Bu sûre, doksanüç veya
doksandört veya doksanbeş ayet olup, Mekkîdir.
'Tâ, Sîn. Bunlar,
Kur'ân'ın ve Kitab-ı Mübiriin ayetleridir, mü'minler için bir hidayet ve bir
müjdedir ki o mü'minler, namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını
verirler ve onlar âhirete kesin olarak inanırlar" (Neml, 1-3).[1]
Bil ki ayetteki tflke
(onlar) kelimesi, bu sûrenin ayetlerine işarettir. "Kitab-ı Mübin"
ile ise, levh-i mahfuz kastedilmiştir. Kitabın mübin (açık ve açıklayıcı)
oluşu, onda, olacak herşeyin yazılı olması demektir. Binâenaleyh oraya bakan,
onu okuyan melekler, olacak şeyleri açıklamaktadırlar. "Kitab-ı
Mübin" ifadesi, nekire ile bir mübhemlik (belirsizlik) meydana gelsin ve
böylece de onun çok büyük ve önemli birşey olduğu anlaşılsın diye, nekire
olarak getirilmiştir. Bu tıpkı, ilf "Melîk-i muktedir" (kudretli bir
melik) (Kamer. 55) ayetindeki nekirelik gibidir. İbn Ebl Able, bunun
takdirinde, hazfedilen muzafın yerini tutmak üzere
ref ile Kitab-ı Mübîn
şeklinde okumuştur. Eğer, "Bu ayetle, Hak Teâlâ'nın, "Elif, Lâm, Râ.
Bunlar o kitabın ve Kur'ân-ı Mübin'in ayetleridir" (Hicr. ıj ayeti
arasında ne fark vardır?" dersen, derim ki: Bir fark yok. Çünkü atıf vâv'ı
("ve" edatı) tertibi gerektirmez."
Ayetteki,
"Mü'minler İçin bir hidayet ve bir müjde" ifadesi, ya nasb, ya ref
mahallindedir. Mansub oluşu, "hal" kabul edilmesine göredir ve bu
takdirde, (bir hidayet edici ve müjdeleyici olarak) manasıdır. Bu
"hal"in âmili ise, ili; kelimesindeki "işaret etme"
manasınadır. Bunun mahallen merfû sayılması ise şu üç sebebten ötürüdür:
a) Mahzûf bir nüve mübtedasının haberi olarak,
b) Ayetteki,
"ayat" lafzından bedel olarak,
c)
İkinci haber olarak... yani, "onun
ayetleri kitabın ayetleri halinde de bir de hidayet ve müjde kaynağı olarak
araya getiritmiştir" demektir.
[2]
Âlimler, bu hidayetin
sadece mü'minlere has olarak zikredilmesinin sebebi hususunda şu iki değişik
izahı yapmışlardır:
a) Bununla,
o Kur ân'm, sadece mü'minierin cennete gideceğini söylemesi ve onlara bu
müjdeyi vermesi kastedilmiştir. Bu tıpkı, "işte Allah'a imân edip, O'na
sarılanlar yok mu, Allah onlan, Kendinden olan bir rahmetin ve lütfün içine
sokacak ve onları, Kendisine 0den bir yola hidayet edecektir" (Nisa, 175)
ayetinde ifade edildiği gibidir. İşte bundan ötürü, bu hidayet mü'minlere has
kılınmıştır.
b) Ayetteki'
'hidayet'' ile, delil olma (rehberlik) kastedilmiştir. Bu görüşte olanlav,
bunun mü'minlere has oluşu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Allah bunu mü'minlere has kılmıştır. Çünkü
Allah, bu hidayetin yanısıra müjdeden bahsetmiştir. Müjde ise ancak mü'minler
için söz konusudur.
2) Hidayetin
o mü'minlere has olarak zikredilmesinin sebebi, onların o hidayete sımsıkı
sarılmış olmalarından ötürüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, özellikle
mü'minleri zikretti. Bu tıpkı, "Sen ancak ondan korkan kimseyi inzâr
edicisin" (N&ziat, 45) ayetinde olduğu gibidir.
3) Bu ayetlerin, mü'minler için bir hidayet
olması, o mü'minierin hidayetini artırması demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Allah, hidayete ermiş olanlann hidayetini artırır" {M«y«m, 76)
buyurmuştur.
Ayetteki, "Namazlarını dosdoğru kılarlar"
cümlesine gelince, doğruya en yakın olan, bu namaz ile beş vakit namazın
kastedilmiş olmasıdır. Çünkü "salat" (namaz) kelimesinin başındaki
elif-lam bunu gerektirmektedir. Namazın ikâmesi ise, onun şartlarına göre
yapılmasıdır. Bu ayetteki "zekât" ile ilgili söz de aynıdır. Çünkü bu
zekât ile de farz zekât kastedilmiştir. Zekâtın ikâmesi ise, onun yerli yerince
verilmesidir.
[3]
Ayetteki, "Onlar
âhirete kesin İnananların tâ kendileridir" cümlesi ile ilgili şöyle bir
soru vardır: Namazlarını dosdoğru kılıp, zekâtlarını hakkıyla edâ eden
mü'minierin, hiç şüphe yok ki mutlaka âhirete de kesinkes inanmış olmaları
gerekir. Öyle ise, bu ifâdenin ayrıca zikredilmesinin hikmeti nedir? Buna şu
iki şekilde cevap verebiliriz:
1) Bu da, mevsûlün sılası cümlesindendir. Buna
göre, şu iki izah yapılabilir:
a) İnsanın kemâli, zatı gereği hakkı; kendisiyle
amel etmek için hayrı-iyiyi bilip tanımasındadır. Hakkı tanımanın kısımları
ise, pek çoktur. Fakat sayesinde kurtuluş yolunun elde edileceği şey, mebde'
(yaratılış-başlangıç) ile me'âd'ın (âhiretin-sonun) bilinip tanınmasıdır.
Kendisi ile amel edilen hayrın da kısımları pek çok olup, en kıymetlileri şu
iki şeydir. Nefis ile (beden) ile yapılan taat-ibadet; mal ile yapılan taat. O
halde ayetteki, "mü'minler için" ifadesi, mebde' bilgisine;
"namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler" ifâdesi,
bedenen ve malen yapılan ibadetlere ve "Onlar, âhirete kesin inananların
tâ kendileridir" ifadesi de, âhiret bilgisine bir işarettir. O halde bu
demektir ki Cenâb-ı Hak, mebde'in bilinmesini ilk uç, me'âdın bilinmesini son
uç, bedenî ve malî ibadetleri de bu ikisinin arası kabul etmiştir.
b) Namazlarını
dosdoğru kılıp, zekâtlarını veren mü'minlerin bir kısmı, hasrın ve neşrin
(kıyametin) olacağına kesinkes inanırken, bir kısmının bu hususta şüphesi
vardır. Fakat bu kısım, taatlan ihtiyaten yapıyor ve söyle diyor: "Eğer bu
hususta, hakka (doğruya) isabet etmiş isem, mutluluğu elde etmiş olurum. Yok
hata etmiş isem, sadece bu kısa ömürdeki az bir takım iyi ve güzel şeyleri
kaçırmış olurum." Binâenaleyh kim namazını-zekâtını bu ikinci tarzda ifâ
ederse, gerçekte Kur'ân ile hidayete ermiş olmaz. Fakat kim de âhirete kesinkes
inanarak bu işleri yaparsa, Kur'ân ile hidayete ermiş olur. İşte bundan ötürü
Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda bu ifadeye yer vermiştir.
2)
Ayetteki bu ifade, cümle-i i'tirâziyyedir.
Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: İman edip, namazlarını dosdoğru
kılmak ve zekâtlarını hakkıyla vermek suretiyle sâlih amellerde bulunanlar var
ya, işte bunlar, âhirete kesinkes inanmış kimselerdir. Doğruya en yakın izah
işte bu ikinci izahtır. Bunun, doğruya en yakın oluşunun delili ise, bu cümlenin
bir isim cümlesi olup, mübtedâ olan hum (onlar) zamirinin tekrar edilmesidir.
Böylece ayetin manası, "Âhirete hakkıyla ancak, imân ile amel-i sâlihi bir
arada yapanlar inanırlar" şeklinde olur. Çünkü neticenin ne olacağı
hususunda endişe duymaları, bunları, dinî ibadetlerin zorluklarını sırtlanmaya
sevketm iştir.
[4]
"Biz, âhirete
inanmayanların amellerini, kendileri için süslü göstermişizdir de, şaşmp
kalmışlardır. Onlar, kötü azab kendilerine ait olanlardır. Onlar, ahrette de en çok
hüsrana uğrayanların tâ kendileridir'.' (Nemi, 4-5}.
Bil ki Allah Teâlâ,
mü'minler için söz konusu müjdeyi beyân edince, bunun peşinden kâfirler için
olacak, kötü (şiddetli) azabtan bahsederek, "Biz, âhirete inanmayanların
amellerini, kendileri için süslü göstermişizdir..." buyurmuştur. Âlimler,
Cenâb-t Hakk, "Şeytan, onlara, amellerini süslü göstermiştir"
(Ank«wt, 38) ayetinde, bu "tezyîn" (süstü gösterme) işini şeytana
nisbet ettiği halde, bu ayette bu İşi Kendisine isnâd etmiş olması konusunda
değişik izahlar yapmışlardır:
[5]
Bizim (ehl-i sünnet)
âlimleri, ayeti, zahirî manasına göre ele almışlardır. Çünkü insan birşeyi
ancak o şeyi yapmaya sevkeden bir sebeb bulunduğu zaman yapar. Bu sebeb (dâî)
ise, o işi yapmanın bazı menfaatları sağlayacağı hususunda bir bilginin,
inancın veya zannın bulunmasıdır. Bu "dâî"nin (insanın kalbindeki bu
duygunun), şu iki sebepten ötürü, mutlaka Allah'dan olmuş olması gerekir:
a) Eğer bu,
kul tarafından olmuş olsaydı, kul bunun için, başka bir dâî'ye muhtaç olurdu.
Bu şekilde de bir teselsül gerekirdi. Halbuki teselsül imkânsızdır.
b) İlim, ya zarurî, ya kesbî olur. Eğer zarurî
olursa, mutlaka bu hususta "tasawur"un bulunması gerekir.
"TasawurMun ise, kesbî olması imkânsızdır. Çünkü kazanılan o şeyin, eğer
bunu kazanan farkında ise, bu, onun için tasavvur edilmiş derrtektir. Halbuki
hasıl-ı tahsîl muhaldir. Yok eğer kul bunun farkında değilse, ondan habersiz
demektir. O şeyden habersiz olan kimsenin ise, onu istemesi, onun peşine düşmesi
İmkânsızdır.
İmdi eğer sen,
"Bu husus, bir yönden farkedilir, bir yönden edilmez" dersen, ben
derim ki: "Farkedüen, farkedilmeyenden başkadır. Böylece bu iki kısımdan
herbiri için biraz önce yapılan taksim yeniden geriye dönmüş olur. Tasavvurun
kesbî olmadığı kesin olarak sabit olup, "tasdik"in bulunmasında, iki
tasavvurdan herbirinin bulunmasının yeterli olması demek olan, zarurî bir ilim
de bulununca, tasavvur kesbî olmamış olur ve bu kesbî olmayan tasavvur,
"tasdîk"i gerektirir. O halde bu demektir ki, her nerede, her ne
zaman tasavvurât bulunursa, hiç şüphesiz "tasdik" de bulunur, her
nerede - her ne zaman o bulunmazsa, tasdik de bulunmaz. Binâenaleyh bu bedîhî
(zaruri) tasdîkâtın bulunması kesbî değildir. Sonra bedîhî tasdîkât, nazarî tasdîkâtı
gerektirir ise, o nazari tasdîkât da kesbî olmaz. Çünkü zaruri olanın, lâzım-t
gayr-ı mufankı olan vasfı da zarurîdir. Yok eğer onları gerektirmiyorsa, nazarî
ilimler diye farzettiğimiz o şeyler de böyle olmazlar, tam aksine taklidi bir
takım inançlar olurlar. Çünkü mukallidin inancı, onu yapmayı gerektiren
herhangi birşey olmaksızın, doğrudan doğruya iyiniyetle yaptığı bir inançtır.
Böylece bu izah ile, bütün ilimlerin zarurî olduğu sabit olur.
Yine fiillerin
başlangıcının da bir takım ilimler olduğu anlaşılır. O halde kulların
fiillerinin tamamı zarurîdir. Binâenaleyh bu demektir ki, insan aslında mecbur
olduğu halde muhtar (irade sahibi) görünmektedir. Böylece, her iş yapanın, o
işini ona güzel gösterenin Allah Teâlâ olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh
ayetteki "tezyin" (süslü gösterme) ile, Cenâb-ı Hakk'ın o insanın
kalbinde, yapacağı o işte, bir takım lezzet ve menfaatlerin olacağı bilgisini
yaratması kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk insanın kalbinde, zararlı ve kötü
şeylerin bilgisini yaratmaz. Binâenaleyh bu aklî ve kesin deliller ile, bu
ayeti zahirî manasına almanın gerekliliği sabit olmuş olur.
[6]
Mu'tezile ise bu
ayetin te'vili hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Bu,
"Biz, onlara dinî şeyleri ve kendisine sımsıkı sarılmaları gereken şeyleri
beyân ettik. Onun güzelliğini ve onlar için ondaki mükâfaatı açıklamak
suretiyle de onu süsledik" demektir. Çünkü Allah'ın bir ameli süslemesi, o
ameli güzel, gerekli ve iyi neticeli olarak tavsif etmesidir ki bu, "Allah
size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi" (Hucur*. 7) ayetiyle
kastedilen manadır. Ayetin sonundaki, "şaşırıp kalmışlardır" ifadesi
de buna delâlet eder. Çünkü bu, "Onlar ise, Bizim onlara süslediğimiz
amellerden dönmüş ve yüz çevirmişlerdir" demektir.
2) Allah Teâlâ
onları, uzun Ömür ve bol rızıkla faydalandırınca, o kâfirler, Allah'ın bu lütuf
ve in'amlarını şehevî arzulara tabî olmaya ve kendileri için gerekli
mükellefiyetlerden uzaklaşmaya bir sebep kılmışlardır. İşte bundan dolayı,
sanki Cenâb-ı Hak, onların amellerini süslemiş gibi olur. Bu manaya da,
meleklerin, "Fakat onları ve atalarım alabildiğine faydalandırdın da,
nihayet zikri (dersi) unuttular ve helake mahkûm bir kavm oldular"
(Furkân, ıs) şeklindeki sözleri işaret etmektedir.
3) Cenâb-ı Hakk'ın şeytana zaman tanıması ve onu
salıvermesi, böylece de şeytanın, insanlara kötü fiillerini güzel göstermesi,
bu "tezyin" (süslü gösterme) işinde açıkça görülen bir ilgidir. İşte
bundan ötürü bu tezyin işini Cenâb-ı Hak, Kendisine izafe etmiştir.
Mu'tezile'nin bu
görüşlerinden birincisine şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetteki,
"amellerini" sözü, Allah'ın, yapılan amel ister iyi İster çirkin
olsun, insanlara o amelleri güzel gösterenin Cenâb-ı Hak olduğunu ifade eden,
umûmî bir lafızdır. Bu manadaki "tezyîrTin ne demek olduğunu biraz Önce
açıkladık. İkinci İzaha da şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, onları uzun ömür
ve bol rızıkla faydalandırınca, bu işlerin, günahın işlenmesini, işlenmemesine
tercihte bir tesiri var mıdır, yok mudur? Eğer var ise, tercihin bulunduğu her
yerde mutlaka o işin gereklilik (zarûrîlik) derecesine varıp dayanacağını
söylemiştik. Bu durumda, bizim dediğimiz ortaya çıkar. Yok eğer bunda onların
bir tesiri yoksa, bunlar, onların amellerine nisbetle, tıpkı bir kapı gıcırtısı
ve karga sesi gibi olur ki bu da, onların fililerinin, o nimetlere
dayandırılmasına manîdir. Bu, aynı zamanda Mu'tezile'nin üçüncü izahlanna da
bir cevaptır. Allah en iyi bilendir.
Ayetteki, "Onlar,
şaşıp kalmışlardır" ifadesine gelince, " 'ameh". şaşıp kalmak, hayret
etmek, tereddüt) etmek" demektir, tıpkı yolunu şaşıranın durumu gibi.
Hak Teâla'ntn
"Onlar, kötü azab kendilerine ait olanlardır..." cümlesi ile ilgili
olarak şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu o
kâfirlerin Bedir günü kılıçtan geçirilmeleri ve esir edilmeleridir:
b) Bununla, ister dünyada, ister âhirette olsun,
mutlak manada ilahî azab kastedilmiştir. "Kötü" kelimesi ile de, o
azabın şiddetli ve büyüklüğü kastedilmiştir.
Ayetteki, "Onlar,
en çok hüsrana uğrayanların tâ kendileridir" cümlesi hakkında şu iki izah
yapılabilir:
a) Kişinin,
dünyada, sıhhat ve selâmetini soyup atması ve âhirette yine kendisini büyük bir
azaba teslim etmesinden daha büyük bir azab yoktur.
b)
Bu, "Onlar itaat etmiş olmaları halinde
cennette elde edebilecekleri o makamları, itaat etmemek suretiyle; elden
kaçırmış olmak suretiyle zarar etmişlerdir. Çünkü her mükellefin, cennette
itaat etmesi halinde kendisine verilmek üzere hazırlanmış bir yeri vardır.
Fakat isyan edince, bunu başkasına vermiş
gibi olur, o makamı elde edemeyecek büyük zarara girmiş olur.
[7]
"Şüphesiz ki bu
(Kur'ân) sana, herşeyi hakkıyla bilen, hakîm ve alîm Allah tarafından
veriliyor. Hani Musa ailesine, "Ben bir ateş gördüm. Size ondan ya bir haber
getireyim, yahut size ondan bir kor getireyim de ısmasmız" demiştir.
Oraya gittiği zaman, ona şöyle nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde
olanlara da muhakkak bereket verildi. Alemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir.
Ey Musa, hakikat şudur ki mutlak gâlib olan, Aziz ve Hakîm Allah
benim" (Nemi, 6-9).
Ayetteki ifadesi, "O Kur'ân sana, öyle alîm bir
zattan, öyle hakîm bir zattan verilmiştir ki..." demektir. Alim ve
Hakîm'ın nekire getirilmesinin hikmeti bu (te'kiddir). Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın
bundan sonra zikredeceği kıssalar için bir mukaddime (giriş)dir. lafzı ise
mukadder bir fiili ile mansubtur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki bundan sonra
şöyle demektedir: "O'nun hikmetinin ve ilminin neticesi olan, Musa'nın
kıssasını da al." Bu lafzın, "alim" kelimesinin mef'ulü olarak
mansub olması da mümkündür. İmdi, eğer, "Hikmet, ya ilmin bizzat
kendisidir; yahut ilim, hikmetin içinde birşeydir. Öyle ise niçin, hikmetle
birlikte ilim de zikredilmiştir? Cevap: Hikmet, sadece amelî şeyleri bilmekle;
ilim ise bundan daha kapsamlıdır. Çünkü ilim bazen amelî, bazanda nazarî olur.
Nazarî ilimler ise, amelî ilimlerden daha kıymetlidir. Böylece Cenâb-ı Hak,
amelî ilimleri kapsayan hikmeti ele almış, bunun peşinden de, kendisinin alîm
olduğunu zikretmiştir ki, alîm, ilimde had noktaya varan demektir. Bunun kemâli
ise şu üç cihetle elde edilir:
a) Tek
olması.
b) Bütün malumatı içine alması.
c) Hertürlü
değişiklikten korunmuş olmasıdır. Bu üç mükemmeliyet hali ise, ancak Cenâb-ı
Hakk'ın ilminde mevcuttur.
Bil ki Allah Teâlâ bu
sûrede pekcok çeşit kıssadan bahsetmiştir:[8]
Birinci kıssa, Hz.
Musa (a.s)'nın kıssasıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hani Musa, ailesine ... demiştir" ifadesine gelince bu, Hz. Musa'nın
yolunda, hanımı Hz. Şuayb'ın kızından başka bir kimse bulunmadığını gösterir.
Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'nın hanımını, onun, "ehli" olarak vasfetmiş ve
bunun peşinden de ümküsü "kalınız" (Kasas.29) buyurarak, fiili çoğul
getirmiştir.
Ayetteki, "Ben
bir ateş gördüm..." cümlesine gelince, bu şu anlamdadır: "Onlar geceleyin
yürüyorlardı. Derken, yolu şaşırdılar. Vakit de soğuk bir vakit idi. Bu gibi
hallerde nefis, yol konusundaki şaşkınlığı gidermek ve ısınmak için ateşten
istifâde etmek ümidiyle, ta uzaklarda bir ateş görme arzusunu duyar.. İşte
bundan ötürü Hz. Musa, hanımına, bir müjde vererek, "Ben bir ateş
gördüm..." demiştir. Alimler, bu ifadenin ne manaya geldiği konusunda
ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, flnestü fiilinin
"gördüm" anlamına geldiğini söylerken, diğer bazılan da, o,
"tesadüf ettim, buldum da, ona ünsiyyet keşfettim" manasına geldiğini
söylemişlerse de, birincisi doğruya daha yakındır. Çünkü Araplar, ifadeleri arasında bir fark görmezler.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"size ondan ya bir haber getireyim..." ifadesine gelince,
"haber", kendisiyle yol hakkında bilgi verilen şeydir. Çünkü Hz.
Musa, yolunu şaşırmıştı. Sonra bu ifade de, şöyle bir hazf söz konusudur:
"O, ateşi görünce, ona doğru yönelerek, "size ondan ya bir haber
getireyim..." dedi. Yani, "kendisiyle, yolun bilinebileceği bir
haber..." demektir.
Onun "yahut size,
ondan bir kor getireyim" cüm\es\ne gelince, (şlhab), alev, meşale; (kabes) de, ele alınmış kor, ateş demektir.
Cenâb-ı Hak, alevi kora, ateşe nisbet etmiştir;[9] çünkü
"şihâb" kor ele alındığı zaman ele alınmış olur, ele alınmadığı zaman
da ele alınmamış olur. Bu ifadeyi tenvinle şeklinde okuyanlar ise, kelimesini
ya bedel tutmuş; yahut da, kendisinde bulunan, "ele alma, tutma"
anlamından ötürü, sıfat addetmiştir. Sonra burada, şu şekilde birkaç soru
sorulabilir:
[10]
Birinci Soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, "size ordan ya bir haber getireyim..."(Nemi, 7) ifadesiyle,
"olur ki ondan size bir haber ... getiririm..." ifadeleri, adeta
birbirleriyle tenakuz halindedirler. Çünkü bunlardan birisinde ümit etme manası
var (Kuas, 26), diğerinde ise, kesinlik ve katiyyet anlamı...
Biz diyoruz ki, bunun
cevabı şöyledir: Bir şeyi uman, bekleyen kimse bazan, o umduğunu elde edememe
ihtimalini de düşünerek, o husustaki beklenti ve ümidi kuvvetli olduğu için,
"şunu yapacağım ve şöyle olacak" der.
İkinci Soru: Bu
ifadenin başına niçin, "gelecek" manasını bildiren sîn gelmiştir?
Cevap: Bu, Hz. Musa
tarafından, ailesine, geç de olsa, yahut mesafe uzak dahi olsa, onu getireceği
hususunda verilmiş olan bir va'ddir.
Üçüncü Soru: Hz. Musa,
bu iki cümlenin arasına, ev "veya" edatını sokmuştur? Her ikisine de,
aynı anda ihtiyacı olduğu için, bunları birlikte anmalı, zikretmeli değil
miydi?
Cevap: Hz. Musa
Allah'ın sünnetine güvenerek, ümidini, ikisini birden elde edemezse bile,
onlardan birini elde edeceğine, yani, ya yolu bulacağına, ya da ateşi elde
edeceğine bağlamıştır. Çünkü Allah, kulu üzerinde, iki mahrumiyeti birden
bulundurmaz.
Ayetteki, cümlesine
gelince bu, "ısınmanız için" demektir. Ki bu da, onların, ısınmaya
olan ihtiyaçlarını gösterir. Bu durumda bu işin, ancak soğuk bir vakitte
meydana geldiği anlaşılır.
[11]
Cenâb-ı Hakk'ın..Şöyle
nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde olanlara da muhakkak bereket
verildi" ifadesine gelince, bu hususta birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu
cümlenin başındaki en, tefsir için getirilen en-İ müfessire'dir. Çünkü nida
fiilinde kale (dedi) anlamı vardır. Buna göre mana, "O Musa'ya bereket
erildi" denildi.." şeklinde olur.
İkinci Bahis: Alimler
"ateşte olan..." tabirinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf ederek
şu izahları yapmışlardır:
1) kelimesi,
"Bereketli oldu, arttı..." anlamındadır, nar kelimesi de, nûr"
(şık, ziya) anlamındadır. Buna göre mana, "Nurda olanlar mübarek
oldu..." şeklinde olur. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'dır. tabiri ile de,
melekler kastedilmiştir. Biz bu rivayetin her ne kadar uydurulmuş ve mevzu
olduğunu kesinkes eliyorsak da, bu, İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edilmiştir.
2)
ifadesiyle, "Allah'ın nuru" ifadesiyle de, "melekler"
kastedilmiştir. Bu da, Katâde ve Zeccâc'dan rivayet edilmiştir:
3) Allah
Teâlâ, Hz. Musa'ya, mübarek bir yerdeki o ağaçtan duyduğu bir sözle dâ etmiştir. O
halde bu demektir ki, sözün mahalli o ağaçtır; ama, Hz. Musa'ya conuşan ise, bu
konuşmayı o ağaçta yaratmak suretiyle kendisi olmuştur, ama ağaç mamıştır. Sonra o ağaç, içindedir. Onun
etrafındakiler ise, meleklerdir. İşte bundan :: ayı, Cenâb-ı Hak, "Ateşte
bulunan da, çevresinde olanlar da mübarek kılındı" Duyurmuştur. Bu, CübbaTnin
görüşüdür.
4) Ateşte
olan, Hz. Musa'dır. Çünkü, ateşe yakın olan odur. Ateşin etrafında olanlar ise
meleklerdir. Bu, doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü bir şeye yakın can
hakkında, "o, o şeyin içindedir" ifadesi kullanılabilir.
5) Keşşaf
sahibine göre, ifâdesinin anlamı "ateşin yerinde olan ıse ve onun
çevresindekiler kutlu kılındı" demektir. Burası da ateşin hasıl olduğu
yerdir, yani Cenâb-ı Hakk'ın, "bir yerdeki vadinin sağ kıyısın d'an...
"(Kasa», 30) ayetinde ele alınan kutlu bölgedir. Bunun böyle :iduğuna,
Übeyy İbn Ka'b'ın bu kelimeyi "o yer ile, onun etrafındakiler mübarek
oldu" şeklindeki kıraati delâlet etmektedir. Yine Ubeyy'in şeklinde
okuduğu da rivayet olunmuştur.
[12]
Üçüncü Bahis: O
mıntıkanın, ateştekilerin ve onun etrafındakilerin mübarek nma sebebi, bu
büyük hadisenin orada vaki olmasıdır. Ki, bu büyük iş de, Allah Teâlâ'nın Hz.
Musa ile konuşması, onu peygamber kılması ve onun elinden mucizeler izhâr
etmesidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Şam topraklarını, "Onu da,
Lût'u da, içinde âlemler için bereketler verdiğimiz arza (ulaştırıp)
kurtardık" (Enbiyâ, 7i) ayetinde de belirttiği gibi, bereketli kılmış,
mübarek yapmıştır. O toprakların böyle olması da gerekir; çünkü o topraklar
peygamberler otağı, vahyin indiği mekân olup onların, ölülerini de, dirilerini
de içinde bulunduran yerdir.
[13]
Dördüncü Bahis:
Cenâb-ı Hak, bu sözü, Hz. Musa'nın münacâatının bir mukaddimesi yapmıştır. O
halde ayet-i kerimedeki, "Ateşte bulunan da, çevresinde olanlar da mübarek
kılındı.." cümlesi, bunun, bütün Şam topraklarında, kendisinden bereket
fışkıran büyük bir iş olarak kabul olunduğuna delâlet eder.
Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan Allah
münezzehtir" cümlesinin şu iki faydası vardır: a) Cenâb-t Hak, bunun, Hz.
Musa'nın peygamberliğinin doğruluğu hususunda bir mukaddime olması için,
Kendisini, gerek zâtı, gerekse hikmeti hususunda O'na yakışmayan şeylerden
tenzih etmiştir, b) Bunun, kâinatta meydana gelen büyük olayların ve
hadiselerin, Cenâb-ı Hak tarafından meydana getirildiğine dikkat çekmek için,
bunu dileyenin ve onu yapanın, Alemlerin Rabbi olduğunu ilân etmek için gelmiş
olmasıdır.
[14]
Cenâb-ı Hakk'ın...
"hakikat şudur ki, mutlak galib olan, Aziz ve Hakîm olan Allah
Benim..." ifadesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: "Innshû
kelimesindeki zamirin, şân zamiri; cümlesinin mübtedâ haber; ifadesinin de, o
haberin sıfatı olması muhtemel olduğu gibi, bu zamirin, kendinden öncekilerin
delâlet ettiği şeye raci bir zamir olması da mümkündür. Yani, "Sana konuşan,
Benim..." demek
olur, Bu durumda, Allah lafzı, ene'nin beyâniyyesi, ifadeleri de, tayin için getirilmiş iki sıfat
olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Musa'nın elinden izhâr etmek istediği mucizeleri
ortaya koyması için, bir mukaddimedir. Allah Teâlâ bu beyanı ile şunu demek
istemiştir: "Meselâ o değneğin bir yılana dönüşmesi gibi, vehim ve
anlayışlardan uzak olan şeylere muktedir olan ve yaptığını ince hikmet ve
tedbir ile yapan Benim Ben!."
[15]
İmdi eğer, "Bu
nidanın Allah'dan başkasından olması da mümkündür. O halde, Hz. Musa, bunun
Allah'dan olduğunu nasıl biiebilmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap
verilir: Ehl-i sünnetin bu hususta, iki izah şekli vardır:
a) Hz. Musa,
harflere ve seslere benzemekten münezzeh olan bir kelâm duymuş ve bunun,
Allah'ın sıfatı olduğunu, bedîhî ve zarurî olarak bilip anlamıştır.
b)
Mâverâünnehir imamlarının görüşüdür. Buna göre, Hz. Musa(a.s) o sesi o ağaçtan
duymuştur. Bu noktada biz şöyle diyoruz: Hz. Musa, bunun Allah'dan olduğunu, şu
sebeplerden dolayı anlamıştır:
1) "O nida, o ateş veya o ağaçta meydana
gelince, Hz. Musa, bunun Allah tarafından olduğunu anlamıştır. Çünkü, içimizden
hiçkimse, böyle bir şeye kadir olamaz." Bu izah tutarsızdır; çünkü,
"Ateşe ve o ağaca şeytan girdi; sonra da nida etti" denilmesi
muhtemeldir.
2) "O
nidanın bizzat kendisinin büyüklük ve azametle, ancak bir mucize olabilecek bir
dereceye ulaşmış olması da mümkündür." Bu izah da tutarsızdır, çünkü biz,
meleklerin ve şeytanların, (ses bakımından) ne derece kuvvetli olduklarını
bilemiyoruz. Binâenaleyh, bunlardan, her frekans ve yükseklikte sesin sadır
olması mümkündür.
3) Bu
konuşmaya, ilahi bir konuşma olduğunu gösteren bir mucize de eklenmiştir. Bu
cümleden olarak, o ateşin yeşil bir ağaçta yanmasına rağmen, o ağacın kendisi
yanmamıştır. Bu işte, adetâ bir mucize gibi olmuştur. En doğru olan da budur.
Allah en iyisini bilendir.
[16]
"Ve asanı
bırak". (Musa asasını bırakıp da) onu çevik bir yılan gibi hareket eder görünce,
arkasını dönüp kaçtı ve geri dönmedi. "Ey Musa, korkma. Çünkü Ben (varım).
Benim yanımda peygamberler korkmaz. Zulmeden kimseler müstesna. Fakat zulmeden
kimse işlediği kötülükten sonra iyi iş yapar, halini düzeltirse şüphesiz ki
Ben, hakkıyla bağışlayıcı, çok merhamet ediciyim. Elini koynuna sok da, Firavn'a ve kavmine
(göstereceğin) dokuz mucize içinde o, kusursuz, bembeyaz (parlak) olarak
çıkıversin. Şüphesiz ki onlar, fâsıklar topluluğudur". Vakta ki
ayetlerimiz böyle apaçık olarak onlara geldi. "Bu, apaçık bir
büyüdür" dediler. Vicdanları da bunlara tam bir kanaat hasıl ettiği halde,
zulüm ve kibr ile yine bunları inkâr ettiler. Fesat çıkaranların
akıbeti bak nice
oldu..." (Nemi, 10-14).
Bil ki, bu ayetlerde
yeralan hususların pekçoğunun İzahı geçmişti. Biz burada, hassaten buraya
mahsus olan (tekrarlanmamış olan) hususları zikredeceğiz.
Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve
asanı bırak" ifadesinin neye atfedildiği sorulmuştur.
Cevap: Bu, djjî (Nemi,
8) lafzına atfedilmiştir. Çünkü kelamın takdiri, şeklindedir. Ki, her ikisi de,
&y ifadesinin tefsiridir.
Ayetteki, "çevik
biryılangibi..."cümlesinegelince, cânkelimesi, küçük yılan anlamına gelir.
Onu bu adla isimlendirmişlerdir, çünkü o, insanlara gözükmez. Hasan el-Basrî bu
kelimeyi, iki sakin harfin bir arada bulunmasından kaçınarak, (şâbetun - genç
kız) ve (dâbetun - debelenen, kımıldayan canlı) diyen kimsenin okuyuşu üzere
(cânun) şeklinde okumuştur.
"ve geri
dönmedi" cümlesine gelince, bunun anlamı, "rücû etmedi, arkasına
dönmedi" şeklindedir. Nitekim Arapça'da, savaşçı hakkında, kaçıştan sonra
tekrar geri dönüp saldırıya geçtiğinde " 'Akkâbe'l-Mukâtilu" denilir.
O ancak, bunun, kendisi hakkında murad edilen bir şey olduğunu zannettiği için
korkmuştur. Ayetteki "Korkma, çünkü Benim ... yanımda peygamberler
korkmaz.." hitabı da buna delâlet eder. Bazıları da şöyle demiştir:
"Bundan murad şudur: "Biz peygamberlere bir mucize izhar etmeyi
emrettiğimiz zaman, onların bunu izhar hususunda korkmamaları gerekir..."
Aksi halde, peygamberler, muhakkak ki bazan korkarlar.
Cenâb-ı Hakk'ın
"zulmeden kimseler müstesna" ifadesine gelince, bunun manası şudur:
"Lakin, zulmedenler hariç..." Buradaki zulüm, evlâyı terketmek ya da
küçük günahlar kabilinden, nebilerden sadır olan şeylere hamledilmektedir.
Bununla kastolunanın, Musa (a.s) da bulunan şeye ima olması da muhtemeldir ki,
bu, son derece hoş olan tavizlerdendir.
Hasan el-Basrî (r.a)
şöyle demiştir: "Allah'a andolsun ki Musa (a.s) kıbtîyi öldürmekle
zulmetmiş olan, sonra da halini değiştiren kimselerden idi. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın, "Rabbim, ben nefsime zulmettim. Beni bağışla!.." dedi. Bunun
üzerine Al/ah da bağışladı.."(Kaaaa, 16) ayeti, Hz. Musa'ya delâlet eder.
Bu ifade, tenbîh harfiyle, (elâ men zaleme) şeklinde de okunmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın,
"Sonra bir kötülüğün ardından onu bir iyiliğe çevirse.." ayetine
gelince, bundan murad, "tevbe güzelliğin ve günahın kötülüğü"dür.
Ebû Bekr'ın Asım'dan olan rivayetine göre o,
l&£ (Has«n«n) şeklinde okumuştur.
[17]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"(göstereceğin) dokuz mucize içinde.." ifadesine gelince bu müstesna
bir ifadedir. Buradaki fî harf-i cerri, mahzuf olan bir kelama mütealliktir.
Buna göre mana, "Dokuz mucize içinde (ile) Firavuna git" şeklinde
olur. Bir kimse şöyle diyebilir: "Mucizeler onbir taneydi. Bunlardan ikisi
yed-i beyzâ ile asa mucizeleridir. Dokuzu ise şunlar: Denizin yarılması, tufan,
çekirge, bit, kurbağa, kan, sitme kör edilmeleri, badiyelerinde kuraktık
tarlalarında da eksilme...
Ayet-i Kerime'deki
"Vaktaki ayetlerimiz böyle apaçık olarak onlara geldi.." cümlesine
gelince, burda, "görme" (Ibsâr) ise, ayetlere nisbet edilmiştir;
hakikatte ise, bu ayetleri düşünene aittir. Bu da, onların iyice bakmaları ve
onun hakkında tefekkür etmeleri sebebiyledir. Yahutta bu ayetler, son derece
aşikâr olmalarından dolayı görür ve doğruya ulaşır gibi addedilmişlerdir. Ali
İbn Hüseyin ve Katâde bu kelimeyi, tıpkı
(mecbene) ve (mebhale) kelimelerinde olduğu gibi, şeklinde okumuşlardır.
Yani, kendisinde görme ve ibret almanın çok olduğu mahal ve mekân.
[18]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Vicdanları da buna tam bir kanaat hasıl ettiği halde..." ifadesine
gelince, buradaki vâv, hâl vâv'ıdır. Kendisinden sonra da, bir kelime bulunur.
Burada muzman (vicdanlar) kelimesini zikretmenin faydası ise şudur: "Onlar
bu ayetleri dilleriyle inkâr edip yalanlamışlar, ama kalblerinde ve
vicdanlarında ise, bunun gerçek ve hak olduğuna kanaat getirmişlerdir."
(isteykane) fiili, (eykane) ifadesinden daha beliğdir.
"zulüm ve kibir
ile.." ifadesine gelince, bu, "Bu ayet ve mucizlerin apaçık olup
Allah katından olduğuna kanaat getirdikten sonra, onu apaçık bir sihir olarak
isimlendirmek suretiyle büyüklenen kimsenin zulmünden daha çirkin hangi zulüm
vardır?.." anlamındadır.kelimesi, büyüklenerek, Hz. Musa'nın getirdiği
şeye imandan yüz çevirmektir. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın "Kibirlerine
yediremediler... Onlar mütekebbir ve müstebid adamlardı..." (MO'mmım, 46)
ayetinde olduğu gibidir. Bu kelime tıpkı, kelimesinde olduğu gibi, damme ve
kesre ile ve şeklinde de okunmuştur.
[19]
"Biz Davud'a ve
Süleyman'a ilim verdik. Onlar, "Bizi mü'min kullarının bir çoğundan üstün
kılan Allah'a hamd olsun" dediler. Süleyman Davud'a mirasçı oldu. Dedi ki:
"Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize her şeyden
verildi. Şüphesiz ki bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir." Süleyman'ın,
cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı. İşte bütün bunlar, zapt
ve idare ediliyorlardı. Hatta karınca vadisine geldikleri zaman (dişi) bir
karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Sakın Süleyman ve ordusu,
bilmeyerek, sizi kırmasın! (Süleyman) onun bu sözünden gülercesine
tebessüm etti de: "Ya Rabb, dedi, bana ve ana babama lütfettiğin nimetine
şükretmemi ve Senin razı olacağın iyi (işler) yapmamı bana ilham et. Rahmetinle
beni de salih kullarının arasına sok" (Nemi, 15-19).
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince bundan murad, "ilimden bir bÖlüm"dür. Yahut da,
"yüce ve aziz bir ilim." Buna göre eğer, "Burda vâv değil de fâ
olmalı değil miydi? Senin tıpkı "ona verdim, o da teşekkür etti"
demen gibi olmalı değil miydi?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Dil
ile şükretmenin hali ancak, ondan önce bir kalb, amelî bulunduğu zaman güzel
olur. Bu kalb ameli de, taatları yapmaya, günahı ise terketmeye azmetmedir.
Bundan önce, taatlarla meşgul olmak olan, uzuvların amelinin de bulunması
gerekir. İşte, dil ile şükürden önce mutlaka bu ikisinin bulunması gerekince,
şüphesiz ki O'nun şöyle demiş gibi olması gerekir: "Biz ona ilim verdik. O
da, bununla, hem kalben, hem de bedenen amel etti. Lisanıyla da, "Bana
şunu şunu veren Allah'a hamdolsun" diyerek bunu yaptı..."
[20]
Onun, "Biz mü'min
kullarının bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun.."ifadesine gelince,
burada birkaç bahis vardır:
1)
Kendilerinden üstün kılınan, çokluk, kendilerine ilim verilmeyenler, yahut da
Kendilerine onların ilmi gibi bir ilim verilmeyenlerdir. Onlar bu konuda
pekçoklarına üstün kılındıkları gibi, pekçokları da kendilerine üstün
kılınmıştır.
2) Ayet-i kerimede, ilmin ve mertebenin
yüceliğine bir delil vardır. Çünkü Süleyman ile Davud (a.s)'a, başkalarına
verilmemiş olan bir mülk verilmiş, ama onların mülke olan şükürleri, ilme olan
şükürleri gibi olmamıştır.
3) Onlar
kendilerini, herkese üstün tutmamışlardır. Bu da, tevazünün güzelliğine zelâlet
eder.
4) İfâdenin
zahiri, bu faziletin ancak o ilim olmasını gerektirir. Sonra, Allah ve Onun
sıfatlarını bilmenin, diğer ilimlerden daha şerefli olmasını iktiza eder.
Binâenaleyh, bu şükür ancak, bu ilimden ötürüdür. Sonra bu ilim, bütün
mü'minier : n mevcuttur. Dolayısıyla, bunun, onların diğer mü'minlere üstün
tutulmalarının sebebi olması imkânsız olur. O halde bu fazilet ve üstünlük,
Allah ve onun sıfatlarına dair ilim hususunda, kulun, bunların içine dalmış
olmasıdır. Öyle ki artık, kulun kalbine hiçbir şüphe gelmez, kalbi hiçbir an ve
zaman Allah'tan gafil olmaz...
[21]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Süleyman Davud'a mirasçı oldu.." badesine gelince alimler, bu konuda
ihtilâf ettiler. Hasan el-Basrî, meselâ şöyle remiştir: "Bu, mal
hususundadır. Çünkü nübüvvet ilah? ve doğrudan Allah'dan olan Mr bağış olup,
ona miras olunmaz." Bir başkası, "Hayır, bu nübüvvettir" derken,
diğer bazıları da, "Hayır, bu saltanat ve yönetimdir" demişlerdir.
Eğer Hasan el-Basrî . ıce teemmül etseydi, oğul kendisine varis olduğunda,
malın da Allah'tan olan bir atiyye olduğunu anlardı. İşte bundan dolayıdır ki,
çocuk mü'min olduğu zaman varis olur; kâfir ya da (murisin) katili olduğu zaman
varis olamaz! Fakat Allah Teâlâ, veraset sebebini, bazı şartlarla, ölüye varis
olana tahsis etmiştir. Ama nübüvvet böyle değildir, çünkü ölüm, çocuğun nebî
olması için bir sebep olamaz. İşte bundan dolayı bunlar, birbirinden
ayrılırlar. Ancak bu, babasının ölümünde nübüvvet ile görevlendirildiği çin,
nübüvvete varis olmakla nitelenmesine mani değildir. Nitekim oğul da, babasının
ölümünde onu elde ettiği için mala varis olur. Söylediğimizi açıklayan
şeylerden birisi de şudur: Allah Teâlâ şayet tafsilatlı olarak açıklasaydı da,
"Süleyman Davud'a, onun maiına varis oldu" deseydi, o zaman, "Ey
insanlar, bize kuşların dili öğretildi" ayetinin hiçbir anlamı olmazdı.
Ama biz, "Süleyman onun, nübüvvet ve mülk hakimiyet) makamına varis
oldu" dersek, bu o zaman güzel olur. Çünkü mülke varis olmak, bütün
bunları içine alır; mala varis olmak ise, nübüvveti içine almaz. Onun,
"Şüphesiz ki bu, apaçık bir üstünlüğün ta kendisidir.." ifadesine
gelince, bu da ancak, kâmil olsun yada olmasın herkese nasîb olan mal değil de,
zikrettiğimiz şeye, nübüvvet makamına yakışan bir şeydir. Allah Teâlâ'nın
bundan sonra zikretmiş olduğu, Süleyman (a.s)'ın orduları ifadesi ise, ancak
zikrettiğimiz hususa uygun düşer. Yaptığımız bu açıklama ile, Hz. Süleyman
(a.s)'ın sadece mala varis olduğunu iddia eden kimsenin görüşü batıl olmuş
olur. Ama, "Süleyman, hem mala hem de mülke (hakimiyete) varis
oldu.." denilirse bu, bizim yaptığımız açıklamalarla ibtal edilmez. Aksine
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Biz, peygamberler topluluğu, varis
olunmayız"[22] ifadesinin zahiriyle
geçersiz olur.
[23]
Onun, "ey
insanlar" ifadesine gelince, bundan maksat Allah'ın nimetini izhar
etmek, onu yüksek sesle dile getirmek ve insanları, kuşların dilini bilme olan
mucizeyi zikretmek suretiyle, tasdik ve imana davet etmektir. Keşşaf Sahibi
şöyle demiştir: "Mantık, konuşmak, bir mana ifade etsin ya da etmesin, tek
tek kelimeleri ya da cümleleri söylemek, sesle ifade etmektir. Ya'kûb,
kitabına, Islahu'l Mantık başlığını koymuştur. Halbuki o, o kitabında sadece,
müfret kelimeleri düzeltmiştir. Araplar şöyle derler: "Güvercin nutketti,
seslendi." Süleyman (a.s)'ın kuşların diline dair öğrendiği şey ise,
kuşların maksad ve gayelerinden bazısını bazısından ayırıp seçmesi,
farketmesidir.
Ayetteki, "Bize
herşeyden verildi" ifadesi ile Süleyman (a.s)'a verilen şeylerin çok
olduğu anlatılmak istenmiştir. Çünkü "herşey" ile, herşeyin çoğu, çok
olma bakımından müşterektirler. İşte böyle bir istiarenin (mecazın)
yapılabilmesine sebep, bu müşterekliktir. Bundan dolayı ayetteki
"küllü" (herşey) kelimesi, "çok şey" manasında kullanılmıştır.
Bunun bir benzeri de Hak Teâlâ'nın, "O (Belkıs'e) herşey verildi"
(Nemi, 23) ayetidir.
[24]
Ayetteki,
"Şüphesiz ki bu apaçık bir üstünlüğün tâ kendisidir" ifadesi,
"Bizi, mü'min kullarından bir çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun"
ifadesinin bir izahıdır ki bundan rnurad, Allah'a şükür ve hamd etmektir.
Nitekim Hz. Peygamber (a.s), "Ben, Âdemoğullannm efendisiyim, ama (bunda)
öğünülecek birşey yok" buyurmuştur. Buna göre eğer, uluların kullandığı
üslûbtan olduğu halde, Hz. Süleyman nasıl, "Bize öğretildi, Bize
verildi" diyebilmiştir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap
verilir:
1) Hz.
Süleyman (a.s), bu Biz ifadesiyle, kendisi ile babası Dâvud (a.s)'u
kastetmiştir.
2) Bu
fiillerdeki nûn harfine, "nûnu'l-vâhidi'l-mutâ' " (itaat olunan ferdi
ifade eden nün) denilir. Çünkü Süleyman (a.s), itaat olunan bir padişahtı.
Birçok maslahat (sebep), padişahı yüce olarak zikretmeyi gerektirir.
Binâenaleyh böyle bir saygı vâcib olmuş olur.
[25]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Süleyman'ın cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları toplandı"
ifadesindeki, "haşr", çeşitli yerlerden bir araya gelip toplanmak ve
toplamak demektir. Buna göre bu, "Allah Teâlâ bütün bu çeşit varlıkları,
onun ordusu kıldı" demektir. Bu ise, ancak Hz. Süleyman'ın kendi gayesi ve
muradında tasarruf sahibi olmasıyla mümkün olur. Bu tasarruf da ancak, mevcûd
olduğu zaman mükellefiyetin söz konusu olduğu "akıl" bulunduğu zaman
olur. Yahut da Hz. Süleyman, mükellif çağına yaklaşmış bir mürahık iken
olmuştur. İşte bundan ötürü, "Allah Teâlâ. Hz. Süleyman (a.s) zamanında,
kuşları, akıllı varlıklar Kılmıştır. Hernekadar Cenâb-ı Hak, ihtiyaç duydukları
incelikleri kuşlara ilham etmiş veya arı gibi hayvanlara kullara menfaatli olma
özelliklerini vermiş ise de, zamanımızdaki kuşlar böyle akıllı değildir"
diyoruz.
Hak Teâlâ'nın,
"İşte bütün bunlar zabt ve idare ediliyorlardı" ifadesi, "hepsi
zabtu rabt altında tutuluyorlardı" demektir. Bu, ayette bahsedilen her
gurubta bir zabtu rabt altına alan ve idare ettiği, tasarrufta bulunduğu, adına
hareket ettiği kimseler üzerinde o kimsenin, bir hükümranlığı ve yetkisi
bulunduğunda olur. Binâenaleyh ayetin zahiri, işin bu kadarını anlatmaktadır.
Hadiste, "Onlar, Hz. Süleyman'ın ordusu ile birlikte yaptığı hareket, bir
nizam ve tertib dahilinde olsun diye, ileri gidenlere mâni oluyorlardı"
şeklindeki haber ise, İmkânsız değildir.
[26]
Hak Teâlâ'nın
"Nihayet karınca vadisine geldikleri zaman.." ifadesine gelince, bu
yerin, Şam'da karıncası çok bir vadi olduğu söylenmiştir. Eğer buradaki fiilin
niçin alâ harf-i cerri ile müteaddî olduğu sorulursa, şu iki şekilde cevap
verilir:
a) Onların
gelişleri, vadinin üst tarafından olmuştur. Bundan dolayı bu fiil, isti'la
(üstten oluşu) ifade eden bu edat ile kullanılmıştır.
b)
Bununla, vadinin geçilip, sonuna ulaşıldığı
manası kastedilmiştir. Bu, birisi birşeyin sonuna ulaştığında Arapların
kullandığı deyimindendir. Buna göre Hz. Süleyman (a.s)'ın ordusu, vadinin
bitiminde konaklamayı murad etmişlerdir. "Nemi" (karınca) kelimesi,
mim'in ve nûn'un zammesi ile, nümûl şeklinde okunduğu gibi, racûl vezni üzere
nemül şeklinde de okunmuştur. Nemi şekli ise, bunların tahfif ile okunan
şeklidir.
[27]
Ayetteki, ifadesi, "Bir karınca dedi ki"
demektir ki karıncanın konuşması akıldan uzak görülecek birşey değildir. Çünkü
Allah Teâlâ, karıncada hem aklı, hem konuşma kabiliyetini yaratmaya kadirdir.
Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: O, birgün Kûfe'ye gelmiş ve
etrafına insanlar toplanmış. Bunun üzerine o, "İstediğinizi sorun"
demiş. Ebu Hanife (r.h) de, o zaman henüz bir delikanlı olarak, onların
arasında imiş ve "Süleyman (a.s)'ın karıncasının, erkek mi dişi mi
olduğunu sorun" demiş. İnsanlar, Katâde'ye bunu sorunca, o cevap
verememiş. Ebu Hanffe (r.h), o karıncanın dişi olduğunu söylemiş. Ebu Hanlfe'ye
"Nereden biliyorsun?" denildiğinde, "Allah'ın kitabından...
Çünkü Allah, kitabı Kur'ân'da demiştir. Eğer o karınca erkek olsaydı,
derdi" cevabını verimiştir. Bu böyledir. Çünkü "nemle" kelimesi,
müzekker ve müennesi aynı olma bakımından, "hamâme" (güvercin),
"şât" (koyun) kelimeleri gibidir. Binâenaleyh bunlardan dişisi
erkeğinden verilen sıfat İle (erkek güvercin) ve diyerek veya gibi zamirler kullanılarak
ayırdedilirler.
Ayetteki,
"Yuvalarınıza girin" ifadesine gelince, bil ki, karınca akıllı bir
varlık olunca, şüphe yok ki, onlara, akıllı varlıklara hitap edildiği gibi
hitap ederek, (cemi müzekker salim siğası kullanmıştır.) Bundan Ötürü, böyle
söylemiştir. Eğer, "Ayetteki, "Sizi kırmasın" ifadesinin
iğrabtaki yeri nedir?" dersen, ben derim ki: Bunun, emrin cevabı olması
muhtemel oiduğu gibi, emirden bedel bir nehiy olması da mümkündür. Buna göre
mana, "Yerinizde durmayın, yoksa onlar sizi yol üzerinde ezer, kırıp
geçerler. Sizi, burada görmeyeyim" şeklinde olur.
Bu ayetle, şu
hususlara dikkat çekilmiştir:
a) Yolda
yürüyenin (yerdekilere) dikkat etmesi gerekmeyip, yol üzerindekilerin sakınması
gerekmektedir.
b) Karınca, peygamberin masum (günahsız)
olduğunu ve ondan ancak hatâen canlıları öldürme İşinin sâdır olacağını bildiği
için, "bilmeyerek sizi kırmasınlar" demiştir ki bu, peygamberlerin
masum olduklarına kesin inanmak gerektiğine önemli dikkat çekmedir.
c) Bir
kitabta şunu gördüm: O karınca başkalarına, içeri girmelerini şundan ötürü
emretmiştir. Çünkü o, idare ettiği karınca topluluğunun, Hz. Süleyman (a.s)'ı,
bu saltanat ve celâlet içinde görmeleri halinde, nankörlüğe düşebilecekleri
endişesini duymuştur. İşte onun, "Süleyman sizi ... kırmasın" ifadesi
ile kastettiği budur. Böylece o, karıncalar bu nimet ve saltanatı görüp, bir nankörlüğe
düşmesinler diye, onlara yuvalarına girmelerini emretmiştir ki bu, bir, kendini
dünyaya kaptırmış kimselerle oturup kalkmanın mahzurlu olduğuna dikkat
çekmedir.
d) Ve
şeddesiz nün ile şeklinde kıraatler de var. Yine aslı olmak üzere bu fiil, tî'nın fethası veya
kesresiyte seklinde de okunmuştur.
[28]
Ayetteki,
"(Süleyman) onun bu sözüne gülercesine tebessüm etti", "tebessüm
sınırını gülmeye vardırdı", "gülmeye başlayarak tebessüm etti"
demektir. Hz. Süleyman (a.s) şu iki sebepten ötürü gülmüştür:
a) O karıncanın sözünün, kendisinin ve ordusunun
merhametine, hallerinin şöhretine ve ordusunun takva konusundaki şöhretine
delâlet edişinden hoşlandığı için. Karıncanın buna delâlet eden sözü,
"bilmeyerek" şeklindeki sözüdür.
b) Allah Teâlâ'nın, karıncanın sözünü duyma ve
onu anlama gibi bir nimeti kendisine verip, başka kimseye vermemiş olmasından
ötürü duyduğu sevinçten.
Ayetteki, "Rabbim
bana ... ihsan et" ifadesi hakkında Keşşaf sahibi şöyle demiştir:
"Bunun asıl manası, "Bendeki nimetlerinin şükrünü hakkıyla yapmamı
bana nasib et ve ömür boyu sana şükredebilmem için, o nimetlerin benden
gitmesine manî olma kudreti ver" demektir." Bu ayet biz (ehl-i
sünnetin) görüşüne delâlet eder. Çünkü Mu'tezile ye göre, yapılması mümkün olan
herşey lütuf fiillerindendir. Binâenaleyh bütün bunlar olup bitmiştir. Halbuki
hasıl-ı tahsil (olmuş şeylerin olmasını istemek) abestir.
Ayetteki, "ve ana
babama'1 ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Süleyman'ın ebeveynine verdiği
nimetleri, aynen Süleyman'a verilmiş nimet gibi saydığına delâlet eder.
"Senin razı olacağın iyi işler yapmamı (bana ilham et)" ifadesi ise,
gerek şükür, gerekse amel-i salih hususunda, Allah'dan yardım istemektir.
Daha sonra o,
"Rahmetinle beni de sâlih kulların araşma sok" demiştir. O, dünyada
iken, iyi şeyleri yapma hususunda Allah'ın yardımını taleb edince, âhirette
kendisini sâiih kullardan kılmasını da istemiştir. Onun, "rahmetinle"
ifadesi, cennete girmenin, kul tarafından hakedilmesiyle değil de, ilahî lütuf
ve rahmet sayesinde olduğuna delâlet eder.
Bil ki Hz. Süleyman
(a.s) önce âhiret mükâfaatını sağlama vesilesi olacak şeyi istemiş, sonra
âhiret mükâfaatını istemiştir. Ahiret mükâfaatına vesile olacak şey, şu iki
husustur: a) önceki nimetlere şükür, b) hizmetlerle (ibadetlerle) meşgul
olma... Önceki nimetlere şükür hususunu, "Ya Rabbi, bana ... lütfettiğin
nimetine şükretmemi ilham et (nasib et)" İfadesi anlatmaktadır. İnsanın,
ana-babasına ve atalarına verilen nimetlerin, oğlun kıymetli bir babaya nisbet
edilmesinin, Allah tarafından o oğula verilmiş bir nimet olacağı için, bizzat
kendisine verilmiş gibi olduğundan dolayı, "ve ana babama ... verdiğin
nimetleri" ifadesi ile, Hz. Süleyman, Allah'ın, baba ve atasına verdiği
nimetlere de şükretmiştir. Hz. Süleyman'ın diğer ibadetleri yapması ise,
"Senin razı olacağın iyi işler yapmamı..." şeklindeki sözü
etmektedir. Hz. Süleyman'ın, Allah'dan âhiret mükâfaatı isteyişini de,
"Rahmetinle beni de sâlih kulların arasına sok" ifadesi
anlatmaktadır. Buna göre eğer, "Peygamberlerin, dereceleri, velilerin ve
sâlih kulların derecelerinden daha büyük olduğu halde, Allah'dan, kendilerini
sâlih kullarından kılmasını istemelerinin sebebi nedir? Çünkü meselâ Yusuf
(a.s), "Beni müsîüman olarak öldür ve beni sâlih kullarına
kat"(Vusut, 101) diye dua ederken, Hz. Süleyman (a.s) da, "Rahmetinle
beni de sâlih kulların arasına sok" diye dua etmiştir" denilirse,
şöyle cevap verilir: Kâmil-tam salih, Allah'a hiç isyan etmeyen ve hiçbir
günaha yeltenmeyendir ki bu, çok yüce bir derecedir. Allah en iyi bilendir.
[29]
"(Süleyman)
kuşları teftiş edip dedi ki: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa gelmeyenlerden
mi oldu? Onu mutlaka çetin bir cezaya uğratacağım, yahut onu mutlaka
kestireceğim. Yahut bana, açık bir burhan (mazeret) getirir." Derken o geldi
ve "Ben, senin bilmediğin bir şeyi Öğrendim. Sebe'den sana çok doğru bir
haber getirdim. Hakikaten orada bir kadını, onlara hükümdarlık eder buldum.
Ona herşey verilmiştir. Onun bir de büyük bir tahtı var. Hem onun, hem
kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde etu'klerini gördüm.
Şeytan, onlara,
işlerini süslemiş ve yoldan çıkarmış. Dolayısıyla onlar hidayete
eremiyorlar" dedi" (Nemi, 20-24).
[30]
Bil ki Süleyman (a.s),
kuşları teftiş edince Hüdhüd'ü hususi bir işi için aradığı zannını
uyandırmaktadır. Alimler, Hz. Süleyman'ın Hüdhüd'ü neden araştırdığı hususunda
şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Vehb b. Münebblh'e göre, Hüdhüd nöbetini
ihlâl ettiği için, Süleyman (a.s) onu araştırmıştır. 2) Süleyman (a.s) onu, su ölçekleri
ve bulma aletleri onda olduğu için, aramıştır. Çünkü Hüdhüd, yakında olan su
ile, uzakta olanı bitebiliyordu. Süleyman (a.s) buna ihtiyaç duyduğundan
dolayı, onu sordu ve araştırdı. 3) Hüdhüd, güneşe karşı, Süleyman (a.s)'a gölge
yapardı. Ortalıktan kaybolunca, Süleyman (a.s) onu araştırdı.
Ayetteki,
"Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa gelmeyenlerden mi oldu" dedi"
ifadesindeki, edatı, em-i münkatıadır. Hz. Süleyman (a.s), Hüdhüd'ün yerine
baktı, fakat onu göremedi. Bunun üzerine, o, orada olduğu halde, görünmesine
mâni olan birşeyden ötürü, yoksa başka bir sebepten ötürü mü onu
göremiyorum" manasında, "Bana ne oluyorda onu göremiyorum"
demiş. Sonra onun orada olmadığını anlayınca, bu sözden vazgeçmiş ve
"Yoksa gelmeyenlerden mi?" demiştir. Böylece sanki, anladığı şeyin,
doğru olup
atmadığını sormuştur.
Bunun bir benzeri de, Arapların,
"Bu (sürü) Seve sürüsü, yok koyun sürüsü" şeklindeki
sözleridir.
[31]
Ayetteki, "Onu
mutlaka çetin bir azaba uğratacağım, yahut onu mutlaka kestireceğim. Yahut bana
açık bir burhan (mazeret) getirir" ifadesine gelince, Hz. Süleyman'ın
böyle bir sözü, ya ancak mükellef kimseler,
yahut da temyiz
mükellefiyet) çağına
yaklaşmış ve terbiye edilmeye elverişli kimseler hakkında söylemesi mümkündür.
Alimler, onun, "onu mutlaka çetin bir azaba uğratacağım" ^adesindeki
azab hakkında, şu değişik görüşleri belirtmişlerdir: Meselâ İbn Abbas
r.a), Hz. Süleyman'ın,
onun kanatlarını yolup, güneşe atacağını söylerken; onun, zifte batırılıp,
güneşe atılacağı da söylenmiştir. Yine bununla, onun, karıncaların içine
atılıp, onlar tarafından yeneceği ile tehdid edilmiş olduğu söylendiği gibi,
"kafesine kapatılarak" cezalandırılacağı da ileri sürülmüştür. Yine
onunla arkadaş olanların arasının ayrılması ve o Hüdhüd'ün, hoşlanmadığı
kimselerle arkadaşlığa mecbur edileceği de söylenmiştir. Çünkü bazı kimseler,
"en kötü ve dar hapishane, kişinin »yaşlanmadıkları ile beraber
olmasıdır" demişlerdir. Yine bu cezanın, Hüdhüd'ün emsallerine hizmet
mecburiyetinde bırakılacağı şeklinde olacağı da söylenmiştir.
Ayetteki, ifadesi,
kâfin fethası ve zammesiyle okunmuştur. ifadesi se, (çok geçmeden, en yakın
zamanda) manasınadır. Cenâb-ı Hakk'ın bu oekleyişi "kısa" olarak
nitelemesi, Hüdhüd'ün Hz. Süleyman (a.s)'dan korktuğu için, hızlıca geldiğini
göstermesinden dolayı ve o kuşun, Hz. Süleyman (a.s)'ın emrine nasıl âmâde
olduğunu bildirmek içindir.
[32]
Onun "Ben senin
bilmediğin bir şeyi öğrendim" ifadesine gelince bunda, Hz. Süleyman'ın,
Allah Teâlâ'nın en aşağı derecedeki varlıkları arasında, onun bilmediğini bilen
kimselerin bulunduğu hususunda bir tenbih ve uyarı bulunmaktadır. Binâenaleyh
bu, ücbü (kendini beğenmeyi) terketme hususunda, ince Dir uyan olmuş olur. Bir
şeyi ilimce kuşatmak, onun bütün yönlerden bilinmesidir.
[33]
Onun, "Sebe'den
sana çok doğru bir haber getirdim" sözüne gelince bil ki, (Sebe1) kelimesi hem munsarif olarak hem de
gayr-i munsarif olarak okunmuştur. Kelime, bâ'nın sükûnuyla da şeklinde de
rivayet olunmuştur. Bir rivayette ise İbn Kesir'den, elifle okunuş rivayet
edilmiştir: (min seba). Bu onların tıpkı
(Onlar, Sebfl'nın huzuruna gittiler) ifadeleri gibidir.
Bu, Sebe İbn Yeşcub
İbn Ya'rub İbn Kahtân'dır. Bunu kabilenin adı addeden kimse kelimeyi munsarif
okumaz... Bunun mahallenin ya da büyük babanın adı olduğunu söyleyense,
munsarif okur. Daha sonra ise, Me'reb kenti, Sebe' diye isimlendirilmiş olup,
onunla Sana arasında üç günlük bir mesafe bulunmaktadır. en-Nebe'u kelimesi
ise, mühim haber anlamına gelir. Buradaki ifadesi, sözün lafızla alakalı
güzelliklerinden olup, güzelliğinin alâmeti de, mânanın doğruluğudur. Andolsun
ki burada, mananın doğruluğuna ilave olarak gelmiş, böylece de hem lafız hem de
mana cihetinden güzel olmuştur. Bir baksana; eğer yerine. kelimesi konulmuş olsaydı, mana yine
sahîh ve doğru olurdu. Ama (nebe'un) kelimesi, kendisinde durumun tasvirine
daha uygun olan bir fazlalık ve tekîd bulunduğu için, daha uygun ve evlâdır...
[34]
Onun, "Hakikaten
orada, birkadmı onlara hükümdarlık eder buldum..." ifadesine gelince,
buradaki kadından murad, Belkis Blnti Şurahtl'dir. Onun babası, Yemen
topraklarının hükümdarı olup, o ve kavmi, güneşe tapan Meclislerdendi. ifadesindeki zamir, Sebe' (kavmine) racidir.
Eğer bununla kavm murad edilmişse, durum gayet açıktır; ama bununla kent kast
edilmişse, o zaman mana, "Ora halkına hükümdarlık eden" şeklinde
olur.
Onun, "Ona herşey
verilmiştir" ifadesine gelince, burada şöyle bir soru bulunmaktadır:
Süleyman (a.s), "Bize herşeyden verildi" (Nemi, ıs) demişken, Hüdhüd
daha nasıl, "Ona herşey verilmiştir" demiştir? Sanki böylece Hüdhüd,
her ikisini bir tutmuştur. Cevap: Süleyman (a.s)'ın söylediği şey, ona verilmiş
olan nübüvvet ve hikmete racidir. Sonra da, mülk ve dünya sebeplerine...
Hüdhüd' ün (Belkîs hakkında) söylediği ise, ancak dünyayla alakalı meselelerle
ilgilidir.
[35]
Onun,"Onun bir de
büyük bir tahtı var" cümlesine gelince, burada da bir soru bulunmaktadır:
Hüdhüd, Süleyman (a.s)'ın mülkünü görmüş olduğu halde, nasıl olur da Belkîs'ın tahtının
çok büyük olduğunu söyleyebilmiştir? Ve yine nasıl olur da, büyüklükle niteleme hususunda,
Belkîs'ın tahtını Allah'ın Arşına müsavî tutar?..
Birinciye Cevap:
Süleyman (a.s)'ın durumuna nisbetle Belkîs'ın durumunu aşağı görüp de,
kendisine nisbetle tahtını büyük görmüş olması caiz olabilir. Yine, onca
büyüklüğüne ve azametine rağmen, Süleyman (a.s)'ın böyle bir şeyinin olmaması
-nümkündür. Nitekim, kimi emirlerin (prensinin), hükümdarda benzeri bulunmayan
şeylere sahip olduğuna tesadüf olunmaktadır.
İkinciye de şöyle
cevap verilir: Onun tahtını büyüklükle nitelemek, bunu, onun sülalesinden gelen
hükümdarların tahtlarına nisbetle yüceltmek ve büyük görmektir... Allah'ın
Arşını büyüklükle nitelemek ise, onu, Allah'ın yaratmış olduğu göklere ve arza
nisbetle tazîm etmek ve ululamaktır... Bil ki burada iki bahis vardır.
[36]
Birinci Bahis:
Mülhidler bu kıssayı birkaç bakımdan ta'n etmiştir:
1) Bu kıssa, karınca ve Hüdhüd'ün, ancak akıllı
varlıklardan sadır olacak olan bir sözü söylemiş olduklarını ifade eder. Bu
ise, safsataya götürür... Eğer biz bunu tecviz edersek, şu zamanımızda müşahede
ettiğimiz karıncaların, Öklîd'den daha iyi geometri, Sîbeveyh'den daha iyi
nahiv bildikleri konusunda emin olamayız... (8u mümkündür). Bit ve beyaz
karınca hakkında da böyle söylenebilir... Binâenaleyh, onların içinde
peygamberler, mükellefiyetler ve mucizeler bulunabilir. Bilinen birşeydir ki,
bunların olabileceğini söyleyen kimse, deliliğe daha yakındır.
2) Süleyman
(a.s) Şam diyarında olduğu halde, Hüdhüd nasıl olurda, Şam'dan Yemen'e kadar
olan mesafeyi bu kadarcık kısa zamanda uçar, sonra da tekrar geri döner?
3) Bütün
insanların ve cinlerin Süleyman (a.s)'a boyun eğmiş olduğunu; rivayete göre,
Belkîs'ın sancağı altında, oniki bin meliklik (birlik), bunların herbirinin
sancağı altında da yüzbin kişi bulunduğu halde, Süleyman (a.s) bütün dünyanın
meliki ve kralı iken, yine rivayete göre, Süleyman (a.s) ile Belkîs'm ülkesi
arasında, Hüdhüd'ün uçuşuyla ancak üçgünlük bir mesafe bulunuyorken, daha nasıl
olur da, Süleyman (a.s) böylesine azametli bir kraliçenin hükümranlığından
haberdar olamazdı?
4) Hüdhüd, marifetullah, O'na secde edilmesinin
farziyyetini, onların güneşe tapmalarını inkâr edip de, bunu şeytana ve onun
süslemesine nisbet etmeyi nereden ve nasıl öğrenmiştir?
Birinciye Cevap: Böyle
bir ihtimal aklen mümkündür; ancak bu, icmâ ile
reddolunur. Diğerinede şöyle cevap verilir: Alemin, kadir ve irâde
sahibi bir Yaratıcı'ya. muhtaç olduğuna iman etmek, böylesi şüpheleri yok eder.
İkinci Bahis:
Mu'tezile, "Güneşe secde ettiklerini ... Şeytan onlara, işlerini süslemiş
ve yoldan çıkarmış" ifadesinin, kulun fiilinin kendisi cihetinden olduğuna
delâlet ettiğini; çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, bu fiili, önce kullara nisbet ettikten
sonra şeytana izafe ettiğini; bunu zem makamından getirip, onların hidâyete
ermediğini oeyan ettiğini söylemişlerdir.
Buna birkaç bakımdan
cevâp verilir: 1) Hüdhüd'ün bu sözü hüccet olmaz. 2) Bu ifadenin zahiri
terkolunur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "O yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir"
(Nahi. 9) buyurmuştur. Onlara göre şeytan, kâfiri, doğru yoldan men etmemiştir.
Eğer kâfir, men edilmiş ve alıkonulmuş olsaydı, teklifin ondan düşmesi
gerekirdi. Binâenaleyh burada ancak, medh ve zemmi feshetmek (ayırmak) işine
tutunmaya kalır. (Yani, o zemmolunduğuna göre, fiilinin failidir ve
sorumludur)...
Bu konudaki cevap ise,
daha önce defalarca geçmiş olup, bunu tekrarlamanın hiçbir faydası yoktur.
Allah en iyisini bilendir.
[37]
"... göklerdeki
ve yerdeki her gizliyi çıkaran, gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı
da bilen Allah'a secde etmesinler diye... Allah O'dur ki, o büyük arşın
sahibi olan kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. (Süleyman), "Sakalım
doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi. Şu mektubumu
götür, onu kendilerine bırak. Sonra onlardan biraz gen" çekil de bak neye
dönecekler" (Nemi, 25-28).
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[38]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinde birkaç kıraat vardır:
1) Kelimeyi
tenbîh edatı olmak üzere, şeddesiz olarak (elâ) şeklinde okuyan kimsenin
kıraati. Şu kıraate göre yâ harfi, nida harfi olur. Münada ise mahzûftur.
(Yani, Dikkat, ey falancalar, secde
ediniz...) Bu, aşağıdaki beytinde münâdâyı hazfeden şairin hazfetmesine benzer:
2) şeklinde
okumak. Bu kıraatle, "ve şeytan, secde etmemeleri için onları yoldan
alıkoydu, saptırdı" manası murad edilir. Böylece edatı ile birlikte harf-i
cer olan lam düşmüştür. Buradaki (lâ)'nın, zâid olması da mümkündür. Buna göre
mana, "Onlar, secde etme hidâyetine varamadılar... ulaşamadılar..."
şeklinde olur.
3) Bu, Abdullah tbn Mes'ûd ile A'meş'in harfi
(Mushaflannda bulunan şekil) olup, buna göre *tf kelimesindeki hemze hâ'ya
çevrilir ve (hellâ) şeklinde okunur. Abdullah Ibn Mes'ûd'un, muhatap siğasıyla,
"secde etsenize, secde etmiyor musunuz?" anlamında olmak üzere şeklinde okuduğu da rivayet edilir.
4)
Übeyy İbn Ka'b'ın kıraati olup o,
şeklindedir.
[39]
Muhakkik ulemâ şöyle
demiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin, emir manasında olması gerekir.
Çünkü eğer,
secdeden men etme
anlamında olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisine secde edilmeyi vâcib kılan şeyle
-ki bu, O'nun, gizliyi çıkarmaya kadir olup, sırları bilmesidir-
vasfedilmesinin bir manası olmazdı."
[40]
Ayet-i kerime, Allah
Teâlâ'nın kudret ve ilimle vasfedilmiş olduğuna delâlet eder. Kudrete gelince,
bu, "Göklerdeki ve yerdeki her gizliyi çıkaran" ifadesidir. Gizli
olan şey, masdar ile isimlendirilmiştir. Bu, bütün rızık ve mal çeşitlerini ve
onların, yağmur ile semâdan; nebat ile de yerden çıkarılmasını içine alır. İlim
ile vasf edilmesine gelince, bu da, "gizlediklerinizi de açığa
vurduklarınızı da bilen" ifadesidir.
[41]
Bil ki bu ifadeden
maksat, güneşe tapanlara reddiyedir. Bunun delâleti şu şekilde iade edilebilir:
İlâhın, gizliyi çıkarmaya muktedir ve gizli olan şeyleri bilmesi âlim olması
gerekir. Güneş ise böyle değildir. Binâenaleyh o, bir ilâh olamaz. O, ilâh
olmayınca da, ona secde etmek caiz olmaz. Allah Teâlâ'ya gelince, O'nun, zikredildiği
üzere, kadir ve âlim olması vacibtir. Allah, zâtı gereği vâcib olunca, O'nun
kadir oluşu ve âlim oluşu, kimilerini dışta bırakacak biçimde, bazı makdurâta
ve bazı malûmata tahsis olunmaz, onlarla sınırlanmaz. Güneşe gelince, o böyle
değildir. Çünkü o, sonlu bir cisimdir. Zâtında sonlu olan her şey ise,
sıfatlarında da sonludur. Durum böyle olunca, onun, gizliyi çıkarmaya muktedir
ve gizli olan şeyleri bilen olduğu bilinemez... Onun halinden bu
anlaşılamayınca da, onun halinden, faydalar temin edip zararları gidermeye
kadir olduğu da anlaşılamaz... Böylece bu ifadenin nihai delâleti, Hz.
İbrahim'in, "işitmeyen, görmeyen, sana hiçbir faydası dokunmayan şeylere
niye tapıyorsun?" (M#rywn, 42) ayetinde zikretmiş olduğu şeye raci olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"göklerde ve yerdeki her gizliyi çıkaran..." buyuruğunda başka bir
izah şekli daha vardır. Bu da şudur: Bu, Hz. İbrahim'in, "Rabbim, dirilten
ve Öldürendir" (Bakara, 268), "Allah güneşi doğudan getirir, o halde
sen onu batıdan getir (bakalım!)"(Batcara,258) ifadelerinde kendisiyle
istidlalde bulunduğu hakikate bir işarettir. Bu böyledir, çünkü, Allah Teâlâ güneşi, o
batıds battıktan sonra, doğudan getirendir. Bu, göklerdeki gizliyi açığa
çıkarmaktır. İbrahim (a.s)'ın, "Ben ufûl edip batanları
sevmem..."(Erram.76» ve "Allah güneşi doğudan getirir, o halde sen
onu batıdan getir (bakalım!)"(Bakara,258) sözleriyle, Hz. Musa'nın,
"Doğunun da batının da Rabbi" (şuara, 28) sözlerinden kastedilendir.
Bunların neticesi şunu vurgulamaktadır. Güneşin batması ve doğması, onların,
kahir bir müdebbirin yönetimi altında olduğuna delâlet ederler. O halde, onları
hükmü altında tutup onlar da tasarrufta bulunana ibâdet etmek daha makûl ve
evlâdır. Yerdeki gizli olanın çıkarılmasına gelince, bu da, nutfenin
"sulb" ve "terâib"ten çıkarılmasını, bunlardan ceninin
oluşturulmasını içine alır.
İmdi, eğer,
"İbrahim ile Musa (a.s), enfüsî delilleri afakî delillerden önce
zikretmişlerdir. İbrahim (a.s), "Rabbim dirilten ve öldürendir"
demiş, ondan sonra, "Allah güneşi doğudan getirir, o halde sen onu batıdan
getir (bakalım!)" demiştir. Musa (a.s) ise, "Hem sizin hem de daha
önceki atalarınızın Rabbi" (şuan, 26) demiş, bundan sonra da,
"Doğunun da batının da Rabbi" (Şuara, 2aj demiştir. "O halde
durum burada niye tersine olmuş da, göklerin gizlisini çıkarmak yerlerin
gizlisini çıkarmaktan önce zikredilmiştir?" denilirse, buna şöyle cevap
verilir: ibrahim (a.s) ve Musa (a.s), insanın ilah olduğunu iddia edenlerle
münazara etmişlerdi. Bu nedenle, hiç şüphesiz işe, insanın ilah olamayacağını
isbatla başlamışlar ve daha sonra göklerin, ulûhiyyetini ibtâle geçmişler.
Ayetteki, "Hem onun, hem kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde
ettiklerini gördüm" ifadesinden anlaşıldığı üzere, buradaki münazara,
güneşin ilah olduğunu iddia edenlerle yapılmıştır. İşte bu sebeple işe, önce
göklerle ilgili olanlardan başlanmış, sonra yeryüzünde olanlara geçilmiştir.
Hak Teâlâ'nın
"Allah O'dur ki, o büyük Arş'ın sahibi olan kendisinden başka hiçbir tanrı
yoktur" ifadesine gelince, bu, "Allah, göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin
bir müdebbire muhtaç olduklarını beyan edince, bundan sonra, cisimlerin en
büyüğü ve kıymetlisinin de yaratılmış ve terbiye edilmiş olduğunu zikretmiştir.
Bu ise, Hak Teâlâ'nın kudret ve rubûbiyyet hususunda, dahası olmayan bir
dereceye varıp dayandığına delâlet eder" demektir. Allah en iyi bilendir.
[42]
Ayetteki, div-i den,
ifadesine kadar (ayet 22-23) kısmın, Hüdhüd kuşunun sözleri cümlesinden olduğu ileri
sürüldüğü gibi, bunun Cenâb-ı Allah'ın kelâmının devamı olduğu da söylenmiştir.
[43]
Doğru görüşe göre, her
iki kıraate göre de, secde-i tilavet vâcibtir. Bu, Şafiî ve Ebu Hanife (r.h)'nin görüşüdür.
Bunlar, Kur'an'daki
secde ayetlerinin on dört olduğu ve bunun da onlardan biri olduğunda ittifak etmişlerdir.
Bir de, secde ayetlerinde, ya secde emredilmiştir, ya secde eden
medhedilmiştir, yahut da secde etmekten kaçınan zemmedilmiştir. Bu iki
kıraatten birisine göre, ayette secde emredilmekte, diğerine göre de, secdeye
yanaşmayan kınanmaktadır. Böylece Zeccâc'ın, ayetin şeddesiz okunması halinde
secdenin vâcib olacağı şaklindeki görüşün, iltifat edilmez bir görüş olduğu
anlaşılır.
[44]
Ayette vakıf yapan, bu
iki kıraatin arasını ayırabilir mi? Cevap: Evet. Vakıf yapan kimse, ayeti
şeddesiz okuduğunda, ifadesi üzerinde vakıf yapar. Sonra da okumaya diye
başiar. Bu kimse isterse üzerinde vakıf yapar, sonra da diye yeniden başlar.
Fakat şeddeli okursa, ancak üzerinde vakıf yapar.
Ayetteki,
"Bakalım" ifadesi, "düşünme" manasında olan
"nazar"dandır. Bu ifade ile, "Doğru mu yoksa yalan mt
söyledin?" manası kastedilmiştir. Fakat, "yoksa yalancılardan mı
oldun?" ifadesi daha beliğdir. Çünkü kişi yalan söylemekle meşhur olunca,
verdiği haberlerde de yalanla itham olunur ve kendisine güvenilmez.
Hz. Süleyman "Onu kendilerine bırak" diyerek,
zamiri cemi getirmiştir. Çünkü Hüdhüd, "Hem onun, hem kavminin, Allah'ı
bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm " deyince, Süleyman (a.s) da,
"o mektubu onlara, yani dinleri böyle olanlara bırak" demiştir.
Hz. Süleyman
(a.sj'ın), "Sonra onlardan biraz geri çekil" yani, "Onlardan, ne
diyeceklerini duyabileceğin ve neye döneceklerini, neye başvuracaklarını
görebileceğin ve onların seni göremeyecekleri, yakın bir kenara çekil"
dedi. Bu ifade tıpkı, "Onlar sözü birbirine evirip-çevirirler
(danışırlar)"(Sebe,3i) ayetinde olduğu gibidir. Hüdhüd'ün, Belkıs'ın
odasına, mazgal deliğinden girdiği ve mektubu onun yanına attığı ve sonra
pencerede saklanıp neticeyi gözlediği ileri sürülmüştür.
[45]
"(Belkıs) Dedi
ki: "Ey seçkin topluluk, gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. Hiç
şüphesiz o, Süleyman'dandır ve şüphesiz Bismillahirrahmanirrahîm diye
başlamaktadır, "Bana karşı baş kaldırmayın, müslümanlar olarak bana
gelin" diye (yazmaktadır)." O, "Ey seçkin topluluk, bana bu işim
hakkında bir görüş belirtin. Siz, huzurumda bulunmadıkça, hiçbir işte kâfî (bir
hüküm) vermem" dedi. Onlar da dediler ki: "Biz, güç, kuvvet sahibi,
savaşçı bir milletiz. Emir sana âit, ne emredeceğini düşün" (Nemi, 29-33).
Bil ki ayetteki,
"(Belkıs) dedi ki: "Ey seçkin topluluk, gerçekten bana çok şerefli
bir mektup bırakıldı" ifadesi, "Ona bu mektubu Hüdhüd attı. O da
(adamlarına) böyle dedi" demektir. Binâenaleyh bu hususlar, takdiren
vardır. Rivayet olunduğuna göre, o melike, uyurken kapılarını kitler ve
anahtarları başucuna kordu. Derken Hüdhüd mazgal deliğinden (penceresinden)
girip, Hz. Süleyman (a.s)'ın mektubunu sırtüstü uyumakta olan melikenin göğsüne
bıraktı. Hüdhüd'ün Belkıs'ı gagaladığı ve onun da çığlık atarak uyandığı da
rivayet edilmiştir.
Ayetteki,
"kitab-t kerim'e şu üç mana verilmiştir:
1) Bu, muhtevası güzel olan bir mektubtur.
2) Belkıs bu mektubu, kerim (kıymetli) olarak
nitelemiştir. Çünkü bu, kerim bir hükümdardan gelmektedir.
3) Mektub
mühürlü idi. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.) "Mektubun şerefi, mührüdür"[46]
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, yabancılara mektub yazarken,
"Onlar, ancak mühürlü mektubları kabul ederler" denilince, kendisi de
bir mühür edinmişti.
[47]
Ayetteki "Hiç
şüphesiz o Süleyman'dandır ve Bismillahirrahmanirrahîm diye başlamaktadır"
ifadesi ile ilgili bir kaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu,
müstenef bir cümle olup, Belkıs'e bırakılan mektubu anlatmaktadır. Buna göre
sanki o kadın, "Bana, çok kıymetli bir mektub bırakıldı" deyince,
ona, "o mektub kimden geliyor ve içinde ne var?" denilince o da,
"Süleyman'dan geliyor ve şöyle yazıyor" demiştir. Abdullah b. Mes'üd
(r.a), bunu üzerine atfen şeklinde
okumuştur. Her iki 0» de, fetha ile iŞi şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuşa göre
şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu,
"kitab" kelimesinden bedeldir. Buna göre sanki, takdirindedir.
b) Bu, "Belkıs,
bunun Süleyman'dan olduğunu anlatmak istemektedir, bir de bu besmele
iledir" takdirindedir. Sanki Belki», o mektubun kıymetli olduğunu,
Süleyman'dan oluşuna
ve besmele iİ9 başlayışına bağlamıştır. Übeyy (r.a), en-i müfessire
olarak okumuştur. Buradaki, daki "en" edatı da, böyle en-i müfessiredir. ise, "Diğer krallar gibi,
sen de kibirlenme" demektir. Ifon Abbas da, kelimeyi, bu "haddi
aşmak" manasına olan, "guluw"den olarak, şeklinde okumuştur.
İkinci Bahis: Hz.
Süleyman (a.s) mektubunda niçin, Allah'ın adından önce kendi ismini
zikretmiştir? Cevap: Hâşâ o bunu yapmaz. Aksine o, mektuba besmeleyle
başlamıştır. Fakat Belkıs, önce kitabın kimden olduğunu, sonra içinde ne
olduğunu anlatmıştır. Cenâb-ı Hak da bunu aynı şekilde anlatmıştır. O halde,
buradaki bu önce zikrediş, hikâye edişdedir.
Üçüncü Bahis:
Peygamberler sözü uzatmazlar, aksine sadece maksatlarını söylemekle yetinirler.
Bu mektub da, maksadı tam olarak ifade etmektedir. Bu böyledir, zira,
insanlardan istenen, ya ilimdir, ya ameldir. İlim, amelden öncedir. O halde
onun, "Bismillah..." ifadesi, münezzeh olan bir yaratıcının varlığını
ifade etmektedir. Yine bu ifade o yaratıcının, âlim, kadir, hayy (diri), hür ve
irade sahibi, hakîm ve rahîm olduğunu da ifade etmektedir.
Ayetteki "Bana
karşı baş kaldırmayın" ifadesi, nefse, heva-ü hevese itaatten ve kibirden
bir nehiydir. "Müslümanlar olarak bana gelin" ifadesindeki
"müslümanlar" ile, ya inkiyâd eden, boyun eğenler manası, ya
"iman edenler" manası kastedilmiştir. Böylece bu mektubun, son derece
kısa olmasına rağmen, hem dinî, hem dünyevî konularda anlatılması gereken
herşeyi ihtiva etmiş olduğu sabit olur.
İmdi eğer,
"Kendisinin gerçek bir peygamber olduğuna bir delil getirmeden, Hz.
Süleyman (a.s)'ın, isyandan nehyedip, kendisine boyun eğilmesini emretmesi,
"taklid" ile yetinilmesi gerektiğine delâlet eder?" denilirse,
şöyle cevap verilir: Burada bir taklidin bulunmasından Allah'a sığınırım. Bu
böyledir, zira Süleyman (a.s)'ın Belkıs'e gönderdiği elçi, Hüdhüd idi.
Hüdhüd'ün böyle elçi olarak gönderilmesi ise bir mucizedir. Mucize ise, bir
yaratıcının varlığına, sıfatlarına ve peygamberlik iddiasında bulunanın doğruluğuna
delalet eder. Binaenaleyh Hüdhüd'ün bu elçiliği, tevhide ve nübüvvete tastamam
delalet edince, Süleyman (a.s) mektubunda ayrıca bir delil zikretmem iştir.
[48]
Ayetteki, "Ey
seçkin topluluk, bana bu işim hakkında bir (fetva) görüş belirtin" ifadesinde geçen,
"fetva", yaşta genç demek olan "tetâ" kelimesinden alınıp
mecazen kullanılan ve "yeni bir hadise hakkında belirtilen bir görüş"
demek olan bir kelimedir, yani, "Bana, şu yeni ortaya çıkan problem
hakkında bir görüş belirtin" demektir. Ben, size başvurmak ve
görüşlerinizi öğrenmek istemek suretiyle, gönüllerinizi hoşnud etmek istedim.
Henüz kesin karar vermiş değilim, yani, İşi, ancak sizin huzurunuzda kesin
karara bağlayacağım" demektir.
Ayetteki "Onlar da dediler ki: "Biz, güç,
kuvvet sahibi, savaşçı bir milletiz" ifadesindeki "ülû kuvve"
ifadesi fle, bedenlerinin, alet edevatlarının, silahlarının kuvveti, "ülû
be'sin şedidin" ifadesi ile, savaştaki yiğitlikleri ve sebatları
kastedilmiştir. Bu cevabın ortaya koymak istediği şudur: Bu adamlar, şu iki
hususu belirtmek istemişlerdir:
a) "Eğer sen, ey Belkıs. bizden
savaşmamızı, vatanımızı müdafaa etmemizi istiyorsan, bizi arzu ettiğin şekilde
bulursun" hususunu ortaya koymak için, zatî ve arızî (bedenî ve teknik)
güçlerini göstermek.
b) Onların,
"Emir sana âit, ne emredeceğini düşün" şeklindeki sözlerinde de,
melikenin barış istemesi halinde, yine ona itaat edecekleri hususunu bildirme
vardır. Bundan daha güzel bir cevap vermek mümkün değildir.
[49]
"O dedi ki:
Şüphesiz ki hükümdarlar, bir memlekete girdikleri zaman, orasını perişan
ederler; halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar dü, böyle
yapacaklar. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçiler ne (cevap) ile dönecekler
bakayım. Bunun üzerine o heyet Süleyman'a geldi. (Süleyman da) dedi ki:
"Siz bana mal ile yardım mı edeceksiniz, işte Allah'ın bana verdiği
nimetler. Onlar, size verdiğinden daha hayırlıdır. Doğrusu siz hediyenizle
böbürlenirsiniz. Dön onlara. Andolsun ki karşı duramayacakları ordularla
onlara gelir ve onları hor ve hakîr olarak oradan çıkarırım',' (Nemi, 34-37).
Bil ki Belkıs,
hadiseyi, kavminin ileri gelenlerine arzedip onlarda diyeceklerini deyince, o
zaman kendi fikrini açıkladı. Bu fikir de şudur: "Hükümdarlar bir
memlekete zorla girdiklerinde, orayı bozup yıkarlar, yani harap ederler, oranın
azîz olanlarını zelîl hale getirirler." Böylece Belkıs onlara, harbin
neticesinin ne olacağını anlatmış
oldu.
Ayetteki "Bunlar
da böyle yapacaklar" ifadesine gelince, alimler bu ifadenin, Belkıs'in
sözü cümlesinden mi, yoksa Allah'ın sözü cümlesinden mi olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir ki bu, Belkıs'ı tasvib etmek gibidir. Doğruya en yakın
olanı, bunun, Belkıs'in sözü cümlesinden ve onun bunu, meliklerin durumu
hakkında söylediği şeyleri fekîd için getirmiş olmasıdır.
[50]
Ayetteki
"hediyye"nin ne demek olduğu hususunda, alimler çok söz
söylemişlerdir. Ancak ne var ki, Kur'ân'da, bunun vasfına dair bir şey
zikredilmem iştir.
Belkıs'in "elçiler
ne (cevap) ile dönecekler bakayım" ifadesine gelince bu ifadede, Belkıs'in
Hz. Süleyman'ın o hediyyeyi kabul edeceğinden emin olmadığına, bunu
reddedebileceğine ve bununla Hz. Süleyman'ın maksadının ne olduğunu anlamak
istediğine bir delâlet bulunmaktadır.
O hediyyeler Hz.
Süleyman'a ulaşınca, Hz. Süleyman şu iki şeyden bahsetmiştir:
1)Onun,
"Siz bana mal ile yardım mı edeceksiniz?" demesi... Böylece, Hz.
Süleyman bu sözüyle, o mallara değer vermediğini beyan etmiştir. Onun,
"Doğrusu siz, hediyenizle böbürlenirsiniz" cümlesine gelince, bu
hususta da şu üç izah yapılabilir:
a) Hediyye,
tıpkı "atiyye"nin, verilen şeye ad olması gibi, hediyye edilen şeyin
adıdır. Binâenaleyh bu kelime, hem, hediyye edilen, şeye, hem de kendisine
hediyye edilen kimseye nisbet edilir. Buradaki nisbet ise, kendisine hediye
edilenedir. Buna göre mana, "AJlah bana, en yüce mutluluk olan dini
vermiştir. Ve bana, dünyada üzerine hiçbir şeyin ilave edilemeyeceği şeyleri
vermiştir. O halde, benim gibilerin gönlü, bu gibi hediyyelerle nasıl
gelinebilir? Hayır, tam aksine, sizler size hediyye edilen şeylerle sevinip
böbürlenirsiniz. Ne var ki benim durumum sizinkine benzemez" demektir.
b) Bunun
manası şudur: "Sizler, bu gibi şeyleri hediyye etmeye muktedir olmanız
açısından sunduğunuz bu hediyyelerle sevinir böbürlenirsiniz."
c) Hz.
Süleyman sanki şöyle demek istemiştir: "Hayır, hayır, tam aksine size
yaraşan hediyyenizi geri almanız ve onunla sevinmenizdir."
2) Onun,
"Dön onlara" şeklindeki sözü... Bu sözün, o elçiye bir hitab olduğu
İleri sürüldüğü gibi, başka bir mektubu götürmesi için, Hüdhüd'e yazılmış dit
hitab olduğu da söylenmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Karşı duramayacakları" ifadesine gelince bu, SİlfcS
takat edilemez"
demektir. Esasen kıbel, mukavemette bulunmak, mukabelede bulunmak demektir.
Yani, "onlar ona mukabele edemezler" demektir. İbn Mes'ûd bu ifadeyi,
"onlar onlara mukavemet edemez" şeklinde okumuştur Ayetteki zamiri Sebe' kelimesine racidir. Söz konusu
olan zül ise, onlardı bulunan izzet ve melikliğin onlardan gitmesidir. Ayette
bahsedilen, "hakîr olmak' ise, onların esarete düşmeleri ve köle
edinilmeleri; böylece de, daha önceleri kra iken, onların tebaa haline
dönüştürülmesiyle yetinmemektir.
[51]
"(Süleyman) dedi:
"Ey seçkin topluluk, onun tahtını, kendilerinin bana müslüman
olarak gelmelerinden önce, hanginiz bana getirir?" Cinlerden bir İfrît,
"Sen, makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Ben bu hususta,
mutlaka güvenilecek
bir kuvvete mâlikim" dedi. Nezdinde kitaptan bir ilim olan,
"Ben, sen gözünü yumup açmcaya kadar onu sana getiririm" dedi. Vakta ki onu
yanında durur bir halde gördü. "Bu, Rabbimin lütfundandır. Şükür mü
edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek
içindir. Kim
şükrederse, bu onun faydasınadır, kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki
Rabbim, tamamen müstağnidir, hakkıyla kerem sahibidir" (Nemi, 36-40).
[52]
Bil ki ayet-i
kerimedeki "(Süleyman) dedi: "Ey seçkin topluluk, onun tahtını,
hanginiz bana getirir?" ifadesinde, hem Belkıs'ın, Süleyman'a katılmaya
azmettiğine, hem de o taht meselesinin meşhur bir mesele olduğuna, böylece de
Hz. Süleyman'ın, Belkıs gelmeden önce, o tahtın kendi yanında olmasını
istediğine dair bir delâlet bulunmaktadır. Alimler, Hz. Süleyman'ın o tahtı
getirip,orada hazır bulundurmasındaki maksadının ne olduğu hususunda ihtilaf
ederek, şu açıklamaları yapmışlardır:
1) Bundan
maksat, bunun, Belkıs için, Allah'ın kudretine, Hz. Süleyman'ın peygamberliğine
dair bir delil olması ve böylece Belkıs'ın, bu delili daha önce geçmiş' olan
diğer delillere eklemesidir.
2) Hz. Süleyman, o tahtı getirtmeyi, böylece
şeklini ve şemailini değiştirmeyi, daha sonra da Belkıs'ın onu tanıyıp
tanıyamayacağını anlamak için, o tahtı ona sunmasıdır. Ki, bunun gayesi de, Selkıs'ın
aklını ve zekâsını ölçmektir. Cenâb-ı Hakk'ın "Onun tahtını bilinmez hale
getirin. Bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa başaramayanlardan mı
olacak?" (Nemi. 41) ifadesi de, bu görüşe delâlet eder gibidir.
3) Katâde
şöyle der: "Hz. Süleyman, Bel kıs müslüman olduğunda, onun malını
almasının helâl olmayacağını bildiği için, o müslüman olmadan önce, onun
tahtını almak istemiştir."
4)
"Arş", bir memleketin kudretini
simgeleyen bir şeydir, tahttır. Böylece Hz. Süleyman, Belkıs kendisine gelmeden
önce, onun mülkünün miktarını, (ne derece zengin olduğunu) bilmek istemiştir.
[53]
Ayetteki,
"Cinlerden bir ifrit dedi..." ifadesine gelince, insan hakkında
kullanıldığı zaman, "İfrit" akranlarını ezip geçen, onları zefil
kılan kötü adam demektir. Şeytanlar için kullanıldığında ise, âsî ve habîs
anlamına gelir.
Ayetteki, "Sen
makamından kalkmadan..." ifadesi, "sen meclisinden kalkmadan"
demektir. Bu işin, bir zamana ve bir müddete bağlanabilmesi için, bu hususta
mutlaka malûm olan bir örfün bulunması gerekir. İşte bu sebeple, bu cümleden
olarak bununla, insanlar arasında hükmetme meclisi (zamanı) kastedilmiştir,
denildiği gibi; bununla, kendisinde insanlara bir hutbenin, hitabenin îrad
edileceği bir vaktin kastedildiği de ileri sürülmüştür. Yine bu müddetin,
gündüzün yarısına (öğleye) kadar olan bir müddet olduğu da ileri sürülmüştür.
Ayetteki lafzına
gelince bu, "Onu taşıyabilirim, hiçbir şeyi kırmadan, dökmeden, olduğu
gibi getirebilirim" anlamındadır.
[54]
Ayetteki
"Nezdinde kitaptan bir ilim olan... "tabirine gelince, bu hususta
şöyle iki bahis bulunmaktadır:
Birinci Bahis: Alimler
bu ifade, bahsi gecen şahsın kimlerden olduğu hususunda şu iki şekilde ihtilaf
etmişlerdir:
a) Bunun meleklerden olduğu ileri sürüldüğü
gibi,
b) Bunun
insanlardan olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, birinci görüşte olanlar
da, kendi aralarında ihtilaf ederek,
1) Bu Cebrail (a.s)'dir,
2) Allah
Teâlâ'nın Hz. Süleyman'ı desteklediği bir melektir.
[55]
İkinci görüşü
benimseyenler de kendi aralarında inkişaf ederek şu izahları yapmışlardır:
1) İbn Mes'ûd'a göre bu, Hızır (a.s)'dır.
2) İbn
Abbas'ın en meşhur görüşüne göre bu, Hz. Süleyman'ın veziri Asaf İbn
Berhiyâ'dır ki bu, Allah'ın ısm-i azamı'nı bilen sıddîk bir kuldu. O bununla
dua ettiğinde, duası kabul olunurdu.
3) Katâde'ye göre bu, ism-i azamı bilen bir
insandı.
4) İbn
Zeyd'e göre bu, o denizdeki bir adada yaşayan salih bir kimseydi. O gün, Hz.
Süleyman (a.s)'a bakmak için çıkmıştı.
5) Doğrusu bu, Süleyman (a.s)'ın bizzat kendisidir. Hitap olunan şahıs ise Hz. Süleyman (a.s)'ın kendisiyle konuştuğu ifrittir. Hz. Süleyman (a.s), bir mucize ortaya koymak ve böylece de, herşeyden önce onlara meydan okumak istemiştir. Daha sonra da İfrît'e, İfrît için mümkün olmayan bir sürat içinde, o tahtı kendisinin getireceğini açıklamıştır. [56]
Bu görüş şu
görüşlerden dolayı doğruya daha yakındır.
a)lafzı, Arapça'da,
bir şahıs belli bir
hâdise ile tarif edilmeye
çabalandığında, o muayyen şahsa işaret etmek için vazolunmuş bir lafızdır.
"Katnda kitaptan bir ilim" bulunmakla meşhur olan o şahıs ise,
Süleyman (a.s)'dır. Binâenaleyh, bunun Hz. Süleyman'a verilmesi gerekir. Bu
konuda söylenebilecek son söz şudur: Diyelim ki, Asâf da böyledir. Ancak ne var
ki, biz diyoruz ki: Hz. Süleyman, kitabı ondan daha iyi bilir, çünkü Hz.
Süleyman peygamberdir. Binâenaleyh bu lafzı, Süleyman (a.s)'a'hamletmek daha
uygundur.
b) O tahtı,
çok kısa bir zaman dilimi içinde getirip mevcut hale getirmek, yüksek bir
payedir. Binâenaleyh, şayet bu derece, Hz. Süleyman'da değil de Asalda tahakkuk
edecek olsaydı, bu, Asâf in Hz. Süleyman'dan üstün kılınmış olmasını
gerektirirdi ki, bu caiz olamaz.
c) Hz.
Süleyman (a.s), şayet bu hususta, Asâf'a muhtaç olmuş olsaydı, bu, Hz.
Süleyman'ın durumunun, halk nazarında daha aşağıda olmasını gerektirirdi.
d) Hz.
Süleyman (a.s) "Bu Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa
nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek içindir" demiştir ki, bu ifadenin
zahiri, Cenâb-ı Hakk'ın bu mucizeyi, Hz. Süleyman'ın duası vesilesiyle izhar
etmiş olmasını gerektirir.
İkinci Bahis: Alimler
bu ayette geçen "kitap" lafzıyla neyin kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bununla, Levh-i Mahfuz; "katında ondan bir
ilim bulunan kimse" tabiriyle de Cebrail (a.s)'in kastedildiği ileri
sürüldüğü gibi, bununla, Hz. Süleyman'ın kitabı veya peygamberlerden birinin
kitabının kastedildiği de ileri sürülmüştür. Bunun, bir medh ifadesi olduğu ve
bu vasfın, o tahtın taşınmasında bir tesirinin bulunduğu, işte bundan dolayı da
onların, "Bu, mevcut olduğunda, en kısa zamanda Allah tarafından icabetin
meydana geldiği ism-i azamdır" dedikleri, genel olarak malumdur.
Ayette yer alan
"Ben, gözün sana dönmeden evvel onu sana getiririm" ifadesine
gelince, bununla ilgili şöyle iki bahis vardır:
Birinci Bahis: Her iki
yerde geçen ifadesinin, fiil veya ism-i
fail olması mümkündür.
İkinci Bahis: Alimler,
"gözün sana dönmeden evvel..." ifadesinin ne demek olduğu hususunda
ihtilaf ederek şu iki açıklamayı yapmışlardır:
1) Bununla,
bu işin son derece kısa zamanda meydana geleceği kastedilmiştir. Bu, tıpkı
senin arkadaşına, "Ben bunu bir anda, hemen yaparım!" demen gibidir.
Bu, Mücâhidin görüşüdür.
2) Bizim, bu
ifadeyi, zahirine göre ele almamızdır. Tarf bakarken, gözkapaklarım hareket
ettirmek demektir. Binâenaleyh, sen, göz kapaklarını açtığında, gözün ışığının,
görülen nesneye doğru uzadığı sanılır. Yumduğunda ise, o nurun, tekrar yeniden
göze geri döndüğü sanılır ki, işte ayetteki, "gözün dönmesinden kastedilen
de budur.
Burada şöyle bir soru
sorulabilir: Aradaki mesafe böylesine uzak iken, o tahtın bu kadarcık bir zaman
içinde taşınması nasıl mümkün olabilir? Bu taşınmaz işi, ya, o tahtın
sıçrayarak buraya konduğunu veyahut da aynı cismin, aynı anda iki yerde
bulunduğunu söylemeyi gerektirir.
Cevap: Mühendisler, şöyle
demişlerdir: Güneş küresi, yer küresinden yüzaltmış dört kez daha büyüktür.
Buna rağmen güneşin doğma zamanı, çok kısa sürer: Binâenaleyh biz, güneş yuvarlağının
doğuş zamanını, Şam ile Yemen arasındaki zamana taksim ettiğimizde, o lemha (o
kısacık an), uzamış olur. Binâenaleyh, böylesine hızlı bir hareketin varlığı
aklen sabit olup, Cenâb-ı Hakk'ın da bütün mümkinâta kadir olduğu sabit olunca,
bu soru ortadan kalkar.
[57]
Sonra, Hz. Süleyman
(a.s), "Vakta ki onu yanında durur bir halde gördü, "Bu, Rabbimin
lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan
etmek içindir" demiştir. "Ibtilâ-imtihan etme"nin ne demek
olduğu, defalarca anlatıldı. Hz. Süleyman, şükrün faydasının, Allah'a değil,
şükredene yönelik olduğunu beyan etmiştir. Bunun, şükredene yönelik olmasına
gelince, bunun sebepleri şunlardır:
1) Şükrünü
gerektiren hususun, böylece hakkını yerine getirmiş, mes'uliyetten kurtulmuş
olur.
2) O,
bununla, Allah'ın daha fazla vermesini talep etmiş olur. Nitekim Cenab-ı
Hak, "Eğer şükrederseniz, elbette size
olan nimetimi artırırım"
(İbrahim, 7) buyurmuştur.
3)
Şükr ile meşgul olan, maddî lezzetlerle
meşgul olmuş demektir. Bu ikisi arasındaki fark, şeref bakımından, in'am edenle
o nimet arasındaki fark gibidir. Daha sonra, "Kim de nankörlük ederse,
şüphe yok ki Rabbim, tamamen müstağnidir, hakkıyla kerem sahibidir"
demiştir. Bu, "Allah, o kimsenin şükründen müstağnidir, onun
nankörlüğü O'na zarar vermez;
O, kulunun şükretmekten yüz
çevirmesi sebebiyle, o nimetlerini o kimseden kesmeyecek derecede kerîm
olandır" manasındadır.
[58]
"(Süleyman) dedi
ki: "Onun tahtını tanınmaz şekle getirin. Bakalım, tanıyabilecek mi, yoksa
tanımaya muvaffak olamayanlardan mı olacak? Artık, o kadın gelince, ona şöyle
denildi: "Senin tahtın böyle miydi?" Kadın, "Sanki bu odur, dedi;
ondan evvel de bize ilim verilmişti ve biz, müslüman olmuştuk." (Hayır),
onun, Allah'tan başka olarak tapmakta devam ettiği şey, kendisinin
müslüman olmasına mani olmuştu. Hakikatte o, kâfirler topluluğun
dandı” (Naml, 41-43).
[59]
Bil ki, Hz.
Süleyman'ın, ifadesinin anlamı, "o tahtı, tıpkı bir kimsenin. insanlar
tarafından tanınmamak için kıyafet değiştirmesi gibi, şeklini değiştiriniz,
tanınmaz hale getiriniz" şeklindedir. Bu böyledir, zira o taht, aynen
olduğu gibi bırakılmış olsaydı, şüphesiz ki Belkıs onu tanırdı. Ve onun onu
tanıması çok akıllı olduğuna delalet ederdi. Ama taht değiştirildiğinde, onun
onu tanıması veya o hususta duraklaması ise, aklının fazlalığına delalet eder.
İleri sürülen şu şeyin doğru olması da imkansız değildir: Rivayet edildiğine göre Süleyman
(a.s)'a, hasetlerinden, o onunla evlenmesin ve o kadın onun yanında makam-mevki
sahibi olmasın diye, onun aklının noksan olduğu söylenmiştir. Bunun üzerine de
Süleyman (a.s), onun aklını sınamak istemiştir.
Ayetteki
"bakalım..." ifadesine gelince, bu ifade, emrin cevabı olarak meczûm;
mûste'nef bir cümle olarak merfû okunmuştur.
Alimler, ayetteki ifadesinin ne demek olduğu hususunda ihtilaf
ederek şu iki açıklamayı yapmışlardır:
a) Daha
evvel de söylediğimiz gibi, o, onun kendi tahtı olduğunu tanıyacak mı?
b)
O bu sayede, bununla, Hz. Süleyman (a.s)'ın
nübüvvetini anlayacak mı, anlamayacak mı? İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
"yoksa tanımaya muvaffak olamayacaklardan mı olacak?" buyurmuştur.
Bu, bir zem ve kınama gibi olup, ancak, delâlet yoluyla buraya uygun düşer.
Buna göre Süleyman (a.s) sanki, onun, bu tahtı bulup o tahtın uzak bir yerden
oraya getirilmiş olması açısından, bu sayede kendi nübüvvetini tanımasını
arzulamıştır. Çünkü bu, hem Allah'ın kudretine, hem de Hz. Süleyman (a.s)'ın
doğruluğuna delalet eder. Ve yine Hz. Süleyman (a.s), kendisine has bu
maksatlardan dolayı, yine bununla, aklının üstünlüğünü bilmek istemiştir. İşte
bundan dolayı ona bu şekilde sormuştur.
[60]
Ayetteki "Senin
tahtın böyle miydi?" ifadesine gelince; bil ki, üSs»,ifadesi, harf-i
tenbîh, teşbih kâfi ve işaret ismi gibi üç kelimeden meydana gelmiştir. Hz.
Süleyman (a.s) "senin tahtın bu mu?" dememiş, ancak ne var ki, ona
bir ipucu vermemek için, "senin tahtın da böyle miydi?" demiştir.
Bunun üzerine o kadın da, "Bu, o", veya, "bu, o değildir"
demeyip, "sanki bu, odur" demiştir ki, bu da, onun aklının mükemmel
oluşunun neticesidir. Çünkü o, durulması, itinâ edilmesi, teennî ile hareket
edilmesi gereken) yerde, cevrîlik yapmamış, teenni
e hareket etmiştir.
Onun, "Daha evvel
verilmişti..." ifadesine gelince, bununla ilgili şu iki şey sorulabilir:
a) Bu, kimin
sözüdür?
b) Bu, hangi cümleye atfedil mistir? Bunun iki
cevabı vardır:
a) Bu,
Süleyman (a.s) ve kavminin sözüdür. Çünkü, Belkîs'e tahtı sorulduğunda, o da,
bu soruya "sanki bu, odur" diye cevap verince, görünen odur ki,
Süleyman (a.s) ile kavmi, "cevabında isabetli, akıllı ve zekî bir kadın;
İslâm'la müşerref oldu" demişler, sonra da bu sözlerine, "ondan bize
ilim verildi" şeklindeki sözlerini atfetmişlerdir. Buna göre onlar sanki, "Biz, o
kadın bilmezden önce, Cenâb-ı Hakk'ı ve O'nun kudretini biliyoruz" demek
istemişlerdir, onların bundan maksatları, İslâm'a ilk girme şerefini
kendilerine nasîb ettiği için, Allah'a şükretmektir.
b) Bu,
Belkîs'ın, "Sanki bu, odur" şeklindeki sözüyle alâkalı olarak, yine
onun sözüdür. Buna göre, mana, "Bize, bu mucizeden ya da bu hallerden
önce, Allah'ı ve Süleyman (a.s)'ın nübüvvetini tanıma bilgisi verildi"
şeklinde olur. Daha sonra, ayetteki "(hayır), onun, AHah'dan başka olarak
taptığı şeyler "şeklindeki ifadeler ise, Cenâb-ı Hakk'ın sözleri
cümlesinden olmuş olur.
[61]
Ayetteki, "Onun,
Allah'tan başka olarak tapmakta devam ettiği şey, kendisinin müslüman olmasına
mani olmuştu" ifadesine pelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
1) Bununla, "o kadının, Allah'tan başkasına
ibadet etmesi, kendisinin iman etmesine mani olmuştur" manası
kastedilmiştir.
2) Harf-i
cerr'in hazfedildiği ve fiilin T'sali (fiilin doğrudan doğruya müteallakıyla
birleştirilmesi) düşünülerek, o kadını, Allah veya Süleyman (a.s), ibadet
ettiği şeylerden menetti" manasının murad edilmesi
(demektir)..ifadesindeki kelimesi, yâ, fiilinin failinden bedel olmak üzere,
veyahut da manasında olduğu düşünülerek, fetha ile (ennehâ) şeklinde de okunmuştur.
Mu'tezile, bu ayetle
istidlalde bulunarak şöyle der: "Şayet, o kadında o küfrü yaratan Allah
Teâlâ olmuş olsaydı, onun imana girmesine mani olan, "ne onun önceki
küfrü, ne de o kadının kâfirler topluluğundan olması" olmazdı. Tam aksine,
onun imana girmesini engelleyen şey, Allah Teâlâ'nın o kadında, o küfrü yeniden
yaratmış olması olur.
Cevap: Bu, ikinci
te'vile göre ele alınırsa, bu istidlalin sakıt olduğunda şüphe yoktur. Ama,
birinci te'vile göre, bizim buna vereceğimiz cevap şudur: O kadının kâfirler
zümresinden olması, onun küfrünü gerektirecek "daF'nin meydana gelmesine
sebep olmuştur. Bu durumda da, ayetin zahiri, biz ehl-i sünnetin görüşüne
muvafık olarak kalmış olur. Allah en iyi bilendir.
[62]
"Ona denildi ki:
"Saraya gir." Kadın onu görünce {sarayın girişini) derin su sandı,
baldırlarını açarak sıvadı. (Süleyman), "o, sırçadan mamul, düzeltilmiş ve
(şeffaf) bir sahadır" dedi. (Kadın), "Ya Rabbi, muhakkak ki ben,
kendime yazık etmişim. Süleyman'ın maiyyetinde alemlerin Rabbi olan Allah'a
teslim, (müslüman) oldum" dedi'.' (Nemi, 44).
Bil ki Allah Teâlâ,
daha önceki delillerin tümüne rağmen o kadının küfründe devam ettiğini
nakledince, Hz. Süleyman (a.s)'ın, o kadının müslüman olmasına sebep olan şeyi
izhar ettiğini zikretmiştir ki, bu da, Hz. Süleyman (a.s)'ın. "saraya
gir" şeklindeki sözüdür. Sarh kelimesi, tıpkı, "Ey Hâmân, benim için
yüksek bir kule yap"(Mü-mm, 36) ifadesinde olduğu gibi, "köşk, yüksek
saray" demektir. "Evin eyvanı" manasına geldiği de söylenir. İbn
Kesir bu kelimeyi şeklinde okumuştur ki,
bunu şu şekilde izah edebiliriz: Bu kelimenin (sü'ûk) şeklinde cemisi dilde
mevcut olduğundan müfredi de onun yerinde mütalaa edilmiştir.
Mümerred kelimesi,
"pürüzsüz, dümdüz" anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre Süleyman
(a.s), Belkıs gelmeden emreder, böylece, Süleyman (a.s) için, Belkıs'ın yolu
üzerine, şeffaflık bakımından tıpkı su gibi olan bembeyaz bir köşk yapılır.
Sonra da, o köşkün altına su salınır ve o suya balıklar vb. şeyler bırakılır.
Hz. Süleyman (a.s)'ın tahtt da, o köşkün baş köşesine konulur. Böylece Hz.
Süleyman (a.s), etrafında insanlar, cinler ve kuşlar dolanır bir durumda o
tahta oturur. O bunu, o kadına, şanının ne kadar büyük olduğunu ve nübüvvetinin
gerçek olduğunu bildirmek için yaptı.
[63]
İddia olunduğuna göre
cinler, Hz. Süleyman (a.s)'ın Belkıs'la evlenmesini istememişler. Bunun üzerine
de, cinler, Hz. Süleyman (a.s)'a Sebe' Kabilesi nin sırlarını iletmişlerdir.
Çünkü Belkıs, cin taifesine mensup bir kız idi. Denildiğine göre, cinler, Hz.
Süleyman (a.s)'ın Belkıs'tan bir çocuk sahibi olmasından, böylece de o çocukta
cin ve insan zekâsının bir araya gelmesi sebebiyle kendilerinin Süleyman
(a.s)'ın idaresinden daha sıkı bir idareye çatmalarından endişe ettiler.
"Belkıs'ın aklında bir noksanlığı var", "onun bacakları kıllı
olup, ayakları da tıpkı eşek ayağı gibidir..." şeklinde sözler yaydılar.
İşte bu sebepten dolayı, Hz. Süleyman (a.s), o tahtın şeklini ve şemalini
değiştirmek suretiyle onun aklını sınadı. O köşkü de, bacaklarının durumunu
öğrenmek için yaptırmıştır. Saf camın durumunun, tıpkı bir su gibi olduğu
malumdur. Binâenaleyh Belkıs bunu görünce, onu, durgun bir su sandı da, ona
girmek için baldırlarını açtı. Bir de ne görsünler; o, baldır ve ayak cihetinden
insanların en güzeli! Bu, Hz. Süleyman'ın o kadınla evlendiğini söyleyenlere
göre yapılan bir tuzaktır.
Diğerleri ise şöyle
demişlerdir: "Hz. Süleyman (a.s)'ın o köşkü yaptırmaktan maksadı, o
toplantının muhteşem ve muazzam olmasını sağlamak içindir. Baldırların açılıp
sıvanması ise, (onun su sanılmasından dolayı), ister istemez meydana gelmiştir.
Ama kendisine, oranın camdan yapılmış dümdüz bir saha olduğu hatırlatılınca
bacaklarını kapamış, bundan dolayı hayranlık duymuş ve bununla, Cenâb-ı Hakk'ın
birliğine, Süleyman (a.s)'ın da peygamberliğine istidlalde bulunarak, "Ya
Rabbi, ben kendime, daha önceki küfre devam etmek suretiyle yazık etmişim"
demiş, peşinden de, "Ben, Süleyman (a.s)'m maiyyetiyle birlikte, âlemlerin
Rabbi olan Allah'a teslim oldum" ifadesini eklemiştir. Yine şu da ileri
sürülmüştür: O kadın, Hz. Süleyman (a.s)'ın kendisini suda boğacağını sanmış,
böylece bir şeyin olmadığını görünce de, "Süleyman (a.s) hakkında sû-i
zan'da bulunduğu için, kendime yazık etmişim" demiştir.
[64]
Alimler, Hz. Süleyman
(a.s)'ın, o kadınla evlenip evlenmediği, o kadınla bu halde mi evlendiği, yahut
da, bacaklarını sıvazlamasından önce mi evlendiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Ulemanın açıklamalarından anlaşılan, onun o kadınla evlenmiş
olduğudur. Halbuki, bunun bilgisi ne Kur'ân'da yer alır, ne de sahih bir
hadiste... Ibn Abbas (r.a)'dan rivayet olunduğuna göre, Belkts müslüman olunca,
Hz. Süleyman (a.s) ona, "Kavminden, seni evlendirebileceğim birisini seç"
dedi. Bunun üzerine kadın, "Böylesi bir saltanatı olan benim gibi bir
kadınla, (alelade) adamlar evlenmez" dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman
(a.s), "Nikâh İslâm'dandır" deyince de kadın, "Eğer durum
böyleyse, beni, Hemdan hükümdarı Tübba ile evlendir" dedi. Bunun üzerine
de Hz. Süleyman onu, onunla evlendirdi. Sonra da onları Yemen'e gönderdi ve o
kadın, kraliçeliğini devam ettirdi. Allah en iyi bilendir.
[65]
"Celalim hakkı
için Biz, Semûd'a da, "Allah'a ibadet edin" diye, kardeşleri Salih'i
gönderdik. Bir de ne görsün, onlar, biribirleriyle çekişen iki grup..., Salih dedi ki:
"Ey kavmim, niçin iyiden evvel çarçabuk kötüyü istiyorsunuz? Allah'dan
mağfiret edilmenizi istemeli değil misiniz? (Böyle yaparsanız),
mağfiret edilmeniz umulur."
Onlar da dediler ki: "Sen ve beraberinde bulunanlar sebebiyle uğursuzluğa
uğradık." (Salih) dedi ki: "Sizin amel ve hareketleriniz
Allah yanında (yazılı)dır. Belki siz, imtihana çekilmekte olan bir kavimsiniz."
O şehirde dokuz grup vardı ki, bunlar, yeryüzünde fesat ^karıyorlar, iyiliğe
hiç yanaşmıyorlardı. (Biribirine) Allah adına yemin ederek dediler ki:
"Ona ve ehline mutlaka bir gece baskın yapalım. Sonra da fisine,
"Andolsun biz onun ailesinin helakinde bulunmadık. Şüphesiz ki biz dbette sadıklarız"
diyelim. Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de, kendilerinin berleri
olmadan, onların planlarını alt-üst ediverdik. işte bak, o tuzaklarının akıbeti nice
oldu! Çünkü biz onları da, kavmlerini de toptan helak ettik." İşte zulmetmeleri
yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Şüphe yok ki bilecek kimseler için
bunda bir ayet vardır. İman edip, ittikâ edenleri ise, biz kurtardık" (Ntmf, 45-53).
Nûn'u bâ'nın zammesine
tabî kılarak, şeklinde de kıraat vardır.
[66]
Ayetteki, "Bir de
ne görsün, onlar iki grup..." ifadesiyle ilgili şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
a) Bununla, mü'min grup - kâfir grub manası
kastedilmiştir.
b) Bununla, onlardan hiç kimse iman etmezden
önce, Salih (a.s)'in kavmi kastedilmiştir.
Ayetteki,
"Birbirleriyle çekişen"ifadesi, "iman edenler, Hz.Sallh (a.s)'in
getirdiği delilleri inceleyip doğruluğunu anladıkları için iman etmişlerdir.
Durum böyle olunca da, bunların mutlaka o delilleri kabul etmeyenlerin hasmı
olmaları gerekir. Bu hasımlaşma ve çekişme, din konusunda olunca, bu, dinî
konularda mücadele etmenin, tartışıp, onları iyice incelemenin hak olduğuna
delalet eder. Yine bu ifadede, taklidin geçersizliğine de işaret vardır.
[67]
Ayetteki, "Ey
kavmim, niçin iyiden evvel çarçabuk kötüyü istiyorsunuz?" ifadesi ile
ilgili şu iki bahis vardır:
Birinci Bahis:
Haseneden (iyiden) evvel, çarçabuk kötülüğün istenmesi hususunda şu iki izah
yapılmıştır:
1) Hz. Salih
(a.s)'in, kendisini yalanlayanlara getirdiği deliller fayda vermeyince, o
onları ilahî azabla tehdit etmiş; bunun üzerine onlar, "Eğer sadıklardan
isen (doğru söylüyorsan), haydi o azabı getir" (Ankebut,») demişlerdir.
Onlar bu sözü, onunla alay etmek için söylemişlerdir. İşte bu sırada o,
"Niçin iyiden evvel, çarçabuk kötüyü istiyorsunuz?" demiştir. Bu,
"Allah size, rahmetine ulaşma ve mükâfaatını elde etme fırsatı vermiştir.
Binâenaleyh daha niçin bunu bırakıp, O'nun azabının hemen gelmesini
istiyorsunuz" demektir.
2) Onlar
cahil oldukları için, "Salih'in bizi tehdid edip durduğu o ilahi ceza
eğer, iddia ettiği gibi gelecek olursa o esnada bir araya gelir ve Allah'dan
mağfiret isteriz. Bu durumda da Allah tövbelerimizi kabul eder ve o azabı
bizden uzaklaştırır" diyorlardı. Salih (a.s) bu sebeple, onların
inançlarına göre hitap edip, "Keşke o azap gelip çatmazdan önce Allah'dan
mağfiret isteseniz. Çünkü hayrı hemen istemek, şerri hemen istemekten daha
evladır" demiştir.
[68]
İkinci Bahis: Ayetteki
"seyyie" (kötü) İle, ilahî ceza, "hasene" (iyi) ifadesi ile
de ilahî mükâfaat kastedilmiştir. İlahî azabın, "kötü" diye
adlandırılması mecazdır. Bu mecazın sebebi, ya ikâb-ı ilâhînin, kötülüğün
ayrılmaz vasfı oluşundandır, yahut da bu ilahî ceza, kötü olma bakımından
kötüye benzetilmiş olmasındandır. Rahmetin ve mükâfaatın iyi (hasene) diye
nitelenmesinin, bazı alimler "hakikat" olduğunu sövlemis. bazıları da
bunun mecazî olduğunu söylemişlerdir. Birincisi doğruya daha yakındır.
Sonra Salih (a.s) bu gerçek sözü ifade edince, onlar buna, yine bozuk bir ifade
ile, "Sen ve beraberinde bulunanlar sebebiyle uğursuzluğa uğradık. Çünkü
başımıza gelen bu darlık ve kıtlık, senin ve adamlarının uğursuzluğu
yüzündendir" demişlerdir.
[69]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Onlardan birisi, yolculuğa çıkmak istediğinde, bir kuşa
rastlayınca onun peşinden giderdi. Eğer o kuş, solundan sağına doğru uçarsa,
bunu uğur sayar; şayet, sağından soluna doğru uçarsa, uğursuzluk kabul ederdi.
Binâenaleyh onlar iyiyi-kötüyü, hayrı-şerri kuşların uçuş ve hareketlerine
nisbet edince, "tayr" (kuş) kökü, mecazî olarak hayır ve şer için
kullanılmaya başlamıştır. Halbuki bu, Allah'ın takdiri ve taksimi ile
olur." İşte Salih (a.s) de, "Sizin kuşunuz (yani amel ve
hareketleriniz) Allah yanında (yazılıdır.)" Yani "size gelen hayır ve
serleriniz, Allah'dan olup, bu da O'nun kaza ve kaderi iledir. O, isterse size
rızık verir, isterse sizi mahrum eder" demiştir. Bunun manasının,
"sizin uğursuzluğunuzun karşılığı olan ilahî ceza Allah katındandır"
şeklinde olduğu da söylenmiştir. Doğruya en yakın olan, birinci manadır. Çünkü
o kavim, o anda meydana gelen bu işe işaret etmişlerdir. Bunun cevabının da,
başka konuda değil, bu konuda olması gerekir.
Hz. Salih (a.s) daha
sonra, bunun onların cahilliklerinden kaynaklanan bir cevap olduğunu,
"Belki siz imtihana çekilmekte olan bir kavimsiniz" ifadesi ile
açıklamıştır. Binâenaleyh onları o sözü söylemeye sevkedenin, başkaları olması
muhtemel olduğu gibi, şeytanın, vesvesesiyle onları bu fitneye düşürmüş olması
da muhtemeldir.
[70]
Cenâb-ı Hak "O
şehirde dokuz çete vardı ki, bunlar yeryüzünde fesat çıkarıyorlardı..."
buyurmuştur. Doğruya en yakın olan bu ifade ile, dokuz grubun kastedilmiş
olmasıdır. Çünkü "raht" kelimesinin zahiriyle tek kişi değil, bir
cemaat kastedilir. Bunların, dokuz kabile olması muhtemel olduğu gibi, sebebin
farklı olmasından değil de, sıfatlarının ve hallerinin farklılığından ötürü,
onların bu belli sayıda olmuş olmaları da muhtemeldir. İşte bu sebeple Cenâb-ı
Hak, onların yeryüzünde fesat çıkarıp, iyiliğe hiç yanaşmadıklarını,
fesatlarına iyilik namına hiçbirseyi karıştırmadıklarını anlatmıştır. Çünkü O,
"Bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyorlar, iyiliğe hiç
yanaşmıyorlardı..." buyurmuştur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
onların Hz. Salih (a.s)'in işine dair kafalarında kurdukları şeyin de, bu
fesatları cinsinden olduğunu beyan buyurmuştur.
Ayetteki, "(Birbirlerine) Allah adına yemin
ederek..." ifadesindeki fiilin, emir veya başında mahzuf bir JLı edatı
ite, hal yerine vaki olmuş bir haber cümlesi olması da muhtemeldir. Yani,
"onlar, yemin ederek böyle söylediler" demektir.
"Beyat"
geceleyin düşmanı izlemek ve baskın yapmak demektir.
Ayetteki, "Sonra da velisine, "Andoisun
bizonun ailesinin helakinde bulunmadık" diyelim" ifadesi, "Eğer
onun kavmi, akrabaları bizi itham ederlerse, onlara, "orada değildik"
diye yemin ederiz" demektir. Ayetteki, mehlike fiilinden olmak üzere,
mîm'in ve lâm'ın fethasıyla mehlek; ve lâm'ın kesresiyle mehllk şeklinde
okunduğu gibi, den olmak üzere, mîm'in zammesiyle mühlek şeklinde de
okunmuştur. Bu kelimenin, masdar-ı mîm'i, ism-i zaman ve ism-i mekân olması da
muhtemeldir.
[71]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Onlar böyle tuzak kurdular. Biz de kendilerinin haberleri olmadan onlara
tuzak kurduk..." buyurmuştur. Alimler Allah'ın mekri (tuzağı) hususunda şu
değişik izahları yapmışlardır
1) Allah'ın
mekri, onları farkına varmadıkları bir anda helak etmesidir. Allah'ın mekri,
mecazî olarak, insanların mekrine benzetilmiştir. Rivayet olunduğuna göre,
Salih (a.s)'İn, o kayanın içinde namaz kılabileceği bir kovuk vardı. O
kâfirler, "Salih (a.s), bizden üç güne kadar kurtulacağını iddia
etmektedir. Gelin biz, ondan ve ehlinden (ailesinden - adamlarından) üç gün
gelmezden önce kurtulalım" demişler, o kaya kovuğuna gitmişler ve "o
buraya namaz (ibadet) için geldiğinde onu öldürür, daha sonra gider ehlini
öldürürüz" demişler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bir kaya göndermiş ve o
kaya onlar kovukta iken, kovuğun ağzını tamamen kapamış. Böylece onlar yok olup
gitmişler. Geri kalanları da (Cebrail (a.s)'İn o narası ile yok olup
gitmişlerdir.
2) Onlar,
geceleyin kılıçlarını sıyırarak, Hz. Salih (a.s)'in bulunduğu yere gelmişler.
Allah Teâlâ da Hz. Salih (a.s)'in evi dolusu melek göndermiş ve melekler
onların kafalarını taşlarla yarmışlar. Onlar taşlan görüyorlarmış, ama atanları
göremiyorlarmış.
3) Allah
Teâlâ, Salih (a.s)'e, onların kurdukları bu tuzağı haber vermiş, Salih (a.s)
de, böylece onlardan kurtulmuş. İşte Allah'ın onlara karşı tuzağı, bu haber
verişidir.
Ayetteki, "Onları
helak ettik" ifadesi, bir müste'nef cümledir. Bunun başındaki edatını meftun okuyanlar, bunu, ya Önce gecen
"akıbef'öen bedel yaparak mahallen merfu kabul etmişlerdir, yahut
takdiri, "Onların helakleri budur" şeklinde olan, mahzûf bir
mübtedanın haberidir. Yahut da bu ifade, .. .\£% manasında ımef'ûl-ü leh)
olarak, yahut da Jif nin haberi olarak mahallen mansubtur. Bu ikincisine göre
mana, "Onların tuzaklarının neticesi, kendileri için bir helak oldu"
seklinde olur.
Ayetteki hâviyeten
kelimesi, üzerinde, tükenin delalet ettiği şeyin amil olduğu bir
"hal"dir. Isa b. Ömer, bunu, mahzûf bir mübtedanın haberi olmak
üzere, ref ile havlyetun şeklinde okumuştur. Allah en iyi bilendir.
[72]
"Lût'a da
(peygamberlik) vermiştik. O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz, gözünüz
göre göre hâlâ o kötülüğü yapacak mısınız? Gerçekten kadınları bırakıp da,
şehvetle erkeklere mi yanaşacaksınız? Hayır, hayır, siz beyinsizlikte devam
eden bir kavimsiniz." Buna karşı kavminin cevabı ancak,
"Lût hanedanını
memleketinizden çıkarın, çünkü onlar (bize uymayıp) temizlik gayretinde olan
insanlardır" demek oldu. Bunun üzerine biz de, hem onu, hem geri
kalanlardan olmasını takdir ettiğimiz karısı dışındaki bütün ailesini
kurtardık. Onların üstüne öyle bir yağmur yağdırdık ki... Ne kötü İdi, inzar edilenlerin
o yağmuru" (Nemi, 54-58).
[73]
Kessâf sahibi şöyle
der: "Bu ayetin başındaki "Lût" kelimesi, ya mukadder bir
"hatırla" fiili ile, yahut
(Nemi, 45) ayetinin delalet ettiği mahzûf bir erselnâ fiili ile (mef'ul
olarak) mansubtur. Bundan sonraki İz edatı, birinci ihtimale göre bedel,
ikinciye göre zarftır.
Ayetteki, "O
kötülüğü yapacak mısınız?" ifadesi, her nekadar başında istifham (soru)
edatı varsa da, bu işin nahoş olduğunu gösteren bir tarzdadır. Çünkü bu gibi
üslûb ile, azarlamak ve tenkid etmek, genelde daha beliğ ve daha etkilidir.
Ayetteki,
"gözünüz göre göre" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
1) Onlar, bu
işi önemsemeyerek, bu işin yapılmasından kendilerini tenzih etmiyor ve saklama
gereği duymuyorlardı ki, işte bu, bu fiilin çirkinliğinin sebeplerinden
birisidir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu kötülüğünü anlatmak için onlara bunun
ne kadar fena birşey olduğunu gösteren bir ifade kullanmıştır.
2) Buradaki
görme ile, kalbin görmesi ve düşünmesi kastedilmiştir, yani, "Sizler
bunun, daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir kötülük olduğunu ve Allah Teâlâ'nın
erkeği erkek için yaratmamış olduğunu biliyorsunuz. O halde, yaptığınız bu
çirkin iş, Allah'ın yaratış hikmetlerine ters bir davranıştır" demektir.
3) Bu,
"Sizler, sizden önceki âsilerin - günahkârların başlarına gelenleri ve
hallerini görüp biliyorsunuz" demektir. Buna göre eğer sen "Bu
ifadeden sonra, "Siz beyinsizlikte devam eden bir kavimsiniz" ifadesi
bulunduğu halde, ayetteki "göre göre" ifadesini, "bile
bile" manasına alıyorsun. Çünkü onlar aynı anda hem bilenler, hem
beyinsizler olamazlar" dersen, ben derim ki: "Cenâb-ı Hak bu ifadesi
ile, "Sizler, onun'bir fuhuş (kötülük) olduğunu bile bile, bir kötülük
olduğunu bilmeyenler gibi davranıyorsunuz" manasını, yahut, "sizler
bu işin neticesini bilmiyorsunuz" manasını kastetmiştir. Yahut Cenâb-ı
Hak, ayetteki cehalet ile, beyinsizliği ve onların sürdürmekte oldukları o
cinayeti kastetmiştir. Daha sonra onların cehaletlerini, o söze uygun olmayan bir
şekilde cevap verdiklerini göstermek suretiyle ortaya koyarak şöyle demiştir:
"Buna karşı kavminin cevabı ancak, "Lût hanedanını memleketinizden
çıkarın. Çünkü onlar temizlik gayretinde olan insanlardır" demek
oldu." Böylece onlar, onların çıkartılma sebebini, bu kötü fiilden uzak ve
temiz kalmak isteyişleri olarak göstermişlerdir. Halbuki bu, onları
ödüllendirme ve hürmet etme sebebi sayılmalıydı. Fakat müfessirler, onların bu
sözü, istihza için söylediklerini ileri sürmüşlerdir. (Yani temizlik taslayan,
"sözüm ona temiz" kimseler olduklarını söylemişlerdir.) Daha sonra
Cenâb-ı Hak, Hz. Lût (a.s)'u ve o hanımı dışındaki bütün ailesini kurtardığını,
diğerlerini ise helak ettiğini bildirmiştir. Bütün bu hususlar, daha Önce
genişçe ele alınmıştı. Allah en iyi bilendir. Bu sûredeki kıssalar burada sona
erdi. Alfah'u a'lem.
[74]
"De ki:
"Hamdolsun Allah'a, selam olsun O'nun seçtiği kullarına. Allah m; hayırlı,
yoksa onların Allah'a ortak koştukları şeyler mi?" (O şeyler mi), yoksa
gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Biz o su ile, sizin
bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin bitkilerini bitiririz.
Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir
güruhtur" (Nemi, 59-60).
[75]
Hak Teâlâ'nın,
"De ki "Hamdolsun Allah'a, selâm olsun onun seçtiği kullarına. Alîah
mı hayırlı, yoksa onların Allah'a ortak koştukları şeyler mi?" buyruğu ile
ilgili ;.j iki izah yapılır:
1) Bu,
sürede geçen önceki kıssalarla alâkalı olup, "Peygamberlerini yalanlayan I
kavimleri helak ettiği için, Allah'a hamdolsun ve kendilerini peygamber olarak
göndermek ve helakten kurtarmak suretiyle seçtiği o kullarına sefam olsun"
-anasındadır,
2) Bu, yeni
bir cümle ve yeni bir konudur. Çünkü Allah Teâlâ, peygamberlerin erinden bahsedip, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
durumu da, o azab hususunda, ;eçmiş peygamberlere benzer olmayınca, yani kökü
kazıma azabı onun ümmetinden «aldırılmış olduğu için, O'na, bu nimeti kendisine
veren Rabbine şükretmesini ve peygamberlik görevindeki zorluk ve sıkıntılara
göğüs gerip sabreden o peygamberlere se<am etmesini emretmiştir.
[76]
Ayetteki, "Allah
mı hayırlı, yoksa onlann Allah'a ortak koştukları şeyler mi?" -adesi,
müşrikleri susturmak, susmaya mecbur bırakmak ve üzerinde oldukları hali
küçümseyip, onunla alay etmektir. Çünkü onlar putlara ibadeti, Allah'a ibadete
tercih
etmişlerdir. Halbuki bir kimse,
bir şeyi bir şeye, ancak onda daha fazla hayır ve fayda olursa tercih eder.
İşte bu sebeple, onların sapıklıkta ve cehalette zirvede olduklarına dikkat
çekmek için böyle denmiştir. fiili, yâ veya tâ ile olmak üzere iki şekilde
okunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu ayeti okuduğunda, "Hayır, hayır,
Allah daha hayırlıdır, daha bakîdir, daha yüce ve daha kerimdir" dediği
rivayet edilmiştir.
Sonra bil ki Hak
Teâlâ, bunun peşisıra sözünü bir fasıl halinde getirmiştir.
Birinci Fasıl; Bu,
putperestlere red hususundadır. Bu faslın merkezi, Hak Teâlâ'nın nimetlerin
asıllarını ve fer'lerini yaratıcı olmasının İzahıdır. Dolayısıyla, hiçbir
faydası bulunmayan şeylere ibadet etmek daha nasıl güzel olur? Hak Teâlâ bu
noktada şu hususları zikretmiştir:
Birinci husus,
göklerle ilgilidir. Bu, "(O şeyler mi), yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten
sizin için su indiren mi? Biz, o su ile, sizin bir ağacını bile
bitiremeyeceğiniz nice güze! bahçelerin bitkilerini bitiririz. Allah ile
beraber bir tanrı öyle mi? Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir
güruhtur..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[77]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Buradaki em edatı ile ve
deki arasındaki fark şudur: Birincisi,
em-i muttasıladır.
Çünkü manası, "Bu
ikisinden hangisi daha hayırlı" şeklindedir. Berikiler ise, em-i
munkatıadır ve bel (daha doğrusu, hayır; aksine) manasınadır."
Hadfka, etrafı
duvarlar ve engellerle çevrili bağ-bahçe demektir ve kuşatmak manasına gelen
"ihdâk" masdarındandır. Ayette £m kelimesi kullanılmıştır, çünkü bu
"güzel olan bahçeler" demektir. Nitekim Arapça'da "Kadınlar
gitti" denilir (fiil müfred müennes olarak getirilebilir). Bahçe, güzel ve
hoş demektir. Çünkü o bahçelere bakanın içi açılır, ferahlar, ondan hoşlanır.
"Allah ile beraber bir tanrı öyle mi?" ifadesi, "Allah'dan
başkası ona yakın görülür ve ortak koşulur öyle mi?" demektir. Bu, şeklinde de okunmuştur ve "sizler, demek
Allah'dan başkasına ibadet ediyor ve O'na onları ortak koşuyorsunuz öyle
mi?" manasına gelir.
[78]
Allah Teâlâ, gökleri
ve yeri, ancak kendisinin yarattığını, gökleri yağmur için, yeri de bitki için
bir mahal kıldığını beyan etmiş, en büyük nimetlerinden olan güzel
bahçelerden bahsetmiş ve o güzel bahçelerde bitki bitirmeye
Kendisinden başka hiç kimsenin kadir olamayacağına dikkat çekmiştir. Çünkü eğer
bizden biri buna kadir olsaydı, ağaç dikmeye ve onun meyvesini beklemeye
ihtiyaç duymazdı. Bu nimetleri veren sadece Allah Teâlâ olduğuna göre, ibadetin
de sadece O'na yapılması gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir güruhturlar"
buyurmuştur. Alimler bunun manası hakkında değişik görüşler belirtmişlerdir:
"Bu, "Onlar, apaçık olan bu haktan sapıyorlar"
manasındadır" denildiği gibi, "Onlar başka varlıkları, Allah'a denk tutuyorlar"
manası da verilmiştir. Bunun benzeri bir ayet En'flm Sûresi'nin başında
geçmişti.
[79]
"Ayetteki, 'Biz
... bitkilerini bitiririz" ifadesindeki "iltifaTın (gaibten, böyle
mütekellim sîgasına geçişin) hikmeti nedir?" denilirse, buna şöyle cevap
verebiliriz. İnsanın, göklerin ve yerin yaratıcısının, gökten yağmur indirenin
ancak Allah Teâlâ olduğunda şüphesi yoktur. Fakat insanın kalbine, zaman zaman,
o ağacı bitirip yerleştirenin kendisi olduğu şüphesi arız olur. Çünkü o şöyle
düşünür: "Sıcak yere tohumu atan benim. Onu sulayan benim. Onun güneş
almasına gayret eden benim. Sebebi yapan, müsebbebin (neticenin) de faili
sayılır. O halde, o ağacı bitiren benim." Binâenaleyh işte böyle bir şüphe
ihtimali söz konusu olunca, Cenâb-ı Hak bu ihtimali ortadan kaldırmak için,
gaib sîgasından mütekellim (konuşan) sîgası olan, "Biz .... bitirdik"
sîgasına geçmiş ve "Siz onun bir ağacını bile bitiremezsiniz"
buyurmuştur. Çünkü insan, bazan tohum atar, suyunu verir, bu hususta her türlü
sıkıntı ve meşakkate katlanır, güneş almasını sağlar, ama yine de istediği gibi
bir mahsul elde edemez. İstediği gibi olanlarda ise, o şeyin sebebini,
yapısını, ölçüsünü ve nastl olduğunu anlayamaz. Öyle ise, o insan nasıl bu işin
gerçek faili olabilir? İşte bu İncelikten Ötürü, buradaki "iltifat"
pek yerinde ve güzel olmuştur.
[80]
"(O şeyler mi),
yoksa yeryüzünü bir karargâh yapan, aralardan ırmaklar akıtan, onun için sabit
dağlar kuran, iki denizin arasına bir perde koyan mı (daha hayırlı)? Allah ile
beraber bir tanrı öyle mi? Hayır, hayır, onların çoğu
bilmiyorlar'! (Nemi, 61).
İkinci husus, yeryüzü
ile ilgili olandır ve bu ayetle anlatılmıştır.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bu ifadeler, bundan önceki "yaratan mı?" ifadesinden
bedeldir. Buna göre, bu ayetin durumu da, önceki ayetin durumu gibidir."
[81]
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayette yeryüzünün şu dört faydasını saymıştır:
Birinci Fayda, onun
bir karargâh oluşudur. Bunun böyle oluşunun pek çok sebepleri vardır:
a) Allah Teâlâ,
yeryüzünü oval yaratmış ve üzerinde rahat durulabilsin, karar kılınabilsin
diye, onu düzenlemiştir.
b) Allah
Teâlâ, yeri ne fazla sert, ne fazla yumuşak yaratmamış, orta bir halde
yaratmıştır. Böylece yeryüzü, üzerinde oturan kimsenin rahatsız olacağı bir taş
gibi sert değildir. Yine yer, içine batılıp gidilen bir su ve balçık gibi
yumuşak değildir
c) Allah
Teâlâ yeri, ışığın aksetmesine kabil olması için kesîf ve tozlu yaratmıştır.
Eğer yeryüzü saydam olsaydı, ışıklar onda durmaz, o zaman da hiçbir canlının
yaşamayacağı bir soğuklukta olurdu.
d)
Allah Teâlâ güneşin dönme eksenini eğik
yaratmıştır.[82] Böyle olmasaydı
mevsimlerdeki farklılıklar meydana gelmezdi. Mevsimlerden hâsıl olan faydalar
da elde edilemezdi.
e) Hak
Teâlâ, yeryüzünü durgun (hareketsiz) yaratmıştır. Eğer o hareketli olsaydı, ya
bir doğru istikametinde hareket edecekti, yahut bir daire üzerinde hareket
edecekti.[83] Her iki takdire göre de,
yeryüzünde iskân ile elde edilen faydalar elde edilemezdi.
f) Allah
Teâlâ yeryüzünü, ölülerin de dirilerin de yer aldığı bir mekan kılmıştır. Çünkü
her çirkin şey onun üzerine atılır ve her güzel şey ondan çıkar.
[84]
İkinci Fayda, Allah'ın
o yeryüzünün aralarında ırmaklar akıtmış olmasıdır. Bil ki yeryüzünden şu dört
çeşit su çıkmaktadır:
a) Akan
gözelerin suyu... Bu, kendisi fazla, fışkırma gücü ileri, yer altı buharlarından kaynaklanan,
yeri bu kuvvetiyle delip çıkan ve sonra devamlı olarak akan sulardır.
b) Durgun
gözelerin suları... Bunlar da, kuvveti, ancak yeryüzüne çıkacak kadar olan,
fakat kuvveti ve kendisi, peşpeşe gelecek derecede olmayan buharlardan olan
sulardır.
c) Nehir ve kanalların suları... Bunlar da,
yeryüzünü delecek güçte olmayan buharlardan elde edilen sulardır. Bunların
üzerinden, o toprak kazılıp kaldırıldığında, o buharlar çıkacak bir delik
bulurlar ve az bir güç ile yeryüzüne çıkıp akmaya başlarlar.
d)
Kuyuların suları... Bunlar da, kanal ve nehir
suları gibi, yerden kaynayan sulardır. Fakat bunların, bir yere doğru akma
imkanı yoktur. Kanal ve nehir sularının, kuyu sularına nisbeti, akan göze
sularının, duran göze sularına nisbeti gibidir. Binâenaleyh, yeryüzünün bu
sertliğinin olmaması halinde, o buharların yerin altında bir araya
gelemeyecekleri anlaşılır. Çünkü eğer o buharlar yerin altında bir araya
gelmeselerdi, yerin üstündeki bu gözeler meydana gelemezlerdi.
[85]
Üçüncü Fayda, Allah'ın
o yeryüzünde revasf yani kazık gibi çakılmış dağlar yerleştirmesidir. Bu
cümleden olarak diyoruz ki: Gözelerin, su birikintilerinin ve madenlerin çoğu,
ya dağlarda, ya dağlara yakın yerlerde bulunur. Gözelerin dağlarda meydana
gelmiş olması şöyle olur: Yer yumuşak ve nemsiz olsaydı oradan buharlar emilip
zayi olur ve zikre değer bir su birikmezdi. Demek ki bu buharlar ancak, sert
toprak altında toplanabilir. Dağlar ise, yerin en sert yerleridir. Dolayısıyla
bu buharları tutmaya, toplamaya ve böylece de gözelerin esasını oluşturabilecek
şeylerin biraraya gelmesine elverişli yerler olurlar. Dağ su deposuna benzer.
Dağın huknası buharla doludur ki, adeta damıtma işlemi için hazırlanmış imbiğe
benzer. Buharın az bir kısmının bile dağılıp kaçmasına imkan vermez. Dağın alt
kısmı ise damıtma kazanır durumunda olup kanallardan gelen su orada toplanır.
İşte bundan Ötürü, gözelerin çoğu dağlardan, pek azı da sahralardan fışkırır.
Bu az kısmın o sahralardan fışkırması da yine, oraların sert olmasına bağlıdır.
[86]
Bulutların çoğunun
dağlarda oluşmasının şu üç sebebi vardır:
1) Dağlarda bulunan çiğ taneleri kadar, başka
yumuşak arazilerde çiğ tanesi bulunmaması...
2) Dağların,
yüksek olmaları sebebiyle, daha serin olmaları... Böylece, dağların üzerindeki
çiğler ve karlar kadar, başka yerde çiğ ve kar kalmaz.
3) Yükselen
buharların dağlarda hapsedilmiş, tutulmuş olup, ayrılıp çözülmelerine imkan
verilmemiş olması... Bunun böyle olduğu sabit olunca, dağlarda bulutların çok
oluşunun sebebi de ortaya çıkmış olur. Çünkü onları meydana getiren madde,
dağların içinde ve dışında daha çoktur, yine buharı tutma özelliği daha
fazladır ve buharın çözülüp gitmesine sebep olan sıcaklık da dağlarda daha
azdır. İşte bundan Ötürü, bulutlar dağlarda daha fazla oluşur. Buharlara muhtaç
olan madenlerin arz ile olan münasebeti ise daha fazladır ve kanal açma işinin
tamamlanması için yeryüzünde daha fazla kalma durumundadırlar. Bu hususta ise,
dağlar kadar müsait ortam olamaz.
[87]
Dördüncü Fayda:
Allah'ın iki deniz arasına bir perde koymasıdır... Bundan murad, tatlı suyun
karışmalar ile bozu I m aması d ir, bir de aradaki perdeden istifade
edilmesidir. Bir de mü'minin kalbinde iman ve hikmet denizi ile, tuğyan ve
şehvet denizi vardır. Cenâb-ı Hak, yardımı ile bu ikisinden biri diğeri ile
karışıp bozulmasın diye, aralarına bir engel koymuştur. Bazı feylesoflar, Hak
Teâlâ'nın, "O, iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Böyle
iken) aralarında yekdiğerine tecavüz etmeye mâni bir perde vardır"
(Rahman, 19-20) hususunda, "tecavüz olmadığı zaman o ikisinden inci ve
mercan çıkar" demişlerdir. Kalbte de aynı şekilde, İki tarafın birbirine
tecavüzü ve karışması olmadığı zaman, şükür sayesinde din ve iman çıkar. Buna
göre eğer, "Cenâb-ı Hak niçin denizi tuzlu yaratmıştır?" denilirse,
biz deriz ki: Eğer deniz tuzlu olmasaydı, suyunun tadı, rengi ve kokusu bozulur,
böylece de o bozukluk yeryüzüne yayılır ve umumi bir veba hastalığı meydana
gelirdi.
Bil ki denizin
yeryüzünün belli yerine yerleştirilmesi, değişmesi mümkün olmayan birşey
değildir. Gerçek olan şudur ki, deniz bir asırdan, diğer bir asra nakledilen
tarihlere sığmaz, uzun bir müddet içinde yer değiştirir. Çünkü denizler genelde
nehirlerden, nehirler de genelde gözelerden beslenir. Gökyüzünün suları ise,
belli mevsimlerde oluşurlar. Sonra ne gözelerin, ne gök sularının aynı
mıntıkada, hallerinin devamlı birbirine benzemesi gerekmez. Çünkü gözelerin
çoğu, batıp kaybolur. Yine çoğu kez, gök, sulannı indirmez. Binâenaleyh mutlaka
bu durumda vadilerin ve nehirlerin suyu çekilir ve kurur. Böylece de
denizlerdeki suların azalması-çekilmesi meydana gelir. Yeryüzünün bir başka
tarafında gözeler meydana geldiğinde, orada nehirler de meydana gelir. Bundan
sonra da o tarafta denizler meydana gelir.
Daha sonra Mak Teâlâ,
kendisinde bu gibi yüce faydalar bulunan yeryüzünü yaratanın ancak kendisi
olduğunu beyan edince, ulûhiyyetin de kendisine has kabul edilmesi gerekir.
Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır, onların çoğu bilmiyorlar" ifadesiyle de,
onların böylesi bir düşünceden yoksun oldukları için, cehaletlerinin büyük
olduğuna dikkat çekmiştir.
[88]
Üçüncü Husus,
mahlûkâtın, Hak Teâlâ'ya muhtaç oluşları ile ilgilidir ve bu ayetle elde
edilmiştir.
"Yoksa bunalmışa
kendisine dua ettiği zaman icabet eden, fenalığı gideren, sizi
yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber bir tanrı (ediniyorsunuz) Öyle mi? Siz
ne kıt düşünüyorsunuz?" (Nemi, 62).
Bil ki Cenâb-ı Hak, bu
ayette şu iki şeye dikkat çekmiştir:
a)
"Yoksa muzdar kalmışa, kendisine dua ettiği zaman icabet eden ....
mi?" ayetinin ifade ettiği husus... Keşşaf sahibi şöyle der:
"Zaruret, insanı sığınmaya götüren, mecbur bırakan hal demektir.
"Iztırftr" da, "zaruret" kökünün "İftial" vezni
^ere olan şeklidir. Arapça'da, "Onu, ona mecbur kıldı" denilir. Bu :
âb'ın, ismi faili ve ism-i mef'ûlü aynı şekilde "muztar" olarak
gelir. Bil ki "muztar", Dir hastalığın veya fakirliğin veya zamanın
belâlarından herhangi birinin, Allah'a -alvarıp yakarmaya mecbur bıraktığı
kimsedir." Süddî'nin buna, "gücü kuvveti Dimayan, çaresiz"
manası verdiği rivayet edilmiştir. Yine bu kelimenin, "mağfiret eden,
günah işleyip istiğfar eden kimse" manasına olduğu da söylenmiştir.
[89]
imdi, eğer,
"Cenâb-ı Hak, bu beyanı ile, "muztar"ı genel olarak zikretmiş ve
: -iarın dualarına icabet ettiğini bildirmiştir. Halbuki nice dua eden çaresiz
kimseler vardır ki, dualarına icabet olunmamıştır?" denilirse, buna şu
şeklide cevap verilebilir: Başında elif-lâm bulunan müfred kelimelerin, umûmî
mana ifade etmediklerini; bunların sadece o "mahiyet"! ifade
ettiklerini, usûl-ü fıkıhta beyan etmiştik. Mahiyet için söz konusu olan hükmün
doğruluğu hususunda, bu hükmün, o mahiyetin fertlerinden birinde bulunması
yeterli olur. Hem sonra, Allah Teâlâ onun duasını kabul edeceğini söylemiş, ama
hemen kabu) edeceğini söylememiştir. Duanın ve kabulünün şartları ile ilgili
bütün izahlarımız, (Mü'min, eo) ayetinin tefsirinde yapılmıştır.
Hak Teâlâ'nın
"Fenalığı giderir" ifadesi, duanın nasıl kabul edildiğinin izahı
gibidir. Çünkü acze düşürülemeyen, kadir ve karşı durulamayan, kahhâr Allah'dan
başka hiç kimse, insanın başına gelen fakirliği zenginliğe, hastalığı sıhhate.
darlığı genişliğe döndürmeye gücü yetmez.
b)
"Sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?" ayetinin ifade ettiği husus...
Bununla, "Onların, o yerde yerleşmeyi ve tasarrufta bulunmayı, nesil be
nesil, birbirlerinden devralmaları" manası kastedilmiştir. Hak Teâlâ,
ayetteki "halifeler" sözü ile, mülkiyeti ve hükümranlığı
kasdetmiştir. Son fiil, ya ile ve ta ile, idğamlı olarak, yezzekkerûn ve
tezzekkerûn şekillerinde de okunmuştur. Bunun başındaki (^) edatı, zaide olup,
mana, "Onlar çok az düşünüyorlar" şeklindedir. Ama aslında
kastedilen, onların hiç düşünmedikleridir. Çünkü "azlık", bazan
"yokluk" manasında kullanılır.
[90]
"Yahut o kara ve
denizlerin karanlıkları içinde, size yolunuzu bulduran, rahmetinin önüsıra
rüzgârları müjdeci gönderen mi? Allah ile beraber bir tar.r öyle mi? Allah
onların ortak koştukları şeylerden çok yüce, çok münezzehtir'.
(Nemi, 63).
Dördüncü Husus,
mahlûkatın belli vakitlerdeki belli ihtiyaçları ile ilgilidir ve : ayet ile ifade
edilmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette de şu iki şeye dikkat çekmiştir:
a)
"Size yolunuzu bulduran mı?" ayetinin ifade ettiği husus... Bu,
"O, siz karau ve denizde yolculuk ederken, gece, karanlığını üzerinize
döktüğünde, size, gökte« yıldızları ve yerdeki çeşitli alâmetleri ile yolunuzu
buldurandır" demektir.
b)
"Rahmetinin önüsıra rüzgârları müjdeci gönderen mi?" ayetinin ifade
ettiği husus... Çünkü, rüzgârları harekete geçirerek, bulutları önce yayıp,
sonra onları dilediği yere götüren Hak Teâlâ'dır. Eğer, "Biz rüzgârları
harekete geçirenin Hak Teâlâ olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü felsefeciler şöyle
demektedirler: "Rüzgârlar, dumanlardan (buharlardan) oluşur. Dumanların
hepsi ateş ile yanan şeylerden yükselen siyah madde değildir. Aksine ister ateşin
sıcaklığından, ister güneşin sıcaklığı sebebi ile olsun, sıcaklığın artması ile
yükselen yeryüzü maddelerinin hepsi dumandır. Rüzgârların dumanlardan doğuşları
da, birisi çok, diğeri az olmak üzere ikiye ayrılır. Çok olanlarına gelince,
şöyledir: Çok miktarda duman yukarı doğru yükselip, soğuk bir tabakaya
ulaştığında ve dumanların sıcaklığı, o soğuk hava tabakasının soğukluğu ile ya
kırılır (azalır), ya kırılmaz. Eğer kırılırsa, şüphesiz o zaman ağırlaşır,
aşağı doğru iner ve onun inişinden hava dalgaları meydana gelir. Bundan da
rüzgârlar meydana gelir. Yok eğer o dumanların sıcaklığı, o hava tabakasının
soğukluğu ile kırılmaz ise, mutlaka o dumanlar, feleğin hareketi ile
hareketlenen ateş küresine ulaşıncaya kadar yükselmeye devam ederler. Buraya ulaşınca
da, o ateşin hareketi sebebi ile artık yükselme imkânı bulamazlar ve geri dönüp
rüzgârları oluştururlar. Şu da iddia edilemez: Eğer o dumanların geriye
dönüşleri, üstteki havanın hareketi sebebiyle olmuş olsaydı, o zaman dumanların
hareketleri aşağı doğru değil, aksine yukarıdaki havanın hareket yönüne doğru
olurdu. Çünkü biz diyoruz ki: Bunun şu iki şekilde izahı vardır:
1) Çoğu kez
o dumanların yükselmesine onlara katılan şeylerin hepsi, karşı çıkan hareketin
yönünün aksi yönünde hareketi gerektirir. Bu tıpkı, hareket eden bir cisme
isabet eden ve onu bazan, eğer o karşı çıkan engel, hareket edeni kendisine
doğru gelmekten çevirmeye kadir olduğu gibi, kendisinin hareketi yönüne
çevirmeye de kadir olursa, o oku bazan kendi yönüne doğru, bazan da, o karşıt
kuvvet onu engellemeye kadir, ama geri çevirmeye kadir olmadığı zaman, o
cihetin aksi yöne dönen bir ok gibi olur.
2) Çoğu kez, alttan yükselen dumanların bir
kısmı, üstten aşağı doğru inen dumanlara mâni olur. İşte bu sebepten ötürü de,
diğer taraflara doğru hareket eder" denilirse, bil ki müslümanların burada
yapacakları şu iki iş vardır:
a) Bu
gerekçenin yanlışlığına delil getirmek... Bunu şu iki şekilde yapabiliriz:
1)
Yeryüzündeki dumanların parçaları, sıvılara ait buharların parçalarından daha
ağırdır. Hem sonra bu buharlar soğuduklarında "hatt-ı müstakim"i
takib ederek (düz olarak) yağmur şeklinde inerler. O halde duman, soğuduğunda,
niçin düz olarak inmez de, sağa sola gider?
2) O
parçaların aşağı doğru hareketleri tabiîdir. Sağa sola doğru hareketleri ise,
arızîdir. Tabii olan, arızî olandan daha kuvvetlidir. Kuvvetli olmasa bile, en
azından eşittir. Sonra o rüzgâr sağa sola hareket ettiğinde, çoğu kez ağaçları
kökünden söker, duvarları yıkar, hatta tepeleri bile götürür. O halde,
dumanlara ait o parçalar,
kendilerine ait tabii
hareketlerini, yani aşağı doğru hareketlerini yaptıkları zaman, tavanları
delip-yıkıp inmeleri gerekir. Fakat biz, pek çok toz toprağın havadan inip,
damlara dolduğunu görürüz ama, bunun bacaları yıkması şöyle dursun, indiğini
bile hissedemeyiz. Böylece felsefecilerin ileri sürdükleri şeylerin yanlışlığı
anlaşılır.
b)
Farzedelim ki durum onların söyledikleri gibidir. Fakat gerek etkili olan
sebepleri ve gerek (onların etkilerine maruz kalan) alıcı durumundaki sebepleri
yaratan Allah Teâlâ'dır. Çünkü eğer o buharların ve dumanların yükselmesinde
tesirli olan güneş ve hava tabakaları olmasaydı, bu işler olamazdı. Halbuki
bilindiği üzere, bir kimse birtakım sebeplen yaratır, o sebepleri de akla
hayale sığmayan enteresan menfaatler ve üstün hikmetler sağlarsa, o kimse, o
faydalı şeyleri de yapmış sayılır. Binâenaleyh bütün durumlarda bu gibi
hadiselerin, ihtiyaçlar zincirini sona erdirmek için, zatı gereği var olan
hâkim bir müdebbirin varlığına mutlaka şehadet ettiğini kabul etmek gerekir.
[91]
Beşinci Husus, haşr ve
haşr (diriliş) ile ilgili olup, bu ayetle ifade edilmiştir. "Yahut
ilk yaratan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gök ile yerden rızıklandıran
mı? Allah ile beraber bir tanrı öyle mi? De ki: "Eğer iddianızda
doğru iseniz
delilinizi getiriniz" (Nemi, 64).
Bil ki Allah Teâlâ,
dünya nimetlerini sayınca, "Yahut ilk yaratan, sonra onu iade edecek
(yeniden yaratacak) olan mı (daha hayırlı)" buyurarak, âhiret
nimetlerinden bahsetmiştir. Çünkü mükâfaat ile elde edilecek âhiret nimetleri,
ancak ilk yaratmadan ve mükellef çağına getirdikten sonra, yeniden yaratma ile
tamamlanır. O halde, Hak Teâlâ'nın bu sözü, bütün bu nimetleri ifade
etmektedir. Bu nimetlerin ancak rızıklarla tamamlanacağı malumdur. İşte bundan
ötürü Hak Teâlâ, "Sizi gök ile yerden kim nzıklandtnyor?" buyurmuş ve
sonra onların hareket tarzlanndaki tersliğe dikkat çekerek, "Allah ile
beraber (başka) bir tanrı öyle mi?" demiştir. Sonra, "De ki:
"Eğer iddianızda doğru iseniz, delilinizi getiriniz" hitabı ile,
onların buna hiçbir delilleri bulunmadığını ve onların bâtılı böyle delilsiz
olarak savunduklarını beyan buyurmuştur. Hak Teâlâ'nın bu hitabı, iddia edilen
şey hakkında mutlaka bir delil bulunması gerektiğine ve taklidin yanlışlığına
delalet eder.
İmdi şayet,
"onlar, öldükten sonra dirilmeyi kabul etmedikleri halde, kendilerine daha
nastl, "Yahut ilk yaratan, sonra onu iade edecek olan mı?"
denilmiştir?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz: Onlar,
yaratılışın başlangıcını kabui etmektedirler. İbtidâ ise, "iâde"ye,
çok kuvvetli bir biçimde delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu söz, böylesine
kuvvetli bir delil olunca, onlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edince, adeta
mazeretsiz kalıvermişlerdir. Allah'ın kudretinin mükemmelliğine delâlet eden
deliller burada sona ermektedir.
[92]
"De ki:
"Göklerde ve yerde, gaybı AHah'dan başka kimse bilmez. Onlar da, ne zaman
diriltileceklerini bilmezler. Hayır, onların ahiret hakkındaki bilgileri ard
arda gelip bitişmiştir. Hayır, onlar bundan şekk içindedirler. Hayır, onlar bundan
kördürler" (Nemi. 65-66).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
kudretin kendisine mahsus olduğunu beyan edince, gaybın bilgisinin de kendisine
mahsus olduğunu beyan buyurmuştur. Bunun böyle olduğu sabit olunca, İbâdete
müstehak olanın da kendisi olduğu sabit olmuş olur. Çünkü ilah, mükâfaatı hak
eden kimseleri, cezayı hak eden kimselere karıştırmadan, mükâfaatlandıran
zâttır.
[93]
Eğer; "istisna,
yapılmaması halinde, müstesna minh'in muhtevasına girmesi gerekenlerin hariçte
tutulması için yapılır. Burada bu ayet, Allah (c.c.)'ın, gökler ve .
erdekilerden istisna edildiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh, Allah'ın,
göklerde ve yerdekilerden olması gerekir ki, bu da, Allah Teâlâ'nın bir mekânda
olmasını iktizâ eder" denilirse, buna şu şekilde cevap veririz: Bu ayetin
zahiri terkolunmuştur. Çünkü, Allah Teâlâ'nın bir mekânda olduğunu söyleyenler,
O'nun göklerin üstünde olduğunu adia etmişler; O'nun bir mekânda olmadığını
söyleyenler ise, O'nu bütün mekânlardan tenzih etmişlerdir. Böylece Allah'ın
göklerde ve yerde olmadığı icmâ ile sabit olmuş olur. Bu sebeple bu ayetin
te'vil edilmesi gerekir. Bu cümleden olarak biz diyoruz ki: Allah Teâlâ,
göklerde ve yerde olanlardandır. Nitekim kelâmcılar şöyle demektedirler: "Allah
her yerdedir" sözü, "O'nun ilmi her yerdedir" manasına gelir.
"Allah Teâlâ'nın
göklerde ve yerde olması mecaz, o göklerde ve yerde bulunanların orada
bulunmaları ise hakikattir. Halbuki, bir kimsenin aynı ibare ile hem hakiki hem
de mecazi manayı murad etmesi caiz değildir" de denilemez. Çünkü biz
diyoruz ki, göklerde ve yerde olanların orada olmaları, zatları mekânlarda
bulunduğu halde, orada bulunmaları hakikat olduğu gibi, mecaz da olur ki,
mecazî oluşu da, onların o yerleri bilmeleri demektir. Binâenaleyh biz, Cenâb-ı
Hakk'ın, göklerde ve yerde olmayışını mecazî manaya, -ki bu O'nun oralarda ilmi
ile bulunmasıdır-hamlettiğimizde, hem Allah Teâlâ, hem de kulları bu ifadenin
kapsamına girmiş olur. Böylece de istisnanın yapılması yerinde olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"onlar da bilmezler..." ifadesine gelince, bu, gökteki ve
yerdekilerin sıfatı olup, onların gaybı bilmediklerini anlatır. Cenâb-ı Hak,
öldükten sonra dirilmenin ne zaman olduğunu "ne zaman
diriltileceklerini..." ifadesiyle, gaybları bilinemezler içinde
zikretmiştir. O halde bu ifadenin başındaki eyyflne kelimesi meta anlamında
olup, bu kelime, kelimelerinden meydana gelmiştir. Vakit anlamındadır. Hemzenin
kesresiyle, (iyyâne) şeklinde de okunmuştur.
Ayetteki "Hayır,
onların ahiret hakkındaki bilgileri ard arda gelip bitişmiştir" ifadesine
gelince, bil ki, Keşşaf sahibinin bu husustaki sözü şu üç bahse dayanmaktadır:
[94]
Birinci Bahis: Bu
ayette, oniki türlü kıraat vechi bulunmaktadır: iki hemze ile hemze arasında;
elif ile fethası, dâl'ın şeddesi ile: ki bunun aslı, istifham üslûbu üzere tek
hemze ile ve
İkinci Bahis:'nin
aslı, 'dir. Bu demektir ki tâ, dâl'a idğam edilmiştir, babındandır.
Üçüncü
Bahis:ifadesinin manası, "Zirveye vardı ve mükemmel oldu"
şeklindedir. Yine, îîjiî 'nin manası, "peşipeşine geldi ve
sağlamlaştı" demektir. Sonra burada şu izahlar yapılabilir:
1)
"Kıyametin seksiz şüphesiz olacağına dair ilimlerinin sağlamlaşmasının ve
mükemmelleşmesinin sebepleri, onlar için bulunmaktadır. Onlar, o sebepleri tanıma
imkânını bulmuşlardır. Ama onlar, yine de şüphe içinde olup cahildirler."
Ki bu son mana, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır onlar bundan şekk içindedirler.
Hayır, onlar bundan kördürler" ayetinin beyan ettiği husustur. Cenâb-ı Hak
bu beyanı ile, göklerde ve yerde bulunan müşrikleri kasdetmiştir. Çünkü o
göktekiler de yerdekilerin cisminden olduğu için, yerdekilerin fiilleri tümüne
birden nisbet edilmiştir. Bu tıpkı, o işi onlardan bir grup yaptığı halde,
"Falancaoğullan şöyle yaptılar" denilmesi gibidir.
İmdi şayet,
"Ayet, gaybı bilmenin sadece Allah'a mahsus olduğunu, kulların ise, buna
dair hiçbir şey bilemediklerini, onların öldükten sonra dirilmelerinin ve ayağa
kaldırılmalarının zamanının da, gaybler cümlesinden olduğunu, fakat o
insanların bunun farkında olmadıklarını bildirmek için getirilmiştir.
Binâenaleyh, bilme sebep ve vasıtalarının sağlamlığına ve onların bunu
bilebilme İmkânına sahip olmalarına rağmen, müşrikleri öldükten sonra dirilmeyi
inkârla vasfetmek, bu manaya daha nasıl uygun düşer?" denilirse, buna
şöyle cevap verilir: Cenâb-ı Hak, sanki, "Varlığına apaçık delillerin
delâlet ettiği ahiretin varlığı hususunda şüphe ederlerken, daha nasıl gaybı
bilecekler? Binâenaleyh, bu kadar apaçık şeylerden habersiz olan kimse, daha
nasıl, herşeyden daha kapalı ve daha gizli olan gaybı bilebilecektir?"
demek istemiştir.
2) Onların
bu konudaki ilimlerini, "sağlamlık"la nitelemek, onlarla alay etmek
içindir. Bu tıpkı senin, en cahil insana, alay etmek için, "ne acaip
alimsin?" demen gibidir. Bu, onların, kendisine ileten yol apaçık olan bir
şeyin varlığı hususunda şüphe etmelerinden dolayıdır.
3)
"sona erdi, son buldu" demektir. Bu senin,"Meyve olgunlaştı,
sona erdi" sözünden türetilmiştir. Çünkü, meyvenin bu noktaya varmasıyla,
yok olması da başlamış olur.
Hasan el Basrî, bu
ifadeye "Onların ilimleri izmihlale uğradı ve ard arda yok olup
gitti" anlamını vermiştir ki, bu ifade, "ard arda yok olup
gittiler" anlamına gelen, (Tedâreke benû fülânin) ifadesinden alınmıştır.
İstifham hemzesiyle,
şeklinde okuyanların kıraatinin izahına gelince, bu, onların ilimlerinin
olgunlaşmasını inkâr etme tarzında olan bir okuyuştur, şeklinde okuyanların
kıraati de böyledir. Çünkü bu ifadelerin başındaki ve istifham hemzesi anlamında olan fî 'dır.
şeklinde okuyanlara
gelince, böyle okuyan kimse, Cenâb-ı Hakk'ın "bilmezler" ifadesinden
sonra 'yi getirince, o zaman bunun manası, evet, bunun farkına varırlar"
demek otup, sonra da bu farkına varma işini, bu bilginin olmadığını ifade eden
bir istihza tarzında, "Onların ahiret hususundaki ilimleri olgunlaşıp
kemâle ermiştir, (Öyle mi?)" diyerek açıklamıştır. Buna göre, bu şekilde
okuyan sanki onların ahiretin ne zaman olacağına dair bilgi ve bilinçleri;
onların o ahireti bilmeyişleridir. Böylece bu söz, daha beliğ bir biçimde
bilmeyi nefyetmiş olur.
Bu kelimeyi, istifham
şeklinde şeklinde okuyanlara göre mana, "Evet ya, onlar ne zaman
diriltileceklerini bilirler" şeklinde olup, sonra o, bu istifhamla,
onların ahireti bilmediklerini kastetmiş olur. O, onların ahireti
bilmediklerini belirttiğinde ve /ine o, onların, ahiretin varlığına dair
bilgilerinin mevcut olmadığını söylediğinde, onlarda ahiretin ne zaman
olacağına dair bilgi de meydana gelmemiş olur. Eğer sen, Bu ayetteki üç
"idrâb"ın, (yani "öyle değil böyle" demenin) manası
nedir?" dersen î>en derim ki, bu onların, bu konudaki derecelerini ve
mertebelerini beyandır. Çünkü Cenâb-ı Hak onları ilk Önce, öldükten sonra dirilmenin
vaktini bilmemekle vasfetmiş, daha sonra. Kıyametin olacağını da bilmediklerini
belirtmiş, bunun peşinden onların şekk ve şüpheleri için de şuursuzca hareket
ettiklerini bildirmiş, daha sonra da en kötü vasıfla nitelemiştir ki, bu da
onların kör olduklarını belirtmesidir. Burada şöyle bir nükte de bulunmaktadır:
Allah Teâlâ, ahireti, onların körlüklerinin başlangıcı kabul etmiştir. İşte
bundan dolayı kelimesini an ile değil de, ibtidâ ifade eden mln İle müteaddî
kılmıştır. Onların ahireti ve cezayı inkâr etmeleri, onları adeta hayvanlar
haline getiren şeydir.
[95]
"Küfredenler dediler
ki: "Biz ve atalarımız toprak haline geldikten sonra mı, hakikaten biz
mi kabtlerimizden çıkarılacağız? Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı
gibi, daha önce atalarımıza da yapıldı. Bu, evvelkilerin düzme yalanlarından
başka birşey değildir." De ki: "Yerde gezin, dolaşın da, mücrimlerin
sonu nice olmuştur, görün." Sen onlara karşı tasalanma. Kurmakta
oldukları tuzaklardan dolayı da darlıkta olma. Onlar, "Bu vaad ne zamandır?
Doğru sözlü kimseler iseniz, (söyleyiniz?)" derler. De ki: Çabuk gelmesini istemekte
olduğunuz o azabın bir kısmı, ensenize binmek üzeredir." Şüphesiz ki
senin Rabbin insanlara karşı fazla kerem sahibidir. Ama onların çoğu
şükretmezler. Senin Rabbin, onların sinelerinin saklamakta olduğunu da,
açıklayageldiklerini de muhakkak biliyor. Yerde ve gökte hiçbir gâib müstesna
olmamak üzere, hepsi apaçık bir kitaptadır" (Nemi, 67-75).
[96]
Bil ki, Allah Teâlâ,
yaratılışın durumundan bahsedince, bundan sonra da, meâdin durumundan
bahsetmiştir. Zira mead hususundaki şüpeler, Allah'ın kudretinin veya ilminin
mükemmel oluşu hususundaki şüpheden kaynaklanmaktadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hakk'ın, bütün mümkinâta kadir ve her türlü malûmatı bilen bir zât olduğu sabit
olunca, O'nun, mükelleflerden herbirinin bedeninin cüzlerini, diğerinin
bedeninin cüzlerinden ayırabileceği kesinleşmiş olur. Yine, O'nun, yeniden bir
araya getirip, getireceği o şeylere hayat vermeye muktedir olduğu kesinlik
kazanmış olur. Bunun mümkün olduğu sabit olunca, haşr ile ilgili sözün
doğruluğu da sabit olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu iki temel kaideyi bu
ayetten önceki yerlerde beyân buyurunca, pek yerinde olarak bu ayet-i kerimede
bu hususu tekrarlamamış, sadece, onların, toztoprak olduktan sonra yeniden
canlı hale getirileceklerine dair hayrete düştüklerini ve bunu, şu iki yönden
tenkit ettiklerini nakletmiştir;
1) Onların,
"Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da
yapıldı..." şeklindeki sözlerinin ifade ettiği husustur. Yani, "Bu,
bize denildiği gibi bizden öncekilere de söylenen bir sözdür. Ama, bunun
herhangi bir neticesi ortaya çıkmamıştır. O halde bu, evvelkilerin düzme
yalanlarındandır" demektir. Onlar, bu sözleriyle bunun aslı esası olmayan
haberlerden olduğunu kastetmişlerdir.
Eğer, "Burada,
"Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımda da
yapılmıştır" buyurulmuşken, başka bir ayette de, denilmiştir. (Yani
mananın aslı aynı kalmakla beraber hazâ işaret zamirinin yeri değiştirilmiştir.
Aralarındaki fark nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bir ifadeyi başa almak,
onun esas maksat olduğunu, ve sözün de sırf bunun için söylendiğini gösterir.
Sonra, Cenâb-ı Hak, bu
iki asla delâlet eden delilleri beyan edince, bu iki aslı iyice anlayıp ihata
eden kimsenin haşir ve neşrin doğruluğunu bilip anlayacağı açık ve aşikâr bir
hal olduğundan, böylece onların bunlardan yüz çevirdiği ve onları iyice
düşünmediği sabit olmuş otur. Bu yüz çevirmenin sebebi ise, dünya sevgisi,
riyaset, mevki-makam tutkusu ve de başkasına itaat etmemedir. İşte bundan
dolayı, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, dünyanın fani ve geçici olduğunu önemle
belirtmiş ve "De ki: "Yerde gezin, dolaşın da, mücrimlerin sonu nice
olmuştur, görün" buyurmuştur. Burada iki soru bulunmaktadır:
[97]
Birinci Soru: Cenâb-ı
Hak niçin,buyurmamış da, tâ buyurmuştur?
Cevap: Çünkü kelimesinin müennesliği hakîki değildir. Bir
de, mana, f tâ J£ "Onların
işlerinin sonu nice oldu" şeklindedir.
[98]
İkinci Soru: Cenâb-t
Hak niçin, "Kâfirlerin sonu nice olmuştur?" buyurmadı? Cevap: Bu
ifadenin amacı, bütün mücrimlerin kork utul maşıdır.
[99]
Sonra Cenâb-ı Hak,
peygamberine, bu kâfirlerden karşılaştığı kötülüklere direnip dayanmasını
emretmek üzere şöyle buyurmuştur: "Onlara karşı fenalarıma. Kurmakta
oldukları tuzaklardan dolayı da darlıkta olma..." Böylece Cenâb-ı Hak bu
cümlede, onların inkârları sebebiyle Hz. Peygamber'in üzülmemesini ve onlardan
gelecek şeylerden korkmamasını aynı anda zikretmiştir. Bu da adeta, onlara karşı
kendisine yardım edeceğini tekeffül etme gibi olmuştur. cümlesindeki
dayk, "kalb sıkışıklığı ve darlığı" manasına gelir. Arapça'da, "o şey daraldı, sıkıştı"(Daykan -
dfkan) denilir. Dayk kelimesi, dayyık kelimesinin şeddesiz okunuşudur. Burada,
"Onların hile ve tuzaklarından ötürü, dar ve sıkıcı bir iş içinde
olma" manasının kastedilmiş olması da mümkündür.
İkinci İzah şekli ise
şöyledir: Kâfirler, "Bu vaad ne zamandır?" demişlerdir. Onların
"Doğru sözlü kimseler iseniz" şeklindeki ifadeleri, onların önceki
sözü alay etme üslubuyla zikrettiklerine delâlet eder. Cenâb-ı Hak da buna,
"Çabuk gelmesini istemekte olduğunuz o azabın bir kısmı, ensenize binmek
üzeredir" diyerek cevap vermiştir. Bu, Bedr gününün azabıdır. Tıpkı,
"Kendinizi tehlikeye atmayın" (Batan, 195) ayetindeki bâ harf-i-cerri
gibi, buradaki lekümde bulunan lâm, te'kîd etmek için ziyade kılınmıştır. Yahut
da lâm ile teaddî eden bir fiil manası içerdiği için, bu lâm gelmiştir. Meselâ,
"Size uydu ve size bitişti, yetişti" anlamına gelen "Denâ leküm
ve ezlfe leküm" tabirleri gibi. A'rec ise bu kelimeyi, vezninde olmak
üzere redefe şeklinde okumuştur ki, bunlar iki ayrı kullanıştırlar, ama kesreti
olarak redife daha fasihtir. Burada iki bahis bulunur:
[100]
Birinci Bahis:
Muhakkak ki, "ola ki" ve "belki" İfadeleri, hükümdarların
vaad ve vaîdlerinde, o şeyin kesin olarak doğruluğuna delâlet ederler. Onlar bu
ifadeleri kullanmakla, kendi saygınlık ve vakarlarını göstermek ve
düşmanlarının, ellerinden kaçamayacaklarına emin oldukları için, intikam almak
için acele etmeyeceklerini anlatmak isterler. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın vaadi ve
vaîdi de bu ifadelerin üslûbuna göre cereyan etmektedir.
[101]
İkinci Bahis: Aklî
deliller ile sabit olmuştur ki, ru'yetullahtan mahrum bırakılma azabı, ateş
azabından daha şiddetlidir. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hak, "Hayır!
Şüphesiz ki onlar o
gün Rablerinden kesin olarak mahrumdurlar. Sonra onlar nuhakkak ve muhakkak o
alevli cehenneme gireceklerdir" (Motaffirtn, ıs-ıe) Duyurmuş, böylece
mahrumiyeti, cehennem ateşinden Önce zikretmiştir. Sonra onlar, şu anda da
mahrum bırakılmışlardır. Böylece azabın sebebi, eksiksiz meydana gelmiştir.
Ancak şu var ki, dünya ve lezzetleriyle meşgul olmak, bu acı ve elemi :-/maya
mâni gibidirler. Tıpkı, kendisine ateş dokunmuş olan uyuşuk bir uzvun -
ssetmeyişj gibi. Zira, elem ve acının sebebi şu anda mevcuttur, ancak ne var
ki, rr engel bulunduğundan, bu elem ve acı hissedilmemektedir. Ama engel
ortadan •aikınca, belâ ve mihnet büyüyecektir. İşte burada da böyledir. Beden
ortadan alkınca, mahrumiyetin acı ve azabı büyük olacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın
adesi buna göre, "Bunu iktizâ eden ve buna müessir olan şeyler mevcut.
Onun 'amamı da ölümden sonra vuku bulacaktır" demek istemektedir.
[102]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, hemencecik azablandırmamasının sebebini açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki senin Rabbin insanlara arşi fazl-u kerem sahibidir..."
Fadl kelimesi, lütuf ve ihsanda bulunma anlamına gelir. İfadenin manası,
"Muhakkak ki o onlara, akibetini geciktirmek suretiyle lütuf ikramda bulunandır. Ama onların ekserisi bu
nimeti anlamaz ve onun şükrünü eca etmez" şeklindedir. Bu ayet, "Allah'ın
kâfirlere karşı bir nimeti bulunmamaktadır" yen kimsenin görüşünü iptal
eder.
[103]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların kalblerinde bulunan şeylere muttali olduğunu ederek "Senin
Rabbin, onların sinelerinin ifrf" olduğunu da, açıklayageldiklerini de
muhakkak biliyor" buyurmuştur. mca. akfî bir bahis bulunmaktadır ki, o da
şudur: Cenâb-ı Hak, sinelerin sakladığı z imesini, açıklayageldikleri şeyleri
bilmesinden Önce zikretmiştir. Bunun ş-jdur: Sinelerin gizlediği şeyler,
istekler ve temayüllerdir. Bunlar ise, açığa «can şeylerin (arka plandaki)
sebepleridir. Berikiler ise, uzuvların amal ve İtendir. "İlleti bilmek, bu
illete bağlı olanı bilmenin de illetidir." İşte, buradaki sebebi budur. Bu
kelime tekunnu şeklinde de okunmuştur. Arapça'da, aedim ve örttüm" anlamında,
"Kenentü'ş-seye veekn«ntuhû" buna göre bu ifade, "Allah Teâlâ,
onların Allah'ın resulüne düşmanlık yapmak ar kurmak kabilinden gizlediklerini
de, açığa vurduklarını da biliri" anlamına
Cenab-ı Hakk'ın
"hiçbir gâib müstesna olmamak üzere..." ifadesine sahibi şöyle
demiştir: "Gâib olan ve gizil kalan şey, ve olarak isimlendirilir. Buradaki tâ'lar ise,
bu kelimelerin sıfat olmayıp, ucanm ifade etmek için gelmiş olup, akibet,
afiyet, natf'ha (sürülmüş (kesilmiş hayvan) ve remiyye (oklanmış, taşlanmış)
kelimelerindeki
tâ'lar gibidir.
Bunların iki sıfat olup, lâ'ların ise, mübalağa için getirilmiş olması caizdir.
Bu tıpkı Arapların, "Kötü olanı çokça anlatmasında! dolayı, yazıklar olsun
şaire!" ifadesindeki "rivayet" kelimesinin tâ'sının mübala$ ifade
etmesi gibidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demiştir: "Son derece
giz ve saklı bile olsa, hiçbir şey yoktur ki, Allah onu bilip, ilmiyle ihata
etmiş ve mahfû olan, apaçık olan, kendisine bakan melekler için aşikâr ve zahir
olan Levh-i Mahfuz' kaydetmiş olmasın."
[104]
"Şüphesiz ki bu
Kur'ân, Isrâiloğullanna, hakkında kendilerinin ihtilaf edegeldikleri
şeylerin pekçoğunu açıklar. Hakikaten o, mutlak bir hidâyettir, mü'minler için
de bir rahmet... Muhakkak ki senin Rabbin onların arasındaki hükmünü yerine
getirecek. O, mutlak galiptir, hakkıyla bilendir. O halde sen, Allah'a
güvenip dayan. Çünkü sen apaçık bir hak üzerindesin. Zira, şüphesiz ki sen ölülere
duyuramazsm. Arkalarını dönmüş kaçarlarken sağırlara da sesini
işittiremezsin. Ve sen o körleri sapıklıklarından ayınp hidâyet veremezsin.
Sen ayetlerimize iman edecek kimselerden başkasına (söz) dinletemezsin.
İşte müslüman olanlar onlardır," (Nemi, 76-81).
[105]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
mebde’ ve meâdı isbat etmeye dair sözünü tamamlayınca bunun peşinden nübüvvetle
ilgili açıklamaya geçmiştir. Hz. Peygamberin nübüvvetin isbat hususunda en
büyük dayanak Kur'ân olunca, pek yerinde olarak, önce Kur'ân'ir birkaç bakımdan
mucize olduğunu beyan etmiştir:
1) Kur'ân'da
zikredilen kıssalar, Hz. Peygamber'in bir ümmî olduğu, hiçbir âlimle bir araya
gelmemiş olduğu, asla ilim ve öğrenmeyle meşgul olmadığı bilindiği halde Tevrat ve
İncil'de bulunanlara uygundur. Öyleyse Kur'ân ancak, Allah tarafından
gönderilmiş demektir. Alimler, onların ihtilaf ettikleri şeyin ne olduğu
hususunda ihtilaf etmişler, bu cümleden olmak üzere bazıları, "Allah
bununla, hakkında ihtilaf edip ayrıldıkları hususları kastetmiştir"
derken, diğer bazıları da, "Allah bununla, bazılarının yaptığı tahrifi
kastetmiştir" demiştir. Diğer bazıları da şöyle demiştir: "Hayır,
bununla, peygamberlerin haberlerini murat etmiştir." Doğruya yakın olanı,
birincisidir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hakikaten o, mutlak bir hidayettir, mü'minler için de bir
rahmet..." ifadesi... Çünkü, bazı kimseler şöyle demiştir: "Biz
Kur'an'ı iyice düşündüğümüzde, onda tevhide, haşre, nübüvvete, Allah'ın
sıfatlarının açıklanmasıyla O'nun celâl ve azametinin vasfına dair öyle aklî
deliller buluruz ki, bunu başka hiçbir kitapta bulamayız. Yine onda, akla
mutabık ye ona uygun yasalar bulur, onun, hertüriü tenakuz ve tutarsızlıktan
uzak olduğunu görürüz. İşte böylece o, bu cihetlerden bir rahmet ve hidayettir.
Yine biz, beşerî hiçbir kuvvetin, böylesi bir kitap te'lif etmeye güç
yetiremediğini görürüz. Böylece de biz, onun ancak Allah katından olduğunu
iyice anlamış oluruz. İşte Kur'ân, bu cihetten bir mucize olmuş olur.
3) Kur'ân
fesahat bakımından, insanların kendisine muarazada bulunamayacakları bir
dereceye ulaşmış olduğu için, mü'minler için bir rahmet ve hidayettir. Bu ise,
bir mucizedir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
Kur'ân 'in, Hz. Peygamberin nübüvvetinin doğruluğuna delâlet etmek üzere bir
mucize olduğunu beyan edince, bundan sonra şu iki hususu
zikretmiştir:
a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki senin
Rabbin onların aralarındaki hükmünü yerine getirecek. O mutlak galiptir,
hakkıyla bilendir" ifadesi... Bundan murad şudur: "Kur'ân-ı Kerim her
ne kadar, isrâiloğullan'na, ihtilaf ettikleri çoğu şeyi anlatıyor ise de, ancak
ne var ki sen, onlara uyma, onların kaydı altına girme. Çünkü Rabbin, onlar
arasında hükmedecek olandır. Yani, "isabet edenle etmeyen
arasında..." Bu ifade, kâfirler için bir men ifadesidir. Bundan ötürü
buyurulm ustur. Yani, "karşı konulamayan gâlib ve azîz; hükmettiğini
bihakkın bilen, alîm ve ancak, Hak olan."
İmdi, eğer "Kaza
ve hüküm, aynı manadadırlar. O halde, "hükmünü yerine getirir"
ifadesi, "kazasıyla hükmeder, hükmüyle hükmeder" demek gibi
olur" denilirse, buna şöyle cevap verilir: ifadesinin anlamı,
"Kendisiyle hükmettiği şey ile" demektir ki, bu O'nun adaletidir.
Zira Allah ancak adaletle hükmeder. Yahut da O, bununla "hikmetler"
anlamını murat etmiştir ki, bunu "hikmet" kelimesinin çoğulu olarak
"bi hikemihî" şeklinde okuyan kimsenin kıraati delâlet eder.
b) Allah
Teâlâ Hz. Peygamber'e, risalenin hücceti zuhur ettikten sonra, Allah'a tevekkül
etmesini, Allah'ın düşmanlarına iltifat etmemesini, peygamberlik görevlerini
ifa ederken sağlam bir kalble başlamasını emretmiş ve ona, "Allah'a
güvenip dayan” buyurmuştur. Sonra bunu da iki sebebe bağlamıştır:
1) Onun,
"Çünkü sen apaçık bir hak üzerindesin" cümlesi... Bunda, haktan yana
olanın, Allah'ın yardımına layık olduğuna, onun asla yardımsız kalmayacağını
beyan
ve izahta
bulunmaktadır.
2) Onun, "Zira, şüphesiz ki sen, ölülere
duyuramazsm" ifadesi... Bunun, tevekkülün sebep ve gerekçesi kılınmış
olması güzeldir. Çünkü insan, bir kimseden bir şeyler almayı umduğu sürece, o,
kalbinde ona karşı muhalefet etme gücü bulamaz. Ondan olan beklenti ve ümidini
kestiğinde ise, kalbinde ona muhalefet hususunda güç ve kuvvet bulur. O halde
Cenâb-t Hak, onlann ölüler sağır ve körler gibi olduklarını, böylece de onlann
anlamayan, duymayan, hakkı görmeyen kimseler olduğunu beyan etmek suretiyle,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in onlar hakkında beklentisini kesmek istemiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, dini olduğu gibi ortaya koymasına dair, kalbini
kuvvetlendiren sebep de işte budur.
Eğer: "Ayetteki
"arkalarını dönmüş kaçarlarken..." cümlesinin manası nedir?"
denilirse buna şöyle cevap verilir: Bu, sağırların durumunu tekiddir. Çünkü
sağırlar, haktan sırt çevirmek suretiyle, ona ileten vesilelerden uzaklaşınca,
onun sesini idrak etmekten de o nisbette uzak olurlar.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sen ayetlerimize iman edecek kimselerden başkasına (söz)
dinletemezsin" buyruğuna gelince bu, "Senin, ancak Allah'ın,
ayetlerine iman edeceklerini, O'nu tasdik edeceklerini bildiği kimselere
işittirebilmen mümkündür ki, bunlar, müslümanlardırlar; yani ihlâslı ve samimi
mü'minlerdir" demektir. Ki bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara, 112) beyanı
kabilinden olup, "O kimse dirisini, ölüsünü, zâtını Allah'a teslim etti,
yani O'na has kıldı, özge kıldı" demektir.
[106]
"ilahî hüküm
haklarında vâkî olduğu zaman, yerden bunlar için bir dâbbe çıkarırız ki,
bu, onlara insanların ayetlerimize yaktnen inanmadıklarını söylerler. O
gün her ümmetin ayetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaatı
toplayacağız. Artık
onlar tevkif olunacaklar. Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman, (Allah)
buyuracak ki: "Siz benim ayetlerimi, onları hiçbir bilgi ile kavramadığınız
halde, yalanladınız ha! (Ayetlerimi okumadıysanız) ne yapmış sayılırsınız
ki?" Zulüm etmeleri sebebiyle üzerlerine o hüküm vâki olmuştur. Artık onlar
söz de söyleyemeyecekler. İçinde sükûn bulmaları için geceyi, aydınlıkla
gözlerini açmaları için gündüzü yarattığımızı görmediler mi? Bunda, iman edecek
kimseler için elbette kat'î ibretler vardır" (Nemi, 82-86).
Bil ki Allah Teâlâ,
kesin delillerle kudret ve ilminin kemâlini anlatmış, sonra bunlara haşrin
(dirilişin) mümkün olduğu meselesini dayandırmış, sonra Kur'ân'ın mucize
oluşundaki yönü ortaya koymuş, sonra buna dayalı olarak, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğini anlatmış, sonra bu ayetlerde de, Kıyametin kopuşunun
mukaddimelerinden (alâmetlerinden) bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak bu konudaki sözü,
peygamberlik müessesesini ispattan sonraya bırakmıştır. Çünkü bu şeyler ancak,
sâdık bir peygamberin sözü ile bilinebilir. Bu, son derece güzel bir
sıralamadır.
[107]
Bil ki Allah Teâlâ,
bazan Kıyametin kopmasına alâmet olan şeyleri, bazan da Kıyamet koptuğunda
meydana gelecek işleri zikretmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, Kıyamet
alâmetlerinden olarak önce, "dâbbetü'l-arz"dan bahsetmiştir. İnsanlar
bu hususta birkaç açıdan izah yapmışlardır:
1) Bunun
cisminin miktarı (büyüklüğü) hususunda... Bir hadis-i şerifte, onun yetmiş zira
uzunluğunda olduğu ifade edilmiştir. Yine onun başının bulutlara değdiği de
rivayet edilmiştir. Ebu Hureyre (r.a)'den, onun iki boynuzu arasındaki
mesafenin, bir süvarinin bir fersahta (konakta) alabileceği kadar olduğu
rivayet edilmiştir.
2) Bunun,
yaratılışı (şekli şemaili) hususunda... Onun dört ayağı, yumuşak tüyleri,
kanatları olduğu rivayet edilmiştir. İbn Cüreyc onu şöyle anlatmıştır:
"Başı, öküz başı; gözü, domuz gözü; kulağı, fil kulağı; boynuzu, deve
boynuzu; göğsü, aslan göğsü; rengi, kaplan rengi; böğrü, sığır böğrü; kuyruğu,
koç kuyruğu; ayakları da deve ayağı gibidir."
3) Bunun, nasıl çıkacağı hususunda... Hz. Ali
(r.a)'den, onun üç günde çıkıp büyüyeceği, insanların ona bakıp seyredeceği ve
sadece üçte birinin (yer üstüne) rivayet edilirken, Hasan el-Sa»rî, onun çtkıştmn üç
günden sonra acağı rivayeti gelmiştir. nun, çıkacağı yer hususunda... Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, onun nereden sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a.s) onun, Allah katında
en kıymetli olan yerden,
yani Mescld-i Haram'dan çıkacağını söylemiştir.
Yine bunun Safa tepesinden çıkıp, insanlara Arapça
konuşacağı da ileri sürülmüştür.
5) Bunun kaç
defa çıkacağı hususunda... Rivayet olunduğuna göre, bu şey, üç kez çıkacaktır.
Önce, Yemen-i Aksa'dan (Yemen'in en uzak cihetinden) çıkacak ve gizlenecek,
kaybolacak. Sonra, bâdiyeden (çölden) çıkacak, sonra kaybolup, uzun müddet
görünmeyecek. Ahali, Allah katında en kıymetli ve büyüğü olan Mescid-i Haramda
iken, onları onun mescidin sağından, Mahzûmoğulları evlerinin hizasından,
"Rükn" arasından çıkıp, insanları korkutacak. O zaman bazı insanlar
korkup kaçacak, bir kısmı orada kalacak.
Bil ki Allah kitabı
Kur'ân'da, bu anlatılanlardan hiçbirine açık bir delâlet yoktur. Eğer bu konuda
Hz. Peygamber (s.a.s)'den sahih bir hadis var ise kabul edilir, aksi halde
bunlara iltifat edilmez.
Ayetteki ifadesi ile,
mutlaka ilgili bir söz (bir hüküm) kastedilmiştir. Bu da, o kâfirlerin tehdid edilmekte
oldukları Kıyametin kopuşudur. Kıyametin vâkî oluşundan maksad, gerçekleşmesidir.
Bundan da murad, Kıyametin yaklaşması ve alâmetlerinin ortaya çıkmasıdır.
Ayetteki "dâbbetü'l-arz"ın manasını biraz önce anladın.
Hak Teâlâ'nın
"Onlara söyler..." ifadesi, "yaralamak" manasına gelen
"kelm" masdarından olarak, tekllmuhum (onları yaralar) şeklinde de
okunmuştur. Rivayet olunduğuna göre, bu hayvan, Safâ'dan çıkacak ve kendinde
Hz. Musa (a.s)'mn âsâsı ile, Süleyman (a.s)'ın mührü bulunacak. Mü'minlerin iki
kaşı arasına, Hz. Musa (a.s)'nın âsâsıyla vurup, beyaz bir çizik atmış olacak.
Bu çizik, mü'minlerin yüzünün her tarafına yayılıp, bütün yüzü ak olacak.
Kâfirin de burnuna yine bununla vurup, bir çizik atacak. O çizik, kâfirin bütün
yüzüne bir siyahlık olarak yayılacak.
Bil ki bu ifadenin,
"teksir" (çok çok yapma) vezninde olmak üzere, aynı kökten şeklinde
olması da mümkündür. Nitekim Arapça'da, "çok çok yaralıyor"
manasında, denilir. Übeyy (r.a), bunu '^j (onlara haber veriyor) şeklinde
okurken, Abdullah b. Mes'ûd (r.a) bâ ile şeklinde okumuştur. Bunun, meksûre
"Inne" ile okunması, ya o hayvanın sözünü, yahut da Allah'ın sözünü
nakletmek içindir. Böylece Cenâb-ı Hak, o hayvanın işte bunu söylemek için
çıktığını açıklamıştır.
İmdi eğer: "Bu
ifade, o hayvanın sözünü nakletme manasında ise, Cenâb-ı Hak nasıl,
"ayetlerimize" demiştir?" denilirse, buna şöyle cevap veririz:
"O hayvanın sözü, Allah'ın sözünün naklinden ibarettir. Yahut buradaki,
"ayetlerimiz..." ifadesi, "Rabbimizin ayetleri"
manasındadır. Yahut da ayetlerin aslında Allah'a mahsus olduğu bilindiği için,
Allah'ın ayetleri o hayvana nisbet edilerek ifade edilmiştir. Nitekim meselâ
hükümdarın has adamları, atlar ve belde krala ait olduğu halde, "Bizim
atlarımız ve beldemiz" derler. Kim buradaki elif-nûn maddesini, fetha ile
okursa, bunu, harf-i cerr'in hazfinden dolayı yani, takdirinde olarak
böyle okumuş olur.
Hak Teâlâ'ntn,
"Ogün her ümmetin ayetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaat
Toplayacağız..." beyanına gelince, bil ki bütün bu ayetin anlattıkları,
Kıyametin kopmasından sonra olacak şeylerdir. O halde, bu ayette yer alan iki
min edatı arasındaki fark, birincisinin "teb'iziyye", ikincisinin
beyaniyye olmasıdır. Bu ikincisi tıpkı, (putlardan) ifadesindeki mln gibidir.
Hak Teâlâ'nın
"Onlar tevkif olunacaklardır..." ifadesi, "onların Ikleri,
sonlarını beklemeleri için durdurulacak, böylece bir araya toplanacak ve hep
birlikte cehenneme, tepetakla atılacaklardır" demektir. Bu, onların
çokluğundan ve kapladıkları alanın çok geniş oluşundan ötürüdür. Bu tıpkı,
Süleyman (a.s)'ın ordusunun benzeri şekilde nitelendirilişi gibidir.
Ayetteki,
"Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman (Allah) buyuracak ki: "Siz,
benim ayetlerimi yalanladınız ha!" ifadesi ile, her nekadar bazılarının
dediği gibi, o peygamberlerin mucizeleri kastedilmiş olabilir ise de, bu
"âyet" ifadesi ile, bütün ayetler ve mucizeler kastedilmiş de
olabilir. Dolayısıyla bu ifadeye, Allah'ın bütün ayetlerini, veya onlardan en
ufak bir şeyi inkâr eden diğer kâfirler de girer.
Hak Teâlâ'nın,
"Onları hiçbir bilgi ile kavramadığınız halde..." ifadesinin
başındaki "vâv" "hâliyye"dir. Buna göre Allah Teâlâ sanki,
"Siz, ayetlerimi hiç düşünmeden ve aslına götürecek bir tefekkürde
bulunmadan, peşinen inkâr ettiniz" demektedir.
Ayetteki o ısrarla
yaptığınız...?" ifadesinden murad, 'Siz bu mühim işle meşgul olmadığınıza
göre, daha ne yapacaksınız?" manası olup, Allah âdeta, "Bunun dışında
her iş, sanki hiç yok gibidir" demek istemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o vaadedilen azabın, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları sebebiyle onları
çepeçevre sardığını ve konuşup mazeret ortaya koyamaz hale getirdiğini anlatmak
üzere: "Zulmetmeleri sebebiyle, üzerlerine o söz vâkîolmuştur"
Duyurmuştur ki, bu da, Hak Teâlâ'nın, "Bu, onların konuşamayacakları bir
gündür" vcırssiât, as) ayeti gibidir.
[108]
Daha sonra Allah
Teâlâ, onları Kıyametin halleriyle korkutunca, imana sevketmede ve küfürden
sakındırmada etkili olsun diye, tevhide, haşre ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğine delil olacak bir cümle getirerek, "içinde sükûn Tulmaian
için geceyi, aydınlıkla gözlerini açmaları için gündüzü yarattığımızı
görmediler mi?" buyurmuştur. Bunun tevhide delâleti şu şekildedir: Aklen
nurun zulmete, zulmetin nura çevrilişi, ancak yüce, kahir bir kudretle
olabileceği açıkça : inebileceği bir husustur. Bu ifadenin haşre delaletinin
izahı da şöyledir: Allah 'eâlâ'nın, anlatıldığı şekilde, nuru zulmete, zulmeti
nura çevirmeye kadir olduğu anlaşılınca, bazan hayatı ölüme, bazan da ölümü
hayata çevirmeye de kadir ?iduğunun kalplerde anlaşılmasına mâni ne olabilir?
Bunun nübüvvete
delâletinin izahı da şöyle yapılabilir: Allah Teâlâ, mükelleflerin faydasına
olsun diye, gece ile gündüzü ard arda getirir, kısaltır, uzatır. Peygamberlerin
mahlûkata gönderilmesinde de yine büyük faydalar vardır. O halde, onların bu
faydalarından dolayı, insanlara gönderilmiş olmasına ne mâni var? Böylece bu
tek ifadenin, kâfirlerin küfürlerinin ve ilahî azabı hakedişlerinin kaynağı
olan, bu üç temelin doğruluğuna delil olmada, yeterliliği anlaşılır.
[109]
Bu ayetle ilgili şöyle
iki soru sorulabilir:
Birinci Soru: Görme
işinin, insanlara âit olduğu halde, "gündüz"e nisbet edilmesinin
sebebi nedir?
Cevap: Bu vasfın,
görmenin gündüz mükemmel ve tam oluşuna dikkat çekmek içindir.
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hak niçin, "Sükûn bulmaları için geceyi..." demiş de, aynı şekilde onda
görebilsinler diye gündüzü" dememiştir?
Cevap: Çünkü gecede
sükûnet, ondan beklenen asıl maksaddır. Ama gündüz görme işi ise, asıl maksat
olmayıp, dinî ve dünyevî birtakım menfaatleri elde etmeye sebeptir.
Hak Teâlâ'nın,
"Bunda, iman edecek kimseler için elbette kati ibretler vardır"
ifadesine gelince, her ne kadar bu ayetler herkes için bir delil ve ibret ise
de, sadece mü'minler bunları kabul ettiği, -daha önce de belirtildiği gibi-,
sadece onlar bundan istifaâe ettiği için, Cenâb-ı Allah sadece "iman
edecek kimseler için..." buyurmuştur.
[110]
"SÛr'a
öfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri müstesna, artk göklerde kim var, yerde
kim varsa dehşetle korkmuştur. Herbiri hor ve hakfr O'na gelmiştir'.' (Nemi, 87).
[111]
Bil ki bu, Kıyametin kopuşunun
ikinci alâmetidir. "Sûr'a üfürüleceğigün..." ifadesi ile ilgili,
birkaç izah var:
1) Sûr,
boynuza benzeyen bir şeydir. İsrafil (a.s), Allah'ın ismi ile ona üfleyecek,
onu çalacaktır. İnsanlar tabiatlarının-güçlerinin tahammül edemeyeceği bir şekilde
olan bu sesi duydukları zaman, derhal dehşete kapılıp, düşüp ölecekler. Bu ayet
aynen, "O boru ü/ürü/ünce..."(Müddess.r, aj ayeti gibidir. Bu izah,
ekserî alimlerin görüşüdür.
2) Bunun,
ölülerin çağrılmasını anlatan bir temsil olması da caizdir. Çünkü onların
kabirlerinden çıkışı, ttpkı borazanın sesini duyan askerlerin karargâhtan çıkıp
toplanışı gibidir
3) Sûr
"suret" kelimesinin çoğuludur. SÛr'a üfleme, suretlere (bedenlere)
rûh üflenmesi tarzında düşünülmüştür. İfadenin zahiri buna delâlet ettiği için,
birincisi doğruya daha yakın olup, buna mani herhangi bir şey de yoktur.
[112]
Ayetteki, göklerde kim
var, yerde kim varsa dehşetle korkmuştur" cümlesine gelince, bil ki,
Cenâb-ı Hak buyurdu da buyurmadı; bu, dehşetli korkunun vaki olduğunu ve
kesinleştiğini; mutlaka meydana geleceğini bildirmek içindir. Zira mazi fiil,
işin meydana geldiğine ve kati olarak tahakkuk ettiğine delâlet eder. Burada
kastolunan ise, onların, sûra ilk üfürülme sırasındaki dehşetli korkularıdır.
O'nun "Allah'ın
diledikleri müstesna..." ifadesine gelince, bundan murad, Allah Teâlâ'nın,
kalbini sağlamlaştırmış olduğu meleklerdir. Alimler bunların, Cebrail, Mikâil,
İsrafil ve ölüm meleği (Azrail) olduğunu söylemişlerdir. Şehitler olduğu da
söylenmiştir. Dahhâk'tan, huriler, cehennem bekçileri ve Arş'ı taşıyan melekler
olduğu rivayet edilmiştir. CAblr'den de, Mum (a.s)'nın da bunlardan olduğu,
zira onun daha önce bir kere yere yıkıldığı nakledilmiştir. Bunun bir benzeri
de, "Sûr'a üfürülmüş de, artık Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere,
göklerde kim varsa, yerde kim varsa düşüp ölmüştür" (zomer, se) ayetidir.
Bu konuda kesin bir haber olmayıp, kitap, mücmel olarak birkısım kimselerin
müstesna tutulduğuna delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Herbiri hor ve hakfr O'na gelmişti" ifadesine gelince, buradaki
kelimesi (O'na geldiler) ve iui (O'nageldi) şeklinde;kelimesi de (Denirine)
şeklinde okunmuştur. Fiilin çoğul sîğasıyla okunması, mâna cihetinden; müfred
okunması ise lâfız cihetindendır. Dahir ve dehir kelimesi, zelil ve hor
anlamına gelirler. Buradaki gelmenin manası ise, onların sûr'a ikinci
üfürülüşten sonra durak yerine gelip hazır olmalarıdır. Bundan, onların Allah'a
dönmeleri ve O'na boyun eğmelerinin kastedilmiş olması da caizdir.
[113]
"Sen dağlan
görür, onları yerinde durur sanırsın. Halbuki onlar, bulut gibi geçer gider.
Bu, herşeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, ne yaparsanız
hakkıyla haberdârdır" (Nemi. 86).
Bil ki bu, Kıyametin
kopmasının üçüncü delilidir. Bu da, dağların yürütülmesidir. İnsanların,
dağların hareketsiz sanmalarının sebebine gelince, çünkü büyük cisimler aynı
yönde ve aynı keyfiyyette hızlıca hareket ettiritseler, bunlara bakan kimse,
onları duruyor zanneder. Halbuki ontar süratle yola devam etmektedirler.
"Bu Allah'ın
sanatıdır" cümlesindeki kelimesi,
(Nisa, 123 ve (Bakara, 138) kelimeleri gibi, te'kid eden mandarlardandır. Ancak
ne var ki, bu kelimenin te'kid ettiği şey mahzuf olup, bu da ifadesini nasbeden kelimedir. Buna göre mana
şöyle olur: "Allah, kendisinden başka hiç kimsenin güç yetiremeyeceği o
şeyleri daha Önce zikredince, bu sanatının da, sapasağlam, hikmet ve doğruluk
üzere yapmış olduğu o şeyler cümlesinden olduğunu beyan buyurmuştur. Kâdî Abdu1
Cebbar, "Bunda, kabîh (çirkin) olan fiillerin Allah'tan olmadığına dair
bir delalet bulunmaktadır. Aksi halde, bunları da sapasağlamtıkla (itkân)
vasfetmiş olması gerekirdi. Fakat icmâ buna manidir..." demiştir ki, buna
şöyle cevap verilir: İtkân (muhkem yapma) ancak, mürekkeb şeylerde olur.
Binâenaleyh, arazların bununla vasfedilmesi imkânsızdır. Allah en iyisini
bilir.
[114]
"Kim iyi (bir
haslet) I e gelirse, ona bundan daha iyi bir ödül vardır. Onlar o gün, korkudan
emniyet içindedirler. Kim de fena bir amelle gelirse, yüzleri ateşe sürtülür.
Ya siz yaptıklarınızın başkasıyla mı mukabele edileceksiniz?" (Nemi.
8&-90).
Bil ki Allah Teâlâ.
Kıyametlerin alametlerinden bahsedince, sonrada, Kıyametin kopması sırasında,
mükelleflerin hallerini açıklamıştır. Buna göre, mükellef ya itaatkâr olur, ya
da asî. İtaatkâr olana gelince, o iyilikle gelendir. Onun iki durumu söz
konusudur:
1) Ona, getirdiğinden
daha hayırlısı vardır ki, bu da sevap ve mükâfaatıtır.
[115]
Buna göre şayet,
"Kulun getirdiği iyiliğe, Allah Teâlâ'yı bilme, taatlarda ihlâs sahibi
olma dahildir. Sevap, yani mükâfaat ise. ancak yeme ve içmedir. O halde daha
nasıl (cennette) yeme ve içmenin, Allah'ı bilip tanımadan daha hayırlı olduğu
söylenebilir?" denilirse, buna biraç bakımdan cevap verilir:
a) Dünyada
meydana gelen nazarî bilginin sevabı, ahirette meydana gelecek olan, zorunlu
marifet, Allah'ı bilmek ve Allah Teâlâ'nın vech-i kerîmine bakmanın verdiği haz
ve lezzettir. Deliller de, mutlulukların en üstünün bu olduğuna delâlet etmektedirler. Şayet
ayet bu manaya
hamleditmezse, yeme ve
içmenin, Marifetullah'dan daha hayırlı olması gerekir, ki bu, bâtıldır.
b) Mükâfaat,
sevap, kendisinin devamlı; amelin de sonlu olması sebebiyle, amel ve işten daha
hayırdır. Çünkü amel, kulun fiilidir; sevap ise, Allah Teâlâ'nın fiili.
c)
Minha'daki zamir cennete ait düşünülebilir. Buna göre ifadesinin anlamı,
"ona, o cihetten, yani cennet cihetinden gelen, hâsıl olan bir hayır
vardır..." şeklinde olur.
[116]
Bir İkinci soruya
gelince, bu da şudur: "el-Hasenetü" kelimesi, mahfe olan tekil bir
kelimedir. Bunun, umûm ifâde etmeyip, aksine, sadece tek şeyin meydana
geldiğini ifade edebildiği daha önce sabit olmuştu. Hal böyle olunca, biz bunu,
durum bakımından en mükemmel ve en yüce haseneye hamledelim ki, bu da, imandır.
Bundan dolayıdır ki İbn Abbas, "Kelime-i şehâdet, tekil olarak hasenenin
ifade ettiği anlamlardandır" demiştir. Bu ise, iman ehlinin
cezalandırılmayacağını kesin olarak söylemeyi gerektirir." Buna da şöyle
cevap verilir: Buradaki "hayır", o mü'minin cezasının, ebedi ve
muhalled olmamasıdır.
2) İtaatkâr
kulun ikinci durumu ise, onların, hertürlü dehşet ve korkudan emin olmalarıdır.
Yoksa durum, bazılarının, "Kıyametin dehşeti, mü'min-kâfir herkese
şamildir" şeklinde değildir. İmdi eğer, "Allah Teâlâ, daha önce,
"artık göklerde kim var, yerde kim varsa, dehşetle
korkmuştur..."(N«ni,87j buyurmuştur. O halde daha nasıl, burada, korku
nefyedilebilir?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Duyulan İlk dehşet
ve korku, vaki olan şiddet ve korku hissolunduğunda hickimsenin hali olmayacağı
bir korkudur. Denildiği gibi, muhsin olan kimse, bu zararın kendisine ulaşmasından
güvenlik içinde ise de, bu hal, şiddetli bir korku ve dehşetle aniden
yakalayıverir; her ne kadar vakit izzet ve ikram vakti ise de, kişi çok korkmuş
bir sîne ve titreyen bir kalb ile huzura girer. İkinci korkuya gelince, bu
cezalandırılma korkusudur. Kıyametin dehşetlerinin müşahede edildiği sırada
kişiye arız olan korku ve ürperişten hiçkimse kurtulamaz. Buna delâlet eden
haberler bulunmaktadır. Buna göre, öylesine şiddetli ve yoğun bir korku söz
konusudur ki, bunu nitelemek mümkün değildir. Bu, cehennem korkusudur,
"emlne-emin oldu" kelimesi, hem harf-i cer'le, hem de harf-i cer'siz
teadclî eder. "Onlar artık, Allah'ın İhmalinden mi emin oldular?Fakat...
Allah'ın ihmalinden emin olamaz" (A'raf, 99) ayeti, harf-i cer'siz teâddi
ettiğine bir örnektir. Bu, mutî kulların halini beyandır.
[117]
Asilerin hâline
gelince, bu da "Kim de fena (bir amelle) gelirse..." ayetinin ifade
ettiği husustur. Buradaki es-seyyle kelimesinin şirk anlamına geldiği
söylenmiştir. "Yüzleri ateşte sürtülür..". Bil ki, bütünden, yüz,
kafa ve boyun ile bahsedilmiştir. Buna göre sanki, "ateşte sürtülürler...
(Bütün uzuvları)" denilmiştir. Bu Cenâb-i Hakk'ın "Yüzleri koyun
(cehennemin) içine atılmışlardır" (Şuârâ, 94) ayeti gibidir. Onların
ateşe, yere kapaklanmış biçimde, yüz üstü yere atılacaklarını bildirmek için,
burada, "yüz" ifadesinin zikredilmiş olması da caizdir.
Onun, "Ya siz,
yaptıklarınızdan başkasıyla mı mukabele edileceksiniz?" ifadesine gelince,
burada, iltifat sanatının ve maddesinin takdiriyle de yüzüstü, ateşe
atılmaları sırasında olan söylenenin nakledilmesinin söz konusu olması caizdir.
[118]
"Bana ancak, hu
beldenin Rabbine -ki O, burayı hürmetli kılmıştır- ibâdet etme emri
verildi. Her şey O'nundur. Ayrıca bana müslümanlardan olma ve Kur'ân okuma
emri de verildi. Kim doğru yolu bulursa, o, kendi faydasına
bulmuş olur. Kim de
saparsa de ki: "Ben sadece, fena hareketlerin korkunç akıbetini
haber verenlerdenim." Ve "Allah'a hamdolsun" de. O, size ayetlerini
gösterecek de, siz de bunları tanımayacaksınız. Rabbin ne yapacağınızdan
gafil değildir'' (N«ml, 91-93).
Bil ki Allah Teâlâ,
mebde' ve meâdı, Kıyametin alâmetlerini, Kıyamet halkının sevap ve ikâb
hususundaki hallerini açıklayınca, -ki bu, dinî asıllarını beyan etmekle
alâkalı şeylerin en önemlileridir-sözünü, bu hoş hatimeyle bitirerek buyurdu
ki: "De ki, ey Muhammed, "bana bazı şeyler emredildi."
1)
"Ben, İbadeti sadece tahsis etmek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamakla
emrolundum." Allah Teâlâ tevhidin delillerini önce zikredince, böylece,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e sanki, o müşriklere, "Size zikrettiğim bu şekiller,
şayet sizin için tevhîdi ifade etmeye yetmiyorsa, şüphesiz benim için tevhîdi
ifade etmektedir. Siz bu daveti ister kabul edin, ister yüz çevirin, ben bu
inanç üzere sebat edeceğim, onda şüpheye düşmeyeceğim..." demesini
emretmiştir.
Sonra o, Cenâb-ı
Hakk'ı iki vasıfla nitelemiştir:
a) O, bu
beldenin Rabbidir. Bu belde, Mekke'dir. O, diğer beldeleri değil de, kendi
ismini (Rab adını) bu şehre nisbet ederek, sadece Mekke'yi zikretmiştir. Çünkü
Mekkp, onun nezdinde beldelerin en sevgilisi ve en kıymetlisidir. Böylece ona,
bu beldenin, nebisinin vatanı, vahyinin de indiği yer olduğuna delâlet edecek
bir biçimde, tazim üslubuyla işarette bulunmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ki O, bunu hürmetli kılmıştır" ifadesine gelince, bu ifade şeklinde
de okunmuştur. Allah bu beldeyi, şu sebeplerden dolayı hürmetli olmakla
vasfetmiştir:
1) Cenâb-ı
Hak, orada, hacc yapan kimselere bazı şeyleri haram ve hürmetli kılmıştır.
2) Oraya
sığınan kimse, emindir, güven içinde olur.
3)Oraya
ancak zalim olan saygısızlık eder. Ağacı koparılmaz; avı avlanmaz, ovalanmaz...
Bu böyle zikredilmiştir, çünkü Araplar, Mekke'nin saygın bir yer : :uğunu kabul
etmekte ve bu üstünlüğün, putlardan değil, aksine Allah'tan kaynaklandığını
bilmekteydiler. Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "Sen ve sizler, bu "netleri tekeffül edip verenin Allah
Teâlâ olduğunu bildiğine ve bildiğinize göre, oadeti sırf Allah'a has kılmanız
gerekmiştir.
b) O,
Cenâb-ı Hakk'ı "Herşey O'nundur" ifadesiyle vasfetmiştir. Ki bu, bu
sûrede tevhîd konusunda ele alınmış olan, önceki delillere bir işaret olup, bu
da, Allah'ın, bütün nimetlerin yaratıcısı olduğudur. Böylece Allah, yukarda
mufassal olarak verdiği şeyleri, burada icmâien zikretmiştir. Bu tıpkı, bir
kralı, kuvvetle nitelemek isteyen ve ondan sonra da, ayrıntılı biçimde onun
niteliklerinden bahsederek, en sonunda da, "Bütün dünya onun, herkes de
ona itaat içindedir" demesi gibidir.
2- Ona,
müslümanlardan olmasını emretmiştir.
3) Ona,
onlara Kur'ân okuması emredilmiştir. Andolsun ki, Hz. Peygamber (s.a.s), bütün
bunları, en mükemmel biçimde yerine getirmiştir. Binâenaleyh, "Kim, daha
önce geçen bu üç meselede, yani tevhid, haşr ve nübüvvet meselesinde hakkı
kabul eder, doğru yolu bulursa, o yolu, kendi faydasına bulmuş olur. Yani, onun
ihtida etmesinin faydası, kendisine yöneliktir. Kim de saparsa, bana bir günah
yok. Çünkü ben, ancak uyarıcı olan bir peygamberim.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu sûreyi, son derece güzel bir hatime ile bitirmiştir ki, bu da onun,
"Bana verdiği ilmi, hikmet ve nübüvvet nimetlerine mukabil, yahut da, beni
risâlet görevini yerine getirmeye ve inzâra muvaffak kılmasına mukabil, Allah'a
hamdolsun" demesidir. "O size, kesin ayetlerini gösterecek, siz de
onu anlayacaksınız, ama ne yar ki, bu anlayışınız imanınızın size fayda
vermeyeceği bir zamanda olacak. "Rabbin ne yapacağınızdan gafil
değildir". Çünkü amel eden kimseleri ödüllendirmek Allah'a aittir. Allah
en iyisini bilendir.
Allah'a hamd-ü
senalar; ümmî Resulüne, âline ve ashabına, mü'minlerin anneleri olan ezvâc-i
tahiresine, Kıyamete kadar güzellikle onlara tâbi olanlara salâtü selâmlar
olsun ki, bu sûrenin tefsiri tamamlanmıştır.
[119]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/395
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/395-396
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/396
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/396-397
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/397-398
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/398-399
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/399-400
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/400-401
[9] Razı burada Kıraatine göre bu açıklamada bulunmuştur.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/401-402
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/402
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/403
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/403-404
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/404
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/404
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/404-405
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/405-407
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/407
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/407
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/408
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/409
[22] Buhâri, Humus, 1; Müslim, Cihfld, 52-56 (3/1379).
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/409-410
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/410
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/410-411
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/411
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/411
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/412
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/413-414
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/414
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/414-415
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/415
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/415
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/416
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/416
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/416-417
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/417-418
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/418
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/418-419
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/419
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/419
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/419-420
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/420
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/420-421
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/421
[46] Deylemî, 3/297.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/421-422
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/422-423
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/423-424
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/424-425
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/425-426
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/426
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/426-427
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/427
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/427
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/428
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/428-429
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/429-430
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/430
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/430-431
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/431-432
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/432
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/432-433
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/433-434
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/434
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/435-436
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/436
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/436
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/436-437
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/437
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/437-438
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/438-439
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/439
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/439-440
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/441
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/441
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/441-442
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/442
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/442-443
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/443
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/443-444
[82] Şimdiki bilgilere göre, mevsimlerin meydana gelmesi,
dünyanın dönme ekseninin 23°
[83] Müfessiherimizin muhakeme tarzı da bir bakıma haklı
olmakla beraber, Allah Teâlâ'nın, yüce kudreti İle, normal trlr uçaktan çok
daha'hızta dönen dünya, hiç hareket etmiyormuşçasına istikrarlı bir yerleşme
yeri (karargâh) kılınmış ve müfeskirlerimizin karargâh kavramından düşündüğü
faydalara yine hasıl olmuştur(ç).
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/444-445
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/445
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/445
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/446
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/446-447
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/447
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/447-448
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/448-450
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/450-451
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/451
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/451-452
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/452-454
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/454
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/455
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/455
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/456
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/456
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/456
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/456-457
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/457
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/457-458
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/458
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/458-460
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/460-461
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/461-463
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/463-464
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/464
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/464
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/464-465
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/465
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/466
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/466-467
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/467
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/467-468
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/468
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/468-470