1- Yüce Allah'ın Nimetlerine Karşı Şükrün Belirtileri:
2- Zalimlere Yardımcı Olmaktan Kaçınmak:
2- Bir Peygamber Kızlarının Koyun Sulamasına Nasıl İzin
Verebilir?
4- Hayalı Kadın ve Emin Erkek:
5- İcare Akdi Toplumsal Hayatın Bir Zorunluluğudur:
6- Velinin, Kızı İle Evlenilmesini Teklif Etmesi:
7- Velayet Altındaki Kızı Evlendirme Hakkı Velisine
Aittir:
8- Babanın Bakire Kızını Evlendirme Yetkisi:
9- Nikâh Akdinde Kullanılabilecek Lafızlar:
10- Şuayb (a.s)'ın Yaptığı Teklif miydi? Yoksa Akit
miydi?:
11- Nikâh İle İlgili Dört Husus:
Birinci Husus: Zevcenin Tayin Edilmesi:
İkinci Husus: Sürenin Başlangıcının Belirtilmesi:
Üçüncü Husus: İcare Karşılığında Nikâh:
Dördüncü Husus: Mehir Olarak Nakit Verilmeden Gerdeğe
Girilirse:
12- İcare ve Nikâh Akitleri Bir Arada Yapılabilir mi?:
13- Akitlerde Zikredilmesi Gereken Hususlar İle
Zikredilmesi Zorunlu Olmayan Hususlar:
14- Çobanlık İçin îcare Akdinde Belirtilmesi Gereken
Hususlar:
15- Sürüden Telef Olursa, Çoban Tazminat Öder mi?:
16- Çoban Sürüdeki Koyunlara Koç Katarsa:
17- Musa (a.s)'ın Aldığı Ücret:
18- Bilinmeyen Bedel Karşılığında İcare:
20- Veli Mehirden Ayrı Olarak Kendisi Adına Malî Bir
Ödeme İsteyebilir mi?:
21- Akitte İttifakla Kabul Edilen Şartlarla İsteğe Bağlı
Şartlar:
22- Hz. Musa'nın Şartları Kabulü ve Yüce Allah'ın Şahit
Tutulması:
23- Nikâhta Şahit Tutmanın Hükmü:
1- Musa (a.s) îki Süreden Hangisini Tamamladı:
2- Erkek Hanımını Dilediği Yere Götürebilir:
3- Tûr'un Yan Tarafından Görülen Ateş:
3- İyilikle Kötülüğü Uzaklaştırmak:
4- Rızıklarmdan İnfak Edenler:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı İle
el-Hasen, İkrime ve
Ata'nın görüşüne göre hepsi Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ve Kâtade ise, Mekke
ile Medine arasında inmiş, tek bir âyet müstesnadır, derler. İbn Selam dedi
ki: Bu âyet el-Cuhfe'de Rasûluüah (sav)'in Medine'ye hicreti esnasında
inmiştir. Bu da yüce Allah'ın: "Sana Kur'ân'ı farz kılan Allak elbette
seni bir dönüş yerine geri çevirecektir." (el-Kasas, 28/85) buyruğudur.
Mukatil de şöyle
demektedir: Bu sûrede Medine'de inen buyruklar: "Ondan önce kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler..." buyruğundan itibaren: "Bizim cahillerle
işimiz yok" (el-Kasas, 28/52-55) âyetleridir.
Bu sûre seksensekiz
âyet-i kerimedir.[1]
1. Tâ. Sîn. Mîm.
2. Bunlar açıklayıcı kitabın âyetleridir.
3- îman eden bir topluluk için Biz sana Musa ve
Firavun'un haberinden bazısını hak ile okuyacağız.
4. Şüphe yok ki Firavun arzda üstünlük sağlamaya
kalkıştı ve ora ahalisini bölük bölük ayırıp onlardan bir kesimi zayıf düşürmek
istiyor; oğullarını boğazlatıp, kadınlarını hayatta alıkoyuyordu. Gerçekten o
bozgunculardan idi.
5. Biz ise o arzda mustaz'aflara lütuf etmek,
onları önderler yapmak ve onları varisler kılmak istiyorduk.
6. Ve onlara arzda güç ve imkân verelim,
Fir'avun'a ve Haman'a ve ordularına da onlardan korkageldiklerini gösterelim
(istiyorduk).
"Tâ. Sîn.
Mîm" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Bunlar
açıklayıcı kitabın âyetleridir" buyruğundaki Bunlar" ref
mahallinde olup;
"dili; Bunlar, onlar" anlamındadır ve "âyetler" ondan
bedeldir. Bununla birlikte "okuyacağız" buyruğu ile nasb mahallinde
olması "âyetler"in de ondan yine bedel olması da mümkündür. Bunun
nasb kabul edilmesi de; "Zeyd'i vurdum" demeye benzer.
"Açıklayıcı"
yani bereket ve hayrı apaçık, hakkı batıldan, helâli haramdan açıkça
ayırdeden, peygamberlerin kıssaları ile Muhammed (sav)'ın peygamberliğini
açıkça ortaya koyan,., demektir. "O şey açıklık kazandı" denilir.[2]
"İman eden bir
topluluk için Biz sana Musa ve Firavun'un haberinden bazısını hak ile
okuyacağız." Musa (a.s) ile Firavun ve Karun kıssaları (bu sûrede)
zikredilmektedir. Böylelikle Kureyş müşriklerine karşı delil ortaya konulmakla
ve Karun'un Musa'ya yakınlığının, kâfir olması dolayısıyla kendisine bir fayda
sağlamadığını açıklamaktadır. İşte Kureyş'in Muhammed'e yakınlığı da böyledir.
Ayrıca Firavun'un yeryüzünde üstünlük ve zorbalık tasladığını da
açıklamaktadır. Onun bu hali ise küfründen kaynaklanıyordu. Dolayısıyla
yeryüzünde büyüklük taslamaktan uzak durulmalıdır, Mal çokluğuna güvenerek güç
ve kuvvete aldanmamalıdır. Çünkü bu iki tavır Firavun ve Karun un sergilediği
tavırlardandı.
"Sana Musa ve
Firavun'un haberinden bazısını" onların bir kısmını
"hak ile okuyacağız." Bizim emrimize binaen
Cebraii sana okuyacaktır.
"(Mealde:)
Bazısı" burada teb'îz (kısmilik bildirme) İçindir. "Haberinden"
buyruğu "okuyacağız" buyruğunun mefulüdür. Yani Biz, sana onlara
dair haberlerin bir kısmını okuyacağız. (Bu yönüyle buyruk), yüce Allah'ın:
Yağ veren..." (el-Mu'ininûn, 23/20) buyruğuna benzemektedir[3]
"Hak İle"
nin ise; kendisinde herhangi bir şüphe ve yalanın asla söz konusu olmayacağı
doğruluk ile demektir.
"İman eden bir
topluluk İçin" Kur'ân'ı tasdik eden ve onun yüce Allah tarafından
indirildiğini bilen bir topluluk için... demektir. İman etmeyenler ise bunların
hak olduğuna inanmazlar.
"Şüphe yok ki
Firavun arzda üstünlük sağlamaya kalkıştı." Büyüklük tasladı, zorbalık
etti. Bu açıklamayı İbn Abbas ve es-Süddî yapmıştır. Kata-de dedi ki: O
kâfirliği dolayısıyla Rabbine ibadeti kendi büyüklüğüne yedirmeyi p rubûbiyet
iddiasında bulundu. Mülkü ve saltanatı ile büyüklük tasladı, dolayısıyla
elinin altında bulunanlara karşı üstünlük kurmaya kalkıştı, diye de
açıklanmıştır. Buradaki "arzda" buyruğundan kasıt da Mısır
arazisidir.
"Ve ora ahalisini
bölük bölük ayırıp..." hizmet hususunda onları çeşitli fırkalara ve
sınıflara ayırmıştı. el-A'şâ dedi ki:
"O öyle bir
beldedir ki; ülkeleri yürüyerek kateden bir kimse korkar (orada); Öyle ki;
böyle birisi, sen orada (kendisine arkadaşlık edecek)
arkadaşlar aradığını
görürsün."
"Onlardan bir
kesimi" yani İsrailoğullarını "zayıf düşürmek istiyor. Oğullarını
boğazlatıp kadınlarını hayatta alıkoyuyordu. Gerçekten o bozgunculardan
İdi." Bu hususa dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde yüce
Allah'ın; "Oğullarınızı boğazlatıp kızlarınızı sağ bırakmakla size azabın
en kötüsünü yükleyen Firavun hanedanından..." (el-Bakara, 2/49) âyetini
açıklarken geçmiş bulunmaktadır. Bunu yapmasına sebep ise kâhinlerin ona:
İsrailoğulları arasında doğacak bir çocuk senin mülküne ve krallığına son
verecektir, demiş olmalarıydı. Ya da bu sözü ona söyleyenler müneccimler idi.
Bir diğer görüşe göre o bir rüya görmüş ve bu şekilde yorumlanmış idi.
ez-Zeccâc dedi ki:
Firavun'un ahmaklığından hayret edilecek husus şu ki; o şayet kahin doğru
söylemişse çocukları Öldürmenin ona faydasının olmayacağını, eğer yalancıysa
öldürmenin anlamının olmayacağını farkedememişti.
Denildiğine göre;
onları çeşitli bölüklere ayırmıştı. İsrailoğullarından herbir kavmi ayrı ve
başlı başına bir işte angarya olmak üzere çalıştırıyordu.
"Gerçekten
o" yeryüzünde yaptığı işleriyle, isyanlarıyla ve zorbalığıyla
"bozgunculardan idi."
"Biz İse o arzda
mustaz'aflara lütuf etmek" onlara lütuf ve ihsanda bulunmak, nimetler
bağışlamak "onları önderler yapmak..." İbn Abbas: Hayırlarda
liderler, Mücahid: hayra davet edenler, Katade de yöneticiler ve hükümdarlar
yapmak... diye açıklamıştır. Katade'nin delili de yüce Allah'ın: "Sizi
hükümdarlar yapmış..." (el-Maİde, 5/20) buyruğudur.
Derim ki: Bu daha
umumi bir açıklamadır. Çünkü hükümdar aynı zamanda kendisine uyulan ve
arkasından gidilen imam yani önder demektir.
"Ve onları"
Firavun'un mülküne "vârisler kılmak İstiyorduk." Onun mülküne
mirasçı olacaklar ve Kıptîlerin meskenlerine yerleşecekler. Bunlar geçmişte
gerçekleşen olayların anlatımıdır. İşte yüce Allah'ın: "Rabbinin
İs-raüoğullanna olan o pek güzel vaadi, sabretmelerinden ötürü bütünüyle yerini
buldu" (el-A'raf, 7/137) buyruğunun anlamı da budur.
"Ve onlara arzda
güç ve İmkân verelim." Yeryüzünde ve ora ahalisi üzerinde onlara imkân ve
iktidar verelim, tâ ki orayı yönetimleri altına alsınlar. Arzdan kasıt da Şam
ve Mısır'dır. "Firavun, Haman'a ve ordularına da onlardan
korkageldiklerini gösterelim." Yani Biz, Firavun'a bunları da göstermek
istiyorduk.
el-A'meş, Yahya,
Hamza, el-Kisaî ve Halef "gösterelim" buyruğunu; "Görsün" diye
"ya" ile ve: "Gördü" fiilinin sülâsisi (ziyadesiz şekli)
diye okumuşlardır. Buna karşılık "Firavun, Haman ve orduları" buyruklarını
da fail olduklarından dolayı ref ile okumuşlardır. Diğerleri ise ötre-li
"nûn" ve esreli ra ile; "Gösterdi, gösterir"den rubai bir
fiil olarak "gösterelim" anlamında okumuşlardır. İfadenin akışına
uygun olan okuyuş budur. Çünkü bundan öncesi "istiyorduk" bu fiilden
sonrası da "imkân verelim" şeklinde idi. Dolayısıyla
"Firavun'a, Haman'a ve ordularına" anlamındaki buyrukları da fiilin
mefulü olarak nasb ile okumuşlardır. el-Ferra da "Allah Firavun'a
göstersin" anlamında olmak üzere; "şeklinde "ya" öt-reli,
"ra" esreli ve sonraki "ya" üstün olarak okumayı caiz kabul
etmiştir.
"Onlardan
korkageldikleri" buyruğu şu demektir: Onlara İsrailoğullarından bir
adamın eli üzere helak edilecekleri haber verilmişti. Bundan dolayı
"onlardan" yüce Allah kendilerine "korkageldikleri" şeyi
göstermiş oldu.
Katade dedi ki:
Firavun'un bir müneccimi vardı. Bu müneccim kendisine şöyle demişti: Bu sene
doğacak bir evlat senin hükümdarlığına son verecektir. Bunun üzerine Firavun o
sene doğan çocukların öldürülmesini emretmişti. Buna dair açıklamalar daha
Önceden geçmiş bulunmaktadır.
[4]
7. Musa'nın
anasına: "Onu emzir, onun adına bir tehlikeden kor-karsan onu hemen denize
bırak. Korkma ve üzülme! Şüphesiz Biz onu sana döndürecek ve onu
peygamberlerden kılacağız" diye vahyettik.
8. Sonra
Firavun hanedanı onu aldılar. Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa
olacaktı. Muhakkak Firavun, Haman ve orduları suçlu kimselerdi.
9. Firavun'un
hanımı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir gözbebeği (olsun); onu
öldürmeyin, belki bize faydalı olur, yahut onu evlad ediniriz." Onlarsa
farkında değillerdi.
"Musa'nın
anasına: 'Onu emzir...' diye vahyettik" buyruğunda geçen vahyin anlamına
ve ne şekilde yorumlanacağına dair açıklamalar daha önceden (mesela Al-i İmran,
3/44. îvetin, Meryem, 19/11. âyetin, Tâ-Hâ, 20/38. âyetin tefsirlerinde)
geçmiş bulunmaktadır.
Musa'nın annesine
yapılan bu vahyin mahiyeti hakkında görüş ayrılıkları vardır. Bir kesim bu
rüyada ona söylenmiş bir sözdür derken, Katade bu bir İlham İdi demiştir. Bir
başka kesim: Bu kendisine görünen bir melek vasıtasıyla olmuştur demiştir.
Mukatil dedi ki: Cebrail bu hususu ona bildirmişti. Buna göre bu ilham değil,
bildirmek suretinde bir vahiydir. Bununla birlikte herkes Musa'nın annesinin
peygamber olmadığını icma ile kabul etmiştir. Ona meleğin gönderilmesi ise
meleğin Buhârt ve Müslim tarafından rivayet edilen meşhur hadiste kel, abraş
ve kör ile konuşması kabilindendir. Biz bu hadisi daha önceden et-Tevbe
Sûresi'nde (9/60. âyetin tefsirinde, 24. baş-liğın sonlarında) zikretmiş
bulunuyoruz. Bunun dışında ayrıca peygamberlik söz konusu olmaksızın,
meleklerin İnsanlarla konuştuklarına dair gelen başka rivayetler de bu
kabildendir. Melekler İmran b, Husayn'a selam vermişlerdir. Fakat o bununla
peygamber olmamıştı.
Musa'nın annesinin adı
Ayariha idi. es-Süheylî'nin naklettiğine göre E ya-rihat de denilmiştir.
es-Sa'lebî dedi ki: Musa'nın annesinin adı Luha'dır, babasından itibaren de
Haned b. Lavî b. Ya'kub'dur.
"Onuemzİr"
buyruğunu Ömer b. Abdu'l-Aziz "nûn" harfini esreli ve elifi de vasıl
elifi kabul ederek; diye okumuştur. "Onu em-zir" fiilinin başındaki
hemzenin hazfedilmesi tahfif iledir, daha sonra iki sakinin arka arkaya
gelmesi dolasıyla "nûn"u esre ile harekelemiştir.
Mücahid dedi ki: Onu
emzirmek ile ilgili vahiy doğumundan önce idi. Başkası ise sonra olmuştur
demektedir. es-Süddî de dedi ki: Musa'nın annesi Musa'yı doğurunca doğumun
akabinde ona süt vermesi emri verildi ve âyet-İ kerimede belirtilen hususları
yapması söylendi. Çünkü korkuya kapılması doğumunun akabinde olmuştu.
İbn Cüreyc dedi ki:
Ona bir bahçede dört ay süreyle süt emzirmesi emredildi. Şayet sütü ona yeterli
gelmeyeceğinden dolayı ağlayıp sesini yükseltmesinden korkarsa bu sefer
belirtilen hususları yapması emredilmişti.
Ancak birinci görüş
daha kuvvetlidir. Şu kadar var ki sonuncu görüşü de yüce Allah'ın: "Onun
adına bir tehlikeden korkarsan" buyruğu desteklemektedir. Çünkü; şart
edatı gelecek zaman için kullanılır.
Rivayet olunduğuna
göre; o, hasır otundan bir sanduka yaptı ve onu içinden ziftledi. Musa'yı
içine bıraktıktan sonra da bu sandukayı Mısır'daki Nil nehrine bıraktı. Buna
dair haberler daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/36. âyet ve devamının
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas dedi ki:
İsrailoğullan Mısır'da çoğalınca insanlara haksızlık etmeye ve masiyetler
işlemeye koyuldular. Allah da Kıptî'leri onlara musallat etti, onlan en kötü
şekilde azaba uğrattılar ve bu, yüce Allah onları Musa (a.s) vasıtası ile
kurtarıncaya kadar devam etti.
Vehb dedi ki: Bana
ulaştığına göre Firavun, Musa sebebiyle yetmişbin çocuk kesti. Doksanbin çocuk
kestiği de söylenmektedir.
Rivayet olunduğuna
göre, annesinin doğumu yaklaşıp doğım sancıları başlayınca İsrailoğullanndan
doğum yapacak hamilelerle görevli ebelerden birisinin, annesine karşı samimi
bir sevgisi vardı. Bu ebeye: Haydi senin bana duyduğun sevginin bugün bana
faydası olsun dedi. Ona doğumu yaptırdı. Musa dünyaya gelince, güzünün
önündeki "nur" kadını dehşete düşürdü, iliklerine kadar titredi. Ona
duyduğu sevgi kalbine iş! eyi verdi ve sonra şunları söyledi: Ben aslında
senin yanına çocuğunu öldürmek ve durumu Fira-vun'a haber vermek için gelmiştim.
Fakat senin oğluna karşı duyduğum sevginin benzerini asla kimseye karşı duymuş
değilim, sen onu iyi koru. Ebe kadının yanından çıkıp, gidince Firavun'un
casusları geldi. Onu bir beze sarıp, ateş yanmakta olan bir tandıra bıraktı.
Aklı başından gittiği için ne yaptığını bilemiyordu. Etrafı araştıran casuslar
bir şey bulamayınca çıkıp gittiler. Annesi onu nereye bıraktığını dahi
bilmiyordu. Tandırdan bir ağlama sesi duydu, yüce Allah ateşi onun için serin
ve selametli kılmıştı.
"Korkma"
buyruğu iki türlü açıklanmıştır: İbn Zeyd'in açıklamasına göre suda
boğulacağından yana onun için korkma, Yahya b. Sellam'ın açıklamasına göre de
onun zayi olacağından yana korkma, demektir.
"Ve üzülme."
Dunda da iki türlü açıklama söz konusudur: Ondan ayrılacağın için üzülme, bu
açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Öldürüleceğinden yana üzülme diye de
açıklanmıştır. Bu açıklama da Yahya b. Sellâm'a aittir.
Denildiğine göre
annesi onu dört ay süreyle emzirdikten sonra eni beş karış, boyu beş karış
olan bîr sandukaya koydu, anahtarı da sandukaya yerleştirdikten sonra suya
bıraktı. el-Kelbî'nin naklettiğine göre başkaları üç ay, daha başkaları da
sekiz ay emzirmiştir, demiştir.
Yine nakledildiğine
göre marangoz bu sandukayı yapıp bitirdikten sonra durumu gidip Firavun'a
ulaştırdı. Onunla birlikte Musa'yı alıp getirecek kimseler gönderdi. Yüce
Allah marangozun gözlerini ve kalbini mühürledi, yolu bir türlü bulamadı. Bu
sefer Firavun'un kendisinden korktuğu küçük çocuğun bu olduğuna inandı ve o
andan itibaren imana geldi. İşte Firavun hanedanından iman eden şahıs budur.
Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.
İbn Abbas dedi ki:
Musa (a.s), sandukası içinde annesinin gözünden kaybolduktan sonra, şeytan ona
pişmanlık duygulan verdi ve kendi kendisine şöyle dedi: Benim yanımda
kesilseydi de onu kefenleseydîm ve göm-seydim. Bu benim onu denize bırakmamdan
daha iyiydi. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz Biz, onu sana döndürecek
ve onu" Mısır halkına "peygamber kılacağız" diye buyurdu.
el-Esmaî dedi ki: Ben
bedevi arap bir kadını şu beyitleri okurken dinledim:
"Mağfiret dilerim
bütün günahlarım için Allah'tan, Bana helal olmayan bir insanı öptüm ben.
Ceylan gibi yumuşak bir tavrı vardı onun, Gece yarı oldu ve ben daha namazımı
kılmadım."
-Allah kahretsin seni
ne kadar da fasihsin! dedim, o şöyle dedi: Yüce Allah: "Musa'nın
anasına... onu emzir... diye vahyettik." buyruğunda tek bir âyette iki
emir, iki yasak, İki haber ve iki müjdeyi bir arada zikretmişken benim, bu
söylediklerim fasih mi sayılır? dedi.
"Sonra Firavun
hanedanı onu aldılar, çünkü sonunda onlara bir düşman, bir tasa olacaktı."
Çünkü onların onu alışları, sonuç itibariyle onlara düşman ve bir tasa sebebi
olmasına kadar götürecekti. Buna göre buradaki: "(^jSJ Olacaktı"
lafzındaki lam, lam-ı akıbet ve lam-ı sayruret diye bilinir. Çünkü onlar Musa
(a.s)'ı kendileri için bir göz aydınlığı olsun diye aldılar, fakat sonunda
onlara düşman ve tasa sebebi oldu. Böylelikle yüce Allah, burada hali, akıbetin
durumu ile zikretmektedir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"(Sonunda) ölüm
için büyütmektedir herbir süt emziren, Evlerimizi de zaman onları yıksın diye
bina ediyoruz."
Bİr başka şair de
şöyle demektedir:
"Anneler
oğlaklarını (yavrularını) ölüm için beslemektedir,
Tıpkı meskenlerin
zamanla sonunda yıkılması için bina edilmesi gibi."
Yani binanın akıbeti
yıkımdır, Hal-i hazırda bina yapılıyor diye sevinilse dahi.
İltikat: Almak, bir
şeyi aramaksızın, istemeksizin bulmak demektir. Araplar aramaksızın ve
istemeksizin buldukları bir şey hakkında;
Onu buldu,
bulmak"; "Filan kişiyi aramaksızın buldum" derler. Recez
vezninde de şair şöyle demiştir:
"Ve bir bu
kaynağı ki, onu aramadan buldum."
Lukata (buluntu) da
buradan gelmektedir. Buna dair hükümler yeteri kadarı ile daha önceden Yusuf
Sûresi'nde (12/10. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
el-A'meş, Yahya,
el-Mufaddaf, Hamza, el-Kisaîve Halef "bir tasa" anlamındaki buyruğu
şeklinde "ha" ötrelî ve "ze" sakin olarak okumuştur. Diğerleri
ise her iki harfi de üstün olarak okumuşlardır. Ebu Ubeyd de bu okuyuşu tercih
etmiştir. Ebu Hatim de üstün okuyuşu benimsemiştir. Bunların ikisi de, iki
ayrı söyleyiştir. Tıpkı; "Yokluk, hastalık, doğruluk" kelimelerinin
iki türlü söylenişi gibi.
"Muhakkak
Firavun, Haman" onun Kıptîlcrdcn veziridir "ve orduları suçlu"
isyankâr, müşrik ve günahkâr "kimselerdi."
"Firavun'un
hanımı dedi ki: Benim İçin de, senin içki de bir gözbebeği (olsun); onu
öldürmeyin." Rivayete göre Firavun'un Hanımı Âsiye sandukanın suda
yüzmekte olduğunu görünce, bu sandukanın kendisine doğru sürüklendirilmesin!
ve açılmasını emretti. İçinde küçük bir bebek görünce, ona acıdı ve sevdi.
Bunun için Firavun'a: "Benim İçin de, senin için de bir gözbebeği
(olsun)" dedi. Yani bu benim için de, senin için de bir gözbebeğidir. Buna
göre "gözbebeği'' lafzı mahzuf bir mübtedânın haberidir. el-Kisaî böyle
demiştir. en-Nehhas dedi ki: Bunda Ebu İshak'ın söz konusu ettiği uzak
ihtimalli bir açıklama şekli daha vardır. O da mübtedâ olarak merfu olması,
haberinin ise "onu öldürmeyin buyruğunun olmasıdır. Bunun uzak olma
ihtimali şudur: Çünkü bu durumda mana: O gözbebeği olmakla tanınan birisidir,
şeklinde olur. Bu şekilde olmasının caiz olması da mananın şu şekilde olması
halinde sö2 konusudur: O benim için de, senin için de bir gözbebeği olduğuna
göre onu öldürmeyiniz.
Yüce Allah'ın: "Ve
sana" buyruğunda İfadenin tamam olduğu da söylenmiştir. en-Nehhâs dedi ki:
Buna delil de Abdullah b. Mes'ud'un şu şekildeki okuyuşudur: "Firavun'un
hanımı dedi ki: Onu öldürmeyiniz, benim için ve senin için bir gözbebeğidir (bu)."
"Gözbebeği"
anlamındaki kelimenin; "Benim için ve
senin
için gözbebeği olanı ÖJdürme" anlamında nasb ile okunması caizdir.
Firavun'un hanımı:
"Onu öldürmeyin" deyip de "onu öldürme" dememiş olması
Firavun'a zorbalara hitab edildiği gibi ve zorbaların kendileri hakkında haber
verdikleri şekilde hitab etmesinden dolayıdır.
Bir diğer açıklamaya
göre: "Onu öldürmeyin" demesi şu demektir: Çünkü Allah, onu Mısır
dışındaki bir yerden buraya sürüklemiştir, İsrailoğullarından birisi değildir.
"Belki bize faydalı
olur." Böylelikle biz ondan hayır elde ederiz. "Yahut onu evlad
ediniriz." Âsİye'nin çocuğu olmuyordu, o bakımdan Musa'yı, Fi-ravun'dan
kendisine bağışlamasını istedi. O da Musa'yı ona bağışladı. Firavun rüyasını
görüp, kahinlerine ve alimlerine -daha önce geçtiği üzere- anlatınca onlar
şöyle demişlerdi: İsrailoğullarından bir kişi senin bu hükümdarlığının sonunu
getirecektir. Bunun üzerine İsrailoğullarının çocuklarını kesmeye koyuldu.
Fakat bu gidişle nesillerini kurutacağını görünce, bîr sene kesmeye, bir sene
de hayatta bırakmaya karar verdi. Harun (a.s) kesme emrinin uygulanmadığı sene,
Musa ise kesme emrinin uygulandığı sene doğmuştu.
"Onlarsa farkında
değillerdi." Bu şanı, yüce Allah'ın olayın anlatımı ile ilgili yeni bir
buyruğudur. Yani onlar helaklerinin onun sebebiyle olacağının farkında
değillerdi. Bunun kadının söylediği sözlerin devamı olduğu da söylenmiştir.
Yani İsrailoğullart bizim onu aldığımızı bilmiyorlar, onlar ancak onun bizim
çocuğumuz olduğunu biliyorlar.
Te'vil bilginleri Firavun
hanımının: "Benim için de, senin için de gözbebeği (olsun)"
sözlerini ne zaman söylediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim
bu sözleri Firavun'a durumu haber verip de sandukayı sudan aldıkları sırada
söylemişti. Ona bunu haber verdiğinde o hemen İsrailoğullarından olduğunu
anlamıştı. Bu şekilde sandukaya bırakılmasından maksadın kesilmekten
kurtulması olduğunu da anlamıştı. O bakımdan: Bana kesicileri getirin diye
emir verince, hanımı da belirtilen sözleri söyledi. Bunun üzerine Firavun:
Benim İçin gözbebeği olmasına gelince, böyle bir şey söz konusu değildir, diye
cevap vermişti.
Peygamber (sav)
buyurdu ki: "Eğer Firavun evet benim için de böyle olsun, demiş olsaydı,
Musa'ya iman edecekti ve onun için de bir gözbebeği olacaktı."[5]
es-Süddî dedi ki:
Firavun'un hanimi Musa'yı yürüme çağına gelinceye kadar yetiştirdi. Firavun
onda bir yiğitlik gördü. Onun İsrailoğullarından olduğunu anladı, onu eline
aldı. Musa eliyle Firavun'un sakalını çekiştirmeye başladı. İşte o vakit onu
kesmek istedi ve hanımı da o sırada bu sözleri ona söyledi. Yakut İle kor
ateşle de o zaman onu denedi. İşte -daha önceden Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/27.
âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- dili o zaman yandı ve dilindeki ağırlık
(düğüm) o zaman oldu.
el-Ferra dedi ki: Ben
kendisine es-Süddî denilen, Muhammed b. Mervan', el-Kelbî'den, o Ebu Salih'ten,
o İbn Abbas'tan şunları söylediğini naklederken dinledim: Kadın: "Benim
için bir gözbebeğidir, senin için ise değil" dedikten sonra: "Onu
öldüreceksiniz ha!" dedi. el-Ferra dedi ki: Bu ise bir lahn (kurallara
uygun olmayan) bir okuyuştur.
İbnu'l-Enbarî dedi ki;
Böyle bir okuyuşun lahn olduğuna hüküm vermesinin sebebi şudur: Eğer böyle
olsaydı, bunun "nûn" ile; "Onu öldüreceksiniz" şeklinde
olması gerekirdi. Çünkü muzari fiil başına nasb eden ya da cezm eden bir amil
gelmediği sürece merfu olur. "Nûn"un sabit olması onda reP
alametidir.
el-Ferra (devamla)
dedi ki: Bu şekildeki okuyucu reddetmeyi pekiştiren husus da Abdullah b.
Mes'ud'un; "Fira-vun'un hanımı dedi ki: Onu öldürmeyiniz, benim için de,
senin için de bir gözbebeği (olsun)" şeklinde ve "onu
öldürmeyiniz" emrini başa alarak okumuş olmasıdır.
[6]
10. Musa'nın
annesi kalbi bomboş sabahı etti. Şayet inananlardan olsun diye kalbini
pekiştirmeseydik, az kalsın onu açıklayıve-recekti.
11. Anası, kızkardeşlne: "Git, onu
İzle" dedi. Onlar farkında olmaksızın, onu uzaktan gözetledi.
12. Önceden
Biz onun süt analarının memesini almamasını sağlamıştık. Bunun üzerine
(kızkardeşi) dedi ki: "Sîzin için ona bakacak, hem de ona iyilikte
bulunacak bir aile göstereyim nü?"
13. Biz onu
böylece anasına geri çevirdik ki gözü aydın olup üzülmesin ve gerçekten
Allah'ın vaadinin hak olduğunu da bilsin diye. Fakat onların çoğu bilmezler.
14. Kıvamına
erip olgunlaşınca Biz ona hüküm ve ilim verdik. Biz iyi davrananları işte böyle
mükâfatlandırırız.
"Musa'nın annesi
kalbi bomboş sabahı etti" buyruğu hakkında İbn Mes'ud, İbn Abbas,
el-Hasen, Mücahid, İkrime, Katade, ed-Dahhak, Ebu İm-ran el-Cevnî ve Ebu Ubeyde
dünyada Musa dışında hiçbir şey hatırından ge-çirmeyerek sabahı etti, diye
açıklamışlardır. Yine el-Hasen, İbn İshak ve İbn Zeyd dediler ki: Yüce Allah'ın
kendisine vahyedîp de onu denize atmasını emrettiğinde kendisine "korkma
ve üzülme" denildiğini, Musa'yı kendisine tekrar geri döndürüp onu
peygamberlerden kılacağını taahhüd ettiğini belirtmiş olduğu vahiyden yana
"kalbi bomboş" sabahı etmişti. Şeytan kendisine; Ey Musa'nın annesi,
sen Firavun'un Musa'yı öldürmesinden hoşlanmadın, bizzat kendin onu suda
boğdun. Sonra ona Musa'nın, Firavun'un eline düşmüş olduğu haberi ulaştı ve
böylelikle bu belânın büyüklüğü daha önce yüce Allah'ın kendisine yaptığı
caahhüdü unutturdu.
Ebu Ubeyde dedi ki: O
Musa'nın suda boğulmadığını bildiğinden dolayı gam ve kederden yana kalbi
bomboş sabahı etti, demektir. el-Ahfeş de böyle demiştir.
el-Alâ b. Zeyd dedi
ki: "Bomboş" yani nefret edici olarak anlamındadır. el-Kisaî ise
herşeyi unutmuş ve hiçbir şeyi hatırına getirmeyen, diye açıklamıştır. Kalbi
ona bağlanmış olduğu halde... diye de açıklanmıştır ki; bunu da Said b. Cübeyr
rivayet etmiştir.
İbnu'S-Kasım,
Malik'cen: "Bomboş" demek aklın gitmesi demektir. Yani Musa'nın
Firavun'un eline düştüğünü işitince aşırı korku ve dehşetinden dolayı aklı
başından gitti. Yüce Allah'ın: "Kalpleri ise bomboş olacaktır." (İbrahim,
14/43) buyruğu da bu anlama yakındır. Yani İbrahim Sûresi'nde (belirtilen
âyetin tefsirinde) belirtildiği gibi akıllan kendilerinde bulunmayarak, bomboş
halde... demektir. Çünkü kalpler akılların merkezidir. Nitekim yüce Allah
"Kendileri ile akledecek kalpleri..." (el-Hac, 22/46) diye buyurmaktadır:
"bomboş" anlamındaki kelimeyi-: "Korku ve dehşete kapılmış olarak"
diye okuyanların kıraati bu açıklamanın lehine delil teşkil etmektedir.
en-Nehhas der ki: Bu
görüşlerin en sahihi birincisidir. Bu görüşte olanlar yüce Allah'ın kitabını
en iyi bilenlerdir. Eğer kalbi Musa'yı anmanın dışında herşeyden yana bomboş
ise vahyi de hatırlamıyordu demektir. Ebu Ubeyde'nin kederden yana bomboş
şeklindeki açıklaması ise çirkin bir hatadır, çünkü ondan hemen sonra:
"Şayet inananlardan olsun diye kalbini pekiştirmcseydik, a* kalsın onu
açıklayiverecekti" diye buyurmaktadır.
Said b. Cübeyr de İbn
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: O neredeyse: Vah oğlumun başına
gelenler! diyecekti.
Fadale b. Ubeyd
ei-Ensarî (r.a), Muhammed b. es-Sümeyka, Ebu'l-Aliye ve İbn Muhaysın; "Korku
ve dehşete kapılmış olarak" şeklinde "fe" ve "ayn"
ile; Korku ve dehşete kapılmak"dan gelmiş gibi okumaktadır.
Öldürüleceğinden yana korkuya kapılmıştı, demektir. İbn Abbas ise "kar,
"ra" ve "ayn" ile; "şeklinde okumuştur ki bu da
cemaatin okuyuşu olan: "Bomboş" kıraatine racidir. Bundan dolayı
üzerinde saç bulunmayan başa; denilmiştir, çünkü saçtan yana bomboştur.
Kutrub, Peygamber
(sav)'ın ashabından kimisinin etifsiz olarak; diye okuduğunu rivayet etmiştir.
Bu da "heder ve batıl olarak" demeye benzer. "Kanlan kendi
aralarında hederdir" demektir. Buna göre de buyruğun anlamı şöyle olur:
Kalbi hiçbir iş görmez olmuş, aklı gitmiş ve başına gelen musibetin ağırlığından
dolayı kalpsiz kalmış gibi oldu.
Yüce Allah'ın; "Sabahı
etti" buyruğu ile ilgili iki türlü açıklama yapılmıştır. Birincisine göre
o Musa'yı geceleyin suya bırakmıştı, gündüzün kalbi bomboş sabahı etti. İkinci
açıklamaya göre; o Musa'yı gündüzün suya bırakmıştı. Burada "sabahı
etti" ise oldu, anlamındadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Halifeler o çok
doğru işleri yapıp gittiler, Artık Medine de Velid'in oldu."
"Az kalsın";
"Az kalsın o...". takdirindedir. Burada zamir hazfedildiğinden ötürü
"nün" da sakin gelmiştir. O halde bu (muhakkak demek olan) muhaffef
dir. Bundan dolayı "Onu açıklayıverecektl" buyruğunun başına
"lam" harfi gelmiş bulunmaktadır. Az kalsın durumunu açığa
çıkaracaktı, demek olup; "Açığa çıktı, çıkar, göründü, görünür"
kökünden gelmektedir.
İbn Abbas dedi ki:
Yani onu suya bıraktığında az kalsın vay benim yavrum, diye feryad edecekti.
es-Süddî dedi ki:
Yavrusu emzirmek ve onu yetiştirmek üzere götürüldüğünde az kalsın o benim
oğlumdur diyecekti.
Şöyle de denilmiştir:
Musa gençlik çağına erişince, herkesin: Firavun oğlu Musa demekte olduğunu
işitti. Bu ona ağır geldi ve bundan dolayı kalbi daraldı. Az kalsın: O benim
oğlumdur deyiverecekti.
Bir başka açıklamaya
göre "onu'daki zamir vahye ait olup ifade: Az kalsın bizim kendisine
Musa'yı ona geri döndüreceğimize dair yaptığımız vah yi açıklayacaktı,
takdirindedir. Ancak birinci açıklama daha kuvvetlidir,
İbn Mes'ud dedi ki: Az
kalsın: Onun anası benim, diyecekti. el-Ferrâ dedi ki: Bu konuda kalbi
daralmış olduğundan dolayı, az kalsın onun İsmini acıklayıverecekti.
"Kalbini
pekiştirmeseydik" buyruğunu, Katade; iman ile, es-Süddî onu korumak
suretiyle... diye açıklamışlardır. Sabır ile diye de açıklanmıştır. Kalbi
pekiştirmek (rabt) sabır ilham etmek demektir.
"Şayet
inananlardan olsun diye..." yüce Allah kendisine: "Biz onu sana
döndüreceğiz" buyruğundaki vaadini tasdik edip, doğrulayanlardan olsun
diye... demektir.
Yüce Allah burada;
"Onu acıklayıverecekti" diye buyurup da diye buyurmamış olması, bu
gibi sıfat (teaddi, geçiş) harflerinin ifadelerde bazen fazladan İlave edilmesinden
dolayıdır. Mesela; "Halatı aldım" denildiği gibi (be harfi
ziyadesiyle:), de denilebilir. Bunun; "Onun hakkında söz söyleyip
açıklayıverecekti" anlamında olduğu da söylenmiştir.
"Anası,
kızkardeşine: Git onu izle, dedi." Yani Musa'nın annesi, Musa'nın
kızkardeşine: Onun haberini öğrenmek üzere, onun izini takip et, dedi.
Kızkardeşinin adı
İmran kızı Meryem idi. Bu şekilde adı İsa (a.s)'ın annesi Meryem'in adı
gibidir, bunu es-Süheylî ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir. el-Ma-verdî ise
ed-Dahhak'tan adının Kelseme olduğunu nakletmektedir. es-Süheylî de Külsûm
demiştir. Bu da ez-Zübeyr b. Bekkâr'ın rivayet ettiği bir hadiste varid
olmuştur. Buna göre Easûlullah (sav) Hatice (r.anha)'ya şöyle demiştir: "Yüce
Allah'ın cennette bana seninle birlikte İmran kızı Meryem'i, Musa'nın
kızkardeşi Külsum'u ve Firavun'un hanımı Asiye'yi de eş vereceğini biliyor
musun?" O: Bunu Allah mı sana bildirdi diye sorunca, Peygamber:
"Evet" diye buyurdu. Bunun üzerine Hatice; Hayırlı, uğurlu ve bol
nesilli olsun, diye dua etti.[7]
"Onlar farkında
olmaksızın" Musa'yı aldıklarını görünceye kadar nehrin kıyısında
yürüdüğünden dolayı onun kızkardeşi olduğunu farketmeksi-zin "onu uzaktan
gözetledi." Buradaki; ın 'uzaktan" anlamına geldiğini Mücahid
söylemiştir, "el-ecnebi: yabancı" kelimesi de buradan gelmektedir.
Şair de şöyle demektedir:
"Beni NâiPden
uzakta tutarak mahrum etme, Çünkü ben çadırların ortasında bir
yabancıyım."
Bunun aslı: "Uzak
yerden..." şeklindedir. İbn Abbas dedi ki burada "Uzaktan" yan
taraftan anlamındadır. Nitekim en-Numan b. Salim de; "Bir yandan"
diye okumuştur.
Özlemle, şevkle...
diye de açıklanmıştır. Ebu Amr b. el-A'lâ'nın naklettiğine göre ise bu
Cüzamlıların bir söyleyişidir. Onlar; "Seni özledim" derler. Bunun,
kendisi ondan uzak kalarak, böylelikle hiçbir şekilde onun annesi olduğunu
bilemedikleri anlamında olduğu da söylenmiştir, Katadc dedi ki: Sanki onu
istemiyormuşcasına bir tarafta oturup ona bakmaya koyuldu. O bu buyruğu;
"Bir taraftan kıyıdan, kenardan" diye "cim" harfini üstün,
"nun" harfini de sakin olarak okurdu.
"Önceden Biz onun
süt analarının memesini almamasını sağlamıştık."
Annesi ve
kızkardeşinin gelişinden önce onun süt emmesini engellemiştik, demektir.
Süt emzirenler"
kelimesi 'in çoğuludur. Çoğul olarak;
kullanılırsa, bunun tekili dan gelir. Bu kelimenin vezni olan vezni
çokluk anlatmak içindir. Müennes ile müzekkeri bir birinden ayırmak için de
bunun sonuna ayrıca "te" (müenneslik "te"si) girmez. Çünkü
bu iş fiil üzerinde cereyan etmemektedir. Bununla birlikte Çok süt
emziren" denilecek olursa, buradaki "he" (yuvarlak te) mübalağa
içindir. "Çokça çalgı çalan" anlamında; denilmesi gibi.
İbn Abbas dedi ki: Ne
kadar süt anne getirildiyse hiçbirisini kabul etmedi. Buradaki "haram
kılma" (mealde; "almamasını sağlamak") men (engeller ve,
alıkoyma) anlamında bir tahrimdir, şer'î anlamıyla bir tahrim değildir. Şair
İmruu'1-Kays da şöyle demiştir;
"(Deven) beni
yere yıkmak için dönüp durdu, ona vazgeç bu işten, dedim, Çünkü senin beni
yıkman, senin için haramdır (almayacak bir şeydir.)"
Kızkardeşi durumu
görünce: "Sizin İçin ona bakacak, hem de ona iyilikte bulunacak bir aile
göstereyim mi?" dedi. Onlar: Nerden biliyorsun, sen onun ailesini biliyor
olabilirsin, dediler. Kızkardeşi: Hayır fakat onlar hükümdarın sevinmesini çok
arzu ederler ve ona süt annelik yapmayı isterler, diye cevap verdi.
es-Süddî ve İbn Cüreyc
dediler ki: O; "Hem de ona iyilikte bulunacak bir aile göstereyim mi"
deyince, ona: Sen bu çocuğun ailesini biliyor olmalısın, haydi onları bize
göster, dediler. O: Ben: Onlar hükümdara iyilikte bulunacaklar demek
istemiştim dedi ve onlara Musa'nın annesini gösterdi. Onların emriyle Musa'nın
annesine gidip onu yanlarına getirdi. Firavun ise şefkatinden dolayı bebeği
eline almış, ağlama masını sağlamaya çalışıyordu. Ancak Musa ağlayıp süt emmek
istiyordu. Annesi gelince, bebeği ona verdi. Çocuk annesinin kokusunu alınca,
memesini kabul etti.
İbn Zeyd dedi ki:
Kızkardeşi bu söEİeri söyleyince, ondan şüphelendiler. Bu sefer o: Onlar
hükümdara iyilik yapmak isteyen kimselerdir, dedi.
Yine denildiğine göre
kızkardeşi: "Sîzin için ona bakacak, hem de... bir aile göstereyim
mi?" deyince -ki bu arada memesini kabul edecek bir süt anne aramayı
ısrarla sürdürüyorlardı-; Bu kim olabilir? diye sordular. Benim annem, dedi.
Peki sütü var mı? diye sordular. Evet Harun'un sütü var dedi. -Ki Harun
çocukların öldürülmediği yıl dünyaya gelmişti- Bu sefer Allah'a yemin olsun ki
bu doğru söylüyor, dediler.
"Hem de ona
iyilikte bulunacak bir aile" yani bu aile hem şefkatlidir, hem de iyilik
sahibidir.
Rivayete göre Musa,
annesinin memesini kabul edince, annesine: Bu nasıl oldu da senden başka hiç
kimsenin memesini kabul etmezken senin memeni kabul etti? diye sordular. Şöyle
dedi; Ben kokusu hoş ve sütü güzel bir kadınım. Bana ne kadar çocuk
getirildiyse, hemen hemen benden süt almıştır, diye cevap verdi.
Ebu İmran el-Cevnî
dedi ki: Firavun, Musa'nın annesine hergün bir dinar veriyordu. '
ez-Zemahşerî dedi ki:
Çocuğuna süt emzirdiği için ücret alması onun için nasıl helal oldu, diye
sorarsan, derim ki; O bunu süt em2İrme ücreti olarak almıyordu. Bunu mubah
kabul ederek harbî olan bir kimsenin matıdır diye alıyordu.
"Biz onu böylece
anasına geri çevirdik." Bu sırada yüce Allah düşmanının kalbini ona karşı
merhametle doldurmuştu. Böylece ona verdiğimiz sözü de yerine getirdik.
"Kİ" çocuğu dolayısıyla "gözü aydın olup" yavrusundan ayrı
düştüğü için "üzülmesin ve gerçekten Allah'ın vaadinin hak olduğunu
bilsin diye." Bu vaadin mutlaka gerçekleşeceğini bilsin diye. Çünkü o,
çocuğunun kendisine geri döndürülmesinin gerçekleşeceğini bitiyordu.
"Fakat onların
çoğu bilmezler." Yani Firavun hanedanının çoğu bilmezler, Bu da şu
demektir: Onlar ilahi takdirden ve kazanın sırrından yana gaflet içindeydiler.
Şöyle de açıklanmıştır: İnsanların çoğu Allah'ın bütün va-adlerinin hak
olduğunu bilmemektedirler.
"Kıvamına erip
olgunlaşanca, Biz ona hüküm ve ilim verdik." Kıvamına ermeye dair
açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/151-153. âyetlerin tefsin, 11.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Rabia ve Malik'in görüşüne göre bu, ergenlik
yaşına ulaşmaktır. Bu hususta yapılmış en kabule şayan açıklama budur. Çünkü
yüce Allah: "Yetimleri evlilik çağına erdikleri zamana kadar deneyin. *
(en-Nİsa, 4/6) diye buyurmaktadır. İşte bu, kıvamına erişin ilk çağıdır. Bunun
en ileri derecesi ise otuzdört yaşıdır. Bu da Süf-yan es-Sevrî'nin görüşüdür.
"Olgunlaşınca"
buyruğu hakkında İbn Abbas kırk yaşına gelince, diye açıklamada bulunmuştur.
Buyruktaki "hüküm" peygamberlikten önceki hikmet anlamındadır. Dinde
fıkıh (derin ve incelikli bilgi) anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna dair
açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/129. âyetin tefsirinde) ve
başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. İlimden kasıt da es-Süddînin görüşüne göre
kavrayıştır; nübüvvet olduğu da söylenmiştir. Mücahid fıkıhtır, demiştir.
Muhammed b. İshak ise kendisinin dini ve atalarının dîni ile ilgili bilgi
demektir. Çünkü İsrailoğullarından dokuz kişi onun sözlerini dinliyorlar, ona
uyuyorlar, onun etrafında toplanıyorlardı. Bu ise peygamberliğinden önce
olmuştu.
"Bis İyi
davrananları İşte böyle mükâfatlandırırız." Yani Musa'nın annesi yüce
Allah'ın emrine teslim olup yavrusunu denize bırakıp yüce Allah'ın vaadini
tasdik ederek teslimiyet gösterip Biz de annesi emniyet içerisinde olduğu
halde, çocuğunu kendisine çeşidi ikram ve armağanlarla geri çevirdikten sonra,
una aklı, hikmeti ve nübüvveti vererek mükâfatlandirdığimız gibi, ihsan edici,
iyi davranıcı herkesi böylece mükâfatlandırırız.
[8]
15. Şehre,
ahalisinin haberi olmadığı bir vakitte, girdi. Orada birbiri ile döğüşen iki
adam buldu. Şu kendi taraftarlarından, öbürü düşmanından. Taraftarlarından
olan düşmanından olana karşı kendisinden yardım istedi. Musa ona bir yumruk vurmakla
ölümüne sebeb olunca: "Bu, şeytanın içindendir. Şüphesiz ki o, apaçık
saptırıcı bir düşmandır" dedi.
16. "Rabbim,
gerçekten ben nefsime zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle" dedi. O da
ona mağfiret etti. Çünkü O, Gafurdur, Rahimdir.
17. Dedi ki:
"Rabbim bana verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka
çıkmam."
18. Nihayet
şehirde korku ile gözetleyerek sabahı etti. Baktı ki dün kendisinden yardım
isteyen yine ona feryad ediyordu. Musa ona: "Gerçekten sen apaçık azgın
bir kimsesin" dedi.
19- İkisinin
de düşmanı olanı yakalamak isteyince dedi ki: "Ey Musa, dün bir kişiyi
öldürdüğün gibi benî de mi öldürmek istiyorsun? Sen ancak yeryüzünde bir zorba
olmak İstersin, fakat ıslâh edicilerden olmak istemezsin."
"Şehre ahalisinin
haberi olmadığı bir vakitte girdi" buyruğu ile ilgili olarak şöyle
denilmiştir: Musa (a.s) dininin hak olduğunu bilince, bu sefer Fi-ravun'un
kavminin izlediği yolu ayıplamaya koyuldu. Onun bu hali yaygınlık kazandı,
bundan dolayı onu korkuttular. O da onlardan korktu. Bu bakımdan Firavun'un
şehrine ancak korku ile ve gizlice giriyordu.
es-Süddî dedi ki: Musa
bu kıssanın cereyan ettiği sırada Firavun ile resmi seviyede ilişkisi olan
birisiydi. Onun bindiği bineklere biniyor ve hatta, Firavun'un oğlu Musa diye
biliniyordu. Firavun bir gün bineklerine binip Mısır şehirlerinden Menuf
-Mukatil Mısır'dan iki fersah uzaklıktadır demiştir- diye bir yere gitti.
Musa, Firavun'un binip gittiğini öğrenince o da arkasından bindi ve öğle vakti
istirahat! sırasında o kasabaya ulaştı. Bu da habersiz kalınan bir gaflet
zamanıdır. Hu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Yine o: Sözü edilen bu vakit
akşam ile yatsı arasıdır, demiştir.
İbn tshak dedi ki:
Burada sözü edilen şehir Mısır şehrinin kendisidir. Musa o donemde Firavun'a
muhaliF olduğunu açıkça ifade ediyordu. Firavun'a ve putlara tapılmasını da
ayıplıyordu. Bir gün Firavun'un şehrine ahalisinin haberi olmadığı bir sırada
girdi.
Said b. Cübeyr ile
Katade: Öğle vakti insanların uykuda olduğu bir sırada girdi, demiştir. İbn
Zeyd de şöyle demektedir: Firavun, Musa ile tartışmış ve onu şehirden dışarıya
göndermişti. Musa da bu şehirden yıllarca uzak kalmıştı. Durumunu unuttukları
ve aradan uzunca bir zaman geçtiği için haberleri olmadık bir zamanda
(unlardan habersiz) geldi. O gün bir bayram günüydü.
ed Dahhak dedi ki: O
ahalisinin haberlerinin olmayacağı bir zamanda şe-hire girmek istedi. Onların
bu hallerini bildikleri bir zamanda şehire girdi. Öldürülme emrini (Allah'tan)
almadan önce o adamı öldürme işi de elinden çıktı. Rabbinden mağfiret
dileyince, Allah da ona mağfiret buyurdu.
"Ahalisinin
farkında olmadığı bir sırada şehire girdim" anlamında denilir, amma;
"denilmez. Bu âyet-i kerimede; 'in gelmesi ise asıl maksadın "gaflet:
habersizlik" oluşundan dolayıdır. Böylelikle bu: "Gafil oldukları
(habersiz oldukları) bir zamanda geldim" demeye benzer. Arzu
edilirse;"Habersiz oldukları bir zamanda geldim" de denilebilir. Ayet
de bu şekildedir.
"Orada birbiri Ue
döğüşen iki adam buldu. Şu kendi taraftarlarından"
yani dışardan bakan
bir kimse bu onun taraftarlarındandır. Yani İsrailoğul-larındandır,
diyebiliyordu. "Öbürü düşmanından" yani Firavun kavminden idi.
"Taraftarlarından
olan, düşmanından olana karşı kendisinden yardım İstedi." Kendisine yardım
etmesini, imdadına yetişmesini istedi. Daha sonra gelecek olan âyet-i kerimede
de: "Baktı ki; dün kendisinden yardım isteyen yine ona feryad
ediyordu" diye buyurulmuştur. Yani bir başka Kıpti'ye karşı kendisinden
yardım istiyordu. Musa'nın ona yardım etmesinin sebebi, mazluma yardımcı
olmanın bütün ümmetlerin dininde bulunan bir hüküm olduğundan dolayıdır ve
bütün şeriatlerde farz olduğu içindir. Katade dedi ki: Kıpti, İsrailoğullanndan
olana angarya iş yükleyerek, Firavun'un mutfağına odun taşımasını istemişti.
İsrailoğullarına mensub kişi bunu kabul etmeyince, Musa'nın yardımını istedi.
Said b. Cübeyr dedi ki: Bu kişi Firavun'un ekmekçisi idi.
"Musa ona bir
yumruk vurmakla ölümüne sebeb olunca..." Katade: Asasına vurmakla... diye
açıklamıştır. Mücahid ise avucuyla vurmakla diye açıklamıştır, yani onu
itmekle...
lafızları hep aynı
anlamda olup, eli (bugün kullanılan Arap harfleriyle) yetmişüç şeklinde
düğümlemek gibi parmakları bir araya getirmekle (yumrukla) vurmak demektir. İbn
Mes'ud bunu; diye okumuştur.
in çeneye; 'in ise
göğüse yumruk vurmak demek olduğu da söylenmiştir. es-Sa'lebî'nin naklettiğine
göre Abdullah b. Mes'ud'un Mushaf'ında bu lafız "nûn" harfi İle; şeklindedir.
Manası birdir.
el-Cevherî, Ebu
Ubeyde'den naklen şöyle demektedir: "Yumrukla göğse vurmak"
demektir. Ebu Zeyd ise vücudun her tarafına vurmaktır, diye açıklamıştır, ise
tıpkı gibi yumrukla göğse vurmak demektir. Bu açıktama da yine Ebu Ubeyde'den
nakledilmiştir, Ebu Zeyd de der ki: Bu çenelere ve boyna yumrukla vurmak
demektir. "Yumruk vuran adam" demek olup, "mim" esreli kullanılır.
el-Esmaî dedi ki: "Onu vurup itti" demektir. el-Kisaî dedi ki: Iaf2i
tıpkı gibidir, yani vurup itti, demektir. ise zilleti dolayısıyla onu itti
demek olup, bu muameleye maruz kalana da; denilir. da aynı anlamdadır. (Zilleti
dolayısıyla onu itti) demektir. Tarafe bir adamı hicvederken şöyle demektedir:
"(Savaşa)
çağıranın (çağrısına) geç kulak verir, buna karşılık kötü
sözlerde eli çabuktur,
Yiğitlerin yumruk] arıyla çokça ve zelil kılınmış itilip, kakılmış bir kimsedir
o"
Burada; çokça itilip,
kakılan demektir. Bunu şeddeli kullanması ise çokluk anlamını ifade etmek
içindir.
Âişe (r.anha) da şöyle
demektedir: "Beni -Peygamber (sav)'ı kastediyor öyte bir itti ki; canımı
acıttı" demektedir. Bunu Müslim rivayet etmiştir[9]
Musa (a.s) Kıptî'yi
öldürme kastı olmaksızın bu işi yapmıştı. Onun maksadı sadece adamı itmekti,
ancak bununla öleceği mukaddermiş. İşte yüce Allah'ın: "Ölümüne sebeb
olunca..." buyruğunun anlamı budur, Bir şeyi yapıp bitirmeye de; "Ben
o işi bitirdim" denilir. Şair de şöyle demektedir:
°el-Eşca' ısırdı onu
ve işini bitirdi."
"Bu, şeytanın
içindendir." Onun aldatmalarındandır. el-Hasen dedi ki: O gün için o
durumda kâfirin öldürülmesi helal değildi. Çünkü o sırada savaştan uzak durma
hali söz konusu idi. "Şüphesiz ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır,
dedi" buyrukları da haberden sonra haber mahiyetindedir.
"Rabblm gerçekten
ben nefsime zulmettim, onun için bana mağfiret eyle, dedi. O da ona mağfiret
etti." Musa (a.s) bir canın ölümüne sebeb teşkil eden o yumruğundan dolayı
pişman oldu. Onun bu pişmanlığı Rabbinin ününde alçak gönüllülükle eğilmesine
ve günahından ötürü Rabbinden mağfiret dilemesine itti.
Katade dedi ki:
Allah'a andolsun ki o, bu işten nasıl kurtulacağını bilmişti. Bunun için
Allah'tan mağfiret diledi. O kendisine mağfiret edildiğini bilmekle birlikte,
kendi aleyhine bu işi sayıp dökmeye devam etmiştir. Nihayet kıyamet gününde
de: Ben öldürmekle emrolunmadığım bir canı öldürdüm, diyecektir. O bunu kendi
aleyhine bir günah olarak değerlendirmiş ve: "Rabbim gerçekten ben nefsime
zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle" diye buyurmuştur. Çünkü hiçbir
peygamberin emrolunmadıkça öldürmemesi gerekir. Aynı şekilde peygamberler
başkalarında bulunmayan korku ve şefkate sahiptirler.
en-Nekkaş dedi ki; O
Kıptî'ye öldürmek maksadıyla vurmadı ve kasti olarak öldürmedi. O, sadece
zulmünü bertaraf etmek maksadıyla Kıptî'ye yumruk vurmuştu. (en-Nekkaş
devamla) dedi ki: Denildiğine göre bu peygamberlikten önce olmuştur.
Ka'b dedi ki: O sırada
oniki yaşında idi. Bununla birlikte öldürmesi de hata yoluyla bir öldürme idi,
çünkü yumruk çoğunlukla öldürmez.
Müslim'in rivayetine
göre Salim b. Abdullah şöyle demiştir: Ey Irak ahalisi, sizler ne kadar çok
küçük günahları soruyor ve aynı zamanda büyük günahları İşliyorsunuz. Ben
babam Abdullah b. Ömer'i şöyle derken dinlemiştim: Ben Rasülullah (sav)'ı
şöyle buyururken dinledim: Fitne hiç şüphesiz buradan -bu arada doğu tarafına
eliyle işaret etti- şu şeytanın iki boynuzunun çıktığı yerden gelecektir ve
sizler birbirinizin boynunu vuracaksınız. Şunu bilin ki; Musa Firavun
hanedanından öldürdüğü kişiyi hataen öldürmüştü. Yüce Allah ise şöyle
buyurmaktadır: "Ve sen birisini öldürmüştün; ama yine de seni gamdan
kurtardık ve seni deneyip mihnetten mihnete uğrattık." (Tâ-Hâ, 20/40)[10]
Yüce Allah'ın:
"Dedi ki: Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için artık günahkârlara arka
çıkmam" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde
sunacağız;
[11]
Yüce Allah'ın:
"Itedl ki: Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için" bana verdiğin
bilgi, hüküm (hikmet) ve Cevhid hakkı için "artık günahkârlara" kâfirlere
"arka çıkmam" yardımcı olmam.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Bana yaptığın mağfiret hakkı için demeyiş sebebi, bunun vahiy döneminden Önce
olması ve yüce Allah'ın kendisine bu öldürme günahını bağışlamış olduğunu
bilmemesi idi.
el-Maverdî dedi ki:
"Bana verdiğin nimet hakkı için" buyruğu ile ilgili iki açıklama söz
konusudur. Birincisine göre nimetten kasıt mağfirettir, el-Mehdevî ve es-Sa'lebî
böyle demişlerdir. el-Mehdevî dedi ki: "Bana verdiğin nimet hakkı
için" buyruğu, bana mağfirette bulunup beni cezalandırmadığın için
anlamındadır. İkinci açıklama ise bana verdiğin hidayet hakkı için... demektir.
Derim ki: Yüce
Allah'ın (bir önceki âyette geçen): "O da ona mağfiret etti" buyruğu
günahının bağışlanmış olduğuna delil teşkil etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
ez-Zemahşerî dedi ki:
Yüce Allah'ın: "Bana verdiğin nimet hakkı için" buyruğu cevabi
hazfedilmiş bir yemin olabilir. İfadenin takdiri de şöyle olur; Senin bana
mağfirette bulunmak suretiyle ihsan etmiş olduğun nimetin hakkı için elbette
tevbe edeceğim ve "artık günahkarlara arka çıkmayacağım." Yüce
Allah'ın rahmet ve atıfetini celbedecek bir ifade dt: olabilir. Şöyle demiş
gibidir: Rabbim, bana nimet olarak ihsan ettiğin mağfiret hakkı için beni
korursan, ben de -beni koruduğun takdirde- asla günahkârlara arka çıkmayacağım.
O günahkârlara arka çıkmakla ya Firavun ile birlikle arkadaşlık edip onunla
birlikte olanlar arasına katılarak etrafındakilerin sayısını arttırmayı
kastetmiştir. Çünkü tıpkı çocuğun babasıyla birlikte binmesi gibi, Firavun'la
beraber binerdi ve Firavun'un oğlu diye adlandırılıyordu. Ya da kendisine
yardımcı olunması, günaha ve suça götüren kimselere yardımcı olmamayı
kastetmiş olabilir. Tıpkı İsrailoğullanna mensup kimseye yaptığı yardımın
kendisi için öldürülmesi helal olmayan kişiyi öldürmekle sonuç -tandığı gibi.
Bir görüşe göre de
şunu demek istemiştir: Emrolunmadığım bu öldürmede ben kötü bir iş yapmış
olmakla birlikte, suçlulara karşı müslümanlara yardımcı olmayı asla
bırakmayacağım. Buna göre İsrailoğullanna mensup kişi mü'min idi. Mü'min
kimseye yardımcı olmak ise bütün şeriatlerde farzdır,
Bİr rivayette şöyle
denilmektedir: İsrailoğullanna mensup o kişi kâfir idi. Ona onun
taraftarlarından deniliş sebebi, İsrailoğullanna mensup olması idi, yoksa din
bakımından ona uygunluk kastedilmiş değildir. Buna göre Musa (a.s) pişman
olmuştur. Çünkü o kâfire karşı bir diğer kâfire yardımcı olmuştur. O bakımdan:
Artık bundan sonra hiçbir zaman kâfirlere yardımcı olmayacağım, demiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu Musa (a.s)'ın verdiği bir haber değildir, bu bir duadır. Yani
artık ben bundan sonra... yardımcı olmayayım, demektir. Yani Rabbim Sen beni
günahkârlara yardımcı kılma, anlamındadır.
el-Ferrâ dedi ki:
Anlam şudur: Allah'ım, ben asla günahkarlara yardımcı olmayacağım. el-Ferrâ bu
açıklamasının aynı zamanda İbn Abbas'ın görüşü olduğunu da iddia etmektedir.
en-Nehhâs dedi ki:
Bununla birlikte bu ifadelerin haber anlamında olması, ifadelerin akışı
itibariyle daha uygun düşmekledir. Bu sözler: Ben Sana isyan etmeyeceğim,
çünkü Sen bana nimet ihsan etmiş bulunuyorsun, demeye benzer. Gerçekte İbn
Abbas'ın görüşü budur, el-Ferra'nın naklettiği de-ğüdir. Çünkü İbn Abbas şöyle
demiştir; Musa bu sözünde (ınşaallah diyerek) istisnada bulunmadığından ikinci
gün tekrar sınandı. Duada İse İstisna yapılmaz ve: Allah'ım dilersen, Sen bana
mağfiret buyur denilmez. En hayret edilecek hususlardan birisi de el-Ferra'nın,
İbn Abbas'tan bunu rivayet etmesi daha sonra da onun sözünü böylece nakletme
sidir.
Derim ki: Bu hususun
özet bir açıklaması en-Neml Sûresi'nde (27/11. âyetin tefsirinde) geçmiştir.
Bunun bir dua olduğu, haber olmadığı orada belirtilmiştir. İbn Abbas'tan da;
İstisnada bulunmadığından dolayı ikinci bir defa onunla sınandı, yani o
inşaallah olmayacağım demedi, demişitr. Bu da yüce Allah'ın: "Birde
zulmedenlere meyletmeyin..." (Hud, 11/113) buyruğunu andırmaktadır.
[12]
Seleme b, Nubayt dedi
ki: Abdu'r-Rahman b. Müslim, ed-Dahhak'a Buhara ahalisinin maaşlarını gönderdi
ve: Bunu onlara ver dedi. ed-Dahhak: Bu işten beni affet dedi ve kendisini
affedinceye kadar affedilmesini isteyip durdu. Ona: Senin onlara bir zararın
olmadığı halde bağışlarını ne diye onlara vermiyorsun? denilince şöyle dedi:
Ben hiçbir işlerinde zalimlere yardımcı olmayı sevmiyorum.
Ubeydullah b. el-Velid
el-Vassâfî dedi ki; Ata b. Ebİ Rebah'a şöyle dedirn: Benim kalemim ile iş gören
ve karşılığında bir ücret alan bir kardeşim var. Gireni ve çıkanı hesap ediyor.
Çoluk-çocuğu da var, eğer bu işi bırakacak olursa muhtaç olur ve borçlanmak
zorunda kalır. Ata ona: Baş kim? diye sordu. Ben: Halid b. Abdullah
el-Kasri'dir deyince, şöyle dedi: Sen yüce Allah'ın o salih kulunun:
"Rabbün bana verdiğin nimet hakkı için günahkârlara arka çıkmam"
dediği buyruğunu hiç okumuyor musun? İbn Abbas dedi ki: Musa bu sözlerinde
istisnada (inşaallah diyerek) bulunmadığından dolayı ikinci defa benzer bir
işle sınandı, fakat Allah ona yardım etti. Bundan dolayı sen kardeşine söyle,
onlara yardımcı olmasın. Allah ona yardımcı olacaktır.
Ata dedi ki: Hiçbir
kimseye bir zalime yardımcı olmak, ona katiplik yapmak, onunla arkadaşlık
yapmak helal değildir. Bunlardan herhangi birisini yapacak olursa, o zalimlere
yardımcı olmuş olur.
Hadiste şöyle
buyurulmaktadır "Kıyamet gününde bir münadi: Nerede zalimler, nerede
zalimlere benzeyenler ve zalimlere yardımcı olanlar, hatta onlara mürekkep
hokkası uzatan yahut onların bir kalemini yontan dahi olsa(ne-rede)? Bunların
hepsi demirden bir tabuta topluca konulurlar ve bu tabutta cehenneme
atılır."[13]
Peygamber (sav)'dan da
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Uğradığı zulümde yardımcı olmak üzere
bir mazlum ile yürüyen bir kimsenin ayaklarını kıyamet günü o ayakların
kaydığı o günde sırat üzerinde sabit kılar. Her
kim de bir zalim ile birlikte zulmünde ona yardımcı olmak üzere
yürüyecek olursa, yüce Allah ayakların kaydığı o günde sıratın üzerinde
ayaklarını kaydıracaktır. "[14]
Yine hadiste:
"Bir zalimle birlikte yürüyen günah işlemiş olur," denilmektedir[15]
Zalimle ancak ona
yardımcı olmak maksadıyla yürüdüğü cakdirde günah olur. Zira o yüce Allah'ın:
"Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yar-dımlaşmayın"
(el-Mâide, 5/2) buyıuğundaki yasağı İşlemiş olur.
"Nihayet şehirde
korku ile gözetleyerek sabahı etti" buyruğunda buna aykırı iddialarda
bulunanların kanaatleri reddedilmekte; korkmanın marife-tullah'a da, ona
tevekkül etmeye de aykırı olmadrğına işaret edilmektedir. Nitekim daha önceden
Tâ-Hâ Sûresi'nde (20/46. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde bu husus
açıklanmıştır.
Denildi ki: Musa (a.s)
öldürdüğü kişi karşrlığında, öldürülmekten korkarak sabahı etti. Kavminin
kendisini teslim edeceğinden korkarak diye açıklandığı gibi yüce Allah'tan
korkarak diye de açıklanmıştır.
"Gözetleyerek"
buyruğunu Said b. Cübeyr: Korkusundan dolayı etrafına bakınarak diye
açıklamıştır. Yakalanmayı gözetleyerek insanların kendisi hakkında neler
söylediklerini tesbite^çaUsarak, diye de açıklanmıştır.
Katade dedi ki:
"Gözetleyerek" yani takip edilmeyi gözetleyerek.
Denildiğine göre o,
durumun haberini öğrenmek üzere dışarı çıktı. İsra-iloğullanna mensup o kişinin
dışında Kıptî'nin öldürülmüş olduğunu bilen yoktu.
"Sabahı
etti" buyruğunun; "İdi, oldu" anlamında olma ihtimali de
vardır. Yani o katil olunca korkmaya başladı. Bunun "sabah vaktine girdi
(sabahı etti)" anlamında olma ihtimali de vardır. Yani öldürdüğü günün
ertesi gününün sabahında demek olur,
"Korku ile"
buyruğu "Sabahı etti" buyruğunun haberi olarak nasbedilmiştir. Hal
olarak nasbedildiği de kabul edilebilir. Bu durumda zarf, haber mahallinde
olur.
"Baktı ki dün
kendisinden yardım isteyen yine ona feryad ediyordu." Yani dün kurtarmış
olduğu İsrailoğullanna mensup aynı kişi kendisine angarya iş yükletmek isteyen
bir başka Kıptî ile kavga etmektedir.
"Yardım
istemek" demektir. Bu da; "Feryad etmek"ten gelir, çünkü yardım
isteyen kimse (el-müstağis) yüksek sesle bağırarak yardım ister. Şair şöyle
demektedir:
"(Bizlere)
dehşete kapılmış bir feryad edici (yardım isteyen) geldi mi, Onun feryadına
karşı feryadımız; (atlarımızın) bacaklarına kamçıları vurmak olurdu (çabucak
yardımına koşardık)*
Denildiğine göre,
İsrailoğullarına mensub olan yardım isteyen o kişi Sa-miri idi. Firavun'un
mutfakçısı, muıfağa odun taşıma işini ona yükletmek istemişti . Bunu
ei-Kuşeyrî zikretmektedir.
"en (kişi)"
mübtedâ olarak merfudur. "Ona feryad ediyordu" haber mahallindedir.
Hal olarak nasb konumunda olması da mümkündür. "Dün" ise içinde
bulunduğumuz bugünün önceki günü demektir. Bu kelime iki sakinin arka arkaya
gelmesi dolayısıyla esre üzere meb-nidir. Baştna elif lam gelecek yahut izafet
olursa, o takdirde nahivctlerin çoğunluğuna göre ref ve fetha ile i'rabı
yapılabilir. "Eliflam"lı olduğu halde na-hivcilerden onu mebni kabul
edenler de vardır. Sibeveyh ve başkalannın naklettiğine göre Araplar arasından
bu lafzı sadece ref' halinde iken gayr-ı munsarıf gibi değerlendirenler vardır.
Şair de kimi zaman şiir zarureti dolayısıyla cer ve nasb halinde de aynı şeyi
yapabilir. Şair der ki:
"Andolsun dünden
beri ben hayret edilecek bir şey gördüm"
Şair burada; edatı ile
geçmiş günü belirten bu lafzı mecrur okumuştur. Halbuki güzel söyleyiş bunun
merfu olmasıdır. O burada; "Dün" lafzını cer halinde ikinci söyleyişe
uygun olarak ref halindeki gibi kullanmıştır.
"MÛsa ona:
Gerçekten sen apaçık azgın bir kimsesin dedi." Buradaki; "Azgın,
hüsrana uğramış" demektir. Çünkü sen güç yeüremeyeceğin kimselere karşı
çıkıyorsun. Bunun apaçık sapık anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani ben
senden ötürü dün bir adam öldürdüm, bugün de beni bir başkası için
çağırmaktasın.
"Azgın"
lafzı; "Azdırdı, azdırır" fiilinden "fail" veznindedir ve;
"Azdıncı" anlamındadır. Bu da; ile 'in "acıtı-cı ve can
yakıcı" anlamlarına gelmesine benzer. 'ın "azan kimse" demek
olduğu da söylenmiştir. Yani sen, sana yapacağı kötülüğü defedeme-yeceğin
kimselerle kavgaya tutuşmak suretiyle çok azgın (azan, azdırıcı) bir kimsesin.
el-Hasen dedi ki: Musa
(a.s): "Gerçekten sen apaçık azgın bir kimsesin" sözlerini
İsrailoğullarına mensub kimseye angarya iş yükletmesi dolayısıyla Kıptî'ye
söylemiş ve onu yakalamak istemişti.
"Yakaladı,
yakalar" demektir. Bunun (muzari halinin "ü" harfinin) ötreli
okunması kıyasa daha uygundur, çünkü bu müteaddi olmayan bir fiildir.
"Dedi ki: Ey
Musa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi benîde mi öldürmek İstiyorsun?" İbn
Cübeyr dedi ki; Musa aslında Kıptî'yi yakalamak istemişti. İsrailoğullanna
mensup kişi ise kendisini yakalamak istediğini sanmıştı. Çünkü ona ağır bir söz
söylemişti ve: "Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek
istiyorsun?" demişti. Kıptî bu sözü işitince etrafa yaydı.
Şöyle de denilmiştir:
İsrailoğullarından biri Kıptî'yi yakalamak istemişti, Musa ise bu işi
yapmamasını ona söyleyince, ondan korktu ve: "Dün bir kişiyi öldürdüğün
gibi benide mi öldürmek İstiyorsun?" deyivermişti.
"Sen ancak
yeryüzünde bir zorba" adam öldüren "olmak istersin." İk-rime ve
eş-Şa'bî: Bir insan haksız yere iki kişi öldürmediği sürece zorba (cebbar)
olmaz[16]
"Fakat ıslâh
edicilerden olmak" insanların arasını düzeltmeye çalışanlardan olmak
"istemezsin."
[17]
20. Derken,
şehrin uzak tarafından bir adam seyirterek geldi. Dedi ki: "Ey Musa,
ileri gelenler seni öldürmek için hakkında danışıyorlar. Çık, git. Muhakkak
ben sana öğüt verenlerdenim."
21. Bunun
üzerine korku ile etrafı gözeterek o şehirden çıkıp: "Rabbim, beni
zalimler topluluğundan kurtar" dedi.
22. Medyen'e
doğru yönelince: "Umarım Rabbim beni doğru yola iletir" dedi.
"Derken şehrin
uzak tarafından bir adam seyirterek geldi" buyruğu ile ilgili olarak
tefsir alimlerinin çoğunluğu şöyle demişlerdir: Bu kişi Firavun hanedanından
iman eden şahıs olan Hazkiyel b. Saburâ'dır. Firavun'un amcasının oğlu idi,
Bunu es-Sa'lebî zikretmiştir.
Bu kişinin adının
Talut olduğu da söylenmiştir. Bunu da es-Süheyıî zikretmektedir.
el-Mehdevî, Katade'den
naklen adının Şem'un olup Firavun hanedanından iman eden kişi olduğunu
nakletmektedir, Şem'ân adında olduğu da söylenmiştir. Darakutnî dedi ki:
Şem'ân diye Firavun hanedanından iman eden kişiden başkasının adı
bilinmemektedir[18] Rivayete göre Firavun,
Musa'nın öldürülmesini emredince bu adam elini çabuk tutarak haberi Musa'ya
ulaştırmış ve: "Dedi ki: Ey Musa İleri gelenler seni öldürmek için
hakkında danışıyorlar." Dün öldürmüş olduğun Kıptî'ye karşılık olarak,
seni öldürmeyi görüşüyorlar, demişti.
Danışıyorlar"ın biri diğerine emrediyor anlamında olduğu da
söylenmiştir. el-Ezherî dedi ki: "Biri diğerine emretti" demektir.
Bunun benzeri yüce Allah'ın: "Aranızda maruf ile danışın (el-Ezherî'nin
açıklamasına göre: Birbirinize marufu emredin)" (Talak, 65/6) buyruğudur.
en-Nemîr b. Tevkb de
şöyle demektedir:
"Ben insanların
yeni bir huy icad ettiklerini görüyorum, Ve'elbetteki herbir hadisede danışılır
{ya da: kimi kimine emir verir)"
"Çık, git.
Muhakkak ben sana öğüt verenlerdenim. Bunun üzerine korku ile etrafı
gözeterek" takip edilip edilmediğine bakarak "o şehirden çıkıp:
Rabbtm beni zalimler topluluğundan kurtar, dedi."
Denildi ki: Cebbar
(zorba) dilediği şekilde haksızca döven ve öldüren, akıbetlere bakmayan ve
gelecek bir zarar ya da tehlikeyi en güzel yol hangisi ise onunla savmayan
kimse demektir. Yüce Allah'ın emrine karşı alçak gönüllülük göstermeyip
büyüklenen kimse olduğu da söylenmiştir[19]
"Medyen'e doğru
yönelince: Umarım Rabbim beni doğru yola iletir, dedi." Musa (sav) tek
başına korku ile kendisini kurtarmak maksadıyla çıkıp git tiğinde beraberinde
ne azık, ne binek, ne ayakkabı hiçbir şey bulunmaksızın Medyen'e doğru yola
koyuldu. Buna sebeb ise kendisi ile onlar arasındaki neseb bağı idi.
Çünkü Medyenliler
İbrahim (a.s)'ın soyundan geliyorlardı. Musa (a.s) da İbrahim'in oğlu İshak'ın
oğlu Ya'kub'un soyundan idi. O kendi halini, yolu bilemediğini, azıksız
olduğunu ve başka hiçbir şeyinin bulunmadığını görünce işini yüce Allah'a şu
sözleriyle havale etmişti: "Umarım Rabbinı beni doğru yola iletir."
İşte çaresiz kalanın hali budur.
Derim ki: Rivayet
olunduğuna göre o ağaç yapraklarını yiyerek besleniyordu. Ayaklarının tabanı
düşmeden önce de oraya varamadı. Ebu Malik dedi ki: Firavun onu takib edip
yakalamak üzere takipçiler göndermiş ve onlara şu talimatı vermişti: Siz onu
yol ayırımlarında arayınız, çünkü Musa yolu bilmemektedir. Bir melek
beraberinde bir harbe ile birlikte ata binmiş olarak onun yanına geldi.
Musa'ya: Beni takib et, dedi. Musa onu takib etti ve onu yola iletti.
Denildiğine göre melek
Musa'ya elindeki harbeyi de verdi. O da Musa'nın asası olmuştu. Rivayet
olunduğuna göre o asasını koyun otlatmak maksadıyla Medyen'den almıştı. Daha
çok kişinin yaptığı ve daha sahih olan rivayet budur.
Mukatil ve es-Süddî
dedi ki; Yüce Allah ona Cebrail'i gönderdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Medyen ile Mısır
arasında da sekiz günlük bir mesafe vardır. Bunu İbn Cü-beyr ve sair insanlar
söylemişlerdir. Medyen o sırada Firavun'un mülkünde değildi.
[20]
23. Medyen
suyuna varınca üst tarafında (davarlarını) sulayan bir grub insan buldu.
Onların gerisinde ise karışmasın diye (koyunlarını) kollayan iki hanım buldu.
"Haliniz nedir?" dedi. "Çobanlar gidinceye kadar biz sulamayız.
Babamız ise çok yaşlı bir ihtiyardır" dediler.
24. Nihayet
onların yerine davarlarını suladıktan sonra bir gölgeye varıp: "Rabbim,
doğrusu bana İndireceğin hayra muhtacım" dedi.
25. Sonra
onlardan birisi utana utana yürüyerek ona gelip: "Bize suladığının
ücretini sana vermek üzere babam seni çağırıyor" dedi. Onun yanına gelip
kıssayı ona anlatınca: "Korkma! O zalimler topluluğundan kurtuldun* dedi.
26.
İkisinden biri dedi ki: "Babacığım, onu ücretle tut. Çünkü «enin ücretle
tuttuklarının en iyisi, kudretli ve emin bir kişidir."
27. Dedi ki:
"Sekiz yıl bana hizmet etmen üzere bu iki kızımdan birini sana nikâh
edeyim istiyorum. Eğer ona tamamlarsan o senin bir lütfün olur. Bununla
beraber sana zorluk çektirmek de istemem. İnşaallah beni iyilerden
bulacaksın."
28. Dedi ki:
"Bu seninle benim aramdadır. İki vadeden hangisini bi-tirirsem aleyhime
bir düşmanlık olmasın. Allah da bu söylediğimize vekildir."
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız[21]
"Medyen suyuna
varınca* yani Musa (a .s) Medyen suyuna varıncaya kadar yürüdü. Onun suya
varışı, oraya ulaşması demektir, içine girdiği anlamını taşımaz. Ulaşmak:
Bazen gidilen varılan yere girmek anlamını da ifade eder. Bazan içine girilmese
dahi oraya muttali olmak ve oraya ulaşmak anlamına da gelir. Musa'nın bu suya
ulaşması ona varmasından ibaretti. Şair Ziiheyr'in şu beyitinde de bu anlamda
kullanılmıştır:
"Derin yerleri
mavimtırak olan o auya vardıklarında,
Çadırını kurmuş ikamet
eden kimse gibi bastonlarını bıraktılar."
O Ancak görüleceği
gibi, başlık sayısı yirmidört değil, yirmi üçtür.
Yine bu anlamdaki
açıklamalar daha önce yüce Allah'ın: "Şüpheyok ki aranızda oraya
uğramayacak hiç kimse yoktur." (Meryem, 19/71) buyruğu açıklanırken geçmiş
bulunmaktadır.
"Medyen"
munsanf değildir, çünkü o bilinen bir şehirdir. Şair de şöyle demektedir:
"Medyen rahipleri
görseler seni, inerler,
Genç ve yaşlı
ceylanlar dahi dağların tepelerinden."
Medyen'in, İbrahim
oğlu Medyen'in soyundan gelen bir kabile olduğu da söylenmiştir. Buna dair
açıklamalar da daha önceden el-A'raf Sûrcsi'nde (7/85-âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Ümmet (mealde: bir
grup insan); büyük topluluk demektir. O, davarlarını "Sulayan" bir
topluluk görmüştü.
"Onların
gerisinde ise" onun geldiği tarafta... anlamındadır. Yani o topluluğun
yanına varmadan önce bu iki hanımın yanına varmış ve bunların davarlarını
alıkoymakta olduklarını görmüştü. Peygamber (sav)'ın şu buyruğunda da bu
kökten gelen lafız şöylece kullanılmıştır: “Gerçekten bir takım insanlar benim
Havzımdan uzaklaştırılacaklardır..,"[22]
Bazı Mushaflarda
"Kollayan ve alıkoyan iki hanım" şeklindedir. "Alıkoydu,
alıkoyar" demektir,Bir şeyi engelledim, alıkoydum demektir. Şair de şöyle
demektedir:
"Kafiyeler
kapısında geceyi geçiririm sanki ben,
Onlarla yabani ve
yabancı bir sürüyü alıkoyar (engeller) gibiyim."
"Alıkoyan,
kollayanın kovan, uzaklaştıran anlamında olduğu da söylenmiştir. Şair şöyle
demektedir:
"Ttemimoğulları
aenin asanı almış bulunuyor, Sen hangi asa ile kovacağını bilemiyorsun."
Yani kovacağını,
engelleyeceğini, alıkoyacağını... İbn Selam dedi ki: Başkalarının koyunlarıyla
karışmasın diye koyunlarını engelleyen, alıkoyan demektir. Burada ya muhataba
durumu hissettirmek için ya da bildiği için gerek görülmediğinden meful
hazfedilmiştir.
İbn Abbas dedi ki:
Güçlü, kuvvetli sulayıcılardan korktukları için davarlarını suya gitmekten
alıkoymaya çalışıyorlardı. Katade dedi ki: Bu onlar sair insanları koyunlarına
karışmaktan alıkoyuyorlardı demektir. en-Nehhas dedi ki: Ancak birinci anlam
daha uygundur, çünkü bundan sonra: gidinceye kadar biz sulamayız" buyruğu
gelmektedir. Eğer onlar insanların koyunlarına karışmalarını engellemeye
çalışıyor olsalardı, sulamalarını geciktirme sebebini çobanların gitmesine
bağlamazlardı. Musa (a,s) onların bu hallerini görünce, onlara: "Haliniz
nedir?" yani bu durumunuz niye diye sormuştu. Şair Ru'be (hal anlamındaki
hatb kelimesini kullanarak) şöyle demektedir:
"Onun hali ile
benîm halime şaşılır doğrusu"
İbn Atiyye dedi ki:
"Hatb; hal" kullanılarak soru sorulması, musibete uğrayan yahut bir
zulme maruz kalan, yahut kendisine şefkat duyulan ya da uygun olmayan bir iş
yapan kimseler hakkında söz konusu idi. Kısacası bu kelime genelde kötü haller
ile ilgili sorularda kullanılırdı. İki hanım da ona durumlarını bildirdiler.
Babalarının yaşlı bir adam olduğunu söylediler. Yani zayıf ve güçsüz
olduğundan dolayı koyunlarını bizzat sulayamtyordu, kendileri ise zayıf
olduklarından güçleri de yetmediğinden güçlü, kuvvetli çobanlar ile bir arada
bulunamıyorlardı. Diğer taraftan onların adeti, insanlar sulamalarını bitirip,
gidinceye kadar davarlarını sulamayı geciktirmek idi. Herkes gittikten sonra o
vakit kendileri davarlarını sulamaya koyulurlardı.
İbn Âmir ve Ebu Amr;
"Gidinceye" diye 'den gelen muzari bir fiil olarak okumuşlardır. Bu
da; "(suya) geldi" lafzının zıttıdır. Çobanlar dönünceye kadar...
demektir. Diğerleri ise "ya" harfini ötreli olarak; 'ın muzari fiili
olarak okumuşlardır. Bu da, onlar su içirmeye getirdikleri davarlarını geri
götürünceye kadar... demek olur. "Çobanlar" da 'in çoğuludur, tıpkı
"Tacir"in çoğulunun; "Tacirler" diye; "Sahip"
kelimesinin çoğulunun da; "Sahipler" diye gelmesi gibi.
Bir kesim dedi ki:
Kuyular o zaman üstü açık idi. İnsanların kuyuların başında kalabalık
yapmaları da onların yaklaşmalarına engel oluyordu. Musa onlara koyunlarını
sulamak isteyince, diğer insanlar arasına girdi ve onlardan önce sulama işini
gerçekleştirdi. İşte onun diğerlerine baskın çıkması do-layısı ile hanımlardan
birisi onu güçlü, kuvvetli olmakla nitelendirdi.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Bu hanımlar sarnıçlarda artan sularla koyunlarını sularlardı. Eğer
havuzlarda bir şeyler kalmışsa bu suyu koyunlarına içirirlerdi, bir şey
kalmamış ise koyunları susuz kalırdı. Musa onların hallerine acıdı, üstü
kapalı bir kuyuya gitti. Diğer insanlar ise başka kuyulardan koyunlarını
sulamaktaydı. Bu kuyunun üzerindeki taşı İbn Zeyd'e göre ancak yedi, İbn
Cüreyc'e göre on, İbn Abbas'a göre otu2 ve ez-Zeccac'a göre ancak kırk kişi
kaldırabiliyordu. Bu taşı kendisi tek başına kaldırdı ve hanımların
davarlarını suladı. İşte bu koca kaya parçasını kaldırdığından dolayı o
hanımlardan birisi onu güçlü kuvvetli olmakla nitelendirdi.
Bir başka görüşe göre
hepsinin kuyuları bir idi. O diğer sulayıcıların ayrılmasından sonra kuyunun
ağzındaki taşı kaldırdı. Çünkü o iki hanımın adeti artan sularla davarlarını
sulamaktı. Amr b. Meymun, Ömer b. el-Hat-tab'dan şöyle dediğini rivayet eder:
Çobanlar sularını aldıktan sonra kuyuyu on adamın kaldırabileceği bir kaya
parçası ile örttüler. Musa (a.s) gelip o taşı kaldırdı ve tek bir kova su
çekti. İkinci bir kova su çekmeye de ihtiyaç duymadı. Bu suyla da koyunlarını
suladı.
[23]
Şayet: Şuayb (sav)
gibi bir peygamber kızlarının davarları sulamalarını nasıl uygun buldu, diye
sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Böyle bir şey haram değildir, din de
böyle bir şeyi reddetmez. Mertlik duygularına gelince, insanlar bu hususta
farklı farklıdırlar. Bu konuda adetler arasında da farklılık vardır. Bu
hususta Arapların durumu iie Arap olmayanların durumu arasında değişiklik
vardır. Çölde yaşayanların bu hususta tutturdukları yol ite şehirde
yaşayanların yolu ayrıdır. Özellikle durum bir zaruret haii olursa.
[24]
Yüce Allah'ın:
"Sonra bir gölgeye varıp" İbn Mes'ud'a göre bir Arabistan kirazı
ağacı gölgesine varıp, yüce Allah'tan umduğu şeyleri dilemeye koyularak:
"Rabbim, doğrusu bana indireceğin hayıra muhtacım, dedi." Yedi gündür
hiçbir yemeğin tadına bakmamıştı, karnı sırtına yapışmıştı. Duaya kalkışmakta
birlikte açskça bir talepte bulunmadı. Bütün müfessirlerin bu şekilde rivayet
ettiklerine göre o bu sözleriyle Allah'tan yiyecek bir şeyler islemisti. Çünkü
"hayır" şu âyet-i kerimede olduğu gibi yemek manasına da gelir. Yüce
Allah'ın: "Eğer bir hayır bırakacak olursa" (el-Bakara, 2/180) buyruğu
ile: "Ve gerçekten o hayır (mal) sevgisinde pek katıdır" (el-Adİyat,
100/8) buyruklarında olduğu gibi mal anlamında: "Bunlar mı hayırlıdır, yoksa
Tubba' kavmi mi?" (ed-Duhan, 44/37) buyruğunda olduğu gibi güç manasına:
"Ve Biz, onlara hayırlar işlemelerini vahyettik" (el-Enbiya, 21/73)
buyruğunda olduğu gibi ibadet manasına gelebilir.
İbn Abbas dedi ki:
Oldukça acıkmıştı, hep yeşillikler, sebzeler yediği için adeta rengi yeşile
çalmaya başlamıştı. Halbuki o yüce Allah nezdinde insanların en değerlisi idi.
Rivayet edildiğine göre ayaklarının alt tarafı soyulmadan Medyen'e
ulaşamamıştı. İşte bu hususlar dünyanın yüce Allah nezdinde çok önemsiz
olduğunu ortaya koymaktadır.
Ebııbekr b. Tahir yüce
Allah'ın: "Rabbani, doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım" buyruğu
hakkında dedi ki: Yani Senin dışında kalan varlıklara muhtaç etmeyecek şekilde
Senin lütfuna ve Senin zengin kılmana ihtiyacım var.
Derim ki: Tefsir
alimlerinin sözünü ettikleri açıklamalar daha uygundur. Yüce Allah onu Şuayb
vasıtası ile ihtiyaçtan kurtarmıştı.
[25]
Yüce Allah'ın:
"Sonra onlardan birisi utana utana yürüyerek ona gelip..."
buyruğunda, bu açık
ifadelerin delâlet ettiği bir ihtisar vardır. İbn Abbas bunu şöylece takdir
etmiştir: Bu iki kız babalarına hızlıca gittiler. Halbuki sulamadan geç gelmek
adetleri idi. Babalarına kendileri için davarlarını sulayan adamın
yaptıklarını anlattılar. O da kızlarından büyük olanına -küçük olanına da
söylenmiştir- gidip kendisini yanına çağırmasını emretti. Bu âyet-i kerimede
belirtildiği üzere ona geldi.,.
Amr b. Meymûn dedi ki:
Bu kız erkeklere karşı gelişi güzel davranan, çokça heryere girip çıkan birisi
değildi. Yüzünü gömleğinin yeni ile örterek geldi, diye de söylenmiştir ki,
bunu da Ömer b. el-Hattab söylemiştir.
Rivayete göre bu
kızlardan birisinin adı Ley ya, diğerinin adı Safûriyâ olup, babalarının adı da
Yesrûn idi. Yesrûn ise Şuayb (a.s)'m kendisidir. Şu-ayb'ın kardeşinin oğlunun
adı olduğu ve Şuayb'ın da daha önceden ölmüş olduğu da söylenmiştir. Ancak
çoğunluk bunların Şuayb (a.s)'ın kızları olduğunu kabul etmektedir. Kur'ân'ın
zahirinden anlaşılan da odur. Çünkü yüce Allah: "Medyen'e de kardeşleri
Şuayb'ı (peygambergönderdik)" (el-A'raf. 80/5) diye buyurmaktadır.
el-A'raf Sûresi'nde böyle buyurulduğu gibi, eş-Şu-ara Sûresi'nde de şöyle
buyurulmaktadır: "Askabu'l-Eyke peygamberleri
yalanladılar. Hani Şuayb onlara... demişti,"
(eş-Şuara, 26/176-177)
Katade dedi ki: Yüce
Allah Şuayb'ı Ashabu'1-Eyke ile Medyenlilere peygamber olarak gönderdi.
Babasının adı ile ilgili görüş ayrılıkları el-A'raf Sû-resi'nde (belirtilen
yerde) geçmiş bulunmaktadır.
Rivayete göre Musa
(a.s)'a, Şuayb (a.s)'ın kızı haberi getirince, kalkıp onun arkasından yürüdü.
Musa (a.s)'ın bulunduğu yer ile babasının bulunduğu yer arasında üç millik bir
mesafe vardı. Esen bir rüzgar üzerindeki elbiseyi vücuduna yapıştırdı ve
vücudunun hatlarını gösterdi. Musa ona bakmaktan çekinerek: Sen arkama geç ve
sesinle bana yolu göster, dedi. Bir diğer görüşe göre Musa (a.s) baştan beri:
Benim arkamdan gel, çünkü ben İbrani bir adamım, hanımlara arkadan bakmam ve
yolun sağına mı soluna mı gidileceğini sen bana söyle, dedi, İşte kızın Musa
(a.s) hakkında emin olduğunu söylemesine sebeb budur. Bu açıklama İbn Abbas'a
aittir.
Nihayet Musa kendisini
davet edenin yanına ulaştı. Ona durumunu başından sonuna kadar anlattı. Bu
şahıs: "Korkma! O zalimler topluluğundan kurtuldun" diyerek onu
teselli etti. Medyen, Firavun krallığının sınırları dışında idi. Önüne yemek
getirdi, Mûsar Yemem dedi. Çünkü biz dinimizi yeryüzü dolu altın karşılığında
dahi olsa satmayız. Şuayb: Bu senin bize davarları sulamanın bedeli değildir.
Fakat misafirlerime ikram etmek, onlara yemek yedirmek benim ve benim
atalarımın adetidir, deyince Musa yemek yedi.
[26]
"İkisinden biri
dedi kls Babacığım onu ücretle tut" buyruğu icare akdinin onlar arasında
meşru ve bilinen bir akit olduğuna delildir. İcare aynı şekilde her dinde
böyledir. İnsanlar için bir zorunluluktur, insanların birlikte bir arada yaşama
maslahatının bir gereğidir, Bu akdi işitmekten yana sağır gibi duran el-Asarn'ın
muhalefetine rağmen bu böyledir.
[27]
".«Bu İki
kızımdan birini sana nikâh edeyim, İstiyorum" âyeti şunu gös termektedir:
Veli erkeğe kızı ile evlenmesi teklifinde bulunabilir. Bu uygu-lanagelmiş bir
sünnettir, işte Medyen'in o salih zatı kızını İsraüoğuüanrun sa-tih zatına
teklif etti. Ömer b. el-Hattab kızı Hafsa'yı Ebubekir ve Osman'a teklif etti.
Kendisini Peygamber (sav)'a adamış olan hanım aynı şekilde peygamberin
kendisiyle evlenmesi teklifinde bulundu.[28]Buna
göre adamın velisi olduğu kızı teklif etmesi, hanımın kendisini salih bir
erkeğe teklif etmesi, se-lef-i salihe uymak suretiyle bunu yapması güzel bir
şeydir.
İbn Ömer dedi ki:
Hafsa dul kalınca, Ömer, Osman'a: Eğer istiyorsan sana Ömer'in kızı Hafsa'yı
nikahlayabilirim... demişti. Bu hadisi Buhârî tek başına rivayet etmiştir.[29]
Bu âyet-i kerimede
nikâh yetkisinin veliye ait olduğuna, kadının bu konuda herhangi bir hak
sahibi bulunmadığına delil vardır. Çünkü Medyen'de-ki o salih zat bu işi
üstlenmiştir. Çeşitli bölgelerin fukahasi da bu görüştedir. Ancak bu hususta
Ebu Hanife muhalefet etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[30]
Bu âyet-i kerime
babanın buluğa ermiş bakire kızını onun görüşünü almadan evlendirebileceğine
delil teşkil etmektedir. Malik bu görüşü benimsemiş ve bu âyeti delil
göstermiştir. Bu, bu hususta güçlü bir delildir. Onun bu âyeti delil göstermesi
îsrailoğullarına dair (bizim nasslarda yer alan) haberleri (Şer'u men kablenâ:
Bizden öncekilerin şeriatini) dayanak almış olduğunun delilidir. Daha önceden
geçtiği gibi.
Bu meselede Şafiî ve
pek çok ilim adamı da Malik'in görüşündedirler. Ebu Hanife ise şöyle
demektedir: Küçük kız buluğa erdi mi artık hiçbir kimse onun rızası olmadan onu
evlendiremez. Çünkü artık o mükellefiyet sınırına ulaşmış bulunmaktadır. Eğer
buluğa ermemiş küçük ise, o takdirde onun rızasını almadan onu evlendirebilir.
Zira küçüğün izin ve rızasının olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur.
[31]
Şafiî mezhebine mensub
ilim adamları "... sana nikâh edeyim istiyorum" buyruğunu nikâh
akdinin tezvic (evlendirme) ve inkâh (nikahlama) lafızları ile
yapılabileceğine delil göstermişlerdir. Rabia, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd, Dâ-vûd ve
-bu hususta ondan gelen farklı rivayetler olmakla birlikte- Malik de bu görüşü
benimsemişlerdir.
Maliki mezhebine
mensub ilim adamlarının meşhur görüşü ise, nikâh akdinin, her türlü lafız ile
gerçekleşeceği şeklindedir.
Ebu Hanife dedi ki:
nikâh akdi ebedi olarak temliki gerektiren herbir lafız ile gerçekleşir.
Bu âyet-i kerimede
Şafiîlerin lehine delil teşkil edecek bir taraf yoktur. Çünkü bu bizden öncekilerin
şeriatidir (şer'u men kablenâ) Onlar ise -mezheb-ierinde meşhur olan görüşe
göre- hiçbir hususta bunu delil kabul etmezler,
Ebu Hanife, onun
mezhebine mensub ilim adamları, es-Sevrî ve el-Hasen b. Hayy de şöyle
demişlerdir: Nikâh eğer akde şahit tutulmuş ise hibe ve daha başka lafızlarla
akd olur. Çünkü boşama da sarih ve kinaye lafızlarla gerçekleşir. İşte nikâh
da böyledir demişlerdir. Yine onlar derler ki: Peygamber (sav)'ın
"hibe" lafzı ile özellikle kastettiği nikâh değil, bud'un (kadının
erkeğe helal olmasının) herhangi bir menfaatten uzak olmasıdır. Bu hususta
İb-nu'1-Kasım da onlara uyarak şöyle demiştir: Şayet baba kızını nikahlamak maksadı
ile hibe edecek olursa, Malik'ten bu hususta herhangi bir şey bellemiş değilim
-ama, kanaatime göre bu alış-verig gibi caizdir.
Ebu Ömer b.
Abdi'1-Berr de şöyle demektedir: Sahih olan görüş şudur: Nikâh lafzı ile
herhangi bir malın hibesi akdi gerçekleşmeyeceği gibi, hibe lafzı ile de
hiçbir nikâh akdi gerçekleşmez. Aynı şekilde nikâh akdinin sarih ifadelerle
yapılması lazımdır ki hakkında şahitlik söz konusu olabilsin. Üstelik nikâh
talakın zıddıdır, nasıl ona kıyas edilebilir? Fukaha nikâhın (babanın): Sana
mubah kıldım, sana helal kıldım, gibi sözlerle akd olmayacağını ittifakla
kabul etmişlerdir, hibe de böyledir. Peygamber (sav) da: "Siz onların iffetlerini
Allah'ın kelimesi ile kendinize helal kılmış oldunuz. "[32] diye
buyurmuştur. Burada kastettiği Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân-ı Kerîm'de ise hibe
lafzıyla nikâh akdinin yapılacağına dair bir işaret yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'de
bulunan evlendirmek ve nikâhtır. Nikâhın hibe lafzıyla olabileceğini kabul etmek
de Peygamber (sav)'in hususiyetini kısmen de olsa iptal etmek söz konusudur[33]
"Bu iki kızımdan
birini" buyruğu onun bu sözlerinin akit olmayıp, bir arz (tekliD olduğuna
delildir. Çünkü bu bir akit olsaydı, üzerinde akit yapılanın tayin edilmesi
gerekirdi. Çünkü ilim adamları her ne kadar: Ben sana şu iki kölemden birisini
şu fiyata satıyorum demesi halinde satışın caiz olup olmadığı hususunda
ihtilaf etmiş iseler de; nikâhta böyle bir şeyin caiz olmayacağını ittifakla
kabul etmişlerdir. Çünkü böyle bir şey muhayyerliktir, nikâhta ise herhangi
bir muhayyerlik söz konusu olmaz.
[34]
Mekkî dedi ki: Bu
âyet-i kerimede nikaha dair bir takım hususlar söz konusudur. Zevcenin tayin
edilmemesi, sürenin başının tahdid edilmemesi, ica-renin mehir olması, mehir
olarak herhangi bir nakit ödemeden gerdeğe girmesi bunlardandır.
Derim ki: İşte bunlar
onbirinci başlığın kapsamına giren dört husustur:
[35]
Bu meselelerin ilki
zevcenin tayin edilmesi meselesidir. İlim adamlarımız derler ki: Tayin
göründüğü kadartyla bu husustaki görüşmelerin ikinci aşamasında söz konusu
olmuştur. Önce genel olarak ona durumu arzetmiş, bundan sonra tayine
geçilmiştir. Şöyle denilmiştir: O (Şuayb) Musa'ya küçük kızı Safûriyâ'yı
evlendirdi. Ebu Zerr'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav)
bana dedi ki: "Sana Musa iki süreden hangisini tamamladı diye sorulacak
olursa, sen de onların en hayırlısını ve en tam olanını, diye cevap ver. (Eğer
iki kızdan hangisi ite evlendiği sorutacak olursa, küçüğü ile de. Onun
arkasından gelen ve: "Babacığım onu ücretle tut. Çünkü senin ücretle
tuttuklarının en İyisi, kudretli ve emin bir kişidir" diyen de odur."[36]
Denildi ki: Büyük
kızdan önce küçük kız ile onu evlendirmesindeki hikmet -büyük kızın evliliğe
ihtiyacı daha fazla olmakla birlikte- Musa'nın küçük kıza meyledeceğini
beklediğinden dolayıdır. Çünkü haberci olarak ona gönderdiğinde, o kızı görmüş
idi. Babasına gelince, onunla beraber yolda yürümüştü. Eğer ona büyük kızını
teklif etmiş olsaydı, belki o da bu tercihi kabul eder görünürdü ama içinde de
başka bir kanaat gizliyor olabilirdi. Daha başka açıklamalar da yapılmıştır.
Doğrusunu en iyi biien Allah'tır.
el-Kuşeyrî'nin
naklettiğine göre bazı haberlerde büyük kız ile evlendiği de bildirilmiştir.
[37]
Sürenin başlangıcının
belirtilmesine gelince, âyet-i kerimede bunun ortadan kaldırılmasını
gerektiren bir husus yoktur, Aksine burada kendisinden sözedilmemiştir. Ya bu
süreyi tesbit etmişlerdir, ya etmemişlerdir. Etmemişlerse, akdin başlangıcından
itibaren süre de başlamış demektir.
[38]
İcare karşılığında
nikaha gelince, bu âyet-İ kerimeden açıkça anlaşılmaktadır. Bu bizim şeriatın
da kabul ettiği bir husustur. Hadis imamlarının rivayet ettiği ve ezberlemiş
olduğu Kur'ân-ı Kerîm'den başka hiçbir şeyi bulunmayan hadiste meydana gelen
olay da budur. Bu hadisin rivayet yollarından birisinde şöyle denilmektedir;
Rasûlullah (sav) ona (erkeğe): "Kur'ân'dan neleri ezbere biliyorsun?"
diye sorunca, o da: Ben Bakara Sûresi ile ondan sonraki sureyi biliyorum,
demişti. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Sen buna yirmi âyet-i kerime
öğret. Bu senin hanımın olmuştur."[39]
İlini adamlarının bu
mesele hakkında üç farklı görüşü vardır: Malik böyle bir akdi mekruh görmüş,
İbnu'l-Kasım kabul etmemiş, İbn Habib ise caiz görmüştür. Aynı zamanda bu
Şafiî'nin ve mezhebine mensub ilim adamlarının görüşüdür, Bunlar derler ki:
Hür bir kimsenin sağlayacağı menfaatin mehir olması caizdir. Elbise dikmek,
bina ve Kur'ân öğretmek gibi.
Ebu Hanife dedi ki:
Böyle bir şey sahih olmaz. Bununla birlikte kölesinin hanımına bir sene süreyle
hizmet etmesi yahutta kendi evinde bir sene onu yerleştirmesi karşılığında o
hanım ile evlenmesi caizdir. Çünkü köle ile ev birer maldır. Ancak kendisinin bizzat
hanımına hizmet etmesi ise mal değildir.
Ebu'l-Hasen el-Kerhî
dedi ki: İcare lafzı ite nikâh akdi caizdir. Çünkü yüce Allah: "Onlara
ecirlerini (mehirlerini) veriniz" (en-Nisa, 4/24) diye buyurmaktadır.
Ebubekr er-Razî dedi
ki: Böyle bir akit sahih olmaz, çünkü icare geçici bir akittir. nikâh ise ebedi
bir akittir, dolayısıyla bu iki akit birbirine aykırıdır.
İbnu'l-Kasım dedi ki:
Bu şekilde yapılan bir akit gerdeğe girilmeden önce fesh olur, fakat gerdeğe
girildikten sonra da sabit kabul edilir.
Esbağ dedi ki: Eğer
bununla birlikte nakit bir şeyler verecek olursa, bunda görüş ayrılığı vardır.
Şayet hiçbir nakit vermezse bu daha da ağırdır, eğer tamamen terkedecek olursa
Şuayb (a.s) kıssasının delil olarak kabul edilmesi ile her durumda akit geçerli
olur. Bunu Malik, İbnu'l-Mevvaz ve Eşheb söylemiştir.
Böyle bir olayda
müteahhir ve mütekaddim alimlerinden bir topluluk bu âyet-i kerimeyi dayanak
kabul etmektedir. İbn Huveyzimendâd dedi ki: Bu âyet-i kerime icare akdi üzere
nikâhı ve bu akdin sahih olduğunu, bununla birlikte icarenin mehir kabul
edilmesinin mekruh olduğunu, mehrin de yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi
bir mal olması gerektiği hükümlerini ihtiva etmektedir: "İffetinizi
koruyup, zinaya sapmaksızın mallarınızla (nikahlanma yolunu) aramanız size
helal kılındı." (en-Nisa, 4/24) Bizim mezhebimize mensub bütün ilim
adamlarının kabul ettikleri görüş budur.
[40]
(Mekkî'nin):
"(Mehir olarak) nakit vermeksizin gerdeğe girmesi" sözüne gelince, bu
hususta insanlar arasında görüş ayrılığı vardır. Acaba o akit yaptığı zaman mt
gerdeğe girdi, yoksa yolculuğa çıktığı zaman mı? Şayet akdi yaptığı sırada
nakit (mehir) vermiş ise nakit olarak ne verdi? Kaldı ki bizim ilim
adamlarımız çeyrek dinar dahi olsa, nakit olarak bir şeyler vermeden gerdeğe
girmeyi kabul etmemişlerdir. Bu İbnu'l-Kasım'in görüşüdür, Eğer nakil bir
şeyler ödemeden gerdeğe girerse geçerli olur. Çünkü mezhebimize mensub
müteahhir ilim adamları şöyle demişlerdir: Mehrin kısmen veya tamamen peşin
verilmesi müstehabtır. Bu da şu hususa binaendir: Eğer mehir koyunları
otlatmak ise, işe başlamak onun için nakit ödeme gibi olur. Şayet yolculuğa
çıktığı vakit gerdeğe girmiş ise, o zaman nikâhta uzun süre beklemek caizdir.
İsterse -şart koşmaksızın- ömür boyu olsun, eğer şart koşulacak olursa
maksadın sahih olması hali dışında caiz olmaz. Gerdeğe girmek İçin hazırlanmak
yahut eğer zevce küçük ise gerdeğe girişe elverişli olmasını beklemek gibi.
İlim adamlarımız bunu böylece ifade etmişlerdir.
[41]
Bu âyet-i kerimede
icare ve nikâh akülerinden bir arada söz edilmektedir. Bu hususta ilim
adamlarımızın üç farklı görüşü vardır. Birinci görüş Ebu Zeyd'in
"Semaniye"sinde şöyle denilmektedir: Baştan beri bu şekilde bir akit
yapmak mekruhtur, şayet yapılırsa geçerli olur.
İkinci görüş; Malik ve
meşhur rivayete göre İbnu'l-Kasım dediler ki: Böyle bir akit caiz olmaz,
duhulden ünce de sonra da fesh ulur. Çünkü birbirinden farklı diğer akitlerde
olduğu gibi bu iki aktin maksatları da farklıdır.
Üçüncü görüş Eşheb ve
Es bağ bunu caiz kabul etmişlerdir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Sahih olan budur,
âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir. Malik de şöyle demiştir:
Alış-verişlere en çok benzeyen şey nikâhtır. Peki icare ile satış ya da satış
ile nikâh arasında ne gibi bir fark vardır?
Şayet hanımına mehir
olarak mubah olan bir şiir öğretmeyi teshil edecek olursa, bu sahih olur.
el-Müzenî dedi ki:
Şairin şu beyiti buna
örnektir:
"Kul benim
menfaatim, benim malım der,
Halbuki Allah korkusu
elde ettiği menfaatlerin en üstünüdür.*
Şayet hiciv ya da
çirkin sözler ihtiva eden bir şiir öğretmeyi mehir olarak verecek olursa, bu
ona şarab ya da domuzu mehir olarak vermeye benzer,
[42]
Yüce Allah'ın:
"Sekiz yıl bana hizmet etmen üzere" buyruğunda "hizmet"
den mutlak olarak sözedilmiştîr. Malik dedi ki: Böyle bir ifade ile akit
caizdir. Mutlak, örfe göre yorumlanır, ayrıca hizmet sırasında yapılacak işleri
ismen zikretmeye gerek yoktur, Musa (a.s)'ın kıssasının zahirinden anlaşılan
budur. O burada mutlak olarak icareden sözetmektedir.
Ebu Hanife ve Şafiî
derler ki: "İsmen zikredilmedikçe cai2 olmaz, çünkü bu meçhuldür."
Buhârî ise: Yüce Allah'ın: 'Sekiz yd bana hizmet etmen üzere' buyruğu dolayısı
ile bir işçiyi ücretle tutup da ona süreyi açıklamakla birlikte yapacağı işi
açıklamayacak olursa (hükmün ne olacağına dair) bir bab"[43] diye
bir başlık açmıştır.
el-Mühelleb dedi ki:
Ancak durum Buhârî'nin açtığı başlıkta belirttiği şekilde değildi. Çünkü
onlara göre yapılacak iş sulamak, tarlayı sürmek, davarları otlatmak ve buna
benzer o çölde yaşayan ahalinin yaptıkları işler türünden olup kendilerince
bilinen işlerdi. Böyle şeyler örf ile bilinir. Yapılacak işler ismen sayılmasa
ve miktarları belirtilmese dahi örf yoluyla bunların neler oldukları bellidir.
Mesela ona: Sen senenin şu kadar zamanında araziyi süreceksin, senenin şu
kadarında koyun otlatacaksın, demesine gerek yoktur. Çünkü bu, bu gibi
yerlerdeki hizmetlerde alışılagelmiş bir şekildir. Herkesin ittifakla caiz
kabul etmediği, akit süresinin belli olmaması, yapılacak işin de alışılmadık ve
meçhul olması halidir. Bu husus(lar) bilinmedikçe böyle bir (icare) akdi caiz
olmaz.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Tefsir bilginlerinin zikrettiklerine göre o Musa (a,s)'a koyun otlatmayı açıkça
tayin etmiştir. Ancak bu sahih bir yolla rivayet edilmiş değildir, Fakat şöyle
demişlerdir: Medyenli salih zatın koyun otlatmanın dışında yapılacak bir işi
yoktu. Dolayısıyla onun halinin bu yönünün bilinmesi, bu hususta yapılacak
hizmetin tayin edilmesi gibidir.
[44]
İlim adamları
ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Bir kimsenin belli aylar, belli bir ücret ve
sayılan belli koyunları otlatmak üzere bir çobanı ücretle tutması caizdir.
Eğer bu koyunların sayıları belli ve muayyen ise mezhebimize (Mâlikî mezhebine)
mensup ilim adamlarımızın konu ile ilgili etraflı görüşleri vardır.
İbnu'l-Kasım dedi ki: Şayet koyunlardan ölen olursa, onun yerine o sayıda
koyun eklemeyi şart koşmadıkça caiz olmaz. Ancak bu oldukça zayıf bir
rivayettir. Medyenli salih zat, Musa'yı koyunlarını otlatmak üzere ücretle
tutmuş, o da koyunların miktarını görmüş olmakla birlikte, ölenlerin yerine
başkalarının katılması şartı koşulmamıştır. Şayet koyunların sayısı belirli
olmayıp mutlak bırakılmış ve tayin de edilmemişse, böyle bir akit mezhebimiz
ilim adamlarına göre caizdir.
Ebu Hanife ve Şafiî'ye
göre ise; bu hususta bilgisizlik dolayısıyla caiz olmaz, demişlerdir.
Mezhebimize mensup ilim adamları az önce belirttiğimiz üzere bu hususta örfü
dayanak kabul etmişlerdir ve ona gücünün kaldırabileceği kadar (koyun)
verilir, İlim adamlarımızdan kimisi şunu da ilave etmiştir: Ücretle çoban
tutan kimse, çobanın gücünün miktarını bilmedikçe caiz olmaz. Bu sahih bir
görüştür, çünkü Medyen'li salih zat, taşı kaldırması suretiyle Musa (a.s)'ın
kuvvetinin miktarını bilmiş idi.
[45]
Malik dedi ki: Çobanın
tazminat ödeme yükümlülüğü yoktur. Telef olan yahut çalınanlar hususunda onun
sözü doğru kabul edilir. Çünkü çoban da vekil gibi emin bir kimsedir. Buhârî:
"Çoban yahut vekil ölmekte olan bir koyunu yahut telef olacak bir şeyi
görüp de bozulacağından korkulan şeyi düzeltirse"[46] diye
bir başlık açtıktan sonra; Ka'b b. Malik'in babasından nakletmiş olduğu şu
hadisi kaydeder: "Kendilerinin Sel' dağında otlayan koyunları vardı.
Bizim (çobanlık yapan) cariyemiz koyunlarımız arasından birisinin Ölmek üzere
olduğunu gördü. Bir taş kırıp o taşla onu kesti. (Babam) onlara: Peygamber
(sav)'a soruncaya -ya da Peygamber (sav)'a soracak kimse gönderinceye- kadar
yemeyin, dedi. O da Peygamber (sav)'a sordu -ya da ona birisini gönderdi-.
Peygamber ona o kovundan yemeyi emretti. Abdullah dedi ki: Bunun hem bir
cariye olması, hem de koyunu kesmiş olması benim hayret ettiğim bir husustur[47]
el-Mühelleb dedi ki:
Bu hadisteki fıkhı inceliklerden birisi de şudur: Çu-ban ve vekil kendilerine
emanet olarak verilmiş hususlarda -hainlik ettiklerine ya da yalan
söylediklerine dair aleyhlerinde bir delil ortaya konulmadıkça- sözleri doğru
kabul edilir. Malik'İn ve bir fukahâ topluluğunun görüşü budur.
İbnu'l-Kasım dedi ki:
Bir koyunun öleceğinden korkar da onu boğazlayacak olursa, koyunu kesilmiş
olarak getirmiş olması halinde tazminat ödemez ve söylediği tasdik edilir.
Başkası ise: Söylediğini beyyine ile açıklamadığı sürece tazminat öder,
demişlerdir.
[48]
Çoban eğer sürüdeki
koyunlara sahiplerinin izni olmaksızın koç katıp da bu koyunlar telef olursa,
İbnu'l-Kasım ve Eşheb'in bu hususta farklı kanaatleri vardır. İbnu'l-Kasım bu
durumda çobanın tazminat ödemesi gerekmez, der. Çünkü koyunlara koç katmak,
malı ıslah etmek ve onu arttırmak kabilindendir. Eşheb ise tazminat ödemesi
gerekir, demiştir. Ka'b'ın hadisi delil olarak İbnu'l-Kasım'ın görüsüne daha
uygundur ve bu durumda -eğer salih kimselerden ve malı koruduğu bilinenlerden
ise- içtihadı ile telef olanlar dolayısıyla tazminat ödemesi gerekmez. Şayet
fasık ve fesad ehli kimselerden olup mal sahibi onun tazminat ödemesini
isteyecek olursa, bunu da yapabilir. Çünkü onun fasık olduğu bilindiğinden
dolayı, bir koyunun ölmekte olduğunu gördüğüne dair söylediği sözleri doğru
kabul edilmez.
[49]
Musa (a.s)'ın aldığı
ücretin ne olduğu nakledilmemiştir. Fakat Yahya b. Sel-lâm'ın rivayetine göre
Medyenli salih zat, annesinden farklı bir renkte doğan herbir keçiyi Musa'ya
verecekti. Yüce Allah da Musa'ya sen asanı onların arasına bırak o koyunların
hepsi kendilerine benzemeyen farklı renklerde yavru yapacaklardır, diye
vahyetti.
Yahya'dan başkaları da
şöyle demiştir: Siyah ve beyaz renkli doğacak her yavruyu ona vereceğini
söyledi. Hepsi de siyah beyaz yavrular doğurdu.
el-Kuşeyrî'nin
naklettiğine göre Şuayb (a.s), Musa (a.s)'ı ücretle işçi tutunca ona şöyle
dedi: Filan odaya gir ve o odada bulunan asalardan birisini al. Musa bir asa
çıkardı, bu asayı Âdem cennetten çıkartmıştı. Peygamberler bi-ribirlerinden
miras olarak bu asayı devralmışlar ve nihayet Şuayb'ın eline geçmişti. Şuayb o
asayı odaya bırakıp bir başka asa almasını emretti. Yine içeri girdi, tekrar
aynı asayı çıkarıp getirdi. Bu iş yedi defa tekrarlandı, yedi defasında da
eline bu asadan başka bir asa geçmiyordu. Şuayb, Musa (a.s)'ın özel bir
durumunun olduğunu anladı. Sabah olunca ona: Koyunları yol ayırımına kadar
güt, ondan sonra sağ tarafa sap. Orada fazla ot yoktur. Ancak
sol tarafa da sakın gitme, çünkü orada pek çok ot,
fakat davarların gelmesini kabul etmeyen oldukça büyük bir keler vardır. Musa
yol ayırımına kadar koyunları güttü, fakat koyunlar sol tarafa gitti ve onları
bir türlü zapte-demedi. Musa uyudu ve bu keler çıktı. Asa hareket etti ve çatal
kısmı demir oluverdi. Büyükçe vahşi keleri öldürünceye kadar savaştı ve tekrar
Musa (a.s)'ın yanına geri döndü. Musa uyandığında asanın kana bulanmış olduğunu
ve bu kelerin de öldürülmüş olduğunu gördü. Akşam Şuayb'a geri döndü, Şuayb'ın
gözleri görmüyordu. Eliyle koyunları yokladı, koyunların bol bir otlakta
otladıklarının izlerini hissetti- Ona durumu sordu, o da olanları anlattı.
Şuayb sevindi ve: Bu sene bu davarların doğuracakları iki renkli bütün yavrular
senin olacaktır, dedi. O sene bütün yavrular iki renkli doğdu. Şuayb, Musa'nın
Allah nezdinde Özel bir yerinin olduğunu anladı.
Uyeyne b. Hısn'm
rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Musa karın tokluğuna
ve İffetini korumak üzere kendisini ücretle çalıştırdı."[50]
Şuayb ona: Bu
koyunlardan iki renkli doğan bütün yavrular -aralarında azûz, feşûş, kemûş,
dabûb ve saûl olmamak üzere- senin olacaktır.
el-Herevî dedi ki:
Azûz, sert arazi demek olan el-azâz'dan alınmıştır. Az süt veren demektir.
Feşûş ise,
sağılmaksizın sütü akan demektir. Buna sebeb ise memelerinin deliklerinin geniş
olmasıdır, el-fetuh ve es-serûr da bu anlamdadır. Arapların darb-ı mesellerinden
birisi de şudur: "Senin öfkeni ve kibrini başından çıkartacağım."
"Kırbanın içindeki havayı boşalc-tı" denilir.
Şu hadis de bu
kabildendir:"Şüphesiz şeytan sizden herhangi birinizin kaba etleri
arasında hava çıkartır; ta ki o kişi kendisinin abdestini bozduğunu zanneder.^'
Yani çok cılız bir üfleme üfler demektir.
el-Kemûş memeleri
küçük demektir, kemîşe de denilir. Bu ismin verilmesi ise memelerinin büzülmüş
olmasından dolayıdır. "Belden aşağı sardığı elbisesi büzülü adam"
tabiri de buradan gelmektedir. Keşûd da kemûş gibidir.
ed-Dabûb ise meme
uçlarındaki deliği dar demektir. ed-Dabb da şiddetle sıkmak suretiyle süt
sağmak demektir.
es-Saûl memelerinde
fazladan uç bulunan koyun demektir, es-sa'l da denilir. es-Sa'l aynı zamanda
yaşlılık anlamındadır. Bu fazlalığa da "er-ruâl" denilir. "Es'al
adam" yaştı adam demektir. Es'aî aynı zamanda sütün çıkış yerinin dar olması
anlamındadır. d-Herevî dedi ki: "İki renkli (kalibu levn)" tabiri bu
rivayette annelerinden farklı renkte doğarlarsa... anlamındadır.
[51]
Bilinmeyen bedel
karşılığında icare caiz değildir. (Yukarıda sözü edilen) koyunların doğumu
malum olan bir şey değildir. Verimli bazı yerlerde kat'i olarak koyunların
doğumu, bunların sayısı, yavrularının sağlıklı olup olmayışları bilinebilir.
Mısr diyarı ve benzerlerinde olduğu gibi. Bununla birlikte bu bizim
şeriatimizde caiz değildir. Çünkü Peygamber (sav) gararh akitleri yasaklamıştır.
Aynı şekilde medâmîn ve melâkîh diye bilinen akit şekillerini de yasaklamıştır.
Medâmîn dişilerin karnındaki yavrular, melâkîh ise erkeklerin
sulblerindekilerdir. Şair ise şu mısraında bunun aksini dile getirmiştir:
"Yaşlı ve hamile
dişi devenin karnında o aşılanmıştır."
Buna dair açıklamalar
el-Hicr Sûresi'nde (15/22. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Bununla birlikte Raşİd b. Ma'mer üçte bir ve dörtte bir koyun karşılığında
icareyi caiz kabul etmiştir. İbn Şîrîn ve Ata da şöyle demişlerdir: Bir kumaş
ondan alınacak belli bir pay karşılığında dokunabilir. İmam Ahmed de böyle
demiştir.
[52]
Nikâhta kefâete
(denkliğe) itibar edilir. İlim adamları bu kefaet acaba dinde, malda ve konum
(haseb)de midir? yoksa bunların birisinde midir? Sahih olan mevali erkeklerin
Arap ve Kureyş'e mensub kadınları nikanlamasının caiz olduğudur. Çünkü yüce
Allah: "Şüphesiz ki Allah'ın katında sizin en şerefliniz, en takvâlı
olanmızdır* (el-Hucurat, 49/13) diye buyurmaktadır. Musa (a.s) da Medyenli
salih zatın yanına yabancı, kovulmuş, korkan, yalnız, aç ve çıplak olarak
geldiği halde; onun dininden kesinlikle emin olup onun halini görünce, kızını
ona nikahladı ve bunun dışındaki herbir şeyden yüz çevirdi. Yüce Allah'a
hamdulsun ki; bu mesele daha önceden etraflı bir şekilde geçmiş bulunmaktadır.
[53]
Bazı ilim adamları
şöyle demiştir; Şuayb (a.s)'ın yaptığı bu akitte kadının alacağı mehirden söz
edilmemektedir, Ü sadece bedevilerin yaptığı şekilde kendisi adına şart
koşmuştur. Çünkü bedeviler evlendirecekleri kızlarının me-hirlerini şart
koşarken şöyle de derler: Özel olarak bana şu kadar verilecektir. Burada mehir
tefviz edilmiştir. Tevfiz nikâhı da caizdir.
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Bedevilerin yaptıkları bu iş aslında bir çeşit İkramiye ve mehirden ayrı bir
şeydir. Bu ise haramdır ve peygamberlere yakışmaz. Ancak veli kendisi adına bir
şeylerin verilmesini şart koşacak olursa, ilim adamları kocanın elinden çıkıp
kadının eline girmeyen malların hükmü hakkında iki ayrı görüş ortaya
atmışlardır. Bir görüşe göre bu caizdir, diğerine göre ise caiz değildir. Bana
göre sahih olan ise, bu hususta duruma göre hükmün değişeceğidir. Şöyle ki
kadın ya bakiredir, ya duldur. Eğer dul ise bu caizdir, çünkü dul kadının
nikâhı kendi yetkisindedir. Veli ise sadece akdi doğrudan yapan kişidir.
Vekilin satış akdi dolayısıyla bir ücret alması caiz olduğu gibi, burada da
ücret alması yasak kabul edilemez. Şayet evlenecek olan bakire ise bu durumda
onun nikâh akid yetkisi babasının elindedir. Sanki bu durumda nikâh esnasında
kocadan başkası için bir ivaz söz konusu edilmiş gibidir ki, bu da batıldır.
Şayet böyle bir şey olursa, eğer henüz gerdeğe girilmemişse fesh olur. Bu
husustaki meşhur rivayete göre gerdeğe girildikten sonra ise bu fazlalık sabit
olur. Hamd, Allah'a mahsustur.
[54]
Medyenli salih zat
şartı zikrettikten sonra on yılda da onu serbest bırakmak suretiyle
herbirisinin hükmü ayrıca tesbit edilmiş olmaktadır. Sonraki şart birinci
şartın hükmünü taşımaz ve zorunlu şart ile isteğe bağlı şart hükümde ortak
olmaz. Bundan dolayı akitlerde ittifakla kabul edilen şartlar yazıldıktan
sonra, bunlar da isteğe bağlı şartlardır, denilir. Böylelikle ittifakla kabul
edilen şartlar hükümlerine göre değerlendirilir, isteğe bağlı olan şartlar da
hükümlerine göre değerlendirilir. Bu yolla yerine getirilmesi zorunlu olan şart
ile isteğe bağlı şart birbirinden ayrılmaktadır.
Denildiğine göre,
Şuayb (a.s)'ın akitlerde kullanılan lafızlar arasında nikâh ile ilgili olarak
kullandığı lafız güzeldir. Buna göre; "Ben bu erkeği, bu kadına
nikahlıyorum" ifadesi; "Bu kadını, bu erkeğe nikahlıyorum"
ifadesinden daha uygundur. İleride el-Ahzab Sûresi'nde (33/49. âyet, 1.
başlıkta) geleceği üzere Şuayb (a.s) sekiz yıllık hizmeti şart, ona kadar
tamamlamayı da isteğe bağlı bırakmıştır.
[55]
"Dedi ki: Bu
seninle benim aramdadır. İki vadeden hangisini bitîrirsem aleyhime bir
düşmanlık olmasın" buyruğunda görüldüğü gibi; Şuayb (a.s)'ın sözleri
bittikten sonra, Musa (a.s) bu şartları kabul ettiğini belirtip, ittifak
olunan şartın sekiz yıllık sürede sö2 konusu olduğunu belgelemek suretiyle
Şuayb'ın koştuğu şartın anlamını tekrarlamış olmaktadır.
"Hangisi" istifham
(soru) edatı olup, "bltirirsem" ile nasb edilmiştir. "İki va'deden"
anlamındaki buyruk da; "Hangi" lafzının onlara izafeti dolayısıyla
mecrurdur. Ondan sonraki ise te'kid için bir sıladır. Bunda şart manası vardır,
cevabı da "aleyhime bir düşmanlık olmasın" anlamındaki buyruktur.
"Düşmanlık" anlamındaki lafız da; "Olmasın" ile
nasbedilmiştir.
İbn Keysan dedi ki:
ona 'm izafe edilmesi dolayısıyla cer mahal-lindedir ve nekredir. "İki
vade" ise ondan bedeldir. Şanı yüce Allah'ın: "Allah'tan bir rahmet
sayesinde..." (Al-i İmran, 3/159) buyruğunda da böyledir. Yani burada
"rahmet" dan bedeldir.
Mekkî dedi ki: O (İbn
Keysan) Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir lafzın za-id olmadığını göstermeye çokça
dikkat ederdi ve herbir lafız için zaid olmadığını ortaya koyacak uygun bir
açıklama bulurdu.
el-Hasen:
"Hangisini" anlamındaki buyruğu "ya" harfini sakin olarak;
diye okumuştur. İbn Mes'ud da: "iki vadeden hangisini bitirirsem" anlamındaki
lafızları; diye okumuştur.
Cumhur "bir
düşmanlık" anlamındaki lafzı; şeklinde "ayn" harfi ötreli olarak
okumuşlardır. Ebu Hayve ise bunu esreli okumuştur. Anlam da şudur; Bu süreye
fazlalık katmak konusunda benim herhangi bir sorumluluğum yoktur ve benden
böyle bir talepte bulunulamaz. "Udvân" farz olmayan hususlardaki
haddi aşmaktır, "el-Hicec" da yıllar demektir. Şair der ki:
"Hicr'in yüksekçe
yerlerindeki yurtlar kimindir?
Yıllardan ve uzun
zamandan beri oralar bomboş ve kuraktır.*
Tekili "ha"
harfi esreli olarak "hicce" diye gelir.
"Allah da bu
söylediğimize vekildir." Denildiğine göre bunlar Musa'nın söylediği
sözlerdendir. Bu sözü hanımın babası söylemiştir de denilmiştir.
O iki salih zat
-Allah'ın salat ve selamlan üzerlerine olsun- yaptıkları bu akde Allah'ı şahit
tutmakla yerindiler ve insanlardan kimseyi şahit tutmadılar. Nikâhta şahit
tutmanın gereği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır ki; bu da
bir sonraki başlığımızın konusudur.
[56]
Nikâhta şahit tutmanın
vacip olup olmadığı hususunda iki görüş vardır. Bu iki görüşten birisine göre
iki şahit olmadıkça nikâh akdi olmaz. Ebu Ha-nife ve Şafiî bu görüştedir. Malik
ise nikâh akdi şahitsiz olur demiştir, çünkü bu karşılıklı bir ivaz akdidir.
Dolayısıyla bu akitte şahit tutmak şartı yoktur, fakat bunda ilan ve açıklama
şartı aranır, nikâh ile zina arasındaki fark ise tef çalmak (ilan etmek)dır. Bu
mesele yeterli açıklamalarla el-Bakara Sû-resi'nde (2/221. âyetin 2. bölümü ile
ilgili açıklamaların 9- başlığında) geçmiş bulunmaktadır.
Buhârî'deki rivayete
göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: İsrailoğullann-dan birisi, İsraüoğullarmdan
birisinden kendisine bin dinar borç vermesini istedi. Ona bana, onları şahit
tutacağın şahitler getir deyince, borç isteyen: Şahit olarak Allah yeter dedi.
Bu sefer: Bana bir kefil getir, dedi. Borç isteyen, kefil olarak Allah yeter
dedi. O da: Doğru söyledin deyip, ona bin dinarı verdi. Sonra da hadisin geri
kalan bölümünü zikretti.[57]
29. Mûsâ
süreyi tamamlayıp ailesi İle yola çıkınca Tûr'un yan tarafından bir ateş
gördü. Ailesine: "Siz durun, çünkü ben bir ateş ' gördüm. Belki ateşten site bir haber veya
ısınmanız için ateşten bir parça getiririm" dedi.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız;
[58]
Yüce Allah'ın:
"MÛsa süreyi tamamlayıp" buyruğu ile ilgili olarak Said b. Cübeyr
dedi ki: Hristiyanlardan bir adam bana Musa iki süreden hangisini tamamladı,
diye sordu. Ben: Bilmiyorum, şu Arapların bilginine -İbn Ab-bas'ı kastediyor-
gidip, ona bu hususu sorayım, dedim. Onun yanına gittim, sordum, dedi ki: Bu
iki sürenin en mükemmel ve en eksiksiz olanını yerine getirdi, dedi. Ben de
durumu hristiyana bildirince, o; Allah'a yemin ederim, bu alim doğru söyledi,
dedi.
İbn Abbas'tan rivayete
göre Peygamber (sav) bu hususta Cebrail'e sormuş, o da ona on yılı
tamamladığını haber vermiştir.
Taberî Mücahid'den
naklettiğine göre; on yılı ve ondan sonra bir on yıl daha bitirdi, dediğini
nakletmektedir. Bunu el-Hakem b. Ebân, İkrime'den o İbn Abbas'tan rivayet
etmiştir. İbn Atiyye dedi ki: Bu, zayıf bir rivayettir.
[59]
Yüce Allah'ın: "Ailesi
ile yola çıkınca" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir; Bu
buyrukta erkeğin hanımını dilediği yere götürebileceğine delil vardır. Çünkü
onun kavvâmiyyeti ve bir derece fazlalığı vardır. Ancak bu hususta onun
koştuğu herhangi bir şarta bağlı kalması hali müstesnadır. Çünkü mü'minler
şartlarına bağlıdırlar. Yerine getirilmesi en layık şartlar da hiç şüphesiz
kendileri sebebiyle evliliği helâl kılan şartlardır.
[60]
Tûr'un yan tarafından
bir ateş gördü" buyruğu ile ilgili açıklamalar daha ünce Tâ-Hâ Sûresi'nde
(20/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Bir parça"
anlamındaki kelimeyi kıraat âlimleri genel olarak, "cim" harfi
esreli olarak; diye okumuşlardır. Hamza ve Yahya ise ötreli okumuşlardır.
Âsim, es-Sülemî ve Zirr b. Hubeyş ise üstün okumuşlardır. el-Cev-herî dedi ki:
"Hep alevli ateş" demektir. Çoğulu ise; diye gelir,
Mücahid yüce Allah'ın:
"Veya... ateşten bir parça" buyruğunu kor ateşten bir parça
demektir, diye açıklamıştır. Ayrıca der ki: Bu bütün Arapların şivesinde
böyledir. Ebu Ubeyde dedi ki: Bir ucunda ateş bulunsun ya da bulunmasın
tahtadan kalınca bir parça, anlamındadır. Şair İbn Mukbil şöyle demiştir:
"Leyla için odun
toplayanlar arayıp durdular,
Çürük olmayan ve
yanınca duman çıkarmayan, ucu iyice yanacak odunları."
Yine (şair) der ki:
"Kayalılar
üzerine öyle bir ateş parçası bıraktı ki, Onlara hem alevi, hem de sıcaklığı
çok ağır geldi."
[61]
30. Oraya
varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından, o ağaçtan ona şöyle seslenildi:
"Ey Musa! Muhakkak Ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım."
"Oraya" o
ağacın yakınına... Burada zamir ağaçtan önce zikredilmiştir.
"...Varınca... vadinin sağ kıyısından... ona şöyle seslenildi"
buyruğunda -ki "kıyısından" İafzındakİ; “...dan" İle "o ağaçtan"
lafzındaki ikinci; "...dan" gayenin ibtidâsı (yani başlama noktasını
anlatmak) içindir. Vadinin kıyısından ağaç tarafından ona ses geldi,
seslenildi demektir. "O ağaçtan" buyruğu "vadinin sağ
kıyısından" buyruğundan bedelu'l-işürnal'dıi, çünkü ağaç kıyının kenarı
üzerinde idi. ile Vadinin yan tarafı,
kıyısı" demektir. Çoğulları da; diye gelir. Bunu da el-Ku-şeyrî
zikretmiştir.
el-Cevherî dedi ki:
Vadilerin kıyısı" denilir ve (kıyı anlamındaki lafzın) çoğulu yapılmaz.
ise senin bir kıyıda, onun ise bir başka kıyıda yürümesi halinde kullanılır.
"Sağ
kıyısından" ifadesi Musa'nın sağından anlamındadır, dağın sağından diye de
açıklanmıştır.
"O mübarek
yerdeki" buyruğunda geçen "yerdeki" anlamındaki lafzı el-Eşheb
el-Ukaylî "be" harfini ötre yerine üstün olarak; diye okumuştur.
Bunun çoğulunun; "ü diye yapılması, "be" harfi üstün okuyuşunun
lehine bir delildir. Nitekim; "Toprak tencere"nin çoğulunun diye gelmesi
de böyledir. Bunun tekiiini; diye kullananlara göre bunun çoğulu; diye gelir,
"Oda"nın çoğulunun; diye gelmesi gibi.
"O ağaçtan"
ağacın tarafından demektir. Bu ağacın sarmaşık olduğu söylenmiştir. Bunun bir
Arabistan kirazı ağacı olduğu ya da bir böğürtlen ağacı olduğu da
söylenmiştir. Asası da bu ağaçtan idi. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir.
Bu ağacın unnab ağacı
olduğu da söylenmiştir. Böğürtlen ağacı büyüdüğü takdirde ona
"el-ğarkad" denilir. Hadiste belirtildiğine göre bu yahudile-rin
ağaçlanndandır. İsa nazil olup, Deccâl ile birlikte yer alan yahudileri öldüreceğinde
herhangi bir ağacın arkasında onlardan birisi saklandı mı mutlaka o ağaç
konuşacak ve: Ey müslüman, işte arkamda bir yahudi vardır, gel ve onu öldür
diyecektir. el-Ğarkad bundan müstesnadır, çünkü o yahudile-rin ağaçlanndandjr
ve bu ağaç (bu şekilde) konuşmaz." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir[62]
el-Mehdevî dedi ki:
Yüce Allah, Musa (a.s) İle Arşının üstünden konuşmuş ve dilediği şekilde ağaç
cihetinden ona sesini işittirmiştir.
Allah'ın bir yerden
bir yere inükaf etmekle, bir yerden bir yere zail olmakla ve buna benzer
mahlukata ait sıfatlarla nitelendirilmesi caiz değildir.
Ebul-Meâlî dedi ki:
Meânî ehli (Me'âni'l-Kur'ân ilminde uzman olanlar) ile hak ehli derler ki: Yüce
Allah'ın kendisiyle konuşup en yüksek mertebeye yükseltmek ve en ileri noktaya
çıkartmak gibi bir hususiyet verdiği kimseler, yüce Allah'ın harflere,
seslere, ibarelere, nağmelere ve çeşitli dillere benzemekten münezzeh ve
mukaddes olan kadim kelamını idrak ederler. Tıpkı yüce Allah'ın çeşitli
keramet mevkilerine yükseltip, üzerindeki nimetlerini tamamladığı, ona Allah'ı
görmeyi nasib ettiği kimselere özel bir mevki verdiği gibi. Böyle birisi de
şanı yüce Allah'ı cisimlere benzemekten ve hadislerin hükümlerinden münezzeh
olarak görür. Esasen şanı yüce Allah'ın zatında da, sıfatlarında da hiçbir
benzeri yoktur. Ümmet (âlimleri) şanı yüce Al lah'ın Musa (a.s) ile onun
dışında seçkin meleklere kelâmını işittirmek gibi bir özellik vermiş olduğunu
icma ile kabul etmiştir.
Üstad Ebu İshak
(el-İsferâyînî) da şöyle demektedir: Hak ehli ittifakla şunu kabul
etmişlerdir; Yüce Allah, Musa (a,s)'a manalardan bir mana yaratmış ve bu mana
vasıtası ile onun kelâmını idrâk etmiştir. Bunun özelliği de onun bu sözü
işitmesinde idi. Elbetteki o bütün mahlukatında benzerini de yaratmaya
kadirdir. Bizim Peygamberimiz (sav)'in İsra gecesinde Allah'ın kelâmını işitip
işitmediği hususunda ve Cebrail'in de O'nun kelamını işitip işitmediği
hususunda iki görüş vardır. Bunlardan birisini öğrenmenin yolu kafi olan
nakildir ki; bu da bulunmamaktadır. Bununla birlikte Kur'ân-ı Kerîm'in okunması
halinde insanlann Allah'ın kelâmını duyduklarını ittifakla kabul etmislerdir.
Şu anlamda ki; onlar yüce Allah'ın kelâmını bizatihi değil de kendisi
vasıtasıyla manasını bilip, tanıdıkları ibareleri işitmektedirler.
Abdullah b. Sa'd b.
Küllâb dedi ki: Musa (a.s) yüce Allah'ın bazı cisimlerde tesbit ettiği
halkedilmiş. bir takım seslerden Allah'ın kadim kelâmını anlamıştır.
Ebu't-Meâlî
(el-Cuveynî) dedi ki: Bu ise merdud bir görüştür. Aksine harikulade bir
şekilde Musa (a.s)'ın yüce Allah'ın, kelâmını idrak etmiş olmak özelliğine
sahip olması gerekir. Eğer bu görüşü kabul etmeyecek olursak, Musa Ca.s) ile
yüce Allah'ın konuşması özelliğinin herhangi bir manası da olmaz. Şaru yüce
Allah ona kelâm-ı azizini işittirmiş ve bu hususla onda zaruri bir ilim
yaratarak böylelikle o İşittiği sözün Allah'ın kelâmı oSduğunu bilmiştir.
Kendisi ile konuşanın ve kendisine seslenenin alemlerin Rabbi Allah olduğunu
katiyyetle bilmiştir. Kıssalarda vârid olduğuna göre Musa (a.s) şöyle demiştir:
Ben Rabbimin kelâmını bütün azalarımla duydum. Onu tek bir cihetten de
duymadım.
Bu anlamdaki
açıklamalar yeteri kadarıyla daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/35- âyet, 7.
başlıkta) geçmiş bulunmakladır.
"Ey Musa (diye
seslenildi)" buyruğundaki; ... diye" cer harfinin haz-fedilmesi
sebebiyle nasb nıahaüindedir; demektir.
"Muhakkak Ben
âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!" Bu buyrukla şanı yüce Allah'ın dışındaki
varlıkların rububiyeti nefyedilmekledir.
Musa (a.s) bu kelâm
ile yüce Allah'ın rasûllerinden değil de seçkin kullarından olmuştur. Çünkü
rasûl olmak, ancak ona risalet emri verildikten sonra söz konusu olur. Risalet
emri ise onunla bu şekilde konuştuktan sonra verilmiştir.
[63]
31. "Ve
asam da yere bırak!" Onu ufak yılan gibi hareket ediyor görünce, arkasına
bakmaksızın dönüp kaçtı. "Ey Musa, geri gel ve korkma! Çünkü sen güven
altında olanlardansın."
"Ve asanı da yere
bırak" buyruğu yüce Allah'ın: "Ey Musa..." buyruğuna
atfedilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önce en-Neml Sûresi (27/7.
ayet ve devamının
tefsiri) ile Tâ-Hâ Sûresi (20/17-18. âyetlerin tefsiri)nde geçmiş
bulunmaktadır.
Dönüp" buyruğu
ha] olarak nasbedihnigtir. Aynı şekilde yüce Allah'ın: "Arkasına
bakmaksızın" buyruğu da hal olarak mahallen mansubtur.
"Ey Musa, geri
gel ve korkma!" buyruğu ile ilgili olarak Vehb dedi ki: Ona: Eskiden
olduğun yere geri dön, denildi. O da geri döndü ve cübbesinin ön tarafını
elinin üzerine sardı. Melek ona dedi ki: Yüce Aüah senin çekindiğin şeyi başına
getirmeyi murad edecek olursa, senin elini bu şekilde elbisene sarmanın sana
bir faydası olur mu dersin' O: Hayır, fakat ben zayıf bir kimseyim ve
zayıflıktan yaratılmışım, dedi. Ondan sonra elini açıp yılanın ağzına soktu,
eskisi gibi asa oldu.
"Çünkü sen"
sakındığın şeylerden yana "güven altında olanlardansın."
[64]
32.
"Elini yakana sok. Hastalıksız, bembeyaz çıkar ve ürkmeden dolayı Celini)
koltuğunun altına koy. İşte bunlar Firavun'a ve ileri gelenlerine Rabbin
tarafından iki burhandır, çünkü onlar fâ-sık bîr kavimdirler."
33. Dedi ki:
"Rabbim, ben onlardan bîr kişi öldürmüştüm de, beni öldürmelerinden
korkarım.
34.
"Kardeşim Harun'un ise onun dili benden fasihtir. Onu bana yar dımct
olarak gönder ki; beni tasdik etsin. Çünkü ben, beni yalanlamalarından
korkuyorum."
35. Buyurdu
ki: "Gücünü kardeşinle pekiştireceği! ve size öyle bir güç vereceğiz ki;
âyetlerimiz sayesinde size ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar
galiplersiniz,"
"Elini yakana
sok..." âyetiyle ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Ürkmeden dolayı
(elini) koltuğunun altına koy" buyruğunda yer alan;
"Ürkmeden"deki .,.den" edatı "Kaçtı" buyruğuna taalluk
etmektedir. Korktuğundan dolayı geri dönüp kaçtı, demektir.
Hafs, es-Sülemî, İsa
b. Ömer ve İbn Ebi İshak "ürkmeden" anlamındaki buyruğunu
"re" harfini üstün, he harfini de sakin olarak okumuşlardır. İbn Amir
ile -Hafs müstesna- Kûfetiler ise "re" harfini ötreti, "he"
harfini de cezm ile okumuşlardır. Diğerleri ise "re" ve
"he" harflerini üstün ite okumuş-iardır. Ebu Ubeyd ile Ebu Hatim de
bunu tercih etmişlerdir. Buna sebeb ise yüce Allah'ın: "Umarak, korkarak
Bize dua ederlerdi" (el-Enbiyâ, 21/90) buyruğunda bu şekilde kullanılmış
olmasıdır. Hepsi de değişik söyleyişler olup "korkmak" anlamındadır.
Buyruğun anlamı şudur: Elinin haii ve parıltısı seni dehşete düşürecek olursa,
sen onu yakana sok ve tekrar oraya geri çevir, önceki haline dönecektir.
Bir açıklamaya göre
yüce Allah ona elini göğsüne götürmesini emretmiştir. Böylelikle yılandan
duyduğu korkusu uzaklaşmış olacaktır. Bu açıklama Mücahid ve başkalarından
rivayet edilmiştir. ed-Dahhak bunu İbn Abbas'tan da rivayet etmiş ve şöyle
demiştir: İbn Abbas dedi ki: Artık Musa (a.s)'dan sonra herhangi bir kimse eğer
korkacak olursa, elini sokup göğsüne koydu mu, mutlaka onun korkusu gider.
Ömer b. Abdu'l-Azi2
hakkında da nakledildiğine göre: Bir katib huzurunda yazı yazıyorken elinde
olmayarak yelleniverdi. Bundan çok utandı ve üzüi-dü. Bu sebebten kalkıp,
kalemini yere vurdu. Ömer ona dedi ki: Sen kalemini al ve elini koynuna sok.
Senin korkun böylelikle uzaklaşıp gitsin, Hem ben böyie bir şeyin sesini bizzat
kendimden duyduğumdan daha çok kimseden de duymuş değilim.
Anlamın şu şekilde
olduğu da söylenmiştir: Yüce Allah'ın senin kalbindeki korkuyu gidermesi için
elini kalbinin üzerine koy.
Musa ya Firavun
hanedanından yahut yılandan korkusundan titriyor idi. Elin (lafzi anlamıyla
"kanat" demek oîan cenahın) koyna sokulması sükûnun
kendisidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir."
(el-İsra, 17/24) Burada yumu-şaklığı kastetmektedir. Yüce Allah'ın: "Sana
tabi olan mü'minlere de kanadını indir" (eş-Şuarâ, 26/215) buyruğu da
böyledir. Onlara merhamet anlamındadır.
d-Ferra dedi ki:
Burada "cenah" ile asasını kastetmiştir. Kimi Meânî bilgini de şöyie
demiştir. er-Rahb (mealde ürkme) Himyer ile Hanifeoğulları lehçesinde
elbisenin yeni anlamındadır. Mukatil dedi ki; Bedevî bir Arap kadın ben yemek
yerken bana bir şey sordu. Ben de elimi doldurup, ona işarette bulundum. O da:
İşte burada benim rahbimde, derken benim kolumun yeninde demek istemişti.
el-Esmaî dedi ki: Ben bedevî bir Arabın bir diğerine: Bana rahbini ver dediğini
duydum. Ona rahbin ne olduğunu sorunca, o da: Kolun yenidir, dedi.
Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Sen elini kendine doğru çek ve onu yeninden çıkart. Çünkü o
elini yeninden yıkanmaksızın asayı eliyle tutmuştu. Yüce Allah'ın: "Elini
yakana sok" buyruğu da bunun sağ el olduğunu göstermektedir. Çünkü yaka
sol tarafta olur. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.
Derim ki:
Müfessirlerin elin göğse götürülmesi şeklindeki açıklamaları yakanın yerinin
göğüs olduğuna delil teşkil etmektedir. Buna dair açıklamalar da daha önceden
en-Nıır Sûresi'nde (24/31. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
ez-Zemahşerî dedi ki;
Tefsirlerdeki bid'atlerden birisi de şudur: Güya "er-rahb"
Himyerlilerin lehçesinde elbisenin yeni demekmiş ve güya onlar: rah-binde
(yeninde) bulunandan bana da ver, derlermiş. Keşke dilde bunun nasıl doğru
olduğunu bilebilseydim. Acaba Arapçalan beğenilen güvenilir ve sağlam kimselerden
böyle bir şey işitilmiş olabilir mi? Keşke bu lafzın bu âyet-i kerimede nasıl
kullanıldığı da bilinseydi ve keşke bunun Kur'ân-ı Ke-rîm'in sair kelimelerine
etraflı bir şekilde nasıl uygulanabildiği bilinebilsey-di. Halbuki Musa
(Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun)'nin üzerinde mü-nacat gecesinde
sadece yenleri bulunmayan yünden bir cübbe vardı.
el-Kuşeyri dedi ki:
Yüce Allah'ın "koltuğunun altına koy" buyruğundan -şayet bununla
yılandan korktuğundan ötürü emniyette olmasını kastettiği görüsünü kabul
edersek- kasıt ellerdir. Bununla birlikle "koltuğunun altına koy"
buyruğunun risaletin yüklerini taşımak üzere kendini hazırla, anlamında olduğu
da söylenmiştir.
Derim ki: İşte buna
göre; "Çünkü sen güven altında olanlardansın" buyruğu sen rasûl olarak
gönderileceklerdensin, demektir diye açıklanmıştır. Çünkü yüce Allah:
"Çünkü benim katımda rasûller korkmaz" (en-Neml, 27/10) diye
buyurmuştur.
îbn Bahr dedi ki: Bu
açıklamaya göre o bu buyruklarla rasû! olmuş olur. Halbuki onun ancak yüce
Allah'ın: "İşte bunlar Firavun'a ve ileri gelenlerine Rabbin tarafından
iki bardandır" buyruğu ile rasûl olduğu söylenmiştir. İki burhandan kasıt
ise el ve asadır.
İbn Kesir; "İşte
bunlarOn ikisi)" buyruğunda "nûn'\ı şeddeli okumuştur, diğerleri ise
şeddesiz okumuşlardır, Ebu Umâre'nin, Ebu'I-Fadl'dan, onun Ebubekir'den, onun
da İbn Kesir'den rivayetine göre ise İbn Kesir şeddeli ve "ya" ile; diye
okumuştur. Yine Ebu Amr'dan rivayete göre o şöyle demiştir: Hüzeyllilerin
şivesi şeddesiz ve "ya" ile; şeklindedir. Kureyşlilerin şivesi ise
Ebu Amr ve İbn Kesir'in okuduğu gibi; şeklindedir.
Bunun gerekçesi
hususunda beş görüş vardır. Bir görüşe göre "nûn"un şeddeli okunması
'deki elifin yerine geçmesinden dolayıdır. Bu da mer-fu olan; 'ın tesniyesidir
ve mübtedâ olarak ref halindedir, 'ın elifi ise tesniye elifi geldiğinden
dolayı hazfedilmiş,tir. Burada İki sakinin arka arkaya gelmesi göz önünde
bulundurulmamıştır, çünkü bunun aslı; şeklinde olup, birinci elif şeddeli
"nûn"un yerine geçmek üzere hazfedilmiştir.
Bir diğer görüşe göre
şeddeli "nün", buraya "lam"ı ayrıca soktukları gibi te'kid
içindir. Mekkî dedi ki: Denildiğine göre "nûn"ıı şeddeli okuyan kimse
tekilini diye kullananların şivesine göre bina etmiştir. O bu şekilde
kullanınca tesniye "nûn'undan sonra "lâm"ı da tesbk etmiş, daha
sonra ise ikincinin birincisine idgam edilmesi hükmüne göre "lâm"ı
"nûn"a idgam etmiştir. Halbuki aslolan her zaman için birincinin,
ikincisine idgam edilmesidir. Bundan tek istisna buna herhangi bir illetin
engel teşkil etmesidir. O takdirde ikincisi, birincisine idgam edilir. Bu hususta
birincinin, ikincisine idgamını engelleyen iflet ise şudur: Eğer böyle bir şey
yapılacak olursa, o takdirde tesniyeye delâlet eden "nûn"un yerinde
şeddeli bir "lam" olur. Bu durumda tesniye lafzı değişikliğe uğrar.
İşle bu sebebten dolayı ikinci harf, birincisine idgam edilmiştir ve
böylelikle şeddeli bir "nün" ortaya çıkmıştır.
Yine denildi ki: Böyİe
bir şey söz konusu olmadığından dolayı "nun"dan önce "lam'"
isbat edilmiş, sonra da birinci harf idgamın usulüne uygun olarak ikincisine
idgam edilmiştir. Böylelikle bu şeddeli bir "nün" haline gelmiştir.
Bir diğer açıklama
şöyledir: Nûn'un şeddeli olması, bu nûn ile izafet sebebiyle "nûn"u
sakıt olan lafızlar arasındaki farkı belirtmek içindir. Çünkü; ın izafesi
yapılmaz.
Bir diğer görüşe göre
bu nûn, mütemekkin (i'rabı ulan) isim ile bu işaret
ismi arasındaki farkı göstermek içindir. Aynı şekilde;
"O ikisi" ile; Bu ikisi" lafızlarında "nûn"un şeddeli
okunmasının iileti (sebebi) de budur.
Ebu Amr dedi ki: Ebu
Amr'ın kendi türünden bütün tesniyeler arasında bilhassa bu kelimeyi şeddeli
kabul etmesi, harflerinin azlığından ötürüdür. Bundan dolayı şeddeli
okumuştur.
Bu lafzı; diye
"nün" şeddesiz olmakla birlikte "ya" ile okuyanların kıraatine
göre bunun aslı; şeklinde şeddeli "nûn"dur. Tad'ıf (aynı harfi
şeddeli okuma)den hoşlanılma d ığı için "ya" harfi İkinci
"nûn"dan bedel olarak getirilmiştir. Tıpkı; Ben ondan usanmam"
şeklini aslı olan; yerine kullanarak, ikinci "lam"ın yerine "elif"
kullandıkları gibi.
Şeddeli
"nûn"dan sonra "ya" ile okuyanların kıraati de şöyie
açıklanır: Bu şekilde okuyanlar "nûn"un esresini işba' ite okurken,
bu esre'den "ya" harfi ortaya çıkmış olmaktadır.
"Onu bana yardımcı
olarak gönder" buyruğundakİ "Yardımcı olarak* lafzı "Ona yardım
ettim"den türemektedir. da "yardım" demektir. Şair der ki;
"Asam'ın benim
yardımcım olduğunu görmedin mi;
Ve malım azken de,
varken de insanların en hayırlısı olduğunu."
en-Nehhas dedi ki:
"Ona yardım etti" anlamındadır. (İkinci şekilde) hemzenin
terkedilmesi hafif olsun diyedir. Nâfî' de böyle okumuştur. Hemzeli ile aynı
anlamdadır.
el-Mehdevî dedi ki:
Hemzesiz okuyuşun Araplann;Yaşı yüzü geçti" tabirinden gelmesi de
mümkündür. Sanki anlam şöyle olur: Onu da beni daha çok tasdik olsun diye
benimle birlikte gönder. Bu açıklamayı Müslim b. Cündeb yapmış olup, şairin şu
beyitini de zikretmiştir
"(Bahreyn'de
yapılan) Hattı bir mızrak ki; boğumları sert, ağızda eriyen hurmanın
çekirdeklerini andırır; Ve adeta onun boyu on zira'dan da fazladır."
el-Maverdî bu beyiti,
bu şekilde; "Daha fazladır" diye zikretmiş, el-Ğaznevî ve es-Sıhah'ta
el-Cevherî ise; diye zikretmiştir. (Bu da aynı anlamdadır.[65]
el-Cevherî dedi ki:
"Bir şey bozuldu, buzulur, bozuk olmak" demektir. Bozuk demektir.
Onu bozdum, aynı şekilde; Ona yardım ettim, anlamındadır. Mesela; Ben ona yardımcı idim, demektir. Yüce Allah
da: "Onu bana yardımcı olarak gönder" diye buyurmaktadır.
en-Nehhas dedi ki:
"Ona yardım ettim, yardım etmek" şeklinde nakledilmiştir. Yardımcının
çoğulu; diye gelmektedir.
Âsim ile Hamza
"benitasdik etsin" anlamındaki; buyruğunu ref ile okumuşlardır,
diğerleri ise cezm ile okumuşlardır. Ebu Hatim'in tercih ettiği okuyuş da
-duanın cevabı olmak üzere- budur. Ebu Ubeyd ise ref ile okuyuşu tercih
etmiştir. Bu okuyuşa göre bu "onu... gönder" buyruğundaki
"o" zamirinden haldir. Tasdik halinde sen onu doğrulayıcı bir
yardımcı olarak gönder, demektir. Yüce Allah'ın: "Bizegökten bir sofra
indir ki... olsun" (el-Maide, 5/114) fiilin müzari anlamında kabul
edilmesi halinde "olmak üzere" anlamındadır. Bununla birlikte
("beni tasdik etsin" anlamındaki fiil) yüce Allah'ın: "yardımcı
olarak" buyruğunun sıfatı da olabilir.
"Çünkü ben"
herhangi bir yardımcı ve destekleyicimin olmaması halinde "beni yalanlamalarından
korkuyorum." Çünkü onların benim söyleyeceklerimi anlamaları oldukça
güçtür.
Bunun üzerine yüce
Allah "buyurdu ki: gücünü kardeşinle pekiştireceğiz" onunla seni
güçlendireceğiz. Bu ifade bir temsildir.[66]
Çünkü elin gücü pazu iledir. Şair Tarafe de şöyle demiştir:
"Ey Lübeynâ
oğulları, siz bir el değilsiniz, Olsa olsa pazusu olmayan bir elsiniz."
Hayır dua edilirken
de: "Allah senin pazunu (gücünü) pekiştirsin" denilir. Bunun
zıttında (yani bedduada): "Allah senin pazunu darmadağın etsin (güçsüz
bıraksın), denilir.
"Ve size öyle bir
güç" yani delil ve belge "vereceğiz ki; âyetlerimiz sayesinde
sîze" eziyet vermek maksadıyla "ulaşamayacaklar." Yani siz
"âyetlerimizle" onlara karşı korunacaksınız. Burada "Size"
üzerinde vakıf yapılabilir, bu durumda ifadede takdim ve te'hir söz konusu
olur. İfadenin takdirinin şöyle olacağı söylenmiştir: Sizler ve size tabi
olanlar, âyetlerimiz sayesinde galip gelecek kimseler olacaksınız. Bu
açıklamayı el-Ahfeş ve el-Taberî yapmıştır. el-Mehdevî dedi ki: Bu şekilde
olursa sılanın mevsûle takdim edilmesi söz konusudur. Ancak; "Âyetlerimiz
sayesinde galip gelecekler sizlersiniz. Sizler ve size tabi olanlar
galiplerdir" diye takdirde bulunulması hali müstesnadır. Burada
"âyetler"den kasıt, diğer mucizeleridir.
[67]
36. Mûsa
onlara apaçık âyetlerimizle gelince dediler ki: "Bu ancak düzmece bir
büyüdür. Biz önceki atalarımız arasında da böyle-sini işitmemişiz."
37. Mûsa
dedi kî: "Rabbim, kimin nezdinden hidayet getirdiğini ve yurdun (güzel)
akıbetinin de kimin olacağını bilir. Doğrusu zulmedenler kurtulamazlar."
38. Firavun
dedi ki: "Ey ileri gelenler, sizin benden başka ilâhınız olduğunu
bilmiyorum. Artık ey Hâmân, benim İçin çamura ateş yak. Bana yüksek bir kule
yap! Olur ki Musa'nın ilâhının yanına çıkarım. Hem ben onu kesinlikle
yalancılardan sanıyorum."
39. O da,
orduları da arzda haksız yere büyüktendiler ve Bize don-dürülmeyeceklerini
sandılar.
40. Bunun
üzerine onu ve ordularını yakalayıp denize attık. Zalimlerin akıbetlerinin
nasıl olduğuna bir baki
41. Biz
onları ateşe çağıran önderler kıldık. Kıyamet gününde İse onlara yardım
olunmaz.
42. Bu
dünyada da arkalarına bir lanet taktık. Kıyamet gününde de onlar
çirkinleştirilmiş kimselerden olacaklardır.
"Mûsa onlara
apaçık" açık seçik "âyetlerimizle gelince dediler ki: Bu, ancak
düzmece" yalandan uydurulmuş "bir büyüdür. Biz önceki atalarımız
arasında da böylesin! işitmemişiz."
Denildiğine göre bu
âyetler, Mûsa (a.s)'ın tevhidi ispatlamak için ortaya koymuş olduğu aklî
delillerdir. Buradaki âyetlerin onun gösterdiği mucizeler olduğu da
söylenmiştir.
Mûsa dedi ki"
buyruğu genel olarak başında "vav" ile okunmuştur. Mücahid, tbn
Kesir ve İbn Muhaysın ise başında "vav" harfi olmaksızın
okumuşlardır. Mekkelilerin Mushaf'ında da böyledir.
"Rabbim kimin
nezdinden hidayet" doğru yola irşadı "getirdiğini ve yurdun güzel
akıbetinin de kimin olacağını bilir." Burada "olacağı" buyruğunu
Âsim dışında Kûfelikr; şeklinde "ye" ile diğerleri ise "te"
ile okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. "Yurdun
akıbeti", amellerin karşılığının verileceği yurt demektir.
"Doğrusu"
buyruğundaki "he" zamiri se'n zamiridir. "Zulmedenler
kurtulamazlar."
"Firavun dedi ki;
Ey ileri gelenler, sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum." İbn
Abbas dedi ki: Bu sözü ile onun; "Ben sizin en yüce rabbinizirn.1'
(en-Nâziât, 79/24) sözleri arasında kırk yıllık bir süre geçmiştir. Lanet
olasıca Allah düşmanı yalan söylüyordu. Aksine o, bir Rabbinin olduğunu ve bu
Rabbin kendisinin ve kavminin yaratıcısı olduğunu biliyordu: "Andolsun sen
onlara kendilerim kimin yarattığını sorarsan, elbette: 'Allah'
diyeceklerdir." (ez-Zuhruf, 43/87)
"Firavun
(devamla) dedi ki: Artık ey Haman, benîm İçin çamura ateş yak!" Yani sen
benim için tuğla yap. Bu açıklama İbn Abbas (r.a)'dan nakledilmiştir. Katade
dedi ki: O tuğla yapıp onunla bina yapan ilk kişidir.
Firavun veziri Haman'a
bu şekilde bir kule yapmasını emredince Haman işçileri topladı. -Denildiğine
göre bunlar, çeşitli hizmetlerde çalıştırılan işçiler île ücretliler dışında,
ellibin inşaat ustası idi.- Tuğlaların ve kirecin pişirilmesini, kerestelerin
yayılmasını, çivilerin çakılmasını emretti. Onlar da binayı yapıp
yükselttiler, Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden o zamana kadar bu
şekilde yüksek bir bina yapılmamıştı. Öyle ki binayı yapan kişi, binanın
tepesinde ayakta dikilemiyordu. Nihayet yüce Allah bu bina sebebiyle onları
fitneye düşürmek istedi. es-Süddînin naklettiğine göre Firavun damına çıktı ve
semaya doğru bir ok attı. Attığı bu ok kendisine kanlara bulanmış olarak geri
döndü. Bunun üzerine: Musa'nın İlahını öldürdüm, dedi. Rivayet olunduğuna göre
Firavun bu sözleri söyleyince, yüce Allah da Cebrail (a,s)'i gönderdi ve o
kuleye kanadıyla bir darbe indirdi, üç parçaya bölündü. Bir parçası Firavun'un
askerleri üzerine düştü ve onlardan bir milyon kişi öldü. Bir parçası denize
düştü, bir parçası da batı tarafına düştü. Bu kulenin yapımında herhangi bir
iş yapmış olan herkes helak oldu. Bunun ne kadar sahih olduğunu ancak Allah
bilir.
"Hem ben onu kesinlikle
yalancılardan sanıyorum." Burada "zan (sanmak)" şüphe etmek
anlamındadır. Böylelikle o şüphe üzere küfre girmiş oluyordu. Çünkü o, sağlam
fıtrat sahibi İçin herhangi bir kapalı nokta bırakmayan apaçık belgeler görmüş
idi.
"O da orduları da
o arzda haksız y«re* Musa'ya iman etmeyerek "büyüktendiler" büyüklük
tasladılar. Bunda da haklı değillerdi. Yani Musa'nın getirdiklerini çürütecek
herhangi bir delilleri yoktu.
"Ve Bize
döndürülmeyeceklerini sandılar." Öldükten sonra diriliş olmadığı vehmine
kapıldılar.
Naff, İbn Muhaysın,
Şeybe, Humeyd, Ya'kub, Hanıza ve el-Kİsaî "döndürülmeyeceklerini"
buyruğunu "ya" harfi üstün, "cim" harfini de esreli olarak
fail-i ma'hım bir fiil olmak üzere; "Dönmeyeceklerini" diye okumuşlardır,
diğerleri ise meçhul bir fiil olarak ("Döndürülmeyeceklerini" anlamında)
okumuşlardır. Ebu Ubeyd'in tercih ettiği şekil budur. Birincisi ise Ebu
Hatim'in tercih ettiği okumadır.
"Bunun üzerine
onu ve ordularını" -ki ikimilyonaltıyüzbin kişi idiler- "yakalayıp,
denize attık." Onları tuzlu denize bıraktık. Katade dedi ki: Bu Mısır'in
ötesinde İsaf denilen bir denizdir. Yüce Allah onları bu denizde boğdu.
Vehb ile es-Süddî de
şöyle demişlerdir: Yüce Allah'ın kendilerini boğduğu deniz Batn-ı Mureyre diye
bilinen Kızıl Deniz taraflarında bir yerdir. Burası bugüne kadar çok dalgalı
bir yerdir. Mukatil dedi ki; Kastettiği Nil nehridir. Ancak bu görüş zayıftır,
meşhur olan birinci görüştür.
"Zalimlerin
akıbetlerînin" işlerinin sonlannın "nasıl olduğuna bir bak" ey
Muhammedi
"BİZ, onları
ateşe çağıran" yani cehennemliklerin amelleri ile amel etmeye davet eden
"önderler kıldık." Biz, onları küfür üzere kendilerine uyulan
liderler yaptık. Böylelikle onlar hem kendi veballerini yüklenecekler, hem de
kendilerine tabi olanların günahlarını yüklenecekler ki; cezaları daha büyük
olsun.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah, onun kavminin mele'ini (ileri gelenlerini) böyle olmayan aşağı
tabakadakilerin başkanları kıldı. İşte onlar da (alt tabakadakileri) cehenneme
çağırıyorlardı.
Bir diğer açıklamaya
göre de; onları ibret alanların kendilerine uyup, basiret sahiplerinin de
kendilerinden öğütler çıkartacağı önderler kıldık, demektir.
"Kıyamet gününde
ise onlara yardım olunmaz. Biz dünyada da arkalarına bir lanet taktık."
Yani kullara onlara lanet okumalarını emrettik. Onları anan onlara lanet okur.
Laneti yani hayırdan uzak kalmayı peşlerine taktık, diye de açıklanmıştır.
"Kıyamet gününde
de onlar çirkinleştirümiş" yani helak edilmiş ve kendilerine gazab
olunmuş "kimselerden olacaklardır." Bu şekildeki açıklamayı İbn
Keysan ve Ebu Ubeyde yapmıştır. İbn Abbas ise şöyle açıklamıştır: Yüzlerinin
siyahlığı, gözlerinin maviliği (morluğu) ile yaratılışları
çirkinleştirile-cektir. Uzaklaştırılmışlardan olacaklardır, diye de
açıklanmıştır. Mesela dafzi manasıyla: Allah onu çirkin etsin, denilir). Allah
her türlü hayırdan uzaklaştırsın anlamındadır. Onu çirkin yaptı"
demektir. Ebu Amr dedi ki: Şeddesiz olarak; şekli, şeddeli olarak; ( ile aynı
anlamda; "Yüzü çirkin oldu" demektir. Şair de şöyle demiştir;
"Çirkini eştir
sin (kahretsin) Allah bütün Berâcimeyi, Ve kahretsin. Yerbû'u ve kahretsin
Dârim'i."
"Gününde"
anlamındaki lafız ise "bu dünyada da" anlamındaki buyruğun mahalli
i'rabına hamledilerek nasb ile gelmiştir, Ayrıca "çirkinleştirumiş kimselerden"
anlamındaki buyruğun başına atıf harfi getirmeye, "Sayıları üçtür,
dördüncüleri köpekleridir, diyeceklerdir" (el-Kehf, 18/22) buyruğunda
olduğu gibi gerek görülmemiştir.
"Gününde"
lafzının âmilinin "onlar çirkinleştlrilmiş kimselerden" buy ruğunun delâlet
ettiği gizli bir fiil olması da mümkündür. O takdirde yüce Allah'ın:
"Melekleri görecekleri gün, işte o günde günahkârlara müjde yoktur."
(el-Furkan, 25/22) buyruğuna benzer. "Gününde" buyruğundaki âmilin
-zarf önceden geçmiş olsa dahi- yüce Allah'ın: "Onlar çirklnleştirilmiş
kimselerden" olması da mümkündür, ayrıca bunun mef ui olarak kabul edilmesi
de mümkündür. Sanki; "Biz, bu dünyada da onların peşlerine bir lanet
taktık, kıyamet gününde de bir lanet (taktık)" denilmiş gibidir.
[68]
43. Andolsun
önceki nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya kitabı; İnsanlara basiretler,
hidâyet ve rahmet olmak üzere verdik. Olur ki öğüt alırlar.
"Andolsun ki...
Musa'ya kitabı* Katade'nin açıklamasına göre Tevrat'ı "...verdik."
Yahya b. Sellam dedi ki; Tevrat farzların, hududun ve ahkâmın nazil olduğu ilk
kitaptır. Burada sözü edilen kitabın yüce Allah'ın rasûlü Mu-hammed (sav)'a
indirmiş olduğu es-Seb'u'1-Mesânî (diye bilinen yedi uzun sûrenin) altısı
olduğu da söylenmiştir ki; bunu İbn Abbas söylemiş ve (peygambere atfen) merfu
olarak da rivayet etmiştir.
"Önceki nesilleri
helak ettikten sonra" buyruğuna gelince, Ebu Said el-Hudrî dedi ki:
Peygamber (sav) şöyle buyurdu: "Allah, Musa'ya Tevrat'ı indirdiğinden
beri semadan olsun, arzdan olsun gönderdiği azab ile herhangi bir kavmi, bîr
nesli, bîr ümmeti ya da bir kasaba ahalisini -maymunlara dönüştürülen kasaba
ahalisi dışında- kimseyi helak etmiş değildir. Yüce Allah'ın;
"Andolsun önceki
nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya kitabı... verdik" buyruğunu hiç düşünmez
misin?"[69] Yani Nuh, Âd ve Semud
kavminden sonra böyle bir helak olmamıştır. Firavun ve kavmini suda boğup,
Karun'u da yerin dibine geçirişimizden sonra diye de açıklanmıştır.
"İnsanlara
basiretler" yani Biz, ona kitabı basiretleri açılsın diye verdik.
"Hidayet" gereğince amel eden kimseler için sapıklıktan hidayete
ileten bir kitaptır, "ve" ona iman eden kimseler için de "rahmet
olmak üzere verdik. Olur ki öğüt alırlar." Bu nimeti hatırlasınlar da
dünya hayatında imanları üzere kalmaya devam etsinler, âhirette bunun
mükâfatını alacaklarTna da güvensinler, emin olsunlar.
[70]
44. Biz
Musa'ya o buyruğu vahyettiğlmizde sen batı tarafında değildin, sen hazır
bulunanlardan da değildin.
45. Fakat
Biz, çeşitli nesiller yarattık da onların ömürleri uzadıkça uzadı. Hem sen
Medyenliler arasında kalan değildin ki, âyetlerimizi onlara okuyasın. Fakat
gönderenler gerçekten Bizleriz.
"Biz Musa'ya o
buyruğu vahyettiğlmizde" onu emir ve yasaklarımızla mükellef kılıp ona
verdiğimiz ahttleri yerine getirmekle yükümlü kıldığımızda "sen" ey
Muhammed, "batı tarafında" yani dağın batı tarafında
"değildin."
Şair şöyle demiştir;
"Sana hidayeti
veren ey peygamber,
Batı tarafındaki
minberi süsleyen nuru da verdi."
"Biz Musa'ya o
buyruğu vahyettiğimizde" buyruğu şöyle de açıklanmıştır: Yani Biz,
Musa'ya senin durumunu vahyedip seni en hayırlı bir şekilde andığımızda.., (sen
batı tarafında değildin), demektir. İbn Abbas dedi ki: "Vah-yettiğlmizde™
Muhammed ümmetinin ümmetlerin en hayırlısı olduğunu bildirdiğimizde,
anlamındadır...
"Sen hazır
bulunanlardan da değildin." Bütün bunlara tanık olmamıştın.
"Fakat Biz"
Musa'dan sonra "çeşitli nesiller yarattık da onların ömürleri uzadıkça
uzadı." Öyle ki onlar Allah'ın zikrini yani ahdini ve emrini unuttular.
Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Üzerlerinden uzun bir zaman geçti
diye kalpleri katılaşmış bulunanlar..." (el-Hadid, 57/16) buyruğudur.
Bu buyruğun zahiri
şunu gerektirmektedir: O dönemde de bizim peygamberimizden söz edilmiş, yüce
Allah'ın onu peygamber olarak göndereceği belirtilmiştir. Fakat aradan uzun
bir süre geçip kalplerin katılaşması yaygın bir hal alınca onlar bu hususu
unuttular.
Şöyle de
açıklanmıştır: Biz Musa'ya kitabı verdik ve onun kavmi hakkında ahitler aldık.
Sonra aradan geçen bu süre uzayınca küfre saptılar. Nihayet Muhammed'i dinî
yenileyici ve insanları ona davet edici olarak gönderdik.
"Ve sen
MedyenlUer arasında kalan" Musa ile Şuayb'in aralarında ikamet ettiği
gibi ikamet eden "değildim ki..."
e)-Accâc ("kalan,
ikamet eden" anlamındaki lafzı kullanarak) şöyle demiştir:
"Kalan kimsenin
girdiği yerde geceyi geceledi."
İkamet eden
misafirin... demektir.
"Âyetlerimizi
onlara okuyasın" Allah'ın mükafat vaadi ile azab tehdidini oniara
hattilacasın. "Fakat gönderenler gerçekten Bizleriz." Yani Biz de
seni Mekkeliler arasında peygamber gönderdik ve sana içinde bu haberlerin
bulunduğu bir kitap verdik. Eğer bu olmasaydı senin bunları bilmene imkân
olmazdı.
[71]
46. Biz,
seslendiğimizde sen Tûr tarafında değildin. Fakat senden önce kendilerine
hiçbir korkutucu gelmemiş bir kavmi korku-tasın diye, Babbinden bir rahmet
olmak üzere (gönderildin). Umulur ki öğüt alırlar.
"Biz,
seslendiğimizde sen Tûr tarafında değildin." Yani yüce Allah Musa'yı
Firavun'a rasûl olarak gönderdiği vakit batı tarafında bulunmadığın gibi,
yetmiş kişi ile birlikte Mîkat'a geldiğinde Musa'ya seslendiğimiz vakit de
Tûr'un yakınında değildin.
Amr b. Dinar, merfu
olarak yapağı rivayetinde şöyle demektedir-. "Ey Mu-hammed ümmeti, Ben siz
bana dua etmeden önce duanızı kabul ettim Benden istekte bulunmadan önce size
verdim." İşte yüce Allah'ın: "Biz, seslendiğimizde sen batı tarafında
değildin" buyruğunda anlatılan (sesleniş) budur.
Ebu Hureyre -bir
rivayete göre de İbn Abbas- dedi ki: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Ey
Muhammed ümmeti, Bana dua etmeden önce Ben duanızı kabul ettim. Benden
istemeden önce Ben size verdim. Benden mağfiret istemeden önce, size mağfiret
ettim. Benden merhamet istemeden önce size merhamet ettim."[72]
Vehb dedi ki; Bu da
şöyle olmuştu: Musa (sav)'a yüce Allah Muharnmed'in ve ümmetinin faziletini
zikredince, Rabbim onları bana göster, dedi. Yüce Allah: "Sen onlara
yetişemeyeceksîn, fakat arzu edersen Ben onlara seslenirim ve sana seslerini
işittiririm" dedi. Musa: Peki Rabbim, dedi. Yüce Allah: "Ey Muhammed
ümmeti" diye seslendi. Atalarının sulblerinden ona cevap verdiler. Şöyle
buyurdu: "Siz Bana dua etmeden önce, Ben sizin duanızı kabul
büyürdüm."
Buna göre âyetin
anlamı şöyle olur: Biz Musa ile konuşup senin ümmetine seslendiğimiz ve senin
ve ümmetin için dünyanın nihayetine kadar takdir etmiş olduğumuz rahmeti ona
haber verdiğimizde Tûr tarafında değildin.
"Fakat" Biz
bunu "senden önce kendilerine" yani Araplara "hiçbir korkutucu
gelmemiş bir kavmi korkutasın diye" bunu yaptık. Yani sen bu haberlere
tanık olmadın. Fakat Bizim bu haberleri sana vahy ediş. imiz, kendilerine
peygamber olarak gönderilmiş olduğun kimseleri bunlarla uyarıp korkutasın
diyedir ve Bizden size "bir rahmet olmak üzere" böyle yaptık.
el-Ahfeş dedi ki:
"Bir rahmet olmak üzere" buyruğu mastar olarak nasbedilmiştir. Biz
sana bir rahmette bulunduk anlamındadır. ez-Zeccac ise şöyle demiştir: Bu
mef'ulün lehtir. Yani yüce Allah bunu sana rahmet olması için yapmıştır. (Meal
de buna göredir.) en-Nehhâs dedi ki: Yani sen peygamberlerin kıssalarına tanık
olmadın, bunlar sana önceden de okunmuş değildir. Ancak Diz, seni rahmet olmak
için peygamber olarak gönderdik ve sana vahiyde bulunduk,
el-Kisaî de: Bu
(ıl)lS)'in haberi olarak nas bedii mistir, İfadenin takdiri de: "Fakat
Bizden bir rahmettir" şeklindedir. O şöyle demiştir: Bununla birlikte;
"O bir rahmettir" anlamında merfu olması da caizdir. ez-Zeccac dedi
ki; Merfu olması; Fakat bunu yapış(ı-mız) bir rahmettir" takdirine
göredir. "Umulur ki öğüt alırlar."
[73]
47. Eğer
ellerinin önden gönderdikleri sebebi ile kendilerine bir musibet gelip
çattığında: "Kabbİmİz, Sen bize bir peygamber göndermeli değü miydin? O
takdirde biz de Şenin âyetlerine uyar ve mü'minlerden olurduk" demeyecek
olsalardı (Biz onlara pey gamber göndermezdik).
48. Ama
onlara nezdiralzdcn hak gelince dediler kî: "Musa'ya verilenler gibi ona
da verilmeli değil miydi?" Acaba onlar önceden Musa'ya verilenleri inkâr
etmemişler miydi? "İki sihir birbirine yardım etti" dediler ve yine
dediler ki: "Biz onların hepsini inkâr edenleriz."
"Eğer ellerinin
önden gönderdikleri" küfür ve isyanlar -özellikle "elledin söz
konusu edilmesi ise yapılan işlerin çoğunlukla ellerle yapılması dolay
ısıyladır- "sebebi ile kendilerine" Kureyşlileri kastetmektedir,
yahudiler diye de söylenmiştir "bir musibet" yani bir ceza ve intikam
"gelip, çattığında... demeyecek olsalardı..."
"...meyecek
olsaydı" edatının cevabı hazf edilmiştir, Yani eğer daha önceden
işledikleri masiyetler sebebiyle kendilerine bîr azab "gelip çattığında
Rabbimiz, sen bize bir peygamber göndermeli değil miydin?... demeyecek
olsalardı" Biz de peygamber göndermezdik, takdirindedir. Bunun... mutlaka
onları âcîlen cezalandırırdık, takdirinde olduğu da söylenmiştir.
Peygamberlerin gönderilmesi daha önceden de el-îsra (17/16. âyet, 1. başlık)
ile Tâ-Hâ Sûresi (20/133. âyet ve devamının tefsirinde)'nin sonlarında geçtiği
üzere kâfirlerin ileri sürebilecekleri mazeretleri ortadan kaldırmak içindir.
"Biz de senin âyetlerine
uyar" buyruğımdaki "Uyardık" lafzı tahdid (teşvik)in cevabı
olmak üzere nasb mahallindedir. "Mü'minlerden" tasdik edicilerden
"olurduk" anlamındaki buyruk da ona atfedilmiştir.
Akrl, iman ve şükür
etmeyi gerektirir diyenler bu âyeti delil gösterirler. Çünkü yüce Allah:
"Ellerinin önden gönderdikleri sebebi ile" diye buyurmaktadır. Bu da
ceza görmeyi gerektirir. Zira rasûilerin gönderilmesinden önce vücubun
kesinleşmiş olması söz konusudur. Bu da ancak akıl ile olur.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Sahih olan hazfedilen İfadelerin; Eğer şu olmasaydı, peygamberlerin tekrar
tekrar yeniden gönderilmesine gerek duyulmazdı, takdirinde olduğudur. Yani şu
kâfirler artık mazur değillerdir, çünkü daha önce gönderilmiş olan şeriatler ve
tevhide çağrı onlara ulaşmış bulunmaktadır. Fakat aradan uzun bir zaman
geçmiştir. Eğer onları azablandıracak olursak, aralarından: Uzun zamandan beri
peygamber gönderilmemiştir, diyen çıkabilir ve bunun özür olabileceğini
sanabilir. Halbuki rasûlierin haberi kendilerine ulaştıktan sonra ileri
sürebilecekleri bir mazeretleri kalmaz. Fakat Bizler hiçbir şekilde mazeret
bırakmadık ve beyanı eksiksiz yaptık. O bakımdan ey Muhammed, seni onlara
peygamber gönderdik. Şanı yüce Allah da beyanı ve delil göstermeyi tamamlayıp
peygamberleri göndermedikçe de hiçbir kulu cezalandırmayacağım hükme bağlamıştır.
"Ama onlara
nezdimizden hak" yani Muhammed (sav) gelinçe" Mekke kâfirleri
"dediler ki: Musa'ya verilenler" asa ve beyaz el "gibi ona da
verilmeli değil miydi?" Ona da Kur'ân-ı Kerîm -Tevrat gibi- bir defada
indirilmeli değil miydi? Muhammed (sav)'dan önce Musa (a.s)'ın bu durumu kendilerine
ulaşmış bulunuyordu. Şanı yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
"Acaba onlar
Önceden Musa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? İki sihir birbirlerine
yardım etti, dediler." Yani Musa ile Muhammed sihir Üzere birbirleriyle
yardımlaştı, dediler.
el-Kelbî dedi ki:
Kureyşliler yahudilere adam göndererek, onlara Muhammed (sav)'ın peygamber
olarak gönderilmesi ve durumu hakkında soru sordular. Yahudiler; Biz onu
vasıflarıyla, nitelikleriyle Tevrat'ta görüyoruz. Bu şekilde onlara cevap
gelince, "İki sihir birbirine yardım etti, dediler."
Kimileri de şöyle
demiştir: Yahudiler müşriklere öğrettiler ve onlara Mu-hammed'e şöyle deyin
dediler: Sana da Musa'ya verilenin bir benzeri verilmeli değil miydi? Ona
Tevrat bir defada verilmişti.
Bu durumda bu delil
getirme yahudilere karşıdır. Yani bu yahudjler, Musa ile Harun hakkında bunlar
iki sihirbazdır dediklerinde ve "biz onların hepsini inkâr edenleriz"
yani biz onların herbirisini ayrı ayrt inkâr ediyoruz diye karşı çıktıklarında,
Musa'ya verilenleri de inkâr etmemişler miydi?
Kûfeliler "İki
sihir" diye "eliP'siz olarak okumuşlardır ki; bu İncil ve Kur'ân
demektir. Tevrat ile Furkan diye de açıklanmıştır ki; bu da el-Ferra'ya aittir.
Tevrat ve İncil diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı da Ebu Re-zîn yapmıştır.
Diğerleri ise "İki sihirbaz" diye elif ile okumuşlardır (ki, az
önceki açıklamalar bu okuyuşa binaen yapılmıştır.) Bu hususta da üç türlü görüş
vardır: Birincisine göre bu iki sihirbaz Musa ile Muhammed (ikisine de selam
olsun)'dır. Bu Arap müşriklerinin sözüdür, İbn Abbas ve el-Hasen böyle
demiştir.
İkinci görüş, Musa ile
Harun'dur, bu da risaletlerinin başlangıçları döneminde yahudilerin onlara
söyledikleridir, Said b. Cübeyr, Mücahid ve İbn Zeyd de bu görüştedirler. Bu
durumda bu buyruk, onlara karşı getirilen bir delil olmaktadır. Bu da yüce Allah'ın:
"Kendilerine bir musibet gelip çatmayacak olsaydı" buyruğunda mahzuf
ifadenin: Ardı arkasına peygamberleri göndermezdik şeklinde olduğunu
göstermektedir. Çünkü yahudiler peygamberlikleri itiraf" etmişler, ancak
hem tahrif etmişler, hem değiştirmişler. O bakımdan ilahi cezayı hak
etmişlerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Biz de Muhammed (sav)'
göndermekle onların mazeretlerini eksiksiz bir şekilde bertaraf etmiş
olmaktayızv"
Üçüncü görüşe göre
sözü edilen iki sihirbaz Isa ve Muhammed (ikisine de salat ve selam olsun)'dır.
Bu da günümüz yahudilerinin görüşüdür, Ka-tade de böyle demiştir. Şöyle de
denilmiştir: Bütün yahudiler Musa'ya Tevrat'ta bildirilen Mesih'in, İncil'in
ve Kur'ân-ı Kerîm'in söz konusu edilmesini red ve inkâr etmediler mi?
Böylelikle Musa'yı ve Muhammed'i iki sihirbaz, iki kitabı da iki sihir oiarak
görmediler mi?
[74]
49. De ki:
"Eğer siz doğru söyleyenler iseniz, o halde Allah katından ikisinden daha
doğru yol gösterici bir kitap getirin ki, ben de ona uyayım."
50. Eğer
sana cevap vermezlerse, bil kî onlar ancak nevalarına uymaktadırlar. Allah'tan
bir hidayet olmaksızın nevasına uyandan daha sapık kim olabilir ki? Muhakkak
Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
51. Andolsun
ki Biz, belki öğüt alırlar diye sözü onlara birbiri ardınca ulaştırdık.
"De ki: Eğer
siz" ikisinin sihirbaz oldukları hususunda "doğru söyleyenler
İseniz, o halde Allah katından ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap
getirin ki, ben de ona uyayım." Yani ey Muhammed de ki: Siz müşrikler
topluluğu madem bu iki kitabı inkâr ediyorsunuz "o halde Allah katında
ikisinden daha doğru yol gösterici bir kitap getirin ki, ben de ona
uyayım," Böylelikle bu sizin kâfir olmanıza bir mazeret teşkil etsin.
Yahul-ta Musa ile Muhammed (ikisine de selam olsun)'a verilen kitaplardan daha
çok doğru yolu gösteren bir kitap getirin. Bu da Kürelilerin "iki
sihir" şeklindeki kıraatlerini pekiştirmektedir.
"ona uyayım"
buyruğunu el-Ferra ref ile okumuştur. Çünkü bu "Ki-tab'in sıfatıdır ve o
da nekredir. el-Ferra dedi ki: Eğer (ona uyayım anlamındaki buyruğu) meczum
okursan -ki güzel olan budur- şart(ın cevabı) olarak meczum olmuştur.
"Eğer" ey
Muhammed, Allah'tan bir kitap getirmek suretiyle "sana cevap vermezlerse,
bil ki onlar ancak hevâlartna uymaktadırlar" yani kendi arzularına, güzel
gördüklerine, şeytanın kendilerine sevdirdiği şeylere uymaktadırlar. Bu ise
onlar lehine bir delil teşkil edemez.
"Allah'tan bir
hidayet olmaksızın hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir ki?" Hiç
kimse böylesinden daha sapık olamaz. "Muhakkak Allah zalimler topluluğunu
hidayete iletmez."
"Ahdolsun ki
Biz... sözü onlara birbiri ardınca ulaştırdık." Birini diğerinin izinden
gönderdik. Bir peygamberin arkasından bir diğer peygamber gönderdik.
el-Hasen "(tüy)!
Birbiri ardınca ulaştırdık" buyruğunu şeddesiz olarak; Birini diğerine
ekledik" diye okumuştur. Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş şöyle demektedirler: Bu,
tamamladık, eksik bırakmadık demektir. Birşeyi birbirine eklemek gibi. İbn
Uyeyne ve es-Süddî ise; beyan ettik diye açıklamışlardır. İbn Abbas da böyle
demiştir. Mücahid ise Biz bunu geniş geniş açıkladık, diye açıklamıştır, O bu
lafzı böylece okurdu. İbn Zeyd dedi ki: Biz dünyaya ait haberi onlar için,
âhirete ait habere iliştirdik. Öyle ki onlar dünyada iken âhirette gibidirler.
Meânî alimleri de
şöyle demişlerdir: Bizler peşi peşine, ardı arkasına sözü ulaştırdık ve
Kur'ân-ı Kerîm'i va'd, vaid, tehdit" kıssalar, ibretler, nasihatler ve
öğütler olmak üzere, bir kısmı diğer bir kısmının ardından indirdik. Bundan
maksadımız ise onların öğüt alarak kurtuluşa ermeleridir. Bu okuyuşun aslı;
"İplerin birini diğerine ekledi" ifadesinden gelmektedir. Şair dedi
ki:
"De ki
Mervanoğullanna: Nedir hali öyle bir himayenin
Ve sürekli birbirine
eklenen (eskimiş, çürümüş) güçsüz bir ipin (himayenin)"
Îmruu'1-Kays da şöyle
demiştir:
"(Benim atımın)
hızlı koşusu çocuğun birbirine eklenmiş İpe bağlı bir fırfırı elinde döndürmesi
gibi hızlıdır."
"Onlara"
lafzındaki zamir Mücahid'den gelen rivayete göre Kureyş'e aittir. Yahudilere
ait olduğu da söylenmiştir. Bir görüşe göre her ikisine de aittir.
Âyet-i kerime Kur'ân-t
Kerîm Muhammed (sav)'a bir defada verilmedi, diyenlerin bu itirazlarını
reddetmektedir.
"Belki öğüt
alırlar diye," İbn Abbas dedi ki: Muhammed'in tebliğinden öğüt alırlar da
ona iman ederler.
Şöyle de
açıklanmıştır: Öğüt alırlar da kendilerinden öncekilere inen azabın benzeri bir
azab üzerlerine iner diye korkarlar. Bu açıklamayı da Ali b. İsa yapmıştır. Bir
diğer açıklama da şöyledir: Belki Kur'ân ile öğüt alıp putlara ibadetten
vazgeçerler. Bu açıklamayı da en-Nekkaş nakletmiştir.
[75]
52. Ondan
önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar.
53. Onlara
okunduğunda da dediler ki: "Biz ona iman ettik. Çünkü o Rabbimİz
tarafından (indirilmiş) haktır. Muhakkak biz ondan önce de müslümanlardan
İdik."
"Ondan önce
kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar."
Yüce Allah İsrail
oğulları arasında kendilerine Kur'ân'dan önce kitap verilmiş olanlardan bir
kesimin -Abdullah b. Selam ve Set man gibi- Kur'ân-ı Kerîm'e iman ettiklerini
haber vermektedir. Hristiyan İlim adamlarından İslâm'a girmiş kimseler de
bunun kapsamına dahildir. Bunlar da kırk kişidirler. Cafer b. Ebi Talib ile
birlikte Medine'ye gelmişlerdi. Bunların otuziki kişisi Habeşistan'dan idiler.
Sekiz kişi de Şam tarafından gelmişlerdi ki, bunlar da hris-tiyaniann ileri
gelenleri idi. Bunlar rahib Bahira, Ebrehe, el-Eşref, Âmir, Ey-men, İdris ve
Nafî adında idiler. el-Maverdî isimlerini böylece vermektedir.
Yüce Allah onlar
hakkında bu âyet-i kerime ile bundan sonraki: "İşte bunlara sabrettikleri
için ecirleri iki kere verilir" (el-Kasas, 28/54) âyeti nazil olmuştur.
Bunu Katade söylemiştir. Yine ondan nakledildiğine göre bu âyet-i kerime
Abdullah b. Selam, Temim ed-Dârî, el-Cârûd el-Abdî ve Selman el-Farisî hakkında
inmiştir. Hepsi de İslâm'a girdiler, bu âyet-i kerime de onlar hakkında nazil
olmuştur.
Rifâa el-Kurazî de der
ki: Bu âyet-i kerime on kişi hakkında nazil olmuştur, onlardan birisi de
benim.
Urve b. ez-Zübeyr dedi
ki: Bu âyet-i kerime Necaşi ve arkadaşları hakkında inmiştir. O oniki kişi
göndermişti. Bunlar Peygamber (sav) ile birlikte oturdular. Ebu Cehil ve
ashabı da onlara yakın idi. Bunlar Peygamber (sav)'a iman ettiler. Yanından
kalkıp gittiklerinde Ebu Cehil ve beraberindekiler onların peşlerinden gitti ve
şöyie dedi: Allah sizin gibi bir kafileye hayır yüzü gös-tertmesin. Siz ne
kadar körü bir heyetsiniz, hemen onu tasdik ediverdiniz. Sizden daha ahmak, sizden
daha cahil bir kafile görmüş değiliz. Bunun üzerine: "Selam olsun
sizlere" biz kendimiz için hayrı arayıp bulmakta hiç kusur göstermedik.
"Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun." (el-Kasas,
28/55) Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Maide Sû-resi'nde
yüce Allah'ın: "Peygambere indirileni işittiklerinde..." (el-Maide,
5/83) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.
Ebu'l-Aliye dedi ki:
Bunlar Muhammed (sav) peygamber olarak gönderilmeden önce ona îman eden bir
topluluktur. Bazıları da ona yetişmişlerdir.
"Ondan önce"
Kur'ân'dan önce demektir. Muhanımed (sav)'dan önce, diye de açıklanmıştır.
"...Kimseler
ona" yani Kur'ân-ı Kerîm'e ya da Muhammed (sav)'a "inanıyorlar."
«Onlara okunduğunda da
dediler ki; Biz ona iman ettik. Çünkü o Rab-bimiz tarafından haktır." Yani
onlara Kur'ân-ı Kerîm okunduğunda; biz onun içindeki buyrukları tasdik ettik.
"Muhakkak biz ondan önce" indirilmesinden önce ya da Muhammed
(sav)'tn peygamber olarak gönderilmesinden önce "de müsuunanlardan"
muvahhidlerden yahulta Muhammed'in peygamber olarak gönderileceğine ve
kendisine Kur'ân-ı Kerîm'in indirileceğine inananlarrlan[76]
54. İşte
bunlara sabrettikleri İçin ecirleri iki kere verilir. Hem onlar kötülüğü
iyilikle savarlar ye kendilerine yerdiğimiz rızıktan İnfak ederler.
55. Boş söz
işittiklerinde de ondan yüz çevirirler ve derler ki: "Bizim amellerimiz
bizim, sizin amelleriniz sizin olsun. Selâm olsun sizlere! Bİzİm cahillerle
işimiz yok."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[77]
Yüce Allah'ın:
"İşte bunlara sabrettikler! için ecirleri iki kere verilir"
buyruğu ile ilgili
olarak Müslim'in Sahih'inde sabit olduğuna göre Ebu Musa, Rasûlullah (sav)'ın
şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Üç kişiye ecirleri iki defa verilir:
Kitap ehlinden olup peygamberine iman eden, sonra da peygambere (sav) yetişip
ona da iman eden, ona tabi olup onu tasdik eden kimseye iki ecir vardır. Köle
bir kul olup hem yüce Allah'ın üzerindeki hakkını eksiksiz yerine getiren, hem
de efendisinin hakkını yerine getirene de iki erir vardır. Bir kişinin, bir
cariyesi bulunup da onu besler, hem de güzel şekilde besler. Sonra güzel bir
şekilde te'dib eder, sonra onu a zad edip onunla da evlenirse onun için de iki
ecir vardır."[78]
eş-Şa'bî,
el-Horasanî'ye dedi ki: Sen bu hadisi hiçbir karşılık vermeden al. Çünkü
eskiden bir adam bundan daha azı için bile ta Medine'ye kadar yolculuk
yapardı. Bu hadisi Buhârî de rivayet etmiştir[79]
Bizim (mezhebimize
mensub) âlimlerimiz dediler ki: Bunların herbirisi iki açıdan iki ayrı emre
muhatab olduklarından ötürü, herbirisi iki ayrı eciri hak kazanmıştır. Kitab
ehline mensub kişi kendi peygamberi cihetinden muhatab idi. Daha sonra da
bizim peygamberimiz cihetinden muhatab oldu, onun çağrısını kabu! edip
<>n:ı uydu. O bakımdan ona her iki hak dinin di-ecri verilir. Köle de hem
yüce Allah'ın emrine muhatabtır, hem de efendisinin emirlerine uymalıdır.
Cariyenin sahibi de onu terbiye etmek ve te'dib etmek yönüyle muhatab olduğu
hususları yerine getirdiği için o cariyesine terbiye yoluyla hayat vermiş
demektir. Daha sonra da onu hürriyetine kavuşturup onunla evlenince bu sefer o
cariyesini kendi konumuna yükseltmiş olduğu hürriyeti ile de diriltmiş olur.
Böylelikle o cariye hakkında emrolunduğu her iki hususu da yerine gelirmiş
olur. O bakımdan bunların herbirisı iki ecir alır. Diğer taraftan bu iki ecrin
herbirisi de kendi özü itibariyle kat kat
mükâfatı
gerektirir. Herbir iyilik on misli ile karşılık görecektir. Böylelikle ecirler
de katlanmış olur. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: Hem efendisinin hakkını,
hem de yüce Allah'ın hakkını yerine getiren bir köle, hür bir kimseden daha
faziletlidir. İşte Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr'in ve başkalarının beğendiği
açıklama budur.
Sahih'de, Ebu
Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Mülkiyet altında bulunan ve ıslah edici köle İçin iki ecir vardır."
Ebu Hureyre'nin nefsi elinde olana yemin ederim ki şayet Allah yolunda cihad,
haccetmek ve anneme karşı iyi davranmak yükümlülükleri olmasaydı, köle olarak
ölmeyi arzu edecektim[80]
Said b. el-Müseyyeb
dedi ki: Bize ulaştığına göre Ebu Hureyre annesi ile birlikte bulunmak için
vefat edinceye kadar hacca gitmedi[81]
Yine Sahih'te
kaydedildiğine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Hem Allah'a ibadetini güzel yapmış, hem de efendisine güzel bir şekilde
arkadaşlık etmiş olan köleye ne mutlu! Ne mutlu o kimse-ye!'[82]
Yüce Allah'ın:
"Sabrettikleri İçin" buyruğu onların kendi dinleri üzerinde sabırları
hususunda umumidir. Diğer taraftan hem kendi dinleri üzerinde vaktiyle
sabrettiklerinden, hem de kâfirlerden gördükleri eziyetierine karşı sabırları
ve başka hususlar sebebiyle de gösterdikleri bütün sabırlar hakkında umumidir.
[83]
"Hem onlar
kötülüğü iyilikle sararlar" uzaklaştırırlar, geriye iterler. "Geriye
ittim" demektir, "İtmek" anlamındadır. Hadis-i şerifte de "
Hadleri şüphelerle uzaklaştırınız, bertaraf ediniz"[84]
denilmektedir.
Denildi ki: Onktr
kötülüklere tahammül ederek ve güzel sözlerle eziyeti defederler. Tevbc itinalıları için mağfiret dilemekle de
günahları savarlar, diye de açıklanmıştır.
Birinci açıklamaya
göre bu ahlâkın üstün değerlerinin bir özelliğidir.
Yani bir kimse onlara
kötü bir söz söyleyecek olursa, ona karşı yumuşak davranırlar ve onu önleyecek
türden güzel sözlerle karşılık verirler.
Bu âyet-i kerime bir
antlaşmadır. İslâmın ilk dönemleri ile ilgilidir. Bu âyet-i kerime de (cihadı
emreden) kılıç âyetinin neshettiği âyetlerdendir. Bununla birlikte Muhammed
ümmetinin küfrün dışında yapacağı bütün işler hakkında, hükmü kıyamete kadar
bakidir. Peygamber (sav)'ın, Muaz (r.a)'a söylediği: "Ve kötülüğün
arkasında iyiliği yetiştir ki, onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile
geçin"[85] buyruğu da bu
kabildendir. Hoşlanılmayan şeyleri ve eziyet verici hususları önlemek de güzel
ahlâkın bir parçasıdır. Katı muamelelere karşı sabır, böyle davranandan yüz
çevirmek ve yumuşak söz söylemekle olur.
[86]
Yüce Allah: "Ve
kendilerine verdiğimiz rıztktan infak ederler" buyruğu ile mallarından
itaat yolunda ve şeriatın çizdiği sınırlar çerçevesinde harcamakta olduklarını
belirterek onları övmektedir. Bu buyrukla sadaka ver-mıek teşvik edilmektedir.
İnfak kimi zaman oruç ve namaz gibi bedenlerden olur. Diğer taraftan yüce Allah
onları boş sözlerden yüz çevirdikleri için de övmektedir. Nitekim yüce Allah
bir başka yerde şöyie buyurmaktadır: "Lağ-ue (boş ve bâtıl şeylere)
rastladıklarında da şereflice yüz çevirip geçerler." (el-Furkan, 25/72)
Yani müşriklerin kendilerine söyledikleri rahatsız edici sözleri, sövüp
saymaları işittiklerinde, o sözlerden yüz çevirirler, yani onlarla uğraşmazlar.
"Ve derler ki:
Bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizin olsun."
Bu onları (kendi
kendilerine) terketmektir. Bu da yüce Allah'ın: "Cahiller onlara hitab
ettiklerinde onlar: Selam der, geçerler." (el-Furkan, 25/62) Yani bizim
dinimiz bizim, sizin dininiz sizin derler, buyruğuna benzemektedir.
"Selam olsun
sizlere." Yani bizden yana size eman var, biz sizinle savaşmayız. Size
karşılık vererek sövmeyiz. Yoksa bunun selamlaşmak ile bir ilgisi yoktur.
ez-Zeccac dedi ki: Bu savaşma emrinden önce idi.
"Bizim cahillerle
İşimiz yok." Yani tartışmakla, karşılıklı sözler söylemek ya da sövmek
maksadıyla biz onları aramayız.
[87]
56. Muhakkak
ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir ve
O, hidayet bulanları daha iyi bilir.
Allah'ın:
"Muhakkak ki sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin" buyruğu ile ilgili
olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Bu âyel-i kerimenin Ebu Talib hakkında nazil
olduğunu bütün müslümanlar icma' île kabul etmişlerdir.
Derim ki: Doğrusu,
müfessirlerin büyük çoğunluğunun bu âyet-i kerimenin Peygamber (sav)'in amcası
Ebu Talib hakkında indiğini ittifakla kabul etmiş olduklarıdır. Buhârî ve
Müslim'in hadisinin açıkça söyledikleri budur.[88] Bu
hususa dair açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/113. âyet, 1.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Ravk dedi ki: Yüce
Allah'ın: "Fakat Allah dilediğine hidayet verir" buyruğu ei-Abbas'a
bir işarettir. Katade de böyle demiştir.
"Ve o hidayet
bulanları" Mücahid dedi ki: Hidayet bulacağı takdir edilmiş kimseleri
demektir, "daha iyi bilir."
"Sen
sevdiğini" buyruğunun hidayete ermesini sevdiğini anlamında olduğu
söylenmiştir. Cübeyr b. Mut'im dedi ki: Ebubekir es-Sıddîk dışında vahyin
peygambere indirilmekte olduğunu kimse işitmiş değildir. O, Cebrail'i: Ey
Muhammed oku: "Muhakkak ki sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat
Allah dilediğine hidayet verir" derken duymuştur.
[89]
57. Dediler
ki: "Seninle birlikte hidayete uyarsak, hemen yerimizden
çıkarılırız." Biz onları tarafımızdan bir rızık olmak üzere herşeyin
mahsûllerinin toplandığı güven dolu bir Haremde yerleştirmedik mi? Fakat
onların çoğu bilmezler.
58. Biz
geçimlerinde şımarmış nice ülkeleri helak ettik. İşte onlardan sonra -çok kısa
bir müddet dışında- kimsenin oturmadığı meskenleri! Vâris olanlar Biz olduk
Biz.
"Dediler ki:
Seninle birlikte hidayete uyarsak, hemen yerimizden çıkarılırız." Bu
Mekke müşriklerinin söylediği sözdür. İbn Abbas dedi ki: Ku-reyş arasından bu
sözü söyleyen kişi el-Hâris b. Osman b. Nevfel b. Abdi Me-naf e!-Kureşî'dir.
Peygamber (sav)'a dedi ki: Bizler gerçekten senin söylediklerinin hak olduğunu
biliyoruz, ancak seninle birlikte hidayete tabi olmamızı ve sana iman etmemizi
engelleyen husus Arapların bizleri bu topraklarımızdan -yani Mekke'den-
çıkartacaklarından korkmamızdır. Zira onlar bize muhalefet konusunda söz
birliği edeceklerdir ve bizim onlara gücümüz yetmez.
Bu onların ileri
sürdükleri gerekçelerdendi. Yüce Allah el-Haris'in gösterdiği bu gerekçeye:
"Biz onları... güven dolu bir Haremde"'güvenliği olan bir Haremde
"yerleştirmedik mi?" diye cevap vermektedir. Şöyle ki: Araplar
cahiiiye döneminde birbirlerine baskın düzenler ve birbirlerini öldürürlerdi.
Mekkelîler ise Haremin hürmeti sayesinde güvenlik içinde idiler. Yüce Allah
böylece Beyt'in saygınlığı sayesinde, onları güvenliğe kavuşturmuş,
düşmanlarının kendilerine saldırmalarını engellemiş olduğunu bildirmektedir. O
halde; Arapların kendileriyle savaşmayı helal görerek bu saygınlığı ihlal
edeceklerinden korkmasınlar.
"Yerinden
çıkarılmak" (aslında) süratle sökülüp alınmak demektir. Buna dair
açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/20. ayetin tefsirinde) geçmişti.
Yahya b. Selam dedi
ki: Yüce Aliah şöyle buyurmaktadır: Siz, Benim rızkımı yemekle birlikte,
benden başkasına ibadet ediyordunuz ve yine de güvenlik İçinde idiniz,
korkmuyordunuz. Peki, Bana ibadet etmek ve iman etmek halinde mi korkacaksınız?
"Biz onları
tarafımızdan bir rızık" Bizim kendilerine verdiğimiz bir rızık
"olmak üzere herşeyin mahsullerinin toplandığı... yerleştirmedik miî"
Yani her yerin, her beldenin meyveleri toplanarak oraya getirilmektedir. İbn
Abbas ve başkalarından rivayet edilmiştir.
Suyu havuzda
topladı" denilir. "Büyük havuz" anlamındadır. Nâfî
"toplandığı" anlamındaki buyruğu "te" ile; diye okumuştur.
Buna sebeb ise "mahsuller" kelimesi(nin çoğul olması ve bu lür
çoğulun da müennes hükmünde olması)dır. Diğerleri ise "ya" ile okumuşlardır,
buna sebeb ise "herşeyin" buyruğudur. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiş
ve şöyle demiştir: Çünkü bu müennes isim ile onun fiili arasına bir başka
Iafi2 girmiştir. Diğer taraftan "mahsuller" çoğuldur, hakiki müennes
değildir.
"Fakat onların
çoğu bilmezler." Yani akıllarını kullanmazlar, lîu da istidlalde
bulunmaktan yana gaflet içindedirler, demektir. Kâfir oldukları geçmiş zamanda
onlara rızık verip onları güvenlik altında tutan kimse, müslü-man oldukları
takdirde yine onları nzıklandıracak ve o halde de kâfirlerin onlara zarar
vermelerini engelleyecek olan O'dur..
"Rızık olmak
üzere" buyruğu mef'ulün leh olarak nasbedilmiştir. Mana yoluyla mastar
olmak üzere nasbedilmiş olması da caizdir. Çünkü "toplandığı"
buyruğu "nzık olarak geldiği" anlamındadır. "Toplandığı"
anlamındaki lafız; "Toplandığı" diye de okunmuştur ki; bu da; "Mahsûl
toplamak"tan gelmektedir. Bu buyruğun harfi ile teaddi etmesi (geçişi)
de; Ağzına toplayıp götürmekte, heybesine toplamakta" demeye benzer.
"Bİz geçimlerinde
şımarmış nice ülkeleri helak ettik." Bu buyrukla eğer iman edecek
olurlarsa Arapların kendileriyle savaşacaklarını zanneden kimselere imanı
terketmek halinde korkunun daha iteri derecede olacağını beyan etmektedir.
Çünkü kâfir olmuş nice topluluk vardır ki; sonra da helak olup gitmişlerdir.
Şımarmak" ni'met
dolayısıyla azgınlaşmak demektir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır.
"Geçimlerinde" anlamındaki buyrukta; hazfedilmiştir. Bu hazf
edildiğinden dolayı fiil doğrudan ona teaddi etmiştir. Bu açıklamayı da
ei-Mâzinî yapmıştır. ez-Zeccac dedi ki: Bu da yüce Allah'ın: "Musa tayin
ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti" (el-A'raf, 7/155)
buyruğu gibidir.[90]
el-Ferrâ ise tefsir
(temyiz) olmak üzere nasbedilmiştir demektedir. Bu da; "Malından dolayı
sunardın" demeye benzer: Bunun benzeri de ona göre yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Kendini bilmezden başka kim..." (el-Bakara, 2/130)
Aynı şekilde:
"Gönül hoşluğu ile size onun bir
kısmını
bağışlarlarsa..." (en-Nisa, 4/4} buyruğu da böyledir.
Basrahlara göre ise
marifelerin tefsir (temyiz) olarak nasbedilmeleri imkansızdır. Çünkü tefsir ve
temyizin anlamı bir şeyin nekre olup cinse delalet etmesidir.
Bir diğer görüşe göre
bu ("geçimlerinde" lafzı) "şımarmış" anlamındaki buyruk ile
nasbedilmiştir. "Şımarmış" da cahillik etmiş demektir. Buna göre
"geçiminin şükrünü bilmemiş, bilmeyen" anlamında olur.
"İşte onlardan
sonra -çok kısa bir müddet dışında- kimsenin oturmadığı meskenleri." Yani
bu meskenlerde yaşayanların ahalisi helak edildikten sonra ancak çok az
meskenlerde kalınabtlmiştir. Çoğunluğu ise harab-tır. Burada istisna
"meskenler"e aittir. Yani bu meskenlerin bir bölümünde
kalınabilmektedir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. Ancak ona itiraz edir
lerek şöyle denilmiştir: Şayet istisna meskenlere ait olsaydı; "Çok
az" demek gerekirdi, Çünkü sen; "Çok az dışında topluluğa
vurmadın" dediğin zaman eğer vurulanlar az ise (müstesna) merfu gelir. Şayet
nasb ile okunacak olursa, o takdirde "az" vurmanın sıfatı olur, Yani
sen çok az vurma dışında vurmadin demek olur. Buna göre buyruğun anlamı şöyle
olur: İşte onların meskenleri! Onların meskenlerinde ancak yolcular ve oralardan
geçenler, bir gün yahutta bir günün bir kısmı kalırlar. Yani meskenlerinde
onlardan sonra ancak az bir süre kalınmıştır. İbn Abbas da böyle demiştir: O
meskenlerde ancak yolcular yahut yoldan geçenler bir gün veya bir saat
kalırlar.
Onlar helak olup
geride bırakacaklarını bıraktıktan sonra "vâris olanlar Biz olduk
Biz."
[91]
59. Rabbin
ana şehirlerine, onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe
ülkeleri helak edici değildir ve Biz ahalisi zalimler olmadıkça ülkeleri helak
edenler değiliz.
60. Size
verilen herşey dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür. Allah'ın yanında
olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Hâlâ düşünmez misiniz?
61. Acaba
kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz -ki o elbette onunla karşılaşacaktır-
bir kimse dünya hayatında kendisine geçimlik verdiğimiz, bundan sonra da
kıyamet gününde huzura getirilecek olan kimse gibi midir?
"Rabbin ana
şehirlerine onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber" yqani Muhammed
(sav)'ı "göndermedikçe ülkeleri" yanı ahalisi kâfir olan ülkeleri
"helak edici değildir." Buyrukta geçen "s Ana..." buyruğu
hemze ötreli olarak okunduğu gibi (önceki kelimenin son harekesi) cerre itbâ'
ile (uydurarak) hemze esreli olarak da okunmuştur. Kasıt Mekke'dir. "Ana
şehirleri"nin en büyükleri anlamında olduğu da söylenmiştir. Gönderilecek
"bîr peygamber" de o şehrin ahalisini uyarıp korkutmak içindir. el-Hasen
ise "ana şehirleri" ile ilklerinin kastedildiğini söylemiştir.
Derim ki: Mekke
saygınlığı dolayısıyla şehirlerin en büyüğü ve ilkidir. Çünkü yüce Allah:
"Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev, Mekke'de bulunan... evdir."
(Âl-i İmran, 3/96) diye buyurmaktadır. Bu şehrin en büyük olma özelliği ise
Allah Rasûlünün orada peygamber olarak gönderilmesidir. Zira rasûl-ler en
şereflilere gönderilir. Bunlar ise şehirlerde otururlar. Mekke ise etrafındaki
şehirlerin anasıdır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce Yusuf Sû-resi'nin
sonlarında (12/109-âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Onlara
âyetlerimizi okuyan" buyruğundaki "okuyan* sıfat mahallinde-dir. İman
etmedikleri takdirde başlarına inecek azabı kendilerine haber veren...
demektir.
"Biz ahalisi
zalimler olmadıkça ülkeleri helak edenler değiliz" buyruğunda geçen
"Helak edenler"den "nün"un düşme sebebi izafettir.
"Nefislerinin zalimleri..."(en-Nisa, 4/97) buyruğunda olduğu gibi.
Buyruğun anlamına gelince: Ben o ahaliyi onların ileri sürebilecekleri bir
mazeret bırakmadıktan sonra ve küfürleri üzere ısrarları sebebiyle helak
edilmeyi haketmedikleri sürece helak etmedim. Bu buyruk, onun adaletini ve
zulümden münezzeh olduğunu açıklamaktadır. Şanı yüce Allah zulümleri sebebiyle
helak edilmeyi haketmedikleri sürece onları helak etmemiş olduğunu haber
vermektedir. Onlar zalim olmakla beraber onlara karşı getirilen deliller
pekişürilmedikçe, peygamberlerin gönderilmesiyle de onlar
için bağlayıcı hükümler ortaya konulmadıkça onları
helak etmez. Hallerine dair bilgisini onlara karşı bir delil kılmaz. O kendi
zatını, onlar zulnıetmeyen-ler oldukları halde onları helak etmekten münezzeh
kılmıştır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Rabbin o
ülkeleri ahalisi ıslah edip dururlarken, zulümle onları helak edecek değildi,"
(Hud, 11/117) Buyruğunda yüce Allah'ın "zulümle" kaydı açıkça şunu
göstermektedir: Eğer o, ıslah ediciler oldukları halde kendilerini helak edecek
olsaydı, bu onun onlara bir zulmü olurdu. O'nun böyle bir şeye muhtaç olmaması,
yani mutlak olarak gani olması ve hikmeti, zulmetmesine aykırıdır. Buna da nefy
harfiyle birlikte nefy lamını kullanması delalet etmektedir ki; yüce Allah'ın
şu (mealdeki) buyruğunda da böyledir: "Allah imanınızı boşa çıkaracak
değildir." (el-Ba-kara, 2/143)
"Sîze verilen
herşey" ey Mekkeliler"dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür.™
Bunlarla hayatınız süresince faydalanırsınız, yahutta hayatınız içerisinde bir
süre faydalanırsınız. Daha sonra ya siz bu nimetleri bırakır gidersiniz yahut
o nimetler elinizden gider.
"Allah'ın yanında
olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır." Daha üstün ve süreklidir. Bununla
âhiret yurdunu yani cenneti kastetmektedir. "Hâlâ" kalıcı olanın fani
olandan daha üstün olduğunu "düşünmez misiniz?"
Ebu Amr;
"düşünmez misiniz?" anlamındaki buyruğu "ya" ile;
"(İ^Iiu): Düşünmezler" diye okumuştur. Diğerleri ise muhatap
"te"si ile (düşünmez misiniz) okumuşlardır. Yüce Allah'ın: "Size
verilen herşey" buyruğu dolayısıyla tercih edilen okuyuş da budur.
"Acaba kendisine
güzel bir vaadde bulunduğumuz" yani cenneti ve içindeki mükâfatları
vaadettiğimiz "-ki o elbette onunla karşılaşacaktır- bir kimse, dünya
hayatında kendisine geçimlik verdiğimiz" dünyadan istediklerinin bir
bolümü kendisine verilmiş olan "bundan sonra da kıyamet gününde"
cehennem ateşinde "huzura getirilecek olan kimse gibi midir?" Bu
buyruğun bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı
ben de (cehennemde) hazır edilenlerden olurdum." (es-Sâffât, 37/57)
İbn Abbas dedi ki; Bu
âyet-i kerime Hamza b, Abdu'l-Muttalib ile Ebu Cehil b. Hişarn hakkında
inmiştir. Mücahid de dedi ki: Bu âyet-i kerime Peygamber (sav) ile Ebu Cehil
hakkında inmiştir. Muhammed b. Ka'b da bu âyet-i kerime Hamza ve Ali ile Ebu
Cehil ve Umâre b. el-Velid hakkında inmiştir, demiştir. Âyetin Amnıâr ile
el-Velid b. el-Muğîre hakkında indiği de söylenmiştir. Bunu da es-Süddt
demiştir.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Sahih olan ise bu âyet-i kerimenin genel olarak mü'minler ve kâfirler hakkında
nazil olduğudur.
es-Sa'lebî dedi ki:
Özetle bu âyec-i kerime, dünya hayatında afiyet, sağlık ve zenginlik gibi
nimetlerle faydalandırılmış, âhirette de cehennem ateşine atılacak herbir
kâfir ile yüce Allah'ın vaadine güvenerek dünya hayatında belâya sabreden ve
âhirette kendisine cennet verilecek olan her mü'min hakkında inmiştir.
[92]
62. Onlara
sesleneceği o gün şöyle diyecektin "İddia ettiğiniz ortaklarım hani
nerede?"
63.
Aleyhlerine söz hak olanlar diyecekler ki: "Rabbimiz, işte azdırdığımız
kimseler bunlardır. Biz azdığımız gibi, onları da azdırdık. Biz, Sana onlardan
uzak olduğumuzu bildiriyoruz. Onlar bize ibadet etmiyorlardı."
64. Ve
onlara: "Ortaklarınızı çağırın" denilecek. Bunun üzerine onları
çağıranlar da kendilerine cevap vermezler. Üstelik azabı da görürler. Keşke
hidâyet bulmuş olsalardı...
65. O gün
onları çağırıp buyuracak ki: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?"
66. O günde
onlara haberler kapanacak. Birbirlerine soru da sormayacaklar.
67. Ama kim
tevbe edip imana gelir ve salih amel işlerse, onun felah bulanlardan olması
umulur.
"Onlara
sesleneceği o gün" yani yüce Allah'ın şu müşriklere sesleneceği o kıyamet
gününde "şöyle diyecektir:" Kendi iddianıza göre size yardım
edeceklerini, size şefaat edeceklerini kabul ettiğiniz "iddia ettiğiniz
ortaklarım hani nerede?"
"Aleyhlerine söz
hak olanlar" -el-Kelbî'ye göre- haklarında azab sözü hak olmuş olan ileri
gelenler; Katade'ye göre de şeytanlar "diyecekler ki: Rab-bimiz işte
azdırdığımız" yani kendilerini azgınlığa davet ettiğimiz"kimseler
bunlardır." Onlara: Siz gerçekten bunları azdırdınız mı? diye sorulacak,
onlar da:
"Biz azdığımız
gibi onları da azdırdık." Yani biz nasıl sapık idiysek onları da öylece
saptırdık. "Biz sana onlardan uzak olduğumuzu bildiriyoruz." Yani
kimisi kimisinden uzaklığını ilan edecek. Şeytanlar kendilerine itaat
edenlerden uzaklıklarını bildirecek; başkanlar kendilerinin söylediklerini
kabul edenlerden uzak olduklarını bildirecek. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O gün dostlar birbirlerine düşmandır, takva sahipleri müstesna."
(ez-Zuhruf, 43/67)
"Ve onlara"
kâfirlere ": ortaklarınızı çağırın" yani dünyada iken kendilerine
ibadet ettiğiniz ilâhlarınızı size yardım etsinler ve sizden azabı
uzak-laştırsınlar diye yardımınıza gelmelerini isteyin "denilecek. Bunun
üzerine onları çağırırlar" yardımlarını isterler "da kendilerine
cevap vermezler." Onlardan cevap almayacaklar ve onların faydalarını
göremeyecekler.
"Üstelik azabı da
görürler, keşke hidayet bulmuş olsalardı." ez-Zeccac dedi ki: "Keşke"nin
cevabı hazfedilmiştir, yani eğer onlar hidayet bulmuş olsalardı, elbetteki
hidayet onları kurtarırdı ve sonunda azaba duçar olmazlardı. Şöyle de
açıklanmıştır: Yani eğer onlar hidayet bulmuş olsalardı, onları çağırmazlardı.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Azabı göreceklerinde,-kıyamet günündeki
azabı görecekleri vakit keşke dünyada iken hidayet bulsalardı, diye arzu
edeceklerdir.
"O gün onları
çağırıp buyuracak ki: Peygamberlere ne şekilde cevap verdiniz?" Yani yüce
Allah onlara: Size gönderilmiş olan peygamberlere benim mesajlarımı tebliğ
ettiklerinde cevabınız ne oldu? diyecektir.
"O günde onlara
haberler kapanacak." Yani ne gibi bir delil getireceklerini
bilemeyecekler. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Çünkü yüce Allah dünya
hayatında iken onların ileri sürebilecekleri bir mazeretlerini bırakmamıştır.
Dolayısıyla kıyamet gününde de onların ileri sürebilecekleri bir mazeret ve
bir delilleri de olmayacaktır.
"Haberler"
demektir. Onların getirecekleri delillere bu şekilde "haberler"
denilmesi, onların bunları haber diye bildireceklerinden dolayıdır.
"Birbirlerine
soru da sormayacaklar." Biri diğerine deliller ile İlgili bir şey
soramayacak. Çünkü yüce Allah onların delillerini çürütmüş bulunmaktadır. Bu
açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İbn Abbas da şöyle demektedir:
"Birbirlerine soru soramayacaklar" yani onlar hiçbir delil ileri
sürüp konuşamayacaklardır. O saatte, o vakitte "birbirlerine soru
soramayacaklar" ve o anın dehşetinden dolayı ne cevap vereceklerini
bilemeyeceklerdir.
Daha sonra ise yüce
Allah'ın onların: "Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık."
(el-En'âm, 6/23) diyeceklerini haber verdiği üzere cevap vereceklerdir, diye de
açıklanmıştır.
Mücahid de dedi ki:
Nesebleri ileri sürerek biribirlerinden bir şey işleyemeyeceklerdir. Biri
diğerinden günahlarının bir bölümünü taşımasını isteye-meyecektir diye de
açıklanmıştır ki, bu açıklamayı İbn İsa nakletmiştir.
"Ama kim"
şirkten "teybe edip imana gelir" tasdik eder "ve salih amel
İşlerse" farzları eda edip çokça da nafile işlerse "onun felah
bulanlardan" yani bahtiyarlığa erenlerden "olması umulur."
Yüce Allah'ın kendi
zatı hakkında kullandığı; "Umulur" lafzı vü-cub ifade eder. (Yani
böyleleri kurtuluşa ereceklerdir).
[93]
68. Rabbin
dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme yetkileri yoktur. Allah, şirk
koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir.
69- Rabbin
kalplerinin ne gizlediklerini ve neyi açığa vurduklarını bilir.
70.O öyle
Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. Hem dünyada hem âhirette
hamd yalnız O'nundur, hüküm de yalnız O'nundur. Siz zaten O'na
döndürüleceksiniz.
"Rabbin dilediğini
yaratır ve seçer* buyruğu müşriklerin tapındıkları ve şefaat için seçtikleri,
ortak koştukları varlıklar ile alakalıdır. Yani şefaatte buIlınacakları
belirleme ve seçme hakkı Allah'a aittir, müşriklere ait değildir. Bu buyruğun
el-Velid b, el-Muğire'nin: "Bu Kur'ân iki kasabanın birindeki büyük bir
adama indirilmeli değil miydi?" (ez-Zuhruf, 43/31) demesine bir cevap
olarak indiği söylenmiştir. el-Velid bununla kendisini ve bir de Taif ten, Urve
b. Mes'ud es-Sakafî'yi kastediyordu.
Bu âyet-i kerimenin
yahudilere bir cevap olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer
Muhammed'e gönderilen elçi melek Cebrail'den başkası olsaydı, biz de
Muhammed'e iman ederdik.
İbn Abbas dedi ki:
Buyruk şu demektir: Rabbim yarattıklarından dilediğini yaratır ve onlar
arasından dilediği kimseleri de kendisine itaat için seçer.
Yahya b. Sellâm da
şöyle açıklamıştır: Yani Rabbim yarattıklarından dilediğini yaratır ve
dilediği kimseyi de kendisine peygamber olmak üzere seçer,
en-Nekkaş'ın
naklettiğine göre de anlam şöyledir: Rabbim yarattıklarından dilediğini
yaratır. Bundan kasıt Muhammed (sav)'dır. Ensarı da dini için seçendir.
Derim ki: el-Bezzar'ın
Kîtab'ında merfu ve sahih bir rivayet olarak Hz. Ca-bir'den şöyle dediği
kaydedilmektedir: (Peygamber -sav- buyurdu ki): "Yüce Allah peygamberler
ve rasûller dışında ashabını bütün âlemler arasından seçmiş (ve üstün
kılmış)tir. Ashabım arasından da benim için dört kişiyi seçmiştir. -Ebubekir,
Ömer, Osman ve Ali'yi kastetmektedir.- Onları benim ashabım kılmıştır. Bununla
birlikte bütün ashabımda da hayır vardır. Ümmetimi de diğer ümmetler arasından
seçmiş (ve üstün kılm)ş)tır. Ümmetimden de benim için dört nesil
seçmiştir."[94]
Süfyan b, Uyeyne, Amr
b. Dinar'dan, o Vehb b. Münebbih'den, o babasından naklen yüce Allah'ın:
"Rabbim dilediğini yaratır ve seçer" buyruğu hakkında, şöyle dediğini
kaydetmektedir: Yani davarlar arasından koyun türünü, kuşlar arasından da
güvercinleri (seçmiştir.)
Burada: "Ve
seçer" buyruğu üzerinde tam bîr vakıf vardır. Ali b. Süleyman dedi ki: Bu
tam bir vakıftır. (Ve hemen bu kelimeden sonra gelen): "Yoktur"
lafzının "seçer" buyruğu ile nasb mahallinde olması mümkün değildir.
Çünkü nasb mahallinde olsaydı, ona ait herhangi bir şey olmazdı. İşte bu
ifadede de Kaderiye'nin kanaatleri reddedilmektedir, en-Nehhas dedi ki:
"Ve seçer" buyruğunda mana tamam olmaktadır "ve rasülleri o
seçer" demektir.
"Onların seçme
yetkileri yoktur." Yani onların bizzat seçtikleri kimseleri o, peygamber
olarak göndermez. Ebu İshak dedi ki: "Ve seçer" buyruğunda tam bir
vakıf vardır ve tercih edilen budur. Bununla birlikte; "Yoktur"
buyruğunun "seçer" buyruğu ile nasb mahallinde olması da caizdir. Buna
göre de anlam şöyle olur: Kendilerinin seçme imkanına sahip oldukları şeyleri
kendileri için seçer. el-Kuşeyrî dedi ki: Ancak sahih olan birinci görüştür.
Çünkü (ilim adamları) yüce Allah'ın: "ve seçer" buyruğu üzerinde vakıf
yapılacağını ittifakla kabul etmişlerdir. el-Mehdevî der ki: Ehl-i sünnet mezhebine
daha uygun olan da budur. Yüce Allah'ın: "Onların seçme yetkileri
yoktur" buyruğundaki: "Yoktur" herbir şeyi kapsayan umumi bir
ne-fiydir. Yani kulun yüce Allah'ın kudreti ile kazandığı şeyler dışında seçebileceği
hiçbir şey yoktur.
ez-Zemahşerî der ki:
"Onların seçme yetkileri yoktur" buyruğu, yüce Allah'ın "ve
seçer" buyruğunu açıklamaktadır. Çünkü bu, o dilediğini seçer, demektir.
İşte bundan dolayı araya da atıf edatı girmemiştir. Mana da şöyle olur:
Fiillerinde seçme yüce Allah'a aittir. O bu fiilleri seçmekteki hikmet yönlerini
en iyi bilendir. O'nun mahlukatından hiçbir kimsenin, O'nun yerine bir tercihte
bulunması mümkün değildir.
ez-Zeccâc ve başkaları
İse buradaki; "Yoktur" lafzının "seçer" buyruğu ile
nasbedilmiş olacağını mümkün görmektedirler. et-Taberî de: Onların geçmişte
bir seçme yetkileri yoktu, fakat gelecekte böyle bir yetkileri vardır, diye
bir anlamın ortaya çıkmaması için, diğer taraftan nefy ile bir söz geçmediğinden
dolayı buradaki; 'nın nefy edatı olmasını kabui etmez.
el-Mehdevî dedi ki:
Ancak böyle bir şey olması gerekmemektedir. Çünkü; hem hali, hem istikbali
nefyeder. Tıpkı; gibidir, bundan dolayı bu edatın ameli gibi amel etmiştir.
Diğer taraftan âyetler, Peygamber (sav)'in üzerfne, hakkında soru sorulan
hususlara ve onların üzerinde ısrar ettikleri amellere dair -bu hususta
doğrudan bir nass olmasa dahi- nazil oluyordu.
Taberî'ye göre âyetin
takdiri şöyledir; O kendisine veli olmaları için yarattıklarından hayırlı olan
kimseleri seçer, çünkü müşrikler mallarının hayırlılarını seçer ve bunu kendi
ilâhlarına ayırırlardı. Yüce AJlah da: "Rabbitu dilediğini yaratır ve
seçer" diye buyurmaktadır. Yani kendi ilminde bahtiyar olacaklarını
bildiği kimseleri mahlukatı arasından hidayet için seçer. Tıpkı müşriklerin
mallarının iyilerini ilâhları için seçtikleri gibi.
Buna göre; aklı eren
varlıklar hakkında kullanılmış olup; anlamında bir mevsul isimdir, "Seçme"de
mübteda olarak merfu olur, ): Onların" da haberdir. Cümle de bütünüyle; nın
haberidir. Bunun bir benzeri de bizim; " Zeyd'in babası gidiyor İdi"
ifadesidir. Ancak bu açıklamada bir parça zaaf vardır. Zira sözde; 'nin ismine
bir aid yoktur. Ancak bii hazfedilmiş aid takdiri halinde olabilir. Bu da uzak
bir ihtimal olarak caiz olur.
et-Taberî'nin
sözlerinin anlamına gelecek bir rivayet İbn Abbas'tan da gelmiştir. es-Sa'lebî
dedi ki: "Yoktur", lafzı bir ncfy edatıdır, yani onların Allah'a
karşı bir seçme yetkileri bulunmamaktadır. Bu daha doğrudur. Bu yönüyle Yüce
Allah'ın: "Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü'min erkek
ve hiçbir mü'min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları yoktur"
(el-Ahzab, 33/36) buyruğuna benzemektedir. Mahmud el-Ver-rak dedi ki:
"istediğin her
türlü ihtiyacında Rahman'a tevekkül et,
Muhakkak Allah
hükmeder ve takdir eder.
Arş'm sahibi kulu
hakkında bir şeyi murad etti mi,
Onu gelip bulur, kulun
ise seçebilme yetkisi yoktur.
Bazen inaan sakındığı
taraftan (gelen tehlike ile) helak olur gider,
Yüce Allah'a
hamdolsun, (kimi zaman) sakındığı cihetten de kurtuluşa erer.'
Bir başka şair şöyle
demektedir:
"Kul usanır
durur, Rab ise takdir eder,
Zaman döner dolaşır,
rızık paylaştırılmıştır.
Bütün hayırlar
yaratıcımızın seçtiğindedir,
O'ndan başkasının
seçtiklerinde ise kınama vardır, uğursuzluk vardır."[95]
Kimi ilim adamı şöyie
demiştir: Dünya işlerinden herhangi bir işi yapmak üzere Yüce Allah'a o husus
için iki rekat istihare namazı kılmadıkça kimse
o işe kalkışmamalıdır. Kılacağı bu namazın ilk rekatinde Fatiha'dan
sonra: "De ki: Ey kâfirler" (el-Kâfirun, 109/1) Süresi'ni ikinci
rekatte de: "De ki; O Allah'tır, bir tektir. U(el-İhlas, 112/1) Süresi'ni
okur. Kimi ilim adamı ise birinci rekatte yüce Allah'ın: "Rabbim
dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçme yetkileri yoktur..." âyetini
ikinci rekatte ise: "Allah veRasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü'min
erkek ve hiçbir mü'min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakları
yoktur" (el-Ahzab, 33/36) âyetini okur. Hepsi de güzeldir. Daha sonra
selamın akabinde Buhârî'nin Sahih'inde, Cabir b. Abdullah'tan rivayet ettiği
duayı okur. Cabir dedi ki: Peygamber (sav) bizlere bütün işlerde istihareyi
-Kur'ân-ı Kerîm'den bir sûreyi öğretir gibi öğretiyor- ve şöyle diyordu:
"Sizden herhangi bir kimse bir işi yapmak istedi mi, farzın dışında İki
rekat kılıversin, sonra da şöyle dua etsin:
"Allah'ım, Senin
İlmin ile Senden hayırlı olanı diliyorum. Kudretinle bana güç vermeni diliyor
ve Senin büyük lütfundan istiyorum. Şüphesiz ki Sen kadirsin, benim gücüm
yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen bütün gizlilikleri bilensin. Allah'ım,
eğer şu işimin dinimde, hayatımda ve işimin sonunda benim için hayırlı
olduğunu biliyor isen -ya da: "dünya işimde ve âhire-timde" dedi- onu
benim için mukadder kıl, benim için kolaylaşür. Sonra da onu benim için
bereketli kıl. Allah'ım eğer Sen bu işin dinimde, dünyamda yaşayışımda ve
işimin sonunda -ya da dünyamda ve âhiretimde dedi- kötü olduğunu biliyor isen
onu benden, beni de ondan uzak tut. Hayır nerdey-se onu benim için takdir
buyur, sonra da beni ona razı kıl." Dedi ki: "Bu arada ihtiyacının
ne olduğunu da söyler."[96]
Âişe (r.anha)'ın da,
Ebubekir (r.a)'dan rivayetine göre Peygamber (sav) bir işi yapmak istedi mi:
"Allah'ım benim için seç, benim için tercih et"[97]
Enes'in rivayet
ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ey Enes, bir İşi yapmak
istedin mi o hususta yedi defa Rabbinden hayırlı olanı takdir etmesini dile.
Sonra da öncelikle neyin kalbinde geçtiğine bir bak. Şüphesiz ki hayır
ordadır."[98]
İlim adamları dediler
ki; Bu kimsenin kalbinden bütün düşünceleri uzaklaştırması gerekir ki,
herhangi bir işe kalbi meyletmesin. İşte o vakit öncelikle kalbinde geçene
bakar ve ona göre amel eder. Yüce Allah'ın izniyle hayır oradadır. Şayet bir
yolculuğa çıkmayı kararlaştıracak olursa, Rasûlullah (sav)'a uyarak perşembe ya
da pazartesi gününe denk getirmeye çalışır.
Daha sonra yüce Allah
şu hak buyruğu ile kendi zatını tenzih ederek şöyle buyurmaktadır: "Allah
şirk koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir." Şanı ve şerefi bundan pek
yükseklerdedir.
"Rabbin
kalplerinin ne gizlediklerini ve neyi açığa vurduklarını bilir."
İbn Muhaysın ve Humeyd
burada geçen: "Gizlediklerini" buyruğunu "te" harfini
üstün, "kef' harfini de ötreli okumuştur. Bu husus daha önceden en-Neml
Sûresi'nde (27/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah gizli ve
açık olan herşeyi bildiğini, hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığını
belirterek zatını şöylece övmektedir: "O, öyle Allah'tır ki kendisinden
başka hiçbir İlâh yoktur. Hem dünya ve hem de âhirette hamd yalnız O'nundur,
hüküm de yalnız O'nundur. Siz zaten O'na döndürüleceksiniz." Bu
buyrukların anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. O tek başına bir ve
tektir. Bütün hamdler, övgüler ancak O'nun içindir. O'ndan başkasının hükmü
yoktur. Kimse hüküm koyamaz, dönüş yalnız O'nadır,
[99]
71. De ki:
"Ne dersiniz? Eğer Allah kıyamet gününe dek üzerinize geceyi kesintisiz
sürdürürse, Allah'tan başka size aydınlık getirecek kimdir? Hâlâ dinlemeyecek
misiniz?"
72. De ki:
"Ne dersiniz? Eğer Allah kıyamet gününe kadar üzerînl-ze gündüzü
kesintisiz sürdürürse Allah'tan başka sîze içinde rahat bulacağınız geceyi
getirecek ilâh kimdir? Hâlâ görmeyecek misiniz?1'
73. Geceyi
ve gündüzü sizin için sükûn bulaşınız ve lütfundah ara-yasınız diye yaratmış
olması, Onun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz.
"De ki: Ne
dersiniz? Eğer Allah kıyamet gününe dek üzerinize geceyi
kesintisiz sürdürürse" daimi kılarsa, demektir.
Şair Tarafe'nin şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
"Yemin olsun, ki
benim işim, benim için karanlık değildir, Gecem de gündüzüm de benim için ebedi
değildir."
Şam yüce Allah, nimetlerine
karşılık şükürlerini edâ etmeleri için, geçim sebeplerini hazırlamış olduğunu
beyan etmektedir.
"Allah'tan başka
size aydınlık getirecek kimdir?" Aydınlığında geçimi nizi arayacağınız bir
ışığı kim getirir size? Şöyle de açıklanmıştır: Geçim yollarını ve sebeplerini
görmenizi sağlayacak ve mahsûllerin ve bitkilerin yetişmesini gerçekleştirecek
bir gündüzü kim getirir?
"Hâlâ"
anlayacak ve kabul edecek şekilde "dinlemeyecek misiniz?"
"De ki: Ne
dersiniz? Eğer Allah kıyamet gününe kadar üzerinize gündüzü kesintisiz
sürdürürse Allah'tan başka size içinde rahat bulacağınız" yorgunluktan
dinlenip sükûn bulacağınız "geceyi getirecek ilâh kimdir? Hâlâ"
başkasına ibadet etmekle işlediğiniz hatayı "görmeyecek misiniz?"
Eğer gece ve gündüzü O'ndan başka getirmeye kimsenin gücünün yetmediğini kabul
ediyorsanız, ne diye O'na başkalarını ortak koşuyorsunuz?
"Geceyi ve
gündüzü sizin için onda" yani her ikisinde, demektir. Zamirin zamana yani
gece ve gündüze ait olduğu da söylenmiştir. "Sükûn bulaşınız ve
lütfundan" o vakit O'nun rızkından -yani gündüz vaktinde demek olup
hazfedil mistir "arayasınız diye yaratmış olması, O'nun rahmetindendir.
Olur ki şükredersiniz."
[100]
74. O gün
onlara: "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?" diye seslenecektir.
75. Her ümmetten
birer şahit çıkarır ve deriz ki: "Haydi delilinizi getirin!" Böylece
hakkın gerçekten Allah'ın olduğunu bilecekler ve iftira edegeldîkleri şeyler
de önlerinden kaybolup gidecektir,
"O gün onlara:
İddia ettiğiniz ortaklarım nerede? diye seslenecektir"
Yüce Allah'ın burada
zamiri tekrarlaması iki durumun (62. âyet-i kerimede sözü edilen hal ile
buradaki halin) farklı oluşundan dolayıdır. Bir defa onlara seslenilir ve:
"İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?" denilir. Onlar da putlara dua
ederler, fakat onların dualarına cevap verilmez. Böylece onların şaşkınlıkları
da ortaya çıkacaktır. Daha sonra bir defa daha onlara seslenilecek ve bu sefer
de ses çıkarmayacaklardır. Bu ise hem bir azarlama, hem de hor-luklannın daha
bir artması demektir. Buradaki sesleniş Allah tarafından değildir. Çünkü yüce
Allah: "Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz." (el-Bakara, 2/174)
buyruğunda açıklandığı gibi, kâfirlerle konuşmayacaktır. Ancak yüce Allah,
onları azarlayacak ve yaptıklarını başlarına kakacak kimselere Cböyle
demelerini) emredecek ve hesap verme konumunda onlara karşı delilini ortaya
koyacaktır.
Bu azarın yüce Allah
tarafından yapılacağı ihtimali de vardır. Yüce Allah'ın: "Allah onlarla
konuşmayacaktır" buyruğu: 'Yıkılın içerisine Bana da söz söylemeyin"
(el-Mu'minun, 23/108) diye kendilerine söyleneceği vakit tecelli edecektir.
Yüce Allah'ın burada: "Ortaklarım" diye buyurması, onların bu
ortaklara kendi mallarından belli bir pay ayırmış olmalarından dolayıdır.
"Her ümmetten
birer şahit çıkarırız." Mücâhid'den gelen rivayete göre birer peygamber
çıkarırız, demektir. Bunların âhiretteki adaletli şahsiyetler olduğu da
söylenmiştir. Bunlar kullara karşı dünya hayatındaki amellerinin ne olduğunu
belirterek kullara karşı şahitlik edeceklerdir. Ancak birinci görüş daha
güçlüdür, çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ümmetten birer şahit
getirip bunlara karşı da seni şahit göstereceğimiz zaman halleri nice
olur?" (en-Nisa, 4/41) Her ümmetin şahidi de ona karşı şahidlik edecek
rasûlüdür. (Ayetteki lafzıyla): Şehid (sahid) hazır bulunan demektir. Yani
Biz, onlara gönderilmiş olan rasûllerini de huzura getirmiş olacağız.
"Ve deriz ki:
Haydi delilinizi" hüccetinizi, belgenizi "getirin. Böylece hakkın
gerçekten Allah'ın olduğunu bilecekler." Yani peygamberlerin getirdiklerinin
doğru olduğunu bilecekler "ve iftira edegeldîkleri şeyler de önlerinden
kaybolup gideceklerdir." Yüce Allah'a yalan uydurarak, onun ile birlikte
kendilerine ibadet olunan başka ilâhlar vardır, şeklindeki iftiraları ile uydurma
ilâhlar önlerinden kaybolup gidecek; batıl oldukları ortaya çıkacaktır.
[101]
76. Gerçekte
Karun Musa'nın kavminden idi. Fakat onlara karsı azgınlık etti. Biz ona öyle
hazineler vermiştik ki onların anahtarları dahi güç sahibi bir topluluğa ağır
gelirdi' Hani kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranları
sevmez."
77.
"Allah'ın sana verdiği ile âhiret yurdunu ara! Dünyadan da nasibini
unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi sen de İhsan et! Yeryüzünde de fesad
isteme. Çünkü Allah fesad çıkaranları sevmez."
"Gerçekte Karun,
Musa'nın kavminden idi" buyruğundafı önce yüce Allah: "Size verilen
herşey dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür." (el-Kasas, 28/ĞO)
diye buyurmuştu. Şimdi de Karun'a bu geçimlik ve bu süsün verilmiş olduğu,
onun bunlara aldandığı, bunların Firavun'u Allah'ın azabından korumadığı gibi
Karun'u da korumadığını açıklamaktadır. Siz ey
müşrikler, sayınız da, malınız da Karun ve Firavun'dan fazla değildir.
Fira-vun'a askerlerinin ve mallarının faydası olmadı, Karun'a da Musa'ya akrabalığının
da, hazinelerinin de bir faydası olmadı.
en-Nehaî, Katade ve
başkaları dediler ki: Karun, Musa'nın öz amcasının oğlu idi. Karun'un geriye
doğru nesebi şöyle idi; Karun b. Yeshur, b. Kahes, b. Lavî, b. Ya'kub. Musa da
ibn İmran b. Kahes idi.
İbn İshak dedi ki; O
anne baba bir Musa'nın amcası idi. Teyzesinin oğlu olduğu da söylenmiştir.
Karun ismi ucme (Arapça olmayan bir isim) ve ma-rife olduğundan ötürü munsarıf
değildir. Arapça olmayıp faul vezninde olan kelimelerin başına elif lam
gelmesi, güzel olmuyorsa, marife halinde mun-sarıf olmaz, nekre halinde
munsarıf olur. Şayet başına elif lam'ın gelmesi güzel olursa, eğer tavus ve
râkûd gibi müzekker isim ise munsarıf olur. ez-Zec-cac dedi ki: Şayet, Karun
"O şeyi ona eş kıldım" tabirinden geliyor olsaydı, munsanf olması
gerekirdi.
"Fakat onlara
karşı azgınlık etti." Onun azgınlığı, elbisesini bir karış uzun yapması
idi. Bu açıklamayı Şehr b. Havşeb yapmıştır. Hadiste de şöyle bu-yurulmaktadır:
"Yüce Allah azgınlık ederek, elbisesini sürükleyene (rahmet nazarı ile)
bakmaz."[102]
Bir diğer görüşe göre
onun azgınlığı yüce Allah'ı inkâr ederek kâfir olmasıdır. Bu açıklamayı
ed-Dahhâk yapmıştır. Azgınlığının mal ve evlâdının çokluğu sebebiyle onları
hafife alıp küçümsemesi olduğu da söylenmiştir ki; bu da Katade'nin görüşüdür.
Bir diğer görüşe göre onun azgınlığı, yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu
hazineleri bilgi ve bu husustaki becerisi dolayısıyla kendi kendisine nisbet
etmesi idi. Bunu da İbn Bahr söylemiştir.
Azgınlığının;
"Eğer peygamberlik Musa'ya, kurban kesme yeri ve kurban da Harun'a ait
iSe, peki ya benîm neyim var?" demesi olduğu da söylenmiştir.
Rivayet olunduğuna
göre Musa, İsrailoğullarıyla birlikte denizi aşıp risa-let Musa'ya, habr'lık
(alimlik) Harun'a ait bir görev olunca, Harun kurbanı sunup onların arasında
başkanlık konumuna yükselince -ki kurban Musa'ya ait bir görev idi, Musa onu
kardeşine vermişti- Karun bu işten içten içe rahatsız oldu ve her ikisini de
kıskandı. Musa'ya: Bütün isler sizin elinizde benim ise hiçbir şeyim yok. Ben
ne zamana kadar sabredeceğim? dedi. Musa: Bu Allah'ın takdiridir deyince,
Karun dedi ki; Allah'a yemin ederim bir mucize getirmediğin sürece seni tasdik
etmeyeceğim. Bunun üzerine İsrailo-ğullannın başkanlarının herbirisine asasını
getirmesini emretti. Bunları bir demet yapıp üzerinde vahyin nazil olduğu
çadıra koydu. Bekçiler, geceleyin
bu
asaları koruyorlardı. Sabah olduğunda Harun'un asasının hareket edip yapraklarının
yeşermiş olduğunu görüverdiler. Harun'a ait olan sopa badem ağacından idi.
Karun: Bu iş, yapmış olduğun sihirden daha da şaşırtıcı bir şey değildir, dedi.
Buna göre "onlara karşı azgınlık etti" buyruğunda dile getirilen
"bağy: azgınlık" zulmün kendisi demektir,
Yahya b. Sellam ile
Îbnu'l-Müseyyeb dedi ki: Karun zengin birisi idi. İs-railoğulları üzerinde
Firavun adına memurluk yapıyordu. Onlara, onİardan birisi olduğu hatde
haksızlık etti ve zulmetti.
Yedinci bir görüş de
şöyledir: İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yüce Allah zina eden
kimsenin recmedilmesini emredince, Karun fahişe bir kadına giderek ona bir
miktar mal verdi ve Musa'nın kendisi ile zina ettiğine ve kendisini hamile
bıraktığına dair iddiada bulunmasını sağladı. Bu iş Musa'ya çok ağır geldi ve
İsraiioğulları için denizi yaran, Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adına mutlaka
doğru söyleyeceğine dair ona yemin ettirdi. Yüce Allah kadının yardımına
yetişerek: Şehadet ederim ki sen suçsuzsun. Karun bana bir miktar mal verdi ve
bu iddiada bulunmak için beni zorladı. Şüphesiz doğru söyleyen sensin, yalan
söyleyen de Karun'dur, dedi. Bunun üzerine yüce Allah Karun'un işini Musa'ya
havale etti. Yeryüzüne de Musa'ya itaat etmesi İçin emir verdi. Karun,
Musa'nın yanına geldiğinde o yeryüzüne; Ey arz onu al, ey arz onu al, diyordu.
Arz da parça parça onu içine alıyor. Karun ise; Ey Musa! diye imdat istiyordu.
Nihayet o, evi ve onun yolundan giden, onunla beraber oturup kalkanların hepsi
yerin dibine geçti.
Yine rivayete göre
yüce Allah Musa'ya; Kullarım senden yardım istediler. Sen onlara merhamet
etmedin. Ancak Bana dua etselerdi, şüphesiz Beni yakın ve duaları kabul edici
olduğumu göreceklerdi, dedi.
İbn Cüreyc dedi ki:
Bize ulaştığına göre onlar her gün bir adam boyu kadar yerin dibine
geçiyorlar. Kıyamet gününe kadar da yerin en aşağısına ulaş-mayacaklardır. İbn
Ebi'd-Dünya da "Kitabu'l-Faraç" adlı eserde şunu zikretmektedir:
Bana İbrahim b. Râşjd anlattı, dedi ki: Bize Dâvüd b. Mehran anlattı: Dâvûd,
el-Velid b. Müslim'den, o Mervan b. Cünah'tan, o Yunus b. Mey-sere b.
Halbes'den dedi ki: Karun denizin karanlıklarında Yunus ile karşılaştı. Bunun
üzerine Karun, Yunus'a şöyle seslendi: Ey Yunus, Allah'a tevbe et. Şüphesiz ki
atacağın ve böylelikle kendisine döneceğin İlk adımında O'nu bulacaksın. Bunun
üzerine Yunus ona: Peki seni tevbe etmekten alıkoyan ne oldu? dedi. Şu cevabı
verdi: Benim tevbemin kabulü yetkisi amcamın oğluna havale edilmişti, o da
benim tevbemi kabul etmedi. Haberde nakledildiğine göre Karun yedinci arzın
dibine ulaşacak olursa, İsrafil de Sûr'a üfüre-cektir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
es-Süddî dedi ki: Bu
fahişe kadının adı Seberka idi. Karun ona ikibin dir hem vermişti, Katade dedi
ki: Karun, Musa ile birlikte denizi geçmişti. Tevrat'ta suretinin
güzelliğinden dolayı "el-münewer" diye adlandırılıyordu. Fakat Samiri
münafıklık ettiği gibi o Allah'ın düşmanı da münafıklık etti.
"Bi2 ona öyle
hazineler vermiştik ki..." Ata dedi ki: O, Yusuf (a.s)'ın hazinelerinin
bir çoğunu bulmuştu. el-Velid b. Mervan ise: O kimya ilmi ile uğraşırdı,
demiştir.
"Onların
anahtarları" buyruğunda; onun ismi ve haberi; nın sılası içerisindedir.
Bu da "vermiştik"in mefulüdür. en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b.
Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Kûfelilerin sılalar ile ilgili söyledikleri
ne kadar çirkindir. Çünkü; ile benzerlerinin sılası ile kendilerinde amel
ettiklerinin olması caiz değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de de "onların
anahtarları" buyruğu vardır. "Anahtarlar (anlamındaki mefâtîh)"in
tekili esreli olarak; diye gelir. Bu da kendisi ile açılan, açma aleti
(anahtar) demektir. Tekili diye kullanan, çoğulunu da; diye getirir. Bunların
"hazineler" olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre de tekili üstün
olarak; diye gelir.
"...güç sahibi
bir topluluğa ağır gelirdi." Bu hususta yapılmış en güzel açıklama şudur:
Bu anahtarlar güçlü kuvvetli kimseleri bile ağır olduklarından dolayı -yana doğru
meyi ettirirdi. Buyruk; "Güçlü kuvvetlileri (ağırlığından ötürü) meyi
ettirirdi" şeklinde olmakla birlikte, "te" harfi üstün okununca
bu sefer (fiilin mefulü olan "güçlü kuvvetli kimseler" anlamındaki)
ismin başına "be" gelmiştir. Nitekim: "O meşakkati
giderir" denildiği gibi (aynı anlamda); da denilebilir. Dolayısıyla
burada buyruk "Güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi" denilmiştir.
Bu durumda güç sahibi olan topluluk, ağır olduklarından zorlanarak onları
kaldırıyordu, denmiş olur. Bu da bizim; Bizimle kalk (ya da: kalkalım"
dememize benzer. Zorlukla kalktı, kalkar, zorlukla kalkmak" denilir. Şair
şöyle demektedir:
"Arkası
dolayısıyla (ağır geldiğinden) zor kalkar ve kalkışında yan yatar, Yakıtımdan
yavaş yürüdü mü de şaşkına çevirir."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Aldım, fakat
malik olamadım; eğildim, fakat kalkamadım,
Sanki ben zaman uzayıp
gittiğinden dolayı zincire vurulmuş gibiyim."
Bana ağır geldi"
demektir. Açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. Ebu Ubeyde dedi ki: Allah'ın
Güç sahibi bir topluluğa ağır
gellrdî" buyruğu
kalbedilmiş bir ifadedir ve; "Güç sahibi topluluk onu 2or
kaldırırdı" anlamındadır. Ebu Zeyd dedi ki: "Yükü kaldırdım"
denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Biz, bizden
sonra gelen birini (halef) bulduk, ne kötü bir haleftir ki; O yükü kaldırdı mı
duran bir köledir."
Birinci açıklama İbn
Abbas, Ebu Salih ve es-Süddî'nin görüşlerinin anlamını ifade eder.
el-Ferrâ'nın görüşü de budur, en-Nehhas da onu tercih etmiştir. Bu da;
"onu götürdüm" anlamında; ile denilmesi, "onu getirdim"
anlamında da; ile demeye benzer. İşte "onu kaldırdım" anlamında;
demek de böyledir,
Arapların: Onun benim
yanımda, onu üzecek ve ona ağır gelecek sözler vardır" ifadelerine
gelince, bu ifadelerde itba' (sonraki kelimenin bir öncekine uydurulması) söz
konusudur. Aslında; demek gerekirdi. Bunun bir benzeri de; Yemek bana afiyet
verdi" ile; "İlgili ilgisiz herşey onu yakaladı (hatırına
geldi)" demek gibidir. Bir görüşe göre bu kelime uzaklık anlamındaki; den
alınmıştır. Şâirin şu beyi tinde de bu anlamdadır:
"Onlar bizden
uzaklaşıyorlar amma uzaklaşmıyor sevgileri bizden, Nerede olurlarsa olsunlar
kalb(imiz) onların tutsağıdır."
Budeyl b. Meysere bu
lafzı "ya" harfi İle; diye okumuştur. "O, güçlü kuvvetli
topluluktan birisine ağır gelir" yahut da "anılan..." demek olur
ki; bu da manaya hamledilerek böyle gelmiştir. Ebu Ubeyde dedî kî: Ru'be b,
el-Accâc'a:
"Onda siyahlıktan
ve siyah beyazlıktan çizgiler vardır, Sanki o, derideki baras hastalığının
beyazlığı gibidir."
diye söylediği beyiti
hakkında şunları dedim: Eğer çizgileri kastetmişsen; eğer siyahlığı ve siyah ve
beyaz çizgileri kastediyorsan; (L*tf) demen gerekirdi. O: Ben bunların hepsini
kastetmiştim, diye cevap verdi.
"Biri diğerinin
gücüne güç katan topluluk" demek olan "el - us be" hakkında
onbir görüş vardır:
1- Üç adam
demektir. Bu îbn Abbas'ın görüşüdür.
2- Yine
ondan gelen rivayete göre üçten ona kadardır.
3- Mücahid
dedi ki; Burada usbe yirmiden, yirmi beş kişiye kadardır.
4- Yine
ondan gelen rivayete göre ondan onbeşe kadardır.
5- Ondan
gelen bir başka rivayete göre beş ile on arasıdır. Birinci rivayeti
es-Sa'lebî, ikincisini el-Kuşeyrî ile el-Maverdî, üçüncüsünü el-Mehdevî
zikretmiştir.
6- Ebu
Salih, el-Hakem b. Uteybe, Katade ve ed-Dahhak kırk adamdır, demişlerdir.
7-
es-Süddî'ye göre on ile kırk arasıdır. Yine Katade de böyle demiştir.
8- İkrime
dedi ki: Kimisi kırk, kimisi yetmiş adamdır demiştir. Bu aynı zamanda Ebu
Salih'in görüşüdür. O, usbe yetmiş adamdır demiştir. Bunu da el-Maverdî
zikretmiştir. Birincisini de ondan es-Sa'lebî nakletmektedir,
9- Altmış
adam da denilmiştir. Said b. Cübeyr de altı veya yedi kişidir, der.
10-
Abdurrahman b. Zeyd: Üç ile dokuz arasıdır demiştir ki, nefer de bu demektir.
el-Kelbî dedi ki:
Yusuf un kardeşlerinin; "Biz güçlü bir topluluk (usbe) olduğumuz
halde" (Yusuf, 12/8) sözleri dolayısıyla on kişidir. Mukatü de böyle
demiştir.
Hayseme dedi ki: Ben
İncil'de şunu gördüm: Karun'un hazinelerinin anahtarları alınları ve ayakları
beyaz akmış katır yükü idi. Ağır olduklarından dolayı bu bineklere ağır
gelirdi. Bu anahtarların hiçbirisi de bir parmaktan daha büyük değildi. Bu
anahtarların herbirisi bir hazine mal içindi. Eğer o hazine Basra ahalisine
paylaştırılacak olsaydı, onlara yeterli gelirdi.
Mücahid dedi ki:
Anahtarlar deve derisinden idi. Hafif olmaları için inek derisinden yapıldıktan
da söylenmiştir. Bineğine binecek olursa, bu anahtarlar onunla birlikte
-el-Kugeyrî'nin naklettiğine göre- yetmiş kahra yükletilir-di. Kırk katıra
yükletildiği de söylenmiştir. Bu da ed-Dahhak'ın görüşüdür. Yine ondan gelen
rivayete göre anahtarlarından kasıt kaplarıdır. Ebu Salih de böyle demiştir:
Anahtarlardan kasıt hazinelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Hani kavmi"
yani es-Süddî'nin dediğine göre İsrailoğullarından iman edenler "ona şöyle
demişti..." Yahya b. Sellâm dedi ki: Burada kavminden kasıt, Musa
(a.s)'dır. el-Ferrâ da şöyle demiştir: Bu çoğul isim olmakla birlikte tek kişi
kastedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar
kendilerine... dediler" (Âl-i İmran, 3/173) buyruğu gibidir. Burada önceden
de geçtiği gibi diyen kişi sadece Nuaym b. Mes'ud'dur.
"Şımarma!"
Azgınlaşma! "Çünkü Allah şımaranlan" azgınlaşanları "sevmez."
Bu açıklamayı Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:
"Zaman beni
sevindirecek olursa, şımaran birisi değilim,
Zamanın dönüp duran
musibetleri karşısında da zaafa düşen birisi değilim."
ez-Zeccâc dedi ki: Sen
malın dolayısıyla şımarma! Çünkü mal dolayısıyla şımaran bir kimse o maldaki
hakkı ödemez. Mübeşşir b. Abdullah da şöyle demiştir: Şımarma! Bozulursun.
Şair de şöyle demiştir:
"Eğer sen hiç
durmadan bir emaneti eda ederken Diğerini yüklenirsen, (bu sefer) o emanetler
seni şımartır."
İfsad eder, demektir,
Ebu Amr: (Bu kelime)
"ağır borç altına girdi" demektir deyip az önce zikrettiğimiz beyiti
zikretti. Yine; "Onu sevindirdi" anlamındadır. O halde bu fiil
müşterek (birden çok anlam hakkında ortak olarak kullanılan) bir fiildir.
ez-Zeccac dedi ki;
"Şımaranlar, sevinenler" ile aynı anlama gelir. Ancak el-Ferrâ bu
ikisi arasında ayırım gözeterek şöyle demiştir: "Şımarıklık halinde
oiantar" yani halen şımarıklık edenler demektir. ise "gelecekte
şımaracaklar" anlamındadır, O ayrıca; "Tamah eden" ile
"Tamah edecek olan" "Ölü" ile "Ölecek olan"
lafızlarının da bu kabilden olduğunu iddia etmiştir. Ancak yüce Allah'ın şu
buyruğu onun söylediğinin hilafına delil teşkil eder: "Muhakkak sen de
öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir." Burada görüldüğü gibi;
diye buyurulmamıştır.
Mücahid de şöyle
demiştir: "Şımarma" yanı azgınlaşma "çünkü Allah şı-maranları
sevmez." İbn Bahr dedi ki: Cimrilik etme, çünkü Allah cimrilik edenleri
sevmez, demektir.
"Allah'ın sana
verdiği İle âhiret yurdunu araP Allah'ın sana verdiği dünyalık ile âhiret
yurdu olan cenneti ara! Çünkü mü'mine layık olan dünya hayatında iken âhirette
kendisine faydalı olacak yollarda harcamalarda bulunmaktır, zorbalık ve
azgınlık uğrunda değil.
"Dünyadan da
nasibini unutma" buyruğunun anlamı hakkında görüş ayrılığı vardır. İbn
Abbas ve büyük çoğunluk (cumhur) şöyle demiştir: Sen dünyanda salih amel
işlememek suretiyle ömrünü boşuna geçirme. Zira ancak âhiret için amel edilir.
Dolayısıyla insanın dünyadan nasibi, ömrü ve o dünyadaki salih amelidir. Bu
açıklamaya göre ifade son derece büyük bir öğüt taşımaktadır.
el-Hasen ve Katade ise
şöyle demişlerdir: Sen helâlden istifade etmek ve helali talep etmek ve dünyada
akıbetini göz önünde bulundurmak suretiyle, dünyadan payını almayı unutma,
elden çıkarma!
Bu te'vile göre de
buyrukta ona bir parça yumuşak ifade vardır ve onun canının çektiği işin ıslah
edilmesi söz konusudur. Bu da, sert ifadelerden ötürü uzaklaşıhr korkusu ile,
kendisine öğüt veriiene karşı izlenmesi gereken bir yoldur. Bunu İbn Atiyye
söylemiştir.
Derim kû Bu iki
te'vili İbn Ömer şu sözlerinde bir arada zikretmiş bulunmaktadır:
"Ebediyyen yaşayacakmtş gibi dünyan için ekin ek, yarın ölecekmiş gibi
âhiretin için çalış!" el-Hasen'den şöyle dediği nakledilmiştir: İhtiyacından
arta kalanı önden gönder (hayır yollarında harca) ve sana yetecek kadarın; da
yanında alıkoy.
Malik dedi ki: Bu,
israfa gitmeksizin yemek ve içmektir. "Nasib"inden kastın kefen
olduğu söylenmiştir. İşte bu kesintisiz bir öğüttür. Sanki şöyle demiş
gibidirler: Sen şu kefen diye bilinen nasibin dışında, malının tümünü ter-kedip
gideceğini unutma!
Şairin şu beyi ti de
buna yakındır:
"Ömrün boyunca
bütün topladıklarından payın,
içinde sarmalanacağın
iki bez ve bir hanût (denilen kefen koku su) dur."
Bir başka şair de
şöyle demiştir:
"Önemli olan
kanaattir. Hiçbir şeye değişme onu,
Büyük nimetler
ondadır, beden rahatı ondadır.
Bütünüyle dünyaya
malik olana bir bak,
Bir pamuk ile bir
kefenden başka bir dünyalık beraberinde götürdü mü?"
İbnu'l-Arabî dedi ki:
Bu hususta bana güre en güzel açıklama Katade'nin şu sözüdür: Sen helal olan
nasibini unutma. İşte bu senin dünyadan alacağın nasibindir. Gerçekten, bundan
da güzel ne vardır!
"Allah sana ihsan
ettiği gibi, sen de ihsan et." Allah sana nasıl nimetler bağışlamış ise
sen de O'na öylece itaat et ve ibadet et. Şu hadisteki bu ifade de ihsanı
anlatmaktadır; "İhsan nedir? (Peygamber buyurdu ki): "Allah'a onu
görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. "[103]
Bir görüşe göre burada
yoksulları gözetme emri verilmiştir. İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu hususta pek çok
görüşler vardır. Hepsinin ortak noktası Allah'ın nimetlerini, Allah'a itaat
yolunda kullanmaktır. Malik dedi ki: İsrafa gitmeksizin yemek ve içmektir.
İbnu'l-Arabî dedi ki: Görüşüme göre Malik bu sözleriyle ibadette ve kıt kanaat
geçinmekte aşırı giden kimselerin görüşlerini reddetmek istemiştir. Çünkü
Peygamber (sav) tatlıları sever, bal (şerbeti) içer. Közde kızartılmış şeyleri
yer, soğuk su içerdi.
Bu anlamdaki
açıklamalar daha önce bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır.
"Yeryüzünde de
fesad isteme!" Masiyet işleme! "Çünkü Allah fesâd çıkaranları
sevmez."
[104]
78. Dedi ki:
"Bu bana ancak bende olan bir ilim dolayısıyla verilmiştir." O
bilmedi mi kî şüphesiz Allah, ondan önce kuvvetçe kendisinden daha güçlü,
topladıkları mal daha çok nice nesilleri helak etmiştir? Suçlulara günahları
sorulmaz.
"Dedi ki: Bu bana
ancak bende olan bir Uim dolayısıyla verilmiştir. "Bununla Tevrat
bilgisini kastetmektedir. Rivayet olunduğuna göre insanlar arasında Tevrat'ı en
çok okuyan ve Tevrat'ı en iyi bilen kimselerden idi. Musa (a.s)'ın Mîykat'a gitmek
üzere seçtiği yetmiş ilim adamından birisiydi.
îbn Zeyd dedi ki; Yani
bu mal bana O'nun benim faziletimi bilmesi ve benden razı olması dolayısıyla
verilmiştir. Buna göre "bende olan" buyruğunun anlamı şu demek olur:
Benim kanaatime göre yüce Allah bu hazineleri bana, bendeki bir fazilet
dolayısıyla onları hakeltiğimi bildiğinden dolayı vermiştir.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bu mal benim çeşitli ticaret ve kazanç yollarına dair bilgim
dolayısıyla bana verilmiştir. Bu açıklamayı Ali b. İsa yapmıştır.
O, eğer yüce Allah ona
bunca serveti kazanmayı kolaylaştırmamış olsaydı, bu malların toplanmayacağını
bilmedi.
İbn Abbas dedi ki: Ben
altın yapmaya dair sahib olduğum bir bilgiye binaen bana bu servet
verilmiştir. O bununla kimya ilmine işaret etmektedir.
en-Nekkaş'ın
naklettiğine göre Musa (a.s) ona kimya sanatının üçte birini, Yuşa'a üçte
birini, Harun'a da üçte birini öğretmişti, Karun, Yuşa ile Harun'u -imanı
üzere olmakla birlikte- aldattt ve nihayet onların bildikleri kimya ilmini
öğrendi. Böylece malları çoğalmış oldu.
Şöyle de denilmiştir:
Musa kimyayı üç kişiye öğretti. Yuşa b. Nun, Kâlib b. Yufennâ ve Karun.
ez-Zeccac ise birinci görüşü tercih etmiş ve onun kimya ile uğraştığını
söyleyenlerin görüşlerini kabul etmemiştir. Çünkü kimya (yani basit ve
değersiz madenleri altına çevirme bilgisi) batıldır, gerçeği yoktur. Yine
denildiğine göre Musa kimyayı kızkardeşine öğretmişti. Kızkardeşi de Karun'un
zevcesi idi. Musa'nın kızkardeşi de bu işi Karun'a öğretmişti. Doğrusunu. en
iyi bilen Allah'tır,
"O bilmedi mi ki,
şüphesiz Allah ondan önce kuvvetçe kendisinden güçlü, topladıkları mal da daha
çok nice nesilleri" geçmişteki kâfir ümmetle ri azab ile "helak
etmiştir?" Eğer ma) bir fazilete delâlet etseydi, bu nesilleri helak
etmezdi. Buradaki kuvvetten kastın araçlar, gereçler, destekleyici ve yardımcı
kimselerin topluluğu olduğu da söylenmiştir. İfade şanı yüce Allah'ın Karun'u
azarlaması sadedindedir. Yani Karun "bilmedi mi ki, şüphesiz Allah ondan
önce kuvvetçe kendisinden güçlü, topladıkları mal daha çok nice nesilleri
helak etmiştir?"
"Suçlulara
günahları sorulmaz." Yani onlara mazeret belirtmelerini isteyen bir
üslûpla soru sorulmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mazeret
bildirerek (Rabblerini razı etmeleri) de istenmez." (er-Rum, 50/57);"Onlardan
razı olunmaz (mazeretleri kabul edilmez.)" (Fussilet, 41/24) Ama yüce
Allah'ın: "Rabbine andolsun ki, onların hepsine elbette soracağız."
(el-Hİcr, 15/92) buyruğu dolayısıyla onlara azarlamak maksadıyla soru
sorulacaktır. Bu açıklamaları el-Hasen yapmıştır.
Mücahid de şöyle
demiştir: Melekler yarın günahkârları sormayacaklar, günkü onlar simalarından
tanınacaklardır. Günahkârlar yüzleri siyah, gözleri mavi haşredileceklerdir.
Katade dedi ki: Günahkârlara, günahlarının açıkça ortada olması ve çokluğu
dolayısıyla işledikleri günahlar hakkında soru sorulmayacaktır. Aksine onlar
hesaplan görülmeden cehennem ateşine gireceklerdir. Bir başka açıklama da
şöyledir: Bu ümmetin günahkarlarına dünyada azaba uğratılmış bulunan geçmiş
ümmetlerin günahları sorulmayacaktır.
Denildiğine göre;
helak edilmiş olan nesiller yüce Allah'ın günahlarına dair bilgisi dolayısıyla
helak edilmişlerdir. Bundan ötürü onların günahlarının sorulrnasınaihtiyac
olmayacaktır.
[105]
79. Derken
ziyneti içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını İsteyenler dediler ki:
"Keşke Karun'a verilen gibi, bize de verilseydi. Gerçekten de o büyük bir
nasip sahibidir."
80.
Kendilerine ilim verilenler ise dediler ki: "Vah size! İman edip salih
amel işleyenler için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler
kavuşturulur."
"Derken ziyneti
içinde kavminin karşısına çıktı." Israiloğullarının karşısına bir bayram
günü ziynet olarak gördüğü dünya hayatının metaından sayılan elbise, binek,
süs eşyaları ve benzer şeylerle çıktı, el-öaznevî dedi ki: Bugün bir cumartesi
günüydü.
"Ziyneti
içinde" ziyneti ile anlamındadır. Şair dedi ki:
"İnsanların
kalpleri Ölüm korkusuyla yerinden fırlayacak oldu mu, Bu sefer canlarını
öfkelendirecek yerlere dahi atarlar."
Burada
"canlarıyla birlikte (atılırlar)" demektir.
O, üzerlerinde aspur
ile boyanmış elbiseler bulunan, hizmetçilerinden yet-mişbin kişi ile birlikte
çıkmıştı. Elbiseleri aspura boyayan ilk kişi o olmuştur. es-Süddî ise bin
tanesi beyaz kalırlar üzerinde akın eğerlerle ve arguvan-lı kadifelerle, bin
beyaz cariye ile birlikte tıktı, demektedir. İbn Abbas dedi ki: O beyaz
katırlar üzerinde çıkmıştı. Mücahid de: Üzerlerinde arguvan eğerler bulunan
beyaz katanalar üzerinde çıkmıştı. Üzerlerinde aspurlu elbiseler vardıT Bu
aspurlu elbiselerin ilk görüldüğü gündür.
Katade dedi ki:
Üzerlerinde kırmızı örtüler bulunan dörtbin binek ile birlikte çıktı. Bu
bineklerin bini beyaz katır olup üzerlerinde kırmızı kadifeler vardı. İbn
Cüreyc dedi ki: Kendisi üzerinde arguvan bulunan beyaz bir katır üzerinde
çıkmıştı. Beraberinde de yine kırmızı elbiseler giyinmiş ve beyaz katırlar
üzerinde üçyüz cariye vardı, İbn Zeyd dedi ki: Üzerlerinde aspurlu elbiseler
bulunan yetmişbın kişi İle birlikte çıktı, el-Kelbî dedi ki: O yüce Allah'ın
Musa'ya cennetten İndirmiş oidıığu yeşil bir elbiseyi giyinerek çıkmıştı.
Karun bu elbiseyi Musa (a.s)'dan çalmıştı. Cabir b. Abdullah (r.a) dedi ki:
Onun ziyneti kırmız idi.
Derim ki: Kırmız
arguvan gibi kırmızı bir boyadır. Arguvan da sözlükte kırmızı boya demektir.
Bunu da el-Kuşeyrî zikretmiştir.
"Dünya hayatını
İsteyenler dediler ki: Keşke Karun'a verilen gibi bize de verilseydi. Gerçekten
de o büyük bir nasib sahibidir." Ona dünyadan çok büyük bir pay
verilmiştir.
Şöyle denilmiştir: Bu
sözler o dönemin mü'mirilerinin sözleridir. Onlar dünyayı arzulayarak serveti
gibi mala sahip olmayı temenni etmişlerdi. Bir diğer görüşe göre bu, âhirete
iman etmeyen, âhireti de arzulamayan kâfir olan bir topluluğun sözüdür.
"Kendilerine ilim
verilenler ise" ki bunlar İsrailoğullannın hahamları idiler. Onun yerinde
olmayı temenni eden kimselere "dediler kîs Vah sîze! îman edip salih amel
işleyenler için Allah'ın sevabı" yani cennet "daha hayırlıdır. Ona
da ancak sabredenler kavuşturulur." Yani salih ameller ancak onlara
verilir yahutta âhirette cennet ancak Allah'a itaat üzere sabredenlere verilir.
Burada; "O" (tekil dişi) zamirinin kullanılabilmesi yüce Allah'ın;
"Allah'ın sevabı" buyruğu ile âhiretin kastedilmiş olmasındandır.[106]
81. Sonra
Biz, onu da evini de yere geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek bir
topluluğu yoktu. Kendisi de yardım edebileceklerden olmadı.
82. Dün onun yerinde olmayı temenni edenler,
sabah şöyle diyorlardı: "Vay, demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı
genişletir ve daraltır! Eğer Allah bize lütfetmeseydi, bizi de elbette yere
geçirirdi. Vay, demek ki kâfirler ıslah olmazlar!"
"Sonra Biz, onu
da, evini de yere geçirdik" buyruğu ile ilgili olarak Mu-katil dedi ki:
Musa yere emredip de, yer onu yutunca İsrailoğullan: Musa'nın onu helak etmesi,
malına mirasçı olması içindir, dediler. Çünkü Karun onun amcasının oğlu idi.
Bunun üzerine yüce Allah Karun'u, evini, bütün mallarını da üç gün sonra yerin
dibine geçirdi. Yüce Allah, Musa'ya şunu vahyet-ti: Ben, senden sonra yeryüzüne
kimseye itaat etmesi emrini ebediyyen bir daha vermeyeceğim.
"Yer, yerin
dibine geçti, geçer, yerin dibine geçmek" denilir. Yerin içinde gitti,
kayboldu demektir, "Allah onu yerin dibine geçirdi" denilir. Yani
onun içinde kayboldu. Yüce Allah'ın: "Biz onu da, evini de yere
geçirdik" buyruğu da bu şekilde kullanılmıştır. "O yerin dibine
geçti" denildiği gibi, "yerin dibine geçirildi" de denilir. "Ay
tutulması" demektir. Sa'leb dedi ki; "Güneş tutuldu"; Ay
tutuldu" demektir. En güzel söyleyiş ve kullanım budur.
"Noksanlık" demektir, mesela; "Filan kişi noksanlığa razı
oldu" denilir.
"Allah'a karşı
ona yardım edecek bir topluluğu" bir cemaati, bir takım kimseleri
"yoktu. Kendisi de yardım edilebileceklerden olmadı." Onun başına
inen yerin dibine geçmek azabına karşı kendisini koruyabilenlerden olmadı.
Rivayet edildiğine göre Karun her gün bir adam boyu yerin dibine geçmektedir.
Nihayet yerin en alt tabakasının dibine ulaşacağında İsrafil Sûr'a üfürmüş
olacaktır. Bu daha önceden geçmişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Dün onun yerinde
olmayı temenni edenler" böyle bir temennide bu lunmaktan ötürü pişman
olmaya başladılar ve sabah olunca şöyle demeye koyuldular: "Vay demek ki
Allah..." buyruğundaki "vay" pişmanlık ifade eden bir edattır.
en-Nehhas dedi ki: Bu hususta yapılmış en güzel açıklama el-Ha-lil, Sibeveyh,
Yunus ve el-Kisaî'nin su açıklamalarıdır: Bunlar ya kendileri uyandılar veya
uyarıldılar. Bunun üzerine: "Vay..." dediler. Pişmanlık duyan, Arapça
konuşan bir kimse pişmanlığı esnasında "Vay" der,
el-Cevherî dedi ki:
Vay, bir teaccüb lafzıdır. Mesela; Vay sana ve vay Abdullah'a" denilir.
Bazen "vay" şeddeli ya da şeddesiz; ın başına gelir ve; "Vay
demek ki Allah..." denilir. el-Halil dedi ki: Burada "vay" ayrı
bir lafızdır, önce "vay" denilir, sonra da yeni bir başlangıç
yapılarak; denilir.
es-Sa'lebî dedi ki:
el-Ferra dedi ki: Bu bir takrir (muhataba) sözü söyletme) ifadesidir. Bir
kimsenin: "Allah'ın san'atını ve İhsanını görmez misin?" demeye
benzer. Onun naklettiğine göre bedevi Arap bir kadın kocasına: "Nerde
oğlun vay sana" deyince, kocası da Vay görmüyor musun? o evin
arkasındadır" diye cevap vermiş.
İbn Abbas ve el-Hasen
derler ki: Vay sana!" kelimesi hem ibtîda hem de tahkik ifadesidir. Bunun
(buyruktaki ifadenin) takdiri de şöyledir: Muhakkak Allah rızkı yayar, Bir
görüşe göre bu; " Dikkat et, bunu yapmayacak mısın?" sözlerindeki; uyarma
(tenbih) edatı ile "İmdi" sö-r zündeki gibidir. Şair şöyle demiştir:
"İkisi benden
(kendilerini) boşamamı istedi, çünkü gördüler
malımın azaldığını,
Siz ikiniz bana bu işi
kabul etmeyerek geldiniz, Vay! Demek ki malı olan sevilir. Fakir düşen de bir
zaruret hayatı sürer."
Kutrub dedi ki: Bunun
aslı; Vay sana" şeklindedir. Bunun "lam" harfi düşürüldükten
sonra hitab için gelen "kef" de "vay"a ilave edilmiştir.
Amere dedi ki:
"Andoİ3im nefaime
şifa oldu, hastalığımdan iyileştirdi, Atlıların: Vay sana Anter! İleri atılaana
demeleri."
Ancak en-Nehhas ve
başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle demişlerdir; Böyle bir mana doğru olamaz,
çünkü (bu buyrukta sözü edilen) topluluk kimseye hitab etmiyordu kî ona:
"Vay sana" desinler. Hem böyle olsaydı, o takdirde 'in hemzesinin
esreli olması gerekirdi. "Lam'ın den hazfe-dilmesi de caiz oLmaz.
Kimisi de şöyle demiştir:
İfadenin takdiri: "Vay sana, sen şunu bil ki..." şeklinde olup
"bil" emri takdir edilmiştir. İbnu'l-A'râbî dedi ki: "Vay demek
ki Allah" buyruğu "şunu bil ki" demektir. Anlamının;
"görmedin mi ki Allah..." şeklinde olduğu da söylenmiştir.
el-Kutebî dedi ki:
Bunun anlamı Himyerlilerirt şivesinde; "sana rahmet oi-sun"dur.
el-Kisaî dedi ki: "Vay"da teactüb manası vardır. Yine ondan
"vay"
üzerinde vakıf yaptığı ve bu bir tefeccü'
(karşı karşıya kalınan faciayı dtie getirme) kelimesi olduğunu söylediği
rivayet edilmiştir.
Bu lafzı diye kabul
edip de "kef" üzerinde vakıf yapanların, bu okuyuşlarının anlamı şu
olur: Hayret et! Çünkü yüce Allah rızkı yayar ve yine hayret et, çünkü
kâfirler iflah olmaz. Bu durumda "kef':in isim değil bir hitab harfi
olması gerekir. Çünkü "vay" izafe olarak kullanılan lafızlardan değildir.
Bunun muttasıl (kefe bitişik) olarak yazılması çokça kullanılması dolayısıyla
kendisinden sonraki lafızla aynı şey kabul edilmesinden dolayıdır.
"Eğer Allah
bize" iman ve rahmet ile "lütfetmeseydi" ve bizleri Karun'un
izlemiş olduğu azgınlık ve şımarıklıktan korumamış olsaydı "bizi de
elbette yere geçirirdi."
el-A'meş: "Eğer
Allah bize lütfetmeseydi" anlamındaki buyruğu "Eğer Allah'ın
üzerimizdeki lutfu olmasaydı" şeklinde okumuştur. Hafs da: "Bizi de
elbette yere geçirirdi" anlamındaki buyruğu malum fiil olarak okumuş,
diğerleri ise meçhul fiil olarak okumuşlardır. (Bizde yerin dibine geçirilmiş
olurduk, anlamında.) Ebu Ubeyd'in tercih ettiği okuyuş budur. Abdullah'ın
kıraatinde ise; "Elbette biz de yerin dibine geçirilirdik"
şeklindedir, "Biz götürüldük" demek gibi. el-A'meş ve Talha b.
Musarrif de böyle okumuşlardır.
Ebu Hatim cemaatin
kıraatini şu iki sebeb dolayısıyla tercih etmiştir: Birincisi yüce Allah'ın:
"Sonra Biz onu da, evini de yere geçirdik" buyruğu, ikincisi ise:
"Eğer Allah bize lütfetmeseydi" buyruğudur. O halde burada "bizi
de elbette yere geçirirdi" fiilînin, ona en yakın ismin yüce Allah'ın adı
olması dolayısıyla Allah'a izafe edilmesi en uygunudur.
"Vay demek ki
kâfirler" Allah nezdinde "iflah olmazlar."
[107]
83. İşte âhiret
yurdu) Biz onu yeryüzünde üstünlük sağlamak ve bozgunculuk yapmak
istemeyenlere veririz. (Güzel) akıbet İse takva sahiplerinindir.
84. Kim
iyilikle gelirse, onun İçin ondan hayırlısı vardır. Kim de kötülükle gelirse,
kötülükleri işleyenlere ancak yaptıklarının karşılığı verilir.
"İşte âhiret
yurdu!" yani cennet. Yüce Allah'ın böyle buyurması cenneti ta'zim ve
şanının büyüklüğünü ifade etmek içindir. Yani işte orası, senin anılışını
işittiğin ve vasıflan sana ulaşmış olan yurttur.
"Biz onu yeryüzünde
üstünlük sağlamak" imana ve mü'minlere karşı üstünlük ve büyüklük
taslamak "ve bozgunculuk yapmak" masiyetierle amel etmek
"istemeyenlere veririz."
Bozgunculuğun,
masiyetierle amel şeklindeki açıklaması İbn Cüreyc ve Mukatil'e aittir. İkrime
İie Müslim el-Batîn İse fesad, haksız yere malı almaktır demişlerdir. el-Kelbî
dedi ki: Fesad, Allah'tan başkasına ibadete davet etmektir. Yahya b. SelJam
ise peygamberleri ve mü'minleri öldürmektir, demiştir,
"Güzel (akıbet)
ise takva sahipierlnindir." ed-Dahhak: Cennet diye açıklamıştır. Ebu
Muaviye de şöyle demiştir; Üstünlük sağlamak istemeyen kişi, dünyanın
zilletinden korkmayan, dünya gücünde de başkalarıyla yarışmayan kimsedir.
Allah nezdinde insanların en üstünü en çok mütevazi olanlarıdır ve yarın en güçlü
ve aziz olacakları da bugün alçak gönüllülüğe en çok bağlı olan kimsedir.
Süfyan b. Uyeyne,
İsmail b. Ebi Halid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ali b. el-Huseyn
bineğinin üzerinde giderken, ekmek parçalarını yiyen yoksulların yanından
geçti. Onlara selam verdi, onlar da kendileriyle yemek yemeye onu davet
ettiler, O da şu: "İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde üstünlük
sağlamak ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere veririz." âyetini okudu.
Sonra bineğinden inip onlarla beraber yedi ve: Ben sizin davetinizi kabul
ettim, siz de benim davetimi kabul ediniz deyip onları evine götürdü. Onlara
yemek yedirdi, onlara giyecek verdi ve gönderdi. Bunu Ebu Kasım et-Taberanî
Süleyman b. Ahmed rivayet etti ve dedi ki: Bize Abdullah b. Ahmed b. Hanbel
anlattı, dedi ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı,
deyip hadisi zikretti.
"Âhiret
yurdu" lafzının hem sevabı, hem de ikabı (cezayı) kapsadığı da
söylenmiştir. Yani, bu âhiret yurdundan ancak takva sahibi olanlar istifade
edebilir. Takvalı olmayanlara gelince, âhiret yurdu onların iyiliğine değii, zararlarına
olacaktır. Çünkü böyle kimselere âhiret fayda sağlamayacak, zarar verecektir.
"Kim iyilikle
gelirse, onun için ondan hayırlısı vardır." Bu buyruğa dair açıklamalar
daha önceden en-Neml Sûresi'nde (27/89-90. âyetlerin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır. İlerime dedi ki: Lâ ilahe illallah'dan hayırlı hiçbir şey
yoktur. Buyruk; kim lâ ilahe illallah ile gelirse, onun için ondan bir hayır
vardır, demektir.
"Kim de
kötülükle" yani şirk ile "gelirse, kötülükleri işleyenlere ancak
yaptıklarının karşılığı verilir." Yani ameline uygun ceza ile
cezalandırılır.
[108]
85- Sana
Koranı farz kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir. De
ki: "Rabbİm, hidayette geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha İyi
bilir."
86. Seri bu
Kitabın sana verileceği ümidinde değildin. Ancak Rab-bİnden bir rahmet
olarak... O halde sen asla kâfirlere yardımcı olma.
87. Allah'ın
âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Ve Rabbine
davet et, asla müşriklerden olma!
88. Allah
İle birlikte başka bir İlâha dua (ve ibadet) etme! O'ndan başka hiçbir ilâh
yoktur. O'nun vechinden başka herşey helak olacaktır. Hüküm yalnız O'nundur ve
yalnız O'na döndürüleceksiniz.
"Sana Kur'ân'ı farz
kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir." buyruğu
ile yüce Allah bu sûreyi, Peygamberi Muhammed (sav)'a,
düşmanlarını kahretmiş olarak tekrar onu Mekke'ye geri
döndüreceği müjdesi ile bitirmektedir. Bu buyrukla ona cennetlik olduğu
müjdesi verilmek-tedrir, diye de söylenmiştir. Ancak birinci görüşü kabul
edenler daha çoktur. Bu Cabir b. Abdullah, İbn Abbas, Mücahid ve başkalarının
görüşüdür.
el-Kutebî dedi ki:
Kişinin "dönüş yeri" onun beldesidir. Çünkü kişi oradan ayrılır, sonra
tekrar geri döner.
Mukatil dedi ki:
Peygamber (sav) takib edilir korkusuyla mağaradan geceleyin Medine'ye muhacir
olarak ve Medine'ye giden yoldan başka bir yolu izleyerek çıktı. Medine'ye
giden yola dönüp de el-Cuhfe'ye ulaşınca Mekke'ye giden yolu tanıdı, ona özlem
duydu. Bunun üzerine Cebrai] ona dedi ki; Muhakkak Allah: "Sana Kur'ân'ı
farz kılan, elbette seni bir dönüş yerine geri çeviricidir" diye
buyuruyor. Mekke'ye -ona karşı üstünlük sağlamış olarak- seni geri
çeviricidir, demektir.
İbn Abbas dedi ki: Bu
âyet-i kerime el-Cuhre'de inmiştir. Ne Mekkj'dir, ne de Medeni.
Said b. Cübeyr de İbn
Abbas'tan: "Bir dönüş yeri"nden kasıt ölümdür, dediğini rivayet
etmektedir.
Yine Mücahid'den,
İkrime, ez-Zührî ve el-Hasen'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Bu,
şüphesiz seni kıyamet gününe döndürecektir, demektir. ez-Zeccac'ın tercih
ettiği açıklama da budur. Mesela; "Benim ile senin aranda (hüküm) dönüş
yerinde (mead'de) verilsin" denilir ki kıyamet günü verilsin demektir.
Çünkü insanlar o günde canlı olarak döneceklerdir.
"Farz kılan"
İndiren anlamındadır. Yine Mücahid'den, Ebu Malik ve Ebu Salih'ten "dönüş
yerine" buyruğunun cennete diye açıkladıkları nakledilmiştir. Bu aynı
zamanda Ebu Said el-Hudrî ve yine İbn Abbas'ın da görüşüdür. Çünkü Peygamber
(sav) İsra gecesi cennete girmişti.
Çünkü babası Adem de
oradan çıkartılmıştı diye de açıklanmıştır.
"De ki: Rabbim
hidayetle geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha iyi bilir." Yani Mekke
kâfirleri sana: Şüphesiz ki sen apaçık bir sapıklıktasın diyecek olurlarsa,
sen de onlara; "Rabbnn hidayetle geleni ve apaçık sapıklıkta olanı daha
iyi bilir." O ben miyim yoksa siz misiniz? de.
"Sen bu Kitabın
sana verileceği ümidinde değildin." Bizim seni bütün insanlara bir
peygamber olarak göndereceğimizi, üzerine Kur'ân-ı Kerîm'i indireceğimizi
bilmiyordun, "Ancak Rabbindenbİr rahmet olarak..." ei-Kİsaî dedi ki:
Bu istisna munkatı' bir isüsnâ olup lâkin (Rabbinden bir rahmet olarak sana
indirildi) demektir.
"O halde sen asla
kâfirlere yardımcı" destek ve arka çıkan "olma!" Bu buyruk bu
sûrede daha önce de geçmiş bulunmaktadır,
"Allah'ın
âyetleri sana indirildikten sonra seni sakın onlardan alıkoymasınlar."
Kasıt onların sözleri, yalanları ve eziyetleridir. Sen bunlara iltifat
[109] etme, sen işine bak, emrotunduğunu yerine
getir.
Ya'kub "Seni
sakın alıkoymasınlar" anlamındaki buyruğun fiilini; ('iti' ,'aI) şeklinde
"nûn" harfini sükûn ile okumuştur. Bu fiil; diye den müzari fiil
olarak da okunmuştur. Bu da; onu alıkoydu, an-lamındadtr/1^ Bu Kelb oğullarının
bir şivesidir. Şair de şöyle demektedir:
"Onlar öyle
kimselerdir ki başkalarını kendilerine (ilişmekten)
kılıçla
engellemişlerdir, Susamış hayvanların burunlarının su kanallarından
alıkonulduğu gibi."
"Ve Rabbine"
tevhide "davet et!" Bu buyruk savaşmamayı ve ateşkesi ihtiva eder.
Bütün bunlar (cihadı emreden) kılıç âyeti ile neshediimıştir. Bu âyetin nüzul
sebebi ise Kureyşl İlerin Rasûiullah (sav)'ı kendi putlarını ta'zim etmeye
davet etmesidir. İşte o sırada şeytan daha önceden (el-Hac, 22/52. âyetin
tefsirinde) geçtiği üzere Garanik ile ilgili sözleri katmaya çalışmıştı.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Allah İle
birlikte başka bir ilâha dua etme!" Onunla birlikte başkasına ibadet etme!
Çünkü "O'ndan başka hiçbir İlâh yoktur." Bu buyruk, O'nun dışındaki
her türlü ma'budun nefyedildiğint ve yalnızca yüce Allah'a ibadetin sabit
olduğunu ihtiva etmektedir.
"O'nun Vechi'nden
başka herşey helak olacaktır." Mücahid dedi ki; Vec-h'inden başka; O'ndan
başka anlamındadır, es-Sadık; dininden başka, diye açıklamıştır. Ebu't-Aliye ve
Süfyan da şöyle demişlerdir: Kendisi ile yalnızca O'nun Vechi dilenen
şeyler... (kalıcıdır) demektir. Yani sadece O'na yakınlaşmak maksadı ile
yapılan ameller kalıcıdır. Şair der ki:
"Sayamadığım
kadar çok günahtan dolayı mağfiret dilerim Allah'tan, O, ki kulların Rabbidir,
yalnız O'nun Vechi (ona yakın olmak) kasdedilir ve
amel yalnız
O'nadır."
Muhainmed b. Yezid
dedi ki: Bana es-Sevrî anlattı, dedi ki: Ben Ebu Ubey-de'ye yüce Allah'ın:
"O'nun Vech'inden başka herşey helak olacaktır"
buyruğu hakkında
sordum da: Onun yüce zatı demektir, dedi. Mesela; "Filanın insanlar
arasında bir vechi vardır" derken, bir makamı vardır, demektir.
Dünyada da, âhirette
de "hüküm yalnız O'nundur ve yalnız O'na döndürüleceksiniz."
ez-Zeccac dedi ki:
"Onun vechi" müstesna olarak nasbedilmiştir. Eğer Kur'ân'dan başka
bir yerde olsaydı, merfu olarak okunacaktı ve anlamı şöyle olurdu: O'nun Vechi
dışındaki herşey helak olucudur. Şairin şu beyitin-de olduğu gibi:
"Herbir
kardeşinden kardeşi ayrılır,
Yemin olsun ki el-Ferkadân
(diye bilinen iki yaldız) dışında."
Yani el-Ferkadân
dışında herbir kardeş, kardeşinden ayrılır,
"Yalnız O'na
döndürüleceksiniz" yalnız O'na döneceksiniz, anlamındadır.
el-Kasas Sûresi burada
bitmektedir. Hamd yüce Allah'a mahsustur.
[110]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/253.
[2] Burada merhum müfessir, hu fiilin ziyadesin ve başına
hemze ziyadeli halinin aynı anlamı ifade ettiğine işaret ediyor.
[3] Burada merhum mtlfessir bu fiilin harf-i cer gelmeden
mePul almış gibi (lâzımı) bir mana taşıdığına işaret etmektedir.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/253-257.
[5] İbn Kesir, Tefsir, Mİ, 149.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/257-263.
[7] El-Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, IX, 218: senedi münkatı
ve ravileri arasında zayıf kişi bulunduğu kaydıyla
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/263-269.
[9] Müslim, II- 670; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, V,
288, 289.
[10] Müslim, IV, 2229.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/270-274.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/274-276.
[13] ed-Deylemî, el-Firdevs, I, 255.
[14] Benzer bir rivayet: e!-Kudaî, Müsnedu'şŞikâb, I, 315.
[15] "... günah işlemiş olur" yerine: "...İslâm'dan
çıkmış olur1" şeklinde: el-Heyseml, Mecma-uz-Zevaid, IV, 205, ravilerinden
birisinin hal tercemesine rastlanmadığı kaydıyla.
[16] Zorba (Cebbar) lafzına dair kısa bir açıklama tla
bundan sonra 20. ayetin tefsirinde gelecektir.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/276-279.
[18] Darakutnî bu açıklamaları el-Mu'telifve'l-MuhtelifadU
eserinde zikretmektedir. (İbn Ha-cer, Fethu'l-Bârt, VI, 428
[19] Bu paragrafın daha Önce geçen 19, ayetteki
"cebbar- zorba" lafzına dair bir açıklama olup, bu ayetle bir ilgisi
olmadığı açıktır.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/279-281.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/282-283.
[22] Müslim, I, 218; İbn Hibban, es-Sahih, III, 321, XVI,
224.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/283-286.
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/286.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/286-287.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/287-288.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/288.
[28] Bukarl, V, 1972, 1973, 1975; Ebû Dâvud, II, 236;
Nesal, II, 113, 123,
[29] Buharı, V, 1471, V, 1971, 1976,
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/288-289.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/289.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/289.
[32] et-Tirmizi el Hakîm, Nevâdiru'l-Usül, II, 151.
[33] Merhum İbn Ahcli'1-Herr bununla: Peygamber
Efendiıniz'in "... bir de nefsini Peygam-ber'e hibe eden (bağışlayan)
kadını... diğer müminler bir yana yalnız sana has nlmak üzere helal
kıldık" (el-Ahzâb, 33/50) ayet-i kerimesinde dile getirilen hususiyetine
işaret etmektedir.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/289-290.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/290.
[36] Kuraya kadar: Hakim, el-Miistedrek, II, 442; İbn
Ahbas'tan
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/291.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/291.
[39] Hk. Müslim, II, 1040, 1041.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/292-293.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/293.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/293-294.
[43] Buharl, K. Icare, 6. hah.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/294.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/295.
[46] Buhârî, K. Vekale, 4. bah.
[47] Buhârî, II, 808, V, 2096; Müsned, II, 12, 76, 80.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/295-296.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/296.
[50] İbn Mâce, II, 917; Ahmed b. Amr eş-Şeybânî, el-Âkâd
ve'l-Mesânl, IH, 65.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/296-298.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/298.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/298.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/299
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/299
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/300-301.
[57] Bukari, II, 545, 801, H47, 980.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/301.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/301.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/301-302.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/302.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/302-303.
[62] Müslim, IV, 2239; Müsned, II, 417.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/303-305.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/305306.
[65] Bundan sonra merhum Kurtııbî beyitte geçen bazı
kelimelerin izahına dair bir satırlık bir açıklamada bulunmaktadır. Bu açıklama
beyitin tercümesinde yer aldığı için ayrıca tercüme edilmeye gerek
görülmemiştir.
[66] Güç manası verilen kelimenin asıl anlamı aslında pazu
demek olup, mecazi anlamı güçtür.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/306-312.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/312-316.
[69] el-Hakim, el-Müstedrek,
II, 442.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/316-317.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/317-318.
[72] İbn Kesir, Tefsir, III, 392, Taherî'den naklen.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/319-320.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/320-322.
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/323-325.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/325326.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
13/326-327.
[78] Buharl, 1, 48,
III,
1096,
V, 1995; Müslim,
I, 134; Nesai, VI, 115; Müsned,
IV,
405.
[79] Buharı, III, 1096, V, 1995.
[80] Müslim,
III,
1284; Mümtd, III,
330, 402.
[81] Müslim,
III,
1284.
[82] Müslim, 111, 12K5; Müsned,
II,
390.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/327-328.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/328.
[84] Tirmiz'ı,
IV,
33.
[85] TaherânI, el-Mu'cemu'l-Eusat. IV, 126;
el-Mu'cemu'l-Kebir, XX, 145; Beyhaki, Şu'abıı'l-îman, VI, 244.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/328-329.
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/329.
[88] Buharı, Tefsir 28 sûre 1; Müslim, İman, 42; Tirmizi,
Tefsir, 2H. sûre.
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/330.
[90] Bu buyrukta da "kavminden" anlamındaki
lafızdan önce "min: ...den, dan" harf-i cer-ri hazf edilmiştir. O
bakımdan fiil, hu harf olmadan mefııl almış (geçiş yapmış) olmaktadır.
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
13/330-333.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/333-336.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/336-338.
[94] e.-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 16. Kavileri güvenilir
(sika) olmakla birlikte bazıları r.akkıncia görüş ayrılıkları bulunduğu
kaydıyla.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/338-341.
[96] Buharı, t, 391, V, 2345, VI, 2690; Tirmizî, II, 345;
Ebu Dâvud, II, 89; Nesai, VI, 80;İbn Mâce, I, 440; Müsned, III, 344.
[97] Tirmizî, V, 535-
[98] el-Muttakî, Kenzu'l-Umm&l, V, no: 21539-
(Dâru'l-Hadîs baskısı)
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/341-343.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/343-344.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/345-346.
[102] Buhart, V, 2181; Tirmizi, IV, 223; Ebû Dâvûd, IV, 59;
İbn Mâce, II, 1181, 1182; Müs-ned, II, 42, 55, 60...
[103] Müslim, I, 37, 39, 40; Buharı,
IV,
1793; Tirmizî,
V, 6; Ebu Dâvûd,
IV,
223;
İbn Mâce, I, 24, 25; Müsned, I, 27, 51, 52, 319,
II,
107, 426,
IV,
129,
164.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/346-354.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/355-356.
[106] Yani âhiret müenneslik alameti taşıyan bir kelime olduğundan
dolayı ona raci olan Zamirin de müennes gelmesi uygundur.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/356-358.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/358361.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/361-363.
[109] Kıraatteki şekliyle seni alıkoymasınlar sakın demek
olur.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/363-366.