ŞUARA SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure ile İlişkisi: 4

Surenin Muhtevası: 4

Surenin Fazileti: 4

Müşriklerin Kur'anı Yalanlamaları Ve Uyarılmaları, Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 6

Firavun'un Hz. Musa'ya Kendisini Terbiye Ettiğini Hatırlatarak Minnette Bulunması 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetler Arası İlişki 8

Açıklaması 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 10

Allahın Varlığını İspat Konusunda Hz. Musa (A.S) İle Firavun Arasındaki Mücadele. 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 12

Ayetler Arası İlişki 12

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Hz. Musa'nın Mucizesi Ve Firavun'un Bunu Sihirbazlık Olarak Nitelendirmesi 14

Kelime ve İbareler: 15

Açıklaması 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 16

Muazzam Bir Topluluk Huzurunda Yapılan Karşılaşmada Sihirbazların Allah'a İman Etmeleri 16

Kelime ve İbareler: 16

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Hz. Musa (A.S.) İle Kavminin Kurtulmaları, Firavun İle Ordusunun Boğulması 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Açıklaması 21

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 23

Putlara Tapmanın Reddedilmesi, İbadete Lâyık Rabbin Sıfatlarının Beyan Edilmesi 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 24

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Hz. İbrahim'in (S.A.) Duası İhlâslı Ve Allah'a Yönelenlerin Duasıdır. 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki 27

Açıklaması 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

Kıyamet Gününün Vasıfları Allah'ın Sevap Ve Cezası, Müşriklerin Pişmanlıkları 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Belagat: 32

Kelime ve İbareler: 32

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

Hz. Hud (A.S.) İle Kavmi Kıssası 36

Kelime ve ibareler: 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Hz. Salih (A.S.) İle Kavmi Kıssası 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 40

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Hz. Lut (A.S.) İle Kavmi Kıssası 41

Belagat: 42

Kelime ve ibareler: 42

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 43

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Hz. Şuayb (A.S.) İle Kavmi Kıssası 44

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlîşki 45

Açıklaması 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 47

Müşrikleri Uyarmak Ve Müminleri Müjdelemek İçin Allah Tarafından Kuranın İndirilmesi 48

Belagat: 48

Kelime ve İbareler: 49

Nüzul Sebebi 49

Ayetler Arası İlişki 50

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Davetçinin Tebliğ Tarzı Ve Vazifeleri 55

Belagat: 55

Kelime ve İbareler: 55

Nüzul Sebebi 55

Ayetler Arası İlişki 56

Açıklaması 56

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Müşriklerin Peygamberin Kâhin Veya Sihirbaz Olduğu Şeklindeki İftiralarının Reddedilmesi 58

Belagat: 58

Kelime ve İbareler: 58

Nüzul Sebebi 58

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 61

İslâm'ın Şiire Bakışı 61


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

ŞUARA SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Şuara Suresi'ne "Şairlere gelince onlara sapıklar uyarlar." ayetiyle başla­yıp "İman edenler ve ameli salih işleyenler bundan müstesna..." ayetiyle devam eden "şuara (şairler)" hakkındaki ayetlerle son bulduğu için bu ad verilmiştir. Bu ayetler de Muhammed'in (s.a.) şair olduğunu ve onun getirdiği kitabın şiir kabilinden olduğunu iddia eden müşriklere reddiye kasdıyla nazil olmuştur. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin Furkan Süresiyle hem konu, hem başlangıç hem de sonuç iti­bariyle irtibatı gayet açıktır.

Konu yönünden: Furkan Suresi'nde mücmel olarak zikredilen peygamber­lerin kıssaları bu surede zikredilen sıraya göre önce Hz. Musa'nın kıssasıyla başlayarak tafsilatıyla anlatılmıştır. Bu, iki sure arasındaki irtibatı temin eden gayet hoş bir sırdır.

Furkan Suresi'nde peygamberler arasındaki pek çok nesillere işaret edil­miştir. Burada ise Hz. İbrahim, Şuayb kavmi ve Lût kavmi kıssaları tafsiyatıyla yer almıştır.

Başlangıç açısından: Her iki sure de Kur'an-ı Kerim'i ta'zim ile başladı. "Furkan'ı (hakkı batıldan ayırd eden Kur'an'ı) indiren Allah yüceler yücesidir." ve "Bunlar apaçık kitabın (Kur'an'ın) ayetleridir."

Sonuca bakılırsa: Her iki surenin sonu birbirine benzemektedir. Furkan Suresi hakkı yalanlayanları tehdit ederek müminlerin cahillere "Selâmette ola­sınız" dediklerini ve boş söze dalmayıp güzelee çekip gittiklerini anlatarak sona ermiştir. Şuara Suresi de hakkı yalanlayan zalimleri tehdit ederek salih amel­ler işleyen, Allah'ı çok zikreden ve zulme uğratıldıktan sonra öçlerini alan mümin şairlerden razı olunduğunu bildirerek sona erdi. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure diğer Mekkî sureler gibi tevhidi (Allah'ın birliğini) nebevi risaleti ve öldükten sonra dirilmeyi ispat etme gibi iman ve itikadın temel esaslarını ihtiva etmektedir. Bu sebeple bu surenin ayetleri zecretmek, korkutmak ve çok etki etmek için kısa ayetler olmuştur.

Sure; Kur'an-ı Kerim'in hidayet hususundaki hedefinin beyan edilmesi, salih müminlerin cennetle müjdelenmesi, ahirete inanmayan kâfirlerin azapla korkutulması, Kur'an'ın Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy olarak indirildiğinin is­pat edilmesi, kavminin onun peygamberliğine iman etmekten yüz çevirmele­rinden dolayı Ona teselli verilmesi, bitkilerin Allah'ın varlığına ve birliğine de­lil olarak zikredilmesi konularıyla başlamıştır.

Daha sonra hakkı yalanlayanlara ders olması için peygamberlerin kavim­leriyle olan kıssalarına yer vermiştir. Önce Hz. Musa kıssası ve mucizeleriyle diktatör Firavun'a karşı ve kavmiyle Allah'ın birliği hakkında tartışmaları, Hz. Musa'nın apaçık mucizelerle te'yit edilmesi ve sihirbazların Hz. Musa ve Ha­run'un Rabbine iman etmeleriyle başladı. Bunun ardından Hz. İbrahim Ha­lil'in (a.s.) babası ve putperest kavmiyle olan kıssası, Hz. İbrahim'in (a.s.) put­lara tapmayı reddetmesi ve Allah'ın birliğini ispat etmesi anlatıldı.

Bundan sonra Hz. Nuh, Hud, Salih, Lût, Şuayb (a.s.) kıssalanyla bu pey­gamberlerin puta tapıcılığa, ahlâkî ve içtimaî anarşiye karşı amansız mücade­leleri, peygamberleri yalanlamanın akıbeti ve azgın diktatörlerin hayatlarının çeşitli korkunç azaplarla sona ermesi beyan edildi.

Bunun ardından surenin başlangıcı gibi sonunun da yüce Kur'an'ın şey­tanların sözü değil de âlemlerin rabbi tarafından indirilmiş vahiy olduğunu is­pat etti. Hz Muhammed'in (s.a.) kâhin veya şair olmayıp Allah'ın risaletini kendi kavmine ve bütün insanlığa tebliğ etmek için görevlendirilmiş Allah'ın Rasulü olduğunu, onun muvahhidler neslinden olduğunu, müşriklerin davra­nışlarından berî olduğunu ifade etti. Müşriklerin iftiralarını ve Kur'an-ı Ke-rim'in iftiracı, mücrim kişilere inen şeytanların indirdiği ayetler olduğu şeklin­deki iddiaları reddetti. Müşriklere, şairlere tabi olanların mücahid salih müminler olmayıp sapık ve azgın kişiler olduğunu bildirdi. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Bu surenin fazileti hakkında biri İbni Abbas'tan (r.a.) diğeri Bera b. Âzib'-den (r.a.) iki hadis nakledilmiştir.

İbni Abbas (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Bakara olayının anlatıldığı sure zikr-i evvelden, Tâ-Hâ ve Tâ-Sin-Mim sureleri Musa'nın levhalarından, Kur'an'ın fatihaları ve Bakara Sure­si'nin son ayetleri Arş'ın altından bana verildi. Mufassal sureler nafile (ziyade hayır) olarak bana verildi."

Berâ b. Azib (r.a.) Peygamberimizin (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Allah bana ilk uzun yedi sureyi Tevrat'ın yerine, Mübîn suresini İn­cil'in yerine, Ta-Sin-Mim'leri Zebur'un yerine verdi. Beni Ha-Mim'ler ve mufas­sal surelerle üstün kıldı. Bu sureleri benden önce hiçbir peygamber okumadı. "[4]

 

Müşriklerin Kur'anı Yalanlamaları Ve Uyarılmaları, Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi

 

1- Tâ, Sîn, Mîm.

2- Bu ayetler hakkı beyan eden Kitab'ın ayetleridir.

3- (Ey Muhammedi) İman etmiyorlar di­ye neredeyse kendini mahvedeceksin.

4-  Eğer dilersek biz o inkâr edenlerin üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.

5- Onlar Rahman'dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler.

6- Onlar hakkı yalanladılar. Alay etmek­te oldukları o (korkunç) şeyin haberleri yakında kendilerine ulaşacaktır.

7-  Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı? Biz orada her bitkiden nice değerli çift­ler yarattık.

8- Şüphesiz ki, bunlarda büyük bir delil vardır. Ne var ki onların çoğu iman eden kimseler değildirler.

9-  Şüphesiz ki senin rabbin mutlak ga­liptir, çok merhametlidir.

 

Belagat:

 

"... Ona boyun eğmek zorunda kalırlar." ifadesi inkâr edenleri kaplayacak zillet ve horlanmadan kinayedir.

"Alay etmekte oldukları o (korkunç) şeyin haberleri yakında kendilerine ulaşacaktır." ifadesi ise ceza ile tehdittir.

"Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı?" cümlesi Allah'ın varlığının ve birliği­nin delillerini incelemeyi ihmal etmek üzerine tevbih (azarlama) amacı taşıyan bir sorudur. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tâ, Sîn, Mîm" Sin harfinin sonundaki nun mim harfine idgam yapılarak Tâ-Sîm-Mîm şeklinde okunur. Bu elif-bâ harflerinden murad daha önce açıkla­dığımız gibi Kur'an-ı Kerim'in mucize oluşuna işaret etmek ve Araplara bunla­rın benzerlerini getiremeyecekleri şeklinde meydan okumaktır. Bunlar Arapların dillerini meydana getiren ve her Arabm konuşmasının temel taşlan olan elif-bâ harfleridir. Halbuki Araplar ifade üstadları, fesahat ve belagat süvarile­ri idiler. Buna göre bu harfler "elâ" v.b harfler ve nida harfi olan "yâ" harfi gibi dikkat çekme harfleridir.

"Bu ayetler hakkı beyan eden Kitab'ın ayetleridir." Yani bu suredeki bu ayetler yahut Kur'an'ın bütün ayetleri mucize olduğu ve doğruluğu gayet açık olan, hakkı batıldan ayırd eden Kur'anın ayetleridir. "Ayât" kelimesinin "el-ktâb" kelimesine muzaf olması "min" manasmdadır, yani kitaptan ayetler de­mektir.

(Ey Muhammedi.) "Neredeyse" Burada ayetteki "lealle" kelimesiyle yadır­gama ve şefkat etme maksadı güdülen soru manası murad edilmektedir. Yani bu üzüntüyü hafifletmek suretiyle nefsine şefkatle davran.

"... iman etmiyorlar diye" kavmin olan Mekkelüerin iman etmemeleri sebe­biyle "kendini mahvedeceksin." Gam ve üzüntüden dolayı kendini bitirecek, nefsini helak edeceksin.

"Eğer dilersek biz o inkâr edenlerin üzerine gökten bir mucize" imana zor­layıcı bir delil yahut imana zorlayacak ağır bir belâ "indiririz de ona boyun eğ­mek zorunda kalırlar." Yani o boyunların sahipleri teslim olmak zorunda kalır. Nitekim "nefis" için "vech" kelimesiyle kinaye yapılmıştır.

Boyunlar akıl sahiplerinin sıfatlarıyla -yani teslim olmakla- tavsif edilince boyunlar da akıllı varlıklar gibi kullanılmıştır. Sıfat akıllı varlıklar gibi çoğul yapıldı. Ayetin aslı "Ona boyun eğmeye devam ettiler." anlamındadır.

"Onlar Rahman'dan" peygamberine vahiy suretiyle "kendilerine gelen" tekrar tekrar hatırlatmak ve emre çeşitlilik vermek için "her yeni" inen "öğüt­ten" hatırlatma ve nasihatten, Kur'an'dan "mutlaka yüz çevirirler." Yeniden uzaklaşırlar, yeniden bulundukları durumda ısrar ederler.

"Onlar" bu ilâhî öğütten yüz çevirdikten ve kendilerini Kur'an'la alay et­meye sürükleyecek kadar "hakkı" yalanlamakta ileri gittikten sonra bu ilâhî öğütleri "yalanladılar." Hak mı batıl mı diye "Alay etmekte oldukları o" kor­kunç "şeyin haberleri" akıbeti "yakında kendilerine ulaşacaktır." Yani azap ya Bedir gününde olduğu gibi dünyada yahut ahirette onlara gelecektir.

"Onlar hiç yeryüzüne" oradaki hayret verici varlıklara "bakmazlar mı? Biz orada her bitkiden nice" faydası çok övgüye lâyık "değerli çiftler yarattık." Ayet­te geçen "kerim (değerli)" kelimesi övülecek, hoşlanılacak her şey için kullanı­lan bir sıfattır.

"Şüphesiz ki bunlarda" bu çeşit çeşit bitkilerin yeşertilmesinde bunu ye­şerten kimsenin tam bir kudret ve hikmet sahibi olduğuna, nimeti ve rahmeti bol olduğuna "büyük bir delil vardır. Ne var ki" Allah Tealâ'nın ilminde "onla­rın çoğu iman eden kimseler değildirler." Bunlar gibi büyük mucizeler onlara fayda vermez.

"Şüphesiz ki senin rabbin Azizdir." İzzet sahibidir, her şeyden üstündür, kâfirlerden intikam almaya kadirdir. "Rahim'dir." Zira onlara mühlet vermektedir. Yahut kâfirlerden intikam alma hususunda güçlüdür, tevbe eden ve iman eden kimselere de çok merhamet edendir. [6]

 

Açıklaması

 

"Tâ, Sîn, Mim. Bu ayetler hakkı beyan eden kitabın ayetleridir." Yani bu Kur'an tâ, sin, mim gibi Arap harflerinden meydana gelmiştir. Bu harflerle benzerini getirmeleri için Araplara meydan okuma amacı güdülmektedir. Bun­dan aciz kaldıklarından, bunun Allah'ın peygamberine vahyedilen kelâmı oldu­ğunu kabul etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bunlar hakkı batıldan, imanı küfürden ayırd eden her şeyi gayet açık-seçik beyan eden Kur'an ayetleridir.

"İman etmiyorlar diye sen neredeyse kendini mahvedeceksin."

Ya Muhammed (s.a.)! Sen kavminin peygamberliğine iman etmemesi sebe­biyle üzüntüden dolayı kendini helak mi edeceksin?

Bu Allah tarafından Rasulü'ne yapılan kendisine iman etmeyen kâfirler hakkında bir tesellidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O halde senin nefsin onlar için duyduğun üzüntülerle bitip tükenmesin." (Fatır, 35/8); "Neredeyse sen bu (ilâhî) söze inanmazlarsa bir üzüntü duyarak arkalarından kendini mahvedeceksin. "(Kehf, 18/6).

"Eğer dilersek biz o inkâr edenlerin üzerine gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar." Yani Allah her şeye kadirdir. Dolayısıyla biz onların başına onları zorla imana sevkedecek bir mucizeyi gökten indirir­dik, onlar boyunlarını eğerek zelil bir şekilde teslim olurlardı ya da onların bü­yükleri ve liderleri itaat ederlerdi ama biz bunu yapmadık. Çünkü biz herkes­ten zorla değil sadece kendi tercihi, arzusu ve rızasıyla iman etmesini istiyo­ruz.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer Rabbin dileseydi yeryü­zünde bulunan herkes elbette toptan iman ederlerdi. Böyle iken sen hepsi mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?"(Yunus, 10/99); "Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları muhakkak ki tek bir millet yapardı." (Hûd, 11/118). Yani bizim ilâhî sünnetimiz peygamberlerin insanoğluna gönderilmesi, basiret­le ve ikna olarak iman etmeleri için insanlara ilâhî kitapların indirilmesi şek­linde gerçekleşti.

Fakat kâfirler küfürde ileri gitmişler, sapıklığa iyice dalmışlar, inatçılık yapıyorlar, haktan yüz çeviriyorlardı. "Onlar Rahman'dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler." Yani kendilerine gökten ne zaman ilâ­hî kitap gelse insanların çoğu bundan yüz çevirirlerdi. İlâhî kitapların yeniden indirilmesinin amacı sadece düşünmeleri, fikir yürütmeleri, hidayeti bulmaları ve ıslah olmaları için tekrar hatırlatma yapmak ve üslûpta çeşitlilik içindir. Ancak Allah kendilerine her yeni öğüt ve hatırlatmayı gönderdikçe yeniden yüz çevirmişler ve yalanlamışlardı.

"Onlar hakkı yalanladılar. Alay etmekte oldukları o (korkunç) şeyin haber­leri yakında kendilerine ulaşacaktır." O müşrikler Peygamberin (s.a.) getirdiği ilâhî öğüdü ve hakkı yalanladılar, sonra alay etmeye yöneldiler. Onlar yakın gelecekte bu yalanlamanın ve alay etmenin sonucunu gayet iyi bileceklerdir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunun haberini pek yakında hepiniz mutlaka bileceksiniz." (Sad, 38/88); "Ey kulların üzerine çöken büyük pişmanlık! Zira onlar kendilerine herhangi bir peygamber gelirse onunla alay ederlerdi." (Yasin, 36/30).

Sonra onlar Allah'ın kâinattaki kudretinin ayetlerini ve görünen eserlerini düşünmekten de yüz çevirdiler. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı? Biz orada her bitkiden nice değerli çiftler yarattık."

Yani Onlar Allah'ın yarattığı ve orada her cinsten çok faydalı bitkiler ve meyveler yeşerttiği yeryüzüne bakmıyorlar, bununla Allah'ın hakimiyetinin büyüklüğüne, göz kamaştırıcı kudretine delil getirmiyorlar mı? Allah vardır, birdir, bu kavmine hidayet vermeye ve her şeye kadirdir.

Hem "kem" hem de "kül" kelimesinin bir arada getirilmesi "küll" kelimesi­nin bütün tafsilatıyla bitkilerin çeşitlerini ve çiftlerini kuşattığı içindir, "kem" kelimesi ise bu çevre çok çok çeşitlidir anlamını vermek içindir. Dolayısıyla ayet çeşitlilik, çokluk ve her şeyi kuşatmayı bir arada toplamıştır.

"Şüphesiz ki bunlarda büyük bir delil vardır. Ne var ki onların çoğu iman eden kimseler değildirler."

Yani bitkilerin bu şekilde yeşertilmesinde her şeyi yaratan Allah'ın kudre­tine, O'nun can vermeye ve diriltmeye kadir olduğuna delâlet vardır. Bununla birlikte insanların pek çoğu iman etmediler, bilakis onu, peygamberlerini ve ki­taplarını yalanladılar, Onun emrine muhalefet ettiler ve O'nun nehyettiklerini işlediler.

"Şüphesiz ki Rabbin Azizdir, Rahim'dir." Yani ey Peygamber! Senin Rab-bin her dilediğine kadirdir. O her şeye galip olan ezici güç sahibidir, yarattıkla­rına çok merhametlidir. Kendisine isyan edenleri hemen cezalandırmaz. Bilâ­kis öylelerine mühlet verir, belki bu bataklıktan kurtulur diye cezalarını erte­ler. Sonra da hükmünde galip ve muktedir bir kimsenin yakalaması şeklinde yakalayıp cezalandırır. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Kur'an-ı Kerim hakkı beyan eden, batılı çürüten, hükümler koyan, hi­dayet ve doğru yola davet eden Allah'ın gayet açık-seçik mucize kelâmıdır.

2- Ey Peygamber! Kavminin seni yalanlamalarına, senin risaletinden yüz çevirmelerine Kur'an'a ve İslâm davetine iman etmemelerine aşırı derece üzül­mene ve kederlenmene gerek yoktur.

3- Yüce kudretin sahibi olan Allah onları iman etmeye zorlayan açık bir mucize indirmeye kadirdir. Fakat bunu yapmamıştır. Çünkü O'nun sünneti ve hikmeti imanı zorlama ve icbar olmayan tercihe bağlı bir keyfiyet kılmıştır.

"Dinde (dine girişte) zorlama yoktur. Doğru yolla sapıklık açıkça ortaya çıkmıştır." (Bakara, 2/256).

4- Öğütlerin ve hatırlatmaların yenilenmesine rağmen müşrikler hidayet­ten yüz çevirdiler, peygamberlere indirilen şeyi yalanladılar. Yalanladıkları ve alay ettikleri o korkunç şeyin akıbeti yakında kendilerine gelecektir.

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak kâfirleri önce indirilen Kur'an'dan yüz çevir­mekle, ikinci olarak yalanlamak suçlamasıyla, üçüncü olarak alay etme derece­sine kadar inkâr etme vasfıyla tavsif etti.

5- Mu'tezile "Rahman'dan gelen her yeni öğüt" ayetini Kur'an-ı Kerim'in yaratılmış olduğuna delil olarak saydılar. "Bu zikir Kur'an'dır." dediler. Bunun delili de "Bu mübarek bir zikirdir." (Enbiyâ, 21/50) ayetidir. Bu ayette zikrin muhdes (sonradan meydana gelmiş) ve bundan da Kur'an'ın muhdes (sonradan meydana gelmiş) olma sonucu çıkmaktadır. Bunun cevabı şudur: Bu muhdes-lik, meydana gelen vahiyle gönderilip tilâvet olunan lafızlar için kullanılmıştır. Kur'an'ın aslı olan "kelâmullah" olma keyfiyeti ise Allah Tealâ'nm ezeli oluşu gibi ezelidir.

6- Allah Tealâ "Onlar hiç yeryüzüne bakmazlar mı?" ayetiyle azamet ve kudretine dikkat çekmektedir. Şayet onlar kalpleriyle görür, basiretleriyle ba­karlarsa ibadete lâyık olan Allah herşeye kadirdir.

Bunun delili "Şüphesiz ki bunlarda büyük bir delil vardır." ayetidir. Yani yeryüzünde bitkilerin yeşertilmesi, büyütülmesi şeklinde zikredilen ayetlerde Allah'ın kudret sahibi olduğuna açık bir delil vardır. Fakat insanların çoğu kendileri hakkındaki ezelî ilmi tasdik edecek değildirler. Şüphesiz ki Allah düşmanlarına karşı kuvvetlidir. Onlardan intikam alıcıdır, dostlarına karşı da merhametlidir. [8]

 

Firavun'un Hz. Musa'ya Kendisini Terbiye Ettiğini Hatırlatarak Minnette Bulunması

 

10- Hani Rabbin, Musa'ya şöyle nida et­mişti: "O zalimler kavmine git.

11- Firavun kavmine git; onlar hiç kork­mazlar mı?"

12-  (O) şöyle dedi: "Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarından korkuyorum."

13-  Göğsüm daralır, dilim de dönmez. Onun için Harun'a da (Cebrail'i) gön­der.

14- Hem ben onlara karşı suçluyum. On­ların beni öldürmelerinden korkarım.

15- Allah şöyle dedi: "Hayır, (korkma)! ikiniz de ayetlerimizle gidin. Biz sizinle beraberiz, her şeyi işitiriz.

16- Firavun'a gidin. Ona: "Biz âlemlerin Rabbi'nin (Allah'ın) peygamberiyiz.

17-  İsrailoğuüarı'nı bizimle serbest bı­rak, deyin."

18-  Firavun: "Biz seni çocukken yanı­mızda büyütmedik mi? Ömrünün birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?

19-  Sonunda yapacağın davranışı da yaptın. Sen nankörlerden birisin." dedi.

20- Musa: "Ben o suçu işlediğim zaman cahillerden biriydim.

21-  Sizden korkunca da aranızdan kaç­tım. Nihayet Rabbim bana hüküm bah­şetti ve beni peygamberlerden kıldı.

22- İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşı­lığında (yaptığın ve) başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" (dedi.)

 

Belagat:

 

"Göğsüm daralır", "dilim de dönmez" ifadeleri arasında mukabele sanatı vardır.

"Rasul" ve "ersele" kelimelerinde cinas-ı iştikak vardır.

"Seni büyütmedik mi?.." (Şuara, 26/18) ayetinde hazif yoluyla îcaz yapıl­mıştır. Takdir şöyledir: Firavun'a gidin. Ona bunu söyleyin. Bunun üzerine Fi­ravun Musa'ya: "Biz seni çocukken yanımızda büyütmedik mi?" dedi.

"Harun'a da elçi gönder." ifadesinde de hazif yoluyla îcaz vardır. Yani Ceb­rail'i Harun'a gönder ve onu bana yardımcı olacak ve bana destek olacak bir peygamber kıl demektir. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani Rabbin, Musa'ya" ateş ve ağacı gördüğü gece "nida etmişti." Bura­daki "iz" edatı mukadder bir fiile bağlıdır. Bu fiil ya "hatırlat" anlamındaki ya da "Ey Muhammed kavmine oku" anlamındaki fiillerdir.

İnkarcılık, İsrailoğullan'nı köleleştirmeleri ve evlâtlarını kesmeleri sebe­biyle zulüm işleyen "O zalimler kavmine" Rasul olarak "git."

"Firavun kavmine git." Buradaki ikinci "kavm" kelimesi birinci "kavm" ke­limesinden bedel veya atf-ı beyandır. "Onlar hiç" Allah'a itaat etmez, Ondan "korkmazlar mı?" Onu bir olarak kabul etmezler mi? Bu soru inkârîdir. Bu yeni bir başlangıç cümlesidir. Onların zulümle aşırı gitmelerinden ve haksızlığa cür'et etmelerinden dolayı hayret ederek kendilerini uyarmak için onun kendi­lerine elçi olarak gönderildiği ifadesi ile devam edilmiştir. Burada takvaya zi­yadesiyle teşvik vardır.

Onların beni yalanlamalarından dolayı "Göğsüm daralır." Bu risaleti (ilâhî mesajı) yerine getirmek için dilimde bulunan ukde sebebiyle "Dilim dönmez. Onun için Harun'a da gönder." Yani kardeşim Harun'un peygamber olması için Cibril'i benimle birlikte kardeşim Harun'a da gönder.

"Hem ben onlara karşı suçluyum." Benim onlara karşı günah sorumlulu­ğum var. Burada muzaf hazfedilmiştir. Murad edilen mana kıptînin öldürülme­sidir. Bunu onların kanaatine bakarak "günah" olarak isimlendirdi. Bu sebeple "Onların beni öldürmelerinden korkarım." Bu adam öldürme peygamberliğin verilmesinden önce idi.

"Allah şöyle dedi: Hayır!" "Kellâ" kelimesi zecir ve red ifadesidir. Yani Al­lah'a güven, onlardan korkma. Onlar seni öldüremezler, demektir. "İkiniz de" sen ve kardeşin "ayetlerimizle" mucizelerimizle "gidin." Burada 2. şahıs 3. şah­sa galip kılınmıştır. Bu ifade "kellâ (hayır)" kelimesinin delâlet ettiği fiile atfe-dümiştir. Sanki şöyle denmiştir: Ey Musa! Bu zannından vazgeç, sen ve seninle birlikte peygamber olmasını talep ettiğin Harun beraberce gidin.

"Biz sizinle beraberiz." Yani Musa, Harun ve Firavun'la beraberiz. Yahut cemi sigasıyla kullanılmıştır. Biz sizin söylediklerinizi, size söylenenleri, ikiniz­le Firavun arasında cereyan eden sözleri her şeyi "işitiriz." Ona karşı ikinize istünlük veririz.

"Firavuna gidin. Ona: Biz âlemlerin Rabbinin peygamberiyiz." Yani iki­mizden her biri Allah tarafından sana gönderilen elçidir deyin. Yahut bununla cins murad edilmiştir yahut bu kelime (peygamber) gönderme ve risalet mana­sı ihtiva etmektedir.

"îsrailoğulları'nı bizimle" birlikte Şam diyarına gitmek üzere "serbest bı­rak, deyin." Firavun'a gittiler.

"Firavun" Musa'ya: "Biz seni çocukken" bebek iken alıp "yanımızda büyüt­medik mi?" Hz. Musa doğuma yakın olduğu ve sütten kesildikten sonra getiril­diği için "velid" kelimesiyle adlandırılmıştır. "Ömrünün bir çok yıllarını" 30 yılı "aramızda geçirmedin mi?" Hz. Musa Firavun'un elbiselerini giyer, onun binek­lerine biner, Firavun'un oğlu diye adlandırılırdı. Sonra Medyen'e gidip 10 sene orada kaldı. Sonra memleketine dönüp 30 sene Allah'a davet etti. Firavun ve kavminin boğulmasından sonra 50 sene daha yaşadı.

"Sonunda yapacağın davranışı da yaptın." Yani kıbtîyi öldürme suçunu iş­ledin, dedi. Firavun Musa'nın üzerindeki iyiliklerini tek tek saydıktan sonra bu olayı büyülterek onu azarladı. "Sen nankörlerden birisin." Seni terbiye etmek suretiyle sana olan iyiliklerimi ve seni köleleştirmeme nimetini inkâr edenler­den birisin "dedi."

"Musa: Ben o suçu işlediğim zaman cahillerden biriydim." Musa, ben o su­çu işlerken hata ederek yahut bilmeden Allah bana ilim ve peygamberlik ver­meden önce işledim "dedi." Çünkü Hz. Musa'nın tfloptîyi öldürme kasdı yoktu. Hz. Musa "Sizden korkunca aranızdan" çıkarak Medyen'e "kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm" hikmet ve ilim "verdi" dedi.

"... Başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" Beni terbiye etmen bana za­hiren minnette bulunduğun bir nimettir. Halbuki bu gerçekte senin îsrailoğul­ları'nı köleleştirip çocuklarını kurban etmendir.

Yani onları köle olarak kullandın ama beni köleleştirmedin. Sen onları kö­leleştirmek suretiyle zulmettiğin için senin bu şekilde nimetin yoktur.

Bazıları da sözün başında inkâr manasında bir soru edatı takdir etmişler­dir. Buna göre: Senin onları köleleştirmen yanında bu başa kaktığın şey de bir nimet midir? Senin benim başıma kaktığın nimet İsrailoğulları'nı köleleştirip beni köle olarak kullanmamandır.

1- Hz. Musa kıssası Bakara, A'raf, Yunus, Hud, Tâ-Hâ, Şuara, Nemi, Kasas, Gafir (Mümin), Secde (Fussılet) ve Naziat surelerinde değişik üslûplarla anlatılmıştır. [10]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kur'an'da birçok surede^ çok defa tekrar edilen bu kıssanın burada zikre-dilmesiyle Peygamberimiz (s.a.) için kavminin yaptığı engelleme, yüz çevirme ve yalanlamaya karşı bir teselli verilmektedir.

Allah Tealâ müşriklerin O'nun risaletini yalandıklarını, onların uyarıldık­larını ve bitkilerin yeşertilmesiyle Allah'ın birliğinin ispat edildiğini zikrettik­ten sonra Hz. Musa'nın peygamberliği apaçık mucizelerle ispat etmesine rağmen kendisini yalanlayan Firavun ve kavmi ile Hz. Musa kıssasını zikretti. Ayetler ve uyarılar fayda vermeyince hakkı yalanlayanları kötü azap kuşatmış ve inkâr ve yalanlamalarının cezası olarak Allah onları denizde boğmuştu. [11]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ bu kıssasıyla Musa b. İmran'ın peygamber olarak gönderilme­sini, Rabbinin ona hitap etmesini ve O'nun Tur dağının sağ tarafından Rabbine yakarışını anlatarak başlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Hani Rabbin Musa'ya: "O zalimler kavmine git, Firavun kavmine git; on­lar hiç korkmazlar mı?" diye nida etmişti.

Yani Ey Muhammedi Kavmine şu olayı hatırlat. Hani Allah mukaddes Tuva vadisindeki Tur dağının sağ tarafından Musa'ya nida etmiş, onunla konuş­muş ve ona hitap etmişti. Musa'yı seçmiş, peygamber olarak göndermiş ve Ona şirk koşmaları, İsrailoğullan'nı köleleştirmeleri ve onların çocuklarını boğazla­maları sebebiyle kendi kendilerine zulmeden zalim Firavun ve kavmine gidip onları sadece Allah'a kulluk etmeye, Firavun'un ilâhlaştınlması fikrinden vaz­geçmeye davet etmesini emretmişti.

Allah, Musa'ya onların durumuna hayret etmesi için şöyle buyurdu: Onlar benden sakınmıyorlar mı? Benim şiddetimden ahiretteki intikamımdan kork­muyorlar mı? Bana isyan etmekten, küfürlerine vjenaddi aşmalarına karşılık onlara vereceğim azabımdan sakınmıyorlar mı?

"Onlar hiç korkmazlar mı?" ifadesi yeni bir başlangıç cümlesidir. Bunun ardından Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın onlara uyan için gönderildiğini, onların başlarına gelecek feci akıbetten emin olduklarını ve Allah'tan pek az korktuk­larını zikretti.

Hz. Musa'nın Allah Tealâ'dan işittiği nida Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'ye göre işitilen kelâm olmakla birlikte Allah'ın harflere ve seslere benzemekten mü­nezzeh olan ezelî kelâmıdır. Ebu Mansur el-Matüridî ise şöyle demiştir: Mu­sa'nın işittiği kelâm harfler ve sesler cinsindendi.[12]

"Musa şöyle dedi: Ey Rabbim! Onların beni yalanlamalarından korkuyo­rum. Göğsüm daralır, dilim de dönmez."

Yani Musa Rabbine icabet ederek şöyle dedi: Ey Rabbim! Ben onların beni yalanlamalarından korkarım, üzülürüm. Yaptıklarından etkilenerek ve acı du­yarak göğsüm daralır, peygamberliği yerine getirmek için üzerime vacip olan şeyi ifade etmeye dilim dönmez, kekelerim. Halbuki kardeşim Harun'un dili benden daha fasih, vücudu benden daha güçlüdür. "Onun için Harun'a da pey­gamberlik ver." Harun'u da benim gibi peygamber kıl yahut O'nun da benimle birlikte bana destek ve yardımcı olacak bir nebi ve rasul olması için Cebrail'i vahiyle O'na gönder.

Bir ikinci sebep de şudur: "Hem ben onlara karşı suçluyum. Onların beni öldürmelerinden korkarım." Yani ben Mısır'dan çıkmama sebep olan bir olay, peygamberlikten önce bir kıptîyi hataen öldürme olayı sebebiyle kıptî kabilesi­ne karşı suçluyum. Eğer yalnız başıma olursa bu sebeple beni öldürmelerinden korkarım. O zaman da peygamberlikten beklenen amaç gerçekleşmez.

Bu ifade peygamberlerin de diğer insanlar gibi bazan korkuya kapılabile-ceğini ima etmektedir. Böyle bir korku Peygamberimiz (s.a.) için de vaki olmuş Cenab-ı Hak da onu "Allah seni insanlardan (insanların şerrinden) korur." (Maide, 5/67) buyurarak bu korkuyu gidermiştir.

Kısaca: Bunlar Hz. Musa'nın Allah'tan, kaldırmasını istediği mazaretler ve kendisiyle birlikte Hz. Harun'un da Firavun ve kavmine peygamber olarak gönderilmesi için saydığı sebeplerdir.

Hz. Musa Firavun ve kavminin kendisini yalanlamalarından korktuğunu söyleyerek mazeret beyan etmeye başladı, ikinci olarak bundan etkilenerek ve elem duyarak göğsünün daralacağını söyledi. Sonra da üçüncü/olarak dilinin dönmemesini zikretti. Halbuki Harun (a.s.) kendisinden daha fesih bir lisana ve daha sakin bir mizaca sahipti.

Sonra dördüncü olarak, bir suçunun olduğunu söyledi. Bu suç peygamber­likten önce hataen işlediği adam öldürme suçu idi. Bu sebeple kıptîlerin derhal kendisini öldürmeye teşebbüs edeceklerinden ve dolayısıyla risaleti (ilâhî me­sajı) ulaştırma ve ayma görevini yerine getirememekten korktu.

Hz. Musa'nın arzulan iki noktada toplanıyordu.

- Kendisinden kötülüğün, şerrin ve ihmalkârlığın kaldırılması,

- Kendisiyle birlikte Hz. Harun'un da elçi olarak gönderilmesi. Cenab-ı Hak da O'nun bu arzularını kabul edip şöyle buyurdu:

"Hayır (korkma)! İkiniz de ayetlerimizle gidin. Biz sizinle beraberiz. Her şeyi işitiriz."

Yani Allah, Musa'ya şöyle dedi: Ya Musa! Bu kanaatinden vazgeç. Hiçbir şeyden korkma. Çünkü onlar seni öldüremezler.

Cenab-ı Hak, Hz. Musa'nın ikinci arzusuna da "İkiniz de gidin" kavliyle icabet etti. Yani sen ve talep ettiğin kardeşin Harun beraberce sizlerin doğrulu­ğuna delâlet eden ayetlerimizle ve mucizelerimizle Firavun ve kavmine gidin. Ben de sizlerin yardımcınız ve destekçinizim.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "İkiniz de korkma­yın. Ben ikinizle birlikte her şeyi duyuyorum ve görüyorum." (Tâ-Hâ, 20/46). Ya­ni. Ben, korumam, himayem, yardımım ve te'yidimle sizinle beraberim.

"İnna: (muhakkak ki biz)" kelimesiyle Cenab-ı Hak kendi zatını murad et­mektedir. "(Müstemiûn)" ise onların söylediklerini ve verdikleri cevabı işitiyo­ruz demektir. Bu kavl-i kerîmiyle Cenab-ı Hak, Hz. Musa ile Hz. Harun'un kalplerini takviye etmeyi ve onlara yardım edeceğini ve onları koruyacağını be­yan etmeyi murad etmiştir.

"Firavunagidin. Ona: "Biz âlemlerin Rabbininpeygamberiyiz. îsrailoğul-larını bizimle serbest bırak." deyin." Yani ikiniz birlikte Firavun'a gidin. Ona yumuşaklıkla ve nezaketle: "Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. Bizi sana ve kavmine elçi olarak Allah gönderdi. Yani ikimizden her birini sana gönderdi. İsrailoğullannı şu Allah'ın geniş arzında Rablerine kulluk etmeleri ve bizimle birlikte mukaddes topraklara -Filistin'e- dönmeleri hususunda serbest bırak" dedi.

Burada "rasul" kelimesi müfred olarak, bir başka ayette ise "Biz Rabbinin iki elçisiyiz" (Tâ-Hâ, 20/47) şeklinde tesniye olarak gelmiştir. Çünkü "rasul" ke­limesi tek kişi için de birden fazla kişi için de kullanılabilir. Zira bu cins isim­dir. Yahut burada rasul risalet manasındadır. Yani biz âlemlerin rabbinin risa-letinin sahibiyiz, demektir. Ya da Hz. Musa ile Harun aynı şeriat üzerindedirler ve kardeştirler. Sanki ikisi tek bir rasul gibidir. Yahut her biriniz peygam­berdir demektir.

Firavun onlardan yüz çevirdi. Musa'ya döndü. O'nu iki hususta kınayarak küçümseme ve ihtar edasıyla şöyle dedi:

a) "Biz seni çocukken yanımızda büyütmedik mi? Ömrünün birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?"

Burada hazif yapılmıştır. Bu da şudur: Her ikisi Firavun'a gittiler. Allah'ın emrettiği şeyi ona söylediler. Bunun üzerine Firavun şöyle dedi: Senden bekle­nen bu değildir. Sen küçükken sarayımızda ve yatağımızda büyüttüğümüz, pek çok kişiyi öldürürken öldürmediğimiz ve senelerce kendisine ikramda bulundu­ğumuz kimse değil misin? Rivayete göre Hz. Musa onların yanında 30 sene kal­mıştı. Sonra da sen bu iyiliğe nankörlükle karşılık veriyor ve şu sözle karşımı­za çıkıyorsun: Bu iddia ettiğin ne zaman oldu?

b) "Sonunda yapacağın davranışı da yaptın. Sen nankörlerden birisin." Yani sen ayrıca bizden birini öldürdün. Bu vurarak öldürdüğün kıptî şahıstır. O benim adamlarımdandı. (Bu Firavun'un fırıncısı idi.) Sen nimete nankörlük edenlerden oldun. Bu davranış vefakârlık ve iyiliğe iyilikle karşılık vermek gibi yüksek şahsiyetlerin ahlâkından değildir.

Hz. Musa ölüm olayı ile ve inkâr etmediği bilinen ve açık olan (çocukken Firavun'un sarayında) terbiye edilmesi konusunda cevap verdi. Çünkü pey­gamber kendisine gönderildiği kimseler ona ikramda bulunsa da bulunmasa da peygamberliği tebliğ etmekle yükümlüdür. Bu gibi sözlerden yüz çevirmek da­ha evlâdır. Zira bu konuda böbürlenme ve övünme olmaz.

"Musa: Ben o suçu işlediğim zaman cahillerden biriydim, dedi." Yani Musa Firavun'a: Ben bu kötü fiili kıptînin öldürülmesi suçunu işlediğimde bunu kas-den değil hata ile işlemiştim. Bu bana vahyolunmadan ve Allah bana risalet ve peygamberlik ikramında bulunmadan önce idi. Ben öldürme kasdı olmaksızın hata ile adam öldüren bir kimse durumundayım. Yahut ben bu vuruşumun ölü­me sebep olacağını bilmiyordum. Ben kendimi savunmak ve o adamı terbiye et-—ek üzere bilerek vurmuştum. Bu da ölüme sebep oldu. -Bu durum modern kanunlarda "ölüme sebep olan vuruş" adıyla adlandırılmaktadır- Yani beni kına­dığın bu öldürme benim tarafımdan kasden yapılan bir fiil değildi.

"Sizden korkunca da aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı." Yani bana bir adam haber verip de "Kavmin ileri gelenleri seni öldürmek için plan yapıyorlar." (Kasas, 28/20) dedi­ği zaman sizin şiddetinizden korkarak Medyen'e kaçtım. Bana bir başka emir de gelmişti. Bu Allah'ın bana anlayış, ilim ve hikmet bahşetmesi[13] beni sana elçi olarak göndermesiydi. Ben O'na itaat edersem selâmete kavuşurum. O'na muhalif olursam helak olurum.

Daha sonra Hz. Musa (a.s.) bir topluma -İsrailoğulları'na- kötülük yapıp o toplumun bir ferdini terbiye etme konusuna cevap vererek şöyle dedi:

"İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşılığında başıma kaktığın şey de bir ni­met midir?" Kavmim olan İsrailoğulları'na kötülük edip onları senin işlerini ve adamlarının ağır işlerini gören köleler ve uşaklar olarak kullanmandan sonra bana iyilik yapmış ve beni terbiye etmiş sayılmazsın. Topluma kötülük yapman yanında bir kişiye iyilikte bulunmanın kıymeti olur mu? Onlara yaptıklarına nispetle şu zikrettiğin hiçbir şey değildir.

"îsrailoğullarını köleleştirdin." sözünün manası onları zelîl kılarak kendi­ne köle edindin demektir. "Sizden korktuğum zaman sizden kaçtım." ifadesin-deki "minküm" ve "hıftüküm" kelimelerindeki zamir çoğul olarak kullanılmış "İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşılığında başıma kaktığın şey de bir nimet midir?" ifadesinde "temünnühâ" ve "abedte" kelimelerindeki zamir de müfred olarak kullanılmıştır. Çünkü korku ve kaçma sadece Firavun'dan değil, hem ondan hem de Hz. Musa'yı öldürme planı kuran adamlarındandı. Bunun delili daha önce geçen şu ayettir. "Kavmin ileri gelenleri seni öldürmek için plan ku­ruyorlar." Başa kakmak ve köleleştirmek ise sadece Firavun'un tavrı idi. Bu­nun için müfred olarak kullanılmıştır.[14]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu bölüm Hz. Musa ve Harun ile Firavun ve kavmi arasında geçen kıssa­nın birinci bölümüdür. Buradan aşağıdaki dersler anlaşılmaktadır:

1- Hz. Musa ve Hz. Harun'un ilâhlık iddia eden zalim diktatör Firavun ile Allah'a şirk koşmaları ve güçsüz kimseleri köleleştirmeleri sebebiyle zalim kavmine gönderilmeleri mazereti ortadan kaldırmak için onların ve benzerleri­nin iman vaadinin gerçeğini bilmemek sebebiyle ortaya atacakları hiçbir hüc­cet kalmaması için bir uyarı idi.

2- "Hiç korkmazlar mı?" ifadesi fikir sahibi olan ve beklenen geleceği dü­şünen kimseleri şiddetle takvaya teşvik etmektedir.

3- Hz. Musa (a.s.) görevinin önemini ve yüklendiği Firavun'a ulaştırılacak ilâhî mesajı en güzel şekilde tebliğ etmenin sorumluluğunu gayet iyi takdir ediyordu. Bu sebeple Rabbinden iki şey istemişti: Biri kendisini onların şerrin­den koruması, diğeri de kendisiyle birlikte Hz. Harun'u peygamber olarak gön­dermesi.

Cenab-ı Hak Hz. Musa'nın bu iki niyazını da kabul etti. Korku ve endişesi­ni sakinleştirdi. Ona Allah Tealâ'ya güvenmesini emretti. Yardım ve desteğiyle kendisini teyit etti. Kardeşini de kendisine destek olup yardımcı olması için kendisi gibi rasul kıldı.

Nitekim Cenab-ı Hak Hz. Musa'nın bu dualarını şöyle nakletmektedir: "Bana aile halkından kardeşin Harun'u vezir (yardımcı) kıl. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Onu bu görevimde bana ortak kıl." (Tâ-Hâ, 20/29-32); "Onu be­nimle beraber yardımcı olarak gönder ki beni tasdik etsin." (Kasas, 28/34).

Kurtubî diyor ki: Sanki bu şekilde niyaz etmesi için Hz. Musa'ya izin veril­mişti. Bu risalet görevinden istifa değil bilakis kendisine yardımcı talep etme­siydi. Burada bir görevi yalnız başına yürütemiyecek olan ve kendisinin kusur­lu olmasından korkan kimsenin bu konuda kendisine yardım edecek kimseden yararlanması gerekir. O kimse bu konuda hiçbir şekilde kınanmaz.[15]

4- Tehlikeli-tehlikesiz her görevde mutlaka sebeplere sarınılmalıdır. Bu şer'an emredilen bir husustur. Nitekim ihtiyat istenmektedir. Tehlikelerin tak­dir edilmesi şeriatın ve aklın vacip kıldığı emirlerdendir.

5- Hz. Musa ve kardeşi Harun bu ilâhî teyitten sonra zalim Firavun'a git­mekte hiç tereddüt etmedi. İkisi de kendilerinin Rabbül-alemîn tarafından gön­derilen "iki elçi" olduklarını ilân ettiler. Bu cür'et, korkusuzluk ve sabır gibi hasletler tebliğ için gereklidir. Hatta zikredilmiştir ki: Firavun bir yıl Musa'nın huzuruna girmesine izin vermedi. Sonra alaylı tarzda izin verdi. Onlar da içeri girdiler. İlâhî mesajı ilettiler.

6- Hz. Musa ve Harun'un bu risaleti ilân edip tevhide davet ettikten ve şirki reddettikten sonraki arzuları makul ve insaflı bir arzu idi. Bu arzu İsra-iloğulları'nın bu iki elçi ile Filistin'e gelmeleri arzusu idi. Bu sıralar köleleştir­me zamanı idi. Zira Firavun onları 400 sene köle gibi çalıştırdı. O zaman nü­fusları altı yüz binden fazla idi.

7- Kıptî'nin Hz. Musa (a.s.) tarafından öldürülmesi olayı peygamberlikten önceki gençlik yıllarında idi. Bunun delili Hz. Musa'nın bu olaydan sonrası için "Rabbim bana hüküm verdi. Beni peygamberlerden kıldı." sözüdür. Bu olay yanlışlıkla ve öldürme kasdı olmaksızın ve bir defa vurmanın ölüme sebep ola­cağı bilinmeden meydana gelmişti. Hz. Musa (a.s.) Firavun'a önce bu konuda cevap verdi.

8- Cenab-ı Hakk'ın "İsrailoğulları'nı köleleştirmen karşısında o başıma kaktığın da bir nimet midir?" ayetinin manasında ve ifadesinde ihtilâf edilmiştir.

Süddî, Taberî ve Ferra diyorlar ki: Hz. Musa'nın bu sözü nimeti itiraf ka-bilindendir. Sanki O: "Evet senin beni büyütmen benden başkalarını köleleşti-rip beni serbest bırakman açısından bana bir nimettir. Fakat bu benim risaleti-me engel olmaz."

Katade ve başkaları da diyorlar ki: Bu Hz. Musa (a.s.) tarafından inkâr için söylenmiş bir sözdür. Yani, "Sen İsrailoğullan'nı köleleştirdigin ve onları öldürdüğün halde beni çocukken terbiye etmeni benim başıma mı kakıyorsun?" Yani bu nimet değildir. Çünkü onları öldürmemen ve köleleştirmemen gerekir­di. Zira onlar benim kavmimdi. Sen nasıl oluyor da bana olan ihsanını özellikle zikredersin.

Ahfeş ve Ferra de şöyle dediler: Burada soru takdir edilmiştir. Yani "Bu da nimet midir?" demektir.

Dahhak dedi ki: Bu söz ilzam makamında söylenmiştir. İlzam ise hem so­ru ile hem de soruşuz olabilir.

Ayetin manası şudur: Sen İsrailoğullan'nı öldürmemiş olsaydın beni an­nem babam zaten terbiye ederlerdi. Senin benim üzerimde hangi nimetin var? Sen aslında hakkın olmayarak beni minnet altında bırakmak istiyorsun.

Kanaatimce doğru olan bu ikinci manadır. Tefsir esnasında izlediğimiz yol da budur. [16]

 

Allahın Varlığını İspat Konusunda Hz. Musa (A.S) İle Firavun Arasındaki Mücadele

 

23- Firavun: "Âlemlerin rabbi de nedir?" dedi.

24- Musa: "O göklerin, yerin ve araların­da bulunan her şeyin rabbidir. Eğer gerçeği yakînen bilmek isteyen kimse-lerdenseniz (buna inanın)." dedi.

25- Firavun çevresindekilere: 'İşitmiyor musunuz?" dedi.

26- Musa: "O sizin de rabbinizdir, geç­miş atalarınızın da rabbidir." dedi.

27-  Firavun: "(Çevresindekilere:) Size gönderilen (bu) peygamberiniz mutlaka delidir." dedi.

28- Musa: "O doğunun, batının ve arala­rında bulunan her şeyin rabbidir. Eğer düşünürseniz (bunu bilirsiniz)." dedi.

29- Firavun O'na: "Yemin olsun ki eğer benden başkasını ilâh edinirsen seni zindanlıklardan biri kılarım." dedi.

30-  Musa: "Sana apaçık bir delil getir­miş olsam da mı?" dedi.

31-  Firavun: "Eğer doğru söyleyenler­den isen onu getir." dedi.

 

Belagat:

 

"İşitmiyor musunuz?" ifadesi taaccüp (hayret etme) sigasıdır.

"Firavun: "Size gönderilen peygamberiniz mutlaka delidir." dedi." Manayı kuvvetlendiren "inne" ve "le" harfleri muhatabın şüphe etmesi ve tereddüdünü vurgulamak içindir.

"O doğunun, batının... Rabbidir." Doğu ile batı kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Eğer gerçeği yakînen bilmek isteyen kimselerdenseniz (bunu bilin)." Hz. Musa bu sözü Firavun ve kavmiyle yaptığı münazarasının başlangıcında onla­rın iman etmelerini arzu ederek nezaket ve yumuşaklıkla söylemişti. Sonra on­ların inatçılıklarını ve polemik yaptıklarını görünce "Eğer aklınızı kullanırsanız" ifadesiyle onları azarladı. Bu ifade Firavunun: "Size gönderilen bu pey­gamberiniz mutlaka delidir." sözüne karşılık söylenmiştir.[17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Firavun" Musa'ya "Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi." Yani O'nun gerçeği nedir? Senin rasulü olduğunu söylediğin varlık nedir?

"Musa: O göklerin, yerin ve aralarında bulunan şeylerin Rabbidir, dedi." Yaratıklar Allah Tealâ'nın hakikatini bilmeye yol bulamayıp O'nu sadece sıfat­larıyla tanıyabilecekleri anlaşılınca Hz. Musa (a.s.) "O'nun göklerin, yerin ve aralarında bulunan şeylerin rabbi" olduğu şeklinde cevap verdi. Bu O'nun en açık, en bariz özelliği ve eseridir.

"Eğer gerçeği (bunları yaratanın Allah olduğunu) yakînen bilmek isteyen tttmseZerciens&nij*" sadece o'na iman edin "dedi". Yahut yakînen iman etmiş gö­nüllere ve gerçeğe nüfuz eden gözlere sahipseniz demektir. Ayetin manası şu­dur: Eğer insanı doğru düşünceye sevkeden yakîn derecesine ulaşmanız umu-lursa size bu cevabın faydası olur. Aksi takdirde faydası olmaz.

"Firavun çevresindekilere" yani kavminin ileri gelenlerine: "İşitmiyor mu­sunuz? dedi." Musa'nın cevabı suale uygun değildir. Ben O'na âlemlerin Rab-bi'nin gerçek durumunu sordum. O da bana O'nun fiillerini zikretti. Ya da Mu­sa O'nun göklerin rabbi olduğunu iddia ediyor. Halbuki gökteki varlıklar kendi kendilerine hareket ederler, hiçbir etki edici varlığa muhtaç değildirler. Bu Dehriyye'nin (Materyalistlerin) görüşüdür. Burada rab olma sıfatının başkası­na nispet edilmesinden hayret edilmektedir.

"Musa: O sizin de rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da rabbidir." O bütün mahlûkatın rabbidir, O doğunun ve batının rabbidir "dedi." Bu her ne kadar bütün mahlûkatı içine alan önceki cümle içine dahil olsa da umumî ifadeden sonraki hususî ifadedir. Çünkü bakan ve inceleyen kimse için daha yakındır ve düşünme anında daha açıktır.

"Firavun (çevresindekilere): Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka de­lidir, dedi." Yani ben ona bir şey soruyorum, o da bana başka bir şeyden cevap veriyor, diyor. Firavun burada Musa'yı alay tarzında "rasulünüz (peygamberi­niz)" ifadesiyle adlandırdı.

"Musa: O doğunun, batının ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir, de­di. " O her gün eserlerini görmekte olduğunuz rabdir. O güneşi doğudan getirir. Onu bir önceki günün yörüngesinden farklı bir yörüngede yürütür. Nihayet ka­inatın bütün işlerinin düzenle yürüdüğü faydalı bir şekilde batıya ulaştırır. "Eğer düşünürseniz..." Sizde akıl varsa sizde bundan fazla bir cevap olamaya­cağını gayet iyi bilirsiniz. Bu önceki "Eğer sizler gerçeği yakînen bilmek isteyen kimselerseniz..." ifadesiyle önce onları itham etmemiştir. Sonra da onların şiddet­li ve ısrarlı olduklarını görünce onlara sözlerinin benzeriyle karşılık vermiştir.

"Firavun ona: Yemin olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edinirsen seni zindanlıklardan biri kılarım, dedi."

Firavun hüccet getirmek ve münazara yapmaktan vazgeçerek tehdite yö­neldi ve bunu söyledi. Bu inatçı ve hüccetlerin karşılığında yenilen kişinin tav­rıdır. Bu Firavun'un ilâhlık iddia ettiğine ve yoktan var edeni inkâr ettiğine de­lildir.

"el-Mescûnîn (Zindanlıklar)" kelimesindeki elif-lâm "zihnen bilinen şeyler" için kullanılır. Buna göre "Seni benim zindanlarımda acıklı durumlarını bildi­ğin kimselerden yaparım." demektir. Zira Firavun'un zindanı gayet şiddetli idi. Firavun bir kişiyi yer altında yalnız başına bir yerde hiçbir kimseyi görmemek - duymamak üzere ölünceye kadar hapsediyordu. Bu öldürmekten daha şiddet­li idi.

"Musa: Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı? dedi." Yani Musa Fira-vun'a şöyle dedi: Ben sana peygamberliğime bir burhan -yani mucize- getirmiş olsaydım da bunu yapar miydin?

"Firavun: Eğer doğru söyleyenlerden isen onu getir, dedi." Yani eğer senin elinde bir hüccet olduğu hususunda ya da peygamberlik davasında doğru sözlü isen onu getir bakalım dedi. Zira peygamberliği iddia edenin mutlaka hücceti olmalıdır. [18]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Firavun Hz. Musa'nın adam öldürmesi ve sarayda büyütülmesi konuların­da yapılan tenkitlere verdiği cevabı duyunca ve Hz. Musa ile Hz. Harun'un Al­lah'ın birliğine davette ve İsrailoğullan'mn Mısır'dan ayrılmalarına müsaade etmesi taleplerinde ısrarlı olduklarını görünce bu taleplerine itiraz etti.

Firavun önce peygamberleri gönderenin gerçek durumunu anlamak iste­mekle başladı. Zira Firavun Hz. Musa'nın kendisini âlemlerin rabbine itaat et­meye davet etmesinden sonra:

"Âlemlerin Rabbi de nedir?" demişti. Bunun delili de Cenab-ı Hakk'm -da­ha önce geçen- "Firavunagidin ve ona:Biz âlemlerin rabbininelçisiyiz, deyin." ayetidir. [19]

 

Açıklaması

 

Bu, Hz. Musa ile Firavun arasında "ilâh" hakkındaki bir münazaradır. Hz. Musa ile Hz. Harun, Firavun'a:

- Bizler hiç şüphesiz seni hakka ve Allah'ın birliğine davet etmek ve hida­yeti bulman için alemlerin rabbi tarafından gönderildik, deyip de hüccetle ona üstün gelince Firavun, karşı çıkma yoluna teşebbüs etti. İnkârı, inadı ve azgın­lığında ısrar edip şöyle dedi:

"Âlemlerin Rabbi de nedir?" Yani Firavun Hz. Musa'ya: "Seni elçi olarak gönderen âlemlerin rabbinin gerçek durumu nedir? Benden başka âlemlerin rabbi olduğunu iddia ettiğin de kimdir?" dedi. Bu sorunun sebebi ise Fira­vun'un kendi kavmine: "Sizin için benden başka ilâh bilmiyorum." (Kasas, 28/38) şeklindeki sözüdür. Onlar her şeyi yoktan var eden ilâhı inkâr etmişler, kendileri için Firavun'dan başka hiçbir ilâh olmadığına inanmışlardı.

Hz. Musa buna şu şekilde cevap verdi: "O göklerin, yerin ve aralarında bu­lunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçeği yakînen bilmek isteyen kimselerdenseniz (bunu bilin.)"

Hz. Musa şöyle dedi: O göklerin, yerin, göklerde ve yerde bulunan her şe­yin, gezegenler, yıldızlar, denizler, dağlar, ırmaklar, ağaçlar, insanlar, hayvan­lar, bitkilerin ve göklerle yer arasında bulunan havanın ve bu havada uçan kuşların gökyüzünün ihtiva ettiği her şeyin yaratıcısı ve gerçek sahibidir. Eğer sizde yakîn sahibi kalpler ve gerçeğe nüfuz edecek gözler varsa bilin ki hepsi O'nun kuludur, Ona boyun eğmek ve Ona teslim olmak zorundadır. Her şeyi O yarattı ve herşeyde tasarrufta bulunan da O'dur. Ya da sizler elle tutulur gözle görülür bu varlıkları zatıyla kaim olan (vacibül-vücud olan) bir varlığa isnad etmek gerçeğine inanıyorsanız bilin ki bu varlık Allah'tır. Onu tanımak ve ta­nıtmak da ancak eserleriyle mümkündür.

Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Firavun: Ey Musa! Sizin rabbiniz kimdir? diye sordu. Musa: Bizim rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolu­nu gösterendir, dedi." (Tâ-Hâ, 20/49-50).

Bu cevap Firavunun hoşuna gitmemişti. Yakın adamlarına ve devletinde­ki önemli başkanlara döndü; küçümseyici, alaylı ve Hz. Musa'yı yalanlar bir ta­vırla:

"Firavun çevresindekilere: İşitmiyor musunuz? dedi." Yani: "Siz O'nun bu sözüne ve sizin benden başka ilâhınız olduğu şeklindeki iddiasına şaşmıyor musunuz. Onun saçmalamasını ve cevap vermekten kaçtığını duymuyor musu­nuz? Ben O'na alemlerin rabbinin gerçek durumunu soruyorum, o da bana O'nun fiillerini ve eserlerini anlatıyor." dedi.

Bunun üzerine önceki cevabından daha özel ve manaya daha açık bir şe­kilde delâlet eden bir cevap veriyor. Çünkü bu gözle görülen, duyularla hissedi­len bir gerçektir.

"Musa: O sizin de rabbinizdir. Geçmiş atalarınızın da rabbidir, dedi." Yani sizi yaratan da, sizden öncekileri -Firavun'dan öncekileri- de yaratan Allah Te-alâ'dır.

Bundan maksat şudur: Varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa değişim "hu-dûs (sonradan olma)" delilidir. Siz sonradan meydana geldiniz. Yokluktan son­ra var oldunuz. Babalarınız da bir zamanlar var iken sonra öldüler. Siz onlar gibi aynı yoldasınız. Varlığı kendisiyle kaim olan ilâh ise bakidir. Fani olma du­rumu O'nun başına gelmez. O'nun varlığının ne başlangıcı vardır, ne de sonu vardır. O halde ilâh O'dur.

Firavun şaşkınlığa düşüp ikna edecek cevap bulamayınca çocukların man­tığına ve basit suçlama yoluna baş vurup:

"Firavun: Size gönderilen bu peygamberiniz mutlaka delidir, dedi." Yani Firavun kavmine şöyle dedi: Sizin peygamberinizin aklı yoktur. Soruya cevap vermek şöyle dursun soruyu anlamıyor. O sözünde polemik yapıyor, benden başka ilâh olduğunu iddia ediyor.

Hz. Musa ikinci cevaptan daha açık üçüncü bir yola yöneldi.

"Musa: O, doğunun, batının ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir. Eğer düşünürseniz (bunu bilirsiniz) dedi."

Musa (a.s.) şöyle dedi: Güneşin doğması, gündüzün ortaya çıkması, güne­şin batması ve gündüzün sona ermesinin rabbi Allah Tealâ'dır. Doğuyu yıldız­ların doğduğu doğu, batıyı da yıldızların battığı batı kılan, sabit yıldızlarla yö­rüngelerinde son derece düzenli bir şekilde seyreden yıldızların Rabbidir. Bun­ları değiştiren, birbirlerinin yerine koyan, her gün devamlı bir şekilde düzenle­yip idare eden Allah'tır. Hatta bütün kâinatı idare eden siz değilsiniz, ancak O'dur. Eğer sizde akıl varsa bu akılla kâinatın bu görülen olaylarını idrak eder­siniz. Bu cevap onların sözlerine ve "Bu delidir" şeklindeki tavırlarına uygun bir cevap idi.

Dolayısıyla kendisinin rabbiniz, ve ilâhınız olduğunu iddia eden kimse sö­zünde sadık ise bu işin tersini yapsın, doğuyu batı, batıyı da doğu yapsın.

Allah'ın varlığına delil getirmek üzere izlenen bu yol, Hz. İbrahim'in (a.s.) Nemrud'a karşı izlediği yoldur. Çünkü önce can verme ve öldürme ile delil geti­rilmektedir. Bu cevap aynen burada Hz. Musa'nın verdiği cevap gibidir:

"O sizin de rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da Rabbidir."

Nemrud Hz. İbrahim'e:

-  "Ben hem diriltirim, hem de öldürürüm." demişti. (Bakara, 2/258). Hz. İbrahim de ona:

- Allah Güneşi doğudan getiriyor. Sen de onu batıdan getir. dedi. Küfreden kimse de böyle sustu kaldı." (Bakara, 2/258).

İşte Hz. Musa'nın burada "O doğunun da batının da rabbidir." sözüyle ifa­de ettiği budur.

Hz. Musa hüccetiyle Firavun'a galip gelince Firavun, her zaman ve her yerdeki yetki ve saltanat sahipleri gibi kuvvet, zor ve yetki kullanarak korkut­ma ve tehdit metoduna yönelerek:

"Yemin olsun ki, eğer benden başkasını ilâh edinirsen seni zindanlıklardan biri kılarım, dedi." Yani benden başkasını ilâh edinirsen seni de -gayet iyi bildi­ğin gibi- yer altındaki zindan köşelerine atılan ve ölünceye kadar orada bırakı­lan zindanlıklardan biri yaparım, dedi. Firavun'un zindanı öldürmekten daha şiddetli idi.

Hz. Musa (a.s.) aklî deliller fayda vermeyince bu tehdit ve korkutmayı ola­ğanüstü mucizelerle karşıladı. Firavun'a şöyle dedi:

"Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?" Yani sana gayet açık bir hüccet, peygamberlik davamın doğruluğuna delil olan açık ve kesin bir burhan yani Allah Tealâ'nın varlığına delâlet eden bir mucize getirsem de sen yine bu­nu yani zindana atma işini yapar mısın?

"Firavun: Eğer doğru söyleyenlerden isen onu getir, dedi." Yani sana şahit olacak şeyi, peygamberlik davasının açık delilini getir bakalım, peygamberlik iddia eden herkes bu iddiasını te'yit etmelidir, dedi. Firavun Hz. Musa'ya karşı koyabileceğini zannediyordu. [20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu, Allah'ın varlığını ispat hususunda Hz. Musa (a.s.) ile diktatör tağut Firavun arasında geçen zorlu bir münazaradır.

Burada Allah'ı da diğer varlıklar gibi çıplak gözle görmek yahut duyularla hissetmek ve elle tutmak isteyen maddeci dinsizlerdeki materyalist düşünce ortaya konulmaktadır.

Bunun için Firavun "âlemlerin rabbi" nin gerçek durumunu sordu. Hz. Musa (a.s.) mahlûkatından hiçbir mahlukun ortak olmayacağı Allah'a delâlet eden sıfatlan getirdi. Zira Allah'ın hakikatini hiçbir kimse idrak edemez. Çün­kü ceset haline gelmiş madde sonradan meydana getirilmiştir. O'nu yaratan ve var eden de Allah Tealâ'dır.

Hz. Musa'nın birinci cevabı şöyledir: Gökleri, yeri ve aralarındaki bütün varlıkları yaratan Allah'tır. Her şeyin gerçek sahibi her şeyde tasarrufta bulu­nan ve bunları yaratan O'dur. Ulvî âlemi ve bu âlemde bulunan sabit gezegen­lerle nurlu yıldızları, süflî âlemi ve bu âlemde bulunan denizler, çöller, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, bitkiler ve meyveleri ve bunların arasındaki havayı, kuşları ve diğerlerini yaratan Odur. Eşyanın yaratılması Allah'ın varlığına en kesin delildir: "Hiç yaratan, yaratmayan kimse gibi midir? Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?" (Nahl, 16/17.)

Firavun, var etmek ve yaratmaktan aciz olduğunu anlayınca, kavminin önceki firavunlar gibi inançlarıyla çatışan Musa'nın sözünün garipliğine şaşma ve kışkırtma üslûbunu kullanarak çevresindekilere:

- "İşitmiyor musunuz?" dedi.

Hz. Musa (a.s.) ikinci olarak onların talep ettikleri müşahede ve duyu âle­minden bir delil getirerek şöyle buyurdu:

"O sizin Rabbinizdir ve geçmiş atalarınızın Rabbidir." Yani onları da önce­ki atalarını da yaratan Allah'tır. Onların fani olan atalarının neslinden gelme­leri ve daha önce yok iken var olmaları onların bu durumunu değiştiren bir varlık bulunduğuna delildir. Onlar sonradan meydana getirilmişlerdir. Onları mutlaka meydana getiren biri vardır. Onlar yaratılmış varlıklardır.

Firavun verecek cevap bulamadı. Alay etme ve hafife alma yoluna baş vur­du ve Musa'yı delilikle itham etti. Çünkü Firavun, Musa'nın sorduğuna tam anlamıyla cevap veremiyordu.

Hz. Musa, Firavun'a üçüncü olarak şu cevabı verdi: "O doğunun, batının ve aralarında bulunan her şeyin rabbidir." Yani Allah bütün kâinat sistemini yürütendir. Bütün bu âlemi hiçbir eksiklik ve karışıklık bulunmadan eşsiz bir sistem içerisinde hareket ettiren O'dur. Yeryüzünün her tarafına malik olan

O'dur. Firavun ise sadece bir ülkeyi elinde tutmaktadır. Onun başka bir yerde nüfuzu yoktur. Hangi akıl veya hangi idrak mutlak hakimiyet sahibine iman etmenin zaruretini kabul etmez? Hangi idrak cüz'î mülkiyete sahip olan kimse­nin ilâhlık iddia etmesini lüzumsuzluk, beyinsizlik ve delilik olarak nitelemez? Peki, o takdirde bu âlemin geriye kalan kısmının ilâhı kimdir?

Firavun, Musa'nın hücceti karşısında yenilgiye uğrayınca terör havası es­tirme yetkisini kullanmak zorunda kaldı. Musa'yı zindana atmakla tehdit etti. Bu tavır, güçsüzlüğün en açık delili idi. Ayrıca rivayete göre Firavun'un zinda­nı ölümden daha şiddetli idi. Bir kişiyi zindana attığı zaman onu ölünceye ka­dar zindandan çıkarmazdı. Böylece zindan en korkulu şey olmuştu.

Ancak ilâhî destek daha tesirli, daha korkutucu ve daha ikna edici idi. Onun yanında Firavun'un tehdidinin tesiri olmaz, bütün dünyanın korkulu olayları onun karşısında basitleşirdi.

İşte bu anda Hz. Musa (a.s.) peygamberlik davasının doğruluğunu Allah Tealâ'nın yardımı ve meydana getirmesiyle ancak bir nebî veya rasulün elinde gerçekleşen olağanüstü bir mucize ile bunu ispat etmeye hazır olduğunu Fira-vun'a bildirdi. Firavun bu mucizeyi yok edebileceğini ve ona karşı koyabilecek bir şeyi ortaya koyabileceğini zannederek Hz. Musa'nın bu mucizeyi gösterme­sini kabul etti. [21]

 

Hz. Musa'nın Mucizesi Ve Firavun'un Bunu Sihirbazlık Olarak Nitelendirmesi

 

32- Bunun üzerine Musa asasını yere bı­rakıverdi. Bir de ne görsünler: Apaçık bir ejderha!

33-  Elini (cebinden) çıkardı. Bir de ne görsünler: Bakanlar için bembeyaz birel!

34- Firavun çevresindeki ileri gelenlere şöyle dedi: "Gerçekten bu, çok bilgili bir sihirbazdır.

35- Büyüsüyle sizi yurdunuzdan çıkar­mak istiyor. Ne buyuruyorsunuz?" dedi.

36-  Onlar da: "Onu ve kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplanmaları için haberci­ler gönder.

37- Ne kadar çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler" dediler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"... Bir de ne görsünler: Apaçık" ejderha olduğu gayet açık olan, sihirbazla­rın yaptığı gibi göz boyayıcılığı veya hayalî olmayan "bir ejderha!" yani büyük bir yılan.

"Elini" cebinden "çıkardı. Bakanlar için" bakanların gözleri önünde deri, et ve kemikten farklı olan ve neredeyse gözleri kamaştıracak, ufku kaplayacak derecede pırıl pırıl parlayan "bembeyaz bir el!"

"Firavun çevresindeki" etrafında oturan "ileri gelenlere" şerefli kimseler ve reislere "gerçekten bu çok bilgili" yani sihir ilminde çok üstün "bir sihirbazdır" dedi.

"O büyüsüyle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyuruyorsunuz? de­di." Mucizenin hakimiyeti ve tesiri Firavun'u şaşkınlığa çevirmiş hatta ona rablik, ilâhlık davasını unutturmuş, onu kavmiyle danışmaya ve onları Mu­sa'dan nefret ettirmeye sevketmişti. Burada Firavun Musa'nın kendisine galip geleceği ve mülkünü istilâ edeceği kaygısı duymaktadır.

"Onlar da: Onu" Musa'ya "ve kardeşini alıkoy" ya da onlarla ilgili kararını ertele; "şehirlere toplanmaları için haberciler gönder." Ülkenin her tarafına memurlar gönderip bütün sihirbazların toplanmalarını söyle, "Ne kadar çok bilgi­li" sihirbazlık sanatında mahir olan Musa'ya galip gelebilecek ve ondan üstün olabilecek "sihirbaz varsa sana getirsinler, dediler." [22]

 

Açıklaması

 

Firavun Hz. Musa'nın mucizesini ortaya koymasını kabul ettikten sonra Hz. Musa bu mucizeyi göstermiştir:

"Bunun üzerine Musa asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Apaçık bir ejderha!" Yani Musa asasını elinden attı. Asâ hiçbir karışıklık, göz boyama veya hayal olmaksızın görülebilecek şekilde gayet açık bir ejderha haline dön­dü.

Rivayet edilmiştir ki: Hz. Musa'nın asası ejderhaya dönüşünce gökyüzün­de bir mil kadar yükselmiş, sonra Firavun'a yönelerek yere inmeye başlamış ve ejderha:

- Ya Musa! Bana dilediğin şeyi emret, demiş. Firavun ise:

- Ya Musa! Seni peygamber olarak gönderenin adına senden onu benden uzaklaştırmanı istiyorum demişti. Bunun üzerine asâ eski haline dönmüştü.[23]

Burada "apaçık bir ejderha" (Şuara, 26/32), bir başka ayette "koşan bir yı­lan" (Tâ-Hâ, 20/20), bir üçüncü ayette "sanki bir cin gibi" (Kasas, 22/31) denil­mesinin sebebi şudur: Yılan cins ismidir, sonra bu yılan büyüklüğü sebebiyle ejderha haline gelmiştir. Hafifliği ve sür'ati sebebiyle de cinlere benzetilmiştir.

Hz. Musa (a.s.) bu mucizeyi ortaya koyunca Firavun Ona:

- Bundan başka bir mucize var mı? diye sordu. Hz. Musa (a.s.):

- Evet, dedi. İkinci mucize bundan sonraki ayetle anlatılmıştır:

"Elini (cebinden) çıkardı. Bir de ne görsünler: Bakanlar için bembeyaz bir el!" Yani Musa elini cebine sokup çıkarttı. Bir de ne görsünler. Eli, onu gören­ler, temaşa edenler için pırıl pırıl parlayan, nurlu güneş gibi ışını olan, nerdey-se gözleri kamaştıran ve ufku kaplayan nurlu, bembeyaz bir el!

ğı sebebiyle yalanlamaya ve inatçılığa yöneldi. Üç noktayı zikretti:

1- "Firavun çevresindeki ileri gelenlere şöyle dedi: Gerçekten bu, çok bilgili bir sihirbazdır." Yani çevresinde bulunan reislere ve kavminin şereflilerine: "Bu zat sihirbazlıkta çok mahirdir." dedi. Bu sözüyle onun fiilini mucize olarak değil sihirbazlık olarak tavsif etmek istemişti. Sonra onları kışkırttı ve Mu­sa'ya muhalefet etmeye ve O'nu inkâr etmeye teşvik etti.

2, 3- "O büyüsüyle sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyuruyorsunuz? dedi."

O sizi vatanınızdan uzaklaştırmak istiyor, büyüsüyle sizin aranıza düş­manlık sokmak, sizin birliğinizi dağıtmak, kendi adamlarını ve yardımcılarını çoğaltmak, devletinize karşı üstün gelmek ve kendisiyle birlikte İsrailoğulla-n'nı alıp götürmek istiyor. Bu sebeple bu konuda bana söyleyin, ne yapayım? Ben sizin görüşünüze uyacağım ve sizin sözünüze boyun eğeceğim. Bu ifade Fi-ravun'un kavminin, Hz. Musa'yı kovalamak için ve O'na üstünlük sağlamak için söz birliği etmelerini sağlayan, kavminin heyecanlarını ve gayretlerini kamçılayan bir üslûptur. Firavun kavmi tek cevap üzerinde görüş birliğine var­dılar.

"O'nu ve kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplanmaları için haberciler gönder. Ne kadar çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler, dediler."

Firavun'un danışmanları aralarında müşavere ettikten sonra şöyle dediler:

- Musa'nın durumunu, O'nunla ve kardeşiyle münazara etmeyi ertele. On­ları cezalandırmakta acele etme; ülkenin her tarafına haberciler gönder, sihir­bazları bir araya toplasınlar. Sihirde mahir ve uzman olan herkesi getirsinler. Bunlar Musa'nın ortaya koyduğu şeyin benzeriyle Ona karşı koysunlar. Böyle­ce sen galip gelirsin, zafer senin olur.

Bu insanların bir meydanda toplanmaları, Allah'ın ayetlerinin, hüccetleri­nin ve burhanlarının insanlar üzerinde açıkça gündüz gibi ortaya konulması için Allah'ın Hz. Musa ve kardeşi için hazırladığı bir durumdu.

Rivayete göre Firavun Hz. Musa'yı öldürmek istemiş, ama O'na ulaşama­mıştı. Firavun'un adamları kendisine:

-  Bunu yapma. Çünkü sen onu öldürürsen insanların gönlüne onun hak­kında bir şüphe koymuş olursun. Sadece sihirbazların kendisine karşı koyma­ları için toplanmaları vaktine kadar O'nun ve kardeşinin durumunu ertele ki onun lehine senin aleyhine bir delil olmasın, dediler. Daha sonra Firavun'un adamları, sihirbazlar çoğaldığı zaman Musa'ya üstün gelecekleri ve O'nun du­rumunu ortaya çıkaracakları zannıyla sihirbazlara toplayarak haberciler gön­dermesini tavsiye ettiler.

Dikkat edilirse Firavun'un kavmi onun: "Gerçekten bu, çok bilgili bir sihir­bazdır. " sözlerine karşı "Ne kadar çok bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler." ifadesiyle karşılık verdiler. Firavun'un kalbini hoş tutmak için ve endişesini teskin etmek için mübalağa sigasıyla ve kuşatıcı kelime ile karşılık verdiler. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Musa'nın mucizesi asası ve nurlu eli idi. Elindeki asayı yere atmış, asâ yılanların en büyüğü olan ejderha şekline girmişti. Elini cebine sokup çı­karmış, eli sanki bir güneş parçası gibi pırıl pırıl parlamıştı. Ama onun beyazlı­ğı ay gibi nurani idi.

Firavun, kavmine bu mucizenin olağanüstü bir hal olmadığını, bunun si­hir cinsinden olduğunu söyledi. Hz. Musa ile kardeşi ülkeyi elinden almasın di­ye onlara üstünlük sağlayabilmesi için kavmini plan yapmaya teşvik etti.

Bu noktada bugünkü liderlerinin etrafında bulunanların yaptıkları gibi "münazara" fikri gündeme geldi. Firavun'a ülkenin her tarafından Musa'nın ortaya koyduğu şeyin benzeriyle ona karşı koyabilecek ve Firavun'un Musa'ya karşı galibiyeti ve zaferini gerçekleştirebilecek en mahir sihirbazların toplan­ması görüşünü bildirdiler.

Fakat bu toplantıda kendilerini bütün sihirbazların Hz. Musa ve Ha­run'un ilâhına iman etmelerine sebep olacak ilâhî bir sürpriz bekliyordu. [25]

 

Muazzam Bir Topluluk Huzurunda Yapılan Karşılaşmada Sihirbazların Allah'a İman Etmeleri

 

38-  Sihirbazlar belirli bir günün belli bir vaktinde bir araya getirildiler.

39- insanlara: "Haydi toplanıyor musu­nuz." denildi.

40- (İnsanlar şöyle diyordu:) "Eğer sihir­bazlar galip gelirse biz onlara uyarız."

41-  Sihirbazlar gelince Firavun'a: "Eğer galip gelen biz olursak mutlaka bize bir mükâfat var, değil mi." dediler.

42- Firavun: "Evet, hem de o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden ola­caksınız." dedi.

43- Musa sihirbazlara: "Ortaya koyaca­ğınız ne varsa hepsini ortaya koyun." dedi.

44- Onlar da (sihirli) iplerini ve değnek­lerini attılar ve Firavun'un şerefi için mutlaka galip gelecek olan biziz, dedi­ler.

45- Musa da asasını (yere) bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Asâ onların uydur­dukları şeyleri hep yutuyor.

46-  Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar.

47- Âlemlerin rabbine iman ettik, dedi­ler.

48- Musa ve Harun'un Rabbi olan...

49-  Firavun: "Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Meğer o sihir öğre­ten büyügünüzmüş! Pek yakında bile­ceksiniz. Mutlaka ellerinizi ve ayakları­nızı çaprazlama kestireceğim ve hepini­zi mutlaka astıracağım." dedi.

50- İman eden sihirbazlar: "Hiçbir zara­rı yok, zaten biz Rabbimize döneceğiz,

51- İman edenlerin ilki olduğumuzdan Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağı­nı kuvvetle ümit ediyoruz." dediler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sihirbazlar belirli bir günün belli bir vaktinde bir araya getirildiler."

Ayette geçen Mîkat, belirli bir günün saatlerinden tayin edilen zamandır. Burada Hz. Musa'nın belirlediği bayram günü kuşluk vaktidir. Mîkat hac ayla­rı gibi zamanla ilgili belirli bir vakit yahut hac ve umre için ihrama girme yer­leri gibi yerle ilgili belirli bir nokta için kullanılır.

"İnsanlara: Haydi toplanıyor musunuz? denildi." Burada soru halkı top­lanmaya teşvik etmek içindir.

(İnsanlar şöyle diyorlardı:) "Eğer sihirbazlar galip gelirse biz onlara uya­rız. " Yani sihirbazlar üstünlük sağlarlarsa onların dinine tabi oluruz. Buradaki teracci (umulur ki) ifadesi sihirbazların üstünlüğünün takdir edilmesine göre­dir. Yani bu takdirde dinlerinde devam edecekler, Musa'ya tabi olmayacaklar­dır. Asıl maksatları Musa'ya tabi olmamaktır. Yoksa sihirbazlara uymak değil­dir. Cümleyi kinaye yoluyla getirdiler. Çünkü onlar sihirbazlara uyarlarsa Hz. Musa'ya uymayacaklar, demektir.

"Firavun: Evet, hem de o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacak­sınız. " Yani Firavun sihirbazlar galip gelirlerse onlara hem mükâfat vereceğini hem de buna ilâve olarak kendisine yakınlık mevkii vereceğini vaad etti.

"Musa sihirbazlara: "Ortaya koyacağınız ne varsa hepsini ortaya koyun." dedi". Musa bununla sihirbazlığı ve göz boyayıcıhğını emretmedi. Bilâkis bu şekilde hakkın ortaya çıkmasına vesile olsun diye yapacakları şeyleri takdim etmelerine izin verdi.

"Firavun'un şerefi için..." Sihirbazlar Firavun'un şerefine yemin ettiler. Yani Firavun'un kuvvetine yemin olsun ki üstünlük kendilerinin olacaktır. Çünkü onlar kendi kendilerine çok aşın inanmışlardı ve sihir olarak yapılması mümkün olan en son mahareti gösterdiler. "Mutlaka galip gelecek olan biziz, dediler."

"Musa da asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Asâ onların uydur­dukları" göz boyama ve aldatma ile durumu değiştirerek sihir iplerini, değnek­leri ve koşan yılanlar haline hayalen getirdikleri "şeyleri hep yutuyor."

"Bunun üzerine sihirbazlar" bu gibi bir şeyin sihirle meydana gelmiyeceği-ni gayet iyi bildikleri için "secdeye kapandılar." Burada sihirbazlığın son nokta­sının göz boyamacılık ve gerçekte olmayan bir şeyi hayalen göstermek delili -ardır.

Yine bu delâlet etmektedir ki sihirbazlar bu mucizeyi görünce kendilerine sahip olamadılar. Sanki alınıp yüz üstü yere atıldılar. Allah Tealâ onlara vaad ertiği "başarılı kılma" sebebiyle onları secde için yere attı.

"... Musa ve Harun'un Rabbi olan... âlemlerin rabbine iman ettik, dediler." 3u ifadede sihirbazların gördükleri asâ mucizesinin sihirbazlıkla meydana gel-neyeceğini kesin olarak bilmeleri sebebiyle onların iman etmelerinin sebebi Allah'ın Musa ve Harun'un ellerinde gösterdiği mucizesidir.

"Firavun:" Ben "size izin vermeden" önce "ona" Musa'ya "iman mı ettiniz? Meğer o size sihir öğreten büyüğünüz imiş!" Bundan sorumlu olan, size bir şeyi öğretip diğerini öğretmeyen büyüğünüz Musa'dır. Bunun için o size galip gel­miştir. Siz de meydana gelen o olay sebebiyle daha önceden anlaştınız.

Firavun böylece sihirbazların basiretle ve hakkın ortaya çıkmasıyla iman ettiklerine inandıklarını zannetmemeleri için bu ifadeyle durumu kavmine karşı gizlemek istemişti. Yaptığınızın vebalini ve benden size ulaşacak olan şe­yi "Pek yakında gayet iyi bileceksiniz."

İman eden sihirbazlar: "Hiçbir zararı yok." bu hususta ve dünya azabın­dan bize ulaşacak azap hususunda bizim hiçbir zararımız yok, "biz zaten rabbi-mize döneceğiz." Yani öldükten sonra ahirette hangi şekilde olursa olsun niha­yet Rabbimize döneceğiz dediler. Dolayısıyla iman üzerine sabretmek günahla­rı silmekte, sevaba ve Allah tarafından yakınlığa sebep olmaktadır.

Zamanımızda "İman edenlerin ilki olduğumuzdan" yani bu sebeple "Rab-bimizin hatalarımızı bağışlayacağını kuvvetle ümit ediyoruz, dediler." [26]

 

Açıklaması

 

Firavun ve kavmi olan kiptiler ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek iste­diler ama Allah kâfirler hoşlanmasalar da mutlaka nurunu tamamlayacaktır.

İmanla küfrün, hakla batılın durumu daima böyledir. İman ile küfür ne zaman karşılaşsalar iman küfre galip gelir:

"Bilakis, biz hakkı batılın tepesine atarız da o, bunun tepesini parçalar. Bir de görürsünüz ki, batıl yok olup gitmiştir. Yakıştırdığınız sözlerden dolayı size yazıklar olsun." (Enbiya, 21/18).

"De ki: Hak geldi, batıl zail oldu. Batıl daima yok olmaya mahkûmdur." (İsra, 17/81).

Bu, hakla batıl arasındaki mücadele sahnelerinden bir sahnedir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

"Bu suretle belirli bir günün belli bir vaktinde bütün sihirbazlar bir araya getirildi." Hz. Musa ile buluşmak için belirlenen günde -bayram günü kuşluk vaktinde- Mısır'ın bütün bölgelerinden gelen sihirbazlar toplandılar. Nitekim bu günü Hz. Musa belirlemişti. "Musa: Sizinle buluşma zamanımız bayram gü­nü insanların toplanacağı kuşluk vaktidir." (Tâ-Hâ, 20/59). Mîkat, zaman veya mekân açısından belirlenen nokta demektir. Hac veya umre için ihrama girilen yerler de bu kelimeyle isimlendirilmiştir.

Sihirbazlar halk arasında en kabiliyetli büyücüler ve bu hususta en maha­retli göz boyayıcılar idiler. Bunlar o günün aydınlar sınıfı idiler. Sihirbazlar bü­yük bir topluluk idi. Bir rivayete göre 12.000 kişi idiler. Bir başka rivayete göre daha fazla idiler. Asıl sayılarını en iyi bilen Allah'tır.

îbni İshak diyor ki: Sihirbazların emir ve kararı içlerinden dört kişiye aitti. Bu kişiler onların başkanları olup isimleri Sabûr, Âzûr, Hathat ve Musaffa idi.

Hz. Musa (a.s.) bu karşılaşmanın muazzam bir topluluk huzurunda olması ve aleyhindeki hüccetinin büyük bir topluluk önünde ortaya konması için, on­ların bayram gününde olmasını arzu etmişti.

"İnsanlara: Haydi toplanıyor musunuz1? denildi." Yani halktan toplanma­ları talep edilmiştir. Kavmi Firavun'un üstünlük sağlayacağına güvendikleri için insanları iki tarafın yapacağı şeyleri görmek üzere bu toplantıda bulunma­ya teşvik etmişlerdir. Onlar ise hiçbir kimsenin Hz. Musa'ya iman etmemesi için böyle bir karşılaşmayı arzu ediyorlardı. Hz. Musa (a.s.) da Allah'ın adının yüceltilmesi ve Allah'ın hüccetinin kâfirlerin hüccetine galip gelmesi için bu toplantıya teşvik ediyordu.

"Eğer sihirbazlar galip gelirse biz onlara uyarız." Biri şöyle demişti: Biz si­hirbazların galip geleceğini ümid ediyoruz. Böylece onların dinlerinde devam ederiz. Musa'nın dinine uymayız. Onlar ister sihirbazlar olsun isterse Musa ol­sun biz hakka uyarız dememişlerdir. Çünkü halk idarecilerinin dini üzerinedir.

"Sihirbazlar gelince Firavuna: Eğer galip gelen biz olursak mutlaka bize bir mükâfat var, değil mi? dediler. Firavun: "Evet, hem de o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacaksınız," dedi.

Yani sihirbazlar Firavun'un meclisine geldiklerinde onun etrafında vezir­leri, devletinin reisleri ve ülkesinin subayları toplantı halindeydiler. Sihirbaz­lar:

- Biz Musa'ya üstünlük sağlarsak bizim için mal v.b. bir mükâfat var mı? diye sordular. Firavun:

-  Evet, size mükâfat var. Buna ilâve olarak sizi kendime yakın ve mecli­simde bulunan kimselerden kılacağım, dedi. Sihirbazlar mükâfat yani mal ve mevki isteğiyle söze başladılar. Firavun her ikisini de cömertçe takdim etti.

Bundan sonra sihirbazlar Hz. Musa (a.s.) ile ellerindekini ilk kimin ataca­ğı hususunda görüştüler. Hz. Musa (a.s.) ilk sırayı onlara verdi. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Musa sihirbazlara: Ortaya koyacağınız ne varsa hepsini ortaya koyun, de­di. Onlar da (sihir) iplerini ve değneklerini ortaya attılar ve Firavun'un şerefi için mutlaka galip gelecek olan biziz, dediler."

Yani Hz. Musa (a.s.) ilk başlamaları için sihirbazlara izin verdi ve onların ellerindekileri yere atmalarından sonra Allah'ın mutlaka kendisini galip kıla­cağına ve kendisini destekleyeceğine güveniyordu. Sihirbazların attıkları şeyle­rin asasına lokma olması için şöyle dedi:

- Ortaya atmak istediğiniz ipleri ve değnekleri çıkarın.

Bunun üzerine sihirbazlar yanlarındaki civaya bulanmış ipleri ve içleri ci-vayla doldurulmuş değnekleri ortaya attılar ve:

- Firavun'un izzetine -yani kuvvetine ve şerefine yemin olsun ki, mutlaka Ona karşı galip geleceğiz dediler.

Güneşin harareti artmaya başlayınca içi civa doldurulmuş değnekler ve ipler hareket etmeye başlamış, meydan yılanlarla, ejderhalarla dolmuştu. Mu­sa sanki bu yılanlar yürüyor gibi bir intihaya kapılmıştı. Sihirbazlar insanların gözlerini büyülemiş ve onlara korku vermişti. Gerçekten de büyük bir sihirbaz­lık ortaya koymuşlardı. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka surede bu durumu şöy­le anlatmaktadır:

"Musa bir de ne görsün: Onların ipleri ve değnekleri sihirleri yüzünden kendisine gerçekten bunlar koşuşuyormuş hayalini verdi. Bu sebeple Musa için­de bir çeşit korku hissetti. Biz de O'na: Korkma gerçekten en üstün olan sensin, dedik." (Tâ-Hâ, 20/66-68).

"Sihirbazlar ellerindekileri yere attıklarında halkın gözlerini büyülediler. Onlara korku saldılar, büyük bir sihir getirmiş oldular." (A'raf, 7/116).

O zaman Firavun ve kavmi sevince kapıldılar. Sihirbazların galip geleceği­ne, binlerce yılan önünde Musa'nın asasının asla bir şey yapamayacağına ke­sinlikle inandılar.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak O'na asayı yere atmasını emretti: "Musa da asasını yere bırakıverdi. Bir de ne görsünler: Asâ onların uydurdukları şeyleri hep yutuyor." Yani Musa (a.s.) asâsım bırakınca asâ şekillerini değiştirdikleri ve göz boyama ve aldatma suretiyle koşuşturan yılanlar diye gösterdikleri her bulunan ip ve değnekleri yutmaya başladı. Bunlardan hiçbir şey bırakmadı.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz de Musa'ya: "Asanı yere bı­rak. " diye vahyettik. Bir de ne görsünler. Bu onların bütün uydurdukları şeyleri yutuyor. İşte bu suretle hak yerini buldu. Onların yaptıkları şeyler de bir hiç olup gitti." (A'raf, 7/117-118).

"Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar." Yani hiç düşünmeden Al­lah'a secde ettiler. Çünkü onlar Hz. Musa'nın yaptığı şeyin beşer kudretinin üs­tünde olduğunu, bunun Musa ve Harun'un rabbi olan kâinatın ilâhının fiili ol­duğunu idrak etmişlerdi. Bunun üzerine kendilerine sahip olamadan bu ilâha secdeye kapandılar. Kendileri ellerindeki bilgi ve güçlerini son noktasına ka­dar, sihirbazların göz boyama ve aldatmayı son derecesine kadar sarfetmişlerdi.

"Ulkıye (secdeye atıldılar)" fiilinin faili veya naib-i faili sihirbazlara mu­vaffak kılmayı ihsan etmesi sebebiyle Allah Tealâ'dır. Ya da naib-i fail onların imanlarıdır. Ya da göz kamaştırıcı mucizedir. Failin takdir edilmemesi de caiz­dir. Çünkü "ulkıye" kelimesi burada "sekata (düştü)" manasındadır.

Secdeye kapanmak ya da secdeye atılmak "ilka" şeklindeki ifade, sihirbaz-

ların içine düştükleri dehşete işaret etmektedir. O derece dehşete düştüler ki sanki yerlerinden alınıp fırlatıldılar, Allah'a secde ederek yere düştüler. Sonra da gönüllerinde yerleşen duyguyu ilân ettiler:

"Biz Musa ve Harun'un rabbi olan âlemlerin rabbine iman ettik, dediler." Yani sihirbazlar, "Biz küfre karşı imanı, batıla karşı hakkı tercih ederek y^^^PMPjğğ^İSA JfliyyptİDe yş batılına aldırış etmeden, Onun mükâfatım, yakınlığını ve ondan gelecek faydaları beklemeden: "Musa ve flarunün cfavetT ■ ■"" âlemlerin rabbini tasdik edip kabul ettik." dedüer.

Bu, Firavun'un "rablık" iddiasının düştüğüne ve iman etmelerinin sebebi­nin de Hz. Musa ile Hz. Harun'un gösterdikleri mucizeler olduğuna delildir.

Firavun olanları görünce hayal kırıklığına uğrayıp şaşkınlığa düştü. Hal­kının önünde heybetinin gitmemesi, hüküm ve saltanatının temel taşlarının sarsılmaması ve diğer insanların da pek çok sihirbazın davrandığı gibi davran­maması için daima azgın zalimlerin tavrı olan tehdit ve korkutma politikasına sarıldı. Çünkü o galibiyet bekliyordu, ansızın çok kötü bir yenilgi ile karşılaş­mıştı. Fakat onun sihirbazlara yaptıkları tehditleri hiç fayda vermemiş ve bu kimseler gerçeğin açığa çıkması sebebiyle Allah Tealâ'ya iman hususunda ısrar etmişlerdir.

Firavun durumunu kurtarmak için:

İlk olarak: "Ben size izin vermeden O'na iman mı ettiniz? dedi." Kendisine itaat edilen hüküm sahibi ben olduğum halde, siz nasıl bana itaatin dışına çı­karsınız? diyordu. Burada şuna işaret ediyordu: Sizin derhal Ona iman etmeye koşmanız sizin O'na meylettiğinizi göstermektedir. Sizler O'nunla gizlice anlaş­ma ithamı altındasınız. Belki de sihirbazlığı esaslı bir şekilde yapmayıp ihmal­kârlık ettiniz.

Ayette "âmentüm bihî" yerine "âmentüm lehü" denmiştir. Çünkü Hz. Mu­sa ile Hz. Harun'u O'na davet etmektedirler.

Firavun ikinci olarak: "Meğer o size sihir öğreten büyüğünüzmüş." dedi. Bu birinci cümlede işaret ettiği şeyi açıkça ifade etmektedir. Yani siz bunu onunla gizlice anlaşarak yaptınız. Musa'nın görüşünün galip gelmesi için sihirde ih­malkâr davrandınız.

Bu, milleti şaşırtmaktır ve sihirbazların iman etmelerinin hak olduğuna inanmamaları için bir saptırmadır. Hz. Musa'dan daha çok nefret etmelerini temin etmek, zayıf olduğu çok açık olan bir çeşit büyüklenmedir. Çünkü sihir­bazlar bu buluşmadan önce Hz. Musa (a.s.) ile hiç bir araya gelmemişlerdi. Nasıl olursa Hz. Musa onlara sihir öğreten büyükleri olabilir?

Firavun üçüncü olarak: "Pek yakında gayet iyi bileceksiniz." dedi. Yani yaptığınızın cezasını ve benden göreceğiniz işkenceyi göreceksiniz, dedi. Bu mutlak bir korkutma ve şiddetli bir tehdittir.

Firavun dördüncü olarak: "Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve hepinizi mutlaka astıracağım." dedi. İman eden sihirbazlara sağ ellerini ve sol ellerini kestirmek suretiyle çaprazlama el-ayak kestirmek, sonra da toptan astırmak tehdidinde bulundu. Yok etme hususunda bundan daha şiddetlisi yoktur.

İman eden sihirbazlar Firavun'a karşı iman kuvvetine delâlet eden şu iki cevapla cevap verdiler:

a) "Hiçbir zararı yok, zaten biz rabbimize döneceğiz."

Yani bize bu hususta hiçbir zarar ve mahzur yoktur. Biz buna aldırış et­meyeceğiz. Zira her insan bir müddet sonra bile olsa mutlaka ölecektir. Dönüş Allah'adır. Allah güzel amel işleyen kimsenin ecrini zayi etmeyecektir. Bize yaptığın şey O'na gizli kalmayacaktır. Buna karşılık O bize en mükemmel mü­kâfatı verecektir.

Bu ifade, sihirbazların bir sevap umarak ya da bir cezadan korkarak iman etmediklerine delildir. Onların maksatları sadece Allah Tealâ'mn rızası idi. Bu­nun için onlar şöyle demişlerdir:

b) "İman edenlerin ilki olduğumuzdan Rabbimizin hatalarımızı bağışlaya­cağını kuvvetle ümid ediyoruz, dediler."

Bu onlar tarafından küfür ve sihir yapıldığına işarettir. Yani biz, bu muci­zeye şahit olup da iman edenlerin ilki olduğumuz için ya da iman hususunda kavmimiz olan kıptîleri geçtiğimiz için Rabbimizin günahlarımızı ve mecburen yaptığımız bu sihirbazlık günahını bağışlayacağını ümit ediyoruz, dediler. Bu­na karşı Firavun'un cevabı onların hepsinin öldürülmesi olmuştur.

Bu makamda tama' (ümid etme) yakînen bekleme demektir. Bu aynen Hz. İbrahim'in (a.s.) şu sözü gibidir: "Kuvvetle ümit ettiğim şey Rabbimin kıyamet günü benim hatalarımı bağışlayacağıdır." (Şuara, 26/82). Burada aynı zaman­da zan ihtimali de vardır. Zira kişi gelecekte ne olacağını bilemez.

Bu ayetin bir benzeri şu ayettir: "Sihirbazlar şöyle dediler: Seni bize gelen apaçık mucizelere, bizi yaratana kesinlikle tercih edemeyiz. Artık neye hakim isen hükmünü ver. Sen hükmünü ancak bu dünya hayatında geçirebilirsin. Biz günahlarımızı ve bizi zorladığın sihirbazlığı bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah'ın sevabı daha hayırlı ve daha süreklidir." (Tâ-Hâ, 20/72-73). [27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Firavun ve adamları huzurunda tarihin ebedîleştirdiği muazzam bir top­luluk önünde yarışma ve gösteri için Hz. Musa (a.s.) ile sihirbazları bir araya getirerek Yüce Allah, iman ve hakkın taraftarları ile iftiracı batıl taraftarları­nın tutum ve davranışlarını açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. Musa'nın belirlediği şekilde, halk kıptîlerin bayram günü olan "Ziynet Günü" toplanmıştı: "Musa: Sizinle buluşma zamanımız bayram günü insanla­rın toplanacağı kuşluk vaktidir, demişti." (Tâ-Hâ, 20/59). Halk mitingde bulun­mak için birbirlerini teşvik ediyordu. Onlar sihirbazların Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun'a üstünlük sağlayacaklarını umuyorlar ya da öyle düşünüyorlardı.

Yenilgi alâmetleri baştan belli idi. Sihirbazlar ya mal ya da mevki-makam gibi dünyevî bir hedef için üstünlük sağlamak ve galibiyet elde etmek istiyor­lardı. Firavun onlara hem mal hem de mevki vaadinde bulunmuştu.

Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun hakkın zaferini gerçekleştirmek nübüvvet ve risaletin doğruluğunu ispat etmek ve Allah'ın adını yüceltmek istiyorlardı. Allah da yardımıyla onlara güç verdi. Zira mucize olağanüstü bir hal olup kay­nağı da ilâhî iradedir. Allah'ın kudretiyle beşerin kudreti arasındaki fark ne kadar da büyük idi!

Yenilgi alâmetlerinden biri, önce sihirbazların iplerini ve asalarını ortaya atmaları ve bunların halkın şiddetle korkmasına ve hayretlerine sebep olacak kadar müthiş olmasına rağmen Hz. Musa'nın asasına lokma olmalarıdır.

İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet edilmiştir ki: Sihirbazlar dışı civa ile parlatıl­mış iplerini ve içleri civa ile doldurulmuş asalarını alıp da bunlar kızgın güneş­te ısınıp hareket etmeye başlayınca sanki yerin her tarafından hareket eden yı­lanlar gibi görünmüş, Hz. Musa (a.s.) bu durumdan korkuya kapılmıştı. Kendi­sine:

- Elindekini ortaya at, denildi.

"Musa asasını (yere) bırakıverdi. Bir de ne görsünler: O apaçık bir ejder­ha!" Ejderha ağzını açtı. Sihirbazların ortaya attıkları sihir iplerini ve değnek­lerini yuttu, hatta tamamını yedi. Sonra Musa asasını eline aldı. Asâ eski hali­ne dönüvermişti. Sihirbazlar bu durumu görünce Firavun'a:

- Biz insanlara sihirbazlık yapıyorduk. Galip geldiğimiz zaman da mağlup olduğumuz zaman da iplerimiz, değneklerimiz aynen kalıyordu. Fakat bu ger­çektir dediler, secde ettiler ve âlemlerin rabbine iman ettiler.

Sihirbazların, sihir iplerinin ve değneklerinin sayısı hakkında sabit olmuş sahih bir rivayet yoktur. Kur'an'ın delâlet ettiği husus bunların her beldeden toplanıp bir araya geldikleri için sayıca çok olduğudur. Çünkü Firavun bu bü­yük sihirbaz kitlesiyle galip geleceği kanaatine varmıştı.

Yenilgi işaretlerinden biri de sihirbazların sihir iplerini attıkları zaman "Firavunun şerefi için mutlaka galip gelecek olan biziz, dediler." ifadesidir. Yani kesin olarak üstünlük vaadinde bulundular. Musa'ya gelince o asasını Allah'ın adıyla ve O'nun izzetiyle yere bıraktı.

Hz. Musa'nın mucizesinin zaferinden başka diğer büyük sürpriz sihirbaz­ların Allah'a iman etmeleri ve derhal Allah Tealâ'ya secdeye kapanmalarıdır. Çünkü onlar sihirbazlığın son noktasını gayet iyi biliyorlardı. Hz. Musa'nın asasının onların yaptıkları bütün hayalî ve göz boyayan şeyleri yuttuğunu gö­rünce ve bunun da sihirbazlık mesleğinin dışında bir şey olduğunu müşahede edince bu işin sihir olmadığını gayet iyi anladılar.

Sihirbazlar azgın diktatör Firavun'un tehditlerine aldırmadan Allah Te­alâ'ya kesin imanlarını ilân ettiler. Bu iman yolunda elleri ve ayakları kesilip asılmak suretiyle şehit olarak ölmeyi küfür ve sihirbazlık sapıklığı uçurumuna dönmeye tercih ettiler. Kur'an-ı Kerim de onların bu sebat dolu sarsılmaz ta­vırlarını şu iki vasıfla ebedileştirdi dediler (Allah onlardan razı olsun).

1- Allah sevgisi ve O'nun rızasını kazanmak hususunda tam bir azim sahi­bi olmaları. Onlar sevabı arzulayarak ya da azaptan korkarak "Biz hiç şüphe­siz Rabbimize döneceğiz." dediler. Bu sıddîklarm derecelerinin en yükseğidir.

2- Küfür ve sihirbazlık üzerine kurulan kötü geçmişin sorumluluklarından kurtulmaları: "Biz Rabbimizin bizim günahlarımızı bağışlayacağını umarız." Böylece sihirbazlar küfürle çalkalanan bir toplumda imana ilk koşan kimseler oldular: "Biz iman edenlerin ilki olduk." [28]

 

Hz. Musa (A.S.) İle Kavminin Kurtulmaları, Firavun İle Ordusunun Boğulması

 

52- Musa'ya: "Kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz." diye vahyettik.

53- Firavun da şehirlere asker toplaya­cak kimseler gönderdi.

54- (Onlara şöyle dedi:) "Bunlar sayıları az basit bir topluluktur.

55- Ne var ki bizi öfkelendiriyorlar.

56- Biz ise gerçekten ihtiyatlı bir kitle­yiz." dedi.

57- Nihayet biz Firavun ve kavmini bah­çelerden ve pınarlardan... (çıkardık).

58-  Hazinelerden ve şerefli makamlar­dan uzaklaştırdık.

59- İşte böyle yaptık. Onlara İsrailoğul-ları'nı mirasçı kıldık.

60- Firavun ve kavmi güneş doğarken onların peşine düştüler.

61-  İki topluluk birbirlerini görünce Musa'nın taraftarları: 'İşte yakalandık." dediler.

62- Musa: "Hayır, şüphesiz Rabbim be­nimle beraberdir. Bana kurtuluş yolunu gösterecektir." dedi.

63- Bunun üzerine biz Musa'ya: "Asan ile denize vur." diye vahyettik. Bir anda de­niz yarılıverdi. Her bir kısmı kocaman bir dağ gibi oldu.

64-  Geriden gelenleri de oraya yaklaş­tırdık.

65- Musa'yı ve onunla beraber olanların tamamını kurtardık.

66-  Sonra diğerlerini de suda boğuver-dik.

67- Bunda elbette bir ibret vardır. Fakat çokları yine de iman etmediler.

68- Şüphesiz senin rabbin Aziz'dir (her şeye galiptir), Rahim'dir (çok merha­metlidir).

 

Belagat:

 

"Bir anda deniz yarılıverdi." Ayette hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. Yani Musa asâsıyla denize vurdu. Bunun üzerine deniz yarılıverdi, demektir.

"Büyük bir dağ gibi" ifadesinde teşbih-i mürsel ve mücmel vardır. Benzet­me edatı zikredilmiş, benzetme yönü hazfedilmiştir. Sebatı ve dimdik durması hususunda dağ gibi demektir. [29]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz Musa'ya" Mısır'da senelerce ikamet edip Mısır halkını Allah'ın ayetle-riyle hakka davet edip de bu daveti onların azgınlığını, fesadını ve yüz çevir­mesini artırınca "kullarımı geceleyin yola çıkar" al götür "diye vahyettik." Musa denize yönelmekle emrolunmuştu. Çünkü siz "takip edileceksiniz." Firavun ve ordusu sizi takip edeceklerdir. Bu ifade geceleyin yürümenin sebebidir. Onlar sabahleyin denize henüz ulaşmadan sizi takip ettiklerinde sizi kurtarırım, on­ları da suda boğarım. Zira onlar sizin peşinizden yürüyecekler ve sizin yürüdü­ğünüz yoldan denizin içine girecekler.

"Firavun" Hz. Musa ile İsrailoğullan'nın gittikleri haberini alınca onları takip etmek için "şehirlere asker toplayacak kimseler gönderdi." Rivayete göre: Firavun'un 1.000 küsur şehri, 12.000 köyü vardı.

Firavun onlara şöyle dedi: "Bunlar" İsrailoğulları bizim ordumuza göre "sayıları az, basit bir topluluktur." Denilmiştir ki: İsrailoğulları 670.000 kişiy­diler. Firavun'un ordusunun öncüleri 700.000 kişiydi. Hepsi süvari olup her bi­rinin başında miğferi vardı. Ordu ise 1,5 milyon kişiydi. Ancak bu sayılar o dönem dikkate alındığında incelemeye değer olup sahih bir rivayetle sabit ol­mamıştır. Öyle görünüyor ki bu rakamlar İsrailoğullan'nın mübalağalı ifadele-rindendir.

"Ne var ki onlar bizi öfkelendiriyorlar." Yani bizi öfkelendirecek şeyler ya­pıyorlar.

"Biz ise gerçekten" işlerinde "ihtiyatlı" ve dikkatli "bir kitleyiz." "İhtiyatlı" anlamındaki kelime "hâzirûn" şeklinde de okunmuştur. Buna göre manası, "Biz uyanık bir kitleyiz." demektir.

"Nihayet biz onları" Firavun ve kavmini Hz. Musa ve. kavmine yetişmeleri için Mısır'dan çıkardık. Yani onların gönüllerinde şehirden çıkış sebeplerini ha­zırladık ve onları buna şevkettik, "bahçelerden" Nilin iki tarafında bulunan bağlardan, bostanlardan "ve pınarlardan" Nüden ayrılan nehirlerden "hazine­lerden" toprağa gizledikleri mallardan "ve şerefli makamlardan" yani yüksek köşklerden ve lüks evlerden "çıkarttık."

"İşte böyle yaptık." İşte bu şekilde onları çıkarttık. Yahut onları çıkartma­mız tavsif ettiğimiz şekilde oldu. Firavun ve kavmini suda boğduktan sonra Onlara îsrailoğulları'nı mirasçı kıldık."

"Firavun ve kavmi güneş doğarken" tam güneşin doğma vaktinde "onların" Musa'nın ve İsrailoğullan'nın "peşine düştüler" onlara eriştiler.

"İki topluluk birbirlerini görünce" iki taraf birbirlerini görecek kadar yak­laşınca "Musa'nın taraftarları: "İşte yakalandık" Firavun kavmi bize erişiyor, onlara karşı duracak gücümüz yok "dediler."

"Musa: Hayır!" bize asla erişemiyecekler "Rabbim" himayesi ve yardımıyla "benimle beraberdir. Beni hidayete erdirecek" kurtuluş yerini gösterecektir, dedi.

"Bunun üzerine biz Musa'ya: Asan ile denize" Kızüdeniz'e yahut Nil Neh-ri'ne "vur diye vahyettik." Musa asâsıyla denize vurdu. "Bir anda deniz yarılı-verdi." Deniz on iki toprak yol oldu. Denizin "her bir kısmı kocaman" dimdik duran "bir dağ gibi oldu." Hepsi bu yollara girdi. Her kabile bir yola girdi. Hiç­bir kimse ıslanmadı.

"Geriden gelenleri" Firavun ve kavmini "de oraya yaklaştırdık." Nihayet hepsi İsrailoğulları'nın peşinden onların girdikleri yere, onların yoluna girdiler.

"Biz Musa'yı ve O'nunla beraber olanların tamamını" kendileri geçinceye kadar denizin bu durumda korunması suretiyle "kurtardık."

"Sonra da diğerlerini" Firavun ve kavmini tamamen denize girdikten ve İsrailoğulları denizden çıktıktan sonra denizi üzerine kapatarak "suda boğuverdik."

"Bunda" bu suda boğma olayında "elbette büyük bir ibret" ve öğüt "vardır. Fakat onların çoğu yine de iman etmediler." Âsiye, Firavun ailesindeki iman eden adam olan Âsiye'nin babası Hazkil, Hz. Yusuf un (a.s.) kemiklerinin yerini gösteren Meryem bt. Zâmûsâ hariç Mısır'da geride kalan kıptilerden hiçbirisi iman etmedi. Ayrıca İsrailoğulları da boğulmaktan kurtulduktan sonra tapa­cakları inek istediler, altından buzağı edindiler. "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla iman etmeyiz, dediler." (Bakara, 2/55).

"Şüphesiz senin rabbin" yüce Allah "Azizdir." düşmanlarından intikam alan ve "Rahim'dir" müminlere çok merhametlidir. Onları boğulmaktan kur­tarmıştır.

İsrailoğulları'nın Mısır'dan Çıkma Hazırlığı

Müfessirlerin belirttiklerine göre Hz. Musa (a.s.) Mısır diyarmdaki ikame müddeti uzayınca ve orada böbürlenen ve inatçılık yapan Firavun ve adamları­na karşı Allah'ın hüccetlerini ve burhanlarını ortaya koyunca onların önünde azap ve işkence etmekten başka yol kalmadı.

Bunun üzerine Allah Tealâ Hz. Musa'ya İsrailoğullarını geceleyin Mı­sır'dan çıkarmasını ve onlarla birlikte gitmesini emretti. Hz. Musa (a.s.) Rabbi-nin emrettiği şeyi yerine getirdi. İsrailoğulları, Firavun kavmine:

- Bizim bu gece bayramımız var, diyerek onlardan pek çok emanet altın ta­kılar aldılar. Hz. Musa ile İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışları ayın doğduğu vakitteydi.

Hz. Musa (a.s.) Hz. Yusufun kabrini sormuş İsrailoğullan'ndan yaşlı bir kadın bu kabri göstermişti. Hz. Musa (a.s.) O'nun tabutunu alıp beraberinde götürdü. Çünkü Hz. Yusuf (a.s.) İsrailoğulları Mısır'dan çıktıkları zaman ken­disini de beraberlerinde götürmelerini vasiyet etmişti. [30]

 

Açıklaması

 

"Biz Musa'ya: Kullarımı geceleyin al götür, mutlaka takip edileceksiniz, di­ye vahyettik."

Allah, Musa'ya kavmi olan İsrailoğulları'yla birlikte geceleyin deniz yö­nünde yürümelerini emretti. Musa da böyle hareket etti. Allah onlara Firavun ve kavminin kendilerini takip edeceklerini bildirdi. Nihayet sabahleyin onları izlediklerinde de Hz. Musa ve kavmi ilerlemişti. Denize ulaşmadan önce Fira­vun kavmi onlara erişemediler. Hz. Musa ve kavmi denize girdiler. Firavun ve ordusu da aynı yoldan denize girdiler ve yolun iki tarafındaki dalgalar onları tamamen kapladı ve toptan suda boğuldular.

İsrailoğulları'nın Mısır'daki ikameti 430 yol sürdü. Mısır'dan çıkış gecesi ebediyete kadar onların "Fash Bayramı" idi. İbni Abbas'ın (r.a.) rivayet ettiği gibi onların sayıları 600.000 yaya idi.

"Firavun da şehirlere asker toplayacak kimseler gönderdi." Yani Firavun ve kavmi sabaha erip İsrailoğullarının çıktığını öğrenince bu durum onu öfke­lendirdi ve İsrailoğulları'na karşı kızgınlığı arttı. Derhal Mısır şehirlerine ordu toplayacak temsilci ve görevlileri gönderdi.                                                    ,

Firavun kavmini kendisiyle beraber takibe çıkmaya teşvik etmek için ma­nevî takviye üslûbunu kullandı ve İsrailoğullan'nı şu üç sıfatla nitelendirdi:

1- "Bunlar sayıları az, basit bir topluluktur." Yani İsrailoğulları küçük bir guruptur. Dolayısıyla onları takip etmek, esir etmek, öldürmek ya da itaatkâr etmek zor değildir.

2- "Onlar bizi öfkelendiriyorlar." Onlar her zaman bizi kızdırıyorlar ve fit­ne ve anarşi sebebiyle bizi daraltıyorlardı. Onlar mallarımızı götürdüler, bizim kulluğumuzdan çıktılar ve dinimize muhalefet ettiler.

3- "Biz ise gerçekten ihtiyatlı bir kitleyiz." Yani hepimiz ihtiyatımızı ve ha­zırlığımızı yaptık, askeri açıdan hazırlıklıyız. Ben onları kökten yok etmek ve köklerini kazımak istiyorum.

Büyük bir ordu toplandı. Ne Firavun'un ordusunu ne de İsrailoğullarının sayısını tespit eden sahih bir rivayet bulunmaktadır. Fakat kesin olan husus İs-railoğullan'nın sayısının Firavun'un ordusunun sayısından daha az olduğudur.

"Nihayet biz Firavun ve kavmini bahçelerden ve pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan uzaklaştırdık." Yani onların kalplerinde Mısır'dan çıkış sebebini yerleştirdik. Onlar nimetlerden cehenneme çıktılar. Yemyeşil bağları ve bahçeleri, akan ırmakları, yeryüzünde depolanmış hazinelerde biriktirilmiş mallan, yüksek köşkleri, lüks evleri, dünyada büyük mevkileri ve mülkleri :erk ettiler.

"İşte böyle yaptık. Onlara Israiloğulları'nı mirasçı kıldık."

Yani durum gerçekten dediğimiz gibi olmuştur. Mısır'dan çıkarmamız tav­sif ettiğimiz şekilde olmuştur. Biz İsrailoğullan'nı bu servetlere vâris kıldık. Kölelikten hürriyet, istiklâl, refah ve nimetlere kavuştular.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Hakaretlere maruz bırakılmış o kavmi de bereketli kıldığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'raf, 7/137).

"Biz yeryüzünde horlanan kimselere lütufta bulunalım, onları önderler kı­lalım, onlara varis kılalım istiyoruz." (Kasas, 28/5).

"Firavun ve kavmi güneş doğarken onların peşine düştüler." Yani Firavun ve kavmi İsrailoğullarına güneş doğarken Süveyş Körfezi'nde ulaştılar.

İşte bu anda İsrailoğulları korkuya kapıldılar. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"İki topluluk birbirlerini görünce Musa'nın taraftarları "İşte yakalandık." dediler." Yani bu iki taraftan her biri diğerini görünce, yok olmayı yakînen an­layan İsrailoğulları şöyle dediler: Firavun ve orduları bize eriştiler, bizi öldüre­cekler. Yahut biz takip edildik, onların elinde öleceğiz.

Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullan'nı mutmain kıldı ve onların gönüllerini sa-kinleştirdi, şöyle dedi: "Hayır, şüphesiz Rabbim benimle beraberdir. Bana kur­tuluş yolunu gösterecektir."

Musa dedi ki: Hayır onlar bize erişemeyeceklerdir. Rabbim koruması ve yardımıyla bizimle beraberdir. O, beni onlardan kurtuluş ve selâmet yoluna ulaştıracaktır. Onlara karşı bana yardım edecektir.

Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya vahyini şöyle anlattı: "Bunun üzerine biz Mu­sa'ya: Asan ile denize vur, diye vahyettik. Bir anda deniz yarılıverdi. Her bir kısmı kocaman bir dağ gibi oldu." Yani Allah Musa'ya asâsıyla denize vurması­nı emretti. Musa da asâsıyla denize vurdu. Asasında Allah'ın kendisine ihsan ettiği mucizesi vardı. Bunun üzerine deniz bir anda on iki yol olarak yarılıver-di. Suyun hareket etmeksizin yan tarafa ayrılan herbir parçası büyük bir dağ gibi olmuştu. Hava ve güneşle kuruyan yollar İsrailoğullan'nın torunları sayı­sınca idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar için denizde kuru bir yol ayır. Yakalanacağım diye korkma, çekinme." (Tâ-Hâ, 20/77).

"Geriden gelenleri de oraya yaklaştırdık." Geriden gelen Firavun ve ordu­sunu denize yaklaştırdık. Onlar da İsrailoğullan'nın izini takip ettiler.

"Musa'yı ve O'nunla beraber olanların tamamını kurtardık. Sonra diğerle­rini de suda boğuverdik." Musa'yı, İsrailoğulları'nı ve dinlerinde onlara tabi olanları kurtardık. Bunlardan hiçbir kimse helak olmadı. Firavun ve ordusu ise suda boğuldular. Onlardan ise hiçbir kimse geriye kalmadı.

"Bunda hiç şüphesiz büyük bir ibret vardır." Yani bu kıssada ve buradaki hayret verici olaylarda Allah Tealâ'nın kudretine, Hz. Musa'nın doğruluğuna, Allah'ın mümin kullarının kurtuluşuna ve kâfirlerin helak olacağına delâlet eden ibret, öğüt ve mucizeler vardır.

"Fakat onların çoğu yine de iman etmediler." Yani kıptîlerden Mısır'da ka­lanların çoğu ve yine İsrailoğulları'nın pek çoğu iman etmediler. Bu mucize imana teşvik etmektedir. Buna rağmen İsrailoğulları bunu yalanladılar, buza­ğıyı ilâh edindiler. Biz Allah'ı açıktan görmedikçe sana iman etmeyiz, dediler.

Bu ayetlerde Allah'a ve peygamberlerine imana delâlet eden mucizeler ve kudret delilleri ortaya konulduğu halde Rasulullah'ı (s.a.) gam ve üzüntüye bo­ğan kavminin yalanlamalarına karşı O'na bir tesellidir.

"Şüphesiz senin Rabbin Azizdir, Rahim'dir." Allah Tealâ düşmanlarından mutlaka intikam alacaktır, Allah dostları olan mümin kullarına da merhamet edecektir.

Bu, ayet yakın gelecekte Peygamberimiz'e (s.a.) verilen bir zafer müjdesidir. [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Musa" ile Firavun kıssasının bu beşinci ve son bölümünde iki taraf ara­sında kesin tavır ve son nokta konmaktadır. Burada en zorlu saatlerde ve en şiddetli sıkıntı zamanındaki Allah'ın kudreti ortaya konmaktadır. Allah Te-alâ'mn kudreti ve yoktan var etme gücü karşısında zalim beşerî kuvvete itimat etmenin ne derece zayıf ve sonuçsuz olduğu açığa çıkmaktadır. Hz. Musa'nın asası mücerret vurmakla denizi yarmamış; ancak onunla birlikte olan ilâhî kudretin izharıyla deniz yarılmıştır. Bu husus asanın tesiriyle denizin 12 top­rak yol olarak ayrılmasıyla alay edip buna inanmayan kâfirlerin basiretle gör­meleri gerekli husustur.

Zalimlerin uçuruma ve helake sürüklenmesi, insanlara ibret olması için Allah'ın bu zalimlerin hepsini suda boğması, peygamberlerinin önderliğindeki iman ordusunu nimetini tamamlamak ve lütfunu izhar etmek için onları kur­tuluş sahiline götürmesi Allah Tealâ'nın hikmetlerindendir. Yoksa Allah Tealâ Firavun ve ordusunu kendi ülkelerinde ve topraklarında da helak etmeye ka­dirdir.

Bu ilâhî hikmeti ve Allah'ın kullan hakkındaki sünnetini ortaya koymak, nebî ve rasullerinin peygamberliğini itiraf eden Allah dostu müminleri kurtar­mak ve Allah düşmanı olan ve peygamberleri yalanlayan kâfirleri helak etmek için Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya İsrailoğulları'nı geceleyin Mısır'dan çıkarmasını emretti ve onları kullan olarak adlandırdı. Çünkü onlar Musa'ya iman etmiş­lerdi. Allah, Musa'ya Firavun ve ordulannın İsrailoğullan'nı devamlı köle ve esir gibi kullanmak ve onlan Mısır beldelerine geri döndürmek için takip ede­ceklerini emretti.

Firavun askerlerini toplamış ve Hz. Musa'nın İsrailoğullan ile yola çıktığı günün ertesi günü ordusunu hazırlamıştı. Firavun, bunlar basit küçük bir gu­ruptur, dinimize muhalefet etmeleri ve bizden emanet aldıklan mallanmızı, al­tın takılanınızı alıp götürmeleri sebebiyle onlar bizim düşmanlanmızdır, biz ise gerekli bütün tedbirlerimizi almış ve silahlanmızı kuşanmış bir topluluğuz, diye bütün askeri gücünü seferber etmişti.

Bu seferberlik, Firavun ve kavmini Mısır'dan ve Mısır'ın ağaçları, ırmak­ları ve yüksek köşklerinden uzaklaştırmak ve onların mal ve mülklerini Mı­sır'da zelil, ezilmiş köleler halinde kullandıkları İsrailoğulları'nın meşru mirası kılmak içindi.

Hasan-ı Basrî ve başkaları diyor ki: İsrailoğulları, Firavun'un ve kavminin helak olmasından sonra Mısır'a döndüler.

Denilmiştir ki: Buradaki "varis kılınma" dan murad İsrailoğulları'nın Fi­ravun ailesinden Allah'ın emriyle emanet olarak aldıkları takılar ve ziynetler­dir.

Kurtubî ise şöyle diyor: Her iki husus da meydana gelmiştir. Hamd Allah'a mahsustur. Yani hem Mısır'a döndüler, hem de Mısır'ın idarecileri, efendileri ve sahipleri oldular.

Firavun ve kavmi İsrailoğulları'nın peşine ancak güneş doğduktan sonra düşmüşlerdi. Firavun ve kavminin gecikmesinin sebebi, ya aralarında meyda­na gelen veba sebebiyle gece ölen bakire kızlarının defnedilmesiyle meşgul ol­maları, ya da bir bulutun onları gölgelemesi ve karanlığın engellemesi ve sa­bah oluncaya kadar bu karanlığın açılmaması idi.

İki gurup birbirlerini görecek şekilde karşılaştıklarında Hz. Musa'nın as­habı korktular ve:

- Düşman bize iyice yaklaştı, bizim ona yetecek gücümüz yok. Düşman ar­kamızda, deniz de önümüzdedir, dediler. Kötü tahminlerde bulundular. Azarla­ma ve cefa şeklinde Hz. Musa'ya: "Bizyakalandık." dediler.

Hz. Musa da onların sözlerini reddetti. Onlara ihtarda bulundu ve Allah Tealâ'nın hidayet ve yardım vaadini hatırlattı. Şöyle diyordu:

"Asla" size yetişemezler. "Zira Rabbim bana" düşmana karşı yardım ede­rek hidayeti nasip edecek "kurtuluş yolunu göstercektir."

Büyük bir belâ ile karşılaşıp İsrailoğulları'nın korkusu da şiddetlenince güçlerinin yetmeyeceği kadar büyük orduları da gördüklerinde Allah Tealâ Hz. Musa'ya asâsıyla denize vurmasını emretti. Çünkü Allah Tealâ bu mucizenin Hz. Musa ile irtibatlı olmasını murad etmişti. Yoksa asayı vurmak denizi yara­cak bir fiil değildir. Bu hususta onunla birlikte olan Allah'ın kudretinden ve ya­ratmasından başka yardım eden de yoktur. Bu Hz. Musa'nın mucizelerinden sayıldı.

Deniz yarılınca İsrailoğulları'nın kabileleri sayısınca on iki yol oldu. Bu yollar arasındaki sular büyük dağ gibi yükseldi. Sanki deniz dondurulmuş, de­nize esen, suyu kurutan ve orayı yeryüzü gibi toprak haline getiren rüzgârın tesiriyle kuru yol olmuştu. Nitekim Cenab-ı Hak "Onların yetişmelerinden korkmayarak ve endişe etmiyerek denizde kuru bir yol aç, diye vahyetmiştik." (Tâ-Hâ, 20/77).

Allah Firvun ve kavmini denize yaklaştırdı. Öfke kalplerini doldurmuş, kin ateşi kalplerinde kazan gibi kaynıyordu.

Allah, Hz. Musa'yı ve O'nunla beraber olanları da kurtardı. Firavun ve kavmi denizin ortasına gelince denizi üstlerine kapattı ve hepsini suda boğdu.

Bu büyük, hem de pek büyük bir ayettir! Öğüt alacak kimse için büyük bir öğüt, düşünüp ibret alacak kimse için de bir ibrettir. Gerçekten denizde meyda­na gelen bu mucize Allah'ın kudretine ve Hz. Musa'nın mucizesi olması dolayı­sıyla Hz. Musa'nın doğruluğuna delâlet eden ve ibret alacak kimselerin ilele-bed ibretle dikkate alacakları Allah'ın büyük ayetlerinden bir ayettir.

Burada insanlar Allah Tealâ'nın emrine ve Rasulü'nün emrine muhalefet etmeye teşebbüs etmekten şiddetle sakındınlmaktadır. Ayrıca mucizelerin or­taya konmasına rağmen kavminin yalanlamasına üzülen Peygamberimiz'i (s.a.) teselli ve ona ibret olmaktadır: Ya Muhammedi Kavminin çoğunun seni yalanlamalarına şaşma. Onlann eziyetlerine karşı sabret. Belki de onlar ıslah olurlar demek istiyor.

Bu sebeple Allah Tealâ bunun ardından şöyle buyurdu: "Ne var ki onların çoğu iman etmediler." İster Firavun kavminden isterse Hz. Musa kavminden olsun onlann çoğu mümin olmadılar. Zira Firavun kavminden sadece Firavun ailesinden Hazkîl, onun kızı Firavunun hanımı Âsiye ve Hz. Yusuf un kabrine delâlet eden yaşlı kadın Meryem b. Zâmûsâ iman etti.

Hz. Musa'nın kavmine gelince, onlar kurtulduktan sonra buzağıya taptılar ve "Biz Allah'ı açıktan görmedikçe sana asla iman etmeyiz dediler." (Bakara, 2/55). [32]

 

Putlara Tapmanın Reddedilmesi, İbadete Lâyık Rabbin Sıfatlarının Beyan Edilmesi

 

69-  (Ey Muhammedi) Sen ümmetine İb­rahim'in kıssasını da anlat.

70- Hani İbrahim babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz?" demişti.

71- Onlar da: "Putlara tapıyoruz. Onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz." demişlerdi.

72- İbrahim onlara: "(Bu putlar) Dua et­tiğiniz zaman sizi duyarlar mı?

73- Yahut size fayda temin edebilir, ya da zarar verebilirler mi?" dedi.

74- Onlar: "Hayır, biz atalarımızı bu şe­kilde yapar bulduk." dediler.

75- İbrahim şöyle dedi: "Görüyor musu­nuz, nelere tapıyorsunuz?

76- Sizler ve eski atalarınız!

77- Zira âlemlerin rabbi müstesna bü­tün bunlar benim düşmanlarımdır.

78- Beni yaratan ve bana hak yolu gös­teren Allah'tır.

79- Beni yediren de içiren de O'dur.

80- Hastalandığım zaman bana şifa ve­ren de O'dur.

81- Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur.

82- Ceza gününde kusurlarımı bağışla­yacağını umduğum da O'dur."

 

Belagat:

 

"Size fayda temin edebilir ya da zarar verebilirler mi?" ayetindeki iki cüm­le arasında tezat sanatı vardır.

Ayrıca "Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur." ayetinde de tezat sanatı vardır.

"Hastalandığım zaman bana şifa veren de O'dur." ayetinde Cenab-ı Hakk'a karşı edebe riayet ederek hastalığı kendi nefsine isnat etti. Çünkü şer, Allah'a nispet edilmez. Hastalık da şifa da her ikisi de Allah tarafından olduğu halde "Allah beni hasta etti." dememiştir. [33]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Muhammedi "Sen onlara" Müşrik Araplara, Mekke kâfirlerine ve ben­zerlerine "İbrahim'in kıssasını" mühim haberini "anlat."

"Hani İbrahim babasına ve kavmine: "Neye tapıyorsunuz? demişti." Hz. İb­rahim (a.s.) onlara bu soruyu taptıkları şeylerin ibadete lâyık olmadıklarını göstermek için sormuştu.

"Onlar da:" Gerçekten açık ifade kullanarak "Putlara tapıyoruz. Onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz, dediler." Yani biz putlara tapmaya devam ediyoruz. "Putlara tapıyoruz" ifadesinden sonra bunun övünüp böbürlenerek ve gönülle-rindeki sevinci ortaya koymak üzere "Biz onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz." dediler.

"İbrahim onlara:" Bu putlar "Dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar mı?"

"Yahut" kendilerine tapındığınız zaman onlar "size fayda temin edebilir mi?" Ya da onlara tapınmadığınız zaman onlar "size zarar verebilirler mi?" Bu fiillerin müzari olarak geçmiş durumun hikâye için "iz" harfiyle birlikte kulla­nılması bunların zihinde hazır halde tutulması içindir.

"Onlar: Hayır, biz atalarımızı bu şekilde" bizim yaptığımız şekilde "yapar bulduk, dediler." Onlar taklitçiliğe sarılmaktan başka cevap bulamadılar.

"İbrahim şöyle dedi: Görüyor musunuz, nelere tapıyorsunuz? Sizler ve eski atalarınız !" Öncelik veya eskilik bunların doğru olduğuna delâlet etmez. Bu­nunla batıl hakka çevrilmez.

"Zira âlemlerin rabbi" olan Allah "müstesna." Ben ancak O'na ibadet ede­rim. "Bütün bunlar" Allah'tan başka taptıklarınız "benim düşmanımdır." Ben onlara tapmıyorum. Bundan murad onlar kendilerine tapanların düşmanıdır­lar demektir. Çünkü onlara tapanlar onlardan zarar görmektedirler. Fakat bu durumu onlara ta'riz olarak tasvir etmiştir. Çünkü ta'riz nasihat konusunda açık ifadeden daha faydalıdır. Bu kabule daha şayan olan, kendi nefsinden baş­ladığı bir nasihat olduğunu, hissettirmek içindir. "Adüvv" kelimesi müfred ola­rak kullanılmıştır. Çünkü b aslında bir mastardır ya da bu kelime nesep mana­sıyla kullanılmıştır.

"Beni yaratan ve bana hak yolu" dini "gösteren O'dur." Çünkü O her yara­tığı yaratıldığı dünya ve ahiret işlerine iletir. Bu, o mahluku yaratmasının baş­langıcından, ecelinin son noktasına kadar sürekli bir hidayettir. Bu hidayetle menfaat temini ve zararları defetmek imkânı bulur. Nitekim Cenab-ı Hak şöy­le buyurmaktadır: "Takdir eden ve hidayete erdiren O'dur." (A'lâ, 87/3). İnsanda hidayet, ana karnındaki yavrunun, rahimdeki hayız kanını emmeye sevke-dilmesiyle başlar, cennet yoluna ve cennet lezzetlerinden istifadeye kadar de­vam eder. [34]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ surenin başında kavminin inkarcılığı sebebiyle Peygamberi-miz'in (s.a.) son derece üzüldüğünü bildirdikten sonra Hz. Muhammed'in (s.a.) bu gibi bir durumun Hz. Musa (a.s.) için de meydana geldiğini bilmesi için ve bu durumun kendisine bir teselli olması için Hz. Musa (a.s.) kıssasını zikretti. Bunun ardından da yine Rasulullah'm (s.a.) Hz. İbrahim'in (a.s.) üzüntüsünün O'nun üzüntüsünden daha şiddetli olduğunu bilmesi için Hz. İbrahim (a.s.) kıs­sasını anlattı. Zira Hz. İbrahim (a.s.) babasını ve kavmini cehennemde görüyor ve onları kurtarma imkânı bulamıyordu. Burada peygamberlerin kavimlerin­den gördükleri muhalefet eski ve sürekli bir durumdur. O halde gam ve üzün­tüye gerek yoktur. [35]

 

Açıklaması

 

Bu bölüm muvahhidlerin önderi Hz. İbrahim (a.s.) ile kavmi arasındaki kıssanın birinci bölümüdür. Kıssanın konusu kavminin Allah Tealâ'ya ibadetle birlikte putlara tapmalarının reddedilmesi ve kendisine ibadet vacip olan Rab-bin sıfatlarının beyan edildiği bir bölümdür. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Sen ümmetine İbrahim'in kıssasını da anlat." Yani Ya Muhammedi ihlâs, Allah'a güven ve hiçbir ortak koşmadan yalnız Allah'a kulluk etmek, şirkten ve şirk ehlinden uzak durmak hususunda Hz. İbrahim'e (a.s.) uymaları için sen ümmetine Hz. İbrahim'in (a.s.) kıssasını anlat. Çünkü Allah Tealâ İbrahim'e küçüklüğünden büyüklüğüne kadar hidayet ihsan etti. Yaşlandığı zaman kav­minin putlara tapmasına karşı çıktı. Babasına ve kavmine:

- Bu taptıklarınız da nedir? Nedir bu hiç durmadan tapındığınız heykel­ler? diyor, böylece onların taptıklarının ne şeriat ne de akıl nazarında ibadete lâyık olmadığına dikkat çekiyordu.

Kavmi de O'na puta taptıklarını itiraf ederek ve gönüllerindeki sevinci ve bu durumdan iftihar ettiklerini ortaya koyarak cevap veriyorlardı:

- Biz putlara tapıyoruz. Hem onlara ibadetten de gece-gündüz hiç ayrılmı­yoruz.

Hz. İbrahim onların bu davranışlarından hayret ederek ibadetlerinin fay­dası hakkında onlarla tartıştı.

"İbrahim şöyle dedi: (Bu putlar) siz dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar mı? Yahut size fayda temin edebilir, ya da zarar verebilirler mi?" Eğer bu olmazsa hiçbir amacı olmayan ibadetin faydası nedir? Biraz düşünür müsünüz? Yaptık­larınız hakkında fikir yürütür müsünüz? Vasfı bu olan şeylere tapınmayı nasıl normal görebiliyorsunuz?

"Kavmi İbrahim'e: Hayır, biz atalarımızı bu şekilde yapar bulduk dediler." Onlar Hz. İbrahim'in hüccetini reddedecek sadece babalan ve ataları körükö-rüne taklit etmeye sarılmaktan başka ikna edici bir cevap bulamamışlardı. Putlara tapmalarını ve onları takdis etmelerini normal kılacak, kabul edilebi­lecek bir hüccetleri, delilleri yoktur. Bu ayet inançları hususunda taklitçiliğin asılsız ve çürüklüğüne ikna edici aklî deliller ortaya koymanın gerekliliğine en kuvvetli delildir. Çünkü Allah onların bu ifadelerini kâfirlerin yolunu kötüle­mek ve onların metodunu reddetmek için nakletmektedir.

Hz. İbrahim (a.s.) kavmini azarlamak ve onlara meydan okumak hususun­da daha da güçlenmişti.

"İbrahim onlara şöyle dedi: Sizler ve eski atalarınız nelere tapıyorsunuz, görüyor musunuz? Zira âlemlerin rabbi müstesna bütün bunlar benim düşma-nımdır." Bana sizin, babalarınızın ve dedelerinizin eski zamandan şu ana ka­dar geçmişlerinizin tapındığı şeylerin durumundan haber verin. Bu ibadet hiç­bir şey gerçekleştirdi mi? İşitmeyen ve konuşamayan bu cansız putlar kendile­rine tapanların ibadetine lâyık oldular mı? Eğer bu putların bir etkileri varsa bana bir kötülük veya eziyet yapsınlar. Zira ben onların düşmanıyım, onlara ibadet etmiyorum. Onlara aldırış etmiyorum. Onlar hakkında fikir yürütmüyo­rum dedi. Bu ifade Hz. İbrahim'in (a.s.) putlara tapınmakla alay etmesidir. On­ların taptıkları şeyin doğruluğunu reddeden yüksek sesli bir meydan okuma­dır.

Ancak beni yaratan ve bana rızık veren âlemlerin rabbidir. O dünya ve ahirette benim yardımcımdır. Kendisine kullukta bulunduğum, azameti ve iz­zetine hürmet ederek eğildiğim O'dur. Benim putlara tapınmam düşmana ta­pınmam demek olur. Bunun için bundan kaçındım. Bütün hayrın elinde olduğu kimseye ibadette bulunmayı tercih ettim.

Bu Hz. İbrahim'in (a.s.) kendi nefsine nasihati idi. Bu onlar için kabule daha lâyık ve dinlemeye daha teşvik edici bir metod idi.

Bu tıpkı Hz. Nuh'un (a.s.) şu sözü gibidir: "Siz ve ortaklarınız artık topla­nıp ne yapacağınızı kararlaştırın ki sonradan bu işiniz size hiçbir tasa olmasın. Sonra hükmünüzü bana icra edin. Bana mühlet de vermeyin." (Yunus, 10/71).

Yine Hud (a.s.) şöyle demişti: "Ben Allah'ı hakikî şahit gösteririm ve siz de şahit olun ki ben sizin Allah'ı bırakıp da O'na ortak tutmakta devam ettiğiniz şeylerden kesinlikle uzağım. Artık bana hep birlikte istediğiniz tuzağı kurun, sonra bana mühlet de vermeyin." (Hud, 11/54-55).

Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) kendisinin ancak şu beş sıfatı taşıyan varlı­ğa ibadet edeceğini tekrar vurguladı. Bu beş sıfat şunlardır:

1- "Beni yaratan beni hidayete erdirir." O beni ve benden başka yaratıkları yaratan, yoktan var eden, eşsiz bir şekilde meydana getirendir. Beni daima dünya ve ahirette hayır bulunan şeylere ileten O'dur.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O her şeyi yaratıp düzenine koyandır. O takdir eden ve yol gösterendir." (A'lâ, 87/2-3). O en güzel şekilde takdir eden yaratıcı ve yaratıkları en güzel şekilde düzenleyen ve bütün mah-lûkata yol gösterendir. Her şey O'nun takdir ettiği şekilde hareket eder.

2- "Beni yediren de içiren de O'dur." Yani beni yaratan ve ihsan ettiği se­mavî ve dünyevî vesilelerle bana rızık veren, yağmuru yağdıran, bununla top­rağa canlılık veren ve topraktan kullarına rızık olarak çeşitli meyveleri çıka­ran, hayvanları ve diğer varlıkları var eden, insanoğluna yiyecek, içecek ve rı-zıklanyla ilgili her şeyi yeteri kadar temin eden O'dur.

3- "Hastalandığım zaman bana şifa veren de O'dur." Benim başıma bir hastalık geldiği zaman kendi tarafından şifa vererek bana ikramda bulunan O'dur.

Hastalık da, şifa da hepsi Allah tarafından olduğu ve her ikisinin de Al­lah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiği halde, Hz. İbrahim (a.s.) Allah'a karşı edepli davranarak hastalığı kendi nefsine nispet etmiş, "beni hasta eden Allah" ifadesini kullanmamıştır.

Nitekim Cenab-ı Hak namaz kılan kimseye: "Bizi doğru yola ilet" (Fatiha, 1/6) demesini emretmiş, sonra da "Gazaba uğrayanların yoluna değil..." (Fati­ha, 1/7) buyurmuştur.

Fatiha'da hidayete erdirmek ve nimet vermek Allah Tealâ'ya isnat edil­miş, edebe riayet edilerek gazabın faili hazfedilmiş, delâlet ise beşere nispet edilmiştir.

Nitekim Musa'nın hizmetçisi: "Bana bunu ancak şeytan unutturdu." de­miştir. (Kehf, 18/63). Cinler de 'Yeryüzünde bulunanlara şer mi murad edildi yahut Rableri onlara hidayet mi murad etti, bilmiyoruz." (Cin, 72/10). demiş­lerdir.

Burada da Hz. İbrahim (a.s.) hastalığı kendisine izafe etmiştir. Yani bir hastalığa yakalandığım zaman takdir ettiği sebeplerle bana şifa vermeye Al­lah'tan başka kimse kadir olamaz, demiş gibidir.

4- "Beni öldürecek sonra da diriltecek olan O'dur." Yani dirilten ve öldüren O'dur. Buna O'ndan başka hiçbir kimse muktedir değildir. Çünkü yoktan var eden sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bundan murad dünyadaki öldürme ve ahiretteki diriltme ve yeniden yaratmadır. Bunun delili "sümme (sonra)" ke­limesiyle atfedilmiş olmasıdır.

5- "Ceza gününde benim kusurlarımı bağışlayacağını kuvvetle ümid etti­ğim de O'dur." Yani kıyamet günü benim günahımı örteceğini umduğum O'dur. Çünkü dünya ve ahirette günahları bağışlamaya muktedir olan O'ndan başka hiçbir kimse yoktur. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Allah'tan başka kim gü­nahları bağışlayabilir?" (Âl-i İmran, 3/135).

Hz. İbrahim (a.s.) bu konuda kesin inançlı olduğu halde "atma'u" (=kuv-vetle ümid ediyorum) demiştir. Çünkü Allah hiçbir kimse lehine hiçbir şey de mecburi değildir. Ümid ve zan ifadelerinin kullanılması sevap vermenin ve azabı kaldırmanın Allah tarafından bir lütuf ve nimet olduğuna işaret etmek içindir.

Hz. İbrahim (a.s.), peygamberler hatalardan kesinlikle münezzeh oldukla­rı halde kendi nefsine hatayı isnat etmiştir. Bununla kendisinden sadır olan ve evlâ olana aykırı olan ameli "hata" olarak adlandırmak ve bunun kendisine gö­re çok büyük bir amel olduğuna işaret etmek istemiştir. Hatalar dünyada ba­ğışlandığı halde hatanın bağışlanmasını "din günü" ne bağlamıştır. Çünkü bu bağışlamanın eseri din gününde ortaya çıkmaktadır.

Hz. İbrahim (a.s.) duasında "En yağfira lî" derken bu hatanın bağışlanma­sı benim için, sadece bana raci olan bir şey içindir, manasına "lî" kelimesini kullanmıştır.

Özetle: İbrahim'in (a.s.) kendisinin bağışlandığım bildiği halde bu şekilde dua etmesi kulluğunu ortaya koymak içindir.

Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ediliyor:

- Ya Rasulallah! İbni Cüd'an cahiliyette akrabasını ziyaret ediyor ve yok­sulu doyuruyordu. Bunun ona faydası var mıdır? dedim. Peygamberimiz (s.a.):

- Fayda vermez. Çünkü o bir gün bile "Ey Rabbim din günü hatalarımı ba­ğışla." demedi, buyurdular.

"Din günü" kulların amellerinin karşılığını göreceği gündür. [36]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının burada anlatılması babalan Hz. İbrahim'in (a.s.) dininden ve inancından uzaklaştırdıkları takdirde müşriklerin son derece bilgisiz olacaklarına dikkat çekmek, kavminin risaletine iman etmekten yüz çevirmesi sebebiyle Peygamberimizin (s.a.) içine düştüğü gam, keder ve üzün­tüsünü dağıtmak içindir.

Bu kıssa, putlara tapınmanın yararı hususunda gayretlerinin boş yere za­yi olmaması için, İbrahim Halil (a.s.) ile babası ve kavmi arasında geçen sert münakaşayı konu edinmektedir. Zira ibadet genellikle bir fayda için olur. Her akıl sahibi idrak eder ki, bu cansız putlar bir hayır veya nzık veremez, hiçbir kimseye hayır temin edemez. Karşı çıktığında kendisinden hiçbir zararı engel­leyemez. Size fayda temin edemediğine ve zarar veremediğine göre ey putpe­restler, bunlara tapınmanın manası nedir?

Hz. İbrahim'in (a.s.) kavmi konunun anlatılması ve maksadın ortaya ko­nulması hususunda bu hücceti ikna edici ve kesin bir hüccet olarak görünce hüccetsiz ve delilsiz olarak babaları ve atalarım körükörüne taklitçiliğe sarıl­ma yolunu tuttular.

Taklitçiliğin kötülenmesi ve inançlar konusundaki çürüklüğü hususuna ayrıca inancın oluşması ve ispat edilmesi konusunda ikna edici mantıklı delil­lere dayanmak mecburiyeti olduğu hususuna burada yeterince işaret edilmek­tedir.

Hz. İbrahim Halil (a.s.) önceki sözünü te!kit etti, o bilgisiz kavme bu putla­ra tapınmanın tapınanlar için tam anlamıyla zarar olduğunu, insan olsun, cin olsun, melek olsun yapacakları ibadete sadece âlemlerin rabbi Allah'ın lâyık ol­duğunu anlattı. Kim O'na ibadet ederse istifade eder, dünya ve ahirette kendi nefsinden zararı ortadan kaldırmış olur. Kim nimet verirse O'na itaat edilmesi ve isyan edilmemesi vacip olur.

Sonra bu kendisine hakkıyla ibadet olunan varlığın (Allah'ın) sıfatları kendisine ibadet olunmasını ve O'na yaklaşılmasını vacip kılar. Yaratan, hida­yete erdiren ve hak dine ileten O'dur. Yiyecekler, içecekler ve diğer faydalı şey­leri rızık olarak veren O'dur. Şifa ve afiyet veren O'dur. Öldüren ve can veren -yoktan var eden- sonra da yok eden, sonra da öldükten sonra dirilten O'dur. Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden, azabı şiddetli olan ve dilediğini yerine getiren O'dur. [37]

 

Hz. İbrahim'in (S.A.) Duası İhlâslı Ve Allah'a Yönelenlerin Duasıdır

 

83- Ey Rabbim! Bana hikmet bahşet ve beni salihlere kat.

84-  Beni benden sonrakilerin sadık lisanına nasip eyle.

85- Beni "Naîm" cennetine mirasçı olan­lardan kıl.

86- Babamı da bağışla. Çünkü o sapık­lardandır.

87- Diriltilecekleri gün beni rezil etme.

88- O gün ne mal, ne de evlât fayda ve­recektir.

89- Ancak Allah'a tertemiz bir kalple va­ran kimse müstesna.

 

Belagat:

 

"Benim için benden sonrakilere de sadık bir dil ihsan eyle." ayetinde isti­are yapılmıştır. "Lisan" iyi anma ve güzel övgü için kullanılmıştır. Yani beni benden sonrakilerin iyilikle anmasını bana nasip eyle, demektir. [38]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey Rabbim! Bana hikmet" anlayış, hayırlı ilim ve bu ilimle amel etmeyi "bahşet ve beni salihlere" salâhta kâmil olanlara yani peygamberlere "kat." Ayette anlatılmak istenen husus şudur: Beni günahların büyüklerinden de kü­çüklerinden de uzak olan salihler zümresinden kılacak amellere muvaffak kıl. "Bana benden sonrakilerin" benden sonra kıyamete kadar gelecek insanların "sadık lisanını nasip eyle." "sadık lisan" eseri kıyamet gününe kadar baki kala­cak iyi bir şan ve hakiki şöhret, insanların bana tabi olacağı derecede salih amellere benim muvaffak kılınmam sebebiyle güzel övgü demektir.

"Beni" ahirette "Naîm cennetine mirasçı olanlardan" yani kendisine Naîm cenneti verilenlerden ve insanların dünya mirasından istifade ettikleri gibi bu cennetten istifade edenlerden "kıl."

"Babamı da" onu hidayete ve imana muvaffak kılmak ve tevbesini kabul etmek suretiyle "bağışla." Çünkü mağfiret islâm şartına bağlıdır. Bu babasının müslüman olması için yaptığı duadır. "Çünkü o sapıklardandır." Hak yoldan sapmış olanlardan yani müşriklerdendir. Bu dua Hz. İbrahim'in babasının Al­lah düşmanı olduğunu anlamasından önce idi.

Bütün insanların "diriltilecekleri gün beni rezil etme." Bu kelime ya "hızy (rezil olmak)" ya da "hızâye (utanmak)" kökündendir. "Onların diriltilecekleri" zamir ya kullara racidir, çünkü onlar belirlenmiş kimselerdir; yahut önceki ayetteki "ed-dâllin (sapıklar)" kelimesine racidir.

"Ancak Allah'a tertemiz bir kalple" yani ihlâslı olarak, küfür, nifak ve gü­nahlara meyletmekten arınmış bir kalple -ki müminlerin kalbi böyledir.- Al­lah'ın huzuruna "varan müstesna." [39]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. İbrahim (a.s.) Rabbine senada bulunup O'nun şanını yücelttikten son­ra ve ahirette umulan ilâhî rahmetin yanında yaratılışından, var edilişinden vefatına kadar Allah'ın verdiği nimetleri tek tek saydıktan sonra ihlâslı kulla­rın duasıyla dua etti. Allah'a yönelen kulların niyazıyla O'na niyazda bulundu. Bu hamd ve senanın duadan önce yapılması esasına da uygun idi. [40]

 

Açıklaması

 

Hz. İbrahim (a.s.) bu dualar içinde kendini seçilmiş hayırlı kullardan kıla­cak hususları hem gelecek nesillere öğretmekte hem de bunlara uyulması için Rabbinden niyaz etmektedir. Bu hususlar şunlardır:

1- "Ey Rabbim! Bana hikmet bahşet." Yani, ya Rabbi bana sıfatlarını tanı­mak için kendisiyle kalbimi nurlandıracağın bilgi, anlayış ve ilmi, kendisiyle amel etmem için hakkı ve doğruyu idrak etmeyi nasip eyle.

2- "Beni salihlere kat." Yani salâh hususunda kâmil olanlar, günahların küçüğü ve büyüğünden sakınan kimseler zümresine girmem için beni taatine muvaffak kıl.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) vefatı anında üç defa "Allah'ım! Yüce dos­tum ." demiştir. Yine Peygamberimiz (s.a.) duasında "Allah'ım bizi müslüman olarak yaşat. Müslüman olarak öldür ve bizi rezil olmaksızın, değişmeksizin sa-lihler arasına kat." diye niyazda bulunmuştur.

Allah Hz. İbrahim'in (s.a.) duasını kabul etmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki O salihlerdendir." (Ankebut, 29/27).

3- "Bana benden sonrakilere de sadık lisan nasip eyle." Yani, bana benden sonra güzel bir anma nasip eyle. Salih amele muvaffak kılınmam sebebiyle dünyada bu güzel övgü ile anılayım, hayırda bana uyulsun, diye niyaz etti.

Allah da O'nun duasını kabul etti. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "Sonra gelenler arasında ona iyi bir nam bıraktık. İbrahim'e selâm olsun. Biz iyi hareket edeni işte böyle mükâfatlandırırız." (Saffat, 37/108-110).

Mücahid ve Katade diyor ki: Sadık lisan güzel övgü demektir.

Bütün ümmetler Hz. İbrahim'in (a.s.) sevgisi ve O'nun dindeki önderliği hususunda ittifak etmişlerdir.

Hz. İbrahim (a.s.) dünya saadetini talep ettikten sonra ahiret sevabını ta­lep ederek şöyle dua etti:

4- "Beni "Naîm" cennetinin varislerinden eyle." Yani, varisin dünyada baş­kasının mirasından yararlandığı gibi beni de cennetin hayırlarından ve nimet­lerinden istifade eden cennet ehlinden kıl.

Hz. İbrahim (a.s.) kendisi için dünyevî ve uhrevî saadeti talep ettikten sonra velinimeti ve varlığının sebebi olan babası için de bunları talep etmiş ve şöyle dua etmiştir.

5- "Babamı da bağışla. Çünkü o sapıklardandır." Yine O: "Ey Rabbimiz! Beni ve anne-babamı bağışla." (İbrahim, 14/41) diye dua etti. O'nun günahları­nı bağışla ve onu tevbeye ve islâma muvaffak kıl. Çünkü o hidayet ve hak yol­dan sapmıştır. Yani müşriktir. Bu, daha önce Hz. İbrahim'in ona vaad ettiği du­ayı yerine getirmek için yaptığı duadır, babasının Allah düşmanı olduğu ortaya çıkmadan önce yaptığı duadır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"İbrahim'in babasına olan istiğfarı ancak ona verdiği bir vaadden dolayı idi. Yoksa onun Allah'ın bir düşmanı olduğu kendisine iyice belli olunca o bun­dan uzaklaştı. İbrahim cidden pek çok niyaz eden ve gerçekten sabırlı bir zat idi. "(Tevbe 9/114).

Hz. İbrahim (a.s.) daha sonra ahirette tam bir bağışlanma talep ederek şöyle dua etti:

6- "İnsanların diriltileceği gün beni rezil etme." Yani ihmal ettiğim şeye karşı azarlama ile ya da mirasçının derecesinin noksanlığı ile rüsvay eyleme. Beni kıyamet günü ilk ve son bütün yaratıkların diriltileceği gün horlanmak­tan, rezil ve rüsvay olmaktan koru. Bu dua Hz. İbrahim'in (a.s.) dehşeti şiddet­li günde, huzura, kurtuluşa ve kemale ulaşma noktasındaki aşırı arzusudur. O bu günü şöyle tavsif etmektedir:

"O gün ne mal, ne de evlât fayda verecektir. Ancak Allah'a tertemiz bir kalple varan kimse müstesna." Yani o gün yeryüzü dolusu altını feda etse bile, malın kişiyi Allah'ın azabından kurtaramayacağı, yeryüzünde bulunan kimse­lerin tamamını feda etse bile evlâdın kişiyi Allah'ın azabından kurtaramayaca­ğı gündür. O gün sadece Allah Tealâ'ya iman, dinde ihlâsla ibadet etme, şirk ve şirk ehlinden uzaklaşma fayda verebilir.

"Selim kalb"den murad fasit inançlardan ve rezil huylardan ve küfür, şirk ve nifak başta olmak üzere bütün günahlara meyletmekten uzak olan tertemiz bir kalptir.

Said b. Müseyyeb (r.a.) diyor ki: "Selim kalp, sağlıklı bir kalptir. Müminin kalbi böyledir. Çünkü kâfirin ve münafığın kalbi hastadır. Allah Tealâ buyuru­yor ki: "Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara, 2/10). [41]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İbrahim Halilullah (a.s.) bu duasında dünya ve ahiretin hayırlarını talep etmişti:

Allah'ın kendisine ilim, anlayış, Allah'ı, O'nun hadlerini ve hükümlerini bilme nimetini vermesini talep etti. Sonra da dünyada ismini güzellikle ebedi­leştirmesini, salih amele muvaffak kılmak suretiyle güzel övgü bahşetmesini talep etti.

İbni Abbas diyor ki: O bütün ümmetlerin üzerinde görüş birliğine vardık­ları husustur. Hz. İbrahim (a.s.) daha sonra Allah'tan cennetin nimetlerinden yararlanan cennet ehlinden olmayı niyaz etmiştir.

Eşheb, İmam Malik'ten naklediyor: Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim'in (a.s.) duasını naklediyor: "Beni benden sonrakilerin iyilikle anmasını nasip eyle." Bu­na göre kişinin kendisine güzel övgü yapılmasını arzu etmesinde ve Allah rıza­sını gözettiği müddetçe salihlerin amelini göstermesinde bir mahzur yoktur.

Meselâ Cenab-ı Hak Hz. Musa'ya hitaben şöyle buyurmuştur: "Sana be­nim tarafımdan sevgi vermiştim." (Taha, 20/39).

Yine buyuruyor ki: "İman edip salih ameller işleyen kimselere Rahman sevgisini verecektir." (Meryem, 19/60). Yani kullarının kalplerinde onlara karşı sevgi ve övgüler meydana getirecektir.

"Beni benden sonrakilerin iyilikle anmasını bana nasip eyle." ayetinde Ce­nab-ı Hak geride güzel nam ve takdir bırakacak ameller işlemenin müstehap olduğuna dikkat çekmektedir. Bu ikinci bir hayattır.

Burada güzel takdir kazandıran salih amel işlemeye teşvik etmektedir. Müslim'in Sahih'inde, Buhari'nin El-edebü'l Müfred kitabında, İbni Mace hariç Sünen sahiplerinin Sime/ilerinde Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i şe­rifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ademoğlu vefat ettiği zaman şu üç şey hariç ameli kesilir: İstifadesi devam eden sadaka, kendisinden yarar­lanılan ilim ve kendisine dua eden salih evlât."

Hz. İbrahim (a.s.) daha sonra Cenab-ı Hak'tan babasını muvaffak kılması­nı ve onu İslâm'a ve imana ulaştırıp hidayet ihsan etmesini ve onu şirkten kur­tarmasını niyaz etti. Çünkü babası ona görünüşte Allah'a iman edeceğini vaad etmişti. O da bu sebeple babası için istiğfarda bulundu. Onun söylediği sözde durmadığını görünce ondan uzak olduğunu ifade etti.

Hz. İbrahim (a.s.) duasını hatalarının tamamen örtülmesi, kurtuluş ve se­lâmete erme talebiyle bitirdi: "İnsanların diriltilecekleri gün beni rezil etme." Yani bütün şahitlerin huzurunda beni rüsvay eyleme ya da kıyamet günü bana azap etme.

Buharî'de Ebu Hureyre'den (r.a.) sabit olduğuna göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İbrahim kıyamet günü babasını görecektir. Babasının üze­rinde siyahlık ve tozlar vardır."

Yine Buharî'de Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İbrahim baba­sıyla karşılaşacak ve şöyle diyecek:

- Ya Rabbi! Bana insanların diriltilecekleri gün beni rezil etmeyeceğini va-ad ettin. Cenab-ı Hak buyurur ki:

- Ben cenneti kâfirlere haram ettim."

Hz. İbrahim (a.s.) kıyamet gününü, hiçbir malın ve evlâdın hiçbir kimseye fayda vermeyeceği, sadece tertemiz kalbin -yani şüphelerden ve şirkten arın­mış kalbin- fayda vereceği bir gün şeklinde tavsif etmiştir. Günahlara gelince onlardan hiç kimse kurtulamaz. Bu müfessirlerin çoğunluğunun görüşüdür.

Hz. İbrahim (a.s.) kalbi özellikle zikretmiştir. Çünkü o temiz ve sağlam olunca bütün âzâlar sağlam olur.

Bilindiği gibi sürekli olarak Allah Tealâ'yı zikretmek, kalpleri kötü vasıf­lardan arınma ve kalp temizliği için ve güzel vasıflarla bezenme için bir alıştır­ma vesilesidir.

Tirmizî'nin Ebu Said el-Hudrî'den (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i kudsîde Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kur'an kimi bana niyaz etmekten meşgul ederse (Kim Kur'anla çok meşgul olur da bu sebeple bana niyaz edecek vakit bulamaz­sa) ona niyaz edenlere verdiğimden daha hayırlısını veririm."

İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Sevban'dan (r.a.) rivayet ediyorlar: "Altın ve gümüşü depo edenler..." ayeti indiği zaman Peygamberimiz'in (s.a.) ba­zı sahabîleri: "Hangi malın daha hayırlı olduğunu bilseydik onu edinirdik." de­diler. Peygamberimiz (s.a.): "En faziletlisi zikreden dil, şükreden kalp, mümine imanı hususunda yardımcı olan saliha hanımdır." buyurdu.

Özetle: Peygamberler babası ve muvahhidlerin önderi Hz. İbrahim'in (a.s.) bu duaları irşad, öğretme, tabi olma ve hakka sarılma hedefi taşımaktadır. Bi­ze düşen bunu tekrar etmek ve bununla amel etmektir. [42]

 

Kıyamet Gününün Vasıfları Allah'ın Sevap Ve Cezası, Müşriklerin Pişmanlıkları

 

90-  (O gün) Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır.

91-  Cehennem de (Allah'a isyan eden) azgınlara açılıp gösterilir.

92- Onlara: "Allah'ı bırakıp da, taptıkla­rınız nerede?

93-  (O putlar) size yardım edebiliyorlar mı? Yahut kendilerine yardımları doku­nuyor mu?" denilir.

94- Hepsi tepetaklak cehenneme atıla­caklardır. Hem o sahte ilâhlar, hem o azgınlar...

95- Hem de bütün İblis taraftarları...

96- Onlar cehennemde çekişecek ve şöy­le diyeceklerdir:

97- "Allah'a yemin olsun ki, biz apaçık bir sapıklık içindeymişiz.

98-  Biz sizi âlemlerin rabbi ile bir tut­muşuz.

99- Bizi ancak mücrimler saptırdı.

100- Artık şimdi bizim ne şefaatçileri­miz var!

101- Ne de candan bir dostumuz var!

102- Keşke dünyaya geri dönüşümüz ol­sa da iman edenlerden olsak!"

103-  Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmediler.

104-  Şüphesiz ki rabbin Azizdir, Ra-him'dir.

 

Belagat:

 

"Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır." ve "Cehennem de Allah'a isyan eden azgınlara açıkça gösterilir." cümleleri arasında mukabele sanatı vardır.

"Müttekîn", "gâvîn", "mübîn", "şâfi'în", "müminin" kelimeleri arasında seci, ayetlerin sonlarındaki fasılalarda uygunluk vardır.

"Ta'büdûn", "yentesırûn", "gâvûn", "ecmeûn", "yahtesımûn", "mücrimûn" kelimeleri arasında seci yapılmış, ayetlerin sonlarındaki fasılalarda telaffuzda ahenk açısından uygunluk vardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır." Cennete girmeleri için bulunduk­ları yerden görebilecekleri şekilde yaklaştırılır.

"Cehennem de azgınlara" hak yoldan sapan kâfirlere dehşetini uzaktan gö­rebilecekleri şekilde "açılıp gösterilir."

"Onlara." azarlama tarzında "Allah'ı bırakıp da taptıklarınız" Allah'ın dı­şında şefaatçi olduklarını iddia ettiğiniz sahte ilâhlarınız olan putlar "nerede?"

O putlar sizden azabı kaldırmak suretiyle "size yardım edebiliyorlar mı? Yahut" bu azabı kendilerinden kaldırmak suretiyle "kendilerine yardımları do­kunuyor mu? denilir." Çünkü onlar ve ilâhları cehenneme gireceklerdir. Nite­kim şöyle denmektedir:

"Hepsi tepetaklak cehenneme atılacaklardır. Hem o sahte ilâhlar hem de o azgınlar" onlara tabi olanlar yüzleri üzerine ateşe atılacaklardır.

"Hem de bütün İblis taraftarları." Yani ona tabi olup itaat eden isyankâr insanlar ve cinler de cehenneme atılacaklardır.

"Onlar" azgınlar "cehennemde" taptıkları sahte ilâhlarla "çekişecekler." Al­lah putları konuşturacak ve onlara tapanlarla tartışacaklar ve şöyle diyecek­lerdir:

"Allah'a yemin olsun ki biz apaçık" gayet açık "bir sapıklık içinde imişiz."

Şu ayetteki hitap bunu te'yit etmektedir: "Biz sizi âlemlerin Rabbi ile bir tutmuşuz." Yani ibadete lâyık olma hususunda sizi O'nunla eşit saymışız. Bey-zavî diyor ki: Zamirlerin puta tapanlara ait olmaları caizdir. Tıpkı "kâlû (=on-lar şöyle dediler)" ayetinde olduğu gibi. Muhatap sigasmın kullanılması aşırı üzüntü ve pişmanlık ifade etmek içindir. Ayetin manası şudur: Onlar sapıklık­ları başlangıcındaki çekişmelerine rağmen delâlete gömüldüklerini itiraf et­mekte ve buna üzülmektedirler.

"Bizi" hidayet yolundan "ancak mücrimler" şeytanlar ve kendilerine uydu­ğumuz atalarımız "saptırdı."

"Artık şimdi" müminlerin meleklerden ve peygamberlerden şefaatçileri ol­duğu gibi "bizim ne şefaatçilerimiz var!" "Ne de" sevgisinde samimi, bizim me­selemizle ilgilenen "candan bir dostumuz var!" Genellikle şefaatçilerin çokluğu ve samimi dostların azlığı sebebiyle "şüfeâ (şefaatçiler)" çoğul olarak "sadık (samimî dost)" kelimesi tekil olarak kullanılmıştır. Ya da "sadîk (samimi dost)" kelimesi çoğul için de kullanılır.

"Keşke" dünyaya "geri dönüşümüz olsa da iman edenlerden olsak!"

"Şüphesiz bunda" bu zikredilen Hz. İbrahim kıssasında "büyük bir ibret" basiret sahibi olmak ve ibret almak isteyen kimse için delil ve öğüt "vardır. Ne var ki onların çoğu" kavminin çoğu "yine de" ona "iman etmediler."

"Şüphesiz ki rabbin Azizdir." Acele intikam almaya kadirdir. "Rahimdir." onların ya da zürriyetlerinden birinin iman etmeleri için mühlet vermesi sebe­biyle "çok merhametlidir." [43]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hz. İbrahim (a.s.) Allah'a çok çok niyazda bulunan ihlâslı kulların duala­rıyla dua edip de bu duaları "diriliş gününde Allah'ın kendisini rezil-rüsvay et­memesi" duasıyla bitirince, bu kıyamet gününü, kıyamet gününde bulunan se­vap ve cezayı, müşriklerin pişmanlıklarını ve içinde bulundukları sapıklıktan dolayı duydukları üzüntülerini, iman edip itaat etmek için dünyaya tekrar dönmeyi temenni ettiklerini anlattı. [44]

 

Açıklaması

 

Hz. İbrahim (a.s.) kıyamet gününü şu üç vasıfla nitelemiştir.

1- "(O gün) Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de (Allah'a is­yan eden) azgınlara açıkça gösterilir."

Yani kıyamet günü cennet saadet içinde bulunacak olan takva sahiplerine yaklaştırılır. Cennete bakarlar ve dünyada işledikleri salih ameller sebebiyle sevinçli ve müjdeli hayatı yaşamak için derhal girerler. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurur: "Cennet takva sahiplerine uzak değil, yaklaştı­rılır" (Kâf, 50/21).

O gün yine cehennemin ortaya konulduğu ve haktan sapan bedbaht kâfir­lere açıkça gösterildiği gündür. Kâfirler cehennemi görürler ve dünyadaki bed­bahtlıkları sebebiyle derhal gam ve üzüntü duyarak oraya düşeceklerini anlar­lar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlara şöyle denilir: Siz bu gününüze kavuşmayı nasıl unutmuş idiyseniz biz de sizi öylece (azapta) unuta­cağız. Sizin yeriniz ateştir. Size hiç yardımcılar yoktur." (Casiye, 45/34); "Onu yakından gördüklerinde inkâr edenlerin yüzleri kötü bir hale getirilmiş olur." (Mülk, 67/27).

Sonra da cehennemliklere bir azarlama ve tahkir olmak üzere şöyle nida edilir.

2- "Onlara: Allah'ı bırakıp da taptıklarınız nerede? (O putlar) Size yardım edebiliyorlar mı? Yahut kendilerine yardımları dokunuyor mu? denilir."

Yani nerede Allah'ı bırakıp da taptığınız putlar, heykeller ve sahte ilâhla­rınız? Onlar size yardımda bulunmak gibi fayda verebiliyorlar ve sizi azaptan koruyabiliyorlar mı? Onların kendilerine yardım etmek ve kendilerinden azabı engellemek gibi bir faydalan var mı? Bu ikisi de meydana gelmemektedir. Zira bunlar ve sahte ilâhları, ateş yakıtı ve cehennem odunudurlar. Onlar cehenne­me gireceklerdir.

"Hepsi tepetaklak cehenneme atılacaklardır. Hem o sahte ilâhlar, hem de o isyankâr azgınlar... Hem de bütün İblis taraftarları..."

Bu sahte ilâhlar ve onlara tapanlar, liderler ve onlara uyanlar cehenneme tekrar tekrar, üstüste atılacaklar. Nitekim onlarla birlikte insan ve cinlerin is­yankârlarından İblis taraftarlarının ilki ve sonuncusu cehenneme atılacaktır. Önce sahte ilâhların cehenneme atılmaları, isyankâr azgınların onların bu kö­tü durumlarını görmeleri ve kurtuluştan ümit kesmeleri içindir.

3- "Onlar cehennemde (taptıkları sahte ilâhlarla) çekişerek şöyle diyecek­lerdir: Allah'a yemin olsun ki, biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz. Biz sizi âlemlerin rabbi ile bir tutmuşuz."

Azgınlık içinde olan insanlar ve cinler taptıkları sahte ilâhlar ve bu tapın­maya davet eden şeytanlarla son derece öfkeli bir tartışma ve çekişme halinde olacak ve şöyle diyeceklerdir: Allah'a yemin olsun ki, biz sizi -putları, taşlan, melekleri ve bazı insanlan- ibadet ve emre itaat hususunda alemlerin rabbiyle bir tuttuğumuz için gayet açık ve bariz olarak haktan sapma içine düşmüşüz. "Bu bir gerçektir. Cehennemliklerin birbirleriyle çekişmesidir." (Sâd, 38/64).

Bu gerçekten bir hitaptır. Onlann şu sözleri buna delildir:

"Bizi ancak mücrimler saptırdı." Yani gerçek şudur ki: Bizi bu büyük hata­ya şeytanlar, liderler ve başkanlardan mücrim kimseler davet etmişlerdir:

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Ey Rabbimiz! Gerçekten biz efen­dilerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi (doğru) yoldan saptırdılar." (Ahzab, 33/67). Bugün onlann yalancı vaadleri ve sahte emelleri sebebiyle iflas ettik.

Cenab-ı Hak bu durumu şöyle anlatıyor: "Artık şimdi bizim ne şefaatçileri­miz var, ne de samimî bir dostumuz var!" Yani dün şefaatçi ve arkadaş olarak saydığımız kimselerden bize şefaat edecek hiçbir şefaatçi, bizim işimizle ilgile­necek hiçbir sevgili dostumuz yoktur. Çünkü putlar hakkında Allah katında şe­faatçi olacaklanna ve bu putların kendilerine kurtuluş vaadinde bulunan in­san şeytanlanndan arkadaşlan olduğuna inanıyorlardı. Allah Tealâ onların bu husustaki sözlerini şöyle naklediyor: "Şimdi bizim için şefaatçilerden var mıdır ki bize şefaaat etsinler yahut geriye döndürülür müyüz ki, önceki yapmış oldu­ğumuzdan başkasını yapalım." (A'raf, 7/53). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyuru­yor: "Samimî dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar. Ancak takva sahipleri müstesna." (Zuhruf, 43/67.)

"Keşke dünyaya geri dönüşümüz olsa da iman edenlerden olsak!" Yani keş­ke dünyaya geri dönsek de bir ve yalnız olan, ortağı bulunmayan Rabbimiz Al­lah'a iman etsek, O'nun değerli peygamberlerine iman etsek, daha önce yapmış olduğumuz amellerden farklı olarak salih amel işlesek! derler. Ama bu yalan ve aldatmacadır. Nitekim Cenab-ı Hak onlar hakkında bunun zıddını bildirdi: "Eğer onlar (dünyaya) geri çevrilseler nehyolundukları şeye dönerlerdi. Şüphe­siz kî onlar yalancıdırlar." (En'am, 6/28). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır: "Eğer biz onlara acıyıp da kendilerinde bulunan sıkıntıyı giderecek olursak yine azgınlıklarında başıboş dolaşacaklardır." (Müminûn, 23/75).

"Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmezler."

Yani bu zikredilen Hz. İbrahim (a.s.) kıssasında Hz. İbrahim'in (a.s.) kav­mini protesto etmesinde ve Allah'ın birliği hakkında kavmine karşı hüccetler ortaya koymasında, onlara karşı galibiyetinde ve cehennemliklerin birbirleriy­le çekişmelerinde büyük bir ibret ve öğüt, Allah'tan başka ilâh olmadığına, O'n-dan başka hiçbir mabud olmadığına, O'ndan başka hiçbir rab bulunmadığına gayet açık ve bariz bir delil vardır. Ne var ki Hz. İbrahim kavminin çoğu Al­lah'a ve Rasulü'ne iman etmediler.

Bu ayetlerde deliller ortaya konduğu ve mucizeler açık olduğu halde kav­minin yalanlaması ve Onun davetinden yüz çevirmesi şeklinde karşılaştığı hu­suslarda Peygamberimiz (s.a.) teselli edilmektedir.

"Şüphesiz ki rabbin Azizdir, Rahimdir." Hidayete ermeleri için seni onla­ra göndermekle lütufta bulunan rabbin onlardan intikam almaya da kadirdir. Acele olarak helak etmemesi sebebiyle onlara karşı çok merhametlidir. İtaat­kâr müminlere de çok merhametlidir. [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler ahiret gününü tam anlamıyla bütünüyle tasvir etmek­tedir. Kıyamet gününü ve o günde yaşanan takva sahiplerinin sevabını, isyan­kâr kafirlerin cezasını ve dünyadaki sapıklıklarından dolayı müşriklerin piş­man olmaları durumunu tavsif etmektedir.

Bu, güzel bir tasvir, kalbin en hassas noktalarını yakalayan gayet dikkat çekici bir tavsiftir. Buna göre cennet takva sahipleri için yaklaştırılır. Gönülleri ona bağlanır, onları sevinç ve memnuniyet kaplar ve imrenme duygusu onları kuşatır. Cehennem ise hidayetten sapan kâfirler için ortaya konur. Cehennem­liklerin oraya girmeden önce korku ve üzüntü hissetmeleri ve orada bir bölü­mün ortaya çıkması için cehennem onlara gösterilir. Cehennem bir defa nefes alsa kalpler bu sebeple boğazlara ulaşır. Nitekim cennetlikler de cennete gire­ceklerini öğrendikleri için ferahlık duyarlar. Cennetin kokusu ise şu kadar me­safeden duyulur.

Azarlama ve tekdir etmek üzere cehennemliklere:

-Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz putlar ve heykellerden sahte ilâh­larınız nerede? Onlar size yardım ediyor, sizi Allah'ın azabından koruyorlar mı? Onlar sizi bırakalım, kendilerine yardım edebiliyorlar mı?

Onlar baş üstü döner, onlara tapanlar ve şeytanın bütün orduları hepsi birbirinin üstüne atılırlar. Şeytanın orduları, şeytanın neslinden olan, putlara tapmaya davet eden ve bu davete uyan herkes demektir.

İşte o anda bu kâfirler küfürlerini ikrar etmekten başka çıkış yolu bula­mazlar. Cehennemde birbirleriyle tartışan insanlar, şeytanlar ve azgın kimse­ler şöyle derler: "Allah'a yemin olsun ki biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz." Biz Allahla birlikte bir takım ilâhlar edinmiş ve hakikî ilâha ibadet eder gibi bu sahte ilâhlara tapınmış olmakla ve bunları âlemlerin rabbine eşit tutmakla büyük bir kayıp, feci bir helak olma, hakka karşı apaçık şaşkınlık içinde olmuşuz. Bu sahte ilâhlar şu anda ne bize ne de kendilerine yardımda buluna­bilirler. Bizi, puta tapmayı bize hoş gösteren şeytanlar ya da kendilerini körü-körüne taklit ettiğimiz geçmiş atalarımız saptırdılar.

Ebul-Âliye ve İkrime diyor ki: "Mücrimler" İblis ve Hz. Adem'in katil oğlu Kabil'dir. Bu ikisi küfür (hakkı inkâr), adam öldürme ve çeşitli masiyetleri ilk defa âdet edinen kimselerdir.

Bunlara şefaat edecek melekler, peygamberler ve müminler, şefkat edecek arkadaş yoktur. Zemahşerî diyor ki: Şefaat edenlerin çokluğu sebebiyle "şefaat-çiler"i çoğul olarak kullandı, samimi dostun azlığı sebebiyle "sadîk" kelimesini tekil olarak kullandı. Yani daha önce tanışma olmasa da belâ anında şefaatçi­ler çok olur. Ama sevgisinde samimî olan dost azdır, nadirdir.

Onlar hiç bir faydası olmadığı bir zamanda bir takım temennilerde bulu­nurlar ve şöyle derler: Bizim için dünyaya tekrar dönüş imkânı olsa iman eder­dik ve böylece bizim şefaatçilerimiz olurdu. Bunu melekler ve müminler şefaat edince söylerler.

Cabir b. Abdillah anlatıyor: Peygamberimiz buyuruyor ki: "Adam cennette der ki: Acaba falan ne yaptı? Halbuki bu arkadaşı cehennemdedir. Onun için şefaat etmeye devam eder. Nihayet Allah onun arkadaşı hakkındaki şefaatini kabul eder. O kişi kurtulunca müşrikler: "Bizim ne şefaatçilerimiz var. Ne de samimi bir dostumuz var." derler.

Hasan-ı Basrî diyor ki: "Bir gurup Allah'ın zikri için toplanır ve içlerinde cennet ehlinden bir kul bulunursa Allah o kulu onlar hakkında şefaatçi kılar. İman ehli birbirleri hakkında şefaat ederler. Onlar Allah katında hem şefaatçi­dirler, hem de kendilerine şefaat edilir."

Ayetler ibret ve öğüt beyan ederek sona ermektedir. Son ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmediler. Şüphesiz ki Rabbin Azizdir. Rahim'dir."

Yani sözü geçen Hz. İbrahim (a.s.) kıssası ve cehennem ehlinin tartışmala­rı ve sapıklıklarından dolayı üzülmeleri konusunda büyük bir ibret ve tesirli bir öğüt vardır. Hz. İbrahim kavminin çoğu hatta insanların çoğu Allah ve Ra-sulü'ne iman etmiş değildirler.

Ancak Allah inatçı kâfirlere ceza vermeye kadir, son derece kuvvet sahibi ve intikam almaya muktedirdir, Aziz'dir, her şeye galiptir. İntikam almakta acele etmemekle son derece merhametlidir. O, hak iman ve tevbe dairesine dönsünler diye sadece mühlet vermektedir. [46]

 

Belagat:

 

"Nuh kavmi gönderilen peygamberleri yalanladı." ayetindeki "el-mürselîn" kelimesinde mecaz-i mürsel vardır. Bütünü zikredip o bütünün cüz'ü kastedil­miştir. Çünkü ayetteki "mürselîn (gönderilen peygamberler)" ile Hz. Nuh (a.s.) murad edilmektedir. Hz. Nuh'a ta'zim olması için ve bir peygamberi yalanla­yan kimsenin bütün peygamberleri yalanlamış olduğuna dikkat çekmek için­dir.

"Benimle onlar arasında fetih nasip eyle." ayetinde istiare-i tebeıyye var­dır. "Feth" kelimesi "hüküm" için "fettâh" kelimesi "hüküm veren" anlamında kullanılmıştır. Çünkü hüküm verici olan Allah kapalı olan işleri açar. Ayetin manası şudur: Adaletli hükmünle bizimle onlar arasında hüküm ver. [47]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kavm" aynı lafızdan tekili olmayan, topluluk ismidir. Hem müzekker, hem de müennes olarak kullanılır. Müzekkerliği lafzı dikkate alınarak, müen-nesliği ise manası dikkate alınarak yapılır.

"el-Mürselîn" kelimesinden murad Hz. Nuh (a.s.) dır. O'na ta'zim için cemi sigasını kullandı. Ayrıca bir peygamberi yalanlayan, tevhid mesajında ortak ol­dukları için ya da kavmi içinde uzun müddet kaldığı için bütün peygamberleri inkâr etmiş olur. Sanki Hz. Nuh (a.s.) pek çok peygamber gibidir.

"... kardeşleri olan Nuh..." yani nesepte soy-sopta kardeşleri ya da cins hu­susunda kardeşleri demektir, dinde kardeşleri değildir. Çünkü Hz. Nuh (a.s.) onların içindendir. "Şöyle demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?" Başkası­na ibadet etmeye devam ediyorsunuz.

"Şüphesiz ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim." Sizin içinizde emanet­le tanınmış ve kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ etmek üzere emin bir elçiy­im.

"O halde Allah'tan korkun ve" size emrettiğim Allah'ın birliği ve O'na itaat etmek hususunda "bana itaat edin, dedi."

"Ben buna" bu tebliğe "karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Be­nim mükâfatım" benim, sevabım "ancak âlemlerin rabbine" Allah'a "aittir."

"O halde Allah 'tan korkun ve bana itaat edin." Te'kit için bu ifadeyi tekrar etmektedir.

"Onlar" Nuh kavmi "en düşük" en basit "kişiler" mevki ve mal açısından en düşük seviyede olan basit meslek ve sanat sahipleri "sana uymuş iken hiç biz sana iman eder miyiz?" seni tasdik eder miyiz? "dediler."

Bir başka kıraette "ittebe'ake (sana uymuş)" kelimesi yerine "etbâ'uke (sa­na uyanlar)" kelimesi yer almaktadır.

Bu söz onların akıllarının geriliğine ve onların sadece maddeye ve dünya­nın değersiz metaına değer verdiklerine delildir. Ve onların tabi olmalarının düşünce ve basiretleri dolayısıyla değil, sadece mal ve yükseklik beklentilerin­den dolayı olduğuna işarettir.

Bunun için Hz. Nuh (a.s.) şöyle demiştir: "Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim1?" Yani onlann bu işlediklerini ihlâslı mı, yoksa bir şeyi arzu ederek mi işledikleri hakkında hiçbir bilgim yoktur. Benim üzerime düşen sadece dış gö­rünüşü dikkate almaktır.

"Onların hesabı ancak Rabbime aittir, iyi düşünürseniz bunu bilirsiniz." Onlann gizli amellerinin hesabı sadece Allah'a aittir. Çünkü bunlara muttali olan Odur. Keşke siz bunu bilseniz. Fakat siz bunu bilmiyorsunuz, bilmediği­niz şeyleri söylüyorsunuz.

"... Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Bu ayet önceki ayet için illet maka-mındadır. Mükellefler ister şerefli, isterse sıradan basit kimseler olsunlar onla­rı küfür ve masıyete karşı uyarmak için gönderilen bir kimseyim. Zenginleri tabi kılmak için fakirleri kovmak nasıl bana yakışır?

Kavmi ona "şöyle dediler: Ey Nuh! Eğer bundan" bu söylediğin şeylerden "vazgeçmezsen muhakkak ki taşlananlardan" öldürülecek kimselerden yahut taşla vurulacak kimselerden ya da ayıplanan kimselerden "olacaksın."

"Nuh şöyle dedi: Ey Rabbim! Kavmim beni yalanladı." Nuh, kavmine bed­dua etmesinin sebebini açıklamak üzere bunu söyledi. Beddua etmesinin sebe­bi onların hakkı yalanlamalarıdır.

"Benimle onlar arasında hükmü ver. Beni ve benimle beraber olan mümin­leri" amellerinin uygunsuzluğundan "kurtar."

"Bunun üzerine biz de Nuh'u ve" insanlarla ve hayvanlarla "yüklü gemide onunla beraber olanları kurtardık."

"Sonra da" onları kurtardıktan sonra kavminden "geride kalanları suda boğduk."

"Şüphesiz bunda" yaygın ve dilden dile dolaşan "büyük bir ibret vardır." [48]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.) Hz. Musa ve Hz. İbra­him'in (a.s.) kıssalarını anlattıktan sonra bunun ardından beşerin ikinci babası Hz. Nuh (a.s.) kıssasını, sonra da Hz. Hud, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin kıssalarını anlattı.

Bütün bunlardaki gaye aynıdır. Bu gaye peygamberini kavminden gördü­ğü eza ve cefaya karşı teselli etmek, hakkı yalanlayanların cezası hakkındaki Allah'ın ilâhî sünnetini beyan etmektir.

Çünkü bütün bu kavimler peygamberlerini yalanladılar ve bunun üzerine cezalarını buldular.

Ey Muhammedi Senin kavmin de önceki kavimler gibidir. Bundan dolayı telâşlanma, üzülme ve kederlenme.

Hz. Nuh kıssasının tafsilatı A'raf ve Hud surelerinde de geçmişti. [49]

 

Açıklaması

 

Bu kıssa, Hz. Nuh (a.s.) ile kavminin kıssasıdır. Hz. Nuh (a.s.) putlara ve heykellere tapınıldıktan sonra Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk rasuldür.

Hz. Nuh (a.s.) kavmini bundan nehyetmiş ve Rabbinin cezasının şiddetin­den sakındırmıştı. Kavminin içinde 950 yıl kaldı. Kavmi kendisini yalanladı. Putperestliklerine devam ettiler. Allah onların Hz. Nuh'u yalanlamalarını bü­tün peygamberleri yalanlamaları olarak kabul etti. Cenab-ı Hak şöyle buyur­du:

"Nuh kavmi (gönderilen) peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri olan Nuh şöyle demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız?"

Yani Nuh kavmi Allah'ın peygamberlerini yalanladılar. Kardeşleri -içlerin­den biri- olan Nuh onlara: "Siz Allah'tan başkasına tapınmak sebebiyle Al­lah'tan hiç korkmaz mısınız?" dediği zaman Nuh'un getirdiği Allah'ın birliğine hidayet ve putlara tapınmayı terk etmek hususunda O'nu yalanladılar.

Hz. Nuh'u yalanlamak bütün peygamberleri yalanlamak olarak kabul edilmiştir. Çünkü bir peygamberi yalanlayan bütün peygamberleri yalanlamış olur.

Ayette Hz. Nuh için "kardeşleri" ifadesi kullanılmaktadır. Zira Hz. Nuh (a.s.) içlerinden biri idi. Nitekim Araplar -meselâ- "Ey Temimoğullar'ının kar­deşi" derler. Yani Ey lemimoğulları'nın içinden olan kişi demektir.

Hz. Nuh onların kötü fiillerinden dolayı onları korkuttuktan sonra kendini iki vasıfla tavsif etmektedir:

a) "Şüphesiz ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim." Yani ben Allah'ın si­ze gönderdiği ve gönderildiği hususta güvenilir olan elçisiyim. Size Rabbimin mesajlarını hiçbir fazlalık ve eksiklik olmaksızın tebliğ ediyorum.

"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Yani Allah'ın azabından korkun ve size emrettiğim Allah'ın birliği, O'na ibadet etmek ve O'na itaat et­mek hususunda bana itaat edin.

Hz. Nuh (a.s.) "Allah'tan korkma" emrini O'na itaat etme emrinden önce zikretmiştir. Çünkü Allah korkusu O'na itaat etmenin illetidir. Bu, taatin te­meli ve asıl sebebidir. Allah'tan korkma olmasaydı insanlar O'na itaat etmez­lerdi.

b) "Ben bu davatime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin rabbine aittir." Yani size yaptığım bu nasihat için sizden herhangi bir karşılık talep etmiyorum. Bilakis bunun sevabını Allah Te-alâ nezdinde bekliyorum.

"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Benim doğruluğum, iyilik­severliğim ve Allah'ın beni gönderdiği, bana emanet ettiği bu vazifedeki güve­nilirliğimi sizler açıkça gördünüz.

Bu durumu te'kit etmek ve gönüllerine yerleştirmek için bu ifadeyi tekrar etti. Çünkü takva ve taat dinin esasıdır. Fakat birincinin illeti olarak onların aralarında "güvenilir" olmasını gösterdi, ikincinin illeti olarak "onların arzula­rını kesmek" olarak gösterdi.

Nuh kavmi O'nun hüccetinden kurtulacak ve O'nu tenkit edecek yol bula­mayınca değersiz bir şüphe ortaya koydular ve şöyle dediler:

"Sana en düşük kimseler uymuş halde iken hiç biz sana iman eder miyiz?" Yani biz toplumdaki o değersiz, basit kimseleri örnek alarak sana iman edecek ve sana tabi olacak değiliz. Çünkü onlar en düşük insanlarımız, toplumun za­yıfları ve fakirleridir. Biz ise mevki, servet ve nüfuz sahibi kimseleriz.

Bu şüphe son derece basit ve zayıf bir şüphedir. Çünkü Hz. Nuh (a.s.) zengin-fakir, şerefli-düşük, tanınan-tanınmayan, efendi-hizmetçi ayrımı olmaksı­zın bütün insanlara hidayet için gönderilmiştir. Peygamber genellikle mümin­lerin şahsî durum ve mertebelerini araştırmaz. Bu sebeple Hz. Nuh (a.s.) şöyle demiştir:

"Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim?" Eğer onların yaptıkları bir şey varsa bunun hesabını görmek bana düşmez. Bu Rabbime aittir. Allah onların hesabını görecek ve buna karşılık onların cezasını verecektir. Ben sadece bir uyarıcıyım. Ne hesap görücüyüm, ne de ceza vericiyim, Hassas şuur sahibi, sa­mimî duyarlılık ve kavrayışlı bir akıl sahibi olmak suretiyle bunu bir düşünse­niz! Fakat siz bunu bilmiyorsunuz. Bilgisizlik sizi nereye götürüyor ve yönelti­yorsa onunla beraber sürükleniyor, gidiyorsunuz.

Bundan maksat Nuh kavminin şüphelerini dağıtmak ve mümin insanların en fakiri ve soy-sop bakımından en basiti olsa bile müminin "değersiz" kelime­siyle anılmasını reddetmektir. Çünkü asıl zenginlik iman zenginliğidir ve asıl nesep takva nesebidir.

Hz. Nuh (a.s.) daha sonra onların bu ifadelerindeki bu kimseleri meclisin­den uzaklaştırma ve kovma isteklerini reddederek şöyle buyurdu:

"Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Yani Rablerine iman eden, bana tabi olan ve beni tasdik eden kimseleri kov­mak benim şanıma, prensiplerime ve getirdiğim ulvî mesajıma yakışmaz. Ben ancak uyarıcı olarak gönderildim. Kim bana itaat eder, bana uyar ve beni tas­dik ederse ister şerefli isterse basit, ister değerli isterse değersiz biri olsun ben­den olur, ben de ondan olurum. Ben, beni yalanlayanları ve beni kabul etme­yenleri kabul etmem. Kim kabul ederse o bana yakın, kim reddederse o benden uzak olur.

Hz. Nuh (a.s.) bu cevabıyla onları susturunca tehdit yoluna baş vurmak­tan başka çare bulamadılar:

"Kavmi Nuh 'a şöyle dediler: Ey Nuh! Eğer bu davandan vazgeçmezsen mu­hakkak ki taşlananlardan olacaksın."

Kavmi Hz. Nuh'a: "Bizi dinine davet etmeyi bırakmazsan seni taş yağmu­runa tutarız." dediler.

Bu ifade kavminin kendisini taşla öldürmekle korkutmalarıdır. İşte o za­man Hz. Nuh (a.s.) onların iman etmelerinden ümit kestikten sonra Cenab-ı Hakk'ın izniyle onlara beddua etti ve Allah da O'nun bu niyazını kabul etti.

"Nuh şöyle dedi: Ey Rabbim! Kavmim beni yalanladı. Benimle onlar ara­sında hükmü ver. Beni ve benimle beraber olan müminleri kurtar."

Nuh dedi ki: Ya Rabbi! Kendilerini imana davet etmem hususunda kav­mim beni yalanladı. Benimle onlar arasında hak ehline yardımcı olacak, batıl ve delâlet ehlini helak edecek adaletli bir hüküm ile hüküm ver. Beni ve be­nimle birlikte benim risaletime iman eden ve benim davetimi tasdik eden kim­seleri azaptan kurtar. Nitekim bir başka ayette şöyle buyrulmaktadır: "Nuh Rabbine ben yenilgiye uğradım, bana yardım eyle diye dua etti." (Kamer, 54/10).

Dikkat edilirse bundan maksat Nuh'un Allah Tealâ'nın gaybı ve görünen âlemi en iyi bilen olduğunu bildiği için Ona kavminin yalanladıklarını bildir­mek değildir. Fakat Nuh şunu ifade etmek istiyordu: Ben onlara bana eziyet ettikleri için beddua etmiyorum. Ben sadece senin için ve senin dinin için dua ediyorum. Çünkü onlar beni senin vahyin ve ilâhî mesajın hususunda yalanla­dılar.

"Benimle onlar arasında hükmü ver." ayetindeki "hüküm"den murad onla­ra azabın indirilmesidir. Çünkü Hz. Nuh bunun akabinde "Beni kurtar." diye dua etmişti.

Allah da onun duasını kabul edip şöyle buyurdu: "Bunun üzerine biz de Nuh'u ve o yüklü gemide onunla beraber olanları kurtardık. Sonra da geride kalanları suda boğduk."

Yani biz Nuh'u ve onun davetine iman edenleri, Allah'ı bir tanıyıp Ona itaat edenleri, puta tapmayı reddedenleri kurtardık. Onları insanlar, eşyalar ve çeşitli hayvanlarla dolu olan bir gemi içinde kurtuluşa erdirdik. Onun kav­mini kurtardıktan sonra küfürleri üzerinde devam eden ve O'nun emrine mu­halefet eden diğerlerini suda boğduk. Rivayete göre, kurtulanlar seksen kişi olup kırkı erkek, kırkı kadın idi.

"Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine iman etmediler." Yani müminlerin kurtarılıp kâfirlerin boğulmasında peygamberleri tasdik eden veya yalanlayan herkes için bir ibret ve öğüt vardır. Bizim ilâhî sünnetimiz daima peygamberleri ve onlara tabi olanları kurtarmak, onların ri-saletini yalanlayanları helak etmektir.

"Şüphesiz rabbin Azizdir, Rahimdir." Senin rabbin olan Allah son derece güçlüdür, üstünlük sahibidir. Kendisini inkâr edenlerden ve emrine muhalefet edenlerden intikam alandır. Kendisine itaat edenlere, kendisine yönelenlere ve tevbe edenlere karşı çok merhametli olup onları cezalandırmayandır. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Putperestlik ve puta tapıcılık genellikle ilkel toplumlarda görülmektedir. Putperestlik genelde bu çeşit toplumların inancıdır. Bunun için Hz. Nuh (a.s.) bu bozuk inancın ortaya çıkmasından sonra insanlara gönderilen ilk elçidir. İl­kellik, maddecilik, geri zekâlılık ve yüzeysel düşünme birbirine bağlı hususlar­dır. Bunun için Allah'tan başka herhangi bir şeye ibadet etmekte ısrar etmek yaygın manzara idi. Önceki peygamberlerin görevi zor ve çetin bir görevdi.

Hz. Nuh (a.s.) kavmini Allah'ın birliğine ve putlara tapmayı terk etmeye davet ederek kavmi arasında 950 sene kalmıştı.

Kendisinin Allah Tealâ tarafından tebliğ ettiği hususlarda doğru sözlü gü­venilir bir elçi olduğunu kavmine defalarca te'kit etmesine rağmen ve kendile­rinin de onun -Kureyş kabilesi içindeki Hz. Muhammed (a.s.) gibi- güvenilir ve doğru sözlü olduğunu daha önceden bildikleri halde kavmi Hz. Nuh'u yalanla­dılar ve ona eziyette bulundular.

Hz. Nuh (a.s.) onlara bir defasında:

- Putlara tapmak sebebiyle siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız? demiş, diğer bir defada:

- Allah'tan korkun ve bana itaat edin, Allah Tealâ'ya itaat etmek suretiyle O'nun azabından sakının, size emrettiğim iman hususunda bana itaat edin, be­nim sizin malınızda gözüm yok, benim mükâfatım âlemlerin rabbine aittir, di­yerek kavmini Allah'ın azabından korkutmuştu.

Fakat onlar inatçılıkları ve küfürleri üzerinde devam etmeleri için çürük, asılsız bir şüpheye sarıldılar. Maddî yönden güçsüz bir gurup insanın Hz. Nuh'un risaletini tasdik etmeleri onları gurur ve kibire düşürdü. Bu sebeple iman etmekten uzak durdular. Bu iman edenler şerefli, hatırı sayılır kimseler­den veya zengin kimselerden değildiler. Bunlar küçük esnaf ve basit meslek gurubundan kimselerdi.

Bu kâfirlerin sözüdür. Zira çeşitli zanaatleri öğrenmek dinin teşvik ettiği hususlardandır. Meslek sahibi olmak ayıp değil, şeref ve izzettir. İnsan bu vesi­leyle başkalarından müstağni olur. Kesinlikle hiçbir kimse yanlışlıkla bu dinin öylelerin değerini küçümsediği anlayışına kapılmasın. Asıl onları küçümseyen­ler lüks hayat düşkünü inançsız zenginlerdir.

Hz. Nuh'un onlara verdiği şu cevap bu manayı te'kit etmektedir: "Onların ne yaptıklarını -nelerle meşgul olduklarını- ben ne bileyim?" Yani ben onların yaptıklarıyla mükellef değilim. Ben sadece onları imana davet etmekle mükel­lefim. Dikkate alınacak husus imandır, meslekler ve sanatlar değil. Mesleğin ya da sanatın din terazisinde bir etkisi veya ilgisi yoktur. Ayrıca Allah'a davet­te bakılacak olan zahirî amellerdir, batınî duygular değildir.

Hz. Nuh (a.s.) daha sonra ikinci bir cevap daha verdi: "Onların hesabı an­cak Rabbime aittir. İyi düşünseniz!" Yani onların hesabının Rablerine ait oldu­ğunu düşünseniz meslek ve sanatları sebebiyle onları ayıplamazsınız.

Üçüncü cevap: "Ben iman edenleri kovacak değilim." Yani basit durumları ve önemsiz meslekleri sebebiyle tasavvur ettiğiniz şekilde ben onları kovamam. Sanki Nuh kavmi, Kureyşlilerin talep ettiği gibi güçsüz kimselerin kovulması­nı talep etmişlerdi. "Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım." Yani Allah beni fakirleri bırakıp sadece zenginlere özel olarak göndermedi. Ben bütün insanlara gön­derilen bir elçiyim. Gönderildiğim mesajı size tebliğ ediyorum. Kim bana itaat ederse fakir de olsa Allah nezdinde saadete erecek olan odur.

Hz. Nuh (a.s.) aklî hüccet ve açık mantıkla kavmine karşı üstünlük sağla­yınca kavmi bütün azgınların âdeti olan tehdit yoluna baş vurdular ve Nuh'a (a.s.) şöyle dediler:

"Ey Nuh! Eğer bu davandan vazgeçmezsen muhakkak ki sen taşlananlar­dan olacaksın." Yani sen bizim ilâhlarımıza küfretmeyi ve dinimizi ayıplamayı bırakmazsan biz seni taşla öldürürüz yahut biz de sana küfreder ve hakarette bulunuruz.

Sümalî diyor ki: Kur'an'da bulunan bütün "Mercûmîn (=taşlananlar)" keli­meleri öldürme manasındadır. Bundan sadece "Eğer sen bundan vazgeçmezsen yemin olsun ki seni taşlayacağız." (Meryem, 19/46) ayetindeki müstesnadır.

Hz. Nuh (a.s.) kavminin iman etmesinden ümitsizliğe kapılınca onlar hak­kında Allah'ın adaletli hükmünü talep ederek onlara azapla beddua etti. Bu­nun üzerine Allah Hz. Nuh'u ve O'nunla birlikte olanları insanlarla, hayvan­larla ve diğer eşya ile dolu gemide kurtardı. Sonra da Allah bütün Nuh kavmi­ni suda boğuverdi.

Burada ibret, hem de büyük bir delil, ibret ve öğüt vardır. Onların çoğu kâfir idiler. Allah Teala, Allah'ı ve Rasulünü yalanlayan herkesten intikam alan sonsuz kudret sahibidir, iman eden ve itaat eden kimselere çok merhamet edendir.

İbret ve öğüt için varit olan bu iki ayet Hz. İbrahim (a.s.) kıssasına son ve­ren ayetlerdir. Zira bu iki ayet -kasidelerin sonlarındaki Beytül-kasaid gibi- bu kıssanın Beytül-kasaid'idir. [51]

 

Hz. Hud (A.S.) İle Kavmi Kıssası

 

123- Âd de peygamberleri yalanladı.

124-  Bir zaman kardeşleri Hud, onlara şöyle demişti: "Siz hiç Allah'tan kork­maz mısınız?

125- Şüphesiz ben size gönderilen güve­nilir bir elçiyim.

126- Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

127- Bu davetime karşılık sizden herhan­gi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfa­tım ancak âlemlerin rabbine aittir.

128- Siz her tepeye bir işaret (bina) ku­rup onunla mı eğleniyorsunuz?

129- Dünyada ebedî kalacağınızı uma­rak sağlam köşkler mi ediniyorsunuz?

130-  Birini elinize geçirdiğiniz zaman ona zorbaca mı davaranıyorsunuz?

131- Artık Allah'tan korkun ve bana ita­at edin.

132- Size bildiğiniz nimetleri bol bol ve­ren Allah'tan sakının.

133- O size bol bol hayvanlar ve evlâtlar verdi.

134- Bahçeler... pınarlar... (verdi).

135- Doğrusu ben sizin için o büyük gü­nün azabından korkuyorum."

136- Onlar (Âd kavmi Hud'a) şöyle dedi­ler: "Öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bizim için eşittir.

137-  Bu durum öncekilerin geleneğin­den başka bir şey değildir.

138- Biz öyle azaba uğratılacak kimse­lerden de değiliz, (dediler)."

139- Bu şekilde Hud'u yalanladılar. Biz de kendilerini helak ettik. Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki çoğu yine iman etmediler.

140- Şüphesiz ki Rabbin Azizdir (her şe­ye galiptir), Rahimdir (çok merhametli­dir).

 

Kelime ve ibareler:

 

"Âd" kavmi gönderilen "peygamberleri yalanladı." Kabile dikkate alınarak fiil müennes gelmiştir. Aslında Âd kabilenin en büyük ceddinin adıdır. Genel­likle kabileler ya ceddinin adıyla ya da filan oğulları şeklinde anılır.

"Siz her tepeye bir alâmet kurup onunla mı eğleniyorsunuz?" ayetinde geçen "rî1." yüksekçe yer, tepe demektir. "Ayet" alâmet ya da gelip geçenler için bariz bir işaret demektir. "Ta'besûn" eğleniyorsunuz, oyun gibi asla faydalı ol­mayan şeyi yapıyorsunuz demektir.

"Dünyada ebedî kalacağınızı umarak sağlam köşkler mi ediniyorsunuz?" Ayetteki "mesani"' su toplanan ve su alınan yer, demektir. Aynı zamanda sağ­lam köşkler ve kaleler de denilmiştir. "Ebedî kalacağınızı umarak" yani sanki siz orada hiç ölmeyecek, ebedî kalacakmışsınız gibi demektir.

"Birini elinize geçirdiğiniz zaman" onu şiddetle yakaladığınız, vurduğunuz ya da öldürmeye teşebbüs ettiğiniz zaman "ona zorbaca mı davranıyorsunuz" merhametsiz, şefkatsiz ve terbiye kasdı gözetmeksizin azgınca ve hücum ede­rek muamele ediyorsunuz.

"Artık" bu şeyleri terk etmek suretiyle "Allah'tan korkun ve" sizi davet et­tiğim hususlarda "bana itaat edin." Çünkü bu sizin için daha faydalıdır.

"Size bildiğiniz nimetleri bol veren" size ikramda bulunan ve bunları sizin hizmetinize veren "Allah'tan sakının."

"O size bol bol hayvanlar ve evlâtlar verdi." Bu manayı te'kit etmek ve bu ikramın devamlılığına dikkat çekmek, bu kulluğu terk etmeye karşılık bu ni­metlerin kesilmesi tehdidinde bulunmak için bu cümleyi tekrar etti.

"Doğrusu ben sizin için" dünya ve ahirette "o büyük günün azabından kor­kuyorum." Çünkü Allah nimet vermeye kadir olduğu gibi intikam almaya da kadirdir.

"Ad kavmi Hud'a şöyle dediler: Sen bize öğüt versen de" asla "öğüt veren­lerden olmasan da birdir." Bize göre eşittir, biz içinde bulunduğumuz durumu bırakıp da senin vaazına, nasihatine boyun eğmeyiz.

"Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir." Senin bizi korkuttu­ğun şey öncekilerin geleceğinden, eskilerin yalanlarından, âdet ve tabiatlerin-den başka bir şey değildir. Biz bunlara uyuyoruz. Ne hesap vardır ne de diriliş. Bundan murad edilen mana, onların diriliş olmadığına inanma şeklindeki âdetleridir.

"Biz" içinde bulunduğumuz durum sebebiyle "azaba uğratılacak kimseler­den de değiliz." dediler.

"Bu şekilde onu" Hud'u azap konusunda "yalanladılar. Biz de" yalanlama­ları sebebiyle "kendilerini" dünyada şiddetli bir fırtına ile "helak ettik." [52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu, öğüt ve ibret alınacak bir başka kıssadır. Bu kıssa, kavmini Allah'ın birliğine ve O'na itaat etmeye davet eden ve onları Allah'ın azabından sakındı­ran Hz. Hud (a.s.)'ın kıssasıdır.

Bu kavim zaman açısından Hz. Nuh (a.s.) zamanından sonra idi. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Hatırlayın hani O sizi Nuh kavminden sonra yeryüzüne hakim kılmış ve size yaratılış yönünden güç kuvvet vermişti." (A'raf, 7/69).

Hz. Hud kavmi, Ahkaf kasabasında oturuyorlardı. Ahkaf, Yemen diyarın­da Hadramût yakınlarındaki kum dağlarıdır. Bu kavim çok uzun boylu, güçlü, kuvvetli idiler. Rızıkların, malların, nehirlerin, ekinlerin ve meyvelerin bolluğu sebebiyle refah ve nimet içindeydiler. Fakat bununla birlikte Allah'tan başka varlıklara tapınıyorlardı. Hz. Hud aleyhisselam'ı yalanlamışlar, Allah da onları helak etmişti. [53]

 

Açıklaması

 

"Âd" kavmi de gönderilen "peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Hud onlara şöyle demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilen güvenilir bir elçiyim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben bu davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâ­fatım ancak âlemlerin rabbine aittir."

Yani Âd kabilesi de Allah tarafından gönderilen peygamberlerin peygam­berliğini yalanladılar. Bir zaman Hz. Hud (a.s.) kavmine şöyle demişti:

Siz Allah'tan sakınmaz mısınız? O'nun azabından korkmuyor musunuz? Şüphesiz ben Allah tarafından olan risaletimde güvenilir bir elçiyim.

O halde emrettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'tan korkun. Size emret­tiğim ve nehyettiğim hususlarda bana itaat edin ki durumunuz düzelsin, dün­yanız ve ahiretinizde saadete nail olasınız. Ben sizden peygamberliği tebliğ et­meye karşılık hiçbir ücret ve mal talep etmiyorum. Bununla hiçbir mevki ve makam arzu etmiyorum. Benim ecrim ve mükâfatım sadece Rabbime aittir. Şunu bir bilseniz! dedi. Ama kavmi Hz. Hud'u yalanladılar ve O'na eziyette bu­lundular.

Bu söz Nuh, Hud, Salih, Lût ve Şuayb peygamberlerin diliyle aynı şekilde ifade edilmiştir. Bununla Allah'ın birliğine, O'na itaate ve O'ndan başkasına tapınmayı terk etmeye davet eden peygamberlerin risalet birliğine dikkat çe­kilmektedir.

Daha sonra Hz. Hud (a.s.) onlarla üç hususu konuştu:

1- "Siz her tepeye bir bina kurup onunla mı eğleniyorsunuz?" Siz her yük­sek yere kuvvet, izzet ve zenginliğe alâmet olacak böbürlenmek için sağlam, muazzam ve göz kamaştırıcı bir bina inşa ediyorsunuz, bunu da bir ihtiyaç ol­duğu için değil, sadece oyun, eğlence ve güç gösterisi olarak yapıyorsunuz.

Bundan dolayı onların durumunu yadırgamıştı. Çünkü bu hem zaman kaybı, hem de bedenleri faydasız yere yormak hem de dünya ve ahirette fayda verme­yecek bir şeyle meşgul olmaktı.

2- "Dünyada ebedî kalacağınızı umarak sağlam köşkler mi ediniyorsu­nuz1?" Siz sizden öncekilerin geçip gittiği gibi sizler de geçip gideceğiniz halde sanki dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi muazzam köşkler ve muhkem kale­ler ediniyorsunuz?

İbni Ebî Hatim anlatıyor: Ebu Derda (r.a.) müslümanlarm Şam diyarında icad ettikleri binaları ve ağaç dikmelerini görünce mescitte ayağa kalkıp:

- "Ey Şam ehli! dedi ve halk etrafında toplandı. Ebu Derda Allah'a hamd ü sena etti. Sonra şöyle dedi:

- Siz hiç utanmıyor musunuz? Siz hiç utanmıyor musunuz? Yemeyeceğiniz şeyleri topluyor sunuz. Oturmayacağınız binalar inşa ediyorsunuz. Erişemeye­ceğiniz şeyleri ümid ediyorsunuz. Sizden önce de mal toplayıp yığan, bina inşa edip bunlar, sağlam şekilde inşa eden, ümit besleyen ve tul-i emel peşinde olan bir takım kabileler vardı. Onların emelleri aldanma vesilesi oldu. Malları he­lak oldu. Evleri mezar oldu. Dikkat edin! Âd kavmi Aden'le Amman (bugünkü Yemenle Ürdün) arasını dolduracak atlar ve develere sahiptiler. Bugün kim Ad kavminin mirasını iki dirheme benden satın alır?"

3- "Birini elinize geçirdiğiniz zaman ona zorbaca mı davranıyorsunuz." Ya­ni sizler bu israf ve hırsla beraber başkalarına zorba muamelesi yapıyorsunuz. Çünkü sizler katı kalpli, sert, azgın ve zorba kavimsiniz.

Kısaca: Yüksek binalar inşa etmek yükseklik arzusuna, muazzam köşkler edinmek ebedîlik arzusuna, zorbalık yükseklikte yalnızlık arzusuna delâlet et­mektedir. Onlar yüksekliği, yüksekliğin devamlılığını ve yükseklikte yalnızlığı arzu ettiler. Bu sıfatlar ise ilâhın sıfatlarıdır. Bu vasıflar kul için imkânsız va­sıflardır. Bu ise dünya sevgisine, kulluk tarifinin dışına çıkmaya ve rabb olma iddiası etrafında dolaşmaya delâlet etmektedir.

Burada dünya sevgisinin bütün hataların başı ve her küfür ve masıyetin başlangıcı olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun için Hz. Hud (a.s.) şöyle de­miştir:

"O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin." Allah'ın azabından sakının, Rabbinize itaat edin, Rasulü'nüze itaat edin. Bu sizin için daha devamlı ve da­ha faydalıdır. Zira bu dünyada hiçbir kimse için ebedîlik yoktur.

Hz. Hud (a.s.) daha sonra Allah'ın üzerlerindeki nimetlerini tafsilatıyla hatırlattı.

"Size bildiğiniz nimetleri bol bol veren Allah'tan sakının. O size bol bol hayvanlar ve evlâtlar verdi. Bahçeler... pınarlar... (verdi)." Yani size bol nimet­ler veren, size eti yenen çeşitli hayvanlar ve bol evlâtlar, bahçeler, tatlı ve coş­kun nehirleri nzık olarak veren Allah'tan sakının. Bu nimetlerin mukabilinde size bunları veren Allah'a ibadet edin.

"Doğrusu ben sizin için o büyük günün azabından korkuyorum." Siz yalan­larsanız, muhalefet eder ve küfiiir üzerine ısrar ederseniz sizin için son derece korkunç günün azabından korkuyorum.

Bu ifade Hz. Hud'un Allah'a iman etmeye son derece güzellik, teşvik, kor­kutma ve açık beyan ile davet etmeye delâlet etmektedir. Onların cevabı şu idi:

"Öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bizim için eşittir." Yani bize göre bize vaaz edip sakındırman da asla vaaz etmemen de birdir. Zira biz için­de bulunduğumuz durumdan dönmeyiz. Bu, aynen şu ayetteki ifade gibiydi: "Biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana inanacak da deği­liz. " (Hud, 11/53); "Şüphesiz ki inkâr edenleri korkutsan da korkutmasan da birdir, onlar inanmazlar." (Bakara, 2/6).

Onların iman etmemekte bahaneleri şu idi:

"Bu durum öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir. Biz öyle azaba uğratılacak kimselerden de değiliz." Yani getirdiğin şey öncekilerin uydurması, iftirası ve yalanlandır "dediler." Nitekim onlar "Bunlar öncekilerin masalları­dır. " demişlerdi. Ya da bizim üzerinde olduğumuz din önceki babaların ve dede­lerin dinidir. Biz sadece onlara tabiyiz. Onların yolunda yürürüz, onların yaşa­dıkları gibi yaşarız. Nihayet onlar gibi ölürüz. Ne dirilme vardır, ne de ahiret. Ne sevap var ne ceza, ne de hesap görme! Ne cennet var ne de cehennem! Biz asla azap görecek değiliz. Durum senin söylediğin gibi değil, dediler.

"Bu şekilde O'nu yalanladılar. Biz de kendilerini helak ettik." Yani netice şu oldu. Hud kavmi getirdiği hususlarda Hud'u yalanladılar. Ona muhalefet et­tiler ve inatçılıkta devam ettiler. Allah da onları sert esen bir fırtına ve son de­rece soğuk şiddetli bir kasırga ile helak etti. Onların helak olmalarının sebebi amellerinin cinsinden oldu. Zira onlar en azgın ve en zorba kimselerdi. Al-lah'da onlara onlardan daha sert ve daha güçlü olan fırtınayı musallat etti.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Görmedin mi Rabbin Ad kavmi­ne nasıl yaptı? O sütunlar sahibi İrem'e ..." (Fecr, 89/6-8). Bunlar ilk Âd kavmi­dir. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "O ilk Âd kavmini helak etti." (Necm, 53/50). Bunlar Hz. Nuh'un torunu olan İrem b. Sam b. Nuh nesli idiler. "Zatil Imad" sütunlarla dolu yerde yaşayanlar demektir. İrem belde ismi değildir.

Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Âd kavmine gelince: Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş?" dediler. Onlar kendilerini yaratıp durmakta olan Allah'ı hiç düşünmediler mi ki O Allah bunlardan pek çok kuvvetlidir. Onlar bizim muci­zelerimizi bilerek inkâr ediyorlar." (Fussilet, 41/15).

Kasırga onlara ait her şeyi silip süpürmüştü. "Rabbin emriyle her şeyi yok eder." (Ahkaf, 46/25).

"Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki çoğu yine iman etmedi­ler. Şüphesiz ki Rabbin Azizdir, Rahimdir."

Yani peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle Ad kabilesinin helak edilme­sinde kendilerine Allah'ın ulvî mesajı ulaşan bütün kavimler için ibret vardır.

Bu helak olanların çoğu bizim ezelî ilmimizde mümin değillerdi. Şüphesiz ki Rabbin düşmanlardan intikam alıcıdır. Kullarından mümin olanlar tevbe edip islah olurlarsa onlara da çok merhamet edendir. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssa şu hususları açıklamaktadır:

1- Hz. Hud'un kavmine karşı tavrı insanlara son derece hikmetle, yumu­şaklıkla ve nezaketle yaklaşan bilge kişi tavrıdır. Kavmi kendisini beyinsizlik ve delilikle niteleseler bile o, onların suçlamalarına aldırış etmemiş ve şu sö­züyle yetinmişti: "Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur. Ben sadece âlemlerin Rabbi tarafından bir elçiyim." (A'raf, 7/67).

2- Davetçinin üslûbu nefret ettirmeyen gayet yumuşak, tatlı bir üslup ol­malıdır. Hz. Hud (a.s) bu üslûbu benimsemiş, kavmine Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetleri hatırlatmış ve onları bu nimetlere şükretmeye, verdiği ni­metlere karşılık olarak nimeti veren Allah'a iman etmeye teşvik etmişti. Ken­disine ibadet edilmesi, şükredilmesi ve nankörlük edilmemesi vacip olan O'dur.

3- Zorbalık, azgınlık ya da tuğyan, hayır getirmez. Zorbalığın her istediği şeyi gerçekleştireceğini zanneden herkes aldanmıştır, cahildir.

Bunlar ilk Âd kabilesi olup üstün bedenî güce sahip, uzun boylu, mallar, Dahçeler ve nehirlerle dolu bol nimetler içinde muhkem kaleler, muazzam bina­lar yapan, ekinleri, meyveleri bol bir kabile idiler. Fakat onlar tuğyana düşüp haddi aşınca ve insanlara zorba muamelesi yapıp küfürleri ve inatlarında ısrar rdince Allah da onları kendi zorbalıklarından daha şiddetli olan bir şey ile ce­zalandırdı. Onlara soğuk ve şiddetli bir kasırga gönderdi. Kasırga onlara ait her şeyi yok etti. Allah'ın kuvvet ve kudreti yanında beşerin kuvveti nerededir?

4- İnkarcılık, inatçılık ve büyüklük taslama insanın kalbini tamamen kap­larsa bu kalbe Allah'ın hidayetinin nüfuz etmesi ümidi kalmaz. Bu kalp Allah korkusunu hissetmez olur. O'na itaat etmenin vacip olduğunu düşünmez. "On-~zr: Sen bize öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bizim için eşittir." deiiler.

5- Putperestler inanç ve tapınmalarında atalarından miras aldıkları gele­ceklerine dayanırlar. Maddî düşünce onların zihinlerini kaplar. Hayata sadece turadan yararlanan zevkini tatmin eden, sonra da geçip giden kişi gibi, ha-jat... ve sonunda diriliş olmayan ölüm olarak bakarlar.

6- Düşünen insan Allah'ın peygamberlerini yalanlayan kişileri nasıl helak rtriğini görmektedir.

O halde her zaman ve her yerde insanlar peygamberlere isyan edip onları jslanlamaktan sakınsınlar. Fakat üzüntüyle belirtelim ki insanların çoğu bun-.irdan öğüt almamakta, inkarcılıkları ve imansızlıklarında devam etmekte, herkesten intikam almaya kadir olan Allah'ın kudretine bakmayı ihmal etmek-;£*iirler. [55]

 

Hz. Salih (A.S.) İle Kavmi Kıssası

 

141-  Semud kavmi gönderilen peygai berleri yalanladı.

142-  Bir zaman kardeşleri Salih onlaı "Siz   Allah'tan   korkmaz   mısınız demişti.

143-  Şüphesiz ben size gönderilen em: bir peygamberim.

144- Allah'tan korkun ve bana itaat edin

145-  Ben davetime karşılık sizden he hangi bir ücret istemiyorum. Beni mükâfatım ancak âlemlerin Rabbii aittir.

146-  Bahçelerin içinde... Pınarların b şında...

147- Ekinlerin ve salkımları olgunlasın hurmalıkların arasında...

148- Buralarda siz emin olarak bırakıl cak mısınız?

149- Sevinç ve maharetle dağları yont rak evler yapmaya devam edebilece misiniz?

150-  Allah'tan korkun ve bana itaı edin.

151- Haddi aşanların emrine itaat etm yin.

152-  Onlar yeryüzünde bozgunculuk ç karan ve İslah etmeye çalışmayan kin selerdir.

153-  (Semud) kavmi şöyle dedi: "Sen aı cak büyülenmiş kimselerden birisin.

154- Sen bizim gibi bir beşerden başka b kimse değilsin. Eğer sözüne sadık İrim» lerden biriysen bize bir mucize getir."

155- Salih şöyle dedi: 'İşte mucize bu di: devedir. Bir gün onun su içme hakkı vardır. Belli bu- gün de sızın su içme hakkınız vardır.

156- Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa büyük bir günün azabı sizi yakalar."

157- Nihayet onlar (Semud kavmi) deveyi kestiler. Ama pişman da oldular.

158-  Bunun üzerine azap onları yakalayıverdi. Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine iman etmediler.

159- Şüphesiz Rabbin Aziz'dir, (Her şeye galiptir) Rahim'dir (çok merhametlidir.)

 

Belagat:

 

"Bana itaat edin" ayetinde emre boyun eğme manasındaki "taat" kelimesi emri yerine getirmek için kullanılmıştır.

"bozgunluk çıkaran" ve "İslah edenler" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Sen ancak büyülenmiş kimselerden birisin" ayetinde mübalağa vardır. [56]

 

Kelime ve İbareler:

 

"...salkımları olgunlaşmış hurmalıkların arasında." Hurmanın ilk hali :al', sonraki halleri de sırasıyla hilâl, belhâ, büsra, rutab ve temr olarak isim­lendirilir.

"Buralarda" hayırlar ve nimetler içerisinde "siz emin olarak bırakılacak vıısınız?" Bu soru ya onların nimetler içerisinde ebedî olarak bırakılmalarını inkâr etme, ya da Allah'ın onlara verdiği nimeti hatırlatma manasındadır.

"Sevinç ve maharetle" ibaresindeki"fârihîn" kelimesi ya "fereh""(=çok se­vinmek)" kökünden gelerek aşırı sevinç içinde demektir; ya da "ferâhe (=gayret etme)" kökünden gelerek maharetle demektir. Zira mahir kimse gayretle ve gö­nül hoşluğu içinde çalışır. Bu kelime "ferihîn" şeklinde de okunmuştur. "Feri-hîn" ise şımarıkça demektir ve daha beliğdir. Bu şekilde "dağları yontarak ev­ler yapmaya devam edebilecek misiniz?"

"Allah'tan korkun ve" size emrettiğim hususlarda "bana itaat edin." "Haddi aşanlar" yani isyan edenlerin emrine itaat etmeyin".

"Onlar" masiyetlerle "yeryüzünda bozgunculuk çıkaran" ve Allah'a itaat ederek "ıslah etmeye çalışmayan kimselerdir." Islah etmeye çalışmayanlar ifa­desi onların bozgunculuğunun katıksız olduğunu, bununla birlikte asla ıslah hali bulunmadığını beyan etmek için getirilmiştir.

"Sen ancak büyülenmiş kimselerden birisin" yani çok büyü sebebiyle aklı gitmiş kimselerdensin.

Peygamberlik iddiasında "... sadık kimselerden biriysen bize bir mucize ge­tir. " dediler.

'Yoksa büyük bir günün azabı" o gündeki olay sebebiyle o gün büyük bir gün olmuştur. Bu "büyük azap" ifadesinden daha beliğdir "sizi yakalar".

"Nihayet onlar deveyi kestiler" ok attılar, sonra da onu öldürdüler. Kesme» fiili kabilenin tamamına isnat edilmiştir. Çünkü o deveyi kesen onların rızasıy­la kesmiştir. Bu sebeple hepsi azaba uğramıştır. "Ama" günahlarına tevbe ede­rek değil, azabın inmesinden korkarak "pişman da oldular." Yahut azap geldiği anda pişman oldular, bunun için bu pişmanlık onlara fayda vermedi.

"Bunun üzerine" kendilerine vaad olunan "azap onları yakalayıverdi." Hepsi helak oldular. "Ne var ki onların çoğu iman etmediler." Beyzavî diyor ki: Bu konuda onların çoğunun iman etmediği şeklindeki ifade ile eğer onların ço­ğu veya yansı iman etmiş olsaydı azabın kendilerini yakalamayacağına işaret edilmektedir. Zira Kureyş içlerinde iman eden kimselerin bereketiyle bu gibi bir azaptan korunmuşlardı. [57]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah, Rasulü'ne Hz. Hud (a.s.) ile Âd kavminin kıssasını anlatınca bunun ardından Hz. Salih (a.s.) ile Semud kavminin kıssasını anlattı.

Semud kavmi de Âd kavmi gibi Arap idiler. Vadil-Kura ile Şam arasındaki yani Medine yolu üzerindeki Hıcr şehrinde oturuyorlardı. Yerleri bilinmektedir, meşhurdur/^

Kureyşliler yaz seferlerinde Şam'a giderlerken buradan geçerlerdi. Pey­gamberimiz de (s.a.) Şam'a sefer düzenlediğinde buradan geçmişti. Bu savaşa hazırlık olması için Tebük'e ulaşmıştı. Semud kavmi Ad kavminden sonra Hz. İbrahim'den (a.s.) önce yaşamıştı.

Peygamberleri Salih onları ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadet etmeye ve tebliğ ettiği risalet hususunda O'na tabi olmaya davet etmişti. Onlar bun­dan imtina etmişler, O'nu yalanlamışlar ve O'na muhalefet etmişlerdi. Bunun üzerine onları deprem azabı yakalayıvermiş, yeryüzü onları sarsmış, onlardan hiçbir kimse sağ kalmamıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Se­mud ise çok korkunç bir sesle helak edildiler." (Hakka, 9/5). [58]

 

Açıklaması

 

"Semud kavmi gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Salih onlara şöyle demişti: Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilen emîn bir peygamberim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfa­tım ancak âlemlerin rabbine aittir."

Bilindiği gibi bu ifade daha önce geçen Hz. Nuh ve Hz. Hud'un ifadelerine benzemektedir.

Bunun manası şudur: Semud kabilesi peygamberleri Salih'in (a.s.) risale-tini yalanlamışlardı. Hz. Salih (a.s.) onlara şöyle demişti:

"Siz hiç Allah'ın azabından korkmaz mısınız?" Eğer Allah'ın azabından korkarsanız bana iman edersiniz, benim birliğimi kabul eder ve bana ibadet edersiniz, size bildirdiğim risalette bana itaat edersiniz. Çünkü ben Allah Te-alâ tarafından gönderilen güvenilir bir elçiyim. Ben nasihatime ve tebliğime karşılık herhangi bir bedel veya karşılık talep etmiyorum. Benim mükâfatım beni gönderen Allah'a aittir. Dünya ve ahirette bana yardıma olan O'dur.

Hz. Salih (a.s.) kavmine nasihatte bulunmuş ve kendilerine Allah'ın azabı­nın gelmesinden sakındırmıştı. Ayrıca Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği nimetlerini, onlar için pınarlar ve nehirler fışkırttığını ve onlar için ekinler ve meyveler bitirdiğini ve Allah'ın kendilerini birtakım sıkıntılardan emniyete ka­vuşturduğunu hatırlatmıştı.

1- Bugün Suudi Arabistan'da bulunan Medine-Ar'ar kara yolunda bulunan bu bölgeye "Medâinû Salih" adı verilmektedir. Burada bu kavmin binalarının kalıntıları hâlâ mev­cuttur. (Mütercim)

Hz. Salih (s.a) kavmine üç hususu ifade etti:

1- "Siz buralarda, bahçelerin içinde... Pınarların başında... Ekinlerin ve salkımları olgunlaşmış hurmalıkların arasında emin olarak bırakılacak mısı­nız?"

Siz dünyada nimet içinde ebedî olarak kalacağınızı mı zannediyorsunuz? Siz yerlerinizde emniyet içinde bahçelerden ve kaynaklardan nimetlenerek ga­yet hoş bir durumda, salkımları olgunlaşmış hurmalıklarda, ekin ve meyvele­rin arasında bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz? Bunu mu ümid ediyorsu­nuz? Siz amellerin karşılığının verileceği bir yurt olmadığını mı zannediyorsu­nuz?

Siz bu nimetler içinde yaşarken ve bu hayırlardan istifade ederken şirk ve küfür üzerine kalmanız makul değildir.

"Buralarda emin olarak" ifadesi "Bu yerde yer alan nimetler" demektir. Sonra da bu ayet "Bahçelerin içinde... Pınarların başında..." ifadesiyle teferru­atlı olarak açıklandı. Bu mücmel (özlü) ifadeden sonraki tafsilattır.

2- "Sevinç ve maharetle dağları yontarak evler yapmaya devam edebilecek misiniz? O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin."

Sizler hiç oturmaya ihtiyacınız olmaksızın şımarıklık göstererek, aşın de­recede sevinç ve şirretlikle bina yapmak için yarış edercesine dağları yontarak evler inşa etmeye devam mı edeceksiniz? O halde Allah'tan hakkıyla korkun Dünya ve ahirette size fayda verecek olan, sizi yaratan ve size rızık veren Rab-binize ibadete yönelin.

Dikkat edilirse vasıfları daha önce belirtilen Hud kavmine hakim olan hu­sus büyüklük taslamak, ebedî hayata talip olmak, sivrilmek ve zorbalık yap­mak gibi manevî zevklerdir. Salih kavmine hakim olan husus ise yiyecek, içe­cek, güzel ve sağlam binalar gibi maddî zevklerdir.

3- "Haddi aşanların emrine itaat etmeyin. Onlar yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve İslah etmeye çalışmayan kimselerdir."

Masiyetlerle, günah işleme, aşın zevk düşkünlüğü ve taşkınlıkla kendi ne­fislerine karşı haddi aşan kimselerin emrine itaat etmeyin. Bu kimseler Semud kavmini hakka muhalefet etmeye, şirk ve küfüre davet eden büyükleri ve baş­kanları idi. Bunlar Semud diyarında bulunan ve bir başka ayette işaret edildi­ği gibi dokuz kişiydiler. "Şehirde dokuz kişi vardı. Bunlar yeryüzünde fesat çı­karıyor ve İslah etmeye çalışmıyorlardı." (Nemi, 27/49).

"Fesat çıkarıyorlar" ifadesinden sonra "İslah etmeye çalışmıyorlar" ifadesi­nin sebebi bunların fesatlarının mutlak fesatçılık olduğunu, amelleri bazı salih amellerle karışmış bazı fesatçıların aksine içine hiç salih amel karışmadığını beyan etmek içindir.

Hz. Salih (a.s.) kavmini Rablerine ibadete davet ettiği zaman kavmi Ona şöyle cevap verdiler:

"Nihayet onlar deveyi kestiler. Ama pişman da oldular. Bunun üzerine azap onları yakalayıverdi."

Semud kavmi (mucize olan) deveyi kestiler. Sonra da azabı görünce -yani azabın kendilerine ineceğini anladıkları zaman- yaptıklarına pişman oldular. Bunun üzerine Allah'ın azabı onları yakaladı. Kasabaları şiddetli bir depremle sarsılmaya başladı. Onların ödlerini koparan büyük bir çığlık koptu. Başlarına hiç beklemedikleri bir durum gelmiş, kendi yerlerinde dizleri üzerine çöküp ol­dukları yerde kalakaldılar ve helak oldular.

Meydana gelen olay şudur: Mucize deve Semud kavminin yanında bir müddet kaldı. Su içiyor, ağaç yapraklarından yiyor ve otlakta yayılıyordu. On­lar devenin sütünden yararlanıyorlar, kendilerine yetecek kadar içmek üzere süt sağıyorlardı. Bu müddet uzayınca ve onların en şirretleri gelince bu deveyi öldürmeyi planladılar ve bunu kestiler.

Rivayete göre Mısta' bu deveyi bir dağ geçidinde bir dar boğaza sürükle­miş, ona ok atmış, ok onun ayağına isabet etmiş ve deve yere düşmüştü. Sonra da deveye Kudar vurmuştu.

"Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu iman etme­diler. Şüphesiz seninRabbin Azizdir, Rahim'dir."

Yani bu anlatılan Hz. Salih kıssasında ve kavmi olan Semud kavminin onun peygamberliğini yalanlamalarında ve mucize deveye saldırmalarında bü­yük ibret ve öğüt vardır. Bundan daha büyük mucize ne olabilir? Onlar pey­gamberlerini yalanladılar ve ona iman etmediler. Ellerinde olanlarla ve geçici dünya zevkleriyle aldandılar, deveye kastettiler. Bunun üzerine onlara azap in­di. Bu kavmin çoğu Allah'a ve peygamberlerine iman eden kimseler değillerdi.

Şüphesiz ki Rabbin düşmanlarından intikam alıcıdır. Eğer tevbe edip ken­dilerine yönelirlerse mümin dostlarına da çok merhametlidir. Bu sonuç Hz. Nuh ve Hz. Hud kıssalarının sonucuyla aynıdır. Zira maksat aynıdır. Bunlar yalanlayan kimselerin durumunda öğüt ve ibret almaları için anlatılmıştır.

Bu ümmetlerden sadece kadın ve erkek 2800 kişinin iman ettiği söylen­miştir. [59]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Semud kabilesi "Hicr"[60] denilen hurmalık, ekim ve dikime müsait, sulak, yüksek muazzam binaları olan bir yerde oturuyorlardı. Bu kabile uzun ömürlü olup binalar ömürleri boyunca dayanmıyordu. Ancak bunlar mallarına ve mev­kilerine aldanmışlar, peygamberleri Hz. Salih'i yalanlamışlar, tehdit edip azar-lamışlardı.

Hz. Salih (a.s.) kavmine:

- Siz dünyada ölümsüz olarak ebedî kalacağınızı mı zannediyorsunuz? de­mişti. Onlara Allah'ın emrine sarılmak ve O'nun nehyinden kaçınmak demek olan "takva'yı emretmiş, yeryüzünde fesat çıkaran ve İslah yoluna girmeyen büyüklerine ve reislerine uymaktan onları sakındırmıştı.

Kavmi ve Hz. Salih'i büyülü ve akılsız olmakla itham ettiler, peygamberli­ğini reddettiler. Çünkü ona da kendileri gibi beşer olduğu halde, kendilerine gelmeyen vahyin ona nasıl gebelebildiğine, kendileri peygamber olmadığı halde onun nasıl peygamber olabildiğine akılları ermeyerek itiraz ettiler.

Sonra da Hz. Salih'ten doğruluğuna delâlet eden maddî bir mucize getir­mesini istediler. Allah da onu hiç benzeri olmayan büyük bir deve ile te'yit etti. Deve bir gün küçük bir derenin suyunun tamamını içiyor, sonra da onlara süt veriyordu. Semud kavmi ertesi gün o deveden diledikleri kadar süt sağıyorlar­dı.

Fakat nimet onları şımartmıştı, kendi kendilerine kötülükte bulunmuşlar, bizzat kötü niyetle deveyi kesmek için anlaşmışlardı. Ve nihayet içlerinden Ku-dar isimli bir şahıs deveyi kesmişti.

Azabın yakînen geleceğini anlayınca da deveyi kestiklerine pişman olmuş­lardı. Fakat azabı görünce artık pişmanlığın kendilerine faydası olmayacaktı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Makbul tevbe kötülükleri işleyip de onlardan birine ölüm gelince: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim." diyenin tev-besi değildir." (Nisa, 4/18).

Semud kavminin kötü fiilleri ve çirkin inkarcılıkları sebebiyle Allah da on­ları deprem ve feci çığlıkla helak etmiştir. [61]

 

Hz. Lut (A.S.) İle Kavmi Kıssası

 

160- Lût kavmi de gönderilen peygam­berleri yalanladı.

161-  Bir zaman kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?

162- Şüphesiz ben size gönderilen emîn bir peygamberim.

163-  Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

164- Ben davetime karşılık sizden her­hangi bir ücret istemiyorum. Benim mü­kafatım ancak âlemlerin rabbine aittir.

165-  166- Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıp da bütün âlemler içe­risinde erkeklerle mi temas ediyorsu­nuz? Doğrusu siz haddi aşan bir kavim­siniz"

167- Kavmi ona şöyle dedi: "Ey Lût! Sen vazgeçmezsen mutlaka buradan sürü­lüp çıkarılan kimselerden olacaksın."

168- Lût da şöyle dedi: "Doğrusu ben bu işinize şiddetle kızanlardanım.

169- Ey Rabbim! Beni ve ailemi bunla­rın yaptıklarından kurtar."

170- Bunun üzerine biz de Lût'u ve aile­sini tamamen kurtardık.

171- Sadece geride kalanlardan bir yaşlı kadın müstesna.

172- Sonra da diğerlerini helak ettik.

173- Üzerlerine öyle bir yağmur yağdır­dık ki! Uyarılan (ama yola gelmeyen) kimselerin yağmuru ne kötüdür!

174-  Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki, onların çoğu yine de iman etmediler.

175-  Şüphesiz ki senin Rabbin Aziz'dir (her şeye galiptir), Rahim'dir (çok mer­hametlidir).

 

Belagat:

 

"Siz erkeklerle mi temas kuruyorsunuz?" ifadesi inkâr, tenkit ve azarlama manasında sorudur.

"Köle" ve "minel-kâlin" kelimeleri arasında cinas-ı nakıs sanatı vardır. Bi­rincisi "kavi" kökünden, ikincisi "kala" fiilinin mastarı "kıla" kökündendir. Son derece buğzetti demektir. [62]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Bir zaman" dinde ve nesepte olmasa da aynı beldede ve aynı bölgede bir­likte yaşadıkları "kardeşleri Lût onlara şöyle demişti..."

"Rabbinizin sizin için" normal yoldan istifade etmeniz için "yarattığı eşle­rinizi bırakıp da bütün âlemler" insanlar "içerisinde erkeklerle mi temas ediyor­sunuz? Doğrusu siz haddi aşan" şer'î, aklî ve bozulmamış fıtrî hadleri tecavüz eden, helâli bırakıp harama kapılan "bir kavimsiniz."

Kavmi O'na şöyle dedi: "Ey Lût! Sen" bizi yadırgamaktan "vazgeçmezsen" bizim beldemizden sürülen, kovulan "çıkarılan kimselerden olacaksın."

Lût da şöyle dedi: "Doğrusu ben bu işinize şiddetle kızanlardanım." Sizin bu fiilinize son derece buğz edenlerdenim.

"Ey Rabbim! Beni ve ailemi bunların yaptıklarından" bunların uğrayacağı azaptan, cezadan ya da amellerinin uğursuzluğundan "kurtar."

"Bunun üzerine biz de Lût'u ve ailesini" yani aile halkını ve onun dinine tabi olanları "tamamen kurtardık." Allah Lût'u azap geldiği vakit kavminin içinden çıkardı.

"Sadece geride kalanlardan" azap içinde kalanlardan "bir yaşlı kadın müs­tesna. " Bu kadın Hz. Lût'un hanımı olup yolda ona bir taş isabet etmiş ve onu helak etmişti. Çünkü bu kadın Lût kavmine meylediyordu ve onların fiillerine de razı idi. Bir başka rivayete göre, bu kadın kasabada kalanlar arasında olup Hz. Lût'la birlikte kasaba dışına çıkmamıştı.

"Sonra da diğerlerini" şiddetli bir şekilde "helak ettik."

"Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki!" Denilmiştir ki: Allah onların üzerlerine taş yağdırdı ve bu taşlar onları helak etti. "Uyarılan kimselerin yağ­muru ne kötüdür!" [63]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu kıssa da öncekiler gibi ibret ve öğüt içindir. Bu, Lût b. Hârân b. Âzer'in kıssasıdır. Hz. Lût (a.s.) İbrahim Halil aleyhisselâmın kardeşinin oğludur.

Hz. Lût ve kavmi Sodom ve Allah'ın helak ettiği kasabalarla diğer üç şe­hirde oturuyorlardı. Bunun yerine Beytül makdis dağları üzerinde kurulan, Kerk ve Şûbek dağlarının hizasında olan ölü deniz "Lût gölü" civarında Gavr beldeleri kuruldu.

Hz. Lût (a.s.) kavmini hiçbir ortağı olmayıp tek olan Hz. Allah'a ibadet etmeye ve Allah'ın kendilerine gönderdiği rasulüne itaat etmeye davet etti. Kav­mini Allah'a isyan etmekten ve daha önce dünyada hiçbir kimsenin işlemediği erkeklerin erkeklerle cinsî temas kurmaları şeklinde icat ettikleri çirkin ve iğ­renç fiili işlemekten nehyetti. [64]

 

Açıklaması

 

"Lût kavmi de gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: Siz Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönderilen emin bir peygamberim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben davetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfa­tım ancak âlemlerin rabbine aittir."

Lût kavmi kendilerine gönderilen peygamberlerini yalanladılar. Zira kim bir peygamberi yalanlarsa bütün peygamberleri yalanlamış olmaktadır. Bir za­man Hz. Lût (a.s.) şöyle demişti:

- Siz Allah'a isyan etmeyi terk etmek suretiyle Allah'ın azabından sakın­maz mısınız? Çünkü ben size gönderilen ve risaletini tebliğ hususunda güveni­lir olan bir peygamberim. O halde emrolunan şeyleri yapmak ve nehyedilen şeyleri terk etmek suretiyle Allah'tan korkun. Size emrettiğim sadece Allah'a ibadet etme ve sadece hamımlarla temas etme hususunda ve sizi nehyettiğim şekilde hayasız ve iğrenç davranışları işlememek konusunda bana itaat edin. Ben risaletimi davet etmeye karşılık sizden hiçbir ücret veya karşılık talep et­miyorum. Benim mükâfatım yeryüzünde ve gökyüzünde bütün âlemlerin, in­sanların ve cinlerin rabbi olan Allah'a aittir.

Hz. Lût (a.s.) daha sonra onları azarladı, tehdit etti ve bu iğrenç fuhuş ola­yına karşı onları şu sözüyle yadırgadı: "Sizler, Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıp da bütün âlemler içerisinde erkeklerle mi temas ediyor su­nuz?" Siz cidden ters bir şeye nasıl teşebbüs edebiliyorsunuz? Siz bu iğrenç ma-sıyeti mi işliyorsunuz? Bu iğrenç fiil erkeklerin erkeklerle temasta bulunması­dır. Bu ifade erkeklerin erkeklerle cinsî münasebet kurmasından kinayedir. Lût kavmi bu çirkin davranışı misafirlere ve gariplere uyguluyorlardı. Allah bunu "hayasızlık" olarak adlandırmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Siz sizden önce hiçbir kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı işliyorsunuz?" (A'raf, 7/80). Al­lah'ın sizin tabii istifadeniz için kıldığı hanımlarınızla teması terk ediyorsu­nuz? Yine Cenab-ı Hak: "Siz hanımlarınıza Allah'ın emrettiği yerden yaklaşın." (Bakara, 2/222) buyuruyor.

"Doğrusu siz haddi aşan bir kavimsiniz." Siz zulümde ve bütün masıyet-lerde ve özellikle bu iğrenç fiilde haddi aşıyorsunuz.

Ayetteki "bel" kelimesi "idrab" yani bir şeyden diğer bir şeye intikal için­dir. Yoksa daha önce geçen yadırgama ve fiillerini çirkin görme hususunu iptal etmek için değildir. Bununla anlatılmak istenen husus şudur: Doğrusu siz bu gibi hayasızlığı işlemeniz sebebiyle haddi aşmakla anılmaya lâyıksınız.

Hz. Lût (a.s.) kavmini bu davranıştan nehyedince onlar da O'na tehditte bulundular:

"Şöyle dediler: Ey Lût! Sen (bu davetinden) vazgeçmezsen mutlaka sürülüp çıkarılan kimselerden olacaksın." Yani Lût kavmi ona hitaben: "Sen bu pey­gamberlik iddiasını bırakmazsan ve bize getirdiğin şu erkeklerle temasta bu­lunmayı yadırgayan sözlerinden vazgeçmezsen mutlaka seni kovarız ve yetişti­ğin bu beldeden süreriz. Seni de tıpkı senden önce bize engel olmaya çalışanla­rı uzaklaştırdığımız gibi aramızdan uzaklaştırırız." dediler.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kavminin cevabı ancak şu sözleri oldu: Lût ailesini kasabanızdan çıkarın. Hiç şüphesiz onlar tertemiz kimseler­dir." (Nemi, 27/56).

Hz. Lût (a.s.) da onların içinde bulundukları durumdan çekinmemeleri ve sapıklıkları üzerine devam etmeleri sebebiyle kendisini uzaklaştırmalarının onları yadırgamasına ve onlardan uzak olduğunu bildirmesine engel olmayaca­ğını kendilerine bildirdi.

"Lût şöyle dedi: Doğrusu ben bu işinize kızanlardanım." Ben hiç şüphesiz sizin bu amelinize şiddetle buğzediyorum. Bundan razı değilim. Bu ameli sev­miyorum. Beni kovmakla korkutup tehdit etseniz de ben sizden uzağım.

Onun kızanlardan olması bu fiile ondan başka kimselerin de kızdığına de­lildir. Ayrıca "kızanlardanım" kelimesi "Ben sizin bu amelinize kızıyorum." ifa­desinden daha beliğdir.

Bu ayette bu fiilin buğzu gerektirdiğine ve insanların bu fiile buğzetmele-rine dikkat çekilmektedir.

Daha sonra Hz. Lût (a.s.) kavminin kötü fiilinden kendisini kurtarması için Allah'a şöyle dua etti:

"Ey Rabbim! Beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar." Yani ya Rab-bi! Beni bunların yaptığı masıyetlerin cezasından kurtar. Beni onların amelle­rinin uğursuzluğundan kurtar.

Kısaca: Kavmi, Hz. Lût'u kasabalarından kovmakla tehdit ettikleri zaman Hz. Lût onlara bu amellerinden dolayı onlara buğzettiğini haber verdi. Sonra da onların bu kötü fiillerinden kurtulmak için Rabbine dua etti. Allah da onun duasını kabul etti:

"Bunun üzerine biz de Lût'u ve ailesini tamamen kurtardık. Sadece geride kalanlardan bir yaşlı kadın müstesna." Yani biz onu, aile halkını ve ona iman edenlerin hepsini geceleyin onların amellerinin ve masıyetlerinin cezasından kurtardık. Lût'un hanımı olan yaşlı kadın müstesna. Bu kadın Lût'un dinine iman etmeyen kötü bir kocakarı idi. Kavmiyle birlikte kalmış, Hz. Lût'la birlik­te kasaba dışına çıkmamış ve helak olmuştu. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle bu­yurmaktadır: "Senin hanımın müstesna. Onlara isabet eden azap ona da isabet edecektir." (Hud, 11/81). Zira o Lût kavminin bu kötü fiillerine razı idi. Lût'un haberlerini de kavmine naklediyordu.

"Sonra da diğerlerini helak ettik. Üzerlerine öyle bir yağmur indirdik ki. Uyarılan (ama yola gelmeyen) kimselerin yağmuru ne kötüdür!"

Biz daha sonra çirkin fiiller içerisine dalmış olan ve kendilerini yaratan Allah'ı inkâr eden, onun peygamberlerine iman etmeyen kavminin diğer kim­selerini helak ettik ve üzerlerine hepsini kaplayan azap indirdik. Onların üzer­lerine pişmiş tuğladan taşlar yağdırdık. Helak ile korkutulan ve helak olan in­sanların yağmuru ne kötüdür! Katade diyor ki: Allah bu kavmin içindeki Lûtî-lere gökten taş yağdırdı ve onları helak etti.

Mukatil diyor ki: Allah, Lût kavmini yerle bir etti. Kasabanın dışında olan kimselerin üzerlerine taş yağdırdı. Orada Lût ailesi dışında hiçbir mümin yok­tu.

Vehb b. Münebbih diyor ki: Allah onların üzerine kibrit ve ateş yağdırdı. Yani orada ateşli volkanları fışkırttı.

"el-Müzerîn (uyarılanlar)" kelimesiyle belirli bir kavmi murad etmemiştir, bu kelime cins içindir.

Özetle: Lût kavminin cezası kasabalarını ters-yüz edecek derecede şiddetli bir deprem olup gökten de ayrıca kibrit, ateş ve taş yağmış, kasabalarını yak­mıştı. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "(Azap) emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik ve üstlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağ­dırdık. " (Hud, 11/82). O halde cezalan, deprem ve yanardağ fışkırması idi.

"Şüphesiz bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmediler. Şüphesiz ki senin Rabbin Azizdir, Rahim 'dir."

İşte önceki peygamberlerin kıssalarının sona erdiği şekilde bu kıssa da ay­nı sonuç ve ibret levhalanyla sona ermiştir. Ayetin manası şudur: Bu kıssada düşünen her kimse için ibret ve öğüt vardır. Zira Allah masıyete dalmış isyan­kârları -Lûtîleri- helak etmiş, bu hayasızlığı reddeden salih müminleri kurtar­mıştır. Hz. Lût'un hanımı da kavmiyle gizli bir işbirliği yaptığı ve onların bu fi­illerini sevdiği için helak olanlar arasında yer almış, Hz. Lût (a.s.) ile olan irti­batının ona hiç faydası olmamıştı. Çünkü herkes için kazandığı günah vardır. Bu kavmin çoğunluğu iman etmemişler, bu yüzden helake maruz kalmışlardı.

Rabbin düşmanlarından intikam alıcıdır, kendisine yönelip tevbe eden mümin dostlarına da çok merhametlidir. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah Tealâ'yı ve peygamberlerini inkâr, homoseksüellik (livata), hanım­larla evlenme yoluyla helâl ve tabiî istifadeyi terk etmek ilahî intikama, dünya ve ahirette şiddetli cezaya sebeptir.

Kavmi içinde iyice yerleşmiş, iyileştirilmesi güç bu hastalığın tedavisi yo­lunda Hz. Lût'un görevi çok zor idi. Hz. Lût kavminin bu tavrını şiddetle red­detmiş, onları kötü bir şekilde azarlamıştı. Onları haddi aşmakta ve Allah'ın hadlerini çiğnemekte çok ileri giden bir toplum olarak tavsif etmiş, bu fiillerin­den dolayı kavminin kendisini beldelerinden uzaklaştırma ve kovma tehditleri­ne rağmen onların bu fiillerine karşı şiddetli kızgınlığını ilân etmişti.

Hz. Lût (a.s.), kavminin Allah'a iman etmelerinden, bu çirkin fuhuş fiilin­den temizlenmelerinden ümidini kesince kendini ve aile halkını onların amel­lerinin azabından koruması ve onlara gelecek azabın kendisine ve ailesine isa­bet etmemesi için Rabbine dua etti. Bu dua kavmine beddua etmeyi de ihtiva etmektedir. Ancak hiçbir peygamber Rabbinin izni olmadan kendi kavmine beddua etmez.

Cenab-ı Hak Hz. Lût'un duasını kabul etti. onu aile halkını ve onunla bir­likte iman edenlerin tamamını kavmine indirdiği acıklı azaptan kurtardı. Sa­dece onun yaşlı hanımı Allah Tealâ'nın azabında kaldı.

Dünyevî ceza Lût kavminin yerin dibine geçirilmesi ve tamamen helak edilmesi yani deprem ve yanardağ lavlarıyla yok edilmesi idi. Cebrail aleyhis-selâm'ın kasabalarım yerin dibine geçirmesi, alt-üst yapması suretiyle Allah onların üzerlerine taş yağdırdı.

Bu olayda büyük hem de çok büyük bir ibret vardır. Akıllı olan başkasının başına gelenden öğüt alan kimsedir. Lût kavminden Lût ailesi ve iki kızı hariç tek kişi bile iman etmemişti. Allah düşmanlarından intikam almaya kadirdir. O aynı zamanda mümin dostlarına çok merhametlidir. [66]

 

Hz. Şuayb (A.S.) İle Kavmi Kıssası

 

176- Eyke halkı da gönderilen peygam­berleri yalanladı.

177- Bir zaman Şuayb onlara şöyle de­mişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?

178- Şüphesiz ben size gönderilen emîn bir peygamberim.

179-  Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

180- Ben davetime karşılık sizden her­hangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.

181-  Ölçüyü tam yapın, eksik ölçenler­den olmayın.

182- Doğru terazi ile tartın.

183- İnsanların haklarını kısmayın. Yer­yüzünde bozgunculuk yaparak fesat çı­karmayın.

184- Sizi ve daha önceki nesilleri yara­tandan korkun."

185- Kavmi, Şuayb'e şöyle dediler: "Sen ancak büyülenmiş kimselerden birisin.

186- Ve de sen bizim gibi beşerden baş­ka bir şey değilsin. Öyle zannediyoruz ki sen yalancılardansın.

187-  Eğer sözüne sadık kimselerden isen üzerimize gökten parçalar düşür."

188-  Şuayb şöyle dedi: "Rabbim yaptık­larınızı çok iyi bilir."

189-  Fakat onlar Şuayb'ı yalanladılar. Ardından bulutlu günün azabı onları yakalayıverdi. Gerçekten o (azap) bü­yük bir günün azabı idi.

190- Şüphesiz ki bunda büyük bir ibret vardır. Ne var ki onların çoğu yine de iman etmediler.

191- Şüphesiz Rabbin Azîz'dir (her şeye galiptir), Rahîm'dir (çok merhametli­dir.).

 

Belagat:

 

"Ölçüyü tam yapın, eksik ölçenlerden olmayın." ifadesinde ıtnab sanatı vardır. Çünkü ölçüyü tam yapmak eksik ölçmekten nehyetmek anlamını da ta­şımaktadır. [67]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eyke" Medyen yakınlarında sık ve bol ağaçlı bir kasabadır. Allah, Şuayb aleyhisselâmı Medyen halkına gönderdiği gibi Eyke halkına da göndermişti. Şuayb nesep açısından onlardan değildi, onlara yabancı idi. Bunun için "kar­deşleri" denmemiş, doğrudan "Şuayb onlara şöyle demişti" ifadesi kullanılmış­tır. Hadis-i şerifte şöyle bir ifade yer almaktadır: Medye'lilerin kardeşi olan Şu­ayb Medyen'e ve ayrıca Eykelilere gönderildi.

"Ölçünüzü tam yapın, eksik ölçenlerden" yani insanların haklarını noksan-laştıranlardan "olmayın."

"Doğru terazi" adaletli terazi "ile tartın."

"İnsanların haklarını kısmayın." yani insanların haklarından hiçbir şey eksiltmeyin. "Yeryüzünde" adam öldürme, yağmacılık, yol kesme suretiyle "boz­gunculuk yaparak fesat çıkarmayın." yani anarşi çıkarmayın. Burada "müfsi-dîn" kelimesi "hal" olup fiilin manasını te'kit etmektedir.

"Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratandan korkun." Ayetteki "el-cibilletü" yaratılış ve tabiat demektir. Bundan murad, onların büyük bir yaratılış üzeri­ne olduklarıdır.

"el-Müsahharîn" çok büyü sebebiyle akıllan gitmiş kimseler.

"Ve de sen bizim gibi beşerden başka bir şey değilsin." Onlar Şuayb'ı yalan­lamakta mübalağa etmek için onun peygamberliğe zıt iki vasfı bir arada topla­dığına delâlet etmek için cümlenin başına "ve" getirdiler. Yani hem beşer hem de büyülenmiş bir kişisin demektir. "Biz öyle zannediyoruz ki sen" bu iddianda "yalancılardansın."

"Eğer sözüne sadık kimselerden isen üzerimize gökten parçalar düşür." Ayetteki "kisef kelimesi parça manasındaki "kisfe"nin çoğuludur. Manası azap parçaları demektir.

"ez-Zulle" onlara isabet eden şiddetli sıcaklıktan sonra onları gölgelendi­ren buluttur. Hepsi bu bulutun altında toplandılar, sonra da bu bulut onlara ateş yağdırdı ve hep birlikte helak oldular.

"Gerçekten o büyük bir günün azabı idi..." ifadesi "Şüphesiz Rabbin Azizdir, Rahîm 'dir" ayetine kadar önceki peygamberlerin sözlerinin aynısıdır. [68]

 

Ayetler Arası İlîşki

 

Bu kıssa, Rasulullah'a (s.a.) kavminin yüz çevirmesiyle gam ve keder çek­mesi sebebiyle teselli vermek, onu yalanlayanlara tehditte bulunmak, için pey­gamberlerin uyarmasından sonra peygamberlerle alay etmek üzere ve ona aldırış etmeksizin azabın gelmesi teklifinde bulunan ve yalanlamaya devam eden immetlere azabın mutlaka ineceğini bildirmek için bu surede kısaca anlatılan yedi kıssanın sonuncusudur.

Bu kıssa, Hz. Şuayb (a.s.) ile kavmi olan Medyen halkının kıssasıdır. Medyen'e de kardeşleri olan Şuayb'ı gönderdik." Ayrıca Hz. Şuayb'ın Eyke hal­ci ile aralarında geçen kıssalarıdır.

Eykeliler ağaçlık, ekin ve meyvalık bir arazide idiler. Allah, Şuayb'ı düşük jctimaî durumlarını, ölçü ve tartıda hile yapmaları ve eksik tartmalarını ve yeryüzünde şiddetli bozgunculuk çıkarmalarını ıslah etmek için onlara gönder­ilişti. Hz. Şuayb, kavmine ölçü ve tartıyı tam yapmaları ve yeryüzünde boz­gunculuk yaparak fesat çıkarmamaları nasihatinde bulundu. Onlar da Hz. Şu-îyb'ı yalanladılar. Cenab-ı Hak onları bulutlu günün azabı ile helak etti. [69]

 

Açıklaması

 

"Eyke halkı da gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman Şuayb on-,,zra şöyle demişti: Siz hiç Allah'tan korkmaz mısınız? Şüphesiz ben size gönde-~.len emin bir peygamberim O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben iavetime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım an-:ak âlemlerin rabbine aittir."

Medyen yakınındaki Eyke (ormanlık arazi) sakinleri peygamberleri yalan­ladılar.

İbni Kesir diyor ki: Eykeliler doğru görüşe göre Medyenlilerdir.[70]

Bununla kendilerine gönderilen peygamberleri Hz. Şuayb'ı (a.s.) yalanla­dılar.

Şuayb Eykelilere: Allah'a ve Rasulü'ne iman etmek ve O'na isyandan ka­rınmak suretiyle Allah'ın azabından sakınmaz mısınız? dediği zaman Eykeliler Suayb'i yalanladılar.

Bu ayette "Kardeşleri Şuayb" denilmemesinin sebebi Zemahşerî, Beyzavî Te Razî'nin dediği gibi nesep olarak onlardan olmamasıdır.

İbni Kesir ise Allah Tealâ'nın kendilerine nispet edilen mana -yani Ey-£e'ye (ağaca) tapınmaları sebebiyle- neseben kardeşleri olduğu halde Hz. Şu-syb ile Eykeliler arasındaki kardeşlik bağını yok saydığı ve bu bağı kopardığı rörüşünü ileri sürmüştür.

Hz. Şuayb (a.s.) kavmine kendisinin Allah tarafından gönderilen bir pey­gamber olduğunu ve risaleti tam anlamıyla kavmini tatmin edecek tarzda ifa-ie edip onları kendi risaletine uymaya -ihlâsla teşvik etti.

"O halde Allah'tan sakının. O'nun emrine sarılmak ve nehyinden de kaçın-nak suretiyle O'ndan korkun. Size emrettiğim ve nehyettiğim hususlarda bana  edin. Ben sizden bu risaleti tebliğ karşılığında maddî bir mükâfat ve karşılık, mevki, makam, liderlik gibi manevî bir mükâfat talep etmiyorum. Benim mükâfatım beni size gönderen Allah'a aittir."

Hz. Şuayb (a.s.) kavmine risaletin temel esasları olan bu nasihatlerle nasi­hatte bulunduktan sonra onlara bazı şeyleri de emretti:

1- Ölçü ve tartıyı tam yapmak: "Ölçüyü ve tartıyı tam yapın. Eksik ölçen­lerden olmayın." Yani satış yaptığınız zaman ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İn­sanların haklarını eksiltenlerden olmayın. Alıcı olduğunuz zaman da insanla­rın mallarına tamahkârlık ederek ölçüye ve tartıya satarken yaptığınız gibi ilâ­ve yapmayın. Yani vacip olan husus alış-verişte eşitliği gerekli kılmaktır. Sizler verdiğiniz gibi alın. Aldığınız gibi verin.

"Doğru terazi ile tartın." Yani adil ve düzgün tartı ile tartın. Bu ayetin bir benzeri Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir: "Ölçüde ve tartıda hile yapanların vay halinelOnlar insanlardan ölçekle aldıkları zaman tastamam alırlar. Kendileri ölçekle ve tartıyla verdikleri zaman ise eksiltenlerdir. Gerçekten onlar öldükten sonra diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 82/1-4).

, Bu ayetler ölçü ve tartıda hile yapmaktan nehyetmektedir. Bu ifadeler ve-rirken-alırken, satarken ve satın alırken eşit davranma emrini ihtiva etmekte­dir.

Hz. Şuayb (a.s.) daha sonra zulmetmekten ve her çeşit hak hususunda haksızlık yapmaktan genel bir nehiyle nehyetti:

2- Haklan eksiltmemek: "İnsanların haklarını kısmayın." İnsanların mal­larını ve ölçülen-tartılan, ölçekle tartılan, sayılan her şeyde insanların hakları­nı eksiltmeyin.

Bu ifade her çeşit miktarları ihtiva etmektedir. Ölçü, tartı, yüzölçümü ve miktar olsun ölçülen her şeyde genel olarak adalet vacip kılınmaktadır.

Yine aynı şekilde şeref ve namusu korumak gibi manevî ve edebî hakları korumak da bu ifade muhtevasına girmektedir.

Razî diyor ki: Bu ayet bir kişi için sabit olan her hak hususunda bu hak­kın çiğnenmemesi ve her mülk hususunda bu mülkün sahibinden gasp edilme­mesi ve bir kimsenin mülkünde sahibinin izni olmadan, meşru bir tasarruf ol­maksızın tasarrufta bulunulmaması hakkında genel bir hükümdür.

Hz. Şuayb (a.s.) daha sonra onları bütün çeşitleriyle yeryüzünde bozgun­culuk yapmaktan nehyederek şöyle dedi:

3- Bozgunculuk yapmamak: 'Yeryüzünde bozgunculuk yaparak fesat çıkar­mayın. " Yani yeryüzünde yol kesme, baskın, yağmalama, soygunculuk, adam öldürme, bitkileri yok etme gibi yapmakta olduğunuz çeşitli bozgunculuk işleri­ni yapmayın.

4- Allah korkusu: "Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratandan korkun." Siz­den önce yaşayan kendilerinin neslinden geldiğiniz ve zahiren sizin varlığını­zın ve yaratılışınızın sebebi olan ve aralarında güçlü, kuvvetli ve mal mülk sa­hibi olan Hud ve Salih kavmi gibi kavimlerin de bulunduğu önceki nesilleri ve szi yaratmak suretiyle size lütufta bulunan Allah'ın şiddetinden korkun. Bu zsha önce geçen Hz. Musa'nın şu sözü gibidir. "Sizin Rabbiniz ve sizden önceki ıhlarınızın Rabbi..." (Şuara, 26/26).

Kavmi Hz. Şuayb'in peygamberliğini iki açıdan tespit ederek sonra da kor-cutma ve tehdit ile hafife alarak ona cevap verdiler:

Tenkit ettikleri hususlar şu iki nokta idi:

1- "Sen ancak büyülenmiş kimselerden birisin. Sen de bizim gibi beşerden yışka bir şey değilsin."

Yani sen sadece aklı gitmiş, büyülenmiş bir kişisin. Dolayısıyla senin sözü­ne kulak verilmez ve senin nasihatine değer verilmez. Bu tıpkı Semud kavmi-zm peygamberlerine verdikleri cevabın aynıdır. Kalpleri birbirine benzemiş, iendilerindeki küfür eğilimleri ittifak etmiştir.

Kavmi Şuayb'a: "Sen de bizim gibi bir beşersin. Seni bizden üstün kılan ve rızi değil de seni nebi ve rasul kılan sebep nedir?" dediler.

Kendi takdirlerine göre Hz. Şuayb'in: "büyülenmiş olmak ve beşer olmak" seklindeki her iki vasfinı kastettiklerini ifade etmek üzere "ve-mâ ente..." ifa-iesine "ve..." diyerek başladılar. Vav terk edildiği zaman sadece bir manayı iastetmiş olurlar. Bu da "Şuayb'in büyülenmiş olduğu" düşünceleridir. Sonra :nun kendileri gibi bir beşer olduğunu kararlaştırdılar.

2- "Öyle zannediyoruz ki sen yalancılardansın." Yani bizim kuvvetli kana­atimize göre sen kasden yalan söyleyen kimselerdensin. Sen Allah'ın bize gön-ierdiği kimselerden değilsin.

Tehdit yoluyla hafife almaya gelince, Hz. Şuayb'in kavminin şu sözleri bu­nun ifadesidir:

"Eğer sözüne sadık kimselerden isen üzerimize gökten parçalar düşür." Ya­ni bizim azaba uğrayacağımız şeklindeki korkutman ve tehdit etmen hakkında sadık ve samimi isen bizim üzerimize içinde azap yağmuru bulunan bulut par­çalan indir, dediler.

Şuayb kavminin bu talepleri onların inkarcılık, yalanlama, inatçılık ve azabın meydana gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmeleri sebebiyle idi. Di­ğer bir ifadeyle sen peygamber olduğunda sadık isen Allah'tan bizim üzerimize gökyüzünden -bulut veya dumanlardan- parçalar düşürmesini iste, dediler.

Bu Kureyş'in Peygamberimiz'e (s.a.) söylediği ve Cenab-ı Hakkın şu ayet­te haber verdiği sözlerinin benzeridir:

"Onlar: Biz sana kesinlikle inanmayız. Ta ki bizim için şu yerden bir pınar î.şkırtasın. Yahut senin hurmalıklardan, bağlardan bir bahçen olsun da arala­rından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üstü­müze parça parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri kefil getiresin." (İsra, 17/90-92) dediler.

"Hani bir zaman da: Allah'ım! Eğer bu senin nezdinden gelmiş hakkın kendisi ise bizim üstümüze gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azap getir, de­mişlerdi." (Enfal, 8/32).

Şuayb kavmi bu sözleriyle azap meydana gelmez ise onun yalanı ortaya çı­kacağını zannettiler. Hz. Şuayb (a.s.) da onlara şu cevabı verdi: "Rabbim sizin yaptıklarınızı çok iyi bilir." Rabbim Allah, sizin amellerinizi gayet iyi bilir ve bunun karşılığını âcil olarak veya bilahare size verecektir. Bana gelince benim size azap indirecek kudretim yok. Siz buna müstahak iseniz o size zulmetmek-sizin bu amelinizin karşılığını verecektir.

Bu ifade, Hz. Şuayb m onlara beddua etmediğine ve azap verme hususun­daki emri Allah Tealâ'ya havale ettiğine delildir. Onlar yalanlamada devam edince Allah da onlara teklif ettikleri "bulutlu gün azabı'm indirdi.

Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Fakat onlar Şuayb'ı yalanladılar. Ardından bulutlu günün azabı onları yakalayıverdi. Gerçekten o (azap) büyük bir günün azabı idi."

Yani onlar yalanlamalarına ısrarlı bir şekilde devam edince "bulutlu gün" azabıyla cezalandırıldılar. Bu azap şuydu: Onlar nefeslerini bunaltan büyük bir sıcaklığa maruz kaldılar. Onlara ne gölgenin ne de suyun yararı oluyordu. Bunun üzerine sahraya çıkmak zorunda kaldılar. Serinlik ve rüzgarı olan bir bulut onları gölgelemişti. Bu bulutun altında toplandılar. Bulut ise onlara ateş yağdırdı, hep birlikte yandılar. Bu durum aynen Cenab-ı Hakk'ın şu ayetinde buyurduğu gibiydi:

"Eğer gökten bir parçanın düştüğünü görseler: Bu birbiri üstüne yığılmış bir buluttur, derler." (Tur, 52/44).

Bu azap çok korkunç, çok tesirli ve helak etmeye sebep olan bir azap idi:

"Şüphesiz ki bunda büyük bir ibret vardır. Ne varki onların çoğu yine de iman etmediler." Ey Mekkeliler ve Ey diğer kâfirler! Bu çok anlamlı kıssada büyük bir öğüt ve ibret vardır. Bu ibret peygamberlerin doğruluğuna ve azabın Allah'ın tayini ile geldiğine delâlet eden bir ibrettir. Şuayb kavminin çoğu yine de iman etmediler.

"Şüphesiz ki Rabbin Azlz'dir ve Rahimdir." Ey Muhammed! Senin rabbin olan Allah kâfirlerden intikam almaya kadirdir. Mümin kullarına çok merha­metlidir.

Bu sonuç her kıssadan ibret ve öğüt çıkarmanın gerekli olduğuna delâlet etmek için bu surede zikredilen diğer yedi kıssanın sonucu ile aynıdır. Bütün bu kıssalar Kur'an-ı Kerim'in gaybden haber veren tek varlık olan Cenab-ı Hakkın kelâmı olduğuna kesin bir delildir.

"Andolsun ki onların kıssalarında gerçek akıl sahipleri için büyük bir ibret vardır." (Yusuf, 12/111). [71]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Ayetler Arası İlişki" ve "Açıklaması" bölümlerinde bu ve bundan önceki kıssaların umumî hedefinin ne olduğu mükerreren beyan edilmiştir. Bu surede toplam yedi kıssa yer almaktadır.

Zira Allah Tealâ insanların Rasulullah'ın (s.a.) davetinden yüz çevirmele­ri sebebiyle ona teselli olması ve kalbinden üzüntüyü gidermesi için Kur'an-ı Kerimde bu kıssaları anlatmıştır.

Bu kıssalar her ihlâslı davetçi için ümitsizliğe kapılmaması, acizliğe düş­memesi, gevşememesi, davet yolundan vazgeçmemesi, devamlı azimli, başı dimdik ve yerine getirdiği vazife ile iftihar ederek sabit adımlarla davet yolun­da devam etmesi için daimî bir tavsiyedir.

Özetle: Bu kıssaların başlangıç ve sonlarındaki benzerlik bu manaların vurgulanması, gönüllerde yerleştirilmesi ve kalplerde pekiştirilmesi amacına yöneliktir.

Bu kıssalardan anlaşılmıştır ki peygamberlerini yalanlayanlara azap indi­ren Allah'tır. Allah o kavimlere azabını zulmetmek, kendi nefsini tatmin etmek ya da öç almak için değil o kavimlerin küfürlerine uygun bir ceza olarak indir­miştir. Hak nizamını yerleştirmek ve mahlûkatı arasındaki adalet sistemini hakim kılmak için bu cezaları vermiştir.

Dikkat edilmelidir ki bütün peygamberler Allah'ın birliğine davet etmek, faziletli amellere saygı, çirkin davranışlarla savaşma gibi peygamberlik esasla­rı üzerinde ittifak etmektedirler. Sonra onlardan her biri hastalıklı görüntüleri ve kavminin hak çizgisi dışındaki davranışlarını tedavi etmeye çalışmışlardır.

Meselâ, Hz. Hud (a.s.) kavminin lüzumsuz yere aşırı derecede bina yapma özentilerini, sanki ebediyyen kalacaklarmış gibi dünyaya tamah etmelerini ve ellerine geçirdikleri insanlara zorbaca davranmalarını ve bu gibi manevî yön­den -hastalık işareti olan- aşırı eğilimlerini tenkit etmekte ve bu durumu ya­dırgamaktadır.

Hz. Salih (a.s.) kavminin şımarıkça şirret bir eda ile ve böbürlenerek, maddî ve bedenî lezzet, şehvetlere düşkün olarak dağlarda evler bina etmeleri­ni tenkit etmekte ve bu durumu yadırgamaktadır.

Hz. Lût (a.s.) kavminin hanımlarla normal yoldan cinsî temas etmek yeri­ne erkeklerin erkeklerle arkadan temas etmek şeklindeki son derece iğrenç ve çirkin hayasızlığını kınamıştır.

Hz. Şuayb (a.s.) kavminin insanların mallarını çalmak, ölçü ve tartıda hile yaparak haklarını çiğnemek şeklindeki sosyal zulmünü tenkit etmekte ve ya­dırgamaktadır. Kavmine ölçü ve tartıyı ne fazla ne de eksik, tam olarak yap­malarını ve insanların eşyalarını eksiltmemelerini, yeryüzünde fesat çıkarma­malarını, kendilerini ve eski büyük atalarını yaratan Allah'tan korkmalarını emrediyordu. Bu nimetleri ihsan eden ibadete en lâyık olan kimsedir. Fakat onlar içtimaî ahlâk ve değerleri inkâr eden, peygamberlerin azapla tehdit et­melerini küçümseyen, onların nasihatlerini ve öğütlerini hafife alan zalim bir ka­vim idiler.

İşte bütün bu peygamberlerin cevabı tek şekilde olmuştur: "Allah'tan kor­kun ve bana itaat edin." Zira onlar takvayı emretmek, itaatte bulunmak, iba­dette ihlâsa riayet etmek ve peygamberliği tebliğ etmek için insanlardan ücret talep etmemek gibi hususlarda ittifak etmişlerdi.

Yine bu peygamberler kavimlerinin kendilerine kötülük etmelerine ve on­ların asılsız suçlamalarına karşılık vermeme, davet yolunda sabretme, azap ve cezada muhakeme hususunda kesin ve ihtiyatlı kararı tamamen Allah'a havale etme konularında ittifak etmişler; böylece kâfirlerin bir eksiklik zannettikleri "beşer olma" mertebesinde kalmak ve gerçekte Allah'a kul olabilmek için gay­ret göstermişlerdir.

Hz. Şuayb kavminin azabı ve helak edilmelerinin tavsifine gelince Cenab-ı Hak bu durumu üç ayrı surede beyan etmektedir. Bu üç suredeki her ayette ko­nunun gelişine uygun bir vasıfla anlatılmıştır.

1- A'raf Suresinde Şuayb kavminin (Medyen halkının) şiddetli bir deprem­le sarsıldıklarını ve helak olup oldukları yerde dizüstü kalakaldıkları anlatıl­maktadır. Çünkü onlar: "Ey Şuayb! Yemin olsun ki seni ve bizim kasabamızdan sana iman edenleri mutlaka buradan çıkaracağız. Ya da muhakkak bizim dini­mize döneceksiniz." (A'raf, 7/86) demişlerdir. Onlar Allah'ın peygamberini ve ona tabi olanları sarsmışlardı. Ancak esas sarsıntı onları yakaladı.

2- Hud Suresi'nde "O zalimleri ise korkunç bir ses alıp götürdü." (Hud, 11/67) buyurulmuştur. Çünkü onlar "Ey Şuayb! Atalarımızın taptığı şeylerden yahut mallarımızdan ne dilersek onu yapmamızdan vazgeçmemizi sana nama­zın mı emrediyor?" (Hud, 11/87) sözleriyle Allah'ın peygamberleriyle alay et­mişlerdi. Bunu basite alma ve küçümseme yoluyla söylediler. Burada onları susturacak korkunç bir sesin zikredilmesi münasip olmuştur.

3- Burada (Şuara, 26/187) ise inatla ve ısrarla "Eğer sözüne sadık kimse­lerden isen gökten parçalar düşür." dediler. Onların meydana gelmesi ihtimali­ni uzak gördükleri şeyin gerçekleştirilmesi burada uygun oldu: "Bulutlu günün azabı onları yakalayıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günün azabı idi."

Abdullah b. Ömer (r.a.) diyor ki: Allah onlara sıcağı yedi gün musallat etti. Hatta hiçbir şey onlara bu sıcaktan gölge olamıyordu. Daha sonra Allah bir bu­lut yarattı. Biri o bulutun altına gitti. Onunla gölgelendi. O bulutun altında se­rinlik ve rahatlık hissetti. Bunu kavmine bildirdi. Hepsi oraya geldiler. O bulu­tun altında gölgelenmeye başladılar. O bulut da onların üzerlerine ateş yağdır­dı. [72]

 

Müşrikleri Uyarmak Ve Müminleri Müjdelemek İçin Allah Tarafından Kuranın İndirilmesi

 

192-  Şüphesiz ki bu Kur'an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir.

193-  194- 195- (Ey Muhammedi) Uyarıcı­lardan olasın diye senin kalbine açık bir Arapça lisanıyle bu Kur'an'ı Rûhu'l-emîn (olan Cebrail) indirmiştir.

196- Şüphesiz Kur'an öncekilerin kitap­larında da anılmıştır.

197- İsrailoğulları'nın alimlerinin bunu bilmeleri onlar için bir delil değil miy­di?

198-  Biz Kur'an'ı Arapça bilmeyenler­den birine indirseydik...

199-  O bunu onlara okusaydı, yine de ona iman etmezlerdi.

200- İşte biz inkâr etmeyi mücrimlerin kalbine böyle koyduk.

201- Onlar can yakıcı azabı görmedikçe Kur'an'a iman etmezler.

202-  O azap onlara hiç farkında değil-lerken ansızın gelecektir.

203-  O zaman: "Acaba bize bir mühlet verilir mi?" diyeceklerdir.

204- Onlar azabımızın bir an önce indi­rilmesini mi istiyorlar?

205- (Ey Muhammedi) Ne dersin, biz on­ları yıllarca nimet içinde yaşatsak...

206- Sonra vaad olundukları azap başla­rına gelse...

207- O nimetler içinde geçen yıllar ken­dilerine bir fayda sağlar mı?

208- 209- Biz hiç bir ülkeyi öğüt vermek için uyarıcılar göndermeden helak et­medik. Biz hiç bir zaman zalim olma­dık.

210- Kur'an'ı şeytanlar indirmedi.

211-  Bu onlara yaraşmaz, zaten buna güçleri de yetmez.

212- Hem de onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz ki bu Kur'an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir." ayetinde manasının "inne" ve "lâm" harfiyle te'kit edilmesi Kur'an'ın inmesinin doğrulu­ğuna şüphe edenlerin şüphelerini gidermek içindir.

"Onlar azabımızın bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?" ayetinde soru azarlama ve ilzam etmek içindir.

"Biz hiç bir ülkeyi... helak etmedik." ifadesi mecaz-i mürseldir. Yani ülke halkını demektir. Burada mahal ıtlak edilip hal murad edilmiştir. [73]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Muhammedi İşlemek veya terk etmek sebebiyle azaba götürecek şey­lerden dolayı "Uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine" cesetten farklı olarak idrak ve mükellefiyet merkezi olan ruhuna insanların anlayamadığımız şeyi biz ne yapalım? dememeleri için manası gayet berrak "açık bir Arapça lisanıy­la..."

"Onu" bu Kur'an'ı "Ruhu'l-emin" yani Cebrail "indirmiştir." Çünkü O Al­lah Tealâ'nın vahyi hususunda son derece güvenilir (emîn) bir melektir.

Eğer ayetteki "bi-lisânin" kelimesinin müteallakı "münzerîn" ise bu kelime Arap diliyle uyanda bulunanlar demektir ki bunlar Hz. Hud, Salih, Şuayb, İs­mail ve Muhammed aleyhimüsselâmdır.

"Bi-lisânin" kelimesinin müteallakı "nezele" fiili ise onun manası "Kur'an'ı kendisiyle uyarıda bulunulması için Arap diliyle indirdi." demektir. Zira Kur'an'ı yabancı bir dille indirseydi ona: "Biz anlamadığımız bir şeyle ne yapa­lım?" derler, bununla uyarıda bulunmak zor olurdu. Bundan dolayı Kur'an Hz. Peygamber'in ve kavminin dili olan Arapça ile nazil olmuştur. Çünkü bu dili hem o hem de onun kavmi anlamaktadır.

"Şüphesiz ki o" yani Hz. Muhammed'e (a.s.) indirilen Kur'an "öncekilerin kitaplarında" yani Tevrat ve İncil gibi kitaplarda "anılmıştır."

"İsrailoğulları'nın alimlerinin" Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi iman eden alimlerin "bunu" bu gerçeği "bilmeleri onlar için" Mekke kâfirleri için Kur'an'ın doğruluğuna veya Hz. Muhammed'in (a.s.) peygamberliğine "de­lil" ve burhan "değil miydi?" Zira İsrailoğulları alimleri kitaplarında mezkûr olduğu şekilde bu durumu haber veriyorlardı.

"Biz Kur'an'ı Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik" "O, bunu" Kur'an'ı "onlara" Mekke kâfirlerine "okusaydı onlar yine de ona iman etmeyeceklerdi." Yani ona tabi olanlara karşı kibirlendikleri için aşırı inatçılıkları ve böbürlen­meleri sebebiyle Kur'an'ı tasdik etmeyeceklerdi.

"İşte biz inkâr etmeyi mücrimlerin kalbine böyle koyduk." Onu yalanlama­yı onların kalplerine koyduğumuz gibi mücrimlerin kalbine -yani Mekke kâfir­lerinin kalbine- de Rasulullah'ın (s.a.) okumasıyla onu yalanlamayı koyduk.

Ayetteki "seleknâhu" fiilindeki zamir önceki ayetteki "yine de ona iman et­mezlerdi. " ayetiyle delâlet edilen küfre racidir. Bu küfrün Allah Tealâ'nın yaratmasıyla olduğuna delildir. Bir başka görüşe göre: Zamir Kur'an'a racidir. Ya­ni biz o Kur'an'ı onların kalplerine koyduk. Onlar da Kur'an'ın manalarını ve mucize olduğunu gördüler. Sonra da inatları sebebiyle ona iman etmediler.

"Onlar" iman etmeye zorlayan "can yakıcı azabı görünceye kadar Kur'an'a iman etmezler."

"O azap onlara" azabın gelişini "hiç farketmeden ansızın" dünya ve ahiret-te derhal "gelecektir."

"O zaman onlar: Acaba" iman etmemiz için "bize mühlet verilir mi? diye­ceklerdir. " Bunu üzüntü ve acılarını ifade etmek üzere söyleyeceklerdir.

"Onlar azabımızın bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?" ki "Bizim üzeri­mize gökten taşlar yağdır." diyorlar (Enfal, 8/32). "Bize vaad ettiğin şeyi bize getir diyorlar?" (Araf, 7/70; Hud, 11/22; Ahkaf, 46/22).

"Ne dersin?" Bana haber ver "biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak..." "Sonra vaad olundukları" azap "başlarınagelse..."

"O nimetler içinde geçen yıllar" yani onların bu nimetlerden uzun müddet istifade etmeleri azabın kaldırılması veya hafifletilmesi hususunda "kendileri­ne bir fayda sağlar mı?"

"Biz hiçbir ülkeyi öğüt" ve nasihat "vermek için" yani hüccetle ilzam etmek için halkını uyaran "uyarıcılar" peygamberler "göndermeden helak etmedik. Biz hiç bir zaman" onları uyardıktan sonra da "zalim olmadık." Bu ifade müşrikle­rin sözlerine cevaptır. "Kur'an'ı şeytanlar indirmedi." Yani müşriklerin iddia ettikleri gibi bu Kur'an şeytanların kâhinlere öğrettiği kitap değildir.

"Bu onlara yaraşmaz." Bu onlar için mümkün değildir. Onların Kur'an'ı indirmeleri doğru da değildir. "Zaten buna güçleri de yetmez." Yani buna muk­tedir olamazlar.

"Hem de onlar vahyi" meleklerin sözünü "dinlemekten uzak tutulmuşlar­dır. " Yani yıldızlarla engellenmiştir. Çünkü onların nefisleri pistir, şerlidir, bu­nu kabul etmez. [74]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ne dersin! Biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak." 205. ayetin nüzul sebebi ile ilgili İbni Ebî Hatim Ebu Cehdam'dan naklediyor: Peygamberimiz (s.a.) sanki hayret içindeymiş gibi çıkageldi. Ona bu durumu sordular. Buyur­dular ki:

- Nasıl bu halde olmayayım! Ben düşmanımın daha sonra ümmetimden olacağım gördüm (Onun için hayret ettim).

Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "(Ey Muhammed) Ne dersin, biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak... Sonra vaad olundukları azap başlarına gelse... O nimetler içinde geçen yıllar kendilerine bir fayda sağlar mı?" Bunun üzerine Peygamberimizin (s.a.) gönlü hoş oldu. [75]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ Rasulü'nü teselli etmek ve ona kurtuluş ve üstünlük vaad et­mek, müşriklerin de önceki yalanlayanların helak olduğu gibi helak olmamala­rı için bazı peygamberlerin kıssalarını zikrettikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in peygamberinin kalbine indirilmesi şeklindeki Hz. Muhammed'in (s.a) peygam­berliğine delâlet eden hususları beyan etti.

Böylece bu surenin sonu müşriklerin kendilerine gelen zikirden yüz çevir­mek konusu ile başlayan başlangıcı ile uyumluluk arz etmektedir: "Kendilerine Rahmandan yeni bir öğüt gelince onlar bundan hemen yüz çevirirler. Onlar bu­nu yalanladılar. Ama bu alay ettikleri şeyin haberleri yakında onlara gelecek­tir." (Şuara, 26/5-6). [76]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ rasulü Hz. Muhammed'e (s.a) indirdiği kitabın Allah tarafın­dan Arapça indirilen bir vahiy olması gibi hususiyetlerini Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğine delil olması için haber vermektedir.

Bu husus iki yönden anlatılmıştır:

1- "Şüphesiz ki bu Kur'an âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Uyarı­cılardan olasın diye senin kalbine açık bir Arapça ile bu Kuranı Ruhu'l-emin (Cebrail) indirmiştir."

Surenin başında "Rahmandan yeni bir öğüt gelince..." ayetinde zikri ge­çen Kur'an Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a) indirilen kelâmıdır. Çünkü Kur'an fesahati sebebiyle mucize olup indirilmesi âlemlerin rabbi tara­fından olmuştur. Ayrıca Kuranda hiçbir tahsil ve öğretme olmaksızın geçmiş peygamberler kıssasından haber verilmektedir. Bu da ancak Allah Tealâ tara­fından gönderilen vahiyle olmaktadır. Kur'an'ı kirlilikten, fazlalıktan ve eksik­likten uzak olarak, bu kitapla kavmini ve bütün alemleri Allah'ın kendisine muhalefet eden ve kendisini yalanlayan kimselere vereceği azabına ve cezasına karşı uyarıda bulunman için ve Allah'a tabi olan müminleri cennetle ve ahiret-te ebedî nimetle müjdelemen için senin kalbine yani her şeyi idrak eden gayet anlayışlı, vahiy ve risalette son derece güvenilir olan, Allah nezdinde şerefli olan Mele-i A'lâ'da sözü dinlenilen Cebrail (a.s.) indirmiştir. Kur'an'ın fasih ve mükemmel Arapça ile indirilmesi gayet açık, özürleri yok eden, hücceti ortaya koyan, hakka delil olan, doğru yola ileten, kulların durumlarını düzelten bir ki­tap olması içindir.

"Kalbine (kalbine indirmiştir)" ifadesi Kur'an'ın korunmuş olduğuna, Ra-sulullah'ın (s.a.) onu iyice bellediğine ve Kur'an'ın onun zihnine iyice yerleştiği­ne delildir. Zira kalp hakkı batıldan ayırd etme yeri, ruhî duyguların merkezi, idrak ve şuur mahallidir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunda kalbi olan kimse için öğüt vardır." (Kâf, 50/37).

Peygamberimiz (s.a.) Buharî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "İyi bilin ki vücutta bir et parçası vardır. Bu et parçası iyi olursa ceset de iyi olur. Bu kötü olursa bütün vücut kötü olur. İyi bilin ki bu kalptir."

Allah Tealâ kâfirlerin kalpleri kapalı olduğu için onları kınadı ve şöyle bu­yurdu: "Yoksa onların kalplerinde kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24); "Gerçek şudur ki: Gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac, 22/46).

"Açık bir Arapçayla" ifadesi Mekke'deki müşriklere bir azarlama, tehdit ve insanları buna iman etmeye teşvik niteliğindedir. Çünkü Kur'an onların diliy-ledir ve onlar Kur'an-ı Kerimi anlama zorluğu sebebiyle yalanlamadılar. Onla­rın inkârları inatçılıkları, büyüklük taslamaları ve kibirlenmeleri sebebiyle idi.

"Uyarıcılardan olasın diye..." ayetindeki "uyarı" kelimesinin anlamına ilim ve amel gibi farz olan her şeye davet etmek ve her çirkin fiili engellemek dahildir. Zira her iki durumda azaptan korkmak bulunmaktadır.

"Şüphesiz Kur'an öncekilerin kitaplarında da anılmıştır." Yani bu Kur'an'ın adı ve onun yüce şanı kendilerinden alınan misak ile amel edilerek, Kur'an'ı müjdeleyen bütün peygamberlerden nakledilen eski semavî kitaplarda yer almaktadır.

Sonuncuları -yani Hz.İsa (a.s.)- Ahmed'in (s.a.) geleceğini müjdeledi: "Mer-yemoğlu İsa da bir zaman şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Ben size benden ön­ceki Tevrat'ı tasdik edici, benden sonra gelecek olan ve adıAhmed olan peygam­beri müjdeleyici olarak gelen, Allah'ın peygamberiyim." (Saf, 61/6).

Ayette geçen "zübür", kitaplar demektir ve zebûr kelimesinin çoğuludur. Davud'un Zebur'u, onun kitabı demektir.

Aynı şekilde peygamberlere indirilen bütün geçmiş kitaplar Hz. Peygam-ber'i (s.a.) ve onun doğruluğuna şahit olacak ve ona hakim olacak Kur'an'ın ineceğini müjdelemektedir:

"Onlara Allah katından ellerinde bulunan kitabı (Tevrat'ı) tasdik edici bir kitap (yani Kur'an) geldi, ki daha önce küfredenlerin aleyhine (Allah'tan) fetih istiyorlardı. İşte tanıdıkları o kitap (Kur'an) kendilerine gelince ona küfrettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir." (Bakara, 2/89).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Biz sana bu kitabı önceki kitapları tasdik edici ve o kitaplara karşı bir şahit olmak üzere hak olarak indirdik." (Maide, 5/41).

Kısaca: Bu ayetler Kur'an'ın Allah tarafından geldiğine delâlet eden şu üç delili ihtiva etmektedir:

-  Kur'an'ın kendisine daha önce hiçbir bilgi verilmeden ümmî olan pey­gamberin kalbine indirilmiş ve onun da bunu iyice anlayıp ezberlemiş ve bu Kur'an'la uyanda bulunmuş olması.

- Kur'an'ın Araplara benzerini getirmeleri yahut onun sureleri gibi on sure getirmeleri, hatta onun benzeri bir sure getirmeleri şeklinde meydan okuyup onların âciz kaldıkları gayet açık Arapçayla gelmiş olması. Bu da Kur'an'ın

Muhammed (s.a.) tarafından değil, Allah tarafından indirildiğini gösteren de­lillerden biridir.

- Kur'an'ın önceki kitaplarda müjdelenmiş ve şanının beyan edilmiş olma­sı.

Kur'an'ın Allah tarafından gelmiş olduğu sabit olursa Hz. Muhammed Mustafa(s.a.)'nın peygamberliği sabit olur.

2- "İsrailoğulları'nın alimlerinin bunu bilmeleri onlar için bir delil değil miydi1?"

Yani İsrailoğullarına alimlerinin okudukları Tevrat ve İncil kitaplarında bu Kur'an'ın adı geçtiğini ve bu peygamberin (s.a.) sıfatları, gönderilişi ve üm­metinin beyan edildiğini görmeleri o peygamberin doğruluğuna şahit olarak yetmez mi?

Nitekim İsrailoğulları'ndan iman eden Abdullah b. Selam ve Selman el-Farisî gibi zatlar da bunu haber vermişlerdir. Kureyş müşrikleri onlara gidiyor ve bu konuda soru soruyorlar ve bu haberleri öğreniyorlardı.

Sa'lebî İbni Abbas'tan (r.a.) naklediyor: Mekke'liler Yesrib'deki (Yahudi) alimlere haberci gönderip Hz. Peygamber (s.a) hakkında sorular soruyorlardı... Bu alimler:

- Şu an onun çıkış anıdır, dediler ve vasıflarını saydılar.[77]

Allah Tealâ buyuruyor ki: "Onlar ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı ola­rak buldukları ümmî nebi olan o rasule uyan kimselerdir. O kendilerine iyiliği emrediyor, onları kötülükten nehyediyor." (A'raf, 7/157).

Bu husus Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğine açık bir şekilde delâlet etmektedir.

"Biz Kur'anı Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik. O da bunu onlara okusaydı yine de ona iman etmezlerdi." Biz bu Kur'an'ı onun nazmı gibi söz söylemeye muktedir olmak şöyle dursun hiç Arapça konuşamayan Acemlerden yahut yabancılardan birine indirseydik, o da gayet fasih bir mucize olarak on­lara okusaydı yine de onu inkâr ederlerdi.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmuştur: "Biz onu yabancı dille oku­nan bir Kur'an kılsaydık onlar mutlaka "O'nun ayetleri açıklanmalı değil miy­di?" derler. (Fussılet, 41/44). Bu o takdirde onların Kur'an'ı anlamamaları dola-yısıyladır. Araplara gelince Kur'an onların diliyle inmiştir, onu dinlemişler, an­lamışlar ve onun fesahatini ve icazını görmüşlerdir. Dolayısıyla onların iman etmemeleri için hiçbir mazeret yoktur.

Buna göre durum eşittir. İster bu Kur'an açık bir Arapçayla Arap bir zata indirilmiş olsun ve bu dinlenip anlaşılsın, fesahati ve i'cazı bilinsin, isterse Arapça bilmeyen yabancı bir kimseye indirilmiş olsun onlar yine de bunu inkâr edeceklerdir.

Bu Kureyş kâfirlerinin ısrarlarına, inatçılıklarına ve küfürlerinin şiddetli olduğuna elle tutulur bir delildir. Halbuki onlar hakkı biliyorlar, Kur'an'm fe­sahat ve belagatının sırrını idrak etmişlerdi. Fakat taassup göstererek, böbür­lenerek ve kibirlenerek bu gerçeği bilmezlikten gelmişlerdi. Bu ayetler ayrıca kavminin risaletine iman etmekten yüz çevirmesi sebebiyle üzülen Rasulul-lah'a (s.a.) bir teselli ve üzüntülerini hafifletme niteliğindedir.

Allah Tealâ bu katı tutumlarını şu ayetle te'kit etti: "İşte biz inkâr etmeyi mücrimlerin kalbine böyle koyduk." Biz bunu onların kalbine böyle yerleştir­dik. Ayetin manası şöyledir: Biz yabancıların ve Arapların Kur'an'ı okuyup an­ladıkları halde onların kalplerine yalanlamayı koyduğumuz gibi mücrimlerin -Kureyş kâfirlerinin- kalplerine de Kur'an'ı inkâr etmeyi koyduk.

Bundan maksat şudur: Biz Arap ve Acem birine Kur'an'ı indirmiş olsak da onların içinde bulundukları inkâr ve inançsızlık durumlarını değiştirme imkâ­nı yoktur. Çünkü Kur'an'ı inkâr etme ve yalanlama özelliği onların kalplerine iyice yerleşmiştir. Dolayısıyla onların gönüllerinden küfrün sökülmesi konu­sunda hiçbir tedavi ve İslah aracının faydası olmayacaktır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz eğer sana kâğıt içerisinde bir kitap göndermiş olsaydık da kendileri de elleriyle onu tutmuş olsalardı o küfredenler derhal yine: "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir." derler­di. " (En'am, 6/7).

Bu da yine Rasulullah'ı (s.a.) teselli manası ifade etmektedir. Çünkü pey­gamber onların küfür üzerindeki ısrarlarını bilirse ve onların hiç değişmeyen gayet sert tavırlarının Allah'ın ezeli ilminde tescil edilmesi sebebiyle kazamn tamamlandığını bilirse Rasulullah (s.a.) onların imanından ümidini keser ve onlara karşı tavrının doğru olduğuna mutmain olur. Bu konuda ona hiçbir za­rar yoktur.

Bu vurgulama, açıklama ve beyan şu ayetle bir kere daha ifade edilmiştir:

"Onlar can yakıcı azabı görmedikçe Kur'an'a iman etmezler." Yani onlar o şiddetli ve acıklı azabı görmedikçe Hakka iman etmeksizin kalplerinde onu in­kâr ederek yalanlamaya devam edip kâfir olarak kalırlar.

Cenab-ı Hak daha sonra azabın kendisinden daha şiddetli olan hususu bil­dirdi. Bu da azabın ansızın gelmesiydi. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"O azap onlara hiç farkında değillerken ansızın gelecektir." Yani bu azap Kur'an'ı yalanlayan o kişilere onlara azabın gelişini hiç fark etmeden ansızın gelecek ve o zaman üzüntüye kapılacaklardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O zaman onlar: Acaba bize bir mühlet verilir mi? diyeceklerdir." Yani onlar azabı gördükleri zaman eksik bıraktıklarını tamamlamak ve Allah Tealâ'ya taat işlemek iddiasıyla azabın bi­raz ertelenmesini temenni ederler. Fakat pişmanlık onlara fayda vermeyecek ve kendilerine mühlet verilmeyecektir. Çünkü onlar ahirette hiçbir sığınak ol­madığını gayet iyi bilmektedirler. Bunu sadece gönüllerini rahatlatmak için söylemektedirler.

Bu açık beyana ve uyanya rağmen onlara ahmaklık ve bilgisizlik hakim olmakta ve azabın derhal inmesini istemektedirler.

"Onlar azabımızın bir an önce indirilmesini mi istiyorlar?" Onlar "Bize va-ad ettiğin şeyi getir." (A'raf, 7/70) sözleriyle nasıl azabın derhal gelmesini talep ediyorlar? Halbuki kendileri azabın indiği anda azabın ertelenmesini ve gecik­tirilmesini istemektedirler. Dolayısıyla onlar çelişki içinde bir kavimdirler.

Bu onlara yadırgama ve tehditte bulunmadır. Çünkü onlar Rasulullah'ı (s.a.) yalanlamaları ve azabı uzak bir ihtimal olarak görmeleri sebebiyle: "Bize Allah'ın azabını getir bakalım." (Ankebut, 29/29) diyorlardı.

Cenab-ı Hak daha sonra yalanlama tarzında azabın derhal gelmesini talep etmelerinin sadece dünyada nimet içinde yaşamaları için olduğunu beyan et­miştir.

Ne dersin (Ey Muhammed)! Biz onları yıllarca nimet içinde yaşatsak... Sonra vaad olundukları azap başlarına gelse o nimetler için geçen yıllar kendi­lerine bir fayda sağlar mı?"

Yani ey muhatap olan kişi! Farz edelim ki, biz onların dünya nimetlerin­den yıllar boyunca yararlanmaları için onlara uzun ömür versek, sonra da on­lara vaad edilen azap ansızın geliverse o takdirde hiçbir şeyin ve içinde bulun­dukları hiçbir nimetin onlara yararı olmayacaktır. Onların azaplarını da hafif-letmeyecektir. Bu azabı ortadan kaldırmayacaktır. Çünkü dünyada nimetler­den yararlanma müddeti ne kadar uzun olursa olsun son bulacaktır ve az bir müddettir. Ahiretteki azabın müddeti ise son bulmayacaktır, ebedidir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar bunu görecekleri gün sanki günün bir akşam vaktinden ya da bir kuşluk vaktinden başka (dünyada) kalmamış gibi olacaklardır." (Naziat, 79/46).

"Onlardan her biri arzu eder ki kendisine bin yıl ömür verilsin. Halbuki onun çok yaşatılması kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir." (Bakara, 2/96).

"O helak olduğu zaman malı kendisine asla fayda vermez." (Leyi, 42/11).

Meymun b. Mihran'dan naklediliyor: Meymun Kabe'yi tavaf esnasında Hasan-ı Basrî ile karşılaşmış ve Ona:

-  Bana öğüt ver demişti. Hasan-ı Basrî de sadece bu ayeti (Leyi, 11) oku­muştu. Meymun:

- Sen gerçekten bana çok güzel öğüt verdin ve belâgatli bir şekilde konuş­tun, demişti.[78]

Sahih bir hadiste şu ifade yer almaktadır: "(Kıyamet günü) Kâfir getirilir ve cehennem ateşine bir defa batınhr. Sonra kendisine:

- Hiç nimet gördün mü? denilir.

- Hayır, vallahi ya Rabbi der.

Sonra da dünyada son derece perişan olan bir adam getirilir ve cennet bo­yasıyla bir defa boyanır sonra kendisine:

Hiç perişanlık gördün mü? denilir.

- Hayır, vallahi ya Rabbi der, sanki hiçbir şey olmamış gibi cevap verir.

Cenab-ı Hak daha sonra mahlûkatı hakkındaki mükemmel adaletini bil­dirdi. Bu adalet, uyarılmadan hiçbir kavme azap edilmeyeceği, mazeretler or­tadan kaldırılmadan ve hüccet beyan edilmeden, peygamberler gönderilmeden hiçbir ümmetin helak edilmediği ve edilmeyeceğidir.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz hiçbir ülkeyi öğüt vermek için uyarıcı peygamberler göndermeden helak etmedik. Biz hiçbir zaman zalim olmadık." Biz hiçbir kavmi küfretmelerinden dolayı azabımızla uyarıda bulunan ve iman edip itaat ederlerse cennet nimetleriyle müjdeleyen peygamberleri kendilerine göndermeden helak etmedik. Bu o kavimlere vacip olan hususlara dikkat çek­mek ve onlara öğüt vermek içindir. Biz onlara ceza verirken hiçbir durumda za­lim olmadık. Ancak onlar küfür, inkâr ve bizden başkasına ibadet etme husu­sunda ısrar ettiler.

Bu ilâhî prensip meşhur olup Kur'an'da tekrar edilmektedir. Meselâ: "Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." (İsra, 17/15).

"Senin Rabbin ülkelerin ana merkezlerine karşılarında ayetlerimizi okuya­cak bir peygamber gönderinceye kadar o ülkeleri helak edici değildir. Biz halkı zalimlerden olan ülkelerden başkasını helak edici değiliz." (Kasas, 28/59).

Allah Tealâ daha sonra: "Muhammed kâhindir, Ona indirilen Kur'an şey­tanların kâhinlere naklettikleri gibidir." diyen müşriklere cevap vermektedir:

"Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz, zaten buna güçleri de yetmez. Hem de onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır."

Yani Kur'an-ı Azîm şeytanların kâhinlere indirdiği sözler gibi cin ve şey­tanlar tarafından verdirilmiş değildir. Bu onlar için kolay da değildir. Buna im­kân da bulamazlar. Onlar vahiy indiren melekleri dinlemekten de yıldızlarla taşlanarak mahrum olmuşlardır. Onların gök ehlinin kelâmını dinlemelerine engel olunmuştur.

Şeytanların Kur1 an indirmeleri üç yönden imkânsızdır:[79]

1- Bu vahiy gerçeği şeytanların arzu ve istekleriyle bağdaşmaz. Çünkü on­ların seciyeleri fesat çıkarmak ve kulları saptırmaktır. Kur'an'da ise iyiliği em­retme, kötülüklere engel olma vardır. Kur'an hidayettir, nurdur ve büyük bir burhandır. Kur'an'la şeytanlar arasında çok büyük bir aykırılık ve şiddetli bir farklılık vardır.

2-  Şayet bunu arzu etseler bile bunu taşımaya muktedir olamazlar. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Biz eğer bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik o dağı Allah korkusundan eğilmiş ve paramparça halde görürdün." (Haşr, 59/21).

3- Eğer bunu arzu etseler ve taşımaya da muktedir olsalar bile onlar Kur'an'a ulaşamazlar. Çünkü onlar Kur'an'ın indirilmesi sırasında onu dinleye-meyecekleri ayrı bir yerdedirler. Zira bütün gökyüzü Kur'an'ın Rasulullah'a (s.a.) indirildiği müddet içinde çok güçlü bekçi melekler ve yakıcı yıldızlarla do­natılmıştır. Dolayısıyla Kur'an'da hiçbir karışıklık olmaması için şeytanlardan hiçbiri Kur'an'dan tek bir harfi dinleme imkânı bulamamıştır. [80]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Kur'an-ı Kerim, nazil olacağını önceki peygamberlere inen semavî ki­tapların ilân ettiği ve Cibril-i Emin vasıtasıyla Rasulullah'ın (s.a.) kalbine ga­yet açık bir Arapçayla indirilen Allah'ın ezelî kelâmıdır.

Cebrail Kur'an'ı Peygamberimiz'e (s.a.) indirmiş, okumuş ve Onun kalbi de bunu iyice hazmetmiştir. Kur'an onun aklında taştaki nakış gibi iyice yer et­miştir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "De ki: Kim Cebrail'e düşman ise bilsin ki Kur'an'ı senin kalbine indiren O'dur." (Bakara, 2/97).

"Onu acele ile ezberlemen için dilini kımıldatma. Onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak şüphesiz bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz vakit sen onun kıraatine uy. Sonra onu açıklamak da bize aittir." (Kıyamet, 75/16-19).

Kur'an-ı Kerim'in Arapça indirilmesi Arapların: "Biz senin söylediğinizi anlamıyoruz." dememeleri içindir. Önceki peygamberlerin kitapları Hz Mu-hammed'in (s.a.) peygamberliğini müjdelediği gibi Kuranın ineceğini de müj­delemiştir.

2- Bu ayetler Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğini ispat etmektedirler. Çünkü o ümmî olmasına rağmen Kur'an'ın belâgati ve fesahatiyle, gaybî olay­lardan haber vermesiyle, tenkit ve kusur kabul etmeyecek derecede doğru ve sağlam sistemlerle ve hayata getirdiği zenginlikle bütün dünyayı hayrete dü­şürmüştür. Bu ilâhî lütuf peygamberliğe kesin bir delildir. Ayrıca Ehl-i Kitabın müslüman olsalar da olmasalar da Peygamberimiz'in (s.a.) vasıflarını ve sıfat­larını bilmiş olmaları da onun peygamberliğinin delillerindendir.

Zira Ehl-i Kitabın şahitliği doğru olup müşrikler için hüccet kabul edili­yordu. Çünkü müşrikler din işlerinde Ehl-i Kitaba müracaat ediyorlar ve Kur'an'ın kendi dinî kitaplarının haber verdiği hususlara ne derece uyduğunu soruyorlardı.

3- Hz. Peygamber (s.a.) ve diğer peygamberlerin vazifesi uyarıda bulun­maktır: "Uyaranlardan olman için ..." ayetiyle bu belirtilmiştir. İlim ve amel olarak yapılması vacip olan herşeye davet etmek ve bütün çirkinliklere engel olmak da "uyarı' nın kapsamı içerisine girmektedir.

4- Mekkeli müşriklerin Kur'an'ı inkâr etmeleri hiçbir delil ve burhan ol­maksızın, sadece inatçılık ve büyüklük taslamalarından ileri gelmektedir. Bila­kis onlar Kur'an'ın hak olduğunu gayet iyi bilmişler, sonra da onu inkâr etmiş­lerdir.

Kur'an'ın onlara, bir sure getirmeleri için meydan okuması onların aleyhi­ne bir hüccettir. Kur'an onların diliyle indirilmiştir. Onlar da Kur'an'ı dinlemiş­ler, anlamışlar ve onun fesahatini ve onun gibi bir kelâmla Kur'an'a karşı ko­nulmasının imkânsız olduğunu görmüşlerdir. Allah'ın önceki kitaplarının Kur'an'ı müjdelemesi buna ilâve edilmiştir. Bütün bunlara rağmen inatla, gu­rurla ve kibirle inkâr etmişler ve ona iman etmemişlerdir. Bir yalan ve bühtan olarak Kur'an'ı bazan şiir bazan da büyücülük olarak adlandırmışlardır.

Eğer bu Kur'an-ı Kerim dili Arapça olmayan (meselâ Acemiden) birine na­zil olsaydı ve bu kişi onu Arapça olmayan bir dille Kureyş kâfirlerine okusaydı onlar buna iman etmezler ve "Biz bu duyduğumuz şeyi anlamıyoruz." derlerdi.

Bu onları susturmak, onları yadırgamak ve durumlarını açığa vurmak içindir. Zira Kur'an onların diliyle inmiştir ve bunlar diğer insanlar içerisinde ona iman etmeye en lâyık olan kimselerdi.

Kuran-ı Kerim bu inatçı tutumu şu ayetle anlatmaktadır: "İşte biz inkâr etmeyi mücrimlerin kalbine böyle koyduk." Yani onların iman etmelerine engel olan, Kur'an'ı inkâr etmelerine ve onu yalanlamalarına sebep olan husus içinde bulundukları durum üzerinde ısrar etmeleri, liderliklerini ve maddî çıkarlarını koruma duygusu idi. Hatta bu durum kalplerine iyice işlemiş, değiştirmek ve oynamak mümkün olmayan bir yaradılış olmuş, üzerinde yaratıldıkları ve fıt­ratlarının gereği bir durum olmuştu. Nitekim: "Falan kimse açgözlülük üzerine yaratılmıştır." denilir. Bundan murad o kimsede açgözlülüğün iyice yerleşmiş olmasıdır.

Onların Kur'an'a ve Hz. Peygamber'e (s.a.) iman etmeleri de tasavvur edi­lemez. Ancak acıklı azabı müşahede etmeleri ve görmeleri anında ve azabın, onlar hiç hissetmeden ansızın gelmesi halinde iman ederler. Bu azap ise ya dünya azabıdır, ya da kıyamet azabıdır. O zaman şöyle derler: Bize erteleme imkânı verilir mi, mühlet verilir mi acaba? Onlar dünyaya dönmek isterler ama onların bu talepleri kabul edilmez.

"O azap onlara ansızın gelecektir. O zaman şöyle diyeceklerdir." ayetindeki takip" Zemahşerî'nin ifade ettiği gibi azabı görmek, azabın ansızın gelmesi ve bu konudaki erteleme talebinin peşpeşe gelmesi değildir. Mana şiddet husu­sundaki sıralamadır. Sanki ayette şöyle denilmiştir: Onlar azabı görmedikçe Kur'an'a iman etmezler. Bu durumun daha şiddetlisi ansızın azabı görmeleri­dir. Bundan da daha şiddetlisi ise azabın gecikmesini istemeleridir.

Bunun misali şudur: Nasihatte bulunulan kimseye şöyle denir: "Kötülük yaparsan salihler sana buğzeder. Sonra da Allah buğzeder. Zira sen bu ifadeyle sıralamada Allah'ın gazabının salihlerin gazabının arkasından geleceği maksa­dını taşımazsın. Senin bundan maksadın kötülük işleyen kimseye durumun şiddetini sıralama ile bildirmektir. Yani bu kötülük sebebiyle salihlerin gazabı zıeydana gelir. Bunun ardından daha şiddetli olan Allah'ın gazabı meydana ge-

1- Zemahşerî, 11/437.

 

5- Kureyş kâfirlerinin bu inatçı tavırlarının cezası onları yadırgayarak susturmak ve başka bir hususla onları hafife almaktır: Bu husus da şudur: Azaba uğrayacak olanlar nasıl olur da azabın derhal gelmesini isteyebilirler?

Kur1 an daha sonra onları kınamakta ve dünyadan daha uzun müddet ya­rarlanma arzularından dolayı onları azarlamaktadır. Bu beklenen azap ve he­lak hiç şüphesiz olacaktır. İstifade ettikleri bu zamanın onlara asla faydası ol­mayacaktır.

Zührî'den rivayet edildiğine göre Ömer b. Abdülaziz sabahladığı zaman sakalını tutar, sonra da şu ayeti okurdu: "(Ey Muhammedi) Ne dersin, biz onla­rı yıllarca nimet içinde yaşatsak... Sonra vaad olundukları azap başlarına gel­se... O nimetler içinde geçen yıllar kendilerine bir fayda sağlar mı?"

6- Allah'ın adaleti ve rahmetinin gereği O'nun şiddeti ve azabı ile uyaran peygamberler gönderilmeden hiçbir kavim helak edilmemiş, hiçbir kasaba aza­ba uğratılmamıştır. Azap veya ceza geldiği zaman onlara hüccet takdim edip mazereti ortadan kaldırması dolayısıyla Allah onlara azap etmek hususunda asla zalim olmamıştır.

7- Kur'an-ı Kerim'i -daha önce geçtiği gibi- şeytanlar değil, Allah Tealâ ta­rafından Ruhu'1-Emîn indirmiştir. Zira onların Kur'an indirmesi mümkün de­ğildir, onu taşımaya ve getirmeye güç yetiremezler. Onu çalmak ve kaçırmak imkânını bulamazlar. Çünkü şeytanlara yıldızlar atılıp onları yakması sebebiy­le şeytanların gökteki melekleri dinlemeleri engellenmiştir.

8- Aklın yeri: Ayette, Kur'an-ı Kerim'in Hz. Peygamber'in (s.a) kalbine in­dirilmiş olduğu varit olmuştur. Ayette geçen "kalb" den murad insanın sol tara­fındaki bilinen uzuv mu, yoksa beyinde bulunan akıl mı olduğu kesin belli de­ğildir. Modern tıp ve anatomi bilginlerince bilinen husus aklın yeri dimağdır (yani beyindir).

Eski alimler ise iki guruba ayrılmışlardır: Bir gurup aklın yerinin kalp ol­duğu görüşünde iken diğer bir gurup aklın yerinin beyin olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir.

Birinci gurup şu delilleri ortaya koymuşlardır:

a) Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleridir: "Onlar yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, böylece düşünecek kalplere sahip olsunlar?" (Hac, 22/46); "Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak etmezler." (A'raf, 7/179); "Şüphesiz ki bunda kalbi (yani aklı) olan yahut kendisi huzur içinde olarak kulak veren kimseler için elbette bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37).

Ayette akıl için "kalp" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü aklın yeri kalptir.

b) Allah Tealâ ilme zıd hususları kalbe nispet etti ve şöyle buyurdu: "Onla­rın kalplerinde hastalık vardır." (Bakara, 2/10); "Allah onların kalplerini mü­hürledi. " (Bakara, 2/7); "Kalplerimiz perdelidir, demeleri sebebiyledir. Hayır, Al­lah onların kalpleri üzerine, küfürleri yüzünden mühür basmıştır." (Nisa, 4/155); "Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sure­nin üzerlerine indirilmesinden daima endişe ederler." (Tevbe, 9/64); "Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler." (Fetih, 48/11); "Hayır, bilakis on- ilimim muzzıdıkları kalplerini paslandırmıştır." (Mutaffifin, 82/14); "Onlar  z-şünmezler mi? Yoksa onların kalplerinde kilitler mi var?" (Muham- 4" '14 :   Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalp- Iii t neder bilgisizlik ve gafletin yerinin kalp olduğuna delâlet etmektedir. pre aklın ve idrakin yerinin kalp olması gerekli oldu.

: ÎTAin düşünceye iyice daldığı zaman kalbinde darlık ve sıkıntı hisseder, dan acı duyacak gibi olur. Bu aklın yerinin kalp olduğuna delâlet  Bunun üzerine mükellef olanın kalp olduğu kesinleşti. Zira mükel- l: ve idrakli olma şartına bağlıdır.

c Eılp insan azaları arasında ilk meydana gelen ve son ölendir.

■im;;, ir bejinde olduğu görüşünde olan ikinci gurup şu hususları delil ola-

M! jıirak vasıtaları olan duyular kalbe değil beyine nüfuz etmektedir. Yani

!IIüpwel nrfom. mahallidir.

b) İradî hareketlerin vasıtaları olan sinirler kalbe değil beyine nüfuz et­mektedir. Yani beyin sinirsel uyarı merkezidir.

c) Beyine bir âfet gelirse aklî denge bozulur. Delilik ve beyin kanaması gi­bi.

d) Aklının azlığıyla tavsif edilmesi murad edilen kimseye örfte: "Beyinsiz, kafasız" denilir.

e) Akıl insan vücudunun en şerefli parçasıdır, dolayısıyla yeri de en şerefli olur. En üstün olan da en şereflidir. Bu da beyindir, kalp değildir.

Benim görüşüm de ikinci görüşün tercih edilmesidir. Çünkü modern ilim beyin üzerinde ve beyincik üzerinde yüzlerce tecrübe yapmış, akıl, duyu, ten-bih, hafıza v.b. hususların beynin vazifelerinden olduğu buluşlarını elde etmiş­tir. Bu durum aklın yerinin beyin olduğunu göstermiştir.

Aklın kalpte olduğu anlamı çıkan önceki ayetlere gelince bunlar konuşma­da yaygın olan örfî mutlak ifadeler kabilindedir. Meselâ akıl murad edilmek üzere: O kimsenin kalbi yok denilir. Bunun manası aklı yok demektir.

Kendisindeki hayatın ancak kalple mümkün olduğu insan nefsi kalp ola­rak kabul edildiği için edebî ve ahlakî değerlerin yerinin de kalp olduğu ifade edilmiştir.

Kalplere ait önceki manalarla niyet, bilgi ve ilim gibi aklî manalar murad edilmektedir. Bunlar bazan göğse bazan kalbe nispet edilmektedir.

Meselâ göğse nispet edilenler şu ayetlerde yer alır: "Göğüslerde ne varsa derlenip toplanır." (Âdiyat, 100/10); "Göğüslerinizde bulunan şeyleri yoklamak için..." (Âl-i İmran, 3/154); "Çünkü o göğüslerin önünü hakkıyla bilendir." Mülk, 67/13); "Göğüslerinizde olanıgizleseniz de açığa vursanız da..." (Âl-i İm­ran, 3/29).

Kalbe nispet edilenlere ise şu ayet misaldir. "Biz onların kalplerini ve göz­lerini çeviririz." (En'am, 6/110). [81]

 

Davetçinin Tebliğ Tarzı Ve Vazifeleri

 

213-  Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme, yoksa azaba uğrayanlardan olursun.

214- (Önce) yakın akrabalarını uyar.

215-  Sana uyan müminlere tevazu ka­natlarını indir.

216- Eğer sana karşı gelirlerse: "Ben si­zin yaptıklarınızdan uzağım." de.

217- Sen Aziz (her şeye galip) ve Rahim (çok merhametli) olan Allah'a güven.

218- O senin namaza kalkmanı da görü­yor,

219-  Secde edenler arasındaki hareket­lerini de...

220- Şüphesiz ki O her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi gayet iyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme!" hitabı Rasulullah'ın (s.a.) kâ­mil ihlâsı ve takvası bilindiği için onu heyecanlandıran bir üslupla Rasulul-lah'a (s.a.) yapılan hitaptır.

"Müminlere tevazu kanatlarını indir." cümlesi istiare-i mekniyyedir. Bun­dan müşebbehün bih (kendisine benzetilen) hazfedilmiş ve gereklerinden biri ile işaret edilmiştir. Tevazu ve yumuşaklık kuşun yere inmesi esnasında kanat­larını indirmesine benzetilmiştir. Benzetilene de "indirme" ıtlak olunmuştur. [82]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme, yoksa" onların seni davet ettik­leri hususlardan bir şey yapacak olursan "azaba uğrayanlardan olursun." Bu ifade kâmil ihlâsı sebebiyle Peygamberimiz'e (s.a.) heyecan vererek onu galeya­na getirmek ve diğer mükellefleri sakındırmak içindir.

"Yakın akrabalarını uyar." Bunlar Haşimoğulları ile Muttaliboğulları'dır. Buharî ve Müslim'in rivayet ettiği gibi Peygamberimiz (s.a.) onları açıktan uyardı. Davetine, onlardan kendisine en yakın olanla başladı, sonra diğer ya­kınlarla devam etti. Zira onların durumlarıyla ilgilenmek daha önemlidir.

"Sana uyan müminlere" muvahhidlere tevazu "kanatlarını indir." Onlara yumuşak davran.

"Eğer" yakınların "sana karşı gelirlerse:" yani sana tabi olmazlarsa onlara: "Ben sizin" Allah'tan başkasına tapmak gibi "yaptıklarınızdan" sizin amelleri­nizden "uzağım, de."

"Sen Azız ve Rahim olan Allah 'a güven." Yani bütün işlerini Allah'a havale et. O, düşmanlarını ezmeye ve dostlarına yardım etmeye muktedirdir.

"O senin namaza" teheccüd (gece) namazına "kalkmanı da görüyor."

"Secde edenler arasındaki hareketlerini de..." Yani kıyam, rükû, secde ve ka'de gibi namazın rükünlerini yerine getirmeni de görüyor. Buradaki secde edenlerden kasıt namaz kılanlardır.

"Şüphesiz ki O, her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi çok iyi bilendir." Cenab-ı Hak kendisini düşmanları ezme ve dostlarına yardım etme şanıyla tavsif etti. Bundan sonra Rasulü'nü kendisinin dostluğuna lâyık kılacak durumunu bildi­ğini zikretmesi tevekkülü gerçekleştirmek ve Rasulünün kalbini mutmain kıl­mak içindir. Şüphesiz ki O senin söylediğini gayet iyi işitendir ve niyet ettiğini gayet iyi bilendir. [83]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî İbni Cüreyc'den naklediyor: "Yakın akrabalarını uyar." 214. ayeti inince Rasulullah (s.a.) uyarıya ailesi ve kabilesinden başladı. Bu müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak 215. ayeti indirdi: "Sana uyan müminlere tevazu kanatlarını indir." [84]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ önce Rasulü'nü önceki peygamberlerin kıssaları ve bunlara ilâve hususlarla iyice teselli ettikten, ikinci olarak onun peygamberliğine delil olacak hüccetleri ortaya koyduktan ve inkarcıların sualine cevap verdikten sonra Rasulü'ne tebliğ ve risaletle ilgili hususları emretti. Uyarma hususunda önce yakın akraba ile başlayıp daha sonra diğer yakınlarla devam eden sırala­mayı ve müminlere yumuşak davranmayı beyan etti. Sonra da Rasulü'ne yap­tığı kendisine güvenip dayanması tavsiyesiyle konuya son vermektedir.

Peygamberimizin (s.a.) Tebliğ Noktasındaki Sîreti

Peygamberimiz'in (s.a.) risaletini tebliğ ve Allah'a davet etme şeklini açık­layan pek çok hadisler varit olmuştur:

Bunlardan biri İmam Ahmed ve Müslim'in Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: 'Yakın akrabalarını uyar." ayeti inince Rasulullah (s.a.) ge­lip şöyle demiştir: "Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdülmuttalib kızı Saftyye! Ey Abdulmuttaliboğulları! Ben Allah 'm huzurunda sizin için hiçbir şeye sahip değilim. Siz benim malımdan dilediğinizi benden isteyin."

Bir başka hadis-i şerif de İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'nin İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Allah Tealâ "Ya­kın akrabalarını uyar." ayetini indirince Peygamberimiz (s.a.) Safa'ya gelip te­peye çıktı. Sonra şöyle nida etti: "İmdat! İmdat!." dedi. İnsanlardan bir kısmı bizzat ona gelerek, bir kısmı elçisini göndererek onun etrafında toplandılar.

Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Ey Abdülmuttaliboğulları! Ey Fihroğulla-rı! Ey Lüeyoğullan! Ne dersiniz? Şu dağın arkasındaki süvarilerin size hücum edeceğini haber versem, beni tasdik eder misiniz diye sordu. Mekkeliler:

- Evet, dediler. Peygamberimiz (s.a.):

- Ben şiddetli bir azabın önünde sizin için uyarıcıyım, dedi. Bunun üzerine Ebu Leheb:

- Bugünün geri kalan kısmında elin kurusun. Sen bizi bunun için mi davet ettin dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu sureyi indirdi: "Ebu Leheb 'in iki eli kurusun.! Kendisi de kurudu ya!" Tebbet, 111/1).

Bir başka hadis-i şerif İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hurey-re'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Bu "Yakın akrabalarını korkut." ayeti inince Rasulullah (s.a.) Kureyş halkını ve ileri gelenlerinin hepsini da­vet etti ve şöyle dedi:

- Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Ka'boğullan toplu­luğu! kendinizi ateşten koruyun. Ey Haşimoğullan topluluğu! kendinizi ateş­ten koruyun. Ey Abdülmuttalib oğulları topluluğu! Kendinizi ateşten koruyun. Ey Muhammed kızı FatımaîKendini ateşten koru. Allah'a yemin olsun ki hiç şüphesiz ben sizin için Allah'ın huzurunda hiçbir şeye malik değilim. Dikkat edin. Benim sizinle sadece akrabalık irtibatım var. Ben size sadece bu irtibatla bağlıyım. Yani dünyada sizinle irtibatı devam ettiririm ama Allah'ın huzurun­da size hiç faydam olmaz. [85]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler Peygamberimiz'in (s.a.) risaletini tebliği ile ilgili olarak kendi­sine verilen dört emri ihtiva etmektedir:

1- "Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme. Yoksa azaba uğrayanlardan olursun." Yani hiç bir ortak tanımadan sadece Allah'a ibadet et. Allah'la birlik­te başka bir ilâha dua veya ibadet etmekten sakın. Zira ibadet sadece Allah'a ait olun. Şirk ise bütün masıyetlerin başıdır.

Bu ayet Rasulullah'ı (s.a.) ibadette daha fazla ihlâslı olmaya teşvik et­mektedir. Allah ondan böyle bir şeyin meydana gelmeyeceğini gayet iyi bilmek­tedir. Sonra emre onunla başlamıştır. Zira o ümmetin lideridir. Gerçekte ise bü­tün bu emirler onun dışındaki insanlara tavsiye ve hitap niteliğindedir. Çünkü başkasına yapacağı hitabı te'kit etmek istediği zaman asıl maksadın tabi olan­lar olduğu halde bu hitabı görünüşte liderlere tevcih etmesi hikmet sahibinin şanındandır.

Kısaca: Ayet, Rasulullah'a (s.a.) emirle başlamış, eğer Allah'la birlikte baş­ka bir ilâha dua ediyorsa O'na tehditte bulunmuştur. Sonra da en yakından başlayarak yakınlara daveti emretmiştir.

2- "(Önce) yakın akrabalarını uyar." Yani yakınlarına ve akrabalarına Al­lah'ın azabının ve şiddetinin O'na şirk koşanlara ait olacağını bildirerek onları korkut.

Bu O'nun bütün beşeri Allah'ın azabından korkutma görevinin bir parçası­dır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Bu, feyz kaynağı olan ellerindeki kitapları tasdik eden, bir de şehirlerin anası (Mekke) ile bütün çevresindekileri uyarman için bizim indirdiğimiz kitap­tır." (Enam, 6/12).

"Şehirlerin anası (Mekke) halkına ve etrafında bulunanlara gelecek tehli­keleri haber vermen için ve hakkında hiçbir şüphe bulunmayan o toplanma gü­nünün dehşetiyle korkutman için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik." (Şû­ra, 92/7).

"Furkan'ı âlemlerin uyarıcısı olsun diye kuluna (Muhammed'e) indiren Al­lah ne yücedir!" (Furkan, 25/1).

Müjdelemek genellikle uyarmakla birlikte gelir: Nitekim pek çok ayette böyle zikredilmiştir: Bunlardan biri şu ayettir:

"Ey Peygamber! Biz seni gerçekten bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı, Al­lah'a O'nun emriyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik". (Ah-zab, 23/45-46).

Müslim Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini rivayet etmektedir: "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki bu ümmetten bir Yahudi veya Hıristiyan be­ni duyar da sonra iman etmezse mutlaka cehenneme girer."

Sonra Yüce Allah ona, müminlere yumuşak davranmayı emretti ve şöyle buyurdu:

3- "Sana uyan müminlere tevazu kanatlarını indir." Yani sana iman eden ve seni tasdik eden ve sana tabi olanlara yumuşak ve nazik davran.

"Eğer sana karşı gelirlerse ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, de." Eğer yakınlarından veya başkaları arasında uyardığın kimselerden biri sana isyan ederse onlara: "Ben sizin bu amellerinizden beriyim. Siz kıyamet günü bu amellerin karşılığını göreceksiniz." de.

4- "Sen Azız (her şeye galip) ve Rahîm (çok merhametli) olan Allah'a gü­ven, O senin namaza kalkmanı da görüyor. Secde edenler arasındaki hareketle­rini de görüyor."

Yani bütün işlerini son derece güçlü, üstünlük sahibi olan, düşmanların­dan intikam almaya kadir, dostlarına merhamet eden, insanlara namaz kıldır­mak için kalktığın zaman seni gören ve senin kıyam, rükû, secde ve ka'de gibi namazdaki ve namaz kılanlar içindeki hareketlerini gören Yüce Allah'a havale et. Burada namaz kılanlar için "secde edenler" ifadesi kullanıldı. Çünkü kulun Rabbine en yakın olduğu durum secdede olduğu haldir.

Bundan kastedilen mana şudur: Seni te'yit eden, seni koruyan, sana yar­dımcı olan, sana zafer ihsan eden, senin adını yücelten, senin bütün hallerinde ve özellikle namazda ve namazın kıyam, rükû ve secdelerinde sana itina göste­ren Allah'tır. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Rabbinin hükmüne sab­ret. Çünkü sen gözlerimiz önündesin (bizim murakabemiz altındasın)." (Tur, 52/48).

"Şüphesiz ki O her şeyi çok iyi işiten ve her şeyi gayet iyi bilendir." Yani se­nin Rabbin kullarının sözlerini gayet iyi işitmektedir. Onların davranışlarını, hareketlerini, sessizliklerini ve niyetlerini gayet iyi bilmektedir. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sen herhangi bir işte bulunurken, Kur'an'dan bir şey okurken ve sizler de herhangi bir iş işlerken onun içine daldığınız vakit biz başınızda şahidizdir." (Yunus, 10/61). [86]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Hiçbir kişi istisna edilmeksizin şer'î mükellefiyetler önündeki eşitlik: Rasulullah'a (s.a.) lider ve önder olduğu halde Allah Tealâ'ya ibadette ihlâslı ol­mak emredilirse ve yakınlarını uyarmakla başlaması emredilirse onun dışında­kilerin bütün şer'î emirleri yerine getirmekle yükümlü olmaları öncelikle ge­reklidir. Onların dışındakiler için bu uyan daha etkili ve daha faydalı olmakta­dır.

Bu İslâm'da hiçbir kimse için ayrıcalık olmadığına delildir. Hiçbir kişi ida­reci ya da çevresindeki şahsiyetlerden biri olsa da Allah'ın şeriatını ve dinini uygulama yükümlülüğünden uzak kalamaz.

2- "Önce yakın akrabalarını uyar." ayeti ve zikri geçen hadisler sebepleri ihmal etme ve sâlih amellere kendini vermeyi önemsememe durumunda nesep yakınlığının insanlara fayda vermeyeceğine delildir.

Yine bu nasslar müminin kâfir (yakını) ile irtibatının devamına, onu irşat etmenin ve ona nasihat etmenin caiz olduğuna delildir. Peygamberimiz (s.a.): "Sizin benimle (rahim) akrabalığınız var ve ben bu vesile ile sizinle irtibat ku­ruyorum. " buyurmuştur. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Sizinle din hususunda savaş etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik etmenizden ve onlara karşı âdil olmanızdan Allah sizi menetmez. Çünkü Allah adaletle muamele edenleri sever." (Mümtehine, 60/8).

3- Halka ihsanda bulunmak güzel siyaset prensiplerinden olup pek çok fayda temin etmektedir.

Bu sebeple Rasulullah'a (s.a.) risaletine tabi olan hak nizam ve Allah kor­kusu sebebiyle istikamet üzerine devam eden müminlere tevazu ve yumuşak­lıkla davranması emredilmiştir. Eğer onlar isyan ederler ve onun emrine aykırı davranırlarsa Rasulullah (s.a.) onların kendisine isyan etmeleri günahından uzaktır. Zira onların Rasulullah'ın (s.a.) sadece Rabbini razı kılan şeyleri em­retmesi dikkate alınırsa onların   Rasulullah'a (s.a.) isyan etmeleri Allah Tealâ'ya isyan etmeleri demektir.  Rasulullah (s.a.) kimden uzak olduğunu ifade etmişse Allah ondan uzak olur.

4- Allah'a güvenip dayanmak (tevekkül) İslâm'da imanın temel esasların­dan ve özelliklerindendir. Allah peygamberine her işini asla yenilgiye uğrama­yan Azîz olan ve dostlarını yalnız bırakmayan, son derece merhametli, Rahîm olan Rabbine havale etmesini emretti.

5- Allah Tealâ hiç şüphesiz peygamberini bütün kötülüklerden korur, her çeşit hoşlanılmayan şeylerden muhafaza eder, düşmanlarına karşı ona yardım eder, onun bütün işlerine itina gösterir. Onun bütün gayretlerini ve amellerini bilir. Allah onu namaz kılarken, kıyam, rükû ve secde ederken görür. Çünkü O bütün kullarının sözlerini en iyi şekilde işitendir. Kullarının bütün hareketleri­ni ve sessizliklerini gayet iyi bilir.

6- İbni Abbas "O senin secde edenler arasındaki hareketlerini görür." ayeti hakkında şöyle diyor: Onun ve yakınlarının babalarının Hz. Adem, Nuh ve İb­rahim (a.s.) sulbünden intikal etmelerini ve nihayet peygamber olarak çıkması­nı görür, demektir.

Şia bu ayeti Peygamberimiz'in (s.a.) babalarının mümin olduklarına delil olarak zikretmektedir. Yine bu konuda Peygamberimiz'in (s.a.)şu sözünü haber vererek delil getirdiler: "Ben temiz hanımların rahimlerine intikal edene kadar temiz kimselerin sulblerinde intikal olundum." [87]

 

Müşriklerin Peygamberin Kâhin Veya Sihirbaz Olduğu Şeklindeki İftiralarının Reddedilmesi

 

221-  (De ki:) Şeytanların kimlere indik­lerini size haber vereyim mi?

222-  Onlar her iftiracı günahkârın üze­rine inerler.

223- İftiracı günahkârlar da onlara kulak verirler. Onların çoğu da yalancıdırlar.

224-  Şairlere gelince onlara sapık kim­seler uyarlar.

225-  Görmüyor musun ki, onlar her va­diye dalıp çıkarlar.

226- Ve yapmadıkları şeyleri söylerler.

227- Ancak iman edenler, salih amel iş­leyenler, Allah'ı çok zikreden ve haksız­lığa uğratıldıktan sonra haklarını alan­lar bundan müstesna. O zalimler pek yakında nasıl bir darbe ile altüst ola­caklarını bileceklerdir.

 

Belagat:

 

"Onlar her vadiye dalıp çıkarlar." ifadesi istiare-i temsiliyyedir. Medh, hi­civ ve hayal hususunda aşın gitmeleri sahrada dümdüz gidip kaybolan ve ne­reye gideceğini bilmeyen kimseye benzetilmiştir.

"Münkalebin" ve "yenkalibûn" kelimesinde cinas-ı iştikak vardır.

"Yehîmûn", "Yenkalibûn", "yekûlûne mâ-lâ yef alûn" fasılalarla ve ayet sonlan dikkate alınarak seci yapılmıştır.[88]

 

Kelime ve İbareler:

 

(De ki:) Ey Mekkeliler ve ey onlara benzeyenler! "Size şeytanların kimlere indiklerini haber vereyim mi?" "Tenezzelü" kelimesi "tetenezzelü" manasmda-dır. Kelimenin aslındaki iki (tâ) harfinden biri hazfedilmiştir.

"Onlar" Müseylimetü'l-Kezzab ve diğer kâhinler (medyumlar) gibi "her if­tiracı" yalancı "günahkârın" facirin "üzerine inerler." "Effâk" çok iftira eden, çok yalan söyleyen demektir. "Esîm" çok günah işleyen, çok facir demektir.

"İftiracı günahkârlar da onlara" şeytanlara iyice "kulak verirler." Dolayı­sıyla şeytanlardan çoğu yalan ve uydurma olan kuruntu ve işaretleri öğrenir­ler. "Onların çoğu da yalancıdırlar." "Her iftiracı günahkâr" ifadesine binaen bazı alimler bunu "hepsi" şeklinde tefsir ettiler. Beyzavî diyor ki: "Çoğunluk" ifadesi onların sözlerini dikkate alma sebebiyledir. Bunun manası bu kimsele­rin cinnîlerden naklettiklerinde doğru söylemeleri çok nadirdir, demektir. Riva­yete göre, zamirler şeytanlara racidir. Yani şeytanlar meleklerden işittikleri haberleri kâhinlere (falcılara) verirler. Bu duydukları haberlere pek çok yalan da ilâve ederler. Bu durum şeytanların gökyüzünden menedilmelerinden önce idi.

"Şairlere gelince onlara sapık kimseler uyarlar." Yani doğru yoldan ayrılan sapıklar şairlere uyarlar. Bunlar kötülenmişlerdir. Bu ifade onlarla müminler arasında karşılaştırma yapmak içindir. Şairlere şiirlerinde sadece sapıklar uyarlar. Bunu kabul ederler ve bunu onlardan rivayet ederler. Hz. Muham-med'e (s.a) tabi olanlar böyle değildir.

"Görmüyor musun ki" bilmiyor musun ki "onlar" söz vadilerinden, söz sa­natlarından "her vadiye dalıp çıkarlar" girerler, şaşkın şaşkın yürürler. Medih ve hicivde haddi aşarlar. Zira onların şiirlerinin başlangıcı hakikati olmayan hayallerdir. Onların kelimelerinin çoğunluğu batıl hakkındadır.

"Ve yapmadıkları şeyleri söylerler." Yani onlar yalan söylerler ve yapma­dıkları halde yaptık, derler.

"Ancak" şairlerden "iman edenler, salih amel işleyenler, Allah'ı çok zikre­denler" şiirin kendilerini zikirden alıkoymadığı kimseler "ve haksızlığa uğratıl­dıktan sonra" kâfirlerin kendilerini diğer müminlerle birlikte hicvetmelerinden sonra kâfirleri hicvedip "haklarını alanlar bundan müstesna." Bu kimseler kö-tülenmemişlerdir. Bunun delili şu ayettir: "Allah kötü sözün açıktan söylenme­sini sevmez. Ancak zulme uğrayanlar müstesna." (Nisa, 4/148); "Kim sizin üze­rinize saldırırsa siz de tıpkı onların sizin üstünüze saldırdıkları gibi onlara sal­dırın." (Bakara, 2/194).

"O zalimler pek yakında nasıl bir darbe ile" nasıl bir dönüşle "altüst ola­caklarını" ölümden sonra nasıl döneceklerini gayet iyi "bileceklerdir." Bu, şid­detli bir tehdittir. Zira "pek yakında... bileceklerdir" ifadesi beliğ bir korkutma­dır. "Haksızlığa uğratıldıktan sonra" ifadesi mutlak ve genel bir ifadedir, "nasıl bir darbe ile altüst olacakları..." ifadesinde kapalılık ve korkunçluk vardır. [89]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ediyorlar: Rasu-lullah (s.a.) zamanında biri Ensardan diğeri başka bir kavimden olan iki zat birbirlerini hicvettiler. Her ikisinin yanında kavminden aşırı giden -yani ayak takımından- kimseler vardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti ve devamını indirdi: "Şairlere gelince onlara sapık kimseler uyarlar." (Şuara, 26/224).

İbni Ebî Hatim, Urve'den naklediyor: "Veşşuarâu..." ve devamı (Şuara, 26/224-226) ayetler indiği zaman Abdullah b. Ravaha şöyle dedi: Allah biliyor ki ben de onlardanım. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "... Ancak iman edenler, sa-lih amel işleyenler müstesna." ve devamını indirdi.

İbni Cerir ve Hakim Ebû Hassan el-Berad'dan naklediyorlar: "Veşşu-arâu..." ayeti indiği zaman Abdullah b. Ravaha, Ka'b b. Malik ve Hassan b. Sa­bit gelip:

- Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki Allah bizim şair olduğumuzu bildi­ği halde bu ayeti indirdi. Biz helak olduk, dediler.

Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Ancak iman edenler, salih amel işleyenler müstesna." ayetini indirdi. Rasulullah (s.a.) onları çağırdı ve onlara bu ayetleri okudu. [90]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetler başlangıç kısmına dönüştür. Allah Tealâ (210. ayet ve devamın­da) Kur'an'ı şeytanların indirmesinin imkânsız olduğunu beyan ettikten ve Kur'an'ın âlemlerin rabbi tarafından indirildiğini ispat ettikten sonra; bunun ardından şeytanların doğru sözlü ve güvenilir peygambere değil, yalana gü­nahkâr kimselere indiğini beyan etti. Peygamber şeytanlara kulak veren kâ­hinler gurubundan değildir. O hayal içinde boğulan, gerçeği yansıtmaksızın, kalpte doğruluk ve akılda kanaat olmaksızın söz ve belagat sanatlarının her vadisine dalan şairler gurubundan da değildir. Hz. Peygamber (s.a) sadece hak­kı söyler ve sadece doğruyu konuşur.

Kur'an hem mana, hem de lafız yönünden mucize olunca müşrikler Kur'an'nın mana açısından şeytanlar tarafından indirilen sözlerden olduğu, la­fız açısından da şairlerin sözleri cinsinden olduğu şeklinde ona dil uzattılar.

Cenab-ı Hak her iki kısma cevap vermiş, Kur'an'ın bu iki husustan farklı olduğunu, Rasulullah'ın (s.a.) durumunun ashabının durumuna muhalif oldu­ğunu beyan etmiştir. Rasulullah (s.a.) kâhin veya şair değildir. [91]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler Kur'an ve Rasulullah (s.a.) hakkındaki iki iftirayı reddetme manasını ihtiva etmektedir. Bu iki iftira "kâhinlik" ve "şairlik" suçlamalarıdır.

Kur'an-ı Kerim kâhinlerin şeytanlardan telakki ettikleri sözlerin cinsin­den veya şiir cinsinden değildir. Rasulullah da (s.a.) kâhin veya şair değildir.

Birinci iftirayı Allah Tealâ önce tavsif etmekte sonra da bunu reddetmek­tedir:

"(De ki:) Şeytanların kimlere indiklerini (ve vesvese verdikerini) size haber vereyim mi?" Yani size ilim ve irfan yönünden fayda veren hakiki bir haberi bil­direyim mi? Şeytanlar kâhinlere ve benzeri yalancı ve fasık kimselerden kimle­re inmektedirler? Haber vereyim mi?

Cahiliyette kâhinlerin Araplar arasında büyük bir tesiri vardı. Çekişmeleri kaldırmak ve problemleri çözmek için Muaviye ve Ebu Süfyan'm annesi Hind bt. Utbe ve Fatıma el-Has'amiyye gibi Arap kâhinlerinin önemli bir yeri vardı.

Bu ayetler müşriklerin Rasulullah'ın (s.a.) getirdiği kitabın hak olmadığı, bunu kendiliğinden uydurduğu ve cinlerden birinin ona getirdiği iddialarına cevap niteliğindedir. Ayrıca Peygamberin (s.a) getirdiği kitabın Allah tarafın­dan olduğuna, Allah'ın indirdiği vahyi olduğuna, şeytanlar tarafından olmadı­ğına bunu güvenilir, büyük ve değerli bir melek indirdiğine kesin bir beyan ni­teliğindedir. İki açıdan cevap verilmiştir:

1- "Onlar her iftiracı günahkârın üzerine inerler." Yani şeytanlar Şıkk b. Rehm, Satıyh b. Rabîa, Müseylime ve Tuleyha gibi peygamberlik iddia eden, kâhinler gibi ve şeytana itaat etmeye davet eden kâfirler gibi fiillerinde fasık, facir ve yalancı kişiler üzerine inerler. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.) şeytana lanet etmeye ve ondan beri olmaya davet etmekteydi. Kâhinlere gelince onlara hakim olan husus yalancılıktır. Hz. Muhammed'in (a.s.) haber verdiği gaybî haberlerde ise sadece doğru sözlülüğü ortaya çıkmıştır.

2- "İftiracı günahkârlar da onlara kulak verirler. Onların çoğu da yalancı­dırlar. " Yani iftiracılar kulaklarını şeytanlara verirler. Şeytanlar da boş ilham­larını onlara verirler. İftiracılar da onlardan çoğu yalancılık ve asılsız kuruntu­lar olan ifadeleri onlardan alırlar. Şeytanların çoğu da iftiracılara verdikleri il­hamlarda yalancıdırlar. Çünkü şeytanlar onlara duymadıkları şeyleri duyur­maktadırlar. Nitekim iftiracıların çoğu da yalancıdırlar. Onlar da şeytanlara kendilerine ilham etmedikleri şeyleri iftira ederler. Hükmettikleri şeyin çoğun­luğu batıl ve yalancılık olmaktır.

Denilmiştir ki: Burada zamir şeytanlara raci olmaktadır. Yani şeytanlar yıldızlarla taşlanıp menolunmadan ve mele-i a'lâ'dan sözü almaktan uzaklaştı­rılmadan önce meleklere bildirilen gaybî haberlerden çaldıkları bazı haberleri dostları olan kâhinlere (falcılara) bildirirler. Bu duydukları haberlere pek çok yalan ilâve ederek onlara ilham ederler.

Kısaca: Görünen durum en hayırlı şahittir. Peygamberimiz (s.a.) ile kâhin­ler (falcılar) arasındaki fark güneş gibi açığa vurmaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a) haber verdiği her şey doğru olup gerçeğe uygundur. Onun uzun sîretinde ondan sadece doğruluk görülmüştür. Kâhinlerin verdikleri haberlerin çoğunlu­ğu gerçekle uyuşmayan yalan haberlerdir. Kâhinlerden sadece yalancılık görül­müştür. Bu sebeple tarih onları ayıplamıştır. Akıl onları reddetmiştir. Falcıla­rın batıl sözlerini ve uydurma haberlerini ancak küçük çocuklar, bilgisiz kadın­larla sathî düşünen bazı yaşlılar gibi basit kimseler doğrulamaktadırlar.

Nitekim her kâhinin ve şairin bir şeytanı vardır şeklindeki âdet haline ge­len anlayışa uyarak: "Şeytanlar falcılara ve şairlere gelirler de niçin Kur'an'ı şeytanlar Muhammed'e indirir demek caiz olmasın?" şeklinde söyleyen kâfirle­re cevap vermek üzere Allah Tealâ Hz. Muhammed (s.a) ile falcılar ve şairler arasındaki farkları beyan ettikten sonra şöyle buyurdu:

"Şairlere gelince onlara sapık kimseler uyarlar." Yani şairlere insan ve cin­lerin sapıkları hak ve istikamet yolundan sapanlar ve delâlette olan kimseler uyarlar. Hz. Muhammed'e (s.a.) tabi olanlar ise hidayete eren, doğru çizgide yürüyen, hak olan Allah'a iman, O'na kulluk ve O'nun emrine binaen yolda yü­rümeye devam edenlerdir.

Allah Tealâ daha sonra bu sapıklığın iki hususta olduğunu beyan etmiştir:

1- "Görmüyor musun ki onlar her vadiye dalıp çıkarlar." Yani bilmiyor mu­sun ki şairler sözün her sanatına dalarlar ve kendileriyle çelişkiye düşerler. Bazan bir şeyi kötüledikten sonra överler yahut aksini yaparlar. Bazan bir şeyi küçümsedikten sonra onu alabildiğine büyütürler yahut aksini yaparlar. Bu onların hakkı ortaya koyma ve doğruluğu duyurma amacı taşımadıklarına de­lâlet etmektedir. Dolayısıyla şairler hayalî ve duygu yüklü (romantik) kimse­lerdir.

Hz. Muhammed (s.a.) ise sadece hakkı söyler, sadece doğruluğu emreder ve tek bir yola davet eder. O da Allah Tealâ'ya davet, ahirete teşvik ve faydasız dünyadan yüz çevirmektir.

2- "... ve yapmayacakları şeyi söylerler." Yani şairlerin sözlerinin çoğu ya­landır. Zira onlar kendilerinden sadır olmayan söz ve davranışlarla böbürlenir­ler. Bu da sapıklık alâmetlerindendir.

Meselâ: Şairler cömertliğe teşvik ederler, ama kendileri cömertlik yap­maktan kaçınırlar. Cimrilikten sakındırırlar, ama kendileri cimrilik yapmakta ısrar ederler. En basit bir sebeple insanların şeref ve itibarlarını lekelerler. Sa­dece hayasızlık irtikap ederler.

Hz. Muhammed (s.a.) ise bundan tamamen farklıdır. O sadece yaptığı bir şeyi emreder, yalnız sakındığı bir şeyden nehyeder. Rabbi ona ilk olarak sadece kendisine ibadet etmesini emreder:

"Sakın Allah'la birlikte başka ilâh edinme, yoksa azaba uğrayanlardan olursun."

O'nun yakınları şer'î, medenî ve siyasî yükümlülüklerin hiçbirinden istis­na edilmez: "Sen (önce) yakın akrabalarını uyar."

Şairlerin metodu peygamberlerin durumundan farklıdır. Çünkü peygam­berlerin yolu tek yoldur. Bu yola sadece hidayette olanlar uyar. Peygamberlerin daveti hep aynıdır. Bu da Allah'ın birliğine, Ona ibadet etmeye davet etmek, ahirete ve doğruluğa teşvik etmektir.[92]

Cenab-ı Hak daha sonra şairler arasından şu dört sıfatı taşıyanları -öve­rek- istisna etti:

1- İmanlı olmak,

2- Güzel ameller işlemek,

3- Allah'ı zikretmek ve O'nun birliğini tanımak,

4- Hakkı ve hak yolda olanları desteklemek.

Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa uğratıldıktan sonra hakkını alanlar bun­dan müstesnadır." Yani Allah'ı ve Rasulü'nü tasdik edenler, güzel ameller işle­yenler, sözlerinde veya şiirlerinde Allah'ı çok ananlar ve Peygamberimiz'i (s.a.) ve onun getirdiği dini müdafaa edenler, şirke ve şirk ehline karşı çıkanlar, müminleri hicveden kâfirlere cevap veren Hassan b. Sabit, Abdullah b. Rava-ha, Ka'b b. Malik, Ka'b b. Züheyr bu çeşit şairlerden müstesna kimselerdir.

Bunlardan çok sonra gelen Bûsayri ve Peygamberimiz'i (s.a.) medh ü sena eden Ahmed Şevki de bu cümleden sayılabilir.

Denilmiştir ki: Bu istisnadan murad Abdullah b. Ravaha, Hassan b. Sabit, Ka'b b. Malik ve Ka'b b. Züheyr'dir. Çünkü bunlar Kureyş'i hicvediyorlardı.

Ka'b b. Malik'ten rivayete göre Rasulullah (s.a.) ona şöyle demişti: "Onla-^ hicvet. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki hicvetmen onları ok yağ­muruna tutmaktan daha şiddetlidir."

Yine Peygamberimiz (s.a.) Hassan b. Sabit'e şöyle diyordu: "Söyle, Ruhü'l-Kudüs seninle beraberdir."

Cenab-ı Hak daha sonra sureyi şiddetli tehdit ve kuvvetli vaîd ile sona er­dirdi: "O zalimler pek yakında nasıl bir darbe ile altüst olacaklarını gayet iyi bileceklerdir." Yani küfür sebebiyle nefislerine zulmedenler ve bu ayetlerin ma­nalarını düşünmekten, Hz. Peygamberin peygamberliği ile kâhinlerin falcılığı ve şairlerin şiirleri arasındaki açık farkları incelemekten yüz çevirenler ölüm­den sonra varacakları yeri gayet iyi bileceklerdir. Zira varacakları makam ce­hennemdir. Bu çirkin makamdır. Dönecekleri yer azaptır. Bu da en kötü mercidir.

Cumhur bu ayetten muradın Allah Tealâ'nın kendilerini tavsif ettiği vasıf­lardan şairleri menetmek olduğunu zikretmişlerdir. Razî diyor ki: Birincisi -ya­ni bu görüş- surenin başından sonuna kadar olan nazmına daha yakındır.

İbni Kesir diyor ki: Sahih olan görüş bu ayetin -İbni Ebî Hatim'in dediği gibi- her zalim hakkında genel hüküm olduğudur.

Bu ayeti şahit getirmek hakkındaki meşhur olaylardan biri Hz. Aişe'nin su sözüdür: "Bismillâhirrahmanirrahîm. Bu kâfirin mümin olduğu, facirin fü­curunu terk ettiği, yalancının artık doğru söylemeye başladığı dünyadan çıktığı anda Ebubekr b. Kuhafe'nin yaptığı vasiyetidir: Ben size Ömer b. Hattab'ı hali­fe olarak bıraktım. Eğer o adaletle davranırsa bu benim onun hakkındaki ıtisn-ü zannım ve umudumdur. Eğer zulmeder ve değişirse ben gaybı bilmem: Zalimler pek yakında nasıl bir darbe ile altüst olacaklarını gayet iyi bilecekler­dir. "

Kurtubî diyor ki: "Münkaleb" ile "merci1 kelimeleri arasındaki fark şudur: Münkaleb, insanın içinde bulunduğu durumun zıddına intikal etmesidir. Merci se içinde bulunduğu durumdan üzerinde bulunduğu duruma dönmesidir. Dola­rıyla her merci münkalebdir. Ama her münkaleb merci değildir. Bunu Maver-ı; zikretmiştir. [93]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler peygamberlik ile kâhinlik (medyumluk, falcılık) ve şairliği ke­sin çizgilerle ayırmıştır.

Peygamberlik hak ve doğrudur. Peygamber kendine Rabbi tarafından va­hiy indirilen kimsedir. Kur'an Allah'ın Peygamberi'nin (s.a) kalbine Cibril-i Emin vasıtasıyla indirdiği kelâmıdır.

Şeytanların Kur'an indirmeleri mümkün değildir. Buna güçleri de yetmez. Şeytanlar bununla uyum da sağlayamazlar. Kur'an iman, hidayet, hak ve isti­kamete davet eder. Şeytanlar ise küfür, dalâlet, batıl, fesatçılık ve sapmaya da­vet eder.

Şeytanlar her iftiracı (yalancı) günahkâr (davranışlarında fasık ve facir) varlıklardır. Kâhinler de şeytanlara kulak verirler. Kâhinlerin ve şeytanların çoğu haberlerinde ve sözlerinde yalancıdırlar. Peygamberlere gelince onlara Cibril-i Emin âlemlerin rabbi tarafından olduğunda şüphe bulunmayan sadık vahiy indirir.

Ağzı bozuk, müstehcen şiir söyleyen, çılgın şairlere haktan sapan insan ve cinlerin sapıkları uyar. Bu şairlerin çoğunluğunun sapık olduklarına delildir. Çünkü onlar sapık olmasalardı onlara tabi olanlar sapıklar olmazdı. Peygam­bere gelince ona insan ve cinlerin salihleri tabi olurlar. Çünkü Peygamber ha­yır, salâh, iyilik ve takvaya davet eder.

Şairlerin çoğunluğunun dalâlette olduğuna iki delil vardır:

- Şairler lüzumsuz sözlere dalarlar,

- Hakkın yoluna tabi olmazlar.

Zira Hakk'a tabi olan ve söylediği şeyin kendi aleyhine yazıldığını bilen kimse doğruluğu araştırır. Rastgele davranan, söylediğine aldırmayan kimse olmaz. Halbuki şairlerin çoğunluğu yalan söylerler, sözleriyle bazen kerem ve hayır yolunu gösterirler, ama kendileri böyle davranmazlar.

Fakat ayrıca salih şairler de vardır. Bunlar şu dört sıfatı taşıyan kimseler­dir:

- Hak olan Allah'a ve O'nun gönderdiği peygamberine iman etmeleri,

- Allah'ı razı kılacak şekilde salih amel işlemeleri,

- Sözlerinde Allah'ı çok zikretmeleri,

- Zulmünden sonra zalime karşı hakka destek vermeleri.

Bu destekleme, sadece hakla ve Allah'ın çizdiği şekilde olur. Çünkü bu çiz­giyi aşarsa batıla destek olmuş olurlar.

Kur'an daha sonra zulmü destekleyen kimseleri sakındırdı ve tehdit etti. Çünkü zalimler Allah'ın huzurundan nasıl kurtulacaklarını pek yakında bile­ceklerdir. Zalim cezayı bekliyor, mazlum ise destek ve zafer bekliyor. [94]

 

İslâm'ın Şiire Bakışı

 

Peygamberimiz'den (s.a.) şiir hakkında bir kısmı şiiri ikrar eden, bir kısmı da şiiri kötüleyen hadisler varit olmuştur.

a) Şiiri kötüleyen hadis-i şeriflerden biri Müslim'in Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Sizden birinizin karnının irin ile dolu olup onu yemesi içini şiirle doldurmasından daha hayırlıdır."

b) Şiiri öven hadis-i şeriflerden biri de îmam Ahmed ve Ebu Davud'un İbni Abbas'tan (r.a.) rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Beyanın bir kısmı büyüleyi­cidir, şiirin bir kısmı ise hikmettir."

Bu iki hadis arasındaki uyum birinci hadisin reddedilen, kötü ve çirkin şi­ire ait olmasıyla mümkün olabilir. Meselâ, aslında edebiyatta eşsiz bir sanat olduğu halde açık-saçık şarkıları anlatan, kadınları ve parlak çocukları diline dolayan, fısk ve fücurlara davet eden şiir gibi. Şiiri kazanç vesilesi sayan, ken­disine para verildiği zaman aşın derece övgü yağdıran, birşey verilmediği za­man hiciv ve kötülemede aşırı giden, insanlara mallan ve şerefleri hususunda eziyette bulunan şairlerin şiirleri de bu nevidendir.

Bunun gibi şairin şiiriyle elde ettiği kazanç haramdır. Bu hususta söyledi­ği şeyler haramdır. Buna kulak vermek de helâl değildir. Bilakis bu reddedil­melidir. Ona bir şey verilmesi de helâl değildir. Zira bu masıyete yardım et­mektir. Bu hususu gerekli görülürse şerefi koruma niyetiyle zaruret için şaire bir miktar para verilir. Kişinin şerefini koruduğu şey kendisine sadaka olarak yazılır.

Kâfirleri hicvetme, İslâm'a ve müslümanlara destek olma maksadı güdül­meyen hiciv şiirleri de bu gibi şiirlerdendir. Eğer şiir müslümanlan hicveden ve müslümanlann ırzını diline dolayan kimselere karşı ise caizdir ve güzel gö­rülmüştür. Bunun delili: "Allah kötü sözün açıktan söylenmesini sevmez." (Ni­sa, 4/148) ayetidir.

Diğer hadis-i şerifte, kendisiyle hakkı ortaya koyma, hikmeti anlatma, ca­hilleri öğretme, mazluma veya hakka destek olma, vatanı savunma gibi fayda­lar umulan, nefisleri terbiye etme, akıllan güzelleştirme ve saflan birleştirme manası ihtiva eden makbul, güzel ve övgüye lâyık şiirler kastedilmektedir.

Bu iki hadis arasındaki uyum ve irtibat İslâm'ın orta yolu tutma ve her ş-eyde itidali gözetme esasımn bir çeşididir.

Abdullah b. Amr b. Âs (r.a.) Peygamberimiz'in (s.a.) şöyle buyurduğunu ri-• ayet ediyor: "Şiir söz gibidir. Şiirin güzeli sözün güzeli gibidir. Çirkini de sö-:~un çirkini gibidir."[95]

Bu manayı büyük imamlar, dil ve edebiyat alimleri tekrar etmişlerdir, imam Şafiî (r.a.) şöyle demiştir: "Şiir söz çeşitlerinden biridir. Şiirin güzeli sö-rin güzeli gibidir. Çirkini de sözün çirkini gibidir." Yani şiir bizzat mekruh de-tldir. Sadece muhteva sebebiyle mekruh olabilir. Araplar nezdinde şiirin büyük yeri ve tesiri vardı.

Ebu Ömer b. Abdilberr (rh.a.) şöyle diyor: İlim ehlinden ya da akıl sahiple­rinden hiçbiri şiirden güzel olanı inkâr etmemiştir. Sahabîlerin, ilim ehlinden ve lider mevkiinde bulunanlardan hiçbiri yoktur ki şiir söylemiş, yahut naklet­miş ya da dinlemiş olmasın. Hepsi de hikmetli veya mubah olan, fuhuş olma­yan, müslümana eziyet bulunmayan sözden memnuniyetini bildirmiştir. Şiir böyle olunca bu çeşit şiirle nesir aynı şekildedir. Bu gibi hayasız sözleri dinle­mek veya söylemek helâl değildir.

Kısaca: Şiirin de söylenmesi caiz olanı vardır, mekruh olanı vardır, haram olanı vardır.

Peygamberimiz'in (s.a.) ikrar ettiği şiirin güzel örneklerinden ve gayet hoş misallerden bazıları şunlardır:

1- Müslim Amr b. Şerid tarikiyle babasından rivayet ediyor: Bir gün Ra-sulullah'ın (s.a.) bineğine bindim. Bana:

- Ezberinde Ümeyye b. Ebî Sait'in şiirlerinden var mı? diye sordu. Ben de:

- Evet dedim. Rasulullah (s.a.):

- Oku, bakalım buyurdu. Ben de bir beyit okudum.

- Devam et, dedi. Ben bir beyit daha okudum.

- Devam et, dedi. Nihayet yüz beyit okudum.

Kurtubî diyor ki: Bu şer'an, aklen ve ahlaken güzel görülen manaları ve hikmetleri ihtiva eden -ve üstün ahlâka davet eden- şiirleri ezberlemenin caiz olduğuna delildir. Peygamberimiz (s.a.) Ümeyye'nin şiirinden çok dinlemek is­temişti. Çünkü Ümeyye hikmetli sözler söyleyen biriydi. Peygamberimiz'in (s.a.) şu hadisini görmüyor musunuz?: "Ümeyye b. Ebî Salt az kalsın müslü-man olacaktı."

2- Allah'ı zikretmek, O'na hamd ü senada bulunmak manasını ihtiva eden şiirler menduptur. Rasulullah'ı (s.a.) medhetmek böyledir. Hz. Abbas (r.a.) onu medhetmişti.

Peygamberimiz'i (s.a.) müdafaa etmek de aynı şekildedir. Peygamberimiz Hassan b. Sabit'i (r.a.) bu konuda takdir etmişti. Sahih rivayette sabit olduğu­na göre Rasulullah (s.a.) Hassan'a: "Onları (kâfirleri) hicvet. Cibril de seninle beraberdir." yahut "Söyle! Ruhulkudüs de seninle beraberdir." demişti.

İmam Ahmed rivayet ediyor ki: Ka'b b. Malik (r.a.) Peygamberimiz'e şöyle dedi:

- Allah şairler hakkında (tenkit edici) bazı ayetler indirdi. Peygamberimiz:

- Mümin kılıcıyla ve diliyle cihat eder. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki onlara söylediğiniz bu sözler ok yağmurudur. Yahut. "Onları hicvet. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki bu şiirler onlara ok yağmurundan daha şiddetlidir."

3- Müslim Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet ediyor: Peygamberimiz'in (s.a) minberde şöyle söylediğini işittim: Arapların söylediği en şairane söz veya en doğru söz Lebid'in şu sözüdür. "Dikkat edin, Allah'ın dışında her şey batıldır."

Dinlenmesi haram olan ve söyleyenin kınandığı şiir batılı anlatan, hatta en korkak insanı Antere'ye, en cimri insanı Hatem-i Taîye tercih eden, masum insana iftirada bulunan, muttaki kişiyi fasık ilân eden, kişinin yapmadığı bir şeyi ifade ederken aşırılığa kaçan, çok laf konuşan, saçmalayan, gıybet edip çir­kin söz söyleyen kimsenin tavrı gibi gönlü teselli etmek ve söze güzellik kat­mak arzusuyla yazılmış şiirlerdir.

İşte Buharî'nin Sahih'inde "İnsana hakim olan unsurun şiir olması mek­ruhtur. " başlıklı babda işaret ettiği mana budur.

Fakat şiir daha önce beyan ettiğimiz gibi bazan kötülenen şiir örneklerin­de olduğu gibi maksadı sebebiyle "haram" olabilir. Bazan da az veya çok Pey-gamberimiz'i (s.a.) hicvetmek gibi "küfür" olabilir. Peygamberimiz (s.a.) dışın­daki müslümanları hicvetmenin azı da çoğu da haramdır.

İbnü'l -Arabi diyor ki: "İstiare ve teşbihlere gelince haddi iyice zorlasa, normal olanı aşsa da bu hususta izin verilmiştir." Sonra şunu ilâve ediyor: Kı­saca: Bir kulun bütün sözünü ve zamanım dolduracak şekilde hakim olan un­sur şiir olmamalıdır. Bu şer'an zemmedilmiştir.[96]

Adil halife Ömer b. Abdülaziz (r.a.) [97] şairlerin şiirleriyle meydana getir­dikleri problemleri sona erdirdi. Onları şeriat mantığı ve adaletiyle idare etti. Meselâ Şair Ferazdak'a Medine halkından hiç bir kimseye medih veya hiciv söylememesi için 4.000 dirhem verdi. Medine halkından şair Ahvas 'a Ebubekir b. Abdülaziz b. Mervan'ı hicvetmemesi için 100 dinar bağışladı. Şair Cerir ken­disini medhettiği halde Amr b. Lece et-Temimî ile karşılıklı hiciv şiirleri ve atışmalar söylediği için Cerir'i cezalandırdı. Müstehcen ve kadınlarla ilgili şiir­ler yazan Ömer b. Ebi Rabia'ya kızdı. İleri gelenlerin hanımları ve kızlarına şi­irlerle sataştığı için onu Dehlek'e sürdü. [98]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[4] TTn.rtii.ht. VTT/87

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[12] Razî, XXIV/121.

[13] Razî diyor ki: Akla daha yakın-ölan "hükm"ün peygamberlikten ayrı olduğudur. Peygam­berlik "Beni peygamberlerden kıldı." ifadesinden anlaşılmaktadır. "Hüküm" den murad ilimdir. İlim tabiri içine akıl, görüş ve dini (yani tevhidi) bilmek de dahildir.

[14] Zemahşerî, 11/422.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[15] Kurtubî, XIII, 92

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[23] Razî, XXIV/131; Zemahşen, 11/424.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[60] Hicr, Medine ile Şam arasındaki vadinin adıdır.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[70] Ibni Kesir, III/345.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[77] el-Bahru'l-Muhît, VII/41.

[78] Razî, XXIV/171.

[79] İbni Kesir, III/349.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[92] el-Bahru'l-Muhit, VII/49.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/

[95] Bu hadisi Buharı el-Edebü'l-Müfred, Taberanî el-Mu'cemu'l-Evsat kitabında Abdullah b.

[96] Ahkâmü'l-Kur'an, III/1434.

[97] Ahkâmü'l-Kur'an, III/1430; müellifin kendi eseri, Adil Halife Ömer b. Abdülaziz, s. 63.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 10/