Allah'ın Huzurunda Peygamberlerin Durumu
Tarihçilerin Hz. Süleyman Hakkında Söylediklerinin Ehemmiyeti
Hz. Süleyman Hüdhüd'ü Niçin Affetti?
Hz. Süleyman Belkıs'a Niçin Mektup Yazdı?
Süleyman Belkıs İle Evlendi Mi?
Peygambere Karşı Gelmenin Neticesi Nedir?
Peygamberleri Duymayan Ölüler Kimlerdir?
Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 93 ayettir.
Bu sureye aynı zamanda Süleyman Suresi de denilmektedir. İbn Abbas ve îbn Zübeyr'den gelen rivayete göre bu sure Mekke döneminde (hicretten önce) nazil olmuştur. Ancak bazı ayetleri hicretten sonra nazil olmuştur.
Bu sure ismini 18. ayetten almaktadır. Ayetleri Hicazlılar'ın sayımına göre 95, Basra ve Şamlılar'ın sayımına göre 94, Kufeli-ler'in sayımına göre 93'tür. Bu su re adeta Şuara Suresi'nin bir tamamlayıcısı gibidir. Çünkü Cenab-ı Hak burada Hz. Davud W Hz. Süleyman'ın zikrini eklemiş ve Lut kıssasından bahsetmiştir. Ayrıca her iki surede de Kur'an'ın zikrini Allah katından geldiği ve Rasûlullah için teselli olduğu meselelerine değinilmektedir. İbn Abbas'tan ve Cabir bin Zeyd'den gelen rivayete göre önce Şuara Suresi, sonra Nemi, sonra da Kasas Suresi nazil olmuştur. Kelime sayısı 1317, harf sayısı ise 4799'dur.
Sure genel olarak şu
konulan kapsamaktadır:
1- Müminlere
müjde ve müminlerin bazı vasıflan,
2- Ahiret'e
inanmayan-lann durumu,
3- Kur'an'ın
AUah tarafından inzali,
4- Hz. Musa
hadisesine kısaca bir değini,
5- Hz.
Süleyman'ın Hz. Davud'un halefi olması ve kuş dilini bilmesi. însan, cin ve
kuşlardan meydana gelen bir orduya sahip olması,
6- Karıncanın
konuşması,
7- Hüdhüd'ün
getirdiği haber,
8- Sebe
kraliçesi Belkıs'm hadisesi,
9- Süleyman'ın
Belkıs'a mektubu,
10- Belkıs'ın
istişaresi,
11- Hz.
Süleyman'a gönderdiği hediyeler,
12- Belkıs'ın
tahtının getirilmesi ve keramet meselesi,
13- Süleyman'ın
ihtişamlı köşkü,
14- Semud
kavmi ve Hz. Salih,
15- Lut'un
macerasına bir değini,
16- Hz.
Muhammed'e ilâhî Öğütler,
17- Allah'ın
sıfatları,
18- Kâfirlerin
Kur'an'a tepkileri ve hasrı inkârları,
19- İbret
almak için seyahatin caiz olması ve teşvik edilmesi,
20- Helak
olan kâfirler için üzülmemek,
21- Her
şeyin açıklayıcı kitapta bulunması,
22- Kur'an'mC
yahudiler arasında ihtilaf noktası olan meselelerin çoğunu haber vermesi,
23- Rasûl-ü
Ekrem'e tevekkül etmesinin emredilmesi,
24- Dabbet'ul-Ard
hadisesi,
25- Haşre
kısaca değinilmesi,
26- Zulmün
azaba sebep teşkil etmesi,
27 - Kevni
ayetlere dikkatin çekilmesi,
28- Nefhi sur meselesi,
29- Dağların
sabit görünmelerine rağmen hakikatte yürüyor olmaları,
30- Ahiret'te
sevap ve ikabın fonksiyonları,
31- Amelle-rin
sevap ve ikabtaki rolü,
32- Cenab-ı
Hak'kın Mekke'yi haram belde kılması,
33- Hz.
Peygamber'in müslümanlardan olması ve Kur'an okumakla emrolunması,
34- Allah'ın gelecekte ayetleri. [1]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla
1- Tâ, Sîn. Bunlar Kur'an'm ve apaçık Kitab'ın ayetleridir.
2- Müminler için hidayet ve müjdedir.
3- O müminler ki namazı kılar, zekatlarını verir, Ahiret'e de yakînen iman ederler.
4- Kuşkusuz ki Ahiret'e inanmayanların işlerini kendilerine süslü gösteririz. O yüzden de bocalayıp dururlar.
5- İşte onlar o kimselerdir ki azabın kötüsü onlar içindir ve onlar Ahiret'te zarar edenlerin ta kendileridir.
6 - (Ey Rasûlüm!) Kuşkusuz ki Kur'an sana Hakim (her işi hikmetle çeviren), Alim (her şeyi hakkıyla bilen) Allah'tan verilmektedir.
7- (Hatırlat o zamanı) ki Musa, ehline şöyle demiştir: «Gerçekten ben bir ateş gördüm. Size ondan ya bir haber veya ısınmanız için bir kor ateş getireceğim.»
8- (Musa) oraya vardığında kendisine (şöyle) seslenildi: «Ateşte olanlar da çevresinde bulunanlar da bereketli kılındılar. Alemlerin Rabbi olan Allah ortaktan münezzeh ve yücedir.»
9- «Ey Musa! Gerçekten ben güçlü, her şeye galip gelen ve hikmet sahibi olan Allah'ım!»
10- «(Ey Musa!) Asanı bırak!» (O, asayı bıraktı). Onu kıvrak bir yılan gibi hareket ediyor halde gördüğü zaman dönüp kaçtı. Ve arkasına bile bakmadı. «Ey Musa! Korkma! Çünkü peygamberler benim huzurumda korkmaz.»
11- «Ancak zulmeden, zulmettikten sonra kötülüğü iyiliğe çevirene (karşı) ben çokça bağışlayıcı ve merhamet ediciyimdir.»
12- «Elini koynuna sok. Lekesiz, bembeyaz çıkıversin. Dokuz ayet (mucize) ile Firavun ve kavmine git. Kesinlikle onlar fasık olan bir kavimdir.»
13- (Zira) ayetlerim onlara apaçık olarak geldiğinde onlar; «Bu apaçık bir sihirdir» dediler. [2]
(1-13) «Tâ, sîn. Bunlar Kur'an'ın ve...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Birinci ayetteki «Tilke» kelimesi surenin ayetlerine işarettir. Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz'dur. Onun açıklayıcı olması orada olacak her şeyin yazılmış olmasıdır. Oraya bakanlara o her şeyi apaçık gösterir. Kitab-ı Mübin'i Kur'an ayetlerinden daha sonra getirmesinin sebebi, bizim onu bilmemizin Kur'an ayetleri vasıtasıyla olmasındandır. Hicf Suresi'nde Kitab-ı Mübin, Kur'an ayetlerinden önce getirilmiştir. Çünkü varlık itibarıyla o daha Öncedir.
Veya Kitab-ı Mübin'den maksat Kur'an'dır. Onun açıklayıcı olması ise onun içine hikmetlerin, ahkâmın konulmuş olmasıdır. Veyahut muciz olmak suretiyle sahih oluşunu ortaya çıkarıyor. O zaman Kitab-ı Mübin'in Kur'an üzerine atfedilmesi iki sıfatın birbirlerine atfedilmesi kabilindendir. Kitab kelimesinin nekra getirilmesi tazim içindir.
îkinci ayetteki «Huden ve buşren» kelimeleri ayetlerin halidir.
«Ahiret'e inanmayanların amellerini kendilerine süslemişiz-dir», yani onlarda yaratmış olduğumuz şehvet ve isteklerden Ötürü çirkin amelleri onlara güzel göründü. Onlar şaşkın şaşkın dolaşıp giderler. Onlar o amellerle meşgul olmakta, onlara düşünmeksizin ve kötü neticelerini akıl etmeksizin çirkin amellere doğru dolaşıp gitmektedirler. «Süsleme» işinin Allah'a nisbet edilmesi çoğunluğa göre hakiki anlamdadır. Zemahşeri şöyle der: «Bu süsleme uzun ömür, geniş nztk vermek suretiyle onları metâlan-dırmak mânâsını ifade eder. Yani gerçektir. Veya onun Allah'a isnadı mecazidir ve hakiki faili şeytandır. Nitekim başka bir ayette «Şeytan onlar için amellerini süsledi» denilmiştir. Bu mecazı tashih eden Cenab-ı Hak'kın şeytana mühlet vermesi ve onunla kullar arasından çekilmesi hadisesidir. Nitekim şeytan onlara amellerini süslü gösterir.»
Zemahşeri'ye göre bu yorum iki nedenle yapılmaktadır. Birincisi, Mutezile'nin «Kul için en eslah Allah'a vaciptir» demeleri; ikincisi, amellerden maksat ameli salihadır. Onların tezyininden maksat onların haddi zatında güzel olduklarım açıklamaktır ve onların peşinde hali hazırda ve gelecek çeşitli yararlar olduğunu vuzuha kavuşturmaktır. Yani biz onlara güzel amellerini süslü gösterdik. Onlar ise dalâlet içindedirler ve bu amellerden yüz çevirip durmaktadırlar. Bu ayet onların dalâletinin ve gururlarının dorukta olduğunu ifade etmektedir.
«Onlar Ahiret'te en çok ziyana uğrayanlardır» cümlesinden maksat, insanların ziyan yönünden en düşükleri olmalarıdır. Çünkü hem sevabı elden kaçırmışlar, hem de cezaya müstehak olmuşlardır. Veya onlar Ahiret'te, dünyadaki zararlarından daha fazla zarardadırlar.
«(Ey Muhammed) bu Kur an sana hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah katından verilmektedir» cümlesi hakkında şunlar söylenmiştir: Bu cümlede iki kez tekid vardır: Biri «inne», diğeri de «lâm» kelimesiyle. Bu Kur'an'in medlulüne gösterilen ehemmiyet ten ileri gelir. Bu ehemmiyeti belirtmektedir. Kur'an'ı Hz. Peygamber'e getiren, Cebrail'dir. Çünkü başka bir ayette «Ruhu'L Emin onu indirmiştir/getirmiştir» denilmektedir.
Hakim ve Alim kelimelerindeki tenvin, tazim içindir. Bu tazimle Kur'an'm sânının tazim edilmesi kastedilmektedir. Ayrıca Rasûl-ü Ekrem'in Kur'an'daki incelikleri ^e) noktaları bilmekteki yüksek makamına işaret vardır.
Ragıb, «Hakim kelimesi hikmet kökünden gelmektedir. Allah'ın hikmeti bütün eşyayı bilmesi ve gayet muhkem bir şekilde onları yaratması demektir. Eğer insanların hikmeti bahis konusu edilirse, o da mevcudatı bilmek, hayırları işlemek demektir» der.
îlmin hikmete dahil olmasına rağmen Cenab-ı Hak «Hakim» ve «Alim» sıfatlarını ayrı ayrı getirmiştir. Çünkü ilim geneldir. Zira hikmet, sadece ilmi işleri bilmektir. İlim ise daha geneldir. Çünkü ilmi meseleler bazen teori şeklinde vaazedilir. Bu bakımdan nazari ilimler daha üstündür.
«Musa, ehline: Ben bir ateş gördüm..» cümlesi üzerine Ne-sefî şunları söylemektedir: «Bu ayette «eGtireceğim» mânâsını ifade eden bir siga. kullanılmış olmasına rağmen Kasas Suresi'nde «Umulur ki getireceğim» şeklinde bir ibare kullanılmıştır. Halbuki biri ümit diğeri ise kesinlik ifade etmektedir. Bunun sebebi şudur: Çünkü ümitsiz durumdaki bir insan ümidi kuvvetli olduğu zaman «Ben gelecekte şunu yapacağım, gelecekte şu olacaktır» şeklinde konuşur. Bununla beraber söylediklerini yapamayabilir. Ayetin burada tehir mânâsını ifade eden «sin» harfiyle getirilmesi, Hz, Musa'nın ailesine, gecikse de, mesafe uzak olsa da ateşten bir kor veya bir haber getireceğini gösterir. Burada «el» takısı kullanılmıştır. Çünkü Hz. Musa iki ihtiyacını birden elde etmese de mutlaka birisini elde edebileceğini umuyordu. Ya yol gös* terici bir malûmat alacaktır veya ateşten bir parça getirecektir Honlar ısınsınlar. Fakat, Hz. Musa iki ihtiyacını da birden elde edeceğini bilmiyordu. Çünkü bu iki ihtiyaç dünya ve Ahiret izzetiy~ di. Yani peygamber oldu, mesul tutuldu. Kıssa bir olduğu halde lâfızların bu iki surede değişik olmaları mânâ ile hadis rivayetinin caiz olduğunu gösterir.»
«Ateşin içinde bulunan da çevresinde olan da mübarek kılındı» cümlesinin mânâsı şöyle anlaşılabilir: Ateşin şu anda bulunduğu yere —ki mübarek bölgedir— ve bu bölgenin etrafında bulunanlara bereket ihsan edilmiştir.
Ayetin zahirine bakılırsa o bölgede bulunanlara ve o bölge arazisinde (Şam topraklarında) bulunan her tarafa. bereket verilmiştir. Çünkü peygamberler oralardan gönderilmişlerdir. Onların dirileri de ölüleri de o bölgededir. Cenab-ı Hak'km Musa ile konuştuğu o bölge özellikle bereketlendirilmiştir.
Bazıları «Ateşin içinde bulunan ve etrafında olanlardan maksat, Musa ve o hadisede hazır olan meleklerdir» demişlerdir. Bu cümle Allah tarafından Musa'nın selâmlanmasını ifade etmektedir.
Hulâsa bu cümle hakkında birçok görüş serdedilmiştir:
1- «Ateşin içinde bulunan» dan maksat, Allah'ın nurudur. «Onun etrafında bulunanlar» dan maksat ise meleklerdir. Bu görüş, Katade ve Zeccac'dan rivayet edilmiştir.
2- «Ateşte olan» dan maksat, Cenab-ı Hak'ın konuşma yeri kıldığı ağaçtır. «Etrafında olanlar» dan maksat ise meleklerdir. Bu, Cübbai'den rivayet edilmiştir.
3- İbn Cerir, ibn Ebi Hatim ve îbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre «Ateşte olan» dan maksat, Cenab-ı Hak'km zatıdır. Allah'ın nuru ağaçtaydı. «Ateşin etrafındakiler» den maksat ise meleklerdir. İbn Abbas'tan meşhur olarak rivayet edilen budur. Bu görüş aynı zamanda Hasan Basri, İbn Cü-beyr ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir. Fakat Fahreddin Razı «îbn Abbas'tan gelen bu rivayet uydurmadır. Onun adına uydurulmuştur» demektedir. [3]
«Peygamberler benim huzurumda korkmazlar», yani onlara vahy geldiği zaman korkmaları uygun değildir. Hatta onların kalbine korku bile girmez. Velev ki korkuyu gerektiren bir durum olsa dahi. Çünkü onlar istiğrak halindedirler. Cenab-ı Hak'km emirlerini telakki etmektedirler. Ruhları melekût alemine celbe-dilmiştir.
«Peygamberler benim huzurumda korkmazlar» tabirinden anlaşıldığına göre peygamberler diğer zamanlarda Allah'tan, insanların hepsinden daha fazla korkarlar. Nitekim Cenab-ı Hak, Fatır Suresi'nde «Ancak Allah'ın kullarından olan alimler Allah' tan korkarlar» buyurmuştur. Peygamberlerden fazla Allah'ı bilen alim ise yoktur.
Ayetlerin zahirinden de bu anlaşılıyor. Meselâ bir ayette «Ancak zarar eden bir kavim Allah'ın mekrinden emin olabilir» bu-yurulmuştur. Allah'ın onlara bu teminatı vermesine gelince, eğer bu teminat onların cennetle müjdelenmesinin zımnında vardır denilirse sahihtir. Çünkü cennetle müjdelenen sahabeler kötü akıbetten korkuyorlardı. Bununla beraber Cenab-ı Hâk'km kendilerine cennet müjdesini verdiğini de biliyorlardı. İşte bundan anlaşılıyor ki müjde ile beraber korku biraraya gelebilir. Korku Al-lih'a güvenmemeyi gerektirmez. Çünkü burada Allah'ın onlara açıkça belirtmediği bir şartın olması da bahis konusu olabilir. Bu da onları denemektir.
Eğer peygamberlere teminat vermekten maksat, «Ben sizi kötü akıbetten emin kıldım» şeklinde agık bir teminat ise bu ihtimalde de korku vardır. Eğer teminattan maksat Cenab-ı Hak'kın onları küfür ve benzerinden masum kılması ise, o zaman melekler de Allah tarafından küfür ve günahtan masum kılınmışlardır. Halbuki onlar aynı zamanda korkarlar da. Bu mesele kelâm ilminin en ince meselelerindendir.
13. ayetteki «Ayetlerimiz onlara geldi» cümlesinden maksat, Hz. Musa'nın ayetleri getirmesidir. Yani burada gelmek, apaçık (zahir) olmaktan mecazdır.
Bu ayetin metnindeki «Mubsiraten» kelimesi ayetlerin hâlidir. Yani apaçık ve vazıhtırlar.
Bazı kıraat alimleri bu kelimeyi «Mubseraten» şeklinde ism-i mekân olarak okumuşlardır. Yani bu ayetler kendilerine bakanların çokça görmelerinin sebebidirler. Ebu Hayyan «Bu kelime mastar bir isim yerine kaim olmuştur» demektedir. [4]
14- Nefisleri (kalpleri) kesinlikle kani olduğu halde zulüm ve büyüklenmeden ötürü mucizelerimizi inkâr ettiler. (Ey Rasû-lünı!) Bak bozgunculuk edenlerin akıbeti nasıl oldu!
15- Andolsun biz Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik de onlar şöyle dediler: «Bizi mümin kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun!»
16- Süleyman (babası) Davud'a varis oldu. Ve :«Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi. Ve bize her şeyden verildi. Kuşkusuz ki bu açık bir fazldır» dedi.
17- Süleyman'a cin, insan ve kuşlardan ordular toplandı ve bu ordular gruplar halinde dağıtıldı.
18- (Süleyman ve orduları) karınca vadisine vardıkları zaman, (karıncaların beyi olan) bir karınca şöyle dedi: «Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu sizi farketmeye-rek kırıp geçmesin.»
19- (Karınca dilini bilen Süleyman) karıncanın bu sözüne gülerek tebessüm etti. Ve şöyle dedi: «Ey Rabbim! Bana ilham et ki hem bana hem de ebeveynime ihsan buyurduğun nimetine şükredeyim ve razı olacağın iyi bir amel yapalım. Beni de rahmetinle salih kullarının arasına kat.»
20- (Süleyman) kuşları teftiş etti ve şöyle dedi: Hüdhüd'ü neden göremiyorum? Yoksa kaybolanlardan mı oldu?»
21- «Kesinlikle ona şiddetli bir azap tatbik edeceğim veya boynunu keseceğim yahut bana (Özrünü gösterecek) açık bir delil getirecek.»
22- (Hüdhüd) çok geçmeden geldi. Ve Süleyman'a: «Senin bilmediğini Öğrendim. Sana Sebe'den dosdoğru bir haber getirdim» dedi. [5]
(14-22) «Nefisleri (kalpleri) kesinlikle kani olduğu...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Hz. Davud, Bakara, Nisa, Maide, En'am, İsra, Enbiya, Nemi, „ Sebe ve Sad surelerinde olmak üzere Kur'an'da 16 defa zikredil-inektedir. Hz. Süleyman ise Bakara, Nisa, En'am, Enbiya, nemi ve Sad surelerinde olmak üzere Kur'an'da 17 defa zikredilmektedir.
15. ayet, ilmin faziletine apaçık bir delildir. Alimlerin şerefini sergileyen bir ayettir. Zira Hz. Süleyman'la Hz. Davud, kendilerine ilim verildiği için şükretmişlerdir. ((Faziletlerinin esasının ilim olduğunu» söylemişlerdir. Bu ayette aynı zamanda alimlere, lütfundan kendilerine ilim verdiği için Cenab-ı Hak'ka hamdet-meleri konusunda teşvik vardır. Tevazu göstermeye ve Allah'ın kullarından, ilim yönünden kendilerinden daha üstün olanların bulunduğuna inanmaya teşvik edilmektedirler.
Nitekim Hz. Ömer minber üzerinde «Mehirlerde pek ileri gitmeyin» dediğinde ihtiyarbir kadın ona şu ayetle itiraz eder: «Eğer onlardan birine bir kantar vermiş olsanız bile...» Hz. Ömer ihtiyar kadının haklı olduğunu görünce şöyle demişti/: «Bütün insanlar Ömer'den daha fakih ve daha bilgindirler.» Hz. Ömer'in bu sözünde kadının kalbini kazanmak ve ictihad kapısını açmakdır.
«Süîeyman Davud'a mirasçı oldu», yani peygamberlik ve krallıkta onun yerine geçti, babasının Ölümünden sonra hem peygamber hem de kral oldu.
Veraset böylece onun eline geçmesinden kinaye olur. Bazıları «Sadece peygamberlikte ona mirasçı oldu» derken, bazıları da «Sadece krallıkta ona mirasçı oldu» demişlerdir, Tabersi'nin rivayetine göre ehli beyt imamlarından gelen bir rivayete göre bu veraset, mal verasetidir. Yani malını ona miras bıraktı demektir.
Fakat bu görüş şu sahih hadisle reddedilmiştir: «Biz peygamberler miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız sadakadır.»
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, sahabe huzurunda bu hadisle delil getirmişlerdir. Sahabiler ise Allah yolunda hiç kimsenin kınamasına kulak aşmazlardı. Buna rağmen hiçbir kimse onlara «Bu hadis değildir» dememiştir. Binaenaleyh bu sahabe icmaı gibi bir şey olmuştur.
Ebu Davud ve Tirmizi, Ebu Derda'dan şöyle rivayet ediyorlar: «Rasûlullah'tan dinledim. Dedi ki: «Alimler kesinlikle peygamberlerin varisleridir. Kesinlikle peygamberler miras olarak dinar ve dirhem bırakmamışlardır. Onlar ancak ilmi miras bırakmışlardır. Kim ilim elde ederse, o bol bir nasib elde etmiştir.»
Muhammed bin Yakub El-Kâfi'de Ebu'l-Buhteri'den, o da Ebu Abdullah Caferi Sadık'tan Ebu Davud'un hadisini aynen zikretmiştir.
«Bize kuşların dili öğretildi» cümlesine gelince, dil ile tefsir ettiğimiz «Mantık» kelimesi, konuşma demektir. Mütearefte insanın kalbinde olanı ifade etmek için kullanılan her lâfza, ister müf-red ister mürekkeb olsun, mantık denilir. Bazen sese mantık denilmiştir.
El-Bahr'da «Bize kuş dili öğretildi» cümlesinin peygamberliğe işaret olduğu kaydedilmiştir. «Her şeyden bize verildi» cümlesi de krallık ve saltanata işarettir. Bu iki cümle mirasın beyanı gibidir.
Mukatil diyor ki: «Her şeyden bize verildi» cümlesinden maksat peygamberlik veya krallıktır. Cinlerin, insan ve şeytanların ve rüzgârların teshiridir.
((Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular toplandı», yani değişik yerlerde bu askerler onun için toplandı. Ordusu bunlardan müteşekkildi. Bu bütün cinlerin, bütün insanların ve kuşların orada toplanmış olmasını gerektirmez. Nitekim Hüdhüd ve Belkıs meselesi de bunun böyle olduğuna delâlet eder.
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre burada hasretmek muharebeye gitmek üzere askerleri toplamaktır. Bu muharebe kendisine karşı gelenlerle yapılacaktı. [6]
Tarihçilerden bazıları «Belkıs, Süleyman'ın krallığının 25. yılında onun itaatine girdi. Hz. Süleyman'ın krallık müddeti 40 se-neydi. Babasının da krallık müddeti kırk seneydi» derler. Zahire bakılırsa ordusunun bu üç sınıfını belli şahıslar toplamaktaydı.
Hz. Süleyman'ın tahtı, rüzgârın o tahtı getirmesi, askerleri ve orduları hakkında birçok hadis rivayet edilmiştir. Alusi bu haoldukça ilginçtir:
sonra şunları söylemektedir ki
«Kur'an'ın ifade buyurduğuna ve sahih haberlerin delâlet ettiğine iman et. Fakat sahih olmayan şeylerin yardımcısı olma. Kıssaciların, tarihçilerin bu husustaki sözlerinin çoğu sahih değildir. Onlarda şeni mübalâğalar vardır. Onlar sadece mümkün işler olduğu için söylenmiştir. Bunlardan Allah'a sığınırız. Tüm bunlar, dinle alay etmek kapısını açmak için söylenmiştir. Bunlann çoğu zındıkların uydurmaları da olabilir. Onlar bu uydurmalarla, insanları dinden nefret ettirme hedefini gütmektedirler.»
«Karınca Vadisi'ne geldikleri saman bir karınca...» cümlesinde geçen Karınca Vadisi'nin Şam'da olduğu söylenir. Katade ve Mukatil'den gelen rivayete göre orada çok karınca bulunmaktadır.
Karıncanın sesini Hz. Süleyman anlamıştı. Bu tıpkı kuşların dilinden anlaması gibidir. «Hz. Süleyman kuşların dilinden başkasına vakıf olmamıştır» şeklindeki itiraz burada geçerli değildir. Zira karıncanın iki kanadının bulunması ve böylece kuşlar cümlesine dahil olması mümkündür. Nitekim İbn Ebi Hatim, Abdur-rezzak, Abd bin Humeyd ve İbn Munzir şöyle rivayet etmişlerdir: «Biz nice karıncalar gördük ki iki kanatları vardı ve uçuyorlardı.»
Zahire bakılırsa «Nemletun» kelimesindeki «Ta» te'nis için değil, vahdet içindir. Fiil (kalet) zahire riayet için müennes getirilmiştir. Binaenaleyh burada karıncanın dişi olduğuna dair herhangi bir delil yoktur.
Hz. Süleyman'ın, karıncanın sözüne tebessüm etmesi onun halinin ve ordusunun takva ve şefkat bakımından durumunun güzelliğinin karıncaya ilham edilmiş olmasından ileri geliyor. Ayrıca bir beşer, için fısıltı sayılabilecek bir sesi işitmesine ve o sesin fiit-sahibi olan karıncanın maksadını anlamasına Allah'ın kendisini muvaffak ettiğinden dolayı bunu söylemektedir.
19. ayetin metninde «Tebesseme» fiili ile «Dahiken» kelimesi geçmektedir. Bazılarına göre bu ikisi de aynı mânâyı (gülümseme) ifade ederler. İbn Hacer «Tebessüm, dahkın (gülmenin) başlangıcıdır. Sessiz olur» diyor. Türkçe'de «sırıtmak» şeklinde tabir edilir. Dank ise yüzün tamamen yayılması, sevinçten ötürü dilin gizli bir sesle beraber görülmesi demektir. Haddi aşan bu gülmeye de «Nahka» denilmektedir. «Tebessüm ile dahk aynı mânâyı ifade eder» diyenler peygamberlerin dahkı tebessüm olduğundan ötürü böyle söylemişlerdir.
Ayetin işaret ettiğine göre karıncanın sözü Hz. Süleyman'a o kadar tesir etti ki tebessüm hududunu aşarak sesli gülmeye başladı.
«Yarab! Lütfettiğin nimete şükretmemi bana ilham eyle» şek-lindeki cümleyi İbn Abbas şöyle yorumlamıştır: «Beni şükredecek şekle sok.»
İbn Zeyd ibareyi «Beni teşvik et», Ebu Ubeyde «Beni bu işe adeta aşık olmuş şekle sok» şeklinde yorumlamışlardır. Zeccac'a göre «Bana ilham et» demektir. Bu fiilin lügat mânâsı, beni senden uzaklaştıran şeylerden beni alıkoy demektir.
Et-Tayyibî «Bu ayet kinayi telbihiye kabilindendir. Çünkü Hz. Süleyman burada nimetin küframna götürecek şeylerden nefsinin alıkonulmasını taleb etmektedir» demiştir.
Nimetin Cenab ı Hak'ka raci olan zamire izafesi istiğrak içindir. Yani senin bütün nimetlerine şükredeyim.
«Beni rahmetinle bu salih kullarının içine sok» cümlesinden
maksat, «Cennet ehli kıl» demektir. Hz. Süleyman burada salih amelin devamı üzerine, cennete girmenin de devamı talebinde bulunmuştur. Çünkü salih amel bizzat insanı cennete götürmez.
«Süleyman kuştan teftiş etti..,», yani Hz. Süleyman kuşlardan hangisinin mevcut olduğunu hangisinin olmadığını bilmek için onları teftiş etti.
«Ona çetin bir azap edeceğim» cümlesinden maksat, tüylerini yolmaktır. Bu rivayet İbn Abbas, Mücahid ve îbn Cüreyc'den gelmiştir.
Yezid bin Ruman «İki kanadının tüylerini yolmak suretiyle ona azab edeceğini söylemek istedi» diyor.
«Veya onu keseceğim. Veyahut da bana açık bir delil getirecektir» sözlerine gelince, bu hitabın mahalli şudur: Yemin ederim, bunlardan biri olacaktır. Eğer apaçık bir delil getirirse ne azap vardır, ne de kesmek. Eğer bunlardan birisi yoksa o vakit bu azaplardan birisini tatbik edeceğim!
«Ev» (veya) edatı iki yerde de terdid içindir. Bazıları «Birincide tahyir. (azap ile kesmek arasında muhayyer kılmak) ikincide ise terdid içindir» demişlerdir. Yani ya açık bir delil getirecek veya iki azaptan biri tatbik edilecektir.
«Çok geçmeden Hüdhüd geldi» cümlesi hakkında şunlar söylenmektedir: Bizim mânâ verdiğimiz gibi «Mekese» fiilinin faili HÜdhüd'e racidir. O vakit «Baidn kelimesi de zamanın sıfatı olur. Bu kelâm mukadder bir sualin cevabıdır. Sanki şöyle sorulmaktadır: «Acaba Hz. Süleyman'ın tehdidinden sonra onun kaybı ne kadar devam etti?» Cevap olarak: «Uzak bir zaman durmadı, geldi» denilmiştir. Kuşun kaybolduğu zaman için «Uzak değildir» denilmiştir. Bu, kuşun, Hz. Süleyman'ın korkusundan süratle gelmiş olduğu anlamındadır.
Bazıları «Mekese fiilinin zamiri Hz. Süleyman'a racidir» demiş-lerse de bu zayıf bir yorumdur. Bazıları da «Baid» kelimesinin, mekânın sıfatı olduğunu söylemişlerdir: Yani Hüdhüd, Hz. Süleyman'dan uzak olmayan bir mekânda bulunuyordu. Fakat zamana sıfat olması daha uygundur. [7]
İkrime der ki:
«Hüdhüd'ün Hz, Süleyman tarafından affedilmesinin nedeni, onun anne ve babasına çok iyi davranmasıdır. Onlara yemek getiriyor, yaşlı olmalarına rağmen onları besliyordu. Sonra Hz. Süleyman'a şunları söyledi: «Senin görmediğin bir şeyi gördüm (yani ilim ve marifet hususunda senin görmediğini gördüm).» Bu söz Hz. Süleyman'ın, özrüne iyice kulak vermesi için söylenmişti. Onun kalbini kazanmak için söylenmişti. Zira nefis garip şeyleri getiren Özürleri daha makbul sayar.
«Sana Sebe'den gerçek bir haber getirdim» sözünden maksat, daha önceki cümleyi tefsir etmektir. Zira «Nebe» çok Önemli haber demektir.
Zemahşeri «Cenab-ı Hak Hüdhüd mahlûkuna bu kelâmla Hz. Süleyman'a karşılık vermesini ilham etti. Halbuki Hz. Süleyman' da peygamberlik fazileti, hikmet, tüm İlimler, birçok malûmatın teati edilmesi gibi özellikler bahis konusuydu. Bu, Hz. Süleyman'ı ilminde denemek ve mahlûkatm en zayıfında bile kendisinin ilmen kapsamadığım kapsayanların bulunduğunu göstermek içindir. Böylece Hz. Süleyman'ın nefsini veya ilmini kendisine küçük
göstermiş olacaktı. Bu da nefsini beğenmek felaketinden kurtul-ması için ilâhi lütuftur. Nefsini beğenmek alimlerin fitnesidin, demektedir.
Ayetin metnindeki «Sebein» kelimesi, insanlardan bir kabilenin adıdır. Ataları Sebe bin Yeşce bin Ya'reb bin Kahtan'ın adını almıştır. [8]
23- «Kuşkusuz ki ben bir kadın gördüm. Onlara hükümdarlık ediyor. Ona her şeyden verilmiş. Ve onun büyük bir tahtı var.»
24- «Onu ve kavmini, Allah'ın dışında güneşe secde ederken buldum. Şeytan onlara amellerini süslü göstermiştir. Dolayısıyla kendilerini hak yoldan saptırmıştır. Bir türlü doğru yola hidayet ulunamıyorlar.»
25- «Göklerde ve yerde saklı bulunanı ortaya çıkaran ve gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilmekte olan Allah'a secde etmeleri gerekmez miydi?»
26- «Allah o zattır ki ondan başka mabud yoktur ve büyük arşın da sahibidir.»
27- (Süleyman) şöyle dedi: «Bakacağız, söylediğin doğru mu yoksa yalancılardan mısın?»
28- «Bu mektubumu götür de onlara bırak. Sonra yanlarından çekil ve bak bakalım hangi neticeye varacaklar.»
29- (Sebe kraliçesi Belkıs, kavmine) «Ey seçkin topluluk! Bana kerim (önemli) bir mektup bırakıldı.»
30- (O mektup şöyle başlıyor): «Bu (mektup) Süleyman'dandır ve Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla (başlamakta)-dır.
31- (Ey Sebe'liler!) Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana müslüman olarak gelin.»
32- (Belkıs) «Ey önde gelenler! Bu işim hakkında bana bir fikir verin. Ben sizin görüşünüzü almadan hiçbir iş yapmış değilim.»
33- Kavminin ileri gelenleri) şöyle dediler: «Biz kuvvet sahibiyiz ve cesur savaşçılarız. Bununla beraber emir sana aittir. Artık bak, ne emredeceksin?»
34- (Belkıs şöyle) dedi: «Doğrusu hükümdarlar bir memlekete girdiklerinde orasını perişan ederler ve halkının şerefli kimselerini zelil kılarlar. İşte (bunlar da) böyle yaparlar.»
35- «Ben onlara bir hediye göndereyim de bakalım elçiler ne ile dönecekler.» [9]
(23-35) «Kuşkusuz ki ben...»Bu Ayetlerin Tefsiri
«Kuşkusuz ki ben bir kadın gördüm. Onlara hükümdarlık ediyor» ayetindeki «kadın» Belkıs (veya Bulkıs) binti Şerahil bin Malik bin Reyyan'dır. Bu kadın Ya'reb bin Kâhtan'm neslinden gelir. Bazıları Tubba'nın neslinden olduğunu söylemişlerdir.
İbn Asakir, Hasan Basri'den şöyle rivayet ediyor: «Kadının asıl ismi Leyla'dır.» Fakat bu rivayet meşhura zıttır. Bazıları «Babasının ismi Şerh bin Hedait'tir» demişlerse de, bu da zayıftır. Rivayete göre kadının babası Yemen Kralı'ydı. Ve onlarda krallık 40 atadan beri devam ediyordu. Onun Belkıs'tan başka evlâdı yoktu. Babasından sonra krallık Belkıs'a geçti ve millet Belkıs'ın krallığını kabul etti.
Hazin tefsirinde anlatılıyor ki «Belkıs'ın babası Şerahil, etraftaki krallara «Hiçbiriniz bana denk değilsiniz, babama da denk değilsiniz. Bu yüzden ben sizin kızlarınızla evlenemem» demiş. Sonunda cinlerden bir kız istemiş. Onlar da ona bu kızı vermişlerdir. Kızın ismi Reyhane bin Seken'dir.» Bu minval üzere birçok rivayetler gelmiştir. Fakat bunların
çoğu îsrailiyat'tır. Cinlerle insanların evlenip evlenmeyeceği meselesi Şafii'ler, Hanefiler ve Malikiler arasında ihtilaflı bir konudur. Belkıs'in annesinin cinnl olduğuna dair ne Kur'an'da ne de hadiste herhangi bir şey varid olmamıştır. Bu husustaki hikâyeler hurafelerden ibarettir. [10]
İbn Nuceym, «El-Eşbah Ve'n-Nezair» adlı eserinde der ki: «Ebu Osman Sair bin Davud rivayet ediyor: Yemen ehlinden bir kavim İmam Malik'e cinlerin nikâh edilip edilmeyeceği meselesi hakkında bir mektup yazdılar ve dediler ki: «Burada cinlerden bir kişi vardır. O bir kadınla evlenmek istiyor.» İmam Malik ise şöyle cevap vermiştir: «Bu evlenmenin din bakımından herhangi bir tehlikesini görmüyorum. Fakat böyle bir şeyi kötü görüyorum. Acaba bir kadın hamile olup, bir çocuk doğurursa, kendisine «Sen hamilesin veya çocuğun oldu, kocan kimdir?» denilirse ve o da «kocam cinlerdendir» derse bu husustaki hüküm ne olacaktır? Böylece İslâm'da fesad yayılır.» Bu kerahet görüşünü reddedenlerden dolayı umulur ki bu cevap İmam Malik'ten sabit olmamıştır.»
Ayet bir kadının kral olmasının caiz olduğuna delâlet etmez. Kâfir bir kavmin ameline bakarak müslümanlar için böyle konularda herhangi bir delil yoktur. Sahih-i Buhari'de İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber'e İranlılar'in, Kisra'nm kızını kral tayin ettikleri haberi gelince «Emirlerine bir kadın ta' yin edilen bir kavim felah bulmaz» demiştir.
Muhammed bin Cerir'in, bir kadının kadı olmasını caiz gördüğü şeklindeki rivayet sahih değildir. İbn Nuceym: «Hadleri ve kısasları tatbik etmenin dışında sahih olsa dahi kadının kadı olması uygun değildir» demiştir.
îbn Abbas, İbn Cerir ve İbn'ul-Munzir'in kendisinden rivayet ettiklerine göre arş'ı azimden maksadın altından yapılmış, ayaklan cevherden, incilerden ve sanatı ince ve kıymeti çok yüksek bir taht olduğunu söylemiştir.
Ayetin zahirine bakılırsa arştan maksat, krallık tahtıdır. Ebu Müslim «Arştan maksat krallıktır, hakimiyettir» demiştir. Fakat Ebu Müslim'in bu zorlama teviline ihtiyaç yoktur.
Hüdhüd'ün Hz. Süleyman'ın o dehşetli idaresini görmesine rağmen Belkıs için «O, büyük bir arşa sahiptir» demesi, ya Bel-kıs'm haline göre büyüktür demektir veya Belkıs'ın benzerleri olan site devletlerinin başında bulunan kralların tahtlarına göre böyledir. Veya bunun Süleyman'ın arşına nisbeten de böyle olması mümkündür. Çünkü her ne kadar Hz. Süleyman'ın krallığı omınkinden daha büyükse de, Hz. Süleyman'ın böyle bir tahtı yoktur. Zira küçük krallıklarda bazı şeyler olur ki büyüklerde bulunmaz. Oysa onların hepsi onun emrindedir.
Hulâsa Hüdhüd, «Büyük bir taht» tabirini Hz. Süleyman'ı tergib etmek, konuşmasına kulak vermesini temin etmek için söylemiştir. Bunun için de «Ben onu da gördüm. Kavmi Allah'ı bırakarak güneşe tapmaktaydı» demiştir. Yani «Allah'a ibadeti mütecaviz bir kavimdir, kendilerine harp aç.»
Hasan Basri «Onlar Mecusiydi, ateşe taparlardı» der. Bazıları da «Onlar zındıktı» demiştir.
25. ayetin metindeki «el-Heb'e» kelimesi örtülmüş, düzeltü-miş şey demektir. Yani yerlerde ve göklerde ne kadar gizli şey varsa Cenab-ı Hak hepsini bilir.
Bazıları «Heb kelimesi burada yağmur ve bitkiler demektir» demiştir. Bu görüş İbn Zeyd'den gelmiştir. İbn Ebi Hatim, Said bin Museyyib'den bu kelimenin su olduğunu rivayet etmektedir.
Fakat en güzeli onu genelleştirmektir. Nitekim cemaa bu durumu İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
«O sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilmektedir», yani Cenab-ı Hak insanlık âleminde gizli olan her şeyi ortaya çıkaracaktır. Nitekim büyük âlemdeki gizlilikleri ortaya çıkardığı gibi.
«Süleyman: Bakacağız doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mısın? dedi» ayeti hakkında şunlar söylenmiştir: «Nenzy.rn fiili düşünce mânâsındaki «nazar»ûsnı gelmektedir. Başındaki «sin» ise tekid ifade ediyor. Yani tecrübeyle, kesinlikle senin doğrular, dan veya yalancılardan olduğunu bileceğiz.
«Bu mektubumu götür» cümlesi, delâlet eder ki imam, davayı tebliğ etmek ve onları İslâm'a davet etmek için müşriklere mektup gönderebilir. Allah Rasûlü, Kisra'ya, Kayser'e ve bunların dışında kalan Arap müşriklerinin krallarına mektuplar göndermiş, kendilerini dine davet etmiştir.
«Mektubu onlara attıktan sonra biraz çekil ve bak: Neye başvuruyorlar?» cümlesi kralların huzurunda edebin ne olacağını talim etmektedir. Nitekim bu durum Vehb bin Münebbih'ten rivayet edilmiştir.
28. ayetteki «Fenzur» fiiliyle 27. ayetteki «nenzur» fiili aynı kökten gelirler. Daha önce söylediğimiz gibi ya düşünmek veya beklemek mânâsını taşırlar. Çünkü n-z-r maddesi Kur'an'da bek-lemek mânâsını da ifade etmiştir: «Bize bakın ve bekleyin ki sizin nurunuzdan bir şeyler alalım» ayetinde olduğu gibi. Fakat teemmül (düşünce) mânâsında olması daha evlâdır. Yani düşün ve onların birbirlerine karşı söyledikleri sözlerin ne olduğunu anla.Bu ayet açıkça gösteriyor ki Cenab-ı Hak, Hüdhüd'e bir kuvvet vermiştir ve onunla dinlediklerini anlamaktadır.
«Mektubu onlara at» dedi. Çünkü mektup Hüdhüd tarafından başka bir şekilde verilemezdi. Zamirin çoğul getirilmesi şundandır: Mektubun içindekiler sadece Belkıs'a değil bütün bir kavme tebliğ edilmelidir. Ve onların tebliğden sonraki durumlarının keşfedilmesi lâzımdır.
Hüdhüd, Hz. Süleyman'ın mektubunu götürüp yanlarına attıktan ve Süleyman'ın emrine binaen kendilerinden biraz uzaklaştıktan sonra, Belkıse kavmine, «Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektub bırakıldı» dedi. Rivayete göre Hz. Süleyman mektubu yazarak misk ile mühürledi ve Hüdhüd'e verdi. Hüdhüd de mektubu götürdü, sarayında uykuda olan BeUus'm yanına bıraktı. Belkıs uyuduğu zaman bütün kapıların anahtarlarını başının altına koyuyordu. Hüdhüd pencereden girdi. Mektubu tam göğsünün üstüne attı. [11]
Hz. Süleyman'ı Belkıs'a bu tür bir mektup yazmaya iten sebep Hüdhüd'ün «Her şeyden ona verilmiştir» cümlesidir. Mektuba «Kerim» vasfı verilmiştir. Çünkü mühürlüydü. Hadis-i şerifte «Mektubun keremi mührüdür» Duyurulmaktadır. Edeb'ul-Kâtib'in şerhinde «Mektubu mühürlediği zaman, kişi: Bu kerim bir mektuptur, der» denilmektedir.
İbn Mukanna «Kim kardeşine bir mektup yazar ve onu mü-hürlemezse, o kendisine mektup yazılanı hafife almış olur» demiştir.
İbn Abbas, Katade. Zuheyr bin Muhammed «Kerim burada mühürlenmiş demektir» demişlerdir. Bu ayetten mektupların mühürlenmesinin müstehap olduğu hükmü çıkmaktadır.
«O, Süleyman'dandır. O Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıy-ladır» cümlesi, Hz. Süleyman'ın isminin Allah'ın isminden önce zikredilmesine delâlet etmez. Belkıs bu mektubun Süleyman'dan geldiğini, mektupta zikredilen isimden anlamıştır.
İbn Ebi Hatim, Yezid bin Numan'dan şunu rivayet ediyor:
«Hz. Süleyman şöyle yazdı: «Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bu mektup Davud oğlu Süleyman'dan Zişehr'in kim Belkıs ile kavminedir. Bana karşı büyüklük taslamayın. Ve bana teslim olarak gelin.» Belkıs mektubun Hz. Süleyman'dan geldiğini mektubun arkasına (yani zarfına) yazılan isimden anlamıştır. Mektubun içi ise besmele ile başlıyordu.
Ayetin zahiri besmelenin hususiyetlerinden olmadığına delâlet eder. Bazıları «Besmele hususiyetlerindendir. Fakat Arapça lafzıyla ve özel tertibiyle» demişlerdir. Hz. Süleyman'ın mektubundaki besmele Arapça lafzıyla değildir. Bizim için Arapça'ya tercüme edilmiştir demişlerse de bu, uzak bir tevil değildir.
«Bana müslüman olduğunuz halde gelin» ayetindeki İslâm'dan maksat imandır. Yani iman ederek bana gelin demektir. Bazıları «İtaat etmektir» demişlerdir. Yani teslim olarak, itaat ederek bana gelin!
Eğer «îslâm»dan maksat iman ise bu, peygamberlik daveti olur. İkinci yoruma göre ise davet krallık içindir. Fakat Hz. Süleyman'ın sanma yakışanı, birincisidir.
Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki mektubta Cenab-ı Hak'kın burada kıssa ettiğinden başka bir şey yoktur. Bu, Mücahid'den gelen rivayetlerden birisidir.
32. ayet mühim emirlerde fikirler almanın, istişarede bulun-manın müstehab olduğuna delâlet eder. «Biz kuvvet sahibiyiz» cümlesinden maksat, sayı bakımından kuvvetliyiz demektir. «Şiddetli be'se sahibiyiz» ifadesinin mânâsı, şiddetli bir kahramanlığa, şiddetli bir tecrübeye sahibiz demektir.
Alusi, Belkıs'ın Hz. Süleyman'a gönderdiği hediyelerle ilgili olarak birçok İsrailiyat naklettikten sonra şöyle diyor: «Bunlar, doğrusu yalan olanından ayırdedilemeyecek haberlerdir. Bir kısmının yalan olduğuna kalbim meyletmektedir. Fakat Allah daha iyi bilir.»
İbn Abbas, «Belkıs, kavmine: O (Hz. Süleyman) hediyeyi kabul ederse kraldır, kendisiyle savaşırız. Eğer kabul etmezse peygamberdir, o zaman kendisine tâbi oluruz, dedi» eliyor.
İbn Kesir «Seleften olan müfessirlerin çoğu Belkıs'ın Hz. Süleyman'a büyük bir hediye gönderdiğini, bu hediyenin altın, mücevherat, inci ve başka kıymetli taşları kapsadığını söylemiştim diyor. [12]
36- (Elçi) Süleyman'a vardığı zaman (Süleyman ona hitaben) şöyle dedi: «Siz bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana vermekte olduğu size verdiğinden daha hayırlıdır. Bilâkis siz hediyenizle sevinebilirsiniz.»
37- «(Ey elçi!) Sen onlara dön (ve söyle): Biz onlara öyle ordularla geliriz ki o ordulara asla karşı koyamazlar. Ve andol-sun biz onları oradan (Sebe'den) hor oldukları halde zelillik içinde çıkarırız.»
38- (Süleyman, kavminin ileri gelenlerine dönerek) şöyle dedi: «Ey kavmimin ileri gelenleri! Onlar (Sebepliler) bana müs-lüman olarak gelmezden önce (Belkıs'ın) tahtım hanginiz bana getirebilir?»
39- Cinlerden bir ifrit (kuvvetli kişi); «Yerinden kalkmazdan önce ben onu sana getiririm. Kesinlikle bu işi yapmaya gücüm yeter ve ben güvenilir bir kimseyim» dedi.
40- Katında o kitaptan bir ilim olan kimse dedi ki: «Sen gözünü kırpmadan önce ben onu sana getiririm.» Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce, «Bu, Rabbimin fazlındandır. Beni imtihan etmek istiyor. Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü yapacağım? Kim şükrederse ancak kendi için şükreder. Kim de nankörlük ederse muhakkak ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir. O kerem sahibi olandır,» dedi.
41- (Süleyman): «Onun tahtını tanınmaz hale getirin. Bakalım tanıyacak mı? Yoksa tanımayanlardan mı olacak?» dedi.
42- Bel kıs geldiği zaman ona soruldu: «Böyle miydi şenin tahtın?» (O da cevap olarak) dedi ki: «Sanki O'dur. Bununla beraber bize daha önce (taht mucizesinden Önce) ilim verildi ve müslüman olduk.»
43- Belkıs'ın Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (haktan) uzaklaştırın işti. Muhakkak ki o kâfir olan bir kavimden idi.
44- Ona (Belkıs'a) «Saraya gir!» denildi. (Belkıs onu görünce) derin bir su zannetti ve (elbiselerini kaldırarak) bacaklarını sıvadı. (Süleyman:) «Ey Belkıs! O camdan yapılmış şeffaf bir saraydır» dedi. (Bunun üzerine Belkıs Allah'a) şöyle yakardı: «Ey Rabbim! Gerçekten ben nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'ın beraberliğinde âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.» [13]
(36-44) «(Elçi) Süleyman'a vardığı zaman...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Kur'an'm zahirine bakılırsa Hz. Süleyman onların getirdiği hediyelere bakmamıştır, önem de vermemiştir. Ve onlara:
«Sizi şirkiniz ve kralhğtmz üzere bırakmamı bu malla mı elde etmek istiyorsunuz? Oysa Allah'ın bana verdiği mal, mülk ve asker sizin sahip olduklarınızdan daha hayırlıdır. Siz hediyenizle sevinirsiniz, yani hediyelerle gönülleri alan sizlersiniz. Bense sizden ancak İslâm veya kılıcı kabul ederim» demiştir.
Elçiler Belkıs'a döndüklerinde hediyelerinin geri gönderildiğini gördü. Elçiler Hz. Süleyman'dan dinlediklerini kendisine nakledince, maiyetiyle beraber Hz. Süleyman'ı tazim ederek yola çıktı. Niyeti, dinde Hz. Süleyman'a tâbi olmaktı. Hz. Süleyman onların geldiklerini haber alınca sevindi. «Ey ileri gelenler! Onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahünı bana getirebilir?» dedi.
Katade diyor ki: «Hz. Süleyman'a Belkıs'm geldiği haber verildi. Daha önce Belkıs'm tahtından kendisine bahsedilmişti ve bu hoşuna gitmişti. Taht altından yapılmıştı, ayakları inci ve cevherlerle süslenmişti. Örtüleri dibace ve ipekli kumaştandı. Üzerinde dokuz adet kilit noktası vardı. Onlar müslünıan olduktan sonra bu tahtı almak Hz. Süleyman'ın hoşuna gitmezdi. Biliyordu ki on-lar müslüman olurlarsa mallan kendisine haram olurdu. Bunun üzerine «onlar müslüman olarak gelmezden Önce onun tahtım bana kim getirebilir?» dedi. [14]
Cinlerden bir ifrit, Hz. Süleyman'a: «Sen yerinden kalkmazdan önce onu getiririm» dedi. Yani «Meclisinden ayrılmazdan Önce getiririm.» (Bu görüş İbn Abbas'a aittir). Mücahid, «Oturduğun yerden kalkmazdan önce demektir» diyor.
Hz. Süleyman: «Bundan daha acele getiren var mıdır?» dedi. O zaman kitaptan bir ilme sahip olan zat: «Sen gözünü açıp yummadan önce onu sana getirebilirim» dedi. Hz. Süleyman tahtı yanında yerleşmiş görünce: «Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de Rabbinin çok kerem sahibi olduğunu bilsin}} dedi.
İbn Abbas, «Bu zat, Hz. Süleyman'ın kâtibi Asaf bin Barhi-ya'dır» diyor. Muhammed bin İshak da bunu Yezid bin Ruman' dan bu şekilde rivayet etmiştir. Bu zat sıddık bir kimseydi, ism-i azamı biliyordu. Katade «Bu zat insanlardan mümin bir kişiydi ve ismi Asaf ti}} diyor. Ebu Salih ve Dahhak «Bu kişi insanlardandı» diyor. Katade ise «Bu zat İsrailoğulları'ndandı» şeklinde fazladan bir kayıt getirmektedir.
«Senin gözün sana dönüş yapmazdan Önce onu sana getiririm» cümlesi hakkında «Gözünü kaldır, bak. Gözünün yetiştiği noktaya kadar» şeklinde bir yorum getirilmiştir. Senin gözün o noktadan sana dönüş yapmazdan önce, yani gözün kapanmazdan önce onu hazır bulacaksın.
Hulâsa bu cümle kerametin mevcudiyetini ispatlayan bir cümledir. Belkıs gelmezden önce Hz. Süleyman tahtın değiştirilmesini Belkıs'ı denemek için emretti.
îbn Abbas «Onun taşlan ve koltuklan çıkarıldı» diyor. Müca-hid «Onun kırmızı kısımları sanyla, sarıya boyalı kısmî ise kırmızıyla değiştirildi. Yeşil renkler kırmızıyla boyandı» diyor. Yani tahtın durumunu tamamen değiştirdiler.
Belkıs geldiğinde taht kendisine gösterildi. Fakat Belkıs'da sebat ve akıl olduğu için tahtın kendisinin olduğunu söylemedi. Çünkü mesafe çok uzaktı. Yemen nerede Kudüs neredeydi. Tahtın gayrisi olduğunu da söylemedi. Çünkü onun birtakım eserlerini ve vasıflarını gördü. «Sanki o odur» dedi. Yani, bu taht ona benzemekte veya aralarında benzerlikler var! İşte bu, zekâ ve tedbirin en son noktasıdır.
«Ona köşke gir dendi» cümlesi hakkında şunlar söylenmiştir: Hz. Süleyman şeytanlara Belkıs için camdan büyük bir saray bina etmelerini istedi. O camların altından su akıyordu. Durumu bilmeyen bir kimse suya girdiğini sanırdı. Fakat cam su ile insanlar arasında bir perdeydi. Belkıs'm saraya girerken paçasını sıvaması üe ilgili olarak birçok rivayetler nakledilmiştir. Ancak İbn Kesir bu tür rivayetleri şiddetle reddetmiştir. [15]
Ayetin metnindeki «sarh» kelimesi yüksek bina, köşk, saray demektir. Bu aynı zamanda binası yüksek olan ve Yemen'de bu-"uuan bir sarayın da ismidir. «Mumerred» kelimösi sağlamca bi-ixa edilmiş ve kaygan demektir. «Kavarir» ise cam, sırça demektir.
Yani Hz. Süleyman büyük ve yüce olan ve camdan yapılan bir saray inşa ettirdi. Amacı saltanatının azametini kraliçeye göstermekti. Onu elde etmekti. O Allah'ın Hz. Süleyman'a verdiklerini görünce Hz. Süleyman hakkındaki basireti açıldı. Allah'ın emrine itaat etti. Onun peygamber ve aynı zamanda büyük bir kral olduğunu bildi ve müslüman oldu. [16]
Vehb'den şöyle rivayet ediliyor:
«İddia ettiklerine göre Belkıs müslüman olduğu zaman Hz. Süleyman kendisine, «Kavmimden bir kişiyi seç, seni onunla evlendireyim» dedi. Belkıs: «Ey Allah'ın Peygamberi! Benim gibi bir kraliçe başka erkeklerle evlenir mi? Halbuki benim kavmimde krallık ve saltanat babadan ve atadan devam edip gelmektedir» dedi. Hz. Süleyman, «Evet, İslâm'da ancak bu olur (yani kadın evlenir). Allah'ın senin için helâl kıldığım sen haram etme yetkisine sahip değilsin» dedi. Belkıs: «Bu mutlaka zaruri ise beni Hemedan kralı Zitaba ile nikâhla» dedi. Hz. Süleyman da Belkıs'ı Zitaba ile nikahladı.
Sonra onu Yemen'e gönderdi. Kocası Zitaba'nın mülkünü de kraliyetine dahil etti. Hz. Süleyman Zubaa isimli Yemen cinlerinin reisini çağırdı. Kendisine: «Zitaba seni hangi konularda kullanırsa onun için çalış» dedi. Zitaba Yemen'de kraldı ve Zubaa da onun için çalışıyordu. Ta ki Hz. Süleyman vefat edinceye kadar. Bir yıl geçtikten sonra cinler Hz. Süleyman'ın öldüğünü anladı. Sonra onlardan bir kişi Tihame'ye gitti. Yemen'in tam ortasında en yüksek sesle: «Ey cinler! Kral Süleyman vefat etti. Ellerinizi artık hizmetçilikten çekin» dedi. Bütün cinler ellerini hizmetçilikten çektiler. Böylece Zitaba'nin ve Belkis'ın krallıktan Hz. Süleyman'ın krallığının sona ermesiyle beraber sona erdi.
Bir kişi Abdullah bin TJkbe'den: «Acaba Hz. Süleyman, Bel-kts'la evlendi mi?» diye sordu. O da, «Belkîs'tn emri şu oldu: «Ben, Süleyman'la beraber alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum» dedi.
Yani biz bu noktaya kadar biliyoruz. Ondan ötesini bilmiyoruz. O Kur'an da evlendiklerini açıkça bildirmemektedir. Bu se-beble ben bir şey diyemem demek istemiştir.
Meşhur rivayete göre Hz. Süleyman, Belkıs'la evlenmiştir. Rivayet ehlinden bir cemaat ta bu kanaattedir.
Bu kıssa ile ilgili nice haberler vardır ki onların doğrusunu Allah bilir. Kıssa, nefsi bakımından acaip bir kıssadır. Adete uymayan ve harikulade olan birçok şeyleri içermektedir. Öyle ki akü ilk bakışta bunları muhal zanneder. Fakat esasmda gerçektirler ve hakikattirler. Garip sayılan haberlerden biri de aralarındaki mesafenin azlığına rağmen Hz. Süleyman'a Belkıs'm durumunun uzun seneler gizli kalmış olmasıdır. Halbuki Allah Teâlâ'nın cinler, şeytanlar, kuşlar ve rüzgârdan Hz. Süleyman'a musahhar kıldıkları vardır. Belki de Cenab-ı Hak'kın burada gizli bir sun vardır. Bu mesele Hz. Yusuf'un kuyuda olduğu halde durumunun Hz. Yakub'a gizli kalması olayından daha gariptir. [17]
45- Andolsun biz Semud kavmine kardeşleri Salih'i «Allah'a ibadet edin» desin diye gönderdik. Bir de ne görsün, onlar çatışır iki gruba ayrılmışlar!
46- (Salih:) «Ey kavmim! Niçin iyilikten önce acilen kötülük istiyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Umulur ki merhamet olursunuz.»
47- Onlar: «(Ey Salih!) Biz senin ve senin beraberinde olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. (Salih) onlara: «Uğursuzluğunuz Allah tarafındandır. Doğrusu siz imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
48- (Hicr adlı) şehirde dokuz kişi vardı. Onlar yeryüzünde fesad çıkarıyorlar, iyiliğe yanaşmıyorlardı.
49- Onlar aralarında Allah'a and içerek şöyle dediler: «Salih'e ve ailesine muhakkak bir gece baskın yapalım. (Onların öldürelim). Sonra da onun velisine (akraba ve mirasçısına) ailesinin yok edilişinde bulunmadığımızı ve doğru söylediğimizi bildirelim.»
50- Onlar (böyle bir) hile (düzen) kurdular. Biz de onların haberi olmadan (hilelerinin cezası olarak) onlara bir düzen kurduk.
51- Hilelerinin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onları ve milletlerini, hepsini yerle bir ettik,
52- İşte evleri yaptıkları zulümlerden dolayı boş kaldı. Kesinlikle bu hadisede bilen bir kavim için bir ayet (ibret) vardır.
53- İnanıp Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.
54- Lut'u da gönderdik, (atırlat o zamanı) ki o kavmine demişti ki: «(Rezil olduğunu kendiniz de) gördüğünüz (anladığınız) halde bu ahlâksızlıktan hâlâ vazgeçmiyor musunuz?»
55- «Şehvetten azmış bir halde kadınlara değil de erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Gerçekten siz cahil insanlarsınız.» [18]
(45-55) «Andolsun biz Semud kavmine...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Cenab-ı Hak 45. ayete, yemin ile giriş yapmaktadır. Bu, gelecek hükmün şanının yüceliğine işaret etmek içindir. Hz. Salih' in kavmi iki gruba ayrıldı. Bir grub kendisine iman etti, bir grub da iman etmedi. Aralarında çekişmeler oluyordu. Ayetin metnindeki «Hum» zamiri Semud kelimesine racidir. Zira bü kelime kabile .mânasını ifade eder.
Ayetin metnindeki «Seyyie» insanın hoşuna gitmeyen ceza, «Hasene» ise tevbe demektir. Yani Hz. Salih onlara «Sis niçin tev-beyi azabın ineceği ana kadar geciktiriyorsunuz?-» demişti.
Zira o cahiller şöyle derlerdi": «Eğer Hz. Salih'in vaadettiği azap gelirse, biz o azap gelmezden önce tevbe ederiz. Aksi takdirde (yani azap gelmezse) zaten biz kendi dinimize, adet ve örflerimize devam ederiz.»
«Azap inmezden önce niçin Allah'tan af talebinde bulunmuyorsunuz? Umulur ki rahmete kavuşmuş olursunuz». Yani Allah' tan kesinlikle af talebinde bulunursanız o sizi rahmetine mazhar kılacaktır. Zira Cenab-ı Hak, azap gönderdiği zaman artık tevbe-yi kabul etmez.
Hz. Salih burada onlara tahmin ettikleri ve bu husustaki cehaletlerine uygun konuşmuş ve «O zamanki tevbeniz artık fâsid-dir» demiştir.
Bazı müfessirlere göre Seyyie'den maksat, onlann Hz. Salih'i yalanlamaları, getirdiklerine iman etmemeleridir. Hasene'den maksat da onu tasdik etmeleri ve ona iman etmeleridir. Yani Hz. Salih süratle kendisini yalanlamaya, getirdiklerini inkâra koştuklarından dolayı onları kınamış ve tevbe etmeye, imana gelmelerine teşvik etmişti.
«Siz imtihana çekilen bir kavimsiniz», yani sıkıntının arkasından genişlik verilmek suretiyle denenmiş bîr kavimsiniz. Veya azaba duçar olmuş bir kavimsiniz. Ya da şeytan, vesveseleriy-le size uğursuzluk vermek suretiyle sizi fitnelendirir.
Ayetin metnindeki El-Medine'den maksat, Semud kavminin kasabasıdır. Adı, başka bir ayette, Hicr olarak geçmektedir. [19]
«Raht» kelimesi ismi cemdir. On kişiden aşağı olan bir gruba denir. Keşşaf «Üç kişiden veya yediden on kişiye kadar olan gruba raht denilir» diyor. Bazıları «Kırk kişiye kadar olan gruba raht denilir» demiştir. Fakat bu son görüş makul değildir.
Kirmani «Bu kelime «Terhid» kökünden gelir. Bu da lokmayı büyük yapmak ve süratle yemek yemek demektir» der. Razi, «En yakın mânâ burada dokuz kişilik bir topluluğun kastedilmiş olmasıdır» der. Zira zahirde ranttan bu kastedilmektedir. Ayrıca bunların dokuz kabile olması da muhtemeldir.
Bazı müfessirler «Bunlar dokuz ileri gelendi. Her birisiyle beraber bir cemaat vardı ve bundan dolayı «dokuz raht» tabiri kullanılmıştır» demişlerdir.
Deveyi boğazlamak hususunda çalışanlar da bunlardı ve Salih kavminin en azgınlarıydı. Üstelik eşrafın çocuklanndandılar.
Onlar sadece Hicr şehrinde değil bütün yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlardı. İbn Abbas'ın rivayetine göre deveyi boğazladıktan sonra Hz. Salih'in onlara azabın geleceğini haber vermesini müteakip Hz. Salih hususunda istişare ederek şu karara vardılar: Biz geceleyin ona ve ailesine baskın yaparak kendilerini öldürelim.
«Nubeyyitenne» fiili «Beyat» kökünden gelir ki bu da geceleyin ansızın düşmana hücum etmek demektiı. Yani onlar Hz. Salih ile aile efradım geceleyin uykuda iken öldürmek istemişlerdi. Allah bu durumu Hz. Salih'e bildirdi. Hz. Salih onlann aralarından çekildi. Sonra Cenab-ı Hak sayha ile onları helak etti. Bu durum pazar günü vaki olmuştu.
52. ayetin metnindeki «Heviyeten» kelimesi bomboş anlamına gelir. Veya yıkılmış, altı üstüne gelmiş demektir. Bu tefsir İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Böyle olması onların zulümlerinden ötürüdür.
Aym ayetin metnindeki «Ayet» kelimesi büyük ibret demektir. Bu ayet zulmün köylerin, kasabaların, hanelerin helak olmasına sebeb teşkil ettiğini ifade etmektedir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette «Allah'ın kitabında zulmün haneleri yıktığı mânâsını buldum» demiş ve bu ayeti okumuştur. Tevrat'ta «Ey Ademoğlu! Zulmetme ki hanen yıkılmasına denilmektedir.
Bazıları «Bu ayet «zalimin helak olacağına işarettir. Zira hanenin yıkılması onun helak olmasından sonradır» demişlerdir.
Allah'ın kullarına zulmetmek, evlerin, kasaba ve köylerin yıkılmasına sebep olmaktadır. Bizim şu asrımızda da bu görülmektedir.
54. ayetin metnindeki el-fahişe kelimesi tiksinmenin doruk noktasına çıkmış pislik demektir. İstifham inkârîdir. Yani Hz. Lut onların bu yaptıklarını şiddetle kınamakta ve inkâr etmektedir.
«Siz, göre göre o aşırt kötülüğü yapıyorsunuz», yani bu çirkin fiili yapmak suretiyle cahillerin yaptıklarını yapmış oluyorsunuz veya siz bunun neticesini bilmediğiniz veya safahat ve serseriliğe dalmış olduğunuz halde bu fiili işliyorsunuz. [20]
56- Lut kavminin cevabı şu oldu: «Lut ailesini şehrinizden sürgün edin. Çünkü onlar temiz kalmak isteyen insanlardır.»
57- Ama biz Lut'u ve ailesini, karısı müstesna, kurtardık. O kadının kalanlarla (beraber helak) olmasını takdir ettik.
58- Onların üstüne bir taş yağmuru yağdırdık. İhtarlara kulak asmayanların yağmuru ne kötüdür!
59- (Ey Rasûlnm!) De ki: Ha m d Allah'a mahsustur. Seçtiği kullarına selâm olsun! (Koruyucu olarak) Allah mı, onların taptıkları putlar mı daha hayırlıdır?
60- (Evet onlar mı) yoksa gökleri ve yeri yaratan ve gökten sizin için bir su indiren mi? Biz o su ile şahane bahçeler yetiştiririz. Siz ise bir ağacım bile bitiremezsiniz. Allah'tan gayrı mabud var mı? Hayır (yoktur). Onlar haktan aynlan bir kavimdir.
61- (O putlar mı) yoksa yeryüzünü bir karargâh kılan, aralarından ırmaklar akıtan, orada sarsılmaz dağlar yaratan ve iki denizin arasına bir engel (haciz) koyan mı? Allah'tan gayrı bir ilâh var mı? Ama onların çoğu bunu bilmezler.
62- (Onlar mı) yoksa sıkıntıya düşen bir kimseye dua ettiği zaman duasını kabul edip fenalığı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah'tan gayrı ilâh mı var? Ne de az düşünmektesiniz!
63- (Onlar mı) yoksa karaların ve denizlerin karanlıklarında size yol gösteren (ve sizi kurtaran) mı? Acaba Allah'tan gayrı ilah var mı? Allah şirk koşanların dediklerinden yüce ve münezzehtir! [21]
(56-63) «Lut kavminin cevabı şu oldu..m Bu Ayetlerin Tefsiri
«Ati Lut» tan maksat, Hz. Lut'un dinine tâbi olanlardır. Onlar çıkarıldıktan sonra Hz. Lut da çıkarılmış oluyor. Bazı mudek-kikler «ALi Lut'tan maksat, Hz. Lut ve onun dinine tâbi olan kimselerdir» demişlerdir. Nitekim Beni Adem kelimesinden Adem ile evlâtlarının kastedilmesi gibi. Tefsiri ne olursa olsun, Hz. Lut'un hanımı bu yorumların arasına girmemektedir. Metindeki «Kad-derna» fiili o kadının azapta baki kalmasını takdir ettik demektir.
«Onların üzerine insanlarca bilinmeyen ve görülmeyen bir yağmur yağdırdık. Ne kötüdür korkutulanların yağmuru!»
«De ki: Hamd Allah'a, selâm onun seçtiği kullarına olsun» cümlesi ile ilgili olarak müfessirlerin görüşleri şöyledir: [22]
Cenab-ı Hak peygamberlerin durumlarını, onlara karşı gelen ümmetlerinin tepkilerini ve o ümmetlerin basma gelen felâketleri haber verdikten sonra peygamberini teselli etmiş ve ona bu emri vermiştir. En güzel bir şekilde Allah'a hamdetmesini ve bütün peygamberlere salat?u selam getirmesini emretmiştir. Bu peygamberlerden bir kısmının durumları belirtilmiştir. Bu peygamberlerin üstünlüklerini kabul etmek, daha önce gelmelerinin haklarını eda etmek ve dindeki çalışmalarını övmek için varid olmuştur. Buna binaen «seçilmiş kullar» dan maksat peygamberler olur. Zira hem makam buna delâlet etmektedir hem de başka bir ayette «Selâm peygamberler üzerine olsun» denilmiştir.
Bazı müfessirler «Bu emir Hz. Peygamber'edir. Böylece Allah Teâlâ kâfirlerden helak olanların helâklanndan ötürü ondan bu hamdi yapmasını istiyor, peygamberler ve onlara uyanların kurtuluşları için Cenab-ı Hak bu emri veriyor.
Abd bin Humeyd, Bezzar ve İbn Cerir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet etmektedirler: «O seçilen kullardan maksat Hz. Muham-med'in ashabıdır. Allah onları peygamberi Muhammed'in sohbetine seçmiştir.»
Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Süfyani Sevri'den şöyle rivayet- ediyor: «Bu ayet Hz. Muhammed'in ashabı hakkında nazil olmuştur ve onların bir özelliğidir.»
Bu yorum açıkça belirtiyor ki peygamber olmayanlara da müstakil olarak selâm getirilebilir. Nitekim Hanbeliler'in görüşü de budur. Bütün bu yorumlar bu ayetin daha önceki ayetlerle ilişkili olduğunu gerektirmektedir. Zemahşeri ise «Bu, başlı başına bir ayettir. Yeni bir hitaptır. Çünkü Rasûlullah'a; Allah'ın vah* daniyetine, O'nun her şeye kadir olduğuna, kudretine delâlet eden bu ayetlerin okunmasına emir verilmektedir. Bunlara Allah'ın hamdi ile peygamberlere ve Allah'ın seçilmiş kullarına selâm getirmekle başlanması emredilmiştir. Burada güzel bir talim vardır ve güzel bir edep ortaya konmaktadır. Ayrıca her kelâmın başına harad ile salâtın teberrük maksadıyla getirilmesine teşvik vardır.
Alimler, hatipler, vaizler, küçükler büyüklerden bu adabı miras olarak almış ve sürdürmüşlerdir. Her zaman her istifadeli ilmin Önünde, her va'zın, her hatırlatmanın önünde ve her hutbenin başında Allah'a hamd, Rasûlüne salat-u selâm getirirler» diyor.
Bu ayet hakkındaki yorumların en uzağı şudur: «Bu, daha önceki ayetlerle ilgilidir ve buradaki emir de Hz. LuVadır. Böylece sonra gelen ayetlerle uyum sağlanmaktadır. Bir de «Biz ona dedik» cümlesinin takdir edilmesini gerektirir.»
îbn Atiyye, bu görüşü Ferra'ya nisbet ettikten sonra, «Bu, Ferra'nın yanıldığı noktalardan birisidir» der. (*)
Metindeki «Allahu» kelimesinin başındaki hemze, istifham harfidir. Aslı «Ey Allahu» demektir. «Emma» kelimesinin başındaki «em» de istifham harfinin karşılığıdır. Yani Cenab-ı Hak mı daha hayırlıdır yoksa onların şirk olarak koştukları mı? Şanı belirtilen Allah mı yoksa putlar mı? Bu ayet kâfirlerin reylerinin hamakat ve safahattan ibaret olduğunu belirttiği gibi Cenab-ı Hak onlarla adeta istihza etmektedir. Zira onların Allah'a ortak koştukları şeylerde kesinlikle hayr yoktur. O nasıl mutlak hayr olan bir şeyle karşılaştırılabilir? Bu fuldeki zamir, başta Kureyşliier'e ve onlara benzeyen müşriklere raci bir zamirdir. Bazıları «Bu zamir bahsi geçen helak olan ümmetlere racidir» demişlerse de bu tefsir hiçbir kıymet taşımamaktadır.
Ayet metnindeki «Hedaik» kelimesi «Bostan» mânâsında olan «Hadikanirin çoğuludur. Bu bostanın etrafında ister bir sur olsun isterse olmasın. Zira İbn Abbas «Bu kelimenin mânâsı bostanlar, dır» demiş ve «Etrafı surludur» kaydını koymamıştır. Zemahşeri «Bu kelime kapsayıcılık mânâsını ifade eden AMak'tan geldiğine
göre etrafında sur olan bostan demektir» der. Bu yorum Dah-hak'tan da rivayet edilmiştir. Rağıb, «Bu su bir yer demektir. Göz bebeğine benzetilmek suretiyle buna Hadika denilmiştir» dir yor.
Ayet metnindeki «Behçeten» kelimesinden maksat, güzellik, görenlerin hoşuna giden demektir. Ayetin metnindeki «Ya'dilun» fiili, inhiraf ederler anlamındadır. Yani onlar öyle bir kavimdir ki adetleri hak yoldan tamamen inhiraf etmektir. Her işte doğru yoldan çıkarlar. Bu fiil açık ve belirgin olan haktan inhiraf etmek mânasına gelen «Udul» kökünden gelmektedir. Yani tevhidden inhiraf edenler apaçık olan bâtıl üzerinde dururlar.
Bazıları «Bu fiil müsavat demek olan adi kökünden geliyor» demişlerdir. Yani Allah'tan başka mahlûkları Allah ile eşit tutarlar. Bu görüş İbn Zeyd'den rivayet edilmiştir. Fakat birinci yorum önceki manâya daha uygundur.
«Yeri karar kılma» nın mânâsı, insanların ve diğer canlıların, üzerinde istikrar edecekleri şekilde yaratılması demektir. Bu takdirde «Karar» kelimesi «Müstekarr» mânâsını ifade eder. Taber-si'nin de ifade ettiği gibi, sallantılı olmamak, karar tutmak mânasında değildir.
Ayetin metnindeki «Hilâle» Kelimesi «Halel»in çoğuludur ve bir şeyin ortası demektir. Yani «Onların ortalarında nehirler varetmiştim anlamındadır. Esasen bu kelimenin kök mânâsı iki şeyin arasındaki boşluktur. Enhar ile maksat, orada akan sulardır. Yani nehirlerin yatakları değil sulan kastedilmiştir. Hal ye-rine mahal zikredilmiştir.
Ayet metnindeki «Revasiye» kelimesi ise sabit dağlar demektir. Çünkü dağların, yeryüzünün sabit kılınmasında etkileri vardır.
Bazıları «Dağların yaran orada madenlerin oluşması sebebiyledir. Oradan kaynaklar fışkırır» demişler, yeryüzünün hareket ve meylini korumasına değinmemişlerdir. Fakat insaf ve dikkatle bakan bir insan görür ki dağlar yeri hareketten ve heyelandan korur. Çünkü hareket ve heyelan yeri yararlı durumdan çıkarır, onun varlığını adeta «yokluk» gibi kılar.
Dahhak'ın rivayetine göre «İki denizn&en. maksat, tatlı ve acı sulardır. Hasan Basri'den rivayet edildiğine göre Fars ve Rum denizleridir. Süddi'ye göre ise Irak ve Şam denizleridir. Mücahid* den gelen yoruma göreyse «Gökteki deniz ile yerdeki denizlerdir.»
El-Muztar ile maksat, o zorluklardan birinin kendisini Allah'a ilticaya ve yakarmaya muhtaç kıldığı kişidir. Bu kelime ismi mef'uldür. Zaruret demek olan ızdırardan gelmektedir. İbn Ab-bas bunu «EUMechud», yani bütün varlığıyla çalışan tarzında tefsir etmiştir. Bu tefsir ile bizim söylediğimiz, manâ bakımından aynıdır. Süddi bunu «Havi ve kuvvete sahib olmayan kişi» şeklinde tefsir etmiş ve «(Sunanlardan tevbe ve iyiliklere yöneliş özelliği olmayan kişi demektir» demiştir. [23]
«Sizi yeryüzünde halifeler kılar» cümlesinden maksat, sizden önceki ümmetlerin halefi olursunuz demektir. Yani onların meskenleri, arazileri size miras olarak kalır. Onlardan sonra buralarda siz tasarruf edersiniz.
Bazı müfessirler «Buradaki halifelikten maksat, hakimiyet ve saltanattır» demişlerdir.
«Kara ve denizin karanlıklarında size hidayet eder» ifadesinin mânâsı, sizi gecelerin karanlıklarında, karada ve denizde, yıldızlar benzeri alâmetlerle irşad eder demektir. «Karanlıklar» in yer ile denize izafe edilmiş olması, aralarındaki ilişki sebebiyledir. Zira karanlıklar bu iki yerde meydana gelir. Bazı müfessir-ler «Karanlıklardan maksat, çıkılması, belirlenmesi zor olan yollardır» demişlerdir. Çünkü onlar da hayreti mucip olmak hususunda karanlıklara benzerler. [24]
64- (Onlar mı) yoksa insanları yeniden peydan eden, sonra ikinci defa vücuda getiren, size gökten ve yerden nzık veren mi? Allah'tan gayrı ilâh var mı? (Ey Rasûlüm!) «De ki: «Eğer doğru iseniz delilinizi getirin!»
65- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Allah'tan başka göklerde ve yerde bulunanlardan hiçbiri gaybı bilemez. Ne zaman dirileceklerinin de farkında değildirler.»
66- Onların Ahiret hakkındaki ilimleri peşpeşe toplandı (öyle mi?) Hayır, onlar Ahiret hakkında şüphe içinde kaldılar. Hayır, ona karşı kördürler.
67- Kâfirler dediler ki: «Biz ve atalarımız toprak olduğumuz halde mî, gerçekten biz mi (mezardan) çıkarılacağız?»
68- «Andolsun ki bu dirilme İşi bize de, daha Önce atalarımıza da vaadolunmuştu. Bu geçmişlerin hurafe ve masallarından başka bir şey değildir.
69- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Yeryüzünü bir dolaşın ve kötülerin akıbetini bir görün.»
70- (Ey Rasûlüm!) Sakın onların yüzünden tasalanma. Senin aleyhinde hazırladıktan plandan ürkme!
71- Bir de eğer doğru söyleyen kimseler iseniz bu vaad ne zamandır diyorlar.
72- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Çabukça gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı belki de size ulaşmak üzeredir.»
73- Kuşkusuz ki Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler.
74- Kuşkusuz ki Rabbin kalblerinin gizledikleri (kini) ve açıkladıkları (küfrü) tamamen bilir.
75- Yerde ve gökte gizli olan her şey apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz) bulunmaktadır.
76- Kuşkusuz ki bu Kur'an, İsrailoğulları'na ihtilaf ettikleri meselelerin çoğunu anlatıyor. [25]
(64-76) «(Onlar mı) yoksa insanları yeniden...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Metindeki «Yebdeu» fiili 'başlayarak vareder demektir. «Son* ra o varetmeyi tekrarlar». Yok olanları, yok olmazdan önceki du-rumlanna tekrar kavuşturur. Yani önce onları helak eder, sonra da ikinci kez iade eder. Burada haşr (yeniden dirilme) kastedilmektedir. «EPhalk» kelimesindeki eliflâm istiğrak için değildir. Çünkü halkın bir kısmı vardır ki öldükten sonra iade olunmaz. Bir kısmının da iade olunup-olunmayacağı hususunda müslüman-lar arasında ihtilaf vardır. «Onların burhanların ile aklî ve nakli delilleri kastedilmektedir. Burhanı onlara izafe etmekle Cenab-ı Hak sanki onların durumunu alaya almıştır. Zira onlar nereden delil getireceklerdir?
«De ki: Allah'tan başka, göklerde ve yerde bulunanların hiçbiri gaybı bilmez.»
Daha önceki ayetlerle Allah'ın biricik mabud olduğu tahakkuk etmiştir. Bu da onun kâmil ve tam kudreti ve genel olan rahmeti ile açıklandı. Bu açıklamadan sonra Cenab-ı Hak'tan ayrılmayan bir sıfat zikrediliyor ki o da gaybı bilmenin sadece Allah' in özelliği oluşudur. Bu da daha önceki sıfatlan tamamlamak ve sonra gelen sıfatlara zemin hazırlamak için getirilmiş bir cümledir. Rivayete göre kâfirler Rasûl-ü Ekrem'den Kıyamet'in vaktini sordular ve bu hususta ilhad ettiler. Bunun Üzerine bu ayet indi. Ayet açıkça gaybı bilmenin Allah'ın Özelliği olduğunu ortaya koymaktadır. Başka ayetlerde «Cenab-t Hak dilediği peygamberi-ne gaytn bildirir» hükmü vardır. [26]
Gayb aslında mastardır. Gözden Örtüldü, kapandı mânâsını ifade eden «Gâbe» fiilinin maştandır. Bir şeyin gayb olması insanlar itibariyledir, Allah itibarıyla değil! Çünkü Allah'tan hiçbir şey gayb olamaz. «Allah'tan hiçbir şey gayb olamaz» manâsıyla «Allah gaybı bilmez» demek, bunu Allah için gayb yoktur ki bilinsin manâsıyla söylemek caiz değildir. İmam Rabbani mektubatın-da böyle söyleyenleri şiddetle yermektedir. Zira onun âdeti Şeriati Garra'nın edebleriyle edeblenmeyen bir kimse hakkında bu ayeti kullanmaktır. Burada gaybın umumi olması kastedilmektedir. Bazıları «Bu gaybdan maksad Ktyamet'in kopmasıdır» demişlerdir. Bazıları, «Gök ve yer sakinlerinin kalplerinde tasavvur edilen ne$. nelerdir» demişlerdir. Bazıları da, «Burada gaybtn cinsi kastedil mistir» fikrini ileri sürmüşlerdir. Zira gaybın cinsini Allah'tan başkasından nefyetmek o cinsin her ferdinin de aynı kimselerden nefyedilmesini gerektirir.
Bazı kimseler «Eliflâm burada istiğrak mânâsım ifade edem demişlerdir. Yani göklerde ve yerde olan kimseler bütün gaybleri bilmezler, ancak bütün gaybleri Allah bilir. Fakat bu yoruma şu itiraz yapılmıştır: Lâzım gelir ki gökler ve yer ehlinden bazıları bazı gaybleri bilsin. Halbuki öüyük alimlerin çoğunun kelâmında bu yasaklanmıştır. Buharı ve Müslim'in, Tirmizi, Nesei, Ah-med ve muhaddislerden bir cemaatin Mesruk'tan ve onun da Ai-şe'den rivayet ettiği şu hadis de bunu teyid etmektedir:
«Kim Muhammed yarın olacakları halka haber veriyor derse (bazı rivayetlerde Muhammed yarın olacaktan biliyor derse) o, Allah adına büyük bir yalan uydurmuş olur. Zira Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: «De ki: Göklerde ve yerde hiç kimse gaybt bilmez, ancak Allah bilir.»
Bazıları, «Yer ve gök ehlinden bazı kimselerin gaybtn oazı maddelerini bilmesi mümkündür» demişlerdir. Zira kullara gaybı bildirmek caizdir. Nitekim çoklarından böyle şeyler sadır olmuş ve şöhret bulmuştur. Cenab-ı Haklan özelliği olan gayb ise bütün gaybı bilmek, gaybın anahtarlarını bilmektir. Bu takrirden şu anlaşılır: Bir veya birkaç meselede «Gaybı biliyorum, sana bildirilmiştir» diyenleri tekfir edemeyiz. Fakat tüm kaziyelerde gaybı bildiğini iddia eden bir kimse kâfir olur. Gerçek şudur ki kullardan nefyedüen gayb ilmi bizzat olan gayb ilmidir. Bilvasıta ise, yani Cenab-ı Hak'kin herhangi bir yoldan onlara bildirmek suretiyle bilmeleri ise caizdir. Bu takdirde de «Onlar gaybı bilmiştir» denilmez. Ancak «Onlara gayb gösterilmiştir. Onlar gayba muttali kılınmıştır» denilebilir. Zira Kur'an'da gayb ilminin Allah'tan başkasına nisbet edilmediği sabit olmuştur. Gayba muttali kılmak, yani peygamberlerden birisinin gayba muttali kılınması meselesi Kur'an'da zikredilmiştir.
Metindeki «Eyyane» kelimesi istifham bir isimdir. Zamandan sorulmak için gelmiştir. Bunun içindir ki bazıları «Onun aslı «Ey-yuanınndır yani «hangi zaman» manasını ifade eder» demişlerdir.
«îddarake» fiilinin aslı «Tedareke»öxr. Helak olmakta peşpe-şe gelmek mânâsını ifade eder. Onların Ahiret hakkındaki ilimleri peşpeşe yok olup neticede tamamen ortadan kalkmış olmaktadır. Kıyamet'te olacak hiçbir şey hakkında, kesinlikle ilimleri yoktur. Oysa bunun sebepleri pek fazla olmasına rağmen böyle olmuştur.
Ayetin metnindeki «Şek» kelimesinden maksat büyük bir şühe demektir. Yani onlar Ahiret hakkında büyük bir şüphe içindedirler. Tahakkuk etmesi hususunda mütereddid ve mütehayyerdir-ler. Onlar Ahiret'in delillerini görmekte de kördürler. Nerede ise Ahiret'i bildiren ilim yolunu idrak edememektedirler.
Kirmanı «Tedareke tetabu' manasım ifade eder. Peşpeşe gelmektir» demiştir. İlimden maksat da burada hüküm ve sözdür. Ayetin mânâsı, onların sığ hükümleri Ahiret hakkında peşpeşe geldi demektir. Onlar Ahiret hususunda çokça daüp durdular. Bir kısmı «Yoktur» dedi. Bir kısmı onda şüphe etti. Bir kısmı «Uzak bir ihtimaldir» dedi.
«De ki: Yeryüzünü bir dolaşın ve suçluların sonunun nasıl olduğunu görün!»
69. ayet, ibret maksadıyla yeryüzünü gezmenin gerekliliğini sergilemekle beraber peygamberleri yalanlayanlara da «Suçlular» mânâsına gelen «Mücrimin» demektedir. Onlar, peygamberler «Allah'a iman edin. O'nu birleyin. Kıyamet'in kopacağına inanın» dediklerinde peygamberlere karşı çıktılar. Yani onları yalanladılar. Cenab-ı Hak bu ayette yalanlamayı «Cürüm» olarak isimlendirmektedir. Bu-işaret ediyor ki suç mutlak olarak Allah katında buğzedilen bir şeydir. İster yalan isterse başka birşey olsun.
«Şu vaad ne zamandır? derler» cümlesindeki vaad ile vaade-düen ve acele olarak gelen azap kastedilmektedir. Sanki onlar «Yeryüzünde gezin ve yalancıların akıbet ve sonuçlarına bakın» diyen cümleden azapla vaadedildiklerini anlamışlardır. Onlar bu azabın vaktini sormakla istihza etmektedirler. Nitekim «Eğer doğru iseniz» cümlesi de buna delâlet etmektedir. Yani «Eğer doğru iseniz bize azabın vaktini haber verin» diye peygamber ve iman edenlere karşı çıkıyorlardı.
72. ayetin metnindeki «Radife» kelimesi «Yetişti» veya «Yaklaştı» demektir. «Lâkin onların çoğu şükretmezler» den maksat, Allah'tan gelen nimetlere karşı O'na şükretmezler demektir. Veya Allah'ın onlar üzerindeki lütfunun hakkını bilmediklerinden ötürü şükretmezler.
74. ayetin metnindeki «Tukinnu» fiili gizler mânâsım ifade eder. Yani onların göğüslerinde gizledikleri şeyleri de Allah bilir.
«Gökte ve yerde bulunan tüm gaybler açıklayıcı (veya apaçık) olan bir kitaptadır.» Bu durum o kitabı mütalaa eden ve ona bakan meleklere görünmektedir. «O kitap»tan maksat da Levh-i Mahfuz'dur. Bazı müfessirler «Açıklayıcı Kitap'tan maksat Cenaba Hak'ktn ezeli ilmidir ve o, irade ve kudretle eşyanın, ortaya çıkmasının başlangıç noktasıdır» demişlerdir. Bazıları da şöyle demiştir: «Bu Cenab-ı Hak'kın ezeli hükmüdür. Bu hükme kitap demek mecazi bir şekilde söylenilmiştir.» Bazıları da «O açıklayıcı Kitap'tan maksat Kur'an'dır. Kur'an'ın her gaybı kapsaması tıpkı Levh-i Mahfuz'un kapsaması gibidir» demişlerdir.
Hasan Basri «Ayet metnindeki «gaibe» Kıyamet ve Kıyamet'in dehşetleridir» demiştir. El-Ganyan sahibi «Hadiseler, peşpeşe gelen felâketler demektir» fikrindedir.
76. ayetteki «İsrailoğulları»dan maksat Katade'den rivayet edildiğine göre hıristiyanlar ve yahudilerdir. Kur'an onların ihtilaf ettikleri meseleleri kapsamakta ve açıklamakta, bu husustaki hakikati ortaya sermektedir. Bu ise müslüman olmalarını gerektirir. Tabii ki teemmül ederler ve insafa gelirlerse. Fakat onlar müslüman olmadılar. Ey müşrikler! Onlar da sizin gibi inad ve tekebbürle davrandılar.
Onların ihtilaf ettiği noktalardan biri Hz. İsa meselesidir. Kimi «İsa Allah'tır», kimi «İsa Allah'ın oğludur», kimi «Üçten biridir», bir başka grup «Diğer peygamberler gibi bir peygamberdir»,
kimi de «Peygamberlik davasında yalan söylüyor» demiştir. Böylece annesini beri olduğu bir töhmet altına soktular. Bu son sözün sahipleri, Hz. İsa'yı yalanlayan yahudilerdir.
Ayrıca ihtilaf ettikleri nokta Tevrat'ta müjdesi verilen peygamberle, onun durumudur. Kimi «O peygamber Hz. Yuşa'dır, kimi «O peygamber Hz. İsa'dır» demiş, kimi de «O peygamber şu ana kadar gelmemiştir, ahir zamanda gelecektir» demiştir.
Onların ihtilaf ettikleri noktalardan biri de domuz meselesidir. Yahudiler domuz eti yemenin haram olduğunu söylerlerken, hristiyanlar «helâldir» demişlerdir. [27]
77- Kuşkusuz ki bu (Kur'an) müminler için bir bidayet ve bir rahmettir.
78- Kesinlikle Rabbin, hükmüyle onlar arasında hükmedecektir. Galip ve bilen ancak O'dur!
79- Öyle ise Allah'a tevekkül et. Kesinlikle sen apaçık hak üzerindesin.
80- Kuşkusuz ki sen ölülere işittiremezsin. Arkasını dönerek kaçan sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.
81- Körleri sapıklıklarından hidayete erdirici de değilsin. Sen ancak bizim ayetlerimize iman edenlere işittirebilirsin. Onlar teslim olanlardır,
82- O söz (musibet) üzerlerine çöktüğü gün, yerden bir dabbe (canlı bir hayvan) çıkaracağız. O dabbe (bizim namımıza) onlara şunu diyecektir: «Gerçek şudur ki insanlar ayetlerimize (delillerimize) içtenlikle inanmadılar.»
83- O gün bütün ümmetlerin, ayetlerimizi yalanlayan ileri gelenlerini bölük bölük toplayacağız. Bunlar (diğer) kâfirler arka arkaya gelip toplamncaya kadar) tutuklanacaklardır.
84- Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman (Allah) şöyle diyecektir: «timiniz kapsamadığı halde siz benim ayetlerimi toptan yalanladınız değil mi? (Değilse) ne yapıyordunuz?»
85- Zulümlerinden ötürü o söz (musibet) üzerlerine çöktü. Artık konuşmaz oldular.
86- Onlar görmüyorlar mı ki biz geceyi istirahat bulmaları için yarattık. Gündüzü de (işlerini) görecek bir halde yaptık. Bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır.
87- O gün —ki Kıyamet borusu üfüriilür— Allah'ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim varsa hepsi korku içinde kalırlar. Ve her biri boyunlarını eğerek ilâhî huzura çıkarlar.
88- O gün sen dağlara baksan onlan yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar bulutun geçişi gibi geçip gider. Bu, her şeyi muhkem ve yerli yerinde yapan Allah'ın yaptığı bir iştir. O işlediklerinizden haberdardır! [28]
(77-88) «Kuşkusuz ki bu (Kur'an) müminler için...» Bıı Ayetlerin Tefsiri
Cenab-ı Hak 77. ayette «O, müminlere bir hidayet ve rahmettir» dedi. Oysa Kur'an bütün âlemlere rahmettir. Bu özelliğin sebebi acaba nedir? Bu Özelliğin sebebi, müminlerin hakkıyla Kur' an'dan yararlanmasıdır.
«Rabbin onlar arasında hükmedecektir», yani İsrail oğulları arasında veya müslümanlarla diğer insanlar arasındaki ihtilaflar hakkında hükmedecektir.
Ayetin metnindeki «Hüküm» kelimesi, hikmet demektir. Yani Cenab-ı Hak hikmetiyle onların aralarında hakemlik yapacaktır. Bazıları «Hükümden maksat, kendisiyle hükmedilendir», yani hak ve adalettir demiştir. [29]
«Sen ölülere duyuramazsın» cümlesinde iman etmeyenler, ölülere benzetilmiştir. Çünkü onlar için okunan ayetler kendilerine zerre kadar tesir etmez.
Bazılan «Onların kalpleri Ölülere benzetilmiştim /ikrindedir. Çünkü kalplerinde şuur yoktur. Zira kalp de duyulardan biridir ve Allah bu ayette kalplerinin şuurunun tamamen dumura uğradığını söylemektedir. Sonra kulak ve gözlerin de dumura uğradığını ifade etmiştir. Tıpkı başka bir ayette «Onların kalpleri var-dır, fakat onunla anlamazlar. Gözleri vardır, onunla görmezler. Kulakları vardır, onunla işitmezler)} demesi gibi.
Bazı kimseler «Bu ayet ölülerin mutlak şekilde insanların kelâmını işitmediğine delildir» demişlerdir. Fakat bunun tafsilatı daha önce geçmişti ve ileride Rum Suresi münasebetiyle izahı gelecektir.
82. ayetteki el-Kavl'den maksat, Kıyamet'in kopmasını ve dehşetini gözler önüne seren ayetlerdir. «Onların vukuu» ndan maksat, Kıyametin kopmasıdır. [30]
«Onlara yerden bir dabbe çıkardık.» Bu «dabbe» hakkında
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
1- Bu dabbe, Hz. Salih'in devesinin yavrusudur. Kıyamet'e yakın çıkacaktır ve Kıyamet alâmetlerindendir.
2- Bu dabbe tüylü ve kıllıdır. Ayaklan uzundur. Ona «Ces-şase» denilir. Bu söz îbn Amr'a aittir.
3- Bu, insanoğlunun hilkati üzerinde bir dabbedir. Başı bulutlarda, ayaklan yerdedir.
4-Bu dabbenin başı öküz başı, gözleri domuz gözleri, kulakları fil kulaklandır. Boynuzları gergedan boynuzlandır. Boynu ise Nuame Kuşu'nun boynudur. Göğsü aslan göğsü, rengi de kaplan rengidir. Böğrü kedi böğrüdür. Kuyruğu ise koç kuyruğudur. Ayaklan deve ayaklandır. Bir mafsalından diğerine kadar on iki ziralık mesafe vardır. Bu, Cessase'nin kendisi olabilir.
5- Bu, ejderhadır. O ejderha ki Kabe'nin duvarlan üzerine çıktı. Onu Ikab denilen kuş kaldınp götürdü. Bu hadise Kureyş-lüer'in Kabe'yi bina etmek istedikleri zaman oldu. Maksat, bunun ahir zamanda çıkacak olmasıdır.
6- Bu bir hayvandır. Kuyruğu yoktur. Sakalı vardır.
7- Bu dabbe konuşan bir insandır. Konuşur ve bidatçılarla münazara eder, kâfirlerle münakaşada bulunur.
8- îbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu dabbe tüylü ve yelelidir. Onda her renk bulunur. Dört ayaklıdır. Akabe'de çıkacaktır.
Bazılan da başka görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları uzatmada herhangi bir fayda yoktur. Kurtubi tefsirinde birinci görüşü tercih ederek «En sahih görüş budur» diyor. Bu dabbenin tayininde, sıfatında büyük ihtilaflar vardır.
Dabbe nereden çıkacaktır? Bazıları «Mekke'deki Safa Tepe-si'nden çıkacaktır» der. Bu Safa Tepesi yarılır ve oradan dabbe çıkar. Bunu îbn Amr söylemiştir. Bazıları «Ebu Kubeys Dağı'ndan çıkacaktır» derken başka bir grup «Bu dabbenin üç çıkış noktası vardır; Birinci çıkışı çölün bir yerinde olacaktır. Onun üzerinde insanlar birbirleriyle savaşacak, çokça kan akıtılacaktır. Sonra bu hayvan gizlenecektir» demiştir.
«O onlarla konuşur», yani o zaman mevcud olanlara, İslâm' dan başka diğer dinlerin batıl olduğunu söyleyecektir. Bazılan
«Halkın hoşuna gitmeyen şekilde halkla konuşacak» derken bazıları da «Onlarla Arapça konuşacaktır ve Cenab-n, Hakkın şu sözünü söyleyecektir» demişlerdir: «Şüphesiz ki insanlar bizim ayetlerimize kesin olarak inanmıyorlardı.» Bu yorum İbn Abbas'ındır.
«Tukellimu cumhur'un İcraatına göre «Konuşmak)) demek olan «Teklim» kökünden gelir ve bu kıraati «Tunebbihuhum» şeklindeki okuyuş da desteklemektedir. Bazıları da «Kelb kökünden gelir ki bu da yaralamak mânâsındadır» demişlerdir.
Bazıları «Onlarla konuşur, yani onları yaralar demektir)) demiştir. Bazıları cumhurun kiraatuıa göre bu yaralamak mânâsına gelen «Kelbden gelmiştir» demişlerdir. Şedde ise teksiri ifade eder. Yani çokça konuşan demektir. Bu yorum Ebu Hatim'e aittir.
Dabbe'nin ne zaman ve nerede çıkacağı, ne yapacağı ve sıfatları hakkında birçok hadis vardır. Bazıları sahih, bazıları hasen, bazıları zayıftır. Onun çıkışı ve bu çıkısın Kıyamet alâmetlerinden oluşuna gelince, bu hususta varid olan hadisler sahihtir. Bunların bir kısmı Müslim ve Buhari'de mevcuttur. Meselâ Huzeyfe' nin merfu olan hadisi şöyledir: «Sis on alâmeti görmedikçe, Kıyamet kopmayacaktır. Onlardan biri de Dabbet'ul'Ard'ın çıkışıdır.»
Bu hadis hem Sahih-i Müslim'de hem de Sünen-i Erbaa'da yer almaktadır. Bir de şu hadis vardır: «Güneşin batıdan doğuşundan, Deccal'in gelmesinden ve Dabbe'nin çıkmasından Önce süratle amellere sanlın.))
Bu hadis Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'nin merfu hadisinden alınmıştır.
îbn Kesir «Bu dabbe halkın fesada uğradığı, Allah'ın emirlerini terkettiği, hak dini değiştirdikleri ahir zamanda çıkacaktır» demişlerdir.
«Halkla bu hususta konuşacaktım cümlesinden maksat, İbn Abbas, Hasan ve Katade'nin Hz. Ali'den rivayet ettiklerine göre şudur: «Halk ile normal bir şekilde konuşacak, kendilerine hitap edecektir.»
Ata el-Horasani'ye göre onlara şunları söyleyecektir: «Kesinlikle insanlar bizim ayetlerimize inanmadılar.»
Bu yorum Hz. Ali'den de rivayet edilmiş, İbn Cerir de bu yorumu benimsemiştir. Fakat îbn Kesir «Bu yorumda nazar vardır» diyor.
Değişik rivayetlerden anlaşılıyor ki dabbe bizim bildiğimiz hayvanlardan değildir. Kıyamet'in alâmetlerinden birisidir. Hakikatini Cenab-ı Hak daha iyi bilir. Fakat zamanımızda yeryüzündeki bütün insanları birkaç defa yok edebilecek kadar güçlü silahlar da dabbe olarak değerlendirilebilir ve insanları kitleler halinde yoketmeye elverişli olan hastalıklar da dabbe cümlesinden olabilir. Hatta hastalık içindeki mikroplar da dabbeye benzemiş olabilir. Hakikati Allah bilir.
Büyük müfessir.Alusi, dabbe konusunda şunları söyler:
«Dabbe hakkındaki rivayetler değişik, hem de çok değişiktir. Ebu Hayyan «El-Bahr»da, Demiri «Hayat'ul-Hayvan» adlı eserinde «Her memlekette bir dabbe çıkacaktır. Öyleyse dabbe, çeşidi yeryüzünde dağılan bir hayvandır. Tek bir dabbe değildir» der. Böylece dabbeden cins kastedilmektedir. Rivayetlerin çoğuna bakılırsa bu, tek bir dabbedir ve doğru olanı da budur. İsmi cins tabiri ve müphem getirilerek tenvinle tekid edilmesi ise onun durumunun garipliğine ve korkunçluğuna delâlet etmektedir. Dabbe
nin tek olduğunda da ihtilaf edilmiştir. Bamjdrı «O dabbe insanlardandır» demiş ve delil olarak Muhammed bin Kâb el-Kurezi' den gelen şu rivayeti göstermişlerdir:
«Hz. Ali'ye dabbe sorulduğunda Hz. Ali: «Dikkat edilsin, Allah'a yemin ederim, o kuyruklu bir dabbe değil, onun sakalı vardır» demiştir.
Meşhur olan —ki hak da budur—, bu dabbenin insan nevinden olmayan bir dabbe oluşudur. Bazı kimseler «Kureyşliler Mes~ cid-i Haram'ı bina etmek istediklerinde onlara mani olmak üzere Kabe'nin içinde bulunan ejderhadır. Bu ejderhayı Ikab denilen kuş kapmış ve onu Hacun denilen yere atmış ve yerini unutmuştur» demişlerdir. Demiri bunu îbn Abbas'tan rivayet etmektedir. Ea-vilerin çoğu Dabbe'nin bunun gayrisi bir şey olduğunda ittifak et mislerdir.
_ AIusi «Dabbe hakkındaki rivayetler çoktur» der. EI-Bahr ise «Dabbe'nin mahiyeti, şekli, çıkış yeri, adedi, ondan ne kadarının çıkacağı, halk için ne yapacağı ve kimin zamanında çıkacağı şeklindeki konularla ilgili olarak değişik birtakım haberler vardır. Onun için bunların hepsini attık. Çünkü onları nakletmek kâğıt ziyanından başka bir şeye yaramaz» demiştir.
Alusi «El-Bahr'ın bu sözü haktır. Ben bazı kimseler ister doğru ister, yalan olsun birtakım rivayetlere vakıf olmayı istedikleri için bunlardan bazılarını naklettim. Es-Sefaran'i El-Buhur'u Zahi-re'de bunları biraraya getirerek mukayese etmiştir. Fakat faydalı bir iş yaptığını sanmıyorum» demektedir.
Dabbe ile ilgili haberlerin en yakın olanı Tirmizi'nin hasen olduğunu söylediği haberdir. Bu hususta gelen haberlerin bir kısmını Hakim tashih etmiştir. Malûmdur ki Hakim'in tashihi mu-haddisler arasında itibara alınmaz. Bu dabbe hakkında son olarak şunu söyleriz: Bu büyük bir dabbedif. Ayaklıdır. însan nevinden değildir. Allah ahir zamanda onu yerden çıkaracaktır. Yerden çıkarılması onun yaradılışının tevellüd yoluyla (yani erkek ve dişi yönüyle) değil, doğrudan topraktan olacağım gösterir. Tıpkı haşeratlar gibi.
Ayetteki «Hum» zamiri mutlak şekilde Kıyamet'i inkâr eden kâfirlere racidir. Bütün (geçmiş ve gelecek) kâfirlere racidir, sadece Mekke müşriklerine değil. Dabbenin onlara haber vermesinden maksat, ellerinden kaçmış olan iman üzerinde hasret çekmelerini sağlamak içindir.
Bazıları «Halktan maksat Mekke müşrikleridir» demişlerdir. Bazıları da «Zamirler kâfirlere değil de bütün insanlara racidir» derler. O vakit «Nas» kelimesinden maksat, ya hasrı inkâr eden kâfirlerdir veya Mekke müşrikleridir.[31]
«O onlara insanların ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarım söyler» cümlesindeki «Ayetlerimiz» den maksat, Kur'an ve Hz. Muhammed'dir. Bu durum Allah'ın kâfirlerden iman etmesini kabul etmediği, Allah'ın ilminde bu dabbe çıkmazdan Önce kâfirler ve müminlerden bir şey kalmadığı andadır.
Ayetin metnindeki «Yuzeun» füli «Defedilirler, hesap yerine sevkedîlirler» demektir. Katade «Onların öncüleri, sonuncularının üzerine reddedilir» diyor. Yani öncüler, sonuncular yetişinceye kadar dururlar. Onlar gelinceye kadar durum böyledir. Allah onlara «Peygamberlere gönderdiğim ayetlerimi ve birliğime delâlet eden bunca kevni ayeti yalanladınız mı? Halbuki siz ilim yönünden onları ihata etmiş değildiniz (ilmen onların batıl olduğuna varmamıştınız) ki onlardan yüz çeviriyordunuz. Cehaletle, delilsiz olarak onları yalanladınız» der.
87. ayetin başındaki «Yevme» kelimesi ya mukadder bir fiilin (Uzkur) mef uludur veya «Zekkir» fiilinin mef'ulüdür. Yani sûra üfürüldüğü günü onlara hatırlat, onlara zikret demektir.
Ferra «Ayetin mânâsı sûra nefhedildiği günde bu durumlar vaki olacaktır şeklindedir» der. Sûr daha önce de geçtiği gibi nurdan yapılmış bir borudur. İsrafil ona üfürür. Mücahid, «Boru şek-lindedim demiştir. Bazıları «Sûr, Yemen ehlinin lisanında boru mânâsmdadır» derler. [32]
89- Kim iyilikle (Allah'ım huzuruna) gelirse ona daha iyisi verilir ve onlar o günün korkusundan emin kalırlar.
90- Kim de kötülükle gelirse onlar yüzükoyun cehenneme atılırlar. (Ve onlara:) «Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz}} (denir).
91- (Ey Rasûlünı!) De ki: «Ben ancak kendisini haram kıldığı şu beldenin Rabbine kulluk etmekle cmrolundum. Her şey Onundur ve ben mü si umanlardan olmakla em rolündüm.»
92- Ve Kuranı okumakla da cmrolundum. O halde kim hidayete gelirse o ancak kendisi için hidayettedir. Kim dalâlete saparsa de ki: «Ben ancak uyarıcılardanım.»
93- (Ey Rasûlünı!) De ki: Hamd Allah'a mahsustur. O ayetlerini (mucizelerini, varlığının alâmetlerini) size gösterecektir. Siz ide onları görüp tanıyacaksınız. Kesinlikle Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir! [33]
(89-93) «Kim iyilikle (Allah'ın huzuruna) gelirse...» Bu Ayetlerin Tefsiri
89. ayetteki «EPHasene» kelimesini İbn Mesud ve İbn Abbas «Lâ ilahe illallah» ile tefsir etmişlerdir. Ali Zeynelabidin'in babası Hüseyin'den, onun da babası Hz. Ali'den rivayet ettiğine göre müs-lümanlardan birisi gazaya gider. Bir yerde tek başına kaldığı zaman «Lâ ilahe illallahu Lâ'Şerike Leh» (Allah'tan başka mabud yoktur. Ortağı yoktur), der. Bir ara kendisini Rum diyarında, kırsal ve soğuk bir yerde buldu. Sesini yükselterek «Lâ ilahe illallahu lâ şerike lehu» dedi. O anda bir binici çıktı, sırtında bembeyaz elbiseler vardı. O gazi müslümana, «Nefsimi yedH kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, şenin bu konuşman, Cenab-ı Hak'kın «Kim bir iyilikle gelirse onun için ondan daha iyisi vardır» ayetinin mânâsıdır.» dedi.
Katade, «Hasene tevhid ve ihlastır» demiştir. Bazıları da «Bü-tün farzların eda edilmesidir» demiştir. Yani «Lâ ilahe illallah»\ hakiki olarak söyleyen bir kimse bu kelime için vacip olan her şeyi demiştir demek olur. Yani tevhid, ihlas ve farzları yerine getirmiştir.
«Onun için ondan daha hayırlısı vardır» cümlesi hakkında «Yani Lâ ilahe illallah'tan ona hayr yetişmiştir demektir» diyor.
Mücahid «Onun için güzel mükâfatta isimlenen cennet vardır, ve hayr kelimesi de tafdil için değildir» demiştir.
îkrime ve İbn Cureyc «Lâ ilahe ilkdlah'tan daha hayırlı bir-şey tasavvur edilmez. Lâkin kişiye ondan hayr yetişmiş olabilir» demişlerdir.
90. ayetteki «Es-Seyyie» kelimesinden maksat, îbn Abbas, Ne-hai, Ebıı Hureyre, Mücahid, Kays bin Sa'd ve Hasan'a göre şirk demektir. Bu, ehli tevhidin de icmaldir. Yani onlar «Lâ ilahe illallah hasene, seyyie de şirktir)) demişlerdir.
«Kuboetn kelimesi İbn Abbas'm tefsirine göre «Atıldı», Dah-hak'a göre «İtildi» demektir. Yani yüzüstü cehenneme itildi.
«Yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılıyorsunuz?» cümlesi, ya Cenab-ı Hak tarafından veya melekler tarafından söylenmiştir.
91. ayetteki «Allah'ın haram kıldığı şu belde» den maksat, Mekke'dir. Cenab-ı Hak onun hürmetini tazim etmiştir. Yani onu emin bir harem kılmıştır. Orada kan akıtılmaz, herhangi bir kimseye zulmedilmez, herhangi bir av avlanmaz, herhangi bir ağaç kopanlrtıaz. İbn Abbas «ellezî» yerine, «Belde» kelimesine sıfat olsun diye «elleti» okumuştur. O belde ki Allah onu haram, yani hürmete lâyık kılmıştır.
«Her şey O'nundur.» Yani yaradılış bakımından da mülk bakımından da her şey O'nundur.
«Ben müslümanlardan olmakla emrolundum», yani onun emirlerine itaat etmekle, onu birleyenlerden olmakla emrolundum. Ve bir de Kur'an'ı okumakla emrolundum.
«Kim hidayete yürürse hidayetinin sevabını alır. Kim sapıtırsa benim vazifem ancak tebliğdim ayetini kılıç ayeti neshetmiştir.
«O size ayetî&rini gösterecektir», yani nefsinizde ve sizden başka yerlerdeki ayetlerini size gösterecektir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette «Onlara gelecekte, afakta ve nefislerinde bulu-no,n ayetlerimizi göstereceğiz» demiştir. Siz o ayetleri, yani kudretin delillerini, vahdaniyetin hüccet ve burhanlarım hem nefsiniz- de, hem afakta göreceksiniz, anlayacaksınız. Cenab-ı Hak başka bir ayette «Yeryüzünde kesinlikle inananlar için alâmetler vardır. Nefislerinizde de vardır. Acaba görmez misiniz?» buyurur. [34]
-NEML SURESİ'NİN SONU —
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/389-390.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/392.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/393-397.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/397-398.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/400.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/401-403.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/403-407.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/407-408.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/410.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/411-412.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/412-415.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/415-417.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/419.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/420-421.
[15] tbn-Kesir Tefsîr'ul-Kur'an el-Azim, cilt:: 5, sh: 238
vd
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/421-423.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/423-424.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/426.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/427-428.
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/428-430.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/432.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/433.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/433-437.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/437-438.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/440.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/441-442.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/442-446.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/448.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/449.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/449-450.
[31] Alûsî, Ruh'ul-Meânl, cilt: 20, sh: 22
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/450-456.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/458.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/459-461.