(52.) ayetinden (55.) ayetine kadar olan kısım
hariç, bütün sûre Mekkî'dir. Sadece (85.) ayetinin Medeni olduğu
da söylenmiştir. Sûre, 87 veya 88 ayettir.
Ta, Stn, Mîm. Bunlar,
apaçık bildiren kitabın ayetleridir. Musa İle Firavun haberinden bir
kısmını, iman edecek bir zümre için, hak olarak sana okuyacağız.
Hakikat, Firavun yeryüzünde büyüklük taslamaya kalktı, ora ahalisini
fırkalar haline getirdi. Onlardan bir zümreyi zaafa uğratıyor, bunların oğullarını
boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o fesatçılardandı. Biz ise diliyoruz
ki o yerde zaafa uğratılanlara lütfedelim. Onları önderler îpalım.
Onları, vârislerden kılalım. Onlara orada kudret verelim. Firavun'a, H&mân'a ve
bunların ordularına da gocunmakta oldukları şeyi gösterelim" {Kasas, 1-6).
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'tn ifadesi, diğer sûrenin başındaki, hurûf-ı mükattaalar gibi olup, bu
husustaki sözümüz daha önce geçmiştir. Bu ayetteki tllke ism-i İşareti, chj
sûrenin ayetlerine işarettir. Buradaki
"kitabb-ı mübin" sözüyle, ya Levh-i Mahfuz, yahut da Allah
Teâlâ'nın Hz. Muhammed (s.a.s)'e İndireceğini kastettiği kitap kastedilmiştir.
Böylece Cenâb-ı Hak, bu sûrenin ayetlerinin, o kitabın ayetleri olduğunu beyan
etmiş oldu. Allah, bu kitabı, ya kendisinde helâl-haram beyan edildiği için;
ya, fesahatiyle onun, kulların kelâmı değil, Allah'ın kelâmı olduğu; yahut Hz.
Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetinin doğruluğu; yahut evvelkilerin ve sonrakilerin
haberleri, veyahut da sapıkların şüphelerinden nasıl kurtulunacağı beyan
edildiği için "mübîn" diye vasfetmiştir.[1]
lsi "Sana okuyacağız..." ayetine
gelince, bu, "Cebrail (a.s)'in lisanıyla okuyoruz..." demektir. Çünkü
Hz. Muhammed (s.a.s) kendisine gelen vahiyleri ezberleyinceye kadar, Cebrail
(a.s) ona okuyordu. Cenâb-ı Hakk'ın
"Musa ile Firavun
haberinden bir kısmım ... hak olarak..." "... okuyacağız"
fiilinin mef'ulü olup, "Biz, sana, o ikisinin, yani Musa (a.s) ile
Firavunun haberlerini hak (gerçeğe uygun) olarak okuyacağız" demektir. Bu
Cenâb-ı Hakk'ın, "Yağı bitiriyor... "(Mo-minûn, 20) ayeti gibi olup,
orada olduğu gibi,burada da bft harf-i cerri aslî unsur olmayıp tezyîn için
kullanılmıştır.
Ayet-i kerimedeki
"iman edecek bir zümre için.' ifadesiyle ilgili
olarak şu iki açıklama
yapılmıştır:
1) Allah
Teâlâ bu tabirle iman etmeyenleri de kastetmiştir. Ancak ne var ki, kabul edip
yararlananlar iman edenler olduğu için,hassaten mü'minlerden bahsetmiştir. Bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Müttakiler için bir hidâyet
rehberi"pakın. ifadesi gibidir.
[2]
2) Şu mâna
da muhtemeldir: Allah Teâlâ, Kur'ân'ı okumadaki salâhın, onların iman etmeleri
olduğunu biliyordu. Böylece O'nun, o salâhı iman etmeyenler İçin dilemiş olması
da, (teb1) kabilinden olur, yani bunun peşinden gelen talî bir şey olur.
[3]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hakikat, Firavun o yerde büyüklük taslamaya kalktı..." ifadesine
gelince, bu ayetteki Firavun kelimesi, fa'nın dammesi ile Firavun ve Furavn
şeklinde okunmuştur, ama kesreti (Firavun) okunması daha yerinde olup, bu tıpkı
el-Kustâs ve el-Kıstâs kelimeleri gibidir. "At kelimesi, "tekebbür
etti, zorba oldu, büyüklük tasladı ve azdı" anlamlarına gelip, bununla, o
kralın kuvvet ve kudreti kastedilmiştir. "Yerde büyüklük taslamak"
ise, "idare ettiği beldede böyle oldu, dünyanın her tarafında
değil..." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu saltanatın bir yönünü,
"ora ahalîsini fırkalar haline getirdi..." beyanı ile açıkladı. Bu
ya, " Firavun, idare ettiği memleketlerin halkını, istediği şeyde, kendisine
yardım eden ve itaatta bulunan; içlerinden hiçbirisinin kendisine muhalefet
edemeyeceği gruplar haline getirdi" demektir, yahut, "Kendisine
hizmet hususunda, onları birbirleriyle yardımlaşır hale getirdi"; yahut
da, "Onları, kendisine hizmet hususunda, daha fazla itaatkâr olsunlar
diye, aralarında düşmanlığı kışkırttığı değişik değişik sınıflara, gruplara
böldü" demektir. Veyahut da, bununla kastedilen, Cenab-ı Hakk'ın
"Onlardan bir zümreyi zaafa uğratıyor, yani kendisine hizmet ettiriyor,
bunîann oğullarım boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu..." buyruğu ile
tefsir ettiği şeydir ki, işte ayetteki kelimesiyle kastedilen de budur. Onlardan
zaafa uğratılan o zümre, İsrailoğullarıdır.
[4]
Onların oğullarının
kesilme sebebi hususunda da, şu izahlar yapılmıştır:
1) Bir
kâhin, Firavuna, "tsrailoğulları arasında, falanca gecede doğacak bir
çocuk sebebiyle, senin mülkün ve devletin yok olup gidecektir" demiş, o
belirtilen gecede de oniki erkek çocuk doğmuş, Firavun ise onları öldürtmüştür.
Müfessirlerin ekserisine göre, bu işkence, İsrailoğullan arasında uzun seneler
devam etmiştir. Vehb şöyle demektedir: "Kıptîler, Hz. Musa (a.s)'yı
bulabilmek için, İsrailoğullarından doksanbin kişiyi öldürdü." İşte bundan
dolayı bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Bu, - âdisede, Flravun'un ahmak
olduğuna bir delil yatmaktadır. Çünkü, kâhin eğer doğru söylüyorsa, yapılacak
olan öldürmeler, olacak olan şeyin önüne geçemeyecek. Eğer yalan söylüyorsa, bu
öldürmenin ne manası kalır? Bu soru, ilm-i nücûmdan elde edilen,
"İlmü'l-ahkâm"ın geçersizliği hususunda da bazen ileri sürülür. Bunun
bir benzeri de, teklifin olmadığını söyleyenlerin şu şekildeki sözleridir:
"Eğer, meselâ Zeyd; Allah'ın ilmine ve kazasına göre "saîd"
kullardan ise, onun itaatta bulunmasına perek yok. Yok eğer, "şakî"
(bedbaht) kimselerden ise, onun taatte bulunmasının faydası yoktur. Hem bu
soru, şayet doğru olsaydı, o zaman rüya tabîri (yorum) ilmi ve faydaları
geçersiz olurdu. Bir de, müneccimlerin cevabı şöyledir: "Yıldızlar,
Sürülmemesi halinde, şöyle söyle olacak bir çocuğun doğumuna işaret
etmiştir". 3öyte olması halinde, onu öldürmeye çaba sarfetmek, boş şeyle
iştigal olmaz."
Bil ki bu son izah
tutarsızdır; çünkü böylesi bir haberin o kâhine isnat edilmesi, 2 kâhinin,
gayb'dan tafsilatlı bir biçimde haber verdiğini kabullenme olur. Binâenaleyh,
şayet biz bunun olabileceğini söylesek, gaybdan haber verme işinin,
peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmeleri bâtıl olmuş olur ki, bu
müslümanların icmâı ile bâtıl ve geçersiz bir husustur.
2) Süddî'ye
göre Firavun, rüyasında, Beyt-i Makdis yönünden, bir ateşin geldiğini; Mısır
diyarını da içine aldığını, derken İsrailoğullannı değil de, Kıptileri yakıp
kül ettiğini jörmüş... Böylece de, rüyasını tabircilere sormuş, onlar da,
İsrailoğullannın geldiği deden ve onlann içinden, Mısır'ın helakine sebep
olacak olan bir adamın açacağını söylemişler... Bunun üzerine de, Firavun,
İsrailoğullannın erkeklerinin îndürülmesini emretmiştir.
3) Hz. Musa
(a.s)'dan önce gelen peygamberler, H*. Musa (a.s)'nın peygamber olacağı
müjdesini vermişler. Firavun da bunu duymuş. İşte bundan dolayı Firavun, İsrailoğullarmın
erkek çocuklarını kati ettirmiştir. Bu izah, kabule daha uygundur.
Keşşaf sahibi şöyle
der: ifadesi, ya ifadesindeki zamirden haldir, ya kelimesinin sıfatıdır,
veyahut da müste'nef bir kelâmdır. kelimesi de, kelimesinden bedeldir.
[5]
Ayet-i kerimedeki "Çünkü
o fesatçılardandı" cümlesi, bu öldürme işinin sadece bir fesat olup;
Allah'ın kazasını defetme hususunda bir tesirinin bulunmadığını gösterir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Biz ise diliyoruz ki.." ifadesi, O'nun 'Takat, Firavun yeryüzünde
büyüklük taslamaya kalktı..." ifadesine atfedilmiş bir cümledir. Çünkü bu
da, Hz. Musa (a.s) ile Flravun'un o önemli haberlerini tefsir etme ve anlatma
hususunda, o ayetin bir benzeridir. Ancak ne var ki, mırfdu lafzı, muzari
olması itibarı ile her ne kadar, gelecek İfade ediyorsa da, bununla mazinin
hikayesi kastedilmiştir. Bunun, J*V.j kelimesinden hâl olması da mümkündür.
Buna göre mana, "Biz, onlara lütfetmeyi dilediğimiz halde, Firavun onları
istihdam etmek ve zaafa uğratmak istemiştir" şeklinde olur.
İmdi eğer,
"Allah'ın onlara lütfetmeyi irade etmesiyle, Flravun'un onları köle olarak
kullanması hâdisesi, nasıl bir arada düşünülebilir? Çünkü Altah bir şeyi irade
ettiğinde, o hemen oluverir ve onun olması, başka bir vakte kalmaz..."
denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, onların Flravun'un elinden
kuıiulmalarıyla ilgili lütfunun meydana gelme zamanı yakın olduğu için, bu
lütfün meydana gelişini dilemek, sanki, onların zaafa uğratılmak istenilmesine
mukarin (bitişik) kılınmıştır (İkisinin zamanı aynı kabul edilmiştir).
[6]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onları önderler yapalım..." beyanına gelince, bu, "Onları,
gerek dinî, gerekse dünyevî hususlarda (kendi zamanlarının) Öncüleri
kıldık" demektir. Mücahid bu ifadeye, "onları, hayra çağıranlar yaptık..."
manasını verirken, Katflde, "onları idareciler kıldık" manasını
vermiştir ki, bu ikinci manaya göre bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve sizi, krallar
yaptık..." ifadesi gibi olmuş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın "Onları, varisler kılalım..."
ifadesine gelince. bu, "Flravun'un idaresine, yerine, sahip olduğu şeylere
varisler kılalım..." demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlara orada kudret verelim..." buyruğuna gelince, bil ki:
Arapça'da, birisi birisine, üzerinde oturacağı, ayak basacağı bir yer hazırlayıp onu
oraya yerleştirdiğinde, denilir. Bunun bir benzeri de, ü J>Jî tabiridir.
Onlara o yerde -ki bu, Mısır ve Şam beldeleridir, imkân ve kudret vermesi
anlamı, onların emirlerini geçerli ve nüfuzlu kılmak, el ve ayaklarını çözüp
hürriyete kavuşturmaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Firavun'a, Hâmân'a ve bunların ordularına da, gocunmakta oldukları şeyi
gösterelim..." beyanına gelince, bu cümlenin başındaki kelimesi yuriye şeklinde de okunmuştur ki,
buna göre mana, "Bunlara, İsraitoğullan arasında doğacak olan o çocuk
vasıtasıyla mülklerinin ellerinden çıkmasına ve yok olup gitmesine dair o şeyi
göstermek için..." şeklinde otur.
[7]
"Musa'nın
anasına, "Onu emzir, onun hakkında endişe edersen, kendisini denize bırak,
korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem onu
peygamberlerden biri yapacağız" diye vahyetük. Firavun'un
ailesi de akıbette kendilerine düşman ve başlarına dert olsun diye onu bulup
aldı. Doğrusu Firavun da, Hâmân da, bunların orduları da suçlulardı.
Firavun'un karısı dedi ki: "Benim için de, senin için de bir göz
aydınlığı... Onu
öldürmeyin. Olur ki bize faydası dokunur, yahut onu bir evlat
ediniriz." Halbuki onlar (işin) farkında değillerdi'.' (Kasas. 7-9).
[8]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Biz ise diliyoruz ki, o yerde zaafa uğratılanlara lütfedelim "
Duyurunca bu konudaki nimetlerin ilkinî "Musa'nın anasına ...
vahyettik" rfadesiyle zikretmiştir ki, burada bahsedilen, "vahy"
ile ilgili açıklamayı biz, Tâhâ Suresi'ndeki, "Andolsun ki biz sana diğer
bir zamanda, anana vahyolunacak şeyi iham ettiğimiz vakit de
lütfetmiştik..." p-âha, 37-38) ayetlerinin tefsirinde yapmıştık.
Cenâb-ı Hakk'ın
"onu emzir" ifadesi, Hz. Musa (a.s)'nın annesinin, Hz. Musa (a.s)'yı
emzirdiğine delâlet eder gibidir. Fakat, Kur'an'ın metninde, emzirmenin sının,
kesin bir şekilde yer almamaktadır. "Komşularının, onun farkına
varmalarından, ağlarlarken onun sesini duymalarından endişelendiğinde ise, onu
denize bırak..." Ibn Cüreyrc şöyle der: "Denize atma işi, doğumundan
dört ay sonra olmuştur. Çünkü Hz. Musa (a.s) ağlayınca denize atılmıştır.
Buradaki ysmm kelimesiyle Nil kastedilmektedir."
Cenâb-ı Hak,
"korkma, kederlenme" buyurmuştur. el-Havfu, ilerde meydana gelmesi
beklenilen nahoş bir şeyden dolayı meydana gelen keder. hüzün ise, geçmişte
meydana gelmiş olan nahoş bir şeyden dolayı insanı saran bir kederdir. Buna
göre sanki, "Onun helak olacağından korkma; senden ayrıldığı için de
mahzun olma. Çünkü biz onu emzirenlerden olasın diye, biz yine sana göndereceğiz
ve onu, Mısırlı ve Şamlılara gönderilmiş olan bir peygamber yapacağız..."
Onun, denize (Nil'e) atılma hadisesi, Tâhâ Sûresi'nde geçmişti.
[9]
İbn Abbas (r.a) şöyle
der: "Hz. Musa (a.s)'nın annesinin doğumu yaklaşınca, Firavun'un hamile
kadınları kontrol ile görevlendirdiği ebelerden bir ebe de, Musa (a.s)'nın
annesi için görevlendirilmişti. Hz. Musa (a.s)'nın annesi, doğum sancılarının
başladığını hissedince, o ebeye haber saldı ve ona, "Başıma gelecek şeyler
geldi. Senin beni sevmen, işte bu gün fayda verecek..." dedi, bunun
üzerine ebe oturdu. Musa (a.s) dünyaya gelince, o kadın bir de ne görsün! Musa
(a.s)'nm iki gözü arasında bir nur. İşte bunun üzerine, kadının bütün
mafsalları titremeye başladı ve Hz. Musa (a.s)'nın sevgisi kalbine girdi...
Bunun üzerine ebe, "Ey kadın, aslında ben sana çocuğunu öldürmek için
geldim. Ancak ne var ki, senin şu oğluna karşı, içimde alabildiğine bir sevgi
duydum... Haydi artık oğlunu muhafaza et. Çünkü onu, düşmanlarımız
görebilir..." dedi. Ebe, Hz. Musa (a.s)'nın annesinin yanından ayrılınca,
onu, casuslar gördü. Derken, Hz. Musa (a.s)'nın annesinin yanına girmek için, o
kapının yanına geldiler. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s)'nın kız kardeşi.
"Anneciğim, bekçiler..." diye bağırdı. Bunun üzerine Hz. Musa
(a.s)'nm annesi, onu bir beze sararak, kızgın tandıra attı. O sırada, aklı
başından gitmiş ve ne yapacağım akledememişti.
Derken, bekçiler içeri
girerler; birde ne görsünler, kızgın bir tandır! Musa (a.s)'nın annesinin ise,
rengi değişmemiş ve kendisinde süt meydana gelmemiş olarak gördüler. Bunun
üzerine, "Ebe, yanına niye geldi?" deyince, Musa (a.s)'nın annesi,
"O, benim dostumdur; ziyaret için gelmişti..." cevabını verdi. Bunun
üzerine onlar, onun yanından çıkınca, aklı başına geldi ve Musa (a.s)'nm kız
kardeşine, "Çocuk nerede?" dedi. O da "bilmiyorum" cevabını
verdi. Tam o sırada, tandırda bir ağlama sesi duydu. Hemen o tarafa doğru
koştu. Bir de ne görsün; Allah o ateşi, Hz. Musa (a.s) için bir serinlik ve
esenlik kılmış! Hemen çocuğunu aldı ve bağrına bastı... Daha sonra, Hz.
Musa (a.s)'nın annesi, Firavunun, doğan erkek çocukların peşine düşme
hususundaki ciddiyetini görünce, oğlundan endişe duymaya başladı.
Derken, Allah Teâlâ,
onun kalbine, bir sandık yaptırıp,sonra da o sandığı NH'e bırakması düşüncesini
ilham etti... Bunun üzerine, "Mısırlı bir marangozun yanına gitti. Derken,
ondan bir sandık satın aldı. Bunun üzerine marangoz ona, "Bunu ne
yapacaksın?" deyince de, kadın, "Bir oğlum var, Firavunun tuzağından
endişeleniyorum... Onu bu sandıkta saklayacağım..." dedi. Annesi, bu
haberin yayılacağını düşünemedi. Hz. Musa (a.s)'nın annesi, marangozun yanından
ayrılır ayrılmaz, marangoz, bu haberi cellatlara bildirmek için oradan hemen
ayrıldı. Onların yanına gelince, Allah, marangozun dilini konuşmaz hale getirdi
ve o, eliyle işaret etmeye başladı... Derken, bunun üzerine onlar onu
tartakladılar, dövüp kovdular. Marangoz çalışma yerine dönünce, Allah, konuşma
yeteneğini kendisine yeniden verdi. Bunun üzerine o, bu hadiseyi onlara haber
vermek için yine oraya gitti; onlar da onu, yine dövüp tartakladılar. Yine
yerine dönünce, Allah konuşma yeteneğini ona yeniden verdi. Bunun üzerine o, bu
hâdiseyi bildirmek için yeniden oraya gitti. Onlar onu, aynı şekilde dövdüler
ve tartakladılar. Bu sefer, Allah Teâlâ onun gözünü ve konuşma yeteneğini
alıverdi. Böylece o, Allah Teâlâ'ya, ona, gözünü ve dilini iade etmesi halinde,
onlara bu haberi iletmek üzere gitmeyeceğine dair yalvarmaya başladı. Cenâb-ı
Hak da onun, bu niyazında samimi olduğunu görünce ona görme ve konuşma
yeteneğini yeniden verdi... Derken, Hz. Musa (a.s)'nın annesi gelip, onu o
sandığa koyarak NH'e attı...
Firavunun bir kızı
vardı. Ondan başka da çocuğu yoktu. O çocuğun, günlük olarak, babasına
arzettiği üç derdi vardı. Şöyle ki: O kızda, ileri derecede bir alaca hastalığı
vardı. Firavun da, bu hastalık hususunda, o günün tabib ve sihirbazlarıyla
fikir alışverişinde bulunuyordu. Bunun üzerine onlar, "Ey hükümdar! Bu
kız, bu hastalıktan ancak deniz tarafından insana benzer bir şeyin bulunması; onun
tükrüğünden alınarak, bu alacalı yerlere sürülmesi ile kurtulacak. Bu iş de,
falanca ayda, falanca günde, güneş doğarken gerçekleşecek. O gün olunca,
Firavun, Nil'in kenarındaki meclis binasına geldi. Beraberinde, Asiye Blntl
Müzahlm de bulunuyordu. Derken, Firavun'un kızı, cariyeleri arasında çıkageldi
ve nehrin kenarına oturdu. Tam o sırada Nll, dalgalarının çarptığı bir sandığı
getirdi ve o sandık bir ağaç dalına takıldı. Bunun üzerine Firavun, "onu
bana getirin bakalım" dedi. Herbir taraftan, kayıklara binerek onu almaya
yöneldiler ve onu getirip Firavunun önüne koydular... Sandığın kapısını açmaya
çabaladılar, ama bir türlü açamadılar. Kırmak istediler, ama kıramadılar.
Derken, Asiye sandığa baktı ve sandığın ortasında, ondan başka kimsenin
göremeyeceği bir nur gördü. Bu sefer Asiye işe müdahale etti... Ve sandığı
açtı. Bir de ne görsün, o beşikte küçük bir çocuk! Gözleri arasında da bir
nur...
Böylece Allah, o
çocuğun sevgisini, oradakilerin kalbine atıverdi... Firavunun kızı hemen onun
tükrüğünden almaya yöneldi ve aldı, alacalı yerlerine sürdü ve hemen iyileşti.
Derken o çocuğu bağrına bastı... Bunun üzerine, Firavun kavminin azgınları,
"Biz, bunun, kendisinden sakındığımız; senden korkulduğu için de denize
atıldığını zannettiğiniz o şey olduğunu sanıyoruz..." dediler. Bunun
üzerine Firavun, onu öldürmeye niyetlendi, ama Firavunun karısı, "onu bana
bağışla" dedi ve onu alarak evlat edindi; bunun üzerine de Firavun onu
öldürmekten vazgeçti.
[10]
Cenâb-ı Hakk'ın Bunun
üzerine Firavun'un adamları onu yetik olarak aldılar" ifadesine gelince, (iltikâtun)
kelimesi, bir şeyin peşine düşmeksizin bulunması, tesadüfen bulunması demektir.
Bu ifadedeki J' (Alu) kelimesiyle de Firavun'un cariyeleri kastedilmiştir
Ayetteki kelimesiyle de, Firavun'un cariyeleri
kastedilmiştir. Ayetteki, "İleride kendilerine düşman ve başlarına dert
olsun diye..." ifadesine gelince, meşhur olanı, bu lam ile, âkibet ve
netice manası kastedilmiş olmasıdır. Bu görüşte olanlar, sözlerine devamla
şöyle derler: "Aksi halde, ayetlerdeki, "Benim için de, senin için de
birgöz aydınlığı..."ifadesiyle, "Sana karşı kendimden bir sevgi
bırakmıştım..." ifadesi çelişir. Bu lâm'ın bir benzeri de, Cendb-ı Hakk'ın
Andolsun ki cehennem için yaratmışızdır" (, 179) ifadesiyle, şairin,
"Ölmek için, doğurunuz; yıkılmaz için yapınız" şeklindeki ifadesidir.
Bil ki, bu husustaki
gerçek izah, Keşşaf sahibinin yaptığı şu izahtır: "Buradaki lâm, mecazî
anlamda olmak üzere, lâm-ı ta'lîl'dir. Bu böyledir, zira o şeyin maksat ve
gayesi, o şeyin neticesinin ona varıp dayanmasıdır. Böylece Araplar bu lâm'ı,
teş bîh üslubuyla, o şeyin ilerde varıp dayanacağı o şey, o netice anlamında
kullanmışlardır. Bu tıpkı, arslan kelimesinin, cesur bir kimseye; ahmak
kelimesinin de eşeğe verilmesi gibidir." Hamza ve Kİsât, hâ'nın dammesi ve
zâ'ntn sükûnuyla, hüznen şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları ise, her
ikisinin de fothasıvla hazenen şeklinde okumuşlardır ki, bu İki okuyuş da,
tıpkı su km ve ««kam (hastalık) kelimeleri gibi iki kullanıştır.
[11]
Ayetteki, "Çünkü
Firavun da, Hâmân da, bunların orduları da suçlu idiler..." ifadesine
gelince bununla ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:
a) Hasan
el-Baarî şöyle der: "Buradaki sözü,
(Hatte-hata, günah, suç) manasında olmayıp, tam aksine mana, "Onlar,
onların mülkünü giderecek olanın o olduğunun farkında değillerdir..."
şeklindedir. Müfessirierin ekserisine göre bunun anlamı, "Onlar, üzerinde
bulundukları küfür ve zulümleri konusunda, suçlu İdiler. Derken, Allah Teâlâ,
onları kendi düşmanlarını ve kendilerinin helakine sebep olacak olan kimseyi,
kendi ellerinde büyütmek suretiyle, cezalandırdı..." şeklindedir. Bu
ifade, benzeri olarak, "doğruyu yanlışa kattılar" anlamında,
"Hâtîne" şeklinde de okunmuştur. Allah Teâlâ, hem kendisi hem de
Firavun için göz aydınlığı olsun diye, Firavun'un hanımı Aslye'nin onu
bulduğunu beyân etmiştir.
İbn İshflk ise şöyle
der: "Allah Teâfa Hz. Musa (a.s)'nın sevgisini; Firavunun hanımının
kalbine attı. Çünkü, Hz. Musa (a.s)'mn yüzünde, gören herkesin sevebileceği bir
tatlılık vardı. Bir de, Firavun'un hanımı o sandığı açarken, o nuru görmüştü.
Ayrıca, Firavun'un hanımı, o sandığı açarken, Hz. Musa (a.s)'yı parmağını
emerken bulmuştu. Bir başka husus da, Firavun'un kızının, Hz. Musa (a.s)'mn
tükrüğünü, alacalı yerlerine sürdüğünde iyileşmiş olmasıdır. Firavun'un
hanımının çocuğu olmadığı için, onu sevmiş olduğu da söylenmiştir..." İbn
Abbas şöyle der: "Firavun'un hanımı, "Benim için dedenin için de bir
göz aydınlığı..." deyince Firavun, "Bu, senin için böyle; bana
gelince, benim buna ihtiyacım yok" dedi. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Kendisine yemin olunan Allah'a yemin ederim
ki, şayet Firavun da, hanımı gibi, onun kendisi için bir göz aydınlığı
olacağını ifade etseydi (Allah) hanımını hidayete erdirdiği gibi onu da
hidayete erdirirdi..."
Keşşaf sahibi şöyle
der: ifadesi, mahzûf bir mübtedânın haberi olup, bunun mübtedâ olması;
"onu öldürmeyin..." ifadesinin de haber olması kuvvetli bir tahlil
değildir. Şayet mansûb kılınacak olsa, daha kuvvetli olur. İbn Mes'ûd'un
kıraati, bunun haber oluşunun delilidir. Çünkü o, "i şeklinde okumuştur.
Bunun mübtedâ olması
da, ifadesinin başa alınmasından
dolayıdır. Daha sonra Firavunun hanımına,"Olur ki bize faydası dokunur,
böylece de, onun vesilesiyle bir hayır bulmuş olur. Yahut onu evlat ediniriz.
Çünkü o, evlat edinilebilir" demiştir.
Hak Teâlâ'nın
"Halbuki onlar İşin farkında değillerdi" ifadesine gelince,
müfessirlerin ekserisi, bunun, yeni başlayan bir cümle ofiju$u kanaatindedirler
ve "onlar, kendi helaklerinin, Hz. Musa (a.s) sebebiyle ve onun elinde
olacağının farkında değillerdir" demektir. Bu, Mücahid, Katâde, Dahhâk ve
Mukatil'in görüşüdür. İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bu cümle ile, onların, Hz.
Musa (a.s)'nın işinin nereye varacağının şuurunda olmadıklarını
kastetmiştir" demektedir. Diğer alimler ise, bunun, o kadının sözünün
devamı olan bir cümle olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, "İsrâıloğuiları
ve Mısır halkı, bizim onu bulacağımızın farkında değillerdi" şeklinde
olur. Bu, Kelbî'nin görüşüdür.
[12]
"Musa'nın annesi,
yüreği (evladından başka bir şeyden) bomboş olarak, sabahladı.
Eğer (Allah'ın vaadine) inananlardan olması için, kalbini pekiştirmeseydik,
az kalsın onu açığa vuracaktı. Musa'nın
ktekardeşine dedi
ki "Onun izini
takibet." O da, berikiler farkına varmaksızın, onu uzaktan gözetledi" (Kasas,
10-11),
[13]
Alimler, ayetteki,
ifadesi hakkında şu izahları yapmışlardır:
1) Hasan el-Basrî buna, "Hz. Musa (a.s)'yı
düşünme dışında her türlü düşünceden uzak ve boş" manasını verirken;
2) Ebu
Müslim, "Kalbin fariğ (boş) olması, korku ve heyecanla dolu olup (başka
şeye yer olmaması)" demektir. Bu tıpkı,"Kalblerinin içi ise
bomboş..." (İbrahim, 43) ayeti gibidir" elemiştir.
3) Keşşaf sahibi de buna, "Akıldan
boş" manası vermiştir. Buna göre mana, "Musa (a.s)'nın annesi, Hz.
Musa (a.s)'nm, Firavunun eline düştüğünü duyunca, aşırı sabırsızlık ve korkudan
ötürü aklı uçtu" şeklinde olur.
4) Hasan
el-Basrî ve Muhammed b. İshak, bu tabire, "Onun kalbi, kendisine,
"Kendisini denize bırak, korkma, kederlenme. Çünkü biz onu yine sana geri
döndüreceğiz" (Kasas, i) şeklinde vahyimizi unutmuş olduğu halde..."
manasını vermiştir.
Derken, Hz. Musa
(a.s)'nın annesine şeytan gelerek ona, "Sen, Flravun'un, çocuğunu öldürüp,
böylece de bir ücret almaktan hoşlanmadın ama, kendin onu yok etmiş oldun"
dedi. Hz. Musa (a.s)'nın annesine, çocuğunun Flravun'un eline düştüğü haberi
gelince, bu büyük musibet ona, Allah'ın kendine verdiği o sözü unutturdu.
5) Ebu
Ubeyde şöyle der: "Onun kalbi, hüzünden boş ve uzak olarak sabahladı.
Çünkü o, Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa (a.s)'nın faydasına olan şeyleri garanti
ettiğine güvendiği için, onun öldürülemeyeceğini biliyordu."
İbn Kutebye de şöyle
der: "Bu, şaşılacak şeydir. Allah Teâlâ, "Kalbini
pekiştirmeseydik" demiş olduğu halde, onun kalbi nasıl hüzünden boş
olabilir. Rabt (pekiştirme) ancak hüzünlü ve sabırsız kalbe yapılır." Buna
şöyle cevap verilebilir: Hz. Musa (a.s)'nın annesi, Allah'ın vaadine
alabildiğine güvendiği için onun ismini açıklamaktan korkmamış ve Hz. Musa
(a.s)'nın annesi, onun ismini açıklasa bile, Allah'ın vaadinden ötürü, salim
kalacağına, kötülüklerden uzak olacağına kesin olarak inanmıştı. Fakat Musa
(a.s)'nın kimliğini açıklamasının zahiren zarara sebebiyet vereceği için, Allah
onun kalbine bir kuvvet ve sabır verdi.
Ayetteki ifadesi,
"Eğer biz onun kalbini vahyile pekiştirip, teskîn edip, böylece de o
kendisini bu konuda emin hissedip, kalbinden o hüzün ve keder gitmemiş olsaydı,
neredeyse onun kimliğini açığa vuracaktı" manasına gelebilir. Bu izaha
göre, "onun kalbi, Hz. Musa (a.s) için üzülmekten kesinlikle uzak
oldu" şeklinde te'vil edilebilir.
Burada bir üçüncü izah
olarak da şu yapılabilir: Hz. Musa (a.s)'nın annesi, Firavun'un hanımının, Hz.
Musa (a.s)'ya şefkat duyup evlat edindiğini duymuştu..
Eğer biz, o mel'un
Firavun'un hanımının Hz. Musa (a.s)'yı evlat edinmesi ve ona şefkatli
davranmasına değil, Allah'ın vaadine güvenenlerden olsun diye, onun kalbindeki
aşırı sevinç ve memnuniyeti yatıştırmamış olsaydık, duyduğu o şeyin sevincinden
ötürü kendisine hakim olamayarak, onun kendi çocuğu olduğunu
açıklayabilirdi."
Ayetteki fâriğa
kelimesi, "boş ve uzak" manasında olarak, flrğft şeklinde de
okunmuştur. Bu, Arapların "Kabın ve avlunun boş olmasından Allah'a sığınırım"
şeklindeki sözlerinde olduğu gibidir. Yine Araplar, "Aralarındaki kan
davası boştur" manasında, yani "Aralarında akan kanlar boşa
akmıştır" derler. Buna göre ayet, "Onun kalbi, kalbe gelen şeylerin
şiddetinden ötürü, bozuldu, heder oldu" demektir.
[14]
Ayetteki, ifadesine
gelince, bil ki ayetteki "fariğ" kelimesini, kalbin kederden ve
üzüntüden boş manasına tefsir edenlere göre, bu ifadenin ne manaya geleceğini
biraz önce zikrettik. Fakat bu kelimeyi, kalbi korkunun sarması manasına tefsir
edenlere göre ise, bu ifade hakkında şu izahlar yapılmıştır: İbn Abbas (r.a)
şöyle der: "Hz. Musa (a.s)'nın annesi neredeyse, "Sizin bulduğunuz o
çocuk benim oğlumdur" diye haber verecekti." İkrime'nin rivayetine
göre yine İbn Abbas buna, "O, bu sebeple uğradığı vecdin (kendinden
geçmenin) şiddetinden ötürü, NH'in dalgalarının Hz. Musa (a.s)'yı kaldırıp
indirdiğini gördüğünde, neredeyse "vah evladım!" diyecekti"
manasını vermiştir. Kelbî şöyle der: "Hz. Musa (a.s)'nın annesi bunu,
insanların "Musa, Firavun'un oğludur" dediklerini duydukça
yapacaktı." Süddî buna, "Firavun'un, Hz. Musa (a.s)'yı Nll'den
alınca, neredeyse Hz. Musa (a.s)'nın annesi, "o benim oğlum"
diyecekti. Fakat Allah böyle söylemekten onu korudu" manası vermiştir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Kalbini, pekiştirmeseydik" buyurmuştur. Rabt koparılmış,
çözülmüş birşeyin oradan ayrılmaması için, bağlanması, çivilenmesi demektir.
"İnananlardan olması için" ifadesi, "Allah'ın vaadine güvenen,
tasdik edenlerden olması için" demek olup, bu vaad, Hak Teâlâ'nın,
"Biz onu yine sana geri döndüreceğiz" şeklindeki sözüdür.
Ayetteki "O
(Musa'nın) kızkardeşine dedi ki: "Onun izini takib et" ifadesi,
"Onun peşinden izle, nereye takılıp kalacağına ve o (sandığın) kimin eline
geçeceğine bak" demektir. Bu, Musa (a.s)'nın ana-baba bir kızkardeşi olup,
adı Meryem'di. "O, (Musa'nın içinde
bulunduğu) sandığı gözetledi." İbn Abbas, bu kelimenin, (onu gördü)
manasında olduğunu söylerken, Müberred, veaynı manayadır" demiştir.
ifadesi, "uzaktan" demek olup, şeklinde de okunmuştur. Her ikisi aynı
manaya olup, "O, uzaktan, farkettirmeden gözetledi ve izledi"
demektir. "OFiravun'un adamları ise, o kızın durumunun ve maksadının
farkında değillerdi" manasınadır.
[15]
"Biz daha evvel
ona, süt anaların (sütünü emmeyi) haram etmiştik. Bunun üzerine,
(kızkardeşi) onlara, "sizin için onun bakımını üstlenecek ve bunun için hayn
isteyen kimseler olacak bir aileye sizi götüreyim mi?" dedi. İşte böylece onu
annesine geri döndürdük. Tâ ki gözü aydın olsun, endişelenmesin ve Allah'ın
vaadinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin diye. Fakat onların çoğu bunu
bilmezler',' (Kasat, 12-13).
Bil ki Hak Teâlâ'nın,
"Biz daha evvel ona, süt anaları haram etmiştik" ifadesi, o süt
anaların bundan önce de haram kılınmış olduğu manasına gelir. Hz. Musa (a.s)'ya
haram kılma, onun ayırdetme çağında olmaması sebebiyle mükelleftik ve nehiy
suretinde olamayacağına göre, mutlaka başkasına ait bir fiil ile olması
gerekir. Bu şeyin şöyle birşey olması muhtemeldir: Meselâ Allah Teâlâ, Hz. Musa
(a.s)'nın süte ihtiyacı olmasına rağmen, Musa (a.s)'da diğer kadınların sütünden
hoşlanmama oraktehni yaratmıştır. İşte bundan ötürü o, anasından başkasını
emmemiştir. Yahut AJah, o kadınların sütünde, Hz. Musa (a.s)'nın tabiatının
hoşlanmayacağı birşey yaratmıştır. Yahut Hz. Musa (a.s)'nın annesinin sütüne
fevkalâde bir lezzet vermiştir. Hz. Musa (a.s) ona alıştığı için, artık başka
kadınların sütünden hoşlanmamıştı. Dshhak'dan, Hz. Musa (a.s)'nın annesinin onu
üç ay emzirdiği, böylece de onun, annesinin kokusunu tanıdığı rivayet
edilmiştir. "Merâdî", kelimesinin çoğulu olup, bu, "emziren
kadın" demektir. Yahut bu kelime, kelimesinin çoğulu olup. "süt emme
yeri" (yani meme) yahut masdar-mimi, yani süt emme manasınadır. ifadesi, "onu annesine geri döndürmezden,
kızkardeşi gelmezden ve bizim ıjküm ve kazamıza göre, doğum meydana gelmezden
önce..." demektir.
İşte tam o sırada, Hz.
Musa (a.s)'mn kızkardeşi . "Onu emzirmesi ve faydasına olan şeyleri üstüne
alacak, onun iyiliğini isteyecek, onu terbiye etmek, büyütmek ve yemesi
hususunda faydalı şeyleri ondan esirgemeyecek, onun hakkında size hıyanet
etmeyecek bir ev ahalisine sizi götüreyim mi?" demiştir.
"Nasihat", işi, fesat şaibesinden kurtarmak demektir.
Süddî şöyle der: Hz.
Musa (a.s)'nın kız kardeşi "Onlar
onun için nasihat edicidirler" deyince, bunun zahiri, bahsedilen o ev
halkının onu tanıdığına delâlet eder. İşte bu sebeple, Firavun'un veziri Hâmân,
Hz. Musa (a.s)'nın kız kardeşine, "Bu çocuğu tanıdın. Öyle ise ailesini
bize göster" deyince, o, "Ben onu Tanımıyorum. Fakat onların, kralın
kalbindeki sıkıntı son bulsun diye kral hakkında nayırhah olduklarını
kastediyorum" demiştir. Bu konuda rivayet edilenlerin tamamı, 3u sevginin
sadece, Firavun'un karısı Aslye'ye has olduğunu söyleyenlerin görüşüne değil
de, Firavun'un da Aslye'nin yanında, Musa (a.s)'yı alabildiğine sevdiğine
delalet eter.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
yani, "Biz onu annesine, işte böyle
bir lütfumuzla, gözü aydın olsun, mahzun obnasın ve Allah'ın onu kendisine
döndüreceği vaadiyle ilgili şeylerdeki bu vaadinin hak bir vaad olduğunu bilsin
diye geri döndürdük, getirdik" buyurmuştur. Andolsun ıo annesi de bunu
biliyordu. Fakat haber, hiçbir zaman görme gibi değildir. Dolayısıyla, Hz. Musa
(a.s)'mn annesi, vaadedilen şeyin bizzat gerçekleşmesi ile, onu bizzat
görmekle, kalbi sükûnete ermiştir.
Ayetteki, "Fakat
onların çoğu bunu bilmezler" ifadesi ile olarak şu dört İzah yapılmıştır:
1)
"Fakat insanların çoğu bu vaadi ve bundan sonra olacakları, Allah'ın
ayetlerine takmaktan, onlar üzerinde düşünmekten yüz çevirdikleri için
bilmezler."
2) Dahhflk ve Mukfttll, "Mısırlılar, Allah'ın, onu annesine geri
vereceği - .susundaki ilâh? vaadini bilemezler" demişlerdir.
3) Bu, Hz.
Musa (a.s)'nın annesinin, Musa (a.s)'nın haberini duyup, sabırsızlanıp,
kalbinin bomboş, daha birşey düşünemez hale geldiği, o ileri durumuna bir
ta'riz (işaret) gibidir.
4)
Bunun manası, "Biz, Allah'ın vaadinin
hak olduğunu bilesin diye onu sana geri döndürdük. Bu geri döndürmenin asıl
gayesi, dinî olan o gayedir. Fakat insanların çoğu, asıl maksadın bu olduğunu,
bunun dışındaki hüznün gitmesi gibi şeylerin buna bağlı ikinci derecede şeyler
olduğunu bilemezler" şeklinde olabilir. Dan hâk şöyle der: "Hz. Musa
(a.s), annesinin memesini kabul edince, Hamftn, "Sen şüphe yok ki, onun
annesisin" dedi. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s)'nın annesi "hayır"
deyince, Hâmân, "Öyle ise niçin kadınlar arasından sadece senin memeni
tuttu?" dedi. Hz. Musa (a.s)'nın annesi de, "Ey kral, ben kokusu
güzet, sütü tatlı bir kadınım. Benim kokumu alan her çocuk mememi tutar"
dedi. Oradakiler, "Doğru söylüyorsun" dediler ve Flravun'un
ailesinden herkes ona hediyeler verdiler, altın ve mücevheratlar
bağışladılar."
[16]
"Musa gençliğine
erip geliştiği zaman, biz ona hikmet ve ilim verdik, iyi hareket
edenleri biz böyle mükâfaatlandmnz. (Musa), ahâlisinin gaflet üzere bulunduğu bir
zamanda şehre girdi. (Orada) birbiriyle kavga etmekte olan ikiadam gördü.
Birisi kendi taraftarlarından, öbürü de düşmanlanndandı. Derken
taraftarlarından olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Bunun üzerine
Musa onu bir yumruk vurup öldürdü. (Musa): "Bu, şeytanın işlerindendir,
o, gerçekten şaşırtıcı, apaçık bir düşmandır. Ya Rabbi, ben (böyle yapmakla)
cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" dedi. Allah da ona
mağfiret etti. Çünkü O, gafur ve rahimdir, "Rabbim bana in'âm ettiğin
şeylerden ötürü (bana olan ihsanın hakkı için) artık suçlulara asla destek
olmayacağım" dedi" (Kasas, 14-17).
[17]
Bil ki ayetteki,
ifadesi ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Her iki ifade de aynı manaya olup, kuvvetin
kemale ermesi, karakter ve sutyenin dengeye ulaşması demektir.
b) En doğru
otan görüşe göre bu ikisi, birbirinden farklı manadadırlar. Bu görüşü
savunanlar, şu değişik izahları yapmışlardır:
1) En
doğrusuna göre, bedenî ve cismanî kuvvetlerin kemale ermesi;
"istiva", ia akfî kuvvetin mükemmelleşmesi demektir.
2) kuvvetin
tamamlanması; istiva ise, bünyenin ve hilkatin tamamlanmasıdır.
3) buluğ çağı demektir. İstiva da, hilkatin
tamamlanmasıdır.
4) İbn
Abbas, "Esüdd, onsekiz-otuz yaş arasında olmadır. Otuzdan kırka kadar uen
çağda insanlar, ne artarlar, ne eksilirler. Kırktan itibaren ise noksanlaşma
başlar"
tfvntştir. İbn
Abbas'ın söylediği doğrudur. Çünkü insan, ömrünün başında büyüme «e gelişme
çağındadır. Sonra bu iş, bir müddet duraklar. Sonra da gerileme başlar. Büyüme
yaşının sonu yirmidir. Yirmiden otuza kadar çağda, gelişme gerçekten az m* Ama
kuvvet alabildiğine gelişir. Otuzdan kırka kadar artık bu iş duraklar, ne arar,
ne eksilir. Kırktan altmışa kadar, çok belirsiz ve yavaş bir eksilme ve
gerileme tavlar. Altmıştan ömrün sonuna kadar ise, belirgin bir gerileme
başlar. Rivayet sunduğuna göre, peygamberler kırk yaşlarının başında peygamber
olarak giderilmişlerdir. Bunun hikmeti açıktır. Çünkü insanın kırk yaşına kadar
şehevî ve ptzabı kuvvetleri gelişir ve tamamlanır, duyuları kemale erer.
Böylece insan bu etlere iyice çekilmiş olur. Fakat kırka dayandığında, bundan
sonra bedenî İsmetler noksan taşmaya, aklî kuvvet artmaya başlar. İşte bu
noktada insan en emmel ve olgun haline gelir. İşte bu incelikten ötürü Allah
Teâfâ vahy için bu seçmiştir.
[18]
Alimler, kelimesinin
müfredi hakkında ihtilaf etmişlerdir:
Ferrâ, "Bunun müfredinin
kıyasa göre, İi
şeklinde olması
gerekir ama, bunun müfredi hiç duyulma derken, Ebu'l-Heysem, "Nasıl, fö
kelimesinin müfredi, "ni'met" şeklinde w aynı şekilde kelimesinin müfredi de, "şiddef'tir.
Şiddet de, kuvvet w celâdet demektir" demiştir.
[19]
Ayetteki, "Biz
ona hikmet ve ilim verdik" ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah
verilmiştir:
1) Bu,
nübüvvet ve nübüvvetle ilgili bilgiler, huylar demektir. Buna göre, ayette
nübüvvetin, Hz. Musa (a.s)'nın o Kıptîyi (Mısırlıyı) öldürmezden önce mi sonra
mı olduğuna bir delil yoktur. Çünkü i*xiJ< j^ij "ve şehre girdi"
ifadesindeki vâv (ve) edatı, tertip (sıra) ifade etmez.
2) Bu, "Biz ona hikmet ve ilmi verdik"
demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Evlerinizde Allah'ın ayet ve
hikmetlerinden okunanları hatırlayın" (Ahzâb. 34) buyurmuştur.
Bu görüş şu
sebeplerden ötürü daha uygundur:
a) Nübüvvet,
insanlara verilecek derecelerin en
üstünüdür. Binâenaleyh
nübüvvetten önce, hem ilim bakımından, hem de büyüklerin ve hükemânın yolu olan
sîret (gidişat) bakımından mükemmel bir halin bulunması gerekir.
b) Ayetteki, "iyi hareket edenleri biz
böyle mükâfaatlandırırız" ifadesi, Hak Teâlâ'nın Hz. Musa (a.s)'nın muhsin
(iyi) oluşuna bir mükâfaat olsun diye, ona bu hikmet ve ilmi vermiş olduğuna
delalet eder. Halbuki nübüvvet, bir işin mükafaat olarak verilmez.
c)
Eğer ayetteki hüküm ve ilim ile nübüvvet
kastedilmiş olsaydı, o zaman "Muhsinleri biz böyle
mükâfaatlandırırız" ifadesinden ötürü, İyilikte bulunan (muhsin olan)
herkes için nübüvvetin olması gerekirdi. Çünkü ayetteki bu ifade, daha önce
geçen hikmet ve İlim verilişi İle ilgilidir.
[20]
Hak Teâlâ, Hz. Musa
(a.s)'ya o Kıptîyi öldürmezden önce, in'amda bulunduğunu bildirmiştir. Bu
hususta birkaç mesele var:
[21]
Alimler, ayette
bahsedilen o şehrin
neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Alimlerin
çoğu bunun, Firavunun yaşadığı
şehir olduğu kanaatindedirler. Bu da '* iki fersah uzaklıkta bir yerleşim
yeridir. Dahhâk, bu şehrin "Ayn-i Şems" unu söyler.
[22]
Alimler, ayetteki
"Ahalisinin gaflet üzere bulunduğu
bir zamanda..." ifadesinin
manası hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir:
Birinci Görüş:
"Hz. Musa (a.s), gençliğine erip olgunluk çağına eriştiğinde, Allah ona,
hem kendi dini, hem atalarının dini ile ilgili bilgileri ve hikmeti verince,
Hz. Musa (a.s), Firavunun ve kavminin
bâtıl üzere olduklarını anladı, hakkı söylemeye başladı ve onların dinlerini
tenkit etti. Bu öylesine yaygınlaştı ki iş, Firavun ve adamlarının, Hz. Musa
(a.s)'yı tehdit etmeleri ve böylece onun onlardan çekinmesi noktasına varıp
dayandı. Hz. Musa (a.s)'nın, İsrailoğullarından, kendine tâbi olan ve sözünü
dinleyen taraftarları vardı. Bundan dolayı Hz. Musa (a.s), Firavunun şehrine korkarak
gireceği bir hale geldi. İşte bu şekilde o şehre bir gün, insanların gaflette
(uykuda) olduğu bir zamanda girdi." Bu görüşte olanların çoğu, Hz. Musa
(a.s)'nın o şehre, ahalinin kaylûle (öğle) uykusuna yattıkları bir zamanda
girdiği görüşündedirler. İbn Abbas - a)'dan ayetteki bu ifade ile, akşam ile
yatsı arasının kastedildiği rivayeti gelmiştir. Fakat önceki izah daha
uygundur. Çünkü Allah Teâlâ bu "gaflet"), o şehrin ahalisine nisbet
etmiştir. Binâenaleyh kişi, korktuğu için, görünmeden bir yere girecek olursa,
: j durumda gaflet (farkında olmayış) işi, oranın ahalisine nisbet edilmez.
İkinci Görüş: Süddt
söyle der: "Musa (a.s) büyüdüğünde, Firavunun bineklerine
biner ve onun
elbiselerini giyerdi. Bundan dolayı da, "Firavunun oğlu" diye
çağrılırdı. Bir gün "Flravun'unki gibi bir bineğe bindi ve
halkın kaylûle (Öğle) uykusuna yatmış oklukları bir yere rastladı. Ortalık ıssız iken,
gündüzün tam ortasında o yere girdi. şte ayetteki ifade ile bu kastedilmiştir." .
Üçüncü Görüş: İbn Zeyd
şöyle der: "Ayetteki bu ifade ile, "o saatte bir gafletin
bulunduğu" mânâsı kastedilmemiş, aksine oranın halkınca, Hz. Musa
(a.s)'dan ve o nübüvvet işinden habersiz oluşları kastedilmiştir. Çünkü Musa
(a.s), küçükken, Firavunun başına sopayla vurmuş ve sakalını yolmuştu. Bunun
üzerine Firavun onu : sürmek istemiş, ama sonra bir ateş koru getirilip Musa
(a.s)'nın eline verildiğinde, d onu avuçlayıp, ağzına atmış. İşte dilindeki
tutukluk bunun eseri olarak kalmış. Bunun üzerine Firavun, "Onu
öldürmeyeceğim. Ama onu bu şehirden çıkarın" demiş. Böylece Hz. Musa
oradan çıkarılmış ve büyüyüp olgunlaşıncaya kadar, bir daha o şehre girmemiş.
Oradakiler de, Hz. Musa (a.s)'yı anmaz olmuşlar ve onu tamamen unutmuşlardı.
İşte ayetteki "gaflet" ile kastedilen budur."
Bu rivayetlerin birini
diğerine tercih etmenin imkânı yoktur. Çünkü Kur'ftn'da Dunlardan birine
delalet edecek birşey yer almamıştır.
[23]
Ayetteki "(Orada)
birbiriyle kavga etmekte olan iki adam gördü. Şu kendi taraftarlarından, bu da düşmanlanndandı..." buyurulmuştur.
Zeccâc şöyle der: "Cenâb-ı Hak, hikaye yoluyla ve her ikisi de gaib
sığası ile "Biri, öbürü" Duyurmuştur. Buna göre, Hz. Musa (a.s) orada dövüşen
iki adama rastladı. Birisi
anlara baktığında
(zahiren), "şu birisi, onun taraftarlarından, beriki de onun düşmanlarından"
derdi" demektir. Alimler bu hususta değişik İzahlar yapmışlardır: Mukâtil şöyle
demiştir: "Dövüşen o iki adam da kâfirdi. Fakat biri İsrailoğullanndan, : .Seri
Kıptîlerdendi." Mukâtil buna şöyle delil getirmiştir: "Çünkü Hz. Musa
(a.s) ona
ertesi gün, "sen
gerçekten besbelli bir azgınsın" (Kasas, 18) demiştir. Meşhur olan görüşe göre
ise, Hz. Musa (a.s)'nm taraftarlarından olan adam müslümandı. Çünkü birisine
hem din, hem mezheb (gidişat) bakımından ters düşen kimse hakkında "Bu
falancanın şî'asmdandır (taraftarlarındandir)" denilemez.
İsrailoğullarından olana musallat olan o Kıptî'nin, Firavun'un ocakçısı olduğu,
onu mutfağına odun taşımak için görevlendirdiği rivayet edildiği gibi,
dövüşenlerden Hz. Musa (a.s)'nın taraftarı olanın Sfimlrl, diğerinin ise
Firavun'un ocakçısı olduğu da rivayet edilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.
[24]
Ayetteki "Derken
taraftarlarından olan adam, düşmanına karşı ondan yardım istedi'-' ifadesi,
"o, ondan, kendini bu düşmandan kurtarmasını ve ona karşı kendine yardım
etmesini istedi." Bunun üzerine "Musa onu bir vuruşta öldürdü"
demektir. "Vekz", parmak uçları ile itmektir. Bu itmenin bütün avuçla
olduğu da söylenmiştir. İbn Mes'ud bunu şeklinde okumuştur. Bazıları
"vekz"in, önden, döşten itmek, "lekz"in de sırttan itmek
olduğunu söylemişlerdir. Musa (a.s) güçlü-kuvvetli idi. Bazı müfessirler Hz.
Musa (a.s)'nın onu, asası ile ittiğini söylemişlerdir. Fakat Mufaddal, bunun
yanlış olduğunu, çünkü Arapça'da "Onu âsâ ile "vekz" etti"
şeklinde bir kullanış bulunmadığını söyler. yani Hz. Musa (a.s) böylece o adamı
öldürdü.
[25]
Peygamberlerin ismeti
olduğuna itiraz edenler, bu ayeti delil getirerek şu izahları yapmışlardır:
1) O Kıptînin,
bu ölümü haketmiş olduğu veya etmemiş olduğu söylenebilir. Eğer birinci ihtimal
söz konusu ise,
Hz. Musa (a.s) daha
niçin, "Burada, "Bu, şeytanın işlerindendir" ve "Ya Rabbi,
ben cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret et" demiş, yine bir başka
surede, "Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" (Şuara. 20)
demiştir. Eğer ikinci ihtimal, yani Kıptî'nin ölümü haketmemiş olması ihtimali
söz konusu ise, Hz. Musa (a.s)'nın onu öldürmesi bir günah olur.
2) Ayetteki "öbürü de
düşmanlanndandı..." ifadesi, onun "harbî" bir kâfir olduğuna
delâlet eder. Binâenaleyh onun kanı mubahtır. Hz. Musa (a.s), onun ölümünden
ötürü mağfiret olunmasını istemiştir. Halbuki mubah bir işi yapmadan ötürü,
bağışlanmayı istemek caiz değildir. Çünkü bu o mubahın haram olduğu zannını
uyandırır.
3) Ayetteki "vekz" ile, açıkça ve
kasten öldürme manası kastedilmemiştir. Binâenaleyh bu Öldürme işi, hataen
olmuştur. O halde daha niçin o, mağfiret olunmasını istemiştir.
Birincisine şöyle
cevap veririz: "Öldürülen şahıs kâfir idi. Bundan ötürü de kanı mubah
idi" denilmesi niçin caiz olmasın?
Hasmın, Hz. Musa
(a.s)'nın, "Bu şeytanın işlerindendir" deyişini delil getirmesine
karşı şu izahlar yapılabilir:
a) Belki de
Allah Teâlâ, her nekadar o kâfirin öldürülmesini mubah kılmış ise de, "Evlâ
olan onların öldürülmelerinin bir başka zamana ertelenmesidir" demiştir.
Binâenaleyh Hz. Musa (a.s), o adamı öldürünce, mubah ve mendub olan bir hususu
(evlayı) terketmiş oldu. Dolayısıyla Hz. Musa (a.s)'nın, "Bu şeytanın
işlerindendir" sözü, "Benim mendubu yapmamam, şeytanın
işlerindendir" manasındadır.
b) Hz. Musa
(a.s)'nın, "Bu" kelimesi, kendi yaptığı işe değil, öldürülenin işine
işarettir. O halde, bu ifade, "O maktulün yaptığı iş, şeytana
işlerindendir" manasında olur. Bununla, o kimsenin, Allah'ın emrine
muhalefet etmesinden dolayı, ölüme müstehak olduğunu anlatma kastedilmiştir.
c) Yine
ayetteki hazâ ile, öldürülenin kendisine işaret edilmiştir ve "Bu şeytanın
ordusundan ve hizbindendir" demektir Nitekim "şeytanın adamları"
manasında,
'falanca şeytanın
işlerindendir" denilir.
Hasmın, "Hz.
Musa(a.s)'nın, "Rabbim, ben cidden kendime zulmettim. Bana mağfiret
et" şeklindeki sözünü kendilerine delil olarak ileri sürmelerine gelince,
bu, Hz. Musa (a.s)'nın, tıpkı Hz. Adem (a.s)'in metodunu kullanarak söylediği
gibidir. Çünkü o da, "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik" (Arafat,
23) demişti ki bununla şu iki husustan biri kastedilmiştir. Bu, her nekadar
ortada bir günah yoksa da, ya Allah'a yalvarıp yakarma ve görevlerini hakkıyla
yerine getirmemeyi itiraf etmek için söylenmiş bir cümledir, yahut da mendûbu
(evlâ) olanı yapmamak suretiyle, insanın kendini mükafaattan mahrum kılmış
olması açısından söylenmiş bîr cümledir. Hz. Musa' (a.s)'nın "Bana
mağfiret et" deyişi de, "Bu mendubu yapmadığım için beni bağışla"
demektir.
Bu hususta şöyle bir
diğer izah da yapılabilir: "Bu mel'ûnu öldürdüğüm için, ya Rabbi kendime
zulmetmiş oldum. Çünkü Firavun bunu benim yaptığımı anlarsa, ona karşılık beni
öldürür. Binâenaleyh, "Bana mağfiret et" yani, "bunu gizle ve
bunun haberinin Firavuna ulaşmasına fırsat verme". Bunun üzerine Ü j&
yani, Allah bu haberi Firavuna ulaşmaktan alıkoydu, Musa (a.s) ile arasında sır
olarak bıraktı." Böyle bir te'vilin yapılabileceğine, bunun peşinden, Hz.
Musa (a.s)'nın "Rabbim, bana ın'am ettiğin şeylerden ötürü ettiğin ihsan
hakkı için, artık suçlulara asla destek olmayacağım" demiş olması da
delâlet eder. Binâenaleyh burada mü'min olan tarafa yardım etmek, eğer bu
mastyetin sebebi olsaydı, Hz. Musa (a.s), böyle demezdi.
Hasmın, Hz. Musa (a.s)'nın,
"Ben bunu o vakit bilmezlerden olarak yaptım" Suara, 20) sözünü delil
getirişine gelince, Hz. Musa, "Ben, bu işte hatalı oldum, sapıttım"
dememiştir. Fakat Firavun, onun Öldürdüğü sırada kâfir olduğunu iddia edince,
Hz. Musa (a.s) kâfir olduğu iddiasını reddetmiş ve fakat "dftll"
yani, ne yapması ve nasıl tedbir alması gerektiğini henüz o zaman bilmeyen bir
şaşkın olduğunu itiraf etmiştir.
Hasmın, "Eğer o
harbî bir kâfir idiyse, Hz. Musa (a.s) niçin onu öldürmesinden Ötürü
bağışlanmasını istedi?" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Kâfirin
kanının akıtılmasının mubah olması, şeriatlara göre değişen bir durumdur. Belki
de onları öldürmek o zaman haramdı. Yahut mubah idiyse de, daha önce de beyan
ettiğimiz gibi, evlâ olan onu yal anmamaktı düşmedir" şeklindeki sözüne
gelince, biz deriz ki: Bunu kabul etmiyoruz. Belki o adam zayıf, Hz. Musa (a.s)
ise güçlü-kuvvetlt biri idi. Onu parmak uçlarıyla yitince, kesin olarak
öldürmüş oldu.
Sonra biz bunu kabul
etsek bile, Musa (a.s)'nın, o yahudiyi o kıptînin elinden bu, terki evlâ olan,
parmak uçlarıyla itmeksizin (yumruk vurmaksızın) da kurtarabileceğini
söyleyebiliriz. İşte bundan ötürü mağfiret edilmesini istemiştir.
Şunu da belirtelim ki:
Biz bu ayetin, Hz. Musa (a.s)'dan bir günahın sâdır olduğuna delâlet ettiğini
kabul etsek bile, Hz. Musa (a.s)'nın o vakit peygamber olduğuna dair kesin bir
delilin bulunmadığını beyan etmiştik. Binâenaleyh bu iş, Hz. Muta (a.s)'dan,
peygamber olmazdan önce sadır olmuş bir hadisedir ki bunda zaten münakaşa
yoktur.
[26]
Mu'tezile şöyle der:
"Bu ayet, günahları Allah'ın yarattığını söyleyen kimsenin görüşünün
yanlışlığına delalet eder. Çünkü Hz. Musa (a.s), "Bu, şeytanın
işlerindendir" demiş ve bu işi, şeytana nisbet etmiştir. Binâenaleyh bu
masiyet, eğer Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, şeytandan değil, Allah'dan
olmuş olurdu. Bu tıpkı, Hz. Yusuf (a.s)'un, "Benimle
kardeşlerimin arasını şeytan bozduktan sonra" (Yusut. ıoo),
Hz. Musa (a.s)'nın yol arkadaşı, Hızır (a.s)'ın, "onu bana ancak şeytan unutturdu"(Kem,
63) ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Şeytan, ebeveyninizi cennetten çıkardığı gibi, sizi de
fitneye düşürmesin "(Arafat, 27) sözleri gibidir.
[27]
Ayetteki, "Ya
Rabbi bana in'am ettiğin şeylerden ötürü (bana olan ihsanın hakkı için), artık
suçlulara asla destek olmayacağım" ifadesi ile ilgili bir kaç izah var:
1) Bu ayetin
zahiri Hz. Musa (a.s)'nın, "sen bana böylesi bir in'amda ve lütufta
bulununca, ben nasıl herhangibir suçluya destekçi cAab'ıYınftm. Aksine ben
mü'mm\ desteklerim" demiş olduğuna delalet eder. Bu da, Hz. Musa
(a.s)'nın, kıptîye karşı, israilliye yaptığı yardımın, günah değil taat
olduğuna delalet eder. Çünkü eğer bu bir günah olsaydı, o zaman Hz. Musa
(a.s)'nın, "Sen bana o günahtan Ötürü tevbemi kabul ederek in'am edince,
ben o günaha devam ettim" demesi gerekirdi.
2) Kaffal
şöyle der: Hz. Musa (a.s), sanki Allah'ın kendisine lütfettiği şeylere, yemin
ederek, hiçbir suçluya destekçi olmayacağını bildirmiştir, "in'am ettiğin
şeylere yemin olsun ki" ifadesinin başındaki "bâ", kasem (yemin)
içindir.
3) Klsâl ve
Ferrâ, "Bu, bir haber cümlesi olup, dua manasınadır. Buna göre, Hz. Muta
(a.s) sanki, "Ya Rabbi beni, isyankârlara destekçi kılma" demek
istemiştir. Ferrâ bunu zaten Abdullah b. Mes'ûd (r.a) şeklinde okuduğunu
söyler. Bil ki bu ayette, zâlimlere ve fasıklara destekçi olmanın caiz
olmadığına bir delalet vardır. İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Hz. Musa (a.s)
istisna yaparak (inşaallah diyerek) "Eğer Allah dilerse, mücrimlere destek
olmayacağım" dememiştir. İşte bundan dolayı, ertesi gün buna mübtelâ
olmuştur." İbn Abbas in bu görüşü zayıftır. Çünkü Hz. Musa (a.s), ikinci
gün o adama destekçi olmayı bırakmıştır. O düşman Hz. Musa (a.s)'dan korktuğu
için, "Bu yerde ille yaman bir zorba olmak istiyorsun sen" (Kasas.
19) demiştir. Yoksa Hz. Musa (a.s), birşey yapmış değildir.
[28]
"Hülasa, şehirde
korkarak, etrafı kollayarak sabahladı. Bir de ne görsün! Dün kendisinden
imdad isteyen adam kendisine sesleniyor. Musa ona dedi ki: "Sen
gerçekten besbelli bir azgınsın!" Derken (Musa), ikisinin de düşmanı olan o adamı
yakalamak isteyince, o dedi ki: "Musa, dün bir cana kıydığın gibi, şimdi
beni de mi öldürmek istiyorsun? Arabuluculardan olmayı arzu etmiyorsun da,
bu yerde illâ yaman bir zorba olmak istiyorsun sen." Şehrin öte başından
koşarak bir adam geldi ve dedi ki: "Musa, şehrin yetkilileri seni öldürmek için,
aralarında müzakere ediyorlar. Hemen çık (git). Şüphesiz ki ben senin
iyiliğini isteyenlerdenim. Bunun üzerine Musa, korkarak ve etrafı gözleyerek oradan
çıktı ve "Ya Rabbi, beni o zalimler güruhundan kurtar" dedi'.' (Ksaa, 16-21).
[29]
Bil ki o adamın, Hz.
Musa (a.s)'nın itmesinden ötürü ölmesinden sonra, Hz. Musa (a.s) ertesi gün o
adamı öldürenin kendisi olduğunun anlaşılacağı ve böylece de peşine
düşüleceğinden endişe ederek sabahladı. Kimselere gözükmeden dışarı çıkınca,
bir de ne görsün! Dün kendisinden yardım ve imdat isteyen o İsrailli yine
seslenerek, kendisinden yardım istiyor. İşte o zaman Hz. Musa (a.s) ona,
"Sen gerçekten besbelli bir azgınsın" dedi.
Dilciler şöyle derler,
"gavîy" kelimesi, "müTH" (azdıran) manasında
"fa'fl" vezni üzere bir kelime olabilir. Buna göre mana, "Sen
benim kavmimi iğvâ eden, azdıransın. Çünkü dün senin yüzünden o belaya
düştüm" şeklinde olur. "Gaviy" kelimesinin "gfivî"
(azgın) manasında olması da mümkündür. Peygamberlerin masum olduklarını kabul
etmeyenler bununla istidlalde bulunarak şöyle demişlerdir: "Hz. Musa
(a.s)'nın, kendisinden yardım isteyenler ve taraftarlarından olan birisine,
"Sen gerçekten besbelli bir azgınsın" demesi nasıl caiz olur?"
Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:
1) Hz. Musa
(a.s)'nın kavmi, kaba, sert sinirli kimselerdi. Baksana, onca mucizeyi
görmelerine rağmen, yine de "Onların ilahları olduğu gibi, bizim için de
ilahlar (putlar) yap" (Arat, 13e) demişlerdi. O halde, Hz. Musa (a.s), bu
sözüyle bunu kasdetm iştir.
2) Hz. Musa
(a.s) onu böyle gaviyy (azgın) diye nitelemiştir. Çünkü kendisinden, karşı
tarafın zarar vermek istediği şeylerden kurtarması imkansız olacak bir şekilde
çokça düşmanlık sâdır olan kimsenin yolu, rüşd yolunun aksi olur.
Alimler, ayetteki,
"O dedi ki: "Musa, dün bir cana kıydığın gibi, şimdi beni de mi
öldürmek istiyorsun?'* ifadesinin, o İsraillinin mi, yoksa o Kıptî'nin mi sözü
olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bazıları şöyle demişlerdir: "Hz.
Musa (a.s) o İsrailliye "azgın" deyip, İsrailli de onu öfkeli
görünce, Hz. Musa (a.s) onu yakalamak istediğinde, İsrailli onun kendisini
öldüreceğini sanmış ve bu sözü söylemiştir." Bu görüşte olanlar şöyle
demişlerdir: "Çünkü dün o adamı öldürdüğünü ondan başkası bilmiyordu.
Böylece bu, o katlin zuhuruna ve adamın korkusunun artmasına bir sebep teşkil
etmiştir." Diğer alimler ise, "AksmBbu, KtptVnin sözüdür. Çünkü bu
hadiseyi Kıptî, o İsrailliden öğrenmişti" demişlerdir. Doğru izah da
budur. Çünkü Allah Teâlâ, "Derken Musa, ikisinin de düşmanı olan o adamı
yakalamak isteyince, o dedi ki: "Musa..." buyurmuştur. Binâenaleyh bu
söz, başkasına değil, o adama aittir. O halde, ayetteki, "Bu yerde illa
yaman bir zorba olmak istiyorsun sen" ifadesi, ancak o kâfir tarafından
söylenmeye uygundur.
Bil ki
"cebbar", çeşitli zulüm ve katillikler yapmak isteyen, işlerin
neticesine bakmayan ve kendisine yapılanı en güzel bir şekilde karşılamayan
kimse demektir. Bunun, hiç kimseye boyun eğmeyen, kibirli kimse manasına olduğu
da söylenmiştir. Bu hadise meydana gelince, o şehirde yayıldı, Firavuna kadar
ulaştı ve böylece de Kiptiler, Hz. Musa (a.s)'yı öldürmeyi kafalarına koydular.
[30]
Ayetteki, "Şehrin öte başından koşarak bir adam
geldi...ifadesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki (koşarak)
fiil cümlesinin, "racül" kelimesinin sıfatı olarak, mahallen merfû;
veya o kelimeden "hal" olarak mahallen mansub olması mümkündür. Çünkü
bu kelime (hal olmasına göre), ayetteki ile tahassüs kesbetmiş (hususîlik,
biraz belirlilik kazanmış) bir nekiredir. Ayetteki "l'timâr",
"karşılıklı meşverette bulunmak, görüşme yapmak" demektir. Arapça'da,
taraflar birbirlerine birşeyler emir ve tavsiye edip veya bir şeye dikkat
çektiği için, "o iki adam istişare ediyorlar" denilir. Buna göre
mana, "senin hakkında onlar görüşme yapıyorlar" şeklindedir.
Müfessirlerin çoğu, ayette bahsedilen bu adamın Firavun hanedanından iman etmiş
bir kimse olduğu Kanaatindedirler. İşte onun bu şefkatinden ötürü, Hz. Musa
(a.s)'yt ö toplumun kendisini öldürmek İçin ve kendisi hakkında görüştüklerini
haber vermek, Hz. Musa (a.s)'yı ikaz etmek için, koşup ona geldi.
Ayetteki, "Bunun
üzerine Musa, korkarak ve etrafı gözleyerek oradan çıktı" ifadesi,
"Firavun hanedanına karşı, canından korkarak, arkasına düşen ve kendisini
yakalamaya gelmiş birisinin olup-olmadığını gözetleyerek çıktı" demektir.
Daha sonra, Hz. Musa (a.s), Allah'dan başka sığınılacak birisinin olmadığını
bildiği için, Allah'a iltica edip, "Ya Rabbi, beni o zalimler güruhundan
kurtar" dedi. Bu, Hz. Musa (a.s)'nın, o Kıptî'yi öldürmesinin bir günah
olmadığına delalet eder. Aksi halde, kendisi onlara zulmeden olmuş olurdu ve
onlar ise, Hz. Musa a.s)'yı kısasen öldürmek için, peşine düşüp aradıkları için
zalim olmuş olmazlardı.
[31]
"(Musa) Medyen
tarafına yönelince dedi ki: "Umarım, Rabbim beni doğru yola iletir.
".Medyen suyuna varınca, su başında bir yığın insan buldu, (hayvanlarını)
suJuyorlardı. Onların gerisinde ve aşağısında da, (sürülerini)
bekleten iki kadın
gördü. Dedi ki: "Bu haliniz ne?" Dediler ki: "Çobanlar hayvanlarını
sulayıp dönmedikçe, biz sulayamayız. Babamız da yaşlanmış bir ihtiyardır.
Bunun üzerine Musa da, onların (hayvanlarını) suladı. Sonra gölgeye dönüp,
dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben bana indireceğin bir hayra muhtacım"
derken, o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi ve "Babam,
sürümüzü sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor" dedi. Bunun üzerine
Musa ona gitti ve ona kıssasını anlattı. O, "Korkma, o zalimler
güruhundan kurtuldun" dedi. O iki kadından biri, "Babacığım, onu ücretle çoban
tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı şüphesiz, kuvvetli ve emfn
olandır" dedi. O (zat) dedi ki: "Ben, İki kızımdan birini, bana sekiz
yıl işçilik
yapmak şartıyla, sana nikahîamayı arzu ediyorum. Eğer hizmetini on yıla
tamamlarsan, o da senin kereminden olur. (Bununla beraber), sana zorluk
çıkarmayı da arzu etmem. Inşaallah beni salihlerden bulursun." (Musa) dedi ki:
"O, seninle benim aramdadır. Bu iki müddetten hangisini yerine getirirsem,
demek ki bana karşı bir husumet yok. Allah, dediğimize vekildir" (Kasas,
22-28).
Bil ki, alimler,
ayetteki "(Musa) Medyen tarafına
yönelince" ifadesinin izahı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak bazıları, "Musa, yola çıktı, ama Medyen'i keşfetmedi. Ne var ki,
kendisini Allah'a teslim etti ve bu hususta hiçbir bilgisi olmadan yürümeye
başladı. Bu sebeple de Allah Teâlâ onu, Medyen'e ulaştırdı" demişlerdir
ki, bu, İbn Abbasm görüşüdür. Diğer bazı alimler ise şöyle demişlerdir:
"Hz. Musa (a.s), bu yolculuğa çıkınca Medyen'i kafasına koydu. Çünkü onun
gönlünden Medyenlilerle kendisi arasında bir akrabalık bulunduğu düşüncesi
geçmekteydi. Çünkü onlar da, Medyen İbn İbrahim (a.s)'ın torunlarındandı.
Medyen İbn İbrahim (a.s) de İsrailoğullanndandı. Ne var ki, Hz. Musa (a.s)'nın
o yol hakkında herhangi bir bilgisi yoktu. Bu sebeple, Allah'ın lütfuna
sarılmıştı. Bazı kimseler de, "Tam aksine, Hz. Musa (a.s)'ya Cebrail (a.s)
geldi ve ona o yolu öğretti" demişlerdir.
İbn Cerlr, Süddî'den
şunu nakletmiştir: "Musa (a.s) yürümeye başlayınca, kendisine at üzerinde
bir melek geldi. Derken, sevincinden dolayı, Hz. Musa (a.s) onun önünde eğildi.
Bunun üzerine melek, "Böyle yapma. Peşimden gel" dedi. O da, Medyen'e
giden yolda ona uydu."
Hz. Musa (a.s)'nın
yolculuğa çıkarken kafasına Medyen'i koymadığını söyleyenler, şu iki şekilde
istidlal etmişlerdir:
1) Ayette,
"(Musa) Medyen tarafına yönelince..." buyurulmuştur. Binâenaleyh, Hz.
Musa (a.s) şayet, Medyen'e gitmeye niyetlenmiş olsaydı, o zaman ayette,
"Medyen'e yönelince..." Duyurulurdu. Ayette böyle buyurulmayıp,
"Medyen tarafına yönelince..." denilince, biz, Hz. Musa (a.s)'run, o
tarafın nereye çıktığını bilmeden, sadece o cihete doğru yönelmiş olduğunu
anlamış bulunuyoruz.
2) Ayetteki, "Umarım, Rabbim beni doğru
yola iletir" İfadesidir. Çünkü bu, Dilenden değil, şüphe edenden sudur
edecek olan bir sözdür. Doğruya en yakın olanı se, Hz. Musa (a.s)'nın Medyen'e
gitmeye kastettiğini, ama yolu bilmediğini
söylemektir. Daha
sonra Hz. Musa (a.s), o yolun nasıl olduğunu rastladığı kimselere sormuştur.
Çünkü, Hz. Musa (a.s)'nın aklından ve zekâsından beklenen şey, onun eyle
yapmasıdır. Daha sonra İbn İshflk şunu ilave eder: "O, Mısır'dan Medyen'e,
yryeceksiz ve desteksiz olarak çıkmıştır. İki şehir arasında da, sekiz günlük
bir mesafe bulunuyordu. Hz. Musa (a.s), bu yolculuğu esnasında ağaç yaprakları
yemiştir."
Hz. Musa (a.s)'nın "Umarım.
Rabbim beni doğru yola iletir..." ifadesine gelince, bu, dedesi İbrahim
(a.s)'in, "Ben, dedi, doğrusu Rabbime gidiciyim. O, bana yol
gösterir"(Sam. 99) şeklindeki sözünün bir benzeridir. Zaten, Musa (a.s),
getirdiği istidlallerde, verdiği cevaplarda, yalvarıp yakarmalarında, genel
olarak Hz. İbrahim (a.s)'in zikrettiği şeyleri zikreder. Zaten, selefi SAlih
(a.s) için, gerçek manada halef olmak da bunu gerektirir. Allah'ın salât ve
selâmı onlara, bütün tayyib ve müttakîlere olsun.
[32]
Ayetteki, "Medyen
suyuna varınca..."cümlesinde geçen su, hayvanların sulandığı bir su olup,
rivayete göre burası bir kuyuydu. Hz. Musa (a.s)'nın oraya "vürûdu"
ise, oraya gelip ulaşması demektir. ifadesi, "onun üzerinde, yani
kenarında, sulanan yerde bir topluluk, yani çeşitli İnsanlardan çok sayıda bir
cemaat gördü. Onların bulunduğu yerden daha aşağı bir yerde de sürülerini
beklerken iki kadın gördü" demektir. Zevd <f}JJ*) , karşı koymak,
itmek, engellemek demektir. Buna göre, oiij-iî kelimesinin anlamı,
"sürülerini engelleyen, onları tutan, hapseden iki kadın" demektir.
Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Onlar,
koyunlarını engelliyorlardı. Alimler bu engellemenin nedeni hususunda da
ihtilaf ederek, şu izahları yapmışlardır:
a) Zeccâc
söyle der: "Çünkü, o suyun kenarında, o ikisinden daha kuvvetli ve güçlü
olan kimseler bulunuyordu. Dolayısıyla onlar koyunlarını sulama imkânı
bulamıyorlardı."
b) Onlar,
suyun kenarındaki sıkışıklıktan hoşlanmıyorlardı.
c)
Koyunlarının, o suyun kenarındakilerin koyunlarına karışmasını istemiyorlardı.
d) Erkeklere karışmamak için.
2) Onlar, kendilerini görmek için bakan
kimselerin bakışlarını, yüzlerinden uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
3) İnsanları, koyunlarından uzak tutmaya
çalışıyorlardı.
4) Ferrâ şöyle der: "Onlar, o koyunları
dağılmaktan ve sürülüp gitmekten alıkoymaya çalışıyorlardı."
Ayetteki, "Bu
haliniz ne?" ifadesine gelince bu, "Neyiniz var?" demek olup,
masdar, ism-i mef'ûl anlamında olarak demek olup, "sizin bu alıkoymadan
maksat ve gayeniz nedir?" demektir. Buna göre bu demektir ki, tıpkı senin,
sözündeki, "meş'ün" manasının (şe'n) diye adlandırılması gibi,
"mahtûb" da hatb diye adlandırılmıştır.
[33]
Ayetteki, "Dediler
/fi: "Çoban/ar hayvanlarım sulayıp
dönmedikçe, biz sulayamayız. Babamız da çok yaşlı bir İhtiyardır"
ifadesine gelince bu, şu sebeplerden dolayı, o iki kadının, sulamadan aciz
olduklarını göstermektedir:
1) Sulama işini, adeten erkekler yapar. Kadınlar
ise bunu yapamazlar.
2) Onlardan
beklenen, daha sonra sulamak üzere hayvanlarını engellemeleridir.
3) Onların,
"Çobanlar hayvanlarını sulayıp
dönmedikçe..." şeklindeki
sözlerinden
anlaşılan...
4) Onların,
o topluluktan artan suyu beklemeleri.
5) Onların,
"Babamız da çok yaşlı bir ihtiyardır..." şeklindeki sözleri. Bunun bu
manaya delalet şekli şöyledir: Şayet onların babaları güçlü kuvvetli olsaydı,
orada bulunurdu. Orada bulunsaydı, o zaman, sulama işi geriye kalmazdı. İşte o
zaman da, çobanlar kendi hayvanlarını sulamadan önce onlara sıra gelirdi. O
vakit ise, babalarına, mûtad olan vakitten önce dönerlerdi. Ebu Amr, Ibn Amir
ve Asım, yâ'nın fethası, dal'ın da hemzesi ile(yasdure) şeklinde okurlarken,
diğer kıraat imamları, yâ'nın dammesi, dal'ın kesresi ile, (yusdıre) şeklinde okumuşlardır. Birinci
kıraate göre mana, "Onlar o sudan ve o sulama işinden dönmedikçe" şeklinde
otur ki, (sadere) (gefmek)'nin zıddtdır
(gitti, suya vardı) İkinci oraate göre mana, "o topluluk hayvanlarını
döndürmedikçe" şeklinde olur.
Ayetteki, "Bunun
üzerine Musa da, (onların) hayvanlarını suladı" -adesine gelince, bu,
"işte, o ikisinden dolayı, onların koyunlarını suladı" demektir. Bu
sulama işinin nasıl olduğu hususunda da, şu görüşler ileri sürülmüştür:
1) Musa
(a.s), oradakilerden müsaade etmelerini istedi de, onlar da bunun üzerine
-nüsaade ettiler.
2) Bazı
kimseler de şöyle demişlerdir: "Hz. Musa (a.s), üzerinde, ancak on
kişinin, :•' rivayete göre kırk kişinin, bir rivayete göre de yüz kişinin
itebileceği bir kaya parçası : jlunan kuyuya yöneldi, onu tek başına oradan
itti ve o kuyudan su çekti."
3) Hz. Mum
(a.s) oradikeleri sıkıştırınca, onlar o taşı o kuyunun ağzına koymaya
yöneldiler. İşte, bunun üzerine Hz. Musa (a.s) o taşı oradan itti ve kadınların
«oyunlarını suladı. Bunun izahı Kur'an'da yer almamıştır. Bunlardan hangisinin
doğru xjuğunu en iyi bilen, Allah'tır. Ancak ne var ki o kadın, Hz. Musa
(a.s)'yı kuvvetli atmakla nitelemiştir. Böylece bu niteleme, o kadının, Hz.
Musa (a.s)'ntn kuvvetinin fazla olduğunu gösteren bir şeyin ondan sâdır
olduğunu görüp müşahede ettiğine tfsftalet eder.
Cenâb-ı Hak,
"Sonra gölgeye dönüp..." buyurmuştur. Bunda, Hz. Musa (a.s)'mn, o
kadınların sürülerini, güneşte ve sıcak bir havada sutamış olduğuna ve Hz. Musa
(a.s)'nın kuvvetinin mükemmelliğine bir delalet vardır. KelbT şöyle der:
"Musa (a.s), o suyun kenarında bulunanların yanına geldi ve onlardan bir
kova su istedi. Bunun üzerine onlar ona, "Eğer istersen, o kovayı kuyudan
getir ve o ikisinin koyunlarını sula" deyince, Hz. Musa (a.s) da,
"tamam" dedi. Daha önce, kuyudan çıkarabilmek için, kovanın başına
kırk kişi toplanıyor ve onu ancak çıkarabiliyorlardı. Derken, Musa (a.s),
yalnız başına olduğu halde o kovadan tuttu, su doldurdu ve (onu çıkararak)
havuza döktü. Bereketlenmesi için de, dua etti. Daha sonra da, o iki kadının
koyunlarını o havuza yaklaştırdı; böylece de o hayvanlar, kanıncaya kadar su
içtiler. Sonra da, onları, koyunlarıyla beraber salıverdi."
[34]
imdi eğer,
"Allah'ın Peygamberi olan Şuayb (a.s)'ın, o iki kızının o sürüyü
sulamalarına gönlü nasıl razı olmuştur ve nasıl olup da bunu uygun
bulmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Kur'ân'da, onların babalarının Şuayb
(a.s) olduğuna dair bir delâlet bulunmamaktadır. Alimler bu hususta ihtilaf
etmişlerdir: Bu cümleden olarak İbn Abbas fr.a) şöyle der: "Onların
babaları, Hz. Şuayb (a.s)'ın kardeşinin oğlu Bîrûn'dur. Şuayb (a.s), kör
olduktan sonra ölmüştür." Bu, Ebu Ubeyd'in tercihidir. Hasan el-Basrî de
şöyle der: "Bu, o dini Şuayb (a.s)'dan öğrenmiş olan mü'min bir
kimseydi."
Şunu da belirteyim ki,
biz, bu mü'min adamın Şuayb (a.s) oluğunu kabul etsek bile, kızların hayvanları
sulamasında bir fesat söz konusu değildir. Çünkü din, buna karşı değildir. Ama,
bu konuda, insanların kişilikleri farklı farklıdır. Çöldeki kimselerin halleri,
yerleşik hayat sürenlerinkinden farklıdır. Özellikle, o durum zaruret durumu
olursa.
[35]
Ayetteki, "Ya
Rabbi, gerçekten ben, bana indireceğin hayra muhtacım" ifadesine gelince
bu, "Ben, bana indirdiğin az veya çok, arık ya da besili, vereceğin her
şeye muhtacım" demektir. "Fakîr" kelimesi, (istedi) ve (talep etti) manalarını kapsadığı
için, lâm harf-i cerriyle mûteaddi kılınmıştır.
Bil ki, bu söz bir
ihtiyaç haline delalet eder, ama bu ihtiyaç, yiyecek de olabilir, başka şey de
olabilir. Ancak ne var ki, müfessirler bunu yiyeceğe hamletmiş, yiyecek
anlamına almışlardır. İbn Abbas, "Hz. Musa (a.s), bu sözüyle yiyeceği bir
şeyi, taamı kastetmiştir" derken, Dahhftk, "o, yer baklası hariç,
yedi gün hiçbir şey tadmadan bekledi" der. Rivayet olunduğuna göre Hz. Mum
(a.s), bu sözü söylerken, bunu o iki kadına işittirmek için, yüksek sesle
istedi. Buna göre şayet, "Hz. Musa (a.s)'da. o büyük kovayı taşıyabilecek kuvvet
mevcutken, onun o yüce himmetine böyie bir taam ve yiyecek talebinde bulunması
nasıl yakışır? Hem, Hz. Peygambef (s.a.s) "Zengine ve güçlü kuvvetli
kimseye tasaddukta bulunmak helal olmaz" buyurmamış mıdır?"
denilirse, biz deriz ki: "Hz. Musa (a.s)'nın, bunu o iki kadına duyurmak
ve yiyecek istemesi için sesini yükseltmiş olması, Hz. Musa (a.s)'ya kesin
olarak yakışmaz. Binâenaleyh, bu rivayet kabul edilemez. Ancak ne var ki, belki
de, Hz. Musa bunu, içinden, Rabbine karşı söylemiştir."
Bu ayet hakkında söyle
bir izah da yapılabilir: Hz. Musa, "Ya Rabbi, senin bana, din hayırlarına
dair verdiğin şeyler sebebiyle ben, dünya konusunda fakir düştüm" demek
istemiştir. Çünkü Hz. Musa (a.s), Firavun'un yanındayken, bolluk ve servet
içinde bulunuyordu. Hz. Musa (a.s) bu sözü, işte bu tebdile (din ile dünyasının
yer değiştirmesine) razı olduğu, buna sevindiği ve buna şükrettiği için
söylemiştir. İste bu açıklama, bu tevil, Hz. Musa (a.s)'nın haline daha
uygundur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
''Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek ona geldi..." ifadesine
gelince buradaki (istihyâ1 un) masdarı, terkip bakımından hal, ism-i fail
anlamındadır. Yani, "utanarak, havf ederek" demektir. Ömer
İbnl'l-Hattab, "O kadın, gömleğinin kolunu yüzüne tutarak, onunla
örtünerek gelmişti..." demiştir. Bu ifadeye "Erkeklere dönmeden,
uzaktan uzağa yürüyerek..." anlamı da verilmiştir. Abdülaziz İbn Ebî
Hazım, bu ifadeye, "Hz. Musa (a.s)'ya saygı duyarak..." manasını
vermiştir. Kıraat alimlerinden kimileri, ayetteki bu kelimeyi ifadesi üzerinde
vakfederek, daha sonra da, okumaya başlayarak, der.[36]
Ayetteki, "Babam,
seni çağırıyor..." cümlesine gelince, bu, "o, utanarak geldi ve böyle
dedi..." demektir. Çünkü, cömert kimse, bir başkasını ziyarete davet
edince, utanır özellikle kadınlar. Bu ifadede, Şuayb (a.s)'ın, o iki kızın
dışında, başka bir yardımcısının bulunmadığına dair bir delalet vardır. Rivayet
olunduğuna göre, o iki kadın oradakilerden önce babalarının yanına varınca,
Şuayb (a.s) onlara, "Ne çabuk bitirdiniz?!" deyince, onlar,
"Biz, bize acıyan, edebli, irfanlı, salih bir adama rastladık da, o bizim
koyunlarımız! suladı" dediler. Bunun üzerine Hz. Şuayb (a.s), onlardan
birisine "Git ve ona, bana gelmesini söyle" dedi. Ayette bahsedilen o
ihtiyarın, Şuayb (a.s) mı yoksa başkası mı olduğu hususundaki farklı görüşler
daha önce geçmişti. Ekseri ulemâ, onun Şuayb (a.s) olduğu kanaatindedirler.
Muhammed İbn Ishâk, o iki kız hakkında, "Onların büyüğünün adı, SafÛra,
küçüğünün adı da, Llyâ'dır" derken, başkaları, Safran, Safirân olduğunu
söylemiştir. Dahhak da, büyüğünün adının SAfûrâ olduğunu söylemiştir. Hz. Musa
(a.s)'ya gelen ise, ekserî ulemânın görüşüne göre, büyük kızdır. Kelbî, Hz.
Musa (a.s)'yı çağırmaya gelenin küçüğü olduğunu söyler. Ama Kur'ân'da, bu tür
tafsilattan herhangi birine dair herhangi bir delâlet yoktur.
[37]
Ayetteki 'Ve,
"Babam, sürümüzü sulamanın ücretini ödemek için seni çağırıyor"
dedi" ifadesine gelince,bunda bazı müşkil meseleler vardır:
1) Hz. Musa (a.s)'nın, bir kadının sözüne göre
davranması ve o kadın yabancı olduğu halde onunla yürümesi nasıl uygun
olmuştur? Zira bu, büyük bir töhmete
sebep olabilir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Töhmetgetirecek mahallerden, işlerden
kaçının" buyurmuştur.
2) O, o iki
kadının koyunlarını Allah'a yaklaşmak amacıyla sulamıştı. O halde onun, buna
mukabil bir ücret alması nasıl uygun düşebilir? Çünkü bu, ne mürüvvete, ne de
dine uygun düşer.
3) Hz. Musa
(a.s), hem kızların hem de babalarının yoksulluğunu ve acziyyetlerini
anlamıştı. O ise, azıcık bir çabayla, pekçok şeyler elde edebilecek derecede,
son derece güçlü ve kuvvetliydi. O halde böyle olan bir kimsenin, bu kadarcık
bir sulamaya mukabil, yaşlı bir adamdan ve fakir bir kadından ücret talep
etmesi nasıl uygun düşebilir?
4) Bir
peygamber olan Şuayb (a.s)'in, kendi genç kızını, o adamın namuslu mu yoksa
fasık birisi mi olduğunu henüz öğrenmeden genç olan birisinin yanına yollaması
nasıl uygun düşebilir?
Birinciye cevap: Biz
şöyle deriz: İster hür, ister köle, ister kadın, isterse erkek olsun, birisinin
sözüne göre bizim davranmış olduğumuz gibi, bir kadının sözüne göre davranmak,
haberde variddir. Burada o kadın, ancak babasından haber getirmiştir. Kadınla
birlikte yürümeye gelince, ihtiyatlı ve takva içinde olduğu sürece bunda
herhangi bir sakınca yoktur.
İkinciye cevap: Her ne
kadar kadın böyle demişse de, belki de Hz. Musa (a.s), onlara, ücret talep
etmek için gitmemiş, aksine o yaşlı ve muhterem kimseyi görmenin bereketi
ümidiyle gitmiştir Rivayet olunduğuna göre, kadın, "ücretini ödemek
için" deyince, Hz. Musa (a.s) bundan hoşlanmıyor. Ona yiyecek
sunulduğunda, yemekten kaçınıyor ve, "Biz, öyle bir evin halkıyız ki,
dinimizi dünyamıza değişmeyiz; yapılan iyiliğe mukabil, bir ücret
almayız..." diyor. Bunun üzerine Şuayb (a.s), "Bu, bize gelen herkese
gösterdiğimiz âdet ve örfümüzdür" diyor.
Aynı şekilde şöyle de
demişlerdir: Açlığın, artık tahammül edemeyeceği bir dereceye vardığı; çaresiz
kaldığı için de bunu kabul etmiş olduğu., herhalde yadırganmaz. Bu aynı zamanda
üçüncünün de cevabıdır. Zira, zaruretler, mahzurlu ve memnu şeyleri mubah
kılarlar.
Dördüncüye cevap:
Muhtemeldir ki Hz. Musa (a.s), vahiy vasıtasıyla, o kadının temiz ve pak
olduğunu öğrenmişti. Bundan dolayı da. onun namuskârlığma güveniyordu.
[38]
Ayetteki "Bunun
üzerine Hz. Musa ona gitti" cümlesi hakkında, Ömer İbni'l-Hattab (r.a)
şöyle demiştir: " Hz. Musa (a.s) yürümek üzere ayağa kalkar. önünde de kız
bulunmaktadır. Derken rüzgâr eser, kızın kimi yerlerini açar. Bunun üzerine Hz.
Musa (a.s) ona, "Ben, İbrahim (a.s) soyundanım. Binâenaleyh, sen benim
arkama geç ki, rüzgâr elbiselerini kaldırmasın. Ben de böyle, benim için helal
olmayan şeyi görmeyeyim" der. Şuayb (a.s)'in yanına girdiğindeyse, bir de
ne görsün, yemek hazırlanmış. Şuayb (a.s) ona hemen, "Buyur ey
delikanlı" deyince, Hz. Musa (a.s), "Allah'a sığınırım" der.
Şuayb (a.s) "Niye ki?" diye sorduğunda Hz. Musa (a.s), "Çünkü
biz, öyle bir ev halkındanız ki yer dolusu attın mukabilinde bile olsa,
dinimizi satmayız" cevabını verir. Bunun üzerine Şuayb, "Fakat benim
ve atalarımın örfü, misafiri yedirip içirmektir" deyince de, Hz. Musa
(a.s) sofraya oturur ve yer. Şüphesiz ki o, başlangıçta, bunun yaptığı işe
mukabil bir ücret olacağı endişesiyle yemekten kaçınmıştı.
Hızır'la birlikte
bulunduğunda, ona, "Dileseydin elbette buna karşı bir ücret alırdın"
(Kew, m derken, bunu istemezlik yapmamıştı. Fark şudur: Yapılan sadaka
(kabilinden ise) mukabil bir ücret almak caiz olmaz; ama, doğrudan doğruya
ücretli çalışmaya gelince, mekruh değildir. 'Ve ona kıssasını anlattı..."
cümlesinde kasas kelimesi, tıpkı 'alet kelimesi gibi bir masdardtr. Anlatılan
şeye, kasas denilmiştir.
Dahhak şöyle demiştir:
"Musa (a.s), Şuayb (a.s)'ın yanına girdiğinde Şuayb (a.s) ona, "Ey
Allah'ın kulu, kimsin sen?" diye sorar. O, "Ben, Musa İbn Imrân İbn
Yeskur İbn ttahls İbn Lâvî İbn Ya'kûb'um" der ve doğduğundan itibaren
başından geçen her şeyi, ebeleri, kendisini emzirenleri, denize atılmalarını,
Kıptî'yi öldürmesini, onların onu öldürmek istemelerini... anlatır. Bunun
üzerine Şuayb (a.s) "Korkma, o zalimler güruhundan kurtuldun" der.
Yani, "onların, bizim topraklarımızda sözü geçmez. Biz onların toprakları
üzerinde değiliz..." demektir. Ayette, onun bunu, vahiyle mi yoksa durum
öyle gerektirdiği için mi söylediğine dair bir delalet bulunmamaktadır.
Eğer,
"Müfessirler şöyle demişlerdir: "Firavun, Musa (a.s)'nın arkasına
düştüğünde, bir milyon altıyüz bin kişiyle birlikte yola çıkmıştı." O
halde, durumu böyle olan bir kralın toprakları içinde, kendi yönetim
merkezinden sekiz günlük ıtesafede böyle bir köyün bulunması nasıl makul
olabilir?" denilirse, biz deriz ki: 8u, ender rastlanacak bir şey ise de,
imkânsız değildir.
Ayet-1 keremideki
"O iki adından biri, "Babacığım, onu ücretle çoban tut. Çünkü ücretle
tuttuklannm en hayırlısı şüphesiz, kuvvetli ve emin olandır..." ifadesiyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[39]
Kadın, onun hayvanları
nasıl suladığını gördüğü için, onu kuvvetti olmakla nitelemiştir. Yine,
anlattığımız üzere, onlar sürülerini alıkoyarken Hz. Musa (a.s), onların
hayvanlarını sularken ve de kadının önünde babasına gelirken bakışlarını
indirdiği, ona bakmamış olduğu için de, onu güvenilir olmakla nitelemiştir.
[40]
Aksi daha uygun olduğu
halde ifadesi, 'nin ismi,
İfadesi de haberi kılınmıştır. Çünkü, takdirin sebebi, o şeye daha çok
ilgi ve alaka gösterilmesidir.
[41]
Kendilerine, anlayış
ve zekâ bitişmediği sürece, güçlü olmak ve emniyyet telkin etmek, maksadı elde etmek
için
yeterli değildirler. O
halde o, zekâ ve anlayış işini niye ihmal etmiştir? Bunun, emniyyet telkin etme,
emânet ehli olmanın kapsamına girdiğinin söylenilmesi mümkündür.
Abdullah İbn
Mes'ûd'dan şu rivayet edilmiştir: "İnsanların en zekileri, şu üç kişidir:
Şuayb (a.s)'in kızı, Hz. Yusuf (a.s)'un hapishanedeki arkadaşı ve Hz. Ömer
(r.a)'i tasdik ve tezkiye eden Hz. Ebu Bekir (r.a)."
[42]
Ayetteki "O (zât)
dedi ki: "Ben, iki kızımdan birini ... sana nikâhlamayı arzu
ediyorum..." ifadesine gelince, hiç şüphesiz ki, lafız her ne kadar bir
belirsizlik (terdîd) ifade ediyorsa da, fakat o, evlendirme hususunda,
(hangisiyle olduğu hususunda) muayyen birisini gösterir. Akdin, iki süreden en
azına göre vaki olduğunda şüphe yoktur. Daha fazla süre çalışmak ise, bir
teberru gibidir. Fukahâ bununla bazan, çalışmanın da mehir sayılma yönünden mal
gibi olduğuna, ücrete ve ücrete bağlanana ziyadede bulunmanın caiz olduğuna
dair istidlalde bulunmuşlardır. Fakat bu, bizden önceki ümmetlerin şeriatı
olup, bizi bağlamaz. Bu ifade aynı zamanda, o şeriatta, veliye bir menfaatin
şart koşulmasının caiz olduğuna; yine o şeriatta, kadının hak etmiş olduğu bir
bedel olmaksızın kadının nikah (anmasının caiz olduğuna; aynı şekilde, akdin
gerektirmediği şartların, nikah akdini bozmadığına delalet etmektedir.
Daha sonra, o,
"bana sekiz yıl işçilik yapman şartıyla,. demiştir. Bu ifade, sen,
başkasına ücretli olarak çalıştığında söylediğin, (ecertuhû) ifadesinden
alınmıştır. Bu durumda "sekiz yıl" ifadesi, onun zarfı olur. Yahut da
bu, "ona şöyle şöyle karşılık verdim" anlamına gelen ifadesinden
alınmıştır. Nitekim "Allah mükâfaatmı versin ve size merhamet etsin"
temennisi de bunun gibidir. O zaman, "sekiz yd" ifadesi, mef'ÛI-Ü blh
olur. Manası ise,"sekiz yıl çobanlık yapmak" şeklinde olur.
Daha sonra o,
"Sana zorluk çıkarmayı da istemem" der. Bu hususta iki izah şekli
vardır:
1) Bunun
manası, "süreyi on yıla tamamlamayı mecbur tutmak suretiyle, sana zorluk çektirmeyi
de istemem" şeklindedir. Buna göre eğer, "Arapların ifadesinin manası
nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bunun manası şudur: "Durum sana ağır
geldiğinde, o zaman sanki, iki şeyi düşünmen suretiyle, o sana ağır ve
meşakkatli gelmiştir. Bu yüzden, bazan, "Buna gücüm yeter" dersin,
bazan da, "Buna gücüm yetmez" dersin."
2) Bunun
manası şudur: "Çobanlık konusunda sana sıkıntı vermek istemiyorum. Bu
konuda sana kolaylık gösteriyor,
imkânın ölçüsünde çalışman konusunda müsamaha ediyorum. Çobanlık konusunda,
büyük bir dikkat ve titizlikle seni sorumlu tutmuyorum..." İşte,
peygamberler, burada da görüldüğü gibi, insanlarla olan muamelelerinde en
kolayı seçerler. Nitekim hadiste şöyle buyuruImuştur: "Hz. Peygamber
(s.a.s) benim ortağım idi. En hayırlı bir ortaktı; ne mudara yapar, ne
tartışmada ileri giderdi, ne de nizalaştrdı...".
[43]
Daha sonra o
"inşaattan beni salihlerden bulursun..." der. Burada da iki izah
şekli vardır:
1) O burada, "salâh" ifadesiyle, güzet
muameleyi ve yumuşak huyluluğu kasdetmektödir.
2) O,
"salâh" ifadesiyle, umûmî manayı kastetmektedir ki, güzel muameleler
de buna dahildir, "fnsaallah" demiştir, ki bu, O'nun tevfik ve
yardımına güvenip dayanmak içindir. Buna göre eğer, "Böyle bir şartla akid
nasıl tamam olur? Çünkü sen, "Allah dilerse karım boştur" dersen, o
boş olmaz" denilirse, biz deriz ki: Bu, şeriatlara göre değişen bir
husustur:
Onun, "O, seninle
benim aramda..." ifadesine gelince, bil ki, zillke mübtedâdır. ifadesi
ise, onun haberidir. Bu, Hz. Şuayb (a.s) ile . apmış olduğu anlaşmaya bir
işarettir. O bununla "Bu söylediğin ve, benimle üzerinde anlaşma yaptığın
şey, ikimiz arasında geçerli olup, hiçbirimiz ondan çıkmayacağız. Se ben, bana
koştuğun şartlardan çıkacağım, ne de sen, kendine karşı bana taahhüt ettiğin
şartlardan..." manasını kasdetmiştir.
Daha sonra o "Bu iki müddetten hangisini yerine
geörirsem (...)" buyurmuştur. Yani, "en uzunu on yıl, en kısası da
sekiz olan iki sûreden hangisini yerine
getirirsem" demektir. Si yani, "ziyâdeyi istemede bana karşı husumet
edilmez..." demektir. O bununla muhayyerliği belirtmek istemiştir. Şunu
demek ister: Dilerse o, dilerse bu. Süreyi artırma işi, hiç kimse tarafından
ona :•' zorlama olmaksızın, onun görüşüne ve kanaatine bırakılmıştır.
Daha sonra o,
"Allah, dediğimize vekildir" demiştir. el-Vekîl, işin, kendisine
havale edildiği kimsedir. el-Vekfl, şahit manasında kullanıldığı için, alA
harf-i cerriyte müteaddî olmuştur.
[44]
"Artık Musa,
müddetini tamamlayında, ailesiyle yola çıktı. Tur yanında, bir ateş farketti.
Ailesine dedi ki: "(Siz burada) bekleyin; çünkü ben, bir ateş gördüm; olur
ki, oradan size bir haber, yahut ısınmanız için bir ateş parçası
getiririm. Derken
oraya gelince, mübarek bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, ağaçtan;
"Ya Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben! Asanı bırak..." diye nida
olundu. (Musa), asasını, bir yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp
uzaklaştı, geri dönmedi. "Ya Musa, beri gel, korkma; çünkü sen emniyyette
olanlardansın. Elini yakanın içine sok. Af etsiz bembeyaz olarak çıkacaktır o.
Korkudan ellerini kendine kavuştur. İşte bu ikisi, Firavun'a ve cemaatine
Rabbinden iki burhandır. Çünkü onlar fâsıkîar güruhudur" (Kasu, 29-32).
Bil ki Hz. Peygamber
(s.a.s)'den, "Musa, o iki kızın küçüğü ile evlendi ve o iki vakitten uzun
olanını yerine getirdi" dediği rivayet olunmuştur. Mücâhld, "Hz. Musa
(a.s) bu süreyi on sene olarak tamamladı ve bundan sonra Şuayb (a.s)'in yanında
bir on sene daha kaldı" demiştir. Ayetteki
"Artık Musa müddetini tamamlayınca, ailesiyle yola çıktı. Tür
yanında bir ateş farketti..." ifadesi, bu hissetme işinin, bu iki işten
sonra olduğuna delalet eder. Fakat bunun, iki işin sadece birisinden sonra yani
o müddetin tamamlanmasından sonra meydana geldiğine delalet etmez. Böylece
Kâdi'nin, "Bu, Hz. Musa (a.s)'nın, o müddetten fazla kalmadığına delalet
eder" şeklindeki sözü bâtıl olmuş olur.
Ayetteki,
"Ailesiyle yola çıktı..." ifadesinde, Hz. Musa (a.s)'nın sadece
hanımıyla yola çıktığına dair bir delalet yoktur. Çünkü ayette daha sonra
gelen, 'bekleyin" ifadesinde, bunların iki kişiden fazla bir cemaat
olduklarına bir işaret vardır.
[45]
Ayetteki, "Bir ateş farkettim" ifadesinin
izahı, Tâhâ ve Nemi sûrelerinde geçti.
Ayetteki "Olur ki
oradan size bir naber yahut, ısınmanız için bir ateş parçası getiririm"
ifadesiyle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Keşşaf
sahibi şöyle der: "Ayetteki üç şekilde, yani "cezve",
cüzve" ve "clzve" şekillerinde kullanılır ve bu şekillerde de
okunmuş olup, bu, ster ucunda ateş olsun, ister olmasın, kalın sopa
demektir." Zeccac ise, "cezve"nin, uru ağaçtan koparılmış kalın
bir parça olduğunu söyler.
İkinci Bahis: Tahâ
sûresinde, Hz. Musa (a.s)'nın yolculuk ettiği bu gecede, çölde a*abildiğine
zifiri bir karanlık olduğunu, şiddetli bir rüzgârın estiğini, hayvanlarının
eğildiğini, yolu kaybettiklerini, bir yağmura tutulduklarını, böylece de çok
jşüdüklerini, işte tam o sırada uzakta bir ateş gördüklerini, Hz. Musa
(a.s)'nın, «endilerine yol gösterecek birisini bulmak üzere o ateşe doğru
gittiğini anlatmıştık « bu, ayette "Oradan size bir haber yahut ısınmanız
için bir ateş parçası (yanan 3ir odun) getireyim" ifadesi ile anlatılan
husustur. Ayetin, "Olur ki oradan size bir zaber getiririm" kısmında,
Hz. Musa (a.s)'mn yolu kaybettiğine; "Isınmanız için bir reş parçası
getireyim" kısmında da üşüdüklerine bir delalet vardır.
[46]
Ayetteki, "Derken
oraya gelince, mübarek bir yerdeki vadinin sağ kıyısından, iğaçtan, "Ya
Musa, alemlerin Rabbi olan Allah benim ben" diye nida olundu"
sadesine gelince, bil ki, şâtı'u'-vadl, "vadi tarafından" demektir.
Çünkü o nida, vadi vatından, ağaç tarafından, Musa (a.s)'nın sağ yanından
gelmişti. Ayetteki, "ağaçtan" fadesi, "vadinin kıyısından"
ifadesinden bir "bedel-i istimal''dir. Çünkü : ağaç, vadinin o kenarında
idi. Bu tıpkı, (Zuhmf. 33 ıvetindeki bedel gibidir. Cenâb-ı Hak, bu ayette, o
bölgeyi "mübarek" diye nitelemiştir. Çünkü Hz. Musa (a.s)'nın
peygamberliğinin başlangıcı ve Allah'ın ona konuşması, orada olmuştur. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele var:
[47]
Mu'tezile, "Allah
herhangi bir cisimde yarattığı kelamla konuşur"
şeklindeki görüşlerine, ayetteki,
"ağaçtan' ifadesini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu,
Hz. Mum (a.s)'nın o sesi, o ağaçtan duyduğu ve bu şekilde nida
edenin Allah Teâlâ
olduğu hususunda açık bir ifadedir. Allah Teâlâ ise, bir cisim içinde olmaktan
münezzehtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın, kelamını bir maddede yaratmak suretiyle
konuştuğu sabit olur."
Cenâb-ı Hakk'ın kelamının
kadîm (ezeli) olduğunu savunan (ehl-i sünnet) şöyle derler: Bu meselede bizim
şu iki görüşümüz var:
1) Ebu Mansur
el-Maturidi ve Mavera ün nehir alimlerinin görüşüne göre, Cenâb-Hakk'ın zâtı
ile kâim (birlikte) olan kadîm kelâmı duyulmaz. Duyulan şey ancak sesler ve
harflerdir. İşte o ağaçta yaratılan ve duyulan budur. Böyle olması halinde.
Mu'tezlle'nin görüşü sakıt olur, düşer.
2) Ebu'l-Hasan el
Es'ârî'nin görüşüne göre, harf ve ses olmayan Allah kelâmının, tıpkı cisim
(madde) ve araz (sıfat) olmayan zât-ı ilâhinin görünmesinin mümkün oluşu gibi,
duyulması mümkündür. Bu görüşe göre, Hz. Musa (a.s)'nın o harfleri ve seslen
ağaçtan duyması ve kadîm kelâmı (sözü) de, ağaçtan değil, Allah'tan dinlemiş
olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bu iki şey arasında bir uyuşmazlık söz
konusu değildir
Ehl-i sünnet, görüşüne
şöyte delil getirmiştir: "Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan Allah benim
ben!" sözünün çıktığı ve duyulduğu yer, eğer o ağacın kendisi olmuş
olsaydı, o zaman o ağaç, "Allah benim" demiş olurdu." Mu'tezile
buna şöyle cevap verir: "Bu, o sözü söyleyenin, sözün faili (sahibi) değil
de, sözün mahalli (söylendiği yer) olması halinde söz konusu olur ki, esas
meselemiz de budur.." Ehl-i sünnet buna şu şekilde cevap verir:
"Zehirli bir but, "Benden yeme, çünkü ben zehirliyim" dediğinde,
bu sözün faili Allah olur. Çünkü eğer bunu söyleyen but, bizzat bu sözün sahibi
olsaydı, o zaman Allah'ın, "Benden yeme, çünkü ben zehirliyim" demiş
olması gerekirdi ki, bu olamaz. Binâenaleyh eğer konuşan, sözün yeri olmuş
olsaydı, o zaman o ağacın, "Ben Allah'ım" demiş olması gerekirdi ki,
bütün bunlar olamaz.
[48]
Şöyle de denebilir:
"Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'de, duyduğu o sözün, Allah'ın sözü olduğuna
dair kesin bir bilgi
yaratmıştır."
Mu'tezile buna da itiraz ederek şöyle der. "Çünkü eğer, Hz. Musa (a.s), o
sözün, Allah'ın sözü olduğunu kesin olarak bilmiş olsaydı, o zaman Allah'ın
varlığını da kesin (bedihî) olarak bilmiş olması gerekirdi. Çünkü sıfatın
(arazın) zarurî olarak bilinmesi ve bu sıfatın zatının (cevherinin) İse
istidlali olarak bilinmesi imkansızdır. Binâenaleyh eğer, Hz. Muta (a.s),
Cenâbn Allah"ı zarurî (bedihî) olarak bilmiş olsaydı, mükellefiyet ortadan
kalkardı." Şöyle de denebilir
"Allah Teâlâ, Hz.
Musa (a.s) ya harf ve ses olmayan o kelâmını duyurunca, Hz. Musa (a.s) böyle
bir sözün, mahlûkâtın sözlerinden olamayacağını anlamıştır." Şu da ileri
sürülebilir: "Bu sözün o ağaçtan çıkması, böyle bir sözün ancak Allah'dan
olacağı bilinmesi yönünden, tıpkı çakıl taşlarından tesbîhatın çıkışı
gibidir."
Şu da söylenebilir:
"Hz. Musa (a.s)'nın yaş bir ağaçta ateşi görmesi mucize olunca, Hz. Musa
(a.s), ateşle, yaş ve yeşil bir ağacı bir arada tutmaya kadir olanın ancak
Allah Teâlâ olduğunu anlamış oldu." Şu rivayetin doğru olması da
muhtemeldir: İblis, Hz. Musa (a.s)'ya, "Onun Allah'ın nidası olduğunu
nasıl anladın?" dediğinde, Hz. Musa (a.s) "Çünkü ben onu, bütün
cüzlerimle, her tarafımla duydum" demiştir. Binâenaleyh o, bu duyma işinin
bütün bedeninden olduğunu hissedince, bunun Allah'dan başka hiç kimsenin kadir
olamayacağı şeylerden olduğunu anladı." Bu ancak, biz ehl-i sünnete göre
doğru olabilir. Bize göre hayatın bulunması için, bünye şart değildir.
[49]
Cenâb-ı Hak, Nemi
Sûresi'nde, "Kendisine şöyle nida olundu: "Ateşte bulunana da, çevresinde olan
kimselere
de muhakkak bereket
verildi"(Nwni, 8) buyurulmuş; burada "Alemlerin Rabbi olan Allah benim
bert!" diye nida
olundu"
buyurulmuş; Tahâ Sûresi'nde ise, "Ben senin Rabbinim" diye nida
olundu" ıTâhft, 12) buyurulmuştur. Bu üçü arasında bir tezat yoktur.
Binâenaleyh Allah Teâlâ, bütün bunları zikretmiş, ama her sûrede bunlardan
birini nakletmiştir.
[50]
Hasan el-Basri
"Musa (a.s)'ya konuşma nidası değil, vahiy nidası yapıldı. Bunun delili
ise, "Vahyolunana kulak ver" (Tihiı, 13) ayetidir" demiştir. Ekser? âlimler
ise, Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa (a.s)'ya vahyen değil, vasıtasız olarak
konuştuğu kanaatindedirler. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Allah, Musa'ya
konuştu" (Nisa. 164) ayeti ve benzeri ayetlerdir. Hasan el-Basrî'nin delil
getirişi zayıftır. Çünkü, "Vahyedilene kulak ver"rrâht, 13) sözü ona,
vahiy ile olmamıştır. Çünkü eğer bu da vahiy ile olmuş olsaydı, o zaman işin
sonu, mükellefin duyduğu ve vahiy olmayan bir söze dayanmalıdır. Aksi halde
teselsül gerekir. Aksine "Vahyedilene kulak ver" ifadesi ite
kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'ya, artık bundan sonra kendisine
vahiy yoluyla gelen emirler hususunda titiz olması manasıdır.
Ayetteki "Asanı bırak" diye nida olundu.
Şimdi (Musa), âsâyı bir yılan gibi deprenir görünce, arkasını dönüp uzaklaştı,
geri dönmedi. "Ya Musa beri gel, korkma. Çünkü sen emniyette
olanlardansın..." ifadesinin tefsiri daha önce geçmişti. Ayetteki,
"yılan gibi" ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın o âsâyı yılana benzettiğini
açıkça göstermektedir. Allah, âsânın bizzat yılan olduğunu söylememiştir.
Binâenaleyh bu ifade, o âsânın ejderha (yılan) olmasına ters düşmez. Aksine
Cenâb-ı Hak, o âsâyı, miktar bakımından değil de, hareket etme ve deprenme
bakımından yılana benzetmiştir.
Hz. Musa (a.s)'nın
niçin korktuğunu daha önce açıklamıştık. Ayetteki, ÇJ*. jjj ifadesi, "geri
dönmedi" demektir. Nitekim, savaşan birisi, kaçtıktan sonra geriye
döndüğünde Arapçada JîüuJi ÇM denilir. Vehb şöyle demiştir: "O âsâ, ağaç
ve kaya nâmına orada ne varsa hepsini yutmuştur. Hatta Musa (a.s), onun
dişlerinin gıcırtısını ve kayaların onun karnında çıkardığı sesleri duymuştur.
İşte o zaman dönüp kaçmıştır.
[51]
Alimler, bunun hangi
âsâ olduğu hususunda şu değişik görüşleri belirtmişlerdir
1) Hz. Şuayb (a.s)'in yanında, geçmiş
peygamberlerin asaları vardı. Bir gece Musa (a.s)'ya şöyle dedi: "Bu eve
girdiğinde, o asalardan birini al"dedi. Hz. Musa (a.s) da, Hz. Adem (a.s)
ile birlikte cennetten inen âsâyı aldı. Peygamberler, o âsâya Şuayb (a.s)'a
gelinceye kadar hep vâris olmuşlardır. Hz. Şuayb (a.s) ona, "Bana aldığın
âsâyı göster" dedi ve âmâ olduğu için, o âsâyı eliyle yokladı ve onu
vermemek istedi. Bunun üzerine, "Başkasını al" dedi. Hz. Musa (a.s)
yedi defa (rastgele) bir âsâ seçmek istedi, yedisinde de bu âsâ eline geldi.
Böylece Şuayb (a.s), Hz. Musa (a.s)'nın o âsâ ile epey işi olduğunu anladı.
Yine rivayet
olunduğuna göre, Şuayb (a.s), kızına, Hz. Musa (a.s) için evden bir âsâ
getirmesini istedi. O da o eve girip, bu âsâyı alıp babasına verdi. Şuayb (a.s)
onu görünce, kızına "Başkasını getir" dedi. Kızı onu yere attı,
başkasını alıp götürmek istedi. Fakat eline yine o âsâ geldi. İhtiyar Şuayb
(a.s) bunu görünce önce razı oldu, sonra pişman oldu ve Hz. Musa (a.s)'yı aramaya
başladı. Hz. Musa (a.s)'ya rastlayınca "o âsâyı geri ver" dedi. Hz.
Musa (a.s), "o, benim âsâmdır" deyip, ona vermemek istedi. Derken
münakaşa ettiler. Sonra da ilk rastlayacakları adamı bu hususta aralarında
hakem kılmak üzere anlaştılar. Derken, yürüyerek (İnsan şeklinde) bir melek
geldi ve aralarında şöyle hükmetti: "O âsâyı yere bırakın. Bundan sonra
onu kim kaldırabilirse, o onundur." Bunun üzerine Hz. Şuayb (a.s) onu
kaldırmak istedi, ama gücü yetmedi. Musa (a.s) ise, onu kolaylıkla kaldırdı.
İhtiyar Şuayb (a.s) böylece onu ona verdi ve Hz. Musa {a.s) ona on yıl çobanlık
etti.
2) Ibn
Salih, Ibn Abbas (r.a)'dan şunu rivayet etmiştir: "Şuayb (a.s)'in
kardeşinin oğlu Bîrûn'un evinde, sadece Btrûn ile, Bfrûn'un Hz. Musa (a.s)'yla
evlendirdiği o kızından başka hiç kimsenin giremediği bir oda vardı. Çünkü o
kızı, orayı temizliyor ve süpürüyordu. O odada onüç tane âsâ vardı. Bîrûn'un da
onbir erkek çocuğu vardı. Onlardan olgunluk çağına gelenlere, o odaya girip,
asalardan bir tane almalarını emrederdi. Bir gün Hz. Musa (a.s), geceleyin
Bîrûn'un evine geldi. Fakat evde kimseyi bulamadı ve koyunları gütmek için bir
âsâya ihtiyaç duydu. Böylece o odaya girip, asalardan birini alıp çıkardı.
Hanımı bunu görünce, babasına gidip, durumu haber verdi. Bfrûn buna sevindi ve
kızına, "senin kocan peygamberdir ve onun bu âsâ ile yapacağı pek çok
işler vardır" dedi.
3) Bazı
rivayetlerde şu yer almıştır: Hz. Musa (a.s), Şuayb (a.s)'la o anlaşmayı yapıp,
ertesi sabah olup, Musa (a.s) koyunları gütmeye gitmek isteyince, Şuayb (a.s)
ona, "o koyunları, bu âsâ ile sür, götür, yol ayrımına geldiğinde, her ne
kadar sağ daha otlak ise de, sen sola sap. Çünkü sağ tarafta büyük bir ejderha
var. O yılanın sana ve koyunlara zarar vermesinden korkarım" dedi. Hz.
Musa (a.s) da koyunları alıp gitti. Yol ayrımına gelince koyunlar sağa gitmek
istediler. Hz. Musa {a.s), onları sola çevirmek için çok çaba sarfetti ama
başaramadı. Mecburen onların peşinden gitti ve bir de ne görsün, alabildiğine
geniş bir otlak... Derken uyudu. Koyunlar otluyortardı. İşte o sırada o yılan
çıkageldi. Musa (a.s)'nın âsâsı hareketlenip dikildi ve o yılanla, öldürünceye
kadar mücadele etti. Öldürünce, kana bulanmış olarak Hz. Musa (a.s)'nın yanına
döndü. Musa (a.s) uyanınca, asasının kana belenmiş ve yılanın Ölmüş olduğunu gördü.
Allah Teâla'nın o asada bir mucizesinin olduğunu ve bir kudretin bulunduğunu
anladı. Şuayb (a.s)'ın yanına döndü; o, kör idi. Koyunlara dokunduğunda, bir de
ne görsün; onlar, öncekinden daha güzel ve besili... Bunun üzerine, Hz. Musa
(a.s)'ya, bunun sebebini sordu, Hz. Musa (a.s) da ona hadiseyi anlattı; o da
buna sevindi ve hem Hz. Musa (a.s)'nın hem de o asanın, kadr ü kıymeti olduğunu
anladı. Sürüsünü güzelce güttüğü için, ikram olsun ve de kızı için de bir
destek olsun diye, Hz. Musa (a.s)'yı mükafaatlandırmak isteyince şöyle dedi:
'Koyunlarımın bu sene
doğuracağı, dişi olsun erkek olsun, siyah beyaz, alacalı bütün kısımları sana
hediye ettim. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Musa (a.s)'ya, "Âsânİa,
kendisiyle koyunları suladığın suya var!" diye variyetti. O da bunu yaptı,
sonra da koyunlarını o sudan suladt. O koyunlardan hiçbiri müstesna olmamak
Üzere de, herbiri, erkekli dişili olmak üzere siyah-beyaz alacalı yavru
doğurdu. Böylece Hz. Şuayb (a.s), bunun Allah Teâla'nın Hz. Musa (a.s)'ya ve
esine gönderdiği bir rızık olduğunu anladı ve ona vermiş olduğu sözü de
eksiksiz yerine getirdi.
4) Bazıları
da şöyle demişlerdir: "Bu âsâ, Adem (a.s)'nın âsâsıdır. Cebrail (a.s), o
Öldükten sonra bu asayı almıştı. Ta ki, Hz. Musa (a.s), geceleyin onunla
karşılaşıncaya kadar..."
5) Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu,
rastgele karşısına çıkan bir ağacın gövdesinden alıp yaptığı bir âsâ idi. Yani
onu, ağacın enli kısmından almıştı. Bir şeyi seçerek almayıp, rastgele
aldığında, Arapça'da, İ'terada) denilir. Kelbî'den de şu rivayet edilmiştir:
"Kendisinden Musa (a.s)'ya nida
edilen ağaç, Avsec
ağacıdır. Âsâsı da ondandı." Bu izahlardan kimini diğerlerine tercih
etmemize imkân verecek bir şey yoktur; çünkü Kur'ân-ı Kerim'de, buna delâlet
eden bir şey bulunmamaktadır. Haberlerse birbiriyle çelişmektedir. Allah, bunu
daha ryi bilir.
[52]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Elini yakanın içine sok. Afetsiz bembeyaz olarak çıkacaktır..."
ifadesine gelince, bil ki Allah bunu, üç ibareyle zikretmiştir:
a) Buradaki ifade.
b) Tâhâ
süresindeki, (Tahâ, 22) "S/r ete elini koynuna sok da, o ayıpsız ve
bembeyaz bir halde çıkıversin..." ifadesi.
c) Nemi
süresindeki "Elini koynuna sok da..." (Nemi, 12) ifadesi.
Garibu'l-Kur'ân adlı eserinde, el-Azizî, 'nin anlamı, "e//n; koynuna sok,
girdir" şeklindedir" demiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince, bu konuda en güzel sözü söyleyen. Keşşaf sahibi olup, o
söyle demiştir: "Bunun iki anlamı vardır:
a) Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s) için, âsâyı yılan haline çevirince, Hz. Musa (a.s)
dehşete kapıldı ve tedirgin oldu, korktu. Bir şeyden korkan kimsenin yaptığı
gibi, eliyle ondan korunmaya, sakınmaya çalıştı. Bunun üzerine ona,
"Elinle ondan korunmada, düşmanlarına karşı senin için bir zillet ve
nakîsa bulunmaktadır. Onu attığında o nasıl yılan haline geliveriyorsa, aynı
şekilde, elinle sakınacağın yerde onu koltuğunun altına sok. Sonra da, şu iki
şeyin meydana gelmesi için, onu bembeyaz çıkarıver. Bu iki şey de, sana karşı
bir nakîsa olan şeyden sakınma ve bir başka mucize izhâr etme... Buradaki cenah
kelimesinden maksat, eldir. Çünkü İnsanın iki eli, kuşun iki kanadı
mesabesindedir. Kişi, sağ elini sol koynuna soktuğunda, kanadını kendine
yapıştırmış olur.
b)
"Kanadın kendine çekilmesi "yle, kuşun davranışından istiare
yapılarak, Asanın yılana çevrilmesi sırasında titreyip korkmasın diye, Hz. Musa
(a.s)'nın serinkanlı olması,
kendine hakim olması
ve metin, cesur davranmasıdır. Çünkü
kuş korktuğunda, iki kanadını yayar ve onları salıverir. Aksi halde İse,
kanatları gövdeye yapışık ve kendine doğru çekilmiş olur. ifadesinin anlamı
ise, "korkudan ötürü" şeklindedir. Yani, "yılanı görmen
esnasında sana bir korku isabet ederse, ellerini kendine topla" demektir.
ifadesi, iki tefsirden herbirine göre, aynı anlamdadır. Fakat lafızlar farklıdır.
İki yerdeki maksatlar farktı olduğu için, aynı mana tekrarlanmıştır. Şöyle ki:
İki yerden birindeki gaye, ellerin bembeyaz çıkmasıdır. İkinci yerden gaye ise,
korkuyu gizlemek ve örtmektir.
[53]
Eğer, "el"
anlamına gelen el-cenAh (kanat), bir yerde toplanmış, çekilmiş (madmûm) olarak
nitelendiği halde, diğer yerde, "kendisine toplanmış, kendisine
çekilmiş" (madmûun ileyh) olarak nitelenmiştir. Bunlar (Tâhâ, 22) ifadesidir. O halde bunların arası
nasıl ulaştırılabilir?" denilirse, biz deriz ki: "Toplanmış cenârTtan
maksat, sağ eldir; kendisine doğru toplanılan, çekilen -madmûun ileyh- "cenah"
ise, sol eldir. Sağ ve sol ellerden herbiri, bir kanattır..." İşte bütün
bu açıklamalar, Keşşaf sahibinin sözü olup, bunlar son derece güzeldir.
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine
gelince bu, hem şeddeli, hem de şeddesiz olarak okunmuştur. Şeddesiz olarak
okunması halinde bu, ü kelimesinin tesniyesidir. Şeddeli (Fezânnlke) okunması halinde ise, 'nin
tesniyesidir. 'nin anlamı, "Onun peygamberliğinin doğruluğu ve kendisine
davet ettiği tevhîd akidesinin gerçekliği hususunda, apaçık iki
hüccettirler" biçimindedir. İfadenin zamiri, Allah Teâlâ'nın bunu ona,
nezdinde izhâr edeceği mucizelerin ne olduğunu bilebilmesi için, Firavunla
karşılaşmasından önce emretmiş olmasını gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ bundan
sonra, Hz. Musa (a.s)'nın "Rabbim, ben, onlardan olan bir cana kıydım; bu
sebeple beni öldürmelerinden korkuyorum" (Kasas. 33) dediğini
nakletmiştir. Kâdî şöyle demiştir: "Durum böyle olursa, iki mucizenin de
zuhur etmesi durumunda, gerek ehlinden olsun gerekse başkasından, burada, Hz.
Musa (a.s)'nın kendilerini risâletine davet etmiş olduğu kimselerin bulunması
gerekir. Çünkü mucizeler peygamberler elinde ancak, resul olarak gönderilmeleri
anında zuhur eder; önce değil. Onlar ancak kendileriyle, başkaları risâlete
istidlal etsinler diye zuhur ederler..." Bu, zayıftır; çünkü mucizeler
izhar etmenin mutlaka bir hikmeti vardır. Başkasının, kendisiyle, iddia
olunanın gerektiğine istidlal etmesinden daha büyük bir hikmet ise yoktur. Burada
bir hikmetin bulunmayışına gelince, bunu kabul etmiyorum. Çünkü, muhtemeldir
ki, burada da, dundan başka pekçok hikmet ve gayeler bulunur. Hele hele bu
ayetler, burada Hz. Hum (a.s)'yla birlikte başka bir kimsenin bulunmamış olduğu
hususunda tam mutabık İken...
[54]
"Dedi ki:
"Ya Rabbî, bem onlardan bir cana kıydım. Onun için beni katledeceklerinden
korkarım. Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden daha fasihtir.
Onu da benimle beraber yardımcı olarak gönder ki, beni tasdik
etsin. Çünkü ben, beni
yalanlayacaklarından endişe ediyorum." Allah, "Seni kardeşinle
kuvvetiendteceğiz ve size öyle bir satvet vereceğiz ki, onlar size erişemeyecekler.
Gidin ayetlerimizle. Siz de size tâbi olanlar da, galipsiniz" buyurdu. Musa,
onlara apaçık ayetlerimizi getirince dediler ki: "Bu, uydurulmuş bir
büyüden başka bir şey değildir. Biz evvelki atalarımızdan bunu
işitmedik." Musa dedi ki: "Benim Rabbim, katından kimin hidayet getirdiğini,
yurdun (güzel) akıbetinin kimin olacağını daha iyi bilendir. Hakikat şudur ki,
zalimler asla felah bulmazlar" (Kant, 3&37).
Bil ki Allah Teâlâ,
"iş 6u iki (mucize), Firavun a ve cemaatine, Rabbinden iki
hüsrandır"(Kaaas, 32) deyince, bu ifade, Muaa (a.s)'nın, bu iki delil İle
Firavun ve onun kavmine gitmesini tazammun etmiştir. Hz. Muaa (a.s) da o zaman
Allah'tan, kalbini kuvvetlendirip korkusunu giderecek olan şeyi talep etmiş ve
"Ya Rabbî, ben onlardan bir cana kıydım. Onun için beni katledeceklerinden
korkarım. Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden daha fasihtir..."
demiştir. Zira, onun lisanında bir tutukluk bulunmuyordu; bu, ya doğuştan idi,
ya da, Firavunun sakalını yolduğunda, ağzına ateş parçası
konulduğu için...
Onun, "Onu
benimle beraber yardıma olarak gönder ki, beni tasdik etsin" ifadesine
gelince, burada birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Rld'u
kelimesi, kendisinden yardım talep edilen şeyin adı olup, fl'I veznindedir, ama
ism-i mefûl anlamındadır. Tıpkı kelimesinin ısınma vasıtası otan şeyin, ateşin
adı olması gibi. Nitekim Arapça'da, devrilmesin diye, duvarı tahta vs. şeylerle
desteklediğinde denilir.
İkinci Bahis: Nâti,
hemzesiz olarak diğerleri ise, hemzeli olarak şeklinde okumuşlardır. Asım ve
Hamza, kâfin dammesiyie, şeklinde okumuşlardır. Ebu Amr ve diğer kıraat
alimlerinin, kâfin cezmiyle yusaddıknî şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki,
bu Ebu Amr'dan meşhurdur. Merfû okuyana göre mana, "Beni destekleyen bir
yardımcı..." şeklinde; cezm ile okuyana göre de, şartın cezası olmak
üzere, "Eğer onu gönderirsen, o beni destekler" şeklinde olur. Bunun
bir benzeri de "Bana tarafından -bir velî-oğul, ihsan et. Ki bana da
mirasçı olsun..." (Meryem, m> ayetidir. Buradaki ^J kelimesi, hem cezm,
hem de ref ile okunur. Süddî ise bazı hocalarından "Beni tasdik etmesi için
bir yardımcı..." şeklinde bir okuyuş nakletmiştir.
Üçüncü Bahis: Cumhur,
tasdikin, Harun (a.s)'a ait olduğu görüşünü benimserken, Mukâtll, bunun
"Firavunun tasdik etmesi için" anlamında olduğunu söylemiştir. Buna
göre mana, "Kardeşimi benimle gönder de, hüccet ve delilimi beyan etme
hususunda beni desteklesin, iki delilin bir araya gelmesiyle de, ola ki, maksat
olan Flrsvun'un tasdiki tahakkuk eder" şeklinde olur.
Dördüncü Bahis: Harun
(a.s)'un tasdikinden maksat, Hz. Musa (a.s)'ya, "Doğru söyledin",
yahut insanlara, "Musa (a.s) doğru söyledi" demesi değildir. Aksine
bundan maksat, fasîh lisanıyla delillerin yönlerini açıklaması, şüphelere cevap
vermesi ve onun namına kâfirlerle mücadele etmesidir. İşte, anlamlı tasdik de
budur. Hz. Musa (a.s)'rtın, "Kardeşim Harun, o, lisan bakımından benden
daha fasihtir" ifadesine bakmaz mısın? Fesahatin anlamı ise ancak, sadece
"doğru söyledin" sözünde değil de, daha önce zikrettiğimiz biçimde
ortaya çıkar.
Beşinci Bahis: Cübbaî
şöyle demiştir: "Musa (a.s), Harun (a.s)'un nebîlik için uygun olup
olmadığını bilmediği halde, Allah Teâlâ'dan, onu da Allah'ın emriyle
görevlendirilmesini istemiştir. O, cevap verileceğinden emin olmadığı ya da
hikmet olmayan bir şeyi istemiş değildir. Yine muhtemeldir ki, o, bunu mutlak
olarak değil de, dua eden kimsenin duasından söylediği üzem, "Eğer hikmet
bunu iktizâ ediyorsa, uygunsa..." anlamında olmak üzere, mukayyet olarak
istemiştir.
[55]
Altıncı Bahis: Süddî
şöyle demiştir: "İki peygamber ve iki ayet, tek peygamber ve tek ayetten
daha kuvvetlidir." Kadî şöyle der: "Onun dediği, Örf ve âdet
bakımından daha kuvvetlidir. Delâlet bakımındansa, iki mucizeyle bir mucize
arasında ve bir peygamberle iki peygamber arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü,
kendilerine peygamber gönderilenler bunlardan hangisine bakarsa, hakikati
anlar, herhangi birine bakmazsa, durum birdir. Bu, iki mucizedeki delâlet yolu,
bir ve aynı olduğu zaman böyledir. Eğer bu iki peygamberin gösterdikleri
mucizeler farklı olur ve onlardan birinde, diğerinde bulunması mümkün olmayan,
şüpheyi izate özelliği bulunursa, o zaman bu ikisinin mucizelerinin farklı
olması imkânsız değildir. Bu durumda da. Süddî'nin dediği gibi, bu iki
peygamberin mucizelerinin toplamı, birininkinden daha kuvvetli olmuş olur.
Fakat böyle bir şeyin, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun (a.s) haklarında söz konusu
olması düşünülemez. Çünkü onların mucizeleri, ayrı değil, aynı idi.
Ayetteki, "seni
kardeşinle kuvvetlendireceğiz" İfadesine gelince, bil ki "adud",
elin kuvvetli ve kâim olması, "adud"un "şeddi" ise, elin
kuvvetli olması ile elin kuvvet kazanması demektir. Nitekim, hayır dua etmek
için, "Allah pazunu kuvvetlendirsin" denilir. Beddua olarak ise,
"Allah pazunu kırsın" denilir. O halde ayetteki bu ifade, "seni,
kardeşinle kuvvetlendireceğiz" demektir. Bu kuvvetlendirme ya pazu
kuvvetli olursa kuvvetli olduğu içindir. Böylece beden de elin kuvvetli olması
ile, işlevi görmeye kuvvet bulur. Yahut da adam, elin pazu ile kuvvet bulması
sebebiyle kuvvet bulma bakımından, pazunun kuvvetine benzetilmiş. Böylece, Hz.
Musa (a.s), kuvvetli bir pazu ile kuvvetlendirilmiş bir ele benzetilmiştir.
[56]
Ayetteki, "Size
öyle bir satvet vereceğim ki onlar size erişemeyecekler..." ifadesinden
murad, Allah Teâlâ'nın Hz. Mum (a.s)'y korktuğundan emin kılmaktır. Buna göre
eğer, "Allah Teâlâ, o satvetin (sultanın) ayetlerle olacağını
bildirmiştir. Öyle ise, o kâfirler, o ikisine ayetler yüzünden ulaşamazlar?
Firavun, bunlar zahirî (açık) ayetler olmasına rağmen, (inanan) sihirbazları
asmaya yeltenmemiş midir?" denilirse, biz deriz ki: O asâ yılana dönüşmesi
demek olan o ayet bir mucize olduğu gibi, aynı zamanda, FiravunV zararının Hz.
Musa (a.s) ile Hz. Harun (a.s)'a ulaşmasına mani oluyordu. Çünkü onlar Hz. Musa
(a.s)'nın asasını attığında büyük bir yılana dönüştüğünü ve üzerlerine
salıvermek istediğinde, bu yılanın kendilerini yok edeceğini bildikleri için,
onların bL bilgileri, Hz. Musa (a.s) ile Hz. Harun (a.s)'a hücumdan
alıkoymuştur. Dolayısıyla bu asâ, öldürme ve benzeri şekillerde onların, Hz. Musa
(a.s) ve Hz. Harun (a.s)'a zarar vermelerine mani olmuş olur ve hem bir ayet
hem bir mucize olmuş olur. Böylece de her iki durumu birlikte bulunduran bir
özelliğe sahip olur. Firavunun, sihirbazları asması konusunda alimlerin
ihtilafı vardır: Bazı alimler, "Onlar, sihirbazları asamadılar. Çünkü
Kur'ân'da buna delalet eden birşey yoktur" demişlerdir. Bunun böyle
olduğunu kabul etsek bile, Hak Teâlâ, "Onlar size erişemeyeceklerdir"
buyurmuştur. Binâenaleyh açık olan husus, onların Hz. Musa (a.s) ve Hz. Hanın
(a.s)'a zarar veremeyecekleridir. Bu ikisinin dışında kalanlara zarar vermeleri
ise, ayetin bu ifadesini zedelemez.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Siz de, size tabî olanlar da galipsiniz" buyurmuştur. Ayetteki bu
galibiyet ile, ya o andaki, hüccet ve delillerle galib olma kastedilmiştir,
yahut başka bir zamandaki, devlet ve memleket için galip geliş manası
kastedilmiştir. Birincisi, ayetin lafzına daha yakındır.
Ayetin, "Musa
onlara apaçık ayetlerimizi getirince" ifadesine gelince, Tahâ sûresinde,
cemîolan "ayetler" tesniye (iki tane) olan, "asa" ve
"el" hakkında niçin kullandığını izah etmiştik.
[57]
Ayetteki "Dediler ki: "Bu uydurulmuş bir
sihirden başka birşey değildir" ifadesine gelince, alimler,
"müfterfl" hususunda ihtilaf etmişler, bazıları, "Bununla,
"O bir sihirdir. Onu yapan bunun aksini iddia ederse, o zaman bu
uydurulmuş, iftira edilmiş bir büyü olmuş olur" derlerken; Cübbâî şöyle
demiştir: "Bununla, bu işin Allah'a ait olduğu, O'nun tarafından olduğu
manası kastedilmiştir. Buna göre sanki onlar, "Bu, işte bu açıdan
yalandır" demişler ve sonra sözlerine, câhil olduklarını gösteren,
"Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik" sözünü ilave etmişlerdir.
Bu, "Atalarımız bize, kendi içlerinde böyle birşey yapıldığını r&
olduğunu söylemediler" demektir. Bu kâfirlerin, ya bu şeyleri atalarından
duymuş : dukları halde yalan söylüyorlar, yahut da korkunçluğu ve dehşeti
açısından bu •adarını duymadıklarını söylemek istemişlerdir, veyahut da
kâfirler, Hz. Musa (a.s)'nın ortaya çıkacağını, getireceği o şeyleri haber
vermemiş, gizlemişlerdir.
Bil ki böyle bir şüphe
söz konusu olmaz. Çünkü bunun neticesi taklide varıp dayanır. Bir de
evvelkilerin durumu mutlaka şu iki şekilde idi: Ya onlara böyle bir :eiil
getirilmemiştir; bu durumda aradaki fark açıktır. Yahut da, onlara böyle
deliller getirilmiştir, ama onlar bunu kabul etmemişlerdir. Bu durumda da,
onların cehalet •e hatalarını hüccet kılmak doğru değildir. İşte Hz. Musa
(a.s), bu noktada onların .--ad ettiklerini bilerek, "Rabbim, katından
kimin bidayeti getirdiğini, yurdun (güzel akıbetin) kimin olacağım en iyi
bilendir" demiştir. Çünkü bir kimse hüccet getirir ve hasmından hüccetine
bir karşılık görmez, ama onun, yine de inadlaşttğım hissederse, " Rabbim,
bizden hüccet ve hidayetin kimin tarafında olduğunu ve kimin bâtıl üzere
olduğunu en iyi bilendir" demesi yerinde olur. Hz. Musa (a.s) bu sözüne,
tehdidini ve va'îdini ekleyerek, "...Yurdun (güzel akıbetin) kimin
olacağını en iyi bilendir" demiştir, yani, Hakka tutunmasına karşılık mükâfaatın
kime, yine cezanın kime olacağını en iyi o bilir" demektir.
"Akıbetü'd-dâr" güzel netice demektir. Bunun delili, "işte
bunlar âkıbetü'd-dâr, yani Adn cennetleri kendilerinin olacak
kimselerdir"(Ba'ö,22-23) ve "Akıbetü'd-dâr'm kimlere olacağını
kâfirler öğrenecekler' (Rad, 42) ayetleridir. Dâr-ı dünya (dünya yurdu), bunun
akıbeti ve neticesinden murad, kulun Allah'ın rahmet ve rızası ile canını
vermesi, ölürken onu meleklerin müjde ile karşılamalarıdır. Buna göre eğer,
"Güzel veya kötü neticeden herbirinin de, "âkıbetü'd-dâr" (dünya
yurdunun neticesi) olarak adlandırılması mümkündür. Çünkü dünyanın neticesi,
bazıları için bir hayır, bazıları için bir şer olur. O haide, daha nasıl, dünya
hayatının şerli sonucuna değil de, hayırlı sonucuna bu isim verilmiştir?"
denilirse, biz deriz ki: "Çünkü Allah Teâlâ, bu dünyayı, ahirete bir geçiş
köprüsü olarak koymuş ve kullarına, hayırlı neticelere ve güzel sonuca
ulaşabilmeleri için, sadece hayırlı şeyleri yapmalarını emretmiştir.
Dolayısıyla kim dünyada, Allah'ın, dünyayı yaratması hikmetinin aksine hareket
ederse, işi tersyüz etmiş olur. O halde, dünyanın asıl neticesi, hayırlı
neticedir. Kötü neticeye gelince, aslında buna itibar edilmemekte, değer
verilmemektedir. Çünkü bu, tacirlerin tahrifleri, işi saptırmalarryla meydana gelen
bir neticedir. Daha sonra Hz. Musa (a.s) bu sözünü, "Zalimler asla felah
bulmazlar" diyerek te'kid etmiştir. Bu, "Onlar, kurtuluşu, necatı ve
faydalı şeyler elde edemezler, aksine bunların zıddını elde ederler" demek
olup, bu da, onları, inadlarından alabildiğine caydıracak bir ifadedir.
[58]
"Firavun dedi ki:
"Ey müstaşarlanm, sizin benden başka bir tanrınızı bilmiyorum. Ey
Hâmân, haydi benim için, çamurun üzerinde ateş yak da Bana büyük bir
kule yap. Belki tırmanır da Musa'nın tanrısına çıkarım! Mamafih, onu
kesin yalancılardan sanıyorum," Kendisi de, askerleri de yeryüzünde
haksız yere büyüklük tasladılar ve bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
Bunun üzerine, hem onu, hem askerlerini yakalayıverdik ve denize attık. Bak
zâlimlerin akıbeti nice oldu! Biz onları, ateşe davet eden öncüler yaptık.
Kıyamet gününde ise, asla yardım olunmayacaklardır. Bununla beraber,
dünyada onların arkalarına lanet taktık. Hele Kıyamet günü onlar, çok menfur
adamlardır! Andolsun ki Musa'ya, evvelki nesilleri helak ettikten sonra, insan
için basiretler, hidayet ve rahmet olmak üzere o kitabı verdik. Umulur ki,
onlar nasihat kabul ederler diye..." (Kasas, 38-43).
[59]
Bil ki Firavunun
âdeti, Hz. Musa (a.s)'nın delillerinin galip geldiği her seferde, 3 delilleri
savuşturmak için, kavminin cahil, tecrübesiz toylarına, yutturabileceği bir
şüpheyi ortaya atmaktır. Burada da Firavun şu iki şüpheyi akıllara sokmuştur:
Birinci Şüphe:
"Sizin için benden başka tanrınızı bilmiyorum..." şeklindeki sözüdür.
Bu söz, gerçekte şu iki hususu ihtiva etmektedir:
a) Kendisinin dışında hiçbir İlah kabul
etmemek...
b) Sadece kendisinin ilah olduğunu söylemek...
Birincisi hususunda Firavun, "Delili olmayan şeyin isbatı mümkün
değildir" prensibine dayanmıştır. Bu hususta delilin olmayışı şöyledir: Bu
yıldızlar ve felekler, bu yeryüzü âleminin hallerinin değişmesinde yeter
sebeptirler. Binâenaleyh bunların dışında bir yaratıcıyı kabul etmeye gerek
yoktur. "Delili olmayanın isbatı mümkün değildir" sözünün manası
açıktır.
Bil ki birinci
mukaddime yalandır. Çünkü bir yaratıcının varlığına delil bulunmadığını kabul
etmiyoruz. Çünkü, meleklerin "hadis" (mahlûk) olduklarını deliller
ile bildiğimize göre, madde olan feleklerin ve yıldızların hadis olduklarını da
anlıyoruz. Zarurî ve bedîhî olarak, muhdes varlığın, mutlaka bir muhdisi olması
gerektiğini de bilmekteyiz. Böylece âlemin bir yaratıcısı olduğunu delil ile
bilmiş oluruz. Şaşarım şuna ki, bir kısım kimseler, pek çok şeyi inkâr için,
"Bunun delili yok, binâenaleyh yok olduğunu söylemek gerekir"
şeklindeki sözlerine dayanarak, "Biz bunun delili olmadığını söyledik,
çünkü araştırdık-soruşturduk, ölçtük-biçtik ve delili olmadığını gördük"
derler. Bunların sözlerinin neticesi, iyice düşünülürse, "Delili bilinmeyen
şeyin, yok olması gerekir" prensiblerine dayanır. Firavun ise, işi hemen
kesip atmamış, "Bunun delili yoktur. Dolayısıyla bunu isbat etmek mümkün
değildir. Bundan dolayı onu, iddiasında yalancı sanıyorum" demiştir. O
halde o, bunca cehaletine rağmen, yukandaki delil getirmeye uğraşanlardan daha
iyi ve insaflı sayılır.
[60]
b) Bu,
Flravun'un kendisinin ilah olduğunu söylemesidir, Bu hususa gelince, bil ki,
bununla kastedilen, Firavun, kendisinin göklerin, yerin, denizlerin, dağların
ve insanların zatlarını ve sıfatlarını yarattığını iddia etmemiştir. Çünkü
bunun imkansız olduğunu bilmek için pek zeki olmaya gerek yok. Dolayısıyla bu
hususta şüphe etmek, aklının noksanlığına delil olur. İlah ise, ibadet
edilendir. O halde Firavun, bir yaratıcının olmadığını ileri sürerek,
insanların mükellefiyetlerinin, sadece meliklerine itaat etmeleri ve onun
emirlerini dinlemeleri olduğunu söylüyor. İşte Flravun'un ulûhiyyet iddiası ile
kastedilen, çoğu kimsenin sandığı gibi, onun, göklerin ve yerin yaratıcısı
olduğunu iddia etmesi değil, mâbûd olduğunu iddia edişidir. Biz, özellikle,
Tâhâ sûresinde, "Siz ikinizin Rabbi kim, Ey Musa?" (TâM, 49) ayetinin
tefsirinde, Flravun'un Allah'ı bildiğini ve bu sözü, kavminin cahil ve ahmaklarına
yutturmak için söylediğini anlatmıştık.
[61]
İkinci Şüphe "Ey
Hâmân, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak da, bana büyük bir kule yap.
Belki tırmanır da Musa'nın tannsma çıkarım! Mamafih onu kesin yalancılardan
sanıyorum..." şeklindeki sözüdür. Bununla ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Müşebbfhe Allah'ın gökte olduğu inançları hususunda bu ayete •utunarak şöyle
demişlerdir: "Hz. Musa (a.s), Firavunu buna inanmaya davet etmemiş
olsaydı, Firavun bu sözü söylemezdi."
Buna şu şeklide cevap
verilir: Hz. Musa (a.s) "Göklerin ve yerin Rabbi" ifadesiyle, Firavun
'a : e il getirmek istemiş. Fakat bunun için, "O, yerde değil gökte
olandır" dememiştir. Böylece Firavun, Hz. Musa (a.s)'nın, ilâhının gökte
olduğunu söylediğini sanmıştır. Bu da, Flravun'un kötü niyetinden, pisliğinden,
tuzağından ve dehasındandır.
İkinci Bahis: Alimler,
Firavunun, bu kuleyi yaptırıp yaptırmadığı hususunda ihtilaf etmiştir. Bu
cümleden olarak bazıları, onun bunu yaptırdığını ileri sürerek söyle Demişlerdir:
"Firavun o kulenin yapılmasını emredince Hâmân, işçileri toplar. Derken, •
ardımcılar ve işçiler hariç, edibin tane usta toplandı. Kiremitlerin
pişirilmesini, kireç -aşlarının yakılmasını, tahtaların yontulmasını, çivilerin
çakılmasını emretti. Derken I binayı, hiçbir kimsenin binasının ulaşamayacağı
bir derecede, oldukça sağlam «aptılar. Derken Allah Teâlâ, güneş batarken,
Cebrail (a.s)'i gönderdi. Cebrail (a.s) ona kanadıyla vurdu, bunun üzerine onu,
üç parçaya ayırdı. Bir parçası Firavunun ordusu üzerine düştü, böylece bir
milyon adam öldürdü.. Bir parçası, o denize düştü, :• r parçası da batı
tarafına düştü. Onun ustalarının, yapımcılarının hepsini imha etti."
Bu kıssa hakkında şu
da rivayet edilmiştir: Firavun o kulenin tepesine çıktı. Semaya doğru bir ok
attı. Allah onu fitneye düşürmek istemişti. Derken o ok kana : - anmış olarak
döndü. Bunun üzerine Firavun, "Musa (a.s)'nın ilahını Öldürdüm!"
Dedi. Bu sözü söyledikten sonra, Allah Teâlâ, o kuleyi yıkması için Cebrail
(a.s)'i pönderdi.
Bazıları da,
Firavun'un o kuleyi yaptırmadığını ileri sürerek şöyle demişlerdir: z."
yüksek dağın tepesinde bulunan bir kimsenin gökyüzünü yeryüzünde iken jü gibi
göreceğini bilmelerine rağmen, onlardan aklı başında olan kimselerin, uenin
yüksekçe yapılmasıyla gökyüzüne yaklaşabileceklerini sanmaları uzak bir Bunun
böyle olduğundan şüphe eden, akıl sınırları dışına çıkmış olur. yeryuzüne
atılan ok ve onun, kana bulaşmış olarak geriye dönmesi hususundaki diz os
böyledir. Çünkü, akit başında olan herkes, o okun gökyüzüne ulaşamayacağını •
su hususta çaba gösteren herkesin, ancak deli olabileceğini bilir. Binâenaleyh, Allah
Teâlâ'nın, Kur'ân'da naklettiği bu kıssayı, yanlış olduğu aklın bedâhetiyle
bilinebilen bir manaya hazfetmek, akla ve dine uygun düşmez. Binâenaleyh bu,
Kur'an-ı tenkid etmeyi içten içe arzu eden herkes için kapı açmak olur.
Bu sebeple doğruya en
yakın olanı, şöyle denilmesidir: "O, böyle bir şey yapmayı düşündü ama
yapmadı." Veyahut da, bu ifadenin, Firavun'un, "Sizin benden başka
bir tanrınızı bilmiyorum" şeklindeki sözünün bir devamı olmasıdır. Yani,
"bir yaratıcının varlığını delil ile ispat etmeye imkan yoktur. Çünkü,
yıldızların hareketten, bu âlemlerin değişmesi hususunda yeter sebeptir. O
yaratıcıyı histerimizle de isbat etmenin imkanı yoktur. Çünkü, O'nu hissetmek,
ancak göklere yükselmekten sonra mümkün olur. Bu ise, yapılmasına imkân
bulunmayan şeylerdendir" demektir. İşte bu noktada Hâmân'a, "Haydi
benim için, çamurun üzerinde ateş yak da bana büyük bir kule yap" dedi. O,
bu sözü alay olsun diye söyledi. Yani, "saydığım bu şeylerin toplamıyla
da, o yaratıcının varlığına dair bir delilin olmadığı tesbit edilmiş oldu"
demektir. Daha sonra bu delillerin neticesini de buna bağlayarak,
"Mamafih, onu kesin yalancılardan sanıyorum" demiştir. Bu açıklama,
bunun dışında kalan açıklamalardan daha evlâ ve uygundur.
[62]
Üçüncü Bahis: Firavun,
"EyHâmân, haydi benim için, çamurun üzerinde ateş yak" demiş,
"Benim için tuğlalar ve kiremitler pişir ve onları hazırla, edin..."
dememiştir. Çünkü, Hâmân, o tuğla işini yapanların ilkidir. Binâenaleyh, bu
demektir ki, o bu sanatı biliyor. Bir de bu şekilde ifade kullanmak, Kur'ân'ın
fesahatine daha uygun ve zorba kimselerin sözlerine daha da çok benzer. Veziri
olduğu halde Hâmân'a, çamur üzerine ateş yakmasını emretmiş ve ona sözün
ortasında "ey" edâtıyla nida etmiştir ki, bu, o Firavun'un büyüklük
ve zorbalık tasladığının bir delilidir.
[63]
(Ayetteki, ifadesine
gelince) tulü1 ve Ittıla' kelimeleri, yükselmek anlamına gelir. Nitekim aynı
manada "Tala'a'l-cebele ve ttala'a" "Dağa yükseldi,
tırmandı" denilir.
Ayetteki, "Kendisi de, askerleri de yeryüzünde
haksız yere büyüklük tasladılar" cümlesine gelince, bil ki, "hak ile
büyüklenmek, ancak Allah'a mahsustur. Binâenaleyh, gerçekte büyüklük, tekebbür,
yani şan hususunda büyüklüğün zirvesinde olmak, ancak Allah'a aittir. Nitekim
bir hadisti kudsîde, Hz. Peygamber (s.a.s) Cenâb-ı Allah'dan şöyle
nakletmiştir: "Kibriya cübbem azamet elbisemdir. Binâenaleyh, onlardan
birinde, her kim bana ortak olmaya kalkışırsa, onu cehenneme atarım."[64]
Binâenaleyh, O'nun dışında kalan, büyüklük taslayan herkesin, bu büyüklük
taslaması haksız olacaktır.
[65]
Cübbâİ şöyle der:
"Bu ayet, Allah Teâlâ'nın Firavuna hakimiyet vermediğine delalet eder.
Aksi halde bu, haklı
bir hakimiyet olurdu.
Her istilâcının durumu da böyledir. Nitekim istilâ ettiklerinde, Emevîlerin
melikleri de mülklerinin Allah Teâlâ tarafından olduğunu iddia etmişlerdi.
Çünkü Allah Teâlâ, Allah'ın hükmünü gasbeden, herkes hakkında, onun bunu,
haksız yere aldığını beyan buyurmuştur." Bil ki bu izah, zayıftır. Çünkü,
o mülkün ona ulaşması, ya kendisindendir, ya Allah'tandır, yahut da ne ondan ne
de Allah'tandır. Binâenaleyh, eğer o ondan ise, daha niçin, o mülke ondan
başkası da kadir olamasın? Nice aciz kimseler vardır ki, bir işi idare eden
pekçok kimseden, daha kuvvetli ve daha akıllıdır. Yok eğer, bu, Allah'tan ise,
zaten maksat elde edilmiş olur. Yok eğer, diğer insanlardan ise, daha niçin,
insanların temayülleri, (onları yönelten saikler, faktörler) falancayı
destekleyip, falanı desteklememe şeklinde bir araya gelmiştir? Bil ki bu izah,
hiçbir akıllının şüpheye düşmeyeceği derecede çok net bir İzahtır.
Ayetteki, "ve
bize döndürülmeyeceklerini sandılar" ifadesine gelince, bu ifade, onların
Allah'ı tanıdıklarına, ne var ki, Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmediklerine,
bu yüzden de diretip isyan ettiklerine delâlet eder.
Ayetteki, "Bunun
üzerine, hem onu, hem askerleriniyakalayıverdik ve denize attık..."
ifadesine gelince, bu, O'nun şanının büyüklüğüne ve hükümranlığının azametine
delalet eden susturucu sözler cümlesindendir. Cenâb-ı Hak onları, -her ne
kadar, büyük kalabalık ve son derece fazla iseler de-, hakir kılmak ve onların
sayılarını ve hazırlıklarını hafife almak için, bir şahsın, bir hamlede eline
alıp da denize fırlattığı çakıl taşlarına benzetmiştir. Cenâtb-ı Hakk'ın,
"Orada sabit ve yüce (dağlar) vücuda getirmedik mi?" (MürMi*t,27);
"Yerler, dağlar yerlerinden kaldırılıp da yekdiğerine bir çarpışla hepsi
toz haline geldiği (zaman)" (Hakka, 14) ve "Allah'ın kadrini, layık
olduğu tarzda bilemediler. Halbuki, Kıyamet günü bütün yeryüzü (ancak) O'nun
kabzasindadır. Gökler de O'nun elinde dürülmüşlerdir"(Zümer.e?) ayetleri
de bunun gibidir. Allah'ın bütün bunlardan maksadı, kendisine güç yetirilen
herşeyin, ne kadar büyük olsalar dahi, kendi kudretine nisbetle Önemsiz ve
hakîr olduğunu anlatmaktır.
[66]
Ayetteki, "Biz
onları, ateşe davet eden öncüler yaphk..." ifadesine gelince, ehl-i sünnet
âlimleri, Allah Teâlâ'nın, hayrın ve şerrin yaratıcısı olduğu hususunda, bu
ayete de tutunmuştur. Cübbâİ ise şöyle der: ifadesiyle, "Biz, onların
halinin bu olduğunu belirttik ve onları bu şekilde adlandırdık..." manası
kastedilmiştir."
"Onlar, o çok
esirgeyici Allah'ın bizzat kulları olan melekleri de dişi saydılar..."
(Zuhrui, 19) ayeti de bu anlamdadır. Dilciler de, Arapça'daki ve
(Fessakahû-behhalehû) ifadelerinin manasının, "o onu fâsık addetti;
cimri olarak niteledi..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Yoksa, Allah
onları imanlı olarak yarattı anlamında değildir. Çünkü Allah onları yaratırken,
onlar "çocuk" idiler. Ka'bî de şöyle der: "Cenâb-ı Hak, onları,
yaptıkları o şeylerle başbaşa bırakıp, cezalarını peşin olarak vermediği ve onlar
kâfir oldukları halde, onları zorla bu işten alıkoymadığı için, "biz
onları öncüler yaptık..." buyurmuştur. Bu tıpkı, ayet nazil olduğu zaman
küfürlerini artırdıkları için, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Takat (o sureler)...
küfürlerine küfür katıp arttırdı... "(Tevtbe, ) ayeti gibidir. Bunun bir benzeri de
şudur: Bir kimse, vermesi mümkün iken veren kimseye ağır gelen bir şeyi ister,
o da cimrilik eder vermezse, isteyen kimseye, "onu
cimrileştirdin" anlamında
denir."
Ebu Müslim ise şöyle
der: "Bu ayetteki, "imamlar" kelimesinin anlamı, öne geçenler,
liderler demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onların azabını peşinen verince,
onlar, kendilerinden sonra gelen kâfirler için öncü ve lider olmuş olurlar.
Bil ki bu husustaki
sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın, Meryem süresindeki, "Bizkâfirlerin başına,
kendilerini alabildiğince tehyic eden şeytanlar gönderdik..." {Mwpm, 83)
ayetinin tefsirinde geçmişti. Onların, ateşe davet etmelerinin anlamı, o ateşi
gerektiren küfür ve günahlara davet etmeleridir. Çünkü hiç kimse, kesinlikle
ateşe çağırmaz. Allah Teâlâ onları, bu konuda öncüler olarak nitelemiştir;
çünkü onlar, bu konuda zirveye ulaşmışlardır. Böyle olan herkes, bu konuda
kendisine uyulan bir lider olmaya namzettir. Sonra Allah Teâlâ, o azabın,
onların başına, kurtuluşları mümkün olmayan bir tarzda ineceğini beyan etmiştir
ki, bu da,"Kıyamet gününde ise, asla yardım olunmayacaklardır"
ayetinin ifade ettiği husustur. Yahut da bunun anlamı, "Dünyada iken
cennete çağıran öncülerin Kıyamet gününde yardıma mazhar olmalarının aksine, onlara
yardım olunmaz..." demektir.
Cenâb-ı Hak,
"Bununla beraber, dünyada onların arkalarına lanet taktık"
buyurmuştur. Bu, "Allah'ın ve meleklerinin laneti onların üzerinedir"
demektir. Cenâb-ı Hak, bu dünyada mü'minlere, onlara lanette bulunmayı emretmiş
ve onların Kıyamet gününde de, makbuhînden, yani ilah? rahmetten
uzaklaştırılmış ve lanetlenmiş kimselerden olduklarını beyan buyurmuştur.
"Kubh", uzaklaştırmak demektir. Nitekim Leys şöyle der:
"Arapça'da," Allah onu her türlü hayırdan uzaklaştırdı"
anlamında, "Kabahahu'llâhu" denilir." Ibn Abbas (r.a)
da, tabirine
"yüzleri kara olmak, gözleri de gömgök olmak suretiyle uğursuzluğa duçar
kılınmışlardandır..." manasını vermiştir. Netice olarak diyebiliriz ki,
birinci görüşte olanlar, "kubh "u, manevî bakımdan kubh'a, yani kovma,
İlahî rahmetten uzaklaştırma manasına alırlarken, diğerleri bunu, şeklen ve
sûreten çirkinlik manasına hamletmişlerdir. Bu hususta şu da ileri sürülmüştür:
Allah Teâlâ, onların şekillerini çirkinleştirdiği gibi, amellerini de
çirkinleştirmeyi, böylece onlarda bu İki kepazeliği birleştirmiştir.
[67]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendisine sımsıkı sarılmak gereken şeyin, Hat. Musa (a.s)'nın getirdiŞi
şeyolduğunu beyan buyurarak, "Andolsun ki Musa'ya, evvelki nesilleri helak
ettikten sonra, insanlar için basiretler, hidayet ve rahmet olmak üzere, o
kitabı verdik..." buyurmuştur. el-Kitâb", Tevrat'tır. Allah Teâlâ
onu, sayesinde, dinî konularda hakikatleri görecek olmaları açısından,
"insanlar için basiret olmakla; kendisiyle istidlal olunduğu ve ona
tutunanın, elde etmek istediği o mükâfaatı elde etmesi itibariyle
"hidâyet" ve, kendisine kulluk eden kimselere karşı ilahî bir nimet
olduğu için de, "rahmet" olarak vasfetmtştir. Ebu Said el-Hudrt, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ,
maymunlara çevirdiği o belde halkı hariç, Tevrat'ı indirdiğinden beri, hiçbir
nesli gökten ve yerden gelen bir azâb ile helak etmemiştir...[68]
Ayetteki, "Umulur
ki onlar,nasihat kabul ederler, diye" cümlesine gelince, bu,
"düşünmeleri için, tefekkür etsinler diye..." demektir. Kâdî şöyle
der: "Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, her mükelleften bu mükellef onu ister tercih
etsin isterse etmesin, tezekkürde bulunmasını istediğine delalet eder. Bu
ifadede, "Cenâb-ı Hak, tezekkürü, ancak tezekkürde bulunanlardan ister;
tezekkür etmeyenlere gelince, bunun onlardan sudûrunu kerîh görür" diyen
Cebrlyye'nin görüşünün iptal edilmesi bulunmaktadır. Halbuki, Kur'ân'ın nassı
bu görüşü reddetmektedir." Biz diyoruz ki: Siz, Allah Teâlâ'nın,
"Andolsun ki, cehennem için yarattık..." (A'raf, 179) ifadesini,
netice manasına hamletmemiş miydiniz? Binâenaleyh, bu ifadenin burada da netice
manasına hamledilmesi niçin caiz olmasın? Çünkü herkes için böyle bir tezekkür
tahakkuk edecektir ki, bu da ahirette olacaktır.
[69]
"Musa'ya, o emri
vahyettiğimiz vakit, sen batı tarafında değildin. Görenlerden de değildin.
Fakat biz, (Musa'dan sonra) daha birçok nesiller yarattık da, uzun bir ömür
sürdüler. Sen Medyen ahalisi içinde ikâmet edip, edici olup da ayetlerimizi
onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Fakat rasul gönderip bu haberleri
vahyeden biziz. (Musa'ya) nida ettiğimiz vakit de, sen, Tûr'un yanında
değildin. Fakat sen, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Ta ki senden evvel,
kendilerini uyaran (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi sen inzâr
edesin... Olur ki onlar, iyice düşünüp nasihatim kabul ederler. Kendi elleriyle
öne sürdükleri şeyler yüzünden, Kıyamet günü başlarına azap geldiğinde "Ey
Rabbimiz, keşke bize bir peygamber gönderseydin de, biz de ayetlerine
uysaydık, mü'minlerden olsaydık" diyecek olmasalardı... (seni göndermezdik)" (KaMs. 44-47).
[70]
Bil ki, bu ayetle ilgili
birkaç soru vardır:
Birinci Soru: Ayetteki
ca'nib mevsûf, el-Garbî kelimesi ise sıfattır. O halde daha nasıl mevsûf,
sıfatına muzâf kılınmıştır?
Cevap: Bu, nahivciler
arasında ihtilaflı bir meseledir. Basralılara göre mevsûfun sıfatına izafeti,
ancak biraz sonra bahsettiğimiz husus? şartlar muvacehesinde caiz olur.
KÛfelilere göreyse bu, kayıtsız şartsız caizdir. Basralıların delili şöyledir:
Mevsûfun, sıfatına izafeti, bir şeyin, kendi kendisine izafetini gerektirir ki,
bu doğru
değildir. Binâenaleyh,
bu da caiz değildir. Bu iki şeyin birbirleri arasındaki bu İlgi ve münasebeti
şu şekilde izah edebiliriz: Sen meselâ, "Bana zarff Zeyd geldi"
dediğinde, zarif lafzı, kendi zâtında muayyen, fakat, kendisi için akıllılığın
meydana geldiği o lafza nisbetle ise, meçhul (bilinmeyen) bir şeye delâlet
eder. Binâenaleyh sen, Zeyd'i açıkça söylediğinde, biz, kendisi için
akıllılığın tahakkuk ettiği o kimsenin Zeyd olduğunu anlamış oluruz. Bu sabit
olduğuna göre, şimdi sen kalkar da, Zeyd'i ez-Zarff kelimesine muzaf kılarsan,
Zeyd'i yine Zeyd'e muzaf kılmış olursun. Halbuki, bir şeyin, yine kendisine
izafet edilmesi caiz değildir. Binâenaleyh, mevsufun sıfatına izafe edilmesinin
de caiz olmaması gerekir. Ancak ne var ki, bu kelimenin aksi pekcok lafız
kullanılagelmiştir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın bu ayeti (Kasa*, 44) İle Beyyine. 5) (Hakka. 51) ayetleridir. Yine, denilmektedir.
Binâenaleyh, Basralılar, bunların tevillerinin şöyle olduğunu ileri
sürmektedirler: Daha sonra da sözlerine devamla şöyle derler: Bu gibi yerlerde
muzâfun ileyh durumunda olan kelime, sıfat değil, mevsûftur. Ancak ne var ki,
mevsuf hazfedilmiş, sıfatsa onun yerine kâim olmuştur. Binâenaleyh, burada
bakılır; eğer bu sıfat, o mevsûf için belirlenmiş ve tayin edilmiş gibiyse,
böyle bir izafet caiz olur; aksi halde, makbul olmaz. Baksana, sen,
"Yanımda yeni para vardır" manasında, diyemezsin; ama, "fakih
bir adama rastladım" anlamında diyebilirsin. Çünkü fakihin, ancak bir
insan olduğu malumdur. Ama ceyyid-yeni, taze olan, dirhem de olur, başka şeyler
de olur. Bu böyle olunca, o zaman şeklinde kullanılması caiz olur. Çünkü,
kendisine "Cflnlb" kelimesinin muzaf kılındığı el-Garbî kelimesiyle
nitelenen o şey ancak ya bir mekân ya da mekâna benzeyen bir şey olur.
Binâenaleyh, hiç şüphesiz böyle bir izafet makbul olmuş olur. Diğerleri
hakkındaki söz de aynıdır. Allah en iyi bilendir.
İkinci Soru: Ayetteki
"Musa'ya o emri vahyettiğimiz vakit..." cümlesi ne demektir?
Cevap: Batı tarafı
demek, Batı kıyısına düşen yer demektir ki, bu da Musa (a.s)'nın mîkatımn tahakkuk
ettiği ve Allah'ın, levhalara emirler yazdığı Tûr dağındaki o yer demektir.
Musa (a.s) için hükmedilmiş olan emir ise, ona vahyedilen o emirler mecmuu
vahiy demektir. .. "sen değildin... "ifadesiyle de, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
hitap edilmiştir. Buna göre mana, "sen bizim Musa (a.s)'ya vahyettiğimiz o
mekânda değildin ve sen, o vahye veya ona vahyedilen şeye şahit olanlardan da
değildin..." şeklindedir. Bu böyledir, zira, şahidin mutlaka hazır olması
gerekir. Bu şe şahit olanlar ise, Hz. Musa (a.s)'nın o mîkat için
seçip tercih ettiği nakiblerdir, temsilcilerdir.
Üçüncü Soru: Cenâb-ı
Hak, "Sen batı tarafında değildin..." deyince, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in orada bulunmadığı anlaşılmış olur. Çünkü şahidin, mutlaka bulunması
gerekir. Binâenaleyh, daha yeniden ikinci kez, "Görenlerden de
değildin" denilmesinin hikmeti nedir?
Ctvap: İbn Abbas (r.a)
şöyle der: "Bu ifadenin takdiri şöyledir: "Sen orada bulunmadın.
Şayet orada bulunmuş olsaydın da, o hâdiseleri müşahede edemezdin. Çünkü orada,
müşahede etmeden ve görmeden de bulunmak mümkündür."
Dördüncü Soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Fakat biz, (Musa'dan sonra) daha birçok nesiller
yarattık..." buyruğu, bir önceki ifadeyle nasıl alâkalıdır ve hangi
yönden, birinci cümleden istidrâk yapılmıştır?"
Cevap: Ayetin manası
şöyledir: "Ancak ne var ki, biz, Musa (a.s)'nın devresinden senin dönemine
kadar olan zaman arasında, pekook nesiller yarattık. Derken, onların ömürleri
uzadı. Ve bu iş, senin içinde bulunduğun nesle, zamana kadar devam edegeldi.
Gitgide bütün ilimler inkıraza uğradı. Binâenaleyh, seni onlara, peygamber
olarak göndermek gerekti. Böylece de biz, seni peygamber olarak gönderdik ve
sana, o peygamberlerin ve Musa (a.s)'nın hallerini bildirdik, haberlerini
anlattık..." Netice olarak diyebiliriz ki: Cenâb-ı Hak sanki, "Sen,
Musa (a.s)'ya ve onun başına gelenlere şahit olmadın. Ancak ne var ki, bütün
bunları, sana biz vahyettik" demek istemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak,
fetret-i vahyi (vahyin kesintiye uğrama süresini) uzatmak demek olan o vahyin
geliş sebebini zikretmiş, bununla neticeye işaret etmiştir. Binâenaleyh bu
istidrâk, bundan sonra gelen iki istidrâke benzemektedir. Bil ki bu, o mucizeye
dikkat çekmektedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Senin, bütün bunları
orada bulunmadan, onları müşahede etmeden ve onlardan bunu Öğrenmeden haber
vermende, senin peygamber olduğuna apaçık bir delalet bulunmaktadır" demek
istemiştir ki, bu aynen, "Bize o Rabbinden bir mucize getirmeli değil
miydi?"(Tim. 133) ayeti gibidir.
[71]
cümlesinin anlamı, "Sen
orada mukîm değildin..."demektir."Ayetlerimizi onlardan
okuyorsun..." ifadesine gelince, bu
hususta da şu iki izah
yapılmıştır:
a) Mukatil
şöyle der: "Sen, Medyen halkının içinde bulunmadın ki, Mekkelilere onların
haberlerini okuyuveresin... "Bizseni, Mekkelilere peygamber olarak
gönderdik ve bu haberleri sana, biz
indirdik (vahyettik). Eğer böyle olmasaydı, sen bu haberleri bilmezdin."
b) Dahhak
ise şöyle der: "Ey Muhammed (s.a.s), sen, Medyen halkına, o kitabı okumak
için gönderilmiş bir peygamber değilsin. Böyle yapan, başkasıdır. Ancak biz,
her zaman bir peygamber gönderilen olduk. Ve derken, Medyen halkına Şuayb'ı,
seni de peygamberlerin sonuncusu olasın diye, Araplara gönderdik.
[72]
Ayetteki, "Nida
ettiğimiz vakit de, sen, Tûr'un yanında değildin..." ifadesine gelince,
Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, Hz. Musa (a.s)'ya o münacaat gecesindeki nidasıyla,
onunla konuşmasını kastetmiştir. "Fakat sen, Rabbinden bir rahmet olarak
gönderildin..." Yani "Biz, sana Rabbinden bir rahmet olarak (bunları)
öğrettik..." demektir. İsa İbn Ömer, ref ile (rahmetim) şeklinde okumuştur
ki, bu takdirindedir.
[73]
Müfessirler, ayetteki
ifadesiyle ilgili olarak, şu diğer açıklamaları da yapmışlardır:
1)il yani,
"Biz, Musa (a.s)'ya, "Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır.... Onlar
selâmete erenlerin ta kendileridir" (A'rat, 156-157) dedik" demektir.
2) İbn Abbas
şöyle der: "Bunun manası şudur: "Biz, senin ümmetine, atalarının
sulbünde iken, "Ey ümmet-i Muhammed, siz bana duâ etmeden önce duanızı
kabul ettim. Benden istemeden önce size verdim. Ve benden, bağışlanmanızı
istemeden önce sizi bağışladım" diye nida etmiştik..." O, sözüne
devamla şöyle der: "Allah bunu, Hz. Musa, Rabbiyle mîkat için yetmiş kişiyi
seçerken söylemiştir..."
3) Vehb İbn Münebbih şöyle der: "Allah
Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya, ümmet-i Muhammed'in faziletlerinden bahsedince, Hz.
Musa (a.s), "Ya Rabbi, onları bana göster" dedi. Cenâb-ı Hak da,
"sen onların zamanına ulaşamayacaksın. Ama, istersen, ben onların
seslerini, sana duyurabilirim" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Musa,
"Evet, ya Rabbi" deyince Allah (c.c), "Ey ümmet-i Muhammed"
diye seslendi. Bunun üzerine onlar da, Cenâb-ı Hakk'a, atalarının sulbünde iken
cevap verdiler de, Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya, onların seslerini işittirdi, sonra
da, İbn Abbas'ın zikrettiği gibi, "Siz bana dua etmeden önce sizin
dualarınızı kabul ettim..." buyurdu.
Sehl İbn Sa'd, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa'ya o emri vahyettiğimiz
vakit, (habibim), sen batı tarafında değildin" ifadesi hususunda şöyle
dediğini nakletmiştir: "Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmadan ikibin yıl önce,
bir kitap, bir hüküm yazdı, o sonra da onu, Arşın üzerine koydu ve "Ey
ümmet-i Muhammed, benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Siz benden istemeden önce,
ben size veririm; siz benden bağışlanmanızı istemeden önce ben sizi bağışlarım.
Sizden kim, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed (s.a.s)'in O'nun kulu ve
peygamberi olduğuna şehâdet ederek benim huzuruma gelirse, onu cennetime
sokarım" diye nida etti.
Ayetteki "Ta ki
senden evvel, kendilerini uyaran (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi sen
inkâr edersin" İfadesine gelince el-lnzâr, yazılan günahlara karşı, ilahî
ceza ile korkutmak demektir.
Bil ki, Allah Teâlâ,
Musa (a.s)'nın kıssasını anlatınca, H. Muhammed (s.a.s), "Batı tarafında
değildin. Medyen halkı içinde ikamet etmedin ve Tûr tarafında da değildin"
buyurmuş, bu üç ifadenin üçünü de zikretmiştir. Çünkü bu üç durum, Musa (a.s)
için tahakkuk eden büyük hadiselerdir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Musa'ya o
emri vahyetüğimiz vakit..." ifadesiyle, Tevrat'ın indirilmesi
kastedilmiştir. Tevrat'in inmesi sayesinde de, Hz. Musa (a.s)'nın tebliğ ettiği
din kemâle ermiş, şeriatı yerleşmiştir. Ayetteki, "Sen ikâmet edici
değildin" ifadesi ile de, bu işin başlangıcı kastedilmiş olup, buna göre,
kastedilen mana, "Biz o Musa (a.s)'ya, o işin ortasında nida ettik"
şeklinde olup, bu nida edilen orta iş te, münacâtın yapıldığı gecedir.
[74]
Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bu işler olurken orada bulunmadığını, beyan buyurunca, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderdiğini ve ona, alemlere rahmet olsun
diye, bu durumları öğrettiğini bildirmiş, daha sonra da bu rahmeti "Ta ki
senden evvel, kendilerine inzâr edici (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi
sen inzâr edesin" ifadesiyle açıklamıştır. Alimler bunun ne demek olduğu
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları, "Allah onlara,
onlardan bir peygamber göndermemişti..." manasını verirken, bazdan da,
"Peygamberlerin delilleri onlar için de geçerliydi. Ancak ne var ki, Allah
Teâlâ o delilleri onlara bulup gösterecek olan kimseyi göndermemişti"
demişlerdir. Diğer bazıları da şöyle der: "Mükellefiyetler hususunda,
oraya bir fetretin girmiş olması, böylece Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed
(s.a.s)'i, o mükellefiyetleri anlatmak ve o fetreti sona erdirmek için
peygamber olarak göndermiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince, Keşşaf sahibi şöyle der: Birinci Sjİ (Leylâ),
"imtinâiyye" olup, bunun cevabı mahzûftur. İkincisi ise, teşvik
içindir. ifadesindeki fa. atf içindir.
ifadesinde, 'nın cevabı yatmaktadır. Çünkü bu ifade, bir şeyi emretmenin
o işi yapmaya sevkedici olması bakımından, emir hükmündedir. "Sevkeden ve
"teşvik eden" ise, aynı vadiden, aynı manadandır. Binâenaleyh, buna
göre mana, "Şayet onlar, daha önce işlerinin, oldukları şirk ve günahları
sebebiyle (ktyamet günü) olunduklarında, bu şekilde, aleyhimize hüccet
getirecek, "keşke bize de bir peygamber gönderseydin" demeyecek
olsalardı, biz onlara peygamber göndermezdik" şeklinde olur. Yani,
"Biz, o Resulü, işte böyle bir mazereti sona erdirmek için gönderdik"
demek olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ta ki peygamberlerden sonra
İnsanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın"(Nisa, ıes), "Ta ki,
"Bize ne bir rahmet müjdeci, ne de bir azab habercisi gelmedi"
demenize (meydan Wmasın..J"(Maw«.i8>ve "Ey Rabbimiz, bize bir
peygamber gönderseydin de şu zillete ve rüsvayhğa uğramamızdan evvel ayetlerine
tabi olsaydık ya!" (Tah*. ı«) ayetleri,gibidir.
Bil ki, Allah Teâlâ,
"Onlar, böyle bir mazeret beyan etmeyecek olsalardı, biz peygamber
gönderecek değildik" dememiş, tam aksine "şayet onlara bir musibet gelmemiş ve
böylece de bu mazereti öne sürmemiş olmasalardı, biz peygamber gönderecek
değildik..." buyurmuştur. Allah, şu nükteden dolayı böyle ifade etmiştir:
"Onlar şayet, dinlerinin bâtıl olduklarını bildikleri halde, meselâ, bir
ceza görmemiş olsalardı, böyle diyecek değillerdi. Tam aksine onlar bu sözü,
başlarına o ilah? ceza geldiği için söylemişlerdir. Böylece bu, onların bu
mazereti, küfürlerine dair bir pişmanlık duyduklarından dolayı
getirmediklerine, tam aksine, onların bunu, o ilahî cezaya takat
getiremedikleri için söylediklerine delalet eder ki, bunda da, onların küfürlerinin
iyice yerleşmiş olduğuna ve o küfrün onların içinde kök salıp yerleştiğine bir
dikkat çekme bulunmakta olup, bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Geri
gönderilseler büe, yine vazgeçirilmek istendikleri şeylere
döneceklerdir..."(Enam,28) ayeti gibidir. Bu ayette ilgili birkaç mesele
vardır:
[75]
Cübbâi, lütuf
fiillerinin vacib oluşuna dair bu ayetle istidlal ederek şöyle der. "Şayet
bu, vâcib olmasaydı, o zaman onların "Bize bir peygamber gönderseydin de,
ayetlerine tâbi olsaydık..."(Taht, 134) deme hakları olmazdı.
Zira inanmalarına
kesin olarak vesile olacak şeyin kendilerine gönderilmemesi de lütfün vücubuna
muhalif olanlara göre- caizdir. Yaratılmasında fayda olma mümkin de mutlaka
yaratılır.
[76]
Ka'bî bu ayetle, Allah
Teâlâ'nın» kullarının mazeretlerini kabul edeceğine istidlal etmiş ve şöyle demiştir:
"Durum, ehl-i sünnetin söylediği gibi, Allah'ın hüccetleri
kabul etmeyeceği şeklinde değildir. Bununla, Hakk Teâlâ'nın "O (Aliah)
yaptığından sorumlu tutulmaz" (Enbiya, 23) ayetinden kastedilenin
ehl-i sünnetin zannettiği mana olmadığı ortaya çıkar. Allah'ın kullarının mazeret ve
hüccetlerini kabul edeceği sabit olunca,kulun flitini Allah'ın yaratmamış
olması gerekir. Aksi halde kâfir, Allah'a karşı en büyük hüccete sahip
olurdu."
[77]
Kâdî şöyle der:
"Ayetin bu ifadesinde, şu yönlerden Cebriye'nin görüşünün batıl olduğuna
delil vardır:
1) Onlara
kalsa, insanların hakka tabi olmaları ve imanları, Allah'ın bu imanı onların
kalblerinde yaratmasına bağlıdır, ister resul gönderilsin, ister gönderilmesin
(halbuki ayet resul göndermenin önemini bildirmektedir).
2) İster
peygamber gönderilsin, ister gönderilmesin, Allah insanlarda, buna dair bir
kudret yarattığında, bu işlerin meydana gelmesi gerekir.
3) Onlara
ister peygamber gönderilsin, ister gönderilmesin, Allah bu işin olmasını
istediğinde, bu işin olması gerekir. O halde, Cebrfyye'nin (ehl-i sünnetin)
"Bu, "eğer ontann fiillerinin, Allah'ın mahlûku olduğunu kabul etme
halindedir" şeklindeki sözlerinin ne manası vardır?
Kâdî 'ye şöyle
denebilir: "Farzet ki sen yaratma ve irade meselesinde, (ehl-i sünnete)
karşı çıkıyorsun. Fakat, "ilim" meselesinde, onlarla aynı görüştesin.
Dolayısıyla Allah o insanlardan inkarın sâdır olacağını bildiği zaman, bunun
meydana gelmesi gerekir mi gerekmez mi? Eğer gerekmezse, o zaman, Allah'ın o
inkarın, meydana geleceğini bilmesine rağmen, meydana gelmemesi mümkün olmuş
olur. Halbuki bunun mümkün olduğunu söylemek, iki zıt şeyi aynı anda kabul
etmek demektir. Eğer o inkarın meydana gelmesi gerekirse, o zaman bizim
aleyhimize delil getirdiğin şey, senin aleyhine de delil olur.
Bil ki Kâdî'nin sözü
her nekadar güzel ve kuvvetli ise de, bu kendisinden kurtuluş olmayan tenakuz
ihtiva ediyorsa, akıllı olan bir kişi, nasıl olur da ona itimat edebilir?
[78]
"(Fakat) şimdi
onlara tarafımızdan o hak gelince, "Musa'ya verilenler gibi, ona da
verilmeli değil miydi?*' derler. Onlar, daha evvel Musa'ya verileni inkâr
etmediler mi? "iki sihir birbirine destek oldu" dediler. Keza,
"Doğrusu biz hepsini inkâr edicileriz" dediler. De ki:
"Eğer sâdık kimseler iseniz, Allah tarafından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin
de, ben ona uyayım" Sana yine icabet etmek istemezlerse, bil ki onlar sırf
heva-ü heveslerinin arkasında gitmektedirler. Halbuki Allah'tan bir delil
olmaksızın, kendi hevâsma uyandan daha sapık kim olabilir? Şüphe yok ki
Allah zâlimler duyurduk. Bundan evvel kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler buna inanmışlardır Onlara (Kur'ân) okunduğu zaman, "Buna
inandık, şüphesiz ki bu Rabbimİzden gelen bir haktır. Gerçekten biz, bundan evvel
de İslâm'ı kabul etmiş kimselerdik" derler. İşte bunlara, sabır ve sebat
etmelerinden ötürü iki kat mükâfaat verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle defederler.
Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler. Bunlar boş söz
işittikleri zaman, ondan yüz çevirdiler ve "Bizim amellerimiz bize, sizin amellerini
size aittir. Size selam (olsun). Biz câhillere bulaşmaya tenezzül etmeyiz” derler”(Kasas, 46-55).
Bil ki Allah Teâlâ,
onların, korktukları zaman, "Hey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin
de, şu zillete ve rüsvaylığa uğramamızdan evvel ayetlerine tabî olsaydık
ya"(ru\&, 134) dediklerini nakledince, Mekkelilere peygamber
gönderdiğinde oe Mekkelilerin, "Musa'ya verilen (mucizeler) gibi, ona da
verilmeli değil miydi?" dediklerini beyan etmiştir. Binâenaleyh bu
kâfirler, peygamber gönderi I mezden önce : r şüpheye, gönderildikten sonra da
başka bir şüpheye tutunmaktalar. Böylece haktan sapma ve inadlaşma dışında
herhangi bir maksatlarının olmadığı ortaya çıkmış oluyor.[79]
Ayetteki, "Onlara
tarafımızdan hak gelince..." ifadesi, "Onlara, diğer mucizelerin yanı
sıra, mucize olan bir kitapla tasdik edilmiş o peygamber geldiğinde bu
peygambere "toptan indirilen kitap, âsânın yılana, elin bembeyaz hale
dönüşmesi, denizin yarılması, bulutun onları gölgelemesi, taşın yarılıp su
fışkırması, kudret helvası •e bıldırcın etinin indirilmesi, Allah'ın Musa (a.s)
ile konuşması, levhalarda emirler yazılması ve diğer mucize ve ayetler gibi,
Musa (a.s)'ya verilen şeylerin aynısı verilmeli değil miydi?" derler, işi
sarpa sardırmak ve yokuşa sürmek için bazı isteklerde olunurlar. Bu tıpkı
onların, "Ona bir hazine indirilmeli değil miydi, yahut kendisiyle r riikte
bir melek gelmeli değil miydi" gibi sözler söylemeleri" gibidir.
Bil ki onların
istedikleri şeylerin meydana gelmesi gerekli değildir. Çünkü :eygamberlerin
mucizelerinin aynı olması ve onlara indirilen kitapların benzer şekilde gelmesi
gerekmez. Çünkü kulların menfaati Tevrat'ın toptan indirilmesinde, Kur'ân'ır
ise parça parça indirilmesindedir.
[80]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onların bu şüphelerine ''Onlar daha
evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" diyerek karşılık verilmiştir
Alimler "inkâr etmediler mi?" ifadesindeki "onlar"
zamirinin kime râcî olduğu hususunda j.u değişik izahları yapmışlardır:
1)
Yahudiler, Kıireyş'e, Hz. Muhammed (s.a.s)'den, Hz. Musa (a.s)'ya verilen
mucizelerin aynısın^etirmesini istemelerini söylediler. Bundan dolayı Cenâb-ı
Hak "Onlar, daha evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" buyurdu.
Bu, "Ey, o apaçık net mucizelere rağmen, Hz. Musa (a.s)'nın karşısına
böyle bir istekle çıkan yahudiler, sizler de onu inkâr etmemiş miydiniz?"
demektir.
2) Bu
talepte bulunanlar, "Mekke kâfirleridir. Hz. Musa (s.a.s)'yı inkâr edenler
de, onun zamanında olan kimselerdir. Fakat Allah Teâlâ onları, aynı kabul
etmiştir Çünkü bunların hepsi de, küfürde ve işi sarpa sarmada aynıdırlar.
3) Kelbî şöyle der: Mekke müşrikleri, Medine
yahudilerine, Hz. Muhammed (a.s)'in durumunu sorup araştırmak için bir heyet
gönderdiler. Bunun üzerine onlar. "Biz Muhammed (s.a.s)'i, aynen Tevrat'ta
bahsedilen sıfat ve Özellikleri ile bulmaktayız" dediler. Heyet, Mekke
müşriklerine dönüp, yahudilerin söylediklerin haber verince, Mekke müşrikleri,
"Muhammed (s.a.s), nasıt bir sihirbaz ise, o (Musa (a.s) da) bir
sihirbazdı" dediler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar, daha
evvel Musa'ya verileni inkâr etmediler mi?" buyurmuştur."
4) Hasan
el-Basrî şöyle der: "Arapların, tâ Hz. Musa (a.s) zamanında soyla-vardı.
Buna göre ayetin manası, "Bu Mekke müşriklerinin ataları da, Musa (a.s) ve
Hanın (a.s) haklarında, "Onlar iki sihirbaz" diyerek kâfir olmamışlar
mıydı?" şeklinde olur/'
5) Katftde şöyle der: "Hz. Muhammed (s.a.s)
zamanındaki o yahudiler, daha Önce Hz. Musa (a.s) 'ya verilmiş olan, Hz. İsa
(a.s) ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile ilgili müjdeleri inkâr edip, "onlar iki
sihirbazdır" dememişler miydi?"
6) Bence en
açık görüşe göre, Kureyş ve Mekke kâfirleri bütün peygamberler inkâr
ediyorlardı. Sonra buna rağmen, Hz. Muhammed (s.a.sj'den, Hz. Musa (a.s)'nr
mucizeleri gibi mucizeler getirmesini isteyince, Allah Teâlâ, "Onlar daha
önce sırf Musa (a.s)'ya verilenleri inkârla kalmayıp, bütün peygamberlere
verilenleri inkar etmemişler miydi?" demiştir. Böylece biz, onların bu
İstekteki maksatlarının, işi yokuşa sürmek olduğunu anlamış oluyoruz.
[81]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onların Hz. Musa (a.s)'ya verilenleri nasıl inkâr rini şu iki şekilde
anlatmıştır:
a) Onlar,
"Bunlar birbirini destekleyen iki sihirbazdı" demişlerdir. İbn Kesir,
Ebu Aar. Medine kurrâsı, bunu elif ile "sahlrânl" şeklinde
okurlarken; Kûfeliler, elifsiz Arak "sihrânı" (iki sihir) şeklinde
okumuşlardır. Alimler, bu iki sihrin (sihirbazın) demek olduğu hususunda şu izahları
yapmışlardır: Bununla, birbirlerine destek :ı*r. Hz. Harun (a.s) ve Hz. Musa
(a.s) kastedilmiştir, ijiüâi kelimesi, karışılıklı jardımlaşma, destek olma
manasına olup, bu kelime idğâm ile şeklinde;
Sahlrani" ifadesi
de, "sihirli-büyülü" manasında olarak, "sihrâni" şeklinde
de 3« jnmuştur. Onlar, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun (a.s)'u alabildiğine
sihirbaz olarak aMemek için, onları "bizzat sihir" olarak ifade
etmişlerdir. Pek çok müfessir ise attranl (iki sihir) şeklinde okunması
halinde, bu kelime ile, Kur'ân ile Tevrat'ın «astedildiğini söylemişlerdir.
Ebu Ubeyde, elifli
olan kıraati tercih etmiş ve "Çünkü insanların ve fiillerinin taatirine
destek olması, kitapların birbirine destek olmasından daha uygundur"
deniştir. Buna şöyle cevap verebiliriz: "Daha evvel de beyan ettiğimiz
gibi, "sihrâni" İadesini o iki adam (Musa (a.s) ile Harun (a.s))
manasına almak mümkündür, âuıunla, iki kitabın kastedilmiş olduğu farzedilse
bile, bu iki kitaptan herbiri diğerini »cviye ettiği için, mecazî olarak,
"O ikisi birbirine destek oldular" denilmesi akıldan *zak birşey
değildir. Bu tıpkı senin, "Haberler birbirlerini destekliyor" demene
benzer. Bo izah, ancak biz ayetteki, "Onlar daha evvel Musa'ya verileni
inkâr etmediler -.?" ifadesini, ya Mekke kâfirleri manasına, yahut da Hz.
Musa (a.s) zamanındaki Kafirleri manasına aldığımızda geçerli olur. Ayetin
siyakına uygun düşenin de bu olduğunda şüphe yoktur.
b) "Onlar, "Doğrusu biz hepsini inkâr
ediyoruz" dediler." Bu, "Muhammed i a,s)'e, Musa (a.s)'ya ve
diğer peygamberlere indirilenleri inkâr ediyoruz'' demektir. sözün,
yahudilere değil de, ancak müşriklere uygun düşeceği malum olup, bu, O
müşrikler, Hz. Musa (a.s)'nın onca mucizesine rağmen, onu yalanladıklarına
göre, -er nekadar hüccetleri açık olsa bile, aynı inkârı Hz. Muhammed (s.a.s)'e
yapmalarına "ne manîdir?'demektir.
Cenâb-ı Hak, onların
bu şüphelerini cevaplayınca, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Doğruluğuna delil olacak
şeyi getirerek De ki: "Eğer sadık
kimseler iseniz, Allah tarafından bu ikisinden daha doğru bir -.tap getirin de,
ben ona uyayım..." buyurmuştur. Bu, onların, onun aynısını getirmekten
aciz olduklarına dikkat çekmedir. Zeccâc şöyle der: "Şartın cevabı olarak,
ü^i (Ben ona uyayım) İfadesi, meczûm okunmuştur. Bunu merfû okuyan, ifadenin
takdirini şeklinde yapmış olur."
Cenâb-ı Allah sonra,
"Sana yine icabet etmek istemezlerse..." buyurmuştur. İbn Abbas,
"Allah Teâlâ, bununla, "Eğer onlar, senin getirdiğin hüccetleri
tasdik etmezlerse..." manasını kastetmiştir" derken, Mukâtil,
"Eğer onların, bu ikisinden daha doğru bir kitap getirmeleri mümkün
değilse..." manasını vermiştir ki bu mana, ayete daha uygundur. Buna göre,
"icabet (kabul), bu duanın (isteğin) yapılmış olmasını gerektirir. Burada
duâ nerede?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir kitap
getirin" ifadesi bir emirdir. Emir ise, o işi yapmaya bir davet (bir
istek)tir.
[82]
Cenâb-ı Allah sonra
"Bil ki onlar sırf, hevâ-ü heveslerinin arkasında gitmektedirler"
buyurmuştur. Bu, "Onlar, artık susmak mecburiyetinde bırakıldılar. Artık
geriye sadece nevalarının peşinden gitme kalmıştır" demektir.
Allah Teâlâ sonra,
onların bu yollarının, "Halbuki Allah'tan dosdoğru bir delil olmaksızın,
kendi nevasına uyandan daha sapık kimdir?" buyurarak bozuk olduğunu beyan
etmiştir. Bu, taklidin yanlışlığına dair delillerin en büyüklerindendir ve
mutlaka istidlal ve delil getirmenin gerekli olduğunu gösteren bir ifadedir.
"Şüphe yok ki Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez." Bu ifade,
"Hiç şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür"(Lokman, 13) ayetinden
ötürü, bütün kâfirleri içine alır. Ehl-i sünnet âlimlerimiz bu ayeti, Allah'ın
hidayetinin mü'minlere has olduğuna delil getirmişlerdir. Mu'tezile şöyle demiştir:
Lütuf fiillerinin bir kısmının mutlak olarak verilmesi güzeldir. Bir kısmının
ise, ancak lütfedilecek şahsın imanından sonra yapılması güzel olur. Bunun
delili, Hak Teâlâ'nın "Allah, hidayeti kabul edenlerin hidayetini
artırmıştır"(Muhammed,inayetidir. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, "Şüphe
yok ki Allah zâlimler güruhunu muvaffak etmez" buyruğu, bu ikinci hususla
ilgilidir. Bunu birincisine hamletmek caiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ önceki
ayette, peygamber göndermemenin onlar için oir mazeret sayılacağını beyan
ettiğine göre, onları hidayete erdirmemesi, onlar için haydi haydi bir mazeret
olur."
Cenâb-ı Hak, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini, ayetin bu ifadesiyle beyan edince,
"Andolsun ki biz onlar için sözü birbiri ardınca indirip duyurduk"
buyurmuştur. Sözün "tavsîTi, peşpeşe getirilmesidir. Bu,"Onları
peşpeşe getirdi" ifadesindendir. Bu peşpeşe getirmeden, "Biz
Kur'ân'ı, daha fazla va'z-u nasihat olsun ve hatırlatmaya vesile olsun diye,
parça parça, peşpeşe indirdik" manasının kastedilmiş olması muhtemeldir.
Çünkü böylece insanlar, her gün başka bir hikmete muttali oluyor, yeni bir
fayda öğreniyorlardı. Böylece de, hatırlamaya, va'z-u nasihat almaya o nisbette
yakın bulunuyorlardı. Mânânın böyle olması halinde bu, onların, "Hz. Musa
(a.s)'ya kitabın toptan verilmiş olması gibi, Muhammed (s.a.s)'e de kitabı
toptan verilmeli değil miydi?" şeklindeki sözlerine bir cevap olmuş olur.
Bununla, "Biz, va'z-u nasihat alma, böylece de küfürden iyice vazgeçmeleri
için, peygamberlerin haberlerini ve peygamberleri inkâr eden kâfirlerin nasıl
helak olduklarına dair kıssaları peşpeşe getirdik" manasının kastedilmiş
olması da muhtemeldir. Yine mananın, "va'z-u nasihat almaları için,
Kur'ân'ın mucize olduğuna dair delilleri tekrar tekrar ortaya koyduk"
şeklinde olması da muhtemeldir.
[83]
Cenâb-ı Allah, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine dair delilleri getirince, bu hususu
"Bundan evvel, yani Kur'ân gelmezden önce kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler, buna inanmış, yani Muhammed (s.a.s)'i kabul etmişlerdi."
Binâenaleyh kitapları tanımayanların, haydi haydi teslim olması gerekir"
diyerek te'kid etmiştir.
Alimler "kitap
verdiğimiz kimseler" ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunda şu değişik
izahları yapmışlardır:
1) Katâde
şöyle der: "Bu ayet, ehl-i kitaptan, hak şeriat üzere olan ve o şeriata
tutunan, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderilince, onu da tasdîk eden
kimseler hakkında nazil olmuştur. Selman-ı Fârisi ile Abdullah b. Selâm (r,
ahm) bunlardandır."
2) Mukâtil şöyle der: "Bu ayet, İncil'e
inananlardan kırk kişi hakkında nazil olmuştur ki, bunlar, Cafer b. Ebi Talib
(r.a) ite birlikte Habeşistan'dan gelen o geminin yolcularıdır."
3) Rifa'a b.
Kurayza bunun, on kişi hakkında indiğini ve kendisinin onlardan biri olduğunu
söylemiştir.
Fakat burada nazar-ı
dikkate alınacak şeyin, sebeb-i nüzulün hususiliği değil, lafzın umumiliği
olduğunu biliyorsun.Binaealeyh kendisinde ve hakkında bu özellik bulunan herkes, ayetin hükmüne dahildir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, bunların imanlarının çok güçlü olduğuna delalet edecek şayi naklederek,
"Buna inandık. Şüphesiz ki bu Rabbimizden gelen bir haktır. Gerçekten biz,
bundan evvel de İslâm'ı kabul etmiş kimselerdik" dediklerini Delmiştir.
Ayetteki "Bu Rabbimizden gelen bir haktır" ifadesi, bir sebep manası
Taşır, yani, "Bunun Allah katından bir hak olması, ona iman etmeyi
gerektirir" ae-nektir. Ayetteki, "Biz, bundan evvel de İslâm'ı kabul
etmiş kimselerdik" ifadesi o» onların, "Buna inandık" şeklindeki
sözlerinin bir izahı gibidir. Çünkü bu imanın, samanının yakın veya uzak olması
muhtemeldir. Bundan dolayı onlar, buna eskiden aari inandıklarını haber ve
önişlerdir. Bu-onlann, Hz. Muhammed'in geleceğine dair --deyi önceki
peygamberlerin kitaplarında^ a görmüş olmalarından ötürüdür.
[84]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onları şu büyük övgüyle anarak, "işte bunlara, sebat etmekten ötürü iki
kat mükâfaat verilecektir" buyurmuştur. Alimler bu hususta şu izahları
yapmışlardır:
1) Onlara,
bir, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmezden önce onu bekleyip, ona iman
ettikleri, bir de peygamber olarak gönderildiğinde ona iman ettikten için iki
kat mükâfaat verilecektir. Bu, doğruya en yakın olan görüştür. Çünkü Allah
Teâlâ, onların, Hz. Muhammed (s.a.s) peygamber olarak gönderildikten sonra, onu
tasdik edip, ona iman ettiklerini beyan buyurunca, onların, Hz. Muhammed
(s.a.s) peygamber olarak gönderilmezden önce de iman etmekte olduklarını beyar
buyurmuş, sonra da onların ücretlerinin iki kat olduğunu bildirince, ayetin bu
manaya alınması gerekir.
2) Onlar,
bir Hz. Muhammed (s.a.s)'den önce yaşamış olan peygamberlere imar ettikleri,
bir de Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman ettikleri İçin, iki kat ücreti
haketmişlerdir
3) Mukatll
şöyle der: "Bunlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman edince, müşrikler onlara
sövüp-saymışlar; ama onlar müşriklerin sözlerine aldırmamışlardır. Bundan
dolayı, bir aldırmayışlarına, bir de iman edişlerine karşılık onlara iki ücret
verilmiştir." Rivayet olunduğuna göre, onlar müslüman olunca, Ebu Cehil
onlara lanet etmiş, ama onlar ona cevap vermemişlerdi. Süddî ise şöyle der:
"Yahudiler, Abdullah b. Selam'ı ayıplayıp, ona sövüp saydıkça, o,
"Selam size" deyip geçmiştir."
[85]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Bunlar kötülüğü iyilikle defederler" buyurmuştur ki, bu,
"Onlar, daha önce işlemiş oldukları günahları, taa: yaparak telafi
ederler..." demektir. Bununla, "Onlar, kendilerine yapılan
işkencelere affetmek ve aldırmamak suretiyle karşılık verirler" manasının
kastedilmiş olmas muhtemel olduğu gibi, bu "hasene" (iyilik) lafzı
ile, onları günahlardan kaçınmalar manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir.
Çünkü günahtan kaçınmak da bir "hasene"dir. Yine bununla, yapılmaması
halinde seyyie (kötülük) olan şeyler de bertaraf edilmiş olur. Bununla, tevbe
etme, pişman olma ve tevbeyi sürdürmeni kastedilmiş olması da muhtemeldir.
[86]
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Kendilerini nzıklandırdığımız şeylerden infak ederler' buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ, onları önce iman ile, "Bunlar kötülüğü iyilikle
defederler" ifadesiyle bedenî; "Rızıklandırdığımız şeylerden infak
ederler" ifadesiyle mâfî İbadetlere sahip kimseler olarak medh-ü sena
etmiştir. Kâdt şöyle der: "Bu medh haramın rızık olmayacağına delalet
eder." Kadî'ye şöyle cevap veririz: Bu ifadedeki (...den), ba'ziyyet
(kısmiyyet) ifade eden bir kelimedir. Dolayısıyla bu, onların rızıklandınldıkları
şeylerden bir kısmını infâk etmek suretiyle bu medhe müstehak olduklarına
delalet eder. Bu durumda, Kâdî'nin yapmış olduğu istidlal düşer.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bunların taat ve güzel işlerle nasıl meşgul olduklarını anlattıktan sonra,
cahillerden nasıl yüzçevirdiklerini de anlatarak, "Bunlar, boş söz
işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler" buyurmuştur. "Lağv",
aldırılmaması ve terkedilmesi gerekli olan, abes vesaire şeylerdir ki, onlar,
böyle şeyleri duyuyor, ama buna girmiyor, aksine güzel bir şekilde,
aldırmaksızın çekip gidiyorlardı. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, onların,
"Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size aittir. Size selam
(olsun)" dediklerini bildirmiştir. Bu ifade hakkında Hasan el-Basrf'nin şu
sözü ne güzel: "Selam, mü'minler arasında bir selamlaşma, kâfirlere
(câhillere) karşı ise, bir kurtulma için kullanılır. Bunun bir benzeri de
"Rahman'm kullan, yeryüzünde vakarla yürürler, cahiller onlara hitap ettiklerinde
de "selam" derler" (Furkan, 63) ayetidir. Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu hususu, onlardan naklettiği, "Biz cahilleri aramayız"
ifadesiyle te'kid etmiştir. Bu ifade ile, "Biz bâtıla, bâtılla karşılık
vermeyiz" manası kastedilmiştir. Bazı kimseler, ayetteki bu ifadenin,
"kıtal" (savaş) emriyle neshedildiğini ileri sürmüşlerdir, ama bu
uzak bir ihtimaldir. Çünkü savaşmak vâcib ise de, sefihliği bırakmak da
mendubtur.
[87]
"Sen, sevdiğini
hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet eder ve O, hidayete
erecekleri daha iyi bilendir. Dediler ki: "Eğer biz, seninle birlikte hidayete
uyarsak, derhal yerimizden yurdumuzdan olur, bir çırpıda imha ediliriz. Biz
onları tarafımızdan bir nzık olarak herşeyin mahsullerinin gelip toplanacağı
korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler" (Km», 56-57
Bil ki Hak TeâJâ'nın,
uSen, sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet
eder..." beyanı ile ilgili birkaç mesele vardır:
[88]
Bu ayetin zahirinde
Ebu Talibin kâfir olduğuna bir delâlet yoktur. Zeccftc şöyle demektedir:
"Müslümanlar, bu ayetin Ebu
Talib hakkında nazil
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü o ölürken, "Ey
Abdimenafoğullart, Muhammed'e itaat edip, onu tasdik edin ki kurtulasınız,
doğruya ermiş olasınız" demişti. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s),
"Onlara iyiliği, kendileri için güzel olanı emrediyor, fakat aynı nasihati
kendine yapmıyorsun" deyince, Ebu Talib, "Ey kardeşimin oğlu, ne
istiyorsun?" dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s) "Senden tek
kelime istiyorum. Zira dünyada son gününü yaşıyorsun. Senin "lâilâhe
illallah" demeni istiyorum. (Eğer bunu dersen), Allah yanında senin için
bu hususta şâhid olurum" dedi. Ebu Talib de, "Değerli yeğenim, senin sâdık
olduğunu biliyorum. Fakat "ölürken kalbi yufkalaştı, ısrara dayanamayıp
söyledi" denilmesinden hoşlanmam. Eğer benden sonra senin ve soyun
hakkında, bir aşağılama, sövüp-sayma söz konusu olmasaydı, senin hayırhahlığına
ve teessürüne bakarak, mutlaka bu sözü söyleyerek seni sevindirirdim. Fakat,
büyüklerimiz Abdulmuttalib, Haşim ve Abdimenaf'ın dini üzere ölmek
istiyorum" dedi."
[89]
Hak Teâlâ
bu ayette, "Sen,
sevdiğini hidayete
erdiremezsin" buyurmuş; bir
başka ayetinde ise, "Şüphesiz sen, dosdoğru bir yola hidayet edersin"
(şûra, 52) buyurmuştur. Bu iki ifade arasında bir tezat yoktur. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbet ettiği, yapacağını söylediği
"hidayet", davet ve açıklamadır; ona nisbet etmediği "hidayet
ediş" ise, imana göğsü açma ve muvaffak i yy et verme manasındaki
hidayettir. Zira bu imana muvaffakiyyet ve göğsü açma, kalbe verilen ve
sayesinde kalbin hayat bulduğu bir nurdur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bir ölü
iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyeceği bir nur
verdiğimiz kimse..."{En-am, 122) buyurmuştur.
[90]
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, hidayet ve delalet konusunda bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Ayetteki, "Sen, sevdiğini hidayete erdiremezin. Fakat
Allah dilediğins hidayet eder" ifadesi, her iki "hidayef'in de aynı
manaya olmasını gerektirir. Çünkü "Sen hidayete erdiremezsin"
ifadesindeki hidayet ile bir şey; "fakat Allah dilediğine hidayet
eder" ifadesindeki hidayet ile başka birşey kastedilmiş olsaydı, o zaman
ayetin nazmı bozulurdu. Hem sonra ayette gecen hidayet ile, ya delillerin
açıklanması, ya cennete davet, veya cennetin yolunu tarif, yahut kalblerde
mecburî (zarûrî-kesin) olarak marifetullahı yaratmak, veyahut da kalblerde,
mecburî olmaksızın marifetullah kastedilmiştir. Bununla "delillerin beyan
edilmesi" manasının kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), bu manada herkese "hidayet" etmiştir. Binâenaleyh
bu hidayet, Cenâb-ı Hakk'ın bütün insanlar için söz konusu olmadığını
bildirdiği o hidayetten başkadır. "Cennete davet" manasındaki hidayet
hakkındaki sözümüz de böyledir. "Cennetin yolunu tarif" manasındaki
hidayet de bu ayetten kastedilmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, bu hidayeti kendi
meşîetine bağlamıştır. Cennetin yolunu tarif ise, Allah'ın meşîetine
bağlanmamıştır. Çünkü cennetin yolunu tanıtma işi Allah'a vâcibtir. Vâcib olan
ise, meşîete (iradeye) bağlanamaz.
On dinar borcu olan
kimsenin, "İstersem bu on dinarı veririm" demesi doğru değildir. Zorlama,
mecbur etme manasındaki hidayet de caiz değildir. Çünkü böyle bir şey, onlara
göre, mükellefler hakkında, Allah'tan sadır olması doğru değildir. Doğru
olmayanı (kabîhi) yapmak ise, ya cahilliği, ya o işe olan ihtiyacı gerektirir.
Bu ikisi de Allah hakkında imkansızdır. İmkansızı gerektiren de imkansızdır.
Binâenaleyh bunun Allah'tan sâdır olması imkansızdır. İmkansızın, Allah'ın
meşîetine bağlanması caiz değildir. Hidayetin manası hususunda saydığımız bu
kısımlar bâtıl olunca, geriye ayetteki bu hidayet ile, "Allah, hidayeti ve
marifetullahı kalbte yaratmak suretiyle, bu hidayeti bazı insanlara nasib eder,
bazılarına ise vermez" manası kastedilmiştir. Çünkü Allah yaptığından
mes'ul değildir. Ayetteki bu hidayeti bu manada aldığında, Kâdî'nin bu konuda ileri
sürdüğü mazeretlerin tamamı düşer.
Ayetteki, "O,
hidayete erecekleri daha iyi bilendir" cümlesi, Gaybı bilmek Allah'a
mahsustur. Binâenaleyh O, bundan sonra hidayete erecekleri de, ermeyecekleri de
bilir" demektir.
[91]
Hak Teâlâ, onların
şüphelerini zikredip, onlara çok net cevapler verip, bu konuda kendisinin
hidayetinin olmadığı sürece, delillerin vazıh olmasının da yeterli olmayacağını
beyan buyurunca, onların dünya halleriyle ilgili diğer bir şüphelerini nakletmiştir.
Bu da onların, ^jî ^ uÜ»ı=İ ilü ^-^11 £^ Jl "Eğer biz, seninle birlikte
hidayete uysak, derhal yerimizden olur, bir çırpıda imha ediliriz"
şeklindeki sözleridir. Müberred şöyle der: "Hatf, hızlıca koparılmak,
sökülmektir." Rivayet olunduğuna göre Haris b. Amir b. Nevfel b.
Abdfmenaf, Resûlüllah (s.a.s)'a şöyle demişti: "Söylediğin şeyin doğru
olduğunu kesinkes biliyoruz. Fakat bunu kabul etmemize mani olan, yerimizden
yurdumuzdan koparılmamız, sürülüp çıkarılmamız korkusudur. Yani Araplar, bizimle
savaşmak için toplanır ve bizi yerimizden yurdumuzdan sürüp çıkarırlar."
Cenâb-ı Allah, bu şüpheye de birkaç yönden cevap vermiştir:
1) "Biz
onları korkusuz bir haremde yerleştirmedik mi?" ladesi... Bu, "Size,
içinde korku hissetmeyeceğiniz, endişeye kapılmayacağınız, bir yurt
verdik" demektir. Bu, ya Arapların Harem-i Şerife saygı duyup, orada
bulunanlara kesinlikle sataşmamalarından ötürüdür. Çünkü rivayet olunduğuna
göre, cahil iye döneminde) Araplar, Harem'in dışında, çeşitli yağma ve baskın
işlerini • aparlarken, Harem'in sakinlerine asla sataşmazlardı. Yahut da Hak
Teâlâ'nın, "Kim oraya girerse, korkudan emin olur" {ma Imran, 97)
beyanından ötürüdür.
2)
"Herşeyin mahsullerinin gelip toplanacağı..." ifadesi... Allah feâlâ,
bu diyarın, çeşitli afet, korku ve endişelerden uzak olduğunu beyan ettiği
gibi, buradaki nimetlerin bol olacağından da bahsetmiştir. Çünkü ayetteki yücbâ
"toplanır, gelir" manasına olup, bu, Arapların "suyu havuzda
topladım" deyimlerinden alınmadır. Medine kurrâsı bunu tâ ile tücbâ; Kûfeliler
ve Ebu Amr ise ya ile yücbâ şeklinde okumuşlardır. Çünkü "semerât"
lafzının müennesliği, cemî oluşundan olup, hakiki müennes değildir. Binâenaleyh
bunun fiilinin, lafzından ötürü müennes, manasından ötürü müzekker getirilmesi
caizdir. Ayetteki, "herşey" ifadesi, "çoğu şeyler" manasına
olup, "Ona herşey verildi" (Nemi. 23} ayetindeki gibidir. Velhasıl
şunu diyebiliriz: Allah Teâlâ Harem-I Şerifi, her türlü kötülükten muhafaza
edip, oradakileri emin kılıp, onlara, Allah'a ibadetten yüz çevirip, putlara ibadet
ettikleri halde çokça rızık verdiğine göre, eğer onlar iman etmiş olsalardı, bu
durum haydi haydi sürerdi.
Kâdî şöyle der:
"Eğer Peygamber (s.a.s) onlara, "Sizin ileri sürdüğünüz,
memleketinizden sökülüp atılma mazeretiniz gerçek olsa bile, bu husustaki
deliliniz çok net ve açık olduğu için, ileri sürdüğünüz şey, iman etmeniz için
yine de bir mazeret olmaz" demiş olsaydı, onlar kesilir kalırdı. Yahut
peygamber onlara, "İman ederseniz, Kureyşlilerin sizi öldürmek ve benzeri
şeylerle, sizi memleketinizden söküp çıkarmaları, sizin İçin bir şahadet gibi
olur. Dolayısıyla bu da faydalıdır" demiş olsaydı, yine diyecek birşey
bulamazlardı. Şayet Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, "Küfrünüze devam etmeniz
halinde, kendisinden sakındırdığım o devamlı azabın yanında, memleketinizden
sürülmenizin zararı bir hiç kalır" demiş olsaydı, yine apışıp kalırlardı.
Fakat Hak Teâlâ, onların iman etmeleri halinde, o bölgenin adetinin böyle
birşeyin cereyan etmemesi şeklinde olduğunu bilmiş olmaları açısından,
memleketlerinden olma korkusunun mazeret olarak ileri sürmedeki yalanlarını
ortaya koymak suretiyle, daha kuvvetli bir delil getirmiştir. Böyle birşeyin
karşı tarafa açıklanmasının mümkün olması halinde, bu gibi deliller,
bahsettiğimiz önceki delillerden daha evla olur. işte bundan Ötürü Cenâb-ı Hak
bu delili ileri sürmüştür. Ayet, sayesinde ehl-i bâtılın şüphelerini bertaraf
etmeye imkan bulunan delillerin doğruluğuna delâlet etmektedir Burada geriye şu
iki bahis kalmaktadır:
Birinci Bahis: Keşşaf
sahibi, ayetteki "rızk" kelimesinin mansub oluşu hususunda şunları
söylemiştir: "Eğer bu kelimeyi, mef'ûl-ü mutlak kabul edersen,
mâkablindeki fiilin manasından ötürü böyle mansub olması caizdir.Çünkü
"yücba" (toplanır) fiili ile, "yürzaku" (nzık olarak verilir)"
fiilinin manası temelde aynıdır. Bu kelimenin mef'ûl-ü leh ("rızık
için") manasında olması da caizdir. Eğer bu kelimeyi ism-i mef'ûl yani
"merzûk" (rızık olarak verilen şey) manasına alırsan, sıfat ile
tahsis edilen nekireden ötürü mansub kılınma gibi, "Semerât" kelimesi
izafetle "tahassüs" kesbettiği için, "nzık" kelimesi
"semerât'ın hâli olur.
İkinci Bahis:
Alimlerimiz, "tarafımızdan bir rızık" ifadesini, kulun fiillerini
Allah'ın yarattığı hususunda delil getirerek şöyle demişlerdir: "O
rızıklar insanlara ulaşmıştır. Çünkü her yerden insanlar bu çeşitli rızıkları oradaki
insanlara taşımışlardır. Binâenaleyh eğer kulun fiilini Allah yaratmamış
olsaydı, bu şekilde "tarafımızdan" denilerek, bunun Allah'a izafe
edilmesi doğru olmazdı.
İmdi eğer, "Bu
şekilde bir nisbetin sebebi, Allah Teâiâ'nın bu duygu ve niyetleri, ' zıkları
oraya götüreceklerin kalbine veren zat olmasıdır" denilirse, biz deriz ki:
Bu duygu ve niyetler, her nekadar bir tercihi gerektirirse de, "Tercih
tahakkuk ettiğinde vücûb (gereklilik) söz konusu olur. Bu durumda, bizim
söylemek istediğimiz olur. Yok bu tahakkuk etmezse, nisbet etme işi, tamamen
ortadan kalkar" diye defalarca açıklamıştık. Bil ki Allah Teâlâ, o
rızıkların onlara ancak kendisi tarafından ulaştığını, bunun sebebinin ise şu
olduğunu açıklamıştır: Onlar, her nezaman bunun böyle olduğunu bilirlerse,
Allah'ın dışında hiç kimseden korkmaz ve Allah'dan başka hiç kimseden ummaz
hale gelirler. Böylece de, onların nazarları, halktan kesilir, Halık'a yönelir.
Bu da, imanın mükemmelliğinin, Allah'ın dışındaki herşeyden yüzçevirip, tamamen
Allah'ın taatına yönelmeyi gerektirir.
[92]
"Biz, (bol)
geçimi ile halkı şımarmış nice memleketler imha ettik. İşte kendilerinden
sonra ancak, pek az kimsenin konabileceği harap meskenleri... işte bütün
bunlara biz vâris olduk. Senin Rabbin, memleketlerin ana
merkezlerine,
karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe o ülkeleri imha
etmez ve biz, ahalisi zalimlerden ibaret olan memleketlerden başkasını helak
edici de değiliz" (Kasas, 58-59).
Bil ki bu, o şüpheye
ikinci cevaptır. Zira Allah Teâlâ, Mekkelilere has kılmış olduğu o nimeti
hatırlatınca, bunun peşinden, dünya nimetlerine gömülmüş geçmiş ümmetlerin
başına getirdiği şeylerden bahsetmiştir. İşte onlar peygamberlerini
yalanlayınca, Allah, onlardan o nimetleri almıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, bu
açıklamasının maksadı şudur: O kâfirler, "Biz, dünya nimetlerinin
elimizden kaçmasından korktuğumuz için iman edemiyoruz" deyince, Allah
Teâlâ onlara, o nimetleri elden kaçıracak olan şeyin, imana yönelmek değil,
iman etmemekte ısrar olduğunu beyan etmiştir.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Batar", zenginliğin verdiği şımarıklık ve kötülüktür Bu da,
zengin olanın, Allah'ın hak ve hukukunu
gözetmemesidir." Ayette-"ma'îşetehâ"
kelimesi, ya tıpkı (A'raf, 155) ayetinde
olduğu gibi harf-i cerrin hazfedilip, fiilin doğrudan doğruya ona
birleştirilmesiyle, yahut da kendisine muzaaf mahzûf bir "zaman"
kelimesinden ötürü mansubtur. Buna göre takdir "Geçim günlerinde şımaran..."
şeklindedir. Yahut da, bu fiil "inkâr etti, nankör oldu" manasını
taşıdığı için, kelime böyle mansub olmuştur.
Ayetteki, "İşte
kendilerinden sonra ancak, pek az kimsenin konabileceği harab
meskenleri.:." ifadesindeki istisna hakkında şu izahlar yapılmıştır:
1) İbn Abbas
(r.a), "Bu, "Orada, bir günlüğüne, bir saatliğine misafir olan veya
geçip giden kimselerden başka hiç kimse durmaz" demektir."
2) Mana
"Asi olmuş ve helak edilmiş bu insanların uğursuzluklarının izleri hâlâ o
memleketlerde mevcuttur. Binâenaleyh onların soylarından, orada yerleşen
herkes, pek azı müstesna, orada fazla durmaz. Çünkü, oranın ahâlisinin
helakinden sonra oraya varis olanlar biziz" şeklinde olabilir. Oranın
belli bir sahibi kalmayınca, "Burası Allah'ın varis olduğu yer"
denilir. Çünkü mahlûkatı son bulduktan sonra, bakî kalacak olan sadece O'dur.
[93]
Daha sonra Hak Teâlâ,
halkının şımarması yüzünden o memleketleri helak ettiğini belirtince, sanki
birisi şu iki soruyu sormuştur:
1) Hz. Muhammed (s.â.s) gelmezden önce, onlar
küfür ve inada gömülmüş olmalarına rağmen, Cenâb-ı Hak o kâfirleri niçin imha
etmemiştir?
2) Hz.
Muhammed (s.a.s) peygamber olarak geldikten sonra, kavminin mütemadiyen Allah'ı inkâr, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i tekzîb etmelerine rağmen, niçin Hak Teâlâ onları helak
etmemiştir?" İşte Cenâb-ı Hak, bunlardan birincisine, "Senin Rabbin,
memleketlerin ana merkezlerine, karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir
peygamber göndermedikçe o memleketleri imha etmez" buyurarak cevap
vermiştir.
Velhasıl Allah Teâlâ,
önce peygamber göndermemenin o kavim için bir mazeret sayılabileceğini,
binâenaleyh onları helak etmenin ancak peygamber gönderdikten sonra caiz
olabileceğini beyan etmiştir. Müfessirler bu hususta şu açıklamayı
yapmışlardır:
a) Bu ifade,
"O beldenin iki ana merkezi ve bağlı şehirlerine, susturmak ve hertürtû
mazeretlerini sona erdirmek için bir peygamber göndermedikçe.,." demektir.
b) Bu, "Senin Rabbin, ümmü'l-kurâ'ya
(metropol, ana kente) yani Mekke'ye peygamber göndermedikçe, yeryüzündeki
beldeleri imha etmez" demektir. Bu peygamber de, hâtemü'l-enbiya olan, Hz. Muhammed
(s.a.s)'dir. Ayetteki, "Karşılarında ayetlerimizi okuyacak..."
ifadesi, ayetleri tebliğ eden ve gereğini yapan demektir.
Cenâb-ı Hak, ikinci
soruya da, "Biz, ahâlisi zâlimlerden ibaret olan memleketlerden başkasını
helak etmeyiz" buyurarak cevap vermiştir. "Zâlimler",
"şirke düşerek kendilerine zulmedenler" manasınadır. Mekkeliler ise
böyle değildi. Çünkü onların bir kısmı iman etmişti. Allah bir kısmının da
ileride iman edeceklerini biliyordu. Bir kısmının ise, iman etmeyeceklerini,
ama soylarından iman edecek kimselerin geleceğini biliyordu.
[94]
"Size verilen
herşey, dünya hayatının metaldir, onun süsüdür. Allah nezdinde olan
şeyler ise, hem daha hayırlı, hem daha devamlıdır. Halâ akıllanmayacak
mısınız? Şimdi kendisine güzel bir vaad ile söz verdiğimiz,
böylece de ona kavuşan
kişi, dünya hayatının geçici zevki ile fâidelendirmediğimiz, sonra Kıyamet
gününde huzurumuza getirilmişlerden olan kimse gibi midir?" (Kasas,
60-61).
Bil ki bu, o şüpheye
verilen Üçüncü cevaptır. Çünkü onların şüphelerinin vardığı netice, "Biz,
dini, dünyamızı elden kaçırmamak için terkettik" demelerine varıp dayanır.
Böylece Cenâb-ı Hak, bunun büyük bir hata olduğunu; Allah'ın yanında olan şeyin
ise, daha hayırlı ve daha devamlı olduğunu beyan buyurmuştur. Daha hayırlı
olması şu iki şeyden dolayıdır:
a)
Ahiretteki faydalar daha büyüktür.
b) Bu
faydalar, her türlü şaibe ve kusurlardan arınmıştır. Dünya menfaatleri ise,
zarar ve sıkıntılarla iciçedir; hatta, sıkıntı tarafı daha çoktur. Ahiretteki
menfaatlerin bakî olmasına gelince, bu, o nimetlerin ardı arası kesilmeden
devam etmesidir. Dünya menfaatleri ise, sonludur. Her ne zaman sonlu olan,
sonsuz olanla mukayese edilirse, bir yok mesabesindedir. Nasıl böyle olmasın
ki? Cennettekilerin herbirinin nasibi, dünya menfaatlerinin bütününe kıyasla
bir zerresinin okyanusla mukayese edilmesi gibidir. Bu açıklamamızdan, dünya
menfaatlerinin,- ahiret nimetleriyle asla kıyas edilemiyecekleri ortaya çıkmış
oldu. Binaenaleyh, dünya menfaatlerini ebedîleştirmek maksadıyla ahiret
menfaatlerini terketmenin büyük bir cehalet olduğu ortaya çıkmış olur. Allah
Teâlâ, buna dikkat edince, "Halâ akıllanmayacak mısınız?"
buyurmuştur. Yani, "Dünya menfaatlerini ahiret menfaatlerine tercih
etmeyen, sanki aklın ölçüleri dışına çıkmış olur" demektir. Şafiî (r.h)
şöyle demiştir: "Bir kimse, malının üçte birinin, insanların en akıllısına
verilmesini vasiyyet ederse, bu üçte bir, Allah'a tâatle meşgul olanlara
verilir. Çünkü insanların en akıllısı, azı verip de çoğu alandır. Bunlarsa,
ancak, Allah'a taatla meşgul olan kimselerdir." İmam-ı Şafiî sanki, bu
hükmü, bu ayetten çıkarmış gibidir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu tercihi, bir
başka yönden de kuvvetlendirmiştir ki, o da şudur: Biz, Allah'ın nimetlerinin
sona ereceğini, devamlı olan o azabın dünya nimetleriyle İçice olmadığını
farzetsek bile, yine aklın sarîh beyanı, ahiret nimetlerinin dünya nimetlerine
tercih edilmesi gerektiğini iktiza ederdi. Ya, o dünya nimetleriyle ahiret
azabı birteşirse!... Binâenaleyh, hangi akıl, ahiret nimetlerinin dünya
nimetlerinden üstün olduğundan şüpheye düşebilir?
İşte Cenâb-ı
Hakk'ın "Şimdi kendisine güzel bir
vaad ile söz verdiğimiz, böylece de ona kavuşan kişi..." ifadesiyle
kastedilen de budur. Binâenaleyh bu kimse, Allah'ın kendisine, dünya metâından
az bir şey verip, ahırette de, ilahî azaba duçar olanlar gibi olmuş olur. Bu
ifadenin gayesi şudur: Onlar, "Dini, dünya için terkettik" deyince,
Allah Teâlâ onlara şöyle demiş oldu: "Dünyanın peşinden ilahî cezanın
zararı gelmemiş olsaydı bile, yine akıl, ahiret menfaatlerinin dünya
menfaatlerine tercih edilmesini gerektirirdi. Nerde kaldı ki, bu dünyanın
peşinden, devamlı olan bir azab gelecektir. Tercihi İtiraf etmede, daha etkili
ve daha baliğ olsun diye, Cenâb-ı Hak bu cümleyi, soru cümlesi şeklinde îrâd
etmiştir. Azaba duçar olan kimseler için lafzının tahsis edilmesi, Kur'ân'a ait
bir örftür. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Hazır bulundurulanlardan
olacaksın..." ($ıtı,57) ve "Onlar, behemehal ihzâren
getirilecekler..."(SaHat, 158) buyurmuştur. Bu kelimenin lafzında da, bu
manayı ihzar vardır. Çünkü, "ihzar", mükellefiyeti susturmayı ve
boyun eğdirmeyi ihsas ettirmektedir. Bu ise, lezzet meclislerine değil, sıkıntı
ve meşakkat meclislerine uygun düşer.
[95]
"O gönde ki,
(Allah), onlara nida edip, "Hani tanrılığını iddia edip durduğunuz
ortaklarınız nerede?" diyecektir. (O gün), aleyhlerinde söz hak olanlar, şöyle
derler: "Ey Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir.
Kendimiz nasıl azmış
isek, onları da öylece azdırdık. Biz onlardan beriyiz. Sana döndük.
Zaten onlar bize tapmıyorlardı." (O gün onlara), "Çağırın ortaklarınızı"
denilmiştir de, onlar da onları çağırmışlardır. Fakat bunlar onlara icabet
etmemişlerdir ve (onların uğradıkları) azabı görmüşlerdir. Ne olurdu, hidayeti kabul
etmiş olsalardı! Allah, o gün onlara nida edip, "Peygamberlere 'ne cevap
verdiniz?" diyecektir. Artık o gün onlara karşı haberler kör olmuştur. Bu
sebeple, birbirlerine bir şey soramazlar" (Kasa, 62-66).
Bil ki Cenâb-ı Hak bu
ayetinde, Kıyamette kâfirlere şu üç şeyi soracağını beyan etmiştir:
1) Bu
"O gönde ki, (Allah), onlara nida edip, "Hani tanrılığını iddia edip
durduğunuz ortaklarınız nerede?" ayetinin ifade ettiği husustur. Kâfirlerin
Kıyamette, dünyada iken, yapageldlkleri o şeyin batıl olduğunu; tevhidin ve
nübüvvetin doğruluğunu kesin olarak anlamış oldukları sabit olunca, Cenâb-ı Hak
onlara, "Nerede taptıklarınız, Bana, ibâdette ortak koştuklarınız! Şefaat
edeceklerini iddia ettikleriniz? Size yardım etmeleri ve sizi, başınıza gelen
bu şeylerden kurtarmaları için, hani nerede onlar?" demiştir.
[96]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, diyeceği o şeyi, yani azabın, sözün kendilerine hak olduğu kimseleri beyan
etmiştir ki, ayette geçen kavi = söz'den maksat, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kesinlikle, cehennemi cin ve ins ile dolduracağım"ıSecde, 13)
hükmünün onlar hakkında gerçekleşmesidir. O halde, tabirinin anlamı, "o
sözün gereği kendilerine hak ve vacib oldu..." demektir. Alimler,
kendileri hakkında bu sözün vacib olduğu kimselerin kim olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları bunların, dalalete davet eden
o reisler olduğunu söylerken, bazıları, bunların şeytanlar olduğunu
söylemişlerdir.
[97]
Ayetteki, "Ey
Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir" cümlesindeki
mübtedâ, onun sıfatı; mevsûfa raci olacak zamir ise, mahzûf olup; müteakiben
gelen 'kelimesi, mübtedânın haberi; l£j& Uf ifadesindeki kâf da, mahzûf
olan masdann sıfatı olup, kelamın takdiri, "Biz onla-azdırdık. Onlar da,
bizim azdığımız gibi azdılar..." şeklindedir. Bu ifadeden kastedilen ise,
"Bizim azgınlığımız, kendi irade ve ihtiyarımızla olduğu gibi, onların
azıp sapmalar da, onların irade ve seçmeleriyle olmuştur..." demektir.
Yani, "Bizim onları azdırıp saptırmamız, onları azıp sapmaya mecbur
etmemiş, tam aksine onlar, o tür inanç ve amellere yönelme hususunda muhtar
idiler..." demektir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, şeytanların söyleyeceklerini
bildirdiği şu ayeti gibidir: "Şüphesiz Allah size sözür, doğrusunu
söyledi. Ben de size vaad ettim amma, size yalana çıktım. Zaten benim, sizin
üzerinizde hiçbir hükmüm, nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de
bana hemen icabet ettiniz. O halde kusuru bana yüklemeyin. Kendiniz kınayın..."
{ibniûm, 22) ve, Cenâb-ı Hak İblise, "Benim kullarımın üzerinde senir.
hiçbir etkin yoktur; azıp sapanlardan sana tâbi olanlar müstesna..."
(Hicr. « demiştir. Binâenaleyh Cenab-t Hakk'ın "Sana tabi olanlar
müstesna" beyanı, bu tâb olma işinin, şeytanın buna mecbur etmesi
cihetinden değil de, kendileri cihetinden olduğuna delalet eder.
[98]
Daha sonra, "Biz,
onlardan, onların İnanç ve amellerinden berfyiz, sana döndük. Onlar bize
tapmadılar; onlar ancak hevalanns taptılar" buyurmuştur. Hasılı kelâm,
onlar, Kıyamette onlardan uzaklaşmışlardır Nitekim Cenâb-ı Hak, "O zaman
arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla
uzaklaşmıştır..."(Bakara. ıee) buyurmuştur. Hem, Cenâb-ı Hakk'ın.
"Ortaklarım nerede?" ifadesiyle, o reislerin ve şeytanların
kastedilmiş olması da imkânsız değildir. Çünkü onlar onlara itaat edince, onlar
onları, taal hususunda, Allah'a şerik koşmuş gibi olurlar; binâenaleyh, ayetin
lafzı bu manaya alınırsa, kendilerine tapılanların cevabı, "Ey
Rabbimiz, onlar bize değil, tam aksine «endi fasit hevâ ve heveslerine
taptılar..." demeleri olur.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın "Çağırın ortaklarınızı" denilmiştir de, onlar da onları
çağırmışlardır. Fakat bunlar onlara icabet etmemişlerdir" ayetinin beyan
ettiği husus. Doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: Bu, takrir, anlatma
üslubu üzere söylenmiş bir ifadedir. Çünkü onlar, onları çağırmalarında bir
fayda olmadığını biliyorlardı. Buna göre bu ayetten kastedilen -ana,
"Onlar, şayet onları cağırsalardı bile, onlardan, yardım hususunda olumlu
cevap sudur etmez ve azab kendileri hakkında sabit olur, değişmezdi..."
şeklindedir. Sütün bunlar, azarlamak içindir. Bu ayetin ifadesinde, onları, ta
dünyada iken bir caydırma ve men etme hususiyeti bulunmaktadır.
[99]
Ayetteki, "Ne
olurdu hidayeti kabul etmiş olsalardı!" cümlesine zelince, pekçok
müfessir, bu cümlenin başındaki lev'in cevabının mahzûf olduğunu ddia ederek,
şu izahları yapmışlardır:
1) Dahhflk
ve Mukfltil, "Hem tâbi olunanlar, hem de tâbi olanlar, o azabı görürler.
Şayet onlar.dünyada iken hakikati bilmiş olsalardı, ahirette o azabı
görmezlerdi" demişlerdir.
2) "Şayet onlar, dünyada iken, hidayete
kavuşmuş olsalardı, bu azabın hak : duğunu bilirlerdi..."
3) "Onlar o azabı görünce, dünyada iken,
hakka hakikate kavuşmuş olmayı arzularlar..."
4)
"Şayet onlar, herhangi bir çâre elde edebilmiş olsalardı, onunla, bu azabı
def ederlerdi..."
5) Azabı
görmeleri, daha Önce hidayete ermiş olmalarının ne kadar gerekli ve faydalı bir
iş olduğunu anlayacakları vakit gelmiştir. Bunun böyle olduğunu, "O pek
çetin azabı görecekleri (ana) kadar onlar inanmazlar" (Şuara, 201) ayeti
de te'kid eder.
[100]
Bana göre lev'in
cevabı mahzuf değildir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:
1) Allah Teâlâ
onlara, "ortaklarınızı çağırınız" diye hitap ettiğinde, onların
korkuları : zaman şiddetlendi ve onlar, başından vurulmuş şaşkına döndüler,
herhangi bir şeyi göremez hale geldiler. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
"Onlar azabı gördüklerinde, şayet bir şey görmüş, ona kavuşmuş olsalardı.
Ama onlar, o korkunun şiddetinden dolayı, hiçbir şeyi göremez hale
geldikleri için, hiç "şüphesiz ki onlar, o azabı farkedememişlerdir"
buyurmuştur.
2) Cenâb-ı Hak, o şürekâdan, yani o putların
kendilerine seslenmesine cevap vermekten aciz olduklarını bildirince onlar
hakkında, "azabı gördüklerinde hidayete ermiş olsalardı!" demiştir
ki, bu, "Bu putlar, o azabı gördüklerinde, keşke, hidayete ermiş
canlılardan olmuş olsalardı. Ancak ne var ki, o putlar, hiç de böyle değillerdir.
Binâenaleyh, şüphesiz ki o azabı görememişlerdir" demektir.
Eğer ifadesinde vâv
zamiri, ancak akıllı varlıklara uygun düşen bir zamirdir; öyleyse, bu zamirin o
putlara raci olması nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki: Bu
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, ifadesi gibidir. Bu ifadeler, o kavmin İnancına göre
söylenmiş olan ifadelerdir. İşte burada da böyledir.
3) Buradaki
görmek fiiliyle, kalbin fiili, yani anlama kastedilmiştir. Yani, "O
kâfirler. şayet hakka ulaşmış olsalardı, bu azabın gerçek olduğunu, ta dünyada
iken anlarlardı..." demektir. Bana göre bu izahlar lev'in cevabının
hazfedil meşine bina edilen izahlardan daha makuldür. Çünkü hazfi düşünmek,
ayetin nazmını (düzenini) parçalamaya yol açmaktadır.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, ahirette, kâfirlere sorduğu üçüncü şey de Bu "Cenâb-ı Hak, o gün onlara nida edip.
"Peygamberlere ne cevap verdiniz?" diyecektir. Artık o gün onlara
karşı haberler kör olmuştur" ayetinin ifade ettiği husustur. Yani, "O
haberler onların hepsine, adeta kör olmuş gibi olur. Onlara ulaşmaz.
Binâenaleyh onlar, "Bu nedenle, birbirlerine bir şey
soramazlar."Yani, onlar birbirlerine, insanların müşkil meseleleri
hususunda birbirlerine danışıp sormaları gibi, birşey soramazlar. Çünkü,
onların hepsi de haberlerin kendilerine kapalı olması ve o haberlere cevap
vermeme hususunda eş ve denktirler. Bu ifade fe umlyet şeklinde de okunmuştur.
Peygamberler, o günün dehşetinden dolayı bu gibi sorulara cevap verme hususunda
aciz kalıp, ne diyeceklerini şaşırarak, işi Allah'ın emrine havale ederlerse ki
bu, Cenâb-ı Hakk'ın "O gün de ki Allah bütün peygamberleri toplayıp da,
"Size verilen o cevap nedir?' diyecek, onlarda, "Bizim hiçbir
bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bilen senst sen"
diyecekler"immb, ıoq ifadesinden anlaşılan husustur. Artık sapıkların
hallerinir ne olacağını bir düşün!
[101]
Kâdî şöyle der:
"Bu ayet, Cebriyye'nın görüşünün bâtıl olduğuna delalet ede-Çünkü,
kulların fiillerini şayet Allah yaratmış olsaydı ve o fiiller, Allah'ın kudret
v« irâdesine göre meydana gelmiş olsalardı, o haberler onlara kör olmazdı ve
onlar
Biz, senin bizde,
onları yalanlamayı ve bunu gerektiren kudreti yaratmış olman sebebiyle o
peygamberleri yalanladık..." derlerdi. Böylece de onların, Allah'a karşı
aan delilleri çok net ve sarih olmuş olurdu. Daha önceki ifadeler hakkında da
aynı söz geçerlidir. Çünkü şeytan, Allah'a, "Ben, senin bende azgınlığı
yaratman suretiyle azdım ve azdırdım. Benim davet ettiğim kimseler de, bu
davetimi, işte bundan dolayı <abul ettiler" dedi. Böylece de, bu
husustaki onların delili, çok kuvvetli; gerekçeleri se apaçık olmuş
olurdu."
Cevap: Kadî, medh ve
zemme, sevap ve ikaba şamil hiç bir ayeti bırakmaksızın, onunla istidlalde
bulunmayı tekrarlıyor. Onun bütün ayetlerdeki istidlalde bulunma şekli, nasıl
böyle tek bir söz ise, aynı şekilde, bizim cevabımız da bir tek sözden
ibarettir. Şöyle ki: "İman vaki olduğu halde, Allah'ın iman olmayacağına
dair bilgisi, zâtları ve mahiyetleri gereği, birbirini nefyeden, iki zıddırlar.
İmanın vaki olmayacağını bilmekle beraber, kişi, imânı varlık alemine sokmakla
emrolunursa, o takdirde iki zıddı aynı anda yapmakla emrolunmuş olur."[102]
Kâdî'nınse bu açıklamasını teyid etmek İçin Kelâm ilmine dair kitaplarında,
dayandığı şey şudur: "Bu mümkündür" diyenin sözü de yanlıştır, "mümkün
değildir" diyenin süzü de." Doğrusu, vacib olan sükut etmedir. Şayet
kâfir Rabbine karşı böyle bir sual irad etseydi, Rabbinin ona karşı sükûttan
başka bir cevabı olmazdı. Böylece kâfirin bahanesi kuvvetli, özrü de meydanda
olur. Böylece, problemin her iki taraf için de müşterek olduğu sabit olmuş
olur. Allah en iyisini bilendir.
[103]
"Ama tevbe ve
iman edip de iyi amel işleyen kimseler, muradlanna erenlerden
olacaklarım umabilir. Rabbin ne dilerse yaratır, ihtiyar eder. Onlar için ise,
muhayyerlik yoktur. Allah münezzehtir. Eş tutmakta olduklarından
yücedir. Göğüsler neyi
saklıyorsa, neleri de açıklıyorsa, Rabbin bilir. O, öyle Allah'tır ki,
kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. Önünde de sonunda da hamd O'nundur.
Hüküm de O'nundur. Siz, ancak O'na döndürüleceksiniz" (Kasas.
67-70).
[104]
Bil ki, Allah Teâlâ,
azaba dûçâr olan kâfirlerin halleriyle onlara yöneltilen kınama ve azarları
beyan edince, bunun peşinden, tevbeye teşvik edip küfürde direnmekten alıkoymak
için, bu dünyada tevbe eden kimseyi anlatarak "Ama tevbe ve iman edip de
iyi amel işleyen kimseler, muradlanna erenlerden olacaklarını umabilir"
buyurmuştur. Buradaki asâ hakkında birkaç izah şekli vardır:
1) Bu ifade,
kerîm kimselerden sâdır olduğunda "muhakkak" anlamını ifade eder,
Allah ise, kerîm olanların en keremlisidir.
2) Bununla,
tevbe edenin umut ve beklenti içinde olması murad edilmiştir. Buna göre sanki,
"O, felaha ermeyi umsun!" denilmiştir.
3) Bunun,
"Tevbe ve imana devam ettikleri takdirde, böyle olmaları umulur..."
manasında olması. Çünkü, buna devam etmemeleri de muhtemeldir. Bil ki,
müşrikler başka bir şüphe daha zikrederek, "Bu Kur'ân, iki memleketin
birindeki büyük bir adama indirilmeli değil m/ycf/?"(Zuhrut,3i) derler.
Bununla da, Velid İbnu'l-Muğîre'yî ya da Ebu Mesûd es-Sakâfî'yi murad ederler.
İşte Allah Teâlâ onlara, j&h <İMjj j&%tj *£j U "Rabbin ne
dilerse yaratır, ihtiyar eder" diyerek cevap vermiştir. Bu cümleden maksad
şudur: "O, mutlak mâliktir. Fayda ve zarardan münezzehtir. Dilediği
kimseyi dilediği şeye tahsis etmek, O'nun hakkıdır. O'na asla itiraz
edilemez." Mu'tezile'nin anlayışına göre ise şöyle denilir: "O'nun
mutlak hikmet sahibi olduğu kesin olunca, O'nun yaptığı her şeyin hikmet ve
doğru olduğu, hiç kimsenin O'na itiraz edemeyeceği bilinir."
[105]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlar için ise, muhayyerlik yoktur" ifadesine gelince,
(htyare) kelimesi "seçmek, ihtiyar etmek" kelimesinden gelen bir isim olup, masdar
yerine geçmiştir. Bu kelime yine, ism-i mef'ûl (seçilmiş olan) anlamına da gelir.
Meselâ, Arapça'da, "Muhammed (s.a.s), Allah'ın kullan içinde seçtiğidir
(Hıyaratu'llâh)" denilir. Sen bunu iyice anlayınca deriz ki: Ayette iki
izah şekli vardır:
1) En güzeli olan bu açıklamaya göre, vakfın
tamamının üzerinde yapılması; .. da
olumsuzluk için olması. Buna göre mana şöyle otur: "Rabbin ne dilerse
yaratır, ihtiyar eder. Onlar için seçme yetkisi yoktur; çünkü onların, Allah'a
karşı neyi yapacağı hususunda seçme hakları yoktur..."
2)'daki nın
manasında olması... O zaman da vakıf, üzerinde olur; sonra da okuyan kimse
"Muhayyer oldukları şeyi seçer, ihtiyar eder" diyerek, okumasına
devam eder. Ebu'l-Kasım el-Ensarî der ki: "Bu, salâhı ve aslah olanı
yapmanın Allah'a vacib olduğunu söyleyen Mu'tezile'nin tutunduğu bir delildir
(fiili mâ'ya mutelailık yapması). İman etmeyeceğini bildiği bir kimseyi
mükellef kılmada hangi salâh vardır ki? Belki de onu mükellef tutmasaydı, o,
Allah'ın fadlından olan cenneti ve nimeti hak edecekti."
Eğer, "Allah onu
mükellef tutunca, aslahı seçmek ve yapmak Allah'a vacib olmuştur; çünkü hak
edilen şey lütuf olarak verilenden daha üstündür..." denilirse, biz deriz
ki: Efdal olanın elde edilemeyeceği kesin olarak bilindiğinde, onu ebedî bir
ikâba dûçâr kılmada, maslahata riayet bulunmaz. Sonra onların, "Hak edilen
lutfedilenden daha hayırlıdır" sözleri de, bir cehalet eseridir. Çünkü bu
farklılık ancak onun lutfedilmesinden kaçınan kimse için söz konusudur. Zatını
ve vasıflarını ancak Allah'ın yaratması, lütfü ve keremi ile elde eden kimseye
gelince, o, nimetlerin lutfedilmesinden nasıl kaçınabilir ki?,..
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah münezzehtir. Eş tutmakta olduklarından yücedir..."
buyurmuştur. Bu ifadenin maksadı şudur. "Yaratma, seçme, azîz kılma^zelil
kılma, Allah'a aittir. Hiç kimsenin bunda, ne bir ortaklığı, ne de münakaşa
hakkı vardır." Cenâb-ı Hak, daha sonra bunu Allah'ın, göğüslerin, Allah'ın
rasulüne karşı gizlemiş olduğu düşmanlıklar ile, onu ta'n ve tenkit etmek için
açığa vurdukları düşmanlıkları; onların, "Peygamberlik" konusunda
başkasını seçseydi ya!" şeklindeki sözlerini bildiğini beyan ederek
kuvvetlendirmiştir.
Allah Teâlâ, onların
içinde yüzdükleri kin, kıskançlık ve adiliği bildiğini beyan edince, bundan
sonra "O öyle Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur."
buyurmuştur. Bunda, Cenâb-ı Hakk'ın, bütün mümkinâta kadir, bütün malûmatı
âlim, noksanlık ve kusurlardan münezzeh olduğuna, taatlarına mukabil muhsinleri
mükâfaatlandtracağına; isyanlarından dolayı da asileri cezalandıracağına bir
dikkat çekme vardır. Öte yandan bu ifade, günahkârlar için şiddetli bir men ve
red, itaatkârlar için de, son derece müessir olan bir gönül tavsiyesi fade
etmektedir.
Yine şu da
muhtemeldir; Allah Teâlâ, "o gün onlara seslenir ve "nerede
ortaklarım?" der" (Kasas, 62) ifadesinden başlayarak, müşriklerin
yollarının bozukluğunu açıklayınca, bu konudaki sözünü, tevhidi izhar edip,
hamd ve senanın ancak O'na layık olduğunu açıklayarak bitirmiştir.
[106]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Önünde de sonunda da hamd O'nundur" ifadesine gelince, bu, bizim
görüşümüzü desteklemektedir. Çünkü, mükafaat vermek. Allah'a vacib değildir.
Aksine Allah, onu bir lütuf ve ihsan olarak verir. Önünde de sonunda da hamd
O'na aittir. Cennetliklerin "Bizden hüznü gideren Allah'a hamdolsun"
(Fatır. 34); "Bize olan vaadini yerine getiren Allah'a hamd olsun"
(Zümw, 74) ve "Dualarının sonu şudur: "Hamd, alemlerin
Rabbine'dir" {Yunus, ıa| demeleri de bunu teyid eder. Mu'tezile 'ye
gelince, onlara göre mükafaat, hak olunmuştur. Allah, bunu yapmasından dolayı,
cennetliklerden hamd ve senaya müstehak olmaz. Cehennemliklere gelince, onlara
in'âmda bulunmamıştır ki, onlardan yana hamde müstehak olsun.
Kâdî ise şöyle
demiştir: "Dünyada onlara olan, imkân verme, müyesser kılma, lütuflarda
bulunma ve diğer nimetler gibi şeyleri sebebiyle, cehennemliklerden de hamd ve
şükrü hak etmiştir. Zira onların kötülükleri Allah'ın nimetlerine şükretme
gereğini ortadan kaldırmaz. Bu açıklamada tereddüdüm var, tedkik etmek lazım.
Zira ahîret ehli, Allah'ı tanımaya mecbur ve muzdardırlar. Onlar eğer,
günahlardan yapılan tevbeyi kabul etmenin Allah'a vacib olduğunu, şükürle
meşgul olmanın mükafaat vermeyi Allah'a vacib kıldığını kesin olarak bilince ve
bunu yapmaya muktedir de olunca, keza bunun kendilerini azaptan kurtarıp
cennete girdireceğini bilince, o şahısların bu tevbeye bırakacaklarına hiç
ihtimal verir misin? Bu mümkün mü? Bilakis onlara gereken, tevbe etmek ve
şükürle meşgul olmaktır. Bunu ne zaman yaparlarsa, o zaman ikab sona erer.
[107]
Ayetteki, "Hüküm
de O'nundur'' cümlesine gelince, bu ya, "dünyada, ya da ahirette"
demektir. Dünyada olmasına gelince, Allah'ın dışındakilerin hükmü ancak, O'nun
hükmü sayesinde geçerli olabilir. Eğer Allah'ın hükmü olmasayc efendinin hükmü
köleye, kocanın hükmü hanıma, babanın hükmü oğula; hükümdar ^ hükmü halka,
Resulün hükmü de ümmete tesir etmezdi. İşte, hakiki hakim, Allah'd r Ahirette
olmasına gelince, oradaki yegâna hakim'in o olduğunda şüphe yoktu-Çünkü,
ahirette, kutlar arasında hükmetmeyi üstlenmiş olan O'dur. Mazlumları"
zalimlerdeki haklarını da, alır.
"Siz, ancak O'na
döndürüleceksiniz" hitabının manast şudur: "Onun hükmünün ve
yargısının mahalline varacaksınız." İlâ kelimesi, bir uca varma manasını
ifade eder ki, Allah mekândan ve cihetten münezzehtir.
[108]
"De ki: Eğer
Allah üzerinde geceyi ta Kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse,
Allah'dan başka size ışık getirecek tann kimdir? Bana haber verin? Halâ
dinlemeyecek misiniz? De ki: "Eğer Allah üzerinizde gündüzü Kıyamet gününe dek
mütemadiyen devam ettirirse, içinde dinleneceğiniz bir geceyi Allah'dan
başka getirecek kimdir? bana haber verin? Halâ görmeyecek misiniz? O'nun
rahmetindendir ki, O, sizin faydanız için, içinde sükun ve istirahat
etmeniz için geceyi ve faz-lu kereminden aramanız için, gündüzü yaratmıştır.
Ta ki şühedesiniz". (Kasas, 71-73).
Bil ki Allah Teâlâ,
daha önce, "O öyle Allah 'dır ki, kendinden başka hiçbir tann yoktur,
önünde de sonunda da hamd O'nundur. Hüküm de O'nundur. Siz, ancak O'na
döndürüleceksiniz"^*****- to> ifadesiyle, hamde müstehak olduğunu genel
olarak beyan edince, bunun peşinden de, kendilerinden dolayı hamdetmeniz vacib
olduğu ve Allah'dan başka kimsenin kadir olamayacağı şeyleri tafsilattı olarak
anlatmış ve Resulüne, uDe ki: "Eğer Allah üzerinizde geceyi de Kıyamete
kadar fasılasız devam ettirirse, Allah'dan başka size ışık getirecek tanrı
kimdir?" demiş; böylece Allah, gece ve gündüzün, zaman olarak birbirini
takip eden iki nimet olmaları hususundaki cihete dikkat çekmiştir. Çünkü kişi
dünyada bulunduğu ve mükellef olduğu sürece, ihtiyaç duyduğu şeyleri elde etmek
için, yorgunlukla başbaşadır. Halbuki, gündüzün ışığı olmasaydı, o bunları elde
edemezdi. İşte bundan dolayıdır ki, insanlar bir araya gelebilirler ve çeşitli
alışveriş yapma imkânı hasıl olur. Gecedeki rahatlık ve sükun olmasaydı, bu
işlerin tam bir şekilde yapılamayacağı malumdur. Binâenaleyh, durum böyle
olunca, bu iki şeyin mutlaka olması gerekir. Cennette ise, yorgunluk-argınlık
olmadığı için, insanların geceye ihtiyacı yoktur. İşte bundan dolayı, cennette,
hem aydınlık hem de lezzet alma devam eder. Böylece Allah, buna kadir olanın
sadece kendisi olduğunu beyan buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu iki ayetten
birisinin sonunda, "Halâ dinlemeyecek misiniz?" buyurmuş, diğerinin
sonunda da, "Halâ görmeyecek misiniz?" buyurmuştur., Çünkü bunların
maksadı, duydukları ve gördükleri şeylerden tefekkür ve tedebbür açısından
istifade edilmesidir. Binâenaleyh onlar, bu istifâdeyi yapmayınca, duymayanlar
ve görmeyenler olarak kabul edilmişlerdir. Kelbî, Hak Teâlâ'nm, "Hâlâ
dinlemeyecek misiniz?" hitabının manasının, "Hâlâ bunları yapana
itaat etmeyecek misiniz"; "Hâlâ görmeyecek misiniz?" hitabının
manasının ise, "üzerinde olduğunuz hatanızı ve dalâletinizi görmeyecek
misiniz?" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Sermed" birbirine
bitişik, devamlı olup, "Ard arda, peşpeşe" manasındaki
"serd" kelimesindendir. Arapların haram aylar için, "üçü serd,
yani ardarda, biri ferd, yani tek basınadır" şeklindeki sözleri de bu
manadadır."
Eğer, "Cenâb-ı
Hak, "İçinde dinleneceğiniz bir geceyi..." demiş olduğu "gibi,
"içinde tasarruf edebileceğiniz bir gündüzü" demeli değil
miydi?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadede,"güneşin ışığı"
demek olan "ziya" kelimesinin getirilmesi, kendisine taalluk eden
menfaatlerin çokluğundan ötürüdür. Yoksa bu, sadece geçimle ilgili tasarruflar
değildir. Karanlık (gece) ise, bu şekilde değildir.
Cenâb-ı Hak,
"ziyâ"nın peşi sıra, "Halâ dinlemeyecek misiniz?" hitabını
getirmiştir. Çünkü dinlemek ve duymak, o ziyanın (ışığın) faydalarını anlamak
ve anlatmak için, gözün idrâk edemediği şeyleri idrâke vesiledir. Gecenin
peşisıra da, "Halâ görmeyecek misiniz?" buyurulmuştur. Çünkü
karanlığın faydalarından olarak gördüğün o sükûnet, rahatlık, rahmet ve benzeri
şeyleri, senden başkası da görür. Hak Teâlâ, şu üç maksattan ötürü, gece ile
gündüzü bir çift olarak yaratmıştır: Onlardan birinde yani gecede sükûnete ve
rahata ermeniz; diğerinde, yani gündüzde Allah'ın fazlından elde etmeye
uğraşmanız ve her iki faydaya karşı şükrünüzü yerine getirmeniz. Bil ki her
nekadar gündüzün sükûnete ermek ve geceleyin çalışıp çabalayıp, Allah'ın
fazlından elde etmek mümkün ise de, bu ikisinden herbirine en uygun olanı,
Allah Teâlâ'nın zikretmiş olduğu şekildir. Bundan ötürü Cenâb-ı Hak, herbirine
o belli Özelliği tahsis etmiştir.
[109]
"Gün gelecek,
Allah onlara nida edip: "Hani bâtıl zan ile iddia edip durduğunuz
ortaklarım nerede?" diyecektir. (O gün) her ümmetten birer şâhid çekip
çıkarmişızdır da, "Burhanınızı getirin" demişizdir. O vakit bilmişlerdir
ki hak muhakkak Allah'ındır ve uydurageldikleri şeyler (yani putlar) da
kendilerinden ayrılıp gaib olmuşlardır" (Kasas, 74-75).
Bil ki Allah Teâlâ,
ilk önce müşriklerin yolunu tenkid edip, ikinci olarak tevhidden ve onun
delillerinden bahsedince, yeniden müşriklerin metodlarını redde yönetip,
onların âhiretteki durumlarını dile getirerek, "Gün gelecek... o gün, yani
kıyamet günü Allah onlara nida edip, "Hani batıl zan ile iddia edip
durduğunuz ortaklarım nerede?" diyecektir" buyurmuştur. Bu,
"sizi kurtarmaları için, daha önce, ilah olduklarını iddia ettikleriniz
bugün nerede?" veya "Allah'dan başka ilah olmadığını bile bile,
"O putlar bizi Allah'a yaklaştıracaktır" şeklindeki sözünüz
nerede?" demektir. Onlara bu şekilde hitab edilmesi, onların gam ve
pişmanlıklarını artırır.
Ayetteki, "O gün
her ümmetten birer şâhid çekip çıkaracağız" ifadesi, "Onlara karşı
şahidlik etmesi için, içlerinden birini çekip çıkarırız" demektir.
Bazıları bu şahidlerin, peygamberler olduğunu; herbir peygamberin, peygamberi
olduğu kavimlere Allah'ın delillerini ve ayetlerini tebliğ ettiklerine şahidlik
edeceğine ve kusurun, kavimde olduğunun anlaşılması için, o delilleri izahta
son noktaya kadar varmış olduklarını anlatacaklarını ve bunun o kavimlerin
kederlerini artıracağını söylerlerken; diğer bazıları, "Hayır, bunlar her
zaman insanlara şahidlik yapan kimselerdir" demişlerdir. "Bu
sahicilere peygamberler de dâhildir" demişlerdir. Bu görüş doğruya daha
yakındır. Çünkü Allah Teâlâ, o şahidi, o ümmetten çekip çıkaracağını bildirmek
suretiyle olacak bu işin, her ümmet ve her cemaat için genel bir durum olduğunu
bildirmiştir. Binâenaleyh bu ifadenin içine, peygamberin bulunmadığı haller de
girer. Bu haller, "fetret" zamanları ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'den sonraki
zamanlar da girer. Böylece bu şâhidler, hakkın Allah ve Peygamberi tarafından
olduğunu bilirler ve iftira edip uydurdukları o şeyler, yani yalanları ve
batılları, onlardan sıvışıp giden birşey gibi kaybolup gider.
[110]
"Karun, Musa'nın kavmindendi.
Fakat onlara karşı o, serkeşlik etti. Halbuki biz ona öyle hazineler verdik ki,
anahtarları bile güçlü-kuvvetli bir cemaate ağır geliyordu. O vakit kavmi ona
şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana
verdiğinden harcayıp, âhiret yurdunu iste.
Dünyadan nasibini de
unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Yeryüzünde fesat
arama. Çünkü Allah fesadcıian sevmez." Karun: "Bu bana
ancak bende olan ilim sayesinde verildi" dedi. Kendisinden evvelki nesillerde,
kuvvetçe ondan daha üstün, taraflarca daha kalabalık kimseleri Allah'ın imha
etmiş olduğunu bilmiyor mu? Mücrimlerden günahları (artık) sorulmaz" (Kasas,
76-76).
Bil ki Kur'dn'ın açık
ifadesi, Karun'un da Hz. Musa (a.s)'nm kavminden olduğunu göstermektedir. Yine
bu ifadenin zahiri, onun, Hz. Musa (a.s)'ya başlangıçta iman etmiş kimselerden
olduğunu gösterir. Bunun akrabalık manasında bir yakınlık olması da uzak bir
ihtimal değildir. Çünkü Kelbî şöyle der: "Kânın, Hz. Musa (a.s)'nın amcası
oğludur. Zira, onun künyesi, Karun b. Yasher b. Kahis b. LAvî'dir. Musa
(a.s)'nın nesebi de, Musa b. İmran b. Kâhls b. Lâvî'dir." Muhammed b.
Ishak ise şöyle der: Karun, Hz. Musa (a.s)'nın amcasıdır. Çünkü Hz. Musa
(a.s)'nın nesebi, Musa b. İmran b. Yasher b. Kâhlstir Karun'un nesebi de, Karun
b. Yasher b. Kâhls'dir. İbn Abbas'dan Karun'un Hz. Musa (a.s)'mn, haiaoğlu
olduğu şeklinde rivayet de gelmiştir. Karun'a, yakışıklılığından ötürü
"münevver" denediği de rivayet edilmiştir ki o, İsrailoğulları içinde
Tevrat'ı en çok okuyanlardandı. Fakat tıpkı Sâmirî gibi münafık idi.
[111]
Ayetteki, "Fakat, onlara karşı serkeşlik
etti" ifadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) O, malı
ve zenginliği yüzünden azdı. Onun azması, fakirleri küçümsemesi, onların iman
kardeşliği hakkını gözetmemesi ve malının çokluğundan ötürü onlara saygı
duymamasıdır.
b) Bu "bağy" (serkeşlik), zulüm
manasınadır. Rivayete göre, Firavun onu İsrailoğullarına başkan yapmış, o da
İsrailoğullarına zulmetmişti.
c) Kaffal:
"Bu ifade, "O, onlara üstünlük tasladı ve onların emri altında
olmalarını istedi" manasındadır" der.
d) Dahhâk
da, "Bu ifade, "O, onlara isyan etti, onlara karşı büyüklük tasladı
ve hiçbir hususta onlarla uyuşmadı" demektir" demiştir.
e) İbn Abbas, "O, zorba oldu, böbürlendi ve
onlara gazab etti" der.
f) Şehr b.
Harşeb, "Bu, "O, onlardan bir karış elbise giydi"
manasınadır" der. Böyle uzun elbise giymek de, onun kibrini gösterir.
g) Kelbi.
"Bu, "O, Harun'un dinî lider seçilmiş olmasını kıskandı"
manasınadır" der. Rivayet olunduğuna göre, Musa (a.s) o denizi geçip,
Allah Flravun'u o denizde ordusuyla birlikte boğunca, dinî liderliği Harun
(a.s)'a verdi. Böylece Hz. Harun a.s)'da hem peyamberlik, hem dinî liderlik,
hem kurban kesme ve kabul etme
vazifeleri toplanmış oldu.
Hz. Musa (a.s)'da ise sadece "risalet" görevi kaldı. İşte oundan
dolayı Karun buna dair bir kıskançlık hissetti ve "Ey Musa, risâlet sana,
dinî liderlik ise Harun'a kaldı. Bana ise birşey yok. Ben buna tahammül
edemem" dedi. Bunun üzerine Musa (a.s), "Allah'a yemin ederim ki
Harun (a.s)'a bunu ben vermedim. Bunu ona Allah verdi" deyince, Karun,
"Vallahi, sayesinde bunu Harun'a verenin Allah olduğunu anlayacağım bir
delil ve mucize getirmedikçe, kesinlikle sana nanmam" dedi. Hz. Musa (a.s)
da, tsrailoğullarının reislerine, asalarını getirmelerini emretti. Herbiri de
asasını getirdi. Hz. Musa (a.s) onları, kendisine ait bir çadıra koydu. Sunu,
Allah emrettiği için yapmıştı. Bunun sebebini onlara göstermesi için Allah'a
dua etti. Onlar, asalarını bekleyerek gecelediler. Sabahleyin baktılar ki,
Harun (a.s)'un asası, üzerinde yemyeşil yapraklar bulunan bir badem ağacından
olarak, hareket rdiyor. Musa (a.s), "Ey Karun, Allah'ın Harun İçin
yaptığını gördün mü?" deyince, o, "Vallahi bu, senin daha Önce
yaptığın büyülerden daha şaşırtıcı değil" dedi ve oirçok insan da onunla
birlikte çekip gitti. Böylece Harun (a.s), hem dinî liderlik, hem •turban, hem
kabul işlerini üstlendi. İsrailoğullan kurbanlarını ona getiriyorlar, o da
onları kesimhaneye koyuyor, gökten bir ateş inip onları yakıp bitiriyordu.
(Böylece o kurbanlar kabul edilmiş oluyordu.) Karun, o çok malı ve İsrai loğ
utlarından o çok araftarıyla çekip gitti. Artık Musa (a.s)'ya gelmez, onunla
oturup kalkmaz oldu. Ebu Omâme el-RâhlIÎ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "O,
Hz. Musa'nın ilahî kelamı dinlemek çın seçtiği yetmiş kişiden biri idi"
dediğini rivayet etmiştir.
[112]
Hak Teâlâ'nın
"Halbuki biz ona şöyle hazineler verdik ki, anahtarları güçlü-kuvvetli bir
cemaate ağır geliyordu' ifadesi ite ilgili olarak birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Ka'bî
"Sizler, Allah haramı vermez demiyor muydunuz? Öyle ise Allah daha nasıl,
Karun'un malını, "Biz verdik" diyerek, kendisinin verdiğini ifade
etmiştir?" der. Buna şu şekilde cevap vermişlerdir: Karun'un malının haram
olduğum gösteren birşey yok. Bunun, Karun'dan önceki kralların biriktirmiş
(saklamış) olmaları Karun'un da bunları ele geçirmiş olması mümkündür. Bu ele
geçiriş de ya mülk edinme yoluyla olmuştur, yahut da ona çeşitli yönlerden
miras olarak kalmıştır. Daha sonra Karun, çeşitli ortaklıklar kurarak, malı
böylesine artırmış olabilir. Bütün bunla ihtimal dahilindedir."
[113]
İkinci Bahis:
"Mefâtîh", mîm'in kesresi ile "mlftarTın yani
"anahtarın" cemi'd Bunun, "hazineler" manasına geldiği de
söylenmiştir. Bunun müfredinin kıyasa uygu" şekli ise, mim'in fethası ile
"meftah"tır. Arapça'da birşey birşeye ağır gelip, ont eğdirdiğinde,
"Yük onun belini eğdi" denilir. "Usbe" de, kalaba topluluk
manasınadır. "İsâbe" de, aynı manayadır. On kişilik toplulupa
"usbe" dem Bunun delili, Hak Teâlâ'nın, Hz. Yusuf (a.s)'un
kardeşlerinin, (Vusuf dediklerini
nakledişidir. Onlar, on kişiydiler. Çünkü Yusuf (a.s) ve kardeşi onlarla
birlikte değillerdi.
Lafızların manalarını
anladığına göre, diyoruz ki burada şu iki görüş vardır:
a)
"Mefâtîh" ile, kapıların kendileriyle açıldığı anahtarlar
kastedilmiştir. E. görüşte olanlar, "Karun'un hazilenelerinin anahtarları,
deve deriierındendi ve her anahtar da bir parmak kalınlığındaydı. Her hazinenin
bir anahtarı vardı. Karun yolculuğa çıktığında, bu anahtarlarını altmış katıra
yükler, (beraberinde götürürdü
Bazı kimseler bu
görüşü şu iki açıdan tenkid etmişlerdir:
1) Tek bir
adamın matı, bu kadar olamaz. Şayet biz, altın ve mücevher dolu t -ülke var
saysak, o zaman ona, az sayıdaki anahtarlar yeter. Daha, bu anahtar çoğaltmaya
ne gerek var?
2) "Künûz", yerde istiflenmiş olan
mallara denilir. Binâenaleyh,
oniar-anahtariarının olması caiz olmaz. Birinciye şöyle cevap verilir: Şayet
mal, na- -cinsinden değil de, meta cinsinden olursa, onun çokluk itibariyle bu
noktaya ulaşrr as caizdir. Yine, "Bu anahtarlar altmış yüke baliğ
olmuştu" şeklindeki ifade, Kur'ân ;= zikredilmez, bu sebeple de bu rivayet
kabul olunmaz. Kur'ân'ın açıklaması. :. anahtarların çok olduğu ve onlardan
herbirinin bir başka şeye tahsis edilmekte olcL:. şeklindedir. O zaman da,
çokluğu sebebiyle, onu muhafaza etmek ve bilmek, güçlü kuvvetli bir cemaate
ağır gelir. Bu açıklamaya göre de, imkânsız görme, ortadan kalkar. İkinciye de
şöyle cevap verilir: "Kenz" kelimesinin zahiri, her ne kadar o örten
söyledikleri şey ise de, bazan, anahtar üstüne anahtarla kilitli yerlerde
toplanmış mala da isim olur.
b) İbn Abbas
ve Harun el-Basrî'nin tercihi olup, buna göre, "anahtarlar" ifadesi
bizzat malın kendisi manasına alınır. Bu izah, daha açık, şüpheden de daha
uzaktır. İbn Abbas şöyle demiştir: "Onun hazinelerini, güçlü kuvvetli kırk
adam taşıyordu. Onun hazineleri dörtyüzbin (altın) olup, herbir adam onarbiner
(altın)yükleniyordu."
c) Ebu
Müslim'in tercihi olup, buna göre, "anahtarlar" ifadesinden murad,
ilim ve ihatadır. Bu tıpkı"O'nun katındadır, gaybm anahtarları'(En'âm,59)
ayeti gibidir. Buna göre ayetten kastolunan mana şu olur: "Biz ona öyle
hazineler (künüz) verdik ki, onları muhafaza etmek ve onları beklemek, güçlü
kuvvetli ve hem de bilgili bir topluluğa son derece ağır gelir." Yani,
"Bu hazineler çok fazla ve muhtelif türde olduğu için, onu bekleyen ve
gözetleyen kimseleri, onu bekleme hususunda çok yorar."
[114]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Karun'un kavmi içinde, ona pekçok şekilde vaz'ü nasihat eden bir kimseler
bulunduğunu açıklamıştır:
1)Onun,
"Şımarma; çünkü Allah şımaranlan sevmez" ifadesi. Bundan murad,
şımarma ve dünyaya tutunmadan dolayı, kendisine, onu ahiretten kesin olarak
gafil kılacak olan bir halin arız olmamasını (istemedir). Bazıları da şöyle
demiştir: "Dünya ile ancak, ona razı olup da onda güven ve itminan bulan
kimse şımarır. Ama, kendisinin pek yakında dünyadan ayrılacağını bilen kimse
ise, onunla şımarmaz. Mütenebbî'nin söylediği şu söz ne güzeldir:
"Kederlerin en
şiddetlisi, bana göre, az sonra değişip gideceğini, sahibinin kesin olarak
bildiği bir sürür ve neşe içinde bulunmadır."
Bundan daha güzel ve
veciz olanı ise, Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğudur: "Elinizden çıkana
tasalanmayacaksınız, O'nun size verdiği ile sevinip şımarmayasmız diye"
-adıd, 23). İbn Abbas şunu söylemiştir: "Onun bu şımarması şirk idi. Çünkü
o, ondan ötürü, Allah'ın ikâbından çekinmiyordu."
2)
Onun, "Allah'ın sana verdiğinden
harcayıp, ahiret yurdunu iste" sözü ifadenin zahirine göre o, ahireti
kabul ediyordu. Maksat ise onun, -alı. kendisini cennete götürecek şeylere
harcayıp, tevazu yoluna girmesidir.
3) Onun,
"Dünyada nasibini de unutma" hitabı. Burada üç zah şekli bulunur:
a) Belki de,
bütün himmet ve gayesini dünyayı elde etmeye sarfediyordu. Bundan ötürü de,
onlardan istifade ve yararlanmaya zaman ayıramıyordu. İşte nasihat eden kişi
de, onu bundan nehyetmişti.
b) Nasihat
eden kimse ona, malını ahiret yurdu için sarfetmesini emredince, bu sözüyle de
ona, dünya malından mubah yollarla yararlanmada bir zarar bulunmadığını
açıklamıştır.
c) Bundan
maksat, malı, Allah'a taat uğruna harcamadır. Çünkü kişinin dünyadan nasibi,
yediği ve içtiği şeyler değil, budur... Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) söyle buyurmuştur:
"Öyleyse herkes kendi nefsinden -yine kendisi için- bir şeyler ayırsın,
dünyasından bir şeyler ayırıp ahireti için hazırlık yapsın, ihtiyarlık gelmeden
önce gençliğinden bir şeyler ayırsın, ölüm gelmeden önce de hayatından bir
şeyler ayırsın. Muhammed'in hayatı elinde olan zata yemin ederim ki, ölümden
sonra artık malık (tövbe) imkânı olmadığı gibi, dünyadan sonra cennet ya da
cehennem dışında bir diyar olmayacaktır."
4) Onun,
"Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun" ifadesi. O ona,
mal ile ihsanda bulunmayı emredince, ona, mutlak anlamda ihsanda bulunmayı da
emretmiştir. Buna, mal ve mevki ile yardımda bulunmak, güler yüzlü ve
hüsnükabul sahibi olmak, sözü iyi olmak gibi şeyler dahildir. Bu kimse, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Andolsun, eğer şükrederseniz size olan nimetimi artırırım"
(İbrahim, t) ayetine dikkat çekmek üzere, "Allah sana ihsan ettiği
gibi..." demiştir.
5) Onun,
"Yeryüzünde fesat arama..." ifadesi. Bundan murad, onun işlemekte
olduğu zulüm ve haksızlıklardır.
[115]
Bunu söyleyenin, Hz.
Musa (a.s) olduğu söylendiği gibi, bazıları da, kavminin iman edenleri olduğunu
söylemişlerdir. Hangisi olursa olsun; doğrusu, bu öğütte öyle bir muhteva
vardır ki, şayet kabul etseydi daha fazlasına hiç bir ihtiyaç kalmazdı. Ama
Karun, kabul etmekten kaçındı, hatta buna mukabil, nimetin nankörlüğünü
artırarak, "Bu bana ancak, bende olan ilim sayesinde verildi" dedi.
Bu hususta birkaç izah şekli bulunur:
a) Katade,
Mukatil ve Kelbl şöyle demiştir: "Karun, İsrailoğullarının, Tevrat'ı en
iyi okuyanı idi. Bundan dolayı da, "Bu bana ancak, ilmimin üstünlüğünden
ve bunu hak etmemden dolayı verildi" dedi.
b) Sald İbnü'l-Müseyyeb ve Dahhfik ise şöyle
demişlerdir: "Musa (a.s)'ya semadan kimya ilmi indirilmişti. Bu ilmin üçte
birini Karun, üçte birini Yûşa ve üçte birini de Kalib Öğrenmişti. Derken,
Karun onları aldattı da, onların ilmini de kendi ilmine kattı. Artık, kurşunu
alıyor gümüşe çeviriyor, bakın alıyor altına çeviriyordu."
c) O
bununla, kazanç ve ticaret yollarına dair ilmini kastetmiştir.
d) Onun.
ifadesinin "Allah bana bunu, beni ve benim halimi bildiği halde vermiştir.
Eğer bu bir maslahat olmasaydı, bunu yapmazdı" manasında olması... Onun
joip ifadesi, "Bana göre durum böyledir" anlamındadır. Nitekim fetva
veren kimse de, "Görüşüm ve anlayışım budur" anlamında, "Bana
göre durum böyledir" der.
Allah onun bu sözüne
"Kendisinden evvelki nesillerde, kuvvetçe ondan daha üstün, taraftarca da
daha kalabalık kimseleri Allah'ın helak etmiş olduğunu bilmiyor mu?"
diyerek cevap vermiştir. Burada iki izah şekli bulunmaktadır:
1) Bunun,
onun, Allah Teâlâ'nın kendisinden önceki nesiller içinde, kendisinden daha
kuvvetli ve zengin kimseleri imha etmiş olduğunu bildiğini göstermesi caizdir.
Çünkü o, bunu, Tevrat'ta okumuş, Musa (a.s) onu buna bildirmiş ve o da bunu,
tarih belleyenlerden duymuştur. Buna göre, ona sanki şöyle denilmiştir:
"O, üzerindeki ilimler cümlesi içinde, bunu öğrenmedi mi? (Yani, öğrendi).
Öyleyse, malının ve kuvvetinin çokluğu ile gururlanmasa ya!"
2) Bu
ifadenin, onun bunu bilebilmesini nefy için olması caizdir. Buna göre sanki, o,
"Bu bana, bendeki ilimden ötürü verilmiştir" deyip de, ilmi ile
kibirlenip onunla büyüklük taslayınca, ona, "Onun yanında, iddia ettiği ve
kendisi sebebiyle şahsını her nimete müstehak addettiği o ilim gibisi var mı
ki? O bu faydalı ilmi öğrenmedi; şayet öğrenseydi onunla kendisini, helak
olanların akıbetinden korurdu" denilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince, bunun anlamı, ya, "kendisinden daha çok mal toplamış
olan", ya da "sayı ve taraftarca daha kalabalık..." şeklindedir.
Verilen cevabın neticesi şudur: "Onun, malıyla, kuvvetiyle ve
taraftarlarıyla gururlanması, büyük bir hatadır. Çünkü, Allah onu imha etmek
istediği zaman, ona ne bu fayda vermiştir, ne de kat kat arttırmak istediği
malı..."
[116]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Mücrimlerden günahları (artık) sorulmaz" ifadesine gelince, bundan
murad şudur: Allah günahkârları cezalandırdığında, O'nun, onlara günahlarının
keyfiyyet ve kemmiyetinden sormaya htiyacı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bütün
malumatı bilir, bu sebeple de sormaya htiyacı yoktur. Buna göre eğer, "Bu
ifadeyle, "Rabbine andolsun, muhakkak ki onların topuna birden
soracağız" (Hict.bz) ayeti nasıl ulaştırılabilir?" denilirse,
deriz Bu, daha önce de anlattığımız
veçhile, iki (ayrı) vakte hamledilir:
Ebu Müslim ise, başka
bir izah zikretmiş ve söyle demiştir: "Sorma, bazan -nuhasebe için olur,
bazan da, takrir ve azarlamak için. Kimi kez de, tarziye alınmak için olur. Bu
ayete en uygun şey ise, tarziye alınmak anlamında olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Sonra o kâfirlere izin verilmeyecek, onlardan tarziye de talep
edilmeyecektir" (tiaM, 84) ve "Bu (hepsinin) dillerinin tutulacağı
bir gündür. Onlara izin de verilmeyecek ki özür dilesinler..." (Mürseiat,
35-36) buyurmuştur."
[117]
"(Derken bir gün)
zineti içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler
dediler ki: "Ne olurdu, Karun'a verilen gibi bizim de olsaydı. O, hakikaten
büyük bir nasib sahibidir." Kendilerine ilim verilenler de şöyle dedi: ''Yazıklar
olsun size. Allah'ın sevabı, iman ve iyi amel eden kimseler için daha
hayırlıdır. Buna da sabredenlerden başkası kavuşamaz." Nihayet biz onu da,
sarayını da yere geçiriverdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiçbir
cemaatı da yoktu onun. Kendi kendisini müdafaa edebileceklerden de değildi" (Kasas,
79-81).
Onun, "Derken,
zineti içinde kavminin karşısına çkb..." ifadesine gelince, bu, onun en
gözde ve en güzel elbisesiyle kavminin karşısına çıktığına delalet eder.
Kur'ân'da ancak bu kadarı zikredilir. Ancak insanlar, bu zinetin keyfiyyeti
hususunda muhtelif şeyler zikretmişlerdir. Mu kati I şöyle demiştir:
"Karun, üzerinde gümüş eğer bulunan beyaz bir katır üzerinde kavminin
karşısına çıkmıştı. Beraberinde, atlar üzerinde, erguvanı renkli elbiseler
giymiş olan dörtbin süvari bulunuyordu. Ayrıca yanında, beyaz katırlara binmiş
olan, zinetlerle süslenmiş ve kırmızı elbiseler giymiş, ak tenli üçyüz cariye
vardı." Bazıları da, "Doğrusu o, bu şekilde olan doksanbin kişi
ortasında, kavminin karşısına çıktı" derken, diğer bazdan da "Hayır,
üçyüz kişi ortasında..." demişlerdir. En uygun olanı ise, bu tür
açıklamaları terketmektir. Çünkü bunlar birbirleriyle çelişmektedirler.
t Halk(bu ihtişamı
görünce, içlerinden dünyaya rağbet edenler, "Ne olurdu, Karun'a verilen
gibi bizimde olsaydı" dediler. Yani, "Bu şeylerden ve bu
mallardan..." Bu arzuyu taşıyanların kâfirler olması muhtemel olduğu gibi, dünyayı seven
müslumanlardan olması da muhtemeldir. Bilgin ve dindarlara gelince, onlar, bunu
arzulayanlara şunu söylemişlerdir: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı,
bu nimetlerden daha hayırlıdır. Zira sevab, zarar şaibelerinden uzak olan büyük
ve kesintisiz faydalardır. Bu fani dünya menfaatleri ise, bu üç vasfın aksine
bir durumdadır..." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: kelimesinin asıl anlamı,
"helak olsun!" diye beddua etmektir. Daha sonra ise, men, reddetme ve
hoşnut olunmayan şeyi terketmeye teşvik etmek anlamlarında
kullanılmıştır."
Ayetteki, "Buna
da, sabredenlerden başkası kavuşamaz" cümlesine gelince, müfessirler bunun
manasının, "Ona muvaffak kılınmaz..." şeklinde olduğunu
söylemişlerdir.'daki zamirin neye râci olduğu hususunda iki izah şekli
bulunmaktadır:
a) Ayetin
başındaki "îman ve iyi amel eden
kimseler..." kısmının ifade ettiği şeye racidir. Yani, "Bu ameller,
bu şeyler ancak sabredenlere verilir" demektir.
b) Zeccâc şöyle demiştir: "Bu kelime, yani,
"Allah'ın sevabı daha hayırlıdır" kelimesi ancak, tâatleri edâ,
haramlardan kaçınma; kendisine ayırıp verdiği her türlü hayır ve şer hususunda
Allah'ın kaza ve kaderine rıza hususunda sabredenlere verilir!!.
Ayetteki "Nihayet
biz onu da sarayını da, yere geçiriverdik" ifadesi ile ilgili iki vecih
vardır:
1) Karun
şımarıp, böbürlenip haddi aşınca, Allah Teâlâ, onu ve evini barkını, haddi
aşmasının ve şımarıklığının bir cezası olarak yere batırdı. Bu ifadenin
başındaki fâ, bu manaya delalet ettirmektedir. Çünkü o, sebebiyyet manasını
ihsas ettirmektedir
2) Rivayet
edildiğine göre Karun, Allah'ın Nebisi Hz. Musa (a.s)'ya eziyet eder, Hz. Musa
(a.s) ise, aralarındaki akrabalıktan ötürü ona müdara ederdi. Derken zekatla
ilgili ilahî emir geldi. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s), Karun ile, her bin
dinara karfilık bir dinar, her bin dirheme karşılık bir dirhem (zekat vermesi)
üzere anlaştı. Karun bunun yekununu hesab edince, çok buldu. Dolayısıyla
cimrileşti ve İsratloğullarım toplayarak, "Musa (a.s) mallarınızı almak
istiyor" dedi. Onlar da: "Sen bizim efendimiz ve büyüğümüzsün, bize
dilediğini emret (yapalım)" dediler. Karun, "Falanca günahkâr (zaniye)
kadına rüşvet (para) verelim. Musa (a.s)'nın kendisiyle zina ettiğini söylesin.
Böylece İsrailoğulları ondan vazgeçerler" dedi. Böylece o kadına altın bir
tas dolusu altın verdiler.
Bir bayram günü, Hz.
Musa (a.s) ayağa kalktı ve "Ey fsrailoğullan, kim hırstık ederse, onun
elini keseriz. Kim, "muhsen" olmaksızın zina ederse, sopa vururuz,
kim de muhsen (evli) olarak zina ederse onu recmederiz" dedi. Bunun
üzerine Karun, "Sen de olsan bile mi?" deyince, Hz. Musa (a.s),
"Ben bile olsam" dedi. Karun, "İsrailoğulları senin falanca kadınla
günah işlediğini söylüyorlar" dedi ve o kadını huzura getirdi. Hz. Musa
(a.s) o kadına, "Denizi yaran ve Tevrat'ı indiren zat-ı ilâhiyye adına
doğruyu söylemesini istedi." Cenâb-ı Allah bunu sağladı (kadına doğruyu
söyletti). Böylece kadın, "Onlar yalan söylüyorlar. Aksine Karun bana,
benimle zina ettiğin iftirasında bulunayım diye para verdi" dedi. Bunun
üzerine Hz. Musa (a.s) ağlayarak secdeye kapandı ve "Ya Rabbi, eğer ben
senin peygamberin isem, (onlara) benim için gazab et" dedi. Allah Teâlâ
da, Hz. Musa (a.sj'ya, "Yere istediğin gibi emret. Çünkü o, istediğini
yapacak" diye variyetti. Hz. Musa (a.s), "Ey IsraiIoğuHan, Allah beni
Firavun'a peygamber oİarak gönderdiği gibi, Karun'a da peygamber oiarak
gönderdi. Binâenaleyh kim onunla beraber olmak isterse, onun yanından
sarayından ayrılmasın. Kim de benimle beraber olmak isterse, Karun'dan
uzaklaşsm" dedi. İki kişi dışında bütün insanlar Karun'dan uzaklaştılar.
Sonra Hz. Musa (a.s)
"Ey yer, onlan yakala" dedi. Bunun üzerine toprak onları diz kapaklarına
kadar çekti. Sonra yine, "Onlan yakala!" deyince, yer onları
bellerine kadar içine çekti. Üçüncü kere oları tut deyince, yer onları
boyunlarına kadar içine çekti. Derken Karun ve arkadaşları, "Allah ve
akrabalık aşkına" diyerek, Hz. Musa (a.s)'ya yalvardılar. Fakat Musa
(a.s), son derece öfkeli olduğu için, bunlara iltifat etmedi ve yeryüzüne yine,
"yakala" deyince toprak onları tamamen yutup, üzerlerini kapattı.
Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya, "Ey Musa seni böylesine kah yapan neydi? Onlar
senden defalarca meded umdular, yardım istediler, ama sen onlara acımadın.
Halbuki onlar bana, bir defa bile dua etse, meded umsalardı, izzetim hakkı
için, beni, yakın ve dualarına icabet edici bulurlardı" buyurdu. Ertesi
gün İsrailoğulları biribirlerine şunu fısıldamaya başladılar: "Musa (a.s),
Karun'un hazineleri ve yurduna tek başına konmak için, Karun'a beddua etmiş,
Allah'a yalvarmış. Böylece de Allah onu, yeri, yurdu ve mallarıyla yere
batırmış." Karun hergün, yüz boy yere batmaya devam etmiş."
Kâdi şöyle der: O,
yere batırılma azâbıyla helak olunca, onun yeryüzünün dışından, yedinci kat
yere kadar inip-inmemesi farketmez. Çünkü bunun, zecirde (diğer insanlara ibret
verip, onları caydırıcı olmasında) mübalağa üslubuyla böyle ifade edilmiş
olması imkânsız değildir. Bunu rivayet edenlerin, "Allah Teâlâ, "Eğer
o benden yardım isteseydi, ben ona yardım ederdim" şeklindeki sözlerine
gelince, eğer bu söz doğru ise, ancak tevbe ile birlikte olan bir yardım
çağrısına hamledilebilir. Fakat Allah Teâlâ, bu yere batırma hükmünü veren zat
olduğu halde, Karun'un küfrünü sürdürmesiyle birlikte, Allah'ın böyle söylemiş
olması uzak bir ihtimaldir. Çünkü Hz. Musa (a.s), bu bedduayı, ancak Allah'ın
emriyle yapmıştır. Bu hikayeyi nakledenlerin, "Kânın, hergün yere batmaya
devam etmektedir" şeklindeki iddiaları da akıldan uzak bir şeydir. Çünkü
bu işin, mutlaka bir yerde noktalanması gerekir. "Her gün yüz boy yere
batması" iddiası da böyledir. Bana göre bu gibi hikayelerin faydası azdır.
Çünkü bunlar âhâd rivayetlerdendir. Dolayısıyla kesinlik ifade etmezler. Hem
sonra bu mesele, amelî bir mesele değildir ki bu hususta zann-ı gâlib yeterli
olsun. Sonra bu haberler, genelde birbiriyle çelişir-çatışırlar. Dolayısıyla
evlâ olan, böylesi şeyleri alıp, kabul etmemek, Kur'ân'ın nassının delâlet
ettiği kadarıyla yetinmek ve diğer tafsilatı, gaybı bilen Allah'a havale
etmektir.
Ayetteki, "Artık,
Allah'a karşı kendisine yardım edecek hiç kimse yoktur" ifadesi,
"Musa (a.s)'dan intikam alanlardan veya Allah'ın azabına karşı korunma
gücüne sahip olanlardan değildi" demektir. Nitekim Arapça'da, birine
destek verip de hasmına karşı onu güçlendirmeyi ifade için (falana yardım etti) (o da galip geldi) denilir.
[118]
"Dön onun
mevkiini temenni edenler, sabahleyin şöyle diyorlardı: "Vay, demek ki
Allah, kullarından kimi dilerse, onun rızkını genişletiyor, yahut daraltıyor.
Allah bize İutİ'etmeseydi, bizi de muhakkak yerin dibine geçirirdi. Demek hakikat
şudur ki, kâfirler felah bulmaz." İşte âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde ne
tegallüb ne fesad arzusuna düşmeyeceklere veririz. İyi akıbet müttakilerindir" (Kasas,
82-83).
Bil ki Karun'un
varlığını görüp imrenen o kimseler, onun başına yere batırılma hadisesinin
gelişini de görünce, bu onlar için, dünya sevgisinden ve Hz. Musa (a.s)'ya muhalefetten
caydırıcı birşey; Allah'ın kaza ve kaderine, taksimatına (rızkına) razı olmaya,
Allah'ın peygamberlerine iyice itaat etmeye sevkeden birşey olmuştur.
[119]
Ayetteki, 'Vay, demek
ki..." deyimine gelince, bil ki vey, keenne den ayrı bir kelime olup,
hatayı görmek ve pişmanlığı ifade için kullanılan bir kelimedir. Binâenaleyh
onlar, "Ne olurdu, Karun'a verilen servet gibi, bizim de malımız
olsaydı"(Kasas, 79) deyip, sonra onun yere batırıldığını görünce,
hatalarını anlayıp önce "vay", dediler; sonra da "Demek ki
Allah, kullarından kimi dilerse, ona ikram olsun diye değil, ilahî irade,
meşfet ve hikmetine göre, onun rızkını genişletiyor, dilediğinin de, onu hor ve
hakir kılmak İçin değil, aksine onu denemek, imtihan etmek için, hikmeti ve
kazası gereği, rızkını dariaştırmıştır" dediler.
Sibeveyh şöyle der:
"Halil'e, bunun nasıl bir kelime olduğunu sorunca, şu cevabı verdi:
"Vey" 'den ayrı, müstakil bir kelimedir. Onlar hatalarını
anladıklarında, önceki sözlerine pişman olarak "vey" (vay!, tüh!)
dediler." Ferrâ da şu iki açıklamayı
yapmıştır:
1) "Veyleke" "Sana yazıklar
olsun" demektir. Buna göre, lâm hazfedil m iştir. Çünkü bu kelime çok
kullanıldığı için, lâm hazfedil m iştir ve meftun mukadder bir fiil ile mansub kılınmıştır. Buna
göre sanki, "Yazıklar olsun sana. Bil ki Allah..." denilmek
istenmiştir. Bu, aynı zamanda Kutru b' un Yunus'dan naklettiği bir görüştür.
2) "Vey"den ayrı bir kelime olup,
"hayret" ifade eder. Nitekim ' birisi birisine, "Vay, (şaşılacak
şey), önündekini görmüyor musun?" der. Buna göre Cenâb-ı Hak,
"vey" (şaşılacak şey)" deyip, sonra yeni bir cümle ile,
"Demek ki Allah..." buyurmuştur. Binâenaleyh Allah Teâlâ bu kelimeyi,
insanları hayrete davet için kullanmıştır. Vahidî şöyle der: "Bu, doğru
bir izahtır. Fakat Araplar bu kelimeyi ayrı olarak yazmazlar. Eğer kelime, bu
görüştokilerin söylediği gibi olsaydı, Araplar bunu ayrı olarak da yazar
(kullanırlardı)." Birinci görüştekiler buna, "Mushaf'ın hattı diğer
kelimelerin imlasına kıyas edilmez" diye- cevap verirler.
Daha sonra o
İsrailoğuUarı, "Allah bize lutfetmeseydi, bizi de muhakkak batırırdı"
demişlerdir ki bu da, bir önceki cümleyi te'kid eden bir ifadedir.
Ayetteki, "işte
ahiret yurdu..." ifadesi, onun yüceliğini ve üstünlüğünü anlatmak için
söylenmiştir, yani, "Bahsini duyduğun, sıfatları sana haber verilen şey
işte odur" demektir. Bu vaad, sadece kibirlenmeyi ve fesadı bırakma
şartına bağlanmamış, aynı zamanda onların bunu düşünmelerinin ve (kalblerinin
ona meyletmesinin terki şartına bağlanmıştır. Nitekim Hz. AH (r.a) şöyle»
demiştir: "Eğer bir kimseyi, nalininin (çarığının, ayakkabısının)
kayışının, arkadaşı nın nalininin kayışından daha güzel oluşu, ucbe (kendini
beğenmeye) sevkederse, o dsı bu ayetin muhtevasına dahildir." Keşşaf
sahibi şöyle der: Hak Teâlâ'nın "Gerçekten Firavun o yerde tegallübe
kalktı" (Kasas, 3) ayetinden ötürü, tagaliübü (büyüklük taslamayı)
Flravun'a; "Yeryüzünde fesad arzusuna düşmeyecekler..." ifadesinden
dolayı, "fesad"ı Karun'a verip, "Kim Firavun ve Karun gibi
olmazsa, işte ahiret yurdu onundur" diyen ve fakat cennet için de takvayı
şart koşan "İyi akıbet müttakilorindir" cümlesini düşünmeyen kimse,
boşuna heveslenmektedir. Halbuki yapılması nnatlub olan Hz. AH (r.a)'nin
yaptığı gibi, bu ayetten takva dersini almaktır.
[120]
"Kim iyi hal ile
gelirse, onun için bundan daha hayırlısı vardır. Kim de kötü hal ile gelirse, o
kötülükleri işleyenler, yapmış olduklarından başkasıyla cezalandırılmazlar.
Herhalde o Kur'ân'ı sana farz kılan, seni dönülüp varılacak yere döndürecektir.
De ki: "Hidayetle gelen kim, o apaçık bir sapıklık içinde olan kim, Rabbin
çok iyi bilendir." Sen, kitabın sana vahyolunacağmı ummuyordun. Ancak bu,
Rabbinden bir rahmettir. O halde kâfirlere arka çıkma sakın. Allah'ın ayetleri sana
indirildikten sonra sakın, müşrikler seni onlardan saptırmasınlar. Sen, Allah'a
davet et ve sakın müşriklerden olma. Allah ile birlikte bir başka
tanrıya daha tapma. Ondan başka hiçbir tanrı yok. O'nun vechinden başka herşey
helak olmuştur. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürülüp
götürüleceksiniz" (Kasas, 84-88).
[121]
Bil ki Cenâb-ı Hak,
ahiret yurdunun, yeryüzünde tahakküm ve bozgunluk peşinde alanlar için değil,
muttakiler için olduğunu beyan edince, bundan sonraki ayetlerde muttakilere
olacak mükafaatları anlatarak, "Kim iyi hal ile gelirse, onun İçin bundan
daha hayırlısı vardır" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili olarak şu izahlar
yapılmıştır:
1) Mânâ, "Kim bir iyilik işlerse, o
iyiliğinden ötürü onun için bir hayır doğar" şeklindedir.
2) Bu, "Onun için, yaptığı iyilikten daha
üstünü meydana gelir" yani "Onlara mükafaatları fazlasıyla
verilir" demektir. Bunun izahı, Nemi sûresinin sonlarında geçti.
Ayetteki, "Kim de
kötü hal ile gelirse, o kötülükleri işleyenler, yapmış olduklarından başkasıyla
cezalandırılmazlar" ifadesinin zahiri, onlara, müstahak ; duklarından daha
fazlasının verilmeyeceğini anlatır. Bu, seyyieler hakkında sahih olunca,
haseneler hakkında, ayetteki, "onun için ondan daha hayırlısı vardır'
ifadesiyle kastedilenin, az önce de bahsettiğimiz gibi, fazla mükafaat vermek
manas olduğu ortaya çıkar.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Ayetin takdiri, "Kim bir kötülük yaparsa, onlar yaptıklarıyla
mukabele görürler" şeklindedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, "seyyie
lafzını, bu ayette iki kez zikretmiştir. Çünkü, kötü amelin onlara tekrar
tekrar isnâc edilmesinde, onların hallerini iyice kötülemek ve dinleyenlerin
kalbinde, "seyyle"nir adı kötü bir şey olduğunu iyice vurgulamak
vardır. Allah'ın "seyyie('ye karşı, ancaK misliyle; "hasene"ye
de on katıyla mukabelede bulunması, O'nun büyük fazlındandır."
Burada şöyle iki soru
sorulabilir:
Birinci Soru: Cenâb-ı
Hak, (Isrâ sûresinde) "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş
olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, kendinize kötülük etmiş olursunuz"(isra,
?) buyurarak, "ihsan"ı iki defa tekrarlamış: kötülük yapmayı da bir
kere zikretmekle yetinmiştir. Bu ayette ise, "seyyie"yi iki defa
zikretmiş, "hasene"yi bir defa zikretmekle yetinmiştir. Bunun sebebi
ne olabilir?
Cevap: Çünkü burası,
ahiret yurduna teşvik makamıdır. Binâenaleyh, günahlardan men etme hususunda,
müessir ve belîğ ifade kullanmak, burada sor derece uygundur. Zira, günahlardan
alabildiğine caydırmak, o nisbette, ahirete davet etmek demektir. Ama İsrâ
süresindeki ayette ise, Cenâb-ı Hak, onların halterim açıklamıştır.
Binâenaleyh, onların güzel yanlarım iyice anlatmak, oraya uygun düşer[122]
İkinci Soru: Küfür
kelimesini telaffuz eden, o anda öldüğünde, ebedî ve devamlı bir şekilde azab
göreceği halde, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "Kötülük, seyyie, ancak misliyle
mukabele görecektir" buyurmuştur?
Cevap: Çünkü o,
devamlı yaşaması halinde, bunu söyleme azmi içinde olacağı için, ona, azmine ve
niyyetine göre muamele edilmiştir,
Cübbaî, "Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, suçsuz olarak, (kâfirlerin) çocuklarına da devamlı biçimde
azab edeceğini caiz görenlerin bu görüşlerinin bâtıl olduğuna delalet
eder" demiştir. Biz deriz ki: Allah böyle yapmaz, zaten ayette, buna
delalet edecek herhangi bir şey de yoktur.
[123]
Cenâb-ı Hak (c.c),
Resulü Muhammed (s.a.s)'e Kıyamet meselesini iyice açıklayınca, ona, kendisiyle
alâkalı olan şeyi de beyan ederek, "Herhalde o Kur'ân'ı sana farz kılan,
seni dönüîüp-vanlacak yere döndürecektir" buyurmuştur. Ebu AH şöyle der:
"Bu ayetin manası, "Sana, o Kur'ân'ın hükümlerini, farzlarını farz kılan zât,
ölümünden sonra da seni, "meâd"e döndürecektir" şeklindedir.
"Meâd" lafzının belirsiz getirilmesi, onu (gönüllerde ve gözlerde)
büyütmek içindir. Cenâb-ı Hak sanki, "Ne meâd ki, ne meâd!" demek
istemiştir. Yani, "Senin dışındaki hiçbir beşer için, böyle bir meâd söz
konusu değildir" demektir.
Meâd kelimesiyle,
Mekke'nin kastedildiği de ileri sürülmüştür ki, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
Mekke'ye döndürülmesinden kastedilen, Mekke'nin fethedilme günüdür. Bu
kelimenin, bu manada olmak üzere, belirsiz getirilmesini de şu şekilde izah
edebiliriz: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Mekke'ye hükümran olacağı, oradaki
kâfirleri ezip geçeceği, İslâm'ın izzetini ortaya koyup kâfirler güruhunu zelil
kılacağı için, o günde, Hz. Peygamber (s.a.s) için şanı çok büyük olan bir meâd
(dönüş) vardır. Bu sûre, Mekkî'dir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, o Mekke'de eziyyet görüp ve Mekkeliler tarafından ezildiği bir
sırada, onun oradan hicret etmesini emretmiş ve onu oraya, açıktan, hem de
galip bir şekilde döndüreceğini vaadetmiştir.
Mukatil şöyle der:
"Hz. Peygamber (s.a.s), mağaradan çıkıp peşine düşülme endişesinden
dolayı, esas yolun dışında yürüyüp gidiyordu. Kendisini (bu ilahi vaad sayesinde)
emniyyette hissedince, tekrar anayola döndü ve Mekke ile Medine arasındaki
Cuhfe'ye indi. Mekke'ye giden yolu tanıdı ve Mekke'ye arzu duydu. Kendisinin ve
babasının doğduğu yerleri hatırladı. Bunun üzerine Cebrail (a.s) gelerek,
"Sen, beldene ve doğum yerine arzu duyuyorsun, değil mi?" deyince,
Hz. Peygamber (s.a.s), "Evet" dedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s),
"Allah Teâlâ, "Her halde o Kur'ân'ı sana farz kılan, seni
dönülüp-varılacak yere, döndürecektir" buyuruyor..." dedi. Yani,
"Mekke'ye, hem de onlara galip olarak..."
Bu izah, doğruya daha
yakındır, çünkü "meâd" sözünden anlaşılan, ilk önce onun orada
bulunması, sonra oradan ayrılması, daha sona da yine oraya dönmesi anlamınadır.
Böyle olmak ise, ancak Mekke'ye uygun düşer. Her ne kadar diğer izahlar da
ihtimal dahilinde ise de, ancak ne var ki, doğruya en yakın olanı budur
Muhakkik alimler, "Bu, onun nübüvvetine delalet eden şeylerden birisidir.
Çünkü bu ifade, gaybdan haber vermiştir. Bu haber de, bildirdiği gibi tahakkuk
etmiştir. Binâenaleyh bu, bir mucize olur" demişlerdir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"De ki: "Hidayetle gelen kim, o apaçık bir sapıklık içinde olan kim,
Rabbin çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bu ifadenin, daha önceki kısımla
münasebetini de şu şekilde izah edebiliriz: Allah Teâlâ Resulüne, onu
"meâd"e döndürmeyi vaadedince, "Müşriklere şöyle de, dedi:
"Kendisini meâd'de hak edeceği mükâfaatı ve Mekke'ye döndürülmekle elde
edeceği şerefi kastederek, "Benim Rabbim, hidayeti getiren ile; onları ve
meâd'lerinde hak edecekleri cezcyt kastederek, "apaçık bir sapıklık içinde
olanı en iyi bilendir" buyurmaktadır.
[124]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk Resulüne "Sen, kitabın sana
vahyolunacağmı ummuyordun. Ancak bu, Rabbinden bir rahmettir" buyurmuştur.
Bu ifadede geçen illa kelimesiyle ilgili iki izah yapılmıştır:
a) Bu, istisna için olan "illâ"dır.
Öte yandan Keşşaf
sahibi şöyle der: "Bu, manaya hamledilmiş bir ifadedir. Buna göre sanki,
"Bu kitap sana, Rabbinden bir rahmet olsun diye verildi" denilmek
istenmiştir. Bunu zahirî manasına almak da mümkündür. Buna göre mana,
"Sen, ancak Allah'ın, rahmetiyle sana merhamet etmesini ve bu şekilde sana
in'âmda bulunmasını bekliyordun. Yani, sen ancak böylesi bir ümit
içindeydin" şeklinde olur." *
b)
Buradaki, istidrâk için olan
"lâkin" anlamındadır. Yani, "Lâkin, Rabbinden bir rahmet
olarak o kitap sana verildi" demek olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Nida ettiğimiz vakit de sen, o dağın yanında değildin. Fakat
sen, Rabbinden, sana tahsis etmiş olduğu bir rahmet olarak (gönderildin)"
(Kasas, 46) ayetidir.
[125]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Hz. Muhammed (s.a.s)'e şunları teklif etmiştir:
1) Onu, kâfirlere destekçi olmamakla mükellef tutarak "O halde sakın kâfirlere arka çıkma" buyurmuştur. [126]
2) "Allah'ın ayetleri sana vahyedildikten sonra, sakın
müşrikler seni onlardan saptırmasınlar" buyurmuştur.
Dahhâk şöyle der:
"Bu, o müşrikler, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yolundan ve davasından men etmek
için, atalarının dinine davet edip, mallarının bir bölümünü ona vermek
istediklerinde nazil olmuştur ki, bu "Onlara iltifat etme, onların
sözlerine meyletme; aksi halde onlar seni, Allah'ın ayetlerine ittibâ etmekten
alıkorlar" demektir."
[127]
"Sen, Allah'a
davet et..." buyurmuştur. Yani "Rabbinin dinine" demek olup,
Cenâb-ı Hak bu ifadesiyle, kâfirleri ve müşrikleri, kendi dinine davet etme
hususunda sıkı davranmasını kastetmiştir. İşte bundan dolayı da, "Ve sakın
müşriklerden olma" buyurmuştur.
4) Cenâb-ı
Hak, "Mah ile birlikte bir başka tanrıya daha tapma" buyurmuştur. Bu,
her ne kadar, herkes için vacib ise de, ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, tazîm için,
özellikle Hz. Muhammed (s.a.s)'e bu şekilde hitap etmiştir. İmdi, eğer,
"Peygamberin böyle bir şeyi yapmayacağı kesinlikle biliniyorken, "Bu
yasaklamanın faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki: Belki de, zahiren
hitab, Hz. Muhammed (s.a.s)'edir. Ancak ne var ki, bununla başkası
kastedilmiştir. Mananın, "Allah'tan başkasına güvenme. İşlerin hususunda, O'ndan
başkasını vekîl edinme. Çünkü Allah'tan başkasına güvenenin, sanki, tevhîd
hususundaki yolu kemâle ermemiş demektir" şeklinde olması da mümkündür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendisinden başka ilahın olmadığını, yani fayda ve zarar verenin;
(herşeyi) verenin ya da vermeyenin ancak kendisi olduğunu beyan buyurmuştur ki,
bu tıpkı, "O, doğunun da batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir tanrı
yoktur" (Müzzemmiı, 9) ayeti gibidir. Binâenaleyh, O'ndan başkasının ilâh
edinilmesi caiz olmaz.
[128]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O'nun vechinden başka her şey helak olucudur" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[129]
Alimler, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Herşey helak olucudur" ifadesinin ne demek olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir.
Bazı alimler, buradaki
"helak" kelimesini, "yok olma" diye tefsir etmişlerdir.
Buna göre mana, "Allah Teâlâ, kendisi dışında her şeyi yok eder"
şeklinde olur. Bazı kimseler de bu ifadeyi, ya öldürmek; yahut, her ne kadar
parçaları devam etse bile, cüzlere ayırmak suretiyle, o şeyi yararlanılabilir
halden çıkarma manasıyla açıklamışlardır. Çünkü Arapça'da, "Elbise ve
eşya, yok oldu, helak oldu" denilir. Onlar bununla, bu şeylerin cüzlerinin
yok olmasını kastetmezler. Tam aksine, onun istifade edilir halden çıkışını
kastederler. Bazıları da şöyle demişlerdir: Onun helak olması, o şeyin, zâtı
gereği helak olmayı kabul etmesi demektir. Çünkü, O'nun dışında kalan her şey,
zâtı gereği mümkinu'l-vücud'dur. Mümkinu'l-vücua olan her şeyin ise yok olması
kabildir. Binâenaleyh, bu demektir ki o helak olmayı kabul eder. İşte bu izaha
göre, bu işe, "helak olmak" adı verilmiştir.
[130]
Bil ki kelamcılar,
Allah'ın dışında kalan her şeyin, yok olmayı ve helaki kabul ettiğine dair
deliller getirmek istediklerinde şöyle demişlerdir: Âlemin muhdes olduğu
sabittir. Muhdes olan her şeyin hakikati ise, yokluğu ve varlığı kabul eder.
Böyle olan her şeyin, her zaman o hal üzerine kalması gerekir. Çünkü mümkin
oluş, mahiyetin ayrılmaz vasıflarındandır. Mahiyetin ayrılmaz vasfı ise,
kesinlikle o mahiyetten ayrılmaz. Ancak ne var ki biz, bu delili
incelediğimizde, bu maksadı tastamam biçimde ortaya koymadığını görmekteyiz.
Zira kelamcılar, maddelerin ve vasıfların, arazların hadis olduğuna dair delil
getirmişlerdir. Binâenaleyh, şayet onlar, Allah'ın dışında kalanların bir mekân
işgal ettiklerine, veyahut da, mekân işgal edenle kâim okluklarına dair delil
getirebilselerdi, o zaman maksatları tamamlanmış olurdu. Ancak ne var ki karşı
taraf, mekânda olmayan ve mekânda olanla kaim olmayan birtakım varlıklar ispat
etmektedirler. Binâenaleyh, mekânda olanın ve mekânda bulunanla kâim olanın
muhdes olduğunu beyan eden delil, bu üçüncü kısmın olmadığına dair delil
bulunmadığı sürece, Allah'ın dışında kalan her şeyin hadis olduğunu ortaya
koyamaz. Kelâmcıların, bu üçüncü kısmı nefyetme hususunda şu iki yolları
bulunur:
1) Onların, "Delili bulunmayanın kabul
edilmemesi, nefyedilmesi gerekir" şeklindeki sözleridir. Bu, kelâm
kitaplarımızda, tutukluğunu beyan ettiğimiz zayıf bir yoldur.
2) Onların,
"Şayet böyle bir varlık mevcut olsaydı, mekânın, zamanın ve mümkin oluşun
nefyedilmesi hususlarında, Allah'a ortak bir varlık olmuş olurdu. Şayet böyle
olsaydı, o zaman bu varlık, Allah'ın misli olmuş olurdu" şeklindeki
sözleridir. Bu da tutarsızdır. Çünkü şöyle denilebilir: (Bu vasıftaki) bu iki
varlık, her ne kadar bu olumsuz vasıflardan müşterek iseler de, ancak ne var
ki, bu iki varlıktan herbiri, mahiyet ve hakikat açısından diğerinden ayrılır.
Durum böyle olunca da, onların aklî delillerinin, Allah'ın zâtından başka her
şeyin helak oluşunu eksiksiz biçimde isbât edemediği ortaya çıkmış olur.
[131]
Bu konuda itimada
şayan olan izah, bizim şöyle dememizdir: Alemin zâtı gereği, vâcibu'l-vücud
olan bir yaratıcısının bulunduğu sabittir. Binâenaleyh, zâtı gereği vacib olan
bir diğer varlığın bulunması imkânsız olur. Aksi halde bu iki varlık, vacib
oluş hususunda müşterek olur; herbiri de diğerinden, kendi hususiyetiyle
ayrılmış olur. Sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey ise, yine sayesinde
farklılığın meydana geldiği şeyden farklıdır. Böylece bu demektir ki, bu iki
varlıktan her biri, sayesinde müşterekliğin sağlandığı şey ile, sayesinde
farklılığın meydana geldiği şeyden mürekkepdir, yani ondan meydana
gelmişlerdir. Halbuki, her mürekkeb. kendisini meydana getiren cüzlerine muhtaç
olan mümkin bir varlıktır. Sonra her iki cüz, eğer vacibü'l-vücud iseler,
vücubda müşterek olurlar, başka bir şey nazar-ı dikkate alındığında da,
birbirlerinden ayrılırlar. Binâenaleyh, bu durumda da, bu iki cüzden herbirinin
de, terekküb etmiş olması gerekir. O zaman da teselsül gerekir. Halbuki
teselsül, imkânsızdır. Yok eğer, bu iki cüzden ikisi de vacibu'l-vücud
olmazlarsa, bu iki cüz'e muhtaç ve onlardan meydana gelmiş otan "mürekkeb",
vacibü'l-vücud olmamaya daha uygundur. Böylece, vacibü'l-vücud'un tek bir tane
olduğu; dışında kalan her şeyin ise, mümkinü'l-vücud varlık olduğu sabit olmuş
olur. Halbuki, her mümkin için, bir müreccih gerekir. Onun o müreccihe muhtaç
olması ise, ya yokluğu ya da varlığı halindedir. Eğer birincisi olursa, onun
muhdes olduğu sabit olur. Eğer ikincisi olursa, var olanın, bir müessise muhtaç
oluşu, ya meydana geliş sırasında, yahutda varlığını sürdürdüğü esnada olur.
İkincisi batıldır, çünkü bu, varolmuş bir şeyin yeniden varedilmesini
gerektirir ki, bu İmkânsızdır. Böylece, başkasına muhtaç oluşun, varoluş
sırasında ortaya çıktığı sabit olmuş olur ve yine, Allah'ın dışında kalan herşeyin,
ister mekânda yer tutsun, ister mekânda yer tutanla kaim olsun, isterse yer tutmasın,
isterse yer tutanla kaim olmasın, muhdes olduğu sabit olmuş olur. Binâenaleyh,
eğer bu delalet, Allah'ın sıfatlarıyla bir tenakuz teşkil edecek olursa, bil
ki, burada çok güçlü bir fark bulunur. O'nun dışında kalan her şeyin hadis
olduğu ve muhdes olan her şeyin de yok olmayı kabul edeceği sabit olunca, bu
çok net aklî delil ile, yokluğu ve helaki kabul ediyor manasında olmak üzere,
Allah'ın zatının dışındaki her şeyin helak olacağı sabit olmuş olur.
[132]
Sonra, bu ayeti bu şekilde
tefsir edenler, bunun evlâ olduğunu ileri sürerek şöyle demişlerdir: Çünkü,
Cenâb-ı Hak, kendisi dışında kalan her şeyin, o esnada helak olacağına
hükmetmiştir. Binâenaleyh, bizim yapmış olduğumuz açıklamaya göre her şey o
esnada helak olmaktadır. Sizin yapmış olduğunuz açıklamaya göreyse, o esnada
değil, ilerde helak olacaktır. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evla olur.
Hem, mümkin varlık, mümkin olarak var olduğunda, zatı gereği, ne yokluğa ne de
varlığa müstehaktır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak için söz konusu olan, varlığa
müstehak oluş ise, zatı gereği olan bir müstehak oluştur. Var oluş, (eşyaya
ise) dıştan gelmektedir. O halde, onun varoluşu, kendisi için ödünç alınmış bir
elbise gibidir. Çünkü eşya, böyle olması açısından, tıpkı, zengin bir adamdan
ödünç elbise almış olan fakir bir kimse gibidir. Zira, fakir kimse, ödünç alman
bu elbise sebebiyle, fakirlikten çıkmaz. Aynen bunun gibi, mümkin varlıklar da,
bizzat kendileri olmaları açısından, varlıktan ârîdirler. Onların var olmaları,
tıpkı ödünç alınarak elde edilen bir elbiseye benzer. Böylece eşya, eşya olması
açısından, her zaman yok olmaya mahkûmdur.
[133]
Bunu, "ilerde yok
olacaktır" manasına hamledenlere gelince onlar bu hususta şöyle diyerek
istidlalde bulunmuşlardır:
Arapça'da
"helâk"in iki manası vardır:
1) O şeyin,
yararlanılabilir olmaktan çıkması.
2) Sona erip yok olması... Lafzı birinci manaya
almak caiz değildir, çünkü, ssyanın, istifade edilir durumdan çıkması manasında
helak olması, imkânsızdır. kû, eşyadan, cüzleri birbirinden ayrılsa bile,
yararlanılması mümkündür. Çünkü, •de edilmek istenen menfaat, o eşyanın,
kendisiyle kadîm bir yaratıcının varlığına sr.dlâl edilebilir halde olmasıdır.
Böyle bir istifâde ise, o eşya ister dağınık, ister toplu ~a>de olsun; ister
varlığını sürdürsün, isterse yok olsun, daima söz konusudur. Helak anayı bu
manaya almak imkânsız olunca, onu yok olma, varlığının sona ermesi -anasına
almak gerekir. Helaki, parçalanma ve dağılma manasına alanlar, buna s. şekilde
cevap verirler: Eşyanın hetâk olması, onun, kendisinden dolayı taleb edilen ar
menfaatten hâlî kalması demektir. Meselâ; insan öldüğünde, "helak
oldu" denilir. Çünkü, ondan matlub olan özellik, onun hayatiyetidir
ve aklıdır. Elbise paramparça olduğunda, "helak oldu" denilir. Çünkü
elbiseden maksat, onun, giyilmeye elverişli olması demektir. Binâenaleyh,
âlemin parçaları birbirinden ayrıldığında gökler, yıldızlar, dağlar ve
denizler, kendisi sebebiyle, kendilerinden özel bir şekilde yararlanılan
vasıflarından uzak olmuş olurlar. Binâenaleyh, hiç şüphesiz, "helak
olan" vasfının bunlar hakkında kullanılması doğru olmuş olur.
[134]
Bunlarla, bir
yaratıcının varlığına istidlal edilebilmesine gelince, böyle bir menfaat,
güneşe, güneş olduğu için; aya da, ay olduğu için tahsis edilmiş bir menfaat
değildir. Binâenaleyh, bunların (bu şekilde) devam etmesinden onlara, helak
olma vasfının verilmemesi neticesi çıkmaz. Bu görüşte olanlar, âlemin
parçalarının devamına dair, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün ki, yer başka bir
yere; gökier de (başka göklere) tebdil olunacaktır" (ibrahim. 48) ayetiyle
istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu, eşyanın cüzlerinin devam edeceği
hususunda açık bir ifadedir. Fakat ne var ki, o cüzler, başka bir şekle
bürünecektir. Burada söylenilecek şey, bundan ibarettir.
[135]
Ehl-i tevhîd, bu
ayetle, Allah Teâlâ'ya, "şey" denilebileceği hususunda
istidlal ederek, şöyle demişlerdir: "Zira Allah Teâlâ
(kendisini), ayetteki "Her şey" ifadesinden istisna etmiştir.
İstisna, yapılmaması halinde, o şeyin muhtevasına girebileceklerin ve girmesi
gerekli olanların, hüküm dışı bırakılması için yapılır. Binâenaleyh,
Allah'ın da "şey" olması gerekir. Bunu, bizim, En'âm sûresinde zikrettiğimiz
husus da tekîd etmektedir. Bu da, Cenâb-t Hakk'ın "De'ki: Şahit olmak
bakımından hangi şey daha büyük?" De ki: Allah"(En'âm, 19) ifadesidir.
Onlar Cenâb-ı Hakk'ın şey olmadığına dair, O'nun "O'nun benzeri gibisi yoktur"
(Şuta. n) ayetiyle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Bu ifadenin başındaki kâf,
"misi"1 anlamındadır. Buna göre ayetin takdiri, "Hiçbir şey,
O'nun mislinin misli değildir" şeklinde olur. Allah'ın mislinin misli ise, yine
Allah'dır. Binâenaleyh, Allah'a şey denilmemesi, O'nun şey olmaması gerekir. Buna şu
şekilde cevap verilir: Buradaki kâf, zaidedir.
[136]
Mücessime, Allah
Teâlâ'nın cisim olduğu hususunda, bu ayetle şu şekilde istidlal etmiştir:
1) Bu ayet,
Allah'ın yüzü bulunduğu hususunda, sarih bir ifadedir. Bu ise, Allah'ın cisim olmasını gerektirir.
2) Cenâb-ı
Hak, "Siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz..." buyurmuştur
mesafenin sonunu ifade eder. Mesafe ise, ancak maddeler hakkında düşünülebilir.
Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Bu söz şayet doğru olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, diğer bütün
uzuvlarının kabul edilmemesi ve yüzünden başka hiçbir uzvunun bulunmaması
gerekirdi. Râfizîler'den bazı Müşebblhe de bu iddiayı iltizâm etmiştir. Ki bu,
İbn Sem'ân'ın bir iddiası olup, bunu, hiçbir akıllı söylemez.
Sonra bazı alimler, şöyle
demişlerdir: "Ayetteki vech sözüyle, Cenâb-ı Hakk'ın varlığı ve hakikati
kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da, "Onun hakikati" manasında "Bu işin vechi, budur" denilir.
Bazıları da, buradaki "vech" kelimesinin zaid olduğunu, mananın,
"o hariç, her şey helak olucudur" şeklinde olduğunu; "O'na
döndürüleceksiniz" ifadesinin manasının ise, "O'nun hüküm ve
yargısının mahalline döndürüleceksiniz" şeklinde olduğunu söylemişlerdir.
[137]
Mutezile, cennet ve
cehennemin mahlûk olmadıklarına bu ayetle istidlal ederek şöyle demiştir: "Çünkü bu
ayet, her şeyin son bulacağını ifade etmektedir. Binâenaleyh, şayet cennet ve
cehennem de mahlûk olmuş olsalardı, onlar da son bulurlardı. Halbuki bu ifade,
Cenâb-ı Hakk'ın cenneti vasfederken, "Her zaman yemişini verir
durur" (ibrahim, 25) ayetinde söylediği, bu ifadeyle çelişir.
Cevap: Sizin bu
istidlaliniz, Cenâb-ı Hakk'ın, cenneti vasfederken buyurduğu, "Müttakiier
için hazırlanmıştır" (aı-i imran, 133); cehennemi vasfederken de,
"Yakıtı, insanlar ve taşlar olup, kâfirler için
hazırlanmıştır"(Bakara, 24) ifadesiyle çelişir. Sonra, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Herşey helak olucudur" beyanı, ya, tıpkı "Ona her şeyden de
verilmiştir" [Namı, 23) ayetinde olduğu gibi, ya genel manaya hamledilir;
yahut "Her zaman yemişini verir durur" (ibrahim, 25) ayeti,
"Cennet ile cehennemin yok olma zamanları, devam etme zamanlarına nisbetle
az olunca, hiç şüphesiz devam lafzı kullanılmıştır" manasına hamledilir.
[138]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Herşey helak olucudur" ifadesi, zâtın, bilfiil zât olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o şeyin, helak olacağına hükmetmiştir. Böylece bu, o
şeyin, şey olması bakımından helaki kabul ettiğine delâlet eder. Binâenaleyh,
mâdûmun, şey olmaması gerekir. Allah, en iyisini bilendir. Hamd, alemlerin
Rabbine mahsustur.
[139]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/473-474
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/474
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/474
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/474-475
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/475-476
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/476
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/476-477
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/477
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/477-478
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/478-480
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/480
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/480-481
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/482
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/482-483
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/483-484
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/484-486
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/486-487
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/487
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/487
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/488
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/488
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/488
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/488-489
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/489-490
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/490
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/490-492
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/492
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/492-493
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/493
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/494
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/495
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/496-498
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/498
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/499-500
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/500
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/501
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/500-501
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/502
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/503
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/504
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/504
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/504
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/504-505
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/505-506
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/506-507
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/507
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/507-508
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/508
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/508-509
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/509
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/509-510
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/510-511
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/511-512
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/512-513
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/514-515
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/516
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/516-517
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/517-518
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/519
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/519-520
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/520
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/521-522
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/522
[64] Müsned, 2/414,442,376; Ibn M«c«, zühd 16 (2/1397)
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/522
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/523
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/523-524
[68] Kenzul-UmmaI, 2/3020
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/525
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/526
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/526-528
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/528
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/529
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/529-530
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/530-531
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/531
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/531
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/531-532
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/532-533
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/533-534
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/534
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/535-536
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/536-537
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/537
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/538
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/538
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/538-539
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/539
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/540
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/540
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/540-541
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/541-543
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/543-544
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/544-545
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/545-546
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/547
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/547-548
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/548
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/548-549
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/549
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/549-550
[102] Başka bir deyişle: Allah bir kişinin iman etmeyeceğini
biliyorsa, onun iman etmesi mümkün değildir.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/550-551
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/551-552
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/552
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/552-554
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/554
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/554-555
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/555-556
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/556-557
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/558
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/559
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/560
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/560-561
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/561-562
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/562-563
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/563-564
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/564-567
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/567
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/567-568
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/569
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/569-570
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/570
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/570-571
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/572
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/572
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/572
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/572-573
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/573
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/573
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/573-574
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/574-575
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 17/575
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/575-576
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/576
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/576
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/576-577
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/577
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 17/577