
"irade"dir. Bu müreccih muhdes olup ona müessir (olan) bir güç
vardır. Eğer bu müessir kul ise o zaman teselsül gerekir ki, bu imkansızdır,
eğer Allah Teâlâ ise işte bu da senin iddiana göre cebirdir. Bu iki kati ve
kesin delille onun söylediklerinin sakıt ve geçersiz olduğu kesin olarak
anlaşılmıştır. Allah en iyisini bilendir.
[101]
"Eyke ashabı da
peygamberleri yalanlamıştı. O zamanda ki Şuayb onlara, "(Alfah'tan)
korkmaz mısınız" demişti. Şüphesiz ben size (gönderilmiş) emîn bir peygamberim.
Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sîzden hiçbir
ücret istemiyorum. Benim mükâfaatım âlemlerin Rabbinden başkasına ait
değil. Ölçeği tam Ölçün. Eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın.
İnsanların hakkından bir şeyi kısmayın. Yeryüzünde fesatçılar olara bozgunluk
etmeyin. Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun." Dediler ki: "Sen
ancak büyülenmişlerdensin. Sen bizim gibi bir beşerden başkası değişin. Biz
senin muhakkak yalancılardan olduğunu
zannediyoruz. Eğer sadıklardan isen, gökten üstümüze bir parça
düşür." (Şuayb) dedi: "Ne yapıyorsanız, Rabbim daha iyi bilendir" Hülasa:
Onu yalanladılar da, kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi.
Gerçekten bu, müthiş bir günün azabı idi. Elbette bunda alınacak bir ibret
vardır. (Fakat) onların çoğu iman edici değildir. Senin Rabbin mutlak galiptir, çok
merhametlidir O" (Şuarft, 176-191).
"Eyke"
kelimesi, hemze ile ve hemzenin tahfifi ile ve izafetten ötürü mecrûr olarak
şeklinde okunmuştur. Esas olan kıraat de budur. Bunu nasb ile okuyup,
"Eyke'nin, "leyle" vezninde olarak meşhur bir beldenin ismi
olduğunu iddia edenleri, bu yanılgıya sevkeden şey, mushafın hattı
(yazı şekli)dir. Çünkü bu kelime hem bu sûrede hem de Sâd sûresinde etifsiz
olarak Kur'ân'ın diğer yerlerinde ise, aslı üzere (yani başında elifle diye
yazılmıştır. Halbuki kıssa aynıdır, yani aynı yerden bahsedilmektedir. Eyke,
marife olmayan bîr isimdir. Rivayet olunduğuna göre, Ashab-ı Eyke sık ağaçlı
bir korulukta yaşayanlar demektir. Bunlar, "muhl" nebatının taşıdığı
ağaçlardır.
Buna göre eğer,
"Cenâb-ı Hak, önceki kıssalarda olduğu gibi, "kardeşleri Şuayıb"
demeli değil miydi?" denilirse, buna "Şuayb (a.s), Ashab-ı Eyke'den
değildi" diye cevap verilir. Hadis-i şerifte, "Medyenlilerin kardeşi
şuayıb, hem medyenlilere hem de Ashab-ı Eyke'ye peygamber olarak
gönderilmiştir" diye vârid olmuştur.
[102]
Sonra Şuayb (a.s)
onlara şunları emretmiştir:
1) ''ölçeği
tam ölçün. Eksilticilerden olmayın" ifadesi. Bu böyledir. Çünkü keyl (ölçme),
1) Tam
ölçme,
2) Noksan ölçme ve,
3) Fazla
ölçme diye üçe ayrılır. Böylece, Cenâb-ı Hak, "tam ölçmek" demek olan
vacibi, ifadesiyle emretmiş; noksan ölçmek demek olan haramdan da,
"Muhsırinden (eksilticilerden} olmayın" ifadesiyle nehyetmiş, ama fazla
ölçmeden bahsetmemiştir. Çünkü insan fazla fazla Ölçerek verirse iyilik etmiş
olur, fazla ölçmeyip tam ölçerse, o zaman da günaha girmiş olmaz.
Şuayıb (a.s) tam
ölçmeyi emredince, bunun nasıl olacağını beyan ederek, "Doğru terazi ile
tartın" demiştir. Kıstas (terazi) kelimesi, kâfin zammesiyle
"kustâs" şeklinde okunmuştur.
2)
"İnsanların hakkından hiçbir şeyi kısmayın " ifadesi. Arapça'da
"Onun hakkını eksik verdi" manasında denilir. Bu herhangi bir şahıs
için sabit olup çiğnenmesi caiz olmayan her hak ve malikinden gasbediimesi caiz
olmayan ve onun izni olmadıkça meşru hiçbir tasarrufta bulunulmayan,her bir
mülk hakkında kullanılan genel bir lafızdır.
3) "Yeryüzünde fesatçılar olarak
bozgunculuk etmeyin" ifadesi. Arapça'da "Yeryüzünde fesad çıkardı, fesadıdır"
denilir. Bu da, mesela yol kesmek baskın yapmak ve ekinleri çiğnemek-yoketmek
suretiyle olur. Onlar, her türlü fesadı yapmalarının yanısıra bunları da
yapıyorlardı.
4)
"Sizi ve evvelki ümmetleri yaratandan korkun" emri. Buradaki
"cibille" kelimesi "übülle" vezninde, "cübülle"
şeklinde de okunmuştur ve "hilkâ" vezninde, "cible'' şeklinde
okunmuştur. Hepsi de aynı manaya olup "hilkat*' sahibi (yaratılmış olan)
demektir. Bununla kastedilen eğer o onları yaratmamış olsaydı, hiçbir zaman
varlık alemine çıkamayanlardan olacak bu insanları ve bunlardan öncekileri
yaratmak suretiyle onlara lutfedenin Cenâb-ı Hak olduğunu anlatmaktır.
Binâenaleyh o kavmin buna verebileceği cevap onu yanı Şuayb'i terketmelerinin
kendileri için daha uygun bir davranış olduğunu söylemek olmuştur. Bu da şu iki
yöndendir. Birincisi, onların "Sen ancak fazla büyülenmişlerdensin ve sen
bizim gibi bir beşerden başkası değilsin" şeklindeki sözleridir.
İmdi eğer,
"Burada ifadenin başına vâv (ve) edatı getirmek, Semûd kıssasında ise getirmemekle
mana farklı olur mu?" denilirse, buna şöyle cevab verebiliriz: "Eğer
Dunun başına vav getirildiğinde de o kâfirlerce peygamberliğe mâni iki ayrı
mana kastedilmiş olur. Bu iki durum da sihir ile onun bir insan oluşudur. Fakat
buraya "ve" getirilmezse onlar tek bir mani kastetmiş olurlar ki bu
da büyülenmişlerden oluşudur. Daha sonra da Hz. Şuayb (a.s)'in kendileri gibi bir insan olduğunu söylemiş olurlar.
İkincisi, "Biz
senin, muhakkak yalancılardan olduğunu zannediyoruz*' şeklindeki sözleridir. Bunun
manası açıktır.
Sonra Şuayb (a.s)
onları, yalanlamalarına devam etmeleri halinde ilahi azabla tehdid etmiştir.
Ama onlar, bunun üzerine "Gökten üstümüze bir parça düşür"
demişlerdir. Ayetteki "Klsefen" kelimesi sin'in sükûnu ile,
"kisfen" şeklinde de okunmuştur. Her iki şekil de "kiste"
(parça) kelimesinin cemisidir. Ayetteki gök (semâ) İle bulut veya gölge
kastedilmiştir. Onlar bunun olmayacağını düşünerek, böyle bir istekte
bulunmuşlardır. Böylece bu işin olmayarak Hz. Şuayb (a.s)'ın yalancı olduğunun
ortaya çıkacağını sanmışlardır. İşte bu noktada Şuayb (a.s), "Ne
yapıyorsanız, Rabbim daha iyi bilicidir" demiş, onlara beddua etmeyip, bu
hususta işi, Cenâb-ı Allah'a havale etmiştir. Ama onlar bu tekziblerini
sürdürünce, Allah onlar üzerine ayetteki semâ (gök) ile bulutu kastetmişlerse,
istemiş oldukları o "gölgeli gün" azabını vermiştir. Yok eğer onunla,
"gölge"yi kastetmişlerse, isteklerini kabul etmemiştir.
Rivayet olunduğuna
göre, Cenâb-ı Hak onlara yedi gün hep rüzgâr estirdi ve onlara kum, toz-toprak
musallat etti ve nefeslerini ne bir gölgenir^ne bir suyun fayda veremeyeceği
şekilde tuttu (kesti). Böylece onlar çöle çıkmaya mecbur oldular. Allah onları,
serinliğini ve tatlı rüzgârını hissettikleri bir bulutla gölgeledi. Hepsi o
bulutun altına toplandılar. Bulut onlara öyle bir ateş yağdırdı ki, yanıp
gittiler. Rivayet olunduğuna göre, Şuayb (a.s), Ashab-ı Medyen ve Ashab-ı Eyke
denen iki ümmete oeygamber olarak gönderilmiştir. Bunlardan Medyenliler Cebrail
(a.s)'in bir nârasıyla, Eykelller de "O gölgeli-bulutlu günün
azabıyla" helak oldular. Hz. Muhammed (s.a.s)'i, duyduğu o şiddetli
üzüntüye karşı teselli etmek için Cenâb-t Hakk'ın bu surede zikrettiği yedi
kıssayla ilgili izahımız burada sona erdi. Geriye şu iki soru kaldı[103]
Birinci soru: Âd,
Semûd, Lût kavmi diğer kavimlerin başına gelen azablann, onların inkârları ve
inatları sebebiyle değil, aksine müneccimlerin (ehl-i nücûm'un) ittifak ettiği
üzere, yıldızlar arası alakalar ve yakınlaşmalar sebebiyle olduğunun söylenmesi
niçin caiz olmasın?
Böyle bir ihtimal
mevcut olunca, bu kıssalardan ibret almak söz konusu olamaz. Çünkü ibret almak,
ancak bu azablann gelişinin, o kâfirlerin küfür ve inadları sebebiyle geldiğini
bilmemiz halinde söz konusu olur.
[104]
İkinci soru: Allah
Teâlâ, "Sizden cihad edenleri ve sabredenleri bilelim diye, mutlaka sizi
imtihan edeceğiz" (Muhammed, 31) ayetinde buyurduğu gibi, mükellefleri
denemek ve imtihan etmek için bu azabı indirmiştir. Hem sonra Allah mü'min
kullarını da pek çok yerde büyük belalarla imtihan etmiştir. Durum böyle olunca
da onlara belanın inmesi, onların ehl-i bâtıl olduklarına delalet etmez.
Cevap: Allah Teâlâ, bu
kıssalar Hz. Muhammed (s.a.s)'i teselli etmek ve onun kalbinden hüznü silmek
için indirmiştir. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onlara bu azabları
indirenin kendisi olduğunu ve inkârlarının bir cezası olmak üzere bunu
indirdiğini haber verince, Hz. Peygamber (s.a.s) durumun böyle olduğunu anlamış
ve böylece de bu onun için bir teselli, bir ferahlık olmuştur. Bazı kimseler
İlmu'l-Ahkam'ı[105]
tenkid (inkâr) için şu şekilde istidlal etmişlerdir: Bu eşyada müessir olan, ya
yıldızlar, ya burçlar, veyahut da yıldızların belli burçlarda bulunmasıdır.
Birincisi bâtıldır, aksi halde yıldızların bulunduğu her yerde böylesi
neticeler meydana gelmesi gerekirdi. İkincisi de bâtıldır, aksi halde burçlar
devam ettiği müddetçe, eserin de devam etmesi gerekirdi. Üçüncüsü de bâtıldır,
çünkü onların görüşüne göre felek, mürekkeb değil, basittir. Böylece bütün
burçların karakteri, mahiyetlerinin tamamı bakımından diğer burçların
karakterine eşit olurda, böylece o yıldızın durumu kendi burcunda olduğu halde
diğer bir burçta olması halindeki durumu gibi olur. Bu sebeple de o yıldız
devam ettiği müddetçe, bu neticenin eserin de devam etmesi gerekir. Karşı taraf
şöyle diyebilir: "O belli muayyen yıldızdan o eserin zuhur etmesinin o
yıldızın başka bir yıldızın hizasında olmasına bağlı olduğu niçin söylenemesin?
Binâenaleyh bu karşısında hizasında olma işi olmadığında tesir etme şartı da
bulunmamış olur, böylece de o etki meydana gelmemiş olur."
Yine onlar şöyle de
diyebilirler: "Bu delâlet, yıldızların zâtları ve karakterleri gereği
müessir olmadıklarını gösterir. Ancak ne var ki, bu o yıldızların üzerinde
bulundukları adete göre müessir olmadıklarını göstermez.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak yıldızların birbirlerine bitişmesi, yaklaşması ve
dönüşlerinin peşinden hususi birtakım tesirlerin meydana gelmesine dair ilahi
yasasını icra ettiğinde, bu tesirlerin meydana gelmesinden "Allah Teâlâ
onları kâfirleri alıkoymak, men etmek için yaratmıştır" denilmesi
gerekmez. Tam aksine Cenâb-ı Hak onları, o adetleri tekrar etmek için
yaratmıştır. Allah en iyi bilendir.
[106]
"O, muhakkak ve
muhakkak Alemlerin Rabbinin indirmesidir. O'nu, Rûhu'I-emin, inzar edicilerden
olasın diye, senin kalbine manası açık Arapça bir dil ile indirmiştir. Şüphe
yok ki O, daha evvelkilerin kitablannda da
vardır" (Şuarâ,
192-196).
Bil ki, Allah Teâlâ
önceki peygamberlere (a.s) dair olan kıssaları bitirince, bunun şeşinden Hz.
Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delalet edecek şeyi getirmiştir. Bu delâlet
etme şu iki bakımdandır:
1) O'nun
"O, muhakkak ve muhakkak Alemlerin Rabbi'nin indirmesidir..."
şeklindeki ayetinin ifade ettiği husustur. Zira Kur'ân-ı Kerim fesahati
bakımından bir mucizedir. Böylece o âlemlerin Rabbi'nden olmuş olur.
2) Yahut,
Hz. Muhammed (s.a.s) herhangi bir öğrenimde bulunmaksızın, geçmiş toplumların
kıssalarını haber vermiştir. Binâenaleyh bu, ancak Allah'tan alınan vahy •te
gerçekleşebilir. Cenâb-ı Hakk'ın bunların hemen peşinden, "Şüphe yok ki o,
daha evvelkilerin kitablannda da vardır..." şeklinde, buyurmuş olduğu
ifade bu ikinci ihtimali kuvvetlendirmektedir. Bu böyledir, zira Hz. Peygamber
(s.a.s) herhangi bir öğrenim ve hazırlanmada bulunmadan (bu surede bahsedilen)
bu yedi kıssayı, evvelkilerin kitablannda bildirilen duruma aynen uygun olarak[107]
zikredip anlatınca, bu Kur'ân'ın Allah katından olduğuna delâlet etmiştir
ki, İşte bu ayetin maksadı da budur.
[108]
Cenâb-ı Hakk'ın
"O, muhakkak ve muhakkak âlemlerin Rabbi'nin indirmesidir..."
ifadesindeki tenzîl kelimesi ile ism-i mefûl manası kastedilmiştir. Sonra bu
ifade Kur'ân-ı Kerim hakkında getirilmiş bir ifade ve bu kıssaların da
vasıtasız olarak Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirdiği şeyler olması
mümkündür. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk, "Onu Rûhu'I-emîn...
indirmiştir" buyurmuştur. Bu ifadedeki bâ harf-i cerri, ister nezele,
isterse nezelie şeklinde okunmuş olsun, her iki okuyuşa göre de fiili müteaddi
yapmak içindir. O haldeifadesinin anlamı, "Allah ruhu O, Kur'ân-ı Sen'in
kalbine indirici kıldı" yani, "Ruh Sana o Kur'ân'ı anlattı ve O'nu
senin kalbine unutulmayacak bir biçimde tesbit edip yazdı" demek olur ki,
bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sana okutacağız da sen unutmayacaksın"(A'ia, 6)
ayeti gibi olmuş olur. Ayetteki "Emîn rûh" ifadesiyle, Cebrail (a.s)
kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk, Cebrail'i ruhtan yaratılmış olması bakımından
"rûh" diye adlandırmıştır. Ona bu âdın verilmesinin O'nun tıpkı
kendisiyle hayatın mevcut olduğu bir rûh gibi dini konularda insanların
kurtarıcısı olduğu için verilmiş olduğu ileri sürüldüğü gibi, O'nun insanların
beden ve ruhtan meydana gelmeleri gibi değil de, sadece rûh oluşundan dolayı bu
adı aldığı da ileri sürülmüştür. O'nun, "Emîn" diye adlandırılması da
peygamberlere ve başkalarına götüreceği şeyler hususunda, kendisine güvenildiği
içindir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sen'in kalbine" ifadesine gelince, bu hususta şu iki görüş
bulunmaktadır.
1) Cenâb-ı
Hakk her ne kadar Cebrail (a.s)'i Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirmiş ise de,
indirilen o şeyin peygamber tarafından, hıfzedilmiş olduğunu ve O'nun kalbinde,
değişmeyecek ve değiştirilemeyecek biçimde yer ettiğini tekid etmek için,
".. .kalbine..." demiştir. Cenâb-ı Hak bu hususu, maksadının da bu
olduğunu beyan ettiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'den sudur edecek olan inzâr
ile de tekid etmiştir. İşte bundan ötürü, "İnzâr edicilerden olasın
diye..." buyurmuştur.
[109]
2) Gerçek
manada muhatab, kalbtir. Çünkü kalb, temyiz ve sınama merkezidir. Diğer uzuvlar
ise onun emrine verilmiştir. Bunun delili, Kur'ân, hadis ve akıldır.
[110]
Kur'an'dan delile
gelince, bunlar pekçok ayet olup, bunlardan birisi mesela Cenâb-ı Hakk'ın
Bakara sûresinde ki, "Çünkü O'nu, Sen'in kalbine indiren O'dur..."
(Cebrail'dk)"(Bakma,97) ayeti ile yine buradaki, "O'nu: Rûhu'I-emîn
Sen'in kalbine indirmiştir" ayeti ve "Şüphesiz ki bunda aklı olan kimseler
için elbette bir öğüt vardır" (Kaf, 37) ayetidir.
İkincisi: Allah Teâlâ,
cezayt hak etmenin, ancak kalbin işine bağlı olduğunu bildirerek, "Allah
sizi yeminierinizdeki "lağv" den dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi
kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden sorumlu tutar..." (Bakara, 225)
"Onların ne etleri, ne kanlan hiçbir zaman Allah'a erişmez. Fakat sizden
O'na (sadece) takva ulaşır"(Hac, 37) Takva ise kalbte bulunur, çünkü Allah
Teâlâ, "Onlar Allah'ın takva için kalblerini imtihan ettiği kimselerdir"
(Hucurat, 3) buyurmuştur ve, "Göğüslerde ne varsa onlardan derlenip
toparlandığı zaman"(Adiyat, 10) buyurmuştur.
Üçüncüsü: Cenâb-ı
Hakk'ın, cehennemliklerin söylediğini naklettiği, "Eğer biz dinler, yahut
aklımızı kullanır olsaydık, şu çılgın cehennem ehli için de bulunmazdık"
(uüik. 10) ayetidir. Akhn, kalbte olduğu, duymanın ile oraya havale edildiği
malûmdur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Çünkü kulak, göz, kaİb... Bunların herbiri
bundan mesuldür" srâ. 36) buyurmuştur. Kulak ve gözden ancak onların kalbe
ulaştıracağı şeylerden istifade edileceği malumdur. Binâenaleyh kaluk ile gözü
sorumlu tutma, hakikatte kalbi sorumlu tutma olmuş olur. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Allah gözlerin hâin bakışını, göğüslerin gizleyeceği herşeyi bilir"
(Mû'min. 19) buyurmuştur. Gözler ise, ancak baktığı zaman kalblerin sakladığı
şeyi gizli tutarlar.
Dördüncüsü: Cenâb-ı
Hakk'ın "O sizi yaratan, size kulak, gözler ve gönüller verendir"
(Mûfc. 23) ayetidir. Cenâb-ı Hak delilin ilzam ediciliğini bu üç şeye tahsis
etmiş ve bu üç şeyin kendisine dua etmesi gerektiğini tedai etmiştir. Biz,
kulak ve gözlerin o husustaki kalbin karar verebilmesi için, ancak kalbe
ulaştırdığı şeyler hususunda takat ve mecallerinin bulunduğunu söyledik. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki, size bile vermediğimiz imkanlardan, biz onlara
(nice) kudret vermiştik. Onlara kulaklar, gözler, gönüllerde vermiştik. Fakat
ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri onlara hiçbir şeyle fayda
vermedi"(Ahkâf, 26) buyurmuş ve bu üçünü, onları sükut etmeye mecbur
kıldığı hüccetinin tamamlayıcısı kılmıştır. Ki bundan maksat kendisine, kulak
ve gözlerin ulaştırdığı şeyde hükmedenin kalb olmasıdır.
Beşincisi: Cenâb-ı Hak
"Allah onların kalblerine kulaklarına ve gözlerine mühür
basmıştır"(Bakara, 7) buyurmuş, ilâhî azabı bu üç şeye gerekli kılmıştır.
Ve yine Cenâb-ı Hak, "Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler,
gözleri vardır, bunlarla görmezler, kulakları vardır, bunlarla işitmezler...
"(Araf, 179) buyurmuştur. Bu ayetin <onumuza delil olan yönü şudur:
Allah Teâlâ bu ayette, onlardan bütünüyle ilmi nefyetmeyi dilemiştir.
Binâenaleyh şayet, ilim kalbte sabit olduğu gibi, kalbten başka Dir yerde de
sabit olmuş olsaydı, ilâhî maksat tam yerini bulmuş olmazdı. Bu sebeple, bu
ayetler ve benzerleri hepsi de ilzâm-ı hüccet (delil getirip susturma) ile
maksûd olanın kalb olduğunu ifade etmektedirler. Biz daha önce kalb ile
birlikte zikredilen kulak ve gözün zikredilişlerinin sebebinin görünenlerin ve
duyulanların şekillerinin yerine getirilmesi hususunda kalbin iki organı
olduğunu beyan etmiştik.
[111]
Hadisten delile
gelince, Numan İbn Beşir'in rivayet ettiği şu hadistir. O şöyle demiştir: Ben
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum:
"Dikkat, insanın bedeninde, iyi olduğunda bedenin tamamının da iyi
olduğu, bozuk olduğunda da bedenin tamamının bozulduğu bir et parçası vardır
ki, işte bu insanın kalbidir. '[112]
Akli delillere gelince
bunlar şunlardır:
1) Kalb
durduğunda, şayet diğer uzuvlar kesilecek olsa, bu kesilmenin farkına varılmaz.
Ama kalb, çalışmaya başladığında, o uzuvların başına gelen bütün afetleri
hisseder ve duyar. Binâenaleyh işte bu hadise, diğer uzuvların kalbe tabi
olduğunu göstermektedir. Kalb, sevindiğinde veya üzüldüğünde diğer uzuvların
durumunun değişmesi de bundan dolayıdır. İnsandaki diğer sıfatlar hususundaki
hüküm de böyledir.
2) Kalb diğer uzuvlardan meydana gelecek olan,
fiillere sevkeden iştiyak ve arzunun kaynağıdır. Bu iştiyaklar diğer fiillerin
başlangıcı ve bunların kaynağı da kalb olunca, mutlak manada âmir olan da kalb
olmuş olur.
3) Aklın
merkezi kaynağı da kalbdir. Durum böyle olunca mutlak manada âmir olan da yine
kalb olmuş olur. Bu üçüncü maddenin birinci mukaddimesine gelince, bu hususta
münakaşa edilmiştir. Çünkü önceki alimlerden bir grup aklın kaynağının beyin
olduğu, fikrine kail olmuşlardır. Bizim görüşümüzün delilleri ise şunlardır:
a) Cenâb-ı Hak, "Onlar yeryüzünde gezip
dolaşmadılar mı ki, bu sebeple düşünecek kaiblere sahip olsunlar..." (Hac,
46) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "onlann kalbleri vardır, bunlarla idrak
etmezler" (Araf, 179) ve "Şüphesiz ki bunda kalbi yani aklı olan...
kimseler için elbette bir öğüt vardır"(Kat, 37) buyurmuş, bu ayette aklın
kaynağı ve merkezi olduğu için, akla kalb adını vermiştir.
b) Allah
Teâlâ ilmin zıdlarını da kalbe nisbet etmiştir. Çünkü o, "kalblerinde bir
hastalık vardır" (Bakara. 10) ve "Allah kalblerine mühür bastı"
(Bakara, 7) buyurmuştur. Müşrikler de, ".. .kalblerimizperdelidir...
"(Nisa, 155) demiş, Cenâb-ı Hak da, "Hayır, Allah onların kalbleri
üzerine küfürleri yüzünden mühür basmıştr..." (Nisa, 155) buyurmuştur.
Yine Cenâb-ı Hak, "Münafıklar kalblerinde olanı kendilerine açıkça haber
verecek, bir sûrenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler"
(Tevbe, 64), "Ağızlarıyla kalblerinde olmayanı söylüyorlardı..." (A.
İmran, 167), "Hayır bilakis, onlann kazanmakta oldukları kalblerini
yenmiştir" çram.u), "Kur'ân'ı İyiden iyiye anlamazlar mı? Daha
doğrusu onların kalbleri üzerinde kilitler vardır" (Muhamm«ı. 24) ve
"Fakat hakikat şudur ki, (maddi) gözler kör olmaz, fakat sinelerin içindeki
kalbler kör olur"(Hac 46) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu ayetler bilmemenin
ve gafletin yerinin kalb olduğunu göstermektedirler. Bu sebeple, aklın ve
anlayışın yerinin de kalb olması gerekir.
c) Biz,
kendi kendimizi denediğimizde de ilimlerimizin kalb cihetinde olduğunu
hissederiz. İşte bundan dolayıdır ki, bizden birisi iyice düşünüp çokça
tefekkür ettiğinde, kalbinin sıkıştığını dadandığını ve hatta bundan dolayı
elem duyduğunu hisseder. Bütün bunlar aklın merkezinin kalb olduğunu gösterir.
Bunun böyle olduğu sabit olunca, mükellef olanın da kalb olması gerekir. Çünkü
teklif akıl ve anlama şartına bağlıdır.
d)
Kalb, meydana gelme bakımından uzuvların
ilki, Ölüm bakımından da en sonuncusudur. Bunun böyle olduğu anatomi ilmi ile
sabittir. Bir de kalb, bedenin ortası sayılan göğüs içinde bulunmaktadır.
Hizmetçilerine muhtaç olan krallar, etbâı kendisini her taraftan sarsın,
kuşatsın ve böylece de bütün kötülüklerden uzak olsun diye, idare ettikleri
ülkenin orta kısımlarında yer alırlar.
[113]
Aklın beyinde olduğunu
söyleyenlerde, şu şekilde istidlal etmişlerdir:
1) Algılamanın, idrak etmenin aletleri olan duyu
organları kalbe değil, beyne açılırlar.
2) İhtiyarî
ve iradî hareketlerimizde vasıta durumunda olan sinirlerimiz, kalbe değil beyne
açılırlar.
3) Beyne bir musibet geldiğinde akıl zedelenir.
4)
Örfümüzde, bir kimsenin akıl noksanlığı ile tavsif edilmesi halinde herkes, o
Kimse hakkında "Hafif beyinli, hafif kafalı..." der.
5) Akıl en
kıymetti şeydir. Binâenaleyh onun bulunduğu yerin de en kıymetli yer olması
gerekir. Yüksekte olan kıymetli olan demektir. Yüksekte olan ise kalb değil
şeyindir. Öyleyse aklın yerinin beyin olması gerekir.
[114]
Bunlardan birincisine
şöyle cevap verilir: Duyu organlarının (algıladıkları) şeylerin neticesini,
beyne ulaştırdıkları, daha sonra da beynin, o neticeleri kalbe aştırdığı niye
söylenemesm? Böyle olması halinde bu demektir ki, beyin kalbin en yakın aleti,
duyu organları ise, uzak olan aletleridir. O halde, bu demektir ki, duyu :
-ganlan beyne beyin de akla hizmet etmektedir. Bunun gerçekliğini biz
kendimizden ola çıkarak da anlayabilirz. Çünkü biz, falanca işin yapılması,
falancanın da yapılmaması gerektiğini düşündüğümüzde, işte bu düşünme esnasında
uzuvlarımız - arekete geçer. Biz bu düşüncelerin beyin tarafından değil, kalb
tarafından olduğunu hissederiz.
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Bu eserin neticenin kalbten beyne iletilmiş olması,
daha sonra da beynin kendisinden çıkan sinirler vasıtasıyla o uzuvları harekete
geçirmiş olması, uzak bir ihtimal değildir.
Üçüncüsüne de şöyle
cevap verebiliriz: Kalbin tesirinin diğer uzuvlara ulaşması için, beynin sağlam
olmasının şart koşulması da uzak bir ihtimal değildir.
Dördüncüsüne de şu
şekilde cevap verebiliriz: Böyle bir örf, kalbin mizacının, özelliğinin, beynin
burûdetinden (serinliğinden) istifade etmesiyle mutedil hale geldiği, için
olmuştur. Binâenaleyh beyne onu mutedil olmaktan çıkarcak bir musibet
geldiğinde, kalb de mutedil ve denge halinde olmaktan çıkar. Bu, ya beynin
hararetinin olması gerekli olan miktardan fazla olması veya noksan olmasıyla
olur. İşte bu durumda akıl zedelenir ve bozulur.
Beşincisine de şöyle
cevap verilir: Eğer onların dedikleri doğru olsaydı, o zaman aklın yerinin
kafatası olması gerekirdi. Bu yanlış olduğuna göre, onların görüşlerinin
yanlışlığı da sabit olmuş olur. Allah en iyi bilendir.
Not: Bil ki, bizim
kalbe mahsus olduğunu söylediğimiz bu keyfiyetler, bazan insanın sinesine
(sadr), bazan da gönlüne (füad) nisbet edilmiştir. Bunların kişinin göğsüne
nisbet edilmesine gelince, mesela Cenâb-ı Hak, "Göğüslerde ne varsa onlar
da derlenip toparlandığında..."(Adiyât, ıo>, "(Allah bunu)
göğüslerinizin içindekini yoklamak, ...için (yaptı). Allah göğüslerde olanı
hakkıyla bilendir"(A. imr&n, 154) ve "De ki: Göğüslerimizin
içinde olanı gizlesenizde, onu açıklasanız da Allah bilir
onu..."(aııimrfln,29) buyurmuştur. Gönüle (fuad) gelince, bu da Cenâb-ı
Hakk'ın, "Biz onlann gönüllerini ve gözlerini (ters) çevirmiş ...
bulunuyoruz..." (En'âm, no) ayetinde ifade edilen husustur. Bazı kimseler,
"kalb" ile "fuad"ın birbirinden ayrı şeyler olduğunu ileri
sürerek "kalb" kendisini kuşatan et, ve yağ değil de,
"fuad"ın %\*}J>\ İM ortasında yer alan siyah noktacıktır.
"Fuad" ise, onu çevreleyen et, yağ ve bu noktanın tamamıdır."
derlerken, bazı kimseler de "kalb" ile "fuad"ın eşanlamlı
iki lafız olduğunu söylemişlerdir. Her nasıl olursa olsun, bilinmesi gerekli
olan bir husus vardır ki o da, "kalb" ve "fuad" adını alan
uzuvda, gerçek manada aklın ve irade gücünün merkezi olan bir yerin bulunduğu
ve diğer uzuvlar kalbin emrinde çalıştığı gibi, bu organın kütlesinin büyük
kısmının da o yerin emrinde bulunduğudur. Çünkü kendisine nisbet edilen
manalarda bir artış olmaksızın, bazan o uzvun parçaları çoğalır, -ki bu
parçalar ile, aklı, sevinci ve kederi kastediyorum- bazan da bunlardan bir
noksanlaşma olmaksızın, eksilir... Böylece de "kalb" ismi gerçekte bu
manaların kendisine girdiği, o parçaların adı olur; fuad adı da, bu uzuvların
toplamının tamamı olur. İşte bu konudaki sözümüz bundan ibarettir. Doğruya
ileten ise Allah'dır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"înzar edicilerden olasın diye" ifadesine gelince,
"inzâr"ın içine ilim ve amel namına ne varsa her şeye davet etme ile,
her türlü çirkinden men etme dahildir. Çünkü bu iki hususun tamamında ilâhî
azabtan korkma[115]
Cenâb-ı Hakk'ın
"manası açık, Arapça bir dil ile..." ifadesine gelince, bunun
başındaki bâ harf-i cerri, ya kendinden önce geçmiş olan ifadesine taalluk
eder. Buna göre mana "Sen manası açık, Arapça bir dil ile uyaranlardan
olasın diye..." şeklinde olur. Ki bunlar, Hûd Salih, Şuayb, İsmail ve
Muhammed (a.s)'ler olmak üzere beş kişidirler. Yahut da ... ifadesine
mütealliktir. Buna göre mana, "Onunla uyarasın diye Allah o Kur'ân'ı
manası açık Arapça bir dil ile indirdi" şeklinde olur. Çünkü Cenâb-ı Hak o
Kur'ân'ı şayet Arapça olmayan bir dille : a'cemi) indirmiş olsaydı o zaman o
müşrikler Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Anlamadığımız şeyi de ne yapacak
mışız?" derlerdi ve böylece de onunla inzârda bulunmak imkansız hale
gelirdi. Bu izahta, "O Kur'ân'ı Sen'in ve kavminin lisanı olan Arapça ile
indirmek, O'nu Sen'in kalbine indirmek demektir. Çünkü o Kur'ân'ı, hem Sen hem
de kavmin anlamaktadır. Binâenaleyh, şayet Arapça olmasaydı, o zaman O Sen'in
kalbine değil Sen'in kulağına inmiş olurdu... Çünkü Sen (bu durumda) manasını
anlayamadığın bir takım harflerin seslerini duymuş olurdun" manası
yatmaktadır.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Şüphe yok ki o daha evvelkilerin ütablannda da vardır" ifadesine
gelince, buradaki hû zamirinin, özellikle, (bu sûrede oahsedilen) haberlere ve
kıssalara raci olması muhtemel olduğu gibi, bununla Kur'ân'ın sıfatının, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in sıfatının veyahutta bütün inzar ve uyarma şekillerinin
kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü bütün bu şeylerin hepsi de, (bu zamire
merci teşkil edecek bir biçimde), daha Önce geçmişti...
[116]
"Israibğulian
bilginlerinin bunu bilmesi de onlar için bir alâmet değil miydi? Biz O'nu
Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, onlara karşı bunu okusaydı yine
buna iman edici kimseler değillerdi onlar. Biz (kütü) o günahkârların
kalbine öyle bir sokduk ki, o pek çetin azabı görecekleri (ana) kadar onlar bu
(Kur'ân'a) inanmazlar. İşte bu (azab) onlara kendileri de farkında
olmayarak ansızın gelecektir..." (ŞuarS. 197-202).
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
"Israiloğullan bilginlerinin bunu bilmesi..." ifadesiyle, Hz.
Muhammed (s.a s)'rn nübüvvetine ve O'nun bu hususta doğru sözlü olduğuna dair
ikinci bir delilin getirilmesi kastedilmiştir. Ki bunun izahı şöyle
yapılabilir: İsrailoğullanndan bir grup alim müslüman oldular ve kendisinde Hz.
Peygamber (s.a.s)'in sıfat ve vasıflarının geçtiği Tevrat'ta ve İncil'de bazı
yerlerin bulunduğunu açıkça ifade ettiler. Kureyş müşrikleri, (zaman zaman)
yahudüere başvuruyor ve bu haberleri onlardan öğreniyorlardı. İşte bu durum,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in bir nebî oluşunun açık bir delilidir. Zira ilâhî
kitapların, Hz. Muhammed (s.a.s)'in vasfı ve niteliği hususunda, birbirine
mutabık olmaları Hz. Muhammed (s.a.s)'in nebi olduğuna kesinlikle delâlet
etmektedir.
Bil ki, bu ifadede
geçen sjı kelimesi mansûb olarak haberi,
ifadesi de ismi olarak kelimesi
müzekker olmak üzere bu şekilde okunmuştur. Burada geçen "ayet"
sözünün isim; ifadesinin de haber kabul edilerek, fiil müennes olarak j&
(tekun) şeklinde de okunmuştur. Bu ikinci okuyuş birinci okuyuş gibi değildir.
Çünkü burada, bu okuyuşa göre, nekire olan kelime isim, marife olan ise, haber
olarak vaki olmuştur... Fiilin "avet" kelimesinin haber olarak mansûb
okunması halinde de, müennes gelmesi caizdir. Bu tıpkı
(Enpam, 23)
ayeti gibidir.
[117]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz O'nun, Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de..." ifadesine
gelince, bil ki Allah Teâlâ yukarda bahsedilen o iki delil ile, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetini ve lehçesinin doğruluğunu beyan edince, bundan sonra da
o kafirlere aklî ve naklî delillerin fayda vermeyeceğini beyan buyurarak,
"Biz O*nu, Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de..."
buyurmuştur. Yani, "Biz bu Kur'ân'ı, apaçık Arapça bir dil ile, Arabolan
bir adama İndirdik. Onlar O'nu dinlediler, onlar O'nu anladılar, onlar O'nu
fasih olduğunu bilediler ve misli olan bir ifade ile karşı konulamayan bir
kelam olduğunu iyice kavradılar..." demektir. Cenâb-ı Hakk buna, eski
semavi kitabların da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olduğuna dair müjdesini
eklemiş, "Ama buna rağmen onlar yine Kur'an'a iman etmemişp'nu inkâr
etmişler; O'nu bazan şiir, bazan da sihir olarak adlandırmışlardır. Binâenaleh
şayet biz O Kur'ân'ı Arapça bilmeyen kimselere de indirmiş olsaydık, onlar da
yine onu inkâr eder ve inkârlarına, hileli yollarla mazeretler bulmaya
çalışırlardı..." demek istemiştir.
[118]
Daha sonra da
"Biz (küfrü) o günahkarların kalbine öyle bir sokduk ki..."
buyurmuştur ki bu, "böylesi bir sokuşla, o Kur'an'ı mücrimlerin kalbine
sokduk... O'nu onların kalblerine işte böylece yerleştirdik ve böylece karar
kıldırdık... Onlara her ne yapılırsa yapılsın onların üzerlerinde yürüyüp
gittikleri inkâr ve sapıklıklarını değiştirmeleri mümkün değildir..."
demektir. Bu da, Hz. Muhammed (s.a.s)'i teselli eden ayetler zincirindendir.
Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) onların küfürde İsrar ettiklerini anlayıp ve ezeli
hükmün bu şekilde cereyan ettiğini bilince, onların iman edeceklerini ümit
etmez. Nitekim darb-ı meselde, "ümitsizlik, iki rahatlıktan
birisidir" denilmiştir.
[119]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Biz (küfrü) o günahkârların kalbine Öyle bir sokduk ki..." ifadesi
her şeyin Allah'ın kaza ve
yaratmasıyla olduğuna
delâlet eder. Keşşaf sahibi şöyle der: "Allah, bu âyetle, bu yalanlama
onların kalblerinde öylesine yer alıp kökleşti ki adeta yaratılmış bir şey gibi
oluverdi..." manasını kastetmiştir." Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Cenâb-ı Hakk bunlarda, ya yalanlamayı doğruluğa, tercih etmeyi
gerektiren bir şey yapmıştır, yahutta onlar da böyle bir şey yapmamıştır. Eğer
birincisi olursa; biz, En'am Sûresi'nde tercihin vücub, noktasına varıp dayanmadığı
sürece tahakkuk etmeyeceğine işaret etmiştik ki, bu durumda maksat hasıl olmuş
olur. Yok, eğer bunlarda, tercihi gerektirecek olan herhangi birşeyi asla
yapmamışsa, o zaman da Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz (küfrü) o günahkârların
kalbine öyle bir sokduk ki..." demesi imkansız olur. Bu tıpkı, kuşun
uçmasının onların küfürleriyle uzaktan ve yakından alakalı olmadığı zaman bu
küfürlerinin o kuşun uçmasına isnad edilmesinin imkânsız oluşu gibidir.[120]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Şayet sen, "Cenâb-ı Hakk'ın "Biz (küfrü) o günahkârların
kalbine öyle bir sokduk ki..."
ifadesine göre O'nun
"bu (Kurana) inanmazlar" ifadesinin konumu nedir..." dersen, ben
derim ki: Bunun konumu onu izah eden ve açfklayan bir konumdur. Çünkü bu ifade
onu beyan etmek ve onların kalblerindeki inkarı tekit etmek için getirilmiştir.
Böylece Cenâb-ı Hak bu ifadeyi "Onlar, Allah'ın vadettiği azabı bizzat
gözleriyle görünceye kadar o Kur'ân'ı yalanlamayı sürdürürler..."
şeklindeki manayı anlatıp ortaya koyan şeyin peşinden getirmiştir.
"Bize bir mühlet
verilir mi?.." diyeceklerdir. Onlar, hâlâ azabımızı çabuklaştırmak mı
istiyorlar? Şimdi sen bana haber ver: Biz onları senelerce yaşatıp
faydalandırsak da, sonra kendilerine tehdid olunageldikleri çatıverse, o yaşayıp
faydalandıkları (yıllar) kendilerini kurtarabilir mi? Biz hiçbir memleketi ona
öğüt vermek üzere inzâr ediciler göndermedikçe, helak etmedik... Biz
zulmedenler değiliz'' (Şuarâ, 203-209).
Bil ki Allah Teâlâ,
onların, o elîm azabı görünceye kadar, iman etmeyeceklerini ve onlara o azabın
ansızın geleceğini beyan edince, bunun peşinden işte bu esnada onlardan bir
tehassür ve nedanet şeklinde sudur edecek olan ifadeyi getirmiş ve kurtulmanın
imkansız olması halinde, kişinin yardım istemesi gibi "Bize bir mühlet
verilir mi?.." diyeceklerini belirtmiştir. Çünkü onlar, ahirette,
sığınılacak bir yerin bulunmadığını biliyorlar; ancak ne var ki onlar, bu sözü
rahatlamak için söylemişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlar hâlâ, azabımızı çabuklaştırmak mı istiyorlar?.." ifadesine
gelince bu, ilâhî izaba gelirken, onların durumunun, iki hareket tarzının
farklı olduğunu anlayıp, böylece de ibret almaları için, kendisinden
"mühlet" istemeleri olması gerekirken, onların dünyada iken o azabı
hemencecik istemiş olmaları olduğunu beyan buyurmuş; sonra da yalanlarcasına
ilahi azabın hemencecik gelmesini istemenin onlardan, dünyada faydalansınlar
diye sadır olduğunu, ancak ne var ki bunun bir cehalet olduğunu açıklamıştır.
Bu böyledir. Çünkü dünya nimetlerinden yararlanma süresi, azdır ve sonludur. Bundan
sonra (ahirette) meydana gelecek azabın müddeti ise, sonsuzdur. Sonlu ve kısa
Ömürlü olan lezzetleri sonsuz elem ve acılara tercih etmek ise aklen caiz
(doğru) değildir. Meymun b. Mihran'dan tavaf yaparken Hasan el-Basrî'ye
rastladığı ve ona "bana va'z-u nasihat et" dediği, Hasan el-Basrî'nin
ise sadece bu ayeti okuduğu; bunun üzerine Meymun un, "yemin olsun ki
hakkıyla va'zettin" dediği rivayet edilmiştir. Ayetteki fiil, şeddesiz
olarak şeklinde de okunmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
kendilerine hüccetler ve deliller getiren inzarcı bir peygamber bulunmadan,
hiçbir beldeyi helak etmediğini beyan etmiştir.
Ayetteki (zikrâ)
ifadesi hakkında Keşşaf sahibi, "bu kelime, "tezkireten" (bir
va'z-u nasihat) manasında olmak üzere mansubtur. Bu, ya ve jfi (inzar etti
hatırlattı) fiillerinin manaca birbirlerine yakın olmalarından ötürüdür ki buna
göre sanki denilmek istenmiştir, ya "munzirûne" deki zamirden haldir,
ki buna göre, "onlar onları, hatırlatıcılar olarak inzâr ederler"
demek olur, yahut "onlar vaz'u nasihat ve hatırlatma ile onları inzar
ederler" manasında olmak üzere mef'ûl-ü leh'dir, veyahutta bu ifade,
"bu bir hatırlatmadır" manasında oimak üzere, mahzuf mübtedanın
haberi olarak merfudur veya cümle-i i'tiradiyyedir, yahut "onlar, hatırlatıcı olan inzarcılardır"
manasında olmak üzere, "münzirune"nin sıfatıdır. Peygamberler
hatırlatma va'zu nasihat işine çok önem verip, bunun üstünde durdukları için,
sanki bizzat "zikra" (hatırlatma) nın kendisi kabul
edilmişlerdir." Bir başka izah da şöyledir: Zikra kelimesi, mef'ul-ü leh
olarak fiili ile alâkalı olmasıdır. Buna göre mana, biz onları helak etmemiz,
başkaları için bir zikra (hatırlatma) olsun ve böylece de onlar gibi isyan
etmesinler diye, zalim kavmin beldelerini, ancak kendilerine inzarcılar
göndermek suretiyle onlara delillerimizi anlatıp onları susturduktan sonra,
helak ettik" şeklindedir. "Biz zulmedenler olmadık" ki, zalim
olmayan bir avmi helak edelim. İşte kendisine dayanılacak olan izah budur. Buna
göre eğer sen, edatından sonra, (hicf,
ayetinde vâv getirildiği halde, bu ayette niçin getirilmemiştir" dersen,
ben derim ki: "Aslolan, vâvın jetirilmemesidir. Çünkü bu cümle,
"karye"nin sıfatıdır. Ama vâv getirilmişse, bu da = ;atı mevsufa
iyice bağlamak içindir.
[121]
''Onu, şeytanlar
indirmedi. Bu, onlara hem yakışmaz hem onlar buna (esasen) güç de yetiremezier.
Şüphe yok ki onlar, meleklerin sözünü d:n!emekten kesinlikle uzaklaştırılmışlardır. Sakın,
Allah ile beraber diğer bir tanrı daha çağırma. Sonra azablandmlmışlardan olursun'' (Şuarfi,
210-213).
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân'ı, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olması kakımından, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in doğruluğuna delil getirip, bu da Kur'ân'daki sonsuz fesahattan ve
Hz. Muhammet (s.a.s)'in hiç öğrenimde bulunmadan ve başkalarından istifade
etmeden, Kur'ân-ı Kerim'den, geçmiş milletlerin kıssaları --susunda, diğer
semavi kitaplardakine tam tamına uygun olarak haber vermesi sa/esinde
anlaşılıp, kâfirler de: "Niçin bu, kâhinlere inen ve gelen diğer şeyler
gibi : - ve şeytanların likası {haber verip getirmesi) ile olmasın deyince
Allah Teâlâ işte "a şöyle cevap vermiştir: "Bu iş, şeytanlar için
kolay yapılacak birşey değildir, pünfcü onlar, atılan ateşlerle ve semavî
fişeklerle kovalanmışlar ve gök ehli meleklerin E-zzierini dinlemekten
uzaklaştırılmışlardır.
Birisi şöyle
diyebilir: Şeytanların bu işten, yani meleklerin sözünü dinlemekten
alıkonulduklarını bilmek, ancak sâdık peygamberin haber vermesiyle
bilinebilecek bir husustur. Binâenaleyh Hz. Muhammed (s.a.s)'in, iddiasında
doğru olduğunu, Kur'ân'ın fesahati ve gaybtan haber verişiyle isbat edip,
Kur'ân'ın fesahatinin ve gaybtan haber verişinin bir mucize oluşunu isbat etmek
ise, ancak şeytanların bu işten menoiundukları sabit olduğu zaman mümkün
olunca, devr-i fasit (mantıkta, neticenin, mukaddimelerden biri olarak
kullanılması) gerekir. Bu ise, bâtıldır." Buna şu şekilde cevap verilir:
"Şeytanların bu işten alıkonulduklarını bilmenin, ancak Hz. Peygamber
(s.a.s)'in haber vermesi ile olacağını kabul etmiyoruz. Çünkü biz, sâdık
(doğru) olanın sânına verilen değerin, düşmanın sânına verilen değerden daha
fazla olduğunu zarurî olarak biliyoruz. Yine, Hz. Muhammed (s.a.s)'in,
şeytanlara lanet ettiğini, insanlara, onlara lanet etmelerini emrettiğini de
kesin olarak bilmekteyiz. Binâenaleyh eğer, böylesi gaybî bilgiler, eğer
şeytanların haber vermesi, ilkâ etmesi sayesinde olsaydı, kâfirler böyle bir
bilgiyi haydi haydi elde ederlerdi. Bu sebeple de, kâfirlerin böylesi şeylere,
öncelikle kadir olmaları gerekirdi. Binâenaleyh durum böyle olmadığına göre,
şeytanların bu işten engellendiklerini ve gaybı bilmekten uzak olduklarını
bilmekteyiz.
Cenâb-ı Hak bu cevabı
verdikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.s)'e hitaben ''sakın, Allah ile beraber
diğer bir tann daha çağırma" buyurmuştur, Aslında bu hitab, başkaları
nadir. Çünkü hikmet sahibi olan zat, başkasına te'kidli bir şekilde hitab etmek
istediğinde, bu hitabia maksad esasen hitab edilenin tabileri ise de, zahiren
bu hitab, idareci durumunda olanlara yöneltilir. Bir de Cenâb-ı Hak peşisıra,
buna uygun olan hususları bildirmek için, bu ifadeyi ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e
hitaben getirmiştir.
[122]
''Sen, önce en yakın
akrabalarım inzar et. Mü'minlerden sana tabî olanlara, kanat ger.
Eğer sana isyan ederlerse de ki: "Ben, gerçekten sizin yaptıklarınızdan
berîyim. Sen, o mutlak gâhb, o çok merhametli Allah'a güvenip dayan.
O, kıyam ettiğin vakit seni ve secde edenler arasında dolaşmanı
görür. Çünkü hakkıyla işiten, hakkıyla bilen O'dur" (Şuana.
214-220).
Bil ki Allah Teâlâ,
önce Hz. Peygamber (s.a.s)'i alabildiğine teselli edip, ikinci olarak O'nun
peygamberliğine dair hüccetler getirip, üçüncü olarak da inkarcıların
sorularını ve şüphelerini zikredip, gerekli cevaplarını verince, bundan sonra
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, tebliğ ve peygamberliği ilgilendiren şeyleri
emretmişte. Bunlar, şu üç şeydir:
1)
"Sen, önce en yakın akrabalarını inzâr et" emrinin anlattığı
husustur. Allah Teâlâ, işe önce Hz. Peygamber'den başlayıp, onu, Kendisinin
yanısıra bir başka tanrıya ibadet etmesi halinde tehdit etmiş ve sonra O'na,
kendisine derece derece yakın olanları bu işe (dine) davet etmesini
emretmiştir. Bu böyledir, çünkü insan işi önce kendisi sıkı tutar, sonra
akrabalarını yakınlık derecelerine göre bu işe davet ederse, hiç kimsenin bu
hususta bir tenkidi olamaz, söylediği söz son derece faydalı, hükümleri
alabildiğine geçerli ve tesirli olur.
Rivayet olunduğuna
göre, bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s) Safa Tepesi'ne çıkmış ve
oradan kendisine derece derece yakın akrabalarına seslenerek, "Ey
Abdulmuttaliboğullan, Ey Haşimoğullan, Ey Abdimenâfoğulları, Ey Muhammed'in
halası Safiyye, ben, sizin için, Allah'dan gelecek hiçbir şeye mâni olamam.
Fakat benden, istediğiniz kadar mal isteyiniz" demiştir."
Yine rivayet
olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Abdulmuttalib oğullarını toplamıştı.
Onlar o gün kırk kişi idiler ve her birinin bir koyunu ve bir çanak sütü vardı.
O adamlardan her biri, koyunu ve çanaktakini yiyip içiyorlardı. Onlar, bunları
yiyip bitirince Hz. Peygamber (s.a.s) söze başlayıp, "Ey Abdulmuttalib
oğulları, şu dağtn arka eteğinde düşman süvarisi var" desem, bana inanır
mısınız?" dedi. Onlar, "evet" dediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), "o halde, sizi şiddetli bir azab gelmezden önce uyaran,
ikâz eden bir peygamberim" dedi.
2) Bu,
"Kanat ger" emrinin anlattığı husustur. Bil ki kuş, konmak için
aşağıya doğru süzülmek istediğinde, kanatlarını büker ve yumar. Fakat uçmak
istediğinde, kanatlannı açar ve çırpar. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, kuşun iniş
esnasında kanatlarını kapamasını, tevazu ve yumuşaklıktan bir teşbih, bir
darb-ı mesel kılmıştır.
Eğer, peygambere
uyanlar, mü'minler olduğu halde aksi de yine böyle iken, daha niçin Cenâb-ı
Hak, "mü'minlerden sana tabî olanlara... "demiştir?" denilirse,
buna şu
şekilde cevap veririz: "Biz, Peygamber'e uyanların sadece mü'minler
olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü akrabalarından da pek çoğu, peygambere din için
değil, akrabalık ve neseb sebebiyle uyuyorlardı.
Ayetteki, "Eğer
sana isyan ederlerse de ki: "Ben, gerçekten sizin yaptıklarınızdan
berîyim" ifadesinin manası açıktır. Cübbflî şöyle der: "Bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, onların günahlarında, beri olduğuna delâlet eder. Bu aynı
zamanda, Allah Teâlâ'nın da, Peygamberi gibi, onların amellerinden ben olmasını
gerektirir. Aksi halde peygamber, Allah'a ters düşmüş olur. Bu tıpkı,
Peygamberin, Allah'ın gazabına uğramış kimselerden razı olması halinde, bu
duruma düşmesine benzer. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onların amellerinden bert
olunca, o amelleri yapan (yaratan) ve irade eden daha nasıl Allah
olabilir?" Buna şu şekilde cevap veririz: "Allah'ın, onların
günahlarından berî oluşu, onları emretmeyip, aksine nehyetmesi manasındadır.
Cenâb-ı Hakk'ın, o masiyetleri irade etmemiş olması meselesini ise kabul
etmiyoruz. Bunun delili şudur: "Allah Teâlâ, onlardan bu masiyetlerin
sâdır olacağını biliyordu. Allah Teâlâ'nın, olacağını bildiği şey ise mutlaka
öyle olur. Aksi halde, Allah'ın ilmi, cehalete dönüşmüş olur ki bu imkânsızdır.
İmkânsıza götüren şey de imkânsızdır. Olması muhakkak olan şeyin, olmaması
murad edilmez. Binâenaleyh biz (ehl-i sünnetin) dediği şey sabit olur.
3) Bu
"Güvenip, dayan"emrinin anlattığı husustur. Tevekkül, kişinin işini,
o işi yapabilecek ve kendisine fayda ve zarar verebilecek kimseye bırakması
demektir.
Ayetteki, ifadesi,
"izzeti, kudreti ile düşmanlarını ezecek, rahmeti ile, onlara karşı sana
yardım edecek Zât'a güven" demektir.
[123]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, rahim olduğunu bildirmesinin peşinden, bu rahmetin sebebi gibi olan
hususu belirtmiştir. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kıyam edişi (gece kalkıp
namaz kılışı) ve secde edenler arasında dolaşmasıdır. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
[124]
a) Bununla,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in gecenin bir yarısında teheccüd namazı için kalkıp, çalışıp
çabalayan, din için uğraşan mü'minlerin hallerine muttali olmak için,
araştırmak üzere, onlar arasında (evleri arasında) dolaşması kastedilmiştir.
Nitekim rivayet olunduğuna göre, gece namazının farziyeti neshedilince,
sahabe-i kiram'ın taatlere karşı çok sevgisinden ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s),
onların ne yaptıklarını görebilmek için, O gece ashabın evleri arasında dolaştı
ve o evleri, onlardan duyduğu zikrullah seslerinden ötürü, "arı
kovanı" gibi buldu. Ayetteki "secde edenler" ifadesi ile namaz
kılanlar kastedilmiştir.
[125]
b) Bunun
manası şöyledir: "Allah seni, insanlarla birlikte cemaat halinde namaz
kılmaya kalktığında görür." Hz. Peygamber (s.a.s)'in secde edenler
arasında dolaşması da, onların imamı olduğu için, kıyamı, rükû'u, secdesi ve
oturuşu ile, onlar üzerindeki tasarrufu manasınadır.
[126]
c) Bu,
"sen, dini işleri yerine getirme ve bu hususta yetme hususunda, ne zaman
kalkar ve secde edenlerle dönüp dolaşır, çabalarsan, bu halin Allah'a gizli
değildir" demektir.
[127]
d) Bununla,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, arkasında namaz kılanlara gözünün takılması
kastedilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
"Rükunuzu ve secdeniz tam yapın. Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz
sizi, arkamda iken de görürüm'[128]
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Çünkü hakkıyla işiten, hakkıyla bilen O'dur" buyurmuştur. Bu,
"O, senin söylediklerini hakkıyla duyan, niyet edip yaptıklarını hakkıyla
bilendir" demek olup, Cenâb-ı Hakk'ın semî olmasını, duymak suretiyle
bildiği şeylerden başka birşey olduğuna delâlet eder. Aksi halde,
"alîm" lafzı, zaten bu manayı ifade etmektedir. Bil ki, iüâî
ifadesi, nükallibüke şeklinde de
okunmuştur.
[129]
Bil ki râfizîler, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in dedelerinin mü'min oldukları görüşündedirler. Onlar bu
hususta hem bu ayete, hem bir hadise tutunmuşlardır. Bu ayet hakkında, şunu
demişlerdir: "Ayetteki, "secde edenler arasında dolaşmanı görür"
ifadesi, sizin ileri sürdüğünüz manalara gelebileceği gibi, bizim dediğimiz
şekilde, bununla, "Allah, O'nun ruhunu bir secde edenden, diğer bir secde
edene taşımış, dolaştırmıştır" manasının kastedilmiş olması da
muhtemeldir. Bütün bu manalar muhtemel olunca, bunlar arasında bir tezâd ve bir
üstünlük bulunmaması gerekteği için, ayeti bu manalardan hepsine de hamletmek
gerekir."
Bu râfizîlerin
hadisten delilleri ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Ben, hep temiz
erkeklerin sulbünden, temiz kadınların
rahimlerine aktarılıp durdum" şeklindeki sözüdür. Halbuki kâfir olan her
insan, "Müşrikler ancak pisliktirler" frtvt», 28) ayetinden ötürü,
pistir. Râfizîler sözlerine şöyle devam ederler: "Bu inancımızın
yanlışlığına, "Hani ibrahim babası Âzer'e, "putları ilah mı ediniyorsun?"
demişti" (En-âm. 74} ayetini delil getirirseniz, biz deriz ki: Buna şu
şekilde cevap verilir: "Baba kelimesi bazan "amca" için de
kullanılır. Yine Hz. Yakûb'un oğullan, Yakûb (a.s)'a "Senin ilâhına,
babalann-dedelerin İbrahim, İsmail ve Ishak'ın ilahına ibadet ederiz"
(Bakara, 133) diyerek, İsmail (a.s), amcası olmasına rağmen, "baba"sı
olarak saymışlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) de, amcası Abbasi kastederek,
"Babamı bana getirin"[130]
demiştir. Yine putları ilah edinen bu kimsenin, Hz. İbrahim'in annesinin babası
olması da muhtemeldir. Çünkü Arapça'da buna da baba denir. Zira Cenâb-ı Hak,
"Onun zürriyetindendir, Dâvud, Süleyman ...ve tsâ" (En-Am. 84)
buyurarak, Hz. İbrahim (a.s), ana tarafından onun dedesi olmasına rağmen, İsa
(a.s)'yı İbrahim (a.s)'in zürriyetinden saymıştır.
Bil ki biz (ehl-i
sünnet) bu hususta, Hak Teâlâ'nın, "Babası, Âzer'e..." ayetine
tutunmaktayız. Râfizîlerin söyledikleri ise, lafzı, zahirî manasından çıkarıp,
mecazî mana vermektir. Onların, "Secde edenler arasında dolaşmanı"
ayeti hakkında söyledikleri, "Bunu bütün manalara hamletmek gerekir"
şeklindeki görüşleri mümkün değildir. Çünkü bir kaç manaya gelebilen bir lafzı,
aynı anda bütün manalarına birden hamletmenin caiz olmadığını beyân etmiştik.
Râfizîlerin hadisden delillerine gelince, bu haber-i vâhid olup, Kur'ân'a
muâraza edemez.
[131]
"Şeytanların
kimlerin üzerine indiğini size bildireyim mi? Onlar, her günahkâr yalancının
tepesine inerler. Onlar, onlara duyduklarını anlatırlar ve onlann çoğu yalancıdırlar'.' (Şuara,
221-223).
Bil ki Allah Teâlâ,
onların önceden ileri sürdükleri şüpheyi tekrar edip, buna şu iki şekilde cevap
vermişdir:
1)
"Onlar, her günahkâr yalancının tepesine inerler" diye... Bu, daha
Önce de anlattığımız şu hususun aynısıdır: Kâfirler, şeytana itaata davet
ederler, Muhammed (s.a.s) ise, şeytana, lanete ve ondan uzaklaşmaya davet eder.
2) "Onlar, şeytanlara kulak verirler ve
onların çoğu yalancıdırlar" diye... Bununla, "Onlar, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in durumunu, kâhinlerin durumuna kıyas ediyorlardı. İşte bundan ötürü
onlara sanki şöyle denilmektedir: "Eğer bu durum, sizin söyledğiniz gibi
olsaydı -ki, kâhinlerin genel halleri, yalancı
oluşlarıdır-Peygamberin durumunun da böyle olması gerekirdi. Peygamber
(s.a.s)'in, gayba ait haberlerinde
doğruluğundan başka birşey
ortaya çıkmadığına göre,
O'nun durumunun kâhinlerinkine benzemediğini ve onlartn durumunun aksine
olduğunu anlamış bulunmaktayız" manası kastedilmiştir.
Müfessirler bu ayet
hakkında şu izahları yapmışlardır:
a) Burada bahsedilenler şeytanlardır. Rivayet
olunduğuna göre şeytanlar, (göklerde) taşlanarak melekleri dinlemekten
menolunamazdan önce, mele-i a'la'daki konuşmalara kulak verip dinliyor ve
oradakilerin haberdâr oldukları gayblar hakkında, o meleklerin konuşmalarından
bazılarını duyuyor, kapıyor, sonra da bunu kendi dostlarına ulaştırıyorlardı. Dostlarına
ulaştırdıkları şeylerin çoğunda
yalan söylüyorlardı. Çünkü o şeytanlar, duymadıkları şeyleri de,
duyduklarına katıp tostlarına söylüyorlardı.
b) Onlar,
meleklerden duyduklarını aynen dostlarına ulaştırıyorlardı.
c) "Effâk", (yalancılar), duyduklarını
şeytanlara söylüyor, şeytanlar da kendi duyduklarını onlara haber veriyorlardı.
d)
Effak", (yalancı kâhinler), şeytanlardan duyduklarını, insanlara söylüyorlardı.
Halbuki o kâhinlerin çoğu yalancıdır, şeytanların kendilerine söylemedikleri
şeyleri de, şeytanlar söyledi diye iftira edip, söylüyorlardı.
İmdi, eğer,
"Ayetteki kelimesinin i'rabtaki yeri nedir?" dersen, derim ki: Bunun,
hâl olmak üzere, mahallen mansub olması ve "duyduklarını söyleyerek
inerler" manasında olması mümkün olduğu gibi, "effâk"in sıfatı
olarak, mahallen mecrûr olması da mümkündür. Çünkü ifadesi de cemi
manasındadır. Bunun müste'nef r r cümle olarak irabdan mahalli olmayan bir kelime
olması da muhtemeldir. Bunun, uste'nef bir kelime olması da muhtemeldir. Buna
göre sanki birisi, "O şeytanlar, palancılara niçin geliyorlarmış?"
demiş de, cevaben, "şöyle şöyte yapmak için" denilmiştir.
Eğer, "Cenâb-ı
Hak, onların herbirinin yalancı olduklarını bildirdikten sonra, daha niçin,
"Onların çoğu yalancıdır" buyurmuştur" denilirse, ben derim ki:
"Eflâk, hep yalan söyleyen manasında değil, çoğu zaman yalan
söyleyen demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onların cinlerden-şeytanlardan
naklettikleri şeyler hususunda, söyledikler sözlerinin bazısının doğru
olduğunu, ama çoğunun bir iftira olduğunu bildirmiştir.
[132]
"Şairlere
gelince, onlara da sapıklar uyar. Onların her sahaya daldıklarını ve gerçekten
hep yapmayacakları şeyleri söylediklerini görmüyor musun? Fakat bunlardan,
ancak imân edip sâlih amelde bulunanlar, Allah'ı çok zikredenler ve zulme
uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar böyle değildir. O zulmedenler yakında
hangi inkalab (değişim) ile sarsılacaklarını görecekler." (Şuarâ,
224-227).
Bil ki kâfirler,
"Şeytanların, kehâneti kâhinlere; şiiri de şairlere ilham edip, vermeleri
gibi; Kur'ân'ı da Hz. Muhammed (s.a.s)'e getirdiğini söylemek niçin mümkün
olmasın?" deyip, Cenâb-ı Mak da, Hz. Muhammed (s.a.s) le kâhinler arasındaki
farkı ortaya koyunca, bu ayetlerde de, Hz. Peygamber (s.a.s) ile, şairler
arasındaki farkı gösteren şeyleri bildirmiştir. Bu fark da, şairlere, genelde
azıp-sapanlann tâbi olmuş olmalarıdır. Cenâb-ı Hak daha sonra bu azıp-sapmayı,
şu iki hususla izah etmiştir:
1)
"Onlar, her sahaya dalarlar" diye... Bununla, onları takibettikleri
çeşitli yollar kastedilmiştir. Bu tıpkı senin, "Ben bir vadide, sen bir
vadide..." demen gibidir. Çünkü o şâirler, bazen bir şeyi zemmettikten
sonra medhedebilirler veya aksini yapabilirler. Yine onlar, birşeyi küçümseyip
değersiz olduğunu söyledikten sonra, aynı şeyi yüceltip saygı da duyabiliyorlar
veya aksini yapabiliyorlar. Bu ise, onları şiirleri ile, hak ve doğruluğu elde
etme peşinde olmadıklarını gösterir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumu ise, bunun
tam aksinedir. Çünkü işin başından sonuna kadar, hep aynı çizgide, yani Allah'a
çağırma, âhirete teşvik etme ve dünyaya yönelmemeye davet etme çizgisinde devam
etmiştir.
[133]
2) Onlar,
hep, yapmayacakları şeyleri söylüyorlar" diye... Bu da, dalâlet
işaretlerindendir. Çünkü onlar, bazan cömertliğe teşvik ediyor, bazan
cömertlikten yüz çevirtiyor; bazan cimriliğe teşvik ediyor, bazan ise, ondan
nefret ettiriyor; bazan insanları, atalarından çıkmış ufacık bir kusur ile
tenkid ediyor, ama kendileri daha büyüğünü yapıyorlar. Bu da onların,
azıp-sapmalarına delâlet eder. Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelince, O, işe önce
kendisinden başlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Sakın Allah ile beraber
diğer bir tanrı daha çağırma. (Sonra) azablandınlanlardan olursun" (Şuara,
213) demiştir. Daha sonra da oymak oymak akrabalarına dini tebliğ etmiştir.
Çünkü Cenâb-ı Hak O'na, "Sen (önce) aşiretini uyar" (Şuara, 214) diye
emretmiştir ki bütün bunlar, o şairlerin yollarına benzemez. Bu anlattıklarımız
ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumunun, o şâirlerinkine benzemediği ortaya
çıkar.
[134]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, işte Hz. Peygamber ile şâirler arasındaki farkı anlatmak için, şâirlerin
bu kötü özelliklerini sayınca, şu dört vasfı taşıyan şâirleri, bunlardan
istisna etmiştir:
1) "İman, bu "iman edenler
müstesna" cümlesi ile anlatılmıştır.
2) Amel-i
sâlih. Bu da ayette "sâlih amelde bulunanlar" cümlesi ile
anlatılmıştır.
3) Bunların şiirlerinin, tevhid, nübüvvet ve insanları
hakka davet hususlarında olması... Bu da, "Allah'ı çok zikrederler"
cümlesi ile anlatılmıştır.
4)
Kendilerini hicvedenlere karşılık vermeleri
durumu dışında, hiç kimseyi hicvetmemeleri... Bu da, "zulme uğratıldıktan
sonra öçlerini alanlar böyle değildt" cümlesi ile anlatılmıştır. Çünkü Cenâb-ı
Hak, "Allah, çirkin sözün
alenen söylenmesini sevmez,
zulme uğrayanlardan olursa bu
müstesna". (Nisa, ı«) buyurmuştur. Hem sonra bu hususta şart olan,
tecavüzü haddi aşmayı bırakmaktır. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Kim size karşı
haddi aşarsa, siz de tıpkı onların haddi aşmaları kadar ona karşı koyun (haddi
aşın)"(Bakan, 194) buyurmuştur. Ayetteki, bu istisna ile, Abdullah b.
Ravaha, Hassan b. Sâblt, Ka'b b. Malik, Ka'b b. Züheyr gibi şairlerin
kastedildiği ileri sürülmüştür. Çünkü bunlar şiirleriyle Kureyş kâfirlerini
hicvediyorlardı. Ka'b b. Mâlik (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygamber (a.s) bana, "Kureyş'i hicvedin. Canım, elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, sizin onlara bu hicviniz, ok yağdırmadan daha
çetindir." Yine, Hz. Peygamber (a.s), Hassan b. Sâblt (r.a)'e hep,
"Söyle, Ruhu'l-Kudüs de seninledir" derdi.
[135]
Ayetteki, zulmedenler, yakında hangi inkilab (değişim)
ile sarsılacaklarını görecekler" cümlesine gelince, Allah en iyisini bilir
ya, bana göre bu şu manayadır: "Allah Teâlâ bu sûrede, Hz. Peygamber
(a.s)'in kalbinden kederini silecek aklî delilleri, geçmiş peygamberlerin (a.s)
kıssalarını, peygamberliğinin hüccetlerini, müşriklerin O'onunlaOnu.bazan
kâhin, bazan şâir diye adlandırmalarından tutarsızlıklarını, önce Hz. Peygamber
(a.s) ile kâhinler arasında, sonra yine O'nunla şâirler arasındaki farkı
zikrederek anlatmış ve sûreyi işte böyle büyük bir tehdidle sona erdirmiştir.
Bu, "Kendilerine zulmedip, ayetlerimizi düşünmeyen, delillerimiz hakkında
kafa yormayan bu kimseler, yakında hangi inkılâb ile sarsılacaklarını görüp
anlayacaklar" demektir. Alimlerin çoğu, "Bu ifadeyle, Cenâb-ı Hakk o
şâirlerde bulunduğunu söylediği yollardan, insanları menetmeyi
kastetmiştir" demişlerdir. Ama birinci izah, sûrenin başından-sonuna
kadarki nazmına daha uygundur. Allah en iyi bilendir.
Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a aittir. Salat, efendimiz ümmî peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e, ailesine, ashabına, mü'minlerin anneleri olan peygamber zevcelerine ve kıyamete kadar, bunlara güzellikle uyan mü'minlere olsun. (Âmin) [136]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/297
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/297
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/297
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/297
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/297-298
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/299
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/299
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/299
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/300
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/300
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/301
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/301
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/301-302
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/302-303
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/303-304
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/304
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/304-305
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/305-306
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/306
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/306
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/307
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/307-308
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/308-309
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/309-310
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/310-311
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/311
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/311-312
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/312
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/312-315
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/315-316
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/316
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/316-317
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/318
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/318
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/318-320
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/320
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/320
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/320-321
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/321-322
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/322-323
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/323
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/323-324
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/324
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/324-325
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/325
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/325-326
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/326-327
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/328
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/328
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/328-329
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/329
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/329
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/329-330
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/330
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/330-331
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/331
[57] Manada bir tuhafılık var, fakat metin bu şekildedir
(ç.).
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/331-334
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/334-335
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/335
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/336
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/336-337
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/337-338
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/338-339
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/339-340
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/340
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/340-341
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/341
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/341
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/342
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/342-343
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/343
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/343-344
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/344
[75] Tirmizi, SevAbu'l-Kur'ân.-ÎS (5/184).
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/344-345
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/345
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/345
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/345-346
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/346-347
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/347-348
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/348
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/348
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/348
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/349
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/349-350
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/350-351
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/351-352
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/352
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/352-353
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/353-354
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/354-355
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/355-356
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/356-358
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/359
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/360
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/360
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/360-362
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/362-363
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/363-365
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/366-368
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/369-370
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/370-371
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/372
[105] Feleklerin konumundan ve yıldızların birbirlerinin
karşısında yer almasından, birbirlerine yaklaşmasından ve şekillerinin üçgen,
altıgen, kare, vs. oluşlarından; kâinat aleminde meydana gelen hadiselerle
semâ boşluğunda, madenlerde, bitkilerde ve canlılarda meydana gelen
bozukluklara dair istidlalde bulunmaktır. Keşfu'z-Zunûn, 1/22.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/372-373
[107]Ad ve Semûd kavimleri ile ilgili Hz. Hûd (a.s) ve Hz.
Salih (a.s) kıssaları Tevrat ve İndilerde geçmez. Hz. Nûh, Hz. Ibrahtm ve Hz.
Musa (a.s) kıssaları ise (mevcut Tevrat'ta) bulunmakla birlikte bazı hususlarda
farklılıklar vardır (Bunlar için bkz: M. Bucaille, Kur'an ve Bilim, Tre. Suat
Yıldırım, izmir, 1981. s. 311 vd.)- Z'1"8- Kur'ftn-ı kerim bir (tasdik
edici) ise, dtğertaraftan. Mühey-min, yani kontrofcüdür. Onun için bazı
hususlarda bu farklılıklar bulunur. Müfessirierimiz bu noktayı burada gözden
kaçırmış görünüyor (ç.).
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/373-374
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/374
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/374
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/374-375
[112] Buhâri, İman, 39; Müslim, Müsâkat, 107 (3/1220).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 17/375-376
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/376-377
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/377
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/377-378
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/379
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/379-380
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/380
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/380-381
[120] Manaya nüfuz etmek hayli zor ise de başka türlü
tercümeye ibare müsait değil (ç.).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 17/381
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/31-383
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/383-384
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/384-386
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/386
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/386
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/37
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/387
[128] Buhâri, Salât, 40; Müslim, Salât, 110 (1/519).
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/387
[130] Kenzu'l-Ummâl, 10/30195.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/387-388
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/388-390
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/390
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/391
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/391
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/392