Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
Şuara Suresi'ne "Şairlere gelince onlara sapıklar uyarlar." ayetiyle başlayıp "İman edenler ve ameli salih işleyenler bundan müstesna..." ayetiyle devam eden "şuara (şairler)" hakkındaki ayetlerle son bulduğu için bu ad verilmiştir. Bu ayetler de Muhammed'in (s.a.) şair olduğunu ve onun getirdiği kitabın şiir kabilinden olduğunu iddia eden müşriklere reddiye kasdıyla nazil olmuştur. [1]
Bu surenin Furkan Süresiyle hem konu, hem başlangıç hem de sonuç itibariyle irtibatı gayet açıktır.
Konu yönünden: Furkan Suresi'nde mücmel olarak zikredilen peygamberlerin kıssaları bu surede zikredilen sıraya göre önce Hz. Musa'nın kıssasıyla başlayarak tafsilatıyla anlatılmıştır. Bu, iki sure arasındaki irtibatı temin eden gayet hoş bir sırdır.
Furkan Suresi'nde peygamberler arasındaki pek çok nesillere işaret edilmiştir. Burada ise Hz. İbrahim, Şuayb kavmi ve Lût kavmi kıssaları tafsiyatıyla yer almıştır.
Başlangıç açısından: Her iki sure de Kur'an-ı Kerim'i ta'zim ile başladı. "Furkan'ı (hakkı batıldan ayırd eden Kur'an'ı) indiren Allah yüceler yücesidir." ve "Bunlar apaçık kitabın (Kur'an'ın) ayetleridir."
Sonuca bakılırsa: Her iki surenin sonu birbirine benzemektedir. Furkan Suresi hakkı yalanlayanları tehdit ederek müminlerin cahillere "Selâmette olasınız" dediklerini ve boş söze dalmayıp güzelee çekip gittiklerini anlatarak sona ermiştir. Şuara Suresi de hakkı yalanlayan zalimleri tehdit ederek salih ameller işleyen, Allah'ı çok zikreden ve zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alan mümin şairlerden razı olunduğunu bildirerek sona erdi. [2]
Bu sure diğer Mekkî sureler gibi tevhidi (Allah'ın birliğini) nebevi risaleti ve öldükten sonra dirilmeyi ispat etme gibi iman ve itikadın temel esaslarını ihtiva etmektedir. Bu sebeple bu surenin ayetleri zecretmek, korkutmak ve çok etki etmek için kısa ayetler olmuştur.
Sure; Kur'an-ı Kerim'in hidayet hususundaki hedefinin beyan edilmesi, salih müminlerin cennetle müjdelenmesi, ahirete inanmayan kâfirlerin azapla korkutulması, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy olarak indirildiğinin ispat edilmesi, kavminin onun peygamberliğine iman etmekten yüz çevirmelerinden dolayı Ona teselli verilmesi, bitkilerin Allah'ın varlığına ve birliğine delil olarak zikredilmesi konularıyla başlamıştır.
Daha sonra hakkı yalanlayanlara ders olması için peygamberlerin kavimleriyle olan kıssalarına yer vermiştir. Önce Hz. Musa kıssası ve mucizeleriyle diktatör Firavun'a karşı ve kavmiyle Allah'ın birliği hakkında tartışmaları, Hz. Musa'nın apaçık mucizelerle te'yit edilmesi ve sihirbazların Hz. Musa ve Harun'un Rabbine iman etmeleriyle başladı. Bunun ardından Hz. İbrahim Halil'in (a.s.) babası ve putperest kavmiyle olan kıssası, Hz. İbrahim'in (a.s.) putlara tapmayı reddetmesi ve Allah'ın birliğini ispat etmesi anlatıldı.
Bundan sonra Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb (a.s.) kıssalanyla bu peygamberlerin puta tapıcılığa, ahlâkî ve içtimaî anarşiye karşı amansız mücadeleleri, peygamberleri yalanlamanın akıbeti ve azgın diktatörlerin hayatlarının çeşitli korkunç azaplarla sona ermesi beyan edildi.
Bunun ardından surenin başlangıcı gibi sonunun da yüce Kur'an'ın şeytanların sözü değil de âlemlerin rabbi tarafından indirilmiş vahiy olduğunu ispat etti. Hz Muhammed'in (s.a.) kâhin veya şair olmayıp Allah'ın risaletini kendi kavmine ve bütün insanlığa tebliğ etmek için görevlendirilmiş Allah'ın Rasulü olduğunu, onun muvahhidler neslinden olduğunu, müşriklerin davranışlarından berî olduğunu ifade etti. Müşriklerin iftiralarını ve Kur'an-ı Ke-rim'in iftiracı, mücrim kişilere inen şeytanların indirdiği ayetler olduğu şeklindeki iddiaları reddetti. Müşriklere, şairlere tabi olanların mücahid salih müminler olmayıp sapık ve azgın kişiler olduğunu bildirdi. [3]
Bu surenin fazileti hakkında biri İbni Abbas'tan (r.a.) diğeri Bera b. Âzib'-den (r.a.) iki hadis nakledilmiştir.
İbni Abbas (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Bakara olayının anlatıldığı sure zikr-i evvelden, Tâ-Hâ ve Tâ-Sin-Mim sureleri Musa'nın levhalarından, Kur'an'ın fatihaları ve Bakara Suresi'nin son ayetleri Arş'ın altından bana verildi. Mufassal sureler nafile (ziyade hayır) olarak bana verildi."
Berâ b. Azib (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Allah bana ilk uzun yedi sureyi Tevrat'ın yerine, Mübîn suresini İncil'in yerine, Ta-Sin-Mim'leri Zebur'un yerine verdi. Beni Ha-Mim'ler ve mufassal surelerle üstün kıldı. Bu sureleri benden önce hiçbir peygamber okumadı. "[4]
1- Tâ, Sîn, Mîm.
2- Bu ayetler hakkı beyan eden Kitab'ın ayetleridir.
3- (Ey Muhammedi) İman etmiyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.
4- Eğer dilersek biz o inkâr edenlerin üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.
5- Onlar Rahman'dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler.
6- Onlar hakkı yalanladılar. Alay etmekte oldukları o (korkunç) şeyin haberleri yakında kendilerine ulaşacaktır.
7- Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı? Biz orada her bitkiden nice değerli çiftler yarattık.
8- Şüphesiz ki, bunlarda büyük bir delil vardır. Ne var ki onların çoğu iman eden kimseler değildirler.
9- Şüphesiz ki senin rabbin mutlak galiptir, çok merhametlidir.
"... Ona boyun eğmek zorunda kalırlar." ifadesi inkâr edenleri kaplayacak zillet ve horlanmadan kinayedir.
"Alay etmekte oldukları o (korkunç) şeyin haberleri yakında kendilerine ulaşacaktır." ifadesi ise ceza ile tehdittir.
"Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı?" cümlesi Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerini incelemeyi ihmal etmek üzerine tevbih (azarlama) amacı taşıyan bir sorudur. [5]
"Tâ, Sîn, Mîm" Sin harfinin sonundaki nun mim harfine idgam yapılarak Tâ-Sîm-Mîm şeklinde okunur. Bu elif-bâ harflerinden murad daha önce açıkladığımız gibi Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşuna işaret etmek ve Araplara bunların benzerlerini getiremeyecekleri şeklinde meydan okumaktır. Bunlar Arapların dillerini meydana getiren ve her Arabm konuşmasının temel taşlan olan elif-bâ harfleridir. Halbuki Araplar ifade üstadları, fesahat ve belagat süvarileri idiler. Buna göre bu harfler "elâ" v.b harfler ve nida harfi olan "yâ" harfi gibi dikkat çekme harfleridir.
"Bu ayetler hakkı beyan eden Kitab'ın ayetleridir." Yani bu suredeki bu ayetler yahut Kur'an'ın bütün ayetleri mucize olduğu ve doğruluğu gayet açık olan, hakkı batıldan ayırd eden Kur'anın ayetleridir. "Ayât" kelimesinin "el-ktâb" kelimesine muzaf olması "min" manasmdadır, yani kitaptan ayetler demektir.
(Ey Muhammedi.) "Neredeyse" Burada ayetteki "lealle" kelimesiyle yadırgama ve şefkat etme maksadı güdülen soru manası murad edilmektedir. Yani bu üzüntüyü hafifletmek suretiyle nefsine şefkatle davran.
"... iman etmiyorlar diye" kavmin olan Mekkelüerin iman etmemeleri sebebiyle "kendini mahvedeceksin." Gam ve üzüntüden dolayı kendini bitirecek, nefsini helak edeceksin.
"Eğer dilersek biz o inkâr edenlerin üzerine gökten bir mucize" imana zorlayıcı bir delil yahut imana zorlayacak ağır bir belâ "indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar." Yani o boyunların sahipleri teslim olmak zorunda kalır. Nitekim "nefis" için "vech" kelimesiyle kinaye yapılmıştır.
Boyunlar akıl sahiplerinin sıfatlarıyla -yani teslim olmakla- tavsif edilince boyunlar da akıllı varlıklar gibi kullanılmıştır. Sıfat akıllı varlıklar gibi çoğul yapıldı. Ayetin aslı "Ona boyun eğmeye devam ettiler." anlamındadır.
"Onlar Rahman'dan" peygamberine vahiy suretiyle "kendilerine gelen" tekrar tekrar hatırlatmak ve emre çeşitlilik vermek için "her yeni" inen "öğütten" hatırlatma ve nasihatten, Kur'an'dan "mutlaka yüz çevirirler." Yeniden uzaklaşırlar, yeniden bulundukları durumda ısrar ederler.
"Onlar" bu ilâhî öğütten yüz çevirdikten ve kendilerini Kur'an'la alay etmeye sürükleyecek kadar "hakkı" yalanlamakta ileri gittikten sonra bu ilâhî öğütleri "yalanladılar." Hak mı batıl mı diye "Alay etmekte oldukları o" korkunç "şeyin haberleri" akıbeti "yakında kendilerine ulaşacaktır." Yani azap ya Bedir gününde olduğu gibi dünyada yahut ahirette onlara gelecektir.
"Onlar hiç yeryüzüne" oradaki hayret verici varlıklara "bakmazlar mı? Biz orada her bitkiden nice" faydası çok övgüye lâyık "değerli çiftler yarattık." Ayette geçen "kerim (değerli)" kelimesi övülecek, hoşlanılacak her şey için kullanılan bir sıfattır.
"Şüphesiz ki bunlarda" bu çeşit çeşit bitkilerin yeşertilmesinde bunu yeşerten kimsenin tam bir kudret ve hikmet sahibi olduğuna, nimeti ve rahmeti bol olduğuna "büyük bir delil vardır. Ne var ki" Allah Tealâ'nın ilminde "onların çoğu iman eden kimseler değildirler." Bunlar gibi büyük mucizeler onlara fayda vermez.
"Şüphesiz ki senin rabbin Azizdir." İzzet sahibidir, her şeyden üstündür, kâfirlerden intikam almaya kadirdir. "Rahim'dir." Zira onlara mühlet vermektedir. Yahut kâfirlerden intikam alma hususunda güçlüdür, tevbe eden ve iman eden kimselere de çok merhamet edendir. [6]
"Tâ, Sîn, Mim. Bu ayetler hakkı beyan eden kitabın ayetleridir." Yani bu Kur'an tâ, sin, mim gibi Arap harflerinden meydana gelmiştir. Bu harflerle benzerini getirmeleri için Araplara meydan okuma amacı güdülmektedir. Bundan aciz kaldıklarından, bunun Allah'ın peygamberine vahyedilen kelâmı olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bunlar hakkı batıldan, imanı küfürden ayırd eden her şeyi gayet açık-seçik beyan eden Kur'an ayetleridir.
"İman etmiyorlar diye sen neredeyse kendini mahvedeceksin."
Ya Muhammed (s.a.)! Sen kavminin peygamberliğine iman etmemesi sebebiyle üzüntüden dolayı kendini helak mi edeceksin?
Bu Allah tarafından Rasulü'ne yapılan kendisine iman etmeyen kâfirler hakkında bir tesellidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O halde senin nefsin onlar için duyduğun üzüntülerle bitip tükenmesin." (Fatır, 35/8); "Neredeyse sen bu (ilâhî) söze inanmazlarsa bir üzüntü duyarak arkalarından kendini mahvedeceksin. "(Kehf, 18/6).
"Eğer dilersek biz o inkâr edenlerin üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar." Yani Allah her şeye kadirdir. Dolayısıyla biz onların başına onları zorla imana sevkedecek bir mucizeyi gökten indirirdik, onlar boyunlarını eğerek zelil bir şekilde teslim olurlardı ya da onların büyükleri ve liderleri itaat ederlerdi ama biz bunu yapmadık. Çünkü biz herkesten zorla değil sadece kendi tercihi, arzusu ve rızasıyla iman etmesini istiyoruz.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunan herkes elbette toptan iman ederlerdi. Böyle iken sen hepsi mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?"(Yunus, 10/99); "Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları muhakkak ki tek bir millet yapardı." (Hûd, 11/118). Yani bizim ilâhî sünnetimiz peygamberlerin insanoğluna gönderilmesi, basiretle ve ikna olarak iman etmeleri için insanlara ilâhî kitapların indirilmesi şeklinde gerçekleşti.
Fakat kâfirler küfürde ileri gitmişler, sapıklığa iyice dalmışlar, inatçılık yapıyorlar, haktan yüz çeviriyorlardı. "Onlar Rahman'dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler." Yani kendilerine gökten ne zaman ilâhî kitap gelse insanların çoğu bundan yüz çevirirlerdi. İlâhî kitapların yeniden indirilmesinin amacı sadece düşünmeleri, fikir yürütmeleri, hidayeti bulmaları ve ıslah olmaları için tekrar hatırlatma yapmak ve üslûpta çeşitlilik içindir. Ancak Allah kendilerine her yeni öğüt ve hatırlatmayı gönderdikçe yeniden yüz çevirmişler ve yalanlamışlardı.
"Onlar hakkı yalanladılar. Alay etmekte oldukları o (korkunç) şeyin haberleri yakında kendilerine ulaşacaktır." O müşrikler Peygamberin (s.a.) getirdiği ilâhî öğüdü ve hakkı yalanladılar, sonra alay etmeye yöneldiler. Onlar yakın gelecekte bu yalanlamanın ve alay etmenin sonucunu gayet iyi bileceklerdir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunun haberini pek yakında hepiniz mutlaka bileceksiniz." (Sad, 38/88); "Ey kulların üzerine çöken büyük pişmanlık! Zira onlar kendilerine herhangi bir peygamber gelirse onunla alay ederlerdi." (Yasin, 36/30).
Sonra onlar Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini ve görünen eserlerini düşünmekten de yüz çevirdiler. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı? Biz orada her bitkiden nice değerli çiftler yarattık."
Yani Onlar Allah'ın yarattığı ve orada her cinsten çok faydalı bitkiler ve meyveler yeşerttiği yeryüzüne bakmıyorlar, bununla Allah'ın hakimiyetinin büyüklüğüne, göz kamaştırıcı kudretine delil getirmiyorlar mı? Allah vardır, birdir, bu kavmine hidayet vermeye ve her şeye kadirdir.
Hem "kem" hem de "kül" kelimesinin bir arada getirilmesi "küll" kelimesinin bütün tafsilatıyla bitkilerin çeşitlerini ve çiftlerini kuşattığı içindir, "kem" kelimesi ise bu çevre çok çok çeşitlidir anlamını vermek içindir. Dolayısıyla ayet çeşitlilik, çokluk ve her şeyi kuşatmayı bir arada toplamıştır.
"Şüphesiz ki bunlarda büyük bir delil vardır. Ne var ki onların çoğu iman eden kimseler değildirler."
Yani bitkilerin bu şekilde yeşertilmesinde her şeyi yaratan Allah'ın kudretine, O'nun can vermeye ve diriltmeye kadir olduğuna delâlet vardır. Bununla birlikte insanların pek çoğu iman etmediler, bilakis onu, peygamberlerini ve kitaplarını yalanladılar, Onun emrine muhalefet ettiler ve O'nun nehyettiklerini işlediler.
"Şüphesiz ki Rabbin Azizdir, Rahim'dir." Yani ey Peygamber! Senin Rab-bin her dilediğine kadirdir. O her şeye galip olan ezici güç sahibidir, yarattıklarına çok merhametlidir. Kendisine isyan edenleri hemen cezalandırmaz. Bilâkis öylelerine mühlet verir, belki bu bataklıktan kurtulur diye cezalarını erteler. Sonra da hükmünde galip ve muktedir bir kimsenin yakalaması şeklinde yakalayıp cezalandırır. [7]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an-ı Kerim hakkı beyan eden, batılı çürüten, hükümler koyan, hidayet ve doğru yola davet eden Allah'ın gayet açık-seçik mucize kelâmıdır.
2- Ey Peygamber! Kavminin seni yalanlamalarına, senin risaletinden yüz çevirmelerine Kur'an'a ve İslâm davetine iman etmemelerine aşırı derece üzülmene ve kederlenmene gerek yoktur.
3- Yüce kudretin sahibi olan Allah onları iman etmeye zorlayan açık bir mucize indirmeye kadirdir. Fakat bunu yapmamıştır. Çünkü O'nun sünneti ve hikmeti imanı zorlama ve icbar olmayan tercihe bağlı bir keyfiyet kılmıştır.
"Dinde (dine girişte) zorlama yoktur. Doğru yolla sapıklık açıkça ortaya çıkmıştır." (Bakara, 2/256).
4- Öğütlerin ve hatırlatmaların yenilenmesine rağmen müşrikler hidayetten yüz çevirdiler, peygamberlere indirilen şeyi yalanladılar. Yalanladıkları ve alay ettikleri o korkunç şeyin akıbeti yakında kendilerine gelecektir.
Dikkat edilirse Cenab-ı Hak kâfirleri önce indirilen Kur'an'dan yüz çevirmekle, ikinci olarak yalanlamak suçlamasıyla, üçüncü olarak alay etme derecesine kadar inkâr etme vasfıyla tavsif etti.
5- Mu'tezile "Rahman'dan gelen her yeni öğüt" ayetini Kur'an-ı Kerim'in yaratılmış olduğuna delil olarak saydılar. "Bu zikir Kur'an'dır." dediler. Bunun delili de "Bu mübarek bir zikirdir." (Enbiyâ, 21/50) ayetidir. Bu ayette zikrin muhdes (sonradan meydana gelmiş) ve bundan da Kur'an'ın muhdes (sonradan meydana gelmiş) olma sonucu çıkmaktadır. Bunun cevabı şudur: Bu muhdes-lik, meydana gelen vahiyle gönderilip tilâvet olunan lafızlar için kullanılmıştır. Kur'an'ın aslı olan "kelâmullah" olma keyfiyeti ise Allah Tealâ'nm ezeli oluşu gibi ezelidir.
6- Allah Tealâ "Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı?" ayetiyle azamet ve kudretine dikkat çekmektedir. Şayet onlar kalpleriyle görür, basiretleriyle bakarlarsa ibadete lâyık olan Allah herşeye kadirdir.
Bunun delili "Şüphesiz ki bunlarda büyük bir delil vardır." ayetidir. Yani yeryüzünde bitkilerin yeşertilmesi, büyütülmesi şeklinde zikredilen ayetlerde Allah'ın kudret sahibi olduğuna açık bir delil vardır. Fakat insanların çoğu kendileri hakkındaki ezelî ilmi tasdik edecek değildirler. Şüphesiz ki Allah düşmanlarına karşı kuvvetlidir. Onlardan intikam alıcıdır, dostlarına karşı da merhametlidir. [8]
10- Hani Rabbin, Musa'ya şöyle nida etmişti: "O zalimler kavmine git.
11- Firavun kavmine git; onlar hiç korkmazlar mı?"
12- (O) şöyle dedi: "Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarından korkuyorum."
13- Göğsüm daralır, dilim de dönmez. Onun için Harun'a da (Cebrail'i) gönder.
14- Hem ben onlara karşı suçluyum. Onların beni öldürmelerinden korkarım.
15- Allah şöyle dedi: "Hayır, (korkma)! ikiniz de ayetlerimizle gidin. Biz sizinle beraberiz, her şeyi işitiriz.
16- Firavun'a gidin. Ona: "Biz âlemlerin Rabbi'nin (Allah'ın) peygamberiyiz.
17- İsrailoğuüarı'nı bizimle serbest bırak, deyin."
18- Firavun: "Biz seni çocukken yanımızda büyütmedik mi? Ömrünün birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?
19- Sonunda yapacağın davranışı da yaptın. Sen nankörlerden birisin." dedi.
20- Musa: "Ben o suçu işlediğim zaman cahillerden biriydim.
21- Sizden korkunca da aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı.
22- İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşılığında (yaptığın ve) başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" (dedi.)
"Göğsüm daralır", "dilim de dönmez" ifadeleri arasında mukabele sanatı vardır.
"Rasul" ve "ersele" kelimelerinde cinas-ı iştikak vardır.
"Seni büyütmedik mi?.." (Şuara, 26/18) ayetinde hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. Takdir şöyledir: Firavun'a gidin. Ona bunu söyleyin. Bunun üzerine Firavun Musa'ya: "Biz seni çocukken yanımızda büyütmedik mi?" dedi.
"Harun'a da elçi gönder." ifadesinde de hazif yoluyla îcaz vardır. Yani Cebrail'i Harun'a gönder ve onu bana yardımcı olacak ve bana destek olacak bir peygamber kıl demektir. [9]
"Hani Rabbin, Musa'ya" ateş ve ağacı gördüğü gece "nida etmişti." Buradaki "iz" edatı mukadder bir fiile bağlıdır. Bu fiil ya "hatırlat" anlamındaki ya da "Ey Muhammed kavmine oku" anlamındaki fiillerdir.
İnkarcılık, İsrailoğullan'nı köleleştirmeleri ve evlâtlarını kesmeleri sebebiyle zulüm işleyen "O zalimler kavmine" Rasul olarak "git."
"Firavun kavmine git." Buradaki ikinci "kavm" kelimesi birinci "kavm" kelimesinden bedel veya atf-ı beyandır. "Onlar hiç" Allah'a itaat etmez, Ondan "korkmazlar mı?" Onu bir olarak kabul etmezler mi? Bu soru inkârîdir. Bu yeni bir başlangıç cümlesidir. Onların zulümle aşırı gitmelerinden ve haksızlığa cür'et etmelerinden dolayı hayret ederek kendilerini uyarmak için onun kendilerine elçi olarak gönderildiği ifadesi ile devam edilmiştir. Burada takvaya ziyadesiyle teşvik vardır.
Onların beni yalanlamalarından dolayı "Göğsüm daralır." Bu risaleti (ilâhî mesajı) yerine getirmek için dilimde bulunan ukde sebebiyle "Dilim dönmez. Onun için Harun'a da gönder." Yani kardeşim Harun'un peygamber olması için Cibril'i benimle birlikte kardeşim Harun'a da gönder.
"Hem ben onlara karşı suçluyum." Benim onlara karşı günah sorumluluğum var. Burada muzaf hazfedilmiştir. Murad edilen mana kıptînin öldürülmesidir. Bunu onların kanaatine bakarak "günah" olarak isimlendirdi. Bu sebeple "Onların beni öldürmelerinden korkarım." Bu adam öldürme peygamberliğin verilmesinden önce idi.
"Allah şöyle dedi: Hayır!" "Kellâ" kelimesi zecir ve red ifadesidir. Yani Allah'a güven, onlardan korkma. Onlar seni öldüremezler, demektir. "İkiniz de" sen ve kardeşin "ayetlerimizle" mucizelerimizle "gidin." Burada 2. şahıs 3. şahsa galip kılınmıştır. Bu ifade "kellâ (hayır)" kelimesinin delâlet ettiği fiile atfe-dümiştir. Sanki şöyle denmiştir: Ey Musa! Bu zannından vazgeç, sen ve seninle birlikte peygamber olmasını talep ettiğin Harun beraberce gidin.
"Biz sizinle beraberiz." Yani Musa, Harun ve Firavun'la beraberiz. Yahut cemi sigasıyla kullanılmıştır. Biz sizin söylediklerinizi, size söylenenleri, ikinizle Firavun arasında cereyan eden sözleri her şeyi "işitiriz." Ona karşı ikinize istünlük veririz.
"Firavuna gidin. Ona: Biz âlemlerin Rabbinin peygamberiyiz." Yani ikimizden her biri Allah tarafından sana gönderilen elçidir deyin. Yahut bununla cins murad edilmiştir yahut bu kelime (peygamber) gönderme ve risalet manası ihtiva etmektedir.
"îsrailoğulları'nı bizimle" birlikte Şam diyarına gitmek üzere "serbest bırak, deyin." Firavun'a gittiler.
"Firavun" Musa'ya: "Biz seni çocukken" bebek iken alıp "yanımızda büyütmedik mi?" Hz. Musa doğuma yakın olduğu ve sütten kesildikten sonra getirildiği için "velid" kelimesiyle adlandırılmıştır. "Ömrünün bir çok yıllarını" 30 yılı "aramızda geçirmedin mi?" Hz. Musa Firavun'un elbiselerini giyer, onun bineklerine biner, Firavun'un oğlu diye adlandırılırdı. Sonra Medyen'e gidip 10 sene orada kaldı. Sonra memleketine dönüp 30 sene Allah'a davet etti. Firavun ve kavminin boğulmasından sonra 50 sene daha yaşadı.
"Sonunda yapacağın davranışı da yaptın." Yani kıbtîyi öldürme suçunu işledin, dedi. Firavun Musa'nın üzerindeki iyiliklerini tek tek saydıktan sonra bu olayı büyülterek onu azarladı. "Sen nankörlerden birisin." Seni terbiye etmek suretiyle sana olan iyiliklerimi ve seni köleleştirmeme nimetini inkâr edenlerden birisin "dedi."
"Musa: Ben o suçu işlediğim zaman cahillerden biriydim." Musa, ben o suçu işlerken hata ederek yahut bilmeden Allah bana ilim ve peygamberlik vermeden önce işledim "dedi." Çünkü Hz. Musa'nın tfloptîyi öldürme kasdı yoktu. Hz. Musa "Sizden korkunca aranızdan" çıkarak Medyen'e "kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm" hikmet ve ilim "verdi" dedi.
"... Başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" Beni terbiye etmen bana zahiren minnette bulunduğun bir nimettir. Halbuki bu gerçekte senin îsrailoğulları'nı köleleştirip çocuklarını kurban etmendir.
Yani onları köle olarak kullandın ama beni köleleştirmedin. Sen onları köleleştirmek suretiyle zulmettiğin için senin bu şekilde nimetin yoktur.
Bazıları da sözün başında inkâr manasında bir soru edatı takdir etmişlerdir. Buna göre: Senin onları köleleştirmen yanında bu başa kaktığın şey de bir nimet midir? Senin benim başıma kaktığın nimet İsrailoğulları'nı köleleştirip beni köle olarak kullanmamandır.
1- Hz. Musa kıssası Bakara, A'raf, Yunus, Hud, Tâ-Hâ, Şuara, Nemi, Kasas, Gafir (Mümin), Secde (Fussılet) ve Naziat surelerinde değişik üslûplarla anlatılmıştır. [10]
Kur'an'da birçok surede^ çok defa tekrar edilen bu kıssanın burada zikre-dilmesiyle Peygamberimiz (s.a.) için kavminin yaptığı engelleme, yüz çevirme ve yalanlamaya karşı bir teselli verilmektedir.
Allah Tealâ müşriklerin O'nun risaletini yalandıklarını, onların uyarıldıklarını ve bitkilerin yeşertilmesiyle Allah'ın birliğinin ispat edildiğini zikrettikten sonra Hz. Musa'nın peygamberliği apaçık mucizelerle ispat etmesine rağmen kendisini yalanlayan Firavun ve kavmi ile Hz. Musa kıssasını zikretti. Ayetler ve uyarılar fayda vermeyince hakkı yalanlayanları kötü azap kuşatmış ve inkâr ve yalanlamalarının cezası olarak Allah onları denizde boğmuştu. [11]
Allah Tealâ bu kıssasıyla Musa b. İmran'ın peygamber olarak gönderilmesini, Rabbinin ona hitap etmesini ve O'nun Tur dağının sağ tarafından Rabbine yakarışını anlatarak başlamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Hani Rabbin Musa'ya: "O zalimler kavmine git, Firavun kavmine git; onlar hiç korkmazlar mı?" diye nida etmişti.
Yani Ey Muhammedi Kavmine şu olayı hatırlat. Hani Allah mukaddes Tuva vadisindeki Tur dağının sağ tarafından Musa'ya nida etmiş, onunla konuşmuş ve ona hitap etmişti. Musa'yı seçmiş, peygamber olarak göndermiş ve Ona şirk koşmaları, İsrailoğullan'nı köleleştirmeleri ve onların çocuklarını boğazlamaları sebebiyle kendi kendilerine zulmeden zalim Firavun ve kavmine gidip onları sadece Allah'a kulluk etmeye, Firavun'un ilâhlaştınlması fikrinden vazgeçmeye davet etmesini emretmişti.
Allah, Musa'ya onların durumuna hayret etmesi için şöyle buyurdu: Onlar benden sakınmıyorlar mı? Benim şiddetimden ahiretteki intikamımdan korkmuyorlar mı? Bana isyan etmekten, küfürlerine vjenaddi aşmalarına karşılık onlara vereceğim azabımdan sakınmıyorlar mı?
"Onlar hiç korkmazlar mı?" ifadesi yeni bir başlangıç cümlesidir. Bunun ardından Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın onlara uyan için gönderildiğini, onların başlarına gelecek feci akıbetten emin olduklarını ve Allah'tan pek az korktuklarını zikretti.
Hz. Musa'nın Allah Tealâ'dan işittiği nida Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'ye göre işitilen kelâm olmakla birlikte Allah'ın harflere ve seslere benzemekten münezzeh olan ezelî kelâmıdır. Ebu Mansur el-Matüridî ise şöyle demiştir: Musa'nın işittiği kelâm harfler ve sesler cinsindendi.[12]
"Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarından korkuyorum. Göğsüm daralır, dilim de dönmez."
Yani Musa Rabbine icabet ederek şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onların beni yalanlamalarından korkarım, üzülürüm. Yaptıklarından etkilenerek ve acı duyarak göğsüm daralır, peygamberliği yerine getirmek için üzerime vacip olan şeyi ifade etmeye dilim dönmez, kekelerim. Halbuki kardeşim Harun'un dili benden daha fasih, vücudu benden daha güçlüdür. "Onun için Harun'a da peygamberlik ver." Harun'u da benim gibi peygamber kıl yahut O'nun da benimle birlikte bana destek ve yardımcı olacak bir nebi ve rasul olması için Cebrail'i vahiyle O'na gönder.
Bir ikinci sebep de şudur: "Hem ben onlara karşı suçluyum. Onların beni öldürmelerinden korkarım." Yani ben Mısır'dan çıkmama sebep olan bir olay, peygamberlikten önce bir kıptîyi hataen öldürme olayı sebebiyle kıptî kabilesine karşı suçluyum. Eğer yalnız başıma olursa bu sebeple beni öldürmelerinden korkarım. O zaman da peygamberlikten beklenen amaç gerçekleşmez.
Bu ifade peygamberlerin de diğer insanlar gibi bazan korkuya kapılabile-ceğini ima etmektedir. Böyle bir korku Peygamberimiz (s.a.) için de vaki olmuş Cenab-ı Hak da onu "Allah seni insanlardan (insanların şerrinden) korur." (Maide, 5/67) buyurarak bu korkuyu gidermiştir.
Kısaca: Bunlar Hz. Musa'nın Allah'tan, kaldırmasını istediği mazaretler ve kendisiyle birlikte Hz. Harun'un da Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderilmesi için saydığı sebeplerdir.
Hz. Musa Firavun ve kavminin kendisini yalanlamalarından korktuğunu söyleyerek mazeret beyan etmeye başladı, ikinci olarak bundan etkilenerek ve elem duyarak göğsünün daralacağını söyledi. Sonra da üçüncü/olarak dilinin dönmemesini zikretti. Halbuki Harun (a.s.) kendisinden daha fesih bir lisana ve daha sakin bir mizaca sahipti.
Sonra dördüncü olarak, bir suçunun olduğunu söyledi. Bu suç peygamberlikten önce hataen işlediği adam öldürme suçu idi. Bu sebeple kıptîlerin derhal kendisini öldürmeye teşebbüs edeceklerinden ve dolayısıyla risaleti (ilâhî mesajı) ulaştırma ve ayma görevini yerine getirememekten korktu.
Hz. Musa'nın arzulan iki noktada toplanıyordu.
- Kendisinden kötülüğün, şerrin ve ihmalkârlığın kaldırılması,
- Kendisiyle birlikte Hz. Harun'un da elçi olarak gönderilmesi. Cenab-ı Hak da O'nun bu arzularını kabul edip şöyle buyurdu:
"Hayır (korkma)! İkiniz de ayetlerimizle gidin. Biz sizinle beraberiz. Her şeyi işitiriz."
Yani Allah, Musa'ya şöyle dedi: Ya Musa! Bu kanaatinden vazgeç. Hiçbir şeyden korkma. Çünkü onlar seni öldüremezler.
Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın ikinci arzusuna da "İkiniz de gidin" kavliyle icabet etti. Yani sen ve talep ettiğin kardeşin Harun beraberce sizlerin doğruluğuna delâlet eden ayetlerimizle ve mucizelerimizle Firavun ve kavmine gidin. Ben de sizlerin yardımcınız ve destekçinizim.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "İkiniz de korkmayın. Ben ikinizle birlikte her şeyi duyuyorum ve görüyorum." (Tâ-Hâ, 20/46). Yani. Ben, korumam, himayem, yardımım ve te'yidimle sizinle beraberim.
"İnna: (muhakkak ki biz)" kelimesiyle Cenab-ı Hak kendi zatını murad etmektedir. "(Müstemiûn)" ise onların söylediklerini ve verdikleri cevabı işitiyoruz demektir. Bu kavl-i kerîmiyle Cenab-ı Hak, Hz. Musa ile Hz. Harun'un kalplerini takviye etmeyi ve onlara yardım edeceğini ve onları koruyacağını beyan etmeyi murad etmiştir.
"Firavunagidin. Ona: "Biz âlemlerin Rabbininpeygamberiyiz. îsrailoğul-larını bizimle serbest bırak." deyin." Yani ikiniz birlikte Firavun'a gidin. Ona yumuşaklıkla ve nezaketle: "Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. Bizi sana ve kavmine elçi olarak Allah gönderdi. Yani ikimizden her birini sana gönderdi. İsrailoğullannı şu Allah'ın geniş arzında Rablerine kulluk etmeleri ve bizimle birlikte mukaddes topraklara -Filistin'e- dönmeleri hususunda serbest bırak" dedi.
Burada "rasul" kelimesi müfred olarak, bir başka ayette ise "Biz Rabbinin iki elçisiyiz" (Tâ-Hâ, 20/47) şeklinde tesniye olarak gelmiştir. Çünkü "rasul" kelimesi tek kişi için de birden fazla kişi için de kullanılabilir. Zira bu cins isimdir. Yahut burada rasul risalet manasındadır. Yani biz âlemlerin rabbinin risa-letinin sahibiyiz, demektir. Ya da Hz. Musa ile Harun aynı şeriat üzerindedirler ve kardeştirler. Sanki ikisi tek bir rasul gibidir. Yahut her biriniz peygamberdir demektir.
Firavun onlardan yüz çevirdi. Musa'ya döndü. O'nu iki hususta kınayarak küçümseme ve ihtar edasıyla şöyle dedi:
a) "Biz seni çocukken yanımızda büyütmedik mi? Ömrünün birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?"
Burada hazif yapılmıştır. Bu da şudur: Her ikisi Firavun'a gittiler. Allah'ın emrettiği şeyi ona söylediler. Bunun üzerine Firavun şöyle dedi: Senden beklenen bu değildir. Sen küçükken sarayımızda ve yatağımızda büyüttüğümüz, pek çok kişiyi öldürürken öldürmediğimiz ve senelerce kendisine ikramda bulunduğumuz kimse değil misin? Rivayete göre Hz. Musa onların yanında 30 sene kalmıştı. Sonra da sen bu iyiliğe nankörlükle karşılık veriyor ve şu sözle karşımıza çıkıyorsun: Bu iddia ettiğin ne zaman oldu?
b) "Sonunda yapacağın davranışı da yaptın. Sen nankörlerden birisin." Yani sen ayrıca bizden birini öldürdün. Bu vurarak öldürdüğün kıptî şahıstır. O benim adamlarımdandı. (Bu Firavun'un fırıncısı idi.) Sen nimete nankörlük edenlerden oldun. Bu davranış vefakârlık ve iyiliğe iyilikle karşılık vermek gibi yüksek şahsiyetlerin ahlâkından değildir.
Hz. Musa ölüm olayı ile ve inkâr etmediği bilinen ve açık olan (çocukken Firavun'un sarayında) terbiye edilmesi konusunda cevap verdi. Çünkü peygamber kendisine gönderildiği kimseler ona ikramda bulunsa da bulunmasa da peygamberliği tebliğ etmekle yükümlüdür. Bu gibi sözlerden yüz çevirmek daha evlâdır. Zira bu konuda böbürlenme ve övünme olmaz.
"Musa: Ben o suçu işlediğim zaman cahillerden biriydim, dedi." Yani Musa Firavun'a: Ben bu kötü fiili kıptînin öldürülmesi suçunu işlediğimde bunu kas-den değil hata ile işlemiştim. Bu bana vahyolunmadan ve Allah bana risalet ve peygamberlik ikramında bulunmadan önce idi. Ben öldürme kasdı olmaksızın hata ile adam öldüren bir kimse durumundayım. Yahut ben bu vuruşumun ölüme sebep olacağını bilmiyordum. Ben kendimi savunmak ve o adamı terbiye et-—ek üzere bilerek vurmuştum. Bu da ölüme sebep oldu. -Bu durum modern kanunlarda "ölüme sebep olan vuruş" adıyla adlandırılmaktadır- Yani beni kınadığın bu öldürme benim tarafımdan kasden yapılan bir fiil değildi.
"Sizden korkunca da aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı." Yani bana bir adam haber verip de "Kavmin ileri gelenleri seni öldürmek için plan yapıyorlar." (Kasas, 28/20) dediği zaman sizin şiddetinizden korkarak Medyen'e kaçtım. Bana bir başka emir de gelmişti. Bu Allah'ın bana anlayış, ilim ve hikmet bahşetmesi[13] beni sana elçi olarak göndermesiydi. Ben O'na itaat edersem selâmete kavuşurum. O'na muhalif olursam helak olurum.
Daha sonra Hz. Musa (a.s.) bir topluma -İsrailoğulları'na- kötülük yapıp o toplumun bir ferdini terbiye etme konusuna cevap vererek şöyle dedi:
"İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşılığında başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" Kavmim olan İsrailoğulları'na kötülük edip onları senin işlerini ve adamlarının ağır işlerini gören köleler ve uşaklar olarak kullanmandan sonra bana iyilik yapmış ve beni terbiye etmiş sayılmazsın. Topluma kötülük yapman yanında bir kişiye iyilikte bulunmanın kıymeti olur mu? Onlara yaptıklarına nispetle şu zikrettiğin hiçbir şey değildir.
"îsrailoğullarını köleleştirdin." sözünün manası onları zelîl kılarak kendine köle edindin demektir. "Sizden korktuğum zaman sizden kaçtım." ifadesin-deki "minküm" ve "hıftüküm" kelimelerindeki zamir çoğul olarak kullanılmış "İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşılığında başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" ifadesinde "temünnühâ" ve "abedte" kelimelerindeki zamir de müfred olarak kullanılmıştır. Çünkü korku ve kaçma sadece Firavun'dan değil, hem ondan hem de Hz. Musa'yı öldürme planı kuran adamlarındandı. Bunun delili daha önce geçen şu ayettir. "Kavmin ileri gelenleri seni öldürmek için plan kuruyorlar." Başa kakmak ve köleleştirmek ise sadece Firavun'un tavrı idi. Bunun için müfred olarak kullanılmıştır.[14]
Bu bölüm Hz. Musa ve Harun ile Firavun ve kavmi arasında geçen kıssanın birinci bölümüdür. Buradan aşağıdaki dersler anlaşılmaktadır:
1- Hz. Musa ve Hz. Harun'un ilâhlık iddia eden zalim diktatör Firavun ile Allah'a şirk koşmaları ve güçsüz kimseleri köleleştirmeleri sebebiyle zalim kavmine gönderilmeleri mazereti ortadan kaldırmak için onların ve benzerlerinin iman vaadinin gerçeğini bilmemek sebebiyle ortaya atacakları hiçbir hüccet kalmaması için bir uyarı idi.
2- "Hiç korkmazlar mı?" ifadesi fikir sahibi olan ve beklenen geleceği düşünen kimseleri şiddetle takvaya teşvik etmektedir.
3- Hz. Musa (a.s.) görevinin önemini ve yüklendiği Firavun'a ulaştırılacak ilâhî mesajı en güzel şekilde tebliğ etmenin sorumluluğunu gayet iyi takdir ediyordu. Bu sebeple Rabbinden iki şey istemişti: Biri kendisini onların şerrinden koruması, diğeri de kendisiyle birlikte Hz. Harun'u peygamber olarak göndermesi.
Cenab-ı Hak Hz. Musa'nın bu iki niyazını da kabul etti. Korku ve endişesini sakinleştirdi. Ona Allah Tealâ'ya güvenmesini emretti. Yardım ve desteğiyle kendisini teyit etti. Kardeşini de kendisine destek olup yardımcı olması için kendisi gibi rasul kıldı.
Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Musa'nın bu dualarını şöyle nakletmektedir: "Bana aile halkından kardeşin Harun'u vezir (yardımcı) kıl. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu bu görevimde bana ortak kıl." (Tâ-Hâ, 20/29-32); "Onu benimle beraber yardımcı olarak gönder ki beni tasdik etsin." (Kasas, 28/34).
Kurtubî diyor ki: Sanki bu şekilde niyaz etmesi için Hz. Musa'ya izin verilmişti. Bu risalet görevinden istifa değil bilakis kendisine yardımcı talep etmesiydi. Burada bir görevi yalnız başına yürütemiyecek olan ve kendisinin kusurlu olmasından korkan kimsenin bu konuda kendisine yardım edecek kimseden yararlanması gerekir. O kimse bu konuda hiçbir şekilde kınanmaz.[15]
4- Tehlikeli-tehlikesiz her görevde mutlaka sebeplere sarınılmalıdır. Bu şer'an emredilen bir husustur. Nitekim ihtiyat istenmektedir. Tehlikelerin takdir edilmesi şeriatın ve aklın vacip kıldığı emirlerdendir.
5- Hz. Musa ve kardeşi Harun bu ilâhî teyitten sonra zalim Firavun'a gitmekte hiç tereddüt etmedi. İkisi de kendilerinin Rabbül-alemîn tarafından gönderilen "iki elçi" olduklarını ilân ettiler. Bu cür'et, korkusuzluk ve sabır gibi hasletler tebliğ için gereklidir. Hatta zikredilmiştir ki: Firavun bir yıl Musa'nın huzuruna girmesine izin vermedi. Sonra alaylı tarzda izin verdi. Onlar da içeri girdiler. İlâhî mesajı ilettiler.
6- Hz. Musa ve Harun'un bu risaleti ilân edip tevhide davet ettikten ve şirki reddettikten sonraki arzuları makul ve insaflı bir arzu idi. Bu arzu İsra-iloğulları'nın bu iki elçi ile Filistin'e gelmeleri arzusu idi. Bu sıralar köleleştirme zamanı idi. Zira Firavun onları 400 sene köle gibi çalıştırdı. O zaman nüfusları altı yüz binden fazla idi.
7- Kıptî'nin Hz. Musa (a.s.) tarafından öldürülmesi olayı peygamberlikten önceki gençlik yıllarında idi. Bunun delili Hz. Musa'nın bu olaydan sonrası için "Rabbim bana hüküm verdi. Beni peygamberlerden kıldı." sözüdür. Bu olay yanlışlıkla ve öldürme kasdı olmaksızın ve bir defa vurmanın ölüme sebep olacağı bilinmeden meydana gelmişti. Hz. Musa (a.s.) Firavun'a önce bu konuda cevap verdi.
8- Cenab-ı Hakk'ın "İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşısında o başıma kaktığın da bir nimet midir?" ayetinin manasında ve ifadesinde ihtilâf edilmiştir.
Süddî, Taberî ve Ferra diyorlar ki: Hz. Musa'nın bu sözü nimeti itiraf ka-bilindendir. Sanki O: "Evet senin beni büyütmen benden başkalarını köleleşti-rip beni serbest bırakman açısından bana bir nimettir. Fakat bu benim risaleti-me engel olmaz."
Katade ve başkaları da diyorlar ki: Bu Hz. Musa (a.s.) tarafından inkâr için söylenmiş bir sözdür. Yani, "Sen İsrailoğullan'nı köleleştirdigin ve onları öldürdüğün halde beni çocukken terbiye etmeni benim başıma mı kakıyorsun?" Yani bu nimet değildir. Çünkü onları öldürmemen ve köleleştirmemen gerekirdi. Zira onlar benim kavmimdi. Sen nasıl oluyor da bana olan ihsanını özellikle zikredersin.
Ahfeş ve Ferra de şöyle dediler: Burada soru takdir edilmiştir. Yani "Bu da nimet midir?" demektir.
Dahhak dedi ki: Bu söz ilzam makamında söylenmiştir. İlzam ise hem soru ile hem de soruşuz olabilir.
Ayetin manası şudur: Sen İsrailoğullan'nı öldürmemiş olsaydın beni annem babam zaten terbiye ederlerdi. Senin benim üzerimde hangi nimetin var? Sen aslında hakkın olmayarak beni minnet altında bırakmak istiyorsun.
Kanaatimce doğru olan bu ikinci manadır. Tefsir esnasında izlediğimiz yol da budur. [16]
23- Firavun: "Âlemlerin rabbi de nedir?" dedi.
24- Musa: "O göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir. Eğer gerçeği yakînen bilmek isteyen kimse-lerdenseniz (buna inanın)." dedi.
25- Firavun çevresindekilere: 'İşitmiyor musunuz?" dedi.
26- Musa: "O sizin de rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da rabbidir." dedi.
27- Firavun: "(Çevresindekilere:) Size gönderilen (bu) peygamberiniz mutlaka delidir." dedi.
28- Musa: "O doğunun, batının ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir. Eğer düşünürseniz (bunu bilirsiniz)." dedi.
29- Firavun O'na: "Yemin olsun ki eğer benden başkasını ilâh edinirsen seni zindanlıklardan biri kılarım." dedi.
30- Musa: "Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?" dedi.
31- Firavun: "Eğer doğru söyleyenlerden isen onu getir." dedi.
"İşitmiyor musunuz?" ifadesi taaccüp (hayret etme) sigasıdır.
"Firavun: "Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir." dedi." Manayı kuvvetlendiren "inne" ve "le" harfleri muhatabın şüphe etmesi ve tereddüdünü vurgulamak içindir.
"O doğunun, batının... Rabbidir." Doğu ile batı kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Eğer gerçeği yakînen bilmek isteyen kimselerdenseniz (bunu bilin)." Hz. Musa bu sözü Firavun ve kavmiyle yaptığı münazarasının başlangıcında onların iman etmelerini arzu ederek nezaket ve yumuşaklıkla söylemişti. Sonra onların inatçılıklarını ve polemik yaptıklarını görünce "Eğer aklınızı kullanırsanız" ifadesiyle onları azarladı. Bu ifade Firavunun: "Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir." sözüne karşılık söylenmiştir.[17]
"Firavun" Musa'ya "Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi." Yani O'nun gerçeği nedir? Senin rasulü olduğunu söylediğin varlık nedir?
"Musa: O göklerin, yerin ve aralarında bulunan şeylerin Rabbidir, dedi." Yaratıklar Allah Tealâ'nın hakikatini bilmeye yol bulamayıp O'nu sadece sıfatlarıyla tanıyabilecekleri anlaşılınca Hz. Musa (a.s.) "O'nun göklerin, yerin ve aralarında bulunan şeylerin rabbi" olduğu şeklinde cevap verdi. Bu O'nun en açık, en bariz özelliği ve eseridir.
"Eğer gerçeği (bunları yaratanın Allah olduğunu) yakînen bilmek isteyen tttmseZerciens&nij*" sadece o'na iman edin "dedi". Yahut yakînen iman etmiş gönüllere ve gerçeğe nüfuz eden gözlere sahipseniz demektir. Ayetin manası şudur: Eğer insanı doğru düşünceye sevkeden yakîn derecesine ulaşmanız umu-lursa size bu cevabın faydası olur. Aksi takdirde faydası olmaz.
"Firavun çevresindekilere" yani kavminin ileri gelenlerine: "İşitmiyor musunuz? dedi." Musa'nın cevabı suale uygun değildir. Ben O'na âlemlerin Rab-bi'nin gerçek durumunu sordum. O da bana O'nun fiillerini zikretti. Ya da Musa O'nun göklerin rabbi olduğunu iddia ediyor. Halbuki gökteki varlıklar kendi kendilerine hareket ederler, hiçbir etki edici varlığa muhtaç değildirler. Bu Dehriyye'nin (Materyalistlerin) görüşüdür. Burada rab olma sıfatının başkasına nispet edilmesinden hayret edilmektedir.
"Musa: O sizin de rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da rabbidir." O bütün mahlûkatın rabbidir, O doğunun ve batının rabbidir "dedi." Bu her ne kadar bütün mahlûkatı içine alan önceki cümle içine dahil olsa da umumî ifadeden sonraki hususî ifadedir. Çünkü bakan ve inceleyen kimse için daha yakındır ve düşünme anında daha açıktır.
"Firavun (çevresindekilere): Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir, dedi." Yani ben ona bir şey soruyorum, o da bana başka bir şeyden cevap veriyor, diyor. Firavun burada Musa'yı alay tarzında "rasulünüz (peygamberiniz)" ifadesiyle adlandırdı.
"Musa: O doğunun, batının ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir, dedi. " O her gün eserlerini görmekte olduğunuz rabdir. O güneşi doğudan getirir. Onu bir önceki günün yörüngesinden farklı bir yörüngede yürütür. Nihayet kainatın bütün işlerinin düzenle yürüdüğü faydalı bir şekilde batıya ulaştırır. "Eğer düşünürseniz..." Sizde akıl varsa sizde bundan fazla bir cevap olamayacağını gayet iyi bilirsiniz. Bu önceki "Eğer sizler gerçeği yakînen bilmek isteyen kimselerseniz..." ifadesiyle önce onları itham etmemiştir. Sonra da onların şiddetli ve ısrarlı olduklarını görünce onlara sözlerinin benzeriyle karşılık vermiştir.
"Firavun ona: Yemin olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edinirsen seni zindanlıklardan biri kılarım, dedi."
Firavun hüccet getirmek ve münazara yapmaktan vazgeçerek tehdite yöneldi ve bunu söyledi. Bu inatçı ve hüccetlerin karşılığında yenilen kişinin tavrıdır. Bu Firavun'un ilâhlık iddia ettiğine ve yoktan var edeni inkâr ettiğine delildir.
"el-Mescûnîn (Zindanlıklar)" kelimesindeki elif-lâm "zihnen bilinen şeyler" için kullanılır. Buna göre "Seni benim zindanlarımda acıklı durumlarını bildiğin kimselerden yaparım." demektir. Zira Firavun'un zindanı gayet şiddetli idi. Firavun bir kişiyi yer altında yalnız başına bir yerde hiçbir kimseyi görmemek - duymamak üzere ölünceye kadar hapsediyordu. Bu öldürmekten daha şiddetli idi.
"Musa: Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı? dedi." Yani Musa Fira-vun'a şöyle dedi: Ben sana peygamberliğime bir burhan -yani mucize- getirmiş olsaydım da bunu yapar miydin?
"Firavun: Eğer doğru söyleyenlerden isen onu getir, dedi." Yani eğer senin elinde bir hüccet olduğu hususunda ya da peygamberlik davasında doğru sözlü isen onu getir bakalım dedi. Zira peygamberliği iddia edenin mutlaka hücceti olmalıdır. [18]
Firavun Hz. Musa'nın adam öldürmesi ve sarayda büyütülmesi konularında yapılan tenkitlere verdiği cevabı duyunca ve Hz. Musa ile Hz. Harun'un Allah'ın birliğine davette ve İsrailoğullan'mn Mısır'dan ayrılmalarına müsaade etmesi taleplerinde ısrarlı olduklarını görünce bu taleplerine itiraz etti.
Firavun önce peygamberleri gönderenin gerçek durumunu anlamak istemekle başladı. Zira Firavun Hz. Musa'nın kendisini âlemlerin rabbine itaat etmeye davet etmesinden sonra:
"Âlemlerin Rabbi de nedir?" demişti. Bunun delili de Cenab-ı Hakk'm -daha önce geçen- "Firavunagidin ve ona:Biz âlemlerin rabbininelçisiyiz, deyin." ayetidir. [19]
Bu, Hz. Musa ile Firavun arasında "ilâh" hakkındaki bir münazaradır. Hz. Musa ile Hz. Harun, Firavun'a:
- Bizler hiç şüphesiz seni hakka ve Allah'ın birliğine davet etmek ve hidayeti bulman için alemlerin rabbi tarafından gönderildik, deyip de hüccetle ona üstün gelince Firavun, karşı çıkma yoluna teşebbüs etti. İnkârı, inadı ve azgınlığında ısrar edip şöyle dedi:
"Âlemlerin Rabbi de nedir?" Yani Firavun Hz. Musa'ya: "Seni elçi olarak gönderen âlemlerin rabbinin gerçek durumu nedir? Benden başka âlemlerin rabbi olduğunu iddia ettiğin de kimdir?" dedi. Bu sorunun sebebi ise Firavun'un kendi kavmine: "Sizin için benden başka ilâh bilmiyorum." (Kasas, 28/38) şeklindeki sözüdür. Onlar her şeyi yoktan var eden ilâhı inkâr etmişler, kendileri için Firavun'dan başka hiçbir ilâh olmadığına inanmışlardı.
Hz. Musa buna şu şekilde cevap verdi: "O göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçeği yakînen bilmek isteyen kimselerdenseniz (bunu bilin.)"
Hz. Musa şöyle dedi: O göklerin, yerin, göklerde ve yerde bulunan her şeyin, gezegenler, yıldızlar, denizler, dağlar, ırmaklar, ağaçlar, insanlar, hayvanlar, bitkilerin ve göklerle yer arasında bulunan havanın ve bu havada uçan kuşların gökyüzünün ihtiva ettiği her şeyin yaratıcısı ve gerçek sahibidir. Eğer sizde yakîn sahibi kalpler ve gerçeğe nüfuz edecek gözler varsa bilin ki hepsi O'nun kuludur, Ona boyun eğmek ve Ona teslim olmak zorundadır. Her şeyi O yarattı ve herşeyde tasarrufta bulunan da O'dur. Ya da sizler elle tutulur gözle görülür bu varlıkları zatıyla kaim olan (vacibül-vücud olan) bir varlığa isnad etmek gerçeğine inanıyorsanız bilin ki bu varlık Allah'tır. Onu tanımak ve tanıtmak da ancak eserleriyle mümkündür.
Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Firavun: Ey Musa! Sizin rabbiniz kimdir? diye sordu. Musa: Bizim rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolunu gösterendir, dedi." (Tâ-Hâ, 20/49-50).
Bu cevap Firavunun hoşuna gitmemişti. Yakın adamlarına ve devletindeki önemli başkanlara döndü; küçümseyici, alaylı ve Hz. Musa'yı yalanlar bir tavırla:
"Firavun çevresindekilere: İşitmiyor musunuz? dedi." Yani: "Siz O'nun bu sözüne ve sizin benden başka ilâhınız olduğu şeklindeki iddiasına şaşmıyor musunuz. Onun saçmalamasını ve cevap vermekten kaçtığını duymuyor musunuz? Ben O'na alemlerin rabbinin gerçek durumunu soruyorum, o da bana O'nun fiillerini ve eserlerini anlatıyor." dedi.
Bunun üzerine önceki cevabından daha özel ve manaya daha açık bir şekilde delâlet eden bir cevap veriyor. Çünkü bu gözle görülen, duyularla hissedilen bir gerçektir.
"Musa: O sizin de rabbinizdir. Geçmiş atalarınızın da rabbidir, dedi." Yani sizi yaratan da, sizden öncekileri -Firavun'dan öncekileri- de yaratan Allah Te-alâ'dır.
Bundan maksat şudur: Varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa değişim "hu-dûs (sonradan olma)" delilidir. Siz sonradan meydana geldiniz. Yokluktan sonra var oldunuz. Babalarınız da bir zamanlar var iken sonra öldüler. Siz onlar gibi aynı yoldasınız. Varlığı kendisiyle kaim olan ilâh ise bakidir. Fani olma durumu O'nun başına gelmez. O'nun varlığının ne başlangıcı vardır, ne de sonu vardır. O halde ilâh O'dur.
Firavun şaşkınlığa düşüp ikna edecek cevap bulamayınca çocukların mantığına ve basit suçlama yoluna baş vurup:
"Firavun: Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir, dedi." Yani Firavun kavmine şöyle dedi: Sizin peygamberinizin aklı yoktur. Soruya cevap vermek şöyle dursun soruyu anlamıyor. O sözünde polemik yapıyor, benden başka ilâh olduğunu iddia ediyor.
Hz. Musa ikinci cevaptan daha açık üçüncü bir yola yöneldi.
"Musa: O, doğunun, batının ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir. Eğer düşünürseniz (bunu bilirsiniz) dedi."
Musa (a.s.) şöyle dedi: Güneşin doğması, gündüzün ortaya çıkması, güneşin batması ve gündüzün sona ermesinin rabbi Allah Tealâ'dır. Doğuyu yıldızların doğduğu doğu, batıyı da yıldızların battığı batı kılan, sabit yıldızlarla yörüngelerinde son derece düzenli bir şekilde seyreden yıldızların Rabbidir. Bunları değiştiren, birbirlerinin yerine koyan, her gün devamlı bir şekilde düzenleyip idare eden Allah'tır. Hatta bütün kâinatı idare eden siz değilsiniz, ancak O'dur. Eğer sizde akıl varsa bu akılla kâinatın bu görülen olaylarını idrak edersiniz. Bu cevap onların sözlerine ve "Bu delidir" şeklindeki tavırlarına uygun bir cevap idi.
Dolayısıyla kendisinin rabbiniz, ve ilâhınız olduğunu iddia eden kimse sözünde sadık ise bu işin tersini yapsın, doğuyu batı, batıyı da doğu yapsın.
Allah'ın varlığına delil getirmek üzere izlenen bu yol, Hz. İbrahim'in (a.s.) Nemrud'a karşı izlediği yoldur. Çünkü önce can verme ve öldürme ile delil getirilmektedir. Bu cevap aynen burada Hz. Musa'nın verdiği cevap gibidir:
"O sizin de rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da Rabbidir."
Nemrud Hz. İbrahim'e:
- "Ben hem diriltirim, hem de öldürürüm." demişti. (Bakara, 2/258). Hz. İbrahim de ona:
- Allah Güneşi doğudan getiriyor. Sen de onu batıdan getir. dedi. Küfreden kimse de böyle sustu kaldı." (Bakara, 2/258).
İşte Hz. Musa'nın burada "O doğunun da batının da rabbidir." sözüyle ifade ettiği budur.
Hz. Musa hüccetiyle Firavun'a galip gelince Firavun, her zaman ve her yerdeki yetki ve saltanat sahipleri gibi kuvvet, zor ve yetki kullanarak korkutma ve tehdit metoduna yönelerek:
"Yemin olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edinirsen seni zindanlıklardan biri kılarım, dedi." Yani benden başkasını ilâh edinirsen seni de -gayet iyi bildiğin gibi- yer altındaki zindan köşelerine atılan ve ölünceye kadar orada bırakılan zindanlıklardan biri yaparım, dedi. Firavun'un zindanı öldürmekten daha şiddetli idi.
Hz. Musa (a.s.) aklî deliller fayda vermeyince bu tehdit ve korkutmayı olağanüstü mucizelerle karşıladı. Firavun'a şöyle dedi:
"Sana apaçık bir
delil getirmiş olsam da mı?" Yani sana gayet açık bir hüccet, peygamberlik
davamın doğruluğuna delil olan açık ve kesin bir burhan yani Allah Tealâ'nın
varlığına delâlet eden bir mucize getirsem de sen yine bunu yani zindana atma
işini yapar mısın?
"Firavun: Eğer
doğru söyleyenlerden isen onu getir, dedi." Yani sana şahit olacak şeyi,
peygamberlik davasının açık delilini getir bakalım, peygamberlik iddia eden
herkes bu iddiasını te'yit etmelidir, dedi. Firavun Hz. Musa'ya karşı
koyabileceğini zannediyordu.
[20]
Bu, Allah'ın varlığını
ispat hususunda Hz. Musa (a.s.) ile diktatör tağut Firavun arasında geçen zorlu
bir münazaradır.
Burada Allah'ı da
diğer varlıklar gibi çıplak gözle görmek yahut duyularla hissetmek ve elle
tutmak isteyen maddeci dinsizlerdeki materyalist düşünce ortaya konulmaktadır.
Bunun için Firavun
"âlemlerin rabbi" nin gerçek durumunu sordu. Hz. Musa (a.s.)
mahlûkatından hiçbir mahlukun ortak olmayacağı Allah'a delâlet eden sıfatlan
getirdi. Zira Allah'ın hakikatini hiçbir kimse idrak edemez. Çünkü ceset
haline gelmiş madde sonradan meydana getirilmiştir. O'nu yaratan ve var eden de
Allah Tealâ'dır.
Hz. Musa'nın birinci
cevabı şöyledir: Gökleri, yeri ve aralarındaki bütün varlıkları yaratan
Allah'tır. Her şeyin gerçek sahibi her şeyde tasarrufta bulunan ve bunları
yaratan O'dur. Ulvî âlemi ve bu âlemde bulunan sabit gezegenlerle nurlu
yıldızları, süflî âlemi ve bu âlemde bulunan denizler, çöller, dağlar, ağaçlar,
hayvanlar, bitkiler ve meyveleri ve bunların arasındaki havayı, kuşları ve
diğerlerini yaratan Odur. Eşyanın yaratılması Allah'ın varlığına en kesin
delildir: "Hiç yaratan, yaratmayan kimse gibi midir? Hâlâ düşünüp ibret
almaz mısınız?" (Nahl, 16/17.)
Firavun, var etmek ve
yaratmaktan aciz olduğunu anlayınca, kavminin önceki firavunlar gibi
inançlarıyla çatışan Musa'nın sözünün garipliğine şaşma ve kışkırtma üslûbunu
kullanarak çevresindekilere:
- "İşitmiyor
musunuz?" dedi.
Hz. Musa (a.s.) ikinci
olarak onların talep ettikleri müşahede ve duyu âleminden bir delil getirerek
şöyle buyurdu:
"O sizin
Rabbinizdir ve geçmiş atalarınızın Rabbidir." Yani onları da önceki
atalarını da yaratan Allah'tır. Onların fani olan atalarının neslinden gelmeleri
ve daha önce yok iken var olmaları onların bu durumunu değiştiren bir varlık
bulunduğuna delildir. Onlar sonradan meydana getirilmişlerdir. Onları mutlaka
meydana getiren biri vardır. Onlar yaratılmış varlıklardır.
Firavun verecek cevap
bulamadı. Alay etme ve hafife alma yoluna baş vurdu ve Musa'yı delilikle itham
etti. Çünkü Firavun, Musa'nın sorduğuna tam anlamıyla cevap veremiyordu.
Hz. Musa, Firavun'a
üçüncü olarak şu cevabı verdi: "O doğunun, batının ve aralarında bulunan
her şeyin rabbidir." Yani Allah bütün kâinat sistemini yürütendir. Bütün
bu âlemi hiçbir eksiklik ve karışıklık bulunmadan eşsiz bir sistem içerisinde
hareket ettiren O'dur. Yeryüzünün her tarafına malik olan
O'dur. Firavun ise
sadece bir ülkeyi elinde tutmaktadır. Onun başka bir yerde nüfuzu yoktur. Hangi
akıl veya hangi idrak mutlak hakimiyet sahibine iman etmenin zaruretini kabul
etmez? Hangi idrak cüz'î mülkiyete sahip olan kimsenin ilâhlık iddia etmesini
lüzumsuzluk, beyinsizlik ve delilik olarak nitelemez? Peki, o takdirde bu
âlemin geriye kalan kısmının ilâhı kimdir?
Firavun, Musa'nın
hücceti karşısında yenilgiye uğrayınca terör havası estirme yetkisini
kullanmak zorunda kaldı. Musa'yı zindana atmakla tehdit etti. Bu tavır,
güçsüzlüğün en açık delili idi. Ayrıca rivayete göre Firavun'un zindanı
ölümden daha şiddetli idi. Bir kişiyi zindana attığı zaman onu ölünceye kadar
zindandan çıkarmazdı. Böylece zindan en korkulu şey olmuştu.
Ancak ilâhî destek
daha tesirli, daha korkutucu ve daha ikna edici idi. Onun yanında Firavun'un
tehdidinin tesiri olmaz, bütün dünyanın korkulu olayları onun karşısında
basitleşirdi.
İşte bu anda Hz. Musa
(a.s.) peygamberlik davasının doğruluğunu Allah Tealâ'nın yardımı ve meydana
getirmesiyle ancak bir nebî veya rasulün elinde gerçekleşen olağanüstü bir
mucize ile bunu ispat etmeye hazır olduğunu Fira-vun'a bildirdi. Firavun bu
mucizeyi yok edebileceğini ve ona karşı koyabilecek bir şeyi ortaya
koyabileceğini zannederek Hz. Musa'nın bu mucizeyi göstermesini kabul etti.
[21]
32- Bunun üzerine Musa
asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Apaçık bir ejderha!
33- Elini (cebinden) çıkardı. Bir de ne
görsünler: Bakanlar için bembeyaz birel!
34- Firavun
çevresindeki ileri gelenlere şöyle dedi: "Gerçekten bu, çok bilgili bir
sihirbazdır.
35- Büyüsüyle sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyuruyorsunuz?" dedi.
36- Onlar da: "Onu ve kardeşini alıkoy.
Şehirlere de toplanmaları için haberciler gönder.
37- Ne kadar çok
bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler" dediler.
"... Bir de ne
görsünler: Apaçık" ejderha olduğu gayet açık olan, sihirbazların yaptığı
gibi göz boyayıcılığı veya hayalî olmayan "bir ejderha!" yani büyük
bir yılan.
"Elini"
cebinden "çıkardı. Bakanlar için" bakanların gözleri önünde deri, et
ve kemikten farklı olan ve neredeyse gözleri kamaştıracak, ufku kaplayacak
derecede pırıl pırıl parlayan "bembeyaz bir el!"
"Firavun
çevresindeki" etrafında oturan "ileri gelenlere" şerefli
kimseler ve reislere "gerçekten bu çok bilgili" yani sihir ilminde
çok üstün "bir sihirbazdır" dedi.
"O büyüsüyle sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyuruyorsunuz? dedi." Mucizenin
hakimiyeti ve tesiri Firavun'u şaşkınlığa çevirmiş hatta ona rablik, ilâhlık
davasını unutturmuş, onu kavmiyle danışmaya ve onları Musa'dan nefret
ettirmeye sevketmişti. Burada Firavun Musa'nın kendisine galip geleceği ve
mülkünü istilâ edeceği kaygısı duymaktadır.
"Onlar da:
Onu" Musa'ya "ve kardeşini alıkoy" ya da onlarla ilgili kararını
ertele; "şehirlere toplanmaları için haberciler gönder." Ülkenin her
tarafına memurlar gönderip bütün sihirbazların toplanmalarını söyle, "Ne
kadar çok bilgili" sihirbazlık sanatında mahir olan Musa'ya galip
gelebilecek ve ondan üstün olabilecek "sihirbaz varsa sana getirsinler,
dediler."
[22]
Firavun Hz. Musa'nın
mucizesini ortaya koymasını kabul ettikten sonra Hz. Musa bu mucizeyi
göstermiştir:
"Bunun üzerine
Musa asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Apaçık bir ejderha!"
Yani Musa asasını elinden attı. Asâ hiçbir karışıklık, göz boyama veya hayal
olmaksızın görülebilecek şekilde gayet açık bir ejderha haline döndü.
Rivayet edilmiştir ki:
Hz. Musa'nın asası ejderhaya dönüşünce gökyüzünde bir mil kadar yükselmiş,
sonra Firavun'a yönelerek yere inmeye başlamış ve ejderha:
- Ya Musa! Bana dilediğin
şeyi emret, demiş. Firavun ise:
- Ya Musa! Seni
peygamber olarak gönderenin adına senden onu benden uzaklaştırmanı istiyorum
demişti. Bunun üzerine asâ eski haline dönmüştü.[23]
Burada "apaçık
bir ejderha" (Şuara, 26/32), bir başka ayette "koşan bir yılan"
(Tâ-Hâ, 20/20), bir üçüncü ayette "sanki bir cin gibi" (Kasas, 22/31)
denilmesinin sebebi şudur: Yılan cins ismidir, sonra bu yılan büyüklüğü
sebebiyle ejderha haline gelmiştir. Hafifliği ve sür'ati sebebiyle de cinlere
benzetilmiştir.
Hz. Musa (a.s.) bu
mucizeyi ortaya koyunca Firavun Ona:
- Bundan başka bir
mucize var mı? diye sordu. Hz. Musa (a.s.):
- Evet, dedi. İkinci
mucize bundan sonraki ayetle anlatılmıştır:
"Elini (cebinden)
çıkardı. Bir de ne görsünler: Bakanlar için bembeyaz bir el!" Yani Musa
elini cebine sokup çıkarttı. Bir de ne görsünler. Eli, onu görenler, temaşa
edenler için pırıl pırıl parlayan, nurlu güneş gibi ışını olan, nerdey-se
gözleri kamaştıran ve ufku kaplayan nurlu, bembeyaz bir el!
ğı sebebiyle
yalanlamaya ve inatçılığa yöneldi. Üç noktayı zikretti:
1-
"Firavun çevresindeki ileri gelenlere şöyle dedi: Gerçekten bu, çok
bilgili bir sihirbazdır." Yani çevresinde bulunan reislere ve kavminin
şereflilerine: "Bu zat sihirbazlıkta çok mahirdir." dedi. Bu sözüyle
onun fiilini mucize olarak değil sihirbazlık olarak tavsif etmek istemişti.
Sonra onları kışkırttı ve Musa'ya muhalefet etmeye ve O'nu inkâr etmeye teşvik
etti.
2, 3-
"O büyüsüyle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyuruyorsunuz?
dedi."
O sizi vatanınızdan
uzaklaştırmak istiyor, büyüsüyle sizin aranıza düşmanlık sokmak, sizin
birliğinizi dağıtmak, kendi adamlarını ve yardımcılarını çoğaltmak, devletinize
karşı üstün gelmek ve kendisiyle birlikte İsrailoğulla-n'nı alıp götürmek
istiyor. Bu sebeple bu konuda bana söyleyin, ne yapayım? Ben sizin görüşünüze
uyacağım ve sizin sözünüze boyun eğeceğim. Bu ifade Fi-ravun'un kavminin, Hz.
Musa'yı kovalamak için ve O'na üstünlük sağlamak için söz birliği etmelerini
sağlayan, kavminin heyecanlarını ve gayretlerini kamçılayan bir üslûptur.
Firavun kavmi tek cevap üzerinde görüş birliğine vardılar.
"O'nu ve
kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplanmaları için haberciler gönder. Ne kadar
çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler, dediler."
Firavun'un
danışmanları aralarında müşavere ettikten sonra şöyle dediler:
- Musa'nın durumunu,
O'nunla ve kardeşiyle münazara etmeyi ertele. Onları cezalandırmakta acele
etme; ülkenin her tarafına haberciler gönder, sihirbazları bir araya
toplasınlar. Sihirde mahir ve uzman olan herkesi getirsinler. Bunlar Musa'nın
ortaya koyduğu şeyin benzeriyle Ona karşı koysunlar. Böylece sen galip
gelirsin, zafer senin olur.
Bu insanların bir
meydanda toplanmaları, Allah'ın ayetlerinin, hüccetlerinin ve burhanlarının
insanlar üzerinde açıkça gündüz gibi ortaya konulması için Allah'ın Hz. Musa ve
kardeşi için hazırladığı bir durumdu.
Rivayete göre Firavun
Hz. Musa'yı öldürmek istemiş, ama O'na ulaşamamıştı. Firavun'un adamları
kendisine:
- Bunu yapma. Çünkü sen onu öldürürsen
insanların gönlüne onun hakkında bir şüphe koymuş olursun. Sadece
sihirbazların kendisine karşı koymaları için toplanmaları vaktine kadar O'nun
ve kardeşinin durumunu ertele ki onun lehine senin aleyhine bir delil olmasın,
dediler. Daha sonra Firavun'un adamları, sihirbazlar çoğaldığı zaman Musa'ya
üstün gelecekleri ve O'nun durumunu ortaya çıkaracakları zannıyla sihirbazlara
toplayarak haberciler göndermesini tavsiye ettiler.
Dikkat edilirse
Firavun'un kavmi onun: "Gerçekten bu, çok bilgili bir sihirbazdır. "
sözlerine karşı "Ne kadar çok bilgili sihirbaz varsa sana
getirsinler." ifadesiyle karşılık verdiler. Firavun'un kalbini hoş tutmak
için ve endişesini teskin etmek için mübalağa sigasıyla ve kuşatıcı kelime ile
karşılık verdiler.
[24]
Hz. Musa'nın mucizesi
asası ve nurlu eli idi. Elindeki asayı yere atmış, asâ yılanların en büyüğü
olan ejderha şekline girmişti. Elini cebine sokup çıkarmış, eli sanki bir
güneş parçası gibi pırıl pırıl parlamıştı. Ama onun beyazlığı ay gibi nurani
idi.
Firavun, kavmine bu
mucizenin olağanüstü bir hal olmadığını, bunun sihir cinsinden olduğunu
söyledi. Hz. Musa ile kardeşi ülkeyi elinden almasın diye onlara üstünlük
sağlayabilmesi için kavmini plan yapmaya teşvik etti.
Bu noktada bugünkü
liderlerinin etrafında bulunanların yaptıkları gibi "münazara" fikri
gündeme geldi. Firavun'a ülkenin her tarafından Musa'nın ortaya koyduğu şeyin
benzeriyle ona karşı koyabilecek ve Firavun'un Musa'ya karşı galibiyeti ve
zaferini gerçekleştirebilecek en mahir sihirbazların toplanması görüşünü
bildirdiler.
Fakat bu toplantıda
kendilerini bütün sihirbazların Hz. Musa ve Harun'un ilâhına iman etmelerine
sebep olacak ilâhî bir sürpriz bekliyordu.
[25]
38- Sihirbazlar belirli bir günün belli bir
vaktinde bir araya getirildiler.
39- insanlara:
"Haydi toplanıyor musunuz." denildi.
40- (İnsanlar şöyle
diyordu:) "Eğer sihirbazlar galip gelirse biz onlara uyarız."
41- Sihirbazlar gelince Firavun'a: "Eğer
galip gelen biz olursak mutlaka bize bir mükâfat var, değil mi." dediler.
42- Firavun:
"Evet, hem de o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacaksınız."
dedi.
43- Musa sihirbazlara:
"Ortaya koyacağınız ne varsa hepsini ortaya koyun." dedi.
44- Onlar da (sihirli)
iplerini ve değneklerini attılar ve Firavun'un şerefi için mutlaka galip
gelecek olan biziz, dediler.
45- Musa da asasını
(yere) bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Asâ onların uydurdukları şeyleri hep
yutuyor.
46- Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar.
47- Âlemlerin rabbine
iman ettik, dediler.
48- Musa ve Harun'un
Rabbi olan...
49- Firavun: "Ben size izin vermeden ona
iman mı ettiniz? Meğer o sihir öğreten büyügünüzmüş! Pek yakında bileceksiniz.
Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve hepinizi
mutlaka astıracağım." dedi.
50- İman eden
sihirbazlar: "Hiçbir zararı yok, zaten biz Rabbimize döneceğiz,
51- İman edenlerin
ilki olduğumuzdan Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle ümit
ediyoruz." dediler.
"Sihirbazlar
belirli bir günün belli bir vaktinde bir araya getirildiler."
Ayette geçen Mîkat,
belirli bir günün saatlerinden tayin edilen zamandır. Burada Hz. Musa'nın
belirlediği bayram günü kuşluk vaktidir. Mîkat hac ayları gibi zamanla ilgili
belirli bir vakit yahut hac ve umre için ihrama girme yerleri gibi yerle
ilgili belirli bir nokta için kullanılır.
"İnsanlara: Haydi
toplanıyor musunuz? denildi." Burada soru halkı toplanmaya teşvik etmek
içindir.
(İnsanlar şöyle diyorlardı:)
"Eğer sihirbazlar galip gelirse biz onlara uyarız. " Yani
sihirbazlar üstünlük sağlarlarsa onların dinine tabi oluruz. Buradaki teracci
(umulur ki) ifadesi sihirbazların üstünlüğünün takdir edilmesine göredir. Yani
bu takdirde dinlerinde devam edecekler, Musa'ya tabi olmayacaklardır. Asıl
maksatları Musa'ya tabi olmamaktır. Yoksa sihirbazlara uymak değildir. Cümleyi
kinaye yoluyla getirdiler. Çünkü onlar sihirbazlara uyarlarsa Hz. Musa'ya
uymayacaklar, demektir.
"Firavun: Evet,
hem de o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacaksınız. " Yani
Firavun sihirbazlar galip gelirlerse onlara hem mükâfat vereceğini hem de buna
ilâve olarak kendisine yakınlık mevkii vereceğini vaad etti.
"Musa
sihirbazlara: "Ortaya koyacağınız ne varsa hepsini ortaya koyun."
dedi". Musa bununla sihirbazlığı ve göz boyayıcıhğını emretmedi. Bilâkis
bu şekilde hakkın ortaya çıkmasına vesile olsun diye yapacakları şeyleri takdim
etmelerine izin verdi.
"Firavun'un
şerefi için..." Sihirbazlar Firavun'un şerefine yemin ettiler. Yani
Firavun'un kuvvetine yemin olsun ki üstünlük kendilerinin olacaktır. Çünkü
onlar kendi kendilerine çok aşın inanmışlardı ve sihir olarak yapılması mümkün
olan en son mahareti gösterdiler. "Mutlaka galip gelecek olan biziz,
dediler."
"Musa da asasını
yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Asâ onların uydurdukları" göz
boyama ve aldatma ile durumu değiştirerek sihir iplerini, değnekleri ve koşan
yılanlar haline hayalen getirdikleri "şeyleri hep yutuyor."
"Bunun üzerine
sihirbazlar" bu gibi bir şeyin sihirle meydana gelmiyeceği-ni gayet iyi
bildikleri için "secdeye kapandılar." Burada sihirbazlığın son noktasının
göz boyamacılık ve gerçekte olmayan bir şeyi hayalen göstermek delili -ardır.
Yine bu delâlet
etmektedir ki sihirbazlar bu mucizeyi görünce kendilerine sahip olamadılar.
Sanki alınıp yüz üstü yere atıldılar. Allah Tealâ onlara vaad ertiği
"başarılı kılma" sebebiyle onları secde için yere attı.
"... Musa ve
Harun'un Rabbi olan... âlemlerin rabbine iman ettik, dediler." 3u ifadede
sihirbazların gördükleri asâ mucizesinin sihirbazlıkla meydana gel-neyeceğini
kesin olarak bilmeleri sebebiyle onların iman etmelerinin sebebi Allah'ın Musa
ve Harun'un ellerinde gösterdiği mucizesidir.
"Firavun:"
Ben "size izin vermeden" önce "ona" Musa'ya "iman mı
ettiniz? Meğer o size sihir öğreten büyüğünüz imiş!" Bundan sorumlu olan,
size bir şeyi öğretip diğerini öğretmeyen büyüğünüz Musa'dır. Bunun için o size
galip gelmiştir. Siz de meydana gelen o olay sebebiyle daha önceden
anlaştınız.
Firavun böylece sihirbazların
basiretle ve hakkın ortaya çıkmasıyla iman ettiklerine inandıklarını
zannetmemeleri için bu ifadeyle durumu kavmine karşı gizlemek istemişti.
Yaptığınızın vebalini ve benden size ulaşacak olan şeyi "Pek yakında
gayet iyi bileceksiniz."
İman eden sihirbazlar:
"Hiçbir zararı yok." bu hususta ve dünya azabından bize ulaşacak
azap hususunda bizim hiçbir zararımız yok, "biz zaten rabbi-mize
döneceğiz." Yani öldükten sonra ahirette hangi şekilde olursa olsun nihayet
Rabbimize döneceğiz dediler. Dolayısıyla iman üzerine sabretmek günahları
silmekte, sevaba ve Allah tarafından yakınlığa sebep olmaktadır.
Zamanımızda "İman
edenlerin ilki olduğumuzdan" yani bu sebeple "Rab-bimizin
hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle ümit ediyoruz, dediler."
[26]
Firavun ve kavmi olan
kiptiler ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istediler ama Allah kâfirler
hoşlanmasalar da mutlaka nurunu tamamlayacaktır.
İmanla küfrün, hakla
batılın durumu daima böyledir. İman ile küfür ne zaman karşılaşsalar iman küfre
galip gelir:
"Bilakis, biz
hakkı batılın tepesine atarız da o, bunun tepesini parçalar. Bir de görürsünüz
ki, batıl yok olup gitmiştir. Yakıştırdığınız sözlerden dolayı size yazıklar
olsun." (Enbiya, 21/18).
"De ki: Hak
geldi, batıl zail oldu. Batıl daima yok olmaya mahkûmdur." (İsra, 17/81).
Bu, hakla batıl
arasındaki mücadele sahnelerinden bir sahnedir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Bu suretle
belirli bir günün belli bir vaktinde bütün sihirbazlar bir araya
getirildi." Hz. Musa ile buluşmak için belirlenen günde -bayram günü
kuşluk vaktinde- Mısır'ın bütün bölgelerinden gelen sihirbazlar toplandılar.
Nitekim bu günü Hz. Musa belirlemişti. "Musa: Sizinle buluşma zamanımız
bayram günü insanların toplanacağı kuşluk vaktidir." (Tâ-Hâ, 20/59).
Mîkat, zaman veya mekân açısından belirlenen nokta demektir. Hac veya umre için
ihrama girilen yerler de bu kelimeyle isimlendirilmiştir.
Sihirbazlar halk
arasında en kabiliyetli büyücüler ve bu hususta en maharetli göz boyayıcılar
idiler. Bunlar o günün aydınlar sınıfı idiler. Sihirbazlar büyük bir topluluk
idi. Bir rivayete göre 12.000 kişi idiler. Bir başka rivayete göre daha fazla
idiler. Asıl sayılarını en iyi bilen Allah'tır.
îbni İshak diyor ki:
Sihirbazların emir ve kararı içlerinden dört kişiye aitti. Bu kişiler onların
başkanları olup isimleri Sabûr, Âzûr, Hathat ve Musaffa idi.
Hz. Musa (a.s.) bu
karşılaşmanın muazzam bir topluluk huzurunda olması ve aleyhindeki hüccetinin
büyük bir topluluk önünde ortaya konması için, onların bayram gününde olmasını
arzu etmişti.
"İnsanlara: Haydi
toplanıyor musunuz1? denildi." Yani halktan toplanmaları talep
edilmiştir. Kavmi Firavun'un üstünlük sağlayacağına güvendikleri için insanları
iki tarafın yapacağı şeyleri görmek üzere bu toplantıda bulunmaya teşvik
etmişlerdir. Onlar ise hiçbir kimsenin Hz. Musa'ya iman etmemesi için böyle bir
karşılaşmayı arzu ediyorlardı. Hz. Musa (a.s.) da Allah'ın adının yüceltilmesi
ve Allah'ın hüccetinin kâfirlerin hüccetine galip gelmesi için bu toplantıya
teşvik ediyordu.
"Eğer sihirbazlar
galip gelirse biz onlara uyarız." Biri şöyle demişti: Biz sihirbazların
galip geleceğini ümid ediyoruz. Böylece onların dinlerinde devam ederiz.
Musa'nın dinine uymayız. Onlar ister sihirbazlar olsun isterse Musa olsun biz
hakka uyarız dememişlerdir. Çünkü halk idarecilerinin dini üzerinedir.
"Sihirbazlar
gelince Firavuna: Eğer galip gelen biz olursak mutlaka bize bir mükâfat var,
değil mi? dediler. Firavun: "Evet, hem de o takdirde mutlaka bana yakın
kimselerden olacaksınız," dedi.
Yani sihirbazlar
Firavun'un meclisine geldiklerinde onun etrafında vezirleri, devletinin
reisleri ve ülkesinin subayları toplantı halindeydiler. Sihirbazlar:
- Biz Musa'ya üstünlük
sağlarsak bizim için mal v.b. bir mükâfat var mı? diye sordular. Firavun:
- Evet, size mükâfat var. Buna ilâve olarak
sizi kendime yakın ve meclisimde bulunan kimselerden kılacağım, dedi.
Sihirbazlar mükâfat yani mal ve mevki isteğiyle söze başladılar. Firavun her
ikisini de cömertçe takdim etti.
Bundan sonra
sihirbazlar Hz. Musa (a.s.) ile ellerindekini ilk kimin atacağı hususunda
görüştüler. Hz. Musa (a.s.) ilk sırayı onlara verdi. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle
buyurdu:
"Musa
sihirbazlara: Ortaya koyacağınız ne varsa hepsini ortaya koyun, dedi. Onlar da
(sihir) iplerini ve değneklerini ortaya attılar ve Firavun'un şerefi için
mutlaka galip gelecek olan biziz, dediler."
Yani Hz. Musa (a.s.)
ilk başlamaları için sihirbazlara izin verdi ve onların ellerindekileri yere
atmalarından sonra Allah'ın mutlaka kendisini galip kılacağına ve kendisini
destekleyeceğine güveniyordu. Sihirbazların attıkları şeylerin asasına lokma
olması için şöyle dedi:
- Ortaya atmak
istediğiniz ipleri ve değnekleri çıkarın.
Bunun üzerine
sihirbazlar yanlarındaki civaya bulanmış ipleri ve içleri ci-vayla doldurulmuş
değnekleri ortaya attılar ve:
- Firavun'un izzetine
-yani kuvvetine ve şerefine yemin olsun ki, mutlaka Ona karşı galip geleceğiz
dediler.
Güneşin harareti
artmaya başlayınca içi civa doldurulmuş değnekler ve ipler hareket etmeye
başlamış, meydan yılanlarla, ejderhalarla dolmuştu. Musa sanki bu yılanlar
yürüyor gibi bir intihaya kapılmıştı. Sihirbazlar insanların gözlerini
büyülemiş ve onlara korku vermişti. Gerçekten de büyük bir sihirbazlık ortaya
koymuşlardı. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka surede bu durumu şöyle anlatmaktadır:
"Musa bir de ne
görsün: Onların ipleri ve değnekleri sihirleri yüzünden kendisine gerçekten
bunlar koşuşuyormuş hayalini verdi. Bu sebeple Musa içinde bir çeşit korku
hissetti. Biz de O'na: Korkma gerçekten en üstün olan sensin, dedik."
(Tâ-Hâ, 20/66-68).
"Sihirbazlar
ellerindekileri yere attıklarında halkın gözlerini büyülediler. Onlara korku
saldılar, büyük bir sihir getirmiş oldular." (A'raf, 7/116).
O zaman Firavun ve
kavmi sevince kapıldılar. Sihirbazların galip geleceğine, binlerce yılan
önünde Musa'nın asasının asla bir şey yapamayacağına kesinlikle inandılar.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak O'na asayı yere atmasını emretti: "Musa da asasını yere bırakıverdi.
Bir de ne görsünler: Asâ onların uydurdukları şeyleri hep yutuyor." Yani
Musa (a.s.) asâsım bırakınca asâ şekillerini değiştirdikleri ve göz boyama ve
aldatma suretiyle koşuşturan yılanlar diye gösterdikleri her bulunan ip ve
değnekleri yutmaya başladı. Bunlardan hiçbir şey bırakmadı.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Biz de Musa'ya: "Asanı yere bırak. " diye
vahyettik. Bir de ne görsünler. Bu onların bütün uydurdukları şeyleri yutuyor.
İşte bu suretle hak yerini buldu. Onların yaptıkları şeyler de bir hiç olup
gitti." (A'raf, 7/117-118).
"Bunun üzerine
sihirbazlar secdeye kapandılar." Yani hiç düşünmeden Allah'a secde
ettiler. Çünkü onlar Hz. Musa'nın yaptığı şeyin beşer kudretinin üstünde
olduğunu, bunun Musa ve Harun'un rabbi olan kâinatın ilâhının fiili olduğunu
idrak etmişlerdi. Bunun üzerine kendilerine sahip olamadan bu ilâha secdeye
kapandılar. Kendileri ellerindeki bilgi ve güçlerini son noktasına kadar,
sihirbazların göz boyama ve aldatmayı son derecesine kadar sarfetmişlerdi.
"Ulkıye (secdeye
atıldılar)" fiilinin faili veya naib-i faili sihirbazlara muvaffak
kılmayı ihsan etmesi sebebiyle Allah Tealâ'dır. Ya da naib-i fail onların
imanlarıdır. Ya da göz kamaştırıcı mucizedir. Failin takdir edilmemesi de caizdir.
Çünkü "ulkıye" kelimesi burada "sekata (düştü)"
manasındadır.
Secdeye kapanmak ya da
secdeye atılmak "ilka" şeklindeki ifade, sihirbaz-
ların içine düştükleri
dehşete işaret etmektedir. O derece dehşete düştüler ki sanki yerlerinden
alınıp fırlatıldılar, Allah'a secde ederek yere düştüler. Sonra da gönüllerinde
yerleşen duyguyu ilân ettiler:
"Biz Musa ve
Harun'un rabbi olan âlemlerin rabbine iman ettik, dediler." Yani
sihirbazlar, "Biz küfre karşı imanı, batıla karşı hakkı tercih ederek
y^^^PMPjğğ^İSA JfliyyptİDe yş batılına aldırış etmeden, Onun mükâfatım,
yakınlığını ve ondan gelecek faydaları beklemeden: "Musa ve flarunün
cfavetT ■ ■"" âlemlerin rabbini tasdik edip kabul
ettik." dedüer.
Bu, Firavun'un
"rablık" iddiasının düştüğüne ve iman etmelerinin sebebinin de Hz.
Musa ile Hz. Harun'un gösterdikleri mucizeler olduğuna delildir.
Firavun olanları
görünce hayal kırıklığına uğrayıp şaşkınlığa düştü. Halkının önünde heybetinin
gitmemesi, hüküm ve saltanatının temel taşlarının sarsılmaması ve diğer
insanların da pek çok sihirbazın davrandığı gibi davranmaması için daima azgın
zalimlerin tavrı olan tehdit ve korkutma politikasına sarıldı. Çünkü o
galibiyet bekliyordu, ansızın çok kötü bir yenilgi ile karşılaşmıştı. Fakat
onun sihirbazlara yaptıkları tehditleri hiç fayda vermemiş ve bu kimseler
gerçeğin açığa çıkması sebebiyle Allah Tealâ'ya iman hususunda ısrar etmişlerdir.
Firavun durumunu
kurtarmak için:
İlk olarak: "Ben
size izin vermeden O'na iman mı ettiniz? dedi." Kendisine itaat edilen
hüküm sahibi ben olduğum halde, siz nasıl bana itaatin dışına çıkarsınız?
diyordu. Burada şuna işaret ediyordu: Sizin derhal Ona iman etmeye koşmanız
sizin O'na meylettiğinizi göstermektedir. Sizler O'nunla gizlice anlaşma
ithamı altındasınız. Belki de sihirbazlığı esaslı bir şekilde yapmayıp ihmalkârlık
ettiniz.
Ayette "âmentüm
bihî" yerine "âmentüm lehü" denmiştir. Çünkü Hz. Musa ile Hz.
Harun'u O'na davet etmektedirler.
Firavun ikinci olarak:
"Meğer o size sihir öğreten büyüğünüzmüş." dedi. Bu birinci cümlede
işaret ettiği şeyi açıkça ifade etmektedir. Yani siz bunu onunla gizlice
anlaşarak yaptınız. Musa'nın görüşünün galip gelmesi için sihirde ihmalkâr
davrandınız.
Bu, milleti
şaşırtmaktır ve sihirbazların iman etmelerinin hak olduğuna inanmamaları için
bir saptırmadır. Hz. Musa'dan daha çok nefret etmelerini temin etmek, zayıf
olduğu çok açık olan bir çeşit büyüklenmedir. Çünkü sihirbazlar bu buluşmadan
önce Hz. Musa (a.s.) ile hiç bir araya gelmemişlerdi. Nasıl olursa Hz. Musa
onlara sihir öğreten büyükleri olabilir?
Firavun üçüncü olarak:
"Pek yakında gayet iyi bileceksiniz." dedi. Yani yaptığınızın
cezasını ve benden göreceğiniz işkenceyi göreceksiniz, dedi. Bu mutlak bir
korkutma ve şiddetli bir tehdittir.
Firavun dördüncü
olarak: "Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve
hepinizi mutlaka astıracağım." dedi. İman eden sihirbazlara sağ ellerini
ve sol ellerini kestirmek suretiyle çaprazlama el-ayak kestirmek, sonra da
toptan astırmak tehdidinde bulundu. Yok etme hususunda bundan daha şiddetlisi
yoktur.
İman eden sihirbazlar
Firavun'a karşı iman kuvvetine delâlet eden şu iki cevapla cevap verdiler:
a)
"Hiçbir zararı yok, zaten biz rabbimize döneceğiz."
Yani bize bu hususta
hiçbir zarar ve mahzur yoktur. Biz buna aldırış etmeyeceğiz. Zira her insan
bir müddet sonra bile olsa mutlaka ölecektir. Dönüş Allah'adır. Allah güzel
amel işleyen kimsenin ecrini zayi etmeyecektir. Bize yaptığın şey O'na gizli
kalmayacaktır. Buna karşılık O bize en mükemmel mükâfatı verecektir.
Bu ifade,
sihirbazların bir sevap umarak ya da bir cezadan korkarak iman etmediklerine
delildir. Onların maksatları sadece Allah Tealâ'mn rızası idi. Bunun için
onlar şöyle demişlerdir:
b) "İman
edenlerin ilki olduğumuzdan Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle
ümid ediyoruz, dediler."
Bu onlar tarafından
küfür ve sihir yapıldığına işarettir. Yani biz, bu mucizeye şahit olup da iman
edenlerin ilki olduğumuz için ya da iman hususunda kavmimiz olan kıptîleri
geçtiğimiz için Rabbimizin günahlarımızı ve mecburen yaptığımız bu sihirbazlık
günahını bağışlayacağını ümit ediyoruz, dediler. Buna karşı Firavun'un cevabı
onların hepsinin öldürülmesi olmuştur.
Bu makamda tama' (ümid
etme) yakînen bekleme demektir. Bu aynen Hz. İbrahim'in (a.s.) şu sözü gibidir:
"Kuvvetle ümit ettiğim şey Rabbimin kıyamet günü benim hatalarımı
bağışlayacağıdır." (Şuara, 26/82). Burada aynı zamanda zan ihtimali de
vardır. Zira kişi gelecekte ne olacağını bilemez.
Bu ayetin bir benzeri
şu ayettir: "Sihirbazlar şöyle dediler: Seni bize gelen apaçık mucizelere,
bizi yaratana kesinlikle tercih edemeyiz. Artık neye hakim isen hükmünü ver.
Sen hükmünü ancak bu dünya hayatında geçirebilirsin. Biz günahlarımızı ve bizi
zorladığın sihirbazlığı bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah'ın sevabı
daha hayırlı ve daha süreklidir." (Tâ-Hâ, 20/72-73).
[27]
Firavun ve adamları
huzurunda tarihin ebedîleştirdiği muazzam bir topluluk önünde yarışma ve
gösteri için Hz. Musa (a.s.) ile sihirbazları bir araya getirerek Yüce Allah,
iman ve hakkın taraftarları ile iftiracı batıl taraftarlarının tutum ve
davranışlarını açıkça ortaya koymaktadır.
Hz. Musa'nın
belirlediği şekilde, halk kıptîlerin bayram günü olan "Ziynet Günü"
toplanmıştı: "Musa: Sizinle buluşma zamanımız bayram günü insanların
toplanacağı kuşluk vaktidir, demişti." (Tâ-Hâ, 20/59). Halk mitingde bulunmak
için birbirlerini teşvik ediyordu. Onlar sihirbazların Hz. Musa ile kardeşi Hz.
Harun'a üstünlük sağlayacaklarını umuyorlar ya da öyle düşünüyorlardı.
Yenilgi alâmetleri
baştan belli idi. Sihirbazlar ya mal ya da mevki-makam gibi dünyevî bir hedef
için üstünlük sağlamak ve galibiyet elde etmek istiyorlardı. Firavun onlara
hem mal hem de mevki vaadinde bulunmuştu.
Hz. Musa ile kardeşi
Hz. Harun hakkın zaferini gerçekleştirmek nübüvvet ve risaletin doğruluğunu
ispat etmek ve Allah'ın adını yüceltmek istiyorlardı. Allah da yardımıyla
onlara güç verdi. Zira mucize olağanüstü bir hal olup kaynağı da ilâhî
iradedir. Allah'ın kudretiyle beşerin kudreti arasındaki fark ne kadar da büyük
idi!
Yenilgi alâmetlerinden
biri, önce sihirbazların iplerini ve asalarını ortaya atmaları ve bunların
halkın şiddetle korkmasına ve hayretlerine sebep olacak kadar müthiş olmasına
rağmen Hz. Musa'nın asasına lokma olmalarıdır.
İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayet edilmiştir ki: Sihirbazlar dışı civa ile parlatılmış iplerini ve
içleri civa ile doldurulmuş asalarını alıp da bunlar kızgın güneşte ısınıp
hareket etmeye başlayınca sanki yerin her tarafından hareket eden yılanlar
gibi görünmüş, Hz. Musa (a.s.) bu durumdan korkuya kapılmıştı. Kendisine:
- Elindekini ortaya
at, denildi.
"Musa asasını
(yere) bırakıverdi. Bir de ne görsünler: O apaçık bir ejderha!" Ejderha
ağzını açtı. Sihirbazların ortaya attıkları sihir iplerini ve değneklerini
yuttu, hatta tamamını yedi. Sonra Musa asasını eline aldı. Asâ eski haline
dönüvermişti. Sihirbazlar bu durumu görünce Firavun'a:
- Biz insanlara
sihirbazlık yapıyorduk. Galip geldiğimiz zaman da mağlup olduğumuz zaman da
iplerimiz, değneklerimiz aynen kalıyordu. Fakat bu gerçektir dediler, secde
ettiler ve âlemlerin rabbine iman ettiler.
Sihirbazların, sihir
iplerinin ve değneklerinin sayısı hakkında sabit olmuş sahih bir rivayet
yoktur. Kur'an'ın delâlet ettiği husus bunların her beldeden toplanıp bir araya
geldikleri için sayıca çok olduğudur. Çünkü Firavun bu büyük sihirbaz
kitlesiyle galip geleceği kanaatine varmıştı.
Yenilgi işaretlerinden
biri de sihirbazların sihir iplerini attıkları zaman "Firavunun şerefi
için mutlaka galip gelecek olan biziz, dediler." ifadesidir. Yani kesin
olarak üstünlük vaadinde bulundular. Musa'ya gelince o asasını Allah'ın adıyla ve
O'nun izzetiyle yere bıraktı.
Hz. Musa'nın
mucizesinin zaferinden başka diğer büyük sürpriz sihirbazların Allah'a iman
etmeleri ve derhal Allah Tealâ'ya secdeye kapanmalarıdır. Çünkü onlar
sihirbazlığın son noktasını gayet iyi biliyorlardı. Hz. Musa'nın asasının onların
yaptıkları bütün hayalî ve göz boyayan şeyleri yuttuğunu görünce ve bunun da
sihirbazlık mesleğinin dışında bir şey olduğunu müşahede edince bu işin sihir
olmadığını gayet iyi anladılar.
Sihirbazlar azgın
diktatör Firavun'un tehditlerine aldırmadan Allah Tealâ'ya kesin imanlarını
ilân ettiler. Bu iman yolunda elleri ve ayakları kesilip asılmak suretiyle
şehit olarak ölmeyi küfür ve sihirbazlık sapıklığı uçurumuna dönmeye tercih
ettiler. Kur'an-ı Kerim de onların bu sebat dolu sarsılmaz tavırlarını şu iki
vasıfla ebedileştirdi dediler (Allah onlardan razı olsun).
1- Allah
sevgisi ve O'nun rızasını kazanmak hususunda tam bir azim sahibi olmaları.
Onlar sevabı arzulayarak ya da azaptan korkarak "Biz hiç şüphesiz
Rabbimize döneceğiz." dediler. Bu sıddîklarm derecelerinin en yükseğidir.
2- Küfür ve
sihirbazlık üzerine kurulan kötü geçmişin sorumluluklarından kurtulmaları:
"Biz Rabbimizin bizim günahlarımızı bağışlayacağını umarız." Böylece
sihirbazlar küfürle çalkalanan bir toplumda imana ilk koşan kimseler oldular:
"Biz iman edenlerin ilki olduk."
[28]
52- Musa'ya:
"Kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz." diye
vahyettik.
53- Firavun da
şehirlere asker toplayacak kimseler gönderdi.
54- (Onlara şöyle
dedi:) "Bunlar sayıları az basit bir topluluktur.
55- Ne var ki bizi
öfkelendiriyorlar.
56- Biz ise gerçekten
ihtiyatlı bir kitleyiz." dedi.
57- Nihayet biz
Firavun ve kavmini bahçelerden ve pınarlardan... (çıkardık).
58- Hazinelerden ve şerefli makamlardan
uzaklaştırdık.
59- İşte böyle yaptık.
Onlara İsrailoğul-ları'nı mirasçı kıldık.
60- Firavun ve kavmi
güneş doğarken onların peşine düştüler.
61- İki topluluk birbirlerini görünce Musa'nın
taraftarları: 'İşte yakalandık." dediler.
62- Musa: "Hayır,
şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. Bana kurtuluş yolunu gösterecektir."
dedi.
63- Bunun üzerine biz
Musa'ya: "Asan ile denize vur." diye vahyettik. Bir anda deniz
yarılıverdi. Her bir kısmı kocaman bir dağ gibi oldu.
64- Geriden gelenleri de oraya yaklaştırdık.
65- Musa'yı ve onunla
beraber olanların tamamını kurtardık.
66- Sonra diğerlerini de suda boğuver-dik.
67- Bunda elbette bir
ibret vardır. Fakat çokları yine de iman etmediler.
68- Şüphesiz senin
rabbin Aziz'dir (her şeye galiptir), Rahim'dir (çok merhametlidir).
"Bir anda deniz
yarılıverdi." Ayette hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. Yani Musa asâsıyla
denize vurdu. Bunun üzerine deniz yarılıverdi, demektir.
"Büyük bir dağ
gibi" ifadesinde teşbih-i mürsel ve mücmel vardır. Benzetme edatı
zikredilmiş, benzetme yönü hazfedilmiştir. Sebatı ve dimdik durması hususunda
dağ gibi demektir.
[29]
"Biz
Musa'ya" Mısır'da senelerce ikamet edip Mısır halkını Allah'ın
ayetle-riyle hakka davet edip de bu daveti onların azgınlığını, fesadını ve yüz
çevirmesini artırınca "kullarımı geceleyin yola çıkar" al götür
"diye vahyettik." Musa denize yönelmekle emrolunmuştu. Çünkü siz
"takip edileceksiniz." Firavun ve ordusu sizi takip edeceklerdir. Bu
ifade geceleyin yürümenin sebebidir. Onlar sabahleyin denize henüz ulaşmadan
sizi takip ettiklerinde sizi kurtarırım, onları da suda boğarım. Zira onlar
sizin peşinizden yürüyecekler ve sizin yürüdüğünüz yoldan denizin içine
girecekler.
"Firavun"
Hz. Musa ile İsrailoğullan'nın gittikleri haberini alınca onları takip etmek
için "şehirlere asker toplayacak kimseler gönderdi." Rivayete göre:
Firavun'un 1.000 küsur şehri, 12.000 köyü vardı.
Firavun onlara şöyle
dedi: "Bunlar" İsrailoğulları bizim ordumuza göre "sayıları az,
basit bir topluluktur." Denilmiştir ki: İsrailoğulları 670.000 kişiydiler.
Firavun'un ordusunun öncüleri 700.000 kişiydi. Hepsi süvari olup her birinin
başında miğferi vardı. Ordu ise 1,5 milyon kişiydi. Ancak bu sayılar o dönem
dikkate alındığında incelemeye değer olup sahih bir rivayetle sabit olmamıştır.
Öyle görünüyor ki bu rakamlar İsrailoğullan'nın mübalağalı ifadele-rindendir.
"Ne var ki onlar
bizi öfkelendiriyorlar." Yani bizi öfkelendirecek şeyler yapıyorlar.
"Biz ise
gerçekten" işlerinde "ihtiyatlı" ve dikkatli "bir
kitleyiz." "İhtiyatlı" anlamındaki kelime "hâzirûn"
şeklinde de okunmuştur. Buna göre manası, "Biz uyanık bir kitleyiz."
demektir.
"Nihayet biz
onları" Firavun ve kavmini Hz. Musa ve. kavmine yetişmeleri için Mısır'dan
çıkardık. Yani onların gönüllerinde şehirden çıkış sebeplerini hazırladık ve
onları buna şevkettik, "bahçelerden" Nilin iki tarafında bulunan
bağlardan, bostanlardan "ve pınarlardan" Nüden ayrılan nehirlerden
"hazinelerden" toprağa gizledikleri mallardan "ve şerefli
makamlardan" yani yüksek köşklerden ve lüks evlerden
"çıkarttık."
"İşte böyle
yaptık." İşte bu şekilde onları çıkarttık. Yahut onları çıkartmamız
tavsif ettiğimiz şekilde oldu. Firavun ve kavmini suda boğduktan sonra Onlara
îsrailoğulları'nı mirasçı kıldık."
"Firavun ve kavmi
güneş doğarken" tam güneşin doğma vaktinde "onların" Musa'nın ve
İsrailoğullan'nın "peşine düştüler" onlara eriştiler.
"İki topluluk
birbirlerini görünce" iki taraf birbirlerini görecek kadar yaklaşınca
"Musa'nın taraftarları: "İşte yakalandık" Firavun kavmi bize
erişiyor, onlara karşı duracak gücümüz yok "dediler."
"Musa:
Hayır!" bize asla erişemiyecekler "Rabbim" himayesi ve
yardımıyla "benimle beraberdir. Beni hidayete erdirecek" kurtuluş
yerini gösterecektir, dedi.
"Bunun üzerine
biz Musa'ya: Asan ile denize" Kızüdeniz'e yahut Nil Neh-ri'ne "vur
diye vahyettik." Musa asâsıyla denize vurdu. "Bir anda deniz
yarılı-verdi." Deniz on iki toprak yol oldu. Denizin "her bir kısmı
kocaman" dimdik duran "bir dağ gibi oldu." Hepsi bu yollara
girdi. Her kabile bir yola girdi. Hiçbir kimse ıslanmadı.
"Geriden
gelenleri" Firavun ve kavmini "de oraya yaklaştırdık." Nihayet
hepsi İsrailoğulları'nın peşinden onların girdikleri yere, onların yoluna
girdiler.
"Biz Musa'yı ve
O'nunla beraber olanların tamamını" kendileri geçinceye kadar denizin bu
durumda korunması suretiyle "kurtardık."
"Sonra da
diğerlerini" Firavun ve kavmini tamamen denize girdikten ve İsrailoğulları
denizden çıktıktan sonra denizi üzerine kapatarak "suda boğuverdik."
"Bunda" bu
suda boğma olayında "elbette büyük bir ibret" ve öğüt "vardır.
Fakat onların çoğu yine de iman etmediler." Âsiye, Firavun ailesindeki
iman eden adam olan Âsiye'nin babası Hazkil, Hz. Yusuf un (a.s.) kemiklerinin yerini
gösteren Meryem bt. Zâmûsâ hariç Mısır'da geride kalan kıptilerden hiçbirisi
iman etmedi. Ayrıca İsrailoğulları da boğulmaktan kurtulduktan sonra tapacakları
inek istediler, altından buzağı edindiler. "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe
asla iman etmeyiz, dediler." (Bakara, 2/55).
"Şüphesiz senin
rabbin" yüce Allah "Azizdir." düşmanlarından intikam alan ve
"Rahim'dir" müminlere çok merhametlidir. Onları boğulmaktan kurtarmıştır.
İsrailoğulları'nın
Mısır'dan Çıkma Hazırlığı
Müfessirlerin
belirttiklerine göre Hz. Musa (a.s.) Mısır diyarmdaki ikame müddeti uzayınca ve
orada böbürlenen ve inatçılık yapan Firavun ve adamlarına karşı Allah'ın
hüccetlerini ve burhanlarını ortaya koyunca onların önünde azap ve işkence
etmekten başka yol kalmadı.
Bunun üzerine Allah
Tealâ Hz. Musa'ya İsrailoğullarını geceleyin Mısır'dan çıkarmasını ve onlarla
birlikte gitmesini emretti. Hz. Musa (a.s.) Rabbi-nin emrettiği şeyi yerine
getirdi. İsrailoğulları, Firavun kavmine:
- Bizim bu gece
bayramımız var, diyerek onlardan pek çok emanet altın takılar aldılar. Hz.
Musa ile İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışları ayın doğduğu vakitteydi.
Hz. Musa (a.s.) Hz.
Yusufun kabrini sormuş İsrailoğullan'ndan yaşlı bir kadın bu kabri göstermişti.
Hz. Musa (a.s.) O'nun tabutunu alıp beraberinde götürdü. Çünkü Hz. Yusuf (a.s.)
İsrailoğulları Mısır'dan çıktıkları zaman kendisini de beraberlerinde
götürmelerini vasiyet etmişti.
[30]
"Biz Musa'ya:
Kullarımı geceleyin al götür, mutlaka takip edileceksiniz, diye
vahyettik."
Allah, Musa'ya kavmi
olan İsrailoğulları'yla birlikte geceleyin deniz yönünde yürümelerini emretti.
Musa da böyle hareket etti. Allah onlara Firavun ve kavminin kendilerini takip
edeceklerini bildirdi. Nihayet sabahleyin onları izlediklerinde de Hz. Musa ve
kavmi ilerlemişti. Denize ulaşmadan önce Firavun kavmi onlara erişemediler.
Hz. Musa ve kavmi denize girdiler. Firavun ve ordusu da aynı yoldan denize
girdiler ve yolun iki tarafındaki dalgalar onları tamamen kapladı ve toptan
suda boğuldular.
İsrailoğulları'nın
Mısır'daki ikameti 430 yol sürdü. Mısır'dan çıkış gecesi ebediyete kadar
onların "Fash Bayramı" idi. İbni Abbas'ın (r.a.) rivayet ettiği gibi
onların sayıları 600.000 yaya idi.
"Firavun da
şehirlere asker toplayacak kimseler gönderdi." Yani Firavun ve kavmi
sabaha erip İsrailoğullarının çıktığını öğrenince bu durum onu öfkelendirdi ve
İsrailoğulları'na karşı kızgınlığı arttı. Derhal Mısır şehirlerine ordu
toplayacak temsilci ve görevlileri gönderdi.
,
Firavun kavmini
kendisiyle beraber takibe çıkmaya teşvik etmek için manevî takviye üslûbunu
kullandı ve İsrailoğullan'nı şu üç sıfatla nitelendirdi:
1-
"Bunlar sayıları az, basit bir topluluktur." Yani İsrailoğulları
küçük bir guruptur. Dolayısıyla onları takip etmek, esir etmek, öldürmek ya da
itaatkâr etmek zor değildir.
2- "Onlar
bizi öfkelendiriyorlar." Onlar her zaman bizi kızdırıyorlar ve fitne ve
anarşi sebebiyle bizi daraltıyorlardı. Onlar mallarımızı götürdüler, bizim
kulluğumuzdan çıktılar ve dinimize muhalefet ettiler.
3- "Biz
ise gerçekten ihtiyatlı bir kitleyiz." Yani hepimiz ihtiyatımızı ve hazırlığımızı
yaptık, askeri açıdan hazırlıklıyız. Ben onları kökten yok etmek ve köklerini
kazımak istiyorum.
Büyük bir ordu
toplandı. Ne Firavun'un ordusunu ne de İsrailoğullarının sayısını tespit eden
sahih bir rivayet bulunmaktadır. Fakat kesin olan husus İs-railoğullan'nın
sayısının Firavun'un ordusunun sayısından daha az olduğudur.
"Nihayet biz
Firavun ve kavmini bahçelerden ve pınarlardan, hazinelerden ve şerefli
makamlardan uzaklaştırdık." Yani onların kalplerinde Mısır'dan çıkış
sebebini yerleştirdik. Onlar nimetlerden cehenneme çıktılar. Yemyeşil bağları
ve bahçeleri, akan ırmakları, yeryüzünde depolanmış hazinelerde biriktirilmiş
mallan, yüksek köşkleri, lüks evleri, dünyada büyük mevkileri ve mülkleri :erk
ettiler.
"İşte böyle
yaptık. Onlara Israiloğulları'nı mirasçı kıldık."
Yani durum gerçekten
dediğimiz gibi olmuştur. Mısır'dan çıkarmamız tavsif ettiğimiz şekilde
olmuştur. Biz İsrailoğullan'nı bu servetlere vâris kıldık. Kölelikten hürriyet,
istiklâl, refah ve nimetlere kavuştular.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Hakaretlere maruz bırakılmış o kavmi de bereketli
kıldığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'raf, 7/137).
"Biz yeryüzünde
horlanan kimselere lütufta bulunalım, onları önderler kılalım, onlara varis
kılalım istiyoruz." (Kasas, 28/5).
"Firavun ve kavmi
güneş doğarken onların peşine düştüler." Yani Firavun ve kavmi
İsrailoğullarına güneş doğarken Süveyş Körfezi'nde ulaştılar.
İşte bu anda İsrailoğulları
korkuya kapıldılar. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"İki topluluk
birbirlerini görünce Musa'nın taraftarları "İşte yakalandık."
dediler." Yani bu iki taraftan her biri diğerini görünce, yok olmayı
yakînen anlayan İsrailoğulları şöyle dediler: Firavun ve orduları bize
eriştiler, bizi öldürecekler. Yahut biz takip edildik, onların elinde
öleceğiz.
Hz. Musa (a.s.)
İsrailoğullan'nı mutmain kıldı ve onların gönüllerini sa-kinleştirdi, şöyle
dedi: "Hayır, şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. Bana kurtuluş yolunu
gösterecektir."
Musa dedi ki: Hayır
onlar bize erişemeyeceklerdir. Rabbim koruması ve yardımıyla bizimle
beraberdir. O, beni onlardan kurtuluş ve selâmet yoluna ulaştıracaktır. Onlara
karşı bana yardım edecektir.
Cenab-ı Hak Hz.
Musa'ya vahyini şöyle anlattı: "Bunun üzerine biz Musa'ya: Asan ile
denize vur, diye vahyettik. Bir anda deniz yarılıverdi. Her bir kısmı kocaman
bir dağ gibi oldu." Yani Allah Musa'ya asâsıyla denize vurmasını emretti.
Musa da asâsıyla denize vurdu. Asasında Allah'ın kendisine ihsan ettiği
mucizesi vardı. Bunun üzerine deniz bir anda on iki yol olarak yarılıver-di.
Suyun hareket etmeksizin yan tarafa ayrılan herbir parçası büyük bir dağ gibi
olmuştu. Hava ve güneşle kuruyan yollar İsrailoğullan'nın torunları sayısınca
idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar için denizde kuru bir
yol ayır. Yakalanacağım diye korkma, çekinme." (Tâ-Hâ, 20/77).
"Geriden
gelenleri de oraya yaklaştırdık." Geriden gelen Firavun ve ordusunu
denize yaklaştırdık. Onlar da İsrailoğullan'nın izini takip ettiler.
"Musa'yı ve
O'nunla beraber olanların tamamını kurtardık. Sonra diğerlerini de suda
boğuverdik." Musa'yı, İsrailoğulları'nı ve dinlerinde onlara tabi olanları
kurtardık. Bunlardan hiçbir kimse helak olmadı. Firavun ve ordusu ise suda
boğuldular. Onlardan ise hiçbir kimse geriye kalmadı.
"Bunda hiç
şüphesiz büyük bir ibret vardır." Yani bu kıssada ve buradaki hayret
verici olaylarda Allah Tealâ'nın kudretine, Hz. Musa'nın doğruluğuna, Allah'ın
mümin kullarının kurtuluşuna ve kâfirlerin helak olacağına delâlet eden ibret,
öğüt ve mucizeler vardır.
"Fakat onların
çoğu yine de iman etmediler." Yani kıptîlerden Mısır'da kalanların çoğu
ve yine İsrailoğulları'nın pek çoğu iman etmediler. Bu mucize imana teşvik
etmektedir. Buna rağmen İsrailoğulları bunu yalanladılar, buzağıyı ilâh
edindiler. Biz Allah'ı açıktan görmedikçe sana iman etmeyiz, dediler.
Bu ayetlerde Allah'a
ve peygamberlerine imana delâlet eden mucizeler ve kudret delilleri ortaya
konulduğu halde Rasulullah'ı (s.a.) gam ve üzüntüye boğan kavminin
yalanlamalarına karşı O'na bir tesellidir.
"Şüphesiz senin
Rabbin Azizdir, Rahim'dir." Allah Tealâ düşmanlarından mutlaka intikam
alacaktır, Allah dostları olan mümin kullarına da merhamet edecektir.
Bu, ayet yakın
gelecekte Peygamberimiz'e (s.a.) verilen bir zafer müjdesidir.
[31]
Hz. Musa" ile
Firavun kıssasının bu beşinci ve son bölümünde iki taraf arasında kesin tavır
ve son nokta konmaktadır. Burada en zorlu saatlerde ve en şiddetli sıkıntı
zamanındaki Allah'ın kudreti ortaya konmaktadır. Allah Te-alâ'mn kudreti ve
yoktan var etme gücü karşısında zalim beşerî kuvvete itimat etmenin ne derece
zayıf ve sonuçsuz olduğu açığa çıkmaktadır. Hz. Musa'nın asası mücerret
vurmakla denizi yarmamış; ancak onunla birlikte olan ilâhî kudretin izharıyla
deniz yarılmıştır. Bu husus asanın tesiriyle denizin 12 toprak yol olarak
ayrılmasıyla alay edip buna inanmayan kâfirlerin basiretle görmeleri gerekli
husustur.
Zalimlerin uçuruma ve
helake sürüklenmesi, insanlara ibret olması için Allah'ın bu zalimlerin hepsini
suda boğması, peygamberlerinin önderliğindeki iman ordusunu nimetini tamamlamak
ve lütfunu izhar etmek için onları kurtuluş sahiline götürmesi Allah Tealâ'nın
hikmetlerindendir. Yoksa Allah Tealâ Firavun ve ordusunu kendi ülkelerinde ve
topraklarında da helak etmeye kadirdir.
Bu ilâhî hikmeti ve
Allah'ın kullan hakkındaki sünnetini ortaya koymak, nebî ve rasullerinin
peygamberliğini itiraf eden Allah dostu müminleri kurtarmak ve Allah düşmanı
olan ve peygamberleri yalanlayan kâfirleri helak etmek için Cenab-ı Hak Hz.
Musa'ya İsrailoğulları'nı geceleyin Mısır'dan çıkarmasını emretti ve onları
kullan olarak adlandırdı. Çünkü onlar Musa'ya iman etmişlerdi. Allah, Musa'ya
Firavun ve ordulannın İsrailoğullan'nı devamlı köle ve esir gibi kullanmak ve
onlan Mısır beldelerine geri döndürmek için takip edeceklerini emretti.
Firavun askerlerini
toplamış ve Hz. Musa'nın İsrailoğullan ile yola çıktığı günün ertesi günü
ordusunu hazırlamıştı. Firavun, bunlar basit küçük bir guruptur, dinimize
muhalefet etmeleri ve bizden emanet aldıklan mallanmızı, altın takılanınızı
alıp götürmeleri sebebiyle onlar bizim düşmanlanmızdır, biz ise gerekli bütün
tedbirlerimizi almış ve silahlanmızı kuşanmış bir topluluğuz, diye bütün askeri
gücünü seferber etmişti.
Bu seferberlik,
Firavun ve kavmini Mısır'dan ve Mısır'ın ağaçları, ırmakları ve yüksek
köşklerinden uzaklaştırmak ve onların mal ve mülklerini Mısır'da zelil,
ezilmiş köleler halinde kullandıkları İsrailoğulları'nın meşru mirası kılmak
içindi.
Hasan-ı Basrî ve
başkaları diyor ki: İsrailoğulları, Firavun'un ve kavminin helak olmasından
sonra Mısır'a döndüler.
Denilmiştir ki:
Buradaki "varis kılınma" dan murad İsrailoğulları'nın Firavun
ailesinden Allah'ın emriyle emanet olarak aldıkları takılar ve ziynetlerdir.
Kurtubî ise şöyle
diyor: Her iki husus da meydana gelmiştir. Hamd Allah'a mahsustur. Yani hem
Mısır'a döndüler, hem de Mısır'ın idarecileri, efendileri ve sahipleri oldular.
Firavun ve kavmi
İsrailoğulları'nın peşine ancak güneş doğduktan sonra düşmüşlerdi. Firavun ve
kavminin gecikmesinin sebebi, ya aralarında meydana gelen veba sebebiyle gece
ölen bakire kızlarının defnedilmesiyle meşgul olmaları, ya da bir bulutun
onları gölgelemesi ve karanlığın engellemesi ve sabah oluncaya kadar bu
karanlığın açılmaması idi.
İki gurup birbirlerini
görecek şekilde karşılaştıklarında Hz. Musa'nın ashabı korktular ve:
- Düşman bize iyice
yaklaştı, bizim ona yetecek gücümüz yok. Düşman arkamızda, deniz de
önümüzdedir, dediler. Kötü tahminlerde bulundular. Azarlama ve cefa şeklinde
Hz. Musa'ya: "Bizyakalandık." dediler.
Hz. Musa da onların
sözlerini reddetti. Onlara ihtarda bulundu ve Allah Tealâ'nın hidayet ve yardım
vaadini hatırlattı. Şöyle diyordu:
"Asla" size
yetişemezler. "Zira Rabbim bana" düşmana karşı yardım ederek
hidayeti nasip edecek "kurtuluş yolunu göstercektir."
Büyük bir belâ ile
karşılaşıp İsrailoğulları'nın korkusu da şiddetlenince güçlerinin yetmeyeceği
kadar büyük orduları da gördüklerinde Allah Tealâ Hz. Musa'ya asâsıyla denize
vurmasını emretti. Çünkü Allah Tealâ bu mucizenin Hz. Musa ile irtibatlı
olmasını murad etmişti. Yoksa asayı vurmak denizi yaracak bir fiil değildir.
Bu hususta onunla birlikte olan Allah'ın kudretinden ve yaratmasından başka
yardım eden de yoktur. Bu Hz. Musa'nın mucizelerinden sayıldı.
Deniz yarılınca
İsrailoğulları'nın kabileleri sayısınca on iki yol oldu. Bu yollar arasındaki
sular büyük dağ gibi yükseldi. Sanki deniz dondurulmuş, denize esen, suyu
kurutan ve orayı yeryüzü gibi toprak haline getiren rüzgârın tesiriyle kuru yol
olmuştu. Nitekim Cenab-ı Hak "Onların yetişmelerinden korkmayarak ve
endişe etmiyerek denizde kuru bir yol aç, diye vahyetmiştik." (Tâ-Hâ,
20/77).
Allah Firvun ve
kavmini denize yaklaştırdı. Öfke kalplerini doldurmuş, kin ateşi kalplerinde
kazan gibi kaynıyordu.
Allah, Hz. Musa'yı ve
O'nunla beraber olanları da kurtardı. Firavun ve kavmi denizin ortasına gelince
denizi üstlerine kapattı ve hepsini suda boğdu.
Bu büyük, hem de pek
büyük bir ayettir! Öğüt alacak kimse için büyük bir öğüt, düşünüp ibret alacak
kimse için de bir ibrettir. Gerçekten denizde meydana gelen bu mucize Allah'ın
kudretine ve Hz. Musa'nın mucizesi olması dolayısıyla Hz. Musa'nın doğruluğuna
delâlet eden ve ibret alacak kimselerin ilele-bed ibretle dikkate alacakları
Allah'ın büyük ayetlerinden bir ayettir.
Burada insanlar Allah
Tealâ'nın emrine ve Rasulü'nün emrine muhalefet etmeye teşebbüs etmekten
şiddetle sakındınlmaktadır. Ayrıca mucizelerin ortaya konmasına rağmen
kavminin yalanlamasına üzülen Peygamberimiz'i (s.a.) teselli ve ona ibret
olmaktadır: Ya Muhammedi Kavminin çoğunun seni yalanlamalarına şaşma. Onlann
eziyetlerine karşı sabret. Belki de onlar ıslah olurlar demek istiyor.
Bu sebeple Allah Tealâ
bunun ardından şöyle buyurdu: "Ne var ki onların çoğu iman
etmediler." İster Firavun kavminden isterse Hz. Musa kavminden olsun
onlann çoğu mümin olmadılar. Zira Firavun kavminden sadece Firavun ailesinden
Hazkîl, onun kızı Firavunun hanımı Âsiye ve Hz. Yusuf un kabrine delâlet eden yaşlı
kadın Meryem b. Zâmûsâ iman etti.
Hz. Musa'nın kavmine
gelince, onlar kurtulduktan sonra buzağıya taptılar ve "Biz Allah'ı
açıktan görmedikçe sana asla iman etmeyiz dediler." (Bakara, 2/55).
[32]
69- (Ey Muhammedi) Sen ümmetine İbrahim'in
kıssasını da anlat.
70- Hani İbrahim
babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti.
71- Onlar da:
"Putlara tapıyoruz. Onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz." demişlerdi.
72- İbrahim onlara:
"(Bu putlar) Dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar mı?
73- Yahut size fayda
temin edebilir, ya da zarar verebilirler mi?" dedi.
74- Onlar:
"Hayır, biz atalarımızı bu şekilde yapar bulduk." dediler.
75- İbrahim şöyle
dedi: "Görüyor musunuz, nelere tapıyorsunuz?
76- Sizler ve eski
atalarınız!
77- Zira âlemlerin
rabbi müstesna bütün bunlar benim düşmanlarımdır.
78- Beni yaratan ve
bana hak yolu gösteren Allah'tır.
79- Beni yediren de
içiren de O'dur.
80- Hastalandığım
zaman bana şifa veren de O'dur.
81- Beni öldürecek,
sonra da diriltecek olan O'dur.
82- Ceza gününde
kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur."
"Size fayda temin
edebilir ya da zarar verebilirler mi?" ayetindeki iki cümle arasında
tezat sanatı vardır.
Ayrıca "Beni
öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur." ayetinde de tezat sanatı
vardır.
"Hastalandığım
zaman bana şifa veren de O'dur." ayetinde Cenab-ı Hakk'a karşı edebe
riayet ederek hastalığı kendi nefsine isnat etti. Çünkü şer, Allah'a nispet
edilmez. Hastalık da şifa da her ikisi de Allah tarafından olduğu halde
"Allah beni hasta etti." dememiştir.
[33]
Ey Muhammedi "Sen
onlara" Müşrik Araplara, Mekke kâfirlerine ve benzerlerine
"İbrahim'in kıssasını" mühim haberini "anlat."
"Hani İbrahim
babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz? demişti." Hz. İbrahim
(a.s.) onlara bu soruyu taptıkları şeylerin ibadete lâyık olmadıklarını
göstermek için sormuştu.
"Onlar da:"
Gerçekten açık ifade kullanarak "Putlara tapıyoruz. Onlara ibadetten hiç
ayrılmıyoruz, dediler." Yani biz putlara tapmaya devam ediyoruz.
"Putlara tapıyoruz" ifadesinden sonra bunun övünüp böbürlenerek ve
gönülle-rindeki sevinci ortaya koymak üzere "Biz onlara ibadetten hiç
ayrılmıyoruz." dediler.
"İbrahim
onlara:" Bu putlar "Dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar mı?"
"Yahut"
kendilerine tapındığınız zaman onlar "size fayda temin edebilir mi?"
Ya da onlara tapınmadığınız zaman onlar "size zarar verebilirler mi?"
Bu fiillerin müzari olarak geçmiş durumun hikâye için "iz" harfiyle
birlikte kullanılması bunların zihinde hazır halde tutulması içindir.
"Onlar: Hayır,
biz atalarımızı bu şekilde" bizim yaptığımız şekilde "yapar bulduk,
dediler." Onlar taklitçiliğe sarılmaktan başka cevap bulamadılar.
"İbrahim şöyle
dedi: Görüyor musunuz, nelere tapıyorsunuz? Sizler ve eski atalarınız !"
Öncelik veya eskilik bunların doğru olduğuna delâlet etmez. Bununla batıl
hakka çevrilmez.
"Zira âlemlerin
rabbi" olan Allah "müstesna." Ben ancak O'na ibadet ederim.
"Bütün bunlar" Allah'tan başka taptıklarınız "benim düşmanımdır."
Ben onlara tapmıyorum. Bundan murad onlar kendilerine tapanların düşmanıdırlar
demektir. Çünkü onlara tapanlar onlardan zarar görmektedirler. Fakat bu durumu
onlara ta'riz olarak tasvir etmiştir. Çünkü ta'riz nasihat konusunda açık
ifadeden daha faydalıdır. Bu kabule daha şayan olan, kendi nefsinden başladığı
bir nasihat olduğunu, hissettirmek içindir. "Adüvv" kelimesi müfred
olarak kullanılmıştır. Çünkü b aslında bir mastardır ya da bu kelime nesep
manasıyla kullanılmıştır.
"Beni yaratan ve
bana hak yolu" dini "gösteren O'dur." Çünkü O her yaratığı
yaratıldığı dünya ve ahiret işlerine iletir. Bu, o mahluku yaratmasının başlangıcından,
ecelinin son noktasına kadar sürekli bir hidayettir. Bu hidayetle menfaat
temini ve zararları defetmek imkânı bulur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Takdir eden ve hidayete erdiren O'dur." (A'lâ, 87/3).
İnsanda hidayet, ana karnındaki yavrunun, rahimdeki hayız kanını emmeye
sevke-dilmesiyle başlar, cennet yoluna ve cennet lezzetlerinden istifadeye
kadar devam eder.
[34]
Allah Tealâ surenin
başında kavminin inkarcılığı sebebiyle Peygamberi-miz'in (s.a.) son derece
üzüldüğünü bildirdikten sonra Hz. Muhammed'in (s.a.) bu gibi bir durumun Hz.
Musa (a.s.) için de meydana geldiğini bilmesi için ve bu durumun kendisine bir
teselli olması için Hz. Musa (a.s.) kıssasını zikretti. Bunun ardından da yine
Rasulullah'm (s.a.) Hz. İbrahim'in (a.s.) üzüntüsünün O'nun üzüntüsünden daha
şiddetli olduğunu bilmesi için Hz. İbrahim (a.s.) kıssasını anlattı. Zira Hz.
İbrahim (a.s.) babasını ve kavmini cehennemde görüyor ve onları kurtarma imkânı
bulamıyordu. Burada peygamberlerin kavimlerinden gördükleri muhalefet eski ve
sürekli bir durumdur. O halde gam ve üzüntüye gerek yoktur.
[35]
Bu bölüm muvahhidlerin
önderi Hz. İbrahim (a.s.) ile kavmi arasındaki kıssanın birinci bölümüdür.
Kıssanın konusu kavminin Allah Tealâ'ya ibadetle birlikte putlara tapmalarının
reddedilmesi ve kendisine ibadet vacip olan Rab-bin sıfatlarının beyan edildiği
bir bölümdür. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Sen ümmetine
İbrahim'in kıssasını da anlat." Yani Ya Muhammedi ihlâs, Allah'a güven ve
hiçbir ortak koşmadan yalnız Allah'a kulluk etmek, şirkten ve şirk ehlinden
uzak durmak hususunda Hz. İbrahim'e (a.s.) uymaları için sen ümmetine Hz.
İbrahim'in (a.s.) kıssasını anlat. Çünkü Allah Tealâ İbrahim'e küçüklüğünden
büyüklüğüne kadar hidayet ihsan etti. Yaşlandığı zaman kavminin putlara
tapmasına karşı çıktı. Babasına ve kavmine:
- Bu taptıklarınız da
nedir? Nedir bu hiç durmadan tapındığınız heykeller? diyor, böylece onların
taptıklarının ne şeriat ne de akıl nazarında ibadete lâyık olmadığına dikkat
çekiyordu.
Kavmi de O'na puta
taptıklarını itiraf ederek ve gönüllerindeki sevinci ve bu durumdan iftihar
ettiklerini ortaya koyarak cevap veriyorlardı:
- Biz putlara
tapıyoruz. Hem onlara ibadetten de gece-gündüz hiç ayrılmıyoruz.
Hz. İbrahim onların bu
davranışlarından hayret ederek ibadetlerinin faydası hakkında onlarla
tartıştı.
"İbrahim şöyle
dedi: (Bu putlar) siz dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar mı? Yahut size fayda
temin edebilir, ya da zarar verebilirler mi?" Eğer bu olmazsa hiçbir amacı
olmayan ibadetin faydası nedir? Biraz düşünür müsünüz? Yaptıklarınız hakkında
fikir yürütür müsünüz? Vasfı bu olan şeylere tapınmayı nasıl normal
görebiliyorsunuz?
"Kavmi İbrahim'e:
Hayır, biz atalarımızı bu şekilde yapar bulduk dediler." Onlar Hz.
İbrahim'in hüccetini reddedecek sadece babalan ve ataları körükö-rüne taklit
etmeye sarılmaktan başka ikna edici bir cevap bulamamışlardı. Putlara
tapmalarını ve onları takdis etmelerini normal kılacak, kabul edilebilecek bir
hüccetleri, delilleri yoktur. Bu ayet inançları hususunda taklitçiliğin asılsız
ve çürüklüğüne ikna edici aklî deliller ortaya koymanın gerekliliğine en
kuvvetli delildir. Çünkü Allah onların bu ifadelerini kâfirlerin yolunu kötülemek
ve onların metodunu reddetmek için nakletmektedir.
Hz. İbrahim (a.s.)
kavmini azarlamak ve onlara meydan okumak hususunda daha da güçlenmişti.
"İbrahim onlara
şöyle dedi: Sizler ve eski atalarınız nelere tapıyorsunuz, görüyor musunuz?
Zira âlemlerin rabbi müstesna bütün bunlar benim düşma-nımdır." Bana
sizin, babalarınızın ve dedelerinizin eski zamandan şu ana kadar
geçmişlerinizin tapındığı şeylerin durumundan haber verin. Bu ibadet hiçbir
şey gerçekleştirdi mi? İşitmeyen ve konuşamayan bu cansız putlar kendilerine
tapanların ibadetine lâyık oldular mı? Eğer bu putların bir etkileri varsa bana
bir kötülük veya eziyet yapsınlar. Zira ben onların düşmanıyım, onlara ibadet
etmiyorum. Onlara aldırış etmiyorum. Onlar hakkında fikir yürütmüyorum dedi.
Bu ifade Hz. İbrahim'in (a.s.) putlara tapınmakla alay etmesidir. Onların
taptıkları şeyin doğruluğunu reddeden yüksek sesli bir meydan okumadır.
Ancak beni yaratan ve
bana rızık veren âlemlerin rabbidir. O dünya ve ahirette benim yardımcımdır.
Kendisine kullukta bulunduğum, azameti ve izzetine hürmet ederek eğildiğim
O'dur. Benim putlara tapınmam düşmana tapınmam demek olur. Bunun için bundan
kaçındım. Bütün hayrın elinde olduğu kimseye ibadette bulunmayı tercih ettim.
Bu Hz. İbrahim'in
(a.s.) kendi nefsine nasihati idi. Bu onlar için kabule daha lâyık ve dinlemeye
daha teşvik edici bir metod idi.
Bu tıpkı Hz. Nuh'un
(a.s.) şu sözü gibidir: "Siz ve ortaklarınız artık toplanıp ne
yapacağınızı kararlaştırın ki sonradan bu işiniz size hiçbir tasa olmasın.
Sonra hükmünüzü bana icra edin. Bana mühlet de vermeyin." (Yunus, 10/71).
Yine Hud (a.s.) şöyle
demişti: "Ben Allah'ı hakikî şahit gösteririm ve siz de şahit olun ki ben
sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak tutmakta devam ettiğiniz şeylerden
kesinlikle uzağım. Artık bana hep birlikte istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana
mühlet de vermeyin." (Hud, 11/54-55).
Daha sonra Hz. İbrahim
(a.s.) kendisinin ancak şu beş sıfatı taşıyan varlığa ibadet edeceğini tekrar
vurguladı. Bu beş sıfat şunlardır:
1-
"Beni yaratan beni hidayete erdirir." O beni ve benden başka
yaratıkları yaratan, yoktan var eden, eşsiz bir şekilde meydana getirendir.
Beni daima dünya ve ahirette hayır bulunan şeylere ileten O'dur.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "O her şeyi yaratıp düzenine koyandır. O takdir eden
ve yol gösterendir." (A'lâ, 87/2-3). O en güzel şekilde takdir eden
yaratıcı ve yaratıkları en güzel şekilde düzenleyen ve bütün mah-lûkata yol
gösterendir. Her şey O'nun takdir ettiği şekilde hareket eder.
2-
"Beni yediren de içiren de O'dur." Yani beni yaratan ve ihsan ettiği
semavî ve dünyevî vesilelerle bana rızık veren, yağmuru yağdıran, bununla toprağa
canlılık veren ve topraktan kullarına rızık olarak çeşitli meyveleri çıkaran,
hayvanları ve diğer varlıkları var eden, insanoğluna yiyecek, içecek ve
rı-zıklanyla ilgili her şeyi yeteri kadar temin eden O'dur.
3-
"Hastalandığım zaman bana şifa veren de O'dur." Benim başıma bir
hastalık geldiği zaman kendi tarafından şifa vererek bana ikramda bulunan
O'dur.
Hastalık da, şifa da
hepsi Allah tarafından olduğu ve her ikisinin de Allah'ın kaza ve kaderiyle
meydana geldiği halde, Hz. İbrahim (a.s.) Allah'a karşı edepli davranarak
hastalığı kendi nefsine nispet etmiş, "beni hasta eden Allah"
ifadesini kullanmamıştır.
Nitekim Cenab-ı Hak
namaz kılan kimseye: "Bizi doğru yola ilet" (Fatiha, 1/6) demesini
emretmiş, sonra da "Gazaba uğrayanların yoluna değil..." (Fatiha,
1/7) buyurmuştur.
Fatiha'da hidayete
erdirmek ve nimet vermek Allah Tealâ'ya isnat edilmiş, edebe riayet edilerek
gazabın faili hazfedilmiş, delâlet ise beşere nispet edilmiştir.
Nitekim Musa'nın
hizmetçisi: "Bana bunu ancak şeytan unutturdu." demiştir. (Kehf,
18/63). Cinler de 'Yeryüzünde bulunanlara şer mi murad edildi yahut Rableri
onlara hidayet mi murad etti, bilmiyoruz." (Cin, 72/10). demişlerdir.
Burada da Hz. İbrahim
(a.s.) hastalığı kendisine izafe etmiştir. Yani bir hastalığa yakalandığım
zaman takdir ettiği sebeplerle bana şifa vermeye Allah'tan başka kimse kadir
olamaz, demiş gibidir.
4-
"Beni öldürecek sonra da diriltecek olan O'dur." Yani dirilten ve
öldüren O'dur. Buna O'ndan başka hiçbir kimse muktedir değildir. Çünkü yoktan
var eden sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bundan murad dünyadaki öldürme
ve ahiretteki diriltme ve yeniden yaratmadır. Bunun delili "sümme
(sonra)" kelimesiyle atfedilmiş olmasıdır.
5- "Ceza
gününde benim kusurlarımı bağışlayacağını kuvvetle ümid ettiğim de
O'dur." Yani kıyamet günü benim günahımı örteceğini umduğum O'dur. Çünkü
dünya ve ahirette günahları bağışlamaya muktedir olan O'ndan başka hiçbir kimse
yoktur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan başka kim günahları
bağışlayabilir?" (Âl-i İmran, 3/135).
Hz. İbrahim (a.s.) bu
konuda kesin inançlı olduğu halde "atma'u" (=kuv-vetle ümid ediyorum)
demiştir. Çünkü Allah hiçbir kimse lehine hiçbir şey de mecburi değildir. Ümid
ve zan ifadelerinin kullanılması sevap vermenin ve azabı kaldırmanın Allah
tarafından bir lütuf ve nimet olduğuna işaret etmek içindir.
Hz. İbrahim (a.s.),
peygamberler hatalardan kesinlikle münezzeh oldukları halde kendi nefsine
hatayı isnat etmiştir. Bununla kendisinden sadır olan ve evlâ olana aykırı olan
ameli "hata" olarak adlandırmak ve bunun kendisine göre çok büyük
bir amel olduğuna işaret etmek istemiştir. Hatalar dünyada bağışlandığı halde
hatanın bağışlanmasını "din günü" ne bağlamıştır. Çünkü bu
bağışlamanın eseri din gününde ortaya çıkmaktadır.
Hz. İbrahim (a.s.)
duasında "En yağfira lî" derken bu hatanın bağışlanması benim için,
sadece bana raci olan bir şey içindir, manasına "lî" kelimesini
kullanmıştır.
Özetle: İbrahim'in
(a.s.) kendisinin bağışlandığım bildiği halde bu şekilde dua etmesi kulluğunu
ortaya koymak içindir.
Sahih-i Müslim'de Hz.
Aişe'den (r.a.) rivayet ediliyor:
- Ya Rasulallah! İbni
Cüd'an cahiliyette akrabasını ziyaret ediyor ve yoksulu doyuruyordu. Bunun ona
faydası var mıdır? dedim. Peygamberimiz (s.a.):
- Fayda vermez. Çünkü
o bir gün bile "Ey Rabbim din günü hatalarımı bağışla." demedi,
buyurdular.
"Din günü"
kulların amellerinin karşılığını göreceği gündür.
[36]
Hz. İbrahim (a.s.)
kıssasının burada anlatılması babalan Hz. İbrahim'in (a.s.) dininden ve
inancından uzaklaştırdıkları takdirde müşriklerin son derece bilgisiz
olacaklarına dikkat çekmek, kavminin risaletine iman etmekten yüz çevirmesi
sebebiyle Peygamberimizin (s.a.) içine düştüğü gam, keder ve üzüntüsünü
dağıtmak içindir.
Bu kıssa, putlara
tapınmanın yararı hususunda gayretlerinin boş yere zayi olmaması için, İbrahim
Halil (a.s.) ile babası ve kavmi arasında geçen sert münakaşayı konu
edinmektedir. Zira ibadet genellikle bir fayda için olur. Her akıl sahibi idrak
eder ki, bu cansız putlar bir hayır veya nzık veremez, hiçbir kimseye hayır
temin edemez. Karşı çıktığında kendisinden hiçbir zararı engelleyemez. Size
fayda temin edemediğine ve zarar veremediğine göre ey putperestler, bunlara
tapınmanın manası nedir?
Hz. İbrahim'in (a.s.)
kavmi konunun anlatılması ve maksadın ortaya konulması hususunda bu hücceti
ikna edici ve kesin bir hüccet olarak görünce hüccetsiz ve delilsiz olarak
babaları ve atalarım körükörüne taklitçiliğe sarılma yolunu tuttular.
Taklitçiliğin
kötülenmesi ve inançlar konusundaki çürüklüğü hususuna ayrıca inancın oluşması
ve ispat edilmesi konusunda ikna edici mantıklı delillere dayanmak mecburiyeti
olduğu hususuna burada yeterince işaret edilmektedir.
Hz. İbrahim Halil
(a.s.) önceki sözünü te!kit etti, o bilgisiz kavme bu putlara tapınmanın
tapınanlar için tam anlamıyla zarar olduğunu, insan olsun, cin olsun, melek
olsun yapacakları ibadete sadece âlemlerin rabbi Allah'ın lâyık olduğunu
anlattı. Kim O'na ibadet ederse istifade eder, dünya ve ahirette kendi
nefsinden zararı ortadan kaldırmış olur. Kim nimet verirse O'na itaat edilmesi
ve isyan edilmemesi vacip olur.
Sonra bu kendisine
hakkıyla ibadet olunan varlığın (Allah'ın) sıfatları kendisine ibadet
olunmasını ve O'na yaklaşılmasını vacip kılar. Yaratan, hidayete erdiren ve
hak dine ileten O'dur. Yiyecekler, içecekler ve diğer faydalı şeyleri rızık
olarak veren O'dur. Şifa ve afiyet veren O'dur. Öldüren ve can veren -yoktan
var eden- sonra da yok eden, sonra da öldükten sonra dirilten O'dur. Günahı
bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ve dilediğini yerine
getiren O'dur.
[37]
83- Ey Rabbim! Bana
hikmet bahşet ve beni salihlere kat.
84- Beni benden sonrakilerin sadık lisanına nasip
eyle.
85- Beni
"Naîm" cennetine mirasçı olanlardan kıl.
86- Babamı da bağışla.
Çünkü o sapıklardandır.
87- Diriltilecekleri
gün beni rezil etme.
88- O gün ne mal, ne
de evlât fayda verecektir.
89- Ancak Allah'a
tertemiz bir kalple varan kimse müstesna.
"Benim için
benden sonrakilere de sadık bir dil ihsan eyle." ayetinde istiare
yapılmıştır. "Lisan" iyi anma ve güzel övgü için kullanılmıştır. Yani
beni benden sonrakilerin iyilikle anmasını bana nasip eyle, demektir.
[38]
"Ey Rabbim! Bana
hikmet" anlayış, hayırlı ilim ve bu ilimle amel etmeyi "bahşet ve
beni salihlere" salâhta kâmil olanlara yani peygamberlere "kat."
Ayette anlatılmak istenen husus şudur: Beni günahların büyüklerinden de küçüklerinden
de uzak olan salihler zümresinden kılacak amellere muvaffak kıl. "Bana
benden sonrakilerin" benden sonra kıyamete kadar gelecek insanların
"sadık lisanını nasip eyle." "sadık lisan" eseri kıyamet
gününe kadar baki kalacak iyi bir şan ve hakiki şöhret, insanların bana tabi
olacağı derecede salih amellere benim muvaffak kılınmam sebebiyle güzel övgü
demektir.
"Beni"
ahirette "Naîm cennetine mirasçı olanlardan" yani kendisine Naîm
cenneti verilenlerden ve insanların dünya mirasından istifade ettikleri gibi bu
cennetten istifade edenlerden "kıl."
"Babamı da"
onu hidayete ve imana muvaffak kılmak ve tevbesini kabul etmek suretiyle
"bağışla." Çünkü mağfiret islâm şartına bağlıdır. Bu babasının müslüman
olması için yaptığı duadır. "Çünkü o sapıklardandır." Hak yoldan
sapmış olanlardan yani müşriklerdendir. Bu dua Hz. İbrahim'in babasının Allah
düşmanı olduğunu anlamasından önce idi.
Bütün insanların
"diriltilecekleri gün beni rezil etme." Bu kelime ya "hızy
(rezil olmak)" ya da "hızâye (utanmak)" kökündendir.
"Onların diriltilecekleri" zamir ya kullara racidir, çünkü onlar
belirlenmiş kimselerdir; yahut önceki ayetteki "ed-dâllin (sapıklar)"
kelimesine racidir.
"Ancak Allah'a
tertemiz bir kalple" yani ihlâslı olarak, küfür, nifak ve günahlara
meyletmekten arınmış bir kalple -ki müminlerin kalbi böyledir.- Allah'ın
huzuruna "varan müstesna."
[39]
Hz. İbrahim (a.s.)
Rabbine senada bulunup O'nun şanını yücelttikten sonra ve ahirette umulan
ilâhî rahmetin yanında yaratılışından, var edilişinden vefatına kadar Allah'ın
verdiği nimetleri tek tek saydıktan sonra ihlâslı kulların duasıyla dua etti.
Allah'a yönelen kulların niyazıyla O'na niyazda bulundu. Bu hamd ve senanın
duadan önce yapılması esasına da uygun idi.
[40]
Hz. İbrahim (a.s.) bu
dualar içinde kendini seçilmiş hayırlı kullardan kılacak hususları hem gelecek
nesillere öğretmekte hem de bunlara uyulması için Rabbinden niyaz etmektedir.
Bu hususlar şunlardır:
1- "Ey
Rabbim! Bana hikmet bahşet." Yani, ya Rabbi bana sıfatlarını tanımak için
kendisiyle kalbimi nurlandıracağın bilgi, anlayış ve ilmi, kendisiyle amel
etmem için hakkı ve doğruyu idrak etmeyi nasip eyle.
2-
"Beni salihlere kat." Yani salâh hususunda kâmil olanlar, günahların
küçüğü ve büyüğünden sakınan kimseler zümresine girmem için beni taatine
muvaffak kıl.
Nitekim Peygamberimiz
(s.a.) vefatı anında üç defa "Allah'ım! Yüce dostum ." demiştir.
Yine Peygamberimiz (s.a.) duasında "Allah'ım bizi müslüman olarak yaşat.
Müslüman olarak öldür ve bizi rezil olmaksızın, değişmeksizin sa-lihler arasına
kat." diye niyazda bulunmuştur.
Allah Hz. İbrahim'in
(s.a.) duasını kabul etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki O salihlerdendir." (Ankebut, 29/27).
3-
"Bana benden sonrakilere de sadık lisan nasip eyle." Yani, bana
benden sonra güzel bir anma nasip eyle. Salih amele muvaffak kılınmam sebebiyle
dünyada bu güzel övgü ile anılayım, hayırda bana uyulsun, diye niyaz etti.
Allah da O'nun duasını
kabul etti. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sonra gelenler
arasında ona iyi bir nam bıraktık. İbrahim'e selâm olsun. Biz iyi hareket edeni
işte böyle mükâfatlandırırız." (Saffat, 37/108-110).
Mücahid ve Katade
diyor ki: Sadık lisan güzel övgü demektir.
Bütün ümmetler Hz.
İbrahim'in (a.s.) sevgisi ve O'nun dindeki önderliği hususunda ittifak
etmişlerdir.
Hz. İbrahim (a.s.)
dünya saadetini talep ettikten sonra ahiret sevabını talep ederek şöyle dua
etti:
4- "Beni
"Naîm" cennetinin varislerinden eyle." Yani, varisin dünyada başkasının
mirasından yararlandığı gibi beni de cennetin hayırlarından ve nimetlerinden
istifade eden cennet ehlinden kıl.
Hz. İbrahim (a.s.)
kendisi için dünyevî ve uhrevî saadeti talep ettikten sonra velinimeti ve
varlığının sebebi olan babası için de bunları talep etmiş ve şöyle dua
etmiştir.
5-
"Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandır." Yine O: "Ey
Rabbimiz! Beni ve anne-babamı bağışla." (İbrahim, 14/41) diye dua etti.
O'nun günahlarını bağışla ve onu tevbeye ve islâma muvaffak kıl. Çünkü o
hidayet ve hak yoldan sapmıştır. Yani müşriktir. Bu, daha önce Hz. İbrahim'in
ona vaad ettiği duayı yerine getirmek için yaptığı duadır, babasının Allah
düşmanı olduğu ortaya çıkmadan önce yaptığı duadır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur:
"İbrahim'in
babasına olan istiğfarı ancak ona verdiği bir vaadden dolayı idi. Yoksa onun
Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisine iyice belli olunca o bundan uzaklaştı.
İbrahim cidden pek çok niyaz eden ve gerçekten sabırlı bir zat idi.
"(Tevbe 9/114).
Hz. İbrahim (a.s.)
daha sonra ahirette tam bir bağışlanma talep ederek şöyle dua etti:
6- "İnsanların
diriltileceği gün beni rezil etme." Yani ihmal ettiğim şeye karşı azarlama
ile ya da mirasçının derecesinin noksanlığı ile rüsvay eyleme. Beni kıyamet
günü ilk ve son bütün yaratıkların diriltileceği gün horlanmaktan, rezil ve
rüsvay olmaktan koru. Bu dua Hz. İbrahim'in (a.s.) dehşeti şiddetli günde,
huzura, kurtuluşa ve kemale ulaşma noktasındaki aşırı arzusudur. O bu günü
şöyle tavsif etmektedir:
"O gün ne mal, ne
de evlât fayda verecektir. Ancak Allah'a tertemiz bir kalple varan kimse
müstesna." Yani o gün yeryüzü dolusu altını feda etse bile, malın kişiyi
Allah'ın azabından kurtaramayacağı, yeryüzünde bulunan kimselerin tamamını
feda etse bile evlâdın kişiyi Allah'ın azabından kurtaramayacağı gündür. O gün
sadece Allah Tealâ'ya iman, dinde ihlâsla ibadet etme, şirk ve şirk ehlinden
uzaklaşma fayda verebilir.
"Selim
kalb"den murad fasit inançlardan ve rezil huylardan ve küfür, şirk ve
nifak başta olmak üzere bütün günahlara meyletmekten uzak olan tertemiz bir
kalptir.
Said b. Müseyyeb
(r.a.) diyor ki: "Selim kalp, sağlıklı bir kalptir. Müminin kalbi böyledir.
Çünkü kâfirin ve münafığın kalbi hastadır. Allah Tealâ buyuruyor ki:
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara, 2/10).
[41]
İbrahim Halilullah
(a.s.) bu duasında dünya ve ahiretin hayırlarını talep etmişti:
Allah'ın kendisine
ilim, anlayış, Allah'ı, O'nun hadlerini ve hükümlerini bilme nimetini vermesini
talep etti. Sonra da dünyada ismini güzellikle ebedileştirmesini, salih amele
muvaffak kılmak suretiyle güzel övgü bahşetmesini talep etti.
İbni Abbas diyor ki: O
bütün ümmetlerin üzerinde görüş birliğine vardıkları husustur. Hz. İbrahim
(a.s.) daha sonra Allah'tan cennetin nimetlerinden yararlanan cennet ehlinden
olmayı niyaz etmiştir.
Eşheb, İmam Malik'ten
naklediyor: Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'in (a.s.) duasını naklediyor: "Beni
benden sonrakilerin iyilikle anmasını nasip eyle." Buna göre kişinin
kendisine güzel övgü yapılmasını arzu etmesinde ve Allah rızasını gözettiği
müddetçe salihlerin amelini göstermesinde bir mahzur yoktur.
Meselâ Cenab-ı Hak Hz.
Musa'ya hitaben şöyle buyurmuştur: "Sana benim tarafımdan sevgi
vermiştim." (Taha, 20/39).
Yine buyuruyor ki:
"İman edip salih ameller işleyen kimselere Rahman sevgisini
verecektir." (Meryem, 19/60). Yani kullarının kalplerinde onlara karşı
sevgi ve övgüler meydana getirecektir.
"Beni benden
sonrakilerin iyilikle anmasını bana nasip eyle." ayetinde Cenab-ı Hak
geride güzel nam ve takdir bırakacak ameller işlemenin müstehap olduğuna dikkat
çekmektedir. Bu ikinci bir hayattır.
Burada güzel takdir
kazandıran salih amel işlemeye teşvik etmektedir. Müslim'in Sahih'inde,
Buhari'nin El-edebü'l Müfred kitabında, İbni Mace hariç Sünen sahiplerinin
Sime/ilerinde Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ademoğlu vefat ettiği zaman şu üç şey hariç
ameli kesilir: İstifadesi devam eden sadaka, kendisinden yararlanılan ilim ve
kendisine dua eden salih evlât."
Hz. İbrahim (a.s.)
daha sonra Cenab-ı Hak'tan babasını muvaffak kılmasını ve onu İslâm'a ve imana
ulaştırıp hidayet ihsan etmesini ve onu şirkten kurtarmasını niyaz etti. Çünkü
babası ona görünüşte Allah'a iman edeceğini vaad etmişti. O da bu sebeple
babası için istiğfarda bulundu. Onun söylediği sözde durmadığını görünce ondan
uzak olduğunu ifade etti.
Hz. İbrahim (a.s.)
duasını hatalarının tamamen örtülmesi, kurtuluş ve selâmete erme talebiyle
bitirdi: "İnsanların diriltilecekleri gün beni rezil etme." Yani
bütün şahitlerin huzurunda beni rüsvay eyleme ya da kıyamet günü bana azap
etme.
Buharî'de Ebu
Hureyre'den (r.a.) sabit olduğuna göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İbrahim kıyamet günü babasını görecektir. Babasının üzerinde siyahlık ve
tozlar vardır."
Yine Buharî'de
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İbrahim babasıyla karşılaşacak
ve şöyle diyecek:
- Ya Rabbi! Bana
insanların diriltilecekleri gün beni rezil etmeyeceğini va-ad ettin. Cenab-ı
Hak buyurur ki:
- Ben cenneti
kâfirlere haram ettim."
Hz. İbrahim (a.s.)
kıyamet gününü, hiçbir malın ve evlâdın hiçbir kimseye fayda vermeyeceği,
sadece tertemiz kalbin -yani şüphelerden ve şirkten arınmış kalbin- fayda
vereceği bir gün şeklinde tavsif etmiştir. Günahlara gelince onlardan hiç kimse
kurtulamaz. Bu müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.
Hz. İbrahim (a.s.)
kalbi özellikle zikretmiştir. Çünkü o temiz ve sağlam olunca bütün âzâlar
sağlam olur.
Bilindiği gibi sürekli
olarak Allah Tealâ'yı zikretmek, kalpleri kötü vasıflardan arınma ve kalp
temizliği için ve güzel vasıflarla bezenme için bir alıştırma vesilesidir.
Tirmizî'nin Ebu Said
el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Kur'an kimi bana niyaz etmekten meşgul ederse (Kim Kur'anla
çok meşgul olur da bu sebeple bana niyaz edecek vakit bulamazsa) ona niyaz
edenlere verdiğimden daha hayırlısını veririm."
İmam Ahmed, Tirmizî ve
İbni Mace Sevban'dan (r.a.) rivayet ediyorlar: "Altın ve gümüşü depo
edenler..." ayeti indiği zaman Peygamberimiz'in (s.a.) bazı sahabîleri:
"Hangi malın daha hayırlı olduğunu bilseydik onu edinirdik." dediler.
Peygamberimiz (s.a.): "En faziletlisi zikreden dil, şükreden kalp, mümine
imanı hususunda yardımcı olan saliha hanımdır." buyurdu.
Özetle: Peygamberler
babası ve muvahhidlerin önderi Hz. İbrahim'in (a.s.) bu duaları irşad, öğretme,
tabi olma ve hakka sarılma hedefi taşımaktadır. Bize düşen bunu tekrar etmek
ve bununla amel etmektir.
[42]
90- (O gün) Cennet takva sahiplerine
yaklaştırılır.
91- Cehennem de (Allah'a isyan eden) azgınlara
açılıp gösterilir.
92- Onlara:
"Allah'ı bırakıp da, taptıklarınız nerede?
93- (O putlar) size yardım edebiliyorlar mı?
Yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu?" denilir.
94- Hepsi tepetaklak
cehenneme atılacaklardır. Hem o sahte ilâhlar, hem o azgınlar...
95- Hem de bütün İblis
taraftarları...
96- Onlar cehennemde
çekişecek ve şöyle diyeceklerdir:
97- "Allah'a
yemin olsun ki, biz apaçık bir sapıklık içindeymişiz.
98- Biz sizi âlemlerin rabbi ile bir tutmuşuz.
99- Bizi ancak
mücrimler saptırdı.
100- Artık şimdi bizim
ne şefaatçilerimiz var!
101- Ne de candan bir
dostumuz var!
102- Keşke dünyaya
geri dönüşümüz olsa da iman edenlerden olsak!"
103- Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var
ki onların çoğu yine de iman etmediler.
104- Şüphesiz ki rabbin Azizdir, Ra-him'dir.
"Cennet takva
sahiplerine yaklaştırılır." ve "Cehennem de Allah'a isyan eden
azgınlara açıkça gösterilir." cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.
"Müttekîn",
"gâvîn", "mübîn", "şâfi'în", "müminin"
kelimeleri arasında seci, ayetlerin sonlarındaki fasılalarda uygunluk vardır.
"Ta'büdûn",
"yentesırûn", "gâvûn", "ecmeûn",
"yahtesımûn", "mücrimûn" kelimeleri arasında seci yapılmış,
ayetlerin sonlarındaki fasılalarda telaffuzda ahenk açısından uygunluk vardır.
"Cennet takva
sahiplerine yaklaştırılır." Cennete girmeleri için bulundukları yerden
görebilecekleri şekilde yaklaştırılır.
"Cehennem de
azgınlara" hak yoldan sapan kâfirlere dehşetini uzaktan görebilecekleri
şekilde "açılıp gösterilir."
"Onlara."
azarlama tarzında "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız" Allah'ın dışında
şefaatçi olduklarını iddia ettiğiniz sahte ilâhlarınız olan putlar
"nerede?"
O putlar sizden azabı
kaldırmak suretiyle "size yardım edebiliyorlar mı? Yahut" bu azabı
kendilerinden kaldırmak suretiyle "kendilerine yardımları dokunuyor mu?
denilir." Çünkü onlar ve ilâhları cehenneme gireceklerdir. Nitekim şöyle
denmektedir:
"Hepsi tepetaklak
cehenneme atılacaklardır. Hem o sahte ilâhlar hem de o azgınlar" onlara
tabi olanlar yüzleri üzerine ateşe atılacaklardır.
"Hem de bütün
İblis taraftarları." Yani ona tabi olup itaat eden isyankâr insanlar ve
cinler de cehenneme atılacaklardır.
"Onlar"
azgınlar "cehennemde" taptıkları sahte ilâhlarla
"çekişecekler." Allah putları konuşturacak ve onlara tapanlarla
tartışacaklar ve şöyle diyeceklerdir:
"Allah'a yemin
olsun ki biz apaçık" gayet açık "bir sapıklık içinde imişiz."
Şu ayetteki hitap bunu
te'yit etmektedir: "Biz sizi âlemlerin Rabbi ile bir tutmuşuz." Yani
ibadete lâyık olma hususunda sizi O'nunla eşit saymışız. Bey-zavî diyor ki:
Zamirlerin puta tapanlara ait olmaları caizdir. Tıpkı "kâlû (=on-lar şöyle
dediler)" ayetinde olduğu gibi. Muhatap sigasmın kullanılması aşırı üzüntü
ve pişmanlık ifade etmek içindir. Ayetin manası şudur: Onlar sapıklıkları
başlangıcındaki çekişmelerine rağmen delâlete gömüldüklerini itiraf etmekte ve
buna üzülmektedirler.
"Bizi"
hidayet yolundan "ancak mücrimler" şeytanlar ve kendilerine uyduğumuz
atalarımız "saptırdı."
"Artık
şimdi" müminlerin meleklerden ve peygamberlerden şefaatçileri olduğu gibi
"bizim ne şefaatçilerimiz var!" "Ne de" sevgisinde samimi,
bizim meselemizle ilgilenen "candan bir dostumuz var!" Genellikle
şefaatçilerin çokluğu ve samimi dostların azlığı sebebiyle "şüfeâ
(şefaatçiler)" çoğul olarak "sadık (samimî dost)" kelimesi tekil
olarak kullanılmıştır. Ya da "sadîk (samimi dost)" kelimesi çoğul
için de kullanılır.
"Keşke"
dünyaya "geri dönüşümüz olsa da iman edenlerden olsak!"
"Şüphesiz
bunda" bu zikredilen Hz. İbrahim kıssasında "büyük bir ibret"
basiret sahibi olmak ve ibret almak isteyen kimse için delil ve öğüt
"vardır. Ne var ki onların çoğu" kavminin çoğu "yine de"
ona "iman etmediler."
"Şüphesiz ki
rabbin Azizdir." Acele intikam almaya kadirdir. "Rahimdir."
onların ya da zürriyetlerinden birinin iman etmeleri için mühlet vermesi sebebiyle
"çok merhametlidir."
[43]
Hz. İbrahim (a.s.)
Allah'a çok çok niyazda bulunan ihlâslı kulların dualarıyla dua edip de bu
duaları "diriliş gününde Allah'ın kendisini rezil-rüsvay etmemesi"
duasıyla bitirince, bu kıyamet gününü, kıyamet gününde bulunan sevap ve
cezayı, müşriklerin pişmanlıklarını ve içinde bulundukları sapıklıktan dolayı
duydukları üzüntülerini, iman edip itaat etmek için dünyaya tekrar dönmeyi
temenni ettiklerini anlattı.
[44]
Hz. İbrahim (a.s.)
kıyamet gününü şu üç vasıfla nitelemiştir.
1- "(O
gün) Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de (Allah'a isyan eden)
azgınlara açıkça gösterilir."
Yani kıyamet günü
cennet saadet içinde bulunacak olan takva sahiplerine yaklaştırılır. Cennete
bakarlar ve dünyada işledikleri salih ameller sebebiyle sevinçli ve müjdeli
hayatı yaşamak için derhal girerler. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurur: "Cennet takva sahiplerine uzak değil, yaklaştırılır" (Kâf,
50/21).
O gün yine cehennemin
ortaya konulduğu ve haktan sapan bedbaht kâfirlere açıkça gösterildiği gündür.
Kâfirler cehennemi görürler ve dünyadaki bedbahtlıkları sebebiyle derhal gam
ve üzüntü duyarak oraya düşeceklerini anlarlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Onlara şöyle denilir: Siz bu gününüze kavuşmayı nasıl
unutmuş idiyseniz biz de sizi öylece (azapta) unutacağız. Sizin yeriniz
ateştir. Size hiç yardımcılar yoktur." (Casiye, 45/34); "Onu yakından
gördüklerinde inkâr edenlerin yüzleri kötü bir hale getirilmiş olur."
(Mülk, 67/27).
Sonra da
cehennemliklere bir azarlama ve tahkir olmak üzere şöyle nida edilir.
2-
"Onlara: Allah'ı bırakıp da taptıklarınız nerede? (O putlar) Size yardım
edebiliyorlar mı? Yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu? denilir."
Yani nerede Allah'ı
bırakıp da taptığınız putlar, heykeller ve sahte ilâhlarınız? Onlar size
yardımda bulunmak gibi fayda verebiliyorlar ve sizi azaptan koruyabiliyorlar
mı? Onların kendilerine yardım etmek ve kendilerinden azabı engellemek gibi bir
faydalan var mı? Bu ikisi de meydana gelmemektedir. Zira bunlar ve sahte
ilâhları, ateş yakıtı ve cehennem odunudurlar. Onlar cehenneme gireceklerdir.
"Hepsi tepetaklak
cehenneme atılacaklardır. Hem o sahte ilâhlar, hem de o isyankâr azgınlar...
Hem de bütün İblis taraftarları..."
Bu sahte ilâhlar ve
onlara tapanlar, liderler ve onlara uyanlar cehenneme tekrar tekrar, üstüste
atılacaklar. Nitekim onlarla birlikte insan ve cinlerin isyankârlarından İblis
taraftarlarının ilki ve sonuncusu cehenneme atılacaktır. Önce sahte ilâhların
cehenneme atılmaları, isyankâr azgınların onların bu kötü durumlarını
görmeleri ve kurtuluştan ümit kesmeleri içindir.
3-
"Onlar cehennemde (taptıkları sahte ilâhlarla) çekişerek şöyle diyeceklerdir:
Allah'a yemin olsun ki, biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz. Biz sizi
âlemlerin rabbi ile bir tutmuşuz."
Azgınlık içinde olan
insanlar ve cinler taptıkları sahte ilâhlar ve bu tapınmaya davet eden
şeytanlarla son derece öfkeli bir tartışma ve çekişme halinde olacak ve şöyle
diyeceklerdir: Allah'a yemin olsun ki, biz sizi -putları, taşlan, melekleri ve
bazı insanlan- ibadet ve emre itaat hususunda alemlerin rabbiyle bir tuttuğumuz
için gayet açık ve bariz olarak haktan sapma içine düşmüşüz. "Bu bir
gerçektir. Cehennemliklerin birbirleriyle çekişmesidir." (Sâd, 38/64).
Bu gerçekten bir
hitaptır. Onlann şu sözleri buna delildir:
"Bizi ancak
mücrimler saptırdı." Yani gerçek şudur ki: Bizi bu büyük hataya
şeytanlar, liderler ve başkanlardan mücrim kimseler davet etmişlerdir:
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Ey Rabbimiz! Gerçekten biz efendilerimize ve
büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi (doğru) yoldan saptırdılar." (Ahzab,
33/67). Bugün onlann yalancı vaadleri ve sahte emelleri sebebiyle iflas ettik.
Cenab-ı Hak bu durumu
şöyle anlatıyor: "Artık şimdi bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de samimî
bir dostumuz var!" Yani dün şefaatçi ve arkadaş olarak saydığımız
kimselerden bize şefaat edecek hiçbir şefaatçi, bizim işimizle ilgilenecek
hiçbir sevgili dostumuz yoktur. Çünkü putlar hakkında Allah katında şefaatçi
olacaklanna ve bu putların kendilerine kurtuluş vaadinde bulunan insan
şeytanlanndan arkadaşlan olduğuna inanıyorlardı. Allah Tealâ onların bu
husustaki sözlerini şöyle naklediyor: "Şimdi bizim için şefaatçilerden var
mıdır ki bize şefaaat etsinler yahut geriye döndürülür müyüz ki, önceki yapmış
olduğumuzdan başkasını yapalım." (A'raf, 7/53). Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Samimî dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar. Ancak takva
sahipleri müstesna." (Zuhruf, 43/67.)
"Keşke dünyaya
geri dönüşümüz olsa da iman edenlerden olsak!" Yani keşke dünyaya geri
dönsek de bir ve yalnız olan, ortağı bulunmayan Rabbimiz Allah'a iman etsek,
O'nun değerli peygamberlerine iman etsek, daha önce yapmış olduğumuz amellerden
farklı olarak salih amel işlesek! derler. Ama bu yalan ve aldatmacadır. Nitekim
Cenab-ı Hak onlar hakkında bunun zıddını bildirdi: "Eğer onlar (dünyaya)
geri çevrilseler nehyolundukları şeye dönerlerdi. Şüphesiz kî onlar
yalancıdırlar." (En'am, 6/28). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Eğer biz onlara acıyıp da kendilerinde bulunan sıkıntıyı giderecek
olursak yine azgınlıklarında başıboş dolaşacaklardır." (Müminûn, 23/75).
"Şüphesiz bunda
büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmezler."
Yani bu zikredilen Hz.
İbrahim (a.s.) kıssasında Hz. İbrahim'in (a.s.) kavmini protesto etmesinde ve
Allah'ın birliği hakkında kavmine karşı hüccetler ortaya koymasında, onlara
karşı galibiyetinde ve cehennemliklerin birbirleriyle çekişmelerinde büyük bir
ibret ve öğüt, Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'n-dan başka hiçbir mabud
olmadığına, O'ndan başka hiçbir rab bulunmadığına gayet açık ve bariz bir delil
vardır. Ne var ki Hz. İbrahim kavminin çoğu Allah'a ve Rasulü'ne iman
etmediler.
Bu ayetlerde deliller
ortaya konduğu ve mucizeler açık olduğu halde kavminin yalanlaması ve Onun
davetinden yüz çevirmesi şeklinde karşılaştığı hususlarda Peygamberimiz (s.a.)
teselli edilmektedir.
"Şüphesiz ki
rabbin Azizdir, Rahimdir." Hidayete ermeleri için seni onlara göndermekle
lütufta bulunan rabbin onlardan intikam almaya da kadirdir. Acele olarak helak
etmemesi sebebiyle onlara karşı çok merhametlidir. İtaatkâr müminlere de çok
merhametlidir.
[45]
Bu ayet-i kerimeler
ahiret gününü tam anlamıyla bütünüyle tasvir etmektedir. Kıyamet gününü ve o
günde yaşanan takva sahiplerinin sevabını, isyankâr kafirlerin cezasını ve
dünyadaki sapıklıklarından dolayı müşriklerin pişman olmaları durumunu tavsif
etmektedir.
Bu, güzel bir tasvir,
kalbin en hassas noktalarını yakalayan gayet dikkat çekici bir tavsiftir. Buna
göre cennet takva sahipleri için yaklaştırılır. Gönülleri ona bağlanır, onları
sevinç ve memnuniyet kaplar ve imrenme duygusu onları kuşatır. Cehennem ise
hidayetten sapan kâfirler için ortaya konur. Cehennemliklerin oraya girmeden
önce korku ve üzüntü hissetmeleri ve orada bir bölümün ortaya çıkması için
cehennem onlara gösterilir. Cehennem bir defa nefes alsa kalpler bu sebeple
boğazlara ulaşır. Nitekim cennetlikler de cennete gireceklerini öğrendikleri
için ferahlık duyarlar. Cennetin kokusu ise şu kadar mesafeden duyulur.
Azarlama ve tekdir
etmek üzere cehennemliklere:
-Allah'ı bırakıp da
tapmakta olduğunuz putlar ve heykellerden sahte ilâhlarınız nerede? Onlar size
yardım ediyor, sizi Allah'ın azabından koruyorlar mı? Onlar sizi bırakalım,
kendilerine yardım edebiliyorlar mı?
Onlar baş üstü döner,
onlara tapanlar ve şeytanın bütün orduları hepsi birbirinin üstüne atılırlar.
Şeytanın orduları, şeytanın neslinden olan, putlara tapmaya davet eden ve bu
davete uyan herkes demektir.
İşte o anda bu
kâfirler küfürlerini ikrar etmekten başka çıkış yolu bulamazlar. Cehennemde
birbirleriyle tartışan insanlar, şeytanlar ve azgın kimseler şöyle derler:
"Allah'a yemin olsun ki biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz." Biz
Allahla birlikte bir takım ilâhlar edinmiş ve hakikî ilâha ibadet eder gibi bu
sahte ilâhlara tapınmış olmakla ve bunları âlemlerin rabbine eşit tutmakla
büyük bir kayıp, feci bir helak olma, hakka karşı apaçık şaşkınlık içinde
olmuşuz. Bu sahte ilâhlar şu anda ne bize ne de kendilerine yardımda bulunabilirler.
Bizi, puta tapmayı bize hoş gösteren şeytanlar ya da kendilerini körü-körüne
taklit ettiğimiz geçmiş atalarımız saptırdılar.
Ebul-Âliye ve İkrime
diyor ki: "Mücrimler" İblis ve Hz. Adem'in katil oğlu Kabil'dir. Bu
ikisi küfür (hakkı inkâr), adam öldürme ve çeşitli masiyetleri ilk defa âdet
edinen kimselerdir.
Bunlara şefaat edecek
melekler, peygamberler ve müminler, şefkat edecek arkadaş yoktur. Zemahşerî
diyor ki: Şefaat edenlerin çokluğu sebebiyle "şefaat-çiler"i çoğul
olarak kullandı, samimi dostun azlığı sebebiyle "sadîk" kelimesini
tekil olarak kullandı. Yani daha önce tanışma olmasa da belâ anında şefaatçiler
çok olur. Ama sevgisinde samimî olan dost azdır, nadirdir.
Onlar hiç bir faydası
olmadığı bir zamanda bir takım temennilerde bulunurlar ve şöyle derler: Bizim
için dünyaya tekrar dönüş imkânı olsa iman ederdik ve böylece bizim
şefaatçilerimiz olurdu. Bunu melekler ve müminler şefaat edince söylerler.
Cabir b. Abdillah
anlatıyor: Peygamberimiz buyuruyor ki: "Adam cennette der ki: Acaba falan
ne yaptı? Halbuki bu arkadaşı cehennemdedir. Onun için şefaat etmeye devam
eder. Nihayet Allah onun arkadaşı hakkındaki şefaatini kabul eder. O kişi kurtulunca
müşrikler: "Bizim ne şefaatçilerimiz var. Ne de samimi bir dostumuz
var." derler.
Hasan-ı Basrî diyor
ki: "Bir gurup Allah'ın zikri için toplanır ve içlerinde cennet ehlinden
bir kul bulunursa Allah o kulu onlar hakkında şefaatçi kılar. İman ehli
birbirleri hakkında şefaat ederler. Onlar Allah katında hem şefaatçidirler,
hem de kendilerine şefaat edilir."
Ayetler ibret ve öğüt
beyan ederek sona ermektedir. Son ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de
iman etmediler. Şüphesiz ki Rabbin Azizdir. Rahim'dir."
Yani sözü geçen Hz.
İbrahim (a.s.) kıssası ve cehennem ehlinin tartışmaları ve sapıklıklarından
dolayı üzülmeleri konusunda büyük bir ibret ve tesirli bir öğüt vardır. Hz.
İbrahim kavminin çoğu hatta insanların çoğu Allah ve Ra-sulü'ne iman etmiş
değildirler.
Ancak Allah inatçı
kâfirlere ceza vermeye kadir, son derece kuvvet sahibi ve intikam almaya
muktedirdir, Aziz'dir, her şeye galiptir. İntikam almakta acele etmemekle son
derece merhametlidir. O, hak iman ve tevbe dairesine dönsünler diye sadece
mühlet vermektedir.
[46]
"Nuh kavmi
gönderilen peygamberleri yalanladı." ayetindeki "el-mürselîn"
kelimesinde mecaz-i mürsel vardır. Bütünü zikredip o bütünün cüz'ü kastedilmiştir.
Çünkü ayetteki "mürselîn (gönderilen peygamberler)" ile Hz. Nuh
(a.s.) murad edilmektedir. Hz. Nuh'a ta'zim olması için ve bir peygamberi
yalanlayan kimsenin bütün peygamberleri yalanlamış olduğuna dikkat çekmek içindir.
"Benimle onlar
arasında fetih nasip eyle." ayetinde istiare-i tebeıyye vardır.
"Feth" kelimesi "hüküm" için "fettâh" kelimesi
"hüküm veren" anlamında kullanılmıştır. Çünkü hüküm verici olan Allah
kapalı olan işleri açar. Ayetin manası şudur: Adaletli hükmünle bizimle onlar
arasında hüküm ver.
[47]
"Kavm" aynı
lafızdan tekili olmayan, topluluk ismidir. Hem müzekker, hem de müennes olarak
kullanılır. Müzekkerliği lafzı dikkate alınarak, müen-nesliği ise manası
dikkate alınarak yapılır.
"el-Mürselîn"
kelimesinden murad Hz. Nuh (a.s.) dır. O'na ta'zim için cemi sigasını kullandı.
Ayrıca bir peygamberi yalanlayan, tevhid mesajında ortak oldukları için ya da
kavmi içinde uzun müddet kaldığı için bütün peygamberleri inkâr etmiş olur.
Sanki Hz. Nuh (a.s.) pek çok peygamber gibidir.
"... kardeşleri
olan Nuh..." yani nesepte soy-sopta kardeşleri ya da cins hususunda
kardeşleri demektir, dinde kardeşleri değildir. Çünkü Hz. Nuh (a.s.) onların
içindendir. "Şöyle demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"
Başkasına ibadet etmeye devam ediyorsunuz.
"Şüphesiz ben
size gönderilen güvenilir bir elçiyim." Sizin içinizde emanetle tanınmış
ve kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ etmek üzere emin bir elçiyim.
"O halde
Allah'tan korkun ve" size emrettiğim Allah'ın birliği ve O'na itaat etmek
hususunda "bana itaat edin, dedi."
"Ben buna"
bu tebliğe "karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim
mükâfatım" benim, sevabım "ancak âlemlerin rabbine" Allah'a
"aittir."
"O halde Allah
'tan korkun ve bana itaat edin." Te'kit için bu ifadeyi tekrar etmektedir.
"Onlar" Nuh
kavmi "en düşük" en basit "kişiler" mevki ve mal açısından
en düşük seviyede olan basit meslek ve sanat sahipleri "sana uymuş iken
hiç biz sana iman eder miyiz?" seni tasdik eder miyiz? "dediler."
Bir başka kıraette
"ittebe'ake (sana uymuş)" kelimesi yerine "etbâ'uke (sana
uyanlar)" kelimesi yer almaktadır.
Bu söz onların
akıllarının geriliğine ve onların sadece maddeye ve dünyanın değersiz metaına
değer verdiklerine delildir. Ve onların tabi olmalarının düşünce ve basiretleri
dolayısıyla değil, sadece mal ve yükseklik beklentilerinden dolayı olduğuna
işarettir.
Bunun için Hz. Nuh
(a.s.) şöyle demiştir: "Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim1?"
Yani onlann bu işlediklerini ihlâslı mı, yoksa bir şeyi arzu ederek mi
işledikleri hakkında hiçbir bilgim yoktur. Benim üzerime düşen sadece dış görünüşü
dikkate almaktır.
"Onların hesabı
ancak Rabbime aittir, iyi düşünürseniz bunu bilirsiniz." Onlann gizli
amellerinin hesabı sadece Allah'a aittir. Çünkü bunlara muttali olan Odur.
Keşke siz bunu bilseniz. Fakat siz bunu bilmiyorsunuz, bilmediğiniz şeyleri
söylüyorsunuz.
"... Ben sadece
apaçık bir uyarıcıyım." Bu ayet önceki ayet için illet maka-mındadır.
Mükellefler ister şerefli, isterse sıradan basit kimseler olsunlar onları
küfür ve masıyete karşı uyarmak için gönderilen bir kimseyim. Zenginleri tabi
kılmak için fakirleri kovmak nasıl bana yakışır?
Kavmi ona "şöyle
dediler: Ey Nuh! Eğer bundan" bu söylediğin şeylerden "vazgeçmezsen
muhakkak ki taşlananlardan" öldürülecek kimselerden yahut taşla vurulacak
kimselerden ya da ayıplanan kimselerden "olacaksın."
"Nuh şöyle dedi:
Ey Rabbim! Kavmim beni yalanladı." Nuh, kavmine beddua etmesinin sebebini
açıklamak üzere bunu söyledi. Beddua etmesinin sebebi onların hakkı yalanlamalarıdır.
"Benimle onlar
arasında hükmü ver. Beni ve benimle beraber olan müminleri" amellerinin
uygunsuzluğundan "kurtar."
"Bunun üzerine
biz de Nuh'u ve" insanlarla ve hayvanlarla "yüklü gemide onunla
beraber olanları kurtardık."
"Sonra da"
onları kurtardıktan sonra kavminden "geride kalanları suda boğduk."
"Şüphesiz
bunda" yaygın ve dilden dile dolaşan "büyük bir ibret vardır."
[48]
Allah Tealâ peygamberi
Hz. Muhammed'e (s.a.) Hz. Musa ve Hz. İbrahim'in (a.s.) kıssalarını anlattıktan
sonra bunun ardından beşerin ikinci babası Hz. Nuh (a.s.) kıssasını, sonra da
Hz. Hud, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kıssalarını anlattı.
Bütün bunlardaki gaye
aynıdır. Bu gaye peygamberini kavminden gördüğü eza ve cefaya karşı teselli
etmek, hakkı yalanlayanların cezası hakkındaki Allah'ın ilâhî sünnetini beyan
etmektir.
Çünkü bütün bu
kavimler peygamberlerini yalanladılar ve bunun üzerine cezalarını buldular.
Ey Muhammedi Senin
kavmin de önceki kavimler gibidir. Bundan dolayı telâşlanma, üzülme ve
kederlenme.
Hz. Nuh kıssasının
tafsilatı A'raf ve Hud surelerinde de geçmişti.
[49]
Bu kıssa, Hz. Nuh
(a.s.) ile kavminin kıssasıdır. Hz. Nuh (a.s.) putlara ve heykellere
tapınıldıktan sonra Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk rasuldür.
Hz. Nuh (a.s.) kavmini
bundan nehyetmiş ve Rabbinin cezasının şiddetinden sakındırmıştı. Kavminin
içinde 950 yıl kaldı. Kavmi kendisini yalanladı. Putperestliklerine devam
ettiler. Allah onların Hz. Nuh'u yalanlamalarını bütün peygamberleri
yalanlamaları olarak kabul etti. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Nuh kavmi
(gönderilen) peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri olan Nuh şöyle
demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"
Yani Nuh kavmi
Allah'ın peygamberlerini yalanladılar. Kardeşleri -içlerinden biri- olan Nuh
onlara: "Siz Allah'tan başkasına tapınmak sebebiyle Allah'tan hiç korkmaz
mısınız?" dediği zaman Nuh'un getirdiği Allah'ın birliğine hidayet ve
putlara tapınmayı terk etmek hususunda O'nu yalanladılar.
Hz. Nuh'u yalanlamak
bütün peygamberleri yalanlamak olarak kabul edilmiştir. Çünkü bir peygamberi
yalanlayan bütün peygamberleri yalanlamış olur.
Ayette Hz. Nuh için
"kardeşleri" ifadesi kullanılmaktadır. Zira Hz. Nuh (a.s.) içlerinden
biri idi. Nitekim Araplar -meselâ- "Ey Temimoğullar'ının kardeşi"
derler. Yani Ey lemimoğulları'nın içinden olan kişi demektir.
Hz. Nuh onların kötü
fiillerinden dolayı onları korkuttuktan sonra kendini iki vasıfla tavsif
etmektedir:
a) "Şüphesiz ben
size gönderilen güvenilir bir elçiyim." Yani ben Allah'ın size gönderdiği
ve gönderildiği hususta güvenilir olan elçisiyim. Size Rabbimin mesajlarını
hiçbir fazlalık ve eksiklik olmaksızın tebliğ ediyorum.
"O halde
Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Yani Allah'ın azabından korkun ve
size emrettiğim Allah'ın birliği, O'na ibadet etmek ve O'na itaat etmek
hususunda bana itaat edin.
Hz. Nuh (a.s.)
"Allah'tan korkma" emrini O'na itaat etme emrinden önce zikretmiştir.
Çünkü Allah korkusu O'na itaat etmenin illetidir. Bu, taatin temeli ve asıl
sebebidir. Allah'tan korkma olmasaydı insanlar O'na itaat etmezlerdi.
b) "Ben
bu davatime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım
ancak âlemlerin rabbine aittir." Yani size yaptığım bu nasihat için sizden
herhangi bir karşılık talep etmiyorum. Bilakis bunun sevabını Allah Te-alâ
nezdinde bekliyorum.
"O halde
Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Benim doğruluğum, iyilikseverliğim
ve Allah'ın beni gönderdiği, bana emanet ettiği bu vazifedeki güvenilirliğimi
sizler açıkça gördünüz.
Bu durumu te'kit etmek
ve gönüllerine yerleştirmek için bu ifadeyi tekrar etti. Çünkü takva ve taat
dinin esasıdır. Fakat birincinin illeti olarak onların aralarında
"güvenilir" olmasını gösterdi, ikincinin illeti olarak "onların
arzularını kesmek" olarak gösterdi.
Nuh kavmi O'nun hüccetinden
kurtulacak ve O'nu tenkit edecek yol bulamayınca değersiz bir şüphe ortaya
koydular ve şöyle dediler:
"Sana en düşük
kimseler uymuş halde iken hiç biz sana iman eder miyiz?" Yani biz
toplumdaki o değersiz, basit kimseleri örnek alarak sana iman edecek ve sana
tabi olacak değiliz. Çünkü onlar en düşük insanlarımız, toplumun zayıfları ve
fakirleridir. Biz ise mevki, servet ve nüfuz sahibi kimseleriz.
Bu şüphe son derece
basit ve zayıf bir şüphedir. Çünkü Hz. Nuh (a.s.) zengin-fakir, şerefli-düşük,
tanınan-tanınmayan, efendi-hizmetçi ayrımı olmaksızın bütün insanlara hidayet
için gönderilmiştir. Peygamber genellikle müminlerin şahsî durum ve
mertebelerini araştırmaz. Bu sebeple Hz. Nuh (a.s.) şöyle demiştir:
"Onların ne
yaptıklarını ben ne bileyim?" Eğer onların yaptıkları bir şey varsa bunun
hesabını görmek bana düşmez. Bu Rabbime aittir. Allah onların hesabını görecek
ve buna karşılık onların cezasını verecektir. Ben sadece bir uyarıcıyım. Ne
hesap görücüyüm, ne de ceza vericiyim, Hassas şuur sahibi, samimî duyarlılık
ve kavrayışlı bir akıl sahibi olmak suretiyle bunu bir düşünseniz! Fakat siz
bunu bilmiyorsunuz. Bilgisizlik sizi nereye götürüyor ve yöneltiyorsa onunla
beraber sürükleniyor, gidiyorsunuz.
Bundan maksat Nuh
kavminin şüphelerini dağıtmak ve mümin insanların en fakiri ve soy-sop
bakımından en basiti olsa bile müminin "değersiz" kelimesiyle
anılmasını reddetmektir. Çünkü asıl zenginlik iman zenginliğidir ve asıl nesep
takva nesebidir.
Hz. Nuh (a.s.) daha
sonra onların bu ifadelerindeki bu kimseleri meclisinden uzaklaştırma ve kovma
isteklerini reddederek şöyle buyurdu:
"Ben iman
edenleri kovacak değilim. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Yani
Rablerine iman eden, bana tabi olan ve beni tasdik eden kimseleri kovmak benim
şanıma, prensiplerime ve getirdiğim ulvî mesajıma yakışmaz. Ben ancak uyarıcı
olarak gönderildim. Kim bana itaat eder, bana uyar ve beni tasdik ederse ister
şerefli isterse basit, ister değerli isterse değersiz biri olsun benden olur,
ben de ondan olurum. Ben, beni yalanlayanları ve beni kabul etmeyenleri kabul
etmem. Kim kabul ederse o bana yakın, kim reddederse o benden uzak olur.
Hz. Nuh (a.s.) bu
cevabıyla onları susturunca tehdit yoluna baş vurmaktan başka çare
bulamadılar:
"Kavmi Nuh 'a
şöyle dediler: Ey Nuh! Eğer bu davandan vazgeçmezsen muhakkak ki
taşlananlardan olacaksın."
Kavmi Hz. Nuh'a:
"Bizi dinine davet etmeyi bırakmazsan seni taş yağmuruna tutarız."
dediler.
Bu ifade kavminin
kendisini taşla öldürmekle korkutmalarıdır. İşte o zaman Hz. Nuh (a.s.)
onların iman etmelerinden ümit kestikten sonra Cenab-ı Hakk'ın izniyle onlara
beddua etti ve Allah da O'nun bu niyazını kabul etti.
"Nuh şöyle dedi:
Ey Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onlar arasında hükmü ver. Beni ve
benimle beraber olan müminleri kurtar."
Nuh dedi ki: Ya Rabbi!
Kendilerini imana davet etmem hususunda kavmim beni yalanladı. Benimle onlar
arasında hak ehline yardımcı olacak, batıl ve delâlet ehlini helak edecek
adaletli bir hüküm ile hüküm ver. Beni ve benimle birlikte benim risaletime
iman eden ve benim davetimi tasdik eden kimseleri azaptan kurtar. Nitekim bir
başka ayette şöyle buyrulmaktadır: "Nuh Rabbine ben yenilgiye uğradım,
bana yardım eyle diye dua etti." (Kamer, 54/10).
Dikkat edilirse bundan
maksat Nuh'un Allah Tealâ'nın gaybı ve görünen âlemi en iyi bilen olduğunu
bildiği için Ona kavminin yalanladıklarını bildirmek değildir. Fakat Nuh şunu
ifade etmek istiyordu: Ben onlara bana eziyet ettikleri için beddua etmiyorum.
Ben sadece senin için ve senin dinin için dua ediyorum. Çünkü onlar beni senin
vahyin ve ilâhî mesajın hususunda yalanladılar.
"Benimle onlar
arasında hükmü ver." ayetindeki "hüküm"den murad onlara azabın
indirilmesidir. Çünkü Hz. Nuh bunun akabinde "Beni kurtar." diye dua
etmişti.
Allah da onun duasını
kabul edip şöyle buyurdu: "Bunun üzerine biz de Nuh'u ve o yüklü gemide
onunla beraber olanları kurtardık. Sonra da geride kalanları suda boğduk."
Yani biz Nuh'u ve onun
davetine iman edenleri, Allah'ı bir tanıyıp Ona itaat edenleri, puta tapmayı
reddedenleri kurtardık. Onları insanlar, eşyalar ve çeşitli hayvanlarla dolu
olan bir gemi içinde kurtuluşa erdirdik. Onun kavmini kurtardıktan sonra
küfürleri üzerinde devam eden ve O'nun emrine muhalefet eden diğerlerini suda
boğduk. Rivayete göre, kurtulanlar seksen kişi olup kırkı erkek, kırkı kadın
idi.
"Şüphesiz bunda
büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine iman etmediler." Yani
müminlerin kurtarılıp kâfirlerin boğulmasında peygamberleri tasdik eden veya
yalanlayan herkes için bir ibret ve öğüt vardır. Bizim ilâhî sünnetimiz daima
peygamberleri ve onlara tabi olanları kurtarmak, onların ri-saletini
yalanlayanları helak etmektir.
"Şüphesiz rabbin
Azizdir, Rahimdir." Senin rabbin olan Allah son derece güçlüdür, üstünlük
sahibidir. Kendisini inkâr edenlerden ve emrine muhalefet edenlerden intikam
alandır. Kendisine itaat edenlere, kendisine yönelenlere ve tevbe edenlere
karşı çok merhametli olup onları cezalandırmayandır.
[50]
Putperestlik ve puta
tapıcılık genellikle ilkel toplumlarda görülmektedir. Putperestlik genelde bu
çeşit toplumların inancıdır. Bunun için Hz. Nuh (a.s.) bu bozuk inancın ortaya
çıkmasından sonra insanlara gönderilen ilk elçidir. İlkellik, maddecilik, geri
zekâlılık ve yüzeysel düşünme birbirine bağlı hususlardır. Bunun için
Allah'tan başka herhangi bir şeye ibadet etmekte ısrar etmek yaygın manzara
idi. Önceki peygamberlerin görevi zor ve çetin bir görevdi.
Hz. Nuh (a.s.) kavmini
Allah'ın birliğine ve putlara tapmayı terk etmeye davet ederek kavmi arasında
950 sene kalmıştı.
Kendisinin Allah Tealâ
tarafından tebliğ ettiği hususlarda doğru sözlü güvenilir bir elçi olduğunu
kavmine defalarca te'kit etmesine rağmen ve kendilerinin de onun -Kureyş
kabilesi içindeki Hz. Muhammed (a.s.) gibi- güvenilir ve doğru sözlü olduğunu
daha önceden bildikleri halde kavmi Hz. Nuh'u yalanladılar ve ona eziyette
bulundular.
Hz. Nuh (a.s.) onlara
bir defasında:
- Putlara tapmak
sebebiyle siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız? demiş, diğer bir defada:
- Allah'tan korkun ve
bana itaat edin, Allah Tealâ'ya itaat etmek suretiyle O'nun azabından sakının,
size emrettiğim iman hususunda bana itaat edin, benim sizin malınızda gözüm
yok, benim mükâfatım âlemlerin rabbine aittir, diyerek kavmini Allah'ın
azabından korkutmuştu.
Fakat onlar
inatçılıkları ve küfürleri üzerinde devam etmeleri için çürük, asılsız bir
şüpheye sarıldılar. Maddî yönden güçsüz bir gurup insanın Hz. Nuh'un risaletini
tasdik etmeleri onları gurur ve kibire düşürdü. Bu sebeple iman etmekten uzak
durdular. Bu iman edenler şerefli, hatırı sayılır kimselerden veya zengin
kimselerden değildiler. Bunlar küçük esnaf ve basit meslek gurubundan
kimselerdi.
Bu kâfirlerin sözüdür.
Zira çeşitli zanaatleri öğrenmek dinin teşvik ettiği hususlardandır. Meslek
sahibi olmak ayıp değil, şeref ve izzettir. İnsan bu vesileyle başkalarından
müstağni olur. Kesinlikle hiçbir kimse yanlışlıkla bu dinin öylelerin değerini
küçümsediği anlayışına kapılmasın. Asıl onları küçümseyenler lüks hayat
düşkünü inançsız zenginlerdir.
Hz. Nuh'un onlara
verdiği şu cevap bu manayı te'kit etmektedir: "Onların ne yaptıklarını
-nelerle meşgul olduklarını- ben ne bileyim?" Yani ben onların
yaptıklarıyla mükellef değilim. Ben sadece onları imana davet etmekle mükellefim.
Dikkate alınacak husus imandır, meslekler ve sanatlar değil. Mesleğin ya da
sanatın din terazisinde bir etkisi veya ilgisi yoktur. Ayrıca Allah'a davette
bakılacak olan zahirî amellerdir, batınî duygular değildir.
Hz. Nuh (a.s.) daha
sonra ikinci bir cevap daha verdi: "Onların hesabı ancak Rabbime aittir.
İyi düşünseniz!" Yani onların hesabının Rablerine ait olduğunu düşünseniz
meslek ve sanatları sebebiyle onları ayıplamazsınız.
Üçüncü cevap:
"Ben iman edenleri kovacak değilim." Yani basit durumları ve önemsiz
meslekleri sebebiyle tasavvur ettiğiniz şekilde ben onları kovamam. Sanki Nuh
kavmi, Kureyşlilerin talep ettiği gibi güçsüz kimselerin kovulmasını talep
etmişlerdi. "Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Yani Allah beni
fakirleri bırakıp sadece zenginlere özel olarak göndermedi. Ben bütün insanlara
gönderilen bir elçiyim. Gönderildiğim mesajı size tebliğ ediyorum. Kim bana
itaat ederse fakir de olsa Allah nezdinde saadete erecek olan odur.
Hz. Nuh (a.s.) aklî
hüccet ve açık mantıkla kavmine karşı üstünlük sağlayınca kavmi bütün
azgınların âdeti olan tehdit yoluna baş vurdular ve Nuh'a (a.s.) şöyle dediler:
"Ey Nuh! Eğer bu
davandan vazgeçmezsen muhakkak ki sen taşlananlardan olacaksın." Yani sen
bizim ilâhlarımıza küfretmeyi ve dinimizi ayıplamayı bırakmazsan biz seni taşla
öldürürüz yahut biz de sana küfreder ve hakarette bulunuruz.
Sümalî diyor ki:
Kur'an'da bulunan bütün "Mercûmîn (=taşlananlar)" kelimeleri öldürme
manasındadır. Bundan sadece "Eğer sen bundan vazgeçmezsen yemin olsun ki
seni taşlayacağız." (Meryem, 19/46) ayetindeki müstesnadır.
Hz. Nuh (a.s.)
kavminin iman etmesinden ümitsizliğe kapılınca onlar hakkında Allah'ın
adaletli hükmünü talep ederek onlara azapla beddua etti. Bunun üzerine Allah
Hz. Nuh'u ve O'nunla birlikte olanları insanlarla, hayvanlarla ve diğer eşya
ile dolu gemide kurtardı. Sonra da Allah bütün Nuh kavmini suda boğuverdi.
Burada ibret, hem de
büyük bir delil, ibret ve öğüt vardır. Onların çoğu kâfir idiler. Allah Teala,
Allah'ı ve Rasulünü yalanlayan herkesten intikam alan sonsuz kudret sahibidir,
iman eden ve itaat eden kimselere çok merhamet edendir.
İbret ve öğüt için
varit olan bu iki ayet Hz. İbrahim (a.s.) kıssasına son veren ayetlerdir. Zira
bu iki ayet -kasidelerin sonlarındaki Beytül-kasaid gibi- bu kıssanın
Beytül-kasaid'idir.
[51]
123- Âd de
peygamberleri yalanladı.
124- Bir zaman kardeşleri Hud, onlara şöyle
demişti: "Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?
125- Şüphesiz ben size
gönderilen güvenilir bir elçiyim.
126- Allah'tan korkun
ve bana itaat edin.
127- Bu davetime
karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak
âlemlerin rabbine aittir.
128- Siz her tepeye
bir işaret (bina) kurup onunla mı eğleniyorsunuz?
129- Dünyada ebedî
kalacağınızı umarak sağlam köşkler mi ediniyorsunuz?
130- Birini elinize geçirdiğiniz zaman ona zorbaca
mı davaranıyorsunuz?
131- Artık Allah'tan
korkun ve bana itaat edin.
132- Size bildiğiniz
nimetleri bol bol veren Allah'tan sakının.
133- O size bol bol
hayvanlar ve evlâtlar verdi.
134- Bahçeler...
pınarlar... (verdi).
135- Doğrusu ben sizin
için o büyük günün azabından korkuyorum."
136- Onlar (Âd kavmi
Hud'a) şöyle dediler: "Öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bizim
için eşittir.
137- Bu durum öncekilerin geleneğinden başka bir
şey değildir.
138- Biz öyle azaba
uğratılacak kimselerden de değiliz, (dediler)."
139- Bu şekilde Hud'u
yalanladılar. Biz de kendilerini helak ettik. Şüphesiz bunda büyük bir ibret
vardır. Ne var ki çoğu yine iman etmediler.
140- Şüphesiz ki
Rabbin Azizdir (her şeye galiptir), Rahimdir (çok merhametlidir).
"Âd" kavmi
gönderilen "peygamberleri yalanladı." Kabile dikkate alınarak fiil
müennes gelmiştir. Aslında Âd kabilenin en büyük ceddinin adıdır. Genellikle
kabileler ya ceddinin adıyla ya da filan oğulları şeklinde anılır.
"Siz her tepeye
bir alâmet kurup onunla mı eğleniyorsunuz?" ayetinde geçen
"rî1." yüksekçe yer, tepe demektir. "Ayet" alâmet ya da
gelip geçenler için bariz bir işaret demektir. "Ta'besûn"
eğleniyorsunuz, oyun gibi asla faydalı olmayan şeyi yapıyorsunuz demektir.
"Dünyada ebedî
kalacağınızı umarak sağlam köşkler mi ediniyorsunuz?" Ayetteki
"mesani"' su toplanan ve su alınan yer, demektir. Aynı zamanda sağlam
köşkler ve kaleler de denilmiştir. "Ebedî kalacağınızı umarak" yani
sanki siz orada hiç ölmeyecek, ebedî kalacakmışsınız gibi demektir.
"Birini elinize
geçirdiğiniz zaman" onu şiddetle yakaladığınız, vurduğunuz ya da öldürmeye
teşebbüs ettiğiniz zaman "ona zorbaca mı davranıyorsunuz"
merhametsiz, şefkatsiz ve terbiye kasdı gözetmeksizin azgınca ve hücum ederek
muamele ediyorsunuz.
"Artık" bu
şeyleri terk etmek suretiyle "Allah'tan korkun ve" sizi davet ettiğim
hususlarda "bana itaat edin." Çünkü bu sizin için daha faydalıdır.
"Size bildiğiniz
nimetleri bol veren" size ikramda bulunan ve bunları sizin hizmetinize
veren "Allah'tan sakının."
"O size bol bol
hayvanlar ve evlâtlar verdi." Bu manayı te'kit etmek ve bu ikramın
devamlılığına dikkat çekmek, bu kulluğu terk etmeye karşılık bu nimetlerin
kesilmesi tehdidinde bulunmak için bu cümleyi tekrar etti.
"Doğrusu ben
sizin için" dünya ve ahirette "o büyük günün azabından korkuyorum."
Çünkü Allah nimet vermeye kadir olduğu gibi intikam almaya da kadirdir.
"Ad kavmi Hud'a
şöyle dediler: Sen bize öğüt versen de" asla "öğüt verenlerden
olmasan da birdir." Bize göre eşittir, biz içinde bulunduğumuz durumu
bırakıp da senin vaazına, nasihatine boyun eğmeyiz.
"Bu, öncekilerin
geleneğinden başka bir şey değildir." Senin bizi korkuttuğun şey
öncekilerin geleceğinden, eskilerin yalanlarından, âdet ve tabiatlerin-den
başka bir şey değildir. Biz bunlara uyuyoruz. Ne hesap vardır ne de diriliş.
Bundan murad edilen mana, onların diriliş olmadığına inanma şeklindeki
âdetleridir.
"Biz" içinde
bulunduğumuz durum sebebiyle "azaba uğratılacak kimselerden de
değiliz." dediler.
"Bu şekilde
onu" Hud'u azap konusunda "yalanladılar. Biz de" yalanlamaları
sebebiyle "kendilerini" dünyada şiddetli bir fırtına ile "helak
ettik."
[52]
Bu, öğüt ve ibret
alınacak bir başka kıssadır. Bu kıssa, kavmini Allah'ın birliğine ve O'na itaat
etmeye davet eden ve onları Allah'ın azabından sakındıran Hz. Hud (a.s.)'ın
kıssasıdır.
Bu kavim zaman
açısından Hz. Nuh (a.s.) zamanından sonra idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur: "Hatırlayın hani O sizi Nuh kavminden sonra yeryüzüne hakim
kılmış ve size yaratılış yönünden güç kuvvet vermişti." (A'raf, 7/69).
Hz. Hud kavmi, Ahkaf
kasabasında oturuyorlardı. Ahkaf, Yemen diyarında Hadramût yakınlarındaki kum
dağlarıdır. Bu kavim çok uzun boylu, güçlü, kuvvetli idiler. Rızıkların,
malların, nehirlerin, ekinlerin ve meyvelerin bolluğu sebebiyle refah ve nimet
içindeydiler. Fakat bununla birlikte Allah'tan başka varlıklara tapınıyorlardı.
Hz. Hud aleyhisselam'ı yalanlamışlar, Allah da onları helak etmişti.
[53]
"Âd" kavmi
de gönderilen "peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Hud onlara
şöyle demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilen
güvenilir bir elçiyim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben bu
davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak
âlemlerin rabbine aittir."
Yani Âd kabilesi de
Allah tarafından gönderilen peygamberlerin peygamberliğini yalanladılar. Bir
zaman Hz. Hud (a.s.) kavmine şöyle demişti:
Siz Allah'tan sakınmaz
mısınız? O'nun azabından korkmuyor musunuz? Şüphesiz ben Allah tarafından olan
risaletimde güvenilir bir elçiyim.
O halde emrettiği ve
nehyettiği hususlarda Allah'tan korkun. Size emrettiğim ve nehyettiğim
hususlarda bana itaat edin ki durumunuz düzelsin, dünyanız ve ahiretinizde
saadete nail olasınız. Ben sizden peygamberliği tebliğ etmeye karşılık hiçbir
ücret ve mal talep etmiyorum. Bununla hiçbir mevki ve makam arzu etmiyorum.
Benim ecrim ve mükâfatım sadece Rabbime aittir. Şunu bir bilseniz! dedi. Ama
kavmi Hz. Hud'u yalanladılar ve O'na eziyette bulundular.
Bu söz Nuh, Hud,
Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin diliyle aynı şekilde ifade edilmiştir.
Bununla Allah'ın birliğine, O'na itaate ve O'ndan başkasına tapınmayı terk
etmeye davet eden peygamberlerin risalet birliğine dikkat çekilmektedir.
Daha sonra Hz. Hud
(a.s.) onlarla üç hususu konuştu:
1- "Siz
her tepeye bir bina kurup onunla mı eğleniyorsunuz?" Siz her yüksek yere
kuvvet, izzet ve zenginliğe alâmet olacak böbürlenmek için sağlam, muazzam ve
göz kamaştırıcı bir bina inşa ediyorsunuz, bunu da bir ihtiyaç olduğu için
değil, sadece oyun, eğlence ve güç gösterisi olarak yapıyorsunuz.
Bundan dolayı onların
durumunu yadırgamıştı. Çünkü bu hem zaman kaybı, hem de bedenleri faydasız yere
yormak hem de dünya ve ahirette fayda vermeyecek bir şeyle meşgul olmaktı.
2-
"Dünyada ebedî kalacağınızı umarak sağlam köşkler mi ediniyorsunuz1?"
Siz sizden öncekilerin geçip gittiği gibi sizler de geçip gideceğiniz halde
sanki dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi muazzam köşkler ve muhkem kaleler
ediniyorsunuz?
İbni Ebî Hatim
anlatıyor: Ebu Derda (r.a.) müslümanlarm Şam diyarında icad ettikleri binaları
ve ağaç dikmelerini görünce mescitte ayağa kalkıp:
- "Ey Şam ehli!
dedi ve halk etrafında toplandı. Ebu Derda Allah'a hamd ü sena etti. Sonra
şöyle dedi:
- Siz hiç utanmıyor
musunuz? Siz hiç utanmıyor musunuz? Yemeyeceğiniz şeyleri topluyor sunuz.
Oturmayacağınız binalar inşa ediyorsunuz. Erişemeyeceğiniz şeyleri ümid
ediyorsunuz. Sizden önce de mal toplayıp yığan, bina inşa edip bunlar, sağlam
şekilde inşa eden, ümit besleyen ve tul-i emel peşinde olan bir takım kabileler
vardı. Onların emelleri aldanma vesilesi oldu. Malları helak oldu. Evleri
mezar oldu. Dikkat edin! Âd kavmi Aden'le Amman (bugünkü Yemenle Ürdün) arasını
dolduracak atlar ve develere sahiptiler. Bugün kim Ad kavminin mirasını iki
dirheme benden satın alır?"
3-
"Birini elinize geçirdiğiniz zaman ona zorbaca mı davranıyorsunuz."
Yani sizler bu israf ve hırsla beraber başkalarına zorba muamelesi
yapıyorsunuz. Çünkü sizler katı kalpli, sert, azgın ve zorba kavimsiniz.
Kısaca: Yüksek binalar
inşa etmek yükseklik arzusuna, muazzam köşkler edinmek ebedîlik arzusuna,
zorbalık yükseklikte yalnızlık arzusuna delâlet etmektedir. Onlar yüksekliği,
yüksekliğin devamlılığını ve yükseklikte yalnızlığı arzu ettiler. Bu sıfatlar
ise ilâhın sıfatlarıdır. Bu vasıflar kul için imkânsız vasıflardır. Bu ise
dünya sevgisine, kulluk tarifinin dışına çıkmaya ve rabb olma iddiası etrafında
dolaşmaya delâlet etmektedir.
Burada dünya
sevgisinin bütün hataların başı ve her küfür ve masıyetin başlangıcı olduğuna
dikkat çekilmektedir. Bunun için Hz. Hud (a.s.) şöyle demiştir:
"O halde
Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Allah'ın azabından sakının,
Rabbinize itaat edin, Rasulü'nüze itaat edin. Bu sizin için daha devamlı ve daha
faydalıdır. Zira bu dünyada hiçbir kimse için ebedîlik yoktur.
Hz. Hud (a.s.) daha
sonra Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini tafsilatıyla hatırlattı.
"Size bildiğiniz
nimetleri bol bol veren Allah'tan sakının. O size bol bol hayvanlar ve evlâtlar
verdi. Bahçeler... pınarlar... (verdi)." Yani size bol nimetler veren,
size eti yenen çeşitli hayvanlar ve bol evlâtlar, bahçeler, tatlı ve coşkun
nehirleri nzık olarak veren Allah'tan sakının. Bu nimetlerin mukabilinde size
bunları veren Allah'a ibadet edin.
"Doğrusu ben
sizin için o büyük günün azabından korkuyorum." Siz yalanlarsanız,
muhalefet eder ve küfiiir üzerine ısrar ederseniz sizin için son derece korkunç
günün azabından korkuyorum.
Bu ifade Hz. Hud'un
Allah'a iman etmeye son derece güzellik, teşvik, korkutma ve açık beyan ile
davet etmeye delâlet etmektedir. Onların cevabı şu idi:
"Öğüt versen de
öğüt verenlerden olmasan da bizim için eşittir." Yani bize göre bize vaaz
edip sakındırman da asla vaaz etmemen de birdir. Zira biz içinde bulunduğumuz
durumdan dönmeyiz. Bu, aynen şu ayetteki ifade gibiydi: "Biz de senin
sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana inanacak da değiliz. "
(Hud, 11/53); "Şüphesiz ki inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da
birdir, onlar inanmazlar." (Bakara, 2/6).
Onların iman etmemekte
bahaneleri şu idi:
"Bu durum
öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir. Biz öyle azaba uğratılacak
kimselerden de değiliz." Yani getirdiğin şey öncekilerin uydurması,
iftirası ve yalanlandır "dediler." Nitekim onlar "Bunlar
öncekilerin masallarıdır. " demişlerdi. Ya da bizim üzerinde olduğumuz
din önceki babaların ve dedelerin dinidir. Biz sadece onlara tabiyiz. Onların
yolunda yürürüz, onların yaşadıkları gibi yaşarız. Nihayet onlar gibi ölürüz.
Ne dirilme vardır, ne de ahiret. Ne sevap var ne ceza, ne de hesap görme! Ne
cennet var ne de cehennem! Biz asla azap görecek değiliz. Durum senin
söylediğin gibi değil, dediler.
"Bu şekilde O'nu
yalanladılar. Biz de kendilerini helak ettik." Yani netice şu oldu. Hud
kavmi getirdiği hususlarda Hud'u yalanladılar. Ona muhalefet ettiler ve
inatçılıkta devam ettiler. Allah da onları sert esen bir fırtına ve son derece
soğuk şiddetli bir kasırga ile helak etti. Onların helak olmalarının sebebi
amellerinin cinsinden oldu. Zira onlar en azgın ve en zorba kimselerdi.
Al-lah'da onlara onlardan daha sert ve daha güçlü olan fırtınayı musallat etti.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi Rabbin Ad kavmine nasıl yaptı? O sütunlar
sahibi İrem'e ..." (Fecr, 89/6-8). Bunlar ilk Âd kavmidir. Yine Cenab-ı
Hak şöyle buyurmuştur: "O ilk Âd kavmini helak etti." (Necm, 53/50).
Bunlar Hz. Nuh'un torunu olan İrem b. Sam b. Nuh nesli idiler. "Zatil
Imad" sütunlarla dolu yerde yaşayanlar demektir. İrem belde ismi değildir.
Cenab-ı Hak bir başka
ayette şöyle buyurmaktadır: "Âd kavmine gelince: Onlar yeryüzünde haksız
yere büyüklük tasladılar ve: Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş?" dediler.
Onlar kendilerini yaratıp durmakta olan Allah'ı hiç düşünmediler mi ki O Allah
bunlardan pek çok kuvvetlidir. Onlar bizim mucizelerimizi bilerek inkâr
ediyorlar." (Fussilet, 41/15).
Kasırga onlara ait her
şeyi silip süpürmüştü. "Rabbin emriyle her şeyi yok eder." (Ahkaf,
46/25).
"Şüphesiz bunda
büyük bir ibret vardır. Ne var ki çoğu yine iman etmediler. Şüphesiz ki Rabbin
Azizdir, Rahimdir."
Yani peygamberlerini
yalanlamaları sebebiyle Ad kabilesinin helak edilmesinde kendilerine Allah'ın
ulvî mesajı ulaşan bütün kavimler için ibret vardır.
Bu helak olanların
çoğu bizim ezelî ilmimizde mümin değillerdi. Şüphesiz ki Rabbin düşmanlardan
intikam alıcıdır. Kullarından mümin olanlar tevbe edip islah olurlarsa onlara
da çok merhamet edendir.
[54]
Bu kıssa şu hususları
açıklamaktadır:
1- Hz.
Hud'un kavmine karşı tavrı insanlara son derece hikmetle, yumuşaklıkla ve
nezaketle yaklaşan bilge kişi tavrıdır. Kavmi kendisini beyinsizlik ve
delilikle niteleseler bile o, onların suçlamalarına aldırış etmemiş ve şu sözüyle
yetinmişti: "Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Ben sadece âlemlerin
Rabbi tarafından bir elçiyim." (A'raf, 7/67).
2-
Davetçinin üslûbu nefret ettirmeyen gayet yumuşak, tatlı bir üslup olmalıdır.
Hz. Hud (a.s) bu üslûbu benimsemiş, kavmine Allah'ın kendilerine bahşettiği
nimetleri hatırlatmış ve onları bu nimetlere şükretmeye, verdiği nimetlere
karşılık olarak nimeti veren Allah'a iman etmeye teşvik etmişti. Kendisine
ibadet edilmesi, şükredilmesi ve nankörlük edilmemesi vacip olan O'dur.
3- Zorbalık,
azgınlık ya da tuğyan, hayır getirmez. Zorbalığın her istediği şeyi
gerçekleştireceğini zanneden herkes aldanmıştır, cahildir.
Bunlar ilk Âd kabilesi
olup üstün bedenî güce sahip, uzun boylu, mallar, Dahçeler ve nehirlerle dolu
bol nimetler içinde muhkem kaleler, muazzam binalar yapan, ekinleri, meyveleri
bol bir kabile idiler. Fakat onlar tuğyana düşüp haddi aşınca ve insanlara
zorba muamelesi yapıp küfürleri ve inatlarında ısrar rdince Allah da onları
kendi zorbalıklarından daha şiddetli olan bir şey ile cezalandırdı. Onlara
soğuk ve şiddetli bir kasırga gönderdi. Kasırga onlara ait her şeyi yok etti.
Allah'ın kuvvet ve kudreti yanında beşerin kuvveti nerededir?
4-
İnkarcılık, inatçılık ve büyüklük taslama insanın kalbini tamamen kaplarsa bu kalbe
Allah'ın hidayetinin nüfuz etmesi ümidi kalmaz. Bu kalp Allah korkusunu
hissetmez olur. O'na itaat etmenin vacip olduğunu düşünmez. "On-~zr: Sen
bize öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bizim için eşittir." deiiler.
5-
Putperestler inanç ve tapınmalarında atalarından miras aldıkları geleceklerine
dayanırlar. Maddî düşünce onların zihinlerini kaplar. Hayata sadece turadan
yararlanan zevkini tatmin eden, sonra da geçip giden kişi gibi, ha-jat... ve
sonunda diriliş olmayan ölüm olarak bakarlar.
6- Düşünen
insan Allah'ın peygamberlerini yalanlayan kişileri nasıl helak rtriğini
görmektedir.
O halde her zaman ve
her yerde insanlar peygamberlere isyan edip onları jslanlamaktan sakınsınlar.
Fakat üzüntüyle belirtelim ki insanların çoğu bun-.irdan öğüt almamakta,
inkarcılıkları ve imansızlıklarında devam etmekte, herkesten intikam almaya
kadir olan Allah'ın kudretine bakmayı ihmal etmek-;£*iirler.
[55]
141- Semud kavmi gönderilen peygai berleri
yalanladı.
142- Bir zaman kardeşleri Salih onlaı
"Siz Allah'tan korkmaz
mısınız demişti.
143- Şüphesiz ben size gönderilen em: bir
peygamberim.
144- Allah'tan korkun
ve bana itaat edin
145- Ben davetime karşılık sizden he hangi bir
ücret istemiyorum. Beni mükâfatım ancak âlemlerin Rabbii aittir.
146- Bahçelerin içinde... Pınarların b şında...
147- Ekinlerin ve
salkımları olgunlasın hurmalıkların arasında...
148- Buralarda siz
emin olarak bırakıl cak mısınız?
149- Sevinç ve
maharetle dağları yont rak evler yapmaya devam edebilece misiniz?
150- Allah'tan korkun ve bana itaı edin.
151- Haddi aşanların
emrine itaat etm yin.
152- Onlar yeryüzünde bozgunculuk ç karan ve İslah
etmeye çalışmayan kin selerdir.
153- (Semud) kavmi şöyle dedi: "Sen aı cak
büyülenmiş kimselerden birisin.
154- Sen bizim gibi
bir beşerden başka b kimse değilsin. Eğer sözüne sadık İrim» lerden biriysen
bize bir mucize getir."
155- Salih şöyle dedi:
'İşte mucize bu di: devedir. Bir gün onun su içme hakkı vardır. Belli bu- gün
de sızın su içme hakkınız vardır.
156- Sakın ona bir
kötülük yapmayın, yoksa büyük bir günün azabı sizi yakalar."
157- Nihayet onlar
(Semud kavmi) deveyi kestiler. Ama pişman da oldular.
158- Bunun üzerine azap onları yakalayıverdi.
Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine iman
etmediler.
159- Şüphesiz Rabbin
Aziz'dir, (Her şeye galiptir) Rahim'dir (çok merhametlidir.)
"Bana itaat
edin" ayetinde emre boyun eğme manasındaki "taat" kelimesi emri
yerine getirmek için kullanılmıştır.
"bozgunluk çıkaran"
ve "İslah edenler" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Sen ancak
büyülenmiş kimselerden birisin" ayetinde mübalağa vardır.
[56]
"...salkımları
olgunlaşmış hurmalıkların arasında." Hurmanın ilk hali :al', sonraki
halleri de sırasıyla hilâl, belhâ, büsra, rutab ve temr olarak isimlendirilir.
"Buralarda"
hayırlar ve nimetler içerisinde "siz emin olarak bırakılacak
vıısınız?" Bu soru ya onların nimetler içerisinde ebedî olarak
bırakılmalarını inkâr etme, ya da Allah'ın onlara verdiği nimeti hatırlatma
manasındadır.
"Sevinç ve
maharetle" ibaresindeki"fârihîn" kelimesi ya
"fereh""(=çok sevinmek)" kökünden gelerek aşırı sevinç
içinde demektir; ya da "ferâhe (=gayret etme)" kökünden gelerek
maharetle demektir. Zira mahir kimse gayretle ve gönül hoşluğu içinde çalışır.
Bu kelime "ferihîn" şeklinde de okunmuştur. "Feri-hîn" ise
şımarıkça demektir ve daha beliğdir. Bu şekilde "dağları yontarak evler
yapmaya devam edebilecek misiniz?"
"Allah'tan korkun
ve" size emrettiğim hususlarda "bana itaat edin." "Haddi
aşanlar" yani isyan edenlerin emrine itaat etmeyin".
"Onlar"
masiyetlerle "yeryüzünda bozgunculuk çıkaran" ve Allah'a itaat ederek
"ıslah etmeye çalışmayan kimselerdir." Islah etmeye çalışmayanlar ifadesi
onların bozgunculuğunun katıksız olduğunu, bununla birlikte asla ıslah hali
bulunmadığını beyan etmek için getirilmiştir.
"Sen ancak
büyülenmiş kimselerden birisin" yani çok büyü sebebiyle aklı gitmiş
kimselerdensin.
Peygamberlik
iddiasında "... sadık kimselerden biriysen bize bir mucize getir. "
dediler.
'Yoksa büyük bir günün
azabı" o gündeki olay sebebiyle o gün büyük bir gün olmuştur. Bu
"büyük azap" ifadesinden daha beliğdir "sizi yakalar".
"Nihayet onlar
deveyi kestiler" ok attılar, sonra da onu öldürdüler. Kesme» fiili
kabilenin tamamına isnat edilmiştir. Çünkü o deveyi kesen onların rızasıyla
kesmiştir. Bu sebeple hepsi azaba uğramıştır. "Ama" günahlarına tevbe
ederek değil, azabın inmesinden korkarak "pişman da oldular." Yahut
azap geldiği anda pişman oldular, bunun için bu pişmanlık onlara fayda vermedi.
"Bunun
üzerine" kendilerine vaad olunan "azap onları yakalayıverdi."
Hepsi helak oldular. "Ne var ki onların çoğu iman etmediler." Beyzavî
diyor ki: Bu konuda onların çoğunun iman etmediği şeklindeki ifade ile eğer
onların çoğu veya yansı iman etmiş olsaydı azabın kendilerini yakalamayacağına
işaret edilmektedir. Zira Kureyş içlerinde iman eden kimselerin bereketiyle bu
gibi bir azaptan korunmuşlardı.
[57]
Allah, Rasulü'ne Hz.
Hud (a.s.) ile Âd kavminin kıssasını anlatınca bunun ardından Hz. Salih (a.s.)
ile Semud kavminin kıssasını anlattı.
Semud kavmi de Âd
kavmi gibi Arap idiler. Vadil-Kura ile Şam arasındaki yani Medine yolu
üzerindeki Hıcr şehrinde oturuyorlardı. Yerleri bilinmektedir, meşhurdur/^
Kureyşliler yaz
seferlerinde Şam'a giderlerken buradan geçerlerdi. Peygamberimiz de (s.a.)
Şam'a sefer düzenlediğinde buradan geçmişti. Bu savaşa hazırlık olması için
Tebük'e ulaşmıştı. Semud kavmi Ad kavminden sonra Hz. İbrahim'den (a.s.) önce
yaşamıştı.
Peygamberleri Salih
onları ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet etmeye ve tebliğ ettiği risalet
hususunda O'na tabi olmaya davet etmişti. Onlar bundan imtina etmişler, O'nu
yalanlamışlar ve O'na muhalefet etmişlerdi. Bunun üzerine onları deprem azabı
yakalayıvermiş, yeryüzü onları sarsmış, onlardan hiçbir kimse sağ kalmamıştı.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Semud ise çok korkunç bir sesle
helak edildiler." (Hakka, 9/5).
[58]
"Semud kavmi
gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Salih onlara şöyle
demişti: Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilen emîn bir
peygamberim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben davetime karşılık
sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin rabbine
aittir."
Bilindiği gibi bu
ifade daha önce geçen Hz. Nuh ve Hz. Hud'un ifadelerine benzemektedir.
Bunun manası şudur:
Semud kabilesi peygamberleri Salih'in (a.s.) risale-tini yalanlamışlardı. Hz.
Salih (a.s.) onlara şöyle demişti:
"Siz hiç Allah'ın
azabından korkmaz mısınız?" Eğer Allah'ın azabından korkarsanız bana iman
edersiniz, benim birliğimi kabul eder ve bana ibadet edersiniz, size
bildirdiğim risalette bana itaat edersiniz. Çünkü ben Allah Te-alâ tarafından
gönderilen güvenilir bir elçiyim. Ben nasihatime ve tebliğime karşılık herhangi
bir bedel veya karşılık talep etmiyorum. Benim mükâfatım beni gönderen Allah'a
aittir. Dünya ve ahirette bana yardıma olan O'dur.
Hz. Salih (a.s.)
kavmine nasihatte bulunmuş ve kendilerine Allah'ın azabının gelmesinden
sakındırmıştı. Ayrıca Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği nimetlerini,
onlar için pınarlar ve nehirler fışkırttığını ve onlar için ekinler ve meyveler
bitirdiğini ve Allah'ın kendilerini birtakım sıkıntılardan emniyete kavuşturduğunu
hatırlatmıştı.
1- Bugün Suudi
Arabistan'da bulunan Medine-Ar'ar kara yolunda bulunan bu bölgeye "Medâinû
Salih" adı verilmektedir. Burada bu kavmin binalarının kalıntıları hâlâ
mevcuttur. (Mütercim)
Hz. Salih (s.a)
kavmine üç hususu ifade etti:
1- "Siz
buralarda, bahçelerin içinde... Pınarların başında... Ekinlerin ve salkımları
olgunlaşmış hurmalıkların arasında emin olarak bırakılacak mısınız?"
Siz dünyada nimet
içinde ebedî olarak kalacağınızı mı zannediyorsunuz? Siz yerlerinizde emniyet
içinde bahçelerden ve kaynaklardan nimetlenerek gayet hoş bir durumda,
salkımları olgunlaşmış hurmalıklarda, ekin ve meyvelerin arasında
bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Bunu mu ümid ediyorsunuz? Siz amellerin
karşılığının verileceği bir yurt olmadığını mı zannediyorsunuz?
Siz bu nimetler içinde
yaşarken ve bu hayırlardan istifade ederken şirk ve küfür üzerine kalmanız
makul değildir.
"Buralarda emin
olarak" ifadesi "Bu yerde yer alan nimetler" demektir. Sonra da
bu ayet "Bahçelerin içinde... Pınarların başında..." ifadesiyle
teferruatlı olarak açıklandı. Bu mücmel (özlü) ifadeden sonraki tafsilattır.
2-
"Sevinç ve maharetle dağları yontarak evler yapmaya devam edebilecek
misiniz? O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin."
Sizler hiç oturmaya
ihtiyacınız olmaksızın şımarıklık göstererek, aşın derecede sevinç ve
şirretlikle bina yapmak için yarış edercesine dağları yontarak evler inşa
etmeye devam mı edeceksiniz? O halde Allah'tan hakkıyla korkun Dünya ve
ahirette size fayda verecek olan, sizi yaratan ve size rızık veren Rab-binize
ibadete yönelin.
Dikkat edilirse
vasıfları daha önce belirtilen Hud kavmine hakim olan husus büyüklük taslamak,
ebedî hayata talip olmak, sivrilmek ve zorbalık yapmak gibi manevî zevklerdir.
Salih kavmine hakim olan husus ise yiyecek, içecek, güzel ve sağlam binalar
gibi maddî zevklerdir.
3-
"Haddi aşanların emrine itaat etmeyin. Onlar yeryüzünde bozgunculuk
çıkaran ve İslah etmeye çalışmayan kimselerdir."
Masiyetlerle, günah
işleme, aşın zevk düşkünlüğü ve taşkınlıkla kendi nefislerine karşı haddi aşan
kimselerin emrine itaat etmeyin. Bu kimseler Semud kavmini hakka muhalefet
etmeye, şirk ve küfüre davet eden büyükleri ve başkanları idi. Bunlar Semud
diyarında bulunan ve bir başka ayette işaret edildiği gibi dokuz kişiydiler.
"Şehirde dokuz kişi vardı. Bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyor ve İslah
etmeye çalışmıyorlardı." (Nemi, 27/49).
"Fesat
çıkarıyorlar" ifadesinden sonra "İslah etmeye çalışmıyorlar"
ifadesinin sebebi bunların fesatlarının mutlak fesatçılık olduğunu, amelleri
bazı salih amellerle karışmış bazı fesatçıların aksine içine hiç salih amel
karışmadığını beyan etmek içindir.
Hz. Salih (a.s.)
kavmini Rablerine ibadete davet ettiği zaman kavmi Ona şöyle cevap verdiler:
"Nihayet onlar
deveyi kestiler. Ama pişman da oldular. Bunun üzerine azap onları
yakalayıverdi."
Semud kavmi (mucize
olan) deveyi kestiler. Sonra da azabı görünce -yani azabın kendilerine
ineceğini anladıkları zaman- yaptıklarına pişman oldular. Bunun üzerine
Allah'ın azabı onları yakaladı. Kasabaları şiddetli bir depremle sarsılmaya
başladı. Onların ödlerini koparan büyük bir çığlık koptu. Başlarına hiç
beklemedikleri bir durum gelmiş, kendi yerlerinde dizleri üzerine çöküp oldukları
yerde kalakaldılar ve helak oldular.
Meydana gelen olay
şudur: Mucize deve Semud kavminin yanında bir müddet kaldı. Su içiyor, ağaç
yapraklarından yiyor ve otlakta yayılıyordu. Onlar devenin sütünden
yararlanıyorlar, kendilerine yetecek kadar içmek üzere süt sağıyorlardı. Bu
müddet uzayınca ve onların en şirretleri gelince bu deveyi öldürmeyi
planladılar ve bunu kestiler.
Rivayete göre Mısta'
bu deveyi bir dağ geçidinde bir dar boğaza sürüklemiş, ona ok atmış, ok onun
ayağına isabet etmiş ve deve yere düşmüştü. Sonra da deveye Kudar vurmuştu.
"Şüphesiz bunda
büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu iman etmediler. Şüphesiz
seninRabbin Azizdir, Rahim'dir."
Yani bu anlatılan Hz.
Salih kıssasında ve kavmi olan Semud kavminin onun peygamberliğini
yalanlamalarında ve mucize deveye saldırmalarında büyük ibret ve öğüt vardır.
Bundan daha büyük mucize ne olabilir? Onlar peygamberlerini yalanladılar ve
ona iman etmediler. Ellerinde olanlarla ve geçici dünya zevkleriyle aldandılar,
deveye kastettiler. Bunun üzerine onlara azap indi. Bu kavmin çoğu Allah'a ve
peygamberlerine iman eden kimseler değillerdi.
Şüphesiz ki Rabbin
düşmanlarından intikam alıcıdır. Eğer tevbe edip kendilerine yönelirlerse
mümin dostlarına da çok merhametlidir. Bu sonuç Hz. Nuh ve Hz. Hud kıssalarının
sonucuyla aynıdır. Zira maksat aynıdır. Bunlar yalanlayan kimselerin durumunda
öğüt ve ibret almaları için anlatılmıştır.
Bu ümmetlerden sadece
kadın ve erkek 2800 kişinin iman ettiği söylenmiştir.
[59]
Semud kabilesi
"Hicr"[60] denilen hurmalık, ekim ve
dikime müsait, sulak, yüksek muazzam binaları olan bir yerde oturuyorlardı. Bu
kabile uzun ömürlü olup binalar ömürleri boyunca dayanmıyordu. Ancak bunlar
mallarına ve mevkilerine aldanmışlar, peygamberleri Hz. Salih'i yalanlamışlar,
tehdit edip azar-lamışlardı.
Hz. Salih (a.s.) kavmine:
- Siz dünyada ölümsüz
olarak ebedî kalacağınızı mı zannediyorsunuz? demişti. Onlara Allah'ın emrine
sarılmak ve O'nun nehyinden kaçınmak demek olan "takva'yı emretmiş,
yeryüzünde fesat çıkaran ve İslah yoluna girmeyen büyüklerine ve reislerine
uymaktan onları sakındırmıştı.
Kavmi ve Hz. Salih'i
büyülü ve akılsız olmakla itham ettiler, peygamberliğini reddettiler. Çünkü
ona da kendileri gibi beşer olduğu halde, kendilerine gelmeyen vahyin ona nasıl
gebelebildiğine, kendileri peygamber olmadığı halde onun nasıl peygamber
olabildiğine akılları ermeyerek itiraz ettiler.
Sonra da Hz. Salih'ten
doğruluğuna delâlet eden maddî bir mucize getirmesini istediler. Allah da onu
hiç benzeri olmayan büyük bir deve ile te'yit etti. Deve bir gün küçük bir
derenin suyunun tamamını içiyor, sonra da onlara süt veriyordu. Semud kavmi
ertesi gün o deveden diledikleri kadar süt sağıyorlardı.
Fakat nimet onları
şımartmıştı, kendi kendilerine kötülükte bulunmuşlar, bizzat kötü niyetle
deveyi kesmek için anlaşmışlardı. Ve nihayet içlerinden Ku-dar isimli bir şahıs
deveyi kesmişti.
Azabın yakînen
geleceğini anlayınca da deveyi kestiklerine pişman olmuşlardı. Fakat azabı
görünce artık pişmanlığın kendilerine faydası olmayacaktı. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Makbul tevbe kötülükleri işleyip de onlardan birine
ölüm gelince: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim." diyenin tev-besi
değildir." (Nisa, 4/18).
Semud kavminin kötü
fiilleri ve çirkin inkarcılıkları sebebiyle Allah da onları deprem ve feci
çığlıkla helak etmiştir.
[61]
160- Lût kavmi de
gönderilen peygamberleri yalanladı.
161- Bir zaman kardeşleri Lût onlara şöyle
demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?
162- Şüphesiz ben size
gönderilen emîn bir peygamberim.
163- Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
164- Ben davetime
karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükafatım ancak
âlemlerin rabbine aittir.
165- 166- Rabbinizin sizin için yarattığı
eşlerinizi bırakıp da bütün âlemler içerisinde erkeklerle mi temas ediyorsunuz?
Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz"
167- Kavmi ona şöyle
dedi: "Ey Lût! Sen vazgeçmezsen mutlaka buradan sürülüp çıkarılan
kimselerden olacaksın."
168- Lût da şöyle
dedi: "Doğrusu ben bu işinize şiddetle kızanlardanım.
169- Ey Rabbim! Beni
ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar."
170- Bunun üzerine biz
de Lût'u ve ailesini tamamen kurtardık.
171- Sadece geride
kalanlardan bir yaşlı kadın müstesna.
172- Sonra da
diğerlerini helak ettik.
173- Üzerlerine öyle
bir yağmur yağdırdık ki! Uyarılan (ama yola gelmeyen) kimselerin yağmuru ne
kötüdür!
174- Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var
ki, onların çoğu yine de iman etmediler.
175- Şüphesiz ki senin Rabbin Aziz'dir (her şeye
galiptir), Rahim'dir (çok merhametlidir).
"Siz erkeklerle
mi temas kuruyorsunuz?" ifadesi inkâr, tenkit ve azarlama manasında
sorudur.
"Köle" ve
"minel-kâlin" kelimeleri arasında cinas-ı nakıs sanatı vardır. Birincisi
"kavi" kökünden, ikincisi "kala" fiilinin mastarı
"kıla" kökündendir. Son derece buğzetti demektir.
[62]
"Bir zaman"
dinde ve nesepte olmasa da aynı beldede ve aynı bölgede birlikte yaşadıkları
"kardeşleri Lût onlara şöyle demişti..."
"Rabbinizin sizin
için" normal yoldan istifade etmeniz için "yarattığı eşlerinizi
bırakıp da bütün âlemler" insanlar "içerisinde erkeklerle mi temas
ediyorsunuz? Doğrusu siz haddi aşan" şer'î, aklî ve bozulmamış fıtrî
hadleri tecavüz eden, helâli bırakıp harama kapılan "bir kavimsiniz."
Kavmi O'na şöyle dedi:
"Ey Lût! Sen" bizi yadırgamaktan "vazgeçmezsen" bizim
beldemizden sürülen, kovulan "çıkarılan kimselerden olacaksın."
Lût da şöyle dedi:
"Doğrusu ben bu işinize şiddetle kızanlardanım." Sizin bu fiilinize
son derece buğz edenlerdenim.
"Ey Rabbim! Beni
ve ailemi bunların yaptıklarından" bunların uğrayacağı azaptan, cezadan ya
da amellerinin uğursuzluğundan "kurtar."
"Bunun üzerine
biz de Lût'u ve ailesini" yani aile halkını ve onun dinine tabi olanları
"tamamen kurtardık." Allah Lût'u azap geldiği vakit kavminin içinden
çıkardı.
"Sadece geride
kalanlardan" azap içinde kalanlardan "bir yaşlı kadın müstesna.
" Bu kadın Hz. Lût'un hanımı olup yolda ona bir taş isabet etmiş ve onu
helak etmişti. Çünkü bu kadın Lût kavmine meylediyordu ve onların fiillerine de
razı idi. Bir başka rivayete göre, bu kadın kasabada kalanlar arasında olup Hz.
Lût'la birlikte kasaba dışına çıkmamıştı.
"Sonra da
diğerlerini" şiddetli bir şekilde "helak ettik."
"Üzerlerine öyle
bir yağmur yağdırdık ki!" Denilmiştir ki: Allah onların üzerlerine taş
yağdırdı ve bu taşlar onları helak etti. "Uyarılan kimselerin yağmuru ne
kötüdür!"
[63]
Bu kıssa da öncekiler
gibi ibret ve öğüt içindir. Bu, Lût b. Hârân b. Âzer'in kıssasıdır. Hz. Lût
(a.s.) İbrahim Halil aleyhisselâmın kardeşinin oğludur.
Hz. Lût ve kavmi Sodom
ve Allah'ın helak ettiği kasabalarla diğer üç şehirde oturuyorlardı. Bunun
yerine Beytül makdis dağları üzerinde kurulan, Kerk ve Şûbek dağlarının
hizasında olan ölü deniz "Lût gölü" civarında Gavr beldeleri kuruldu.
Hz. Lût (a.s.) kavmini
hiçbir ortağı olmayıp tek olan Hz. Allah'a ibadet etmeye ve Allah'ın
kendilerine gönderdiği rasulüne itaat etmeye davet etti. Kavmini Allah'a isyan
etmekten ve daha önce dünyada hiçbir kimsenin işlemediği erkeklerin erkeklerle
cinsî temas kurmaları şeklinde icat ettikleri çirkin ve iğrenç fiili
işlemekten nehyetti.
[64]
"Lût kavmi de
gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Lût onlara şöyle
demişti: Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilen emin bir
peygamberim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben davetime karşılık
sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin rabbine
aittir."
Lût kavmi kendilerine
gönderilen peygamberlerini yalanladılar. Zira kim bir peygamberi yalanlarsa
bütün peygamberleri yalanlamış olmaktadır. Bir zaman Hz. Lût (a.s.) şöyle
demişti:
- Siz Allah'a isyan
etmeyi terk etmek suretiyle Allah'ın azabından sakınmaz mısınız? Çünkü ben
size gönderilen ve risaletini tebliğ hususunda güvenilir olan bir peygamberim.
O halde emrolunan şeyleri yapmak ve nehyedilen şeyleri terk etmek suretiyle
Allah'tan korkun. Size emrettiğim sadece Allah'a ibadet etme ve sadece
hamımlarla temas etme hususunda ve sizi nehyettiğim şekilde hayasız ve iğrenç
davranışları işlememek konusunda bana itaat edin. Ben risaletimi davet etmeye
karşılık sizden hiçbir ücret veya karşılık talep etmiyorum. Benim mükâfatım
yeryüzünde ve gökyüzünde bütün âlemlerin, insanların ve cinlerin rabbi olan
Allah'a aittir.
Hz. Lût (a.s.) daha
sonra onları azarladı, tehdit etti ve bu iğrenç fuhuş olayına karşı onları şu
sözüyle yadırgadı: "Sizler, Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi
bırakıp da bütün âlemler içerisinde erkeklerle mi temas ediyor sunuz?"
Siz cidden ters bir şeye nasıl teşebbüs edebiliyorsunuz? Siz bu iğrenç
ma-sıyeti mi işliyorsunuz? Bu iğrenç fiil erkeklerin erkeklerle temasta
bulunmasıdır. Bu ifade erkeklerin erkeklerle cinsî münasebet kurmasından
kinayedir. Lût kavmi bu çirkin davranışı misafirlere ve gariplere
uyguluyorlardı. Allah bunu "hayasızlık" olarak adlandırmakta ve şöyle
buyurmaktadır: "Siz sizden önce hiçbir kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı
işliyorsunuz?" (A'raf, 7/80). Allah'ın sizin tabii istifadeniz için
kıldığı hanımlarınızla teması terk ediyorsunuz? Yine Cenab-ı Hak: "Siz hanımlarınıza
Allah'ın emrettiği yerden yaklaşın." (Bakara, 2/222) buyuruyor.
"Doğrusu siz
haddi aşan bir kavimsiniz." Siz zulümde ve bütün masıyet-lerde ve
özellikle bu iğrenç fiilde haddi aşıyorsunuz.
Ayetteki
"bel" kelimesi "idrab" yani bir şeyden diğer bir şeye
intikal içindir. Yoksa daha önce geçen yadırgama ve fiillerini çirkin görme
hususunu iptal etmek için değildir. Bununla anlatılmak istenen husus şudur:
Doğrusu siz bu gibi hayasızlığı işlemeniz sebebiyle haddi aşmakla anılmaya
lâyıksınız.
Hz. Lût (a.s.) kavmini
bu davranıştan nehyedince onlar da O'na tehditte bulundular:
"Şöyle dediler:
Ey Lût! Sen (bu davetinden) vazgeçmezsen mutlaka sürülüp çıkarılan kimselerden
olacaksın." Yani Lût kavmi ona hitaben: "Sen bu peygamberlik
iddiasını bırakmazsan ve bize getirdiğin şu erkeklerle temasta bulunmayı
yadırgayan sözlerinden vazgeçmezsen mutlaka seni kovarız ve yetiştiğin bu
beldeden süreriz. Seni de tıpkı senden önce bize engel olmaya çalışanları
uzaklaştırdığımız gibi aramızdan uzaklaştırırız." dediler.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Kavminin cevabı ancak şu sözleri oldu: Lût ailesini
kasabanızdan çıkarın. Hiç şüphesiz onlar tertemiz kimselerdir." (Nemi,
27/56).
Hz. Lût (a.s.) da
onların içinde bulundukları durumdan çekinmemeleri ve sapıklıkları üzerine
devam etmeleri sebebiyle kendisini uzaklaştırmalarının onları yadırgamasına ve
onlardan uzak olduğunu bildirmesine engel olmayacağını kendilerine bildirdi.
"Lût şöyle dedi:
Doğrusu ben bu işinize kızanlardanım." Ben hiç şüphesiz sizin bu amelinize
şiddetle buğzediyorum. Bundan razı değilim. Bu ameli sevmiyorum. Beni kovmakla
korkutup tehdit etseniz de ben sizden uzağım.
Onun kızanlardan
olması bu fiile ondan başka kimselerin de kızdığına delildir. Ayrıca
"kızanlardanım" kelimesi "Ben sizin bu amelinize
kızıyorum." ifadesinden daha beliğdir.
Bu ayette bu fiilin
buğzu gerektirdiğine ve insanların bu fiile buğzetmele-rine dikkat
çekilmektedir.
Daha sonra Hz. Lût
(a.s.) kavminin kötü fiilinden kendisini kurtarması için Allah'a şöyle dua
etti:
"Ey Rabbim! Beni
ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar." Yani ya Rab-bi! Beni bunların
yaptığı masıyetlerin cezasından kurtar. Beni onların amellerinin
uğursuzluğundan kurtar.
Kısaca: Kavmi, Hz.
Lût'u kasabalarından kovmakla tehdit ettikleri zaman Hz. Lût onlara bu
amellerinden dolayı onlara buğzettiğini haber verdi. Sonra da onların bu kötü
fiillerinden kurtulmak için Rabbine dua etti. Allah da onun duasını kabul etti:
"Bunun üzerine
biz de Lût'u ve ailesini tamamen kurtardık. Sadece geride kalanlardan bir yaşlı
kadın müstesna." Yani biz onu, aile halkını ve ona iman edenlerin hepsini
geceleyin onların amellerinin ve masıyetlerinin cezasından kurtardık. Lût'un
hanımı olan yaşlı kadın müstesna. Bu kadın Lût'un dinine iman etmeyen kötü bir
kocakarı idi. Kavmiyle birlikte kalmış, Hz. Lût'la birlikte kasaba dışına
çıkmamış ve helak olmuştu. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Senin hanımın müstesna. Onlara isabet eden azap ona da isabet
edecektir." (Hud, 11/81). Zira o Lût kavminin bu kötü fiillerine razı idi.
Lût'un haberlerini de kavmine naklediyordu.
"Sonra da
diğerlerini helak ettik. Üzerlerine öyle bir yağmur indirdik ki. Uyarılan (ama
yola gelmeyen) kimselerin yağmuru ne kötüdür!"
Biz daha sonra çirkin
fiiller içerisine dalmış olan ve kendilerini yaratan Allah'ı inkâr eden, onun
peygamberlerine iman etmeyen kavminin diğer kimselerini helak ettik ve
üzerlerine hepsini kaplayan azap indirdik. Onların üzerlerine pişmiş tuğladan
taşlar yağdırdık. Helak ile korkutulan ve helak olan insanların yağmuru ne
kötüdür! Katade diyor ki: Allah bu kavmin içindeki Lûtî-lere gökten taş
yağdırdı ve onları helak etti.
Mukatil diyor ki:
Allah, Lût kavmini yerle bir etti. Kasabanın dışında olan kimselerin üzerlerine
taş yağdırdı. Orada Lût ailesi dışında hiçbir mümin yoktu.
Vehb b. Münebbih diyor
ki: Allah onların üzerine kibrit ve ateş yağdırdı. Yani orada ateşli volkanları
fışkırttı.
"el-Müzerîn
(uyarılanlar)" kelimesiyle belirli bir kavmi murad etmemiştir, bu kelime
cins içindir.
Özetle: Lût kavminin
cezası kasabalarını ters-yüz edecek derecede şiddetli bir deprem olup gökten de
ayrıca kibrit, ateş ve taş yağmış, kasabalarını yakmıştı. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmuştur: "(Azap) emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik
ve üstlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık. "
(Hud, 11/82). O halde cezalan, deprem ve yanardağ fışkırması idi.
"Şüphesiz bunda
büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmediler. Şüphesiz
ki senin Rabbin Azizdir, Rahim 'dir."
İşte önceki
peygamberlerin kıssalarının sona erdiği şekilde bu kıssa da aynı sonuç ve
ibret levhalanyla sona ermiştir. Ayetin manası şudur: Bu kıssada düşünen her
kimse için ibret ve öğüt vardır. Zira Allah masıyete dalmış isyankârları
-Lûtîleri- helak etmiş, bu hayasızlığı reddeden salih müminleri kurtarmıştır.
Hz. Lût'un hanımı da kavmiyle gizli bir işbirliği yaptığı ve onların bu fiillerini
sevdiği için helak olanlar arasında yer almış, Hz. Lût (a.s.) ile olan irtibatının
ona hiç faydası olmamıştı. Çünkü herkes için kazandığı günah vardır. Bu kavmin
çoğunluğu iman etmemişler, bu yüzden helake maruz kalmışlardı.
Rabbin düşmanlarından
intikam alıcıdır, kendisine yönelip tevbe eden mümin dostlarına da çok
merhametlidir.
[65]
Allah Tealâ'yı ve
peygamberlerini inkâr, homoseksüellik (livata), hanımlarla evlenme yoluyla
helâl ve tabiî istifadeyi terk etmek ilahî intikama, dünya ve ahirette şiddetli
cezaya sebeptir.
Kavmi içinde iyice
yerleşmiş, iyileştirilmesi güç bu hastalığın tedavisi yolunda Hz. Lût'un
görevi çok zor idi. Hz. Lût kavminin bu tavrını şiddetle reddetmiş, onları
kötü bir şekilde azarlamıştı. Onları haddi aşmakta ve Allah'ın hadlerini
çiğnemekte çok ileri giden bir toplum olarak tavsif etmiş, bu fiillerinden
dolayı kavminin kendisini beldelerinden uzaklaştırma ve kovma tehditlerine
rağmen onların bu fiillerine karşı şiddetli kızgınlığını ilân etmişti.
Hz. Lût (a.s.),
kavminin Allah'a iman etmelerinden, bu çirkin fuhuş fiilinden
temizlenmelerinden ümidini kesince kendini ve aile halkını onların amellerinin
azabından koruması ve onlara gelecek azabın kendisine ve ailesine isabet
etmemesi için Rabbine dua etti. Bu dua kavmine beddua etmeyi de ihtiva
etmektedir. Ancak hiçbir peygamber Rabbinin izni olmadan kendi kavmine beddua
etmez.
Cenab-ı Hak Hz. Lût'un
duasını kabul etti. onu aile halkını ve onunla birlikte iman edenlerin
tamamını kavmine indirdiği acıklı azaptan kurtardı. Sadece onun yaşlı hanımı
Allah Tealâ'nın azabında kaldı.
Dünyevî ceza Lût
kavminin yerin dibine geçirilmesi ve tamamen helak edilmesi yani deprem ve
yanardağ lavlarıyla yok edilmesi idi. Cebrail aleyhis-selâm'ın kasabalarım
yerin dibine geçirmesi, alt-üst yapması suretiyle Allah onların üzerlerine taş
yağdırdı.
Bu olayda büyük hem de
çok büyük bir ibret vardır. Akıllı olan başkasının başına gelenden öğüt alan
kimsedir. Lût kavminden Lût ailesi ve iki kızı hariç tek kişi bile iman
etmemişti. Allah düşmanlarından intikam almaya kadirdir. O aynı zamanda mümin
dostlarına çok merhametlidir.
[66]
176- Eyke halkı da
gönderilen peygamberleri yalanladı.
177- Bir zaman Şuayb
onlara şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?
178- Şüphesiz ben size
gönderilen emîn bir peygamberim.
179- Allah'tan korkun ve bana itaat edin.
180- Ben davetime
karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak
âlemlerin Rabbine aittir.
181- Ölçüyü tam yapın, eksik ölçenlerden olmayın.
182- Doğru terazi ile
tartın.
183- İnsanların
haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın.
184- Sizi ve daha
önceki nesilleri yaratandan korkun."
185- Kavmi, Şuayb'e
şöyle dediler: "Sen ancak büyülenmiş kimselerden birisin.
186- Ve de sen bizim
gibi beşerden başka bir şey değilsin. Öyle zannediyoruz ki sen
yalancılardansın.
187- Eğer sözüne sadık kimselerden isen üzerimize
gökten parçalar düşür."
188- Şuayb şöyle dedi: "Rabbim yaptıklarınızı
çok iyi bilir."
189- Fakat onlar Şuayb'ı yalanladılar. Ardından
bulutlu günün azabı onları yakalayıverdi. Gerçekten o (azap) büyük bir günün
azabı idi.
190- Şüphesiz ki bunda
büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmediler.
191- Şüphesiz Rabbin
Azîz'dir (her şeye galiptir), Rahîm'dir (çok merhametlidir.).
"Ölçüyü tam
yapın, eksik ölçenlerden olmayın." ifadesinde ıtnab sanatı vardır. Çünkü
ölçüyü tam yapmak eksik ölçmekten nehyetmek anlamını da taşımaktadır.
[67]
"Eyke"
Medyen yakınlarında sık ve bol ağaçlı bir kasabadır. Allah, Şuayb aleyhisselâmı
Medyen halkına gönderdiği gibi Eyke halkına da göndermişti. Şuayb nesep
açısından onlardan değildi, onlara yabancı idi. Bunun için "kardeşleri"
denmemiş, doğrudan "Şuayb onlara şöyle demişti" ifadesi kullanılmıştır.
Hadis-i şerifte şöyle bir ifade yer almaktadır: Medye'lilerin kardeşi olan Şuayb
Medyen'e ve ayrıca Eykelilere gönderildi.
"Ölçünüzü tam
yapın, eksik ölçenlerden" yani insanların haklarını noksan-laştıranlardan
"olmayın."
"Doğru
terazi" adaletli terazi "ile tartın."
"İnsanların
haklarını kısmayın." yani insanların haklarından hiçbir şey eksiltmeyin.
"Yeryüzünde" adam öldürme, yağmacılık, yol kesme suretiyle "bozgunculuk
yaparak fesat çıkarmayın." yani anarşi çıkarmayın. Burada
"müfsi-dîn" kelimesi "hal" olup fiilin manasını te'kit
etmektedir.
"Sizi ve sizden
önceki nesilleri yaratandan korkun." Ayetteki "el-cibilletü"
yaratılış ve tabiat demektir. Bundan murad, onların büyük bir yaratılış üzerine
olduklarıdır.
"el-Müsahharîn"
çok büyü sebebiyle akıllan gitmiş kimseler.
"Ve de sen bizim
gibi beşerden başka bir şey değilsin." Onlar Şuayb'ı yalanlamakta
mübalağa etmek için onun peygamberliğe zıt iki vasfı bir arada topladığına
delâlet etmek için cümlenin başına "ve" getirdiler. Yani hem beşer
hem de büyülenmiş bir kişisin demektir. "Biz öyle zannediyoruz ki
sen" bu iddianda "yalancılardansın."
"Eğer sözüne
sadık kimselerden isen üzerimize gökten parçalar düşür." Ayetteki
"kisef kelimesi parça manasındaki "kisfe"nin çoğuludur. Manası
azap parçaları demektir.
"ez-Zulle"
onlara isabet eden şiddetli sıcaklıktan sonra onları gölgelendiren buluttur.
Hepsi bu bulutun altında toplandılar, sonra da bu bulut onlara ateş yağdırdı ve
hep birlikte helak oldular.
"Gerçekten o
büyük bir günün azabı idi..." ifadesi "Şüphesiz Rabbin Azizdir, Rahîm
'dir" ayetine kadar önceki peygamberlerin sözlerinin aynısıdır.
[68]
Bu kıssa, Rasulullah'a
(s.a.) kavminin yüz çevirmesiyle gam ve keder çekmesi sebebiyle teselli
vermek, onu yalanlayanlara tehditte bulunmak, için peygamberlerin uyarmasından
sonra peygamberlerle alay etmek üzere ve ona aldırış etmeksizin azabın gelmesi
teklifinde bulunan ve yalanlamaya devam eden immetlere azabın mutlaka ineceğini
bildirmek için bu surede kısaca anlatılan yedi kıssanın sonuncusudur.
Bu kıssa, Hz. Şuayb
(a.s.) ile kavmi olan Medyen halkının kıssasıdır. Medyen'e de kardeşleri olan
Şuayb'ı gönderdik." Ayrıca Hz. Şuayb'ın Eyke halci ile aralarında geçen
kıssalarıdır.
Eykeliler ağaçlık,
ekin ve meyvalık bir arazide idiler. Allah, Şuayb'ı düşük jctimaî durumlarını,
ölçü ve tartıda hile yapmaları ve eksik tartmalarını ve yeryüzünde şiddetli
bozgunculuk çıkarmalarını ıslah etmek için onlara gönderilişti. Hz. Şuayb,
kavmine ölçü ve tartıyı tam yapmaları ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat
çıkarmamaları nasihatinde bulundu. Onlar da Hz. Şu-îyb'ı yalanladılar. Cenab-ı
Hak onları bulutlu günün azabı ile helak etti.
[69]
"Eyke halkı da
gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman Şuayb on-,,zra şöyle demişti: Siz
hiç Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönde-~.len emin bir
peygamberim O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben iavetime karşılık
sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım an-:ak âlemlerin rabbine
aittir."
Medyen yakınındaki
Eyke (ormanlık arazi) sakinleri peygamberleri yalanladılar.
İbni Kesir diyor ki:
Eykeliler doğru görüşe göre Medyenlilerdir.[70]
Bununla kendilerine
gönderilen peygamberleri Hz. Şuayb'ı (a.s.) yalanladılar.
Şuayb Eykelilere:
Allah'a ve Rasulü'ne iman etmek ve O'na isyandan karınmak suretiyle Allah'ın
azabından sakınmaz mısınız? dediği zaman Eykeliler Suayb'i yalanladılar.
Bu ayette
"Kardeşleri Şuayb" denilmemesinin sebebi Zemahşerî, Beyzavî Te
Razî'nin dediği gibi nesep olarak onlardan olmamasıdır.
İbni Kesir ise Allah
Tealâ'nın kendilerine nispet edilen mana -yani Ey-£e'ye (ağaca) tapınmaları
sebebiyle- neseben kardeşleri olduğu halde Hz. Şu-syb ile Eykeliler arasındaki
kardeşlik bağını yok saydığı ve bu bağı kopardığı rörüşünü ileri sürmüştür.
Hz. Şuayb (a.s.)
kavmine kendisinin Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ve risaleti
tam anlamıyla kavmini tatmin edecek tarzda ifa-ie edip onları kendi risaletine
uymaya -ihlâsla teşvik etti.
"O halde
Allah'tan sakının. O'nun emrine sarılmak ve nehyinden de kaçın-nak suretiyle
O'ndan korkun. Size emrettiğim ve nehyettiğim hususlarda bana edin. Ben sizden bu risaleti tebliğ karşılığında
maddî bir mükâfat ve karşılık, mevki, makam, liderlik gibi manevî bir mükâfat
talep etmiyorum. Benim mükâfatım beni size gönderen Allah'a aittir."
Hz. Şuayb (a.s.)
kavmine risaletin temel esasları olan bu nasihatlerle nasihatte bulunduktan
sonra onlara bazı şeyleri de emretti:
1- Ölçü ve
tartıyı tam yapmak: "Ölçüyü ve tartıyı tam yapın. Eksik ölçenlerden
olmayın." Yani satış yaptığınız zaman ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların
haklarını eksiltenlerden olmayın. Alıcı olduğunuz zaman da insanların
mallarına tamahkârlık ederek ölçüye ve tartıya satarken yaptığınız gibi ilâve
yapmayın. Yani vacip olan husus alış-verişte eşitliği gerekli kılmaktır. Sizler
verdiğiniz gibi alın. Aldığınız gibi verin.
"Doğru terazi ile
tartın." Yani adil ve düzgün tartı ile tartın. Bu ayetin bir benzeri
Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir: "Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay
halinelOnlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman tastamam alırlar. Kendileri
ölçekle ve tartıyla verdikleri zaman ise eksiltenlerdir. Gerçekten onlar
öldükten sonra diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 82/1-4).
, Bu ayetler ölçü ve
tartıda hile yapmaktan nehyetmektedir. Bu ifadeler ve-rirken-alırken, satarken
ve satın alırken eşit davranma emrini ihtiva etmektedir.
Hz. Şuayb (a.s.) daha
sonra zulmetmekten ve her çeşit hak hususunda haksızlık yapmaktan genel bir
nehiyle nehyetti:
2- Haklan
eksiltmemek: "İnsanların haklarını kısmayın." İnsanların mallarını
ve ölçülen-tartılan, ölçekle tartılan, sayılan her şeyde insanların haklarını
eksiltmeyin.
Bu ifade her çeşit
miktarları ihtiva etmektedir. Ölçü, tartı, yüzölçümü ve miktar olsun ölçülen
her şeyde genel olarak adalet vacip kılınmaktadır.
Yine aynı şekilde
şeref ve namusu korumak gibi manevî ve edebî hakları korumak da bu ifade
muhtevasına girmektedir.
Razî diyor ki: Bu ayet
bir kişi için sabit olan her hak hususunda bu hakkın çiğnenmemesi ve her mülk
hususunda bu mülkün sahibinden gasp edilmemesi ve bir kimsenin mülkünde
sahibinin izni olmadan, meşru bir tasarruf olmaksızın tasarrufta bulunulmaması
hakkında genel bir hükümdür.
Hz. Şuayb (a.s.) daha
sonra onları bütün çeşitleriyle yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan nehyederek
şöyle dedi:
3-
Bozgunculuk yapmamak: 'Yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkarmayın. "
Yani yeryüzünde yol kesme, baskın, yağmalama, soygunculuk, adam öldürme,
bitkileri yok etme gibi yapmakta olduğunuz çeşitli bozgunculuk işlerini
yapmayın.
4- Allah
korkusu: "Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratandan korkun." Sizden
önce yaşayan kendilerinin neslinden geldiğiniz ve zahiren sizin varlığınızın
ve yaratılışınızın sebebi olan ve aralarında güçlü, kuvvetli ve mal mülk sahibi
olan Hud ve Salih kavmi gibi kavimlerin de bulunduğu önceki nesilleri ve szi
yaratmak suretiyle size lütufta bulunan Allah'ın şiddetinden korkun. Bu zsha
önce geçen Hz. Musa'nın şu sözü gibidir. "Sizin Rabbiniz ve sizden önceki
ıhlarınızın Rabbi..." (Şuara, 26/26).
Kavmi Hz. Şuayb'in
peygamberliğini iki açıdan tespit ederek sonra da kor-cutma ve tehdit ile
hafife alarak ona cevap verdiler:
Tenkit ettikleri
hususlar şu iki nokta idi:
1- "Sen
ancak büyülenmiş kimselerden birisin. Sen de bizim gibi beşerden yışka bir şey
değilsin."
Yani sen sadece aklı
gitmiş, büyülenmiş bir kişisin. Dolayısıyla senin sözüne kulak verilmez ve
senin nasihatine değer verilmez. Bu tıpkı Semud kavmi-zm peygamberlerine
verdikleri cevabın aynıdır. Kalpleri birbirine benzemiş, iendilerindeki küfür
eğilimleri ittifak etmiştir.
Kavmi Şuayb'a:
"Sen de bizim gibi bir beşersin. Seni bizden üstün kılan ve rızi değil de
seni nebi ve rasul kılan sebep nedir?" dediler.
Kendi takdirlerine
göre Hz. Şuayb'in: "büyülenmiş olmak ve beşer olmak" seklindeki her
iki vasfinı kastettiklerini ifade etmek üzere "ve-mâ ente..."
ifa-iesine "ve..." diyerek başladılar. Vav terk edildiği zaman sadece
bir manayı iastetmiş olurlar. Bu da "Şuayb'in büyülenmiş olduğu"
düşünceleridir. Sonra :nun kendileri gibi bir beşer olduğunu kararlaştırdılar.
2-
"Öyle zannediyoruz ki sen yalancılardansın." Yani bizim kuvvetli kanaatimize
göre sen kasden yalan söyleyen kimselerdensin. Sen Allah'ın bize gön-ierdiği
kimselerden değilsin.
Tehdit yoluyla hafife
almaya gelince, Hz. Şuayb'in kavminin şu sözleri bunun ifadesidir:
"Eğer sözüne
sadık kimselerden isen üzerimize gökten parçalar düşür." Yani bizim azaba
uğrayacağımız şeklindeki korkutman ve tehdit etmen hakkında sadık ve samimi
isen bizim üzerimize içinde azap yağmuru bulunan bulut parçalan indir,
dediler.
Şuayb kavminin bu
talepleri onların inkarcılık, yalanlama, inatçılık ve azabın meydana gelmesini
uzak bir ihtimal olarak görmeleri sebebiyle idi. Diğer bir ifadeyle sen
peygamber olduğunda sadık isen Allah'tan bizim üzerimize gökyüzünden -bulut
veya dumanlardan- parçalar düşürmesini iste, dediler.
Bu Kureyş'in Peygamberimiz'e
(s.a.) söylediği ve Cenab-ı Hakkın şu ayette haber verdiği sözlerinin
benzeridir:
"Onlar: Biz sana
kesinlikle inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar î.şkırtasın. Yahut
senin hurmalıklardan, bağlardan bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl
ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üstümüze parça parça
düşüresin veya Allah'ı ve melekleri kefil getiresin." (İsra, 17/90-92)
dediler.
"Hani bir zaman
da: Allah'ım! Eğer bu senin nezdinden gelmiş hakkın kendisi ise bizim üstümüze
gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azap getir, demişlerdi." (Enfal,
8/32).
Şuayb kavmi bu
sözleriyle azap meydana gelmez ise onun yalanı ortaya çıkacağını zannettiler.
Hz. Şuayb (a.s.) da onlara şu cevabı verdi: "Rabbim sizin yaptıklarınızı çok
iyi bilir." Rabbim Allah, sizin amellerinizi gayet iyi bilir ve bunun
karşılığını âcil olarak veya bilahare size verecektir. Bana gelince benim size
azap indirecek kudretim yok. Siz buna müstahak iseniz o size zulmetmek-sizin bu
amelinizin karşılığını verecektir.
Bu ifade, Hz. Şuayb m
onlara beddua etmediğine ve azap verme hususundaki emri Allah Tealâ'ya havale
ettiğine delildir. Onlar yalanlamada devam edince Allah da onlara teklif
ettikleri "bulutlu gün azabı'm indirdi.
Cenab-ı Hak şöyle
buyurdu:
"Fakat onlar
Şuayb'ı yalanladılar. Ardından bulutlu günün azabı onları yakalayıverdi.
Gerçekten o (azap) büyük bir günün azabı idi."
Yani onlar
yalanlamalarına ısrarlı bir şekilde devam edince "bulutlu gün"
azabıyla cezalandırıldılar. Bu azap şuydu: Onlar nefeslerini bunaltan büyük bir
sıcaklığa maruz kaldılar. Onlara ne gölgenin ne de suyun yararı oluyordu. Bunun
üzerine sahraya çıkmak zorunda kaldılar. Serinlik ve rüzgarı olan bir bulut
onları gölgelemişti. Bu bulutun altında toplandılar. Bulut ise onlara ateş
yağdırdı, hep birlikte yandılar. Bu durum aynen Cenab-ı Hakk'ın şu ayetinde
buyurduğu gibiydi:
"Eğer gökten bir
parçanın düştüğünü görseler: Bu birbiri üstüne yığılmış bir buluttur,
derler." (Tur, 52/44).
Bu azap çok korkunç,
çok tesirli ve helak etmeye sebep olan bir azap idi:
"Şüphesiz ki
bunda büyük bir ibret vardır. Ne varki onların çoğu yine de iman
etmediler." Ey Mekkeliler ve Ey diğer kâfirler! Bu çok anlamlı kıssada
büyük bir öğüt ve ibret vardır. Bu ibret peygamberlerin doğruluğuna ve azabın
Allah'ın tayini ile geldiğine delâlet eden bir ibrettir. Şuayb kavminin çoğu
yine de iman etmediler.
"Şüphesiz ki
Rabbin Azlz'dir ve Rahimdir." Ey Muhammed! Senin rabbin olan Allah
kâfirlerden intikam almaya kadirdir. Mümin kullarına çok merhametlidir.
Bu sonuç her kıssadan
ibret ve öğüt çıkarmanın gerekli olduğuna delâlet etmek için bu surede
zikredilen diğer yedi kıssanın sonucu ile aynıdır. Bütün bu kıssalar Kur'an-ı
Kerim'in gaybden haber veren tek varlık olan Cenab-ı Hakkın kelâmı olduğuna
kesin bir delildir.
"Andolsun ki
onların kıssalarında gerçek akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır."
(Yusuf, 12/111).
[71]
"Ayetler Arası
İlişki" ve "Açıklaması" bölümlerinde bu ve bundan önceki
kıssaların umumî hedefinin ne olduğu mükerreren beyan edilmiştir. Bu surede
toplam yedi kıssa yer almaktadır.
Zira Allah Tealâ
insanların Rasulullah'ın (s.a.) davetinden yüz çevirmeleri sebebiyle ona
teselli olması ve kalbinden üzüntüyü gidermesi için Kur'an-ı Kerimde bu
kıssaları anlatmıştır.
Bu kıssalar her
ihlâslı davetçi için ümitsizliğe kapılmaması, acizliğe düşmemesi, gevşememesi,
davet yolundan vazgeçmemesi, devamlı azimli, başı dimdik ve yerine getirdiği
vazife ile iftihar ederek sabit adımlarla davet yolunda devam etmesi için daimî
bir tavsiyedir.
Özetle: Bu kıssaların
başlangıç ve sonlarındaki benzerlik bu manaların vurgulanması, gönüllerde
yerleştirilmesi ve kalplerde pekiştirilmesi amacına yöneliktir.
Bu kıssalardan
anlaşılmıştır ki peygamberlerini yalanlayanlara azap indiren Allah'tır. Allah
o kavimlere azabını zulmetmek, kendi nefsini tatmin etmek ya da öç almak için
değil o kavimlerin küfürlerine uygun bir ceza olarak indirmiştir. Hak nizamını
yerleştirmek ve mahlûkatı arasındaki adalet sistemini hakim kılmak için bu
cezaları vermiştir.
Dikkat edilmelidir ki
bütün peygamberler Allah'ın birliğine davet etmek, faziletli amellere saygı,
çirkin davranışlarla savaşma gibi peygamberlik esasları üzerinde ittifak
etmektedirler. Sonra onlardan her biri hastalıklı görüntüleri ve kavminin hak
çizgisi dışındaki davranışlarını tedavi etmeye çalışmışlardır.
Meselâ, Hz. Hud (a.s.)
kavminin lüzumsuz yere aşırı derecede bina yapma özentilerini, sanki ebediyyen
kalacaklarmış gibi dünyaya tamah etmelerini ve ellerine geçirdikleri insanlara
zorbaca davranmalarını ve bu gibi manevî yönden -hastalık işareti olan- aşırı
eğilimlerini tenkit etmekte ve bu durumu yadırgamaktadır.
Hz. Salih (a.s.)
kavminin şımarıkça şirret bir eda ile ve böbürlenerek, maddî ve bedenî lezzet,
şehvetlere düşkün olarak dağlarda evler bina etmelerini tenkit etmekte ve bu
durumu yadırgamaktadır.
Hz. Lût (a.s.)
kavminin hanımlarla normal yoldan cinsî temas etmek yerine erkeklerin
erkeklerle arkadan temas etmek şeklindeki son derece iğrenç ve çirkin
hayasızlığını kınamıştır.
Hz. Şuayb (a.s.)
kavminin insanların mallarını çalmak, ölçü ve tartıda hile yaparak haklarını
çiğnemek şeklindeki sosyal zulmünü tenkit etmekte ve yadırgamaktadır. Kavmine
ölçü ve tartıyı ne fazla ne de eksik, tam olarak yapmalarını ve insanların
eşyalarını eksiltmemelerini, yeryüzünde fesat çıkarmamalarını, kendilerini ve
eski büyük atalarını yaratan Allah'tan korkmalarını emrediyordu. Bu nimetleri
ihsan eden ibadete en lâyık olan kimsedir. Fakat onlar içtimaî ahlâk ve
değerleri inkâr eden, peygamberlerin azapla tehdit etmelerini küçümseyen,
onların nasihatlerini ve öğütlerini hafife alan zalim bir kavim idiler.
İşte bütün bu
peygamberlerin cevabı tek şekilde olmuştur: "Allah'tan korkun ve bana
itaat edin." Zira onlar takvayı emretmek, itaatte bulunmak, ibadette
ihlâsa riayet etmek ve peygamberliği tebliğ etmek için insanlardan ücret talep
etmemek gibi hususlarda ittifak etmişlerdi.
Yine bu peygamberler
kavimlerinin kendilerine kötülük etmelerine ve onların asılsız suçlamalarına
karşılık vermeme, davet yolunda sabretme, azap ve cezada muhakeme hususunda
kesin ve ihtiyatlı kararı tamamen Allah'a havale etme konularında ittifak
etmişler; böylece kâfirlerin bir eksiklik zannettikleri "beşer olma"
mertebesinde kalmak ve gerçekte Allah'a kul olabilmek için gayret
göstermişlerdir.
Hz. Şuayb kavminin
azabı ve helak edilmelerinin tavsifine gelince Cenab-ı Hak bu durumu üç ayrı
surede beyan etmektedir. Bu üç suredeki her ayette konunun gelişine uygun bir
vasıfla anlatılmıştır.
1- A'raf
Suresinde Şuayb kavminin (Medyen halkının) şiddetli bir depremle
sarsıldıklarını ve helak olup oldukları yerde dizüstü kalakaldıkları anlatılmaktadır.
Çünkü onlar: "Ey Şuayb! Yemin olsun ki seni ve bizim kasabamızdan sana
iman edenleri mutlaka buradan çıkaracağız. Ya da muhakkak bizim dinimize
döneceksiniz." (A'raf, 7/86) demişlerdir. Onlar Allah'ın peygamberini ve
ona tabi olanları sarsmışlardı. Ancak esas sarsıntı onları yakaladı.
2- Hud
Suresi'nde "O zalimleri ise korkunç bir ses alıp götürdü." (Hud,
11/67) buyurulmuştur. Çünkü onlar "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı
şeylerden yahut mallarımızdan ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi sana
namazın mı emrediyor?" (Hud, 11/87) sözleriyle Allah'ın peygamberleriyle
alay etmişlerdi. Bunu basite alma ve küçümseme yoluyla söylediler. Burada
onları susturacak korkunç bir sesin zikredilmesi münasip olmuştur.
3- Burada
(Şuara, 26/187) ise inatla ve ısrarla "Eğer sözüne sadık kimselerden isen
gökten parçalar düşür." dediler. Onların meydana gelmesi ihtimalini uzak
gördükleri şeyin gerçekleştirilmesi burada uygun oldu: "Bulutlu günün
azabı onları yakalayıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günün azabı idi."
Abdullah b. Ömer
(r.a.) diyor ki: Allah onlara sıcağı yedi gün musallat etti. Hatta hiçbir şey
onlara bu sıcaktan gölge olamıyordu. Daha sonra Allah bir bulut yarattı. Biri
o bulutun altına gitti. Onunla gölgelendi. O bulutun altında serinlik ve
rahatlık hissetti. Bunu kavmine bildirdi. Hepsi oraya geldiler. O bulutun
altında gölgelenmeye başladılar. O bulut da onların üzerlerine ateş yağdırdı.
[72]
192- Şüphesiz ki bu Kur'an âlemlerin rabbi
tarafından indirilmiştir.
193- 194- 195- (Ey Muhammedi) Uyarıcılardan
olasın diye senin kalbine açık bir Arapça lisanıyle bu Kur'an'ı Rûhu'l-emîn
(olan Cebrail) indirmiştir.
196- Şüphesiz Kur'an
öncekilerin kitaplarında da anılmıştır.
197-
İsrailoğulları'nın alimlerinin bunu bilmeleri onlar için bir delil değil miydi?
198- Biz Kur'an'ı Arapça bilmeyenlerden birine
indirseydik...
199- O bunu onlara okusaydı, yine de ona iman
etmezlerdi.
200- İşte biz inkâr
etmeyi mücrimlerin kalbine böyle koyduk.
201- Onlar can yakıcı
azabı görmedikçe Kur'an'a iman etmezler.
202- O azap onlara hiç farkında değil-lerken ansızın
gelecektir.
203- O zaman: "Acaba bize bir mühlet verilir
mi?" diyeceklerdir.
204- Onlar azabımızın
bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?
205- (Ey Muhammedi) Ne
dersin, biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak...
206- Sonra vaad
olundukları azap başlarına gelse...
207- O nimetler içinde
geçen yıllar kendilerine bir fayda sağlar mı?
208- 209- Biz hiç bir
ülkeyi öğüt vermek için uyarıcılar göndermeden helak etmedik. Biz hiç bir
zaman zalim olmadık.
210- Kur'an'ı
şeytanlar indirmedi.
211- Bu onlara yaraşmaz, zaten buna güçleri de
yetmez.
212- Hem de onlar
vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır.
"Şüphesiz ki bu
Kur'an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir." ayetinde manasının
"inne" ve "lâm" harfiyle te'kit edilmesi Kur'an'ın inmesinin
doğruluğuna şüphe edenlerin şüphelerini gidermek içindir.
"Onlar azabımızın
bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?" ayetinde soru azarlama ve ilzam
etmek içindir.
"Biz hiç bir
ülkeyi... helak etmedik." ifadesi mecaz-i mürseldir. Yani ülke halkını demektir.
Burada mahal ıtlak edilip hal murad edilmiştir.
[73]
Ey Muhammedi İşlemek
veya terk etmek sebebiyle azaba götürecek şeylerden dolayı "Uyarıcılardan
olasın diye, senin kalbine" cesetten farklı olarak idrak ve mükellefiyet
merkezi olan ruhuna insanların anlayamadığımız şeyi biz ne yapalım? dememeleri
için manası gayet berrak "açık bir Arapça lisanıyla..."
"Onu" bu
Kur'an'ı "Ruhu'l-emin" yani Cebrail "indirmiştir." Çünkü O
Allah Tealâ'nın vahyi hususunda son derece güvenilir (emîn) bir melektir.
Eğer ayetteki
"bi-lisânin" kelimesinin müteallakı "münzerîn" ise bu
kelime Arap diliyle uyanda bulunanlar demektir ki bunlar Hz. Hud, Salih, Şuayb,
İsmail ve Muhammed aleyhimüsselâmdır.
"Bi-lisânin"
kelimesinin müteallakı "nezele" fiili ise onun manası "Kur'an'ı
kendisiyle uyarıda bulunulması için Arap diliyle indirdi." demektir. Zira
Kur'an'ı yabancı bir dille indirseydi ona: "Biz anlamadığımız bir şeyle ne
yapalım?" derler, bununla uyarıda bulunmak zor olurdu. Bundan dolayı
Kur'an Hz. Peygamber'in ve kavminin dili olan Arapça ile nazil olmuştur. Çünkü
bu dili hem o hem de onun kavmi anlamaktadır.
"Şüphesiz ki
o" yani Hz. Muhammed'e (a.s.) indirilen Kur'an "öncekilerin
kitaplarında" yani Tevrat ve İncil gibi kitaplarda "anılmıştır."
"İsrailoğulları'nın
alimlerinin" Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi iman eden alimlerin
"bunu" bu gerçeği "bilmeleri onlar için" Mekke kâfirleri
için Kur'an'ın doğruluğuna veya Hz. Muhammed'in (a.s.) peygamberliğine "delil"
ve burhan "değil miydi?" Zira İsrailoğulları alimleri kitaplarında
mezkûr olduğu şekilde bu durumu haber veriyorlardı.
"Biz Kur'an'ı
Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik" "O, bunu" Kur'an'ı
"onlara" Mekke kâfirlerine "okusaydı onlar yine de ona iman
etmeyeceklerdi." Yani ona tabi olanlara karşı kibirlendikleri için aşırı
inatçılıkları ve böbürlenmeleri sebebiyle Kur'an'ı tasdik etmeyeceklerdi.
"İşte biz inkâr
etmeyi mücrimlerin kalbine böyle koyduk." Onu yalanlamayı onların
kalplerine koyduğumuz gibi mücrimlerin kalbine -yani Mekke kâfirlerinin
kalbine- de Rasulullah'ın (s.a.) okumasıyla onu yalanlamayı koyduk.
Ayetteki
"seleknâhu" fiilindeki zamir önceki ayetteki "yine de ona iman
etmezlerdi. " ayetiyle delâlet edilen küfre racidir. Bu küfrün Allah
Tealâ'nın yaratmasıyla olduğuna delildir. Bir başka görüşe göre: Zamir Kur'an'a
racidir. Yani biz o Kur'an'ı onların kalplerine koyduk. Onlar da Kur'an'ın
manalarını ve mucize olduğunu gördüler. Sonra da inatları sebebiyle ona iman
etmediler.
"Onlar" iman
etmeye zorlayan "can yakıcı azabı görünceye kadar Kur'an'a iman
etmezler."
"O azap
onlara" azabın gelişini "hiç farketmeden ansızın" dünya ve
ahiret-te derhal "gelecektir."
"O zaman onlar:
Acaba" iman etmemiz için "bize mühlet verilir mi? diyeceklerdir.
" Bunu üzüntü ve acılarını ifade etmek üzere söyleyeceklerdir.
"Onlar azabımızın
bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?" ki "Bizim üzerimize gökten
taşlar yağdır." diyorlar (Enfal, 8/32). "Bize vaad ettiğin şeyi bize
getir diyorlar?" (Araf, 7/70; Hud, 11/22; Ahkaf, 46/22).
"Ne dersin?"
Bana haber ver "biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak..."
"Sonra vaad olundukları" azap "başlarınagelse..."
"O nimetler
içinde geçen yıllar" yani onların bu nimetlerden uzun müddet istifade
etmeleri azabın kaldırılması veya hafifletilmesi hususunda "kendilerine
bir fayda sağlar mı?"
"Biz hiçbir
ülkeyi öğüt" ve nasihat "vermek için" yani hüccetle ilzam etmek
için halkını uyaran "uyarıcılar" peygamberler "göndermeden helak
etmedik. Biz hiç bir zaman" onları uyardıktan sonra da "zalim olmadık."
Bu ifade müşriklerin sözlerine cevaptır. "Kur'an'ı şeytanlar
indirmedi." Yani müşriklerin iddia ettikleri gibi bu Kur'an şeytanların
kâhinlere öğrettiği kitap değildir.
"Bu onlara
yaraşmaz." Bu onlar için mümkün değildir. Onların Kur'an'ı indirmeleri
doğru da değildir. "Zaten buna güçleri de yetmez." Yani buna muktedir
olamazlar.
"Hem de onlar
vahyi" meleklerin sözünü "dinlemekten uzak tutulmuşlardır. "
Yani yıldızlarla engellenmiştir. Çünkü onların nefisleri pistir, şerlidir, bunu
kabul etmez.
[74]
"Ne dersin! Biz
onları yıllarca nimet içinde yaşatsak." 205. ayetin nüzul sebebi ile
ilgili İbni Ebî Hatim Ebu Cehdam'dan naklediyor: Peygamberimiz (s.a.) sanki
hayret içindeymiş gibi çıkageldi. Ona bu durumu sordular. Buyurdular ki:
- Nasıl bu halde olmayayım!
Ben düşmanımın daha sonra ümmetimden olacağım gördüm (Onun için hayret ettim).
Bunun üzerine şu ayet
nazil oldu: "(Ey Muhammed) Ne dersin, biz onları yıllarca nimet içinde
yaşatsak... Sonra vaad olundukları azap başlarına gelse... O nimetler içinde geçen
yıllar kendilerine bir fayda sağlar mı?" Bunun üzerine Peygamberimizin
(s.a.) gönlü hoş oldu.
[75]
Allah Tealâ Rasulü'nü
teselli etmek ve ona kurtuluş ve üstünlük vaad etmek, müşriklerin de önceki
yalanlayanların helak olduğu gibi helak olmamaları için bazı peygamberlerin
kıssalarını zikrettikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in peygamberinin kalbine
indirilmesi şeklindeki Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğine delâlet eden
hususları beyan etti.
Böylece bu surenin
sonu müşriklerin kendilerine gelen zikirden yüz çevirmek konusu ile başlayan
başlangıcı ile uyumluluk arz etmektedir: "Kendilerine Rahmandan yeni bir
öğüt gelince onlar bundan hemen yüz çevirirler. Onlar bunu yalanladılar. Ama
bu alay ettikleri şeyin haberleri yakında onlara gelecektir." (Şuara,
26/5-6).
[76]
Allah Tealâ rasulü Hz.
Muhammed'e (s.a) indirdiği kitabın Allah tarafından Arapça indirilen bir vahiy
olması gibi hususiyetlerini Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğine delil olması
için haber vermektedir.
Bu husus iki yönden
anlatılmıştır:
1-
"Şüphesiz ki bu Kur'an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Uyarıcılardan
olasın diye senin kalbine açık bir Arapça ile bu Kuranı Ruhu'l-emin (Cebrail)
indirmiştir."
Surenin başında
"Rahmandan yeni bir öğüt gelince..." ayetinde zikri geçen Kur'an
Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a) indirilen kelâmıdır. Çünkü Kur'an
fesahati sebebiyle mucize olup indirilmesi âlemlerin rabbi tarafından
olmuştur. Ayrıca Kuranda hiçbir tahsil ve öğretme olmaksızın geçmiş peygamberler
kıssasından haber verilmektedir. Bu da ancak Allah Tealâ tarafından gönderilen
vahiyle olmaktadır. Kur'an'ı kirlilikten, fazlalıktan ve eksiklikten uzak
olarak, bu kitapla kavmini ve bütün alemleri Allah'ın kendisine muhalefet eden
ve kendisini yalanlayan kimselere vereceği azabına ve cezasına karşı uyarıda
bulunman için ve Allah'a tabi olan müminleri cennetle ve ahiret-te ebedî
nimetle müjdelemen için senin kalbine yani her şeyi idrak eden gayet anlayışlı,
vahiy ve risalette son derece güvenilir olan, Allah nezdinde şerefli olan
Mele-i A'lâ'da sözü dinlenilen Cebrail (a.s.) indirmiştir. Kur'an'ın fasih ve
mükemmel Arapça ile indirilmesi gayet açık, özürleri yok eden, hücceti ortaya
koyan, hakka delil olan, doğru yola ileten, kulların durumlarını düzelten bir
kitap olması içindir.
"Kalbine (kalbine
indirmiştir)" ifadesi Kur'an'ın korunmuş olduğuna, Ra-sulullah'ın (s.a.)
onu iyice bellediğine ve Kur'an'ın onun zihnine iyice yerleştiğine delildir.
Zira kalp hakkı batıldan ayırd etme yeri, ruhî duyguların merkezi, idrak ve
şuur mahallidir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Bunda kalbi olan kimse için öğüt vardır." (Kâf,
50/37).
Peygamberimiz (s.a.)
Buharî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
"İyi bilin ki vücutta bir et parçası vardır. Bu et parçası iyi olursa
ceset de iyi olur. Bu kötü olursa bütün vücut kötü olur. İyi bilin ki bu
kalptir."
Allah Tealâ kâfirlerin
kalpleri kapalı olduğu için onları kınadı ve şöyle buyurdu: "Yoksa
onların kalplerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24); "Gerçek
şudur ki: Gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac,
22/46).
"Açık bir
Arapçayla" ifadesi Mekke'deki müşriklere bir azarlama, tehdit ve insanları
buna iman etmeye teşvik niteliğindedir. Çünkü Kur'an onların diliy-ledir ve
onlar Kur'an-ı Kerimi anlama zorluğu sebebiyle yalanlamadılar. Onların
inkârları inatçılıkları, büyüklük taslamaları ve kibirlenmeleri sebebiyle idi.
"Uyarıcılardan
olasın diye..." ayetindeki "uyarı" kelimesinin anlamına ilim ve
amel gibi farz olan her şeye davet etmek ve her çirkin fiili engellemek
dahildir. Zira her iki durumda azaptan korkmak bulunmaktadır.
"Şüphesiz Kur'an
öncekilerin kitaplarında da anılmıştır." Yani bu Kur'an'ın adı ve onun
yüce şanı kendilerinden alınan misak ile amel edilerek, Kur'an'ı müjdeleyen
bütün peygamberlerden nakledilen eski semavî kitaplarda yer almaktadır.
Sonuncuları -yani
Hz.İsa (a.s.)- Ahmed'in (s.a.) geleceğini müjdeledi: "Mer-yemoğlu İsa da
bir zaman şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Ben size benden önceki Tevrat'ı
tasdik edici, benden sonra gelecek olan ve adıAhmed olan peygamberi
müjdeleyici olarak gelen, Allah'ın peygamberiyim." (Saf, 61/6).
Ayette geçen
"zübür", kitaplar demektir ve zebûr kelimesinin çoğuludur. Davud'un
Zebur'u, onun kitabı demektir.
Aynı şekilde
peygamberlere indirilen bütün geçmiş kitaplar Hz. Peygam-ber'i (s.a.) ve onun
doğruluğuna şahit olacak ve ona hakim olacak Kur'an'ın ineceğini
müjdelemektedir:
"Onlara Allah
katından ellerinde bulunan kitabı (Tevrat'ı) tasdik edici bir kitap (yani
Kur'an) geldi, ki daha önce küfredenlerin aleyhine (Allah'tan) fetih
istiyorlardı. İşte tanıdıkları o kitap (Kur'an) kendilerine gelince ona
küfrettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir." (Bakara,
2/89).
Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur: "Biz sana bu kitabı önceki kitapları tasdik edici ve o
kitaplara karşı bir şahit olmak üzere hak olarak indirdik." (Maide, 5/41).
Kısaca: Bu ayetler
Kur'an'ın Allah tarafından geldiğine delâlet eden şu üç delili ihtiva
etmektedir:
- Kur'an'ın kendisine daha önce hiçbir bilgi
verilmeden ümmî olan peygamberin kalbine indirilmiş ve onun da bunu iyice
anlayıp ezberlemiş ve bu Kur'an'la uyanda bulunmuş olması.
- Kur'an'ın Araplara
benzerini getirmeleri yahut onun sureleri gibi on sure getirmeleri, hatta onun
benzeri bir sure getirmeleri şeklinde meydan okuyup onların âciz kaldıkları
gayet açık Arapçayla gelmiş olması. Bu da Kur'an'ın
Muhammed (s.a.)
tarafından değil, Allah tarafından indirildiğini gösteren delillerden biridir.
- Kur'an'ın önceki
kitaplarda müjdelenmiş ve şanının beyan edilmiş olması.
Kur'an'ın Allah
tarafından gelmiş olduğu sabit olursa Hz. Muhammed Mustafa(s.a.)'nın
peygamberliği sabit olur.
2-
"İsrailoğulları'nın alimlerinin bunu bilmeleri onlar için bir delil değil
miydi1?"
Yani İsrailoğullarına
alimlerinin okudukları Tevrat ve İncil kitaplarında bu Kur'an'ın adı geçtiğini
ve bu peygamberin (s.a.) sıfatları, gönderilişi ve ümmetinin beyan edildiğini
görmeleri o peygamberin doğruluğuna şahit olarak yetmez mi?
Nitekim
İsrailoğulları'ndan iman eden Abdullah b. Selam ve Selman el-Farisî gibi zatlar
da bunu haber vermişlerdir. Kureyş müşrikleri onlara gidiyor ve bu konuda soru
soruyorlar ve bu haberleri öğreniyorlardı.
Sa'lebî İbni Abbas'tan
(r.a.) naklediyor: Mekke'liler Yesrib'deki (Yahudi) alimlere haberci gönderip
Hz. Peygamber (s.a) hakkında sorular soruyorlardı... Bu alimler:
- Şu an onun çıkış
anıdır, dediler ve vasıflarını saydılar.[77]
Allah Tealâ buyuruyor
ki: "Onlar ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı olarak buldukları ümmî
nebi olan o rasule uyan kimselerdir. O kendilerine iyiliği emrediyor, onları
kötülükten nehyediyor." (A'raf, 7/157).
Bu husus Hz.
Muhammed'in (s.a.) peygamberliğine açık bir şekilde delâlet etmektedir.
"Biz Kur'anı
Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik. O da bunu onlara okusaydı yine de ona
iman etmezlerdi." Biz bu Kur'an'ı onun nazmı gibi söz söylemeye muktedir
olmak şöyle dursun hiç Arapça konuşamayan Acemlerden yahut yabancılardan birine
indirseydik, o da gayet fasih bir mucize olarak onlara okusaydı yine de onu
inkâr ederlerdi.
Nitekim bir başka
ayette şöyle buyurulmuştur: "Biz onu yabancı dille okunan bir Kur'an
kılsaydık onlar mutlaka "O'nun ayetleri açıklanmalı değil miydi?"
derler. (Fussılet, 41/44). Bu o takdirde onların Kur'an'ı anlamamaları dola-yısıyladır.
Araplara gelince Kur'an onların diliyle inmiştir, onu dinlemişler, anlamışlar
ve onun fesahatini ve icazını görmüşlerdir. Dolayısıyla onların iman etmemeleri
için hiçbir mazeret yoktur.
Buna göre durum
eşittir. İster bu Kur'an açık bir Arapçayla Arap bir zata indirilmiş olsun ve
bu dinlenip anlaşılsın, fesahati ve i'cazı bilinsin, isterse Arapça bilmeyen
yabancı bir kimseye indirilmiş olsun onlar yine de bunu inkâr edeceklerdir.
Bu Kureyş kâfirlerinin
ısrarlarına, inatçılıklarına ve küfürlerinin şiddetli olduğuna elle tutulur bir
delildir. Halbuki onlar hakkı biliyorlar, Kur'an'm fesahat ve belagatının
sırrını idrak etmişlerdi. Fakat taassup göstererek, böbürlenerek ve
kibirlenerek bu gerçeği bilmezlikten gelmişlerdi. Bu ayetler ayrıca kavminin
risaletine iman etmekten yüz çevirmesi sebebiyle üzülen Rasulul-lah'a (s.a.)
bir teselli ve üzüntülerini hafifletme niteliğindedir.
Allah Tealâ bu katı
tutumlarını şu ayetle te'kit etti: "İşte biz inkâr etmeyi mücrimlerin
kalbine böyle koyduk." Biz bunu onların kalbine böyle yerleştirdik.
Ayetin manası şöyledir: Biz yabancıların ve Arapların Kur'an'ı okuyup anladıkları
halde onların kalplerine yalanlamayı koyduğumuz gibi mücrimlerin -Kureyş
kâfirlerinin- kalplerine de Kur'an'ı inkâr etmeyi koyduk.
Bundan maksat şudur:
Biz Arap ve Acem birine Kur'an'ı indirmiş olsak da onların içinde bulundukları
inkâr ve inançsızlık durumlarını değiştirme imkânı yoktur. Çünkü Kur'an'ı
inkâr etme ve yalanlama özelliği onların kalplerine iyice yerleşmiştir.
Dolayısıyla onların gönüllerinden küfrün sökülmesi konusunda hiçbir tedavi ve
İslah aracının faydası olmayacaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Biz eğer sana kâğıt içerisinde bir kitap göndermiş
olsaydık da kendileri de elleriyle onu tutmuş olsalardı o küfredenler derhal
yine: "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." derlerdi.
" (En'am, 6/7).
Bu da yine
Rasulullah'ı (s.a.) teselli manası ifade etmektedir. Çünkü peygamber onların
küfür üzerindeki ısrarlarını bilirse ve onların hiç değişmeyen gayet sert
tavırlarının Allah'ın ezeli ilminde tescil edilmesi sebebiyle kazamn
tamamlandığını bilirse Rasulullah (s.a.) onların imanından ümidini keser ve
onlara karşı tavrının doğru olduğuna mutmain olur. Bu konuda ona hiçbir zarar
yoktur.
Bu vurgulama, açıklama
ve beyan şu ayetle bir kere daha ifade edilmiştir:
"Onlar can yakıcı
azabı görmedikçe Kur'an'a iman etmezler." Yani onlar o şiddetli ve acıklı
azabı görmedikçe Hakka iman etmeksizin kalplerinde onu inkâr ederek
yalanlamaya devam edip kâfir olarak kalırlar.
Cenab-ı Hak daha sonra
azabın kendisinden daha şiddetli olan hususu bildirdi. Bu da azabın ansızın
gelmesiydi. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"O azap onlara
hiç farkında değillerken ansızın gelecektir." Yani bu azap Kur'an'ı
yalanlayan o kişilere onlara azabın gelişini hiç fark etmeden ansızın gelecek
ve o zaman üzüntüye kapılacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "O zaman onlar: Acaba bize bir mühlet verilir mi?
diyeceklerdir." Yani onlar azabı gördükleri zaman eksik bıraktıklarını
tamamlamak ve Allah Tealâ'ya taat işlemek iddiasıyla azabın biraz
ertelenmesini temenni ederler. Fakat pişmanlık onlara fayda vermeyecek ve
kendilerine mühlet verilmeyecektir. Çünkü onlar ahirette hiçbir sığınak olmadığını
gayet iyi bilmektedirler. Bunu sadece gönüllerini rahatlatmak için
söylemektedirler.
Bu açık beyana ve
uyanya rağmen onlara ahmaklık ve bilgisizlik hakim olmakta ve azabın derhal
inmesini istemektedirler.
"Onlar azabımızın
bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?" Onlar "Bize va-ad ettiğin
şeyi getir." (A'raf, 7/70) sözleriyle nasıl azabın derhal gelmesini talep
ediyorlar? Halbuki kendileri azabın indiği anda azabın ertelenmesini ve geciktirilmesini
istemektedirler. Dolayısıyla onlar çelişki içinde bir kavimdirler.
Bu onlara yadırgama ve
tehditte bulunmadır. Çünkü onlar Rasulullah'ı (s.a.) yalanlamaları ve azabı
uzak bir ihtimal olarak görmeleri sebebiyle: "Bize Allah'ın azabını getir
bakalım." (Ankebut, 29/29) diyorlardı.
Cenab-ı Hak daha sonra
yalanlama tarzında azabın derhal gelmesini talep etmelerinin sadece dünyada
nimet içinde yaşamaları için olduğunu beyan etmiştir.
Ne dersin (Ey
Muhammed)! Biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak... Sonra vaad olundukları
azap başlarına gelse o nimetler için geçen yıllar kendilerine bir fayda sağlar
mı?"
Yani ey muhatap olan
kişi! Farz edelim ki, biz onların dünya nimetlerinden yıllar boyunca
yararlanmaları için onlara uzun ömür versek, sonra da onlara vaad edilen azap
ansızın geliverse o takdirde hiçbir şeyin ve içinde bulundukları hiçbir
nimetin onlara yararı olmayacaktır. Onların azaplarını da hafif-letmeyecektir.
Bu azabı ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü dünyada nimetlerden yararlanma
müddeti ne kadar uzun olursa olsun son bulacaktır ve az bir müddettir.
Ahiretteki azabın müddeti ise son bulmayacaktır, ebedidir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Onlar bunu görecekleri gün sanki günün bir akşam
vaktinden ya da bir kuşluk vaktinden başka (dünyada) kalmamış gibi
olacaklardır." (Naziat, 79/46).
"Onlardan her
biri arzu eder ki kendisine bin yıl ömür verilsin. Halbuki onun çok yaşatılması
kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir." (Bakara, 2/96).
"O helak olduğu
zaman malı kendisine asla fayda vermez." (Leyi, 42/11).
Meymun b. Mihran'dan
naklediliyor: Meymun Kabe'yi tavaf esnasında Hasan-ı Basrî ile karşılaşmış ve
Ona:
- Bana öğüt ver demişti. Hasan-ı Basrî de
sadece bu ayeti (Leyi, 11) okumuştu. Meymun:
- Sen gerçekten bana
çok güzel öğüt verdin ve belâgatli bir şekilde konuştun, demişti.[78]
Sahih bir hadiste şu
ifade yer almaktadır: "(Kıyamet günü) Kâfir getirilir ve cehennem ateşine
bir defa batınhr. Sonra kendisine:
- Hiç nimet gördün mü?
denilir.
- Hayır, vallahi ya
Rabbi der.
Sonra da dünyada son
derece perişan olan bir adam getirilir ve cennet boyasıyla bir defa boyanır
sonra kendisine:
Hiç perişanlık gördün
mü? denilir.
- Hayır, vallahi ya
Rabbi der, sanki hiçbir şey olmamış gibi cevap verir.
Cenab-ı Hak daha sonra
mahlûkatı hakkındaki mükemmel adaletini bildirdi. Bu adalet, uyarılmadan
hiçbir kavme azap edilmeyeceği, mazeretler ortadan kaldırılmadan ve hüccet
beyan edilmeden, peygamberler gönderilmeden hiçbir ümmetin helak edilmediği ve
edilmeyeceğidir.
Cenab-ı Hak şöyle
buyuruyor: "Biz hiçbir ülkeyi öğüt vermek için uyarıcı peygamberler
göndermeden helak etmedik. Biz hiçbir zaman zalim olmadık." Biz hiçbir
kavmi küfretmelerinden dolayı azabımızla uyarıda bulunan ve iman edip itaat
ederlerse cennet nimetleriyle müjdeleyen peygamberleri kendilerine göndermeden
helak etmedik. Bu o kavimlere vacip olan hususlara dikkat çekmek ve onlara
öğüt vermek içindir. Biz onlara ceza verirken hiçbir durumda zalim olmadık.
Ancak onlar küfür, inkâr ve bizden başkasına ibadet etme hususunda ısrar
ettiler.
Bu ilâhî prensip
meşhur olup Kur'an'da tekrar edilmektedir. Meselâ: "Biz peygamber
göndermedikçe azap ediciler değiliz." (İsra, 17/15).
"Senin Rabbin
ülkelerin ana merkezlerine karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber
gönderinceye kadar o ülkeleri helak edici değildir. Biz halkı zalimlerden olan
ülkelerden başkasını helak edici değiliz." (Kasas, 28/59).
Allah Tealâ daha
sonra: "Muhammed kâhindir, Ona indirilen Kur'an şeytanların kâhinlere
naklettikleri gibidir." diyen müşriklere cevap vermektedir:
"Kur'an'ı
şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz, zaten buna güçleri de yetmez. Hem de
onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır."
Yani Kur'an-ı Azîm
şeytanların kâhinlere indirdiği sözler gibi cin ve şeytanlar tarafından
verdirilmiş değildir. Bu onlar için kolay da değildir. Buna imkân da
bulamazlar. Onlar vahiy indiren melekleri dinlemekten de yıldızlarla taşlanarak
mahrum olmuşlardır. Onların gök ehlinin kelâmını dinlemelerine engel
olunmuştur.
Şeytanların Kur1 an
indirmeleri üç yönden imkânsızdır:[79]
1- Bu vahiy
gerçeği şeytanların arzu ve istekleriyle bağdaşmaz. Çünkü onların seciyeleri
fesat çıkarmak ve kulları saptırmaktır. Kur'an'da ise iyiliği emretme,
kötülüklere engel olma vardır. Kur'an hidayettir, nurdur ve büyük bir
burhandır. Kur'an'la şeytanlar arasında çok büyük bir aykırılık ve şiddetli bir
farklılık vardır.
2-
Şayet bunu arzu etseler bile bunu taşımaya
muktedir olamazlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz eğer bu
Kur'an'ı bir dağa indirseydik o dağı Allah korkusundan eğilmiş ve paramparça
halde görürdün." (Haşr, 59/21).
3- Eğer bunu
arzu etseler ve taşımaya da muktedir olsalar bile onlar Kur'an'a ulaşamazlar.
Çünkü onlar Kur'an'ın indirilmesi sırasında onu dinleye-meyecekleri ayrı bir
yerdedirler. Zira bütün gökyüzü Kur'an'ın Rasulullah'a (s.a.) indirildiği
müddet içinde çok güçlü bekçi melekler ve yakıcı yıldızlarla donatılmıştır.
Dolayısıyla Kur'an'da hiçbir karışıklık olmaması için şeytanlardan hiçbiri
Kur'an'dan tek bir harfi dinleme imkânı bulamamıştır.
[80]
Bu ayetler aşağıdaki
hususlara işaret etmektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim, nazil olacağını önceki peygamberlere inen semavî kitapların ilân ettiği
ve Cibril-i Emin vasıtasıyla Rasulullah'ın (s.a.) kalbine gayet açık bir
Arapçayla indirilen Allah'ın ezelî kelâmıdır.
Cebrail Kur'an'ı
Peygamberimiz'e (s.a.) indirmiş, okumuş ve Onun kalbi de bunu iyice
hazmetmiştir. Kur'an onun aklında taştaki nakış gibi iyice yer etmiştir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Kim Cebrail'e düşman ise bilsin ki Kur'an'ı
senin kalbine indiren O'dur." (Bakara, 2/97).
"Onu acele ile
ezberlemen için dilini kımıldatma. Onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak
şüphesiz bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz vakit sen onun kıraatine uy.
Sonra onu açıklamak da bize aittir." (Kıyamet, 75/16-19).
Kur'an-ı Kerim'in
Arapça indirilmesi Arapların: "Biz senin söylediğinizi anlamıyoruz."
dememeleri içindir. Önceki peygamberlerin kitapları Hz Mu-hammed'in (s.a.)
peygamberliğini müjdelediği gibi Kuranın ineceğini de müjdelemiştir.
2- Bu
ayetler Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini ispat etmektedirler. Çünkü o ümmî
olmasına rağmen Kur'an'ın belâgati ve fesahatiyle, gaybî olaylardan haber
vermesiyle, tenkit ve kusur kabul etmeyecek derecede doğru ve sağlam
sistemlerle ve hayata getirdiği zenginlikle bütün dünyayı hayrete düşürmüştür.
Bu ilâhî lütuf peygamberliğe kesin bir delildir. Ayrıca Ehl-i Kitabın müslüman
olsalar da olmasalar da Peygamberimiz'in (s.a.) vasıflarını ve sıfatlarını
bilmiş olmaları da onun peygamberliğinin delillerindendir.
Zira Ehl-i Kitabın
şahitliği doğru olup müşrikler için hüccet kabul ediliyordu. Çünkü müşrikler
din işlerinde Ehl-i Kitaba müracaat ediyorlar ve Kur'an'ın kendi dinî
kitaplarının haber verdiği hususlara ne derece uyduğunu soruyorlardı.
3- Hz.
Peygamber (s.a.) ve diğer peygamberlerin vazifesi uyarıda bulunmaktır:
"Uyaranlardan olman için ..." ayetiyle bu belirtilmiştir. İlim ve
amel olarak yapılması vacip olan herşeye davet etmek ve bütün çirkinliklere
engel olmak da "uyarı' nın kapsamı içerisine girmektedir.
4- Mekkeli
müşriklerin Kur'an'ı inkâr etmeleri hiçbir delil ve burhan olmaksızın, sadece
inatçılık ve büyüklük taslamalarından ileri gelmektedir. Bilakis onlar
Kur'an'ın hak olduğunu gayet iyi bilmişler, sonra da onu inkâr etmişlerdir.
Kur'an'ın onlara, bir
sure getirmeleri için meydan okuması onların aleyhine bir hüccettir. Kur'an
onların diliyle indirilmiştir. Onlar da Kur'an'ı dinlemişler, anlamışlar ve
onun fesahatini ve onun gibi bir kelâmla Kur'an'a karşı konulmasının imkânsız
olduğunu görmüşlerdir. Allah'ın önceki kitaplarının Kur'an'ı müjdelemesi buna
ilâve edilmiştir. Bütün bunlara rağmen inatla, gururla ve kibirle inkâr
etmişler ve ona iman etmemişlerdir. Bir yalan ve bühtan olarak Kur'an'ı bazan
şiir bazan da büyücülük olarak adlandırmışlardır.
Eğer bu Kur'an-ı Kerim
dili Arapça olmayan (meselâ Acemiden) birine nazil olsaydı ve bu kişi onu
Arapça olmayan bir dille Kureyş kâfirlerine okusaydı onlar buna iman etmezler
ve "Biz bu duyduğumuz şeyi anlamıyoruz." derlerdi.
Bu onları susturmak,
onları yadırgamak ve durumlarını açığa vurmak içindir. Zira Kur'an onların
diliyle inmiştir ve bunlar diğer insanlar içerisinde ona iman etmeye en lâyık
olan kimselerdi.
Kuran-ı Kerim bu
inatçı tutumu şu ayetle anlatmaktadır: "İşte biz inkâr etmeyi mücrimlerin
kalbine böyle koyduk." Yani onların iman etmelerine engel olan, Kur'an'ı
inkâr etmelerine ve onu yalanlamalarına sebep olan husus içinde bulundukları
durum üzerinde ısrar etmeleri, liderliklerini ve maddî çıkarlarını koruma
duygusu idi. Hatta bu durum kalplerine iyice işlemiş, değiştirmek ve oynamak
mümkün olmayan bir yaradılış olmuş, üzerinde yaratıldıkları ve fıtratlarının
gereği bir durum olmuştu. Nitekim: "Falan kimse açgözlülük üzerine
yaratılmıştır." denilir. Bundan murad o kimsede açgözlülüğün iyice
yerleşmiş olmasıdır.
Onların Kur'an'a ve
Hz. Peygamber'e (s.a.) iman etmeleri de tasavvur edilemez. Ancak acıklı azabı
müşahede etmeleri ve görmeleri anında ve azabın, onlar hiç hissetmeden ansızın
gelmesi halinde iman ederler. Bu azap ise ya dünya azabıdır, ya da kıyamet
azabıdır. O zaman şöyle derler: Bize erteleme imkânı verilir mi, mühlet verilir
mi acaba? Onlar dünyaya dönmek isterler ama onların bu talepleri kabul edilmez.
"O azap onlara
ansızın gelecektir. O zaman şöyle diyeceklerdir." ayetindeki takip"
Zemahşerî'nin ifade ettiği gibi azabı görmek, azabın ansızın gelmesi ve bu
konudaki erteleme talebinin peşpeşe gelmesi değildir. Mana şiddet hususundaki
sıralamadır. Sanki ayette şöyle denilmiştir: Onlar azabı görmedikçe Kur'an'a
iman etmezler. Bu durumun daha şiddetlisi ansızın azabı görmeleridir. Bundan
da daha şiddetlisi ise azabın gecikmesini istemeleridir.
Bunun misali şudur:
Nasihatte bulunulan kimseye şöyle denir: "Kötülük yaparsan salihler sana
buğzeder. Sonra da Allah buğzeder. Zira sen bu ifadeyle sıralamada Allah'ın
gazabının salihlerin gazabının arkasından geleceği maksadını taşımazsın. Senin
bundan maksadın kötülük işleyen kimseye durumun şiddetini sıralama ile
bildirmektir. Yani bu kötülük sebebiyle salihlerin gazabı zıeydana gelir. Bunun
ardından daha şiddetli olan Allah'ın gazabı meydana ge-
1- Zemahşerî, 11/437.
5- Kureyş
kâfirlerinin bu inatçı tavırlarının cezası onları yadırgayarak susturmak ve
başka bir hususla onları hafife almaktır: Bu husus da şudur: Azaba uğrayacak
olanlar nasıl olur da azabın derhal gelmesini isteyebilirler?
Kur1 an daha sonra
onları kınamakta ve dünyadan daha uzun müddet yararlanma arzularından dolayı
onları azarlamaktadır. Bu beklenen azap ve helak hiç şüphesiz olacaktır.
İstifade ettikleri bu zamanın onlara asla faydası olmayacaktır.
Zührî'den rivayet
edildiğine göre Ömer b. Abdülaziz sabahladığı zaman sakalını tutar, sonra da şu
ayeti okurdu: "(Ey Muhammedi) Ne dersin, biz onları yıllarca nimet içinde
yaşatsak... Sonra vaad olundukları azap başlarına gelse... O nimetler içinde
geçen yıllar kendilerine bir fayda sağlar mı?"
6- Allah'ın
adaleti ve rahmetinin gereği O'nun şiddeti ve azabı ile uyaran peygamberler
gönderilmeden hiçbir kavim helak edilmemiş, hiçbir kasaba azaba
uğratılmamıştır. Azap veya ceza geldiği zaman onlara hüccet takdim edip
mazereti ortadan kaldırması dolayısıyla Allah onlara azap etmek hususunda asla
zalim olmamıştır.
7- Kur'an-ı
Kerim'i -daha önce geçtiği gibi- şeytanlar değil, Allah Tealâ tarafından
Ruhu'1-Emîn indirmiştir. Zira onların Kur'an indirmesi mümkün değildir, onu
taşımaya ve getirmeye güç yetiremezler. Onu çalmak ve kaçırmak imkânını
bulamazlar. Çünkü şeytanlara yıldızlar atılıp onları yakması sebebiyle
şeytanların gökteki melekleri dinlemeleri engellenmiştir.
8- Aklın
yeri: Ayette, Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'in (s.a) kalbine indirilmiş
olduğu varit olmuştur. Ayette geçen "kalb" den murad insanın sol tarafındaki
bilinen uzuv mu, yoksa beyinde bulunan akıl mı olduğu kesin belli değildir.
Modern tıp ve anatomi bilginlerince bilinen husus aklın yeri dimağdır (yani
beyindir).
Eski alimler ise iki
guruba ayrılmışlardır: Bir gurup aklın yerinin kalp olduğu görüşünde iken
diğer bir gurup aklın yerinin beyin olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir.
Birinci gurup şu
delilleri ortaya koymuşlardır:
a) Cenab-ı
Hakk'ın şu ayetleridir: "Onlar yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, böylece
düşünecek kalplere sahip olsunlar?" (Hac, 22/46); "Onların kalpleri
vardır, bunlarla idrak etmezler." (A'raf, 7/179); "Şüphesiz ki bunda
kalbi (yani aklı) olan yahut kendisi huzur içinde olarak kulak veren kimseler
için elbette bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37).
Ayette akıl için
"kalp" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü aklın yeri kalptir.
b) Allah
Tealâ ilme zıd hususları kalbe nispet etti ve şöyle buyurdu: "Onların
kalplerinde hastalık vardır." (Bakara, 2/10); "Allah onların
kalplerini mühürledi. " (Bakara, 2/7); "Kalplerimiz perdelidir,
demeleri sebebiyledir. Hayır, Allah onların kalpleri üzerine, küfürleri
yüzünden mühür basmıştır." (Nisa, 4/155); "Münafıklar, kalplerinde
olanı kendilerine açıkça haber verecek bir surenin üzerlerine indirilmesinden
daima endişe ederler." (Tevbe, 9/64); "Onlar kalplerinde olmayan şeyi
dilleriyle söylerler." (Fetih, 48/11); "Hayır, bilakis on- ilimim
muzzıdıkları kalplerini paslandırmıştır." (Mutaffifin, 82/14);
"Onlar z-şünmezler mi? Yoksa
onların kalplerinde kilitler mi var?" (Muham- 4" '14 : Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, fakat
göğüslerin içindeki kalp- Iii t neder bilgisizlik ve gafletin yerinin kalp
olduğuna delâlet etmektedir. pre aklın ve idrakin yerinin kalp olması gerekli
oldu.
: ÎTAin düşünceye
iyice daldığı zaman kalbinde darlık ve sıkıntı hisseder, dan acı duyacak gibi
olur. Bu aklın yerinin kalp olduğuna delâlet
Bunun üzerine mükellef olanın kalp olduğu kesinleşti. Zira mükel- l: ve
idrakli olma şartına bağlıdır.
c Eılp insan azaları
arasında ilk meydana gelen ve son ölendir.
■im;;, ir
bejinde olduğu görüşünde olan ikinci gurup şu hususları delil ola-
M! jıirak vasıtaları
olan duyular kalbe değil beyine nüfuz etmektedir. Yani
!IIüpwel nrfom.
mahallidir.
b) İradî
hareketlerin vasıtaları olan sinirler kalbe değil beyine nüfuz etmektedir.
Yani beyin sinirsel uyarı merkezidir.
c) Beyine
bir âfet gelirse aklî denge bozulur. Delilik ve beyin kanaması gibi.
d) Aklının
azlığıyla tavsif edilmesi murad edilen kimseye örfte: "Beyinsiz,
kafasız" denilir.
e) Akıl
insan vücudunun en şerefli parçasıdır, dolayısıyla yeri de en şerefli olur. En
üstün olan da en şereflidir. Bu da beyindir, kalp değildir.
Benim görüşüm de
ikinci görüşün tercih edilmesidir. Çünkü modern ilim beyin üzerinde ve beyincik
üzerinde yüzlerce tecrübe yapmış, akıl, duyu, ten-bih, hafıza v.b. hususların
beynin vazifelerinden olduğu buluşlarını elde etmiştir. Bu durum aklın yerinin
beyin olduğunu göstermiştir.
Aklın kalpte olduğu
anlamı çıkan önceki ayetlere gelince bunlar konuşmada yaygın olan örfî mutlak
ifadeler kabilindedir. Meselâ akıl murad edilmek üzere: O kimsenin kalbi yok
denilir. Bunun manası aklı yok demektir.
Kendisindeki hayatın
ancak kalple mümkün olduğu insan nefsi kalp olarak kabul edildiği için edebî
ve ahlakî değerlerin yerinin de kalp olduğu ifade edilmiştir.
Kalplere ait önceki
manalarla niyet, bilgi ve ilim gibi aklî manalar murad edilmektedir. Bunlar
bazan göğse bazan kalbe nispet edilmektedir.
Meselâ göğse nispet
edilenler şu ayetlerde yer alır: "Göğüslerde ne varsa derlenip
toplanır." (Âdiyat, 100/10); "Göğüslerinizde bulunan şeyleri yoklamak
için..." (Âl-i İmran, 3/154); "Çünkü o göğüslerin önünü hakkıyla
bilendir." Mülk, 67/13); "Göğüslerinizde olanıgizleseniz de açığa
vursanız da..." (Âl-i İmran, 3/29).
Kalbe nispet
edilenlere ise şu ayet misaldir. "Biz onların kalplerini ve gözlerini
çeviririz." (En'am, 6/110).
[81]
213- Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme,
yoksa azaba uğrayanlardan olursun.
214- (Önce) yakın
akrabalarını uyar.
215- Sana uyan müminlere tevazu kanatlarını
indir.
216- Eğer sana karşı
gelirlerse: "Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım." de.
217- Sen Aziz (her
şeye galip) ve Rahim (çok merhametli) olan Allah'a güven.
218- O senin namaza
kalkmanı da görüyor,
219- Secde edenler arasındaki hareketlerini de...
220- Şüphesiz ki O her
şeyi çok iyi işiten ve her şeyi gayet iyi bilendir.
"Sakın Allah'la
birlikte başka ilâh edinme!" hitabı Rasulullah'ın (s.a.) kâmil ihlâsı ve
takvası bilindiği için onu heyecanlandıran bir üslupla Rasulul-lah'a (s.a.)
yapılan hitaptır.
"Müminlere tevazu
kanatlarını indir." cümlesi istiare-i mekniyyedir. Bundan müşebbehün bih
(kendisine benzetilen) hazfedilmiş ve gereklerinden biri ile işaret edilmiştir.
Tevazu ve yumuşaklık kuşun yere inmesi esnasında kanatlarını indirmesine
benzetilmiştir. Benzetilene de "indirme" ıtlak olunmuştur.
[82]
"Sakın Allah'la
birlikte başka ilâh edinme, yoksa" onların seni davet ettikleri hususlardan
bir şey yapacak olursan "azaba uğrayanlardan olursun." Bu ifade kâmil
ihlâsı sebebiyle Peygamberimiz'e (s.a.) heyecan vererek onu galeyana getirmek
ve diğer mükellefleri sakındırmak içindir.
"Yakın
akrabalarını uyar." Bunlar Haşimoğulları ile Muttaliboğulları'dır. Buharî
ve Müslim'in rivayet ettiği gibi Peygamberimiz (s.a.) onları açıktan uyardı.
Davetine, onlardan kendisine en yakın olanla başladı, sonra diğer yakınlarla
devam etti. Zira onların durumlarıyla ilgilenmek daha önemlidir.
"Sana uyan müminlere"
muvahhidlere tevazu "kanatlarını indir." Onlara yumuşak davran.
"Eğer"
yakınların "sana karşı gelirlerse:" yani sana tabi olmazlarsa onlara:
"Ben sizin" Allah'tan başkasına tapmak gibi
"yaptıklarınızdan" sizin amellerinizden "uzağım, de."
"Sen Azız ve
Rahim olan Allah 'a güven." Yani bütün işlerini Allah'a havale et. O,
düşmanlarını ezmeye ve dostlarına yardım etmeye muktedirdir.
"O senin
namaza" teheccüd (gece) namazına "kalkmanı da görüyor."
"Secde edenler
arasındaki hareketlerini de..." Yani kıyam, rükû, secde ve ka'de gibi
namazın rükünlerini yerine getirmeni de görüyor. Buradaki secde edenlerden
kasıt namaz kılanlardır.
"Şüphesiz ki O,
her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi çok iyi bilendir." Cenab-ı Hak
kendisini düşmanları ezme ve dostlarına yardım etme şanıyla tavsif etti. Bundan
sonra Rasulü'nü kendisinin dostluğuna lâyık kılacak durumunu bildiğini
zikretmesi tevekkülü gerçekleştirmek ve Rasulünün kalbini mutmain kılmak
içindir. Şüphesiz ki O senin söylediğini gayet iyi işitendir ve niyet ettiğini
gayet iyi bilendir.
[83]
İbni Cerir et-Taberî
İbni Cüreyc'den naklediyor: "Yakın akrabalarını uyar." 214. ayeti
inince Rasulullah (s.a.) uyarıya ailesi ve kabilesinden başladı. Bu
müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak 215. ayeti indirdi:
"Sana uyan müminlere tevazu kanatlarını indir."
[84]
Allah Tealâ önce
Rasulü'nü önceki peygamberlerin kıssaları ve bunlara ilâve hususlarla iyice
teselli ettikten, ikinci olarak onun peygamberliğine delil olacak hüccetleri ortaya
koyduktan ve inkarcıların sualine cevap verdikten sonra Rasulü'ne tebliğ ve
risaletle ilgili hususları emretti. Uyarma hususunda önce yakın akraba ile
başlayıp daha sonra diğer yakınlarla devam eden sıralamayı ve müminlere
yumuşak davranmayı beyan etti. Sonra da Rasulü'ne yaptığı kendisine güvenip
dayanması tavsiyesiyle konuya son vermektedir.
Peygamberimizin (s.a.)
Tebliğ Noktasındaki Sîreti
Peygamberimiz'in
(s.a.) risaletini tebliğ ve Allah'a davet etme şeklini açıklayan pek çok
hadisler varit olmuştur:
Bunlardan biri İmam
Ahmed ve Müslim'in Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
'Yakın akrabalarını uyar." ayeti inince Rasulullah (s.a.) gelip şöyle
demiştir: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdülmuttalib kızı Saftyye! Ey
Abdulmuttaliboğulları! Ben Allah 'm huzurunda sizin için hiçbir şeye sahip
değilim. Siz benim malımdan dilediğinizi benden isteyin."
Bir başka hadis-i
şerif de İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin İbni Abbas'tan (r.a.)
rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Allah Tealâ "Yakın akrabalarını
uyar." ayetini indirince Peygamberimiz (s.a.) Safa'ya gelip tepeye çıktı.
Sonra şöyle nida etti: "İmdat! İmdat!." dedi. İnsanlardan bir kısmı
bizzat ona gelerek, bir kısmı elçisini göndererek onun etrafında toplandılar.
Rasulullah (s.a) şöyle
buyurdu: "Ey Abdülmuttaliboğulları! Ey Fihroğulla-rı! Ey Lüeyoğullan! Ne
dersiniz? Şu dağın arkasındaki süvarilerin size hücum edeceğini haber versem,
beni tasdik eder misiniz diye sordu. Mekkeliler:
- Evet, dediler.
Peygamberimiz (s.a.):
- Ben şiddetli bir
azabın önünde sizin için uyarıcıyım, dedi. Bunun üzerine Ebu Leheb:
- Bugünün geri kalan
kısmında elin kurusun. Sen bizi bunun için mi davet ettin dedi. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak şu sureyi indirdi: "Ebu Leheb 'in iki eli kurusun.! Kendisi de
kurudu ya!" Tebbet, 111/1).
Bir başka hadis-i
şerif İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hurey-re'den (r.a.) rivayet ettiği
şu hadis-i şeriftir: Bu "Yakın akrabalarını korkut." ayeti inince
Rasulullah (s.a.) Kureyş halkını ve ileri gelenlerinin hepsini davet etti ve
şöyle dedi:
- Ey Kureyş topluluğu!
Kendinizi ateşten koruyun. Ey Ka'boğullan topluluğu! kendinizi ateşten
koruyun. Ey Haşimoğullan topluluğu! kendinizi ateşten koruyun. Ey
Abdülmuttalib oğulları topluluğu! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Muhammed kızı
FatımaîKendini ateşten koru. Allah'a yemin olsun ki hiç şüphesiz ben sizin için
Allah'ın huzurunda hiçbir şeye malik değilim. Dikkat edin. Benim sizinle sadece
akrabalık irtibatım var. Ben size sadece bu irtibatla bağlıyım. Yani dünyada sizinle
irtibatı devam ettiririm ama Allah'ın huzurunda size hiç faydam olmaz.
[85]
Bu ayetler
Peygamberimiz'in (s.a.) risaletini tebliği ile ilgili olarak kendisine verilen
dört emri ihtiva etmektedir:
1-
"Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme. Yoksa azaba uğrayanlardan
olursun." Yani hiç bir ortak tanımadan sadece Allah'a ibadet et. Allah'la
birlikte başka bir ilâha dua veya ibadet etmekten sakın. Zira ibadet sadece
Allah'a ait olun. Şirk ise bütün masıyetlerin başıdır.
Bu ayet Rasulullah'ı
(s.a.) ibadette daha fazla ihlâslı olmaya teşvik etmektedir. Allah ondan böyle
bir şeyin meydana gelmeyeceğini gayet iyi bilmektedir. Sonra emre onunla
başlamıştır. Zira o ümmetin lideridir. Gerçekte ise bütün bu emirler onun
dışındaki insanlara tavsiye ve hitap niteliğindedir. Çünkü başkasına yapacağı
hitabı te'kit etmek istediği zaman asıl maksadın tabi olanlar olduğu halde bu
hitabı görünüşte liderlere tevcih etmesi hikmet sahibinin şanındandır.
Kısaca: Ayet,
Rasulullah'a (s.a.) emirle başlamış, eğer Allah'la birlikte başka bir ilâha
dua ediyorsa O'na tehditte bulunmuştur. Sonra da en yakından başlayarak
yakınlara daveti emretmiştir.
2-
"(Önce) yakın akrabalarını uyar." Yani yakınlarına ve akrabalarına Allah'ın
azabının ve şiddetinin O'na şirk koşanlara ait olacağını bildirerek onları
korkut.
Bu O'nun bütün beşeri
Allah'ın azabından korkutma görevinin bir parçasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır:
"Bu, feyz kaynağı
olan ellerindeki kitapları tasdik eden, bir de şehirlerin anası (Mekke) ile
bütün çevresindekileri uyarman için bizim indirdiğimiz kitaptır." (Enam,
6/12).
"Şehirlerin anası
(Mekke) halkına ve etrafında bulunanlara gelecek tehlikeleri haber vermen için
ve hakkında hiçbir şüphe bulunmayan o toplanma gününün dehşetiyle korkutman
için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik." (Şûra, 92/7).
"Furkan'ı
âlemlerin uyarıcısı olsun diye kuluna (Muhammed'e) indiren Allah ne
yücedir!" (Furkan, 25/1).
Müjdelemek genellikle
uyarmakla birlikte gelir: Nitekim pek çok ayette böyle zikredilmiştir:
Bunlardan biri şu ayettir:
"Ey Peygamber!
Biz seni gerçekten bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı, Allah'a O'nun
emriyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik". (Ah-zab,
23/45-46).
Müslim
Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedir: "Nefsimi elinde
tutan Allah'a yemin olsun ki bu ümmetten bir Yahudi veya Hıristiyan beni duyar
da sonra iman etmezse mutlaka cehenneme girer."
Sonra Yüce Allah ona,
müminlere yumuşak davranmayı emretti ve şöyle buyurdu:
3-
"Sana uyan müminlere tevazu kanatlarını indir." Yani sana iman eden
ve seni tasdik eden ve sana tabi olanlara yumuşak ve nazik davran.
"Eğer sana karşı
gelirlerse ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, de." Eğer yakınlarından veya
başkaları arasında uyardığın kimselerden biri sana isyan ederse onlara:
"Ben sizin bu amellerinizden beriyim. Siz kıyamet günü bu amellerin
karşılığını göreceksiniz." de.
4- "Sen
Azız (her şeye galip) ve Rahîm (çok merhametli) olan Allah'a güven, O senin
namaza kalkmanı da görüyor. Secde edenler arasındaki hareketlerini de
görüyor."
Yani bütün işlerini
son derece güçlü, üstünlük sahibi olan, düşmanlarından intikam almaya kadir,
dostlarına merhamet eden, insanlara namaz kıldırmak için kalktığın zaman seni
gören ve senin kıyam, rükû, secde ve ka'de gibi namazdaki ve namaz kılanlar
içindeki hareketlerini gören Yüce Allah'a havale et. Burada namaz kılanlar için
"secde edenler" ifadesi kullanıldı. Çünkü kulun Rabbine en yakın
olduğu durum secdede olduğu haldir.
Bundan kastedilen mana
şudur: Seni te'yit eden, seni koruyan, sana yardımcı olan, sana zafer ihsan
eden, senin adını yücelten, senin bütün hallerinde ve özellikle namazda ve
namazın kıyam, rükû ve secdelerinde sana itina gösteren Allah'tır. Nitekim
Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmüne sabret. Çünkü sen
gözlerimiz önündesin (bizim murakabemiz altındasın)." (Tur, 52/48).
"Şüphesiz ki O
her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi gayet iyi bilendir." Yani senin
Rabbin kullarının sözlerini gayet iyi işitmektedir. Onların davranışlarını,
hareketlerini, sessizliklerini ve niyetlerini gayet iyi bilmektedir. Nitekim
Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sen herhangi bir işte bulunurken,
Kur'an'dan bir şey okurken ve sizler de herhangi bir iş işlerken onun içine
daldığınız vakit biz başınızda şahidizdir." (Yunus, 10/61).
[86]
Bu ayetler aşağıdaki
hususlara işaret etmektedir:
1- Hiçbir
kişi istisna edilmeksizin şer'î mükellefiyetler önündeki eşitlik: Rasulullah'a
(s.a.) lider ve önder olduğu halde Allah Tealâ'ya ibadette ihlâslı olmak
emredilirse ve yakınlarını uyarmakla başlaması emredilirse onun dışındakilerin
bütün şer'î emirleri yerine getirmekle yükümlü olmaları öncelikle gereklidir.
Onların dışındakiler için bu uyan daha etkili ve daha faydalı olmaktadır.
Bu İslâm'da hiçbir
kimse için ayrıcalık olmadığına delildir. Hiçbir kişi idareci ya da
çevresindeki şahsiyetlerden biri olsa da Allah'ın şeriatını ve dinini uygulama
yükümlülüğünden uzak kalamaz.
2- "Önce
yakın akrabalarını uyar." ayeti ve zikri geçen hadisler sebepleri ihmal
etme ve sâlih amellere kendini vermeyi önemsememe durumunda nesep yakınlığının
insanlara fayda vermeyeceğine delildir.
Yine bu nasslar
müminin kâfir (yakını) ile irtibatının devamına, onu irşat etmenin ve ona
nasihat etmenin caiz olduğuna delildir. Peygamberimiz (s.a.): "Sizin
benimle (rahim) akrabalığınız var ve ben bu vesile ile sizinle irtibat kuruyorum.
" buyurmuştur. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Sizinle
din hususunda savaş etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik
etmenizden ve onlara karşı âdil olmanızdan Allah sizi menetmez. Çünkü Allah
adaletle muamele edenleri sever." (Mümtehine, 60/8).
3- Halka
ihsanda bulunmak güzel siyaset prensiplerinden olup pek çok fayda temin
etmektedir.
Bu sebeple
Rasulullah'a (s.a.) risaletine tabi olan hak nizam ve Allah korkusu sebebiyle
istikamet üzerine devam eden müminlere tevazu ve yumuşaklıkla davranması
emredilmiştir. Eğer onlar isyan ederler ve onun emrine aykırı davranırlarsa
Rasulullah (s.a.) onların kendisine isyan etmeleri günahından uzaktır. Zira
onların Rasulullah'ın (s.a.) sadece Rabbini razı kılan şeyleri emretmesi
dikkate alınırsa onların Rasulullah'a
(s.a.) isyan etmeleri Allah Tealâ'ya isyan etmeleri demektir. Rasulullah (s.a.) kimden uzak olduğunu ifade
etmişse Allah ondan uzak olur.
4- Allah'a
güvenip dayanmak (tevekkül) İslâm'da imanın temel esaslarından ve
özelliklerindendir. Allah peygamberine her işini asla yenilgiye uğramayan Azîz
olan ve dostlarını yalnız bırakmayan, son derece merhametli, Rahîm olan Rabbine
havale etmesini emretti.
5- Allah
Tealâ hiç şüphesiz peygamberini bütün kötülüklerden korur, her çeşit
hoşlanılmayan şeylerden muhafaza eder, düşmanlarına karşı ona yardım eder, onun
bütün işlerine itina gösterir. Onun bütün gayretlerini ve amellerini bilir.
Allah onu namaz kılarken, kıyam, rükû ve secde ederken görür. Çünkü O bütün
kullarının sözlerini en iyi şekilde işitendir. Kullarının bütün hareketlerini
ve sessizliklerini gayet iyi bilir.
6- İbni
Abbas "O senin secde edenler arasındaki hareketlerini görür." ayeti
hakkında şöyle diyor: Onun ve yakınlarının babalarının Hz. Adem, Nuh ve İbrahim
(a.s.) sulbünden intikal etmelerini ve nihayet peygamber olarak çıkmasını
görür, demektir.
Şia bu ayeti
Peygamberimiz'in (s.a.) babalarının mümin olduklarına delil olarak
zikretmektedir. Yine bu konuda Peygamberimiz'in (s.a.)şu sözünü haber vererek
delil getirdiler: "Ben temiz hanımların rahimlerine intikal edene kadar
temiz kimselerin sulblerinde intikal olundum."
[87]
221- (De ki:) Şeytanların kimlere indiklerini
size haber vereyim mi?
222- Onlar her iftiracı günahkârın üzerine
inerler.
223- İftiracı
günahkârlar da onlara kulak verirler. Onların çoğu da yalancıdırlar.
224- Şairlere gelince onlara sapık kimseler
uyarlar.
225- Görmüyor musun ki, onlar her vadiye dalıp
çıkarlar.
226- Ve yapmadıkları
şeyleri söylerler.
227- Ancak iman
edenler, salih amel işleyenler, Allah'ı çok zikreden ve haksızlığa uğratıldıktan
sonra haklarını alanlar bundan müstesna. O zalimler pek yakında nasıl bir
darbe ile altüst olacaklarını bileceklerdir.
"Onlar her vadiye
dalıp çıkarlar." ifadesi istiare-i temsiliyyedir. Medh, hiciv ve hayal
hususunda aşın gitmeleri sahrada dümdüz gidip kaybolan ve nereye gideceğini
bilmeyen kimseye benzetilmiştir.
"Münkalebin"
ve "yenkalibûn" kelimesinde cinas-ı iştikak vardır.
"Yehîmûn",
"Yenkalibûn", "yekûlûne mâ-lâ yef alûn" fasılalarla ve ayet
sonlan dikkate alınarak seci yapılmıştır.[88]
(De ki:) Ey Mekkeliler
ve ey onlara benzeyenler! "Size şeytanların kimlere indiklerini haber
vereyim mi?" "Tenezzelü" kelimesi "tetenezzelü"
manasmda-dır. Kelimenin aslındaki iki (tâ) harfinden biri hazfedilmiştir.
"Onlar"
Müseylimetü'l-Kezzab ve diğer kâhinler (medyumlar) gibi "her iftiracı"
yalancı "günahkârın" facirin "üzerine inerler."
"Effâk" çok iftira eden, çok yalan söyleyen demektir.
"Esîm" çok günah işleyen, çok facir demektir.
"İftiracı
günahkârlar da onlara" şeytanlara iyice "kulak verirler." Dolayısıyla
şeytanlardan çoğu yalan ve uydurma olan kuruntu ve işaretleri öğrenirler.
"Onların çoğu da yalancıdırlar." "Her iftiracı günahkâr"
ifadesine binaen bazı alimler bunu "hepsi" şeklinde tefsir ettiler.
Beyzavî diyor ki: "Çoğunluk" ifadesi onların sözlerini dikkate alma
sebebiyledir. Bunun manası bu kimselerin cinnîlerden naklettiklerinde doğru
söylemeleri çok nadirdir, demektir. Rivayete göre, zamirler şeytanlara
racidir. Yani şeytanlar meleklerden işittikleri haberleri kâhinlere (falcılara)
verirler. Bu duydukları haberlere pek çok yalan da ilâve ederler. Bu durum
şeytanların gökyüzünden menedilmelerinden önce idi.
"Şairlere gelince
onlara sapık kimseler uyarlar." Yani doğru yoldan ayrılan sapıklar
şairlere uyarlar. Bunlar kötülenmişlerdir. Bu ifade onlarla müminler arasında
karşılaştırma yapmak içindir. Şairlere şiirlerinde sadece sapıklar uyarlar.
Bunu kabul ederler ve bunu onlardan rivayet ederler. Hz. Muham-med'e (s.a) tabi
olanlar böyle değildir.
"Görmüyor musun
ki" bilmiyor musun ki "onlar" söz vadilerinden, söz sanatlarından
"her vadiye dalıp çıkarlar" girerler, şaşkın şaşkın yürürler. Medih
ve hicivde haddi aşarlar. Zira onların şiirlerinin başlangıcı hakikati olmayan
hayallerdir. Onların kelimelerinin çoğunluğu batıl hakkındadır.
"Ve yapmadıkları
şeyleri söylerler." Yani onlar yalan söylerler ve yapmadıkları halde
yaptık, derler.
"Ancak"
şairlerden "iman edenler, salih amel işleyenler, Allah'ı çok zikredenler"
şiirin kendilerini zikirden alıkoymadığı kimseler "ve haksızlığa uğratıldıktan
sonra" kâfirlerin kendilerini diğer müminlerle birlikte hicvetmelerinden
sonra kâfirleri hicvedip "haklarını alanlar bundan müstesna." Bu
kimseler kö-tülenmemişlerdir. Bunun delili şu ayettir: "Allah kötü sözün
açıktan söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayanlar müstesna." (Nisa,
4/148); "Kim sizin üzerinize saldırırsa siz de tıpkı onların sizin
üstünüze saldırdıkları gibi onlara saldırın." (Bakara, 2/194).
"O zalimler pek
yakında nasıl bir darbe ile" nasıl bir dönüşle "altüst olacaklarını"
ölümden sonra nasıl döneceklerini gayet iyi "bileceklerdir." Bu, şiddetli
bir tehdittir. Zira "pek yakında... bileceklerdir" ifadesi beliğ bir
korkutmadır. "Haksızlığa uğratıldıktan sonra" ifadesi mutlak ve
genel bir ifadedir, "nasıl bir darbe ile altüst olacakları..."
ifadesinde kapalılık ve korkunçluk vardır.
[89]
İbni Cerir ve İbni Ebî
Hatim, İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ediyorlar: Rasu-lullah (s.a.) zamanında
biri Ensardan diğeri başka bir kavimden olan iki zat birbirlerini hicvettiler.
Her ikisinin yanında kavminden aşırı giden -yani ayak takımından- kimseler
vardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti ve devamını indirdi: "Şairlere
gelince onlara sapık kimseler uyarlar." (Şuara, 26/224).
İbni Ebî Hatim,
Urve'den naklediyor: "Veşşuarâu..." ve devamı (Şuara, 26/224-226)
ayetler indiği zaman Abdullah b. Ravaha şöyle dedi: Allah biliyor ki ben de
onlardanım. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "... Ancak iman edenler, sa-lih amel
işleyenler müstesna." ve devamını indirdi.
İbni Cerir ve Hakim
Ebû Hassan el-Berad'dan naklediyorlar: "Veşşu-arâu..." ayeti indiği
zaman Abdullah b. Ravaha, Ka'b b. Malik ve Hassan b. Sabit gelip:
- Ya Rasulallah!
Allah'a yemin olsun ki Allah bizim şair olduğumuzu bildiği halde bu ayeti
indirdi. Biz helak olduk, dediler.
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak "Ancak iman edenler, salih amel işleyenler müstesna." ayetini
indirdi. Rasulullah (s.a.) onları çağırdı ve onlara bu ayetleri okudu.
[90]
Bu ayetler başlangıç
kısmına dönüştür. Allah Tealâ (210. ayet ve devamında) Kur'an'ı şeytanların
indirmesinin imkânsız olduğunu beyan ettikten ve Kur'an'ın âlemlerin rabbi
tarafından indirildiğini ispat ettikten sonra; bunun ardından şeytanların doğru
sözlü ve güvenilir peygambere değil, yalana günahkâr kimselere indiğini beyan
etti. Peygamber şeytanlara kulak veren kâhinler gurubundan değildir. O hayal
içinde boğulan, gerçeği yansıtmaksızın, kalpte doğruluk ve akılda kanaat
olmaksızın söz ve belagat sanatlarının her vadisine dalan şairler gurubundan da
değildir. Hz. Peygamber (s.a) sadece hakkı söyler ve sadece doğruyu konuşur.
Kur'an hem mana, hem
de lafız yönünden mucize olunca müşrikler Kur'an'nın mana açısından şeytanlar
tarafından indirilen sözlerden olduğu, lafız açısından da şairlerin sözleri
cinsinden olduğu şeklinde ona dil uzattılar.
Cenab-ı Hak her iki
kısma cevap vermiş, Kur'an'ın bu iki husustan farklı olduğunu, Rasulullah'ın
(s.a.) durumunun ashabının durumuna muhalif olduğunu beyan etmiştir.
Rasulullah (s.a.) kâhin veya şair değildir.
[91]
Bu ayetler Kur'an ve
Rasulullah (s.a.) hakkındaki iki iftirayı reddetme manasını ihtiva etmektedir.
Bu iki iftira "kâhinlik" ve "şairlik" suçlamalarıdır.
Kur'an-ı Kerim
kâhinlerin şeytanlardan telakki ettikleri sözlerin cinsinden veya şiir
cinsinden değildir. Rasulullah da (s.a.) kâhin veya şair değildir.
Birinci iftirayı Allah
Tealâ önce tavsif etmekte sonra da bunu reddetmektedir:
"(De ki:)
Şeytanların kimlere indiklerini (ve vesvese verdikerini) size haber vereyim
mi?" Yani size ilim ve irfan yönünden fayda veren hakiki bir haberi bildireyim
mi? Şeytanlar kâhinlere ve benzeri yalancı ve fasık kimselerden kimlere
inmektedirler? Haber vereyim mi?
Cahiliyette kâhinlerin
Araplar arasında büyük bir tesiri vardı. Çekişmeleri kaldırmak ve problemleri
çözmek için Muaviye ve Ebu Süfyan'm annesi Hind bt. Utbe ve Fatıma
el-Has'amiyye gibi Arap kâhinlerinin önemli bir yeri vardı.
Bu ayetler müşriklerin
Rasulullah'ın (s.a.) getirdiği kitabın hak olmadığı, bunu kendiliğinden
uydurduğu ve cinlerden birinin ona getirdiği iddialarına cevap niteliğindedir.
Ayrıca Peygamberin (s.a) getirdiği kitabın Allah tarafından olduğuna, Allah'ın
indirdiği vahyi olduğuna, şeytanlar tarafından olmadığına bunu güvenilir,
büyük ve değerli bir melek indirdiğine kesin bir beyan niteliğindedir. İki
açıdan cevap verilmiştir:
1-
"Onlar her iftiracı günahkârın üzerine inerler." Yani şeytanlar Şıkk
b. Rehm, Satıyh b. Rabîa, Müseylime ve Tuleyha gibi peygamberlik iddia eden,
kâhinler gibi ve şeytana itaat etmeye davet eden kâfirler gibi fiillerinde
fasık, facir ve yalancı kişiler üzerine inerler. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.)
şeytana lanet etmeye ve ondan beri olmaya davet etmekteydi. Kâhinlere gelince
onlara hakim olan husus yalancılıktır. Hz. Muhammed'in (a.s.) haber verdiği
gaybî haberlerde ise sadece doğru sözlülüğü ortaya çıkmıştır.
2-
"İftiracı günahkârlar da onlara kulak verirler. Onların çoğu da yalancıdırlar.
" Yani iftiracılar kulaklarını şeytanlara verirler. Şeytanlar da boş ilhamlarını
onlara verirler. İftiracılar da onlardan çoğu yalancılık ve asılsız kuruntular
olan ifadeleri onlardan alırlar. Şeytanların çoğu da iftiracılara verdikleri ilhamlarda
yalancıdırlar. Çünkü şeytanlar onlara duymadıkları şeyleri duyurmaktadırlar.
Nitekim iftiracıların çoğu da yalancıdırlar. Onlar da şeytanlara kendilerine
ilham etmedikleri şeyleri iftira ederler. Hükmettikleri şeyin çoğunluğu batıl
ve yalancılık olmaktır.
Denilmiştir ki: Burada
zamir şeytanlara raci olmaktadır. Yani şeytanlar yıldızlarla taşlanıp
menolunmadan ve mele-i a'lâ'dan sözü almaktan uzaklaştırılmadan önce meleklere
bildirilen gaybî haberlerden çaldıkları bazı haberleri dostları olan kâhinlere
(falcılara) bildirirler. Bu duydukları haberlere pek çok yalan ilâve ederek
onlara ilham ederler.
Kısaca: Görünen durum
en hayırlı şahittir. Peygamberimiz (s.a.) ile kâhinler (falcılar) arasındaki
fark güneş gibi açığa vurmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a) haber verdiği her şey
doğru olup gerçeğe uygundur. Onun uzun sîretinde ondan sadece doğruluk
görülmüştür. Kâhinlerin verdikleri haberlerin çoğunluğu gerçekle uyuşmayan
yalan haberlerdir. Kâhinlerden sadece yalancılık görülmüştür. Bu sebeple tarih
onları ayıplamıştır. Akıl onları reddetmiştir. Falcıların batıl sözlerini ve
uydurma haberlerini ancak küçük çocuklar, bilgisiz kadınlarla sathî düşünen
bazı yaşlılar gibi basit kimseler doğrulamaktadırlar.
Nitekim her kâhinin ve
şairin bir şeytanı vardır şeklindeki âdet haline gelen anlayışa uyarak:
"Şeytanlar falcılara ve şairlere gelirler de niçin Kur'an'ı şeytanlar
Muhammed'e indirir demek caiz olmasın?" şeklinde söyleyen kâfirlere cevap
vermek üzere Allah Tealâ Hz. Muhammed (s.a) ile falcılar ve şairler arasındaki
farkları beyan ettikten sonra şöyle buyurdu:
"Şairlere gelince
onlara sapık kimseler uyarlar." Yani şairlere insan ve cinlerin sapıkları
hak ve istikamet yolundan sapanlar ve delâlette olan kimseler uyarlar. Hz.
Muhammed'e (s.a.) tabi olanlar ise hidayete eren, doğru çizgide yürüyen, hak
olan Allah'a iman, O'na kulluk ve O'nun emrine binaen yolda yürümeye devam
edenlerdir.
Allah Tealâ daha sonra
bu sapıklığın iki hususta olduğunu beyan etmiştir:
1- "Görmüyor
musun ki onlar her vadiye dalıp çıkarlar." Yani bilmiyor musun ki şairler
sözün her sanatına dalarlar ve kendileriyle çelişkiye düşerler. Bazan bir şeyi
kötüledikten sonra överler yahut aksini yaparlar. Bazan bir şeyi küçümsedikten
sonra onu alabildiğine büyütürler yahut aksini yaparlar. Bu onların hakkı
ortaya koyma ve doğruluğu duyurma amacı taşımadıklarına delâlet etmektedir.
Dolayısıyla şairler hayalî ve duygu yüklü (romantik) kimselerdir.
Hz. Muhammed (s.a.)
ise sadece hakkı söyler, sadece doğruluğu emreder ve tek bir yola davet eder. O
da Allah Tealâ'ya davet, ahirete teşvik ve faydasız dünyadan yüz çevirmektir.
2- "...
ve yapmayacakları şeyi söylerler." Yani şairlerin sözlerinin çoğu yalandır.
Zira onlar kendilerinden sadır olmayan söz ve davranışlarla böbürlenirler. Bu
da sapıklık alâmetlerindendir.
Meselâ: Şairler
cömertliğe teşvik ederler, ama kendileri cömertlik yapmaktan kaçınırlar.
Cimrilikten sakındırırlar, ama kendileri cimrilik yapmakta ısrar ederler. En
basit bir sebeple insanların şeref ve itibarlarını lekelerler. Sadece
hayasızlık irtikap ederler.
Hz. Muhammed (s.a.)
ise bundan tamamen farklıdır. O sadece yaptığı bir şeyi emreder, yalnız
sakındığı bir şeyden nehyeder. Rabbi ona ilk olarak sadece kendisine ibadet
etmesini emreder:
"Sakın Allah'la
birlikte başka ilâh edinme, yoksa azaba uğrayanlardan olursun."
O'nun yakınları şer'î,
medenî ve siyasî yükümlülüklerin hiçbirinden istisna edilmez: "Sen (önce)
yakın akrabalarını uyar."
Şairlerin metodu
peygamberlerin durumundan farklıdır. Çünkü peygamberlerin yolu tek yoldur. Bu
yola sadece hidayette olanlar uyar. Peygamberlerin daveti hep aynıdır. Bu da
Allah'ın birliğine, Ona ibadet etmeye davet etmek, ahirete ve doğruluğa teşvik
etmektir.[92]
Cenab-ı Hak daha sonra
şairler arasından şu dört sıfatı taşıyanları -överek- istisna etti:
1- İmanlı
olmak,
2- Güzel
ameller işlemek,
3- Allah'ı
zikretmek ve O'nun birliğini tanımak,
4- Hakkı ve
hak yolda olanları desteklemek.
Allah Tealâ şöyle
buyurdu: "Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, Allah'ı çok
zikredenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra hakkını alanlar bundan
müstesnadır." Yani Allah'ı ve Rasulü'nü tasdik edenler, güzel ameller işleyenler,
sözlerinde veya şiirlerinde Allah'ı çok ananlar ve Peygamberimiz'i (s.a.) ve
onun getirdiği dini müdafaa edenler, şirke ve şirk ehline karşı çıkanlar,
müminleri hicveden kâfirlere cevap veren Hassan b. Sabit, Abdullah b. Rava-ha,
Ka'b b. Malik, Ka'b b. Züheyr bu çeşit şairlerden müstesna kimselerdir.
Bunlardan çok sonra
gelen Bûsayri ve Peygamberimiz'i (s.a.) medh ü sena eden Ahmed Şevki de bu
cümleden sayılabilir.
Denilmiştir ki: Bu
istisnadan murad Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sabit, Ka'b b. Malik ve Ka'b b.
Züheyr'dir. Çünkü bunlar Kureyş'i hicvediyorlardı.
Ka'b b. Malik'ten
rivayete göre Rasulullah (s.a.) ona şöyle demişti: "Onla-^ hicvet. Nefsimi
elinde tutan Allah'a yemin olsun ki hicvetmen onları ok yağmuruna tutmaktan
daha şiddetlidir."
Yine Peygamberimiz (s.a.)
Hassan b. Sabit'e şöyle diyordu: "Söyle, Ruhü'l-Kudüs seninle
beraberdir."
Cenab-ı Hak daha sonra
sureyi şiddetli tehdit ve kuvvetli vaîd ile sona erdirdi: "O zalimler pek
yakında nasıl bir darbe ile altüst olacaklarını gayet iyi bileceklerdir."
Yani küfür sebebiyle nefislerine zulmedenler ve bu ayetlerin manalarını
düşünmekten, Hz. Peygamberin peygamberliği ile kâhinlerin falcılığı ve
şairlerin şiirleri arasındaki açık farkları incelemekten yüz çevirenler ölümden
sonra varacakları yeri gayet iyi bileceklerdir. Zira varacakları makam cehennemdir.
Bu çirkin makamdır. Dönecekleri yer azaptır. Bu da en kötü mercidir.
Cumhur bu ayetten
muradın Allah Tealâ'nın kendilerini tavsif ettiği vasıflardan şairleri
menetmek olduğunu zikretmişlerdir. Razî diyor ki: Birincisi -yani bu görüş-
surenin başından sonuna kadar olan nazmına daha yakındır.
İbni Kesir diyor ki:
Sahih olan görüş bu ayetin -İbni Ebî Hatim'in dediği gibi- her zalim hakkında
genel hüküm olduğudur.
Bu ayeti şahit
getirmek hakkındaki meşhur olaylardan biri Hz. Aişe'nin su sözüdür:
"Bismillâhirrahmanirrahîm. Bu kâfirin mümin olduğu, facirin fücurunu terk
ettiği, yalancının artık doğru söylemeye başladığı dünyadan çıktığı anda
Ebubekr b. Kuhafe'nin yaptığı vasiyetidir: Ben size Ömer b. Hattab'ı halife
olarak bıraktım. Eğer o adaletle davranırsa bu benim onun hakkındaki ıtisn-ü
zannım ve umudumdur. Eğer zulmeder ve değişirse ben gaybı bilmem: Zalimler pek
yakında nasıl bir darbe ile altüst olacaklarını gayet iyi bileceklerdir.
"
Kurtubî diyor ki:
"Münkaleb" ile "merci1 kelimeleri arasındaki fark şudur:
Münkaleb, insanın içinde bulunduğu durumun zıddına intikal etmesidir. Merci se
içinde bulunduğu durumdan üzerinde bulunduğu duruma dönmesidir. Dolarıyla her
merci münkalebdir. Ama her münkaleb merci değildir. Bunu Maver-ı; zikretmiştir.
[93]
Bu ayetler
peygamberlik ile kâhinlik (medyumluk, falcılık) ve şairliği kesin çizgilerle
ayırmıştır.
Peygamberlik hak ve
doğrudur. Peygamber kendine Rabbi tarafından vahiy indirilen kimsedir. Kur'an
Allah'ın Peygamberi'nin (s.a) kalbine Cibril-i Emin vasıtasıyla indirdiği
kelâmıdır.
Şeytanların Kur'an
indirmeleri mümkün değildir. Buna güçleri de yetmez. Şeytanlar bununla uyum da
sağlayamazlar. Kur'an iman, hidayet, hak ve istikamete davet eder. Şeytanlar
ise küfür, dalâlet, batıl, fesatçılık ve sapmaya davet eder.
Şeytanlar her iftiracı
(yalancı) günahkâr (davranışlarında fasık ve facir) varlıklardır. Kâhinler de
şeytanlara kulak verirler. Kâhinlerin ve şeytanların çoğu haberlerinde ve
sözlerinde yalancıdırlar. Peygamberlere gelince onlara Cibril-i Emin âlemlerin
rabbi tarafından olduğunda şüphe bulunmayan sadık vahiy indirir.
Ağzı bozuk, müstehcen
şiir söyleyen, çılgın şairlere haktan sapan insan ve cinlerin sapıkları uyar. Bu
şairlerin çoğunluğunun sapık olduklarına delildir. Çünkü onlar sapık
olmasalardı onlara tabi olanlar sapıklar olmazdı. Peygambere gelince ona insan
ve cinlerin salihleri tabi olurlar. Çünkü Peygamber hayır, salâh, iyilik ve
takvaya davet eder.
Şairlerin çoğunluğunun
dalâlette olduğuna iki delil vardır:
- Şairler lüzumsuz
sözlere dalarlar,
- Hakkın yoluna tabi
olmazlar.
Zira Hakk'a tabi olan
ve söylediği şeyin kendi aleyhine yazıldığını bilen kimse doğruluğu araştırır.
Rastgele davranan, söylediğine aldırmayan kimse olmaz. Halbuki şairlerin
çoğunluğu yalan söylerler, sözleriyle bazen kerem ve hayır yolunu gösterirler,
ama kendileri böyle davranmazlar.
Fakat ayrıca salih
şairler de vardır. Bunlar şu dört sıfatı taşıyan kimselerdir:
- Hak olan Allah'a ve
O'nun gönderdiği peygamberine iman etmeleri,
- Allah'ı razı kılacak
şekilde salih amel işlemeleri,
- Sözlerinde Allah'ı
çok zikretmeleri,
- Zulmünden sonra
zalime karşı hakka destek vermeleri.
Bu destekleme, sadece
hakla ve Allah'ın çizdiği şekilde olur. Çünkü bu çizgiyi aşarsa batıla destek
olmuş olurlar.
Kur'an daha sonra
zulmü destekleyen kimseleri sakındırdı ve tehdit etti. Çünkü zalimler Allah'ın
huzurundan nasıl kurtulacaklarını pek yakında bileceklerdir. Zalim cezayı
bekliyor, mazlum ise destek ve zafer bekliyor.
[94]
Peygamberimiz'den
(s.a.) şiir hakkında bir kısmı şiiri ikrar eden, bir kısmı da şiiri kötüleyen
hadisler varit olmuştur.
a) Şiiri
kötüleyen hadis-i şeriflerden biri Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet
ettiği şu hadis-i şeriftir: "Sizden birinizin karnının irin ile dolu olup
onu yemesi içini şiirle doldurmasından daha hayırlıdır."
b) Şiiri
öven hadis-i şeriflerden biri de îmam Ahmed ve Ebu Davud'un İbni Abbas'tan
(r.a.) rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Beyanın bir kısmı büyüleyicidir,
şiirin bir kısmı ise hikmettir."
Bu iki hadis
arasındaki uyum birinci hadisin reddedilen, kötü ve çirkin şiire ait olmasıyla
mümkün olabilir. Meselâ, aslında edebiyatta eşsiz bir sanat olduğu halde
açık-saçık şarkıları anlatan, kadınları ve parlak çocukları diline dolayan,
fısk ve fücurlara davet eden şiir gibi. Şiiri kazanç vesilesi sayan, kendisine
para verildiği zaman aşın derece övgü yağdıran, birşey verilmediği zaman hiciv
ve kötülemede aşırı giden, insanlara mallan ve şerefleri hususunda eziyette
bulunan şairlerin şiirleri de bu nevidendir.
Bunun gibi şairin
şiiriyle elde ettiği kazanç haramdır. Bu hususta söylediği şeyler haramdır.
Buna kulak vermek de helâl değildir. Bilakis bu reddedilmelidir. Ona bir şey
verilmesi de helâl değildir. Zira bu masıyete yardım etmektir. Bu hususu
gerekli görülürse şerefi koruma niyetiyle zaruret için şaire bir miktar para
verilir. Kişinin şerefini koruduğu şey kendisine sadaka olarak yazılır.
Kâfirleri hicvetme,
İslâm'a ve müslümanlara destek olma maksadı güdülmeyen hiciv şiirleri de bu
gibi şiirlerdendir. Eğer şiir müslümanlan hicveden ve müslümanlann ırzını
diline dolayan kimselere karşı ise caizdir ve güzel görülmüştür. Bunun delili:
"Allah kötü sözün açıktan söylenmesini sevmez." (Nisa, 4/148)
ayetidir.
Diğer hadis-i şerifte,
kendisiyle hakkı ortaya koyma, hikmeti anlatma, cahilleri öğretme, mazluma
veya hakka destek olma, vatanı savunma gibi faydalar umulan, nefisleri terbiye
etme, akıllan güzelleştirme ve saflan birleştirme manası ihtiva eden makbul,
güzel ve övgüye lâyık şiirler kastedilmektedir.
Bu iki hadis
arasındaki uyum ve irtibat İslâm'ın orta yolu tutma ve her ş-eyde itidali
gözetme esasımn bir çeşididir.
Abdullah b. Amr b. Âs
(r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu ri-• ayet ediyor: "Şiir
söz gibidir. Şiirin güzeli sözün güzeli gibidir. Çirkini de sö-:~un çirkini
gibidir."[95]
Bu manayı büyük
imamlar, dil ve edebiyat alimleri tekrar etmişlerdir, imam Şafiî (r.a.) şöyle
demiştir: "Şiir söz çeşitlerinden biridir. Şiirin güzeli sö-rin güzeli
gibidir. Çirkini de sözün çirkini gibidir." Yani şiir bizzat mekruh
de-tldir. Sadece muhteva sebebiyle mekruh olabilir. Araplar nezdinde şiirin büyük
yeri ve tesiri vardı.
Ebu Ömer b. Abdilberr
(rh.a.) şöyle diyor: İlim ehlinden ya da akıl sahiplerinden hiçbiri şiirden
güzel olanı inkâr etmemiştir. Sahabîlerin, ilim ehlinden ve lider mevkiinde
bulunanlardan hiçbiri yoktur ki şiir söylemiş, yahut nakletmiş ya da dinlemiş
olmasın. Hepsi de hikmetli veya mubah olan, fuhuş olmayan, müslümana eziyet
bulunmayan sözden memnuniyetini bildirmiştir. Şiir böyle olunca bu çeşit şiirle
nesir aynı şekildedir. Bu gibi hayasız sözleri dinlemek veya söylemek helâl
değildir.
Kısaca: Şiirin de
söylenmesi caiz olanı vardır, mekruh olanı vardır, haram olanı vardır.
Peygamberimiz'in
(s.a.) ikrar ettiği şiirin güzel örneklerinden ve gayet hoş misallerden
bazıları şunlardır:
1- Müslim
Amr b. Şerid tarikiyle babasından rivayet ediyor: Bir gün Ra-sulullah'ın (s.a.)
bineğine bindim. Bana:
- Ezberinde Ümeyye b.
Ebî Sait'in şiirlerinden var mı? diye sordu. Ben de:
- Evet dedim.
Rasulullah (s.a.):
- Oku, bakalım
buyurdu. Ben de bir beyit okudum.
- Devam et, dedi. Ben
bir beyit daha okudum.
- Devam et, dedi.
Nihayet yüz beyit okudum.
Kurtubî diyor ki: Bu
şer'an, aklen ve ahlaken güzel görülen manaları ve hikmetleri ihtiva eden -ve
üstün ahlâka davet eden- şiirleri ezberlemenin caiz olduğuna delildir.
Peygamberimiz (s.a.) Ümeyye'nin şiirinden çok dinlemek istemişti. Çünkü Ümeyye
hikmetli sözler söyleyen biriydi. Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini görmüyor
musunuz?: "Ümeyye b. Ebî Salt az kalsın müslü-man olacaktı."
2- Allah'ı
zikretmek, O'na hamd ü senada bulunmak manasını ihtiva eden şiirler menduptur.
Rasulullah'ı (s.a.) medhetmek böyledir. Hz. Abbas (r.a.) onu medhetmişti.
Peygamberimiz'i (s.a.)
müdafaa etmek de aynı şekildedir. Peygamberimiz Hassan b. Sabit'i (r.a.) bu
konuda takdir etmişti. Sahih rivayette sabit olduğuna göre Rasulullah (s.a.)
Hassan'a: "Onları (kâfirleri) hicvet. Cibril de seninle beraberdir."
yahut "Söyle! Ruhulkudüs de seninle beraberdir." demişti.
İmam Ahmed rivayet
ediyor ki: Ka'b b. Malik (r.a.) Peygamberimiz'e şöyle dedi:
- Allah şairler
hakkında (tenkit edici) bazı ayetler indirdi. Peygamberimiz:
- Mümin kılıcıyla ve
diliyle cihat eder. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki onlara
söylediğiniz bu sözler ok yağmurudur. Yahut. "Onları hicvet. Nefsimi
elinde tutan Allah'a yemin ederim ki bu şiirler onlara ok yağmurundan daha
şiddetlidir."
3- Müslim
Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz'in (s.a) minberde şöyle
söylediğini işittim: Arapların söylediği en şairane söz veya en doğru söz
Lebid'in şu sözüdür. "Dikkat edin, Allah'ın dışında her şey
batıldır."
Dinlenmesi haram olan
ve söyleyenin kınandığı şiir batılı anlatan, hatta en korkak insanı Antere'ye,
en cimri insanı Hatem-i Taîye tercih eden, masum insana iftirada bulunan,
muttaki kişiyi fasık ilân eden, kişinin yapmadığı bir şeyi ifade ederken
aşırılığa kaçan, çok laf konuşan, saçmalayan, gıybet edip çirkin söz söyleyen
kimsenin tavrı gibi gönlü teselli etmek ve söze güzellik katmak arzusuyla
yazılmış şiirlerdir.
İşte Buharî'nin
Sahih'inde "İnsana hakim olan unsurun şiir olması mekruhtur. "
başlıklı babda işaret ettiği mana budur.
Fakat şiir daha önce
beyan ettiğimiz gibi bazan kötülenen şiir örneklerinde olduğu gibi maksadı
sebebiyle "haram" olabilir. Bazan da az veya çok Pey-gamberimiz'i
(s.a.) hicvetmek gibi "küfür" olabilir. Peygamberimiz (s.a.) dışındaki
müslümanları hicvetmenin azı da çoğu da haramdır.
İbnü'l -Arabi diyor
ki: "İstiare ve teşbihlere gelince haddi iyice zorlasa, normal olanı aşsa
da bu hususta izin verilmiştir." Sonra şunu ilâve ediyor: Kısaca: Bir
kulun bütün sözünü ve zamanım dolduracak şekilde hakim olan unsur şiir
olmamalıdır. Bu şer'an zemmedilmiştir.[96]
Adil halife Ömer b.
Abdülaziz (r.a.)
[97]
şairlerin şiirleriyle meydana getirdikleri problemleri sona erdirdi. Onları
şeriat mantığı ve adaletiyle idare etti. Meselâ Şair Ferazdak'a Medine
halkından hiç bir kimseye medih veya hiciv söylememesi için 4.000 dirhem verdi.
Medine halkından şair Ahvas 'a Ebubekir b. Abdülaziz b. Mervan'ı hicvetmemesi
için 100 dinar bağışladı. Şair Cerir kendisini medhettiği halde Amr b. Lece
et-Temimî ile karşılıklı hiciv şiirleri ve atışmalar söylediği için Cerir'i
cezalandırdı. Müstehcen ve kadınlarla ilgili şiirler yazan Ömer b. Ebi
Rabia'ya kızdı. İleri gelenlerin hanımları ve kızlarına şiirlerle sataştığı
için onu Dehlek'e sürdü.
[98]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[4] TTn.rtii.ht. VTT/87
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[12] Razî, XXIV/121.
[13] Razî diyor ki: Akla daha yakın-ölan "hükm"ün peygamberlikten ayrı olduğudur. Peygamberlik "Beni peygamberlerden kıldı." ifadesinden anlaşılmaktadır. "Hüküm" den murad ilimdir. İlim tabiri içine akıl, görüş ve dini (yani tevhidi) bilmek de dahildir.
[14] Zemahşerî, 11/422.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/
[15] Kurtubî, XIII, 92
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[23] Razî, XXIV/131; Zemahşen, 11/424.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[60] Hicr, Medine ile Şam
arasındaki vadinin adıdır.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[70] Ibni Kesir, III/345.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[77] el-Bahru'l-Muhît, VII/41.
[78] Razî, XXIV/171.
[79] İbni Kesir, III/349.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[92] el-Bahru'l-Muhit, VII/49.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/
[95] Bu hadisi Buharı el-Edebü'l-Müfred, Taberanî el-Mu'cemu'l-Evsat kitabında Abdullah b.
[96] Ahkâmü'l-Kur'an, III/1434.
[97] Ahkâmü'l-Kur'an, III/1430; müellifin kendi eseri, Adil Halife Ömer b. Abdülaziz, s. 63.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
10/