Hz. Musa'nın Annesinin İsmi Ve Durumu
Serden Kurtulmak İçin Yalan Söylenir Mi?
Peygamberlerin Hükmü, Sünnetleridir
Peygamberler Hangi Günahlardan Masumdurlar?
Hz. Musa'ya Haber Vermek İçin Gelen Kişinin Kimliği
Din İçin Kovuculuk Yapılabilir Mi?
Kişi Bîr Meselenin Halli İçin Yabancı Kadınla Konuşabilir
Mi?
Muharref Tevrat'ı Okumak Haram Mıdır?
Rasûlullah'tan Önce Araplar'a Peygamber Geldi Mi?
Hz. Musa'ya Zina İftirasını Atmak Ve Yere Batış
Kötülük Edenlere Tatbik Edilen Ceza
Medine Dönemi'nde
nazil olmuştur. 88 ayettir.
Hasan Basri, Ata,
Tavus ve İkrime'den gelen rivayetlere göre surenin tamamı hicretten önce nazil
olmuştur. Mukatil 653. ayetten 55. ayete kadar olan bölüm Medine Dönemi'nde
nazil olmuştur» der, Nitekim Tabarani, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor:
«53, 54 ve 55. ayetlerle Hadid ayeti Rasûlullah'a gelip ühud Muharebesi'ne
giren Necaşi elçileri hakkında nazil olmuştur.» Yine İbn Abbas'tan gelen bir
rivayete göre 53, 54 ve 55. ayetler Cuh-fe denilen yerde nazil olmuştur. O
zaman Rasûl-ü Ekrem hicret için Mekke'den çıkmıştı.
Bu sure 88 ayet, 441
kelime ve 5800 harften meydana gelmektedir. Bu surenin Nemi Suresi'yle
ilişkisi şudur;
Nemi Suresi'nde, Hz.
Musa hususunda mücmel kalan birtakım cümleleri bu sure açıklamaktadır. Bu sure
genel olarak şu konulan kapsamaktadır:
1- Hz. Musa
ve Firavun'un mücadeleleri,
2- Musa'nın
annesine verilen talim,
3- Tevbenin
fayda verdiği,
4- Mücrimlerden
olmaması için Musa'nın yakarışı,
5- Maslahat
için haber vermenin caiz olması,
6- Hz.
Musa'nın Mısır'ı terketmesi,
7- Musa'nın
Medyen şehrine varması,
8- Hz. Şuayb
ile mülakatı ve müjde alması,
9- Sekiz
sene çobanlık karşılığında Hz, Şuayb'ın kızı ile evlenmesi,
10- Hz.
Musa'nın Tur Dağı'nda peygamberliğe mazhar olma-
11- Hz.
Musa'nın mucizeleri,
12- Hz.
Harun'un peygamberliği,
13- Piravun'un
Haman'a emir vermesi,
14- Mekke
müşriklerinin Bz. Muhammed'den, Hz. Musa'nın mucizeleri gibi mucizeler
istemeleri,
15- Aşırı
gidenlerin helak olması,
16- Ana
merkeze peygamber gönderilmedikçe kasabaların helak edilmemesi,
17- Dünya
hayatı hakkında genel bir uyan,
18- İmanın
neticesi,
19- Cenab-ı
Hak'kın sıfatlan,
20- Kıyamet'te
müşriklerin başına gelecekler,
21- Karun'un
hazineleri. Karun'un ve ona özenenlerin durumu,
22- Ahiret
yurdu kimler içindir,
23- Rasûl-ü Ekrem'e öğütler ve uyanlar. [1]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adıyla
1- Tâ, Sîn,
Mîm.
2 - Bunlar
apaçık olan Kitab'ın ayetleridir.
3- (Ey
Rasûlüm!) İman eden bir kavim için Musa ile Fi-ravun'un haberlerinden bir
kısmını sana dosdoğru anlatacağız.
4- Firavun
yeryüzünde (Mısır'da) gerçekten azmış,
halkını parça parça etmişti. Onlardan bîr grubu zaafa uğratıyor, onların
erkek çocuklarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki O
(Firavun) fesatlık çıkaranlardandı.
5- Biz ise
irade ediyorduk ki o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım. Onları önder
ve mirasçılar kılalım.
[2]
(1-5) «Tâ,
Sîn, Mim. Bunlar apaçık olan...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu harflerden Cenab-ı
Hak ne kastediyorsa, maksadı ne ise ona imar. ederiz. İşte bu surede gelen ayetler
her şeyi açıklayıcı olan Kitab'ın ayetleridir.
«Sana dosdoğru
anlatıyoruz», yani Cebrail vasıtasıyla sana dosdoğru anlatıyoruz.
4. ayetin metnindeki
«alâ» kelimesi harfi cer olan «alâ» anlamında değildir ve fiildir.
«alâ-ya'lû»dan gelmektedir. Mânâsı: «Firavun yeryüzünde zorbalık yaptı ve
Mısır topraklarında azgınlığa başladı. Zulümde haddi aştı» demektir. Aynı
ayetin metnindeki «Şiye'an» kelimesi gruplar, fırkalar demektir. Firavun şer
ve fesada dair yapmak istediklerini her sınıf üzerinde, o konuda yapmıştır.
Veya o gruplar Firavun'a itaat ve emirlerini uygulamak hususunda birbirlerine
yardımcı olmuşlardır.
«Fîravun'un zayıf
kıldığı taife» den maksat İsrailoğulları'dır. Onlara «Mısırlılar'dan bir grup»
denilmesi uzun bir zamandan beri Mısır'da bulunmaları ve Mısırlı sayılmaları
nedeniyledir.
Onların erkek
çocuklarını kesmesindeki hikmet şudur: Fira-vun'un kâhinlerinden biri ona şöyle
der: «İsrailoğulları'ndan bir çocuk dünyaya gelecek ve senin mülkünün helaki
O'nun eliyle ola-çaktır.»
Beşinci ayette «Onları
imam kılmayı irade ettik» cümlesi «Din ve dünya hususunda onları önder yaptık»
şeklinde yorumlanmıştır. Mücahid; «Onları hayra davet eden kişiler yaptık» anlamını
verir. Katede «Onları idareci yaptık» der. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette «Sizi
idareciler kıldı» buyurmuştur.
«Onları mirasçı
laldık», yani Firavun'un saltanatında, elinin altında ne varsa hepsini onlara
verdik.
[3]
6- Ve onları
yeryüzünde yerleştirip hakim kılmayı, Fira-vun'a, Hanıan"a ve askerlerine
de onlardan çekindikleri şeyleri
göstermeyi (istedik.)
7- Biz
Musa'nın annesine «O'nu emzir.
Kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil'e)
bırakıver. Hiç korkma ve kaygılanma. Zira biz onu tekrar sana geri
vereceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız» diye vahyettik.
8- Kendilerine
düşman olması ve onları tasalandırması için Firavun'un adanılan onu buldular.
Elbette Firavun, Haman ve askerleri yanılmaktaydılar.
9- (Nil'de
bulunan sandığın içinden çocuk çıkınca)
Firavun'un karısı dedi ki: «Bu senin de benim de gözümüzü aydınlatır.
Öldürmeyin onu. Belki bize bir faydası dokunur. Yahut da kendimize evlât
ediniriz». Onların bir şeyden haberleri yoktu.
10- Musa'nın annesinin
yüreği tasadan bomboş
kalıverdi. Eğer biz (vaadimize)
inananlardan olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse işi
meydana çıkaracaktı.
11- (Musa'nın
)kızkardeşine «Sen onu gözetle» dedi. O da Öbürleri sezmeden uzaktan gözledi.
12- Biz daha
Önce onun süt annelerinin sütünü kabulüne müsaade etmedik- Bunun üzerine ablası
«Size onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir
aile göstereyim mi?» dedi.
13- Böylece
gözünün aydın olması, kederlenmemesi ve Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilmesi
için O'nu tekrar annesine verdik. Ama (bunu) onların çoğu bilmemektedirler.
[4]
(6-13) «Ve
onları yeryüzünde yerleştirip hakim kılmayı...» Bu Ayetlerin Tefsiri)
Altıncı ayette
«Firavun ve Haman'm askerleri» denilmektedir. Asker mânâsına gelen «Cunud»
kelimesinin bu iki kişinin zamirine izafesi ya tağlib içindir veya Harnan'ın
da Özel bir ordusu vardı. Ya da sultanın askeri aynı zamanda vezirinin de
askeri sayılır.
[5]
Musa'nın annesinin
ismi Mehyane binti Yester bin-Lavi'dir. Bazıları «Yuhabaz», bazıları «Yarıha»,
bazıları da «Yarihat» olduğunu söylemişlerdir. Başka rivayetler varsa da Allah
hakikati daha iyi bilir. Kur'an'ın zahirinden, Allah Teâlâ'nın O'na vahy
götüren bir 9 melek gönderdiği anlaşılmaktadır. Bu onun peygamber olmadığın-§
da ittifak edilmesine ters düşmemektedir. Çünkü melekler bazan & peygamber
olmayanlara da gönderilirler ve onlarla konuşurlar. Bir cemaat bu görüştedir. O
alimlerden biri olan Mukatil, «Musa'nın annesine gönderilen melek Hz,
Cebrail'di» demiştir, tbn >A\ Abbas ve Katade «Bu vahy, ilham anlamındadır»
demişlerdir. Bu g| tefsire «Biz onu
sana geri göndereceğiz, O'nu peygamberlerden kılacağız» ayeti ters
düşmemektedir. Bu cümle önceki yoruma daha uygundur.
Bir grup; «Musa'nın
annesi bu mesele hakkında sadık bir rüya gördü ve Cenab-t Hak onun kalbine
yakîni ilka etti» demiştir. Cübbai der ki: «Musa'nın annesi bu hususta bir rüya
gördü. Onu güvendiği İsrail alimlerine tabir ettirdi. Onlar da o rüyayı bu
şe-kilde tabir ettiler.»
Bazıları «Onun asrında
yaşayan bir peygamber ona bu haberi vermiştir» demişlerse de bu uzak bir
ihtimaldir. Ayetin zahirine bakılırsa bu vahy Hz. Musa'yı doğurduktan sonra
annesine gelmiştir. Nitekim hadisler de buna delâlet etmektedir. Yani Hz. Musa'nın
annesi onu erkek çocukların kesildiği bir dönemde doğur-du. Onun hakkında ne
yapacağını bilmiyordu. Biz kendisine ne yapacağını vahyettik.
Bazıları da
«Velâdetten önce olmuştur» demişlerdir.
El-Yemm kelimesi
esasında tuzlu denizlere denirse de burada NÜ Nehri için kullanılmıştır. Yani
onu Nil'e at. Onun zayi olacağından korkma ve onun senden ayrılmasına da
üzülme. Kesinlikle onu yakın bir devrede sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden
kılacağız!
[6]
«Firavun'un âli» nden
maksat, ona uyanlardır. Zira «Âl ancak şerefli kimseler için kullanılır»
denilmesi, galibe göredir yani çoğu zaman böyle kullanılır. Veya «ûZ»daki şeref
hakiki ve suri şereften daha geneldir. Onların onu «iltekat» etmelerinden
maksat, onu yerde bulunan nesneyi alan bir kişi gibi nehirden almalarıdır. Onu zayi
olmaktan korumak için Cenab-ı Hak bunu böyle takdir buyurmuştur.
8. ayetteki «Liyekune»
fiilinin başında gelen «lam», onların Musa'nın içinde bulunduğu sandığı
almalarına illet ve neden olmuştur.
Hz. Musa'nın «hazen»
olması bir mübalağa ifadesidir. Yani hudutsuz bir üzüntüye sebep olacaktır.
Firavun'un hanımı
Asiye binti Muzahim bin Ubeyd bin Reyhan bin Velid'dir. Velid, Hz. Yusuf
zamanında Mısır kralıydı. Bu rivayete göre Asiye, İsrailoğullan'ndan değildir.
Bazıları «O İsra-iloğulları'ndandır ve Hz, Musa'nın sıbtmdandır» demişlerdir.
Süheyli, Asiye'nin Hz.
Musa'nın halası olduğunu söylüyorsa da onun bu sözü garip bir sözdür. Meşhur
olan ilk görüştür.
«Onu öldürmeyin»
şeklindeki hitap Firavun'adır. Fiil ona mecazen isnad edilmiştir. Çünkü amir
odur. Cemi sigasınm kullanılması da tazim içindir. Bazı kimseler «Bu hitap hem
Firavun'a hem de yardtmcilarınadır» demiştir. Zira Firavun'un azgın kavminden
bazı kimseler çocuk sandıktan çıkarıldıktan sonra .«İşte bizim sakındığımız,
korktuğumuz çocuk budur. Bize izin vert onu öldürelim» demişlerdir. Bunun
üzerine Firavun ve hazır bulunan-lar «öldürmeyin» dediler.
Bazıları «Bu hitap
Firavun ile onun öldürülmesinden korkan kimselerin hitabıdır» der. Bazıları da
«İsrailoğulları arasında doğup dünyaya gelen oğlan çocukları öldürmekle
görevli bulunan kimselerin hitabıdır» demişlerdir. Zira Asiye, Firavun'a
şefkatini gerektiren sözleri söyledikten sonra bundan emin oldu ve hemen
çocukları öldüren gruba yönelerek onları bu çocuğu öldürmekten nehyetti. Sebep
«Umulur Jci bize yarar verir veya onu evlât ediniriz» düşüncesidir.
«Onlar anlamıyorlardı»
cümlesiyle Firavun'un yakınları kastedilmektedir. Yani onlar büyük bir hata
üzerinde olduklarının farkında değildiler. Mücahid «Bunun onlara düşman olduğunu
anlamıyorlardı» derken Ahmed bin İshak, «Ben dilediğimi yaparım, onların irade
ettiğini yapmam» anlamını vermiştir.
«Musa'nın annesinin
kalbi boşaldı». Yani her şeyden boşaldı, öyleki sadece Hz. Musa'dan
bahsediyordu. Bu yorumu El-Fer-yadi, İbn Ebi Şeybe, Aüd bin Humeyd, İbn Cüreyc,
İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim ve Hakim İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir. Aynı
yorum İbn Mesud, Hasan Basri ve Mücahid'den de gelmiştir. Bir grup da «Onun
kalbi sabretmekten boşaldı» der. Yani sabrının tükendiğini söylemek
istemişlerdir. İbn Zeyd «Allah'ın vaadinden boşaldı» fikrindedir. Ebu Ubeyde
ise «Üzüntüden boşaldı» anlamını vermiştir. Zira Musa boğulmamış ve Firavun'un
onu sevdiği, evlât edindiği haberi kulağına gelmişti.
«Eğer onun üzerine
indirdiğimiz sekine ve sabırla kalbini bağ-lamasaydık o meseleyi açığa
vuracaktı». Kalbin bağlanması, sabır ve sükûnete kavuşmasından kinayedir.
«Ta ki O (Musa'nın
annesi) iman edenlerden olsun» cümlesi kalbinin sabit kılınmasının nedenidir.
Yani biz ona «Musa'yı sana geri göndereceğiz» diye vaadetmiştik. Bu vaadimizin
doğruluğu kalbinde yerleşsin diye onu sabır sahibi kıldık.
[7]
Hz. Musa'nın
kızkardeşinin ismi Meryem'di. Bazı rivayetlere göre Külsüme, bazılarına göre ise
Külsüm'dür. Ayetin metninde ki «Cunub» kelimesinden maksat «uzaktan» demektir.
Yani uzak bir yerden onu gördü. Aynı kelime «yakınlık» mânâsına da gelir ve bu
kelime ezdaddandır. Ters olan iki mânâya da gelir. Aynı kelime Cenbun, Cenebun,
Canibun şeklinde okunmuşsa da mânâ aynıdır.
El-Meradi kelimesi
murdia'nın çoğuludur ve süt emziren kadın demektir. Bazıları «Merda'nın
çoğuludur» der. Merda mimli mastardır. Süt vermek mânâsını ifade eder. Bazıları
ise «İsmi mekân» olduğunu söylerler. Buna göre süt verme yerini ona haram
kıldık anlamı kazanır. «Haram kümak»tan maksat, şer'ı ha-ranüık değildir. Çünkü
çocuk mükellef değildir ki ona bir şey haram kılınsın. Burada men etme
mânâsındadır. Yani onu almaktan menettik.
«Yekfulûne» fiili
«Onun terbiyesini verip, onu büyütmeyi üzerine alır» mânâsını ifade eder.
«Onlar onun için
nasihatçıdır», yani onun hizmetinde herhangi bir kusur etmezler. Onun
terbiyesi ve büyütülmesi konusunda ne gerekirse hepsini yaparlar.
[8]
Rivayetlere göre
Haman, Hz. Musa'nın kızkardeşinden bu sözleri dinledikten sonra, «Bu kızcağız
bunu ve ailesini tanır. Bu ktz, bu durumu bize haber verinceye kadar onu
yakalayın» der.
Bunun üzerine kız,
«Ben kral için «Bunlar nasihatçı ve ihlash bir ailedir demek istedim» deyip
kendisini bu serden kurtardı. Böylece bu tür bir serden kurtulmak için yalan
söylemenin caiz olduğu kaidesini getirdi. Bu kızdan böyle cevabın gelmesi hiç
de garip değildir. Çünkü peygamber
çıkmış bir aileye mensuptur.
Ebu Hayyan, «Bu ayet
Musa'nın annesine yapılan vahyin ilham veya bir rüya olduğunu söyleyen
kimselerin görüşünün zayıf olduğuna delildir. Çünkü rüya veya ilhamda vaad
tabiri kullanıl, mas» demiştir. Fakat bu yorumda nazar vardır.
Zamirin iki durum için
gelme ihtimali Arapça'nın bir özelliği değildir. Bu, bütün dillerde vardır.
Bununla beraber Firavunlar AmalikaUlar'ın bakiyyesi idiler ve Arapça
konuşuyorlardı. Umulur ki kız onların diliyle konuşmuştur.
«Annesinin Allah'ın
vaadinin hak olduğunu bilmesi için Musa'yı ona geri çevirdik». Cenab-ı Hak daha
önce ona «Musa'yı geri getireceğiz, onu peygamberlerden kılacağız. O boğulmayacaktır» demişti. Boğulmadığını ve
geri çevrildiğini müşahade etmek suretiyle Allah'ın vaadinin hak olduğunu
bildi. Gerisini ise kıyas etmek suretiyle anladı.
[9]
14- (Musa)
erginlik çağına (veya olgunluk yaşı olan
40'a) eriştiğinde ona hüküm ve ilim verdik. Biz iyi iş yapanlara böyle mükâfat
veririz.
15- (Musa),
halkı meşgul iken şehre girdi. Orada iki adamın döğüştüğünü gördü. Biri kendi
kavminden (İsrailoğulları'n-dan) idi.
Öbürü düşmanlanndandi. Böylece kendi kavminden olan kişi düşmanlarından olan
kişiye karşı Musa'dan yardım istedi. Musa da onun (düşmanlarından olan kişinin)
göğsüne bir yumruk vurdu. Böylece onun işini bitirdi. (Musa) «Bu şeytanın işlerindendir. Kuşkusuz
ki o (şeytan) insanı sapıklığa sürükleyen bir düşmandır» dedi.
16- (Musa); «Ey Rabbim!
Ben (Kıptî'yi Öldürmekle) nefsime zulmettim. Beni affet» dedi. Allah
onu affetti. Çünkü O, bağışlayandır. Çok merhamet edendir.
17- (Musa:) «Ey Rabbim!
Bana verdiğin nimetlere yemin ederim ki artık suçlulara kat'iyyen
yardımcı olmayacağım» dedi.
18- Korku
içinde ve etrafı gözetleyerek şehirde
sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen adam, yine biriyle döğüşüyordu
ve kendisinden yardım istiyordu. Musa ona;
«Sen düpedüz bir azgınsın» dedi.
19- (Musa)
ikisine de düşman olanı tutmak isteyince, öbürü (İsrailli) (Musa'yı kendi aleyhinde sanıp): «Ey Musa!
Dün birini Öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen
yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun. Barıştıranlardan olmak istemiyorsun»
dedi.
20- Şehrin
öbür yakasından bir adam koşa koşa gelip; «Ey Musa! Önde gelenler seni öldürmek
için görüşüp danışıyorlar. Hemen (buradan) çık (git). Kuşkusuz ki ben sana
öğüt verenlerdenim.»
21- (Musa)
korku içinde (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı ve «Ey Rabbim!
Beni zalim olan kavimden kurtar» diye
(Allah'a) yalvardı.
[10]
(14-21) «(Musa)
erginlik çağına...» Bu Ayetlerin Tefsiri)
«Eşudde» ile «İstiva»
nın zamanı hakkında ihtilaf edilmiştir. İbn Ebi Dünya'nın Kelbi tarikiyle Ebu
Salih ve İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre «Eşudde» onsekiz ile otuz yaşlan
arasıdır. «İs. tiva» ise otuzdan kırka kadar olan zamandır. Kırktan yukarı olduğunda
artık eksiklik başlar.
Abd bin Humeyd,
İbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid'-den şöyie rivayet ederler: «Eşudde
otuziiç, istiva ise kırk yaştır.»
Aynı zamanda bu görüş
İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Benzerini ise Katade rivayet etmiştir.
Fakat hak şudur: Eşudde zamanına varmaktan maksat gelişmenin son bulduğu zamana
varmak demektir. Bu da gün, zaman ve durumlara göre değişir. Bunun için de
lügat ve tefsir kitaplarında bu kelimelere değişik mânâlar ve yorumlar
getirilmiştir. En güzeli, «Eşudde»nin talip olmak, bedenin kuvvet kazandığı
yaşa ulaşması mânâlarını taşımasıdır. İstiva ise, aklın mutedil olması, kemâle
varması zamanıdır. Hz. Musa hakkında böyle bir vakit tayini ancak güvenilir
(sahih) bir hadisle sabit olabilir. Zira bu, iklim, zaman ve durumlara göre
değişiklik gösterir. Meşhur olan şudur ki bu, çoğu ktz kırk yaşmda vuku bulur.
Ayetin hulâsası şudur:
Hz. Musa'nın cismi kuvvete eriştiğinde, aklı itidale vardığında ona hüküm
(peygamberlik) verdik. Nitekim Süddi «hükmn ü peygamberlikle tefsir etmiştir.
Veya ona peygamberliğin özelliklerinden olan bir ilim verdik. Aynca ona din ve
şeriat hususundaki ilmi verdik.
[11]
Zemahşeri «Keşşaf»ta,
«İlimden maksat Tevrat, «Hüküm)>den maksat ise sünnettir. Peygamberlerin
«hükmü» onların sünnetleridir» demiştir. Nitekim Cenab-ı Hak Rasûlullah'ın
hanımlarına hitaben: «Evlerinizde Allah'ın ayetlerinden ve hikmetten
okunanları hatırlayın» buyurmuştur.
Bazıları «Hikmetten
maksat; alim hukemanın siretini ona verdik demektir» der. Zira Hz. Musa cehalete
nisbet edilen hiçbir fiilde bulunmamıştı. Bütün fiilleri yerli yerindeydi.
Bu yorum kıssanın
nazmına daha uygundur. Çünkü Hz. Musa'nın peygamber olması Kıptîyi
yumruklamasından ve Medyen'e hicret etmesinden sonra, hatta Medyen'den Mısır'a
dönerken olmuştur. Ona Tevrat'ın verilmesi ise Firavun ve askerlerinin
Kı-zıldeniz'de garkolmasını müteakib gerçekleşmiştir. Bu zaman ise Kıptî'yi
Öldürmesinden çok sonradır.
Aynca «İşte biz
böylece muhsinlere mükâfat veririz» ayeti hükmün peygamberlik olmasına mânidir.
Çünkü peygamberlik amele karşılık değildir.
15. ayetin metninde
geçmekte olan el-Medine kelimesi ile kastedilen, İbn Abbas'ın görüşüne göre
Menfa'dır. Bazıları «Ay-nuşems», bazıları «Mısır'dan iki fersah uşakta bulunan
ve Habin ismini alan bir köydüm, bazıları da «İskenderiye şehridir» demişlerdir.
Fakat en meşhuru Mısır olmasıdır.
«Onların gafil
oldukları vakit»ten maksat kaylulet vaktiydi. Bu zamanda kimse şehre girmezdi
veya kimsenin gelmesini beklemezlerdi. Bir rivayette yatsı ile akşam namazları
arasında girmişti.
İbn İshak; «Bu şehir
Mısır'dır. Hz. Musa Firavun ve kavminin kötülüklerine karşı çıkarak orayı
terketmiş, kendisini gizlemiş ve ortadan kaybolmuştu. Sonra ismini
değiştirerek, tanınmayacak şekilde oraya girdi» diyor.
İbn Zeyd, «Firavun onu
Mısır'dan sürgün etmişti. Aradan birçok sene geçmiş, halk onu unutmuştu. İşte
o zaman, geldi ve Mısır'a girdi» diyor. Bazıları da «Bir bayram günü, halk
bayramla meşgulken girdi» demiştir.
«O şehirde iki kişinin
döğüştüğünü gördü. Biri onun kavmin-dendi. Yani İsrailoğulları'ndandı». İmam
Suyuti'ye göre bu kişi Kur'an'da bahsi geçen Samiri'dir. Diğeri de
muhaliflerden, yani Kıptîler'dendi Onun ismi de, («El-İtkan»d&
zikredildiğine göre) Kanun imiş. İsrailoğulları'ndan olan kişi Hz. Musa'dan
yardım istemiş ve bunun üzerine Hz. Musa Kıptî'ye bir yumruk atarak onu o
yumrukla öldürmüştür. Ayetin metnindeki «Vekeze» fiili yumrukla vurmak
demektir. Yani Hz. Musa ona eliyle vurmuştur.
İbn'ul-Munzir'in
Katade'den rivayet ettiğine göre, Hz. Musa ona asa ile vurmuştur.
Katade «Vekeze»
fiilini onu defetti veya ona vurdu şeklinde yorumlamaktadır. Hz. Musa'nın
vurduğu âsâdan maksat, sonradan mucize olan âsâsı değildir. Çünkü o mucize
olan âsâyı kendisine, Medyen'de Hz. Şuayb vermişti. Bu, hadiseden çok sonradır.
«Kada» fiilinin faili
ya Musa veya Cenab-ı Hak'tır. Yahut da yumruktur. Bu zamir bu üç yere de izafe
edilebilir,
Hz. Musa «Bu yaptığım
şeytanın işlerindendir» dedi. Yani onun süslü gösterdiği bir harekettir:
{(Kesinlikle şeytan idlâl edici ve düşmanlığı apaçık olan bir düşmandır.»
Hz. Musa «Rabbim! Ben
nefsime zulmettim» dedi. Yani katli gerektiren bir yumruk atmak suretiyle
nefsime Ti'imettim..
[12]
«Bu günahımı benim
için affeyle!» Hz. Musa bu sözlerini şu mânâlar için söylemiştir: O öyle bir iş
işledi k-, o peygamber olan atalarının fiili değildi. Öldürülmesi hiçbir
şeriatta meşru olmayan bir nefsi öldürmüştü. "Peygamberlerin
peygamberlikten sonra da ör ce de büyük günahları işlemekten masum oldukları
şeklindeki i.iraz burada öne sürülemez. Çünkü yumruk atmak küçük
günahlardandır. Ölüm ise hataen vuku bulmuştur. Bu görüşü Kâb ve bazı alimler
öne sürmüştür. Hata ile Öldürmek de günahtan hali değildir ve bunun için
keffaret gerekli kılınmıştır. Ancak hataen öldürmek büyük günahlardan değildir.
«Peygamberler küçük ve
büyük günahlardan masumdur» şeklindeki kaideye dayanarak da burada bir itiraz
ileri sürülemez. Çünkü Hz. Musa bir zalimi defetmenin ve bir mazlumu kurtarmanın
ve bunun için de yumruk atmanın daha güzel olduğunu görerek, bu fiili
işlemiştir. Gayesi öldürmek değildi. Ölüm ancak kasten değil hataen vâki
olmuştur. Hatanın bizim peygamberimizin şeriatında günahtan hâli olmaması
malûm değildir. Keffaretin burada meşru kılınması da böyledir. Sanki Hz. Musa,
elinden çıkan çıktıktan sonra düşünmüş ve onu yumruksuz da defedebileceği
hakikati kendisine görünmüştür. Fakat öfkeli olduğu için bu durumu daha önce
idrak edememişti. Sonradan bu hükme varmış ve daha evlâ olana ters düşen bir
fiil işlediğini anlamıştır. Bu sebeple Cenab-ı Hak'a sığınarak «Ben nefsime
zulmettim, beni affet» demiştir.
Bazılarına göre «Ben
nefsime zulmettim» sözü; «Bu kâfiri öldürmek suretiyle nefsimi ölüme arzettim,
zira Firavun onu öldürdüğümü öğrendiğinde beni öldürecektir» demektir.
«Beni affeyle», yani
bu fiilimi onlara göstermemek lûtfunda bulun.'«Bu şeytanın amelindendir» demesi
onun kendisini vesveseye düşürdüğü içindir. Fakat bu uzak bir tevildir.
Cenab-ı Hak'-kın «Allah onu affetti. Kesinlikle Allah gafur ve rahimdir» ayeti
de böyle bir tefsire müsait değildir.
17. ayetin metnindeki
«Bimâ» kelimesinin başındaki «b» harfi, kasem harfidir. Yani «Ey Rabbim! Bana
verdiğin nimetlere ye. min ederim ki böyle bir fiili bir daha işlemeyeceğim ve
mücrimlere arka çıkmayacağım.»
«Allah'ın ona vermiş
olduğu nimetler» den maksat, Cenab-ı Hak'kın onu Firavun'un şerrinden koruması,
annesine geri vermesi ve İsrailoğulları'na onu üstün kılmasıdır.
Bazıları «Bu nimetten
maksat, Allah'ın O'nu affetmesidir» der. Peygamber olmazdan önce bunu bilmesi
ise ilham veya rüya ile olmuştur.
[13]
Ayetin metnindeki «Zahireden maksat, yardımcı
demektir. «Mücrimler» den maksat ise ya yardım ettiği o İsrailli'dir
veya bütün kâfirlerdir. Yahut da Firavun ve kavmidir. Ayetin mânâsı şudur: Bana
vermiş olduğun bütün nimetlerine yemin ederim ki kesinlikle tevbe edeceğim ve
kâfirlere hiçbir zaman yardımcı olmayacağım, onlarla arkadaşlık yapmayacağım.
ilim ehli bu ayetle,
zalimlere yardımcı olmayı ve onların hizmetinde bulunmayı yasaklamışlardır.
«Yeterakabu» fiili
gözetirdi demektir. Yani bir kötülüğün kendisine dokunmasını veya haberleri
gözetirdi. Acaba onlar Musa'nın Kıptî'yi öldürdüğünü haber almışlar mıdır?
Zira rivayete göre, Kıptî'yi öldürdükten sonra onu kuma gömmüştü.
Bazıları «Rabbinin
yardımını gözetirdi», bazıları «Kavminin kendisini yakalayıp Firavun'a teslim
etmesini gözetirdi» demişlerdir. Bir kısmı da ayete «Kavminin hidayetini
gözetirdi» şeklinde mânâ vermişlerdir.
«Baktı ki dün yardım
ettiği İsrailli tekrar kavga etmekte ve kendisini yardıma çağırmaktadır)}. Hz.
Musa o İsrailli'ye: «Sen kesinlikle sapıtmışsın. Hem de sapıklığı apaçık olan
bir kimsesin. Çünkü sen bir kişinin ölümüne sebep oldun ve bugün de başkasıyla
kavga ediyorsun. Daima insanlarla çatışıyorsun» dedi.
Hz. Musa, ikisinin
düşmanı olan kişiyi yakalamak istediğinde o İsrailli, «Ey Musa! Dün bir insanı
Öldürdüğün gibi bugün de beni mi öldüreceksin?» dedi.
Ibn Abbas'ın
rivayetine göre o İsrailli Hz. Musa'nın kendisini yakalamak istediğini
zannetmiştir. Bundan dolayı Hz. Musa'ya bu
ı şekilde konuşmuştur.
Hasan Basri «Bu sözü
hem Musa'nın hem de diğer İsrailli'nin düşmanı olan Kıptî söylemiştir» der. Ona
göre, bu Kıptî Hz. Musa'nın İsrailli'ye «Kesinlikle sen sapıklığı apaçık olan
bir kimse-sin» demesinden anlamıştı.
Metindeki «Cebbaren»
kelimesinden maksat, her istediğini yapan ve neticelere hiç bakmayan kimse
demektir. Bazıları «Cebbar, Allah'ın emri karşısında tevazu göstermeyen,
mağrur, mute-kebbir kimsedir» demişlerdir. İbn'ul-Munzir, Şabi'den şöyle rivayet
ediyor: «Kim haksız olarak iki kişiyi öldürürse o cebbar sayı-lır». Sonra da bu
ayeti okumaktadır. (İbn Ebi Hatim de benzerini İkrime'den rivayet etmiştir).
[14]
Şehrin en uzak ucundan
gelen kişi Firavun'un amcasının oğludur. İsmi Şem'an (veya Şem'un) bin
İshak'tır. Bazıları «Has. kiVdir» demiştir. Bu kişinin Firavun'un yakınlarından
bir mümin olduğu görüşü yaygınlık kazanmıştır. Bazıları da «Bu kişi o mümin
değil başka biriydi» demişlerdir.
O kişi Musa'ya,
«Firavun'un devletini idare edenlerin ileri gelenleri senin hakkında istişare
etmektedirler. Şehirden çık. Kesinlikle ben sana nasihat eden bir kimseyim»
dedi.
[15]
Kurtubi ve bazı
müfessirler «Bu ayet dini bir maslahat için kovuculuğun caiz olduğunu gösterir»
demişlerdir.
[16]
22- (Musa)
Medyen tarafına yönelip gidince «Umarım ki Rabbim beni doğru yola hidayet
eder» dedi.
23- Medyen
suyuna varınca hayvanları sulamakta olan bir grup gördü. O grubun arkasında da
iki kadın vardı: Onlar (hayvanlarını) sudan uzaklaştırıyorlardı. Musa o
kadınlara; «Ne yapıyorsunuz?
(Niçin hayvanlarınızı
sulamıyorsunuz?)» diye sorunca onlar; «Çobanlar gidinceye kadar biz (hayvanlarımızı) sulamayız. Babamız da piri fani bir
ihtiyardır» dediler.
24- (Musa) onların
hayvanlarına su verdikten
sonra bir gölgeye çekilip «Ey
Rabbim! Bana hayır olarak indireceğin şeye muhtacım» dedi.
25- Aradan
az bir zaman geçince o iki kadından biri utana sıkıla Musa'ya geidi: «Babam seni çağırıyor. Sana hayvanlarımızı
sulamanın ücretini verecek» dedi. Bunun üzerine Musa, babasının yanına vardı.
O'na (Firavun ile olan macerayı)
anlattı. O, «(Ey Musa!) Korkma. O zalim kavimden kurtuldun» dedi.
26- O
kadınlardan biri, «Ey baba! Bunu
(Musa'yı) (ücretle çoban) tut. Çünkü o ücretle kullanacağın kimselerin
en iyisi ve en emniyetli olanıdır» dedi.
27- Babalan (Musa'ya),
«Sekiz sene bana kendini kiralaman
şartıyla bu iki kızımdan birini sana nikâh etmek istiyorum. Şayet (kendinden)
on seneyi tamamlarsan bu da senin
(bir iyiliğin) olmuş olur. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni
(sözüni yerine getiren) saiih
kimselerden bulacaksın.»
28- (Musa:) «Bu seninle benim aramda (bir sözleşme)dir. (Bunlardan) hangi müddeti tamamlarsam
bana bir haksızlık edilmeyecek demektir. Allah şu
sözlerimize şahittir» dedi.
[17]
(22-28) «(Musa)
Medyen tarafına yönelip gidince...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Hz. Musa, Medyen'e
yöneldi. Medyen, Hz. Şuayb'm kasabasıy-dı. Hz. İbrahim'in oğlu Medyen ismini
almıştı ve burası Piravun'-un hükümranlığı içine dahil değildi. Bu sebeple
oraya yönelip gitti. Bazıları «Musa orayı bildiği için oraya yöneldi», başka
bir grup müfessir de Hz. Musa ile Hz. Şuayb arasında yakınlık vardı. Onun için
oraya gitti» demiştir, Medyen ile Mısır arası sekiz günlük bir mesafe idi.
«Umarım ki Rabbim beni
doğru yola iletir» sözü Hz. Musa' nm Allah'a tevekkül etmesi ve O'nun yardımına
güvenmesi sebebiyle Hz. Musa'dan sadır olmuştur. Hz. Musa yolları bilmiyordu.
Önüne üç yol çıktı. Ortanca yolu seçerek bu sözü söyledi. Onu yakalamak
isteyenler de diğer yollara saptılar. Hz. Musa sekiz gün, yalınayak, ağaç
yapraklarından başka yiyeceği olmadığı halde yola devam etti.
Said bin Cübeyr,
«Medyen'e varmazdan önce ayaklarında bulunan nalınlar paramparça oldu»
demektedir.
Rivayete göre Hz. Musa
yolu bilmediği halde yola çıkmıştı. Onu Medyen'e Cebrail götürdü.
Ayetin metnindeki
«Verade» fiili «Oraya vardı» mânâsını ifade eder. «Ferade»nin lügat mânâsı
girmek ve içmektir. Bu iki mânâ da burada kastedilmemiştir.
«Medyen suyu»ndan
maksat, Medyen halkının su içtiği bir kuyudur. «Ümmeten» kelimesi ile büyük bir
cemaat, değişik sınıflardan oluşan büyük bir kitle kastedilmektedir.
«Onların dûnundan»
maksat, onların bulundukları yerden daha aşağıda ve gerisinde bulunan bir yer
demektir.
«Gördüğü iki kadın»
Hz. Şuayb'ın kızlarıydı. Küçüğünün ismi Sufeyra, büyüğünün ki de Sefra idi.
İsimleri hususunda değişik birçok rivayet vardır.
«Tezûdani» fiili
kuvvetli çobanların korkusundan koyunlarının suya varmasına mâni olurlardı
anlamındadır. Bazıları «Koyunlun başkasının sürüsüne katılmasın diye onların
önüne geçiyor-lardı» anlamını vermişlerdir.
Katade «Halkı
koyunlarının arasına girmekten menederlerdi» derken, Ferra da «Koyunlarının
sağa sola dağılmasına mâni olur-lardı» şeklinde bir yorum getirmiştir.
Bütün bu rivayetler
menedilenin koyunlar olduğunu açıkça ifade etmektedirler. Bazı müfessirler
«Onlar koyunları değil de bakanların bakışlarını yüzlerinden menederlerdi.
Çünkü mesture idiler» demişlerse de bu rivayet zayıftır.
[18]
«Mâ Hatbukuma», yani
sizin matlubunuz nedir? Niçin böyle uzak duruyor ve koyunlarınızı gütmekten
alıkoyuyorsunuz? Niçin bilfiil gidip de su vermiyorsunuz onlara? «Hatb»
kelimesi mastardır ve talep anlamındadır. Sonraları matlup mânâsına kullanılmıştır.
Hz. Musa'nın iki kıza soru sorması kişinin bir mesele hakkında kendisine
yabancı olan bir kadınla konuşabileceğini gösterir.
Kızlar, «Çobanlar
sulayıp çekilmeden biz koyunlarımızı sulamayız. Babamız da piri fâni bir
ihtiyardım demek suretiyle mazeretlerini Hz. Musa'ya açıkladılar. Onlar
sanki'şöyle demek istemişlerdi: «Biz iki zayıf ve mesture kadınız. Erkeklerle
mücadele-ye girmeye kudretimiz yok. Bizim başka bir erkeğimiz de yok ki bu işi
görsün.. Babamız ise yaşlı bir kimsedir. Yaşlılık onu zayıf düşürmüştür. Bütün
bunlara binaen halk işini bitirdikten sonra biz su veririz.»
Bazı müfessirlere göre
burada onların zaafına delâlet eden herhangi bir şey yoktur. Aksine burada
hayalarına, mesture olduklarına işaret vardır. Eğer onlar acizliklerini Hz.
Musa'ya ifade etmek isteseydiler «Biz sulama kudretine sahip değiliz»
derlerdi. «Babamız yaşlı bir kimsedir» demekten maksatları, «Biz hâyâ etmemizle
beraber, bu durumu babamızın yaşlılığından ötürü yapıyoruz. Eğer yaşlı
olmasaydı o bu durumu idare ederdi» şeklindedir.
Eğer «Bir peygamber
koyunları sulamak üzere kızlarını nasıl gönderir?» şeklinde bir itiraz söz konusu
olursa, şöyle cevap verilebilir: Bu hizmet esasında mahzurlu değildir, Din
buna karşı da değildir. Mürüvvet meselesine gelince, insanlar bu hususta
farklıdırlar. Meselâ Araplar'ın bu husustaki durumları Arap olmayanlardan
ayrıdır. Çölde yaşayanların durumları, şehir ve kasabalarda yasayanların
durumları gibi değildir.
İki kızın babası,
müfessirlerin çoğuna göre, Hz.
Şuayb'dır.
Fakat bir grup «Hz.
Şuayb değildir» demişlerdir. Buna dair Said bin Mansur, îbn Ebi Şeybe,
İbn'ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim, Ebu Ubeyde'den şunu rivayet etmişlerdir: «Hz.
Musa'nın yanında çalıştığı kişi Hz. Şuayb'm yeğeni Esrun'dur». Bu aynı zamanda
Ebu Hayyan tarafından da rivayet edilmiştir. Ancak Ebu Hayyan'ın rivayetinde
«Esrun» yerine .«Harun» kelimesi vardır. Bu rivayet Hasan Basri'den de hikâye
edilmiştir. Ancak o da «Harun» yerine «Mervan» ismini zikretmiştir. Tabersi
tefsirinde, Vehb'ten ve Said bin Cübeyr'den Ebu Hayyan'ın hikâyesine benzer bir
nakil yapmıştır. İbn'ul-Munzir ise İbn Cüreyc'ten şöyle rivayet ediyor: «İki
kadının babası Hz. Şuayb'm yeğeniydi. İsmi de Reavil'di.»
İbn Cerir, İbn
Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Hz. Musa'yı kira karşılığı çoban olarak tutan
kişi Medyen'in ağalarından Yes-reb'tir.»
Bazı müfessirler «O
iki kadının babalan Hz. Şuayb'ın yakım değildi. Ancak salih bir kişiydi»
demişlerdir. Tabersi bazı müfes-sirlerden naklen, Yesrun'un Hz. Şuayb'm ismi
olduğunu rivayet etmiştir.
El-Bahr «Babam seni
çağırıyor» ayeti hakkında şöyle diyor: «Bu, esasen amcaları idi. Onlardan
birini Hz. Musa ile evlendiren de oydu. Amcaya «baba» denilmesi, baba
mesabesinde olmasındandır.»
Böyle bir tefsiri
insanın kendiliğinden söyleyemeyeceği malûmdur. Böyle bir şeyi kabul etmek
için dayanabilecek bir hadis olmalıdır. Bizim muttali olduğumuz rivayetler ise
değişiktir ve hangisinin daha racih olduğu hususu nezdimizde tahakkuk etmemiştir.
[19]
Hz. Musa'nın onların
koyunlarını sulaması merhamet noktasından gelmektedir. Çünkü onlar koyunların
suya varmasına engel oluyorlardı. Bir grup da durmadan hayvanlarına su veriyordu.
Hz. Musa'nın sığındığı gölge, İbn Mesud'dan gelen rivayete göre bir ağaç
gölgesiydi. Bazıları «Tavamız bir duvarın gölgesiy-di» demişlerdir. Ayetin
zahirinden anlaşılıyor ki Hz. Musa, halkın üzerinde bulunduğu kuyudan onların
hayvanlarını sulamıştir. Nitekim
Rasûl-ü Ekrem'in şu hadisi de buna delâlet etmektedir: «Hz. Musa o
insanları iki kadının hayvanlarını sulayıncaya kadar sudan uzaklaştırdı. Onlart
suyun üzerinde bırakmadı.»
«Rabbim! Doğrusu bana
indireceğin her hayra muhtacım» sözünü Hz. Musa tariz olarak söylemiştir.
Nitekim bunun böyle olduğunu şu hadis desteklemektedir: «Musa kızların
koyunlarına su verdikten sonra gölgeye çekildi ve bu sözü söyledi. O gün Hz. Musa
bir hurmaya dahi muhtaçtı.»
Başka bir rivayette
ise. İbn Abbas şöyle diyor: «Musa bu sözü Allah katında en şerefli kul olduğu
halde söyledi ve yarım hurmaya bile ihtiyacı vardı. Şiddetle acıktığı için
mübarek karnı adeta sırtına yapışmıştı.»
Kız, konuşması
sebebiyle Hz. Musa'da herhangi bir şüphe doğmasın diye «Babam seni çağırıyor.
Yaptığının karşılığını sana vermek istiyor» dedi. Bu, ikizin akıllı, tam
manasıyla haya ve iffet sahibi olduğunu gösteren bir sözdür. Rivayete göre Hz.
Musa kızın davetine icabet ederek onunla beraber gitmiştir.
Böylece Hz. Şuayb'ın
evine vardılar. Musa macerasını Hz. Şuayb'a anlattıktan sonra Hz. Şuayb:
«Korkma! Sen zalim kavminden kurtuldun» dedi, yani Hravun ve kavminden
kurtuldun. Bunu söyledi, çünkü onların hükmü Medyen'de geçmiyordu. Belki de
Hz. Şuayb bunu aldığı bir ilhamla veya benzeri bir durumda söylemiştir. Hz,
Musa'nın tereddüd etmeksizin kıza icabet etmesi ihtiyar zati görerek
kendisinden bereketlenmek içindir. Yoksa ücret almak için değildir.
Hz. Musa'nın yabancı
bir kadınla birlikte yürümesi böyle hallerde zararsız bir durumdur. Bununla
beraber Hz. Musa ihtiyatı ve takvayı elden bırakmamış ve kadını arkasına
almıştır.
O kızlardan «Bunu
ücret karşılığı tut» diyen, Hz. Musa'yı çağıran ve onunla evlenen kızdır.
Ayet metnindeki
«İste'ciry* fiili bir şeyi ücretle talep etmek mânâsına gelen isticar kökünden
gelmektedir.
«Çünkü ücretle
tuttuklarının en haytrlısıdır. Hem güçlü hem de güvenilir bir kişidir» cümlesi
daha önceki cümlenin nedenidir. Ayetin zahirine bakılırsa «El-Kaviy» ve
«El-Emin» kelimelerindeki eliflâm, cins içindir. Hz. Musa da onlara dahildir.
Buna rağmen Cenab-ı Hak burada «İste'certe» kelimesini mazi olarak kullanmıştır.
Bu delâlet eder ki bu emir tecrübe edilmiş ve bilinmiştir.
Tayyıbî «Mümkündür ki
«El-Kaviyy'ul-Emin»den Hz. Musa kastedilmiş olsun. Sanki kız şöyle
söylemektedir: «Senin icar ede-ceğin en hayırlı kişi Musa'dır» demiştir.
Fakat birinci yorum
daha evlâdır. Kızın bu kelâmı hakim bir insanın kelâmıdır ve veciz bir sözdür.
Ne fazla ne de eksiktir. Zira «Kuvvet ile emanet biraraya geldiğinde o iş
yapılır» diye is sahibinin kalbi hoşnut olur. Kız Hz. Musa'nın kuvvetli
oluşunu, halkı sudan uzaklaştırmasında ve koyunlarını tek başına sulamasında
görmüştür. Onun emin olması ise tek başına onunla birlikte gûtiği ve zayıf
olduğu halde ona herhangi bir çirkin söz söyleme-yişinden ve herhangi bir
tarizde bulunmayışından ileri gelir.
«Bu iki kızdan birini
seninle evlendirmek istiyorum» sözünde Hz. Şuayb'm başka kızları olduğuna
işaret vardır. İbn'ul-Munzir'-in Mücahid'den rivayet ettiğine göre bu iki büyük
kızın üç tane ikiz kızkardeşleri vardı. El-Bukai «Hz. Şuayb'm yedi kızı vardı.
Nitekim bu durum Tevrat'ta da yer almaktadır» der. Zemahşeri, Keşşafta, bunu
delil olarak öne sürmektedir.
Çobanlığı mehir
kılmakta herhangi bir beis yoktur. Çünkü İmam Şafii bunu caiz görmektedir.
Hanefiler de bunu caiz görmüşlerdir. Nesefi «Koyun gütmek şartıyla bir kadınla
evlenmek caizdir, hem de bu konuda icma vardır» der. Bu sadece bir hizmet
değil, evlilik emrini yerine getirmektir. Maliki Mezhebi'nde de «Olmaz,
mekruhtur ve olur» şeklinde üç görüş vardır.
Hz. Musa on seneyi
tamamlamıştır. İbn Merduveyh, Mak sen'den, o da Hz. Hasan'dan ve Hz. Ali'den
bunu rivayet etmektedir. Buhari ve cemaa İbn Abbas'tan şunu rivayet etmektedirler:
«Acaba Hz. Musa iki müddetten hangisini tamamladı?» diye sorulduğunda, İbn
Abbas «Hangisi daha fazla ve daha güzel ise onu tamamlamıştır}} diye cevap
verir.
[20]
29- Musa
(taahhtid ettiğini yapıp) müddeti
bitirince ailesiyle birlikte (Mısır'a gitmek üzere) yola çıktı. (Yolda) Tur
(Dağı) tarafında bir ateş gördü. Ailesine; «(Ben gelinceye kadar burada)
durun! Uzakta bir ateş gördüm. Belki ondan (yolumuza ait) bir haber veya
ısınmanız için bir parça ateş getiririm,» dedi.
30- (Musa) oraya
geldiğinde o mübarek
yerdeki vadinin sağ yanında bir
ağaçtan «Ey Musa! Alemlerin Rabbi olan Allah benim» diye seslenildi.
31- «Asanı
yere bırak» (denildi). (Musa asayı yere bıraktı) onu yılan gibi debrenîr
görünce (korkusundan) sırtını çevirip kaçtı. Geriye bile bakmadı. (Ona şöyle dedik); «Dön, gel. Korkma.
Kesinlikle sen emniyette olanlardansın».
32- «(Ey
Musa!) Elini koynuna sok da leke olmaksızın pı-nl pırıl bir beyazlıkta çıksın.
Korkudan yanlanna düşen ellerini göğsüne kavuştun). İşte Rabbinden bu iki delil
Firavun ve ileri gelenlerine (iki açık mucize) dir. Şüphesiz ki onlar bozguncu
bir kavimdir.
33- (Musa:) «Ey Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm.
Korkarım ki hemen beni Öldürürler» dedi.
34- «Kardeşim
Harun dil bakımından benden daha fasihtir. Onu da benimle birlikte gönder ki
beni doğru lasın. Çünkü ben beni yalanlayacaklarından korkuyorum.»
35- (Allah:)
«Ey Musa! Senin pazını kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve ikinize öyle bir
kuvvet vereceğiz ki delillerimiz sayesinde ikinize de hiçbir fenalık
yapamayacaklar. Siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz» dedi.
[21]
(29-35) «Musa (taahhüd ettiğini yapıp) müddetini bitirince...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Bir görüşe göre Hz.
Musa ile beraber hanımı ve iki çocuğu bulunuyordu. Büyük çocuğunun ismi
Ceyleşun, küçük çocuğunun-ki ise El-Yeazen idi. Hz. Musa daha Medyen'de iken
onlar dünyaya gelmişlerdi. Çünkü evlendikten sonra Hz. Şuayb'a on sene çobanlık
yapmıştı. «On seneyi doldurduktan sonra evlendi» diyenler, Hz. Musa'nın
müddeti bittikten sonra on sene daha Medyen'de kaldığı ve çocuklarının orada
dünyaya geldiği görüşündedirler. Vehb diyor ki «Hz. Musa yola çıktığı gece
çocuk dünyaya gelmiştir.»
Hz. Musa'nın uzakta
gördüğü ateş esasında nur idi. «Oradan size bir haber getireyim» sözünden
maksat ise yol hakkında bir haberdi.
Ayetin metnindeki
«Cezven kelimesi, kalın odun demektir. «Ateşten bir odun» tabiri ise mübalâğa
içindir. Ragıb «Cezve, alevlerden sonra ateşte kalan odun demektir» diyor.
İbn Ebi Hatim,
Ubeyd'den şöyle rivayet ediyor: «Bu, içinde ateş olan bir odun parçasıdır.»
«Testalûne» fiili
«ısınırsınız» mânâsını ifade eder. Bu ibare onların sovuğa maruz kaldıklarını
gösterir.
«ELBuk'at'il-Mübareke»
ifadesiyle, bereketlendirilmiş bir yer parçası kastedilmektedir. Bereketli
olmakla vasıflandırılmıştır. Çünkü Cenab-ı Hak'ın orada birçok mucizeleri
tecelli etmiştir.
Bazı müf essirlere
göre, «Eşjş ecere»den önce gelen amin» edatı ta'lil mânâsını ifade eder». Yani
o ağaçtan Ötürü mübarek olmuş bir yerdir. Bu ağaç îbn Abbas'a göre «İnab» İbn
Mesud'un rivayetine göre «Semurre», İbn Cüreyc, Kelbi ve Vehb'in rivayetine
göre «Alsace», Mukatil ve Katade'den gelen rivayete göre ise «Uleyke» adlı bir
ağaçtır.
[22]
Ayetin zahirinden
anlaşılıyor ki Cenab-ı Hak melekler olmaksızın Hz. Musa'ya seslenmiştir. Hz.
Musa da Kelâm-ı Lafzfyi dinlemiştir. Bazı müfessirler «Cenab-ı Hak bir ittihad
ve hulul olmaksızın o sesi o ağaçta yaratmıştır» demişlerdir. Bazıları da «O
sesi ittihad ve hulul olmaksızın orada yaratmıştır» demiştir. Hz. Musa da bunu
sağ taraftan veya bütün cihetlerden işitmiştir.
Eş'ari ile Gazali'ye
göre Hz. Musa, Allah'ın kadim ve nefsi kelâmını ses ve harf olmaksızın
dinlemiştir. Bu tıpkı keyfiyet ve kemiyetsiz olarak Allah'ı görmek gibidir.
Hasan Basri «Cenab-ı
Hak kelâm ile değil vahy ile Hz. Musa'yı çağırmıştır» demiş, fakat bu tevili
büyük alimler kabul etmemişlerdir. Çünkü bu, ayetin zahirine ters düşer. Eğer
durum buysa Hz. Musa'ya peygamberler arasında «Kelimullah» demenin ne mânâsı
kalır. Hz. Musa'nın Allah'ın ezelî sesini harfsiz ve savt-sız dinlediği hükmüne
gelince, bu ihtisasın nedeni açıktır:
Hz. Musa'nın bu
kelâmın Allah'tan olduğunu nasıl bildiğine gelince, bu zaruri olmuştur. Cenab-ı
Hak onda bu bilgiyi yarat-mıştır. Bazıları «Mucize ile oldu» demişlerdir.
Mutezile «Mucize ile olması gereklidirn fikrini ileri sürer. Bazıları tayin
etmişler, bazıları da tayin etmemişlerdir. İddialarına göre zaruri ilmin husulü
teklife ters düşmektedir.
Ayetin metnindeki
«Cann» kelimesi gözü sürmeli yılan demektir. Evlerde çok görülür. İnsanlara
herhangi bir zararı dokunmaz.
«Vella mudbiren», yani
korkudan kaçtı ve arkasına dönüp bakmadı. Ayetin metnindeki «Usluk» emri «Elini
koynuna sok» demektir. «Rahb» kelimesi korku anlamına gelir. Korkudan ötürü
kanadını kendine yapıştır. Mücahid ve İbn Zeyd derler ki «Cenab-t Hak burada
Hz. Musa'ya pazulannın yapıştırılmasını emrediyor ki böylece korkusu azatsın.
Zira insan korktuğu zaman bunu yaparsa kalbi kuvvet bulur.»
Es Sevri, «Hz. Musa,
başına bir kötülük gelir korkusuyla kaçtı» demektedir.
«KanaUdan maksat,
eldir. Çünkü insanın iki eli kuşun iki kanadı mesabesindedir. İnsanoğlu sağ
elini sol koltuğunun altına soktuktan sonra kanadını kendisine yapıştırmış gibi
olur. İkinci bir ihtimal daha vardır ve şöyledir: Kanadın yapıştırılmasından
maksat, gücünü göster ve nefsine hakim ol. Asâ ejderhaya dönüştükten sonra
sebat göster ki korku olmasın.
Hz. Musa'nm «Beni
öldürmelerinden korkuyorum» demesi, Cenab-ı Hak'km korumasını ve takviyesini
talep etmektir. Böylece asaleti tam manâsıyla tebliğ edebilirdi. Yoksa
kendisini peygamberlikten affetmesini talep etmiş değildir.
[23]
36- Musa onlara
apaçık ayetlerimiz
(mucizelerimiz) le gelince onlar «Bu uydurulmuş bir sihirden başka bir
şey değildir. Geçmiş atalarımız arasında böyle bir şey işitmedik» dediler.
37- Musa: «Benim Rabbim kimin kendi katından hidayet
getirdiğini ve hayırlı neticenin kimin olacağını herkesten daha iyi bilir.
Zalimler umduklarına eremezler» dedi.
38- Firavun
da; «Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir mabud olduğunu bilmiyorum. Ey Haman! Benim için ateş yakıp, balçıktan tuğla yap.
Bana bir köşk yap ki Musa'nın mabuduna çıkayım. Ben Musa'yı yalancılardan
zannediyorum» dedi,
39- O
(Firavun.) ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Bunun
üzerine hem onu hem de askerlerini tutup denize döktük. Zalimlerin akıbeti
nasıl olur, görüyorsun!
41- Biz
onları cehenneme çağıran Önderler yaptık, Kıyamet Günü onlara asla yardım
edilmeyecektir.
42- Bu
dünyada onların arkalarına bir lanet taktık. Kıyamet Günü'nde ise onlar
çirkinleştirilenlerdendirler.
43- Andolsun
biz ilk nesilleri yok ettikten sonra
Musa'ya basiretler (açık ayetler) ve bir
hidayet ve rahmet olmak üzere Kitab'ı
(Tevrat'ı) vermişizdir. Umulur ki
onlar nasihat kabul ederler.
[24]
(36-43) «Musa onlara apaçık ayetlerimiz...)} Bu
Ayetlerin Tefsiri
36. ayetin metnindeki «Muftera» kelimesi
uydurulmuş sihir anlamındadır. Yani onlar Musa'ya «Bu bir sihirdir. Onu
başkasından öğrenmişsin. Sonra da onu Allah'a nisbet ediyorsun» demişlerdir.
Bazılar) «İftiradan maksat göz boyamak demektir» derler. Yani sihirdir, bir
hakikat değildir.
37. ayetteki «Ed-Dar» dan maksat, dünyadır. Yani
dünya evinde kimin güzel bir sonucu olacağını Allah daha iyi bilir. Burada
«Mutlak sonuç»tan güzel sonuç kastedilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak kullarını
mutlak sonuca değil, güzel sonuca davet ediyor. Onlarda güzel sonuca irşad
edecek akıllar yaratmıştır. Sanki bu güzel sonuç bütün kullardan istenilmektedir.
Bu, kulların yaradılışının da nedenidir.
«Muhakkak ki zalimler
felah bulmazlar», yani umduklarım elde edemezler. Sakındıkları azaptan
kurtulamazlar. Bu, Hz. Musa'nın sözüdür. «Çamurun üzerinde ateşi yak»tan
maksat, kiremitleri yap demektir. «Sarh» ile maksat yüksek kule, büyük bina
demektir. «Bana bir köşk yap» ifadesi onun bunu yaptığına delâlet etmez.
İbn'ul-Munzir, İbn Cüreyc'den şöyle rivayet ediyor: «Kiremit sanatım ve ondan
binalar yapılmasını ilk başlatan Fira-vun'dur.»
Yine aynı zat Katade'den
şöyle rivayet eder: «İlk çamuru pişirip kiremit haline getiren Firavun'dur ve
onunla kendisine kule şeklinde bir köşk yapılmıştır.»
[25]
Haman, Firavun'un
veziriydi. Onu ismiyle çağırmaması o da dahil hiç kimseye Firavun tarafından
kıymet verilmediğini göstermektedir.
39. ayetteki «El-Ard»
kelimesi, müfessirlerin çoğuna göre Mısır topraklarıdır. Bazı müfessirler,
göğe karşı olan yer demek olduğunu söylemişlerdir. Aynı ayetin metnindeki
«El-hak» ile maksat, istihkaktır. Onların bu görüşleri bâtıldır ve müstehak
olmadıkları halde bu şekilde davranmışlardır.
40. ayetin
metnindeki «Biz onları denize
attık» tabirinden maksat, onları
denizde boğduk demektir.
42. ayette geçen
«La'neten» kelimesi kovmak, uzaklaştırmak veya lanet edenler tarafından onlara
lanet okumak demektir. Çünkü melekler durmadan onlara lanet ediyorlar,
müminler de seleflerinden öğrenerek onlara lanet okuyorlar.
Aynı ayetteki
«Makbuhin» kelimesi hakkında Ebu Ubeyde ve Ahfeş «Onları helak olanlardan
kıldık» demişlerdir. İbn Abbas «Onları yüzleri ve fizyonomileri
çirkinleştirilmiş, yanmış kimseler kıldık» der.
Bu ayet açıkça delâlet
eder ki Firavun Kıyamet Günü'nde kur-tu'mayacak ve lânetlenecektir. Dünyada ve
Ahiret'te Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır. Çünkü zamirler Firavun ile
ordularına racidir.
«Musa'dan önce helak
edilen nesiller» ile kastedilen Nuh'un, Hz. Salih ve Hz. Lut'un kavimleridir.
Hz. Musa'nın onlardan sonra geldiğini haber vermek, Tevrat'ın şiddetli
ihtiyaçtan sonra nazil olduğuna işaret etmek içindir. Dolayısıyla insanların
Kur'an'ın indirilişine ihtiyaç duyacaklarına da telmihte bulunulmaktadır. Çünkü
geçmiş nesillerin helak edilmesi, o devirlerdeki şeriatların bütün
alâmetlerinin munderis olmasına, eserlerinin tamamen ortadan kalkmasına sirayet
eder. Bu da âlemin nizamının karmakarışık, ümmetlerin hallerinin fasid ve yeni
bir şeriata ihtiyaç bulunduğunu takrir etmektedir.
43. ayette geçen
«Besaira» kelimesi basiret kelimesinin çoğuludur. Aynı ayetteki «Nas»
kelimesinden maksat da Hz. Musa'nın ümmeti veya onlar ile onlardan sonra gelen
insanlardır. Tevrat'ın Rasûl-ü Ekrem'e ümmet olanlar için basiretler olması
onları Ra-sûîullah'ın hak peygamber olduğuna irşad etmesinden ileri gelir jj
veya ilimlerine ilim ekler. S
Bu cevaba şöyle itiraz
edilmiştir: O takdirde bu ayet Tev- £ rafın mütalaa ve onun içerisindeki
ilimden istifade edilmesini ge- | rektirir. Halbuki Hz. Ömer (sahih bir hadiste
sabit olduğuna gö- | re) Rasûlullah'tan «Bana isin ver, Tevrat'tan bazı
bölümleri oku- | yayım ve ilmime ilim ekleyeyim» demiş ve Rasûlullah, mübarek |
yüzünde farkedilecek şekilde öfkelendikten sonra şunları söyle- £ mistir: «Eğer
Musa hayatta olsaydı bana tâbi olmaktan başka bir g şey yapamazdı.» Bunun
üzerine Hz. Ömer o parçalan atar ve piş- E man olur.
Cevap olarak şöyle
deniliyor: Basûlullah'ın bu Öfkesi o gün yahudilerin elindeki Tevrat'ın
muharref olması ve o Tevrat'ta fazlalık ve eksiklikler bulunması nedeniyledir.
Yoksa Hz. Musa'ya inen Tevrat'ın kendisinin okunması menedilmiş değildir.
Üstelik insanlar o zaman küfürden yeni çıkmışlardı. Eğer Tevrat'a müracaat
etmek ve onu mütalaa etmek o zaman ruhsatlı kıknsaydı büyük bir fesada yol
açardı. Binaenaleyh Rasûlullah'ın onun okunmasını menetmesi İslâm'ın
yeniliğinden, müslümanların küfürden yeni çıkmış olmalarından ileri gelmiştir.
Bu da Tevrat'ın haddi zatında basiretler oluşunu iptal etmez. Rasûl-ü Ekrem'in
hak peygamber olduğuna irşad eden ayetlerden hali olmasına yol açmaz. Tevrat'a
müracaat etmenin caiz olduğuna dair delillerden biri de şu ayettir: «De ki:
Tevrat'ı getirin.. Eğer doğru iseniz onu okuyun.»
[26]
Ehl-i Kitap'tan
Abdullah bin Selâm ve Kâb'ul-Ahbar gibi yeni müslüman olan yahudiler
Tevrat'tan haberler naklediyorlardı. Bunu ve bunun dinlenmesini İslâm'ın büyük
alimlerinden hiç kimse menetmemiştir. O alimlerin naklettiğini dinlemek ile Tevrat'ı
okumak arasında fark yoktur. Alimlerden çoğu, yahudileri ilzam etmek ve
Tevrat'ın Rasûl-ü Ekrem'in peygamberliğini ispat eden bazı ibarelerini alıp onu
susturmak için Tevrat'ı okumuşlardır. İbn Hacer el-Heytemi'nin Tuhfe'sinde
alim olmayan bir kimsenin Tevrat ve benzeri kitapları mütalaa etmesinin haram
olduğu söylenmektedir. İster onun değiştirilmiş olduğunu bilsin, isterse
ondan şüphe etsin. Bu fetva tahkike en yakın fetvadır. Bugün yahudilerin
elinde bulunan Tevrat'ı tetkik eden bir kimse hepsinin değilse de çoğunun
değiştirilmiş olduğunu görür ve çoğunun Kur'an'da bildirilen haberlerle
uyuşmadıklarını müşahede eder. Bu konuda en güvenilir fetva budur.
[27]
44- (Ey
Rasûlüm!) Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz zaman sen (Tur'un)
batı tarafında hazır bulunmuyordun ve
(o hadiseyi) seyredenlerden de değildin.
45- Fakat
biz (Musa'dan sonra) nice nesilleri
varettik. Onların üzerinden uzun zamanlar geçti. (Ey Rasûlüm!) Sen Med-yen halkı arasında bulunup da onlara
ayetlerimizi okuyor değildin. Lâkin seni peygamber olarak gönderen biz olduk.
46- (Ey
Rasûlüm!) Biz (Musa'ya)
seslendiğimiz zaman da sen Tur'un yanında bulunmuyordun. Aksine senden
önce kendilerine uyarıcı (peygamber)
gelmemiş bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak
gönderildin.
47- Eğer
ellerinin yaptığından dolayı onlara isabet eden bir musibet geldiğinde «Ey Rabbimiz! Ne
olurdu bize bir peygamber
gönderseydin de ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık» diyecek
olmasalardı (peygamber göndermezdik).
48- Onlara katımızdan
hak (peygamber) gelince
dediler ki: «Musa'ya verilen
gibi ona da verilmeli değil miydi?». Oysa daha önce Musa'ya verileni inkâr etmemişler
miydi? Onlar «Bu ikisi (Musa ve
Harun) birbirini destekleyen iki sihirbazdın) ve «Doğrusu biz
hiçbirine inanmıyoruz» demişlerdi.
49- (Ey
Rasûlüm!) De ki: «Eğer doğru iseniz,
Allah'ın katından, bu ikisinden
(Kur'an ve Tevrat'tan) daha doğru
bir kitap getirin de ben ona uyayım!»
50- Eğer
onlar şana cevap veremezlerse bil ki onlar sadece nevalarına uymaktadırlar.
Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir? Allah zalim kavmi kesinlikle doğru yola iletmez.
[28]
(44-50) «{Ey Rasûlüm!) Musa'ya emrimizi
vahyettiğimiz za. man...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetler Kur'an'm
kendisine insanların çok muhtaç olduğu bir devrede tıpkı Tevrat'ın nazil olması
gibi, nazil olduğunu açıklamak üzere gelmişlerdir.
Ayetin mânâsı şudur:
Ey Muhammedi Sen dağın batı tarafında veya Mikat'in vaki olduğu batı
tarafındaki mekânda bulunmuyordun. Cenab-ı Hak'm orada Tevrat'ın levhalarını
Hz. Musa'ya verdiğini de görmedin.
44. ayetin metnindeki
«El-Emm kelimesi ile Allah'ın ahdi kastedilmektedir. Aynı ayetteki «Kadeyna»
fiili «Muhkem kıldık», yani vahy göndermek, Tevrat'ı indirmek suretiyle onun
peygamberlik emrini muhkem kıldık demektir.
«Sen şahitlerden
değilsin», yani Hz. Musa'ya vahy geldiği anda orada hazır olanlardan değildin.
Veya Hz. Musa'ya gelen vahyin şahidi olan o yetmiş kişiden biri değildin.
«Şahit» kelimesi burada ya bulunmak (hazır olmak) mânâsına gelen şehadet kökünden
veya şahitlik (görmek) mânâsını ifade eden kökten gelmiştir.
Bazıları «Şahitlerden
maksat meleklerdir» demiştir. Sanki Rasûlullah'a şöyle denilmektedir: «Sera
batı tarafında hazır değildin, biz Musa'ya peygamberliği vahy ile
muhkemleştirdik. Allah'ın emriyle peygamberlere vahy getiren meleklerden de
değildin. Oralar başkasının muttali olmadığı hadiselere muttali olurlar. Sen
onlardan da değildin ki Hz. Musa'nın başından geçenleri bilesin ve halka haber
veresin.»
Ayetin hulâsası şudur:
Ey Muhammed! Sen orada hazır bulunmuyordun ki bunu bilesin. Biz vahy göndermek
suretiyle sana bunu öğrettik. Vahy gelmesinin nedeni de zamanın uzaması, diğer
peygamberlerin getirdiği şeriatların bozulması, haberlerin kaybolması ve
unutulmasıdır.
Ayetin metnindeki
«Saviyen» kelimesi «Mukim» demektir.
«Biz Musa'ya seslendiğimiz zaman sen bu dağın kenarında değil-dina. Yani
«Ey Musa! Ben Alemlerin Rabbi olan Allah'ım» dediğim zaman, sen orada
değildin. Onu peygamber kılıp, Piravun'a gönderdiğimiz zaman da sen orada
değildin. Lâkin biz seni Kur' an'la gönderdik. O Kur'an bunları ve başka
hadiseleri belirtmektedir. Bu senin ve insanlar için bir rahmetten ötürüdür.
[29]
«Senden önce
kendilerine peygamber gelmeyen bir kavmi korkutman için seni gönderdik. Umulur
ki onlar ibret alırlar» ayel-tindeki kavimden maksat Araplar'dır. Ayetin
zahirinden anlaşılıyor ki Hz. Peygamber'den önce Araplar'a herhangi bir
peygamber gelmemiştir. Fakat burada bu kastedilmemektedir. Çünkü ittifakla
sabit olmuştur ki Hz. İsmail Araplar'a peygamber olarak gönderilmiştir. Hz.
İsmail'in peygamberliğiyle Rasûl-ü Ekrem'in peygamberliği arasında uzun bir
zaman (ikibin seneden daha fazla) geçtiğinden, onlar Hz. İsmail'in şeriatını
unutmuşlardı. Onun haberlerine vakıf değillerdi.
Allame İbn Hacer «El
Munah'iUMekkiyye» adlı kitabında «Araplar'a Hz. İsmail'den sonra peygamber
gelmedi. Hz. İsmail'in peygamberliği de onun ölümüyle son buldu, Hz. İbrahim
ile diğer peygamberler Araplar'a gönderilmemiştir. Sanki Hz. İsmail'i az
buldukları için onun vefatından sonra peygamberliğinin hükmünün kesilmesinden
dolayı, bu uzun zaman, Araplar'a hiçbir peygamber gönderilmemiş gibi kabul
edilmiştir.»
Bazı kimseler «Hz.
Musa ile Hz. İsa İsrailoğulları'na peygamber olarak gönderildikleri gibi
Araplar'a da gönderilmişlerdir. Burada «Senden önce peygamber gelmemiştir»
şeklindeki hükümden maksat, Hz. İsa ile Hz. Peygamber arasındaki fetret devresidir»
derler. Buhari'nin Selman-ı Farisi'den rivayet ettiğine göre bu fetret devresi
650 senedir. Birçok kitaplarda 550 sene olduğu kaydedilmektedir, Hz. Peygamber
ile Hz. İsa arasında bir peygamberin gelmediği sabittir. Nitekim Rasûl-ü
Ekrem'in bu hususta «Benimle İsa arasında herhangibir peygamber yoktur» şeklinde
bir hadisi vardır.
Bazı alimler «RasûLü
Ekrem'le Hz. İsa arasında dört peygamber vardı. Üçü İsrailoğulları'ndan, biri
de Araplar'dandı. Arap olan zat Halit bin Sinan'dım derler. Bazıları da
«Bunlardan maksat Rasûlullah'ın muasırı olan Araplar'dır. Çünkü Rasûl-ü Ekrem'in
uyarısı sadece onlar için bir anlam taşır. Onlardan önce gelen eslaf ve ecdad
için değil» derler. Bu daha açık bir yorumdur.
Tefsircilerden bir
guruba göre «Biz ona seslendiğimiz zaman sen Tutun kenarında değildin»
ayetinden maksat, Ümmet-i Mu-hammed'le ilgili olan konulardaki seslenmedir ve
bu.hususeta birçok eser rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi El-Feryadi'nin
Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir: «Ey Muhammed ümmeti!
Benden istemeden Önce
size verdim. Bana yakarmazdan Önce duanızı kabul ettim diye Ümmet4 Muhammed'e
nida edilmiştir.» (Hadisi İbn Merduveyh, başka bir vecihe binaen Ebu Hureyre'den
merfu olarak rivayet etmiştir).
47. ayetteki «Musibet» ten maksat, Ebu Müslim'den
rivayet edildiğine göre, dünya ve Ahiret azabıdır. Bazıları da «Köklerini
kazıtıcı azaptır» demişlerdir. Birinci
Levla'nm cevabı mukadderdir: Eğer onlara elleriyle kazandıklarından
ötürü musibet isabet etmeseydi seni peygamber olarak göndermezdik!
«Fakat onlara
tarafımızdan hak gelince» cümlesindeki zamir, Rasûlullah'ın döneminde mevcut
olan Mekke ehline ve ondan sonra gelen cemi zamirlerinin tamamı da onlara
racidir. El-Hak'-tan maksat, hak olan iştir ve o da Hz. Peygamber'e inen
Kur'ari'-dır.
48. ayetin metninde geçen «Sihranî» kelimesi
mukadder bir mübtedanm haberidir. Yani «Hz. Muhammed'e ve Hz. Musa'ya verilen
Kitap (Kufan ve Tevrat) iki
tane sihirdir» demişler ve «Birbirini tasdik etmek suretiyle
yardımlaşıyorlar» diye de ilave etmişlerdir. Bunun nedeni, Mekkeliler'in, bir
grubu, bir bayramlarında yahudi ileri gelenlerine göndermeleridir. Onlar
Rasûlullah'ın durumunu onlardan sordular. Yahudiler: «Biz O'nu sıfatıyla Tevrat'ta bulmaktayız»
dediler. Mekke heyeti memleketlerine dönüp yahudilerin söylediklerini onlara
ilettiklerinde onlar da bu sözlerini söylediler.
«Muhakkak ki Allah
zalim olan kavmi doğru yola iletmez». Yani hevâya tâbi olmak ve apaçık Hak'ka
hidayet eden ayetlerden yüz çevirmek suretiyle nefislerine zulmedenlere Allah
hidayet etmez.
[30]
51- Andolsun
biz, onlar için nasihat kabul ederler diye sözü (vahyi) ardısıra getirdik.
52- Kur'an'dan önce kendilerine Kitab'ı verdiklerimiz Kur'
an'a iman ederler.
53- Kur'an
onlara okunduğu zaman onlar «Biz ona inandık. O Rabbimiz tarafından
indirilmiştir. Hak (bir
söz) dür. Bizler bundan önce de
müslüman olmuştuk» derler.
54- İşte
onlar var ya! Onlara sabırlarından dolayı iki kere mükâfat verilecektir. Onlar
iyilikle fenalığa karşı gelirler. Rizık olmak üzere verdiğimiz şeylerden (hayra)
sarfederler!
55- Onlar
uygun olmayan bir sözü işitince (olgunluk göstererek) ondan
yüz çevirirler ve «Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size.
Selâm üzerinize olsun. Biz kendini
bilmezlerin (sohbetini) istemeyiz»
derler.
56- (Ey
Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete
erdirir ve o hidayete erecekleri herkesten daha iyi bilir.
57- Onlar
«Eğer seninle beraber doğru yola uyarsak yurdumuzdan atılırız» dediler. Biz
onları, emniyetli ve tarafımızdan rı-zık
olmak üzere kendisine her
çeşit ürünün taşındığı
Harem'e yerleştirmedik mi? Fakat onların pek çoğu (bunların Allah tarafından
geldiğini) bilmezler.
58- Biz nice
kasabalar (ahalisini) helak ettik ki ahalisi müreffeh hayatlarından
ötürü şımarmıştı. İşte
konaklan kendilerinden sonra
bomboş duruyor. Orada pek az kimse oturmuştur. (Onlara) biz varis olduk.
59- Raobin ana merkezlerinde ayetlerimizi okuyacak
bir peygamber gönderinceye kadar o memleketleri helak edici değildir.
Biz halkı zalim olan memleketlerden başkasını da helak edici değiliz.
[31]
(51-59) «Andolsun
biz onlar için, nasihat kabul ederler...» Bu Ayetlerin Tefsiri
51. ayetin metninde gelen «Vessalna» fiili kopan
parçaları birbirlerine eklemek mânasını ifade eder. Zamir Mekke ehline
raci-dir. Ayetin mânâsı şudur: Andolsun, biz Kur'an'ı hikmet nasıl iktiza
ediyorsa o şekilde Mekkeliler'in üzerine indirdik.
Veya, vaad ile vaid,
kıssalar ve ibretler, mevizeler ve nasihat-lar olarak peşpeşe onu gönderdik.
Bazıları da «Biz onlar için Ahi. ret haberini dünya haberine bağladık. Sanki
onlar Ahiret'i gözle görmüş gibi oldular» anlamını vermişlerdir. Ahfeş'e göre
ayetin mânâsı, biz onlar için sözü tamamladık demektir.
52. ayetin
metnindeki «Min kablihi» kelimesindeki zamir, Kur'an'a racidir. Yani Kur'an'ın
gelmesinden Önce onlara Kitab'i verdik.
«Kitab'ı verdiklerimiz
Kur'an'a iman ederler.»
Bazı müfessirler
«Gerek «Kablihi» kelimesindeki zamir, gerekse «Bihi» tabirindeki zamir
Rasûlullah'a racidir» demişlerdir. Bu takdirde kendilerine kitap verilenlerden
maksat, İbn Abbas'ın yorumuna göre mutlak olarak ehli kitaptır. Bazıları «Onlar
Ebu Rifaa ve arkadaşı olan on yahudidir. Bunlar iman ettiler ve iman ettikleri
için eziyete tabi tutuldular» demiştir.
«Onlara Kur'an
okunduğunda, bu Allah'ın kelâmıdır. Hak olduğunu bildiğimiz kelâmdır. Biz o
inmeden önce de müslüman idik derler.»
Bu ayet onların Hz.
Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmelerinin Kur'an'm inişinden önceki zamana
rastladığını gösterir. Çünkü onlar Peygamber'in zikrini geçmiş kitaplarda
görmüşlerdi. Onlar Kur'an inmezden önce de İslâm dini üzerinde idiler. Onların
Kur'an gelmezden önce ona icmalen iman etmeleri kâfidir.
Gerek Keşşafta gerekse
El-Bahr'da «İslâm her muvahhidin ve vahidi tasdik edenin vasfıdır. İslâm sadece
bu ümmetin özelliklerinden değildir» denilmiştir. Burada İslâm'dan inkıyadın
(itaat etmek) kastedümesi mümkündür. Yani biz Kur'an'ın nüzulünden önce de
Allah'ın hükümlerine inkıyad etmiştik. O hükümleri üzerimize inen kitap bize
belirtmektedir. Onların bir kısmı da Kur'an'a iman etmektir. Binaenaleyh biz
Kur'an'a Kur'an gelmezden önce iman etmişizdir. Bu sıfata sahip olan ehli
kitaba ecirleri iki defa verilir. Birincisi Kitab'a (Tevrat'a), ikincisi Kur'an'a
iman ettiklerinden ötürü verilir.
«Onlar hasene ile
(taatle) seyyieyi (masiyeti) defederler». Çünkü hasene seyyieyi siler. Basûlü
Ekrem, Muaz'a «Seyyie'nin arkasından hasene getir ki onu silsin» demiştir.
Bazı müfessirler
«Onlar halimlik sıfatıyla eziyeti silerler» demişlerdir. İbn Cübeyr «Onlar
emri bilmaruf ile münkeri silerler» derken İbn Zeyd «Hayırla şerri silerler»
demiştir.
«Onlar îağvi
dinlediklerinde», yani düşük sözleri dinlediklerinde. Mücahid
«Eziyyet ve sövçüîeri
dinlediklerinde» derken, Dahhak «Şirki dinlediklerinde» der.
«Selâm üzerinize
olsun» sözünü tevdi' için söylemişlerdir. Tahiyye değildir. İster tevdi isterse
mutarefe için olsun ayette ilk olarak kâfire selâm vermenin caiz olduğuna dair
herhangi bir delil yoktur. Cessas'm iddiası yersizdir. Zira «Selâm üzerinize oh
sun» sözü onlara veda edip ayrılmak mânâsını ifade eder.
55. ayetin metnindeki
«La Nebtağî» fiili mütarekeye davet edenin (veda edenin) açıklamasıdır. Yani
biz cahillerin sohbetini istemeyiz. Onlarla muhalefet etmeyi (karışmayı) irade
etmeyiz.
«Ey Muhammedi Sen
sevdiğini hidayete iletemezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete iletir», yani
sen her sevdiğini İslâm'a sokmaya muktedir değilsin. Çünkü sen kulsun. Onların
kalbine hangi mührün basılmış olduğunu bilemezsin. Fakat Cenab-ı Hak dilediğini
İslâm'a soluna kuvvetine sahiptir. Çünkü o bilir ki onun kalbine herhangi bir
mühür vurulmuş değildir.
Burada İslâm'a
sokmanın kudreti Rasûl-ü Ekrem'den alınmış ve bu «Allah dilediğine hidayet
eder» cümlesinde Allah için ispat edilmiştir.
Bu ayet Rasûlullah'a
bir teselli olsun diye sevkedilmiştir. Çünkü Easûl-ü Ekrem kavmini sever,
onların herkesten daha fazla iman etmeleri için gayret gösterirdi. Fakat buna
rağmen tam manâsıyla muvaffak olamamıştı. Zira onlar bâtıl dinlerinde ısrar ettiler.
Haberlerin çoğu bu ayetin Ebu Talib hakkında nazil olduğunu göstermektedir.
Ebu Sehl es-Serri bin
Sehl, îbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: «Bu ayet Ebu Talib hakkında nazil oldu. Rasûl-ü Ekrem onun müslüman olması için
ısrar etti. O da müslüman olmaya yanaşmadı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti
indirdi.»
Ebu Talib'in müslüman
olma meselesi ihtilaflıdır. Müfessir-lerin icmaını —ki ayet onun hakkında nazil
olmuştur— hikâye etmek doğru olmaz. Zira Şiiler ve onların müfessirlerinden
birçok kimse Ebu Talib'in İslâm ile müşerref olmasına kaildirler. Onlar Ehli
Beyt'in bu husustaki icmaını nakletmektedirler. «Ebu Talib'in müslüman
olmadığı hususunda müslümanların icmaı vardır» diyen bir kimse Şiilerin
rivayetlerine önem vermemiş demektir. Ebu Talib müslüman olmamışsa dahi onun
aleyhinde konuşulması uygun değildir. Çünkü bununla Hz. Ali'nin soyundan gelen
inil sanlar eziyet görür. Belki Raiûl-ü Ekrem dahi eziyet görür. Çünkü birçok
rivayetlere göre Rasûl-ü Ekrem onu seviyordu. İhtiyat da-ğ| ha evlâdır. Zira bir göz için bin göz
sevilir.
57. ayetteki
«Nutehattef» füli «Biz memleketimizden çıkartılacağız» demektir. Bu ayet Hars
bin Osman bin Nevfel bin Abdi Menaf hakkında nazil olmuştur. Çünkü Rasûl-ü
Ekrem'e gelerek U «Biz biliyoruz, sen hak üzerindesin. Fakat sana tâbi olursak,
korkarız ki Araplar bize muhalefet ederler. Biz ise Araplar'a nisbe-ten bir
başın yemesi kadarız. Onlar bizi memleketimizden çıkarırlar» demişti. İşte
bunun üzerine Cenab-ı Hak onların bu fikirlerini reddetti. «Biz onları
korumadık mı? Memleketlerini emniyet sahibi bir harem olarak kılmadık mı?». Bu
da o memlekette bulunan Kabe hürmetinedir. Araplar Kabe etrafında ticaret
yaparlardı. Onlar da Mekke'de emindiler.
«Onların çoğu
bilmezler», yani onlar cahildirler. Bu işe akıl erdiremiyorlar ve bunu bitmek
için de düşünmüyorlar.
ayetin metnindeki
«Betıret» fiili mağrur oldular, nimetin
hakkını vermediler,
azgınlık yaptılar anlamına gelir. İşte onların memleketlerini bu sebeple tahrip
ettik. Sizin seferlerinizde uğradı dığımz memleketleri, gördüğünüz meskenleri
(Meselâ Semud'un hicri) bomboş görmenizin sebebi de onların zulümleridir.
Onları helak ettücten sonra bazıları müstesna kimse onların yerlerinde durmadı.
Yani insanlar az bir zaman orada oturdu. Veya çok az insan orada durur.
59. ayet metnindeki
«Ummiha» dan maksat, o kasabaların anası, aslı, en büyüğüdür. Yani o kasabaya,
bizim ayetlerimizi tebliğ edecek bir rasûl göndermedikçe diğer kasabaları helak
etmeyiz. Evvelâ peygamber gelir, hakkı söyler, onları Allah'a ibadete teşvik
eder. Allah'a muhalefet etmekten korkutur. Onlar peygamberleri dinlemezlerse
helak olurlar. Peygamberin gönderilmesi hususunda da hüccetleri kalmasın,
mazeretlerinin kökü kesilsin diye böyle olur. Çünkü peygamber gelmezden önce
Cenab-ı Hak onları azaba tabi tutsaydı «Niçin bize peygamber gönderme-din?
Gönderdeydin ayetlerine tâbi olurduk» diyebilirlerdi.1
Peygamberin ana
merkeze gönderilmesinin hikmeti oradaki insanların daha zeki olacağı, daveti
daha tez kabul edecekleri düşüncesidir.
Abd bin Humeyd, İbn
Ebi Hatim, Katade'den şöyle rivayet eder: «Umm'ul-Kura» Mekke'dir. O gönderilen
peygamber de Hz. Muhammed'dir. O kasabalardan maksat da Rasûlullah döneminde
Mekke'ye yakın olan kasabalardır.»
[32]
60- Size
verilen herşey dünya hayatının geçim vasıtası ve ziynetidir. Allah'ın katında
olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
61- Acaba
kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve sonunda ona kavuşan kimse,
kendisine sadece dünya hayatının geçici zevkini yaşattığımız ve sonra Kıyamet
Günü'nde huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi midir?
62- (Hatırlat)
o günü ki (Allah) onları çağırarak; «Benim ortaklarım (olduklarını) iddia ettiğiniz (batıl
mabudlar) hani nerede?» der.
63- Aleyhlerinde
söz (ceza) hak olanlar
(o gün şöyle) diyeceklerdir: «Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir.
Kendimiz nasıl azmışsak onları da Öyle
azdırdık. (Onlardan) uzaklaşıp sana sığınırız. Esasında onlar
bize tapmıyorlardı.»
64- (Onlara): «Ortak koştuklarınızı çağırın» denir.
Onlar da çağırırlar. Fakat
(çağırılanlar) kendilerine
cevap vermezler. Ve azabı görürler. Ne
olurdu doğru yola girebilselerdi!
65 — (Hatırlat)
o günü ki (Allah) onlara nida edip «(Gönderdiğim) peygamberlere ne cevap verdiniz?» diye sorar.
66- İşte o
gün onlara haberler kör olmuştur. Onlar birbirlerine de soramazlar.
67- Fakat
tevbe edip, inanan ve salih amelde bulunan bir kimseye gelince umulur ki muradına ermiş olanlardan
olsun.
68- (Ey
Rasûlüm!) Rabbin dilediğini yaratır ve
seçer. Onların ise seçim haklan yoktur. Allah ortaktan münezzehtir ve eş
tutmakta oldukları (her şeyden) yücedir.
69- (Ey
Rasûlüm!) Rabbin onların
göğüslerinin gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.
70- O'
Allah'tır. O'ndan başka mabud yoktur. Başında da sonunda da hamd O'na aittir.
Hüküm O'nundur ve ancak O'na döndürüleceksiniz.
[33]
(60-70) «Sise
verilen her şey dünya hayatının...» Bu Ayetlerin Tefsiri
60. ayetin metninde geçmekte olan «şey» kelimesi
dünya işleri, dünya sebepleri anlamında kullanılmıştır.
«Allah katında olan»
dan maksat cennettir, amellerin sevaplarıdır. Bu haddizatında dünya işlerinden
çok üstündür. Çünkü ölümsüz bir lezzet, çirkini olmayan bir güzelliktir.
Allah'ın katındaki
daha bakidir. Çünkü ebedidir. Sonuçlu bir şey sonucu olmayan bir şeyle nasıl
denk olabilir? Bu ayet sanki onların, «Biz sana tâbi olursak Araplar'ın bize
saldırmalarından bizi yoketmelerinden korkuyoruz» demelerine verilmiş bir çeşit
cevaptır.
61. ayetin
metnindeki «Güzel vaad»den (Va'den hasenen) maksat cennet ve oradaki
katıksız ve daimi nimetlerdir. Hâzır
edilmişlerden maksat, Kıyamet Günü'nde ateş veya azap için hazırlanmış
kimselerdir. Bu ayet, İbn Cerir'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre Rasûl-ü
Ekrem ile Ebu Cehil hakkında nazil olmuştur. Yine İbn Cerir'in Mücahid'den
başka bir tankla rivayet ettiğine feore bu ayet Hz. Hamza ile Ebu Cehil
hakkında nazil olmuştur. Bazıları ise bu ayetin genel olarak müminler ile
kâfirler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
62. ayetteki «Ortaklar» ile maksat, Allah'tan başka tapılan melekler veya insan
veya yıldız veya putlar ve başkalarıdır.
63. ayetteki «El-Kavl» den maksat, sabit olan
hükümdür. Bu hüküm ise «Andolsun,
cehennemi cinler ve insanlarla dolduracağım» ayeti ile diğer tehdid
ayetleridir.
«Haklannda hüküm sabit
olan ortaklar» dan maksat, şeytanların ve kâfirlerin ileri gelenlerinden
meydana gelen ortaklardır. Çünkü küfürde onlar asıl sayılırlar. Azaba müstehak
olmakta da temeldirler. Cenab-ı Hak bunlar hakkındaki hükmü açıklamasına
rağmen Allah'tan başka taptıkları mabudları açıklamamıştır. Böylece Hz. İsa,
Hz. Üzeyr ve melekler gibi taptıkları kimseler bu hükmün kapsamından
çıkarılmıştır.
Kendisine tapılanlar,
tapanların «Bunlar bizi dalâlete götürdü» diyeceklerini bildikleri için şöyle
demişlerdir: «Ey Rabbimiz! Âzdırdiklarvmız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları
da azdırdık», yani onları dalâlete zorlamadık. Vesveseler ve birtakım kuruntularla
kendimiz nasıl sapmışsak onlan da öyle saptırdık. Zor kullanmadık. Onlar da
kendi istekleriyle bizim saptığımız gibi saptılar. Onlar esasen bize ibadet
etmiyorlardı. Heva ve heveslerine ibadet ediyorlardı. Biz onların
ibadetlerinden teberri ederiz.
Onlar Allah'a ortak
koştuklarını çağırırlar, fakat o ortak koştukları onlara cevap veremezler.
Çünkü cevap vermeye kudretleri yoktur. Veya Cenab-ı Hak onların ağızlarına mühür
vurduğu için, konuşamazlar.
64. ayette «Onlar azabı görürler» cümlesindeki
«Onlar» dan maksat, çağıranlardır.
Yani Allah'a ortak koşanları
çağıranlar azabı görürler. Dahhak «Hem çağıranlar hem de çağırılanlar
azabı görürler» demiştir.
Ayetin zahirinden
anlaşılıyor ki bunu gözle görmüşlerdir. Azabı görmeleri, azabın başlangıcını
görmeleri mânâsındadır. Yahut azabın kendisini görmüşlerdir. Cenab-ı Hak azabı
müşahhas bir hale getirerek kendilerine göstermiştir.
64. ayetin son
cümlesinin iki mânâsı vardır:
Yani onlar azabı
defetmek üzere herhangi bir hile buseydiler onunla azabı kendilerinden
defedeceklerdi. Veya onlar dünyada hidayete gelip kesinlikle Kıyamet Günü'nde
azabı görmeyeceklerdi.
Onlara haberlerin kör
olması, onların haberlere varmaması, haberlerin kendilerine gizli kalması
demektir.
Bu haberlerden maksat
ya, «Siz peygamberlere nasıl cevap verdiniz?» şeklinde onlardan istenilen
haberlerdir, veya genel haberlerdir.
«Onlar birbirlerine de
sormazlar», yani öyle bir dehşetin içerisine girmişlerdir ki birbirlerine
soramaz hâle gelmişlerdi veya hepsi cehalette eşit olduklarını bildiklerinden
dolayı birbirlerine sormazlar.
«Felaha kavuşanlar»
dan maksat, Cenab-ı Hak katında isteklerine erenlerdir.
«Rabbin dilediğini
yaratır», yani neyi dilerse ve neyi ihtiyar ederse onu yaratır. O ihtiyarsız
Hiçbir şey yaratmaz.
69. ayetteki «Tukinnu»
fiili, onların göğüslerinde gözledikleri bâtıl uikadlardır. Rasûlullah'a olan
düşmanlıkları Rabbim bilmektedir.
Hamd dünyada da
Ahiret'te de Allah'a mahsustur. Çünkü bütün nimetler O'ndan gelir. Diğerleri
sadece vasıtalardır. Hamd burada nimetin karşılığında yapılandır. Ayetin
zahirine bakılırsa Ahiret hamdi sadece Allah'a mahsus değildir. Çünkü Hz.
Peygam-ber'e de Şefaat-i Kübra'yı yaptığı zaman geçmişlerin ve geleceklerin
hepsi hamdederler. Birçok müfessir, Allah'a Ahiret'te yapılan hamdden maksat,
müminlerin «Bize vaadini doğrulayan Allah'a hamdolsun. Hamd bizden üzüntüyü
gideren Allah'a mahsustur. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur»
tarzındaki sözleridir, Müfessirler «Burada hamd bir külfet, bir ağırlık değil,
lezzet mânâszndadır» derler. Nitekim Müslim ve Ebu Davud'un, ehli cennetin
vasıflan münasebetiyle Cabir'den rivayet ettikleri hadise göre, ehli cennete
nefes almak ilham edildiği gibi, teşbih ve teh-lil de ilham edilecektir.
«Hüküm O'nundur», yani
her şeyde geçerli olan, hiçbir kimsenin ortaklığı bahis konusu olmayan hüküm
O'nundur.
İbn Abbas «Kullar
arasındaki hüküm O'nundur. O taat ehline mağfiretle, masiyet ehline de
şekavetle hükmedecektir» demiştir.
[34]
71- (Ey
Basûlüm!) De ki: Acaba düşündünüz mü? Eğer Allah geceyi Kıyamet Günü'ne kadar üzerinizde aralıksız
devam ettirse, Allah'tan başka size ışık getirecek bir mabud var mıdır?
Hâlâ işitmeyecek misiniz?
72- De
ki: Eğer Allah gündüzü Kıyamet
Günü'ne kadar üzerinizde aralıksız devam ettirse, size içinde
dinleneceğiniz bir geceyi Allah'tan başka getirecek kimdir? Bana haber verin.
Hâlâ görmeyecek misiniz?
73- Geceyi ve gündüzü rahmetinden dolayı sizin
için yarattı ki gecede istirahat edesiniz. (Gündüzde de) fazlından rızkınızı arayasmız. Umulur ki
şükredersiniz.
74- (Hatırlat
o günü ki) Allah onları çağırarak, «Ortaklarım olduğunu iddia ettikleriniz
hani nerede?» der,
75- Her
ümmetten bir şahit çıkarırız ve «Delilinizi ortaya koyun» deriz. İşte o zaman
hakikatin Allah'a ait olduğunu anlarlar. (O gün) uydurageldikleri (bâtıl
mabudlan) kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır.
76- Kânın, Musa'nın
kavmindendi. Onlara karşı
azgınlık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki anahtarlarını güçlü
kuvvetli bir cemaat zor taşırdı. Karun'un kavmi kendisine şöyle demişti: «(Ey
Karun!) Sakın şımarma.
Çünkü Allah şımarıkları sevmez.»
77- «Allah'ın
sana verdiğinde Ahiret yurdunu gözet. Fakat dünyadan da nasibini unutma.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu
arzulama. Kuşkusuz ki Allah
bozguncuları sevmez.»
[35]
(71-77) «(Ey
Rasûlüm!) De ki: Acaba...» Bu Ayetlerin Tefsiri
71. ayetin metnindeki
«Eraeytum» fiilinin mânâsı, «Bana haber verin» demektir. ({Sermeden» kelimesi
ise «daimi» mânâsını ifade eder.
«Siz işitmiyor
musunuz?» cümlesinden maksat anlayacak şekilde, açık delille ve birbirlerini
takviye eden naslan görmek suretiyle işitmektir. Böyle işitirseniz Allah'tan
başkasının bunu yapamayacağını bilirsiniz.
«Görmüyor musunuz?»,
yani Allah'ın kâmil kudretine delâlet eden ve ortaya konulan bunca delile
rağmen görmez misiniz? Eğer görürseniz Allah'tan başkasının buna güç
yetiremeyeceğine vakıf olursunuz.
-V Zemahşeri Keşşafta,
«Cenab-ı Hak Önce, gecenin daimi ol-
maşım, sonra da
gündüzün daimi olmasını zikretmiştir.
Çünkü gece, (dediklerine göre) şer'an ve örf en gündüzden evveldir» der.
[36]
73. ayette çalışmanın
medhine işaret vardır. Zira bir hadisde şöyle varid olmuştur: «Kesbedici,
Allah'ın habıbidir». Bu bakımdan, kesb hiçbir zaman tevekküle ters düşmez.
Kesbin vasıtasıyla kulun eline geçen, Allah'ın fazlıdır. Ancak bu çalışma
neticesinde onu vermek Allah'a vacib değildir.
75. ayetin metnindeki
«Neza'na» fiili «Süratle çıkardık» demektir. Yani her ümmet arasından onların
aleyhinde olanlara şahitlik yapacak bir şahit çıkardık. Şahit o ümmetin
peygamberidir. Nitekim bu görüş Mücahid ve Katade'den rivayet edilmiştir. Ayrıca
«Biz her ümmetten bir şahit getirdiğimizde ve seni de onlar üzerine şahit
olarak getirdiğimizde nasıl olacaktır?» ayeti bunu desteklemektedir. Fakat bu
Kıyamet'in bir durumunda böyledir. Başka bir durumda peygamberlerden başka bir
şahidin getirilmesi ile bu birbirine ters düşmemektedir. Peygamberler dışında şahit olarak
getirilenler Hz. Muhammed'in ümmeti ve meleklerdir. Çünkü Cenab-i Hak başka bir
ayette: «Peygamberler ve şahitler getirildiler» diye buyurmuştur. Bu ayet
delâlet eder ki şahitler peygamberlerden başkalarıdır. Zira matuf, üzerine atıf
yapılanın aynısı olamaz.
75. ayetin metnindeki
«Dalle» fiili kayboldu mânâsını ifade eder. Yani onların dünyada batıl olarak
yapmış oldukları iftiralar kendilerinden kaybolur.
[37]
76 ve 77. ayetler
Karun'u konu edinmektedir. Kânın, İsrail-oğullan'ndandı. İbn Atiyye «Bu noktada
ittifak vardır» der. Onun Hz. Musa'ya yakınlığı konusunda ihtilaf vardır, ibn
Abbas, îbn Cüreyc, Katade ve İbrahim en-Nehâî'den gelen rivayete göre o,
Musa'nın amcasıdır.
Mecma'ul-Beyan'da
Tabersi, Ata'dan, o da îbn Abbas'tan, Karun'un Hz. Musa'nın teyzesinin oğlu
olduğunu rivayet eder. Mu-hammed bin İshak, «Karun, Musa'nın amcasıydı» der.
Ayet metnindeki
«Kunuz», «Kenz» (hazine) kelimesinin çoğu-ludur. İstif edilen mallar demektir.
El-Bahr'da Karun'un mallarına hazineler mânâsına gelen «Kunuz» denilmesinin,
onların zekâtlarının verilmemesinden kaynaklandığı yazılıdır. Musa ona
malların zekâtını vermesini emretti. Fakat o vermedi. Bu durum onun Hz.
Musa'dan buğzetmesine sebep olmuştur.
«Mefatihn kelimesi
miftahın çoğuludur. Kilitleri açan alet (anahtar) demektir. Süddi «Mefatih'ten
maksat hazinelerdir» demiştir. Dahhak ise bu hazinelerin kabları olduğu
fikrindedir. Bunun benzeri İbn Abbas ve Hasan Basri'den rivayet edilmiştir.
Bazıları «Mefatih'in
tekili mifiah olarak gelir. Çünkü ismi mekândır» demişlerdir.
Ayetin metnindeki
«Tenûu», nâe kelimesinden türemedir. Ağır basmak mânâsını ifade eder.
«Usbe» ile kastedilen,
büyük bir cemaattir. Özel bir sayı belirtmez. Ragıb bu görüştedir.
Filologlardan bazıları bu kelimenin sayı belirttiğini söylemiştir. Fakat
aralarında ihtilaf vardır.
[38]
Karun'un
anahtarlarının sayısı hususunda çok mübalağa yapılmıştır. Hayseme'den gelen
rivayete göre «Altmış katır yükü kadardı». O anahtarların hiçbiri bir parmaktan
büyük değildi. Ve her anahtar bir hazineyi açıyordu.
Yine Hayseme'den gelen
bir rivayette «Karun'un anahtarları deridendi. Her anahtar bir hazineye aitti.
Onlar biraraya getirildiğinde yetmiş katıra yüklenirdi» denilmektedir.
Ebu Hayyan El-Bahr'da,
«Anahtarların çokluğu hakkında ge-len rivayetlerde yalan ve yalana yakın
olanlar vardır. Onun için ben hiçbirini yazmadım» demiştir.
İçinde mübalağa
olmayan rivayetlerden biri İbn Abbas'tan gelen şu rivayettir: «Mefatih burada
hazineler demektir». Yani Karun'un hazinelerini kırk kişi taşırdı ve dörtyüz
bin di, her on-bini bir kişi götürürdü. Bu rivayete binaen halk arasında Karun'un
darbı meselleri hazinelerinden daha fazla yaygındır. Umulur ki ayet onun bunlardan
daha fazlasına da mazhar olduğuna işaret etmekte olsun. Ben durumun Hayseme'nin
dediği gibi olduğunu sanmıyorum. Ebu Müslim, Hayseme'den daha da ileri giderek
şöyle diyor: «Mefatih'ten maksat ilim ve ihatadır. Tıpkı, «Gaybın anahtarları
Allah kalındadır» ayetinde olduğu gibi. Maksat şudur: Biz ona hazinelerden o
kadar vermiştik ki onları korumak, onların üzerine muttali olmak bir cemaate
dahi ağır gelirdi. Yani bu hazineler o kadar fazla ve çeşitli idi ki onları
koruyanlar yorulurlardı.»
«La tefrah», yani
haddini aşma. Çünkü dünya, dünya olmasından dolayı verilmiştir. Dünyayı dünya
için sevmek, ona razı olmak demektir. Ayrıca bu onun geçici olduğundan gafil
olmak demektir. Zira onun içindeki lezzetlerden ayrılmak gerektiğini bilmek
üzüntüyü gerektirir.
«Kesinlikle Allah
şımarıkları sevmez» cümlesi ilmî bir delildir ve dünya ile ferahlanmanın
şer'an yerilmiş olduğunu ifade eder.
Dünyanın zatından ötürü onunla tefahur etmek mezraum-dur dedik. Çünkü dünya ile
mutlak ferahlanmak bazen Ahiret işlerinden birisim yapmaya sebep olur. Böyle
bir ferahlanma yerilmiş değildir. Allah'ın muhabbeti birçok alime göre bir
fiilin sıfatıdır. Yani Cenab-ı Hak dünya süslerine aldananları,
ferahla-nanları ikramına mazhar kılmaz, onlara nimet vermez, onları rahmetine
yaklaştırmaz. Onlara buğzeder, onları rezil eder ve huzurundan uzaklaştırır.
[39]
«Dünyadan nasibini
unutma» cümlesine gelince, El-Feryadi ile İbn Ebi Hatim, İbn Abbas'tan şöyle
rivayet ederler. Yani dünyada Ahiret için çalışmayı unutma. (Bu görüş
Mücahid'den de rivayet edilmiştir.)
Abd bin Humeyd,
Katade'den şunu rivayet ediyor: Yani dünyadan Allah'ın sana helâl kıldığım al,
onu unutma!
Abdullah bin Ahmed bin
Hanbel, «Zevahid'ul-Zühd» adlı kitabında Mansur'dan rivayet ederek şöyle
diyor: «Unutulmaması emredilen, dünya, arazlardan bir araz değildir. Fakat
Ahiretin için dünyada takdim edeceğin nasibini unutma demektir.»
«Allah'ın sana ihsan
ettiği gibi ihsan et», yani Allah'ın kullarına... Veya şükür ve taat suretiyle
ihsan et. Veya Allah'ın sana ihsan ettiğinden ötürü ihsan et.
«Yeryüzünde fesadı
(bozgunculuğu) arama. Kesinlikle Allah fesad çıkaranları sevmez.»
Bu öğütleri Karun'a
İsrailoğullan'ndan olan mümin kimseler yapmıştır, Ayetin zahirinden bu
anlaşılıyor. Bazıları bu öğütleri Hz. Musa'nın verdiğini söylemişlerdir.
[40]
78- (Karun:)
«Bu (servet) bana bende bulunan bir ilim sayesinde verildi» dedi. Acaba o
bilmiyor muydu ki Allah kendinden önceki nesillerden (kuvvet yönünden) daha üstün, malı toplamak
yönünden daha çok olan kimseleri helak etmiştir? Mücrimlerden günahları
sorulmaz. (Çünkü Allah sormaya muhtaç değildir)
.
79- Bir
gün (Karun) ihtişam içerisinde kavminin karşısına
çıktı. Dünya hayatım isteyenler, «Keşke Karun'a verilenin bir benzeri de bizim
olsaydı. Hakikat şudur ki o çok büyük bir servet sahibidir» dediler.
80- Kendilerine ilim
verilen kimseler ise dediler
ki: «Yazıklar olsun size! İman edip
salih amel işleyen kimse için Allah'ın sevabı
(ve mükâfatı) daha hayırlıdır. Bu saadete yalnız (taat ve ibadette) sabredenler kavuşur.
81- Biz hem
onu (Karun'u) hem de evini (zelzele ile) yere geçirdik. O'na Allah'tan başka yardım eden herhangi bir grup
bulunmadı. Kendisi de azaptan kurtulanlardan olmadı.
82- Dün onun
yerinde olmayı temenni edenler, «Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı
çok, dilediğine az veriyor. Eğer Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı bizi de
yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar gerçekten iflah olmazlarmış» demeye
başladılar.
83- Ahiret yurdunu
yeryüzünde böbürlenmeyi ve
bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Akıbet (güzel sonuç) takva sahiplerinindir.
84- Kirr bir
hasene getirirse o kimseye bundan daha üstün bir karşılık vardır. Kim de bir
kötülük getirirse o kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları kadar ceza
görürler.
[41]
(78-84) (Karun:)
Bu (servet) bana bende bulunan,,.» Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu ayetlerin 82. ayete
kadar olan bölümü Karun'la ilgilidir. Karun'un «Bu servet, bende bulunan bir
ilme binaen bana verilmiştir» şeklindeki sözüne gelince, bu ilimden maksat,
bazılarına göre Tevrat ilmidir. Çünkü o, Tevrat'ı İsrailoğullan'nın hepsinden
daha iyi biliyordu. Ebu Süleyman Daranı «Bu ilimden maksat ticaret ilmidir»
demiştir. İbn Müseyyib «Bu ilimden maksat kimya (simya) ilmidir» der. Bazıları
«Cenab-ı Hak Hz, Musa'ya kimya ilmini öğretti. Musa da bunu kızkardeşine,
kızkardeşi de Karun'a öğretti» derler. Bu sayede Karun kalay ile bakın alıp altın
yapardı.
Ayetin metnindeki
«Kuvvet», maddi kuvvet te, manevi kuvvet te olabilir. Cem'den maksat mal veya
adam çokluğudur. Buna göre ayetin mânası, «İlmin ifade ettiğine, o vakıf
değildir ki Allah'ın ondan daha kuvvetli, daha zengin kimselerin başına
getirdiğini bilmiyor. Öyleyse o bununla mağrur olmasın» demektir. Yani
Cenab-ı Hak bu ayette onun «Bu malı toplamakta kullandığım bir ilme sahibim»
iddiasını reddetmektedir.
«Suçlular
günahlarından sorulmazlar» ayetindeki sorulmamak, «O gün ne bir insan ne de
bir cin günahından sorulmaz»
ayetindeki
sorulmamaktır. Yani onlara «Sen günah işledin mi iş-lemedin mi?» diye sorulmaz.
«Rabbine yemin olsun
ki kesinlikle onların hepsinden soraca. ğız» ayetindeki sual, tevbih (kınama)
sualidir. Bu bakımdan ayetler arasında bir tezat yoktur.
[42]
«O, kavminin yanına
ihtişam içinde çıktı» cümlesi, Katade'ye göre şöyle tefsir edilmiştir: «Karun
ve askerleri sırtlarında kırmızı elbiseler olduğu halde dört bin bineğe binmiş
olarak çıktı lar. Bunlardan bin tanesi beyaz katırdı. Bineklerinin sırtında
kadife çullar vardı.»
Karun ve
hizmetçilerinin haline özenenler, müminlerden bir cemaatti. Bunu beşeri
fıtratları icabı söylemişlerdi. Çünkü herkes zenginlik ve refah ister. Katade
der ki: «Onlar bu dünyalığa özendiler ki onunla Allah'a yaklaşsınlar. Allah
yolunda, hayr yolunda sarf etsinler.»
Bazıları da «Bu sözü
söyleyenler kâfirler ve münafıklardır. Onların, Karun'un mahra değil de, onun
benzerini temenni etmeli leri gıbtadan ileri geliyordu. Çünkü gibtanın zararı
hasedin zararından daha azdır.» demişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber'e «Gıpta
zarar verir mi?» diye soruldu. Hz. Peygamber de, «O ancak ateşin habta zarar
verdiği kadar verir» diye cevap verdi.
<rO büyük bir payın
sahibi idin. Bu paydan maksat, Dahhak'a göre, büyük bir servet sahibi
olmasıydı. Bazıları «Dünyada büyük || bir nasibi vardı» derken bazıları da
«Bahtı, talihi vardı» demek y olduğunu
söy±emişlerdir.
Bu cümle onların
önceki temennilerinin nedenidir ve onu desteklemektedir.
İlim erbabı «Yazıklar
olsun sise! Allah'ın Ahiretteki sevabı iman eden ve salih amelde bulunanlar
için daha hayırlıdır», dediler. Bu ilimden maksat, dünya ve Ahiret halini
bildiren ilimdir. Bu ilim sahipleri arasında Hz. Yuşa da vardır. Bazılarına
göre, bu ilimden maksat sevap ve ikabm marifetidir. Bazıları «Tevekkülün marifeti»,
bazıları da «Haberlerin marifetidir» demiştir.
Ayetin metnindeki
«Veylekum» ifadesi aslında helâkia beddua etmektir. Sonra uygun olmayan şeyden
insanı menetmek için kullanılmıştır. Burada ise onları temenniden menetmek için
kullanılmıştır.
«Buna ancak
sabredenler kavuşur» cümlesindeki «Buna» zamiri, daha Önce söylenen söze veya
alimlerin konuşmalarına raci-dir. Burada lûgavi mânâ veyahut sevap
kastedilmektedir. Fakat sevap mesubet (Cenab-ı Hak tarafından iyilik
karşılığında verilen mükâfat) mânâsında olduğu için veyahut sevaptan cennet
kastedildiğinden dolayı zamir müennes getirilmiştir.
Bazılan «Bu zamir iman
ve salih amele racidir. Fakat müennes getirilmesinin nedeni, iman ve salih
amelin siret veya tarikat mânâsını ifade etmesinden dolayıdır» demişlerdir.
«Buna ancak
sabredenler kavuşurlar» cümlesinin mânâsı; ancak sabredenler bunu fehmederler
veya bununla amel etmeye muvaffak olanlar anlarlar demektir. Sabredenler, yani
taatler üzerinde, şehvetlerden ve isyanlardan uzak olanlar.
«Biz onu da onun evini
de yere batırdık» cümlesi hakkında şunlar söylenmiştir:
İbn Ebi Şeybe
«EUMusannef» te, İbn'ul-Munzir, îbn Ebi Hatim, Hakim ve İbn Merduveyh, İbn
Abbas'tan şöyle rivayet eder-ler:
[43]
«Karun daha önce
denildiği gibi Hz. Musa'nın amcasının oğluydu. İlim peşinde koşuyordu. Neticede
büyük bir ilim elde etti ve bu durumu Hz. Musa'ya karşı çıkıp ona hased
edinceye kadar devam etti. Hz. Musa, Karun'a: «Allah bana zekâtını almayı
emretti» dedi. Karun.zekâtını vermedi ve îsrailoğullan'na: «Musa sizin
mallarınızı yemek istiyor O size namazı ve başka şeyleri getirdi. Siz onları
kabul ettiniz. Şimdi mallarınızı ona verip onları yemesini de kabul edecek
misiniz?» dedi. Onlar: «Biz bunu kabul etmeyiz. Senin görüşün nedir?» deyince,
Karun: «Benim görüşüm şudur: İsrailoğulları içinde en fahişe hangi kadın ise
ona haber gönderelim. O, Hz. Musa'ya zina iftirası atsın» dedi. Böylece onlar
fahişe bir kadına haber gönderdiler ve kendisine, «Musa'nın seninle zina ettiğine
dair şahitlik edersen sana istediğini veririz» dediler. Kadın şahitliği kabul
etti. Bunun üzerine Karun, Hz. Musa'ya vardı ve dedi ki: îsrailoğulları'nı
topla ve Rabbinin emirlerini onlara bildir». Hz. Musa da «evet» dedi ve
îsrailoğul-lan'nı topladı. Onlar Hz. Musa'ya, «Rabbinin emrini tebliğ et» dediler.
Hz. Musa: «Rabbim ona ibadet etmenizi, ona hiçbir şeyi ortak koşmamanızı,
sıla-i rahim yapmanızı, şöyle şöyle etmenizi emretti» dedi. Zina hususunda da,
«Rabbim,. evli olan bir insan zina ederse recmedilsin emrini verdi» deyince
onlar: «O zina eden s&n de olsan hüküm icra edilecek mi» diye sordular. Hz.
Musa «evet» dedi. Onlar bunun üzerine Hz. Musa'ya: «Sen zina etmiş* sin»
dediler. Hz. Musa: «Ben mi zina etmişim?» deyince onlar daha önce ha'^er
verdikleri kadını getirdiler. İsrailoğulları kadına «Sen Musa aleyhinde zina
konusunda şahitlik eder misin?» dedi*
ler. Hz. Musa da
kadına, «Allah ile sana yemin veriyorum, doğrusunu söyle!» dedi. Kadın, «Madem
ki bana Allah adına yemin verdin, doğrusu şudur: Onlar beni çağırdılar, bana şu kadar mal
verme karşılığında sana zina iftirası etmemi teklif ettiler. Ben şehadet ederim
ki sen zinadan uzaksın. Şehadet ederim ki sen Allah'ın Rasûlü'sün» dedi. Bunun üzerine Musa secdeye kapanarak ağladı.
Cenab-i Hak, Hz. Musa'ya «Seni ağlatan nedir? Ben yeryüzünü sana müsahhar
kıldım. Yere emret, o sana itaat edecektir» dedi. Bunun üzerine Hz. Musa
başını kaldırdı ve yere, «Onları yut» diye emretti. Yer onları dizlerine kadar
yuttu. Onlar «Ey Musa, Ey Musa!» diye yalvarıyorlardı. Hz. Musa, yere «Onları yut» dedi. Yer, onları bellerine
kadar yuttu. Onlar yine «Ey Musa, Ey Musa» diye bağırıyorlardı. Hz. Musa yere
yine «Onları yut» dedi. Yer, onları tamamıyla yuttu. Bunun arkasından Cenab-ı
Hak, Hz. Musa'ya şöyle bir vahy gönderdi ve «Kullarım senden daima kurtuluşu
istediler. Sana yakardılar. Sen onları affetmedin. İzzetime yemin ederim, eğer
onlar beni çağırsaydılar onların duasını kabul ederdim» dedi.
82. ayetin başındaki
«Esbaha» fiili zahiren bu hadisenin geceleyin vuku bulduğunu ifade eder ki bu,
en korkunç azap şeklidir. Çünkü gece istirahat ve sükun zamanıdır. Böyle bir
hadisenin geceleyin vuku bulması çok rahatsız edici bir durumdur.
Ayetin metnindeki
«Vey» kelimesi pişmanlık mânâsını ifade eder. Yani dün «Karun'a verilenin
benzeri bize verilseydi» diyenler pişman oldular ve pişmanlıklarını izhar
ettiler.
Ahfeş «Vey kelimesine
kâf bitişik olursa ismi fiildir. Bu takdirde «hayret ediyorum» mânâsını ifade
eder» demiştir.
Kisaî, Yunus ve Ebu
Hatim'e göre bunun aslı veylekedir. Lam tahfif için hazfedilmiş, o zaman vey
kalmıştır. Bu red içindir. Yani insanı sakındırmak için kullanılan bir
kelimedir. Bu kavle göre kâf burada mahallen mecrurdur. Vey kelimesi ona izafe
edilmiştir.
«Kâfirler felaha kavuşmazlar»
cümlesindeki «kâfirler» den maksat, Allah'ın nimetlerini inkâr edenler veya
peygamberleri yalanlayanlar, peygamberlerin Ahiret sevabı vaadetmelerine karşı
çıkanlardır.
«İşte o Ahiret
yurdudur», yani o haberini işittiğin, vasfı senin kulağına gelen, Ahiret
yurdudur.
«Biz bunu yeryüzünde
galebe ve tasallut etmeyi irade etmeyenlere, zulüm ve saldırganlığı âdet
etmeyenlere veririz.»
Kelbi, «El-Uluv, iman
etmekten kaçınmak, fesad ise insanları Allah'tan başkasına ibadete davet
etmektir» demiştir.
Mutezile'nin bir kısmı
bu ayetle büyük günah işleyenlerin ateşte olduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü
burada «uluvv» ve «fesad», mutlak olarak zikredilmiştir. Keşşafta bunun
hakkında açık bir görüş vardır. Bazıları cevap olarak, uluv ve fesadı
Kel-bi'nin tefsirine göre yorumlamıştır. Bazıları da «Uluv ve fesad-dan maksat,
Firavun ve Karun'dan olan kimselerin ulun ve fesadıdır» demişlerdir. Fakat bu
görüş «Akibet ancak muttakiler içindir» cümlesiyle reddedilmektedir. Zira bu
cümle takvanın esas olduğuna delâlet eder. Fakat kayıtta olan uluv ve fesadın
terki kâfi değüdir. Cevap olarak şöyle denilmiştir: «Buradaki muttaki-den
maksat, Firavun'un azlığından, Karun'un fesadlığından sakinin kimselerdir.
Veya Firavun gibi Allah'ın emirlerini yerine getir-memek, yasaklarından da
sakınmamak suretiyle gurura kapılmış müminlerden olmayandır.»
[44]
«Kötülük yapanlara
ancak yaptıkları ceza olarak verilir», yani yaptıklarının benzeri ceza olarak
verilir. Bu, Cenab-ı Hak'kın bir lütfudur. Çünkü haseneleri, sevapları katmerli
olarak vermesine rağmen günahın cezasında fazlalığa razı değildir. Bir zerre
dahi üzerine fazlalık konmaz. Bu cümle Cenab-ı Haklan bazen cezayı da
affettiğine işaret etmektedir.
Bu ayeti celilenin
çözümü şu noktada zorlaşır: Kötülüğün cezası kötülüğün benzeridir, O halde
kâfir olup da küfür üzerinde ölen bir kimseye ebedî azap verilir. Bu kâfir ile
sadece bir saat kâfir olan arasında ne kadar mesafe vardır. Oysa ikisine de
aynı ceza verilmektedir.
Cevap olarak denilmiştir
ki, burada benzetme bizim için meçhuldür. Hele «Aklen huşun ve kubuh yoktur»
hükmüne göre tamamen meçhulümüz olur. Bizim en fazla bildiğimiz şudur: Cenab-ı
Hak her günaha bir ceza koymuştur. O cezanın da bir temsil olduğunu Cenab-ı
Hak bize haber vermiştir.
Cenab-ı Hak küfrün
cezasının ebedi azap olduğunu bize haber vermiştir. Biz bu habere iman
ediyoruz. Ve «Bu, hikmetin iktiza ettiği bir hükümdür» diyoruz. Mumaselet
cihetini veya buradaki hikmetin ne olduğunu bilmememizin bize hiçbir zararı dokunmaz.
[45]
85- (Ey
Rasûlüm!) Kur'an'i (tebliğ etmeyi) sana farz kılan Allah seni varacağın yere
döndürecektir. De ki: «Kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık
içerisinde olduğunu Rabbim çok iyi bilendir.»
86- (Ey
Rasûlüm!) Sen Kitab'in sana vahyohuıacağım ummuyordun. Bu ancak Rabbinden bir
rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!
87- (Ey
Rasûlüm!) Sana indirildikten sonra sakın onlar seni Allah'ın ayetlerinden
alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma!
88- Allah
ile birlikte başka bir mabuda yalvarma! O'ndan başka mabud yoktur. O'nun zatından başka her şey helak olacaktır.
Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz.
[46]
(85-88) «(Ey Rasûlüm!) Kur'an't (tebliğ etmeyi) sana...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
Bu dört ayette Cenab-ı
Hak, Hz. Peygamber'e hitap etmektedir. «Senin üzerine Kur'an't farz kılan»
cümlesinden maksat, Kur'-an'la amel etmeyi sana farz kılan demektir. Bu görüş
Ata'dan rivayet edilmiştir. Mücahid ise «Ferada» fiilini «Sana verdi» manâsında
benimsemiştir. MukatU, Ferra ve Ebu Ubeyde bu fiilin burada «indirmek» mânâsım
taşıyan unzile fiilinin mânâsını taşıdığını söylemişlerdir.
[47]
«Mead» kelimesi,
kıymeti büyük olan yer demektir ve bu kelime dönmek mânâsını taşıyan avd
kökünden değil, adet kökünden gelmektedir. Bu yer, Buhari, İbn Ebi Şeybe, Abd
bin Hu- meyd, Nesei, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, İbn Mer- duveyh
ve Beyhaki'nin çeşitli yollardan İbn Abbas'tan naklettiklerine göre Mekke'dir.
Aynı zamanda bu Mücahid'den de rivayet edilmiş ve Dahhak da bu rivayete
katılmıştır. Mead kelimesinin dönüş
mânasına gelen «avd» kökünden gelmesi de mümkündür. Bu takdirde yine maksat
Mekke olur. Tabersi, Mecma'ul-Beyan'da El-Ku teybi 'den şöyle rivayet ediyor:
«Kişinin meadi onun memleketidir. Çünkü kişi dünyayı gezer, sonra oraya
döner.»
Bu ayet Hz. Peygamber
Mekke'de iken Allah'ın ona bir vaadidir. O, Mekke'den hicret edecek, sonja da
oraya dönecektir.
Birçok müfessirin
rivayetine göre bu ayet, Rasûl-ü Ekrem muhacir olarak Medine'ye gitmek üzere
yola çıkarken Cuafe denilen yerde nazil olmuştur. Rasûlullah'm Mekke'ye
iştiyakı vardı. Cenab-ı Hak bu müjdeyi ona veriyor.
Bazıları «Mead'dan
maksat mahşer», bazıları da «Ahiret'tir» demişlerdir. Nitekim Abd bin Humeyd ve
İbn Merduveyh, Ebu Said el Hudri'den böyle rivayet etmişlerdir. İbn Ebi
Hatim'in İbn Abbas'tan «Kıyamet» olarak yaptığı yorum gibi de tefsir etmek
mümkündür.
«Hidayeti getiren» ile
Rasûl-ü Ekrem kastedilmektedir. «Açık dalâlette bulunanlardan» maksat da
Rasûlullah'm kendilerine peygamber olarak gönderildiği müşriklerdir. Onlar
Rasûl-ü Ekrem'e, «Sen dalâlet ve sapıklık içindesin» diyorlardı. Bundan dolayı
Çe-nab-ı Hak bu ayeti indirmiştir.
«Ancak Rabbinden gelen
bir rahmet müstesna», yani Cenab-ı Hak hiçbir şey için sana Kur'an'ı indirmemiş
tir, ancak rahmeti müstesna. Hiçbir halde sana Kur'an'ı indirmemiş, ancak
tarah-hum halinde indirmiştir.
Ayetin metnindeki
«Zahiren» kelimesi yardımcı olmak demektir. Yani kâfirlere dinleri üzerinde
yardımcı olnia. Mukatil şöyle der: «Mekke kâfirleri Rasûl-ü Ekrem'i atalarının
dinine davet ettiler, Cenab-ı Hak burada nimetini zikretti ve ona içinde bulundukları
fasid dinleri hususunda onlara yardıma olmamasını söyledi.»
«Rabbine çağım, yani insanları
Eabbinin ibadetine ve tevhidine çağır. Yardımcı olmak suretiyle müşriklerden
olma. Bu ayet hak' olmayan dâva sahiplerine yardımcı olmanın onlardan olmayı
gerektireceği hükmünü getirir,
«Allah ile beraber
başka ilâha tapma». Bu ve bundan önceki ayet, müşriklerin Rasûlullah'ın
kendilerine yardım etmesinden ümitlerini kesen ayetlerdir. Bu ayet açıkça şu
hükmü ortaya getiriyor: Çirkinliğin kendisinde oluşması bile tasavvur
edilmeyen bir kimseyi de Genab-ı Hak «Çirkinliği yapma» diye nehyedebi, lir.
İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre buradaki hitap, zahirde Rasûl-ü
Ekrem'dir. Fakat esasında onun dinine tâbi olanlar kastedilmektedir. Tabersi
«Bu ve benzeri ayetler «Seni kastediyorum, ey komşum sen işit» kabilindendir»
demiştir.
Allah'tan başka ilâh
yoktur. O tektir. Her mevcud yok olacaktır. Ancak onun zatı müstesna. Yani her
nefis madumdur, ma-dum hükmündedir. Ancak Allah'ın zatı müstesnadır. Çünkü Allah'tan
başkasının mevcudiyeti zatı olmadığından dolayı, Cenab-ı Hak'ka müstenid
olduğundan ötürü her an helake maruz kalabilir. O halde onun varlığı sanki
varlık değüdir. Bunun üzerindeki kelâm «Teşbihi'UVelih» kabilindendir.
Ayetteki «Vech»
kelimesi zat mânâsındadır. Bu ayet Cenab-ı Hak'ka «Şey» denilmesinin sahih
olduğu hükmünü de getirmektedir. Fakat bu, eşyaya benzemeyen bir «şey» dir.
Ayetin genel mânâsı, mevcud denilen her şey haddi zatında madumdur yoktur.
Ancak Allah'ın zatı müstesnadır şeklindedir.
Ayetin zahiri arşın,
cennet ve cehennemin helak olacağına de^ lâlet eder". Fakat delilin delâlet
ettiğine göre cennet ile cehennem helak olmazlar. Ba2i haberlerde şöyle
gelmiştir: «Cennetin tavanı Rahman'ın arşıdır». Bundan ötürü bu ayetle cennet
ve cehennemin şu anda var olduğunu söyleyenlere de, «Onlar şu anda var değildirler,
ceza gününde varolacaktır» diyenlere de itiraz edilmistir.
Bazıları «Helakten
maksat Ölümdür. Ölüm de dünyada mev-cut olanlar itibarıyladtr» demişler ve bu
husus İbn Abbas'tan gelen tefsirle de teyid edilmiştir. O tefsir şudur: Her
biri ölüdür, ancak Allah'ın zatı müstesnadır.
Selef «Vech'den
maksat, bir sıfattır. Onu Allah'a sabit kılıyoruz. Onun keyfiyetiyle meşgul
olmuyoruz. Allah'ı insanların azalarından tenzih ettikten sonra onun teviliyle
de meşgul olmayız» demişlerdir.
Hüküm ancak
Allah'ındır. Ve hepiniz mahşerde ona dönüş yapacaksınız. O hak ve adaletle
hesabı görecektir.
[48]
— KASAS SURESİ'NİN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/465-466.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/468.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/469-470.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/472.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/473.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/473-474.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/474-476.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/476-477.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/477-478.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/480.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/480..
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/481-482.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/482-484.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/484-485.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/485-487.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/487.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/489.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/490-491.
[19] Alûsi, Ruh'ul-Meânİ, cilt: 20, sh: 60
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/491-496.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/498.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/499-500.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/500-501.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/503.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/504-505.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/505-507.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/507.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/509.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/510-511.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/511-513.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/515.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/516-520.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/522.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/523-526.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/528.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/529.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/530.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/530-531.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/531-533.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/533.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/535.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/536-537.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/537-539.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/539-541.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/542.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/544.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/545.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
12/545-548.