- 28 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 28, nüzûl
sıralamasına göre 49, üçüncü miûn grubunun dokuzuncu sûresi olan Kasas sûresi
Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 88 dir.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına ve
ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her
şeyi bilensin.
Mekke’de Neml sûresinden sonra nazil olmuştur. Âyetlerinin
sayısı 88 dir. Adını içindeki 25. âyetinde geçen “kıssa” kelimesinin çoğulu
olan “kasas” dan almıştır. Sûrede Hz. Musa aleyhisselâmın hayatı ve Firavunla
arasında geçen hadiselerin yanı sıra Kârûn kıssasına da yer verilir. Sûrenin
muhtevasından anlaşıldığına göre bu âyetler Mekke’de Mekke müşriklerinin baskı
ve zulümleri altında bunalmış Müslümanlara bir destek, karşılarındaki kâfirlere
de bir tehdit oluşturmak üzere inmiştir. Sûrede oluşturduğu mesajlarla Rabbimiz
her şeyi kendi gücü ve kudretiyle yönlendirdiği, göklere ve yere emen tek güç
ve otorite olduğu, kendisine inanan mü’minlerin sürekli desteğinde oldukları
vurgulanmaktadır.
İlk âyeti huruf-ı mukattaa ile başlayan bu sûrenin
muhtevasını genel olarak üç bölümde ele almak mümkündür. Birinci bölüm
(âyet3-46) Yeryüzünün en büyük tâğutu Firavun’un yönetimi altında köleleştirilmiş,
her şeylerini kaybetmiş olan İsrail oğullarının maruz kaldıkları işkence ve
zulümlerden söz eder. Erkek çocuklarının öldürüldüğü, kızlarının
hayasızlaştırıldığı, inançlarının aksine bir hayata zorlandıkları anlatılır.
Mü’minlerin zalimler tarafından ezildikleri böyle bir ortamda Allah ve
peygamberi safında yer alan mü’minlerin Allah desteğine ehil hale gelir gelmez
hemen Rabbimizin iradesinin ezilenlere yardım etme yönünde tecelli ettiği
belirtilmektedir.
Daha
sonra Hz. Musa aleyhisselâmın çocukluğu, gençliği, Mısır’dan Medyen’e gidişi,
orada evlenmesi, sonra Allah’ın emriyle tekrar Mısır’a dönmesi, bu dönüşü esnasında
ailesiyle birlikte Tûr dağına çıkışı ve burada kendisine vahyin gelmesi, sonra
kavmine tebliğe başlaması, Firavunu ve toplumunu imana çağırması, Firavun ve toplumunun
Hz. Musa’yı reddedip yalanlaması, aralarında geçen diyaloglardan sonra Firavun
ve hempalarının denizde boğulması anlatılır. Sûrenin Hz. Musa aleyhisselâm ile
ilgili bölümü üslup ve muhteva yönünden sanki bundan önceki Şuarâ ve Neml
sûreleriyle benzerlik arz etmektedir.
Kasas
sûresinde, Hz. Musa aleyhisselâmın kıssası ilk defa karşılaşılan bir hadise
tarzında anlatılmakta ve Kur’an kıssalarının anlatım amacına paralel olarak
bazı önemli uyarılara ve öğütlere de yer verilmektedir. Bu kıssada hâkimiyet ve
iktidar Firavun’un şahsında somutlaştırılırken, onun karşısında görünürde
hiçbir gücü ve desteği bulunmayan Hz. Musa aleyhisselâmın safında yer alan
samimi olmaları, sabırlı olmaları, Allah’a kullukları ve peygambere teslimiyetleri
konusunda geri adım atmamaları halinde kesinlikle başarıya ulaşacaklarına
işaret edilmektedir. Böylece bir bakıma, Mekke müşrikleri arasındaki hâkim
zümrenin aşağıladığı ve her türlü zulümleri reva gördüğü mü’minler için bir
destek, müşriklere de bir tehdit oluşturulmaktadır.
Sûrenin
ikinci bölümünde (âyet 47-75) Resûlullah Efendimizin Rabbinden vahiy aldığına
dair sözlerinin doğruluğuna vurgu yapılarak müşriklerin itiraz ve karşı çıkışları
sert bir dille reddedilir. Bu bölümde Hz Musa aleyhisselâm ile Hz. Muhammed
aleyhisselâmın tebliğleri ve dâvetleri arasındaki ortak noktaya dikkat çekilir.
Her ikisinin de aynı kaynaktan vahiy alan Allah elçileri oldukları ortaya
konur. Yine Hz. Musa aleyhisselâm ile azgın Firavun arasındaki mücadelenin
aynısının Mekke’de Hz. Muhammed aleyhisselâm ile Mekke müşrikleri arasında
cereyan ettiğine temas edilmektedir. Diğer taraftan yine bu bölümde peygamber
efendimize sevdiği ve hidayetini arzu ettiği bir kimseye hidayet etmesinin
mümkün olmayacağı, ne kadar çabalarsa ça-balasın gücünün bu işe yetmeyeceği,
hidayetin sadece Allah’ın dilemesiyle olacağı bildirilmektedir.
Muteber
kaynaklarda bu âyetin Resûlullah efendimizin amcası Ebû Talib hakkında nazil
olduğu belirtilmektedir. Resûlullah efendimiz kendisinin çok iyiliğini gördüğü
amcasını son döneminde imana dâvet eder. Kureyş’in kendisini kınamasından
çekindiği için iman etmekten çekinen amcasına çok üzülen peygamberimize işte bu
âyet iniyordu. (Buhârî, Menakibu’l Ensar 40). Böylece Rabbimizin bu âyetiyle
elçisini teselli ettiğini anlıyoruz.
Bu
bölümde ayrıca dünya hayatının geçiciliğine, bağlanmaya değmez oluşuna dikkat
çekilmektedir. Yine bu bölümde dünyayı kıble edinip âhireti unutmuş, Allah ve
elçileriyle çatışma içine girmiş, refah içinde şımarmış nice toplumların helâk
yasasının mahkumu oldukları haber verilmektedir. Bunun için de kıyamet
sahnelerinin bazı bölümleri tasvir edilmekte, bu konuda kevnî deliller
serdedilmektedir.
Kasas
sûresinin son bölümünde (âyet 76-82) Kârûn kıssası anlatılmaktadır. Hz. Musa
aleyhisselâmın kavminden olup büyük bir dünya servetine sahip bulunan Kârûn
zenginliğine böbürlenerek insanlara zulmetmiş, sonunda Rabbimiz kendisini tüm
sahip olduklarıyla birlikte yerin dibine geçirmiştir. İlk defa adı bu sûrede
geçen ve bundan sonra kitabımızda iki sûrede daha kendisinden söz edilecek olan
Kârûn’un kimliği konusunda çeşitli rivâyetler vardır.
Bu kıssada
dünya malının fâni oluşu, bel bağlamaya değmez oluşu, dünyanın da,
içindekilerin de tümünün sahibinin sadece Allah olduğu, dolayısıyla onun
sahibinin istediği yerde kullanılması gerektiği, böyle yapılınca Allah’ın
vereceği sevabın dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olduğu
bildirilmektedir. Öte yandan bu kıssa, dolaylı olarak hem Mekke müşrikleri
arasındaki şımarık, Kârûn karakterli servet sahipleri, hem de bu kesime
imrenen, onların yerinde olmak isteyen mü’minler için çok büyük ibretler ve
uyarılar ihtiva etmektedir.
Kârûn
kıssasının hemen arkasından gelen iki âyette ise (âyet 83-84) yeryüzünde
büyüklük taslamaktan, elindeki Allah’ın verdikleriyle insanlara tepeden
bakmaktan, böylece yeryüzünde Allah’ın dü-zenini bozmaktan, fesat çıkarmaktan
sakınanların âhirette kurtuluşa erecekleri, böyle Allah kontrolünde muhsince
bir hayat yaşayanların yaptıkları amellere onların daha güzeliyle karşılık
verileceği, kötülük yapanların da işlediklerinin dengiyle cezalandırılacakları
belirtilerek kıssadan çıkarılması gereken derslere işaret edilmektedir. Sonra
sûre Allah’tan başka sözü dinlenecek, çektiği yere gidilecek, arzuları yerine
getirilecek İlâh bulunmadığını ve O’nun zâtından başka her şeyin helâk olacağını
ortaya koyan İslâm’ın tevhid ve ulûhiyet ilkelerini gündeme getiren âyetlerle
son bulmaktadır.
Böylece
sûredeki Firavun kıssasında iktidar gücünün, Kârûn kıssasında da ekonomik gücün
insanı gurur, kibir, azgınlık, şımarıklığa sevk etmesi, bu imkânların Allah’a
kullukta değil de O’nunla ve elçileriyle çatışmada, Allah kullarına zulümde
kullanılması halinde, bu verilenlerin onlar için nasıl bir felâkete dönüşeceği
ortaya konulmaktadır. Sûre ile alâkalı bu mukaddimeden sonra inşallah
âyetlerini tek tek tanımaya başlayalım. Rabbim gereği gibi iman eden ve amele
dö-nüştüren kullarından eylesin bizi.
1,2. “Ta, Sin, Mim.
Bunlar apaçık kitabın âyetleridir.”
Hurufu mukatta âyetinden sonra
sûreye Rabbimiz kitabına, kitabının âyetlerine dikkat çekerek başlıyor. Kitabın
âyetleri apaçıktır. Herkesin anlayabileceği netliktedir bu kitabın âyetleri.
Hiçbir kapalılığı yoktur. Mübîndir bu kitap. Âyetleri, hükümleri, ifadeleri,
yasaları apaçık ve parlak olduğu gibi, inzali de, Allah’tan gelişi de gün kadar
açık olan bir kitaptır bu kitap. İçinde insan yazgısı, insanın hayat programı bulunan ve kıyamete
kadar insanlığın tüm problemlerini çözecek ve kıyamete kadar bir harfine bile
halel gelmeyecek olan, kalpte olan, kabulde olan bir yazgıdır bu. Evet bu
kitabın özelliği âyetleri Mübîndir. Hakkı, hidâyeti, doğruyu hiçbir şüpheye
mahal bırakmayacak biçimde ortaya koyandır.
3. “Ey Muhammed!
İnanan bir millet için, sana Mûsâ ve Firavun olayını olduğu gibi anlatacağız.”
Ey peygamberim, iman etmek isteyen, yol bulmak
isteyen, hayatlarını bununla düzenlemek isteyenler için Biz sana Mûsâ ve Firavunun
haberini okuruz, okuyoruz. Biz sana Mûsâ’nın ve Firavunun haberini hak olarak,
haklı olarak, doğru olarak okuyoruz. Evet kâinatın sahibi olan, göklerin ve
yerin Rabbi olan Allah binlerce yıl önce gerçekleşmiş bir hadisenin
anlatımıyla, vahyiyle peygamberini bilgilendiriyor, şereflendiriyor. Tabii
peygamber şahsında kıyamete kadar Rab-bimizin bu haberleriyle bilgilenmek, şereflenmek,
iman etmek isteyen mü’minleri de şereflendirmek istiyor.
Evet demek ki bu haberin Rasulullah efendimize okunmasının hikmeti hem
Rasulullah efendimizin şereflendirilmesi, hem de kıyamete kadar bu haberlerle
ilgilenen kullarına şeref kazandırmasıdır. İşte şu anda bu Mübîn olan kitabı
elimize aldık ve Rabbimizin şeref sebebi olan bu haberini bizler de okuyoruz,
dinliyoruz. O haberlere bizler de şahitlik ediyoruz. İnsanların başka haberler
peşine düştüğü, şeytan haber merkezlerinin yalan haberleri altında ezildiği,
düşünme melekelerini bile kaybetmekle karşı karşıya kaldıkları, türlü türlü
bunalımlar içine düştükleri bir dünyada şu anda bizler Rabbimizin haberleriyle
meşgul oluyoruz. En doğru, en gerçek haberlerle birlikteyiz.
Her şeyi bilen, mutlak bilen, bilgisi
tam olan, bilgi kendisinden olan Rabbimizin bu sûresinde bize lâzım olan
göklerden, yerden, geç-mişten, gelecekten verdiği mutlak doğru haberleriyle
peygamberini ve onun yolunun yolcusu olan bizleri en doğru yola, Sırat-ı Müstakime,
kulluk yoluna, cennet yoluna ulaştırırken, işte bir Allah haberiyle daha
şereflenmenin, bilgilenmenin, hidâyet bulmanın izzet ve şerefine ulaşıyoruz.
Haberin okuyucusu Allah, dinleyicisi peygamber. Okuyucu peygamber dinleyicisi
sahâbe. Okuyucusu sahâbe dinleyicisi müslü-manlar. Okuyucusu şu anda ben
dinleyicisi sizler. Kıyamete kadar tüm müslümanlar okuyacaklar, tüm müslümanlar
dinleyecekler. Tüm müslümanlara ulaşacaktır bu haberler. Çünkü bu kitap Allah
koruması altındadır ve kıyamete kadar bu haberler bozulmadan gelecek nesillere
intikal edecektir.
4. “Firavun
memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu
güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu;
çünkü o, bozguncunun biriydi.”
Muhakkak ki Firavun arzda, Mısır’da büyüklendi.
Kendi büyük gördü, insanlara kendini büyük gösterdi. Mısır’da tanrılığını iddia
etti. En yüce arlık benim, benim üzerimde başka üstün varlık yoktur dedi. Mısır
halkı üzerinde egemenlik iddiasında bulundu. Bu ülkede tanrı benim, bana itaat
edeceksiniz, beni dinleyeceksiniz, benim arzularımı yerine getirecek, benim
yasalarımı uygulayacaksınız dedi. Benden başka Rab, ilah, melik
tanımayacaksınız dedi. Üzerlerine egemenleştiği, Rableştiği Mısır halkını da
fırkalara, gruplara, partilere ayırdı. Firavunun yaşayabilmesi için buna
ihtiyaç vardı. Tüm zalimlerin buna ihtiyacı vardır. Çünkü halkın Firavunlara karşı
tek yumruk, tek güç, tek yürek haline gelmeleri Firavunların sonu olacaktı.
Onun için halk bölünmeliydi. Çünkü halkta kendilerine zulmeden Firavunlara
karşı mutlaka bir tepki olacaktır. Firavunun zulmünü sürdürebilmesi için, iktidarını
koruyabilmesi için tek çare halkını birbirine muhalif çeşitli gruplara, çeşitli
partilere ayıracaktı. Bu partiler, bu gruplar birbirleriyle vuruşurlarken Firavunlar
yaşayacaklardı.
Yâni Firavunlara karşı işleyecek reaksiyon halkın kendi bünyesinde pasifize
edilecekti. Firavunlara yapılacak düşmanlık, grupların kendi aralarında yok
edilecekti. Böylece halkı gruplara ayıran Firavun perde arkasından kuvvetlenen
gruba karşı onları zayıflatmak için karşılarındaki zayıfları destekleyecektir.
Ve kendilerine yardım edilen gruplar gözünde Firavun kurtarıcı bir aziz haline
gelecekti. Ve bu partiler arasındaki kavga sürüp giderken Firavunlar yaşama
imkânı bulacaktı. İşte şu anda dünyanın her tarafında bu senaryo devam etmektedir.
Mısırda köleleştirilmiş İsrâil
oğullarına en akla gelmedik yöntemlerle zulmediyor, erkek çocuklarını
öldürerek, kızlarını da hayasızlaştırarak onları da zayıflatıyor, güçsüz hale
getiriyordu. Erkeklerine hayat hakkı tanımıyor kızlarını da hayasızlaştırarak
Mûsâları doğurma özelliğinden mahrum bırakıyordu. Zalim Firavun böylece kendisi
Allah’ın istediği bir hayatı yaşamadığı gibi, insanların da Allah’a kul olmalarına
engel oluyordu.
5,6. “Biz,
memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak onları önderler kılmak, onları
varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine,
çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.”
Evet Firavunun, Firavun sisteminin zulüm çarkları
altında ezilen, sömürülen, köleleştirilen, mus’taz’aflar haline getirilen, ırzları,
namusları yok edilen, şahsiyetleri silinen kullarının savunulmalarını, bu
zulümden kurtarılmalarını bizzat Rabbimiz kendi üzerine alıyor. Bakın buyuruyor
ki Rabbimiz. Biz istedik ki o mus’taz’aflara, o zayıflatılmış kullarımıza sahip
çıkalım, onlara yardım edelim, desteğimizle onlara Firavunlar karşısında
lütuflarda bulunalım, onları yeryüzünün egemenleri, yeryüzünün imamları,
önderleri kılalım. Yardımımız ve desteğimizle onları tekrar hürriyetlerine
kavuşturalım, iktidara getirelim, onlara imkân ve fırsat verelim ki onlar yeryüzünde
Firavunların zulümlerini bitirip Benim istediğim hayatı yaşamada ve yaşatmada
önderler olsunlar. Bulundukları coğrafyada Firavunların zulüm yasalarını
değiştirip Benim kulluk yasalarımı egemen kılsınlar. Benim arzularımı yerine
getirmede, Bana kulluk konusunda önderler, örnekler olsunlar, imamlar olsunlar,
herkese kulluğun nasıl olacağını göstersinler.
Evet Biz istedik ki o mustaz’afların kaderini değiştirelim. Ayaktakileri
baş yapalım, baştakileri zelil edelim. İktidarı bize düşman olan zalimlerin elinden
alalım da mus’taz’aflara verelim. Onlara yeryüzünde güç, kuvvet, saltanat
verelim ki âdil bir yönetimin, müslümanca bir hayatın nasıl olacağını
göstersinler. Zalimlere karşı onları destekleyelim ki zalim Firavunun, Hâmân’ın
ve ordularının Benim desteğimdeki müslümanlardan nasıl korkup sakındıklarını
gösterelim. Yıllardır bu mus’taz’aflar bir gün güçlenip de bize kafa tutacak
hale gelmesinler diye tedbir üstüne tedbirler alan o alçaklara korktuklarının
nasıl başlarına geldiğini onlara bir gösterelim.
Firavunun korkulu rüyasıydı bu
mus’taz’aflar. Tüm yeryüzü zalimlerinin korkulu rüyasıdır mus’taz’aflar. Çünkü
tüm zalimler zulümlerinin farkındadırlar. Zulmettikleri, kanlarını emdikleri
mustaz’afların mutlaka bir gün uyanıp kendilerinden zulümlerinin hesabını
soracaklarını bilmektedirler. Her gece hafakanlar geçirmektedirler acaba uyandılar
mı? Acaba kendilerine geliyorlar mı? diye. Acaba hesaplaşma başlıyor mu diye
ödleri kopmaktadır.
İşte bu yüzden Firavun da uykularını kaybediyordu. Acaba ülke yönetiminde
yeniden müslümanlar egemen olup ta kendi tanrılığını bitirip, Allah’ın istediği
hak ve adâlet ölçülerine göre bir hayatı tesis edecekler mi? Acaba tüm
insanlara gerçek hürriyeti tattıracaklar, benimkiyle Allah’ınkinin farkını
hissettirecekler mi? diye ödü kopuyordu. Buna engel olabilmek için, Allah
sisteminin uygulanmaya konmaması için, kendi sömürü düzenini devam ettirebilmek
için elinden gelen her şeyi yapıyordu. İsrâil oğullarının başarılı olmasını
istemiyordu. Onun için olmadık zulümler irtikap ediyordu. Müslümanların erkek
çocuklarını öldürüyor, kızlarını, kadınlarını da hayasızlaştırıyordu.
İşte Rabbimiz de Firavunun zulüm
çarkları arasında ezilen, yok edilen, zayıflatılan, iffet ve namusları
kirletilen kullarımızı Biz yeryüzünde destekleyip egemen kılmak, onları
iktidara getirmek ve yeryüzünde Allah egemenliğini kurmaları yolunda,
müslümanca bir hayatı gerçekleştirmeleri noktasında rol almalarını sağlayacağız
buyuruyor. Göklerin ve yerin sahibi olan, göklerde ve yerde yetki elinde olan,
tek söz sahibi olan Rabbimiz kararını bu noktada veriyordu. Allah öyle
hükmetmişti ve hükmü mutlaka gerçekleşecekti. İşte bu yasasının ha-beri böylece
geliyordu.
Bu savaşın iki tarafı vardı. Bir tarafta Allah, diğer tarafta da Allah
vardı. İman küfür savaşında bu değişmeyen bir yasadır. Kâfirler mü’minlerle
verdikleri her bir savaşta mutlaka karşılarında Allah’ı bulacaklardır. Evet
savaşın iki tarafı vardı. Allah ve Firavun. Elbette bu savaşta Firavunun bir
hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardı. Firavun istediği kadar müslümanları
yok etmek için planlar yapsın, Rab-bimiz de Mûsâ (a.s) hesabına, müslümanlar
hesabına bir hesabın içine giriyordu. Bakalım bu hesap nasıl gerçekleşecek?
Rabbimizin okuduğu bu haberi Mekke’de
kâfirler karşısına çok zor günler yaşayan müslümanlar dinliyorlardı. O günün
dünyasında Firavunun rolünü oynayan Mekkeli müşrikler müslümanlar göz açtır-mıyorlardı.
Müslümanları bir kaşık suda boğmanın hesabını yapıyorlardı. Aynen Firavun gibi
müslümanlara hayat hakkı tanımamaya çalışıyorlardı. Tıpkı Firavun dönemi
müslümanları gibi o günkü müslü-manların tek suçları da Rabbim Allah demekti.
Tüm zalim kâfirlerin gözünde en büyük işte buydu.
İşte böyle bir ortamda Rabbimiz Mekkeli müslümanlara bu haberi okuyarak
onlara büyük destek oluştururken Firavun yolunu takip eden düşmanlarına karşı
da çok büyük bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Ve şu anda bu haberi dinleyen,
tıpkı Firavun dönemi müslüman-ları gibi, Mekke dönemi müslümanları gibi
zalimler tarafından bir kaşık suda boğulmak istenilen, Rabbim Allah demelerine
izin verilmeyen bizleriz. Haber şu anda bize okunuyor. İyi dinleyelim ve
haberin gelişmesine dikkat edelim. Dikkat edelim ki kimin dediği oluyor? İyi
anlayalım göklere ve yere egemen kimmiş? İyi kavrayalım sonunda galip gelen
taraf kimmiş?
7. “Mûsâ'nın
annesine: “Çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman onu suya bırak;
korkma, üzülme; Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız"
diye bildirmiştik.”
Mûsâ dünyaya geliyor. Rabbimizin haberini okuduğu
şahsiyet küçücük bir çocuk olarak varlık sahnesinde yerini aldı. Firavunun korkulu
rüyası gerçekleşti. Halbuki Firavun O çocuk gelmesin diye, o çocuk doğmasın
diye ölüm yasası çıkartmıştı. İsrâil oğullarının doğan bütün erkek çocuklarını
öldürtüyordu. Hesabına göre doğar doğmaz Mûsâ öldürülecekti. Mutlaka Mûsâ
bunlardan birisidir diye binlerce çocuğun, binlerce Mûsâ’ların kanına
giriyordu. Tarihte hiç görülmemiş büyük bir tedbir alıyordu. Ama Onun tedbiri Allah’ın
takdirini değiştirememiş ve işte korktuğu Mûsâ dünyaya gelmişti. Firavun Onu
öldüreceğim diye çırpınıyor, ama Rabbimiz de Onu yaşatmaya karar vermişti.
Rabbimiz Firavunun tün tedbirlerini, tüm düzenlerini, tuzaklarını boşa çıkarıp
işte Firavunu yerin dibine geçirecek ve İsrâil oğullarını, mustaz’afları egemen
kılacak çocuk dünyaya gelmişti. Mûsâ’nın annesi Firavunun zulmünden tedirgin,
korku içinde. Ne yapacağını bil-miyor.
Biraz sonra Firavunun cellatları gelecek ve Mûsâ’sını elinden alıp gözleri
önünde öldürecekler. Anında Firavunun ölüm yasası uygulanacak. Mûsâ’nın annesi
böyle bir müthiş bir korku içinde kıvranırken Biz ona vahy ettik buyuruyor
Rabbimiz.
Sakın korkma, sakın üzülme, rahat bir
şekilde çocuğunu emzir. Durumundan korktuğun, gelmelerinden, bulmalarından
endişelendiğin zaman da hemen Onu denize, onu suya, yâni Nil nehrine bırak.
Bunu yaparken de sakın mahzun olma, kederlenip üzülme. Kesinlikle bilesin ki
Biz Onu sana tekrar iade edeceğiz. Çocuğunu tekrar sana döndüreceğiz. Hiç
korkma Onun başına hiçbir şey gelmeyecek. Ve yine bilesin ki biz Onu elçilerimizden
kılacağız. Onu peygamber yapacağız buyurur Rabbimiz.
Evet Firavun ve adamları müslümanların
bulunduğu, İsrâil oğullarının yaşadığı gecekondularda çocuk arıyorlar. Gece
yarısı evleri yokluyorlar köle mahallelerinde. Buldukları yerde, gördükleri
anda öl-dürecekler müslümanların çocuklarını. Onların ayak seslerini duyan
Mûsâ’nın annesi büyük bir korku içinde. İşte Rabbimiz yüreği korkudan parça
parça olmuş kadıncağıza vahy ediyor. Firavun oğullarının tükürüklerini bile
lâyık görmedikleri köle bir toplumun üyelerinden köle bir kadına vahy ediyor
Rabbimiz. Bu ne büyük bir şeref değil mi? Mûsâ’nın annesi Allah vahyiyle
şereflendiriliyor. Rabbimiz buyuruyor ki, korkma, üzülme. Eğer Onun
öldürüleceğini hissedersen, gelmelerinden, bulmalarından endişelenirsen hemen
Onu bir sandığın içine koy ve Nil’e bırakıver. Kesinlikle Onun başına hiçbir
şey gelmeyecek. O Bizim korumamız altındadır ve O Bizim elçilerimizden
olacaktır.
Anne aynen Rabbimizin buyurduğu gibi yaptı. Hemen Onu bir sandığın içine
koydu ve Nil’e bıraktı. Mûsâ suların üzerinde gidiyordu ve Rabbimizin iradesi,
Rabbimizin koruması Onun üzerindeydi. Her şeye gücü yeten, her şeye hâkim olan
Rabbimiz Onu Firavunun sarayına doğru yönlendirdi. O anda yine her şeyi yönlendiren
Rabbimiz Firavunun hanımını ve nedimelerini de o tarafa doğru yönlendirdi. On-lar
sarayın Nil’e bakan kısmında bir gezintiye çıkmışlardı. Ve Rabbi-mizin
takdiriyle çocuk onlara doğru geliyordu. Ve suda gelen sandığı gördüler.
8. “Firavunun
adamları onu almışlardı. Firavun, Hâmân ve askerleri, suçlu olduklarından; O,
onlara düşman ve başlarına da dert olacaktı.”
Firavun ailesi Onu, Mûsâ’yı bir lukata olarak,
yitik bir emtia ola-rak buldular. Ve artık Mûsâ Firavunun sarayındaydı.
Rabbimiz diyor ki, Firavun, Hâmân ve yardakçıları, hempaları suçlu oldukları
için, zalim oldukları için Mûsâ kendilerine bir düşman ve başlarına bir dert
olacaktı. Kendileri için bir düşman, bir hüzün, bir keder kaynağı olsun diye
Mûsâ’yı onların yanına, saraya gönderdik diyor Rabbimiz.
Çünkü Firavun, Hâmân ve askerleri büyük bir zulüm ve yanılgı içindelerdi.
Alçaklar ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Allah konusunda, müslümanlar konusunda
yanlış bir hesabın içine girmişlerdi. Allah’la savaşımlarında, müslümanlarla
savaşımlarında yanlış bir hesabın içindeydiler. Allah’la baş edebileceklerini
zannediyorlardı. Müslümanların kökünü kazıyabileceklerini hesap ediyorlardı.
İşte böyle bir yanılgıyla karşı karşıyalar. Adına binlerce çocuğun kanına
girdikleri, gelmesin diye, doğmasın diye tedbirler aldıkları çocuk şu anda
kucaklarındaydı. İşte şu anda öldürmek istedikleri Mûsâ saraylarındaydı. Her
konuda hâkim güç Allah’tı. Yeryüzünü idare eden onlar değil Allah’tı. Egemenlik
onlarda değil Allah’taydı. Bakın Firavunun karısı dedi ki:
9. “Firavunun
karısı: “Benim de senin de gözün aydın olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize
faydası olur yahut onu oğul ediniriz" dedi. Aslında işin farkında değillerdi.”
Ey Firavun, benim de senin de gözün aydın olsun.
İşte bir çocuk, nûr topu gibi bir erkek çocuğu. Bu çocukla ikimizin gözü de
aydın olsun dedi. Kadıncağız çok hoş bir ifadeyle, çok güzel bir yorumla
Mûsâ’yla gözlerinin aydınlığını istedi. Mûsâ’yı göz aydınlığı bildi. Sakın bunu
öldürmeyelim, belki Onun bize faydası olur, yahut da Onu evlât ediniriz dedi.
Aslında o kadın da Mûsâ’nın farkında değildi.
Rivâyetlere göre hanımının göz
aydınlığı talebine karşılık Firavun tam bunun tersini söyledi. Dedi ki hayır,
ben ondan dolayı bir göz aydınlığı filan istemiyorum. Senin gözün aydın olsun
dedi. Gerçekten de sonunda aralarındaki savaşta Firavunun göz aydınlığı
olmayacaktı O Çocuk. O karısının göz aydınlığı olacaktı ama Firavunun sonunu hazırlayacaktı
Mûsâ.
Bu kadın Âsiye annemizdi. Âhirette bu kadının gözü aydın olacaktı. Büyük
irade böyle istiyordu. Bakın iki peygamber karısı, o eve vahiy indiği halde,
insanlık o evden yayılan vahiyle dirildiği halde o iki evin hanımı müslüman
olmuyorlar da, yeryüzünün en despot, en zalim insanının karısı müslüman oluyor.
Gerçekten çok garip bir dünya.
Öyleyse hiç birimiz kesinlikle geleceğimizden enim olamayız. Rabbimize hep
şöyle dua etmeliyiz: Ya Rabbi bizi müslümanca yaşat, müslümanca öldür. Bizi
cennetine girdir ya Rabbi demek zorundayız. Değilse şu andaki gücümüz,
kuvvetimiz, peygambere yakınlığımız hiçbir değer ifade etmeyecektir. İşte Nûh
ve Lût (a.s)’ın hanımları, işte İbrâhim (a.s)’ı babası, işte Nûh (a.s)’ın oğlu
ve işte Rasulullah efendimizin amcası. Ve işte ben tanrıyım diyen Firavunun
karısı. Çocukları da olmadığı için Mûsâ’yı ölümden kurtarıp evlâtlık edinmek ve
onunla göz aydınlığına ulaşmak istiyor. Mûsâ’yı bilmediği halde öyle söylü-yordu.
Ve kadının teklifini kabul ettiler, kabul ettirdi Rabbimiz. O çocuk ta
İsrâil oğullarından bir çocuktu. O çocuk korktukları çocuktu, ama bilmedikleri
için kadının teklifini kabul ettiler. Çünkü büyük irade böyle istemişti, böyle
kararlaştırmıştı. Devletleri kuran, devletleri yıkan, Firavunlara geçici
yetkiler veren büyük irade böyle hükmetmişti. Kadının teklifiyle çocuk saraya
girdi. Şimdi perdenin öbür sahnesine, çocuğunu kaybetmenin acıları içinde
kıvranan Mûsâ’nın annesine bir bakalım, acaba o ne âlemde?
10. “Mûsâ'nın
annesi, gönlü bomboş sabahı etti, (oğlundan başka bir şey düşünemiyordu).
Allah'ın vaadine iyice inanması için kalbini pekiştirmeseydik, neredeyse saraya
alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı.”
Evet Mûsâ’nın annesi gönlü bomboş olarak
sabahladı. Yüreği sıkıntılı olarak sabahı etti. Merak içindeydi. Mûsâ’sı
gitmişti. Acaba ne olacaktı şimdi? Yavrucağızı, ciğerparesi nereye gitmişti?
Başına neler gelmişti? Nil’in azgın dalgaları arasında acaba nerelere
sürüklenip git-mişti? Acaba Firavunun askerleri Onu bulup öldürmüşler miydi?
Rab-bimiz buyuruyor ki bakın: Kendi vaadine iyice inanması için, mü’min-lerden
olması için eğer onun kalbini sağlamlaştırmasaydık az daha onu açığa vuracaktı.
Yâni az kalsın ben bu gece bir erkek çocuk dünyaya getirdim ve korkumdan onu
Nil’e bıraktım deyiverecekti. Yâni az kalsın, neredeyse sırrı ifşa
ediverecekti. Ama Rabbimiz Onun kalbini sağlamlaştırdı. Mü’minlerden olması
için Ona güç veriyor, imkân veriyor ve ana şefkatiyle onu rahatlatıyor. Ertesi
gün:
11. “Mûsâ'nın
ablasına: "Onu izle” dedi. O da, kimse farkına varmadan, Mûsâ'yı uzaktan
gözetledi.”
Kızına, Mûsâ’nın ablasına diyor ki, haydi erkek kardeşin
Mûsâ’yı biraz takip et, biraz araştırıp Onun âkıbeti konusunda bana haber getir
diyor. O kızcağız da saray erkanından, Firavunun adamlarından hiç kimsenin
haberi yokken, gizliden gizliye uzaktan çocuğu gözetledi. Sarayda ne olup
bitiyor? Bir hareketlilik var mı? diye uzaktan dikiz etti. Olay şöyle
gelişiyor. Sarayda çocuğa sütanneler araştırıyorlar. Ama Allah’ın hikmetiyle
Mûsâ buldukları hiç kimsenin, hiç bir kadının memesini almıyor. Çünkü Rabbimiz
Ona böylece emrediyordu. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
12. “Önceden, süt
annelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Mûsâ'nın ablası: “Size, sizin
adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi? “ dedi.”
Biz önceden Ona süt annelerin memelerini almasını
haram kıldık. Kimsenin memesini almıyordu çocuk. Baktılar ki kimsenin memesini
almıyor, sarayın görevlileri aciz kaldılar. Bunun sebebini bil-miyorlardı.
Çünkü Allah onların memelerini emme demişti. Bu durumu gözetleyen Mûsâ’nın kız
kardeşi dedi ki, size sizin adınıza ona iyi bakacak, ona iyi davranacak bir ev
halkını haber vereyim mi? Onu emzirecek bir aileyle tanıştırayım mı sizi? O
aile bu çocuğa çok güzel gelecek dedi ve hemen gidip annesine haber verdi.
Annesi çabucak gel-di ve çocuk annesinin sütünü hemen aldı. Böylece her şeye
egemen olan, her şeyi dilediği gibi takdir buyuran Rabbimizin buyruğu gerçekleşmiş
oldu.
Evet Rabbimiz Mûsâ’yı annesiyle böylece buluşturuverdi. Göklerde ve yerde
mutlak egemen olan, mutlak irade sahibi olan Allah, yetki sahibi olan Allah
çocuğunu annesine, annesini de çocuğuna ulaştırıverdi. Annesine vahy edip
korkma, onun başına hiçbir şey gelmeyecek ve onu sana döndüreceğiz buyurmuştu,
işte sözünü yerine getirdi Rabbimiz. Çünkü hayata hakim olan, dilediğini
dilediği gibi gerçekleştiren Allah’tır. Kimse O’nun iradesine engel olamaz.
Mülkünde mutlak tasarruf sahibidir.
13. “Böylece onu,
annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu
bilsin diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler.”
Evet böylece Biz onu ulaştırdık ki annesinin gözü
aydın olsun, oğlundan dolayı üzülmesin. Ve kesinlikle bilsin ki Allah sözünden
asla dönmez. Allah’ın vaadi haktır. Ve lâkin insanların pek çoğu bunu
bilmiyorlar. İnsanların pek çoğu Rablerini, Rablerinin gücünü, kudretini
tanımıyorlar. Rabbimiz böylece Mûsâ’yı hem de Firavunun sarayında anasına
teslim etti. Ana da sarayda, çocuk ta saraydadır. Ve Mûsâ anasının kucağında,
anasının sütüyle, anasının şefkat ve eğitimiyle büyümeye başlıyor. Allah’ın vaadi
böylece gerçekleşmiş oldu. Her şey Rabbimizin planladığı gibi olup bitti ve Firavunun
yapabileceği hiçbir şey de yoktu.
Çünkü yeryüzünün hâkimi Allah’tı. Mısır’da egemen olan Firavun değil
Allah’tı. Firavunların yetkisi ancak Allah’ın izin verdiği kadardı. Allah bu
yetkiyi kaldırıverdiği zaman tüm dünya meliklerinin yapabilecekleri hiçbir şey
yoktur. Herkes büyük iradeye teslim olmak zorundadır. Allah’ın yetki vermediği
alanlarda Firavunların hiçbir güç ve yetkileri yoktur. İşte gelmesin diye
tedbirler aldığı Mûsâ Firavunun sarayında bir prens olarak büyümektedir. Öldürmek
istediği çocuk kendi kucağında büyüyor. Allah yasasını böyle belirlemişti.
Firavunun gözleri kör oldu da göremedi Mûsâ’yı.
14. “Mûsâ erginlik
çağına gelip olgunlaşınca, ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle
mükafatlandırırız.”
Nihâyet Mûsâ ergenlik çağına ulaşıp ta güç kuvvet
sahibi olunca, saçılıp serpilince, buluğ çağına ulaşınca Biz Ona ilim ve hikmet
verdik diyor Rabbimiz. İlim ve dosdoğru yaşama gücü, hikmeti, basireti verdik.
Yâni dünyayı tanıma, eşyayı yerli yerince bilme ve düzgün davranma özelliği
verdik. Yâni Bizden elçilerimize ulaşan r
Evet Rabbimizin bu anlatımından anlıyoruz
ki Mûsâ (a.s) anasının verdiği eğitimle müslümanlığın, Allah’a imanın, Allah’ı
görüyor muşçasına Ona kulluğun farkındadır. Haberin içeriğinden bunu anlı-yoruz.
Bir de toplumda tanrılığını ilân eden Firavundan ve zulmünden haberdar olduğu
için onun dininde değildir. Zalim Firavun tarafında değil, müslümanlar
tarafındadır. İbrâhim dinindedir. İbrâhim (a.s)’ın torunlarından Yusuf (a.s)’ın
bıraktığı bir dindedir.
Evet Mûsâ (a.s) müslümandır ama bunu sarayda gizlemektedir, kimseye
söylememektedir. İşte Mûsâ (a.s) böyle bir hayatı yaşarken Rabbimiz Onun
hidâyetinin devamlılığını sağlıyor ve ileride tüm insanlığa rehber olabilecek
bir özelliğe doğru sevk ediyor onu.
Tabii bu tür ifadeleri söylerken
zorlanmamızın sebebi âyet-i kerîmenin bize çok açık olarak söylediklerinin
dışında belki kalan bilgiler olduğundan dolayı, ya da âyetleri kapsamlı bir
şekilde anlama gücüne erişemediğimizden dolayıdır. Ama eğer Kur’an’la
diyalogumuzu daha da artırdığımız zaman Rabbimizin izni ve yardımıyla daha
güzel anlama imkânını elde etmiş oluruz inşallah.
15. “Mûsâ, halkının
haberi olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı
olan iki adamı dövüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı
ondan yardım istedi. Mûsâ, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu.
“Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır” dedi.”
Mûsâ (a.s) halkının haberdar olmadığı bir zamanda
şehre girdi. Bir gün bilinmez bir vaziyette, tebdili kıyafet yaparak, bir saraylı
olarak, bir prens olarak değil de halktan birisi olarak şehre girdi. Saraydan
çıkıp şehirde halkın arasına katıldı. Şehirde iki kişi dövüşüyorlardı. Birisi
İsrâil oğullarından, kendi grubundan, kendi ailesinin grubundan,
müslümanlardan, devletin köleleştirdiği insanlardan ötekisi de karşı taraftan,
Firavun oğullarından iki kişi kişinin kavgasına şahit oldu. Kendi grubundan
olan İsrâil oğullu düşmanına karşı Mûsâ (a.s) dan yardım istedi.
Allahu âlem bu İsrâil oğullu Mûsâ (a.s)’ı tanıyordu. Bizim bir çocuğumuz,
bizim bir gencimiz şu anda Firavunun sarayında büyüyor diye gizliden gizliye
kölelerin hepsi bunu biliyordu. Biliyorlar ve olayı takip ediyorlardı. İşte
Mûsâ’yı tanıyan o İsrâil oğullu düşmanına karşı Mûsâ (a.s)’ı imdadına çağırdı.
Mûsâ (a.s) da kendi tarafındaki kişiye yardıma koşup Firavun oğulluya bir tokat
vurdu ve adam oracıkta ölüverdi. Ve olacak oluverdi. Bir yumrukluk canı varmış adamın
ve öldü.
Mûsâ (a.s) o anda yaptığı işin yanlışlığını anladı. Bu şeytanın bir işidir,
çünkü o apaçık bir düşmandır dedi. Ben bunu yapmamalıydım, gerçekten şeytanın
saptırmasına kapıldım dedi. Sonra şöyle dedi:
16. “Mûsâ:
"Rabbim! Doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla” dedi. Allah da onu
bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir.”
Ya Rabbi, doğrusu ben kendime zulmettim. Ben yapmamam
gereken şeyi yaptım. Bu yaptığım yanlıştan dolayı beni bağışla ya Rabbi. Ben
bunu bilerek ve isteyerek yapmadım. Ben o adam ölsün diye, öldürmek niyetiyle
vurmadım. Adam beni yardıma çağırdı, ben de ikisini ayırayım diye vurdum, ama
adam ölüverdi dedi, Allah’tan af diledi, Allah da onu bağışladı. Şüphesiz ki
Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
17. “Mûsâ:
"Rabbim! Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı
olmayacağım" dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) hemen suçu kabullenip Rabbinden af
diledi. Çünkü böyle bir ortamda Rabbinin ondan böyle bir şey istediği yoktu.
Yâni o ortamda Mûsâ (a.s)’ın böyle bir olaya karışıp adama yumruk vurmasına
gerek yoktu. Onun içindir ki Mûsâ (a.s) suçunu itiraf ediyor. Evet şeytan
suçlu, şeytan vesvese vermiştir ama esas suçlu benim, ben bunu yapmamalıydım
dedi, tıpkı atası Adem (a.s) gibi. Hani şeytanın iğvasıyla yenmemesi gereken
meyveden yiyip de üzerleri açılıverince Adem atamız ve Havva anamız da aynı
şeyi söylemişlerdi. Evet demek ki bir müslüman bir suç işlediği zaman hemen
bunu kabullenecek ve Rabbinden af dileyecek. Suçu başkalarına atmaya
çalışmayacak.
Ya Rabbi, bana verdiğin nimetlerle ben
bundan sonra günâhkârlara, mücrimlere asla arka çıkmayacağım. Zalimlere, günâhkârlara
asla yardımcı olmayacağım. İşte beni böyle bir yanlışa sevk ettiler ve ben de
böylece adamı öldürmüş oldum dedi.
18. “Şehirde, korku
içinde etrafı gözetip dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse
bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Mûsâ ona: “Doğrusu sen besbelli bir
azgınsın” dedi.”
Bunun üzerine Mûsâ şehirde işlediği bu suçtan
ötürü korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Merak ve korku içindeydi. Ne
olacaktı şimdi? Başına neler gelecekti? Ve dün kendisinden yardım isteyen herif
yine bağırıyordu. Tekrar Mûsâ (a.s) dan yardım istiyordu. Mûsâ (a.s) ona dedi
ki: Doğrusu sen besbelli bir azgınsın. Dün beni bir yanlışa sevk ettin ve şimdi
de bir başkasıyla kavgana beni çağırı-yorsun dedi.
19. “Mûsâ, ikisinin
de düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Mûsâ! Dün bir cana
kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil,
ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun “dedi.”
Ve sonunda Mûsâ ikisinin de düşmanı olan kimseyi
yakalamak isteyince, dünkü o kavgada yerini alan o İsrâil oğullu dedi ki, ey
Mûsâ, dün bir adam öldürmüştün. Dün o adamı öldürdüğün gibi, bugün de beni mi
öldüreceksin? Dünkü kıtalın gibi bugün de benim katilim mi olacaksın? Niyetin
nedir senin? Sen yeryüzünde bozguncu olmak mı istiyorsun? Sen yeryüzünde
ıslahçı olmak istemiyor musun? Onun ağzından bunları duyan Mûsâ (a.s) orada
şaşkınlıktan dona kalmıştı. Ne yapıyordu böyle? Dün bir serseri hatırına bir
adam öldürmüştü, bugün yine aynen onun benzeri bir kavganın içine çekiliyordu.
Bu uyarıcı sözler onu ayıktırmıştı. Yoksa Mûsâ (a.s) yeryüzündeki
zorbalardan biri mi olmak istiyordu? Öyle bir niyeti mi vardı? Hayır. O sadece
hayırdan yanaydı. O sadece Allah’la barışık bir mü’min olarak toplumunu
Allah’la barışık bir hayata ulaştırmayı hedefliyordu. İnsanları öldürmek için
değil, diriltmek için gelmişti. Allah’tan habersiz insanların kalplerine bir
diriliş nefesi verecekti. Böylece köleler toplumunu diriltecek ve özgürlüğe
götürecekti. Köleleri köleleştirenlerin de zulüm ve işkencelerine son verecekti.
Öldürülen çocukları zalimlerin elinden kurtaracaktı. Zorbaların, zalimlerin zulümlerine
engel olacaktı. Mazlumlara hayat verecek, insanları cennete ulaştıracak bir
dinin, bir hayatın dâvetçisi olacaktı. Artık toplumda işkenceler, zulümler bitecek,
insanlar özgürce, insanca bir hayata kavuşacaklardı. Bütün peygamberler gibi
Mûsâ (a.s) da bu görevleri üstlenecekti. Ama şimdi ne oluyordu? Bu olup
bitenler de neyin nesiydi? Sıkıntılıydı Mûsâ (a.s). İşte tam o anda:
20. “Şehrin öbür
ucundan koşarak bir adam geldi: "Ey Mûsâ! İleri gelenler, seni öldürmek
için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum”
dedi.”
Şehrin öbür ucundan, uzak noktasından bir adam koşarak
geldi ve dedi ki ey Mûsâ, şehrin ileri gelenleri seni öldürme konusunda
aralarında görüşüyorlar. Senin dün bir adam öldürdüğünü haber almışlar ve seni
öldürmeyi düşünüyorlar. Dikkatli ol ve çabuk kaç buradan. Hemen uzaklaş
buradan. Doğrusu ben sana nasihatçiyim. Ben seni seven ve sana öğüt
verenlerdenim. Bir dost olarak benim sözümü dinle ve hemen terk et burayı.
Çünkü Mûsâ’nın işlediği suçun cezası ölümdü. Mısırda böyle bir yasa vardı.
Alçak Firavun kendisi binlerce çocuğu öldürürken kendisine bu yasa sökmüyordu
ama Mûsâ (a.s) kazayla bir adam öldürünce onun suçu hemen ölümdü.
Kimileri Mûsâ (a.s)’a bu haberi getiren
kişinin İsrâil oğullarından birisi olduğunu söylemişler, kimileri de bu kişinin
Mü’min sûresinde anlatılan Mü’min kişi olduğunu söylemişlerdir. O zaman bu kişi
Al-lahu âlem Kıptilerden, Firavun hanedanından, Firavunun akrabalarından
birisiydi ki Mûsâ (a.s)’a iman etmişti. Bunu duyan Mûsâ (a.s):
21. “Mûsâ, korku
içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı. “Rabbim! Beni zalim milletten
kurtar” dedi.”
Korku içinde çevreyi gözetleyerek, etrafı tarassut
ederek oradan ayrıldı, şehirden kaçtı. Ve şöyle diyordu: Ey Rabbim, beni
zalimler kavminden kurtar. Evet Mûsâ (a.s) köle bir toplumun üyesi, ama Firavun
sarayında büyümüş, Firavunun varisi konumunda, Firavunun karısının evlâdı, göz
aydınlığı durumunda, ve de sarayda İsrâil oğullarının temsilcisi makamında bir
prens. Şimdi bir adam öldürmüş ve sarayı, ülkeyi terk ediyor. Köleleştirilmiş
toplumunu, anasını, babasını, erkek ve kız kardeşini, ülkesini terk ediyor.
Evet ilerde de gelecek Mûsâ (a.s)’ın bir erkek kardeşi var. Nedir adı?
Harun. Hayır o öldürülmedi. Bir dönem İsrâil oğullarının erkek çocuklarını
öldürdü Firavun. Ve bir ara adamları, danışmanları gelip Firavunu uyardılar.
Dediler ki efendimiz, biz bu kölelerin çocuklarını öldürüyoruz ama, işlerimizi
kime gördüreceğiz? Sanayide, tarımda, yolların yapımında, temizlik işlerinde,
barajların yapımında, piramitlerin inşasında kimi kullanacağız? Kimi çalıştıracağız?
Onun için bir yıl doğanları öldürelim, bir yılda bu işleri gördüreceklerin büyümesi
için öldürmeyelim dediler.
Ve işte Mûsâ (a.s)’ın erkek kardeşi Harun bu öldürmedikleri yılda dünyaya
geldiği için o yasadan kurtulmuştur. Mûsâ (a.s) ise öldürdükleri yıl dünyaya
gelmişti.
22. “Medyen'e doğru
yöneldiğinde: “Rabbim bana doğru yolu göstereceğini umarım” dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) Mısır’ı terk edip Medyen’e doğru yöneldi.
Yâni bulunduğu ülkenin doğusuna doğru gitti. Acaba niye o tarafa doğru gitti?
Bunu kendisi biliyor muydu? Bilmiyoruz. Ama anlıyoruz ki Rab-bimiz onu o tarafa
doğru yönlendirdi. Dikkat ederseniz baştan beri bize haberi okuyan Rabbimiz
kendi iradesini hep ön planda tutuyor. Tüm kâinatta hâkim iradenin kendisi
olduğunu, her şeyi kendisinin yönettiğini bize anlatıyor, hissettiriyor. Bakın
işte Mûsâ (a.s)’ı da Med-yen’e doğru yönlendiriyor. Mûsâ Medyen’e doğru
yöneldiğinde şöyle diyordu: Rabbim, bana doğru yolu göstereceğini, beni koruyacağını
ümit ediyorum diyor.
23. “Medyen suyuna
geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka,
hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: “Derdiniz nedir?” dedi.
“Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır onun için bu işi
biz yapıyoruz" dediler.”
Nihâyet uzun bir yolculuğun sonunda Medyen’e ulaştı
ve orada bir su başında davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Ayrıca
erkeklerden uzaklaşmış bir kenarda hayvanlarını sudan engelleyen iki kızcağız
gördü. Onlar bir kenarda bekliyorlar, çobanların arasına ka-rışmıyorlardı. Mûsâ
(a.s) o iki kızcağızın yanına varıp dedi ki, sizin du-rumunuz nedir? Sizin işiniz
ne burada? Ne için duruyorsunuz burada? Bu iffet ve haya timsali görüntünüzle
bu erkek çobanların arasında ni-ye bulunuyorsunuz? Kimseniz yok mu sizin?
Babanız, erkek kardeşiniz yok mu ki sizler buradasınız? dedi.
Yâni sizin burada olmamanız gerekiyordu dercesine bir soru sordu onlara.
Onlar da dediler ki bu çobanlar işlerini bitirip buradan gitmedikçe biz onlara
yaklaşmıyoruz. Biz onlardan uzak durarak iffetimizi koruyoruz. Biz buradayız
ama bizim başka da bir seçeneğimiz yoktur. Babamız ihtiyar bir kimsedir, onun
buraya kadar gelecek imkânı yoktur. Erkek kardeşimiz, oğlumuz da yoktur. Onun
için mecburen biz geldik koyunlarımızı sulamaya dediler. İşte bu şartlar altında
biz buradayız dediler. Onların bu durumlarını öğrenip merhamet eden Mûsâ (a.s):
24. “Mûsâ onların
davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim! Doğrusu bana
indireceğin hayra muhtacım" dedi.”
Evet Mûsâ (a.s) Mısırdan kaçmış,
Firavun ve toplumunun zulmünden gizlenmek üzere geldiği Medyen ülkesinde bir
kuyunun kenarında duruyor. Biraz önce çobanlar, insanlar koyunlarını sulamışlar.
Onların arkalarından iffet ve haya sahibi, iffet ve hayalarını korumaya azami
dikkat eden iki kızcağızın koyunlarını sulamaya Mûsâ (a.s) yardımcı olmuş,
işleri bitince onlar da oradan ayrılıp gitmişler Mûsâ (a.s) oracıkta kalmış.
Herkes evine çekilmiş, Mûsâ oracıkta. Bir suçtan ötü-rü, bir adamın ölümüne
sebep oluşundan ötürü ülkesini terk etmiş, yeryüzünün en zalim yönetiminin
şerrinden kaçmış, uzun bir yolculuğun sonunda yorgun ve bitkin düşmüş, aç ve bîlaç
bir vaziyette, tanımadığı bir ülkede gariplik içinde bir kenara oturmuş
düşünüyor. Şu anda nerede bulunuyor? Hangi ülkede? Hangi coğrafyada bulunuyor?
Ve acaba bundan sonra başına neler gelecek? İşte böyle bir atmosferde Mûsâ
(a.s)’ın şu duasına şahit oluyoruz:
Ey Rabbim, şu anda ben bana indireceğin
her bir hayra fakirim. Bana göndereceğin her bir hayra muhtacım. Bana bu
durumda yardım edecek ancak Sensin. Ben yardımı, hayrı sadece Senden beklerim.
Durumumu ancak Sana açarım. Bana yardım et ya Rabbi. Yardımcım ol benim. Evet
söyleyin böyle bir durumda kime muhtaç olunur? Kime muhtaç oluruz Allah’tan
başka? Kime dua edip yardım isteyebiliriz Allah’tan başka? Kim yardım edebilir
bize? İşte Mûsâ (a.s) da yardımı Allah’tan bekliyor. Gerçekten Mûsâ (a.s)’ın bu
halini anlamak zordur.
Firavunun sarayında büyüsün. Sarayda bir prens olarak her türlü imkâna
sahip olsun. Sonra kazara bir adamı öldürsün. Öldürdüğü kişi Kıptilerden, ülke
yönetiminde söz sahiplerden, elit tabakadan birisi olsun. Böyle siyasal bir suç
işlesin ve korkusundan ülkesini terk edip o güçlü, o zalim, o tutuğunun işini
bitiren devletin sınırlarını tek başına aşsın, bilmediği, tanımadığı yad ellerde
bir kentte, bir kuyunun kenarında belki bir ağaca yaslanıp düşünürken elbette Onun
yalvarıp yakaracağı tek mercii Allah olacaktır. Böyle garip birinin halini Allah’tan
başka bilecek, anlayacak kim olabilir de? Kime anlatabilirdi derdini? Kime
açabilirdi sıkıntısını? Kim sahiplenebilirdi böyle zalim bir ülkenin kaçağını?
Elbette böyle bir durumda dualara icabet eden, yalvarışlara cevap veren,
çaresizlere yardım eden, kendisine sığınanları asla yalnız bırakmayan bir tek
varlık vardı, Allah. Bakın Rabbimiz hemen anında kulunun duasına icabet ediverdi
de o kızlardan biri kendisine yönelerek geliverdi, gönderiverdi onu Rabbimiz.
25. “O sırada,
kadınlardan biri utana, utana ona geldi: "Babam sana sulama ücretini
ödemek için seni çağırıyor" dedi. Mûsâ ona gelince, başından geçeni
anlattı. O: "Korkma, artık zalim milletten kurtuldun” dedi.”
Tam o esnada kızlardan biri, iffeti yerinde,
hayası yerinde, utana, utana Mûsâ (a.s)’a geldi ve dedi ki, babam seni
çağırıyor. Babam seni dâvet ediyor. Bizim koyunlarımızı suladığın için, bize bu
konuda yardımcı olduğun için sana ecrini, ücretini vermek üzere babam seni
istiyor. Mûsâ (a.s) elbette bu işi ücretle yapmamıştı. O ücret peşinde koşan,
yaptığı bir iyiliğin karşılığını almak için can atan birisi değildi. O şerefli,
kutlu Allah elçileri ailesinin bir üyesiydi ve yaptığı her şeyi sadece Allah
için yapanlardan birisiydi. Derdi dünyalıklara ulaşmak değildi ama ne yapsındı?
O anda çaresizdi, gidecek bir yeri yoktu. Bir sığınağa, bir barınağa ihtiyacı
vardı. Bunun için Rabbine de dua dua yalvarıp yakarmıştı. Ya Rabbi şu anda
senden gelecek her bir hayra muhtacım demişti.
Ve işte Rabbi de muhtaç olduğu imkânı karşısına çıkarmıştı. Rabbi ona bir
yol açmıştı. Ve üstelik karşı taraf ta güzel bir fedâkârlık örneği sergiliyor,
cömertlik örneği gösteriyordu. Gelen kızcağızın tavrı, iffeti, cömertliği,
vefakârlığı vardı. Belli ki iyi babanın çocuğuydu. Namuslu bir aileden
geliyordu. Ve Rabbimiz iki mübarek şahsiyeti, iki kutlu elçiyi karşı karşıya
getirecekti. Kader onları birbirlerine yaklaştıracaktı.
Ve Mûsâ (a.s) o kızların babasına
geldi. O Sâlih ihtiyara, yâni Şuayb (a.s)’a bir bir kıssasını, başından
geçenleri anlattı. Şuayb (a.s) da Ona dedi ki, sakın korkma. Hiç endişelenme.
Bilesin ki sen zalim bir kavimden, Firavunun elinden kurtuldun. Firavun
toplumunun zulmünden kurtuldun. Şu anda benim yanımda emin bir makamdasın. O
zalimin buraya asla zulmü, eli, yetkisi ulaşamaz.
Evet dünyada zalimler, dünyada zalim
devletler ne kadar da güçlü olurlarsa olsunlar, devletleri, iktidarları, saltanatları
ne kadar da görkemli olursa olsun, zulüm elleri ne kadar da dünyayı kaplarsa kaplasın,
egemenlikleri ne kadar da yaygın olursa olsun mutlaka güçlerinin bir sınırı
vardır. Rabbimiz bu dünyada insanlara yetki veriyor ama hiçbir güce sınırsız
yetki vermiyor. Hiçbir krala, hiçbir sultana, hiçbir melike Rabbimiz süreklilik
ve sınırsız yetki verip de bu dünyada onu egemen kılmıyor. Bu dünyada
Rabbimizin koyduğu yasa gereği herkes için imtihan sınırlıdır, güç, kuvvet,
saltanat, hayat sınırlıdır, yetki sınırlıdır.
İşte görüyoruz ki yeryüzünün en güçlü, en zalim bir devletinin, ben bu
ülkenin rabbiyim diyen, benden başka ilah yoktur diyen, halkı gruplara,
partilere ayırıp birbirlerini birbirlerine kırdıran, ezdiren, köleleştirdiği
İsrâil oğullarının oğullarına hayat hakkı tanımayan, kızlarını hayasızlaştırıp
Mûsâ’yı doğuracak iffet ve namus özelliğinden uzaklaştıran zalim Firavunun hem
de yanı başındaki bir coğrafya eli uza-namıyor. Şimdiki Firavunların
Afganistan’daki Üsame Bin Ladine ellerinin uzamadığı gibi. Elbette Allah onların
zulmünden sığınacak bir kucak veriyor mü’minlere. Ne kadar da büyük ve zalim
devlet olurlarsa olsunlar yetkileri sınırlıdır. İşte Mûsâ (a.s)’ı bir ihtiyar
adam ülkesinde saklayabiliyor. Mûsâ (a.s) artık orada rahatlamıştır.
26. “İki kadından
biri: "Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi
bu güçlü ve güvenilir adamdır" dedi.”
O kızlardan biri, Şuayb (a.s)’ın kızlarından biri
dedi ki: Ey babacığım, Onu, Mûsâ’yı hizmetli tut. Bizim bir çobana ihtiyacımız
var. İşlerimize yardımcı olacak birine ihtiyacımız var. Böyle birisi olmadığı için
bizler erkekler arasında gidip gelmek, işlerimizi kendimiz görmek zorunda
kalıyoruz. Namuslu, iffetli kızlar olarak bu bizim fıtratımıza, bizim kız olma
yaratılışımıza terstir. Bu genci hizmetli tut ta bizim yap-mak zorunda
olduğumuz işlerimiz bundan sonra o yapsın. Koyunlarımızı güdüp işlerimizi
görsün. Gerçekten ücretli tuttuklarının en hayırlısı, güçlü, güvenilir bir
adamdır bu dedi. Hem gençtir, hem de kavidir, kuvvetlidir, hem de emin bir kimsedir.
Evet böylece yeryüzünün en güçlü
devletinin sarayında prens olarak büyüyen Mûsâ (a.s) Medyen’de ihtiyar bir
adamın yanında koyun çobanıdır. Yâni sarayda fıtrattan uzak bir atmosferde
büyümüş ona Mûsâ (a.s) burada fıtrata dönecektir. Zulmün sarayında, insanları
ezen, sömüren, zulmeden, asan, kesen, kendi rejimini ayakta tutabilmek için
insanların kanlarını emen, insanları yoksul bırakan, insanları acımasızca
öldüren bir zalimin sarayında asla öğrenmesi, kazanması mümkün olmayan
özellikleri burada kazanacak. Burada çoban olarak hayvanları gütmeyi, onları
korumayı, onları eğitmeyi öğrenecek, bir deneyimden geçirilecekti. Çünkü daha
sonra O, insanları güdecek, in-sanları eğitecekti. Hakları, hukukları,
özgürlükleri, namusları, iffetleri, her şeyleri ellerinden alınıp köle durumuna
düşürülmüş bir toplumu, peygamber çocuklarını, İsrâil oğullarını özgürlüğe
kavuşturmada, Firavun sisteminin çarkları arasından kurtarmada önderlik ve
rehberlik görevini üstlenecekti. Sonra burada dağlarda açlığa, susuzluğa, mahrumiyetlere
alışacak, sabrı ve metaneti öğrenecekti. Ve işte şu anda Mûsâ (a.s)’ın önünde
bir başka dünya, bir başka hayat vardı.
Evet Şuayb (a.s)’ın kızlarından
birisinin teklifi ve baba tarafından değerlendirilmesine şahit oluyoruz.
Kızcağızın babacığım onu ücretli tut. Çünkü O hem güvenilir, hem de emindir
diyordu. Peki acaba bu kızcağız Mûsâ (a.s)’ın bu özelliğini nereden bilmiştir?
Bunun cevabını tefsir kitapları şöyle verir: Hani Mûsâ (a.s) kuyunun kenarında
insanlar koyunlarını sularlarken iffet ve hayaları yününden kenarda bekleyen,
erkeklerin içine karışmayan o kızları gördüğü zaman onlara sizin burada ne
işiniz var? Hiç kız çocuklarının erkeklerin arasında bulunması yakışır mı?
Sizin gibi iffetli kızların böyle bir dünya endişesiyle, bir rızık derdiyle
böyle bir duruma düşmesi yakışır mı? Benzer ifadesiyle sizin burada ne işiniz
var da buradasınız? gibi bir ifadesine karşılık o kızcağızlar şöyle cevap
vermişlerdi: Biz erkeklerin arasına karışmıyoruz. Ama bizim koyunlarımı
sulayacak, bizim rızkımızı bize ulaştıracak başka kimsemiz yoktur. Babamız da
ihtiyardır şeklindeki haklı mâzeretlerine binaen onların koyunlarını sulamaya
yardım etmek istemiş ve onlarla konuşurken yüzlerine bile bakmamış, onlara
onların iffet ve hayalarını zedeleyecek bir davranışta bulunmamış, kendisinin
de iffetli ve hayalı olduğunu göstermişti ya işte kızcağız onun emin ve
güvenilir bir kimse olduğunu buradan çıkarmıştır.
Yine Onu babasına götürmek üzere kız onun önünden giderken, Ona
mihmandarlık yaparken Mûsâ (a.s) ona şöyle demişti. Sen arkada kal, eğer ben
yolumu şaşırırsam gerekirse sen arkadan taş atarak, ya da başka bir şekilde
yolumu doğrult demişti ve namus gereği kızın arkadan gelmesini istemişti; işte
bu da Onun eminliğinin bir başka deliliydi. Yine koyunların sulandığı ortamda
kuyunun ağzındaki ağır bir taşı tek başına kaldırması da Onun güçlülüğüne bir delildi.
Gerçekten Mûsâ (a.s) çok güçlüydü ki Firavun oğullarından bir kıptiye vurduğu
bir tokat hemen oracıkta onu öldürüvermişti. Evet o kızcağız bütün bu
değerlendirmelerle babasına böyle bir teklifte bulunmuş ve babası da dedi ki:
27. “Kadınların
babası: “Bana sekiz yıl çalışmânâ karşılık bu iki kızımdan birini sana
nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan o senden bir lütuf olur. Ama
sana ağırlık vermek istemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın” dedi.”
Ben istiyorum ki sekiz yıl bizim koyunlarımızı gütmen
karşılığında şu iki kızımdan birini seninle nikâhlayayım. Mehir olarak sekiz
yıl bize çalışmânâ karşılık kızlarımdan birini seninle evlendirmek istiyorum.
Ama sen bu sekiz yılı on yıla tamamlarsan bu senden bize bir lütuf olur. O
zaman anlaşmayı ona göre yaparız. Buna mecbur değilsin, illâ da on yıl diye
seni zorlamam ama yaparsan sen bilirsin. İnşallah beni sâlihlerden bulursun,
bulacaksın. Ben de sana verdiğim sözden caymayacağım. Aramızdaki anlaşmaya ihanet
etmeyeceğim. Ne sözleşmişsek aynen onu yerine getireceğim dedi. Bunun üzerine
Mûsâ (a.s) dedi ki:
28. “Mûsâ: “Bu
seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım bir
kötülüğe uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir” dedi.”
Bu benimle senin aranda bir sözleşmedir. İkimiz arasında
bir anlaşmadır. Bu ikisinden hangisini seçersem, hangisini tercih edersem artık
bu konuda bana bir düşmanlık olmasın. Seçimimde bana bir haksızlık yapılmasın.
Sözlerimize, taahhütlerimize vekil, şahit Allah’tır dedi. Ve işte böylece
anlaşma gerçekleşti ve Mûsâ (a.s) Medyen’e, Şuayb (a.s)’ın ülkesine yerleşmiş
oldu. Şimdi artık O bir ücretle tutulmuş çobandı. Çocukluk yılları, gençlik ve
olgunluğa geçiş döneminde O bir prensti. Sarayda büyük imkânlar içinde büyüdü,
yetişti. Ama her ne kadar saray eşrafından görünse de O köle bir toplumun
üyesiydi. Bunu biliyordu. Rabbimiz sarayda büyüyen Mûsâ’yı şimdi başka bir atmosfere
çekti. Rabbimizin takdiri böylece gerçekleşmiş oldu.
Yâni belki kendiliğinden oralara gelmeyecek, gelemeyecekti. Lâkin Allah’ın
kaderiyle Mısırda bir adam öldürdü ve kaçmak zorunda kaldı. Senaryoyu Allah
böyle yazmıştı. Aslında kendisinin doğmaması için öldürülen binlerce çocuğun
yerine O sadece onlardan, zalimlerden, katillerden bir kişiyi öldürmüştü. Ama
ne olursa olsun Mûsâ Firavun oğulları tarafından çok büyük bir suçla suçlanacaktı.
Niye? Çünkü O köle bir toplumun üyesiydi. Ötekiler yöneticiydiler. Onların
öldürme hakları vardı. Alçaklar kendileri binlerce çocuğun kanına girerken kanunları
uygulamıyorlar, yasaları işletmiyorlardı. Düzenin yaşaması için, sistemin
ayakta kalması için o çocuklar öldürülmeliydiler. Firavunun bu konuda
dokunulmazlığı vardı. Devletin âli menfaatleri bunu gerektiriyordu. Ama köle
topumun üyelerinden birisi kendilerinden bir tek kişiyi öldürdüğü zaman yasalar
hemen harekete geçmeliydi. İşte zulme dayalı bir sistemin, zalimce bir hayatın
yasasıydı.
İsrâiloğulları, peygamber çocukları,
müslümanlar Mısır’da köleydiler. Hiç bir hakları yoktu. Erkek çocukları öldürülüyor,
kızları hayasızlaştırılıyor, kadınlarının rahimleri yoklanıyor ve güçlüleri de
en zor ve en kötü işlerde köle olarak çalıştırılıyorlardı. Hayatta kalıp çalışanların
hayatları da ölümden farksızdı. Hapsi Firavun oğullarının ma-teryalist eğitim
sistemine tabi tutuluyorlar ve dinleri, imanları, namus ve iffetleri her
şeyleri bitiriliyordu. Şahsiyetleri siliniyordu. Böyle bir eğitim sistemine
tabi tutuldukları için de özgürlük nedir? Kölelik nedir? bilmiyorlardı. Düşünme
yetenekleri ellerinden alındığı için de özgürlük sevdalısı olmaları da mümkün
görünmüyordu. İçinde bulundukları pis-likten memnun, kaderci bir anlayış içinde
yuvarlanıp gidiyorlardı. Bulabildikleri bir ekmek veya Firavun sisteminin
kendilerine lütfettiği küçücük bir makamla avunup günlerini gün etmeye
bakıyorlardı.
İşte eğitilmek üzere Medyen’e çekilen
Mûsâ (a.s)’n ilerdeki gö-revi bu insanları özgürlüğe taşımak olacaktı. İşte
burada Rabbimizin bu hikmetini görüyoruz. Eğer Rabbimiz Onu Medyen’e getirmeseydi,
burada belli bir eğitimden geçirmeden sarayda Ona bu görevi vermiş olsaydı
elbette Mûsâ (a.s) saray şartlarında ezilen, horlanan, oğulları öldürülen,
kızları hayasızlaştırılan bu halkın durumunu, sıkıntısını anlayamayacaktı.
Çünkü sarayda her çeşit imkânlar içinde büyüyen, yokluk nedir? Açlık nedir?
Kölelik nedir? Ezilmek nedir? Sömürülmek nedir? bilmeyen bir kimsenin onların
halinden anlaması mümkün olmayacaktı.
Onun içindir ki hikmeti sonsuz olan Rabbimiz hikmeti gereği Onu saraydan
alıp çöle çekti. Tıpkı azizin evinde büyüyen Yusuf (a.s)’ı oradan söküp zindana
atarak garibanların, ezilenlerin, suçsuzların haline muttali kılarak eğittiği
gibi. Rabbimiz Mûsâ (a.s)’ı çölde çobanlığa getirdi. 8 ya da 10 yıllık bir
çobanlık hayatıyla Rabbimiz Onun sarayda kazandığı tüm alışkanlıklarını
silecekti. Artık yatağı sa-raydaki gibi değil, yatağı toprak, yastığı da taş,
yorganı da kepenek olacaktı.
Evet Mûsâ (a.s) işte çölde böyle bir
hayatın içinde. Tüm işi en güzel bir şekilde koyunları gütmek, onları doyurmak
ve en güzel bir şekilde sahibine teslim etmek. Böylece koyunların sürülerin
arasında yoksul bırakılmış, ezilmiş, aç bırakılmış, hakları yenmiş, çobansız
kal-mış, eğitimsiz kalmış, âdeta koyunlaştırılmış insanları gütme eğitimine
alıştırılıyor. Bu şekilde gerçekleştirilen bir eğitimden sonra da icazetini
alarak bu defa da insanların özgürleştirilmesi görevine atanacak ve en güzel
bir biçimde bu görevini başarıya ulaştıracaktı. Ama ne garip ki şu anda dağdaki
çobanın bunların hiçbirisinden bir haberi yoktur.
Elbette eğer bizler de şu anda onun yanında olsaydık bizim de bunların hiç
birisinden haberimiz olmayacaktı. Veya eğer bizler de o dönemin Mısırında
yaşayanlardan olsaydı, bir adam öldüren Mûsâ şe-hirden kaçtı diyecektik. Veya
eğer o dönem Medyen’inde olmuş ol-saydık, kuyunun kenarında garip, garip etrafına
bakınan Mûsâ’yı gör-müş olsaydık, işte uzak diyarlardan bir garip genç gelmiş
diyecektik. Ama ne için burada? Niye gelmiş bizim ülkeye? Bunu asla bilemeyecektik.
Tüm bunları ancak Rabbimizin bize anlattığı bu âyetlerden öğ-reniyoruz. Tabii
bu kıssayla bilgilenirken de anlatılmayanları anlamamızın da imkânsız olduğunun
farkındayız. Meselâ acaba Mûsâ (a.s) orada 8 yıl mı kaldı çoban olarak? Yoksa
10 yıl mı kaldı? bunu bile-miyoruz.
İşte o kızlardan birisiyle evlenmiş,
tarih kitaplarının beyanıyla bu kızın adı Safura idi. Evlenmiş, çocukları olmuş.
8, ya da 10 yılın sonunda annesini özlemiş, doğup büyüdüğü ülkesini özlemiş ve
dönüş istemiş. Elbette insanın doğup büyüdüğü yerler unutmayacağı mekânlardır.
Ne kadar da suç işleyerek kaçarsa kaçsın, kaçtığı ülkesi ne kadar da zalim
olursa olsun, orada ne kadar da zulüm düzeni olursa olsun 10 yıllık bir ayrılık
elbette insana zor gelecektir. Evet Mûsâ (a.s) anasına, babasına, kardeşlerine,
eşine dostuna, ezilmiş, horlanmış mü’min kardeşlerine doğru içinde bir hareket
arzusu belirmişti.
29. “Mûsâ süreyi
doldurunca, ailesiyle birlikte yola çıktı. Tur tarafında bir ateş gördü.
Ailesine: “Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yahut
tutuşmuş bir odun getiririm de ısınabilirsiniz” dedi.”
Ve işte yolculuk başlıyor. 8 yılın, ya
da 10 yılın aksine bu sefer Medyen’den Mısıra doğruydu sefer. Ve bu sefer Mûsâ
(a.s) yalnız de-ğildi. Beraberinde hanımı ve çocukları da vardı. Ama yolculuk
yine sı-kıntılıydı. Çünkü tehlikeli bir bölgeden geçecekti. Firavunun askerlerinin
sınır karakollarından geçecekti. Onlara görünmeden, yakalanmadan geçmesi
gerekiyordu oralardan.
Ve işte soğuğu şiddetli bir gecede Sina çölünde yolculuk devam ederken
Tur’da, Tur’un yanı başında bir ateş, yollarını şaşırmışlar. Ehline diyor ki
burada beni bekleyin. Ben bir ateş gördüm, o ateş bana sevimli geliyor, ünsiyet
ettim ona. Bekleyin ben ona gideyim, umulur ki ondan size bir kor parçası
getiririm de siz onunla ısınırsınız. Ya da oradan bize yol gösterecek bir
kimsenin varlığının olduğunu bilmiş oluruz. Belki o bizim şaşırdığımız,
kaybettiğimiz yolumuzu bize gösterir, düzeltir.
Evet Mûsâ (a.s) çölde yolunu şaşırdı.
Ama O kıyamete kadar insanlığın yol göstericisi, hidâyet rehberi olacaktı. Yolunu
şaşırmış insanlara mihmandar olacaktı. İnsanlığı Allah yoluna, Sırat-ı Müstakime
hidâyet edecekti. Lâkin o anda bunu ne O biliyor, ne de hanımı ve çocukları
biliyor, ne insanlar biliyordu. Bunu tek bilen Alîm ve Habîr olan Allah’tı.
30. “Oraya gelince,
kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: “Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben âlemlerin
Rab-bi olan Allah’ım” diye seslenildi.”
Oraya, o ateşin yanına vardığı zaman, o kutlu
yerdeki vadinin sağ tarafında olan bir ağaçtan bir ses Ona seslendi. Bunu şöyle
anlamaya çalışıyoruz: Mûsâ (a.s) nereden gelip, nereye gidiyor? Med-yen’den
gelip Mısır’a doğru gidiyor. Medyen Kızıldeniz’in doğusu olduğuna göre O
Mısır’a doğru yâni batıya doğru gidiyorken kendisi yolunu şaşırıp biraz güneye
doğru yönelmiş. Ve karşısında yanan bir ateş görüyor. Ateşi gördüğü dağ Tur
dağıdır. Tur dağının arka planında ise Mekke var. Yâni tüm dünyanın ana şehri,
ana kent ve dünyanın merkezi olan, kıble olan Kâbe’nin bulunduğu yer.
Yâni Mûsâ (a.s) Tur’un karşısında ve Tur’un arka tarafında da Kâbe var,
Mekke var. Tam üçü de bir hizada duruyor. İşte sağ yanında dediğimiz bu kıbleye
doğru dönmüş, Tur’a doğru bakmış, yâni hâkim görüş Mekke’ye yönelmiş ve Tur
dağının sağ tarafında bir ağaç. Tur dağının hemen yanı başında mukaddes Tuva
vadisi var. Ve işte o vadide bereketli bir ağaçtan bir ses Mûsâ (a.s)’a diyor
ki:
Ey Mûsâ, ben âlemlerin Rabbi olan
Allah’ım. Mûsâ (a.s) ateşe yaklaşıp ondan bir parça alıp götürecek ama ateş
öyle muhteşem ki yaklaşması mümkün değil. Ateş bir kendisine doğru yaklaşıyor,
bir uzaklaşıyor. Ve bu ateş dünya ateşlerine hiç benzemiyor. Ahmed Bin
Hanbel’in Kitab’uz Zühd isimli kitabında bu konuda gerçekten muhteşem bir
anlatım görüyoruz. O ateşe bakıp dururken Rabbimizin bir insana lütuflarının en
büyüğüne şahit oluyor. Rabbimizin kelâmına mazhar oluyor. Ve dolayısıyla bizler
de şu anda bu konuşmaya şahit olma şerefine eriyoruz.
Allah buyuruyor ki, ey Mûsâ Ben Allah’ım. Ben âlemlerin Rabbi olan
Allah’ım. Allahu ekber, Allahu ekber. Bu ne büyük bir şeref? Ger-çekten şu ana
kadar yeryüzünde Rabbimizin konuşmasına direk şahit olan Ondan başka kimse
olmamıştır. Vahiy gelmiştir Allah elçilerine ama vahiy bundan farklıdır.
Vahiyde direk Allah’ın konuşmasına şahit olmak yoktur. Yeryüzünde tüm elçileri
içinde bu şeref sadece Musa aleyhisselâm’a nasip olmuştur. Rabbimiz böylece
elçisini en büyük lü-tuflarından birine ulaştırmıştır. Şüphesiz Rabbimiz kime
neyi nasip edeceğini en iyi bilendir.
31. “Değneğini at.
“Mûsâ, değneğin yılan gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına
bakmadan kaçtı. “Ey Mûsâ! Dön gel; korkma; şüphesiz güvende olanlardansın”
denildi.”
Rabbimiz buyuruyor ki Mûsâ (a.s)’a ey Mûsâ,
asanı at. Mûsâ (a.s) Onu yere bırakınca
bir de ne görsün asa tıpkı çevik bir yılan gibi hareket ediyor. Kupkuru bir değnek
küçük bir yılan gibi hareketlenmeye başladı. Çok görkemli bir manzarayla karşı
karşıyaydı Mûsâ (a.s). Asa büyük bir ejderha gibiydi ama hareketlilikte sanki
küçük bir yılan çevikliği sergiliyordu.
Evet, evet Mûsâ (a.s)’ın gözlerinin önünde elinde taşıdığı on yıllık asa şu
anda bir yılana dönüşmüştü. Mûsâ (a.s) korktu ve arkasına bakmadan geriye doğru
kaçtı. Bu harikulade manzara karşısında Mûsâ (a.s)’ın korkup kaçtı. Rabbimiz
buyurdu ki ey Mûsâ, dön gel, sa-kın
korkma, şüphesiz ki sen güvende olanlardansın. Korkmana gerek yok
buyurdu.
Allah güvencesinde olmak… Allah güvencesinde olan bir kişi neden korkar da?
Zaten mü’min Allah güvencesinde olan kişidir. Gözü kapalı Allah’tan gelenlere
teslim olan kişidir mü’min. O’nun kendisi adına aldığı kararların mutlak kendi
hayrına olduğuna inanan kişidir mü’min.
32. “Elini koynuna
koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek! Bu ikisi
Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış
bir millettir” denildi.”
Ey Mûsâ elini koynuna sok ki bir
hastalık olmaksızın bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine doğru
çek. İşte sana gösterdiğimiz, sana lütfettiğimiz bu iki delil Firavun ve
erkanına, Firavun ve toplumuna karşı Rabbiniz iki delili, iki mûcizesidir.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış, azgınlaşmış bir millettir denildi. Haydi bu âyetlerimizle,
bu delillerimizle itaatten çıkmış, günâhkâr, Allah’a isyan eden bir kavme git
ve onları bunlarla uyar.
33,34. “Mûsâ:
“Rabbim! Doğrusu ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım.
Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir
yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım” dedi.”
Evet Rabbinden Firavun ve toplumunu
uyarma emrini alan Mûsâ (a.s) şöyle diyordu: Rabbim, doğrusu ben onlardan cana
kıyarak kaçtım. Benim üzerimde onlar lehine, benim aleyhime bir günâh, bir suç
var. Yâni ben onların arasında, onlar nazarında adam öldürüp kaçmış birisiyim.
Sarayda yetişmiş, onca nimet içinde büyümüş, sonra da onların adamlarından
birini öldürmüş, Medyen’e kaçmış biriyim. Korkarım ki beni işlediğim o suçtan
dolayı beni yakalayıp öldürebilirler. Onun içindir ki kardeşim Harun’un l
Hz. Mûsâ (a.s)’ın ya Rabbi kardeşim
Harun’un l
Yâni Mûsâ (a.s)’ın dilinde herhangi bir rahatsızlık filan yoktu da bunun
için böyle diyordu. Onun bu isteğine karşılık Rabbimiz şöyle buyurdu:
35. “Allah: “Seni
kardeşinle destekleyeceğiz; ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el
uzatamayacaklardır. Âyetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir"
dedi.”
Ey Mûsâ, seni kardeşinle destekleyeceğiz. İkinize
birden öyle bir sulta, öyle bir sultan, öyle bir haklılık, öyle bir delil, öyle
bir güç ve kuvvet vereceğiz ki onlar size asla el uzatamayacaklar. Kılınıza
bile dokunamayacaklar onlar. Sizler Benim desteğimdesiniz, hiç korkmayın.
Kesinlikle bilesiniz ki Bizim âyetlerimizle, bizim mûcizelerimiz ve
yardımlarımızla sizler ve size uyanlar mutlak üstün geleceklerdir. Kazanan
taraf, üstün gelen taraf sizler olacaksınız dedi. Ve Mûsâ (a.s) işte yolunu
şaşırmış olduğu çölde yolunu şaşırmış olan tüm insanlara rehberlik yapmak üzere
tekrar yoluna devam ediyordu.
36. “Mûsâ onlara,
apaçık olarak, mûcizelerimizle gelince: “Bu sadece uydurma sihirdir. Önceki
atalarımızdan böy-lesini işitmemiştik” dediler.”
Evet Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s) onlara Allah’ın
apaçık âyetleriyle, apaçık mûcizeleriyle gelince. Şimdi artık Allah’ın
peygamberi Mısırda ve sarayda. Yeryüzünün en görkemli sarayında, yeryüzünün en
güçlü, en zalim, en despot devletinin karşısında Allah âyetleriyle, Allah
desteğiyle dimdik ayakta. Yeryüzünün en dengesiz savaşının bir tarafı olarak
işte Firavunun sarayında yerini almış duruyor.
Bir tarafta yeryüzünün en büyük gücüne sahip bir yeryüzü devleti, öbür
tarafta Allah desteğinde, Allah âyetleri desteğinde iki mü’-min. Mûsâ ve
kardeşi Harun. Bir tarafta yeryüzünün en süper ordularına sahip Firavun ve
sistemi, diğer tarafta iki Allah elçisi. Mûsâ (a.s) ve kardeşi Harun
kitabımızın pek çok yerinde anlatıldığı gibi güç kaynaklarının farkında olmanın
cesareti ve kararlılığı içinde Firavun ve toplumuna göndericilerini ve
gönderiliş gâyelerini anlattılar. Kendilerinin Allah elçisi olduklarını,
Âlemlerin Rabbi tarafından gönderildiklerini ortaya koyarak onları Allah’a
imânâ ve sadece Ona kulluğa çağırdılar. Detay başka sûrelerde anlatılır.
Birinci olarak onları Allah’a imânâ, ikinci olarak ta köleleştirdikleri İsrâil
oğullarını serbest bırakmaya çağırdılar.
Onların bu dâvetine muhatap olunca
dediler ki, bu uydurulmuş bir sihirden, bir büyüden başka bir şey değildir.
Daha önceki atalarımızda böylesi bir şey duymadık, işitmedik dediler. Allah mış,
âlemlerin Rabbi imiş, elçiymiş, kullukmuş, özgürlükmüş, kölelikmiş, müslüman-lıkmış,
kâfirlikmiş. Nerden çıkarıyorsunuz bunları? Biz bunları bilmi-yoruz, duymadık
ve asla kabul etmeyiz, size de istediğiniz bu İsrâil oğullarını asla teslim
edecek değiliz. Ne size ne de kavminize özgürlük verecek değiliz dediler.
Evet ne sizin getirdiğiniz bu dine teslim oluruz, ne de kölelerimizden
vazgeçeriz dediler. Elbette adamlar kölelerini kaybetmek istemezler. Değilse
işlerini kime gördürecekler? Kimin sırtına binecekler? Vergi diye kimin kanını
emecekler? Bunun üzerine Mûsâ (a.s) bu-yurdu ki:
37. “Mûsâ: “Rabbim,
katından bir doğruluk rehberini kimin getirdiğini, dünyanın sonunun kimin olacağını
daha iyi bilir. Doğrusu zalimler başarıya erişemezler” dedi.”
Benim Rabbim kimin kendisinden bir hidâyetle geldiğini
en iyi bilendir. Kendi katından kimin hidâyetle geldiğini, kimin bir hidâyet ge-tirdiğini,
kimin hidâyette olduğunu en iyi bilendir. Çünkü beni hidâyetle, dosdoğru bir
dinle gönderen Odur. Beni size görevlendiren, bu gö-revi bana veren Odur. Beni
bilen, bana şahit olan da Odur.
Ve dünyanın âkıbetinin kime ait olduğunu, bu dünyada kimin başarılı
olacağını, dünyanın da âhiretin de başarısının kime ait olacağını en iyi bilen
de Rabbimdir. Ve Benim Rabbimin yasası, kanunu Odur ki zalimler, olmaması
gereken yerde olanlar, kendilerini Rabbi-me kullukta değil de isyan konumunda
tutanlar asla felaha, başarıya eremezler. Rabbim kendisine iman ve kulluktan
kaçanları asla hakka, doğru yola iletmez. Onları asla dünya ve ukbada başarıya
ulaştırmaz. Rabbime kul olup Onun istediği bir hayatı yaşamak yerine büyücülük
yapanlar ve büyücülere tabi olanlar asla kurtuluşa eremezler.
Ve ben de asla bir büyücü değilim. Ben bu görevi asla kendim uydurmuş
değilim. Beni bu görevle görevlendiren Rabbimdir. Ben Onun görevini yüklenip
size geldim. Kendi fikirlerim, kendi projelerim, kendi anlayışımla değil, Allah
âyetleri, Allah programı, Allah yasalarıyla geldim. Beni kabullenirken Allah’ı
kabullendiğinizi, reddederken de Rabbinizi reddettiğinizi unutmayın. Bu
dünyanın da, bu dünyanın sonundaki âhiret mutluluk ve saadetinin de kime nasip
olacağını en iyi bilen Rabbimdir. Bunun üzerine Firavun dedi ki:
38. “Firavun: “Ey ileri
gelenler! Sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim
için, toprak üzerine bir ateş yak, tuğla hazırlayıp bana bir kule yap; çıkar,
belki Mûsâ'nın tanrısını görürüm. Doğrusu onu yalancılardan sanıyorum” dedi.”
Ey mele’, ey ileri gelenler, ey aklı erenler ben
sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum, tanımıyorum. Ben sizin benden
başka sözünü dinleyeceğiniz, yasalarını uygulayacağınız bir tanrınızın olduğunu
sanmıyorum. İlah olarak, size hükmedici olarak, size egemen olarak sadece ben
varım. Öyleyse İlah olarak sadece beni bilecek, sadece beni kul edecek,
Mûsâ’nın sözünü ettiği İlahını asla kabul etmeyeceksiniz dedikten sonra hain
işi bilimsellikle, felsefeyle, kendi mantığıyla halletmek için diyor ki: Ey
Hâmân, çamurun üstüne bir ateş yak ta, çamuru pişirip ondan bir şeyler oluşturup
benim için bir kule yap ki ben onunla Mûsâ’nın İlahına çıkıp bir bakayım. Bir göreyim
gerçekten Mûsâ’nın İlahı var mı, yok mu? Mûsâ yalan mı söylüyor, yoksa doğru mu
söylüyor? Ben zannediyorum ki o yalancılardandır. Bakacağım, göreceğim. Eğer
göremezsem Mûsâ’nın yalancı olduğunu daha güzel ifade etmiş olurum. Kelimenin
tam anlamıyla saçmalıyordu hain Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki belki ben
sebeplere, o göklerin sebeplerine, göklerin yollarına ererim de Mûsâ’nın
İlahının ne olduğunu anlamış olurum.
Yâni bir gözetleme kulesi yaptırarak,
teknik bir teşebbüste bulunarak böylece güya Mûsâ’yı yalancı çıkarmaya
çalışıyordu. Tıpkı günümüzde bilime sarılarak, bilimi putlaştırarak Allah’ı inkâr
etmeye çalışanlar gibi.
Evet çıktım yüksek kuleye, ama bakın Mûsâ’nın Rabbini göremedim! Eğer benim
dışımda böyle bir İlah olsaydı mutlaka Onu gör-memiz lâzımdı diyecek ve Mûsâ’yı
yalan çıkaracaktı. Ya da tıpkı günümüz kâfirlerinin iddia ettikleri gibi bakın
bu kadar bilim ilerlemişken, bu kadar teknik imkânlara sahipken gökyüzüne çıkamadık.
Bu Mûsâ nereden çıkmış gökyüzüne de onların Rabbinden bize mesaj getirdiğini
iddia ediyor? demeye çalışıyordu. Yanlış bir yoldaydı Firavun. Bile bile
yanlışa gidiyordu. Kesinlikle kendisi de biliyordu ki Mûsâ haklıydı. Kesinlikle
biliyordu ki Allah vardı.
Ve Mûsâ (a.s) karşısına dikildiği zaman Firavun her şeyinin bittiğini
anlamıştı. Kesinlikle anlamıştı ki yıllar yılı Mûsâ dünyaya gelmesin diye
binlerce çocuğun kanına girdiği, doğmasın diye ölümüne yasa çıkardığı çocuk
oydu. İşte korkup durduğu Mûsâ karşısındaydı ve Allah’ın iradesiyle kendisiyle
savaşıyordu. Ve artık Firavun bitişini, sonunu gözleriyle görüyordu. İşinin
bittiğini anlamıştı ama bu savaşı geberinceye kadar devam ettirecekti. Halbuki
böyle yapacağına teslim oluverseydi kendisi için çok daha hayırlı olacaktı. Ama
o zaman belki öldürdüğü çocukların kanı yerde kalacaktı. Irzına geçtiği kadınların
günâhı çekilmeyecekti. Onun için mi?
39. “O ve
askerleri, memlekette, haksız yere büyüklük tasladılar. Gerçekten Bize
döndürülmeyeceklerini sandılar.”
Firavun ve ordusu, askerleri, avenesi haksız yere
büyüklendiler, kibirlendiler. Yeryüzünde haksız yere, hiçbir hakları ve yetkileri
yokken büyüklendiler, müstekbirleştiler. Ve zannettiler ki bize döndürülmeyecekler.
Zannettiler ki ölmeyecekler ve yaptıklarından hesaba çekilmeyecekler.
Zannettiler ki yaşadıkları bu hayatın sonunda Bizim huzurumuza gelmeyecekler.
Bizim kendilerini öldürebileceğimiz düşünmediler. Kıyameti, âhireti, hesabı
kitabı düşünmediler.
40. “Biz de, onu ve
askerlerini yakalayıp suya attık. Ey Muhammed! Zalimlerin sonunun nasıl
olduğuna bir bak.”
Biz de onu ve avenesini, ordularını yakalayıp,
ağızlarının payını verip, suya atıverdik. Topunu suda boğuverdik. Evet Allah
yakaladı mı tam yakalar. Allah yakaladı mı yakalanmaz bir şeyle de yakalar. Su
aslında insanlar için bir hayattır. Su Mûsâ (a.s)’a hayat olmuştu, ama Firavuna
hayatın bitişi oldu, ölüm oldu. Hani annesi Mûsâ (a.s)’ı doğurduğu zaman
Firavun ve askerlerinin korkusundan küçük bir sandığın içinde suya bırakmıştı.
Ve su Mûsâ (a.s)’ı saraya doğru, hayata doğru taşıyordu. Firavunun saltanatına
son vermeye doğru taşıyordu Onu. Ama bakıyoruz ki aynı su Firavun ve ordularının
helâkini hazır-lıyordu. Evet suların sahibi Allah’tır. Suların yasasını koyan Allah’tır.
En büyük irade Allah’ın iradesidir. Dilediği gibi Mûsâ’yı dünyaya getiren,
dilediği gibi Onu suda yürüten, dilediği yerde, dilediği şekilde Onu büyüten,
dilediği gibi Firavun ve hempalarını o suda boğan Allah’tır.
Bir bakın zalimlerin âkıbetlerine. Bir
görün zalimlerin sonunu ki nasıl yok olup gittiler? Nasıl geberip gittiler? Allah’a,
büyük iradeye kafa tutan tüm zalimlerin âkıbetleri işte budur. Onlar geberip
gittiler.
41. “Onları, ateşe
çağıran önder kıldık; kıyamet günü yardım görmezler.”
Biz onları ateşe çağıran, cehenneme dâvet eden imamlar,
ön-derler kıldık. Onlar, o zalimler insanları ateşe çağırırlar. İnsanları Allah’a
kulluktan koparıp kendilerine, kendi Rabliklerine, kendi ilahlıklarına, kendi
egemenliklerine dâvet ederler. Rab biziz, ilah biziz, egemen biziz. Bizim
yasalarımızı uygulamak, bizim arzularımıza itaat etmek, bize kul olmak
zorundasınız derler. İşte kıyamete kadar böyle yapan zalimler ateşin karşısında
sürekli bir azap tadacaklar. Kıyamet gününde de asla bir yardım görmeyecekler.
42. “Bu dünyada
lâneti artlarına taktık; onlar kıyamet gününde de iğrenç kimselerden
olacaklardır.”
Ve bu dünya hayatında da onların arakasında lânet
üstüne lânet kıldık. Arkalarındakiler onlara hep lânet okudurlar. Hep bir lânet
takip etti onları. Kıyamet günü ise onlar en iğrenç, en çirkin kimseler
olacaklardır. Allah’ın azabıyla karşı karşıya gelecekler, Allah’ın azabını
tadacaklardır onlar.
Evet
Allah’ı reddeden, kendi Rablikleri, kendi tanrılıkları adına Allah’la ve
elçisiyle savaşa tutuşan o alçaklar ebedîyen azap çekmek üzere cehenneme doğru
yuvarlanıp giderlerken Mûsâ (a.s) ve beraberindeki müslümanlar da özgürlüğe
doğru, sadece Allah’a kul olabilecekleri özgür bir ortama doğru yol alıyorlar.
Bu sefer müslümanlar Mûsâ (a.s)’la birlikte bir zamanlar Mûsâ (a.s)’a vahyin
geldiği tur dağının içinde bulunduğu Sina çölüne doğru yol alıyorlar. Çöl onlar
için özgürlük yurdu, hidâyet yurdu olacak. Çöl onları bağrına basacak. Çöl onların
özgürleşmesinde, Mısırdan getirdikleri köleliklerini atmalarına yardımcı
olacak. Çöl Mûsâ (a.s)’a Tevrat’ın verilişine şahit olacak. Müslümanlar çölün
ortasında bir kitaba ulaşmanın şerefini yaşayacaklar.
Ve böylece ilk insan ve ilk
peygamberden bu yana sinesinde insanlığı barındıran dünya Tevrat’la birlikte
bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışını seyredecek. Ve işte Tevrat verildi
bile:
43. “Andolsun ki,
Mûsâ'ya, ilk nesilleri yok ettikten sonra, insanlar düşünsünler diye kitabı,
açık belgeler, doğruluk rehberi ve rahmet olarak verdik.”
Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Mûsâ’ya
yazgılar öğrettik. Toplumların yasasını, bireysel yasaları, toplumsal yasaları,
ekonomik yasaları, siyasal yasaları anlattık. Arkadaşlar kitap, yasa demektir
çünkü. Yine bir başka anlamıyla kitap, yazıt demektir, kitâbe demektir. İnsanların
isteseler de değiştiremeyecekleri yazgı demektir. Allah izin vermedikçe
insanlar onu asla değiştiremezler. Eğer insanlar Tevrat’ı ve İncil’i
değiştirmişlerdir, o zaman buna ne demek lâzım? denirse bu yine de Allah’ın
izin vermesi sonucunda olmuştur diyoruz. Eğer Allah bunlar sizin kıyamete keder
değiştiremeyeceğiniz kitaplardır deseydi o zaman onlar asla bunları
değiştiremeyeceklerdi.
Hz. Mûsâ’ya Allah kitap vermiştir. İlk
nesilleri, ilk çağdaki insanları helâkinden sonra. Şöyle bir atıfta bulunmuştuk,
kesin bir bilgi olmasa da öyle inanıyoruz: Allah Hz. Mûsâ’ya iki Peygamberlik döne-mi
yaşatmış. Ha Mûsâ (a.s)’ın iki peygamberlik dönemi vardır. Birincisi,
Medyen’den karısı, çoluk çocuğu ile Mısır’a doğru giderken Tur da-ğında Ona
vahyini ulaştırmış, Onu Peygamber kılmış. İşte bu Hz. Mûsâ’nın ilk Peygamberlik
dönemi, ilk çağ peygamberliğidir. Sonra da Mısır’dan kavmiyle beraber çıkıp,
Nil'i veya Kızıl denizi karşıya geçtikten sonra, yine Tur'da yeniden Allah Ona
vahyini ulaştırmıştır, yâni ki-tabı vermiştir. İşte ilk dönemi sahifeler
dönemi, bu ikinci dönemi de ki-tap dönemi olabilecektir.
Arkadaşlar, “Gurûn’ul ûlâ” Firavunun
helâkine kadar ki dönemdir. Nûh, Hûd, Sâlih, Şuayb (a.s) kavimlerinin helâk
olma dönemi birinci dönemdir. O dönemde Hz. Mûsâ yine Peygamberdi. Ama Onun,
orta çağa intikal eden bir Peygamberliği var Hz. Mûsâ’nın. Yâni Mısırda ki Hz.
Mûsâ’nın Peygamberliği birinci dönem, Sina'daki Hz. Mûsâ’nın Peygamberliği
ikinci dönemdir. Yâni Hz. Mûsâ’nın iki dönemlik bir peygamberliği var. Mısır
döneminde insanları Sina dönemindeki gibi pek kulluğa çağırdığına şahit olamıyoruz.
Çünkü her ne kadar Firavun ve avenesine sadece Allah'a kul olun mesajını iletse
de ısrar ettiği belki tek isteği vardı, o da İsrâil oğullarını Mısırdan çıkarmak.
Bunun için gönderilmişti zaten oraya. Önceki âyetlerde bunu anlatmıştı
Rabbimiz.
Bu kitabın Allah’ın gönderdiği kitap
olma açısından bir özelliği vardı. Ya da Hz. Mûsâ’ya gönderilen bu kitabın
Allah’ın diğer peygam-berlere gön derdiği kitaplarla bu yönüyle özdeşliği var.
Yâni bu kitabın:
Olması. İnsanlar için basîretler
olması. Allah’ın kullarına, insanlara gönderdiği diğer kitaplar da öyledir. Kim
ki Allah’ın kitabıyla ilgi kurar, kim ki Allah’ın vahyiyle bakmaya, görmeye
çalışır, basîretini ona tevcih ederse mutlaka o farklı bakar. Değişik görür.
Yâni neye bakıyorsa, eve, eşyaya, insana, kadına veya sisteme, düzene, nizama,
intizama, göğe ve yere bakışı besâira lin nas olan, vahiyle bakanınki
mutlaka farklıdır, görüşü farklıdır. Bu hususu geçen sene En’âmı tanımaya
çalışırken uzunca anlatmıştım. Allah vahyini tanımayan, hadiselere, eşyaya
Allah vahyiyle bakamayan, Allah’tan gelen basiretlerden mahrum olan başka
vahiylerle, şeytan vahyiyle topluma, insana, eşyaya, mala, mülke bakanın bakışı
ayrı olacaktır.
Ve Hüdendir kitap. Hidâyet kaynağı,
hidâyet rehberidir kitap. Allah’ın mesaj göndermesinin temel esprilerinden biri
de kitabının bu hüden oluşudur. Yâni insanların yol gösteriye ihtiyaçları
vardır, yol gösterene ihtiyaçları vardır, Allah’ın kitabı bunu sağlar,
insanlara yol gösterir. Neyi, nasıl, nerede, hangi oranda yapacaklarını
anlatır.
Bu onlar için merhamet kaynağıdır,
rahmet sembolüdür. Yâni insanlar eğer rahmet kaynağı olan bu kitapla beraber değillerse
hem dünyada azap olunan, ikab olunan insanlar olacaklar, hem de âhirette rahmet
ve merhamete lâyık olamayacaklar, yâni rahmetin tecellisi mânâsına cenneti bulamayacaklar
demektir. Çünkü biz Allah’ın sıfatlarını ancak tecellileriyle anlıyoruz. Meselâ
Allah yaratıcıdır diyorsak, yaratıcılığını yaratılanları görerek biliyoruz.
Allah konuşur diyorsak, kelâmını anlayarak biliyoruz. Allah’ın Rahmân oluşunu
mevcudata rahmetinden anlıyoruz. Rahîm oluşunu da inşallah yarın cennete
gidince, görünce orada anlayacağız Allah’ın izniyle diyoruz.
Zaten Kur’an’ın insana kazandırdığı da
budur. Meselâ onun Furkân oluşu da bunu sağlar, nûr oluşu da bunu sağlar, Hüden
olması da bunu sağlar. İnsana nasıl adım atacağını, insanlar arasında münâsebetlerini
nasıl ayarlayacağını, nasıl düzelteceğini, erkeklerin ve kadınların nasıl
davranmaları gerektiğini, ya da bozuk düzenin tes-bitinin, tedavisinin nasıl
olması gerektiğini, gaybı bilerek yapmasını sağlayacaktır. Gaybı bilmez de
insan, Allah’ın kitaplarında açtığı yasaları bilerek yapmasını sağlayacaktır.
Çünkü Allah’ın gayb âleminden haberleri insana ulaştırması demektir bu kitap.
İşte Kur’an basîrettir ifadesini böyle anlıyoruz. Bir başka âyette de yine
Kur’an’ın gayb olduğunu anlatıyordu Rabbimiz:
“İşte
bunlar gayb haberleridir ki onu sana vahy ediyoruz.”
(Âl-i İmrân 44)
Ey
peygamberim, işte bunlar, bu sana vahy ettiklerimiz gayb haberleridir. İşte bu
sana anlattıklarımız bilinmeyenlerin, görülmeyenlerin, Rabbinden başka hiçbir
kaynaktan öğrenme imkânı olmayan gaybın haberleridir. Kitabın ortaya koyduğu
bilgiler hiç kimsenin bilemeyeceği gaybî bilgiler, gaybî haberlerdir. Rabbimiz
bu gaybî bilgileri bize açmasaydı biz nerden bilebilecektik bunları? Haberin doğrusu,
bilginin hak olanı, bilginin zirvesidir bunlar.
Evet Kur’an’ın gayb haberleri olduğu
bildiriliyor. Öyleyse basîret dediğimiz mü'minin sahip olduğu o kitap bilgisi,
o vahiy bilgisi, o görüş özelliği Allah’ın gayb âleminden Peygamber
aracılığıyla kendisine ulaştırdıklarıdır. Eğer mü’minler olarak, Allah’ın muhatapları
olarak, bu kitabın müntesipleri olarak bizler Kur’an’daki şu gayb haberlerini,
bir başka ifadeyle şu basîret konularını kendimize mal ederek, onlara hâkim
olarak, onlarla düşünecek hale gelebilirsek o zaman hadiseler hakkında daha
güzel yorum yapmaya veya hadiselerin cereyanına me'haz teşkil eden kanunları
bildiğimizden dolayı onlar karşısında kendi durumumuzu daha güzel ayarlamaya
daha bir hak kazanacağız demektir. Bu mânâda gaybı bilmek olacaktır tabii bu
iş.
İşte böyle bir Kur’an insanın tezekkürünü
gerçekleştirecektir. Anlamasını, anımsamasını, hatırlamasını veya onu kafada
canlı tutup hayatı o bilgilerle yürütmesini, düzenlemesini gerçekleştirecektir.
Kafada canlı tutup öylece hayatı düzenlemek. Meselâ adam Bakara’yı, En’âmı,
Âl-i İmrân’ı bilebilir, anlayabilir, okuyabilir, anlatabilir, kitabını yazabilir.
Ama önemli olan onu tezekkür etmesi veya zikretmesidir. Yâni hadiseler
karşısında hangi bilgilerini öne alacak? Hangilerini uygulamaya koyacak? Hangi
bilgileriyle vücudunu yönetecek? Onu o anda hatırlayıvermesi, tezekkür veya
zikir demek olacaktır. İşte Kur’-an’ın böyle hayat için baştan sona bir zikir
olmasının mânâsı bana gö-re böyledir. Meselâ adam evlendi, boşandı, yandı,
yaktı, yangına gitti, giydi, soyundu. O konumuyla ilgili zikir olan Kur’ anı zikredip
hemen uygulamaya koydu mu, Allah kendisine neyi nasıl yapacağını o anda
hatırlatıverecek, ona göre kendisi de amel edecektir.
44. “Ey Muhammed!
Mûsâ'ya hükmümüzü bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde, (Mûsâ'yı bekleyenler
arasında) değildin, onu görenler arasında da yoktun.”
Mevdûdî’nin burada bir açıklaması var.
Diyor ki buradaki: ¬±z¬"²I«R²7! ¬`¬9@«D¬" den kasıt, Peygamberimiz
efendimizin konumuna göre batı kısımdır demiş. Yâni Mekke’nin batısı mânâsına
Tur dağı. Ama burada anlatılan pek öyle Mekke’nin batısı değil gibi. Biraz
kuzeyi belki. En fazla kuzey batısı. Amma meseleyi Hz. Mûsâ merkezli düşününce,
Tur dağının sağ canibinden mübârek bir ağaçtan bir ses gelmişti. Hemen hemen
mekânlar üçlü sisteme oturtulursa daha bir denge olurdu ya, sanki o mantıktan
hareketle veya o mantığı buradan çıkarmışlar belki. Hz. Mûsâ, Allahu Zül
Celal’in tecelli buyurduğu konuşma makamı ve de Hz. Peygambere izafe edilecek
mekân o da sol taraf olur. Yâni Tur'un sağı ve Tur'un solu.
Mûsâ oradayken, onunla konuşuyorken, Cenâb-ı Hakla beraberken, Allah’tan
vahiy alırken sen de sol tarafta değildin! demektir bu. Böyle bir mânâ olacak.
Ama önceki türlü, o anda sen Tur'da değildin demek de zaten aynı mânâyı
içereceğinden ikisini de kabulle-niyoruz.
Sen sol canipte değildin.
Biz işi Mûsâ’ya havale ettiğimiz,
takdir ettiğimiz zaman.
Yine orada Tur’a giden insanlar vardı.
Ey Mûsâ, biz senin dediklerine, senin bize tebliğ ettiklerine inanmıyoruz demişlerdi de Bakarada
anlatıldığına göre yetmiş şahit seçilmişti. Senin bu dediklerini biz de
duyalım, biz de görelim de öyle inanalım! demişlerdi. Mevdûdî Allah rahmet
etsin onunla ilgi kurmuş. Fakat âyet-i kerîmenin zâhirî biraz şöyle gibi:
Peygamberim, sen orada şahit değildin. Yâni ne orada bulunuyordun, ne şehadet
etmiştin, ne muttali olmuştun demek mânâsına gelecek. Her halde zorlamadan
böyle demek daha münâsip olacaktır, tabi Allahu âlem diyoruz. Sen o dönemde yaşamadın
demek olacaktır mânâ.
Bunlar Hz. Meryem’in kime verileceği?
Vekilinin kim olacağı konusunda Zekeriya (a.s)'la diğer insanların kâlem
atmaları konusunda da zikredilmişti. Yâni Cenâb-ı Hak Hz. Peygamberin o dönemde
yaşamadığını anlatmaktadır.
Bir de O Tur’un bir yerinde değildi ki
sen orda olsaydın! gibi bir anlam da denilmektedir diyoruz. Rasulullah
efendimizden üç bin yıl kadar önce gerçekleşen bir hadiseden Allah’ın Resûlü
sanki onu gözleriyle görmüş gibi söz edince buna sakın itiraz etmeyin ey insanlar!
demek mânâsına gelecektir.
Tabii Kur’an’ın genel mantığı zaten
bunu gerektiriyor. Çünkü bakıyoruz Rasûlullah’tan üç bin yıl önceden değil,
binlerce yıl öncesinden de söz ediyor Kur’an. O zaman hiç mi hiç iz yoktu,
olmadığını zaten herkes bilirdi. Yine bakıyoruz Hz. Peygamberden binlerce yıl
sonra gelecek hadiselerden de söz ediyor Kur’an. Peki bu ne anlatır peki bize?
Bu tür bir yorum bize ne kazandırır? Yâni biz bu âyeti nerede ve nasıl
kullanacağız? Arkadaşlar, insanlar ve toplumlar, olaylar ve bu olayların
birbirleriyle münâsebetleri hakkında kuralları kendi kafamızdan değil, vahiyden
bilirsek, vahiy kaynaklı bilirsek işte karşımızdakini ona dâvet edeceğiz
demektir.
Meselâ senin o kadınla münâsebetin, senin o müdürle münâsebetin, senin o
müşteriyle münâsebetin, o komşuyla ilişkin, şöyle ya da böyle olsun dediğimiz
kural eğer vahiy kaynaklı olursa
Neyzen Tevfikin önüne bir roman sunmuşlar. Bak bakalım nasıl bir şey?
demişler. Adam şöyle bir bakmış, hoşuna gitmemiş ve başlamış tenkid etmeye.
Demişler ulan sen ömründe hiç roman yaz-dın mı ki tenkit ediyorsun? Evet ben
hiç yumurta yumurtlamadım, a-ma yumurtanın bayat mı taze mi olduğunu bilirim. O
sarhoşça öyle demiş, biz de müslümanca diyelim ki Allah’ın hayat hakkındaki
prensiplerini öğrenelim, Allah’ın kurallarından haberdar olalım, Allah’ın ya-salarını
tanıyalım ve karşımızda ki insanın hayatına bu anlamda müdahale edelim. Senin
bu yaptığın doğrudur, yanlıştır diyelim. Derse ki o sen anlamazsın arkadaş!
İşte sen Kur’an’ı bilirsin tamam, sünneti bilirsin tamam. Bunun dışındakileri
ne bileceksin? Bildiğin şeyler üzerinde konuş! Bilmediğin şeylere burnunu
sokma! Ben de, biz de diye-ceğiz ki o zaman arkadaş, işte ben de Kur’an
bildiğim için müdahale ediyorum, vahyi tanıdığım için konuşuyorum diyeceğiz O
zaman bunu demeye hakkımız olacaktır inşallah.
45. “Ama Biz nice
nesiller var etmiştik. Üzerlerinden yıllar geçti. Ey Muhammed! Sen, Medyen
halkı arasında bulunup, onlara âyetlerimizi okumuyordun, fakat o haberleri sana
gönderen Biziz.”
Fakat daha sonraları, nice çağlar boyu
niceleri yaşadılar, onlar bayağı bayağı da ömür sürdüler.
Sen Ehli Medyen’deyken de Mûsâ’yla
beraber değildin. Ya da sen de ehli Medyen’le birlik yaşamadın.
Onlara sen âyetleri de okumadın.
Ama bütün bu gerçekleri biz sana
ulaştırıyoruz. Hemen hemen bütün tefsirlerde sen onlardan âyetlerimizi okuyarak
öğrenmedin şeklinde tercüme etmişler. Bunun için nasıl bir ilgi kurdular
bilmiyorum. Galiba mânâ tercümesi yapılmış, yâni muhtevanın tercümesi yapılmış.
Çünkü âyetin geliş sebebi oydu ya. Sen bu âyetleri ne Meyden-de öğrendin
geldin, ne Mısırdan aldın geldin, ne şurada bulunuyordun, ne Mûsâ ile
beraberdin, ne Turdaydın, ne Firavunun yanı başındaydın. Bunların hiç birinden
haberin yoktan dolayı onlar sana bu âyetleri öğretmediler diye tercüme edilmiş.
Oysa âyetin lafzı herhalde şöyle
olacaktır: Sen ne Medyen'de kalmıştın, ne de âyetleri onlara okumuştun.
Medyen'de kalarak âyetleri onlara okunuş değilsin demek olacaktır âyetin
mânâsı. Biz gönderiyoruz bunları Biz diyor Rabbimiz.
46. “Sen, Mûsâ'ya
hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine
uyarıcı gelmeyen bir milleti uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin;
belki düşünürler.”
Sen Tur'un yanında da değildin biz ona
nida ederken, fakat bizden bir rahmet olarak gönderilen bu kitap ile sen,
kendilerine nezir gelmemiş, uyarıcı gelmemiş olan bu kavmi uyarasın diye biz
seni gönderdik, belki böylece tezekkür ederler. Kuranı Kerîmin özü ve özeti
niteliğindeki Yâsîn’i Şerifte de Kur’an’ın gönderiliş sebebi böyle beyan edilmektedir:
“Bu, babaları uyarılmadığından gafil kalmış bir milleti
uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah'ın indirdiği Kur’an'dır.”
(Yâsîn 5,6)
Bu Kur’an Azîz ve Rahîm olan
Allah’ın indirmesi olarak ten-zîlen, peyderpey indirilmiştir. Yerine ve zamanına
göre, ihtiyaca göre indirmiştir Allah onu. Evet bu kitabın indirilişi Azîz ve
Hâkim olan Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır. Bu kitabı indiren Allah’tır.
Kitabın indirilişi konusunda peygamberin bile bir yetkisi yoktur. Allah’tan başka
hiç kimsenin böyle Azîz ve Hâkim bir kitabı peygambere indirmeye güç yetirmesi
mümkün değildir. Bu kitabı peygamberine indiren, bu kitapla peygamberini, onun
şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu kitapla kendi bilgisinden
bize aktarımda bulunan Allah’tır.
Evet bu kitabın gönderiliş fonksiyonu
olarak da şu söylenir: Bir kavmi uyarmak için gelmiştir ki bu kitap, o kavmi
daha evvel uyaranlar olmadığı için, peygamber uyaracaktır bir. Bir de o kavim
daha önce uyarıya kapalı kalmış da peygambere yeniden bir görev daha verilmiştir.
İşte Kur’an’ın fonksiyonu budur. Gerek Yâsîn sûresiyle ilgili, gerekse bu
sûreyle ilgili tefsirlerde, İsmail (a.s) dan sonra Mekke ve civarına peygamber
gönderilmediği bilgilerini görüyoruz. Ve ondan dolayı deniliyor ki:
²v;Î:³@«"@«š «‡¬H²9Î! ³_«8 dan kasıt babalarına peygamber gelmeyen
insanlar demektir. E! O zaman sanki bu Kur’an hassaten Mekkelilere gelmiş gibi
olacaktır. Halbuki bakıyoruz Kur’an hiç de öyle gelmemiştir. Yâni Yâsîn sûresi
geldiğinde kendilerini muhatap olarak gördüğümüz Kureyş’ten başka Medine’ye
gidilince orada Yahudi ve Hıristiyanlar vardı ki bunlara daha evvel peygamber
gelmişti biliyoruz.
Öyle olunca beni şöyle bir anlam zorladı: Kendisine uyarı gittiği halde,
kendisi bu uyarıyla beraber olmayan, bu uyarıya kulak vermeyen, insanlar bu
Kuranla tekrar bir daha uyarılacaklar. Ebu Cehile uyarı gitti, Ebu cehil
uyarıldı aslında, tekrar uyarıldı, bir daha uyarıldı, bütün bu uyarılara rağmen
yine de uyanmadı adam. Öyleyse bunu şöyle anlıyoruz: Babası uyarılmadığı halde
oğlunu ihmal etmeyin ha! Babası madem ki uyarılmamış bu sefer oğlunu uyarın
demektir bunun mânâsı. Uyarmaktan kastımız budur zaten.
Meselâ şu grubun bir lideri olsa,
hepimiz burada yatsak. Grup liderini sabah namaza uyandırmaya çalışsak, uğraşsak,
didinsek, tek-rar etsek, üzerine su döksek, ama bir türlü onu uyandıramasak,
ötekileri boş ver demeyeceğiz yâni. Yahu bunların reislerini uyandıramadık ki
öbürlerini uyandıralım demeyeceğiz. Reisleri, ataları, babaları uyarıya müspet
cevap vermeseler de, adam olmasalar da evlâtlarını uyarmaya devam edeceğiz.
Babaları adam olmuyorlar diye oğullarını silmeye kalkmayacağız. Böyle bir anlam
çıkıyor bize.
O zaman babaları uyarılmadığı halde çocukları gafil durumdaysalar, onları
da uyarasınız diye biz bu kitabı indirdik diyor Allah. Babaları uyarılmadı,
babaları anlamak, dinlemek istemedi diye çocuk-larını ihmal etmeyeceğiz. Hoca
çocukları galiba bu sınıfa giriyor. Yâni adam Kur’an okumuştur, hafız olmuştur
ama hâlâ kendi sevdasında yaşıyorsa, hâlâ imamlığının yanında yeni ek
mesleklerden zevk al-manın peşindeyse, yâni Kur’an pazarlayıcılığından ziyâde
başka şey-lerin pazarlayıcılığının peşine takılmışsa, yok ya bunun babası ne ki
kendisi ne olacak? demeyeceğiz oğlunu da uyarmaya çalışacağız an-ladığım
kadarıyla âyet bize bunu anlatıyor.
Yâni:v;Î:³@«"@«š «‡¬H²9Î! _«8 ile
onların babaları kastediliyor, «–YV¬4@«3 ²vZ«4 ile anlatılanlar da onların
çocukları oluyor. Yâni gafil olanlar çocuklardır. Arapça olarak bu mânânın
uygunluğunu söylüyor tefsirler ama mânâya gelince de onlara peygamber gelmedi
şeklinde tefsir etmeye çalışıyorlar. Yâni bu adamlar aslında Hz. İsmail’den bu
yana peygamber sesi duymadıklarından değil, uyarıya kulak vermediklerinden
Allah’ın dediklerini duymadılar. Çünkü Hz. Mûsâ'yı tanıyordular, Îsâ'yı
biliyordular ama onları dinlemek istemiyordular. Ondan dolayı öteki mânâya
biraz daha ağırlık verdim. Yâni adamın duyması bir şey ifade etmez, dinlemişse
uyarılacaktır. Çünkü uyarılmak demek sadece ona mesajın gitmesi demek değildir.
Ben Kur’an’la uyarılmışsam Onun muhtevasını hayatıma aktarıyorum demektir.
Sadece Onu duydum demek değildir. Çünkü öteki türlü uyarıya karşı duydukları
halde nötr kalmış insanlar da olacaktır yâni.
47. “Yaptıklarından
dolayı, başlarına bir musîbet geldiğinde: “Rabbimiz! Bize bir peygamber
gönderseydin de, âyetlerine uysak ve mü'minlerden olsaydık olmaz mıydı? “
derler (diye peygamber göndermişizdir).”
Evet başlarına bir musîbet gelince,
başlarına bir şeyler
Ey Rabbimiz ne olurdu bize de bir Resul
gönderseydin de biz de senin âyetlerin peşi sıra gitseydik. Keşke bize de bir
elçi, bir önder gönderseydin de sana, senin âyetlerine ittiba etseydik de o zaman
biz de mü'minlerden olsaydık dersiniz için size peygamber gönderiyoruz
olacaktır mânâ. Anladık değil mi? Yâni, madem ki peygamberimize kadarki dönemde
hiç peygamber gönderilmedi. Öyleyse o döneme kadar yaşayan insanlar böyle
derlerse ne olacak? Öteki mânâya göre düşünecek olursak böyle bir boşluk oluyor
o zaman. Onlar bu itirazlarında haklı mı çıkacaklar? Halbuki onlara da mesaj
iletilmiştir. Yâni onlar da kul olabilecek kadar, puta tapmayacak kadar hak
dinden ha-berdar olabileceklerdir, haberdar edilmişlerdir.
Çünkü bakın İslâm’dan önceki toplumlar
bize tanıtılırken o kadar mübâlağalı tanıtılıyor ki, meselâ bir kadın tarifi,
bir kadın tabiri var ki, yâni hayvan değil, mal değil, mülk değil, eşya değil,
hiçbir şey değil. Şerefi yok, izzeti yok, namusu yok, değeri yok hiç bir şey
yok gibi. Ama beri tarafta Peygamberimizin evlenmesi anlatılırken öyle bir kadın
anlatılıyor ki, sanki dünyada onun gibisi bir daha yok. Cahiliye dönemi
Hatice’si gibi yâni. O kadar namuslu, iffetli, dürüst, gayretli, dirâyetli ve
de başı da kapalı bir kadın. Değil mi? Hatice annemiz me-lek geldiği zaman endişelenen, neye uğradığını
bilemeyen kocası Ra-sulullah efendimize diyor ki, sen üzülme, O geldiği zaman
ben başımı açayım da diyor Onun bir şeytan mı yoksa bir melek mi olduğunu
anlarız diyor. Yâni böyle kocasının yanında bile başı kapalı bir kadın. İşte
böyle bir kadın anlatılıyor.
O zaman galiba cahiliye dönemi anlatılırken peygamberden tümüyle
soyutlayarak anlatmak yerine Allah ve peygamberden de haberdar olan bu toplum,
aynı zamanda putlara da tapınıyordular da ondan kötüydüler demek zorunda
kalacağız. Yâni Allah’ı biliyorlar, Peygamberi tanıyorlar, Peygamberi yolu
biliyorlar, Allah’a teslim olmaktan haberdarlar, ama putları da ihmal etmiyorlar.
Hem Allah’a hem de putlara kulluk ediyorlar.
İşte böyle inanan, böyle imanla şirki,
imanla küfrü birlikte yaşayan bu insanlara bu yaptıklarından dolayı, elleriyle
yedikleri nanelerden dolayı, yâni yaptıkları işlerden dolayı başlarına bir şeyler
geldiği zaman derler ki Rabbena şöyle şöyle. Yâni bu insanlar başlarına bir
musîbet gelmeye görsün derler ki bize de peygamber gönderilseydi. Aslında
onlara peygamber gönderilmediğinden, onların böyle bir mâzeretleri
olabileceğinden değil mesele. Yâni onların tavırlarını anlatıyor âyet. O
musîbetten dolayı feveran ediyorlar, ah keşke bize de bir yol tarif eden
olsaydı filan diyorlar. Yâni keşke, nolaydı da peygambere ittiba edeydik
diyorlar, mesele bu. Keşke peygamber olsa da ona uysaydık değil mânâ. Peygamber
vardı ama keşke biz ona uyuverseydik diyorlar. Belki de yarın başınız dara
gelince teslim olacaksınız! Ahu vah edeceksiniz, gelin bugünden teslim olun
diyor sanki bu bölüm.
48. “Ama onlara
katımızdan gerçek gelince: “Mûsâ'ya verildiği gibi, buna da mûcize verilmesi
gerekmez mi? “ derler. Daha önce Mûsâ'ya verileni de inkâr etmemişler miydi?
“Yardımlaşan iki sihirbaz” demişlerdi; “Hepsini inkâr edenleriz” demişlerdi.”
Bizden bir Hak onlara gelince derler
ki, nolaydı da şu Mûsâ’ya gelen bize de gelseydi.
Yâni sanki siz daha önce Mûsâ’ya
gelenlere inandınız mı? Veya siz onları küfretmediniz mi? Siz Tevrat’ı örtbas
etmediniz mi? Yâni Allah’ın kitabını tedavülden kaldırmadınız mı? Allah’ın
kitabını tahrif edip işini bitirmediniz mi? Hani nerede Tevrat?
İki sihirbaz birbirlerine sırt vermiş
veya iki sihirbaz ki birbirlerini destekliyor dediler. Mûsâ ve Harun (a.s)’lar
birbirlerini destekleyen, birbirlerine yardım eden iki sihirbazdan başkası
değildir dediler. Böylece onu küfrettiğimiz gibi bunu da küfrediyoruz dediler
ve yine kenara çekildiler. Muhammed (a.s)’a gelen bu son kitap Mûsâ (a.s) a gelen
kitabın aynısı olduğu halde, her ikisi de aynı kaynaktan geldiği halde, her
ikisinin de hak birer kitap olduğunu anladıktan sonra inkârlarını tazelediler.
Tıpkı önceki kitaplarını inkâr ettikleri gibi son kitabı da inkâr ettiler.
Çünkü Allah bir şey indirmez. Allah vahiy göndermez. Allah kullarının hayatına
karışmaz, Allah kitap indirecek, peygamber gönderecek değildir diye itiraz
ettiler. Allah hayata karışmaz dediler. Allah bizim işlerimize karışmaz
dediler. Allah bizim hukukumuzu bilmez dediler. Allah kılık kıyafetten anlamaz
dediler. Allah ekonomik düzenlemeleri, Allah siyasal yapılanmaları bilmez
dediler. Bu işleri düzenleyecek bizim başka tanrılarımız var, bizim yeryüzü
tanrılarımız var dediler. Allah bizim hayatımıza karışmaz biz dilediğimiz gibi
yaşarız dediler. Evet ehl-i kitap böyle deyiverdi.
Kitapla ve
peygamberle karşı karşıya gelen Mekkeli müşriklerin ilk işi bu konuyu Medineli
akıl hocaları olan Yahudilere sormak oldu. Gittiler Medine’ye ve Allah konusunda,
din konusunda, kitap ko-nusunda, peygamber konusunda kendilerinden ilerde
gördükleri Yahudi âlimlerine sordular. Çünkü tarihin en eski çağlarından beri Allah’ın
kendilerine pek çok peygamber gönderdiği, pek çok kitaplar gönderdiği
Yahudilerin bu konudaki bilgilerine, tecrübelerine güveniyorlardı. Gidip sordular. Böyle, böyle
kendisine Allah’tan vahiy geldiğini iddia eden bir kimse var, nedir bunun
durumu diye. O hainler de dediler ki hayır Allah kesinlikle ne peygamber seçer,
ne de kitap gönderir deyiverdiler. Allah’ın bu son elçisi kendilerinden çıkmadı
diye, bu son kitap kendilerine gelmedi diye kıskançlıklarından, kinlerinden bu
Yahudiler böyle deyiverdiler. Allah yeryüzünde hiç kimseye vayih gön-dermez deyiverdiler.
Böylece bu Yahudiler kendilerini
de, kendi yollarını da, kendi dinlerini de, kendi kitaplarını da
reddediverdiler. Tüm inanç manzumelerini
ve tarihlerini de reddediverdiler. Kendi bindikleri dallarını da kesip atıverdiler.
Daha önce Mûsâ (a.s)'a indirilen Tevrat’ı da, Îsâ (a.s)'a indirilen İncil’i de
reddediverdiler. Bakın En’âm sûresinde de Rabbimiz onlara şunu soruverdi:
“De ki
Mûsâ’ya o kitabı kim gönderdi?”
(En’âm 91)
Evet
Peygamberim sor onlara bakalım. Onlar madem ki Allah bir şey indirmedi
diyorlar, sor bakalım onlara Mûsâ (a.s)'a Tevrat’ı kim indirmiş? Madem Allah
bir şey indirmez, Allah kitap göndermez, Allah peygamber göndermez, Allah
hayata karışmaz diyorlar. Peki o zaman Mûsâ’ya gönderilen, kendi kitapları
olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı kim indirmiş? Tevrat’ı kimin indirdiğini
söyleyecek bu adamlar? Dün peygamberine bunu sormasını istemişti Rabbimiz,
bugün biz de soracağız bunu onlara. Söyleyin bakalım ey kâfirler! Söyleyin
bakalım ey Allah hayata karışmaz diyerek küfrün daniskasını gerçekleştiren kâfirler,
bizim kitabımız var diye gururlanıp onunla uzaktan ve yakından en küçük bir
ilginiz kalmadığı halde, kendi kendinizi avutmaya devam ettiğiniz o kitabı o
Tevrat’ı kim indirmiş? deniyordu.
Bakın burada da keşke Mûsâ’ya gelen
kitap gibi bize de bir kitap indirilseydi de biz onun âyetlerine tabi olsaydık
diyenlere Allah da diyor ki, sizin bu sözünüz ciddiyetten, samimiyetten
kaynaklanmı-yor, siz inanmak için söylemiyorsunuz. Çünkü eğer inanmak için olsaydı
Mûsâ’ya inene de inanırdınız. Benzer bir âyet Yahudiler için de aynı şeyleri
söylüyordu: Peki siz eğer inandığınızı iddia ediyorsanız, Allah’ın dininde
olduğunuzu iddia ediyorsanız neden Tevrat’ı değiştirdiniz, neden Allah’ın
peygamberlerini öldürdünüz?
"Deki
eğer siz gerçekten inanmışsanız imanınız ne kötü şeyler emrediyor size?"
(Bakara 93)
Şâyet
sizler mü'minlerseniz, şâyet siz size indirilene iman ediyorsanız, o zaman
Allah’ın elçilerini niye öldürdünüz ya? Eğer imanlarınızda samimiyseniz niye
öldürdünüz Allah’ın elçilerini? Peygamber öldürmek iman mıdır, küfür müdür?
Yâni bu kadar kötü şeyler emreder mi
iman? Siz mü'min olduğunuzu iddia ediyordunuz? İşittik isyan ettik? diyorsunuz,
arkasından peygamberleri öldürüp kitabınızı tahrif ediyorsunuz. Peygamber
aranızda olduğu halde buzağıya tapınmaya kalkıyorsunuz. Yâni sizin imanlarınız
size bunları mı emrediyor? Yâni sizin nasıl bir imanınız var ki bu imanlarınız
sizi Allah’la çatıştırıyor? Nasıl bir imanınız var ki Resulleri gündemden uzaklaştırtıyor
size de, hep başkalarını gündeme almanızı emrediyor? Resullerin örnek hayatları
yerine başka başka insanların hayatlarını örnek almaya zorluyor sizi. Böyle
iman olmaz. Sizin bu imanınız nasıl bir iman ki size bunları emrediyor? Böyle
bir iman başka değil, olsa olsa şeytana iman olur deniyordu orada da. Yâni hem
mü'minsiniz, hem peygamber öldürüyorsunuz. Hem mü'-minsiniz hem de kitabı
tahrif ediyorsunuz. Bu ne biçim iman? Sizin imanınız ne kötü şeyler emrediyor
size böyle? Deniyordu. Burada da siz bu konuda ciddi değilsiniz denilmektedir.
Eğer peygamberi tanısaydım, ben de ona
iman ederdim, ben de onun gibi bir hayat yaşardım. Eğer İslâm’ın tahsilini ben
de yapmış olsaydım, ben de İlahiyatta okumuş olsaydım, ben de hoca olsaydım,
ben de hacı olsaydım ben de yapardım, ben de ederdim, ben de yaşardım diyenlere
veya eğer biz de böyle diyorsak deniyor ki, yâni bugün mevcut İslâm’ı yaşamakta
cesaretin, gayretin ne ki? O zaman ne yapacaksın? denilecektir. Öyleyse bize
düşen mevcut bilgilerimizi pratize etmek, mevcut bildiklerimizi amele dönüştürmek,
ondan sonra da yeni yeni bilgiler kazanmak için gayretimizi artırmak.
49. “De ki eğer
doğru sözlü iseniz, Allah katından, bu ikisinden daha doğru bir Kitab getirin
de ona uyayım. “
Benzer bir soru da Enbiyâ sûresinde varit
olmuştu:
“Peygamberim!
Eğer bilmiyorsanız kitaplılara sorun.”
(Enbiyâ 7)
Eğer bilmiyorlarsa sorsunlar ehl-i
kitaba? Sorsunlar Yahudi ve Hıristiyanlara? Sorsunlar akıl hocalarına? Sorun
bakalım sizi kışkırtan, size peygambere karşı mücâdele yöntemleri ulaştırmaya
çalışan şu kitap ehline sorsanıza. Aslında bu tür âyetler aslında sakın ha! Ya-nılmayın!
Yapmayın! demektir. Türkçeleştirelim: Deki ey peygamber, sen onlara şöyle bir
durum arz et. Yâni eğer kafaları çalışıyorsa artık sıfırı tüketmeleri lâzım.
Eğer şu benim size sunduğum kitap Allah-tandır demiyorsanız. Hani keşke Mûsâ’ya
gelen gibi bize de gelseydi diyorlardı ya. Eğer şu getirdiğim son kitabın Allah’tan
olduğunu kabul etmiyorsanız, haydin bu Allah’tandır diye siz bir kitap getirin!
Bu hattâ Tevrat, İncil dışında bir kitap olacağı gibi, bizzat Tevrat ve İncil
de ola-bilir. Haydin siz bir kitap getirin ki benimkinden daha hoş yol gösterici
olsun. Daha iyi yol göstersin, beni buna muhtaç bırakmasın, beni Kur’an denilen
bu âyetlerden müstağnî kılsın ve sonunda ben de:
Ona ittiba edeyim. Onun peşinde
gideyim. Eğer siz iddianızda ciddiyseniz, iddianızı amele dönüştürebilecekseniz.
Sadık olmak demek, inancı, iddiayı eyleme dönüştürmek denektir. Çünkü bir
konuda iman etmek onunla amel etmekten ayrıdır. Ama sadık olmak, sıddîk olmak,
imanı amele dönüştürmek demektir. Cebimizdeki paranın Allah’a ait olduğunu
kabul etmek imandır, ama bunu Allah’ın dediği yere sarf etmek sadakadır,
tasdiktir yâni. Onun için burada da böyle bir mânâ seziyoruz. Yâni eğer siz
dediğinizde ciddi olarak onu eyleme dökebilecekseniz haydi ispat getirin
bakalım demektir. Yâni böyle bir şeyi yapabilecek değilsiniz demektir bunun
mânâsı. Onun içindir ki:
Âyetinin anlamı da gidin bilenlere
sorun demek değildir. Âyetin ma kabline, ma ba’dine bakın böyle bir mânâ
olmadığını anlayacaksınız. Yâni Kur’an boyutunda ey peygamber veya ey peygamber
yanındakiler, eğer sizler bunun, bu kitabın Allah’tan olduğu konusunda şüp-hede
iseniz, o zaman bu kitap konusunda zikir erbabına, fikir erbabına, Tevrat ve
İncil erbabına gidin bir sorun bakalım! deniyor. Yâni bir şüpheniz varsa,
değilse sormalarını filan istemiyor Allah. Sormak yasaktır bu mânâda ehli
zikre. Ehl-i kitaba sormak yasaktır. Çünkü bizim onlara sorabileceğimiz, onlardan
öğrenebileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktur.
Yâni sanki bu Kur’an’ın sağlamasını Tevrat ve İncil’le yapmak olur, bu
kitabın sağlamasını sapıklarla yapmak
olur ki bu bâtıldır. Hz. peygamber de asla onlara uymayacaktı. İncil ya
da başka bir kitap da gelse asla bundan daha efdâli, bundan daha üstünü
olmayacaktı. Ama bugün maalesef Kur’an’dan daha üstün yol göstericiliğine inanılan,
teoride veya pratikte nice kitaplar ortada ki insanlar onlara ittiba
etmekteler. Kur’an’da biliyorsunuz Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi
konusunda iddialar var. Eğer gücünüz yetiyorsa haydin bunun bir mislini, yahut
bir sûresini meydana getirin! gibi. Bu âyetler karşısında bü-tün insanlık susmuş.
Ama Müseyleme gibi daha bir geri zekalı
aptalların denemeler yaptıkları olmuş. Kur’an’ın lafzına benzer, nazire yapmaya
çalışanlar olmuş ama bunu becerememişler, gülünç durumlara düşmüşler diye yılar
yılı bize anlatıldı. Oysa Kur’an hem lafız olarak Kur’an’dır, hem de muhteva
olarak Kur’an’dır. Kur’an’ın lafzına benzer lafız yapmak ne kadar aptallık, ne
kadar körlük ise Kur’an’ın muhtevasına benzer muhteva yapmak da aynısı
olacaktır. Kur’an’ın eğitim düzeni hakkında, Kur’an’ın aile düzenlemesi hakkında,
Kur’an’ın siyasal yapılanma hakkında, Kur’an’ın bireysel ve toplumsal hayat hakkında,
miras hakkında, kılık kıyafet hakkında neler ortaya koymuşsa, onların benzerini
yapmaya çalışmak da aynı neticeyi ortaya koyacakken maalesef müs-lümanlar
Kur’an’dan daha efdâl zannettiklerinden mi, yoksa Kur’an’-dan gafil
olduklarından mı veya şeytan onlara amellerini süslü gösterdiğinden mi o yeni
üretilen süreli sistemlere, ideolojilere uyarlar da Kur’an’ın o konuda dediğini
hâşâ bilmezler.
Çok pratik bir örnek vereyim: Kur’an diyor ki ben miras sistemi ortaya
koyuyorum, başkaları diyorlar ki ey Allah sen yaparsan biz de yaparız, işte
bizimki de bir düzen! Ve bu bayağı bayağı da müslüman-ların arasında uygulama
alanı buluyor yâni. Diğerlerini biliyoruz. Yâni ben hukukunuzun şöyle olmasını,
ben ticaretinizin böyle olmasını, ben kılık kıyafetinizin böyle olmasını,
istiyorum diyor Allah. Başkaları da diyor ki biz de bunların şöyle olmasını
istiyoruz diyorlar ve onlarınki de elbette revaç buluyor veya uygulama alanı
buluyor Allah korusun..
50. “Eğer, ey
Muhammed! Sana cevap veremezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil.
Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır?
Allah zalim milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez.”
Eğer senin bu soruna icabet edemezler,
cevap veremezlerse bil ki, amel etmek üzere bil ki, din olarak bil ki. Arkadaşlar
Arapça’da bilginin iki karşılığı vardır. Zan ve ilim. Zan hakikatle mutabakatı
olmayan bilgidir. Yâni hayatta uygulama alanı olmayan bilgidir. Meselâ ey
anneler, anne sütüyle çocuklarınızı zehirlemeyin! diyorlar. Çünkü anne sütü
kesinlikle çocuklar için zararlıdır diyorlar. Bu bilgi zandır. Neden böyle
diyorlar? Ürettikleri çocuk mamalarını tüketebilmek, para elde edebilmek için
birilerinin uydurduğu zanlardır bunlar. Bunun gibi hayatta insanların
kandırıldığı pek çok zanna dayanan bilgiler vardır. Bir de hayata mutabık
bilgiler vardır ki, onlara da din diyoruz. İşte böylece din olarak amel etmek
üzere bil ki:
Gibi âyetler, bunu ilim olarak bilin.
Yâni hayatınıza bunları mutabık kılmak üzere bilin. Amel etmek üzere, uygulamak
üzere bilin ki demektir. Onlar bu iddialarında, senden Tevrat gibi, İncil gibi
kitap isteme iddialarında, sen bunu kimden öğrendin? deme iddialarında veya
kendileri Kur’an’a nazîre yazma iddialarında hep kendi havalarına uyuyorlar.
Kendi hevâlarına ittiba ediyorlar. Kendi havaları peşi sıra gidiyorlar,
havalanıyorlar. Kendi dünyalarında böyle bir hava kazanıyorlardı. Yâni kendi
aralarında büyüklük taslıyorlar, birisi içlerinden daha büyük kabul ediliyor ve
o da kendi kendine havalanıp, onun gururu ötekilere cin oluşturuyor. Sen de
bizden oldun, sen de büyüdün, sen de doçent oldun, sen de doktor olmalısın, sen
de amirsin, sen de müdürsün, sen de bakansın, sen de dekan oldun gibi kendi
kendilerine havalar kazanıyorlar.
Peki Allah’tan bir hidâyet, Allah’tan
bir yol gösteri olmaksızın kendi hevâsına ittiba edenden daha sapık kim olacak?
Var mı bundan daha sapık birisi? Kendi hevâsını, havasını, heveslerini
putlaştırıp tanrı edinen ve hevâsı istikâmetinde bir hayat yaşayan kimseden daha
zalim olabilir mi? Allah’ı unutmuş, Allah’tan gelen basiretlerle ilgi kurmamış,
Allah’ın kitabından ve peygamberin sünnetinden habersiz olduğu için, Allah’ın
kendisi adına belirlediği kulluk programına teslim olmak yerine kendi
bilgisine, kendi hevâ ve heveslerine teslim olmuş, ya da başkalarının
hevâlarına teslim olmuş, başkaları için yaşamayı, tâğutlar için yaşamayı, moda
için, çevre için, âdetler için yaşamayı, başkalarına kulluk etmeyi alışkanlık
edinmiş kişiden daha zalim kim olabilir?
Bunlar artık sapmaya lâyık insanlardır. Allah’ı
bırakmış, Allah’tan gelen basîretleri bırakmış, ben bana yeterim, ben benim hayatımı
düzenlemesini bilirim, evimi ben de düzenleyebilirim, nereden kazanıp nerede
harcamam gerektiğini ben de bilirim, çocuklarımı nasıl eğiteceğimi, ne
yiyeceğimi, nasıl giyineceğimi ben de bilirim. Benim aklım var, benim fikrim
var, benim Allah’a da, onun kitabına da onun hayat programına da ihtiyacım
yoktur demiş ve kendi hayatına kendisi program yapmaya kalkışmıştır.
Bu tür insanlar arzularını,
heveslerini putlaştırmış insanlardır. Canları ne isterse onu yapmaktan
çekinmezler. Zevkleri nefisleri neyi hoş görürse onu yaparlar. Hiç bir kayd
altına girmek istemezler. Ne Allah ne peygamber, ne kitap, ne din, ne haram, ne
helâl tanımazlar. aslında bir tek Allah’a kulluktan, bir tek Allah’ın
yasalarına tabi olmaktan kaçarlar, ama pek çok ilahlara kulluk ederler. Bir tek
Allah’a kulluktan kaçacağız derken pek çok ilaha tapınırlar. Bir tek Allah’tan
kaçacağız derken pek çok ilahın kucağına düşerler. Nefislerinin, arzularının,
tutkularının, şeytanların, tâğutların kucağına düşerler.
Şimdi,
böyle bir kayıt bize şunu anlatıyordu: Allah’ın Resûlü öyle diyordu ya:
“Sizden hiç biriniz hevâsı,
gönlü, arzusu benim tebliğ ettiğim şeylere tabi olmadıkça mü'min olmuş olamazsınız."
Kendi
hevânız, havanız, hevesiniz, arzunuz, emeliniz, hedefiniz benim getirdiğime
uymadıkça siz mü'min olmaz, iman etmiş sayılmazsınız diyordu peygamberimiz
efendimiz. Buna göre diyoruz ki insanların yeme zevkleri, ikram zevkleri, giyme
zevkleri, içme zevkleri, evlilikteki zevkleri, hayata bakıştaki zevkleri vahye
uymadıkça mü'-min olamayacaktılar. Öyleyse biz de ondan zevk alır hale geleceğiz,
başka çaremiz yoktur. Sahâbede bunu çok açık görüyoruz.
Meselâ kadının biri,
yakınlarından birisi vefat ediyor, herhalde çocuğu vefat ediyor. Süsleniyor,
püsleniyor, güzel kokuları da sürünüyor, Hz. Aişe anamızın da bulunduğu bir
kadınlar topluluğunun ya-nına geliyor. Hayrola! diyorlar yahu senin ne
ihtiyacın var buna? Daha iki üç gün oldu, işte filanın öldü senin! Böyle
süslenmeye nerden ihtiyaç hissettin? Vallahi benim buna hiç bir ihtiyacım
yoktur, ama benim peygamberim kocasından başkası için kadınlar üç günden fazla
yas tutmasın buyurdular. Hevesimi Rasûlullah’ın buyruğuna uydurduğumu, yas
tutmadığımı, yâni yası bitirdiğimi beyan etmek için böyle yaptım diyordu. Sırf
onun için, başka bir dertleri yoktu sahâbenin. Yâni öyle ittiba ediyorlardı ki
peygambere, bütün zevklerini ona uydurmaya çalışıyorlardı. Biz de zevklerimizi,
arzularımızı, heveslerimizi, evlerimi-zi, döşemelerimizi Ona uydurursak o zaman
Allah’tan gelen dine uymuş olacağız demektir. Değilse kendi zevklerimize, kendi
hevâmıza, havamıza uyarsak Allah korusun bu sapıklık olur. Ve Allah:
Bu tür zalimlere, böyle yaşayanlara da
Allah elbette hidâyet etmeyecektir. Yâni buradaki zalimin anlamı ne? Allah’ın
hidâyetine teslim olmayan hevâsına uyan kişi demektir ki işte Allah bunlara yol
göstermeyecektir. Elbette Allah’ın kitabına, Resûlünün sünnetine ihtiyaç
duymayarak kendi kendisini tanrılaştıran kimseye Allah yol göstermeyecektir.
Çünkü zaten kitabını ve peygamberini göndermekle kullarına yolunu, hidâyetini
göstermiştir Allah. Kitapla ve peygamberle ilgilenmeyen insanlar elbette bu
hidâyeti bulamayacaklar demektir.
Öyle değil mi? Arkadaşlar, şurasını hiçbir zaman unutmayalım ki kitabın ve
peygamberin olmadığı yerde mutlaka hevâ ve hevesler geçerlidir. Kitap ve
peygamber uygulamalarının bilinmediği hususlarda insanların hevâ ve hevesleri
gündemdedir. Yâni insanlar eğer amel edecek kadar, hayatlarını düzenleyecek
kadar kitap ve peygamberle tanışmamışlarsa,
kitap ve sünnetten haberdar değillerse başka çaresi yok hayatlarını mutlaka
başka şeylerle doldurmak zorunda kalacaklardır.
Öyleyse bizler de eğer hevâ ve heveslerimize uyarak sapmak, sapıtmak,
zalimlerden olmak istemiyorsak, kitabı ve peygamberi yakından tanımak, vahiyle
tanışmak zorundayız. Yaptığımız her işte, verdiğimiz her kararda, attığımız her
adımda vahye dayanmak, vahye sarılmak zorundayız. Kitabı ve Rasûlullah’ın
sünnetini tanıyıp ona sarılmak zorundayız. işte o zaman bizler Rasulullah
efendimizin bu hadislerinde anlattığı müslümanlardan olma imkânı elde etmiş
olacağız inşallah. Allah yardımcımız olsun.
51. “Andolsun ki,
Biz vahyi onlara art arda yetiştirdik; belki düşünürler.”
Beri taraftan, bir de şu var ki. Veya
kesinlikle şunu da bilin ki, biz onlara sözü ulaştırdık da ulaştırdık. Vessalnâ
olunca çok çok, arka arkaya, defalarca biz onlara sözü ulaştırdık olacaktır mânâ.
Buradaki "Lehüm" ile kastedilen; ya küffâr-ı Kureyş’tir, ya Hıristiyanların
mü'-minleri veya Yahudilerin mü'minleridir. Tefsirlerde böyle anlaşılmış. Amma
biz şunu biliyoruz ki Kur’an sadece geliş döneminin, sadece o dönemin kitabı
değildir. O dönem öyle olmuş da ama O kıyamete kadar ki dönemler için
gelmiştir. İşte kitabımızın bu bölümü de buna çok güzel örnektir hepimizin
bildiği gibi. Sen istediğini hidâyet demezsin ama Allah dilediğini hidâyet
eder. Bu peygamberimiz için hemen hemen herkesin kabul ettiği Ebu Talibin
vefatı dolayısıyla söylenmiş bir âyettir. Ama o dönem bitti, peygamber vefat
etti, Ebu Talip ortadan kalktı, bitti demeyeceğiz bunu. Bu âyet kıyamete kadar
o durumda, o ortamda, o konumda bulunan tüm insanlara yol gösterecek olan bir
âyet olduğuna göre, o mânâda âyeti hayata teşmil ediyoruz.
Bunu, bu kavli ulaştıran açısından
değerlendirirsek, o zaman bizler de dışımızdaki insanlara bu sözü defalarca ulaştırmadan
yana olmak zorundayız. Yâni bir kere söyledik bitti demeyelim. Bu kitabın
âyetlerini iki kere söyledik, iki kere duyurduk bitti demeyelim. Okumaya, duyurmaya
devam edelim. Tekrar edelim, bir daha söyleyelim, bir daha söyleyelim. Çünkü
Allah madem bize böyle yapmışsa, bizden de böyle yapılmasını istemiştir, biz de
devam edelim. Eğer bize söz ulaştırılıyorsa, birileri tekrar tekrar bize duyuruyorsa
o zaman da aklımızı başımıza alalım. Bak bu kadar âyetle Allah bize bir şeyler
söyledi, bu kadar âyetten sonra biz de uyanmalıyız artık.
Bakıyoruz Kur’an’ın Zümer sûresinde de
söylüyordu Allah onu bize:
“Allah, âyetleri birbirine
benzeyen ve yer, yer tekrar eden kitabı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”
(Zümer 23)
Allah sözün en güzelini
indirmiştir. Allah sözün en güzelini peyderpey indirmiştir. Hadis yeni olan,
yepyeni olan, insanda, dinleyende herhangi bir alışkanlık, ya da bıkkınlık
meydana getirmeyen, daima yeni, daima taze olan sözdür. İşte Allah böyle
sözlerin en güzelini indirmiştir. Bir kitap olarak, birbirine benzer, birbirini
okşar, birbirini bütünler, birbirini destekler âyetlerle, sûrelerle ve mesânî,
ikili bir anlatımla, ya da tekrarlı bir anlatım olarak indirmiştir. Rabbimiz
zatıyla, melekleriyle, cennetiyle, cehennemiyle ortaya koyduğu her konuyu insan
zihnine yerleştirip kazımak için tekrar tekrar anlatmıştır. İnsan Rabbimizin
anlatımlarını her duyduğu yerde yeni bir tesirle sarsılmaktadır.
Evet, demek
ki sözlerin en güzeli Allah’ın indirdiği bu kitabın âyetleridir. Bu kitapta
âhenk var, bu kitabın âyetlerinde bir uyum ve insicam var. İkili bir anlatım
var. Cennet var, ama cehennem de var bu kitapta. Dünya var, ama âhiret de var
bu kitapta. İman var, ama ekonomi de var. Ahlâk var, ama siyaset de var. Namaz
var, ama aile de var, toplum da var. Ruh var, ama beden de var. İnsanlara lâzım
olan her şeyi anlatmıştır bu kitapta Rabbimiz. Fâtiha’dan Nas’a kadar tüm
âyetleri, tüm sûreleri bir uyum ve insicam içindedir bu kitap.
Cenâb-ı Hak böyle sanki bir tek konuyu
defalarca anlatır. Ör-nekleyerek anlatır, doğrudan anlatır, semaya baktırarak
anlatır, arzı göstererek anlatır, Mûsâ ile anlatır, Îsâ ile anlatır, yakarım
sizi diyerek anlatır, bolluğa boğarım diyerek anlatır, anlatır. Ama anlatılan sadece
bir tek konudur o da kulluk. Başkasına kul olmayın bir tek bana kul olun der.
Onun için biz de aklımızı başımıza alalım da bu kadar ısrarla tekrar tekrar
ulaştırılan söze kulak verelim inşallah. O zaman:
Belki tezekkür ederler, belki anarlar,
belki hatırlarlar, hatıralarını taze tutarlar, canlı tutarlar da gereği gibi
amel ederler diye. İşte zikir buydu, tezekkür de budur. Yâni kişinin hatırda
tutma eylemini sürekli yapması tezekkür olacaktır. Bunu bir kere yapması belki
bir zikirdir, ama onun sürekli hatırda tutulması işte zikra olacak, tezekkür
olacaktır diyoruz. Sonra İmam Secavend Hz. leri burada dur! demiş. Rükua
gidebilirsin, yeter mânâ tamamlandı. Kur’an’da böyle dur denilen çok yerde mânâ
hiç de tamamlanmaz. Ama bazı yerlerde çok güzel oturuyor yâni. Meselâ kimi
yerlerde bir mim durağı var ki burada muhakkak dur! Eğer orada durmayıp devam
edersen ondan sonrasıyla mânâyı karıştırırsan olmaz! deniyor doğru. Ama
bazen burada olduğu gibi, bazen ayn duraklarına bakıyoruz, yâni sanki nefes aldırmak
için durduruyor gibi. Yâni pek bir mânâ tamamlanmış olmuyor gibi geliyor.
Bundan sonra gelen:
52. “Kendilerinden
daha önceden Kitab verdiklerimiz buna da inanırlar.”
Âyeti beraber mi olacak? Yoksa bundan
ayrı mı düşünülecek? Sanki bu ayından dolayı ayrı düşünülecek gibi oluyor.
Birileri, kim o birileri? İşte
kendilerine söz nakledilenler, kendilerine söz ulaştırılanlar. Kendilerine
Kur’an duyurulanlar, Allah’ın âyetlerinden, Allah’ın emirlerinden haberdar
edilenler var ya.
Onlara biz kitap verdik. Kitaptan
haberdar kılık biz onları.
Bundan daha önce de biz onlara kitap
vermiştik ki:
İslâm âlemi için Hıristiyanlar ve Yahudiler bu
kitabın muhtevası yönünden canlı örnektir, bunu biliyoruz. Ama sanki anadan,
babadan, kavimden, gardaştan, tercümanın meâlinden veya meydan gazetesinin
bilmem hangi dinsel içerikli kitabından dolayı kitaptan, Kur’-an’dan haberdar
olmuş ve öncelikli ben mü'minim demiş insanlar var ya, sanki burada anlatılan
özellikler bu tür insanları ilgilendiriyor. İmam, hoca bilinenlerden tutun da,
İmam Hatipte okuyanlara, müezzinlere, müftülere, vaizlere, kadar...
Yâni kendilerine kitap verilenler, İncil ve Tevrat verilenler an-lamınaysa
da, bu mânâya gibiyse de aynı zamanda kendilerine Kur’-an verilenler mânâsına
da gelecektir, şu açıdan: Bir kere adamın ben iman ettim deyivermesi yetmeyecektir.
Ben de Kur’an ehliyim, ben de ehl-i kitabım, benim de bir kitabım var, ben de
kitapsız değilim deyivermesi onun müslümanlığı için yetmeyecektir. Hani Bakara
sûresinin 62. âyeti bunu çok hoş anlatıyordu:
"İman
edenler."
İman
iddiasında bulunanlar. İnandığını iddia edenler, ben de mü'minim diyenler,
inandım diyenler.
"Mûsâ
dinini kabul eden Yahudiler."
Ve
Yahudilik iddiasında bulunanlar. Biz Yahudi’yiz diyenler. Yol budur diyerek
Yahudilik iddiasında bulunanlar. Peygamberleri Hz. Mûsâ’dan yıllar sonra
kendilerini bu isme izafe edenler. Müslüman isminden vazgeçip kendilerine
Yahudi ismini lâyık görenler. Bu ismi onlara Allah vermediği için, kendileri
verdiği için bunları söyledim yâni.
"Bir
de Nasraniler."
Ve
Hıristiyanlar. Hz. Îsâ’nın yolunda olduklarını, peygamberin ve Allah dininin
yardımcıları olduklarını iddia eden Hıristiyanlar.
"Bir
de Sabiîn olanlar."
Ve bu
saydığım dinlerin hiçbirisine inanmayan, hiçbir semavi dine mensup olmayan,
aya, güneşe, yıldızlara ve değişik varlıklara tapınanlar, putperestler, din
tanımazlar, ateistler.
"Şimdi
bunlardan her kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve sâlih amel işlerse
bunların ecirleri Rableri yanındadır. Onlara korku da yoktur ve onlar mahzun da
olmayacaklardır."
Evet işte
bu sayılan dört grup insandan kim ki iman eder ve inancını da amele
dönüştürürse, yâni sâlih amel işlerse, işte o zaman o cennete girecektir. Yâni
adam böyle kendi kendine ben müslüma-nım dedi, müslümanlıkla ilgi kurdu, tamam
bitti değil. Gerçek mânâda Allah’ın istediği gibi iman eder ve bu imanını da
sâlih amellerle ortaya korsa o zaman kurtulacaktır. Çünkü bu adamlara
kitabımızın pek çok yerinde, biri de N
"Ey
iman edenler iman edin!"
(Nisâ: 136)
Evet, ey
iman edenler iman edin. Dikkat ederseniz başta ey iman edenler dendi, sonra da
iman edin deniyor. Anladığımız o ki ey iman iddiasında bulunanlar, ey kendilerinin
mü’min olduklarını zannedenler, haydi Allah’ın istediği gibi iman edin.
Evet
arkadaşlar dikkat ederseniz burada dört grup insana sesleniliyor. Bunlar
şunlardır:
1: Müslüman
olduklarını iddia ettikleri halde Allah’ın istediği gibi inanmayanlar. Müslüman
olduklarını iddia ettikleri halde tıpkı Yahudiler gibi sapıp sapıtanlar. Müslüman
olduklarını, Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına iman ettiklerini iddia
ettikleri halde tıpkı Yahudiler gibi kitaplarıyla, peygamberleriyle ilgilerini
kesip dünyacı ve maddeci kesilenler. Yahudi’ce sapanlar. Veya müslüman olduklarını
iddia ettikleri halde Hıristiyanlar gibi ruhçu kesilerek sapıp gidenler.
Evet müslüman olduklarını
söyleyip durdukları halde Yahudi’ce dünyaya, maddeye tapınanlar veya
Hıristiyanca dünyayı reddedip, dünyaya küsüp, dünyadan el etek çekip ruhbanca
bir hayata meyledenler. Yâni kitaplarıyla ilgisiz yaşayan müslümanlar.
2: Allah’ın
dininden çıkan, müslümanlıktan uzaklaşan, kitaplarını bozan, kitaplarının
bozukluğunun farkında olmayan Hıristiyanlar.
3: Yine
Allah’ın dininden kopan, müslümanlığı beğenmeyip kendilerine Yahudi ismini
lâyık gören kitaplarını tahrif eden, peygamberlerinin defterini düren
Yahudiler.
4: Bir de
hiçbir dine inanmayan ateistler, Sabiîler. İşte bunlardan her kim ki Allah’ın istediği
gibi iman eder ve bu imanlarını hayatlarında görüntülemek üzere sâlih amellere
koşarsa o kurtulacaktır diyor Rabbimiz.
Arkadaşlar, bu kadar sözü neye ettim?
Şunun için: İşte ben müslümanım deyip de, ben Allah’ın bana gönderdiği kitabını
tanıyo-rum ve onunla amel ediyorum, onunla yatıp kalkıyorum diyenler, ama bunu
sadece iddia planında bırakan müslümanlar da böyle Yahudi’ce veya Hıristiyanca
bir imanla iman etmelerinden dolayı sanki bu insanlar da bu mânâda ehl-i
kitaptırlar. Yâni soralım adama kitaplı mısın? Evet diyor. Kitapsız desen
kızıyor, ama ne var kitabında gardaş? deseniz, hattâ Hıristiyan’ınki kadar
kitabını tanımıyorsa ne demek lâzım bu adama? İşte bu insanlardan söz edilecek
şimdi. Bunlar:
Daha önce, bu kitapla tanışmadan önce,
yâni Allah’ın gerçek arzularını duymadan, bilmeden önce de:
Ona inanıyorlardı. Mü’mindiler. Onun
mü'miniydiler. Ben tekfirci gruptan değilim o yüzden bu insanları kâfir kabul
etmiyorum. Yâni gariban müslüman, ve de müslümanlığının İslâm’la ilgisi de yok.
Pek çoğu öyledir aslında, nice uyduruk şeyler var dininde. Ama adam saf ve
samimi kendisine din diye yutturulana inanmış kanmış ne yapsın? Ama mâzeretsiz
değil, suçsuzda değil, ama adamı kâfir etmenin de mânâsı yok. Ne zaman kâfir
diyelim ona ? Gerçek dini ulaştıralım, di-nini Allah ve Resûlünden alması
gerektiğini öğretelim ona, ondan sonra da buna rağmen yok, benim öyle şeyle
ilgim alâkam yok, ben anlamam filan diyorsa o zaman adam kâfir olacaksa olsun.
Demek ki onlar inandığını iddia ediyordular,
53. “Kur’an onlara
okunduğu zaman: “Ona inandık, doğrusu o Rabbimizden gelen gerçektir; biz
şüphesiz daha önceden müslüman olmuş kimseleriz” derler.”
Evet:
Kendilerine Kur’an okununca, kitap
duyurulunca, kitap izlettirilince erler ki:
Derler ki, biz inanıyoruz ona. O
Rabbimizden gelen bir haktır, hakikattir.
Biz buna daha önceden de teslimdik. Ya
adam önceden Tevrat’a inanıyorken, İncil’e inanıyorken Muhammed (a.s)’ın geleceğine de inanıyordu, Kur’an’ın son kitap
olarak indirileceğine de inanıyordu. Yâni müslümandı bu adam o zaman. Muhammed’e
müslüman değil, Allah’ın Hz. Adem’den bu yana gönderdiği din olan İslâm’a
inanıyordu. Yâni o insanlar Hz. Mûsâ’nın getirdiği dine inanıyorlardı, biz
zaten Allah’ın hayata karışmasına inanıyoruz diyordular. Allah kitap ve peygamber
göndermek sûretiyle bizim hayatımıza karışır, bizim hayatımızı düzenler
diyorlar, buna iman ediyorlardı.
Allah’ın kitap göndermesine iman etmek
demek, Allah’ın insan hayatına karışmasına iman etmek demektir. Allah insan
hayatına karışır. Biz bize Allah’ın önceden kitap göndermesine teslim olmuştuk,
zaten biz müslümandık diyorlar, ve yeniden gönderilen bu kitaba da inanırız
diyorlar. Ya böyle, veya biz kendi hayatımızda yaşadığımız müslümanlığın
Allah’ın diniyle çatışması halinde biz Allah’ın dediklerinin doğruluğuna zaten
baştan müslümandık demektir bu.
Meselâ şu anda bizim yaşadığımız bir hayatımız var. Kazanma harcamayla
ilgili, giyim kuşamla ilgili, siyasal bakış açısıyla ilgili, ihtiyaç
anlayışıyla ilgili, kadın erkekle ilgili bir inancımız, bir yaşayışımız, bir
hayatımız var. İşte müslümanlık budur diye bu hayatı yaşarken, müslümanlık diye
yaşıyoruz aslında, dinsizlik ya da gavurluk diye yaşamıyoruz. Ama o hayatı esas
müslümanlaştırıcı özelliğimiz şudur:
Yâni bizim esas müslümanlaşma özelliğimiz şudur: Bu arada kitabı da
öğrenmeye devam ediyoruz. Kitabı öğrenirken diyoruz ki biz baştan, eğer yarın
öğreneceğimiz bir âyet, bir hadis bizim bugün yaptıklarımıza aykırıysa, biz o
âyetin, o hadisin doğruluğunu bugünden kabul ediyoruz diye baştan inanıyoruz.
Yâni eğer Kur’an’ı, sünneti öğrenmeye de devam ediyorsak önceden din budur
zannıyla yaptıklarımızı Allah affedecektir diyoruz, ümit ediyoruz. Ama din
budur diye, Allah’ın istediği kulluk budur diye bildiğimizle hayatımızı
yaşarken, eğer bir taraftan da kitabı ve sünneti öğrenme yolunda değilsek yaptığımız
o zaman yanlışlarımızdan ötürü mazur sayılmayacağımızı da bilmek zorundayız.
Meselâ şimdi şu anda Kasas okuyoruz.
Bundan sonra inşallah Neml okuyacağız. Neml sûresinde meselâ bizim hayatımızın
çarşamba günü düzenlenmesi şöyle anlatılıyor. Biz de henüz Neml bilmediğimiz
için onu kendimize göre anadan, atadan öğrendiğimiz gibi düzenlemeye devam etmişiz.
Meselâ namazlarımızı bazen öyle düzelttik
değil mi? Okuyup öğrendikçe düzelttik. Orucumuzu bazen öyle düzeltiyoruz. Önceden öyle öğrenmiştik,
meğer yanlışmış diyoruz, bir hadis okuyup doğrusunu öğrendikçe. İşte o yanlışımızdan
önce biz müslümanca bir hayat sürerken, okuyup, öğrenip yanlışımız açığa
çıktığında şimdiden imanımız nedir bizim? Ya Rabbi senin dediklerine aykırıysa
biz baştan kabul ediyoruz diyoruz. İşte bu âyet böyle bir teslimiyeti söz
konusu ediyor.
Rabbimize diyoruz ki, ya Rabbi, bu hak
ve hakikat senden ge-lendir. Kur’an senin gönderdiğin hakikatin ifadesidir. Biz
buna bundan önce de inanıyorduk Ya Rabbi. Yâni Kur’an’ın o bölümüyle de tanışmadan
önce külli bir iman ile de iman ediyorduk. Âyetin böyle bir mânâsı var.
Ama ikinci bir mânâyla burada
kastedilenler Yahudi ve Hıristiyanlardır. Hıristiyanlar ve Yahudilerin mü'min olanları
ne diyor? Biz zaten Allah’ın dinindeydik. Biz zaten önceden de Allah’ın dinine,
Allah’ın kitap ve peygamber göndererek bizim hayatımıza karıştığına
inanıyorduk. Biz zaten bunun mü’miniydik. Allah o dinleri ilga edip, or-tadan
kaldırıp yeni bir din ortaya koyunca biz yine teslimiyetimize devam ediyoruz
dediler. Tevrat’a inanan bizler, İncil’e inanan bizler şimdi Allah’tan hak
olarak gelen son kitaba, Kur’an’a da iman ediyoruz di-yorlar.
54. “İşte onlara,
sabırlarından dolayı, ecirleri iki defa verilir; onlar kötülüğü iyilikle
savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarf ederler.”
Bunlar, yâni önceden Allah’ın dininde
olup da şimdi de bu yeni dinde olmayı becerenler, başaranlar var ya, onlara
ecirleri merrateyn verilecektir, iki kere verilecektir. Sabırlarına karşılıktır
bu tabii. Neye sabrettiler bunlar? Dünkü dinlerini bu hak dindir diye yaşamaya
sabrettiler, bugün de yeni din için sabrettiler. Dün inandılar ki yeni bir
peygamber gelecek, onu beklemeye sabrettiler. Dün yeni bir dine gayretleri
vardı, bu yeni dine ulaşıncaya kadar sabrettiler, işte bundan dolayı Allah
onlar iki ecir verecektir.
Bizim için söyleyelim. Biz de eğer
şimdi ki hayatımızı yaşarken bu hayattan razı ve memnun olmaz da, bunu yeterli
görmez de, acaba Cenâb-ı Hak gerçekten bize daha neler söylüyor ki? Ben şu anda
dinin yüzde beşini ancak öğrenmişim, acaba geri kalan bölümlerde Mevlâ daha
bana ne dedi ki? diye ona gayret ederken, onu öğrenmeye çalışırken, o dini
bulunca da, yâni Allah’ın kendisinden başka istediklerini öğrenince de, hemen o
yeni bulduğu hakikate teslim olursa, hem gayretinin ürününü, hem aramasının
neticesini, hem de yeni bulduğu dine sabırla sarılmasının neticesi olarak Allah
ona iki kere mükafat verecektir.
Şimdiki Hıristiyan olarak yaşayanları,
yâni yeni gelen dine iman etmeyenleri de cennete gönderme çabası içinde olanlar
var. Benim öyle bir derdim yok. Burada anlatılanlar İslâm’ı seçen, müslüman
olan Yahudiler ve Hıristiyanlardır, yanlış anlamayalım.
Yâni henüz bu kitabı eline almadan önce, kitapta Allah’ın kendisinden
istediklerini tek tek, âyet âyet öğrenmeye başlamadan önce iman etti. Sonra da
bu kitabı okudukça, tek tek âyetleri tanıdıkça, ya da bu kitabın âyetleri tek
tek kendisine duyurulunca da, ben zaten buna önceden de inanıyordum diyorsa o kişi
müslümandır. Bu toplum işte böyle gariban müslümanlarla doludur. Ne yapsın
garibanlar? Kendilerine Allah’ın dini duyurulmadı. Maalesef bugüne kadar
kendilerine sadece resmi ideolojinin dini duyuruldu. Okullarda bu okutuldu.
Veya dini tanımayan insanların duyurdukları dini tanıyor adamlar.
Evet, tamam adamlar mâzeretsiz değiller, suçsuz da değiller. Ama bu durumda
onları hemen kâfir yapmaya kalkmanın da anlamı yok yâni. Biz hemen onları
tekfir etmeden gerçek dini anlatalım. Allah’ın dinini tanıtalım. Ondan sonra,
gerçek dini tanıdıktan sonra da yine eski anlayışını, eski dinini sürdürmeye
kalkışıyorsa o zaman kâfir diyelim ona.
Benim öyle bir derdim yok dedim. Çünkü
eğer Allah bana böyle bir nüfus sayımcılığı vazifesi verseydi, ben nüfus sayımı
yaparken erkek mi? Kadın mı? Yaşı kaç? haneleri yanında dini nedir? diye de bir
haneleri olsaydı ben onlara ne yazacağımı çok iyi bilirdim. Ama şimdi benim
öyle bir derdim yok. Bunlar benim müşterim. Şimdi benim böyle bir görevim var
bunu biliyorum ötekisini bilmiyorum. Amma şurası bir gerçektir ki Türkiye’de
yeni bir müslüman tip oluştu.
Meselâ başı kapalı, ama baldırı açık. Meselâ hukuka karışmayan ama namaza
karışan bir Allah inancı. Ya da hacca karışan ama kılık kıyafete karışmayan,
oruca karışan ama sosyal ve siyasal yapılanmalara karışmayan bir Allah inancı
geliştirildi. Öyleyse şöyle diyelim: Din değimiz ve inandığımız şey eğer Allah’ın
diniyse o dinde söz sahibi Allah’tır. Ona sonradan birilerinin başka şeyler
ilave etmesi veya çıkarması o dini bozmayacaktır, o gerçek dine mutabakatı
kadar bu dinler ya tamamen şirktir, ya küfürdür, ya da günâhkâr bir dindir.
Yâni bu dinlerin gerçek dinle münâsebetini ölçtüğümüzde, eğer kişiyi dinden
çıkaracak kadar bozuklukları varsa tamam onu dinsizlik sayıyoruz, ama kişiyi günâhkâr
seviyede tutabilecek kadar bozukluklar varsa o zaman onlar günâhkâr
müslümanlardır diyoruz.
Evet onlar kötülüğü iyilikle savarlar,
kendilerine verdiğimiz rı-zıktan da sarf ederler, infak ederler. Onlara bu
davranışları güzellik kazandırır, kötülüklerini siler def eder. Onlar
kendilerine verilen rızık-lardan da infak ederler. İnsana verilen rızık,
insanla beraber kılınan ve ona ayrılan nasiptir. Mal cinsinden olur, bilgi
cinsinden olur, çoluk çocuk cinsinden olur veya ortam cinsinden, çevre, imkân,
fırsat cinsinden olur. Ne cinsten olursa olsun kişiye verilen şeyin kendilerine
verilmeyenlere, ona muhtaç olanlara harcanmasına infak diyoruz. Hemen hemen
bütün tefsirlerde gördüm. Meselâ Bakaranın başında:
"Kendilerine
verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar
onlar."
Deniyordu. Meselâ işte bunu “Ve
mimma allemnahüm yüallimun” olarak tefsir etmişlerdir. Yâni onlar Bizim
kendilerine öğrettiklerimizden öğretirler. Bizim kendilerine öğrettiklerimizden
onlar da başkalarına öğretirler diye tefsir etmişler.
Öyleyse bu mânâda infak, kişiye tahsis edilenin Allah’ın istediği biçimde
başkalarına ulaştırılması demektir. Ama daha özel mânâsıyla infak, Rasulullah
efendimizin: “İttekunnara velev bi şıkkı temratin” ölçüsüyle bir hurma
verilmişse kişiye, onun yarısını vermek, ya da Ebu Bekir efendimizle
örneklendiği kadarıyla hurmanın tümünü, malının tümünü vermek şeklinde olacaktır.
Biz de bu iki sınır arasında yapabileceğimiz kadarıyla Rabbimizin bize verdiklerini
Allah’ın kullarına infak etmeye çalışalım inşallah.
Zekât infaktan ayrıdır. Çünkü Kur’an
Bakara sûresinin 177. âyetinde Ebrar’ı anlatırken, onların imancı, sonra
namazcı, sonra infakçı, sonra zekâtçı olduklarını anlatıyor. Tabii sonunda da
sabırcı, takvacı ve de tasdikçi olduklarını söylüyor. Öyleyse infakla zekât
aynı anda zikredilince elbette bu ikisi farklı mânâlara gelecektir. Kaldı ki
Kur’an zekâta infak demiyor da farklı bir mânâ ile sadaka diyor sadece.
Öyleyse biz de zekâttan başka mutlaka infak da bulunacağız. Maaşımızın bir
kere onda birini kesinlikle Allah için ayıracağız. Arada bir böyle
beklemediğiniz zamanlarda avantadan değimiz paralar geliyorsa onun da bir beşte
birini ayıralım, çünkü zaten yoktu bu hesapta. Köyden geliyorsa, kentten bir
yerlerden intikal etmişse onun da geliş biçimine göre onda bir yirmide birini
Allah için ayıralım ve bizim Allah rızası için birileriyle mal münâsebetimiz
olsun. Yâni dünyamızda, çevremizde fakirler de bulunsun. O garibanların
dünyasını da anlamış, kendi durumumuzu gözden geçirme imkânını elde etmiş
oluruz.
Meselâ şöyle yapmayın: Ya Hasan hoca efendidir, dürüsttür, gayretlidir.
Onun çevresinde vardır fakir fukara. Biz toplayalım ayda bir, üç beş milyon
lira da, o da tanıdığı, bildiği o fakirlere versin demeyin. Çünkü o,
tanıdıkları olan o gariplere o parayı verirken onları üzmemeye çalışacak, onların
evine gidecek, kendi ezilecek, onların sofralarına oturunca içi burkulacak,
evlerini, sergilerini görünce mahvolacak, onların perişan vaziyetlerini
gördükçe kalbi parçalanacak. O bir çok acıları tadarken siz elhamdülillah
paramızı verdik, infak ettik kurtulduk mu diyeceksiniz? O garibanlarına
hayatlarına muttali olmadan kendi villalarınıza gömülüp lüks içinde bir hayatın
adamı mı olacaksınız? Yâni bizzat Allah sizi malla görevli tutarken, siz başkasına
aşırmayın bu görevi. Herkes kendisi Allah beni bu malla imtihana lâyık görmüş,
madem bana mal verip beni malla imtihan etmeyi murad etmiş, öyleyse ben de
Allah için bu imtihanın hakkından geleceğim diyecek ve uğraşacaktır.
Meselâ bir eviniz vardı, Allah için infak ettiniz. Eh şimdi Allah hemen
arkasından apartman mı verecekti? Hayır belki de bir çadır verecektir
bilmiyoruz. Belki bizler için çadır da olmasa daha iyidir. Biz infak edelim
Allah karşılığında ne verecekse verecektir. Ben öyle bir müslüman biliyorum.
Önce kiradaydı, bir evim olursa inşallah onu in-fak edeceğim diyordu. İlk evi
kooperatif de bitti, arkadaşları oturdu. O kendisi evi sattı, Marka çevirdi ve
Allah için onu fakir fukaraya harcadı, biliyorum. Yâni mümkün bu iş. Peki Allah
ona bir ev daha mı verdi? Hayır, iki ev daha verdi. Hattâ öyle verdi ki kendisi
hiç emek de sarf etmedi, babasına yaptırttı Allah ve oturuyor şimdi orada.
Kaldı ki kişi buna iman etti mi tamamdır yâni, Allah demişse ki vereceğim, ve-recektir.
Allah bize çok veriyor. Öyleyse biz de
bize göre verdiğinden az verdiklerine verelim. Ama bu zekât değildir. Zekât
olmadığı için bize göre çok verilenlere de verebileceğiz. Meselâ adam
milyarlarca paranın içinde yüzerken evine ve çocuklarına bir tefsir kitabı
alacak kadar malı yoksa, ona da vereceğiz. Veya işte bir başkasına, bir
başkasına verebilecek bir fonumuz olsun devamlı inşallah.
Meselâ topraktan hiç masraf etmeden
mahsul elde ediyorsan onda bir, ama bir kısım masraflar ederek elde ediyorsan
yirmide bir, sığır cinsinden otuzda bir koyun cinsinden, para cinsinden kırkta
bir. Bir de ticaret malından kırkta bir verecektik ya. Şimdi bizim maaşlara ne
diyeceğiz? Bunlar ticaret değil, deve değil, sığır değil, tarla değil, tapan değil.
Ne ya?
Bizim maaşlar hattâ ameleninkine göre
avantadan geliyor gibi de. Okulda müstahdemlere bir bakın inan ki çok
perişanlar. Bizim çalıştığımızdan çok fazla çalıştıkları halde aldıkları belli.
Veya kadeve-den alınanlar, vergi iadesinden alınanlar hepten avantadan gibi geliyor.
Elhamdülillah ki çevremiz de gariban bir takım var, talebe takımı. Yardımcı
olalım onlara. Nasıl olalım ama?
Şahsiyetini ezmemek için sofrasına oturalım. Gidelim evlerine, çoğu bekar
kalıyor, çoğu üç beşi bir yerde kalıyorlar. Bizzat evine gideceğiz, bakacağız
ki yemekleri perişan, ayran getirecekler yenmez, çay getirecekler içilmez,
sergilerinde oturulmaz. Göreceksiniz bunları gözlerinizle ve bir punduna denk
getirip vereceksiniz inşallah. Zaten rahatınız kaçınca rahat verirsiniz o
zaman.
Çünkü Bosna filan denildi, adam rahat ceketini çıkarıp verebildi. Niye?
Çünkü o hava oluştu. Şimdi biz de o tür bir havanın içine girelim. Bir arkadaş
Hollanda’dan geldi, biraz para getirmiş dedi ki ya hocam, senin çevrende bildiğin
tanıdığın insanlar vardır şunu bir dağıtıver. Yok ya! dedim âlemin akıllısı sen
misin? Sen kazanmadın mı bu parayı? Sana vermedi mi Allah bunu? Yoksa bir
yanlışlık mı yapmış Allah? Bana vermesi gerekirken yanlışlıkla sana mı vermiş?
Niye sorumluluğunu üzerine almıyorsun bu paranın? Madem almayacaktın öyleyse
kazanmaktan vazgeç! dedim. Bırak para kazanmayı öyleyse. Değilse bunun sorumluluğunu
da kendin yerine getir. Bu dağıtma işini de kendin yap dedim. Ama dedi benim
hiç tanıdığım fakir yok ki. Dedim ki Allah’tan kork yahu. Zaten derdin bu ya.
Senin çevrende hiç fa-kir fukara yok. Hep böyle kodamanlar var, Mazda aldı,
Ford sattı kişiler var. Olmaz bu. Fakir fukaranın halinden haberdar olalım. Bir
düşünün haftalık görüştüğünüz insanları.
Biri bir suç işlemiş, dedim ki on fakire yemek yedireceksin. Adam dedi ki
ben nerden bulacağım on fakiri? Olmaz bu. Hep zenginlerle düşüp kalkmamalıyız.
Her an çevremizde yemek yedireceğimiz insanlar bulunmalıdır. Bunu hiç bir zaman
ihmal etmemeliyiz.
55. “Onlar, boş söz
işittikleri vakit ondan yüz çevirirler. “Bizim işlediğimiz bize, sizin
işlediğiniz sizedir. Size selâm olsun cahillerle ilgilenmeyiz” derler.”
Onlar lağviyyatı duyduklarında,
lağviyyat onların kulaklarına gittiğinde o boş sözlerden lüzumsuz sözlerden
i'raz edip yüz çevirirler. İnfak etmenin bir şartı da buymuş. Boş şeylerden yüz
çevirecekmişiz. Benim bildiğim bu iş için iki yol var:
Birincisi bulunduğunuz yerde çaylar benden diyeceksiniz. İnfakın bir yolu
da budur. Kim olursa olsun çaylar benden diyeceksiniz, ondan sonra da siz
konuşacaksınız. Adam, gidiyorsunuz dükkanına, çay filan diyor, ondan sonra da
çaylar ondan olduğu için hep o konuşuyor siz de dinlemek zorunda kalıyorsunuz.
Ama çaylar benden derseniz, yemekler benden derseniz o zaman konuşmayı da siz
elde etmiş olursunuz.
Ya da gardaş eğer ikram edeceksen haydi bir âyet, bir hadis ikram et de
dinleyelim deyin. İkram edeceksen haydi isterim, kabul deyin. Öyle deyince de
hocam, ben çay ikram edeyim de sen de anlat diyor adam. Bırak ben para kazanayım
da sen de anlat diyor adam. Niye ya? Sen anlat ben dinleyeyim. Evet karşıdakine
bunu yapacağız, çaylar benden diyeceğiz, ikram benden diyeceğiz, böylelikle biz
konuşacağız. Ve böylece zırvaları dinlemekten kurtulmuş olacağız Allah’ın
izniyle.
Arkadaşlar hani Nisâ sûresi öyle
diyordu:
“O, size Kitapta “Allah'ın âyetlerinin inkâr
edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe,
onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye
indirdi. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”
(Nisâ 140)
Evet
gittiğiniz, bulunduğunuz bir mecliste, bir ortamda baktınız gördünüz ki
Allah’ın âyetleri inkâr ediliyor, Allah’ın dini alaya alınıyor. Zinhar o
kâfirlerle, o alaycılarla beraber olmayın, onlarla birlikte oturmayın diyordu
Rabbimiz. Ve işin ciddiyetini ortaya koymak için de âyetin sonunda Rabbimiz
eğer buna rağmen onlarla oturup kalkmaya devam ederseniz sizler de aynen onlar
gibi olursunuz. Allah böyle yapan münâfıkları kâfirlerle birlikte cehennemine
dolduracaktır buyuruyordu. Bunun bir benzeri de En’âm sûresinde geçmişti.
Birileri
oturmuş bir yerlerde Allah’ın sistemini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini
inkâr ediyorlar. Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar, Allah’ın âyetleriyle
istihza ediyorlar, Allah’ın âyetleriyle dalga geçiyorlar, Allah’ın âyetlerini
eğlencelerine, lehviyyatlarına, lağviyyatlarına malzeme ediyorlar. Ya da
Allah’ın âyetlerini tevil ediyorlar, Allah’ın âyetlerine Allah’ın yüklemediği
anlamları yüklemek sûretiyle âyetleri alay konusu yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın
demediklerini dedi, dediklerini de demedi biçiminde âyetleri öteye beriye
sündürmeye ve kendi nanelerine kılıflar bulmaya çalışıyorlar.
Veya bir başka şekilde oturmuşlar
boş şeylere, yâni lüzumsuz zırvalara dalmışlar. Meselâ Mercedes almaktan Ford
satmaya kadar attan, avrattan, fiyattan, murattan, marktan, dolardan, Amerika’dan,
Etiyopya’dan, Çin’den, Maçin’den, Mançurya’dan bahse dalmışlar. İşten, aştan, karıdan,
kızdan, devlet kurmadan, devlet yıkmadan bahse dalmışlar.
İşte böyle gerek âyetlerle dalga
geçilen, gerekse dünyayı da, âhireti de ilgilendirmeyen, amelin konusu olmayan
zırvalara dalındığını gördüğünüz zaman sakın orada oturmayın diyor Rabbimiz.
Müslüman böyle bir ortam da ya sözü ele alarak, otorite kurarak Allah’ın
egemenliğini gerçekleştirmelidir, yahut da eğer buna gücü yetmiyorsa o zaman da
derhal o meclisi terk etmelidir. Evet o mü’minler böyle boş şeylerden,
zırvalardan yüz çevirip uzaklaşırlar ve de:
Siz size, biz bize. Sizin dininiz size
bizim dinimiz de bize derler. Sizin yaptıklarınız sizin başınızda parçalansın
bizim ki de bize yeter diye tavır koyarlar onlar.
Sizin amelleriniz sizin olsun,
bizimkiler de bizimdir. Bizim tavrımız bu, bizim amelimiz bu. Biz kendi
hayatımızı yaşarız. Yâni şöyle değildir mânâ:
Ben namazımla, orucumla, abdestimle baş
başayım. Sen de içkinle, kumarınla baş başa ol! Öyle değil bu, ben öyle anlamadım.
Ya ne? Ben bana ait olan amelleri yaparım. Bizim amellerimiz neydi? İs-lâm’dı.
İşte ben tüm hayatımda bunları gösteririm, ortaya koyarım. Tüm hayatımda
İslâm’ı sergiler, İslâm’ı görüntülerim. İslâm’ca bir ticaret, İslâm’ca bir
giyim, İslâm’ca bir ziyafet, İslâm’ca bir ziyaret, İslâm-ca bir ikram, İslâm’ca
bir kazanma-harcama, İslâm’ca bir hukuk, İslâm’ca bir eğitim sergilerim. Yâni
ben bunların İslâm’casını ortaya ko-yarım. Siz de kendi küfrünüzce ne yaparsanız
onu yapın, onu ortaya koyun demektir.
Yâni bu İslâm’ı ortaya koymanın emridir. İslâm’ı ortaya koymamızı istiyor
Rabbimiz bizden. Evet sizin amelleriniz, sizin bozuk düzen tavırlarınız sizin
olsun, müslümanca tavırlarımız da bizim olsun derler, onlardan ayrılırlar.
Ayrılırken de şöyle derler:
Selâm sizin üzerinize olsun derler.
Selâm size derler. Sizin müslüman olmanız gerekir. haydi müslüman olun, başka
çareniz yok! değilse bana Allah’a ısmarladık derler. Hani Furkân sûresinde de:
“Rahmân kulları
yeryüzünde mütevazı yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman onlara
güzel ve yumuşak sözler söylerler.”
(Furkân 63)
Buyuruluyordu ya. Yâni cahillerle karşı
karşıya gelince de selâm der geçerlerdi ya. İşte burada da aynısı söyleniyor,
aynısı emrediliyor. Ve yine derler ki:
Biz cahiliyenin insanlarını istemeyiz,
onlara benzeme hevesimiz, onlardan yana olma arzumuz yoktur bizim. Bizim ki
bize diyorlar. Biz asla sizin gibi inanmaz, sizin gibi düşünmez, sizin gibi
yaşamayız. Biz sizden faklıyız, bizim amelimiz farklıdır, bizim hayatımız
farklıdır, selâmun aleyküm derler.
Çünkü onlar lağıv erbabıdır, kâfirlik
değil sadece. Lağıv erbabıdır onlar. Onlar, o mü’minler o lağviyyat yapanlara uğradıklarında
onların daldıkları lağviyyata, lehviyyata dalmazlar ve de sabır ortaya
koyarlar. Ben buna karşıyım derler. Meselâ okey oynuyorlarsa geçip onları seyretmezler
de, bir tavır ortaya koyarlar ve de derler ki selâ-mun aleyküm. Ondan sonra da
cahilleri biz istemeyiz. Cahillere bizim ihtiyacımız yoktur. Bizim onlara bir
hevesimiz, arzumuz yoktur diye oradan i'raz eder ayrılırlar. Ayrılırlar ama
yine de ayrılırken onlara bir mesaj sunarlar. Yâni selâm derler. Ne demek bu?
Sizin müslüman ol-manız gerekir. Size müslümanlık tavsiye ediyoruz. Sizin için
müslü-manlık diliyoruz diyerek İslâm’ı ortaya koyarlar. Ama bu sözü böyle işi
uzatmadan söyleyip ayrılmak şeklinde anlıyoruz.
Hayır öyle anlaşılmaz bu. Bu onlara
selâm vermek değildir o mânâda.
Peygamberim, onlardan yüz çevir, onlara kendi enfüsle-rinden
öğüt ver.”
(Nisâ:63)
Evet
böylelerinden yüz çevirip uzaklaş. Onlara değer verme. Onlarla birlikte olma.
Onlarla iş yapma. Onlardan uzaklaş. Ama yine de onları kendi halleriyle baş
başa bırakma. Küfürleri, şirkleri, alaylarıyla baş başa bırakma onları da
onlara nasihat et. Ama bu nasihatin, bu uyarın onların kendi enfüslerinden,
kendi dünyalarından, kendilerinin anlayacağı dilden olsun. Yâni onlara gavlen
beliyğa yap. Arkadaşlar gavlen beliyğa adamın kendi dünyasından, kendi hayatından
söz söylemektir. Meselâ adam fâizin içine batmış, biz gidip ona kendi
dünyasından konuşmuyorsak, kendi problemini, kendi bozukluğunu gündeme
getirmiyor da selâmın faziletlerinden söz ediyorsak bu be-liyğa bir söz
olmayacaktır. İşte burada da onlardan ayrılırken onlara selâmı, selâmeti,
kurtuluşu, İslâm’ı tavsiye etmemiz isteniyor bizden.
Evet boş
sözlerden ve boş işlerden kesinlikle uzak duracağız. Bu bizim toplumun en büyük
belâlarından birisidir. Bizim toplum dünyalarını da âhiretlerini de ilgilendirmeyen
boş şeylerin peşine çok takılıyor. Bakın peygamber efendimiz bir hadislerinde
bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Ebu Hureyre (r.a.) rivâyet etmiştir. Rasûlullah (s.a.v)
buyurdu ki: Allah’a ve âhiret gününe inanan kişi ya hayır söylesin yahut da
sussun.”
(Buhâri, K. Edep /79)
Ebu Hureyre efendimizin rivâyet ettiği bu hadislerinde
Allah’ın Resûlü: “Allah’a ve âhiret gününe inanan kimse.” buyurarak söze
başladığına göre demek ki Allah’a ve âhirete imanın tezahürleri bunlarmış
anlıyoruz. Demek ki konuşacağı şey hayır ise söyleyip değilse susan kişi,
Allah’a ve âhiret gününe iman eden kişiymiş. Ya da bu konunun dinde önemini
vurgulamak için Allah’ın Resûlü Allah’a ve âhirete imanla birlikte gündeme getirmektedir.
Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız
mutlaka hayır söyleyiniz diyor Allah’ın Resûlü. Dikkat ederseniz Rasûlullah
efendimiz hadislerinin birinci bölümünde önce konuşmayı emrediyor. Önce bizim
hakkı, hayrı konuşmamız gerektiğini söylüyor. Susmayı ise sonra emrediyor. Hayır
yoksa, hayır bitmişse o zaman susun buyuruyor. Demek ki hayır olduğu sürece,
hak olduğu sürece konuşmak susmaktan daha hayırlıdır. Hani “Söz gümüşse sükut altındır” filan
diyorlar ya bu, söz hak olmadığı, hayır olmadığı zaman geçerlidir. Değilse söz
hak olduğu müddetçe konuşmak altındır susmak tenekedir.
Evet bu söz Hz. Lokmanın oğluna
tavsiyesidir. Hz. Lokman’ın oğluna vasiyet ettiği bu sözün anlamı benim bildiğim
şudur: Allah’a itaat olan konularda konuşmak gümüş ise Allah’ın hoşuna gitmeyecek,
Allah’a isyan olan konularda da susmak altındır. Altın gibi değerlidir yani.
İşte bu sözün anlamı budur. Çünkü İslâm’da mazarratı defetmek menfaati celpten
önceliklidir. Hattâ Rasûlullah efendimizin başka hadislerinden öğreniyoruz ki
konuşulması gereken yerde susmak dilsiz şeytanlıktır. Yine biliyoruz ki
Allah’ın Resûlü hiç konuşmamayı yasaklamaktadır. İtikaf anında da susmayı
yasaklamaktadır. Yine biliyoruz ki yemek esnasında susmak yasaktır. Öyleyse
bizler nerelerde susup nerelerde konuşacağımızı bilmek zorundayız.
Evet Allah’ın Resûlü buyurur ki
Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız konuştuğunuz zaman mutlaka hayır
konuşun değilse sussun. Peki o halde hayır nedir? Evvelâ hayır bilinmelidir ki
konuşulsun. Lüzumlu bilinmelidir ki konuşulsun. Ve de hayırsız, lüzumsuz şeyler
de bilinmelidir ki onlar da konuşulmasın. Hayırlının da hayırsızın da bilinmesi
şarttır. Hayırlı olan, lüzumlu olan, hak olan bilinirse iş kolaylaşır. Zira
lüzumsuzlar, hayırsızlar pek çoktur. Saymakla bitmez.
Bize hayrı, hakkı, doğruyu
lüzumluyu öğreten Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünnetidir. Önceki
hadislerde de demeye çalışmıştım hayırlının ve hayırsızın tespitinde kıstas
vahiydir. Allah ve Resûlünün hayırlı dedikleri hayırlıdır hayırsız dedikleri de
hayırsızdır. Bu mevzuda kriter birey ve toplum olamaz, akıl da olamaz. Birey,
toplum ve akıl bugün iyi dediğine yarın kötü der, bugün hayır dediğine yarın
şer der. Çünkü Allah’tan başka hiç kimsenin yarını hesaba katması ve kâinat
planında düşünmesi asla mümkün değildir. 0 halde Allah ve Resûlü neye hayır dediyse
neye lüzumlu dediyse o hayırlıdır, o lüzumludur. Bu konuda Allah kontrolünde
bir örnek olarak bize sunulan Rasûlullah efendimizin hayatı şaşmaz bir ölçüdür
bizim için. 0nun hayatında bulunmayan, onda mâsadakini bulmayan ama bugün bize
göre hayırlı ve lüzumlu bir şeyin varlığını kabul etmek Rasûlullah’ın hayatını
eksik kabul etmektir. Veya bir şey Rasûlullah’ın hayatında bulunsun da bugün
bizler için o şey lüzumsuz olsun bu da düşünülemez. Zira bu onun lüzumsuz bir
iş yaptığını iddiadır ki bu da caiz değildir.
0 halde Hayır, kitap ve sünnetle
ortaya konan şeydir. Hayır Allah ve Resûlünün ortaya koyduğu haktır. O halde
bizler kitap ve sünneti tanıyacağız ki hayrı bilebilelim hakkı bilebilelim.
Kitap ve sünnet tanınmadan hayrın, hakkın bilinmesi kesinlikle mümkün değildir.
O halde kitap ve sünneti tanımayan bir kimsenin hayrı konuşması ve hayırsız konusunda
da susması mümkün değildir. O halde kitap ve sünnet tanınmadan Allah’a Allah’ın
istediği biçimde iman da âhirete Allah’ın istediği biçimde iman da mümkün olmayacaktır.
Kitap ve sün-net bilinmediği zaman kişi hayır söylüyorum zannıyla şer konuşmaktan
ve hayırsız zannıyla nice hayır konusunda susmaktan kendisini kurtarmayacaktır.
Evet hayır konuşacak ve hayırsız
konusunda da susacağız. Şimdi bu hadis çerçevesinde kendimizi bir hesaba
çekelim. Geçen haftayı unuttunuz. Dünü de zor hatırlıyorsunuz onu da bırakalım.
Acaba bugün sabahtan akşama kadar neler konuştunuz şöyle bir düşünün. Bugün
sabahtan şu ana kadar neler konuştunuz ve kaç cümle sarf ettiniz? Ve
konuştuğunuz bu cümlelerin ne kadarı hayır, ne kadarı değil? Allah’a inanan
kişi bilmelidir bunu. Çünkü bu iş basit değil Allah’a ve âhirete imanla
orantılı olduğuna göre bunu mutlaka bilmek zorundayız. Bunun sonunda bizim
Allah’a ve âhirete inanıp inanmadığımız ortaya çıkacaksa bunu mutlak bilmek
zorundayız. Meselâ müşterimizle konuşurken konuşmamız kitap ve sünnete uygun
olmalıdır, hayır olmalıdır. Çocuklarımıza konuşmamız hayır olmalıdır, hanımlarımıza
konuşmanız kitap ve sünnet icre hayır olmalıdır. Arkadaşlarımızla otururken
konuşmamız hayır olmalıdır. Allah ve Resûlünün konuşun dediklerini konuşmak zorundayız.
Eğer Allah’a ve âhiret gününe inandığımızı iddia ediyorsak mutlaka öyle
konuşmak zorundayız değilse siz bilirsiniz Allah’a ve âhiret gününe inanmıyorsanız
dilediğiniz gibi konuşabilirsiniz.
Evet hayır konuşacağız, Allah ve
Resûlünün konuşun dediklerini konuşacağız. Allah’ın âyetleri ve Resûlünün
hadislerinin ortay koyduğu hayrı konuşacağız. E peki konuştuk konuştuk
bildiğimiz hayır bitti. O zaman ne yapacağız? İşte o zaman da yani hayrın
bittiği noktada da susulur. Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayrın bittiği
noktada susmak zorundayız. Yani bildiğimiz âyetleri konuştuk, bildiğimiz
hadisleri gündeme getirdik, âyet ve hadislerin dert edinin dediği konuları
konuştuk bitirdik bundan sonra da susmak zorundayız. Peki bildiğimiz âyet ve
hadis bitti diye hep mi susacağız? Ondan sonra hiç mi konuşmayacağız? Hayır
yarın bir hayır daha öğreneceğiz ve bu sefer de onu konuşacağız. O da bitince
yine susacağız. Ertesi gün bir hayır daha, bir hayır daha, bir âyet daha, bir
hadis daha öğrenecek ve bunu konuşacağız. Hayatımızın sonuna kadar bu öğrenme
ve konuşma devam edip gidecektir. Konuşmamızla öğrenmemiz doğru orantılı olarak
sürüp gidecektir.
Tıpkı birden on’a kadar saymasını
bilen bir çocuğun on’a kadar sayıp bildiği sayılar bitince sustuğu gibi.
Bildiği sayılar bitince çocuk susmak zorundadır. Peki bildiği sayılar bitince
hep susacak mı ondan sonra bu çocuk? Hayır öbürsü gün yirmiye kadar sayıları öğrendiyse
yirmiye kadar sayar ve susar. Yirmiden sonrasını saymaya kalkıştığı zaman çocuk
zırvalayacak demektir. Onun içindir ki zırvalayacağı noktada hemen susmak
zorundadır. Evet biz de tıpkı bu çocuk gibi bildiğimiz hayır bitince susmak
zorundayız. Değilse biz de zırvalayacak hayır yerine hayırsız şeyler konuşmaya
başlayacağız demektir.
Evet müslüman konuştuğu zaman mutlaka
hayır konuşur, müslümanın şer olan, hayırsız olan sözleri konuşması mümkün olmadığı
gibi, boş şeylerle, lüzumsuz sözlerle de onun ilgisi olmaz, olamaz. Çünkü
biliyoruz ki lüzumsuz konuşmaları yüzünden mü’minler kıyamet gününde üzülüp
hasret duyacaklardır. Keşke bunları konuşmasaydım, keşke bunları yapmasaydım,
keşke hayırlı şeylerle meşgul olsaydım diye hasret ve üzüntü duyacaklardır.
Hattâ Ebu Dâvud-da Ebu Hureyre efendimizden rivâyet edilen bir hadis-i şerifte
onların cennete gitseler bile bu yaptıklarından ötürü üzüntü içinde olacakları
anlatılmaktadır. Kıyamet günü insanlara dünyada geçirdikleri bazı sa-atleri
gösterilir de Allah’ı anmadan geçirdikleri o zamanlar yüzünden insanlar
kendilerini affedemeyecek biçimde üzüntü duyarlar. Boş yere çok konuşmak
insanın kalbinin kararmasına ve katılaşmasına sebeptir. Tirmizî’de İbni Ömer
efendimizden rivâyet edilen bir hadis-i şerifte de:
“Allah’ın zikrinin dışında çok söz
konuşmayın, çünkü zikrullahsız çok söz kalbi katılaştırır. İnsanların Allah’a
en uzak olanları da kalpleri katı olanlarıdır” buyurulur.
Hz. Ömer efendimiz de: “Çok
konuşan çok hata eder, çok hata eden çok çok günâh işler günâhı çok olan ise ce-henneme
gider” buyurur. Din konusunda
söz söyleme hakkına sahip olan âlimlerimiz derler ki: Ancak şu dört konuda söz
caizdir:
1- Zikrullah,
2- Kur’an tilaveti,
3- Kur’an ve Sünnete dair ilim
öğrenmeye çalışmak,
4- Dünya işlerinde kendisini
ilgilendiren konuları konuşmak.
Evet işte bu dört konunun dışındaki tüm
konuşmalar hayırsızdır ve bu konularda susmak gerekmektedir.
Sahâbeden birisi Allah’ın Resûlüne gelir
ve: Ey Allah’ın Resûlü bana öyle güzel bir amel göster ki ben onu yaparak
cennete gideyim der. Allah’ın Resûlü ona buyurur ki:
“Açları doyur, susuzları sula, iyiliği
emredip kötülükten men et. Eğer bunlara gücün yetmezse dilini sadece hayır için
uzat”
56. “Ey Muhammed!
Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola
eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.”
Ve işte bu uğraşında, bu insanlara
İslâm’ı duyurma, selâmı tebliğ etme mücâdelende anla ki ey Peygamberim sen
sevdiklerini, istediklerini hidâyete ulaştıracak değilsin. Gayretin hidâyete
erdirici biçiminde olmasın. Yâni sen kendini hidâyet verici, hidâyete ulaştırıcı
olarak görme. Hidâyet sana ait değildir. İnsanları hidâyet etme yetkisi sadece
Allah’a aittir. Allah peygambere Hâdî dir diyor. O zaman anlı-yoruz ki Onun bu
işte Hâdî olması Allah’ın gösterdiği yolu insanlara göstermesi biçimindedir.
Göstermek biçiminde, anlatmak, duyurmak biçimindedir ama müslümanlaştırmak
biçiminde değildir, insanlara imanı tattırmak biçiminde değildir.
Öyleyse diyor ki bu âyetiyle Rabbimiz: Ey peygamberim, senin bu uğraşmada
ki temel hedefin bu olmasın ha. Aman dikkat et, sevdim diye, uğraştım, didindim
diye, akrabam diye, arkadaşım, eşim, dostum diye onu müslüman edeceğim zannına
kapılma, bu konuda sakın uğraşma. Evet senin böyle bir sorumluluğun ve de
yetkin yoktur.
Lâkin kim dilerse Allah onu hidâyete
erdirir. Dilediklerini hidâyete erdiren Allah’tır. “Men yeşau”nun faili hem Allah’tır, hem de
dileyendir diyorlar. Yâni hidâyeti dileyen kimsedir. Eğer bu fiilin faili Allah
olursa, o zaman diyeceğiz ki Allah kimi dilerse işte onu hidâyet eder
diyeceğiz, öteki türlü de kim hidâyeti isterse, hidâyeti tercih ederse Allah da
onun bu tercihini onaylayıp onu hidâyet eder demek olacaktır mânâ.
Hâdî kelimesi, hüden kelimesi Kur’an’da
15 ayrı anlamda kullanılır. Meselâ Tevrat hüdendir, Kur’an hüdendir, Kâbe
hüdendir, Peygamberimiz hüdendir, Allah hüdendir, başka hüdenler de vardır Kur’-an’da.
Buna göre hüden olarak Peygamberimizin veya Kâbe’nin bizzat kendisi birinin
elinden tutup dini kabul ettirici olma derecesine vardıramaz meseleyi.
Yâni Peygamberimiz bizzat Allah’ın kalbe sokacağı imanı insanların kalbine
sokmakla değil, bu imanı insanlara tanıtmakla mükelleftir. Onun hidâyet ediciliği
budur işte. Kur’an da öyledir. Kur’an da ancak kendisine müracaat eden, kendisiyle
hidâyet bulmaya yönelen kimselere hidâyet eder. Yâni onların hidâyetine sebep
olur. Değilse kimse Kur’an’a yanaşmadı mı Kur’an kimseye hidâyet edemez. Kur’-an’a
yaklaşan kişi onunla yol bulmak isterse ancak o hidâyet edebilir. Çünkü hüden
lin nas dır Kur’an, ama hüden lil müttakîn dir aynı zamanda. Ne demek o?
Herkese yol gösterecek kapasite de değildir. Yâni herkes bununla yol bulmak
istemez, herkes buna yol sormaya gelmezse, o zaman da sadece takvalılara,
bununla yol bulmak isteyenlere yol gösterecek, sadece onlara hidâyet edecektir.
Ötekilere hiçbir şey yapamayacaktır.
Bu âyetin peygamberimizle Ebu Talibin
ilişkisini anlattığını biliyoruz. Peki bize ne diyor bu âyet? Elbette bu sadece
o dönemle ilgili değildir bu âyet. Biz ne anlayacağız bu âyetten? Arkadaşlar,
biz de dışımızdaki insanların durumlarını baştan hesaplayıp bunların adam
olmaları konusunda ısrarlı olamayacağız. Maalesef Allah affetsin bazen o yanlışlarımız oluyor bizim. Seçiyoruz
insanları. Gözümüze kestiriyoruz ve diyoruz ki bu akıllı çocuktur, bu hafızdır,
bu dirâyetli, bu anlayışlı, bu gayretli çocuktur diye seçiyoruz ve kendimizce
onlara fazla emek çekiyoruz. Belki ötekileri bırakıp tüm gayretimizi, tüm him-metimizi
bunlara teksif ediyoruz. Halbuki bazen
onlar vesilesiyle tanışan, arada bir uğrayan nice çocuklar çok daha önde
ve gayretli oluveriyorlar.
Öyleyse bunun hesabını biz yapmayalım. Bu işi Allah’a bırakalım, beni Adem
diyelim müşterimize. Herkese duyurmaya, herkese anlatmaya, herkese emek çekmeye
çalışalım. Ama insanlar arasında, çocuklar arasında illâ da bir ayırım
yapacaksak, kadın erkek diyelim. Eğer üçe ayıracaksak, anne, baba ve çocuk
diyelim. Yok eğer dörde ayıracaksak o zaman, daha önce Rabbimizin ayırdığı gibi
Amenu yapanlar, yâni ben mü’minim diyenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiin
diyelim, dinsizler diyelim, tamam bu özellikleri taşıdı mı bir adam din
duyurmada onları aynı seviyede kabul edelim. Önce zenginlere sonra fakirlere,
önce zekilere sonra az zekilere, önce erkeklere sonra kadınlara, önce
talebelere sonra halka demeyelim. Peygamberimiz Mekke’nin büyüğü zannedilen
insanlara önce zamanını ayırınca Abdullah İbni Ümmü Mektum’la uyarılmıştı.
Lâkin Bizans’a dâvetiye göndereceğinde elbette oranın reisine dâvetiye
gönderecekti. Elbette önce devletin başındaki adama gönderecekti. Bu ikisini
biz de ayırmayalım. Bir de çevremizdeki insanlara baştan önyargılı olmayalım,
peşin fikirli olmayalım. Çünkü Peygamberin o yanlışını Allah düzeltmişti. Ne
demişti Rabbimiz? Cahiliyenin de-ğer yargılarını sanki doğru kabul edip
sarılmıştı da önce bunlara anlatmak lâzım demişti peygamberimiz, ama olmamıştı
öyle. Sakın bir daha böyle yapma demişti Rabbimiz. Öyleyse biz de filanlar önce
gel-meli, filanlara daha sonra anlatılmalı filan demeyelim. Nitekim hayatımızda
da böyle örnekler görüle gelmiştir.
Bir de bizim bir derdimiz var.
İnsanları Kur’an’la tanıştırmak. Onları Kur’an’la baş başa bırakmaktan başka
derdimiz yok. Yâni Elhamdülillah ki öyle bir grup kurma, lider olma, reis olma
derdimiz de olmamıştır. Şâyet olsaydı ne çıkacaktı? Benimle ilk tanışanlardan
mecburen yaver seçecektim kendime. Yardımcı seçecektim, istişare heyeti seçecektim.
Sonra arkadan daha kapasiteliler, daha becerikliler, daha samimiler gelecekti,
ama onlardan önce turnikeye girenler, onlardan önce benimle tanışanlar hep
üstün olacaklar, beriki sonradan
gelenler onların yanında hep ezilecekti.
Öyle değil mi? Mevcut bütün gruplar, mevcut bütün cemaatler hemen hemen
böyle değil mi? Elhamdülillah ki bizim böyle bir derdimiz olmamış. Çünkü,
sevdiğimizin üste çıkmasına gücümüz yetmiyor bazen. Hattâ yakınımız, tanıdığımız,
öncelikli talebelerimiz oluyor bazen, uğraşıyor, didiniyor, çabalıyor filan,
sonra bir fırtıyor geçip gidiyor tamam. Benim ona bir borcum yok çünkü.
Kur’an’la tanıştı mı? Sünnetle tanıştı mı? Üç ay, beş ay, altı ay, bir sene
Kur’an’la tanıştığına biraz inandım mı ondan sonra selâm, aleyküm selâm
diyorum. Ben başka ne yapacağım? Kur’an’ı ben baştan sona nerde herkese öğreteceğim?
Evet bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
peygambere, peygamber yoluna, hidâyet yoluna tabi olmak istemeyenlerin endişelerini
anlatacak.
57. “Seninle
beraber doğru yolda gidersek, yurdumuzdan ediliriz” dediler. Onları katımızdan
bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve kutlu bir yere yerleştirmedik
mi? Ama çoğu bilmezler.”
Evet insanlardan kimileri de diyorlar
ki, ey peygamber, eğer bizler şimdi sana ve getirdiğin bu dine tabi olursak, bu
hidâyet yoluna girersek o zaman bizim yerimiz yurdumuz sallanacak. Yerimizden
yur-dumuzdan olacağız. Her şeyimizi kaybedeceğiz biz.
Arkadaşlar anladınız değil mi ifadeyi? Sebep neymiş? Niye peygambere tabi
olmuyorlarmış adamlar? Niye müslüman olmuyorlar mış? Çünkü onlar şundan dolayı inanmazlar
mış: Bakın derler ki, diyorlar ki ey peygamber, eğer ki biz, hidâyete seninle
birlik uyarsak, senin şu getirdiğine seninle birlikte uyarsak, sana inanırsak,
tercihimizi senden ve dininden yana kullanır, müslüman olursak:
Biz arzımızdan sürülürüz. Çalkalanır
yerimizden yurdumuzdan oluruz. Mütehaddaf, böyle sallanma, sarsılma, çalkalanma
anlamına gelir. Evet diyorlar ki ey peygamber eğer şimdi biz seninle beraber
hidâyete ittiba edersek, müslüman olursak, arzımızdan, yerimiz yurdumuzdan oluruz.
Çalkalanır işimiz biter. Sallanır yerlerimizi, makamlarımızı, konumlarımızı
kaybederiz. Bakanlığımızdan, dekanlığımızdan, müdürlüğümüzden, genel
müdürlüğümüzden, doktorluğumuzdan, doçentliğimizden oluruz. Şu makamlarımızı,
şu konumlarımızı kaybederiz. Eğer bizler seninle birlikte hidâyete tabi
olursak, senin gibi müslümanca bir hayat yaşamaya yönelirsek, senin istediğin
gibi giyinirsek biz okullarımızı, diplomalarımızı, sosyal statülerimizi kaybederiz.
Eğer senin istediğin gibi bir ticaret yapacak olursak, şu şu yollara tevessül
etmeyecek olursak tüm servetimizi kaybederiz.
Bu Kapitalist sistem içinde bu senin dediklerini yapmamız mümkün değildir.
Senin dediğin gibi yaparsak kesinlikle bizi işten atarlar, bizi okuldan
atarlar, bizi bu ülkeden sürerler. Senin dediğin gibi olursak kesinlikle bizim
koltuklarımız, makamlarımız sallanır. O zaman asla bizler bu parlamentoda duramayız.
Yo! Yo! Olmaz! Bu şartlar altında kesinlikle senin istediğin gibi olamayız. Senin
istediğin gibi yapamayız. Senin getirdiğin hidâyete tabi olamayız diyorlar.
Bakın Rabbimiz onların bu dediklerine
cevap veriyor:
Ey benim dinime, benim hidâyetime,
benim peygamberime tabi olup müslümanca bir hayat yaşayınca ülkelerini,
vatanlarını, makamlarını, koltuklarını, sosyal statülerini kaybetmekten korkan
kullarım! Ne oluyor size? Ne oluyor bu adamlara? Niye düşünmüyor bu adamlar?
Biz onların yaşadıkları bölgeyi harem bir bölge, emin bir bölge kılmadık mı?
Sanki bunu kendileri mi yaptı? Bu beldeyi kendileri mi emin kıldı?
Emniyetlerini kendileri mi sağladı? Onları bu beldede biz yerleştirmedik mi?
Size bir îlaf sağlayan biz değil miyiz? Yâni sizler dağınık, perişan biz
vaziyetteyken toparlayıp bu beldeye yerleştiren Biz değil miyiz? Sizi çevrenizdeki
kabilelere ülfet ettiren, onlara sizin sevginizi veren Biz değil miyiz? Sizi o
beldede saygın hale getiren Biz değil miyiziz? Sizi yok etmek için üzerinize
gelen Ebrehe’nin ordusunu yerle bir eden Biz değil miyiz? Sizi bu beldede
açlıktan doyuran, korkulardan emin kılan Biz değil miyiz? Sizin tüm dünyaya karşı
dokunulmazlığınızı sağlayan Biz değil miyiz? Ankebût’un ifadesiyle:
“Çevrelerinde
insanlar kapılıp götürülürken Bizim Mekke'yi güven içinde ve kutsal bir yer
kıldığımızı görmediler mi? Bâtıla inanıp Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”
(Ankebût
67)
Dokunulmazlıklarınızı artırıyordum Ben.
Kimse sizin kervanlarınıza dokunamıyordu. Halbuki çevrenizde soygun, vurgun,
talan kol geziyordu. Kervanlar soyuluyor, adamlar öldürülüyor ama kimse size
dokunmaya cesaret edemiyordu. Bütün bunları siz kendiniz mi sağladınız ki şimdi
benim hidâyetime tabi olup peygamberimin yoluna girince kaybedeceğinizden
korkuyorsunuz? Yâni kendi çabalarıyla mı bulmuşlar bütün bunları ki Allah’ın
istediği hayata yöneldikleri zaman kaybedeceklerinden korkuyorlar? Meselâ şu
anda oturdukları koltukları kendileri mi bulmuşlar ki müslümanca bir tavır
sergileyince kaybetmekten korkuyorlar? Yâni kendi çabalarıyla mı vali
olmuşlar? Ken-di becerileriyle mi bakan
olmuşlar? Dekan olmuşlar? Reis olmuşlar? Zengin olmuşlar? Doktor olmuşlar?
doçent, profesör olmuşlar bu adamlar? Öyle mi zannediyorlar bunlar? Hiç de öyle
değil. Biz vermiştik onlara bunları.
Eğer şu anda evlerimizde, köylerimizde, kentlerimizde emniyet içinde bir
hayat yaşıyorsak kesinlikle bilelim ki bunu bizim için sağlayan Allah’tır.
Evlerimize girilmiyorsa, üzerlerimize bombalar yağmı-yorsa bunu kendimizden zannetmeyelim.
Görmüyorlar mı onlar? Ken-dileri emin bir bölgede yaşıyorlar da çevresindekiler
didişip duruyorlar, çevresindekiler vuruşup duruyorlar diyordu Rabbimiz. Aynı
şeyi burada bizim için de hatırlayalım. Yâni insanlar sahip oldukları şeyleri
kendileri mi buldular zannediyorlar? sizler şimdi sıhhat ve afiyettesiniz, ama
bakıverin bir hasta hanelere. Neleri var, ne hastalar var orada değil mi? Sen
özgürce yaşıyorsun güya. Bak dünya insanlarına ne durumdalar? Veya sen geçim,
dirlik içindesin, bir baksana çevrendeki geçimsiz olanlara. Sen mal mülk içinde
yaşıyorsun, bakmaz mısın malsız mülksüz olanlara. Bakın âyetin sonunda da şöyle
diyordu Rab-bimiz:
Bâtıla inanıp ta Allah’ın nimetini mi
küfrediyorlar? Baksalar ya onlar biz onları harem bir bölgede iskan ettirmemiş
miydik onları. İmkân vermemiş miydik onlara? Ama:
58. “Nimet ve
refaha karşı nankörlük eden nice kasabaları yok etmişizdir. İşte yerleri!
Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Onlara Biz varis olmuşuzdur.”
Evet işte böyle Allah’ın
kendilerine lütfettiği nimetlere karşı nankörlük eden, nimetleri Allah’tan
değil de kendilerinden bilen, bu nimetlerin sahibine kulluğa yönelmeyen nice
kasabalar halkını helâk ettik diyor Rabbimiz. Ukalalar Allah’ın kendilerine
lütfettiği nimetlere şükredecekleri yerde nankörlük ediyorlar, Rablerine isyan
ediyorlar. Rablerinin hidâyetine tabi olmuyorlar. Rablerinin elçisinin yoluna
gir-miyorlar. Nimet vericinin hayat programından habersiz küfür içinde, şirk
içinde bir hayat yaşıyorlar. Eğer bizler müslümanlaşırsak her şeyimizi
kaybederiz diyorlar. Tâğutlardan korkuyorlar da Allah’tan kork-muyorlar. Allah
da onları helâk ettik, darmadağın ettik, ezdik, bitirdik işlerini diyor. İşte
yerleri yurtları. İşte koltukları, makamları. İşte malları, mülkleri,
statüleri. Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Biz varis olmuşuz
onlara. Bir varmış, bir yok muş olarak yok olup gitmişler.
Evet
müslümanlığı yaşarsak her şeyimizi kaybederiz, makamlarımız sallanır,
konumlarımız sarsılır diye düşünen insanlar kendi kendilerine şu soruyu sormak
zorundadırlar: Acaba şu anda hangi makam sahibi, hangi koltuk sahibi, hangi
imkân sahibi, hangi ülke in-sanı, hangi şehir insanı böyle bir azapla, böyle
bir gazapla karşı karşıya gelmeme konusunda emindir? Kim böyle bir emniyet
duyabilir? Kim güvence hissedebilir? Evini, barkını, ticaretini, gücünü, kuvvetini,
makamını, koltuğunu, statüsünü, şehrini, vatanını, her şeyini kaybetmeme
konusunda kim emin olabilir? Hiç kimse bu konuda bir emniyet içinde olamaz. Allah’a
karşı nankörlük içine giren her insan, her toplum Allah dilediği zaman bir
yıkımla karşı karşıya gelecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde değişmeyen bir yasasıdır.
Allah diyor ki:
59. “Rabbin
kasabaların halkına, onlara âyetlerimizi okuyacak bir peygamber göndermedikçe
onları yok etmiş değildir. Zaten Biz yalnız, halkı zalim olan kasabaları yok
etmişizdir.”
Cenâb-ı Hakkın ehli zalim olan ülkelere
azap eden, ceza veren olduğunu gördük, anladık.
Ama bakın bu âyetle de şunu anlıyoruz ki Rabbimiz bunu zulmen yapmıyor.
Ehli zalim olan ülkelere uyarıcılar gönderdikten sonra, onlar zulümlerinden
vazgeçmemişlerse onları helâk ettiğini söylüyor. Tabii bize de öyle bir uyarı
gelmiş burada. Nasıl? Bakın ey kullarım! Zulmünüzden vazgeçin! Kendinize, çocuklarınıza,
hısım akrabanıza, beyninize, aklınıza, paranıza, elinize, ayağınıza,
kazancınıza, zaman ve mekânınıza, ilminize, fırsatınıza, eğer zulmetmekten
vazgeçmezseniz, tüm bu uyarılara rağmen devam ederseniz zulmünüze, biz de sizi
helâk ederiz denmiştir. Zaten ancak zalimler helâk olurlar, değilse herkes
ölecektir.
60. “Size verilen
herhangi bir şey, dünya hayatının bir geçimliği ve süsüdür. Allah katında olan
daha iyi ve devamlıdır. Akl etmez misiniz?”
Size verilenler, ne cins olursa olsun.
Bunlar dünya hayatın ge-reçlerinden, gereksinimlerinden, ihtiyaç birimlerinden
öte, bir de dünya hayatın süsünden öte bir şey değildir. Size neler verilmişti?
İşte on-lar. Buna göre Cenâb-ı Hakkın bize bir şeyler vererek bu dünyada bizi
imtihan ettiğini aklımıza getiriyoruz. Ama arkasından âyetin şu bölümünü hep
hatırımızda canlı tutacağız:
Diyeceğiz. Bunu biraz sonra
söyleyeceğim. Ondan önce şunu söyleyelim: Bakın Rasulullah efendimiz bir hadislerinde
onu bize şöyle anlatıyordu:
“Sizden her birinizin yaratılışı
anasının karnında iken teşekkül eder. Şöyle ki: Kırk gün nutfe olarak kalır.
Sonra ikinci bir kırk günde kan pıhtısı halini alır. Üçüncü kırk günde et
parçası haline gelir. Bu üç değişimin sonunda vazifeli melek gönderilir ve bu
et parçasına ruhu üfler. Daha sonra dört kelimeyi; rızkını, ecelini, amelini ve
şaki yahut said olacağını yazması emredilir.”
(Buhârî ve Müslim)
Evet demek
ki melek tarafından ona ruh üfürüldükten sonra dört kelimeyi, onun rızkını,
ecelini, amelini ve şaki yahut said olacağını yazması emredilir. İnsanın rızkı
da yazılıyor. Rızık kişinin ana rahmindeyken ana rahmi de dahil olmak üzere
dünyaya adımını attığı andan itibaren ölümüne kadar ki süre içinde Allah
tarafından kendisine tahsis edilen şeylerin tümüne rızık denir. Ve bu tahs
İşte hadisin ifadesiyle ana karnı
da dahil olmak üzere bir kula Cenâb-ı Hakkın tahsis ettiği, ayırdığı şeylerin tümüne
birden rızık deniyor. Ömründen, bedeninden, elinden ayağından, gözünden, kulağından,
ilimden, kelimeden, nefesten, güneşten, havadan, sudan, ok-sijenden, zamandan,
evlâttan, hanımdan kendisine tahsis edilen şeylerin tümü birer rızıktır. Başka
bir ifadeyle rızık mevcudatın bir bölümünün diğer bölümüne tahsisidir de
diyebiliriz.
Yâni şu ana kadar neler
öğrenmişsek, neler duymuşsak, ne okumuşsak, ne kadar konuşmuşsak, ne kadar yemiş
içmişsek? Ne kadar ısınmışsak işte bunların tamamı bize tahsis edilen rızkımızdır.
Evet Rabbimiz bize “Bi ketbi rızkı hi” diye
tahs
Yâni bu "Bi ketbi rızgıhi" ile yazılan şey, kişiye bu gönderilecek
sorular demektir. Sonra bu soruların kişilerin hangi zamanlama ile
birleştirileceği anlatılır. O da "Ve ecelihi" dir. Yâni ana
rahminde yazılan, takdir edilen bu sorulan soruların sorulma zamanı, yâni hangi
soru kişiye ne zaman gelecek? Şu sabah şu gelecek, bu öğlen bu gelecek, şu
yaşta bu gelecek, şu çağda şu gelecek, şu gece bu, veya bu gündüz şu gelecek
diye o sorularla insanın buluşma zamanı yazılır ki işte bu da eceldir. Ondan
sonra da amel takdir edilir, yâni o kişi o sorulara karşı o zaman nasıl davranacak?
Nasıl hareket edecek? Aksiyon veya reaksiyonu ne olacak bu tespit edilir ki
işte bu da onun saiyd ya da şaki oluşudur. Allah zaten bilir bunu. Yâni Allah
için öncesi ve sonrası yoktur. Evet işte bu bilgiyle deniyor ki bu insan buna
göre ya saiyd veya şaki olacaktır denilir. Bir bu hadisi hatırlayın bu âyeti
anlamak için, bir de Âl-i İmrân sûresinde hani:
“Kadınlara,
oğullara, kantar, kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere
karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının
nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.”
(Âl-i İmrân 14)
Evet bu âyette de insanlara kadınlar
erkekler, çoluk, çocuk, oğlan, kız, atlar, avratlar, fiatlar, muratlar,
Marklar, Dolarlar, altınlar, gümüşler, kantar, kantar paralar, mallar, mülkler,
hars, ekinler, dikimler bütün bunlar insana süslü gösterilmiştir, insanın
bunlara karşı bir meyli vardır, deniyordu. Ama âyetin sonunda da:
İşte bütün bunlar dünya hayatın
metaıdır deniyordu. Daha sonra da ama Allah yanında âkıbetin güzeli vardır deniliyordu.
Yâni bunlar dünya hayatının geçici, solucu, bitici metaıdırlar, geçimliğidirler.
Bunların hepsi bir gün gelecek ve bitecektir. Halbuki Allah yanında olanlar
Allah katında olanlar ise bitmeyecek, tükenmeyecek, ölmeyecek, solmayacak ebedî
güzelliklerdir. Allah’ın yanında çok güzel bir hayat var. İnsanlara dünyada
süslü gösterilen, güzel gösterilen bu fâni metalardan, bu süslerden, bu
kadınlardan, bu oğullardan, bu atlardan, arabalardan çok daha güzel şeyler hazırlanmıştır.
En güzel âkıbet Allah katındadır deniyordu. Arkadaşlar konumuzla ilgili esas
ilgi kuracağımız âyet bundan sonrasıdır. Bakın bundan sonrasında da Rabbimiz
şöyle buyuruyordu:
“Ey
Muhammed, de ki: “Bundan daha iyisini size haber vereyim mi? Allah'a karşı
gelmekten sakınanlara, Rablerinin katında, altlarında ırmaklar akan ve orada
temelli kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rı-zası vardır. Allah
kullarını hakkıyla görücüdür.”
(Âl-i İmrân 15)
Size sizin
için süslenmiş, ziynetlenmiş olan bu geçici, bu sonlu dünya hayatından daha güzelini,
daha üstününü, daha kalıcı ve değerlisini haber vereyim mi? Kadınıyla-kızıyla,
atıyla-arabasıyla, altınıyla-gümüşüyle, elmasıyla-armuduyla, bağıyla-bahçesiyle
bu dünyadan daha hayırlısını size haber vereyim mi? Olmadı mı? Hoşunuza gitmedi
Bütün bu sayılanlardan daha hayırlısının olamayacağını mı düşündünüz? Bunları
güzel gibi mi gördünüz? Aman bunlarsız olmaz filan mı dediniz? Aman bu dünyada
kadınsız olma, erkeksiz olmaz, çocuksuz, çoluksuz olmaz, parasız, pulsuz,
atsız, arabasız, evsiz, barksız, elmasız, portakalsız olmaz mı dediniz? Öyleyse
bir zahmet Tevbe sûresinin 23 ve 24. âyetlerine de bir müracaat ederseniz iyi
olur. Orada da bunlar mı sevgili sizin için? Yoksa Allah mı sevgili? diye
soruluyor ve bu işin mukayesesini yaptırıyordu Kur’an. İşte burada da diyor ki
Rabbimiz bunlardan daha hayırlısını size haber vereyim mi? Ama herkese hayırlı
değil:
Muttakiler
için. Allah yanında daha takvalı olma savaşında olanlar için, Allah’ın dininin
bilincinde olanlar, Allah’a kulluklarının, Allah’a karşı sorumluluklarının
şuurunda olanlar, Allah’ın koruması altına girenler, velâyetlerini Allah’a
verenler, Allah’ın kitabıyla birlikte olanlar, kitapla yol bulanlar,
hayatlarını, bakışlarını, düşüncelerini, değer yargılarını, tanımlarını
Allah’ın kitabına göre düzenleyenler için, hayatlarını Allah için yaşayanlar,
hayatlarında Allah’ın sınırlarını aşmama konusunda duyarlı olanlar için, cehennemden
korunanlar için bundan daha hayırlı olanı söyleyeyim mi size. Peki neymiş o?
Rableri katında altlarından ırmaklar akan
cennetler vardır onlar için. Zeminlerinden ırmaklar akan cennetler, yahut kendi
taht-ı tasarruflarında ırmakların akıtıldığı cennetler vardır onlar için. Kendi
emirlerine verilmiş bal ırmakları, su ırmakları, süt ırmakları ve şarap ırmakları
akıp gitmektedir o cennetlerde.
Şimdi
tekrar âyete dönüyorum:
Bölümüne tekrar dönüyoruz, sanki o
bölüm şöyle diyor gibi geldi bana: size bir şeyler veriliyor. Sakın ha sakın bu
verilenleri siz heves kabul etmeyin, hedef kabul etmeyin, amaç kabul etmeyin,
her şey o zannetmeyin! Bunlar dünya hayatının metaıdır. Dünya denaet ten
türetilmiş bir kelimedir. Denaet de alçaklık demektir. Dünya kelimesi hem de
onun müennesi olunca kancıkça ve alçakça bir hayatın gereksinimidir bunlar
demektir. Bağlanmaya değmez demektir. Bir de onun ziynetleri, süsleridir.
Dünyanın süsünün Şeytan tarafından süslenmiş süsler olduğunu da hatırlarsak o
zaman bunlara kanmamızın hiçbir anlamının olmadığını çok rahat anlayıvereceğiz
demektir.
Çünkü bakıyoruz bir varmış, bir yok
muş. Yunus sûresinde hatırlatıldığı kadarıyla o dünya süsünün geçici ve
aldatıcı olduğunu şöyle beyan eder Allah bize:
“Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma,
süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra
kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Âhirette çetin azap da
vardır. Al-lah'ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece
aldatıcı bir geçinmedir.”
(Hadîd 20)
Bu dünya hayat, bu denî, bu alçak hayat
oyun ve eğlencedir, ziynettir, süstür, birbirinize karşı övünme vesilesi, malda
ve evlâtta çoğalma vesilesidir. paranız, malınız ve evlâtlarınızın çoğalması konusunda
aranızda bir övünme zeminidir. Bunun örneği aynen şunun gibidir: Bir yağmur
gibi ki, bir yağmur düşünün ki, onun bitkisi çiftçiyi sevindirir, hoşuna gider
çiftçinin. Ama sonunda o bitkiler boyun büker. Sonra bir bakmışsın ki sararıp
solmuştur. Sonra da çerçöp olmuş, odun olmuştur artık. İşte dünya hayat bu. Hepimiz
için budur işte dünya budur. En sevdiğiniz yemek, doyduktan sonra anlamsızdır.
En sevdiğiniz şarkı, gece ikide dinlenmez artık. En sevdiğiniz arkadaş,
hastayken beş para etmez. En sevdiğiniz çiçek, gün gelecek solacaktır. En çok
sevdiğiniz insanlar, gün gelecek terk edeceksiniz onları. İşte dünya budur.
Öyleyse kesinlikle bilesiniz ki:
Allah katında olan çok daha hayırlı ve
kalıcıdırlar, akletmiyor musunuz? Akıllarınızı kullanmıyor musunuz?
Evet unutmayın ki bâki kalacak olanlar, Rabbinizin
katında sevap yönünden daha iyi, sonuç olarak daha hayırlı olacak olanlar sâlih
amellerdir. Yâni şu kâfirlerin varlığıyla övünüp müslümanlara karşı üstünlük
tasladıkları mallar, mülkler değil sâlih ameller bâkidir. Unutmayın ki mallar,
mülkler, oğullar, kızlar, makamlar, mansıplar dünya hayatının süsü ve
ziynetidir. Dünya hayatının bir eğlenceliğinden başka bir şey değildir bunlar.
Ama bâki olanlar, kalıcı olanlar, ölümsüz olanlar, öbür tarafa intikal edecek
olanlar ise sâlih ve güzel amellerdir. Sürekli olanlar, devamlı olanlar, kalıcı
olanlar sâlih amellerdir. Yaşadığımız bu
hayatın sonunda bizimle beraber olacak, kabirde bizimle beraber olacak, bizi
asla terk etmeyecek ve bizi cennete götürecek olanlar sâlih amellerdir.
Öyleyse ey müslümanlar, sakın ha sakın
kâfirlerin size karşı hava attıkları şu geçici dünya mal mülklerini heves kabul
etmeyin, hedef kabul etmeyin, amaç kabul etmeyin, her şey zannetmeyin. Bağlanmaya
değmez bunlar. Bakıyoruz bir varmış, bir yok muş. Bir bakarsınız var, bir de
bakarsınız ki yok olup gitmiştir.
Öyleyse iyi anlayın. Hangi zevkiniz yarın da böyle devam ediyorsa o
âhirettir, hangi zevkiniz de yarına intikal etmiyorsa işte o da dünyadır.
Çocukken oynadığınız oyunları bir düşünün. Karşı takıma attığınız goldeki
sevinci bir düşünün. Veya damat olurken giydiğiniz elbisedeki güzelliği
düşünün. Okula kaydolduğunuz günkü sevincinizi veya okulu bitirdiğiniz günkü
sevincinizi bir düşünün. O sevinçlerinizden, heyecanlarınızdan bugüne intikal
eden bir şey var mı? Hatırlamıyorsunuz bile değil mi? Bugün hiç de anlamı yok
değil mi onların? Yâni o günküler, o günkü anlamını hep kaybetmişlerse bunların
hepsi dünya hayattır, hep geçici şeylerdir. Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve
bâki olanlar vardır.
Meselâ ilk defa kıldığınız bir namazdan duyduğunuz zevki bir düşünün. Bugün
de aynen devam ediyor değil mi? İşte bu sâlih ameldir. Veya tuttuğunuz ilk
oruçtan duyduğunuz heyecan bugün de devam ediyor değil mi? İşte bâki olan sâlih
amel budur.
Ama Allah’ın yanında hep hayırlı ve
bâki olanlar vardır. Cennet tariflerinde kâfirler hep böyle kafa tutarlarmış.
Ne? Karı kız mı dediniz? Cennette bunlar mı varmış? Biz bu dünyada istediğimizi
buluruz. Bağ bahçe mi? İstemediğimiz kadar var bu dünyada. Altlarından ırmaklar
akan mı? Üstlerinden de ırmaklar akan mı dediniz? Valla istesek bu dünyada biz
de akıtabiliriz. Akıtıyoruz da işte evlerimizin altlarından, üstlerinden.
Köşkler mi? Kasırlar mı? Hattâ camdan köşkler içine saraylar bile
yaptırabiliriz diyorlarmış. Ama: “Ve ebka” denilince veya
“Halidine fiyha ebeda” denilince, yâni ama cennettekiler ebedîdir,
ölümsüzdür, sonsuzdur denilince adamların işleri bitiyor. Çünkü dünyadakiler
böyle değildir. Dünyadakiler harp oluyor, darp oluyor, ihtiyarlık oluyor, ölüm
oluyor, bayram, seyran oluyor ve adamın elinden alınıveriyor. Ama âhiretteki o ebedî dara, ebedî yurda gi-dince
her şey sürekli olacaktır, sonsuz olacaktır. Öyleyse ey kullarım, hesabınızı
iyi yapın dedikten sonra diyor ki Allah:
Aklınız ermez mi sizin? Size verdiğim
aklı bunu anlamada hiç kullanmayacak mısınız? Aklınızı hâlâ arabanın modelini
değiştirmede, evin şeklini değiştirmede, halının, kilimin modelini anlamada mı
kullanacaksınız onu? Hep para kazanmanın peşinde mi kullanacaksınız? Bu
âyetleri anlamada hiç kullanmayacak mısınız?
Veya düşünün adamın elinde kibrit vardır da, sobayı yakmak için yakıt
arıyordur, adam bir şeyler arıyordur da, yahu be kardeşim elindeki kibrit değil
mi ne kıvranıyorsun? demek neyse, nasıl her şeyi baştan kesen bir sözse, bu
ondan daha kesin bir sözdür yâni. Aklınızı kullanmayacak mısınız? Aklınız yok
mu sizin? Yâni iş bu kadar açıkken, durum bu kadar ayan beyanken, siz hâlâ
aklınızı bunu anlamaya kullanmayacak mısınız? diyor Rabbimiz.
Bundan sonraki âyetinde de Rabbimiz
artık aklını kullansın dediği insana, insanlara şu gerçek haberini duyuracak:
61. “Vaad ettiğimiz
güzel bir nimete kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik
verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap için getirilen kimse gibi midir?”
Şu kişi ki Biz ona hoş vaad lerde
bulunmuşuz. Biz ona güzel güzel gelecek vaad lerinde bulunmuşuz da:
O ona kavuşucu da. Ona kavuşacağının
farkında da adam. Yâni buna inanıyor da adam. Yâni cennet hak edecekti o adam.
Bizim kendisine vaad ettiğimiz cennete ulaşabilme imkânı da vardı onun.
O insan şu dünya hayatının geçici
metaına kavuşan adamdan, dünyanın geçici metaından faydalanan adamdan farklı
olmalı değil miydi? Elbette ikisi aynı olacak değildi ya. Elbette olmazdı.
Üstelik bu ikinci tip adam kıyamet günü
muzdarinden olacaktır. Yâni istemese de hazır tutulanlardan, mecburen hesaba
getirilenlerden olacaktır. Çünkü Yâsîn sûresinde şöyle diyordu Allah bu tür adamlara:
Ya Rabbi ben hayatımdan razıyım. Ben buradan razıyım. Ben burada iyi kötü,
azap, ikab, ceza meza filan dedin ama, kabir azabı da olsa ben şimdilik buna
alıştım. Ben buradan çıkmak filan istemiyorum. Cennetini de cehennemini de
istemiyorum, demesinin anlamı yok:
“Tek bir çığlık
kopar, hepsi, hemen huzurumuza getirilmiş olur.
(Yâsîn 53)
Evet bir tek sayha, bir ses, bir kalk borusu, bir haykırma,
bir anons, tek bir sarsıntı. Dirilin! Kalkın haydin bakalım! denir denmez bir
de bakmışsın ki hepiniz dirilmiş ve Allah’ın huzurundasınız deniliyordu. Orada
herkes ihzar edilecek, mecburen hepsi hazır tutulacaklar buyuruluyordu. Yâni
nasıl ki bu dünyada ben şahitlik emek istemiyo-rum diyen adamı polis zoruyla
tutup götürüyorlar, işte öyle mecburen oraya hesap kitap için herkesi
götüreceklerdir. Hattâ belki de yarın hazır tutulmaktan kaçmak için kimi
insanlar yakılarak külünün denize atılmasını, veya binlerce metre toprağın
derinliklerine gömülmeyi, ya da mezarlarının üstüne tonlarca ağırlıkta
taşların, betonların, mermerlerin konmasını emretmektedirler, vasiyet
etmektedirler arkasında ka-lanlara ki yeniden diriliş gününde hesap kitap için
çıkmasınlar da varsın yer altında kalıp böyle unutulup gitsinler. Öyle
istiyorlar ama, İn-şikâk’ta:
Arz içindekileri atacak, karnında ne
varsa hepsini boşaltacak. Sinesine gömülen herkesi ve her şeyi kusacak. Her
şeyi dışarıya atıp tahliye olacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini dışarıya
atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sinesindekilerin tümünü dışarıya atacak.
Durum böyle olunca bunların hiçbirisinin bir anlamı yoktur.
62. “Allah, o gün
onlara seslenir: “Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededirler?”
der.”
Onlara şöyle nida olunduğu gün. Hani
öyle kabul ediyor, öyle farz ediyordunuz, size göre benim ortaklarım da vardı.
Yâni ben kendi başıma, tek başıma Ben sözü dinlenecek bir varlık değildim
sanki. Hep başkalarıyla birlik sözümü dinlemeden yanaydınız. Bazen, bazen
başkalarını da bazı konularda dinlemeden yanaydınız. Birilerini bana ortak
tutuyordunuz. Hani ne oldu? Nerde onlar? Eğer gerçekten onlar da sözü
dinlenecek kimseler idiyseler, yâni onların da benim yanımda varlıkları hak
idiyse, şimdi de onlar benim yanımda olmalıydılar. Onlar sizin üzerinizde kendi
sorgulamalarını yapmalı, ben de kendi sorgulamamı yapmalıyım. Hani nerde onları
görebiliyor musunuz? Hani bu konuda hak sahibi olduklarını iddia ettikleriniz?
Hani üzerimizde onların da hakları, yetkileri var dedikleriniz? Nerede onlar?
Hani dünyada iken hayatınızın kimi birimlerini bana sormuyordunuz da o
birilerine soruyordunuz? Hani o sorduğunuz, o danıştığınız, o gönlünü hoş
etmeye çalıştığınız varlıklar nerede? Hani o benim dışımda tanrı bildikleriniz?
İlah bildikleriniz? Hani hatırını kazanmaya çalıştıklarınız? Hani yasalarını
uyguladıklarınız? Hani hayatınıza karışma yetkisi verdiğiniz siyasal
tanrılarınız, hukuk tanrılarınız, eğitim tanrılarınız, şifa tanrılarınız, oyun
eğlence tanrılarınız? denilecek.
Müslümanlar bugün Allah’ın her şeyi
bildiğine inandıkları, ya da her konuda Allah’a müracaat etmeleri gerektiğine
inandıkları halde maalesef Allah’tan başkalarına danışıp hayat sürüyorlar.
Sûrenin önceki âyetlerinde de söylediğim gibi bunun bana göre iki sebebi var.
Yâni müslümanların hayat programlarında müracaat etmeleri gereken tek merci
Allah olması gerekirken, teorik olarak buna inandıklarını iddia ederlerken,
maalesef bu yolu çizmede Allah’tan başkalarına da müracaat ettiklerini
görüyoruz. Bunun benim anlayabildiğim kadarıyla iki sebebi var, inşallah onu
şöyle özetleyeyim:
1:Birincisi, hep Allah’a, hep Allah’a
sorunca Allah’ın önereceği program kendisinin beklentisinin dışında olacağını
bildiği için adam Allah’a müracaattan korkuyor ve kaçıyor. Yâni ben her hangi
bir problemleri için bana sormaya gelmeyen akrabalarımı hep böyle görüyorum
ben. Çünkü gelip sorunca benim ne diyeceğim belli. Bir tanesi var meselâ üç
dört çocuktan sonra hanımını Kur’an kursu hocası yaptı. Zorladı etti kurs
hocası yaptı. Yahu dedim, bir de benimle istişare etseydin dedim. Ben dedi
senin bu konuda ne diyeceğini biliyorum zaten. Adam ne diyeceğimi bildiği için
benimle istişareden kaçıyor. Halbuki Allah meleklerin ne diyeceklerini bildiği
halde meleklerle istişare etti. Ben halîfe yaratacağım ne dersiniz? dedi. Sonra
da siz bilmediniz ben bilirim diye gene de bildiğini yaptı, ama bize istişare
konusunda yol gösteriyordu. Demek ki müslümanlar bekledikleri cevabı vermez
endişesiyle Allah’a sormuyorlar bir.
2: İkincisi, bunu da mı Allah’a
soracağız? diye bir dertleri var müslümanların. Yâni tamam namazın kaç rekat
olduğunu soralım Al-lah’a, Orucun ne zaman başlayacağını soralım, abdestin
farzını soralım tamam Allah’a ama, yâni kızıma gelinlik ne alacağım? Oğlumun
mobilyasını nerden alacağım? Halımın rengi nasıl olsun? Televizyonumun markası
nasıl olsun? Bunu da mı soracağım Allah’a? diyerek sanki Allah’ın onu
sergilediğini, pazarladığını hâşâ bilmiyorlar ve onları Allah’a sormaktan yana
değiller.
Tekrar dönüyoruz âyete, yâni hep bana
soracakken, evlenmenizi, boşanmanızı, ticaretinizi, kazanmanızı, harcamanızı,
giyim kuşamınızı, ziyaretinizi, ziyafetinizi, ikramınızı, yazınızı, çizinizi,
hukukunuzu, eğitiminizi, dirliğinizi, düzeninizi, seçiminizi, geçiminizi hep
bana sormanız gerekirken, benden başkalarına da soruyordunuz. Be-nim yanımda
başka ortaklar tanıyordunuz. Benim yetkimi onlara da veriyordunuz. Bana şirk
koşuyordunuz.
Meselâ ben Hâlık olarak, yaratıcı olarak veya Rahmân olarak sizin dünyanızda
vardım da, Rahîm olarak beni tanıyordunuz da, Rab olarak tanımıyordunuz. Kanun
koyucu olarak tanımıyordunuz. Başka kanun koyucular da vardı hayatınızda. Şafi
olarak beni tanıyordunuz da, Rezzak tanımıyordunuz, başka Rezzaklar vardı hayatınızda.
Veya Hâdî olarak beni tanımıyordunuz, başka hadiler bulmuştunuz kendinize.
Mâlik olarak tanıyordunuz beni de başka mâlikler, başka söz sahipleri de vardı
hayatınızda. Yâni kimi konularda benim özelliklerimi başkalarında da görüyordunuz.
Benim yetkilerimi, benim sıfatlarımı başkalarına da veriyordunuz. Hani onlar
nerede? denilecek.
63. “Hükmün
aleyhlerine gerçekleştiği kimseler: “Rab-bimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız
kimselerdir. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp
sana geldik, zaten aslında bize tapmıyorlardı” derler.”
Söz kendilerine hak olan ki azap
sözüdür tabii bu söz. Allah’ın azap sözü kendilerine hak olan, yasa olan,
realite olan, Allah’ın azabını hak eden o insanlar diyecekler ki, ey bizi
Rabbimiz! "Rabbena" diyorlar. Ey bizim Rabbimiz! diyorlar.
Geçmiş olsun. Onu bugün demelilerdi. Onu dünyada demelilerdi. Rabbena! Ey bizim
Rabbimiz! Ey bizim hayatımıza program çizicimiz! Ey bizim hayatımızı düzenleyen!
bizim yapmamız gerekenleri bize tarif eden Rabbimiz! Ey sen dediğin için bizim
onları yaptığımız Allah’ımız!
Rabbena bu demektir. "Allahümme" Allah’ım! Benim
Allah’ım! Sen ne olursan ol benim sana ihtiyacım var demektir. Ama ya Rabbi!
deyince de, ey sen ne dersen, ne emredersen ben onu dinimdir diye, hayatımdır
diye, hayat programımdır diye, ya da uygulamam diye, ya da yönetimim diye,
yönetmenliğim diye onu hayatıma aktardığım İlahım diye yalvarıyor ya bu dünyada
insanlar, işte orada da Rabbena! diyorlar onlar. Dünyada deseydiniz ya bunu.
Çünkü En’âm sûresinde peygamberim, ansızın ateşle karşı karşıya geldikleri
zaman onların halini bir görsen diyor Allah. Sonra da diyecekler ki Ah nolaydı
keşke dünyaya bir daha döndürülseydik de Rabbimiz Allah deyip sâlih ameller
işleseydik diyecekleri anlatılır. Orada Rabbin Allah olduğunu biliyorlar da
alçaklar dünyada Rabbin başkaları olduğunu kabul ediyorlar.
Hani Abdullah ibni Selâm gelmiş Rasûlullah’a soruyordu: Ya Rasulallah,
elbette Allah’ın dediği doğrudur, elbette iman ediyorum, ama anlamak için
soruyorum. Biz din adamlarını Rab filan kabul etmi-yorduk gibiydi, acaba burada
bize, anlatılan ne? deyince Rasulullah efendimiz buyuruyordu ki: Size din
adamlarınız, siyaset adamlarınız bir şeyleri emrediyorlardı da siz onların bu
emirlerini dinliyor ve onlara itaat ediyor muydunuz? Evet. Peki onlar sizin
hayatınızda bir takım yasaklar belirliyorlardı da siz onların bu yasaklarına
riâyet ediyor muydunuz? Evet. İşte bu onları Rab bilmedir ve onlara ibadetin ta
kendisidir buyuruyordu.
Evet babalar bazen, müdürler bazen,
bazen amirler, bazen başkanlar,
bazen liderler, reisler, eğer hayatımıza
bu denli karışıyor ve biz de razıysak bu işten, onları sanki Rabbimiz kabul
ediyoruz olacaktır Allah korusun. Günâh ayrı, onu hemen söyleyelim. Gaflet
ayrı, acziyet ayrı, bazen cehalet
ayrıdır ama sürekli olursa bu iş, yâni o konuda birilerinin önerisiyle hareket
ediyorsak o zaman Allah’a sığınalım Allah bizi korusun. Evet diyorlar ki
Rabbena. Peki ne olmuş?
Rabbimiz, işte bunlar bizim
saptırdıklarımız! Biz saptığımız gibi, biz kendimizi iğva ettiğimiz gibi onları
da saptırdık, onların da işini bitirdik, onların da pilini bitirdik, düzenlerini
bozduk, ya da onların düzenlerini düzdük.
Şimdi sana geldik ya Rabbi. Bitti
işimiz, anladık bütün meseleyi, seninle buluştuk, sana geldik. Ya da her şeyi
sildik sana doğru geldik, sana yönelmek üzere, sana teberrî eyledik ya Rabbi.
Ve onlar zaten bize de tapmıyordular ya
Rabbi. Onlar bizi alet ediyordular. Evet biz saptırdık ama onlar da bizi alet
ederek kendileri sapıyordular. Tabii Mülk sûresi bunu bizzat kelime ile de
ifade ediyor:
“Böylece günâhlarını
itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar!”
(Mülk 11)
Evet tıraşları gözlerinin önüne inince günâhlarını
itiraf edecekler. Peki nerede söylüyorlar bunu? Cehennemin içinde. Cehennemi
boylamışlar, ateşi kucaklamışlar ve diyorlar ki aah! keşke bir kulak verseydik!
Keşke bir dinleseydik! Keşke bir akletse, bir düşünse ve bir tedebbürde bulunmasaydık!
Geçmiş olsun! Bunu bugün dünyada söyleyecektiniz. Bunu dünyada anlayacaktınız.
Bugün diyecektiniz Rabbimiz Allah diye. Bugün kabullenecektiniz Allah’ın kitabını.
Bugün yaşayacaktınız kitabın istediği hayatı. Bugün teslim olacaktınız Allah’ın
kulluk programına. Ama geçmiş olsun. Yazıklar olsun. Rahmetten cennetten ırak
olsun, uzak olsun onlar! Cehenneme yuvarlansın o alçaklar diyor Rabbimiz.
Onların bu itiraflarının bir farklı
tarafını da En’âm sûresi anlatıyordu:
“Sonra,
“Rabbimiz Allah’a andolsun ki bizler şirk koşanlar değildik” Demekten başka
çare bulamayacaklar.”
(En’âm 23)
Evet Allah’ın azabını görünce diyorlar
ki vallahi ya Rabbi biz müşrik değildik. Vallahi ya Rabbi biz sana bir şeyleri
ortak koşmuyorduk. Evet alçaklar bir hayat yaşayacaklar, birbirleriyle olan
münâ-sebetlerinden tutun da eğitimlerine, hukuklarına, ticaretlerine, selâm-laşmalarına,
tatillerine, takvimlerine, kılık kıyafetlerine varıncaya kadar hayatlarının
hiçbir bölümüne Allah’ı karıştırmayacaklar, Allah’tan baş-ka Rabler, ilahlar
bulacaklar sonra da Allah’ın ateşini görünce yeminle biz müşrik değildik
diyecekler. Şirk koşmadıklarına dair, küfrü din olarak kabul etmediklerine dair
yemin edecekler.
Veya bir başka mânâyla vallahi ya Rabbi meğer bizler müşrik değilmişiz
diyecekler. Vallahi ya Rabbi meğer bu bizim sana ortak koşmaya çalıştıklarımız
senin yanında ortak olmaya lâyık değillermiş diyecekler. Vallahi ya Rabbi şu
bizim dünyada kendilerinden korktuklarımız, kendilerini sevdiklerimiz,
kendilerine sığındıklarımız, kendilerine dua ettiklerimiz hidâyeti, rızkı
kendilerinde gördüklerimiz, şeytanlarımız, tâğutlarımız, azizlerimiz,
reislerimiz meğer sana ortak koşmaya lâyık değilmiş, bunu anladık diyecekler.
Biz onları bizim Rabbimiz olsunlar diye dinlemedik.
Evet seni de dinlediğimiz, onları da dinlediğimiz zamanlar oldu ama şirk
koşmak için, dinden çıkmak için, sana ortak olsunlar diye, seni diskalifiye
edelim diye dinlemedik onları. Senden üstün tutmak için dinlemedik onları ya
Rabbi diye itirafta bulunacaklar ama bu itiraf onları kurtarmayacaktır
anlıyoruz.
64. “Koştuğunuz
ortakları çağırın” denir; onları da çağırırlar ama, kendilerine cevap
veremezler; cehennem azabını görünce doğru yolda olmadıklarına yanarlar.”
Şöyle denilecek beri tarafta da: Haydi
şeriklerinizi, ortaklarınızı, Allah yanında sözünü dinlediğiniz, Allah berisinde
kendilerinde yetki gördüğünüz varlıklarınızı çağırın! denilecek. Onlar da
onları çağıracaklar da icabet etmeyecekler, edemeyecekler. Cehennem azabını
görünce de keşke hidâyet bulsalardı ya. Keşke daha önce hidâyet bulsalardı ya.
Bir böyle, bir de azabı görünce sanki şöyle derler keşke hidâyet bulsaydık
derler.
Evet denir ki onlara, haydi çağırın
bakalım. Hani Allah’ın berisinde dua ettikleriniz? Çağırdıklarınız, çağrışım
yaptıklarınız var ya. Hastalanınca çağrıştırdıklarınız. Ev yaptıracaksınız,
falan aklınıza geliyordu, oysa önce Allah aklınıza gelecekti. Hukuk probleminiz
oluyor birilerini hatırlıyordunuz, halbuki Allah’ı hatırlamalıydınız. Evlenirken,
boşanırken birilerini hatırlıyordunuz, halbuki Allah’ı hatırlamalıydınız. Haydi
öyleyse şimdi o kendilerine dua edip çağırdıklarınızı, çağrıştırdıklarınızı
denecek.
Beyzavi şöyle bir konu anlatır. Bir
adam bir kitap yazmış, işte sultana götüreyim de karşılığında ondan bir şeyler
alayım diye. Sultanın sarayına giderken bir çadıra uğrar. Orada karşılaştığı
bir kadın ona sorar: Nereye evlât? Adam der ki Fâtihayla alâkalı bir kitap yazdım
da onu Sultana götürüyorum der. Kadın der ki evlât sen Fâtiha’yı bilir misin? O
ne biçim söz anne? Bu kadar kitap yazan adam Fâtiha’yı bilmez mi? der. Kadın,
evlât sen hele bir anlat der. Adam Fâtiha’yı anlatınca der ki kadın evlâdım
sadece Allah’tan yardım beklenecek diyorsun sen tutup sultandan yardım
beklemeye gidiyorsun, bu ne biçim iş?
Yâni sahâbeye bakıyoruz hep inançları böyle. Ahmed bin Hanbel’in hayatında
bazı böyle pasajlar okudum, hep dertleri bu yâni. sadece Allah’a muhtaç olmak,
başka hiçbir şeye muhtaç olmamak. Sadece Allah’a dua etmek ve dâvetiyelerinin
üzerine başka hiç kimsenin adını yazmamak. Biz hayatımızın programı konusunda
sadece Allah’a kulluğumuzun gereğine inanırken Allah’tan başkasına da ihtiyacımız
olduğunu belirtirsek galiba Fâtiha’ya aykırı yaşamış oluruz.
Şöyle gibi, öğretmen arkadaşlar gidiyorlar bir yerlere öğretmen olarak,
altı ay, bir sene sonra geliyorlar. Nasıl ne var ne yok o bölgede? diyoruz,
valla hocam çok güzel, yer tam hizmet edilecek yer, ama çok ihmal edilmiş, hiç
bir hizmet gitmemiş, ben gidinceye kadar. işte, eh iyi, ama ah idareci biraz
anlayışlı olsaydı, ah bir kütüphane olsaydı, ah biraz param olsaydı, ah bir
arabam olsaydı, ah bir vakıf olsaydı, ah bir dergimiz olsaydı, ah çevre bu
işlere biraz yatkın olsaydı çok iyi olurdu filan diyorlar. Ben diyorum ki ah
bir Allah olsa desene kardeşim! Ah bir Allah olsaydı diyebilir misin? Orada
duruyor. Çünkü sen yoksa Fâtiha’da şöyle mi okuyorsun: İyyake na'budu ve iyya
nestaîn, para. İyyake na’budu ve iyya müdür, ve iyya vakıf, ve iyya dergi, ve
iyya çevre mi diyorsun? Yoksa iyyake na’budu ve iyyake nestaîn mi diyorsun?.
Bunlar olamayacağına göre sadece Allah’a yardım konusunda yalvardığımıza göre
bunları unutmayacağız inşallah.
O müşrikler dua ettiklerini,
hatırladıklarını çağırdılar, dua ettiler,
yalvarıp yakardılar, aman zaman eylediler, fakat kendilerine icabet edemediler.
Tabi icabet edememek bir başka yerde de duymamak anlamına geliyor, çünkü
Allah’tır ancak duyan. Şu anda bütün zaman ve zemin dahilinde bizim çağrımıza
icabet edecek olan sadece Allah’tır. Çünkü duyandır, çünkü işitendir, çünkü
işittiğine gücü yetendir, işittiğinin imdadına yetişendir, çünkü bilendir,
çünkü anlayandır. Onlarsa asla onlara icabet edemeyecekler.
Onlar azabı da gördüler. Bunun üzerine
onlar azabı da hak et-tiler, azabı gördüler, anladılar. Keşke onlar hidâyete
erenler olsalardı. Bunun ne anlamı var? Yâni âhirette keşke nin ne anlamı olacaktır
da? Zaten azabı hak etti mi adam, günâhını itiraf da etse cehenneme gidecektir.
Niye keşke denmiş o zaman burada? Arkadaşlar aslında bu âyetler âhiretteki
konuşmaların bize intikali değil de, buraya kadar olanların âhirette varacağı
sonucun hikayesidir ve de bu son bölüm Cenâb-ı Hakkın bize rahmetinin
Rahmâniyetinin tecellisidir. Yâni Allah bunları niye anlatıyor bize? Bizi korkutmak
için anlatıyor, sakındırmak için anlatıyor, bizi o işten vazgeçirmek için
anlatıyor. Diyor ki keşke onlar, o durumda olanlar yollarını Allah’la bulsalardı!
Keşke dünyada hidâyete ulaşsalardı! Keşke kitaba sorup, danışıp hareket
etselerdi de başlarına bu işler gelmeseydi.
65. “O gün Allah onlara seslenir:
“Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
Evet o gün şöyle nida olunacak
onlara: Peygamberlere nasıl icabette bulundunuz?
Neler dediniz onlara? Ne cevap verdiniz? Peygamberlere nasıl bir cevap
verdiniz? Ne dediniz, nasıl karşıladınız onları? Nasıl muamele yaptınız onlara?
Herhalde
şöyle mi diyeceğiz: Ya Rabbi senin peygamberin bize bir şey demedi ki, biz ona
bir cevap verelim. Bir şey sormadı ki o bize, biz ona cevap verelim. Tat bir
peygamber göndermişsin bize. Bizimle hiç konuşmadı. Bize hiçbir mesaj
ulaştırmadı. Bizim dinimizi bize o anlatmadı ki. Bizim dinimizi bize
babalarımız anlattı, hocalarımız anlattı, Ömer Nasuhi Bilmen anlattı. Biz
dinimizi onlardan öğrendik. Senin peygamberin zaten bizim dönemde gelmedi. Çok
önceleri gelmiş ve kendi toplumunu ilgilendiren sözler söylemi, uygulamalarda
bulunmuş. Bizim onun ne dediklerinden haberimiz yoktu diyeceğiz herhalde. Çünkü
peygamberi tanımayan, peygamberin sözlerini, peygamberin uygulamalarını
tanımayan bir adam bundan başka ne diyebilir ki?
Peki
gerçekten öyle miydi? Gerçekten peygamber hiçbir söz söylemeyen, hiçbir
teklifte bulunmayan veya teklifleri sadece kendi dönemi insanlarını bağlayan,
bizi bağlamayan mıydı? Hayır Allah’ın Resûlü 60 bin civarında sözü olan, teklifi
olan ve bu teklifleri de sadece kendi dönemini değil kıyamete kadar tüm
mü’minleri ilgilendiren bir örnekti. İşte bu 60 bin civarındaki peygamber
sözüne, peygamber teklifine ve uygulamalarına ne cevap verdiğimiz, nasıl bir
tavır takındığımız sorulacak.
Halbuki
Peygamber elli bin, atmış bin söz söyleyen, amel eden varlıktır. Yâni tespit
edilen hadisleri 50,60 bin kadar olan bir örnektir. Evet atmış bin civarında
söz söyleyen bir peygamber. Onlardan ne kadar haberdarsak bizde o kadarı var
demektir. Meselâ bir araba 6000 parçadan oluşuyorsa sizde kaç parça varsa arabanızda
o kadar parça vardır. Her halde bir direksiyon bir de dört teker varsa elinizde
ona benim arabam var filan demiyorsanız, o zaman 60 000 de kaç hadis varsa
sizde o kadar hadis var demektir ve sizin peygamberle ilginiz o kadar demektir.
Kaç hadisiniz varsa üzerinde kafa yorduğunuz, hayatınızı onunla düzenleyeceğiniz
o kadar müslüman-lığınız var demektir.
Allah korusun haberdar olduğunuz
zaten yok da bir de üstelik onlara cevabınızı düşünün. Meselâ 60 000 odalı bir
saray gezecektiniz ve değerlendirmenize göre de size mükafat verecektiler. İki
oda, üç oda, beş oda gezdiniz ve orada oyalandınız durdunuz artık. İşte kumar
oynama! Zina etme! Sağa bakma! Sola gitme! Dükkana git! Tezgaha git! Yat! Uyu!
tamam. Geri kalan odalarda çok güzel şeyler vardı belki onlardan da haberdar
olacaktınız da öyle yorumlayacaktınız, cevap verecektiniz. İcabet edecek, amel
haline getirecektiniz. "Ecebtüm" olacaktı o
zaman. Eğer sadece namaz, oruç, haç, zekât, kelime-i şahadet insanı cennete götürecekse
kurandan diğer bölümleri alalım çıkaralım din bozulmayacaktır o zaman. Dinde
hâşâ fazlalık olur o zaman.
Veya işte bir kaç hadis bırakalım
hayatımızda gerisini tümden yok farz edelim eğer din bozulmuyorsa o zaman hâşâ
boşuna bu kadar söz söyleyendir o zaman peygamber. Hayır hayır kitabın da peygamberin
de bizim hayatımızdaki fonksiyonu bu kadar basite indiri-lemez. Unutmayalım ki
bu kitabı tanıdığımız kadarıyla peygamberin sünnetini tanıdığımız kadarıyla
müslümanız ve Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Diğer kitapları tanımasak
da olur, diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını tanımasak da
olur ama bu kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak zorundayız.
66. “O gün,
haberlere karşı körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de
soramazlar.”
Haberlerin körlüğü kapladı onları o
gün. Sormazlar, soramazlar, istemezler, isteyemezler, soruşturamazlar, karıştıramazlar
o gün. Sorgulama ve yorumlama işleri olmaz o gün onlara. Çünkü haberler onlara
körlük getirdi o gün. Haberler köreldi onlara. Yâni nasıl bir şey ben
bilemedim? Yâni hapishanedeki adamın, zindandaki adamın, ma-ğaradaki adamın
körlüğü mü? Ya da dünyası yıkılan, dünyası kararan bir adamın körlüğü mü? Zaten
Kur’an bu tür adamlara öyle diyordu:
“Âyetlerimizi
yalanlayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir.
(En’âm 38
Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar,
Allah’ın âyetlerini yalan sayanlar, Allah’ın âyetlerini yok farz edenler,
âyetlerle ilgilerini keserek bir hayat yaşayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve
dilsizlerdir diyor Rab-bimiz. Onların bu sağır ve dilsiz oluşları hiçbir şey
duymaz oluşları ve de tat oluşları, konuşma imkânlarının olmayışı anlamına
gelmemektedir. Bunlar duyarlar ama âyetlerimizi duymak istemezler, âyetlerimizi
duymazlıktan gelirler anlamınadır. İşte bunlar âyetlerin nûrundan, âyetlerin
ışığından mahrum kalmış, karanlıkta, zulümatta kalmış insanlardır. Dünyada tüm
Allah âyetlerinden habersiz yaşıyorlar bunlar. Yâni adamların algılama
özellikleri kapanmış, işi bitmiştir. Kendilerine haberler kalmamış kitaptan ve peygamberden haber alma istidatlarını
yitirmiş insanlardır bunlar. Halbuki Allah onlara hidâyeti, basîreti, basîret
yollarını göstermiştir. Ama onlar körlüğü basîrete tercih ettiler. Körlüğü
hidâyete tercih ettiler. Onlar küfrü imânâ, sapıklığı hidâyete tercih ettiler
ve kör bir toplum olarak kalmayı tercih ettiler.
67. “Fakat, tevbe
eden, inanıp yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenler arasında bulunması
umulur.”
Amma tevbe edenlerin, durumlarını
değiştirenlerin, körlükten kurtulmak için yön değiştirenlerin, iman edip sâlih
ameller işleyenlerin kurtuluşa erenlerden olması umulur. Umulur ki onlar
kurtulanlardan olacaklardır. Evet, eğer tevbe ederseniz, eğer hayatınızın kıblesini
değiştirirseniz, Allah’a dönerseniz pişman olursanız, ama sadece bu da yetmez.
Hemen arkasından iman edip bu imanlarınızı amele dönüştürme, imanlarınızı
hayatınızda görüntüleme çabası içine girerseniz.
Evet sadece tevbe, sadece pişmanlık yetmez. Tevbe ettim ben, meğer ben ne
kadar kötüymüşüm? Meğer ne kadar da berbatmış benim gidişatım? demeniz yetmez.
Hemen arkasından ve amene yaparsanız, yâni Allah’ın istediği gibi iman sahibi,
kabul sahibi olursanız. Bu da yetmez ve amile salihan olursanız, yâni bunu da
amel haline getirirseniz işte o zaman felaha erenlerden olmayı ümit edebilirsiniz.
O zaman ümit edin bu işi diyor Rabbimiz. Çünkü bir kere olmayacak bu iş sürekli
olacak diyor.
68. “Rabbin
dilediğini yaratır ve seçer; onlar için seçim hakkı yoktur. Allah onların
koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.”
Rabbiniz ki hem dilediğini yaratan, hem
de seçim gücü olandır. Ama onlar için seçim var mı? Seçebilecekler mi? Yâni
hangi ihtimalden hangisine serbestler? Yâni insanlar seçebiliyorlarsa ölmemeyi
seçsinler bakalım. Seçebiliyorlarsa hastalanmamayı seçsinler, seçebiliyorlarsa
galip gelmeyi, yenmeyi, ya da yememeyi, acıkmamayı, ya da kendilerine göre
ikinci bir dünyayı, üçüncü bir güneşi seçsinler bakalım. Öyle yok. Allah seçer
sadece. Dilediğini sadece O seçer, ne isterse öylece seçer, olay bu. Peygamber
seçme hakkı da ona aittir, kitap göndermedeki kuralları seçme hakkı da Ona aittir.
Onların hiçbir konuda seçme hakları yoktur.
Amma Allah’ın seçmesinde de, seçtiği
işlerde de, başkalarının münâsebetinde de sakın ha Allah’ı tenzih edin, tesbih
edin, şirk koşulan her bir şeyden yüce olduğunu münezzeh olduğunu anlayın,
sakın Onu kendinize ya da başkalarına benzetmeyin! birilerine benzetmeyin
Allah’ı. Ne kral gibi zannedin, ne imparator gibi zannedin, ne baba gibi, ne
ana gibi, ne efendi gibi zannedin. Arkadaşlar, Allah Zül Celalin kimi sıfatları
anlatılırken yanlış anlaşılmasın diye sanki hemen arkasından böyle tesbih edin,
takdis edin, O şirk koşulanlardan yücedir denilmiştir.
69. “Rabbin
gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.”
Rabbin ki, Rab olmaya lâyık Allah ki göğüslerin gizlediğini de, açığa
çıkarıp ilân ettiğini de bilendir, en bilendir, net bilendir, açık bilendir.
70. “Allah O'dur;
O'ndan başka tanrı yoktur. Hamd, dünyada da âhirette de O'nun içindir; hüküm de
O'nundur. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.”
O Allah ki kendinden başka İlah
olmayandır. Bunu Allah haber olarak söylemiyor, hüküm olarak söylüyor. Allah
kendisinden başka İlah olmaması gerekendir. Öyleyse bir bakın kul olduğunuz,
sözünü dinlediğiniz, kölesi olduğunuz, kendisine bağlandığınız varlıklar mı var
Allah berisinde hayatınızda? Atın onları kenara, sadece Allah kalsın. Hamd Ona
aittir, hem evvelde, hem de ahirde, hem dünyada hem de ukbada. Dünyada hamd
Allah’a aittir, çünkü mülk Onundur, çünkü galip Allah’tır. Hüküm Onun hükmüdür,
dünyada mü'minler hamdi hep Ona ait kıla gelmişlerdir, âhirette de hamd Allah’a
aittir. Bakın A’râf sûresinde cennete giden mü’minlerin şöylece hamd edecekleri
anlatılır:
"Bizi bu cennete
eriştiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi,
biz doğru yolu bulamaz-dık.
(A’râf 43)
Evet bütün
bu nimetleri bize veren, bizi bu nimetlere ulaştıran, bizi cennete ulaştıran,
bize dünyada bu cennet yolunu gösteren, bize cennete ulaştırıcı ameller
işlemeyi nasip eden Rabbimize hamd olsun. Eğer Allah dünyada bize hidâyet
etmeseydi, bize yol göstermeseydi, dünyada bize kitap ve Peygamberler göndermek
sûretiyle bize cennet yolunu tanıtmasaydı, bize cennete yollarını açmasaydı hiç
bir zaman biz bu cenneti bulamazdık, hiç bir zaman biz bu nimetleri elde
edemezdik diyecekler ve Rablerine hamd edecekler. Evet hakikaten Rabbimiz bizim
cennete gidebilmemiz için, cennet yolunda tutmak için bu kadar imkânlar hazırlamaktadır.
Eğer Rabbimiz bütün bu imkânları hazırlamasaydı, bize kitap göndermeseydi, bize
elçilerini göndermeseydi, bize cennet yollarını net ve açık bir şekilde beyan
etmeseydi mümkün değil biz bu cenneti bulamazdık bu cennete ulaşa-mazdık.
İşte bu cennet mahza Rabbimizin
bize ikramıdır lütfudur. Burada bugün bunu anlayıp Rablerine hamd etmeye
çalışan, Rablerinin kendileri adına seçtiklerinden razı olup öylece bir hayat yaşamaya
çalışan mü’minler orada da bu hamdlerini devam ettiriyorlar. Bütün bu
nimetlerin kendilerinden değil Rablerinden olduğunu burada itiraf eden
mü’minler bu imanlarını orada da itiraf ediyorlar. Yâni cenneti hak edince
mü’minler Rablerine hamd ediyorlar.
Hayata karışma yetkisi Allah’ındır.
Hüküm Allah’ındır, kayıtsız şartsız hüküm yetkisi Allah’ındır. Ama siz
bilirsiniz, yarın Ona döneceksiniz, yarın O sizi hesaba çekecek olandır. Hüküm
konusunda da, hamd konusunda da, İlahlık, Rablik konusunda da Onun dediklerini
mi dinlediniz? Yoksa başkalarının dediklerini mi dinlediniz? bunun he-sabını
vereceksiniz.
71. “Ey Muhammed!
De ki: “Söyler misiniz? Eğer Allah geceyi üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı,
Allah'tan başka hangi tanrı size bir ışık getirebilir? Dinlemez misiniz?”
Kur’an-ı Kerîm Rabbimizi anlatırdı.
Yâni kime kul olacağımızı? Nasıl kul olacağımızı? Ve neden kul olacağımızı
anlatırdı. âhiret, kıyamet, cennet, cehennem, şirk, küfür, iman, inkâr derken
hep Allah şudur, ondan başkası değildir anlatıldı. Ve bizi mat etmek için değil
de aklımızı erdirmek, ya da imânâ, İslâm’a sevk etmek için âyetler sıralanırdı.
Bakın burada da bunun güzel bir örneğini görüyoruz. Cenâb-ı Hak geçen hafta
okuduğumuz âyetlerde kıyametten de söz ediyordu, ama hemen arkasından:
Diyerek Cenâb-ı Hak kendini tanıttı
bize. Öyle bir Allah ki kendinden başka İlah yok, hamd önce de sonra da
Onundur, hüküm Onundur, hâkimiyet Onundur, bunu unutmayın sonunda dönüşünüz
Onadır denilmişti.
Şimdi sor onlara ey Peygamberim diyor,
veya ey peygamber yolunun yolcuları, ey din anlatanlar, ey dini duyurması gerekenler,
ey hoca çocukları, söyleyin, bunu insanlara! Şu gerçeği de haykırın! Şu gerçeği
de ilân edin ki böylece insanların akıllarını, kulaklarını, gözlerini böylece
çalıştırmalarını söyleyin onlara. Çünkü insanların Allah’ın âyetlerini
algılamada iki mekânizmaları vardır ki bunlar göz ve kulaktır. Bu iki
pencereden kalbe aktarılan şeyler kalpte değerlendirilir. Değerlendirmeleri
gerekecekti onların. Allah diyor ki:
Ne diyorsunuz? Ne dersiniz? Düşünmediniz
mi? Fikriniz, reyiniz nedir? Yâni bu konuda sizin bir fikriniz yok mu? Düşünün
bakalım, Allah geceyi sizin üzerinize sermeda yapıverse, yâni sürekli
kılıverse, devamlı ediverse, gündüzü getirmese, ışık bitse, zıya ortadan kaybolsa,
yâni güneşle ilginizi Allah bitiriverse. Ama ila yevm’il kıyameh sürse üstelik
bu iş, kıyamete kadar da devam edecek olsa söyleyin bakalım:
Allah’tan başka hangi ilahtır size ışık
getirecek olan? Allah’tan başka hangi ilah size bir ışık getirebilecek? Veya
onu size tekrar döndürecek, gündüzü tekrar size yaşatacak olan kimdir? Var mı
Allah’tan başka böyle birileri?
Kur’an materyalist bir ekolün meseli
değildir. Yâni hep maddeden söz etmez Kur’an. söylediği madde planında
olanların da hayatı ilgilendiren maddeler olduğunu unutmadan hareket edecektik.
Dolayısıyla güneşin bizden gidivermesini bayağı dünyanın durması, güneşin başka
yerde olması şeklinde anlayacağımız gibi, güneşin tamamen ortadan kalkması
şeklinde de anlayabileceğiz. Kıyamete kadar bu işin sürmesini de zaten öyle
olunca kıyamet kopacaktır. Bir de bu konuyu o âyetle birleştirelim. Tekvir
sûresinin beyanıyla güneşin defteri dürülecek, dünya bitecek ve kıyamet
kopacak, her şey bitecektir. O zaman şöyle gibi de, yâni siz ölüverseniz,
güneşiniz bitiverse, geceniz başlayıverse, veya sizin güneşle, ışıkla, gündüzle
beraber olma imkânınızı sağlayan gözünüzü biz alıversek ne yaparsınız? deniyor.
Hani Bakarada meselühüm
diye başlayan bir örnek veriliyordu. Bir adam görün ki ateş yakıyor. Yaktığı
ateş çevresini aydınlatıyor, gözleri görüyor, bunu yakan adam da bunu biliyor,
sonra Allah onun gözünün nûrunu, ya da onunla birlik olanların gözlerinin
nûrunu gideriveriyor da insanlar kapkaranlıkta kalıyorlardı, neye uğradıklarını
bi-lemiyorlardı. İşte böyle sizi görmez hale getiriversek, size gözünüzün
ışığını, ziyanızı, yâni dünyaya bakma özelliğinizi kim verecek? deniyor.
Yâni biz Allah’ın bize gönderdiği nûr
olan, ışık olan, basiret o-lan Kur’an’ı kaybedersek, zaten o anlatılacak burada,
Allah böyle yaparsa diye. Nûr olan Kur’an’ı kaybedersek, Kur’an’la ilginizi
kaybedersek, söyleyin siz nereden nûr bulacaksınız? Kur’an’sız nasıl yaşayacaksınız?
Nûr olan, ışık olan Kur’an’sız problemlerinizi nasıl çözeceksiniz? Veya
derdinizi nasıl fark edeceksiniz? Nice araba sürücüleri var ki arabalarındaki
kendilerini az sonra felâkete sürükleyecek bozuklukları bilmemektedir. Yâni son
haddi, belki de bir kilometre gidince her şey bitecek hale gelmiş ama o bozukluğu
sürücüsü bilmemektedir.
Veya nice insanlar vardır ki bünyelerindeki, bedenlerindeki müthiş
infilakların ya da ölüm habercisi hastalıkların farkında değildir. Veya bunun
dışında kişi nice geçimsizliklerin, nice düzensizliklerin farkında değildir.
Eğer insan Kur’an’la, hikmetle, hükümle, hâkimiyetle, Furkân’la, besair olan,
görüş ve gösteriş özelliği olan vahiyle beraber olursa ne ala. Değilse Allah’ın
bu görme özelliğini sizden almasından sonra siz neyle göreceksiniz?
İşitmez misiniz? Dinlemez misiniz?
Dinlemeyecek misiniz? An-latılan şeyler akıl erdirmeyle ilgiliyken acaba
Rabbimiz niye akl etmez misiniz? Düşünmez misiniz? Dememiş de dinlemez misiniz?
demiş di-ye düşündüm. Yâni elbette Allah La yüs’elü amma yef aldir. Yâ-ni
yaptığından sorumlu değildir. Kimse Onu bu konuda niye böyle yaptın? Niye böyle
dedin? diye hesaba çekemez. O bir kere kesin bir gerçek.
72. Allah
dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü meydana
getirmiştir. Bunlar, O'nun rahmetinden ötürüdür. Belki artık şükredersiniz.
Burada da bakmaz mısınız? Yâni gözünüzü
kullanmaz mısınız? Kulağınızı kullanmaz mısınız? diyordu. Anlayabildiğim kadarıyla
Allah Zül Celâl’in iki çeşit âyeti vardı. Bu iki âyetten bir grup görmeye
yönelik âyetlerdi, meşhûd âyetlerdi, semadaki, arzdaki, insandaki, taştaki âyetlerdi.
İkinci grup âyetler ise, bunlar da dinlemeye yönelik, okununca insanların
anlayacağı, kulaktan insana intikal eden âyetler, yâni Kur’an âyetleri, kitap
âyetleriydi.
İşte insanın görmeye ve dinlemeye yönelik âyetler karşısında körlüğünü ve
sağırlığını açığa çıkaran bu ifadeler bizi intibaha dâvet ediyor. Uyanıklığa
dâvet ediyor, yâni dinlemeyecek misiniz hala! kulak vermeyecek misiniz bu
gerçeklere! Anlamayacak mısınız bu işi! zaten kapkaranlıkken kim görecek de?
Beri taraf ta da karanlık bitmiş, aydınlık başlamış da kıyamete kadar hep
gündüz olmuş, sükun bulacağınız bir gece kaybolmuş. Peki bakmıyor musunuz?
Anlamıyor musunuz? Görmüyor musunuz? deniliyordu. O zaman biz de Allah’ın âyetlerini
görmeye yönelikse görelim, dinlemeye yönelikse dinleyelim. Kur’an âyetlerini
anlayalım, böylece hayatımıza düzen getirelim inşallah.
Evet düşünün, gündüzünüzü Allah böyle
ebedîyen elinizden alıverse peki Allah’tan başka hangi İlah size bir gece
getirsin de onda sükun bulasınız? Var mı bunu size getirecek bir başka İlah?
Arkadaşlar bu teskünü ifadesi Kur’an’da: ”Liteskünu ileyha” diye bir kadınlar
için, bir de böyle gece için kullanılmıştır. Allah geceyi sükun mahalli kılmış,
erkek için karısını da sükun mahalli kılmıştır. Tabi yaratılış böyledir ama
bugün insanlar Allah’ın sükun için kıldığı geceyi, hareket için, maişet için,
gayret için kullanmaya kalkarlarsa bu da fıt-ratın dışında hareket etmedir diyoruz.
Bakmıyor musunuz? Görmüyor, anlamıyor
musunuz? Gecenin gündüzün de, kadının kızın da fonksiyonlarını değiştiriyorlar
insanlar.
73. “Allah
dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü meydana
getirmiştir. Bunlar, O'nun rahmetinden ötürüdür. Belki artık şükredersiniz.”
Onun Rahmetinden kaynaklanarak, gündüz
ve gecede sizin sükûnet bulmanızı diler Allah. Buradaki daha ayrı bir iş. Yâni
sizin dengede olmanızı ister. Sizin dengeli hareket etmenizi, varlık sebebinize,
vücudunuzun varlık sebebine uygun bir hayat yaşamanızı diler Allah, öyle
kılmıştır.
Ve de Allah’ın fazlından rızık aramanız
ve böylece Allah’ın ni-metlerine şükretmeniz için Rahmetinin gereği
verdiklerini, gönderdiklerini size böylece ulaştırmıştır. Arkadaşlar, buradaki
sükûnet ruh ve beden yönüyle kişinin sakin olması, diğeri ise kişinin ruhunun ölümle
bedenden ayrıldıktan sonra sanki yeniden can bulup dinlenmesidir. Gecedeki uyku
insanı dinlendiricidir. Çünkü bu kişinin fıtratına uygunluğun ifadesidir.
Meselâ kadın anne olursa dinlenir. Anne de çocuğunu emzirince dinlenir. Evliyse
kocasına hizmet edince aslında dinlenir kadın. İnsanların çoğu bilmezler bunu
ayrı şey.
Veya erkek hanımının düzenini, gidişatını, nizam ve intizamını Allah’ın
istediklerine göre ayarlayınca, onda İslâmî bir yapılanma görünce dinlenir.
Baba kızının müslümanlığını görünce dinlenir. Burada da gündüz ve gece insanlar
Allah’ın istediği gibi bir hayat programı düzenleyince sükûnet bulurlar,
sakinleşirler, karmaşa olmaz, dengesizlik olmaz demektir bunun mânâsı.
Hani Marx gibi, Engels gibi insanların, ya da Hegel gibi adamların her şey
değişim halindedir, bir nehirden iki kere yıkanılmaz gibi mantıklarının galiba
temel noktaları haktan ayrılan insanların hak arama çabasındaki karmaşalarını
anlatmaktadır. Önce ayrılıyorlar haktan, sonra da hak aramaya çabalıyorlar bu
sefer, birinde batıyorlar, bir nehirde batıyorlar ki bunun adına moda diyorlar.
Olmuyor, bu sefer ikincisine gidiyorlar, hep bir yenilik, hep bir değişiklik
arıyorlar. Aslında kendi fıtratlarına uygun bir hayat programı yaşayıverselerdi
tamam o zaman onu değiştirmeye de gerek kalmayacaktı, çünkü en güzelini
bulduktan sonra gerisi aranmaz aslında. Cennette onun için bıkmak yoktur, çünkü
en güzelidir orası. Artık bıkılmayacaktır orada.
İmiş bu üstelik. Yâni bunun dışında da
hak aramak, huzur aramak o gazabı gerektirecektir artık.
74. “O gün Allah
onlara seslenir: “Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededir?”
der.”
Bir gün gelecek ki o gün onlara şöyle
nida edilecek: Denilecek ki hani ortaklarınız? Siz öyle zannediyordunuz. Sizin
zu'munuz, sizin iddianız, sizin inancınızca hayatınızı mahvettiğiniz Allah’a ortaklar
da koşuyordunuz. Hani onlar nerede denilecek. Eh söyleyin bakalım, Allah bu
kadar ayan beyanken, bu kadar tek İlahken, kendinden başka ilahın olmadığı bu
kadar kesinken, yâni şu yukarda sayılanlarla bu iş ispat edilmişken, geceyle ve
gündüzle bu iş ispat edilmişken, size rahmetinden, mağfiretinden bol bol
lütuflarda bulunduğunu siz çok iyi kavramışken e tutup bir de eğer siz başka
ilahlar peşinde koşar, Allah’tan başka başka ilahlar edinmeye çalışırsanız
yarın size soracağız, ne yapacaksınız? Ne diyeceksiniz o zaman? Bir deliliniz,
bir hüccetiniz, bir imanınız veya ortaya koyacağınız bir ispatınız olacak mı?
Elbette mümkün değildir bu. Şüreka ortaklar demektir. Peki insanlar Allah’a
nasıl ortaklar koşarlar? Bir kaç şeklini biliyoruz bunun.
1: Allah’ı olduğu gibi kabul eder adam,
ama hayata karışmaz bir Allah olduğu için hayatlarına karıştırmazlar O Allah’ı.
Demokratik, laik insanların şirkidir bu. İnanırlar Allah’a, iman ettiklerini
söylerler ama diğer işlerde, dünya işlerinde de başkalarına danışırlar. Veya
Al-lah zül Celali bilirler, anlarlar, kabul ederler de, Ondan gelecek mesajın
işe yaramayacağı kanaatiyle hayatlarını Ona sormazlar, başkalarına sorarlar.
Yâni ben bilirim ya Rabbi senin ne diyeceğini! Onun için kusura bakma! derler
sanki.
2: Bir başka şekil de Allah Zül Celali
öyle tanırlar ki O yüce bir varlıktır. Ona ulaşılmaz, mümkün değil Ona doğrudan
yaklaşılmaz. Yaygın tabiriyle söylersek araya trafo koymadan, araya aracı koymadan
yakar bu iş. O cereyana ben dayanamam fikrinden dolayı insanlar birilerinin bu
cereyanı kendilerine aktarmasından yanalar. Şeyhleri kastetmiyorum. Yâni
müslümanları kastediyorum. Çünkü vur abalıya hesabı önüne gelen birilerine
vurmaya çalışır. Bizi söylüyorum. Yâni efendim bu kitabı, bu dini hoca anlasın,
hacı anlasın, birileri hazırlansın, birileri bu işi öğrensin ve bize aktarsın.
Veya işte efendim tarihte zaten öğrenilmişmiş, onlar güzel anlamışmış
zaten, ben bunu ancak onlar sayesinde anlarım diyerek sanki Allah’ın bana
söyleyeceğini tek kendi başına söyletmek yerine birileriyle söyletmeye
çalışanlar da bu anlam da ortak koşuyorlardı da.
Bir insanda şirk
alâmetinin olması ayrı şey, o insanın kendinin müşrik olması ayrı şeydir.
Yâni bizlerde de şirk alâmeti olabilir, ama biz müşrik olmayabiliriz. Fark
ettiğimiz zaman hemen vazgeçmek şartıyla, fark etmek zorunda olduğumuzu anlamak
şartıyla bu şirk alâmetleri bizi küfre götürmeyecektir, ama biz hayatımızdan
razı olmuşsak, fark edince de rahatsız olmayacak bir durumdaysak, veya fark
etmeye de çabalamı-yorsak o zaman Allah’a sığınalım bu durumdan. Ebu Zer için
Rasulul-lah sen de bundan bâkıye kalmış demişti hani. Hâşâ bizim iman umdemiz
yüz ise, bunun bir tanesi cahiliye, geriye kalan doksan dokuzu imansa yine
müşriktir adam. Ama Hz. Ebu Zerre Peygamberin sözü sen müşriksin şeklinde
değildi. Bak bu özellik sende kalmış, hemen onu temizle demek anlamına gelecektir.
Öyleyse bizler Allah hangi konulara
karışır? Hangi konularda bizi serbest bırakır? Bunu bildikten sonra kesinlikle
şirkten ancak o zaman kurtulabilecekmişiz. Böylece yaptığımız işleri yaparken,
yapmadığımız işleri de yapmazken Rabbimiz hep Allah olmak kayd u şar-tıyla o
zaman müslüman olacağız. Ama Allah korusun yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın
bazılarını Allah için, bazılarını da başkaları için yaparsak eğer, bunu da
inanarak gönül rızası içinde yapıyorsak o za-man şirkten alâmet, işaret bulunur
üzerimizde Allah korusun diyoruz.
75. “Her ümmetten
bir şahit çıkarır ve “Kesin delilinizi ortaya koyun” deriz. O zaman, gerçeğin
Allah'a ait olduğunu, uydurduklarının kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.”
O gün, o kıyamet günü her ümmetten bir
şahit çıkarılır ortaya. Ve denir ki, haydi buyurun getirin delillerinizi. Ne
yaptınız? Neden yaptınız? Yaptıklarınızın yaptırıcısı, yapmadıklarınızın yaptırmayıcısı
kimdi? Allah için mi yaptınız? Yoksa moda için mi? Allah için mi? Yoksa toplum
için, çevre için, âdetler, töreler için, yönetmelikler, yasalar için, müdür
için, amir için, tâğutlar için mi? İşte insanlar o zaman anlarlar ki Hak Allah
için olanmış. Allah içinmiş, Allah'tan yanaymış, ya da Allah ne demişse hak
oymuş, veya Allah hakmış, haklıymış. Allah dünyada bize hakkı bir kaç vecihle
anlatır. Semavat ve arzın yaratılışını hak ile anlatıyor, kitabın indirilişi
hak dır, Peygamberlerin gönderilişi hak dır, yarın Mîzan haktır, ya da o günün
varlığı haktır, Kur’an’ın kendisi haktır, gönderilen de hak peygamberdir.
Eğer insanlar hakikatçi olmalı idiyseler, yâni hakikat peşinde
koşacaklarsa, Hak olan Allah’ın, Hak olarak gönderdiği Hak peygamberine hak
olarak ulaştırılmış kitaba hakikat gözüyle bakmak zorundadırlar. Allah’tan
gelene tek hukuk gözüyle bakmalıdırlar. Ama onlar:
İftiraları sebebiyle ayrıldılar.
Putları ayrıldı, kendileri ayrıldı, iftiraları ayrıldı ve ne yapacaklarını
şaşırıp kaldılar. O gün her bir ümmete her bir ümmetten şehit gelecekmiş.
Anladığımız kadarıyla bu şehid, bu şahit o ümmetin peygamberidir. Şöyle bir
manzara anlatılır: A’râf sûresinin bir âyetinde şöyle deniyordu:
“Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız,
peygamberlere de soracağız.”
(A’râf 6)
Evet âyet-i kerîmeden anlıyoruz
ki Rabbimiz her iki tarafa da hesap soracaktır. Peygamberlere de, o peygamberlerin
toplumlarına da hesap soracağım diyor.
Rabbimizin elçilerine soracağı soru, ya da hesap Mâide sûresinde şöyle
anlatılıyor:
“ Allah peygamberleri topladığı gün, “Size ne cevap verildi?”
der; onlar, “Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak
Sensin” derler”
(Mâide 109)
Evet işte
peygamberlere sorulacak soru budur. Diyecek ki onlara Rabbimiz: Ey
peygamberlerim! Sizler gönderildiğiniz toplumlarınız tarafından nasıl
karşılandınız? Size ne cevap verildi? Nasıl bir mukabele gördünüz? denecek.
Veya gönderildiğiniz toplumlarınıza karşı vazifelerinizi yaptınız mı? Benim
âyetlerimi onlara anlattınız mı? Benim mesajımı onlara duyurdunuz mu? Benim insanlardan
istediğim kulluk konusunda onlara örneklikte bulundunuz mu? Onlara gösterdiniz
mi? denecek.
Evet peygamberlerin sorusu böyle. Bir
de o peygamberlerin kendilerine gönderildiği toplumlarına soracak Rabbimiz.
Peygamberler de hesaba çekilecek, peygamberlerin ümmetleri de hesaba çekileceklerdir.
Ama Ümmete hesap birkaç noktada olacak. Ama bu hesap aynı zamanda kişinin
mâzeretinin de beyan edilmesi, yâni fırsatının da açığa çıkması mânâsına gelecektir.
Yâni size peygamber gelmedi mi? Sizi bu konuda uyaranlar olmadı mı?
denilecek. O ümmetten birileri meselâ şöyle diyecek: Ya Rabbi ben dünyada böyle
bir şeyler öğrenmeye çalışmıştım ama, mahallemde komşum vardı, hocaydı,
hacıydı. Ben onu şimdi cennete gidiyor gibi görüyorum. Ama o beni uyarmadı.
Halbuki ben ona komşuluk yaptım, kebap yedirdim, arabama bindirdim onu, evine
gittim. Lâkin o sadece, sen iyi adamsın be! Sen müslümanlara hizmete devam et!
Bu aldığın arabanın zekâtıdır, inşallah sen bu işe devam et! Bir de dükkanda
müslümanlar için bir sohbet yeri hazırlarsan daha da iyi olacak gibi laflarla
beni pohpohladı. Yaptığım yedirip içirme işinin bana yeteceğini söyleyerek beni
kandırdı. Senin işin para kazanıp, zengin olup müslümanlara yedirip içirmektir.
Sen kitap sünneti tanıyamazsın, sen bırak bu işleri bize de para kazanıp harcamaya
bak dedi. Ama ben İslâm nedir? Kitap, sünnet nedir bilmedim. Ne yapılacak?
Nasıl edilecek? anlamadım diyerek bir komşumuz karşımıza çı-karsa yarın diye
aklıma geliyor.
Evet insanlar hesaba çekilecekler.
Onların Ya Rabbi biz de cennet umuyorduk, cennete gitmeye biz de taliptik, ama
buna bir yol, bir imkân bulamadık demeye hiç hakları olmayacak. Çünkü Kur’an’ın
geliş sebebi bu. Amma şöyle bir dert var: O insanların cehenneme giderken
mâzeretleri olurmuş, olmazmış bana ne? Cehenneme gidecekmiş tamam bana ne?
Amma, ya o adamın cehenneme gidişinden ben sorumlu olurum da, beni de yakamdan
tutup cehenneme götürürse işte derdim o. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum.
Yâni ben bu bildiklerimle cennete gideceğim zannıyla öğrenmeye çalışıyorum
ya, veya bu gayretlerimle cennete gitmeye çalışıyorum ya işte ben böyle gayret
ederken benim yakın çevrem, ilgi kurduğum insanlar, ekmek aldığım, su verdiğim
insanlar, tanıştığım, buluştuğum, komşuluk yaptığım insanlar, bana yardımcı
olan, hattâ teyzem olan, amcam olan, halam olan birileri yarın eğer cehenneme
gidiyorlarsa, benim şu öğrendiklerimden imanım o kadar kesinleşti ki onlar
cehenneme giderlerse herhalde ben cennete gidemem. Gidemem eğer onlara
anlatmamışsam. Ama çabalarım, uğraşırım, didinirim, ça-lışırım, ne gibi? Abbas,
Hamza, Ebu leheb gibi yakınlarıma Peygamberim gibi uğraşırım, Ama kimisi Ebu
leheb çıkar, kimisi Ebu talip çıkar, kimisi Abbas gibi yıllarca bekler sonra
müslüman olur. Kimisi Hamza gibi hemen teslim olur, ve şehadetin doruk
noktasında örneğini oluşturur, o zaman ben kurtulanlardan olurum. Ama ben
uğraştıktan sonra, kafesimdeki kuşuma mı? Önümdeki, altımda ki arabama mı?
Yoksa ütüsüne riâyet etmeye çalıştığım pantolonuma mı? özen gösterdiğimden daha
fazla özen gösterirsem de onlar benim dâvâma inanmazlarmış o zaman o onların
sorunu, onu bilemem.
Evet ikinci sorgulanacak olanlar da
Peygamberlermiş. Ya birinci onlar ikinci bunlar. İnsanların bir sorgulamalarından
da bahsediliyor Zümer sûresinde: Yâni hesap kitap görülecek, amel defterleri tartışılacak,
adamın mâzeretleri bitecek, el ayak konuşturulacak, her şey ortaya dökülecek,
ondan sonra cehenneme sevk edilecek. Cehennem kapısının önünde Zebaniler bir
daha hesaba çekecekler. Be adamlar size Allah’ın elçileri, peygamberler gelmedi
mi? Size sizden bugünü hatırlatan, sizi bugünün azabıyla uyaran, Rabbinizin
âyetlerini okuyan birileri gelmedi mi? Ne diyorsunuz? Neden öyle yapmadınız?
Onlar evet diyecekler, ama azap sözü onlara hak olacak ve girin haydi
cehenneme, hangi kapısından isterseniz, o kapı sizi bekliyor haydi bakalım
denilecek.
Peygamberler de hesaba çekilecek,
onların hesabıysa görev yaptınız mı? olacaktır. Görevlerinizi yaptınız mı? Dinimi
tanıttınız mı? Tebliğ ettiniz mi? Onlara Hakkı dediniz mi? bunu gerçekleştirdiniz
mi? Onlar da evet diyecekler. Peki şahidiniz! denilecek. Hani şahidiniz?
Anlattığınıza şahidiniz nerede? Ümmetinden iki kişi, beş kişi, bin kişi, on
milyon kişi neyse ortaya çıkacak tabii, diyeceklermiş ki ya Rabbi bu peygamber
bize anlattı, biz buna şahidiz. Ama kimi peygamberlerin hiç inananı
olamayacakmış. Onlar da böyle dikilip kalacaklarmış. Hani şahidiniz? Kimse yok.
şahit yok. İnşallah biz olsak ki, ne güzel bir şehadet, Ümmet-i Muhammed’den
kimileri atılacak ortaya ve diyeceklermiş ki ya Rabbi ben şehadet ederim bu
peygamberin görevini yaptı. Allah diyecekmiş ki kulum sen ne biliyorsun? Sen o
zaman yaşamadın üstelik. Nerden anladın, nasıl şahit oldun bu işe? Şahit olma
işi, inanma işi değildir, görme işi değildir sadece.
Çünkü Âl-i İmrân sûresi şehadet sûresidir sanki. Israrla şeha-detten söz
eder. Allah’ın şehadeti, mü'minlerin şehadeti, meleklerin şehadeti, hattâ
kâfirlerin şehadeti. Şahit olun, şehadet edin, siz de müslüman olun! demektir
biraz da. Bakın biz müslüman olduk, teslim olduk. Böyle bir şehadetten söz
ediliyor orada. Peygamberlere böyle bir şahitlik yapılınca Allah diyecekmiş
nerden anladınız? Mü'minler de diyeceklermiş ya Rabbi sen Kur’an gönderdin,
hitap gönderdin ve o kitabında sen dedin ki peygamberler görevlerini tam
yaptılar. Meselâ nerde dedi? Hûd (a.s) kavmi helâk olup, o da kavminden
ayrıldıktan sonra üzüldü tabii, kavmine bir daha bakmamacasına ayrıldı, sonra
dedi ki:
“Sâlih de onlardan
yüz çevirdi ve “Ey milletim! Andolsun ki ben size Rabbimin sözünü bildirmiş ve öğüt
vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz? Dedi.”
(A’râf 79)
O yüz üstü çöküp kalan dev gibi
insanlar, dünyada ebedî kalacaklarını zanneden, dağları eve çeviren insanlar,
dizlerinin bağı çözülüp geberip gidince Peygamber onlardan yüz çevirdi ve dedi
ki kavmim ben Rabbimin gönderdiklerini size ulaştırdım ve size samimi davrandım,
size nasihat ettim, ama siz nasihat edenleri sevmediniz. Şu-ayb (a.s) da nasıl
ben böyle bir kavme üzüleyim? diyordu. Burada böyle bir hesaplaşma, böyle bir
şehadetleşme var. Ama bir de genel anlamda Peygamberimizin ifadesi var:
Peygamberler o toplumun şahitleridir. İslâm ümmeti de bütün ümmetlerin
şahididir, peygamberimiz de onlara şahittir. Böyle bir şehadet silsilesi
vardır. Ayrıca herkesin de şahitleri olacak onları zaten biliyorsunuz. Azalar
şahit, amel defterleri şahit, melek şahit, semavat şahit, arz da şahit, Allah
zaten şahit her şeye.
Peygamberlerin hesaba çekilmeleri görevlerini
yapıp yapmadıkları konusunda olacaktır. Değilse onlar yaptıkları şeyler konusunda
herhangi bir yanlışlıkları ortaya çıktı mı hemen Allah tarafından kontrol
edilip düzeltiliyordu biliyoruz. Onlar yanlışı devam etmeyen, yanlışı deftere
geçmeyen insanlardır. Yanlışsız insanlar olması bundandır. Yâni otomatikman hiç
yanlış yapmazlar değil, yaparlar ama yaptıkları yanlışı Allah hemen düzeltir.
Meselâ kendisine hanımlarından birini haram kılma yanlışını yaptı, ya da
hattâ peygamberin bizzat kendisinin ağladığı bir yanlışından bahsedelim. Bedir
esirlerini salıverme işiydi. Hz. Ömer ısrarla onları öldürelim derken, Ebu
Bekir’le beraber peygamberimiz efendimiz dedi ki hayır salalım bunları.
Salıverdiler, sonra âyet:
“Allah seni
affetsin; doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara
izin verdin?”
(Tevbe 43)
İşte bu âyet gelip de yaptığının
yanlışlığı ortaya çıkınca Allah’ın Resûlü de, Hz. Ebu Bekir efendimiz de hemen
ağlamaya başlamışlardı. Böyle yanlışları onun hemen düzeltiliyordu. Öteki türlü
şu yanlışın vardı, niye yaptın? şeklinde değildi onlarınki. Herhalde görevlerini
yaptıklarına dair ümmetlerine sanki bir itminan kazandırılıyordu. Değilse
onların başka bir dertleri yoktur.
Baksanıza denilecek sanki bu
anlatılanlara göre inananlarla, doğru inanmayan ya da dünyaya meyledip sapanların
durumu anlatılacak. Sonucu başta söyleyerek giriş yapalım kıssaya.
Hayırlı âkıbet, mutlu sonuç muttakilerindir.
İşte bu konunun, bu kıssanın anlatımının hedefi demek ki budur. Âkıbet veya
sonuç, yolunu Allah’la bulanlara aittir, Allah’a sorarak yol bulanlara aittir.
Demek ki siz ne dünyanız için ne çevreniz için, şaşırtmayın, sapmayın denilmektedir.
Yâni bakın çevreniz dünyanız, dünyadakiler, dünyanın içindekiler, veya gök
yüzündekiler, ya da eliniz, ayağınız, gözünüz kulağınız, paranız pulunuz,
gücünüz kuvvetiniz, güzel konuşmanız veya güzel vücudunuz bütün bunlar âyettir,
alâmettir, bunlarla siz Allah’a şükredesiniz diye Allah onları size vermiştir.
Siz Allah’a kulluk edesiniz diye size vermiştir, ama siz bu size verilenlerle
şımarırsanız onun gibi, veya unutursanız, veya onun yerinde olmak isterseniz o
zaman unutmayın ki yarın onun başına gelenler sizin de başınıza gelecektir.
Öyleyse kendinizde güç kuvvet görmeyin, Allah’tan başkasında emir sulta
aramayın. Sadece Allah’ı dinleyin, sadece Allah’a itaat edin, gayret edin,
takvalı olun! mânâsına böyle bir kıssa âyetiyle karşı karşıyayız.
76,77. “Karun,
Mûsâ'nın milletindendi; ama onlara karşı azdı. Biz ona, anahtarlarını güçlü bir
topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik. Milleti ona: “Böbürlenme, Allah
şüphesiz ki böbürlenenleri sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde, âhiret
yurdunu da gözet, dünyadaki payını da unutma; Allah'ın sana yaptığı iyilik
gibi, sen de iyilik yap; yeryüzünde bozgunculuk isteme; doğrusu Allah bozguncuları
sevmez" demişlerdi.
Nitekim Karun da vardı, diye başlıyor
âyet. Hani Karun da vardı ya. Ki bu Karun Mûsâ’nın kavmindendi. Elmalı, Karun
için kapitalist adamın örneği diyor. Yâni o dönem hoş bir tabir kullanmış.
Firavun zulmün, istibdadın, idare mekânizması olarak temsilcisiyken, Karun da
ekonomi dünyasının zulüm ve istibdadının temsilcisidir. Eserlerinde kimi
yamukluklar olsa da, kimi terslikler göze batsa da, hattâ imanından şüphe
ettirecek kadar bunun boyutunu uzatsa da, Ali Şeriati adında bir adam, Karun
mantığını, Firavun mantığını, Belâmla birleştirerek şöyle anlatır: Evet kimi
eserlerinde hattâ imanını sorgulamak zorunda olduğumuzu bilsek de, ama İslâm
âleminde bu tür konuları, dinler tarihinde de otorite olan bir adam olması hasebiyle
galiba çok güzel işlemiş.
Yâni insanların üçlü sistemle ayakta durmalarını denediklerini, küfrün hep
buna başvurduğunu anlatır. Her dönemde küfür ayakta durabilmek için buna baş
vurmuştur. Bu üçlemeyle ayakta durabilmiştir. Hıristiyanlıktaki üçleme olabilir
demiş, eski Mısırdaki üçlemeden söz etmiş, Anadolu dinlerindeki üçlemeden söz
etmiş, hattâ Fröyd, Durkaym, ve Darvin üçlüsünün üzerine fikrini bina eden
Marksın da bunlardan yararlandığından söz etmeye çalışmış Ali Şeriati. Karun
ekonomi dünyasının lideri ve reisi olarak küfrün hizmetçisi olmuş, Firavun
siyasetin ya da idare mekânizmasının temsilcisi olarak küfrün hizmetçisi olmuş,
Belâm da dinin bunlara yamanması mânâsına küfrün hizmetçisi olmuş. İşte onların
teşekkül ettirdiği üçlü sistemden söz etmeye çalışmış.
Karun’un böyle bir özelliği vardır yâni. Kur’an’da da üçlü bir tehlikeden
söz ediliyor ve bunlardan sakınmamız isteniyor. Ğasık, Vesvas ve Hannas. Bir de
üstelik şu üç sıfatın sahibi olan bir Allah’a sığınmamız emrediliyor. “Rabbin
nas, Melikin nas, İlahin nas.” Biz de yalvarıp yakarıyoruz, aman bizi
Vesvas dan, Hannas olan, Ğasık olanın şerrinden koru Allah’ım! diye.
Meselâ ben her gittiğim yerde
yalvarıp bağırıyorum, aman be-ni timsahtan koruyun, aman timsah geliyor! Aman
beni timsahın şerrinden kurtarın! filan. Birisi dese ki gardaş, hani nerde bu
timsah? Ha-ni timsah filan yok. Ne bu korkun? Bu telaşın niye? dese. Yâni şimde
ben olmayan, tanımadığım bir şeyin şerrinden hep sığınmaya çalışsam gülerler
değil mi? Galiba bizim şeytandan sığınmamız da buna benziyor gibi.
Tanımadığımız, bilmediğimiz şeytandan sığınıyoruz. Öyleyse sığındığımızı
tanımak zorundayız. Nedir? Nasıldır? Nereden gelir? Nasıl gelir? Nasıl
saptırır? bunları bilmek zorundayız yâni.
Bel'am dini biliyor ve bildiği dini
Firavun ve Karun’un desteklenmesinde kullanıyor. Aman efendim, zaman efendim,
hayhay efendim, sizin için efendim, tabii efendim, zatı alileriniz efendim,
Karun’un bu âyette Mûsâ’nın kavminden
olduğuna dikkat çekiliyor. Yâni bu adam İsrâil oğullarından birisidir.
Halasının oğlu, ya da teyzesinin oğlu, ya da işte bir yakınlığı varmış. Hiç
değil onun kavminden, birisi, yâni İsrâil oğludur bu adam. Hem İsrâil
oğullarından olacak, hem ezilen, horlanan, köleleştirilen takımdan olacak, hem
de ezenlerle beraber olacak. İşte adamın en büyük yanlışı bu bir kere.
²v¬Z²[«V«2 ´|«R«A«4 de galiba bu olacak. Yâni azgınlık, kendi kendini
reddetmek, kendi kendini ezmek, kendi kendine yararı olmamak. Sanki intihar
edip kendi kendini yok etme savaşında bulunmak, kendi ölümüne yardımcı olmak.
Yâni ben desem ki size, sizi yakacağım, gidin benzin alıp gelin! Benim sözümü
duyan şu arkadaş ta koşa koşa kendini yakmaya benzin getiriyor, işte bu hainin
yaptığı da buna benzer.
Veya kendinden olanları, Çünkü İsrâil oğullarının hepsi bir gruptu. Kendi
grubu, kendi ailesi, kendi akrabalarıydı. İşte bu adam onları yok etmeye
soyunan zalim Firavunun yanında, safında onların üzerine bağy etmiştir. Firavunu
desteklemesi, onun da bu zalimin destek çıkması sonucunda kendi kendine
şımarmasını sağlamıştır. Bizim toplumda da pek çoktur böyleleri. Dışardan bir
kısım zalimlerin desteğini alarak kendi milletine, kendi toplumuna karşı bağy
içinde olan, azgınlık ve zulüm içinde pek çok zalim var şu bizim toplumda da.
Hep kendi kardeşlerine dış kâfirler adına zulmetmektedirler. Hep kendi
kardeşlerini ezmektedirler.
İşte şu aşağıdaki denilecekler bağy dir
diyelim ve onları söylemeye çalışalım inşallah.
Biz ona hazineler bağışlamışız ki
onların anahtarları bayağı ciddi, güçlü, kuvvetli bir grup tarafından ancak taşınabilir.
Kıyamete kadar yaşayacak model içinde en zengin model olarak tanıtılmıştır bu adam
olunca şimdiki zenginlerden bir farkı vardır olacak bu adamın. Galiba
zenginlikte temel kıstas mukayese olduğuna göre döneminde bununla mukayese
edilebilecek zengin yok. Veya herkes bin lira maaşlı zenginse bu milyar lira
maaşlı zengin oluyor gibi. Böyle bir uçurum var arada. Düşünüyorum şimdi böyle
hazinelerinin anahtarları böyle on yirmi kişi tarafından taşınan bir insan
şimdi de olabilir yâni. Anahtarların küçülmesi bir şey ifade etmez ki. İki
hazinenin anahtarlarını bir adama ancak verirler, ya da bir hazineninkini
birine verirler.
Meselâ Türkiye İş Bankasının hazinesinin anahtarları kaç kişide şimdi? Bir
rakam söyleyin? Değil mi? Hazinenin sahibi üç kişi olur, ama anahtarların
taşıdığı insan 40 dan da fazla, 400 den de fazladır. Konya’da var, Karaman’da
var, Kayseri’de var filan. Yâni iş bankasının anahtarlarını bile ne kadar adam
taşıyor bakın. Düşünün Amerika’daki bir bankanın anahtarlarını kaç kişi
taşıyor? Bunları daha çok adam ancak taşıyabiliyorlar değil mi? Türkiye’nin
hazinelerini kaç kişi taşıyor? Yâni Karun’un hazineleri ne kadar çok olursa
olsun onun anahtarlarını diyelim üç kişi taşıyormuş. Ama şimdi kırktan fazla
anahtarla taşınan hazineler var demek istedim. Üç kişi değil daha fazla adam
taşıyor, bir şubesininkini üç kişi, ikinci şubeninkini üç kişi, üçüncü şubeninkini
üç kişi, adamın hazineleri dağılmış her yere. Hepsini üçer kişiden gruplar
taşıyor nerdeyse.
Yâni Karun bugünün zenginlerinden daha zengin değil gözüküyor, bakıyorum durum
öyle. Zenginlik para ve malsa adam Mısıra sahip olsa, Mısır ne kadardır?
Mısırdaki tüm altınlara sahip olsa işte o kadardır. Öteki adam Avrupa’ya sahip
oluyor, ya da Amerika’ya sahip oluyor. Mekân olarak da geniş, para olarak da,
altın olarak da geniş. Peki neden bu adam yeryüzünde olabilecek zenginliğin
sembolüdür? Öyle zengin ki o gibi zengin yok başka yeryüzünde.
Çünkü: “Alâ fil’arzı” denmişti. Yeryüzünde üstünlük tasladı denmişti
onun için. Orası yeryüzüydü, oranın zenginiydi o. Yâni orada ondan daha zengin
yoktu olacaktır bunun mânâsı. Meselâ Lût (a.s) ın kavmi cinsel sapıklıkta örnek
gösterilmişse bu en uç örnek demektir. Onları kimse aşmayacaktır. Bu neden
anlatılıyor bize? O öyle bir zengindi, sakın insanlar onun gibi olmaya çalışmasınlar,
ona ulaşmaya çalışmasınlar diyor bu âyet.
Veya onun hazinelerini kırk kişi
taşıyordu, ikinci rivâyet bu. Yâni anahtarlarını değil de hazinelerini kırk
kişi taşıyordu. Çünkü bir de mefatih kelimesi hazine mânâsına gelir.
Dolayısıyla bu adama verilen hazineler o kadar çoktu ki yâni güçlü kuvvetli
insanlar ancak taşıyabiliyordular bu hazineyi. Böyle bir adammış.
Kavmi ona dedi ki, ey Karun sevinme!
Coşma! Ferahlanma! Kendini kaybetme! Azma! Sapıtma! Dengeni kaybetme! Allah’ın
sana verdiklerinde. Allah sana neler vermişse sen Allah’ın sana verdikleriyle
âhiret yurdunu ara. Ama âhiret yurdu ararken de dünyadan nasibini de unutma.
Yâni bunun, âhiret yurdunun dünyada aranacağını, yâni sana dünyada yapılan tahs
Yâni sen âhiret yurdunu kazanmayı dünya ekimine borçlusun. Dünyada
ektiklerinle âhireti kazanacaksın. Ne eker, nasıl ekersen sonunda onu biçersin.
Değilse pek çok insanın anladığı ve yorumladığı gibi burada anlatılan aman ha
dünyayı da unutma, dünyadan nasibini de unutma, dünyaya da sarılmalısın demek değildir
hiçbir zaman. Müslümanlar cımbızla çekerler bu âyeti ve bu mânâyı illâ da yüklemeye
çalışırlar bu âyete. Aslında bunun mânâsı şudur: Sen sana verilenlerle âhiret
yurdunu aramak zorundasın, ama âhiret yurdunu ararken sen dünyada yaşıyorsun
ya, dünyada yaşamayın gereği olan şeyleri de sakın unutma.
Eh peki dünyada yaşıyorken yaşaman gereken şeyleri unutunca zaten âhireti
kaybedeceksin. Meselâ karnını doyurmazsan, açlıktan ölürsen, hanımınla
ilgilenmezsen, onu ya da kendini zinaya sevk edersen, çocuğunla ilgilenmez onun
ateşe gitmesine sebep olursan yine her şey benim âhiret yurdumu aramamdır başka
bir şey değildir. Allah’ın bize dünyada ayırdığı nasip sadece bizim âhirette
cennet kazanmamız içindir. Lâkin bunun Bakaradaki dua ve hedef haline
getirilmesi gerekecektir. Hani Bakarada dünyayı kıble edinen, dünyayı hedef
insanların şöyle dua ettikleri anlatılıyordu:
“İnsanlardan kimileri de vardır ki Rabbimiz bize dünyada
ver! Derler. Onların âhirette nasipleri yoktur.”
(Bakara 200)
İnsanlardan
kimileri vardır ki Rabbimiz bize dünyada ver! derler. Onların âhirette
nasipleri yoktur. Bize dünyada mal mülk ver, biz dünyada senden makam, mevki
istiyoruz, ev bark istiyoruz, Mark dolar istiyoruz, eş, dost, çevre, kredi
istiyoruz. Bize bunlardan haber ver sen. Biz gerisini bilmeyiz derler. Bize dünyada
ver de öbür tarafta ne olursa olsun bizim için fark etmez derler.
Evet her şeyin dünyada bitip
tükenmesi adına dua etmektedirler. Ya da dünyada bitip tükenecek şeyler
isteyerek dua etmektedirler. Allah dünyada verir bunlara ama âhirette onların
hiçbir nasipleri yoktur. Böyle olmamak lâzım. Şöyle dua edenlerden olmamız gerekmektedir.
“İnsanlardan
kimileri de Rabbimiz bize dünyada hasene (iyilik) ver! Âhirette de hasene ver!
Ve bizi ateşin azabından koru! Derler.”
(Bakara 201)
Evet sadece dünyada isteyen, sadece
dünyalık isteyenlere karşılık bakın bu müslümanlar hem dünyada hem de âhirette
hasene olacak şeyler istiyorlar. Hattâ bununla da yetinmeyip cehennem ateşinden
koruyacak şeyler isterler.
Unutmayalım ki, dünyada hasene
Allah’ın istediği biçimde bir hayattır, Allah’ın kendisinden razı olduğu bir hayattır.
Ama bunu biz mal mülk zannediyoruz. Yine unutmayalım ki dünya ve
âhiret bir bü-tündür. Resûl-i Ekrem Efendimiz ve onun ashabı dünya ile
âhireti bir bütün olarak ele aldılar ve öyle değerlendirdiler. Resûlullah
Efendimizin; “kıyamet kopacak olsa da sizden birinizin elinde bir fidanı varsa
onu diksin” hadisi de işte bunu anlatır. Yâni dünya ayrı, âhiret ayrı değildir.
İki ayrı yol yoktur. Yol tektir. Bu yol, yani sırat-ı müstakim bu dünyada başlar
ve âhirette biter. Âhireti kazanmak için dünyayı terk etmek gerekir diyenler
yanlış söylemektedirler. Bu, dünya ile âhiretin ayrı ayrı şeyler olduğu
düşüncesine götürür. Aslında âhiretle dünya ruh ile beden gibidir.
Meselâ kâlem sûresinde bir bahçe ashabından söz edilir, hani onların bağı
birden yanıp kül oluverdi ya, sonunda pişman oluyorlar, anlıyorlar meseleyi ve
diyorlar ki:
“Belki
Rabbimiz bize bundan daha iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden
dilemekteyiz.”
(Kalem 32)
Döneriz Allah’a, yalvarırız Rabbimize,
elbette Rabbimiz bize ondan daha hayırlısını verir. Biz ancak Rabbimize rağbet
ederiz diyorlar. Elbette Rabbimiz bu bizden aldığı bahçenin yerine ondan çok
hayırlısını bize verecektir diyorlar. Nedir bu ondan daha hayırlısı? Yâni o aldığı
bahçe yerine iki bahçe mi vermiş Allah onlara? Ya da o bahçeden daha büyük,
daha görkemli bir bahçe mi vermiş? Hayır, ondan daha hayırlısını vermiş.
Hayırlı demek kişinin cennete gidiş imkânı demektir.
Yâni bir kişiyi cennete götürücü olarak kendisine verilen her şey hayırdır,
hayırlıdır. Belki küçücük bir bahçe bizim için hayırlıdır, bunu bilemeyiz ki.
Onun içindir ki küçük verir, büyük verir, az verir, çok verir bu Onun bileceği
bir şeydir. Meselâ adamın evi yanınca ondan daha hayırlısını isteyecek
Allah’tan. Peki nedir ondan daha hayırlısı? Belki çadırdır onun için daha
hayırlısı, belki daha küçük bir odadır. Arabası yanınca daha hayırlısı Mercedes
değil de Allah’ın verdiğidir.
Öyleyse burada bu adama dünyadan da
nasibini unutma! demek bu işin dünyada gerçekleşeceğini unutma demektir benim
anlayabildiğim. Dünyalık şeyleri de unutma şeklinde anlarsak yarın onlar da
galiba mîzana konacağından dünyalık olamayacak onlar da. Meselâ dünyada da ev
yapmayı unutma desek, eh buna İslâm izin veriyorsa zaten yapacak bunu kişi. Ama
ev yaparken İslâm’ın ölçüsüne göre yaparsan böyle bir ev yapmadan sevap
alacağız, İslâm’ın ölçüsünün ötesine çıkmışsan ikab olacaktır aynı şey. Eh ya
Rabbi dünyada bana da bu ayrılmıştı diyemeyecek kişi. Bu haseneyi dünyada
Allah’ın razı olduğu hayat ve âhirette de Allah’ın lütfettiği cennet olarak
anlamak en güzeli olacaktır diyoruz.
Hani bir
söz vardı: Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölüverecekmiş gibi de âhiret
için çalışın diye. Hadis değil biliyorum bu, ama hoş bir sözdür. Bunu şöyle anladım
ben: Yapacağın iş dünya işi mi? Hiç ölmeyecekmişsin gibi davran o konuda. Ama yapacağın
iş âhiret işi mi? Yarın ölüverecekmişsin gibi davran o konuda. Meselâ evini badana
mı yapacaksın? Bir dünya işiyle karşı karşıya mısın? Acele etmeye gerek yok,
hiç ölmeyecekmişsin gibi davran. Yarın yaparım, öbürsü gün yaparım, gelecek ay
yaparım de ve acele etme o konuda. Ama namaz mı kılacaksın? Bir âhiret işi mi
yapacaksın? He-men ölüverecekmişsin gibi acele et o konuda. Hemen kılıver namazını,
yarına bırakma onu.
Veya meselâ evde çocuklarınıza
onları daha iyi Müslümanlaş-tırmak ve cennete kazandırmak için ders mi başlatacaksınız?
Böyle bir şey mi düşünüyorsunuz? Aman acele edin. Aman yarına bırakmayın, yarın
ölecekmişsiniz gibi davranın. Çünkü belki yarın dinlemeyebilirler sizi. Ağaç
yaş iken eğilir, yarın tutmayabilirler sözünüzü. Veya yarına çıkmayabilirsiniz
de çocuklarınız arkanızda eğitimsiz kalabilirler. Veya meselâ birilerine tebliğ
mi yapacaksınız? Acele edin, yarın hayatta olmayabilirsiniz, yahut da yarın bu
imkân elinizden alınabilir. Yarın ağzınıza bir bant yapıştırılıp kodese
tıkabilirler sizi.
Veya küs olduğunuz birileriyle mi
barışacaksınız? Aman yarınlara bırakmayın onu. Acele edin, çünkü yarın o küs
olduğunuz kişi de siz de ölebilirsiniz çünkü. İnfakta mı bulunacaksınız birilerine?
Aman acele edin, zira yarın ölebilir yahut da fakir düşebilirsiniz. Kitabınızı
mutlaka tanımak zorunda olduğunuzu mu anladınız? Kitapsız müslü-manlık olmaz
gerçeğini bugün mü anladınız? Aman hemen başlayın! Yarına bırakmayın! yarın
belki hayatta olmayabilir, imkân bulamayabilirsiniz. Bu sözü böyle anladım ben.
Evet kavmi
Karun’a dediler ki, ey Karun Allah’ın sana verdikleri sebebiyle böbürlenme,
gururlanma, Allah kullarına malınla hava atma, insanlara tepeden bakma. Unutma
ki Allah’ın sana verdikleri birer imtihan sebebidir, öyleyse onlarla âhiret
yurdunu ara ve:
Evet tüm bu sahip olduğun nimetler
Allah’tandır. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun. Allah’ın
sana verdikleri konusunda karar verirken Allah huzurunda, Allah kontrolünde olduğunu
unutma. Allah’ın sana verdiği gibi sen de onun yolunda harca. Allah’ın
verdiklerini Allah’a kafa tutmada değil de Allah yolunda kullan. Böylece
yeryüzünde bozgunculuk yapma. Allah’ın yeryüzünde koyduğu düzeni bozma. Allah’a
kulluk düzenini bozarak Ona itaatin dışına çıkma. Çünkü Allah müfsitleri sevmez
demişlerdi de o şöyle demişti:
78. “Karun: “Bu
servet ancak, bende mevcut bir ilimden ötürü bana verilmiştir” demişti.
Allah'ın, önceleri, ondan daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice
nesilleri yok ettiğini bilmez mi? Suçluların suçları kendilerinden sorulmaz.”
Ben bu
mala, mülke, bu servete bende olan ilimle ulaştım. Bu servet bana bende olan
ilimden ötürü verilmiştir. Ben bütün bunları ilmimle kazandım. Kafamı
çalıştırdım da bunları kazandım. Aklımı kullandım da bunlara ulaştım. Projem
kuvvetliydi, planım
Bugün de bakıyoruz insanlardan
kimileri dünyaya Karun’ca bakıyor. Kafamı çalıştırdım da bu serveti elde ettim.
Aklımı kullandım da bunlara mâlik oldum. Eğer kafamı çalıştırıp ta zamanında
paramı Marka, Dolara bağlamasaydım kazanmayacaktım. Eğer kafamı çalıştırıp ta
zamanında paramı filan holdinge, falan filan kurumuna yatırmasaydım bugün bu
kadar zengin olmayacaktım. Zamanında falan arsayı kapatmasaydım, falan dükkanı
kapmasaydım kazanmayacaktım. Eğer planım, projem
Adam öyle
diyor: Ne demek o? nasıl olur? Yâni şimdi ben benim dükkanımda çalışan işçiyle
beraber oturacağım ha? Kendimi onunla bir tutacağım ha? Paramın bir kısmını
fakir fukaraya vereceğim ha? Onlar da akıllı olsalardı da onlar da kazansalardı.
Bilgi yok ki adamlarda. Hayır hayır ben onlardan farklıyım. Ben akıllıyım. Ben
bildiğim için kazandım bu malı. Şimdi onu infak ya da zekât diye başkalarına
vereceğim ha? Olmaz öyle şey diyorlar. Halbuki Allah verdi onu ona, Allah
yardım etti de kazandı onu. Aklını veren de Allah’tır, bilgisini, gücünü
kuvvetini veren de. Allah bu malı mülkü nasıl verdiyse öylece alır demiyordu hain.
İşte Karun’ca dünyaya bakış budur.
İşte sanki
Allah’ın verdikleriyle Allah’a kafa tutmaya çalışan bu hain bir gün:
79. “Karun, ihtişam
içinde milletinin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: “Keşke Karun'a
verdiği gibi bizim de olsa; doğrusu o büyük bir varlık sahibidir" demişlerdi.”
Evet bir gün malı, makamı, ihtişamlı elbiseler
içinde, makam arabası içinde, boynunda bir teyp, elinde bir telsiz, başında bir
fötr olduğu halde, belki bir Mercedese binmiş, şöyle sol kolunu da dışarıya
çıkarmış insanların huzuruna çıkıverdi. Onu bu ihtişam içinde gören, dünya
hayatı hayranlarından bir grup şöyle diyordu:
Dünya hayatını arzu eden, dünya ve
dünyalıklar karşısında gözleri kamaşanlar, içleri gidenler de dediler ki: Vay
be! Tuh be! Biz adam olmayız be! Şu adamın servetine, şu adamın lüksüne, şu adamın
içinde bulunduğu ihtişama bir bakın be! Vay anasını vay! Şu adamın içinde
bulunduğu devlet ve nimete bir bakın yahu! Öf şu Mer-cedes! Otomatiğin
otomatiği! Son model! Ya şu üzerindeki elbiseler! Keşke ona verilen şeylerden
bizim de olsaydı! Keşke şu ihtişamın on-da biri de bizim olsaydı! Vay be biz
adam olmayız! Ne olurdu bizimde bir renkli bir renksiz televizyonumuz olsaydı!
Ne olurdu keşke bizim de bir kışlık bir de yazlık villamız olsaydı! Ne olurdu
keşke bizim de bir arabamızın yanında bir de şöyle spor arabamız olsaydı!
Çifter, çifter çamaşır makinemiz, bir kaç dükkanımız, beş on dairemiz, bol paramız
olsaydı! Şu adama bakın, ne müthiş bir zevkin içinde yaşıyor! Kuş sütü, kuru
üzümle besleniyor! Bir eli yağda, bir eli balda! Elini atsa ellisi, dediler.
Biz adam
olmayız arkadaş! Baksana adam bizim bir ayda aldığımızı bir günde alıyor!
diyerek onun serveti ve samanı karşısında gözleri kamaşıverdi, aşağılık
duygusuna kapılıverdiler de dâvâlarından vazgeçiverdiler. Zengin tüccarların
hayat standartlarına göz diktiler de görevlerinden kaçıverdiler. Mevzilerini
terk ediverdiler. Maaşımız az diye ülkenin doğusuna batısına gidip Allah
dininin hâkimiyeti adına yapacakları tebliğden, öğretmenlikten vazgeçip bol
para kazanacakları ticarete atılıverdiler. Dünyalarını dinlerine tercih
ediverdiler. Halbuki bu toplum kendilerini İlahiyatta okutmuştu dinine hizmet etsinler
diye ama adamlar bunu terk ettiler de ticarete atılıp para kazanmayı, lüks bir
hayatı tercih ediverdiler. İşte bunlar da Belâmca dünyaya bakan Belâmca dünyayı
değerlendirenlerdir.
80. “Kendilerine
ilim verilmiş olanlar ise: “Size yazıklar olsun; Allah'ın mükafatı, inanıp
yararlı iş işleyenler için daha iyidir. Ona da ancak sabredenler
kavuşabilir" demişlerdi.”
Ama bakın
beri tarafta dünyaya müslümanca bakanlar, dünyayı müslümanca değerlendirenler,
Allah’ın değer yargılarını bilenler de onlara şöyle diyordu: Yazıklar olsun
siz! Yuh olsun size! Allah katında olanlar, inanıp hayırlı ameller işleyenler
için daha hayırlıdır dediler. Yâni sizler bu Karun’un elindekilere imrendiniz
ha! Bu zenginlerin hayatlarına imrenip de vazifelerinizi terk ettiniz ha!
Halbuki Allah katında olanlar bunların ellerinde olanlardan çok daha hayırlıdır.
Allah’ın cennette mü’min kulları için hazırladığı gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı nimetler bunların elinde olanlardan çok daha üstün, çok
daha kalıcıdır. Ama şurası da muhakkak ki ona da ancak sabredenler ulaşabilir.
Dünyada Allah’ın kendilerine takdir ettiği aza sabrederek dâvâsından vaz
geçmeyen, zenginlerin elindekine imrenip de cephesini terk etmeyen, görevinden
kaçmayan, sabırla Allah’ın dinine hizmet edenler ulaşabilirler diyorlardı. İşte
dünyaya müslümanca bakış da budur. Dünyayı müslümanca değerlendiriş de budur.
81, 82. “Sonunda,
onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek
kimsesi de yoktu; kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun
yerinde olmayı dileyenler: “Demek Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip
bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin
dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar başarıya eremezler” demeye başladılar.”
Evet, Allah’ı diskalifiye ederek kendisini hayata
etkin zanneden, Allah’ın hayat programını reddederek kendi kendisine hayat
programı yapmaya kalkışan, kendi değer yargılarını Allah’ın değer yargılarının
önüne geçiren, elindekilerinin tamamının, hayatının kendisinden olduğunu iddia
ederek Allah’la savaşa tutuşan o azgın, şımarık Karun’a ceza olarak Allah onu
da sarayını da, saltanatını da yerin di-bine geçirdik diyor Rabbimiz. Bizim
yıkımımız kendisine geldiği zaman da kendisini koruyup kurtaracak, kendisine
yardım edecek bir ekibi, avenesi, topluluğu da yoktu. Bizzat kendisini
koruyabileceklerden de değildi. Malı mülkü de, ekonomik gücü de, siyasal gücü
de, avenesi, hizmetçileri de hiçbir işe yaramadı.
Onun başına gelenleri gören, daha düne
kadar ona imrenen, onun hayatını, onun debdebesini gözleri kazanmışçasına seyreden,
onun yerinde olmaya can atan, onun gibi olmayı, onun sahip olduklarına sahip
olmayı gönülden temenni eden insanlar dediler ki, vay demek ki Allah kullarından
dilediğine rızkı genişletir, dilediklerine de daraltırmış ha! Demek ki Allah
kimin için neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilirmiş. Demek ki zenginlik
kurtuluş sebebi, üstünlük sebebi değilmiş. Çok şükür ki Allah bize çok vererek
azdırmamış, azmamızı istememiş. Eğer Rabbimiz bize lütfetmemiş olsaydı şimdi
bizler de tıpkı onun gibi yerin dibine batırılanlardan olacaktık. Demek ki
mesele zenginlik ya da fakirlik değilmiş.
Demek ki iman açısından, takva açısından, başarı açısından zenginliğin, mal
mülk sahibi olmanın hiçbir değeri yokmuş. Meğer in-kârcılar asla başarıya
ulaşamazlarmış demeye başladılar, gerçeği an-layıverdiler. Yâni biz zannetmiştik
ki dünya zenginliği gerçek başarıdır. Zenginler başarmıştır zannediyorduk.
Fakat şimdi anladık ki bunun başarıyla hiç mi hiç ilgisi yok muş diyerek işin
aslını anlayıverdiler. Keşke bu gerçeği her şeyi zenginlikte gören günümüz
müslümanları da anlayabilmiş olsalardı.
Evet Karun’un bu serveti karşısında gözleri
kamaşan, aşağılık duygusuna kapılan insanların bu davranışları iyi değildir.
Ama tabii burada şunu da söyleyelim, zenginler de fakirleri kıskançlığa sevk
edecek bir tavır içinde olmaktan son derece sakınacaklardır. Zenginler
varlıklarını yokluk içinde kıvrananlarla paylaşmasını bilmelidir. Oturduğu mahallede
oturan gariban ailelerin çocukları yemeye ekmek bulamazken kendi çocuklarını
ellerinde pasta, börekle dışarıya salmamalıdırlar. Fakir fukarayı imrendirecek
tavırlardan sakınmalıyız. Onlara tepeden bakmamalıyız. Mallarımızdan ihtiyacımız
kadarını kendimize harcayıp geri kalanları çevremizdeki fakir fukaraya ulaştırmanın
onları kendi hayat standartlarımıza çekmenin, kendimizinkini de onlarınkine
indirmenin çabası içine girmeliyiz. Cebimizdekilerin bi-ze ait olduğunu
zannetmemeliyiz. Ben kazandım, ben buldum, bunlar benimdir dememeliyiz. Çünkü
işte Rabbimiz anlattı bu bir helâk sebebidir.
Fakirlerimiz de Allah’ın takdirine
sabretmelidirler. Kendileri için zenginliğin mi, yoksa fakirliğin mi hayırlı
olduğunu en güzel bilen Allah onları öyle imtihan etmektedir. Fakirin imtihanı
zenginin imtihanından daha kolaydır. Bunu önceki derslerimizde çok anlattık.
Zenginin imtihanı elindekileri Allah’ın istediği gibi kullanmak, sarf etmektir.
Fakirin imtihanı ise Allah’ın takdirine sabretmektir. Unutmayalım ki çevrelerinde
gördükleri şımarık zenginlerin ellerindekine imrenip ona ulaşmak için bu
dünyada her şeyini kaybedenler yarın öbür tarafta da her şeylerini kaybedeceklerdir.
İşte Allah anlattı. Bunun gibi zenginlikleriyle şımaran nice servet sahipleri
bir anda helâk olup, yıkılıp gitmişlerdir.
Öyleyse kalıcı zenginlik âhiret zenginliğidir. Gerçek zenginlik kişiyi
cennete ulaştıracak iman zenginliğidir, amel zenginliğidir, bunu hiçbir zaman
hatırımızdan çıkarmayalım inşallah. İşte Allah bundan sonra bunu ortaya koyuyor:
83. “Bu âhiret
yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz.
Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.”
İşte âhiret yurdu. İşte gerçek kurtuluşun, gerçek
başarının yurdu olan cennet yurdu. Biz âhiret yurdunu yeryüzünde, Allah’ın arzında
o arzın, o hayatın sahibi olan Allah’a karşı büyüklük taslamayan, Allah
karşısında acizlik, muhtaçlık ve kulluk bilinci içinde olan ve yeryüzünde Allah’ın
yasalarına, Allah’ın düzenine karşı gelmekten sa-kınan kimselere veririz diyor
Rabbimiz. Malda, mülkte her şeyde Allah’ı söz sahibi bilen, hayatını Allah’ın
istediği gibi yaşayan müttakıle-rindir âhiret yurdu. Gerçek âkıbet takva
sahiplerinindir. Hem dünyada hem de âhirette gerçek başarı, gerçek üstünlük,
gerçek kurtuluş müt-takılerindir.
84. “Kim bir iyilik
getirirse, ona daha iyisi verilir. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri
işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.”
Evet kim bir iyilik getirirse ona getirdiğinden
daha üstün karşılık vardır. Ama kim de bir kötülük getirmişse ona da ancak
yaptığı kadar bir ceza vardır. Kim muttaki olur ve takvasının gereği sâlih bir
amelle gelirse ona işlediğinden daha güzeliyle, daha hayırlısıyla mukabele
edilecektir.
Evet anlıyoruz ki Rabbimiz bize merhametten
yanadır. Allah kullarına zerre kadar haksızlıktan yana, zulümden yana değildir.
Bakın amellerin katsayısı farklıdır. Rabbimiz mü’minlerin işledikleri sâlih
amelleri zerre ağırlığınca bile olsa onu kat kat artırıyor ve kendi yanından
çok büyük bir ecirler veriyor. Ama günâhkârların işledikleri gü-nahlar sadece
kendi misliyle ceza görüyor. Gerçekten Allah kullarına karşı çok merhametlidir.
Rabbimizin kullarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktadır. Kullarına yönelik
ilişkilerinde kendisine rahmetini yaz-mıştır. Bakın iyilik yapanların iyiliklerinin
karşılığını kat kat verirken, kötülük yapanlara sadece kötülüklerinin
karşılığını veriyor. Kitabımızın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki o iyiliği
yaparken kişinin taşıdığı ni-yetin derecesine göre bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen da sonsuz mükafat verir.
Evet iyiliğin katsayısı böyle iken kötülüklerin katsayısı da sadece bire
birdir. Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip de Allah korkusundan ötürü onu
işlemekten vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya niyet
edip de onu yapamayanlara da bir iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine
iyiliklerimiz kötülüklerimizi giderdiği halde kötülüklerimiz iyiliklerimizi
gidermemektedir. Rabbimiz hep bizim lehi-mizde takdirde bulunuyor. Elhamdü lillah,
elhamdü lillah.
85. “Ey Muhammed!
Kur’an'a uymayı sana farz kılan Allah seni, döneceğin yere döndürecektir. De
ki: “Rabbim, kimin doğrulukla geldiğini, kimin apaçık sapıklıkta olduğunu en
iyi bilendir.”
Ey peygamberim, Kur’an’a tabi olmayı,
Kur’an’ı izlemeyi, Kuranı okuyup, anlayıp onunla hayatı düzenlemeyi, Kur’an’ı
hayata geçirmeyi sana farz kılan Allah elbette seni bir dönüş yerine döndürecektir.
Buradaki meab konusunda, dönüş yeri
konusunda farklı şeyler söylenmiş. Kimileri bu meabın cennet olduğunu
söylemişler. Elbette Rabbin seni cennete ulaştıracaktır şeklinde anlayanlar
olmuş. Kimileri bu meabın kıyamet günü olduğunu söylemişler. Ölüm olduğunu
söyleyenler olmuş. Ölüm sonrası diriliş olduğunu söyleyenler olmuş. Kimileri de
elbette Rabbin seni sürüp çıkardıkları vatanına, Mekke’ye tekrar geri
döndürecektir şeklinde anlamışlar. İmam Buhârî ve Nesai İbni Abbas efendimizden
bunu rivâyet etmişlerdir.
Rabbimiz peygamberine bir müjde
vermektedir. Kur’an’ın sorumluluğunu üstlenmesi, Onu okuyup anlaması, Onunla
Allah’ın istediği gibi hayatını düzenlemesi ve Onu Allah kullarına tebliğ etmesi
karşılığında Rabbimiz ona bir vaadde bulunuyor. Tabii Rabbimizin efendimize vaadinin
sadece âhiretle sınırlı olmadığını biliyoruz. Bu aynı zamanda dünyayla da alâkalı
bir vaaddır. Hani sûrenin önceki âyetlerinde Mekke müşrikleri, ne yâni ey
Muhammed? Şimdi biz senin getirdiğin hidâyete mi tabi olacağız? Senin istediğin
gibi bir hayat mı yaşayacağız?
Eğer öyle yaparsak biz yerimiz yurdumuzdan oluruz? Bizim makamlarımız,
konumlarımız, koltuklarımız sarsılır diyorlardı. Senin istediğin gibi müslüman
olursak dünyamız zindan olur diyorlardı da işte burada Rabbimiz buyurdu ki, ey
peygamberin sana bu Kur’an’ı gönderen, sana bu mesajı kullarına ulaştırma
görevini veren Allah elbette başarıya ulaştıracaktır. Elbette seni şu anda
insanların hayal bile edemeyecekleri ulaşman gereken noktaya ulaştıracaktır.
Evet demek ki Rabbimizin peygamberine ve tabii onun şahsında onun yolunun
yolcularına hem dünyayla alâkalı bir vaadidir.
86. “Sen, sana bu
kitabın verileceğini ummazdın. O ancak Rabbinin bir rahmetidir. Öyleyse sakın inkârcılara
yardımcı olma.”
Evet ey peygamberim, hem sen bu kitabın sana indirileceğini
ummuyordun, beklemiyordun. Senin bu işte bir dahlin olmaksınız sırf Rabbinden
bir rahmet olarak indirildi bu kitap sana. Nasıl Rabbin rah-meti gereği sana
böyle bir kitap göndererek seni şereflerin en büyüğüne ulaştırmışsa elbette hiç
beklemediğin, ümit etmediğin bir ortamda Rabbin seni Mekke’ye tekrar
döndürecektir. Veya az evvel ifade ettiğimiz gibi seni bu dünyada hiç kimsenin
ulaşamayacağı başarıların zirvesine ulaştıracaktır. Bu işi yapacak olan
Allah’tır. Sen Allah desteğindesin. Öyleyse:
O halde sen asla kâfirlere arka çıkıp yardımcı
olma. Sakın kâfirlere destek olma. Sakın kâfirlerle birlik olup onların
yollarına, onların anlayışlarına, onların hayat programlarına yardımcı olma.
Unutma ki Allah’ın sana gönderdiği bu kitabında istediklerinin azıcık dışına
çıkman kâfirlere yardım anlamına gelecektir. Allah’ın sana gönderdiği bu
kitabında tarif ettiği kulluğu yaşamaktan, bunu insanlara duyurmaktan
göstereceğiz azıcık bir gevşeklik, onlara vereceğin azıcık bir taviz bilesin ki
kâfirlerin işine yarayacaktır, kâfirlere yardım, kâfirlere arka çıkma anlamına
gelecektir. İnsanlardan gelebilecek tehditler kar-şısında korkarak sakın
kitabın istediği gibi bir kulluk sergilemekte geri adım atma.
87. “Allah'ın
âyetleri sana indirildiğinde, sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabbine
çağır, sakın putperestlerden olma.”
Sakın ha sakın ey peygamberim, o kâfirler seni Allah’ın
âyetlerinden alıkoymasınlar. Sen insanlarına Rabbine, Rabbinin kitabına,
Rabbinin yoluna çağır, sakın o müşriklerden olma. Sakın bu kâfirler seni
Allah’ın âyetlerine tabi olmaktan, Allah’ın âyetleri istikâmetinde bir hayat
yaşamaktan, Allah’ın âyetlerini Allah kullarına duyurup tebliğ etmekten
alıkoymasınlar, ayak bağı olmasınlar. Kâfirler ne kadar olurlarsa olsunlar, ne
yaparlarsa yapsınlar, Allah varken desteğinde Allah’ın istediği hayatı yaşamak
konusunda sana engel bilme onları. Sakın onların küfürlerine, şirklerine
bulaşma. Tüm hayatınla ayrıl onlardan. Hayatının hiç bir bölümünde onlarla
birlik olma. Ne imanın, ne düşüncen, ne amelin, ne kılık kıyafetin, ne sofran,
ne eğitimin, ne hu-kukun, ne mala bakışın, ne kazanman harcaman, ne yatman
kalkman, ne yiyip içmen onlarınkine benzemesin. Hiçbir konuda onlarla beraber
olma.
88. “Allah'la
beraber başka tanrı tutup tapma, O'ndan başka tanrı yoktur; O'ndan başka her
şey yok olacaktır; hüküm O'nundur; O'na döndürüleceksiniz.”
Ve sakın ey peygamberim, Allah’la birlikte başka
bir ilaha dua etme. Allah yanında başka bir ilah çağırma, çağrıştırma. Çünkü Ondan
başka İlah yoktur. Onun yüzünden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm Onundur,
yetki Onundur ve sonunda Ona döndürülecek, yapıp ettiklerinizin hesabını Ona
ödeyeceksiniz.
Evet Rabbimiz peygamberine ve onun
şahsında biz müslü-manlara diyor ki, sakın Allah’la beraber başkalarına dua
etmeyin. Arkadaşlar, dua Arapça’da hem şu bildiğimiz dua hem de ibadet anlamınadır.
Dua, dua edilene sığınmak, ondan yardım beklemek demektir. Dua, dua edileni ulu
bilmek, büyük tanımak büyüklük mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü kuvvetini
kabul etmektir.
Öyleyse dua sadece Allah’a yapılmalıdır. Allah’la beraber birilerini de büyük
mevkiine oturtarak dualarımıza onu da katarak, davetiyemizin üzerine
başkalarının da ismini yazarak şirke düşmemeliyiz. Birilerini bu konuda Allah’a
ortak kılmamalıyız. Dua acziyetin ifadesidir. Dua, âcizin, güçsüzün güçlüye
teslimiyetinin ifadesidir. Peki kim var Allah’tan başka böyle kendisine teslim
olacağımız? Kime ihtiyacımız var bizim Allah’tan başka?
Dua bir de
çağırmak, çağrıştırmak demektir. Çağrışım ifadesi de buradan gelmektedir. Yâni
bir kişi sosyal, siyasal, ekonomik, bireysel ya da toplumsal bütün dertlerinde,
problemlerinde o problemlerin çözümü konusunda kimi çağırıyor, çağrıştırıyorsa
ona dua ediyor demektir. Karşı karşıya bulunduğu bir probleminin çözümünde ya
da vereceği bir karar konusunda kişi kimi imdadına çağırıyor? Kimi ve neyi hatırlıyor?
Kimin çözüm önerisi kafasında canlanıyor? Kime baş vuruyorsa? Kimi çağırıyor,
çağrıştırıyorsa işte o kişi ona dua ediyor demektir. Neyi problem edindi adam?
Meselâ karısıyla geçimsizliğini
mi? Nereden kazanıp nerelerde harcayacağını mı? Çocuklarını nasıl eğiteceğini
mi? Hangi okulda okuyacağını? Hangi mesleği seçeceğini? Evini nasıl tefriş
edeceğini? Nasıl bir hukuktan yana olacağını? Nasıl giyineceğini? Sofrasında ne-lerin
bulunup, nelerin bulunmaması gerektiğini mi dert edindi adam? İşte dert
edindiği bu probleminin çözümü konusunda neyi ve kimi aklına getirdi? Kimin
çözüm önerisine baş vurdu? Kimin çözüm önerisi kafasında canlandıysa işte kişi
ona dua ediyor, onu çağırıyor, onu çağrıştırıyor demektir.
Eğer tüm hayat problemlerimizin çözümü noktasında
aklımıza Allah geliyorsa, Allah’ın çözüm önerileri, Allah’ın âyetleri, Allah’ın
emirleri, Allah’ın o konudaki dediklerini hatırlayabiliyorsak o zaman biz
Allah’a dua ediyor, Allah’ı çağırıyor, çağrıştırıyoruz demektir. O zaman dua
edilen, dâvet edilen, dâvetiye çıkartılan sadece Allah’tır demektir. Ama eğer
Allah’la beraber başkalarını da hatırlıyor, başkalarının çözüm önerilerini de
çağırıyor, çağrıştırıyorsa, ya da bazen
Allah bazen da başkaları
çağrılıyor, veya meselâ bazı konularda Allah bazı konularda da başkaları
çağrıştırılıyorsa bunun adına da şirk denir Allah korusun. Meselâ adam sabah
namazının farzının kaç rekat olduğu konusunu Allah’a soruyor, o konuda sadece
Allah’ı çağırıyor, Allah’ı aklına getiriyor ama hukuku konusunda, eğitimi konusunda,
kılık kıyafeti konusunda başkalarını çağırıyorsa işte bu şirktir.
Gerçek çağrı, gerçek dua, gerçek
ibadet, gerçek kulluk Allah’adır, Allah’a yapılır, Allah’ın hakkıdır. Çünkü
kulluğa, itaate, ibadete lâyık sadece O’dur. Çünkü çağrıya, duaya icabet edecek
olan sadece O’dur. O’nun berisinde çağrılanlar, kendilerine dua edilenler as-la
duymazlar, asla çağrılarına icabet edemezler. Allah’ı bırakıp da O’nun berisinde
başkalarını çağıranlar, başkalarına dua edenler, Allah’tan başkalarını
çağrıştıranlar, hayat problemlerini Allah’tan başkalarına arz edip onların
çözüm önerilerine başvuranlar, Allah berisinde bir kısım yapay tanrıların ve
tanrıçaların kapısında çözüm dilenenlerin durumu aynen şuna benzer: Ağızlarına
suyun gelmesi için avuçlarını ona doğru açmış bekleyen kimsenin durumu gibidir
diyor Rabbimiz. Onlar bu durumda hiçbir zaman suya ulaşamazlar. İşte kâfirlerin
duaları, yalvarıp yakarmaları aynen böyle boşunadır, beyhudedir.
Bu kâfirlerin Allah’ı bırakıp ta O’nun
berisinde kıyamete kadar kapılarını dövdükleri bu aciz varlıkların onlara
hidâyet sunmaları, onlara yol göstermeleri, onlara reçeteler sunmaları, onların
dertlerine der-man olmaları, problemlerini çözümlemeleri mümkün değildir. Kıyamete
kadar onları hakka ulaştırmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar bu zalimler
onların önünde eğilip onlardan yardım beklesinler. İstedikleri kadar onları Rab
bilip onlardan hayat programı dilensinler. Aman bizi kurtarın! Aman bize güzel
yasalar yapıp bizi sahil-i selâmete çıkarın! Bizim ekonomik problemlerimizi
çözüverin! Bizim eğitim sorunlarımızı hallediverin! diyerek istedikleri kadar
onlara yalvarıp yakarsınlar. Kıyamete kadar onların bunlara bir fayda
sağlamaları mümkün ol-mayacaktır. Çünkü isteyenler de zayıf, istenenler de
acizdir. İsteyenler de kul, istenenler de kul. Bu durumda onların hakka
ulaşmaları as-la mümkün olmayacaktır.
Öyle değil mi? Hani şu ana kadar bu aciz insanlardan hangisinin insanlığa
sunduğu sistem, hangisinin insanlığa sunduğu reçete insanları huzur ve sükuna
kavuşturabilmiştir? Dünya açısından bu böyle olduğu gibi âhiret açısından da
böyledir. Dünyada bir fayda sağlayamadıkları gibi âhirette de insanları
Allah’ın azabından kurtaramayacaklardır bu varlıklar.
Öyleyse
Allah’tan başka tüm sahte ilahları, tüm yapay tanrıları reddedecek ve İlah
olarak sadece Allah’ı kabul edeceğiz. Hayatımızı parçalayıp onun bazı
bölümlerinde İlah olarak Allah’ı öteki bölümlerinde de başka ilahları dinleyip
şirke düşmeyeceğiz. Hayatımızın tümünde söz sahibi tek İlah olarak Allah’ın
arzularını gerçekleştireceğiz.
Çünkü, unutmayın ki her şey ölecek,
herkes helâk olacak, an-cak Allah’ın vechi müstesna. Göklerde ve yerde ne varsa
hepsi helâk olacak sadece Allah kalacaktır. Bâki sadece Allah’tır. Göklerin ve
yerin mirası Allah’a kalacaktır. Hüküm Onundur, hâkimiyet Onundur, egemenlik
Onundur, yetki Onundur. Ve dönüşünüz de Onadır. Onun huzuruna dönecek, Onun
mahkemesine gidecek ve yaşadığınız hayatın hesabını Ona ödeyecek. Öyleyse ey
müslümanlar sadece Onu dinleyin, sadece Ona dua edin, sadece Ona kulluk edin,
sadece Ona sığının, sadece Onun önünde eğilin, sadece Onun istediği hayatı yaşayın
ve sadece Onu razı etmeye çalışın...