Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Hakikati Akıl Ve İlim Yoluyla Araştırma
Yeryüzündeki Tarihî Harabeleri Gezip Görmek
Umutların Bütünüyle Kırılacağı Gün
Allah'ı Tesbîh Ve Beş Vakit Namaz
Allah Diriyi Ölüden, Ölüyü De Diriden Çıkarır
İnsana, Kendisinden Eşler Yaratılması
Dillerin Ve Renklerin Değişik Olması
İnsan Derisinin Dört Farklı Rengi
Şimşeğin Çakması Ve Yağmur Yağması
Yerin Ve Gökteki Sistem Ve Gezegenlerin Kendi Yörüngelerinde Şaşmadan
Hareketlerini Sürdürmesi
Her Şey O Kudrete Boyun Eğmiştir
Yaratma Kudreti O'na Mahsustur
Dindarlık, Önce Kalbin Teslimiyetiyle Başlar
Allah Rızkı Dilediğine Genişletir
Karada Ve Denizde Fesadın Ortaya Çıkması
Yeryüzünü İbretli Adımlarla Gezmek, Sebepleri İnceleyen Bir Gözle Taramak
En Doğru Ve En Sağlam Din : İslâmiyet
İlâhî Kudreti Yansıtan Belgeler
Önceki Peygamberleri Dinlemiyenler
Nimetin Çokluğunu Ve Devamlılığını Göremiyen Gözler
İnsanin Biyolojik Yönden Gelişme Dönemleri
Âhirete Nisbetle Dünya Hayatı Bir Saatlik Süre Gibidir
Özür Beyan Etmenin Yararı Olmayacak
İnsan Aklına Işık Tutan Misaller
Kesin Olarak İnanmayanlar Seni Hafifliğe İtmesinler
Romalı'larla İranlı'ların yaptıkları savaş ve Romalıların
yenilgiye uğraması, fakat birkaç yıl sonra ikinci bir savaşın meydana
geleceği, bu defa Romalı'ların üstün geleceği konu
edildiğinden sûreye «Rûm» adı verilmiştir.
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. Bunun aksini iddia eden veya bu tesbite
muhalefet eden olmamıştır.
Âyet sayısı : 60
Kelime » : 819
Harf »
: 3534 [1]
1— İman ettikten sonra mü'minin
münafıktan ayırt edilmesi için çetin sınavların sürüp gideceği belirtiliyor.
2— Allah yolunda cihâdın önemi üzerinde
duruluyor.
3— İyiliklerin kötülükleri temizliyeceği
bir müjde anlamında açıklanıyor.
4— Ana-babaya iyilikle emrediliyor. Allah'a karşı
isyanı gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmiyeceğine
dikkatler çekiliyor.
5— Münafık ve kâfirin içyüzüne, tutumuna ve
faaliyetlerine değinilerek mü'minlere bilgi ve
kıstas veriliyor.
6— Nuh, İbrahim, Lût, Şuayb. Salih, Musa, Harun (salât-ü
selâm hepsine olsun) peygamberlerin kıssalarından ibret ve öğüt alınacak
safhalar anlatılıyor.
7— Müşriklerle Kitap Ehli olan Yahudi ve
Hıristiyanların kendi iddialarını isbat için misaller
getirdikleri hatırlatılarak, o bakımdan özellikle Kitap Ehli'y'e
seviyeli ve en uygun metodla karşılıklı fikir
alışverişinde bulunulması tavsiye ediliyor.
8— Peygamberliğin lüzumu ve isbatı;
Hz. Muhammed'in (A.S.) mu'ci-zelerinin doğruluğu açıklanarak bilgi veriliyor.
9— İnkarcı azgınların tehdit ediiegeldikleri
azabı acele istemeleri ve bu husustaki ilâhî sünnetin anlam ve hikmeti
belirtiliyor.
10— Küfür diyarında din ve ibâdet hürriyeti
kalmayınca, insan haklan çiğnenip kutsal değerlere hakaret edilince, başka bir
ülkeye hicret etmenin yararlı olacağı haber verilerek, aklı eren bir insan
için en büyük nî-met ve devletin Allah'a kulluk etmek
olduğuna işaret ediliyor.
11— En güzel ve mutlu sonucun, iyi yararlı ameilerde bulunan mü'minlere has
olduğu açıklanıyor.
12— Allah'ın yegâne rızık
veren olduğu, çok düşündürücü ve aydınlatıcı bir anlatımla kalp ve kafalara
işleniyor.
13— Dünya hayatının önemsizliği konu edilerek
gerçek hayatın ancak âhirette hakikileşeaeği;
ölümsüz, elemsiz, kedersiz, sıkıntısız ve her şeyden önce hep\mutlulukla dolu
olup, güven ve huzur havası estiren bir hayata ancak âhirette
kavuşmanın mümkün olacağı va'dediliyor.
14— Nankörlükte bulunan putperest müşrikler
uyarılırken, emin bir beldenin sakinleri olan Mekkeii'lerin
küfürde ısrar etmelerinin çok fena bir nankörlük olduğu duyarlı bir ifadeyle
anlatılıyor. [2]
1—Elif- Lâm-
Mîm.
2-5— Rûm
(Romalı)lar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar.
(Ama) onlar bu yenilgiden sonra birkaç yıl (üç ilâ dpkuz
veya üç ilâ yedi) içinde üstünlük sağlayacaklardır. Bundan önce de, sonra da
buyruk Allah'ındır ve işte o gün mü'minler Allah'ın
yardımına sevinecekler. Allah dilediğine yardım eder. O çok üstündür, çok
güçlüdür, cok merhamet sahibidir.
6— Bu,
Allah'ın verdiği bir sözdür. Allah verdiği sözünden caymaz. Ama ne var ki
insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.
7— Onlar
Dünya hayatının bir dış tarafını bilirler. Onlar Âh i ret't
en oldukça habersizdirler.
Tarihçilerin ve
siyercilerin tesbitine göre : Bi'setin
beşinci yılında, yani M.S. 613'de Mecusî olan İranlı'larla Hıristiyan olan Romalı'lar savaşmış ve İranlı'lar üstün gelmişlerdi. O
sebeple putperest Araplar, kendileri gibi putperest, aynı zamanda ateşperest
olan İranlı'ların zafer sağlamasına sevinmiş; Müslümanlar da Kitap Ehli olan
Hıristiyanların yenilgiye uğramasına üzülmüşlerdi. Aynı zamanda Mekkeli
müşrikler bu zaferi bir ölçü ve kıstas mahiyetinde değerlendirip Kitap Ehli'nin
hep böyle yenilgiye uğrayacağını iddia ediyorlardı.
Yukarıdaki âyetlerle, birkaç
yıl sonra Romalı'ların İranlı'ları yeneceği bir mu'cize anlamında haber verilerek mü'minlerin
üzülmesine gerek olmadığı hatırlatıldı. [3]
Yukarıda belirttiğimiz
gibi, M.S. 613'de Kitap Ehli Romah'ların, mecusî olan İranlı'lara yenilmesi, putperest müşrikleri
sevindirmiş; Müslümanları ise üzmüştü. Çünkü İranlı'lar da bir bakıma
putperest idiler, o nedenle Araplarla ortak yanlan bulunuyordu. Hıristiyanlar
da Müslümanlar gibi Kitap Ehli idi; bu bakımdan aralarında müşterek bir bağ
mevcuttu.
Duruma üzülenlerden
biri de Ebû Bekir Sıddîk
(R.A.) idi. Yukarıdaki âyet inince, üzüntü sevince döndü ve bu sırada Ebû Bekir Sıddîk (R.A.),
müşriklerin ileri gelenlerinden Ubey b. Halef ile
karşılaştığında, Ubey aynı şeyleri tekrarlayıp durdu.
Sonra da onunla Ebû Bekir (R.A.) arasında şu konuşma
geçti:
Ebû Bekir (R.A.) — Bir kac yıl
sonra İranlılar Romalı'lara yenilecektir. Çünkü bu
haberi Allah ve Resulü bize bildirdi.
Ubey — Yalan söylüyorsun..
Ebû Bekir (R.A.) — Asıl sen yalan söylüyorsun.
Ubey — Öyle ise bahse girelim.
Ebû Bekir (R.A.) — Neyin üzerine?
Ubey — on deve üzerine.. Ancak kaç yıl sonra bunun
gerçekleşeceğini öğrenmek isterim..
Ebû Bekir (R.A.) — Üç yıla kadar..
Kumarın henüz haram
kılınmadığı yıllarda bu bahse girme olayı meydana geldi. Ebü
Bekir (R.A.), Ubey b. Halef ile sözü edilen konuda
bahse girdiğini gelip Resûlüllah'a (A.S.) anlattı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Ya
Ebâ Bekir! Kur'ân-ı Kerîm «bid'i sinîn» diyor. Bidi': Üç yıl
ile dokuz yıl arası bir sayıyı ifade eder. Bu bakımdan şartlaşmanızın süresini
dokuz yıla çıkar ve deve sayısını yüz yap..»
Resûlüllah'ın (A.S.) bu açıklaması üzerine Ebû
Bekir (R.A.) yeniden Ubey b. Halef ile görüştü ve
önerisini söyledi. Ubey hiç tereddüt etmeden kabul
etti.
Olayın sonu malûm. Kur'ân'da haber verildiği anlamda sonuç ortaya çıktı ve
Mekkeli müşriklerin başları eğildi. Böylece Ebû Bekir
Sıddîk da (R.A.) bahsi kazanmış oldu. [4]
Yukarıda sözünü
ettiğimiz yılda o çağın iki güçlü devleti kabul edilen Romalı'larla
İranlı'lar birbirine sınır komşusu olarak bulunuyorlardı. İran'ın başında II. Husrev, Romalı'iarın başında Herakl (Heraelius) bulunuyordu.
Bu iki süper devletin sınırları Dicle ile Fırat kesiminde birleşiyordu.
Romalı'ların hakimiyet sınırı, Mısır, Suriye, Filistin, Irak ve
Anadolu'yu içine alıyordu. İranlı'ların sınırı ise, Hazar Denizi'nin batı
kesiminin bir kısmı ile güneyden Umman Körfezi'ne kadar uzanıyor ve Irak'ın
doğu ve güney kısımlarından önemli bir kesimi içine alıyordu.
İki devlet arasında
çıkan kanlı savaş neticesi İranlı'lar Romalı'ları yenmiş,
Suriye, Filistin ve Kudüs gibi önemli yerleri ele geçirmişti. İran'ın bu zaferi
durmamış, bir iki yıl içinde Mısır'a kadar uzanmış ve Anadolu'yu zap-tederek İstanbul önlerine
kadar uzanmışlardı. O yüzden Roma İmparatorluğu ciddi bir sarsıntı geçirmiş ve
Kur'ân-ı-Kerîm'de belirtildiği, yani haber verildiği
gibi. Bedir Savaşı'na rastlayan yılda bu iki devlet arasında ikinci bir kanlı
çatışma başgöstermiş ve bu defa Romaîı'lar
üstünlük sağlayıp intikam alma imkânına erişmişlerdi.
Böylece 610 veya
613'de başlayan ilk savaş 616'ya kadar sürmüş ve bu tarihte Romaîı'lar
mağlup olmuştu. 622'de Romaîı'lar uğradıkları yenilginin
acısını çıkarmak ve işgal edilen topraklarını kurtarmak üzere savaş açmış ve
625'de zaferi elde edip kesin sonuç almış, yani İranlı'ları hezimete
uğratmışlardı.
Tarihçilerin bu tesbitlerine bakılınca da, Romalı'iarın
ilk mağlubiyetiyle galibiyeti arasında dokuz yıla yakın bir süre geçtiği anlaşılıyor. [5]
«Allah dilediğine
yardım eder. O çok üstündür, çok güçlüdür, çok merhamet sahibidir.»
Dünya devletleri
arasında dengeyi sağlayan, mutlak anlamda ilâhî plândır. Azıp tuğyan eden
milletleri birbirleriyle uslandırır. Büyük imparatorluk kuran Romaîı'lar iyice azıp şımarmışlardı. Sünnetullah
hükmünü yürüttü; ateşperest, putperest İranlı'ları onlara musallat etti.
Böylece Romaîı'lar büyük bir sarsıntı geçirip
ekonomik yönden olduğu kadar, insan nüfusu bakımından da hayli zayiat verdi ve
bir bakıma silkindi.
İranlı'lara gelince
zaferin verdiği sarhoşlukla Kudüs dahil, birçok yerlerdeki mabetleri
yıkıp-yakıp ortalığa korku ve dehşet saldılar. Kuvvet ve kudreti Allah'a değil,
kendi nefislerine irca' eden bu sapık millet, girdikleri her yerde zulüm ve
tecavüzde bulundular. Aradan dokuz yıl geçince, şımarıklık, azgınlık, zulüm ve
ahlâksızlık belli bir çizgiye gelip dayandı. Sünnetullah
tekrar hükmünü yürütmek üzere bulunuyordu. Derken II. Husrev
şu emri vermekten çekinmedi: «Romaîı'lar bin yük altın,
bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın vermekle yükümlü tutulacak ve
imparator He-rakl'ın elleri
zincirle bağlı olarak getirilecektir.»
Bozulan dengenin
düzelmesi ve bu defa daha çok azıp şrmaran İranlı'ların
ağır bir şamar yemesi gerekiyordu. İşte bu iki büyük devlet arasında ikinci
kanlı savaş bu sonucu belirlemiş oldu.
İlgili âyetlerle de
açıklandığı gibi, bu sonuç Cenâb-ı Hakk'ın sünneti doğrultusunda verdiği bir söz idi ve o söz
mutlak surette yerine geldi.. Ne var ki insanların çoğu sünnetullah'ın
câri olan plân ve programını bilmezler; o bakımdan olayları sadece zahirî
sebeplere döndürüp Allah'ın yeryüzüne hâkim olan denge kanununu unuturlar.
Bunun sebebine
gelince, Cenâb-ı Hak, yedinci âyetle bizi aydınlatır
anlamda bilgi veriyor ve olayların iç yüzünü, hikmetini daha iyi düşünüp sonuç
çıkarmamızı ilham ediyor: «Onlar dünya hayatının bir diş tarafını bilirler.
Onlar âhiretten oldukça habersizdirler.»
Tarihî bir olayın önemli yanı
üzerinde durulup Kur'ân'da yer alması, elbette ki
boşuna değildir. Mü'minlere karşı üstün durumda olan
ve durmadan işkence edip onları kendi öz vatanlarında rahat bırakmayan Mek-keli şımarık müşriklere, yakın gelecekte Kur'ân'a sarılan mü'minlerin üstünlük
sağlayacağı ve küfrün azgınlık ve saldırısını durduracağı ihtar ediliyor ve mü'minlere, biraz daha sabretmelerinin kendilerini sâhil-i
selâmete eriştireceği müjdeleniyordu. Nitekim Kitap Ehli olan Romalı'lar, putperest, ateşperest İranlı'ları mağlup ettiği
yılda, İslâm mücahitleri de Bedir Sava-şı'nda müşrikleri
hezimete uğratıp elebaşılarının çoğunu kılıçtan
geçirmişlerdi. Şüphesiz ki bu bir tesadüf değil, ezelî plâna göre ilâhî va'din gerçekleşmesi idi.. [6]
Yukarıdaki âyetlerle,
yeryüzünde azıp sapıtan milletleri birbirleriyle te'dip
ve terbiye ettiren Cenâb-ı Hakk'ın
denge kanununa işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî
denge ve düzen kanunundan habersiz olanların veya bu hususta şüphe izhar
edenlerin göklerle yerin nasıl ahenk, uyum, denge ve düzen içinde yaratıldığına
bakmaları, ilmî açıdan araştırma yapmaları tavsiye ediliyor. Sonra da Hakk'a baş kaldırıp tuğyan eden milletlerin nasıl yok
edildiklerine atıf yapılarak inkarcı ve şüphecilerin yeryüzünde gezip tarihî
kalıntıları görmeleri hatırlatılarak peygamberlerin teb-lîğ ve irşadına kulaklarını tıkayanların akıbetine
dikkatler çekiliyor. [7]
8— Kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah
gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ile ve (kendi katında)
belirlenmiş bir süreye kadar (takdir edip) yaratmıştır. (Ne yazık ki)
insanların çoğu Rablarına kavuşmayı inkâr ederler.
9— Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden
önceki (mlllet)lerin sonlarının
ne olduğuna bakmıyorlar mı? Ki onlar kuvvetçe bunlardan üstün idiler, üstelik
yeryüzünü kazıp sürmüşler, toprağı altüst etmişler ve (bulundukları) yeri
bunlardan daha çok bayındır hale getirmişlerdi. Peygamberleri onlara açık
belgelerle, mu'cizelerle gelmişlerdi. Allah onlara
haksızlık eder olmadı; ama onlar kendilerine zulmettiler.
10— Sonra da
kötülük işleyip onu huy edinenlerin sonu (ne fena olmuştur). Çünkü onlar
Allah'ın âyetlerini yalanlamışlar ve onunla alay etmişlerdi.
«Kendi kendilerine
düşünmediler mi ki, Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları hak ile
ve (kendi katında) belirlenmiş bir süreye kadar (takdir edip) yaratmıştır..»
Diyebiliriz ki,
düşünmeyle akıl birbirine bağlıdır. Aynı zamanda bu iki nimetle insan diğer
canlılardan ayrılıp çok mükerrem yaratıldığını isbatlar. O bakımdan Cenâb-ı-Hak
insanoğlunu hakikati anlamaya, gerçeği görmeye çağırırken daha çok onun bu iki
özelliğini harekete geçirmeyi ister ve insanı bu iki cevheriyle değerlendirir.
Zira başta Cenâb-ı Hak olmak üzere birçok şeyleri
tanımamızı, anlamamızı, hakkı bulup iman etmemizi bu iki yeteneğimizle
sağlayabiliriz.
Konumuzu oluşturan
âyetle de Cenâb-ı Hak, inkarcı nankörlerin aklına ve
düşüncesine seslenerek iimin yolunu gösteriyor.
Göklerin ve yerin «hak» ile, yani plân, program, hesap, uyum, denge ve düzen
ölçüleriyle yaratıldığını iyice düşünmelerini, akıllarını kullanıp bu açıdan
Allah'ın varlığını ve kudretinin sınırsızlığını anlamaya çalışmalarını
hatırlatıyor.
Göklerde ve yerde bir
düzensizlik, dengesizlik söz konusu olabilir mi? Mülk Sûresinde bu sorunun
cevabı çok net biçimde şöyle verilmektedir: «O ki yedi göğü tıpatıp uyum
halinde yaratmıştır. Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir düzensizlik,
uygunsuzluk göremezsin; gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozuktuk
görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de
bak; gözün yorgun, bitkin halde alçalmış olarak sana döner.» [8]
Ancak unutmamak
gerekir ki, her başlangıcın bir sonu, her yapılanın bir yıkılışı, kurulan her
düzenin bir gün yerini başka bir düzene bırakması mukadderdir. Göklerin ve
yerin kuruluşunda devam edegelen düzenin de
belirlenmiş bir vakti vardır. Buna onların eceli de diyebiliriz. Saati gelince
yıkılıp yerini yeni bir düzene bırakır. Sekizinci âyetle bilhassa ilâhî
takdirin bu tecelli yanı yansıtılıyor; her yeninin bir gün eskiyeceğine dikkatler
çekiliyor.
Şüphesiz ki burada bir diğer
önemli husus da şudur: Göklerin ve yerin kuruluş ve dengesiyle ilgili ilâhî
plân anlatılırken ilmî araştırmaya kapı açılıyor ve insan aklına geniş yer
verilerek gerçeği bulup çıkarması isteniliyor. Zira güneşin bir gün özelliğini
kaybetmiyeceğini kim iddia edebilir? Dünyanın bir gün
yörüngesinden çıkmayacağını kim kesin hükme bağlayabilir? Ortada bir başlangıç
varsa, mutlaka bir son da söz konusudur. İşte Kur'ân-ı
Kerîm'de başlatmanın da, düzeni değiştirmenin de rastgele
değil, belli bir plâna göre takdir edildiği haber verilerek konuya bu açıdan
eğilmemiz isteniliyor. [9]
«Onlar yeryüzünde gezip
de kendilerinden önceki (millet)lerin sonlarının ne
olduğuna bakmıyorlar mı?..»
İlgili âyetle, inkâr
ve ahlâksızlıkta, sapıklık ve azgınlıkta ısrar eden kavim ve topluluklara,
kendilerinden daha güçlü milletlerin küfür ve azgınlıkları, zulüm ve
ahlâksızlıkları yüzünden yıkılıp yok edildiklerini gezip görmeleri ve mevcut
arkeolojik kalıntılar üzerinde araştırma yapmaları tavsiye ediliyor.
Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu konu işlenirken
milletlerin yıkılış sebepleri daha çok beş madde halinde özetlenmektedir:
1— Gönderilen peygamberlere karşı gelip, ilâhî
teblîğe kalp ve kulaklarını tıkamaları,
2— Haksızlıkta bulunup, zulmü araç olarak
kullanmaları,
3— Kötülüğü huy edinip ahlâksızlığa prim
vermeleri,
4— Allah'ın âyetlerini yalan ve uydurma
saymaları,.
5— Hakkı ve doğruyu gösteren, iyiliği tavsiye
eden peygamberlerle, üim adamlarıyla ve faziletli
mürşitlerle alay etmeleri..
Nitekim konumuzu oluşturan
dokuzuncu âyetle de bu beş madde kısaca belirtilmekte ve yaşamakta olan
inkarcıların çok iyi düşünüp gerçeğe kalplerini açmaları hatırlatılmaktadır. [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcılarla şüphecilerin aklına ışık tutulup bilimsel yönden ipucu verilerek
Allah'ın varlığına delâlet eden belgeler sıralandı. Sonra da kalp ve
kulaklarını bu gerçeklere tıkayan milletlerin yıkılıp yok olma sebeplerini
araştırmaları hatırlatılarak tarihî harabelere dikkatleri çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
önce yaratmaya başladığı gibi, sonra öldürüp tekrar diriltmek için, kurduğu
düzeni bozarak yeni bir düzen meydana getireceği haber veriliyor ve suçlu
günahkârların âhiret gününde uğratılacakları cezadan
bir iki safha tasvir edilerek, gereken uyarı yapılıyor. [11]
11— Allah,
önce halkı (veya hayatı başlatan hilkat kanununu) meydana getirir. Onu
(öldükten) sonra geri çevirir. Sonra da ancak O'na döndürüleceksiniz.
12— Kıyamet saati gelip çattığı (ikinci hayata
kalkıldığı) gün suçlu günahkârlar umutsuz olurlar.
13— (Allah'a) koştukları ortakları, onlar için
hiç de şefaatçi değillerdir. Onlar (ister istemez o gün) o ortaklarını inkâr
ve reddedip dururlar.
14— Kıyamet kopacağı gün, evet o gün
(putperestlerle putları, mü'-minlerle kâfirler, suçlu
günahkârlarla suçsuzlar) birbirlerinden (seçilip) ayrılırlar.
15— Artık dosdoğru imân edip iyi-yararlı
amellerde bulunanlar Cennet bahçelerinde ağırlanıp neşelenirler.
16— İnkâr
edenlere; âyetlerimizi ve Âhiret'te bana kavuşmayı
yalan-hyanlara gelince: İşte onlar azap için hazır
duruma getirilirler.
«Allah once nalkl (veva
hayatı başlatan hilkat kanununu) meydana getirir. Onu (öldükten) sonra geri
çevirir. Sonra da ancak O'na döndürüleceksiniz.»
Hayatı başlatan ilâhî
«hilkat kanunu», önce yoktan var kıfar, sonra belli
bir süreye kadar ezelî plân gereği yaşatır, sonra da öldürür de canlıları
toprak haline getirir ve onlardan sayısı belirsiz bakteriler oluşturur. Sonra
bu kanunun gereği, çer çöp haline getirdiği bitkilerde olduğu gibi, toprak
haline soktuğu insanları yeniden hayata döndürür. İlk yaratmak nasıl «kün emri»ne bağlıysa, ikinci yaratmak da öylece «kün emri»ne bağlanmıştır. Bu emir tecelli edince ilgili
kanunları ve sebepleri harekete geçirir ve belli elementleri biraraya getirerek ruha ikinci bedeni hazırlamış olur.
O bakımdan ilgili on birinci
âyetle bu gerçeğe değinilerek, her şeyin ilâhî kudretin tecelli ve tezahürüyle
hayata başladığı ve yine o kudretin te-cellisiyle birinci hayata veda edeceği ve aynı tecelliyle
ikinci hayata kaldırılacağı belirtilirken, sonunda insanların Allah'a, O'nun
sonsuz kudretine döndürüleceği açıklanmakta ve bundan başka bir dönüş yönü ve
yeri olmadığına işaret edilmektedir. [12]
«Kıyamet saati gelip
çattığı (ikinci hayata kalkıldığı) gün suçlu günahkârlar umutsuz olurlar.»
Allah'a ve âhiret hayatına inanmayan nankör sapıklar, kıyamet günü
ikinci hayata gözlerini açınca, Cenâb-ı Hakk'ın ancak mutlak hikmet sahibi bulunduğunu ve mutlak
surette adaletle hükmedeceğini anlarlar. Dünya hayatındaki fırsatları
kaçırdıklarına binlerce defa pişmanlık duyup üzülürler ve verilen belli ömür
süresinde Allah'ı tanımayıp inkâra saptıklarını, emirlerine kulak ve kalplerini
kapalı tutup nankörlük ettiklerini düşünerek derin bir ümitsizliğe kapılırlar.
Zira dünyada ümitsiz bir hayat süren, ümitsizlik üzerine ölenlerin âhirette de ümitsizlik içinde azaba atılacakları sün-netullah ve adâletullah
gereğidir. Ceza daha çok amelin cinsinden olur.
Allah'ı bırakıp
yontulup şekillendirilen cisimlere «tanrı» diye tapanlar ise, o gün putlarının
şefaatçi olamıyacaklarını öğrenirler ve ister istemez
«ilâh» diye taptıkları bu cisimleri red ve inkâra
kalkışırlar. Ama nafile.. Zira dünya hayatında inanılması gereken Yüce
Yaratan'ı inkâr etmişler ve âhiret hayatını bir türlü
akıl ve havsalalarına sığdıramamışiardı.
Böylece dünya hayatında
Allah'ı inkâr edip canlı cansız birtakım şeylere tapanlar, âhiret
gününde bunun aksine bir yol izlemek isterler; Allah'ı tanımaya başlarlar ve
sahte ilâhlarını red ve inkâr ederler. Artık bu dönüşün
bir anlam ve yararı olmaz. Zira teklif ve sorumluluk dönemi sona ermiş; ceza,
hesap ve mükâfat dönemi başlamıştır. Böylece herkes ameliyle, niyetiyle başbaşa kalır; Allah'ın izni olmadan kimse kimse adına şefaatçi olamaz. Hüküm, bütünüyle Allah'a
aittir. İlâhî adalet gereği, iman ve sâlih amellerle
ömürlerini değerlendirenlere büyük mükâfatlar; inkâr ve azgınlıkla geçirenlere
elim cezalar verilir. [13]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın yaratmaya başladığı gibi, öldürüp düzeni bozduktan sonra yeniden
dirilterek ikinci hayatı başlatacağı konu edildi. Bu gerçeğe kalp ve kulaklarını
tıkayanların ilâhî azaba hazır duruma getirilecekleri açıklanarak gereken uyan
yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, ibâdet
edilmeye ancak Allah'ın lâyık olduğu belirtilerek beş vakit namazın önemine
işaret ediliyor. Sonra da Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden birkaç
belgeye yer verilerek akıl ve idrâkler bu konuya döndürülmek isteniyor. [14]
17— O halde akşamlarken, sabahlarken Allah'ı
teşbih edin (O'nun için namaz kılın).
18— Hamd (her türlü
güzel övgü) göklerde de, yerde de O'na mahsustur, (övülmeğe ancak O lâyıktır).
İkindi vaktinde de, öğleye girerken de (O'nu tesbîh
edin, namaz kılın).
19— O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden
çıkarır. Yeryüzüne, (kuruyup) ölgünleştikten sonra hayat verir ve işte siz de
böylece (kabirlerinizden) çıkarılacaksınız.
«Allah'ın neden
İbrahim Peygamber'! «hfalîl» (yani yakın dost) diye
adlandırdığını size bildireyim mi? Zira o, her gün sabahlayıp akşamladığında
«SUBHANELLAHI HÎNE TÜMSUNE VE HÎNE TUSBİHÛN VE LEHÜ'L-HAMDU VE AŞIYYEN VE HÎNE
TÜZHİRÛN» derdi.» [15]
d.r. enoLÎ!^' tera.zide
a?lr aelen: Ranman'a sevimli olan iki kelime var-ö.r. SUBHANELLAHI VE Bl-HAMDİHİ; SÜBHANELLAHİ'L-AZÎM.» [16]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün ashabına sordu:
— Sizden biriniz her gün bin sevap kazanmaktan
âciz olabilir mi? Ashab-ı Kiram :
— Bin sevap nasıl, ne ile kazanılır? deyince,
Efendimiz şöyle buyurdu :
— Yüz defa tesbîh
ederse, kendisine bin sevap yazılır; bin kusur ve günahı bağışlanır.» (Kul ve
millet hakkında doğan günahlar bunun dışındadır). [17]
<(O halde
akşamlarken, sabahlarken Allah'ı tesbîh edin (O'nun
için namaz kılın),.»
Yukarıdaki âyetle,
Allah'ı tesbîh etmemiz, O'nu kemal sıfatlarıyla övmemiz,
O'nu her türlü noksan sıfatlardan tenzîh etmemiz emredilmekte-dir. Zira varlık âlemi en küçük parçasından en büyük
sistemine kadar bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh etmekte ve her
parçası O'nun kudretinin damgasını taşımaktadır. Güneş sistemi başta olmak
üzere fezaya belli bir plâna göre serpiştirilen bütün sistemler ve onlara bağlı
gezegenler kendilerine ayrılmış yörünge ve merkezde durmadan hareket halinde
olup, o çok Yüoe Yaratan'ın buyruğuna baş eğmektedir.
Kâinatın bu teşbihine
insanoğlunun da aklıyla, idrakiyle, imân ve ir-fanıyla katılması gerekmez mi?
Varlık alanına getirilen canh-oansız
her şey yaratıldığı hikmet ve amaoa bağlı kalıp
beklenilen hizmeti kusursuz vermektedir. Kaldı ki, onların hemen hepsinin
hizmeti insanlardan yana bir anlam taşımaktadır. Güneşin faydası kendi
varlığından yana değil, insanlardan yanadır. Bunun gibi bir meyva ağacının verdiği meyva,
ağaç için değil, insan içindir. İşte her şey böyle bir programla insana el
uzatmakta, yardım etmekte ve fayda sağlamaktadır.
Özetliyeoek olursak, diyebiliriz ki: Var olan her şey insan için,
insan da Allah'ı bilip tanımak, O'na ibâdet için yaratılmıştır. Bu manayla
İnsan, kâinatın gayesi ve var kılınmasının hikmeti oluyor. Kâinatta insan
denilen bu kadar üstün ve şerefli canlı varsa, kâinat anlam kazanıyor; insanın
olmadığını farzedelim, o takdirde kâinatın var
kılınması anlamsız ve hikmet-siz kalıyor.
İşte beş vakit namaz,
insanı yaratıldığı amaç ve hikmete yöneltmekte ve Cenâb-i-Hakk'a akıllıca kulluk etmesini sağlamaktadır. O bakımdan
ilim adamları, tesbîhle düzenli hareketin, teşbihle
namazın içice olduğunu belirtmişlerdir. İlgili âyet bunun en güzel ifadesini
taşımakta ve bizleri aydınlatmaktadır. Şöyle ki:
«Akşamlarken» tabiri,
akşam ve yatsı namazlarına; «sabahlarken» tabiri, sabah namazına; «aşiy» tabiri, ikindi namazına; «hîne tüzhirûn»
tabiri, öğle namazına delâlet etmektedir. Bütün bu vakitlerde gerekli olan her
çeşit tesbîhi, namaz ibâdeti en güzel ve en uygun
biçimde kendinde taşımakta ve namaz kılan kimse bu ibadetiyle kâinatın
teşbihlerine denk bir tes-bîhte
bulunmaktadır.
Böylece Kur'ân'da
namazın beş vaktinden söz edilip edilmediğini tartışma konusu yapanlara da en
güzel cevap bu âyetle verilmiş oluyor. Nitekim İbn Abbas'a (R.A.) : «Kur'ân'da beş
vakit namaza delâlet eden bir âyet var mıdır» diye sorulduğunda, onlara
konumuzu oluşturan 17 ve 18. âyetleri okumuş ve bunların beş vakit namaza
delâlet ettiğini belirtmiştir. [18]
«O diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden
çıkarır. Yeryüzüne (kuruyup) ölgünleş-tikten sonra hayat verir ve işte siz de
böylece (kabirlerinizden) çıkarılacaksınız.»
Bu konu Kur'ân'ın dört ayrı yerinde açıklanmaktadır. [19]Cenâb-ı Hak, eşyada izhar ettiği hilkat kanununa
dikkatlerimizi çekmekte ve düşünce ufkumuzu genişletmektedir. Zira hayatın
sırrı ve bağlı bulunduğu kanun bütün eşyada kusursuz işlemektedir. Öyle ki
bitkiler ve hayvanlar âleminde cari olan botanik ve biyolojik esaslar ve
kanunlar, ilk konulduğu gibi sapmadan hedefine ve amacına doğru ilerlemekte,
ilâhî takdire baş eğip hizmetini sürdürmektedir.
Böylece ilgili dört
yerde bu gerçeğe işaret edilmekte, bitki ye hayvanların biri ölü, diğeri diri
sayılan iki devresi bulunduğu belirtilmektedir: Tohum, bitkinin ölü devresi;
filizlenip yeşermesi diri devresidir. Yumurta, tavuk ve diğer yumurtlayan
hayvanların ölü devresi; kuluçka süresi sonunda oluşan civciv, onların diri
devresi sayılır. İnsana gelince: Onun da sperma ve ana rahminde oluşan yumurta
ölü devresi, ana rahminde oluşup cenin haline gelmesi diri devresidir.
O halde burada «ölü»
sözü, bütünüyle cansızlığa delâlet eden bir kavram değil, çıplak gözle cansız
hareketsiz sanılan ve aslında canlı olan varlık demektir.
İşte böylece Cenâb-ı Hak yeryüzünü, içindeki ölü devresiyle ilgili bitki
kökleri, sporları ve tohumlarıyla harekete geçirip diriltir. Bunun gibi,
insanları da öldürdükten sonra ruhlarının taşıdığı öz ve mayayı harekete
geçirmek suretiyle yeniden diriltir.
Ancak bitkilerin tekrar
yeşermesi, spermanın cenin haline gelmesi, dünya hayatıyla ilgili
bulunduğundan, o husustaki cari ilâhî kanunu biliyoruz. Öldükten sonra diri
kalan ruhumuzun taşıdığı manevî çekirdeğin bir istihale döneminden sonra
maddeye intikali ve diri bir insana dönüşmesi ise, âhiretle
ilgili bir kanun olduğundan mahiyetini tam anlamıyla bilemiyoruz. Ne var ki, Cenâb-ı Hak anlamamızı bir bakıma kolaylaştırmak için dünya
hayatıyla alâkalı botanik ve biyolojik kanunların işleyiş tarzını misal
vererek, aynı yüee kudretin âhiret
hayatıyla ilgili kanunları da bir gün işler duruma getireceğini va'dediyor. İlâhî kudretin erişilmezliğine inananlar,
elbette ki buna da inanırlar ve teslimiyet gösterirler. [20]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'ı tesbîh etmemiz emredilip beş vakit namaz konu
edildi ve ilâhî kudrete bağlı hilkat kanununun dünya ve âhiret
hayatıyla İlgili tecellisine dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
varlığına, birliğine ve kudretinin her şeye yettiğine delâlet eden on bir kadar
belge sıralanıyor. Böylece inkarcı ve şüphecilerin aklına ışık tutularak ilmî
ölçülerle konu üzerinde düşünmeleri tavsiye ediliyor. [21]
20— O'nun (varlığına ve kudretinin yüceliğine
delâlet eden) açık belgelerinden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra
da siz insan olarak (yeryüzüne) yayılırsınız.
21— O'nun açık belgelerinden biri de, size
kendinizden eşler yaratmasıdır ki, onlarla sükûnet bulup huzura kavuşursunuz.
Aranızda sevgi ve rahmet meydana getirmiştir. Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir
millet için öğütler, ibretler ve deliller vardır.
22— O'nun açık belgelerinden biri de, gökleri ve
yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz ki
bunda ilim adamları için deliller, ibretler vardır.
23— O'nun açık belgelerinden biri de, gece ve
gündüz (gerektiğinde) uyumanız ve
O'nun geniş lûtfundan (geçiminizi) arzulayıp araman
izdir. Şüphesiz ki bunda işitebilen bir millet için öğütler ve ibretler vardır.
24— O'nun açık belgelerinden bîri de, size korku
ve umut vermek için şimşeği göstermesi ve gökten su indirip öldükten sonra
yeryüzüne hayat vermesidir. Doğrusu bunda aklını kullanan bîr millet için
deliller ve ibretler vardır.
25— O'nun açık belgelerinden biri de, göğün ve
yerin O'nun buyruğuyla (yörüngelerinde hareketlerini sağlayıp) durmasıdır.
Sonra da sizi bir defa çağırınca hemen yerden çıkarsınız.
26— Göklerde ve yerde bulunan (her şey) O'na
aittir. Hepsi de (ister istemez) O'nun buyruğuna boyun eğip itaat etmektedir.
27— Önce halkı yaratan, (öldürdükten) sonra da
diriltip (hayata) çeviren O'dur, Bu da O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve
yerde en yüce misaller, en bedi' sıfatlar O'nundur. O çok güçlüdür, çok
üstündür ve hikmet sahibidir.
«Şüphesiz ki Allah
(ç.c.) Âdem'i, yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır.
O sebeple insanlar yeryüzünün (rengine göre) oluşmuşlardır: Kimi kızıl, kimi
beyaz, kimi siyah renkte; kimi de bu renkler arasında bir renktedir. Kimi
murdar, kimi temiz, kimi de bu ikisi arası nitelikte bulunuyor.» [22]
«Şanı yüce Allah buyuruyor:
Âdemoğlu beni yalanladı. Oysa bu onun hakkı değildir ve bana dil uzattı, bu da
onun hakkı değildir. Onun beni yalanlaması, «Beni ilk yaratıp meydana
getirdiği gibi, öldüğümden sonra tekrar diriltip hayata çevirmez» demesidir.
Oysa ilk yaratma, öleni hayata çevirmekten bana daha kolay değildir... Bana
dil uzatması ise, «Allah evlât edindi» demesidir. Oysa ben birim, hiçbir şeye
muhtaç değilim; her şey bana muhtaçtır; öyle bir samed'im
ki doğurmadım, doğurulmadım ve hiçbir şey bana denk
olamaz.» [23]
«O'nun (varlığına ve kudretinin
yüceliğine delâlet eden) açık belgelerden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır.
Sonra da siz insan olarak (yeryüzüne) yayılırsınız.»
İlk insan Âdem (A.S.)
topraktan yaratıldığı gibi, onun nesli de bir bakıma topraktan
yaratılmaktadır. Konumuzu oluşturan âyetle bu husus, Allah'ın varlığına ve
birliğine delâlet eden bir belge olarak takdim ediliyor.
İnsanın, şu hayvanın
veya bu hayvanın gelişip tekâmül etmesiyle bugünkü duruma geldiğini İddia
etmek, yani Darvinizm'i benimseyip insan ve diğer
canlıların doğrudan doğruya yaratılmadığını, ancak bir gelişme sonunda bugünkü
hallerini aldıklarını söylemek, bir çırpıda kutsal sayılan her şeyi inkâr etmek
ve semavî dinlerin getirdiği bütün esasları kökünden yıkmak ve dolayısıyla
kâinatı çok mükemmel bir plânla yaratıp her canlı hakkında bir defa tecelli
etmek suretiyle başlangıç noktasını belirleyen Allah'ı tanımamak olur. [24]
Cenâb-ı Hak bu gibi sakat görüşleri, saptırıcı nazariyeleri
temelinden yıkmakta ve gerçekçi ilim adamlarına hareket noktasını gösterip temel
bilgi vermektedir.
insanın topraktan
yaratıldığı iki ayrı durumuyla, yani ilk insan Âdem'in doğrudan, neslinin ise
dolaylı şekilde menşe'lerinin toprak olduğu kesinlik arzediyor.
Şöyle ki: Bütün canlıların menşei su ve topraktır. İlk insanın yaratıldığı
toprak nasıl su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline ve ondan da insan
suretine geçiş sağlanmışsa, Âdem'den üreyen insanlar
da yine toprak ve sudan nemalanıp vücut
bulmaktadırlar. Toprak ve suyun yeşertip yetiştirdiği bitkiler baba sulbunda spermaya, ana rahminde yumurtaya dönüşmekte ve
sonra belli ortam ve şartlarda gelişip oğulcuk (rüşeym)
şekline gelerek insan denilen canlı meydana gelmektedir.
Ne var ki biz, doğrudan
doğruya topraktan yaratılan ilk insan hakkında tecelli eden «kün emri»ne inanıyoruz, keyfiyetini bilmiyoruz. Şüphesiz ki
bu emrin tecellisiyle belli kanunlar harekete geçirilerek sebepler oluştu-' rulmuş ve Âdem (A.S.) vücut bulup hayata adımını atmıştır.
Bu olayla ilgili kanunların mahiyeti bizim deney ve gözlem sınırının ötesinde
kalmaktadır. Âdem'den üretilen insanlar hakkındaki hilkat kanununun önemli bir
kısmını biliyoruz; çünkü deney ve gözlemimizin sınırları içinde bulunmaktadır. [25]
«O'nun açık belgelerinden biri de, size
kendinizden eşler yaratmasıdır ki onlarla sükûnet bulup huzura kavuşursunuz.
Aranızda sevgi ve rahmet meydana getirmiştir. Şüphesiz bunda düşünebilen bir
millet için öğütler, ibretler ve deliller vardır.»
Kur'ân-ı Kerîm ve sahîh hadîslerde açıklandığına göre, ilk
kadın Havva, Âdem Peygamber'den yaratılmıştır. Hadîslerde bu cümle biraz daha
açıklığa kavuşturularak, Havva'nın Âdem Peygamber'in kaburgasından yaratıldığı
belirtilir. Şüphesiz hilkat kanununun bu tarz işleyişinin birtakım sır ve
hikmetleri vardır. Onları şöyle sıraya koyup özetliyebiliriz:
a) Cenâb-ı Hak
canlılardan her birini yaratırken, kudreti o surette bir defa tecelli etmiştir.
Aynı canlı hakkında ikinci bir surette tecelli söz konusu değildir. Âdem
Peygamber'i yaratmayı murad ettiğinde, kudreti o
surette tecelli etmiştir. Böylece Âdem denilen insan hakkında ilâhî kudretin
tecellisi belli surette bir defa gerçekleşmiş bulunuyor. O bakımdan ona zevce
olarak yaratacağı Havva hakkında, belirtilen anlamda ikinci bir tecelli düşünülemiyeceğinden, Havva'yı Âdem'in suretinde onun
kaburgasından yaratmıştır.
b) Kadınla erkek arasında, asılla fer'i
arasındaki ilginin sağlanması prensibi irâde edilmiştir. Böylece erkek asıl,
kadın onun suretinde ona fer' mahiyetinde, yani o gövdenin dalı olarak
yaratılmıştır.
c) Erkekle kadın arasında köklü bir sevgi, ilgi
ve rahmetin kurulması istenmiştir. Zira her şey kendi cinsine, türünün
özelliğine meyleder de onunla sükûnet ve huzur bulur.
d) Neslin devamını sağlamaya yönelik bir tecelli
söz konusudur. Öyle ki: Kadının erkekten yaratılması, erkeğin ona asıl durumuna
geçmesini ve kendinden bir parça olan kadına sıcak
ilgi duymasını kolaylaştırmış ve insan bu duyguyu taşıyarak gözlerini dünyaya
açma düzeyinde oluşturulmuştur. O bakımdan sözü edilen sıcak ilgi ilk insanla
başladığından dolayı genetik bir olay olarak fıtrîdir, irsîdir.
İşte dosdoğru düşünebilen bir
kavim ve millet için bunda açık ve açıklayıcı belgeler, öğütler ve deliller
vardır. [26]
«O'nun açık
belgelerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin
farklı olmasıdır. Şüphesiz ki bunda ilim adamları için deliller, ibretler
vardır.»
Allah'ın yaratıcı
kudretinin açık delillerinden biri de, göklerin ve yerin şaşmaz bir plâna göre
yaratılması ve mükemmel bir düzen ve dengede tutulmasıdır. Ayrıca yeryüzüne
yayılan insanların dillerinin ve renklerinin farklı olmasıdır. Yukarıdaki
âyetle bilhassa ilâhî kudretin bu tecelli ve tezahürüne değinilerek konu
üzerinde ciddi düşünüp araştırma yapmamız ilham ediliyor.
Aynı asıldan, yani kök
ve gövdeden üreyip türeyen insanların cilt renginin beyaz, siyah, san, kızıl
ve bileşik olması başlıbaşına bir araştırma ve
inceleme konusudur. Nitekim yapılan istatistiklere göre, genel olarak dünya
nüfusunun %43'nün sarı, %33'nün beyaz, %24'nün siyah ırka mensup olduğu
anlaşılmaktadır. Ayrıca ilim adamları ırkların birinin diğerinden üstün
oldukları iddiasını anlamsız sayıp bu konuda Resûlüllah
(A.S.) Efendi-miz'in şu açıklamasını tasdîk ederler:
«Hiçbir kimsenin
diğeri üzerine -dindarlık ve salih amel dışında- bir
üstünlüğü yoktur.» [27]
«Allah yanında, İslâmiyette tekbiriyle, tahmidiyle,
tesbîh ve tehliliyle
ömür süren mü'minden daha üstün kimse yoktur.» [28]
«Haberiniz olsun ki,
ne Arabın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Araba:
ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza bir üstünlüğü vardır. Üstünlük takva
(Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma) iledir.» [29]
Böylece Kitap ve
Sünnet'e göre : Üstünlük ırkta, renkte ve dilde değil: dindarlık, sâlih amei ve takva (Allah'tan
korkup kötülüklerden sakınma) iledir, yani kim daha çok imân temeli üzerinde sâlih amellerde bulunur ve Allah'tan korkup fenalıklardan
sakınırsa, Allah yanında o daha üstündür.
Nitekim biyologlar
mikroskop altında baktıkları bir hücrenin hayvan hücresi mi, yoksa insan
hücresi mi olduğunu ayırt edebiliyorlar; ama o hücrenin hangi renkte olan ırka
ait olduğunu bilemiyorlar, yani bu inceliği tes-bit
edemiyorlar. Yine aynı şekilde insan kanı hayvanların kanından kesinlikle
ayırt edilebiliyor; ama kan bütün insanlarda aynıdır, yani bütün insanların
kanı birbirine benzemekle beraber, grup olarak tamamen birbirinin aynı
değildir. Sürekli çalışmalar sonunda insanların kanlarını birbirinden ayıran özelliklen incelenerek dört ana grupta toplandığı
görülmüştür.
İşte bu gerçeğe dayanarak
antropologlar yalnız bir ırkın bulunduğunu, yani insanların tek ırktan
geldiğini söylemişlerdir. [30]
İlâhî sanat ve
kudretin yüceliğine delâlet eden olaylardan biri de, insan derisinin rengini meydana
getiren mekanizmadır. Şöyle ki : Normal deri rengini hemoglobin, karoten ve meianin pigmenti
(maddesi) verir. Ası! rengi veren melanindir. Deri
rengindeki" ırksal ve etnik farklılıklar, meianin
ihtiva eden melenosom ismindeki hücre içi organellerin sayısı, büyüklüğü ve dağılışı ile yakından
ilişkilidir. Bu madde melonist ismi verilen deri
yüzünden biraz derindeki hücrelerde yapıldıktan sonra deri yüzeyindeki keratin hücrelerine sevk edilir ve bu hücreler derinin
rengini ortaya koyar. [31]
Şüphesiz ki bu fizyolojik ve biyo-kimyasal ameliye ile farklı deri renklerinin ortaya
çıkması, çok ince bir hesap ve sağlam plânın neticesidir. İlgili âyetle bu
inceliğe dikkatlerimiz çekilerek, olay üzerinde ilâhî damgayı görmemiz tavsiye
ediliyor. [32]
Bakara Sûresi 31.
âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, dil de ilk insan Âdem'le başlamış ve
zamanla gelişme göstererek gruplara ayrılmıştır. Zira Cenâb-ı
Hak, Âdem Peygamber'e lüzumlu olan eşyanın isimlerini öğretmiştir. Böylece ilk
insanın konuşma nîmetine eriştirildiği ve eşyanın isimleri öğretilerek kendi
aralarında anlaşma ve konuşma imkânlarının doğduğu kesinlik kazanıyor.
Filologların ve diğer
alâkalı ilim adamlarının araştırmaları henüz bu sonuca varmışa benzemiyor.
Onlara göre : Yazı ancak Milat'tan 4.000 yıl önce icad
edildiği için dillerin daha önceki gelişmesi hakkında kesin bir bilgi vermenin
mümkün olmadığı neticesi doğuyor.
Yine ilgili uzmanların
yaptığı araştırma neticesi, dillerin genellikle tek heceli, çok heceli ve
bükümlü olmak üzere başlıca üç gruba ayrıldığını ortaya koymuştur. Bize göre,
bu üç grubun tek menşei vardır, o da Âdem Peygamber'e öğretilen ilk dildir.
Zamanla gelişme ve asıldan sapma ile bu gruplar oluşup meydana gelmiştir.
Şüphesiz bu gelişme ve gruplara ayrılmanın birtakım faydaları söz konusudur. Kur'ân-ı Kerîm bu inceliğe işarette bulunarak
araştırıcılara hareket noktasını göstermektedir.
Diyebiliriz ki: Her
milletin kendi bünyesinde kültür birliği sağlaması bakımından ayrı bir dil
konuşması yararlıdır. Aynı zamanda milletler arasında bilimsel, ekonomik ve
kültürel yönlerden alış-verişin sağlanması, her milletin kendi diliyle
geliştirdiğini bir diğerine aktarması ve o sebeple birbirlerinin dilini
öğrenmeleri gereği doğuyor ve bu da her bakımdan milletler için başka başka faydaların doğmasına yardımcı oluyor.
Bütün insanlar, diğer
bir anlatımla, bütün milletler aynı dili konuşsaydı ne olurdu? Bunun cevabını
birkaç madde halinde şöyle verebiliriz:
a) Günümüze kadar gelişme kaydedip gelen
bilimsel araştırmalar bu kadar hızlı ve başarılı olmazdı.
b) Aynı
dil, ülkelerin uzaklığına ve
farklı kültür yapısına göre, çok farklı lehçe ve telâffuzlarla karmaşık bir hal
alır ve o sebeple toplum ve fertlerin birbirleriyle anlaşmaları zorlaşırdı.
c) Her millet kendi lehçe ve telâffuzunun
doğruluğunu savunur ve böylece dil konusu bir çıkmaza girmiş olurdu.
d) Millî duygular cılız kalır, rekabet duygusu
azalabilirdi.
O halde dillerin farklı
olması, ilâhî irâdeye dayalı sünnetullah doğrultusundaki
takdirin tabii sonucudur diyebiliriz. İnsan zekâ ve irâdesini farklı diller
icat etmeye yatkın kılan Allah'ın şanı elbette ki çok yücedir. O sebeple 22.
âyetin sonunda renklerin ve dillerin ayrı olmasında ilim adamları için
deliller ve ana fikirler bulunduğu belirtilerek başlıbaşına
bir araştırma ve inceleme konusu olduğuna, aynı zamanda Cenâb-ı
Hakk'ın insanlardan yana güzel bir tecellisi
bulunduğuna işaret edilmektedir. [33]
«O'nun açık
belgelerinden biri de, gece ve gündüz (gerektiğinde) uyumanız ve O'nun geniş lûtfundan (geçiminizi) arzulayıp aramanızdır. Şüphesiz ki
bunda işitebilen bir millet için öğütler ve ibretler vardır.»
Bu âyetle de Allah'ın
mutlak düzenine ve insanlardan yana sağladığı rahmetinin bir başka tecellisine;
aynı zamanda sanatının eşsizliğine değinilmekte ve isbatlayıcı
bir delil olarak gözler önüne serilmektedir. Allah'ın bu rahmeti, gece ve
gündüz uykusuyla ilgili olup, beynimizin ve vücudumuzun dinlenmesi bakımından
onun önemine işaret edilmektedir.
Bilindiği gibi, uyku
vücut için gerekli dinlenmeyi sağlayan fizyolojik bir olaydır. Ancak bu
dinlenme, yalnız zaman değil, uykunun o zaman içindeki derinliğiyle de
yakından ilgilidir. Diğer bir anlatımla sözü edilen dinlenme, zaman ve
derinliği çarpımına bağlıdır ki bu çarpıma uyku miktarı denir. Çok yorulan
insanlarda uyku zamanı daha kısadır, ama uyku derinliği daha büyüktür. Böylece
uyku miktarı yine de yeter dereceyi bulur.
Özellikle uzun
günlerde, sıcak mevsimlerde gece uykusu hem pek derin olmaz, hem de uzun
sürmez. O bakımdan az da olsa gündüz uykusuna ihtiyaç vardır. Çünkü vücut
yeterince dinlenmemiş, merkez sinir sistemine gerekli olan dinlenmeyi
sağlayamamıştır.
İşte insanı dinlendiren,
ertesi günkü hayata hazırlayan; sinir sistemini yatıştıran; kalbin ve diğer birçok
organların dinlenmesini sağlayan uyku, işitebilen, işitip de anlayabilenler
için Cenâb-ı Hakk'ın bir lûtfu ve aynı zamanda kudretinin bir başka delilidir. [34]
«O'nun açık
belgelerinden biri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi ve
gökten su indirip öldükten sonra yeryüzüne hayat vermesidir..»
Bilindiği gibi,
şimşek, yıldırım sırasında meydana gelen çok parlak bir ışıktır. Büyük bir
elektrik akımının meydana gelmesiyle oluşur. Zira bulutların elektrik taşıma
gücü çok yüksektir. Havada daima bir miktar elektrik vardır. Bu elektrik, bir
kondansatör işi gören bulutlarda toplanır. Fırtınalı, kuru, sıcak havalarda
nemli bulutlarda toplanan elektrik, buluttan buluta, ya
da yere geçerken şimşek dediğimiz ışıklı bir iz bırakarak şiddetle patlar. İşte
bu patlama «gökgürültüsü», çakma ise «şimşek», yere
düşen elektrik yükü de «yıldırım»dır.
Genellikle yıldırım
çarpmasında, vücuttan milyonlarca voltluk, binlerce amperlik akım geçtiğinden birden kömürleşme olur, insan ölür.
O bakımdan bulutlu bir
havada şimşeğin çakması, insanlara hem korku verir, hem de susuz kalan
arazinin muhtaç olduğu yağmura kavuşma ümidini doğurur. Fiziksel anlamda
meydana gelen bu olay hem tesadüfi değildir, hem de yararları söz konusudur. Kur'ân, ilâhî düzene bağlı olan bu önemli olayı da Allah'ın
varlığına ve kurduğu düzeninin kusursuzluğuna delil göstermekte ve bu açıdan
insan aklına seslenmektedir. [35]
Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın insan hayatını düzenlemede birçok
olaylardan üç ayrı olayı sıralarken önce düşünmeye, sonra ilme ve âlime, sonra
işitme ve anlamaya, sonra da aklı kullanmaya yer vererek müstesna bir sıralamada
bulunmaktadır. Öyle ki:
Düşünme araştırmaya ve
gerçeği bulmaya sevkeder. Araştırma ilmî gerçekleri
bulmaya yarar. Düşünme ve araştırma aynı zamanda işitme ve anlamayı yönlendirir
ve onu bilimsel ölçülerle birleştirir.
Bunların hepsi aklı
imânla birleştirip lâyık olduğu yere oturtur. Aynı zamanda :
Kadının erkekten
yaratılması ve onun için var kılınması, üzerinde durup dikkatle düşünmeye
değer bir olaydır.
Göklerin ve yerin
yaratılması ve dillerin, renklerin farklı bulunması ilmî araştırmayı
gerektiren bir olaydır.
Geceleyin ve gündüzün bir
bölümünde uyuma, kalbi ve kulağı ilâhî düzenlemenin mükemmelliğine çeviren
önemli bir olaydır. Yıldırım, gökgürültüsü, şimşeğin
çakması ve bunun neticesi yağmurun yağıp ölü araziyi diriltmesi ise, akla
malzeme veren birer fiziksel olaydır. Hiç biri kendiliğinden veya tesadüflerle
meydana gelmemekte, kâinat plânında programlandığı şekilde cereyan etmektedir.
O bakımdan tabiatta meydana gelen bu tür fiziksel olaylardan her biri O Yüce
Kudret'in varlığına delâlet etmekte ve her olay O'nun damgasını taşımaktadır. [36]
Yağmurlu havada
yıldırım ve şimşeklerin tesiriyle havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz
azot-monoksit gazını oluşturmaktadır. Bu gaz da tekrar oksijenle birleşerek
turuncu renkli azot-dioksit meydana gelmekte ve yine yıldırım ve şimşeklerin
tesiriyle havadaki nemlik ve azottan amonyak meydana gelmektedir. Azot-dioksit
ise nemliliğin tesiriyle nitrik-asite dönüşmekte,
böylece nitrik-asit ile amonyak havada bulunan karbonik asitle birleşerek
amonyum-nitrat ve amonyum-karbonat oluşmaktadır.
İşte oluşup meydana
gelen bütün bu tuzlar yağmurla birlikte yeryüzüne inmekte, yerdeki mevcut
kalsiyum tuzları ile birleşerek kaisiyum-nitratı
meydana getirmektedir. Bitkiler de bu tuzu emerek gelişme imkânı bulmaktadır.
Böylece bitkileri
yeyip beslenen hayvanlar çeşitli proteinler oluşturmakta ve bu hayvanların
etini, sütünü, yumurtasını yiyen insanlar yeterince gıdasını alıp
beslenmektedir.
Cenâb-ı Hak, «Onun açık belgelerinden biri de, size korku
ve umut vermek için şimşeği göstermesi ve gökten su indirip öldükten sonra yeryüzüne
hayat vermesidir» buyurarak böyle bir havada yağan yağmurun nasıl bir hayatı
birlikte getirdiğine işarette bulunuyor ve Mü'min
Sûresi 13. âyetle bunu biraz daha açıklayarak ilim adamlarına ışık tutuyor-. «O
Allah ki, size açık belgelerini ve delillerini göstermekte ve üzerinize gökten rızık indirmektedir. Ancak O'na yönelip gönül verenler öğüt
ve ibret alırlar.» [37]
«O'nun açık
belgelerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğuyla (yörüngelerinde
hareketlerini sağlayıp) durmasıdır..»
İlâhî düzenleme, belli
bir plân çerçevesinde yaratıldığı amaca yönelik olarak varlığını
sürdürmektedir. Her cisim, her sistem ve her gezegen insan için
yaratıldığından, hepsi de insan hayatını korumaya ve devam ettirmeye yönelik
bir anlam taşımaktadır.
Şöyle ki:
Yerkürenin iki ayrı
hareketle belli bir yörüngede elips çizip seyretmesi ve yaratılıp bu düzene
sokulduktan sonra hiç şaşmaması, kusursuz bir uygulamanın varlığını ve
uygulayanın birliğini isbatlamaktadır.
Güneş'in belli bir
mesafede, belli bir merkez içinde iki ayrı hareketi, yani biri kendi
merkezindeki, diğeri gezegenlerle birlikteki hareketi, dünyaya ve yıldızlara
ışık ve hayat vermesi; yaratıldığı gündenberi bu
hizmetini kusursuz sürdürmesi ve bulunduğu merkezden salmaması, yine sınırsız
bir kudretin tasarrufuna delâlet etmekte ve O'nun birliğini yansıtmaktadır.
Ay'ın dünyanın uydusu
olarak, ona yakınlığı ve kendine has bir yörüngede düzenli biçimde seyretmesi
de Cenâb-ı Hakk'ın üstün
kudretine delâlet etmekte ve insanlara sağladığı yararlarla O sonsuz kudretin
rahmetini yansıtmaktadır.
Bütün bu plânlı, hesaplı,
programlı ve düzenli hareketler, yerçekim ve
merkezkaç kanunlarıyla gerçekleşmekte ve bir zincirin halkaları gibi birbirine
eklenerek Arş'a kadar dayanmaktadır. [38]
«Sonra da sizi bir
defa çağırınca hemen yerden çıkarsınız.»
Kıyamet olayı meydana gelip
mevcut düzen bozulduktan sonra, ikinci hayata kalkma olayı başlar. Oranın
hayat şartlarına uygun ve yine bütünüyle insandan yana yepyeni bir düzen
kurulur. «Kün Emri» ile nasıl sebepler oluşturulup
dünya hayatı var kilınmışsa, yine aynı emirle,
sebepler oluşturularak ölüler diriltilip kaldırılır. Buna «Dâvet-i Hak»
denilir. Bu davetin tecellisi, insanoğlunun âhiret
hayatına has ve oranın şartlarına uygun bir bedene kavuşmasıyla gerçekleşir.
Öyle ki, ilâhî emir sebepleri oluşturup plândaki hükümleri harekete geçirerek
tecelli eder. Ancak bu sebeplerin ve hükümlerin keyfiyetini -bizim deney ve
gözlemimizin dışında kaldığından- bilemiyoruz. Zira değişen düzenin
inceliklerini, özelliklerini ve meydana gelecek olayların detay ve İçyüzünü
şimdiden belirlememiz mümkün değildir. Buna sadece inanıyoruz. Çünkü dünyada
insan hayatını bir süre ayakta tutan şartlar ve kanunlar bütünüyle dünya ile
ilgilidir, yani ona has bir anlam ve hüküm taşımaktadır. Değişik düzen ve
değişik hayat şüphesiz ki değişik şartları, sebeplen ve kanunları gerektirir. [39]
«Göklerde ve yerde
bulunan her şey O'na aittir. Hepsi de (ister istemez) O'nun buyruğuna boyun
eğip itaat etmektedir.»
İlâhî düzenin sağlamlığına,
şaşmazlığına deliller getirildikten sonra, her şeyi hılkatindaki
özellikleri ve amaçları doğrultusunda plândaki yerine oturtan Cenâb-ı Hakk'a böylece her
varlığın boyun eğip itaat ettiği, yani her şeyin bağlı bulunduğu sebepler ve
kanunlar çerçevesinde yaratıldığı maksada yöneldiği belirtildi. İşte bu
yönelme, ilâhî buyruğa itaat anlamına gelir. İlgili 26. âyetle dikkatler,
sözünü ettiğimiz hususa çekilmekte ve bu düzenleme ve programlamanın dışına
çıkan kimselerin yaratıldıkları amaçtan saptıkları, plândaki yerlerinden bir
bakıma koptukları hatırlatılmaktadır. [40]
«Önce halkı yaratan,
(öldürdükten) sonra da diriltip (hayata) çeviren O'dur, Bu O'na göre pek kolaydır..»
Varlık alanında yer
alan her canlıyı ilk yaratıp hayat düzeyine getirmek nasıl Cenâb-ı
Hakk'a mahsussa; insanları öldürdükten sonra yeni bir
düzen kurup onları dirilterek kaldırmak da ancak O'na hastır, İlk yarattığında
misal ve model yoktu. İkinci yaratmasında ise, hem misal, hem de model vardır.
Gerçi Allah için misal ve model söz konusu değilse de inkarcıların ve
şüphecilerin anlayış ve kavrayışlarını kolaylaştırmak için âyette «mesel-i a'lâ» tabiri kullanılmıştır. Şöyle ki: Eğer yaratmakta bir
güçlük ve imkânsızlık olsaydı, o takdirde ikinci yaratmak cok
daha kolay sayılabilirdi. Oysa Cenâb-ı Hakk'a göre bir güçlük ve imkânsızlık hiçbir zaman söz
konusu değildir ve olamaz da..
Yerde ve gökte en yüce misaller,
modeller, örnekler ve güzel sanatlar Allah'a mahsustur. Her şeyin en güzelini,,
en bedi'ini yaratmıştır. İnsanlar, hayvanlar ve
bitkiler hep bu hikmete dayalı bulunmaktadır; hepsi de ilâhî sanatın izlerini
kendinde taşımakta ve yaratılışındaki o üstünlük ve yüceligi
yansıtmaktadır. Zira Cenâb-ı Hak cok
üstün, cok büyük, cok
güçlüdür ve yegâne hikmet sahibidir. Her işi hikmete dayalıdır, her fiil plânlı
ve programlıdır. [41]
Yukarıdaki âyetlerle,
kurduğu mükemmel düzen, koyduğu sağlam öl-cüler;
hazırladığı kusursuz plânla varlığını, birliğini ve kudretinin her şeye
yettiğini belgelerle isbatlayip ortaya koyan Cenâb-ı Hakk'ın cok yüce, cok üstün olduğu
açıklandı. Gerçek anlamda örneksiz ve misalsiz yaratmanın O'na mahsus olduğu
belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
mutlak anlamda ganî olduğu, eşe, ortağa, yardımcıya muhtaç bulunmadığı bir
misal ile açıklanıyor. Sonra da kâinat kitabında hakkın varlığını ve birliğini
terennüm eden satırlara bakıp doğuştan ruhumuza enjekte edilen din ve Allah
duygusunu harekete geçirmemiz ve ilâhî hükümlerin şaşmazlığını görüp anlamamız
emrediliyor. Tev-hîd İnancı
doğrultusunda kendimizi Allah'a verip bölünmekten, gruplara ayrılmaktan
sakınmamız tavsiye ile her zaman haktan yana olanlarla bulunmamızın ilâhî
rızaya uygun düşeceği haber veriliyor. [42]
28— Allah size kendinizden bir misâl veriyor:
Size rızık olarak verdiğimiz nesnelerde sahibi
bulunduğunuz kölelerinizden ortaklarınız bulunmasını; ortaklık konusunda
birbirinizden korkup endişelendiğiniz gibi onlardan korkarak sizinle onların
eşit olmasını ve kendinizi saydığınız gibi onları saymanızı ister misiniz? İşte
biz böylece âyetlerimizi aklını kullanan bir millete bir bir
açıklarız.
29— Ne var ki o zulmedenler, bilgisizce kendi
heveslerine uymuşlardır, Allah'ın saptırdığını kim doğru yola İletebilir? Bu
durumda onlara yardımcılar da yoktur.
30— Sen artık yüzünü Hakk'a
yönelmiş bir bîrleyici olarak dine çevir ki bu, Allah'ın sağladığı bir
mayadır, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratmasında hiçbir
değişme, değiştirme bulunmaz. İşte en doğru, en sağlam din budur! Ama
insanların çoğu bilmezler,
31— Gönülden kendinizi Allah'a verin, O'ndan
korkup (kötülük ve azgınlıktan, sapıklık ve nankörlükten) sakının; namazı
dosdoğru kılın ve sakın müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) olmayın.
32— Onlar ki, dinlerini parçalayıp gruplara
ayrıldılar ve her grup benimsediği şeyle sevinmektedir.
«Doğan her çocuk
fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya yahu-dileştirir, ya hırîstiyan I aştırır, ya da mecûsîleştirir. Dört ayaklı hayvanın azası yerinde dört
ayaklı yavru doğurduğu gibi, doğan çocuğun fıtratında bir noksanlık hisseder
misiniz? (Onda meydana gelen her türlü noksanlık sonradan arız olur). Bu,
Allah'ın sağladığı bir mayadır ki insanları o fıtratta yaratmıştır. Allah'ın
yaratma (kanununda) hiçbir değişme, değişiklik bulamazsın.» [43]
«Her çocuk fıtrat üzere doğar
ve tâ ki dili açılıp konuşmaya başlar. Derken ana-babası onu ya yahudi, ya
da hıristiyan..... yapar.» [44]
«Allah size
kendinizden bir misal veriyor: Size rızık olarak
verdiğimiz nesnelerde, sahibi bulunduğunuz kölelerinizden ortaklarınızın
bulunmasını, ortaklık konusunda birbirinizden korkup endişelendiğiniz gibi
onlardan korkarak sizinle onların eşit olmasını...... ister misiniz?»
İslâm özel mülkiyete
lâyık olduğu yeri ve önemi vermiştir. Onun bu konuda getirdiği esas ve
prensipler ne kapitalizmle, ne de sosyalizmle bağdaşır. Çünkü kapitalizm ilke
olarak özel mülkiyeti savunurken ona bir sınır çizmez. Sosyalizm ise iike olarak toplumsal mülkiyeti savunur ve ferdî mülkiyete
çok az ve çok sınırlı yer verir. İslâmiyet daha çok karma mülkiyet sistemini
ilke olarak kabul eder; öyle ki, devlet, mülkiyeti hem ferd,
hem de toplum yararına belli esaslara ve âdil sınırlara bağlar.
28. âyetle ferdî
mülkiyet üzerinde durulurken, mal mülk sahibi bir kimsenin başkalarının
kendisine onda ortak olmasını istemiyeceğine
dikkatler çekiliyor ve böylece mülkünde mutlak tasarrufa sahip olan Allah'a eş,
ortak, denk ve benzer koşmanın, O'nu adaletsizlikle suçlamanın makul hiçbir
yanı ve anlamı olmadığı belirtiliyor. Bu konuda daha etraflı ve sağlıklı
düşünmeleri tavsiye edilerek toplum ve milletlerin aklına sesleniliyor.
Böylece kendi heveslerine
uyup Allah'a ortak koşanlar da, ferdî mülkiyete hiçbir sınır ve ölçü
koymayan" kapitalistler de, toplumsal mülkiyeti savunup ferdî mülkiyete
pek yer vermiyen sosyalistler de âdil ölçüleri aşıp
haksızlığı benimsemektedirler. Cenâb-ı Hak 29. âyetle
onların bu haksızlığını şöyle açıklamaktadır: «Ne var ki o zulmedenler
bilgisizce kendi heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola
iletebilir? Bu durumda onlara yardımcılar da yoktur.» [45]
«Sen artık yüzünü Hakk'a yönelmiş bir birleyici olarak dine çevir ki bu,
Allah'ın sağladığı bir mayadır, insanları onun üzerine yaratmıştır...»
İslâm, Allah'ın
insanlara son mesajı olarak, O'nun varlığını, birliğini tasdîk doğrultusunda
hakka tam teslimiyet dinidir. Bütünüyle insan ruhuyla, sağduyu ve ak!-ı
selimle uyum halindedir. Anasından doğan her çocuk bu duygu ve mayayla
gözlerini açar. Çünkü onun ruhuna ezelde bu duygu ve maya zerkedilmiştir.
Artık onun bütünüyle silinip belirsiz hale gelmesi düşünülemez. Sadece üzerine
bâtıldan yana kılıf geçirilerek bir tarafa itilir ve tesiri azaltılır.
O halde hiçbir çocuk
kâfir, putperest, ateşperest ve dinsiz olarak doğmaz. Hiçbir anarahmi çocuğun bu mayasını değiştiremez. Çünkü Allah'ın
hilkat kanununda tebdîl söz konusu değildir ve olamaz. Nasıl ki insan, insan
olarak, koyun da koyun olarak doğar; birinden diğerine geçiş
mümkün değilse, insan ruhundaki fıtrî «Tevhîd
İnancı» duygusu da değişmez. Ancak çocuk konuşmaya başlayınca ailesi ve çevresi
onun bu mayasını ya geliştirir, ya
da külleyip tanınmaz hale getirir.
Kur'ân-ı Kerîm en sağlam, en doğru dinin, insan ruhuna zerkedilen ve bütünüyle «Tevhîd
İnancı»nı yansıtan fıtrat dini olduğunu açıklayarak
onu lâyık olduğu şekilde ortaya çıkarmamızı telkin ediyor. Ne var ki insanların
çoğu bu gerçeği bilmezler. [46]
«Gönülden kendinizi
Allah'a verin. O'ndan korkup (kötülük ve azgınlıktan, sapıklık ve nankörlükten)
sakının. Namazı dosdoğru kılın ve sakın müşrikler (Allah'a ortak koşanlarjdan olmayın.»
İmân, önce kalp ile
tasdîk olduğu gibi, kulluk ve dindarlık da gönül teslimiyeti ve yatışkanlığı ile olur. Dış organlarıyla birlikte bedenin
ibâdete katılması, şüphesiz ki gönüldeki imân ve teslimiyeti açığa vurmak ve
ibâdeti âdetten ayırmak içindir.
O nedenle ilgili 31.
âyetle, «gönülden kendinizi Allah'a verin» buyuru-larak
imân ve gerçek dindarlık konusunda kalp teslimiyet ve yatışkanlığının
önemi üzerinde durulmakta ve sadece zevahiri kurtarmak için dış organlarıyla
teslimiyet gösteren sahte dindarların Ailah yanında
hiçbir değeri olmadığına işaret edilmektedir. Zira öylelerinin zahirî
teslimiyeti ruhlarına eniekte edilen fıtrat
mayasından kaynaklanmamakta ve o bakımdan ilâhî rızaya uygun düşmemektedir.
Aynı zamanda fıtrata uygun imân ve teslimiyet ic
disiplini doğurur; kalbi Allah korkusu ve sevgisiyle doldurup insanı iyiye,
doğruya, faydalıya yönlendirir; uygun olmayan inanç ve teslimiyet ne iç
disiplini doğurur, ne de insanı hayra ve fazîlete yönlendirir.
Ruhlarına yerleştirilen
fıtrat mayasını özünden ve amacından uzaklaştırılanların bir başka hali ve
görüntüsü ise, kişisel çıkarlarından yana dinde bölünüp parçalanmayı ısrarla
sürdürmeleri, kendilerinden başkasını tekfîr edip dini ve dindarlığı
inhisarları altında tutmaya çalışmalarıdır. Ce-nâb-ı Hak onların bu cok
tehlikeli ve zararlı tutumlarına değinerek mü1-minleri
şöyle aydınlatıyor: «Onlar ki dînlerini parçalayıp gruplara ayrıldılar ve her
grup benimsediği şeyle sevinmektedir.» [47]
Fıtrat: Çok yönlü bir
kavramdır. O bakımdan ilim adamları az farkla da olsa birtakım açıklama ve
yorumlarda bulunmuşlardır. Onları özetle şöyle sıralayabiliriz:
1— İslâmiyet, hakka teslimiyet.
2— Ruhlar yaratıldığında «Ben sizin Rabbınız deği! miyim?» hitabına
verilen olumlu cevabın özü ve mayası.
3— Her doğan çocuğun din ve Allah duygusuyla
gözlerini açması..
Türün özelliğine bağlı
kalınması, türden türe geçişin mümkün olmadığının
belirlenmesi.. Nitekim otuzuncu âyetin bir bölümünde bu husus şöyle
açıklanmaktadır: «Allah'ın yaratmasında hiçbir değişme, değiştirme bulunmaz.» [48]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın ortağı ve yardımcısı bulunmadığı bir misal ile açıklanırken, ferdî mülkiyetin
önemine değinildi. Sonra da insan ruhuna enjekte edilen din ve Allah duygusu
konu edilerek, batılı bırakıp hakka yönelmenin gereği üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle, insanın
sıkıntılı ve sevinçli günlerindeki tutum ve düşüncesi konu ediliyor. Rızkın,
zekâ, beceri, çalışıp didinme, arayıp bulma gibi kanunlara bağlandığına
işaretle Allah'ın rızkı genişletip daralttığına dikkatler çekiliyor, Sonra da
sosyal adaleti sağlayan zekât ve benzeri yardımlar üzerinde durularak faizden
kaçınmamız açıklanıyor. [49]
33-34—
İnsanlara bir zarar dokununca gönülden yönelerek Rablarına
yalvarırlar. Sonra da kendi katından onlara bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın
ki onlardan bir kısmı Rablarına ortak koşarlar.
Böylece kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük ederler. Öyle ise eğlenip
yararlanın yararlanabildiğiniz kadar, ileride (gerçeği) anlayıp öğreneceksiniz
(ama neden sonra).
35— Yoksa biz onlara ortak koşmakta oldukları
hakkında konuşan (bilgi veren) bir belge mi indirdik?
36— İnsanlara bir rahmet (ferahlık ve genişlik)
tattırdığımız zaman, onunla sevinirler. Kendilerine ellerinin kazanıp öne
sürdüğü bir kötülük dokununca bir de bakarsın ümitsizliğe kapılırlar.
37— Görmezler mi ki, Allah rızkı dilediğine
genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki bunda inanan bir millet için öğüt, ibret
ve açık delil vardır.
38— O halde hısımlara, yoksula, yolda kalmışa
(zekât ve sadaka) hakkını ver. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu dileyenler için
hayırlıdır. Ve işte korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşanlar da onlardır.
39— İnsanların mallarında artış olsun diye
verdiğiniz faiz Allah yanında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek
verdiğiniz zekât (böyle değildir). İşte bunlar (zekât verenler onun)
karşılığını kat kat artıranlardır.
40— Allah, O ki, sizi yaratır, sonra rızıklandırır; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir.
Allah'a koştuğunuz eşler-ortaklardan, bunlardan bir şeyi olsun yapabilen
(yaratabilen) var mıdır? Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir ve
yücedir.
«İnsanlara bir zarar
dokununca gönülden yönelerek Rablarına yalvarırlar.
Sonra da kendi katından bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki onlardan bir
kısmı Rablarına ortak koşarlar..»
Kur'ân'ın bu müstesna anlatım ve tasvirini «insan huyu, insan
karakteri» diye yorumlayabiliriz. Şüphesiz ki, karakterin ortaya çıkmasında
daha çok şu iki şey rol oynar: Sıkıntı ve sevine, darlık ve bolluk.. Birincisi
son kerteye gelince fıtrî duyguyu kamçılar da Allah'a yönelme başlar. İkincisi,
-köklü bir imân ve irfan yoksa- fıtrî duygunun üzerine bir örtü çeker de nefis
ve şehveti ön plâna geçirir ve böylece inkâr ve şüphe baş gösterir.
Bunun için Cenâb-ı Hak mü'minleri böylesine
zikzaklı bir yola girmekten, döneklik yapmaktan uzak bulundurmak için Ankebût Sûresi'nin baş kısmında şu hususu açıklamakta ve
aydınlatıcı bilgi vermektedir: «İnsanlar «inandık» demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan geçirilmiyeceklerini
mi sanırlar.»
Peygamber mektebinde yetişip
O'nun terbiyesini alan ashab-ı kirâm'-ın çoğunun hayatı incelendiğinde görülmüştür ki, darlık ve
sıkıntılı günlerinde de, bolluk ve refah dönemlerinde de hep Allah'ı anmışlar
ve ibâdetlerinde bir gevşeme meydana getirmemişler; sıkıntılı zamanda sabredip
Allah'a güvenip dayanmasını bilmişler; bolluk ve refah günlerinde O'na gönülden
şükrederek nankörlükten kaçınmışlardır. [50]
«Görmezler mi ki,
Allah rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki bunda inanan bir
millet için öğüt, ibret ve açık delil vardır,»
Cenâb-ı Hak 33, 34. âyetlerle insan karakterine işaretle
onun dönek haline değinerek yönlendirici bilgi verdi. 36. âyetle bu konuyu
biraz daha açıklayarak, imânı zayıf, iradesi sarsık kişileri uyararak, hayat
yolunun zikzaklı bulunduğuna, tozpembe olmadığına dikkatlerini çektikten
sonra, rızık
konusunda Rablerini suçlamalarının büyük bir haksızlık ve saygısızlık olduğuna
işarette bulundu.
Çünkü gerçekten Cenâb-ı Hakk'in kurduğu düzen ve
o düzenin bağlı bulunduğu plân ve program değişmez. Hayat kanunları ise
şaşmadan hedefine doğru gider. Artık bu düzen ve kanunlara uyanlar hem
dünyada, hem de âhirette mutlu olurlar; uymayanlar
ise kendilerine haksızlık ve yazık etmiş bulunurlar. Öyle ki, gökler ve yer
taşıdıkları bütün kaynaklarla insari-oğlunun
hizmetine yönelmiş bulunmaktadır. Güneş enerjisi, denizler, buharlaşmalar,
yıldırım ve şimşekler, yağmurlar; toprak ve taşıdığı bakteriler İnsana rıztk hazırlamakta ve aralıksız hizmetlerini
sürdürmektedirler.
Bu durumda insana
düşen tek şey, aklını, zekâsını kullanıp Allah'ın hazırlattığı bu imkânlardan
yeterince yararlanmaktır. Yoksa gökten altın ve gümüş yağmaz; onları elde
etmemizi kolaylaştıran sebepler iner.
O halde kim bilerek,
anlayarak çalışır da rızkını elde etmek için enerjisini kullanırsa, elbette ki
ilâhî rızık kanunu gereği, o yeterince nasibini alır.
Kim de bunun aksine bir tutum içinde olursa, yine o kanun gereği rızkı daralır
ve sıkıntıya düşer.
Gerçek bu olunca,
inanan kişilerin Allah'ın «rezzak» sıfatının anlam ve
hikmetini düşünerek yola çıkmaları ve işe sarılmaları vaciptir. Yoksa kişinin
Allah'a inanması, rızık hususunda yeterli sebep
değildir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın
koyduğu kanun gereği, O rızkı çalışmasını bilenlere, hayata sarılıp mevcut
imkânlardan meşru sınırlar içinde yararlanmaya azmeden-lere
verir, yani elde etme yollarını kolaylaştırır. Bu kişiler ister mü'min, ister kâfir olsunlar, rızık
konusunda kendi yeteneklerini bilinçli kullanmaları onlar için yeterli sebep
teşkil etmektedir.
Bu hikmete dayalı olarak Cenâb-ı Hak, 37. âyetin son kısmında şöyle buyurmaktadır:
«Şüphesiz ki bunda inanan bir millet için öğüt, ibret ve açık delil vardır.» [51]
«O halde hısımlara,
yoksula, yolda kalmışa (zekât ve sadaka) hakkını ver. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu
dileyenler için hayırlıdır. Ve işte korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşanlar
da onlardır.»
İslâm, ferdî mülkiyete
lâyık olduğu yeri vermekle kalmamış, onun toplumdan yana sosyal adaletin
sağlanmasında yardımcı bir faktör olarak sınırlarını da çizmiştir. Böylece hem
kapitalizmden, hem de sosyalizmden kesinlikle ayrılarak kendine has bir sistem
getirmiştir.
Nitekim yukarıdaki
âyetle de ferdî mülkiyete yer verildiğine işaret edilirken sosyal adalete
yönelmemiz emredilmektedir. Zekât ve sadaka, aynı zamanda keffaretler,
faizsiz ödünç ve karşılıksız yardım bunun omurgasını oluşturur.
Kur'ân-ı Kerîm burada birçok sınıfları kapsayan üç sınıftan
söz etmekte ve diğer âyetlerin de bununla ilgili açıklamalarını dikkate
almamızı dolaylı şekilde tavsiye etmektedir. Şöyle ki:
1— Hısımlar
Bu, yakın ve uzak
bütün akrabayı içine alır.
2— «Yoksul» ile çevirisini yaptığımız «miskîn»,
geçim sıkıntısı çekip imkânları çok dar olan bütün fakirleri kapsar.
3— «Yolda
kalmış» ile çevirisini yaptığımız «İbn-i sebil» ise,
gurbette olup sıkıntıya uğrayan yolcu, ziyaretçi ve misafirleri kapsar.
Böylece zekât ve
sadaka alanı içice üç daire çizerek genişler ve hemen hemen toplum
bünyesindeki bütün muhtaçları bu dairelerin içine alır.
Zekât ve sadakada
niyet:
Bu konuda niyet çok
önemlidir. Minnet borcu ve duygusuyla, bir menfaat bekleme arzusuyla değil,
sırf Allah rızasını gözetip sosyal adaleti sağlamak düşüncesiyle
gerçekleşmelidir. Âyette özellikle bu ince ve duyarlı noktaya parmak basılıyor
ve «Allah'ın hoşnutluğunu dileyenler için hayırlıdır» cümlesiyle, amellerin
niyetlere göre değer kazanacağına işaret ediliyor.
Zekât ve sadakanın
sağlayacağı olumlu sonuç:
Şüphesiz bu malî ibâdetin
sağlayacağı daha çok iki mutlu sonuç söz konusudur: Biri dünyada, diğeri ise âhirette gerçekleşir. Dünyada, anti İs-4âmî olan ve parayı
tek değer ölçüsü kabul eden rejim ve ideolojilerin önüne sed
çekip, kardeş bir topluluk yapısında huzurla yaşamaya; âhirette
Allah'ın vereceği mükâfatla bahtiyar olup saadet içinde ebediyen yaşamaya
vesile olur. Cenâb-ı Hak bu iki mutlu sonucu «felah»
sözüyle açıklamakta ve gerçek kurtuluşun ancak ilâhî hoşnutluğa erişmekle
sağlanabileceğine dikkatleri çekmektedir. [52]
Faiz yaygınlaştığı ve
tek amaç haline geldiği zaman toplumun mânevi yapısını tahrip eder; sosyal
adaletin yolunu tıkar; kişisel menfaati ön plâna alır; sömürücü bir düzen
meydana getirmek suretiyle parayı hedef seçen sömürücüleri durmadan
kuvvetlendirir. Emeksiz kazanç yolunu açar ve birtakım yatırımları aksatır.
Yorulmadan sermaye birikimine yeterince kolaylık sağladığından tefeci mevcut
kapitaliyle yorucu yatırımlardan kaçınır. Aynı zamanda faiz nisbeti arttıkça fiat artışlarını
körükler ve bu sebeple piyasada istikrar adına bir şey bırakmaz. Dayanışma,
yardımlaşma, birleşme ve kardeşlik duygularını dumura uğratır; tek değer
ölçüsünün para olduğunu belirler ve bunu çok cazip bir düzeye getirir.
Zekât, sadaka ve
karşılıksız ödünç ise, faiz sisteminin tam aksine bir ortam oluşturur.
Bunun için «mallarda artış
olsun diye verdiğiniz faiz, Allah yanında artmaz» buyurularak
faiz sisteminin nasıl bir sonuç doğuracağı açıklanıyor ve mü'minlerin
bu konuda çok duyarlı olmaları isteniliyor. Bu cümlenin hemen arkasından
«verdiğiniz zekât böyle değildir» cümlesiyle bu iki zıt sistem arasında ciddi
bir mukayese yapmamıza işarette bulunuluyor. Bu nedenle ilim adamlarımız şu
sözü tekrarlamışlardır: «Faiz bütünüyle azaptır; zekât-ve faizsiz ödünç her
yanıyla rahmettir.».[53]
«Allah, O ki, sizi
yaratır, sonra rızıklandırır,- sonra sizi öldürür,
sonra da diriltir.,»
İnsan karakteri
üzerinde duruldu. Çoğunun nankör ve dönek olduğu belirtildi ve bu arada mü'minlere izleyecekleri yol gösterildi. Arkasından toplum
bünyesinde dayanışma ve yardımlaşmanın, kardeş olmanın ve yakınlık kurmanın
önemi üzerinde duruldu. Sonra da toplumu rahmet, fazîlet ve âlicenaplık
doğrultusunda ayakta tutacak olan zekât, sadaka ve karşılıksız ödüne gibi
sosyal adaletin sağlanmasında nazım rol oynayan yardımların aksatılmaması
emredildi. Bunun aksine faizin yapacağı tahribata işaretle konu üzerinde iyi
düşünmemiz ilham edildi. Sonra da yukarıdaki âyetle kafa ve kalpleri imân ve
irfan havasıyla doldurup fazilet düzeyinde tutmak için Allah'ın sonsuz
kudretinin şu dört tecelli ve tezahürü sıralandı :
1— Allah yegâne yaratandır. Yoktan var kılmak
O'na mahsustur,
2— Gerçek anlamda rızık
veren O'dur, Zira kâinatta hemen her şeyi insana baş eğdirip hizmete sevketmiştir.
3— Öldüren, yani ölüm denilen olayı belirleyip
belli kanunlara bağlayan O'dur.
4— Öldükten sonra diriltip ikinci hayata
kaldıran da ancak O'dur.
Bu dört tecelli ve tasarruf
şüphesiz ki sınırsız bir kudret ve ilmi gerektirir. Allah'a açık veya gizli,
dolaylı veya dolaysız koşulan canlı-cansız ortaklarda böyle bir kudret var
mıdır? Parayı ve serveti tek amaç seçip onu ilâhlaştıranlar bu gerçeği hiç
düşünmüyorlar mı? Para ne dereceye kadar kurtarıcıdır? O'nun geçerlik alanı ne
kadardır? [54]
Yukarıdaki âyetlerle,
sıkıntılı ve sevinçli günlerde insan karakterinin ve içinde taşıdığı renginin
ortaya çıkacağı konu edildi. Sonra rızık konusunda
Allah'ı suçlamanın makul hiçbir yanı bulunmadığına işaretle, onun belli plân ve
programa bağlandığı, kişilerin beceri ve gayretleriyle orantılı bulunduğu
hatırlatıldı. Arkasından sosyal adaletin sağlanmasında önemli payı olan zekât,
sadaka, faizsiz ödünç gibi yardımlar üzerinde durularak, faizin huzur ve rahmet
havası getirmiyeceğine İşarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
kudret elinden çıkan her şeyin düzenli, dengeli olduğuna işaret edilerek, bu
denge ve düzeni, insanların bilgisizce el uzatmalarının bozduğuna değiniliyor.
İnkâr, fitne, bozgunculuk ve azgınlığın hiçbir milleti kurtarmadığını, hiç
birine huzur ve güven getirmediğini anlayabilmek için yıkılıp yok edilen
inkarcı, ahlâksız ve azgın milletlerin harabelerini gezip görmemiz, inceleyip
yıkılış sebeplerini tesbit etmemiz emrediliyor ve
daha çok Hakk'i inkâr eden nankörlere hitap edilerek
onların bu gibi kalıntıları görüp incelemeleri isteniliyor. [55]
41— İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce)
işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Allah da,
belki (pişmanlık duyup) dönerler diye işlediklerinin bîr kısmının (cezasını)
onlara (Dünya'da) tattıracak.
42— De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da önce gelip
geçenlerin sonunun ne olduğunu bir görün! Onların çoğu Allah'a eş-ortak
koşanlardı.
«İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce)
işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat ortaya çıktı..»
Bu âyet üzerinde
farklı yorumlar yapılmıştır. Kanaatımca, geçmiş çağların
birtakım olaylarıyla yorumlandığı gibi, çağımızın da getirdiği olaylara ve
yeniliklere göre yorumlanmasında bir sakınca yoktur. Çünkü Kur'ân
bütün çağlan ve milletleri muhatap edinerek indirilmiştir. O halde her çoğa
ışık tutacak, yön verecek ve yönlendirecek kudreti ve mükemmelliği kendinde
taşımaktadır.
Yukarıdaki âyeti bu
açıdan ele alıp yorumladığımız takdirde karşımıza şu tablo çıkar:
a)
Milletlerin kendi haklarına razı olmayıp sınırlarını genişletmek, başkalarını
sömürmek için karada ve denizde çıkardıkları kanlı savaşlar,
b) Deniz sahili ülkelerde hayat ve besin
kaynağı olan denizi kirietip istifade edilmez duruma
getirmek; karada ise havayı kirletmek, ormanları kesip veya yakıp yok etmek;
yeşil alanları, ziraate elverişli toprakları yağma
edip üzerinde çeşitli tesisler kurmak ve bir beton yığını haline getirmek,
c) Kara ve denizde bilgisizce avlanıp,
insanların yarar ve mutluluğu için yaratılan hayvanların neslini tüketmek veya
iyice azaltmak sözü edilen tabloda yer alan elim olaylardan birkaçıdır.
Cenab-ı Hak bu ölçüsüzlüğün ve bilgisizce müdahalenin iki
ayrı cezasına dikkatleri çekiyor. Biri dünyada, diğeri ise âhirette
gerçekleşir. Dünyadaki ceza, tabiatın dengesini bozup kendimizi zehirlememiz,
birtakım felâketlere hazır duruma getirmemiz ve yararlı kaynakları heba etmek
suretiyle kendimizi veya gelecek nesilleri açlığa ve sefalete sürüklememizdir.
Âhiretteki ceza ise çok daha acı ve şiddetli
olacaktır.
Son olarak buna
nükleer olayları ilâve edersek, Kur'ân'ın beyanıyla
insanın kendi eliyle işlediği fesadın nasıl bir dengesizlik doğuracağını anlatmaya
gerek görmüyoruz.
Çağlar boyunca insanoğlu bir
yandan dünyayı bayındır hale sokmaya çalışırken, bir yandan da tabiatın
dengesini yer yer bozmaktan geri kalmamış ve bir
önceki kuşağın işlediği bu cinayet ve tahribatın cezasını bir sonraki kuşaklar
çekmiştir. İlmin ve tekniğin ilerlemesiyle bu tahribat daha da çoğalmıştır ve
çoğalmaya devam da etmektedir. [56]
«Deki: Yeryüzünde
gezip dolaşın da önce gelip geçenlerin sonunun ne olduğunu bir görün! Onların
çoğu Allah'a eş-ortak koşarlardı.»
Karada ve denizlerde fesat
çıkaran, sorumsuzca davranıp ilâhî düzeni tahribe çalışan ve üstelik aşırı
nankörlük içinde Cenâb-ı Hakk'a
karşı gelen milletlerin eninde sonunda yıkılıp yok edildikleri ilâhî sünnet
gereğidir. Gezip onların kalıntılarını görmek, yıkılan medeniyetlerini
incelemek ve yı-ktlış
sebeplerini bulup tesbit etmek emredilirken, tarihin bir
gün yine tekerrür edeceği dolaylı şekilde hatırlatılıyor. Sonra da
araştırıcılara bu konuda ipucu verilerek şöyle buyuruluyor:
«Onların çoğu Allah'a eş-ortak koşarlardı.» [57]
İnkâr ve azgınlıkları,
nankörlük ve ahlâksızlıkları sebebiyle yıkılıp yok edilen milletlerden geriye
kalan harabelerin gezilip görülmesi ve böylece yıkılış sebeplerinin tesbiti emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet
olayı henüz meydana gelmeden Tevhîd İnanci'na dönülmesi ve ona göre Cenâb-ı
Hakk'a ibâdet edilmesi emrediliyor. Buna uymayıp
inkârda ısrar edenlerin kendilerine haksızlık edecekleri hatırlatılarak
kurtuluş yolu gösteriliyor. Sonra da Allah'ın birliğine ve kudretinin
sınırsızlığına delâlet eden belgeler sıralanarak akla malzeme veriliyor. [58]
43— Allah tarafından (plânlanıp) geri
döndürülmesi mümkün olmayan (kıyamet) günü gelmeden önce yüzünü o dosdoğru
sapasağlam dine çevir. O gün insanlar gruplar halinde birbirlerinden ayırt
edilirler.
44— Kim kâfir olursa, küfrü kendi aleyhinedir;
kim de iyi yararlı amellerde bulunursa kendi lehine (Cennet'teki) konakları
hazırlamış olurlar.
45— Bu da Allah'ın, imân edip iyi-yararlı
amellerde bulunanları kendi lütuf ve kereminden mükâfatlandırması içindir.
Çünkü Allah gerçekten kâr firleri sevmez.
46— Rüzgarları
(yağmurun yağacağına, aşılamanın
yapılacağına) müjdeciler olarak göndermesi, kendi rahmetinden size
tattırması, geminin O'nun buyruğu (koyduğu kanunu)yla
yüzmesi ve O'nun lûtf-u kereminden arzu I ayıp
aramanız, O'nun açık belgelerindendir. Ola ki şükredersiniz.
47— And olsun ki senden
önce (seçtiğimiz kimseleri) kendi milletlerine peygamber olarak gönderdik;
onlara, açık belgelerle, mu'cizelerle geldiler.
(Çoğu İnanmadı). Biz de günah işleyen suçlulardan intikam aldık. Zaten mü'minlere yardım edip onları başarıya eriştirmek bize
düşen bir haktır.
48— Öyle Allah ki rüzgarları gönderir de bir
bulut kaldırır. Böylece onu nasıl dilerse öyle yayar ve parça parça eder, katlayıp üst üst e
getirir, derken yağmurun, onun arasından çıktığını görürsün. Kullarından onu dilediğine
verince, bir de bakarsın ki seviniverirler.
49— Her ne kadar onlar buluttan önce, yağmur
yağmadan evvel ümitsizlik içindeydilerse de..
50— Artık sen Allah'ın rahmet eserlerine bak!
Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?! Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette
diriltecektir. O'nun kudreti her şeye yeter.
«Hangi müslüman,
din kardeşinin namus ve şerefini lekeliyecek iftira
ve saldırıları geri çevirirse, kıyamet gününde Cenâb-ı
Hakk'ın, ondan cehennem ateşini geri çevirmesi,
üzerine gereken bir haktır.» [59]
«Allah tarafından
(plânlanıp) geri döndürülmesi mümkün olmayan (kıyamet) günü gelmeden önce
yüzünü o dosdoğru sapasağlam dine çevir..»
İslâm'ın manası ve
mayası gelip geçen hak dinlerin hepsinde mevcuttur. Çünkü İslâm, bütünüyle «Tevhîd İnancı» doğrultusunda Hakk'a
teslimiyettir; aynı zamanda yeryüzünde barış ve huzuru sağlamak, fitne ve fesadı
önlemek ve bunun neticesi olarak insanları dünya ve âhiret
esenliğine kavuşturmaktır. Kur'ân-ı Kerîm'de, «Kim
İslâm'dan başka bir din arzu-layıp ararsa, ondan asla
kabul edilmiyecektir. Âhirette
de o, zarara uğrayanlardandır» [60]buyurulurken, diğer bir âyette bu daha da pekiştirilerek
şöyle açıklanıyor: «Allah katında din ancak İslâm'dır.» [61]Böylece
Cenâb-ı Hak, son din ile diğer semavî dinlerin
yürürlükten kaldırıldığını haber veriyor. [62]
Neden en doğru, en
sağlam din, İslâm'dır? Bunun cevabı gayet açıktır: Kur'ân'a
insan sözü karışmadığı ve indiği özellik de korunduğu gibi, Allah'ın insanlara
tâ kıyamete kadar en son mesajı olma hususiyetini de taşımaktadır. Değişmiyen, değiştirilmeyen Allah sözü, O'nun yüceliğiyle,
mü-kemmelliğiyle ölçülebilir ki, O'nun yüceliği ve
mükemmelliği ölçü ve kıyas kapsamına girmez. O halde Kur'ân'ı
başka bir kitapia ölçmek veya kıyas etmek de pek
doğru olmaz. Ancak Tevrat ile İncil'e insan sözü karıştırılıp aslından
uzaklaştırıldıklarını anlayabilmek için onları Kur'ân'ın
ilâhî beyan ve belağati karşısına getirip ölçmek bu
genellemenin dışında kalır.
O halde Cenâb-ı Hakk'a kulluk düzeyinde
insan ancak yüzünü din olarak en doğruya ve en sağlama çevirmeli değil midir?
İnsan zekâsının ürünü olan dinler, Allah'ın Kelâm'i
olan ve münhasıran O'nun eseri kabul edilen dinle ölçülebilir mi?
İslâm'dan önceki semavî
dinler hem gelişen sosyal hayata ve ilmî buluşlara cevap veremez olmuş, hem de
içine insan sözü karıştırılarak ilâhî âyetler tahrîfe uğratılmıştır, O bakımdan
Cenâb-ı Hak konumuzu oluşturan âyetle, inananları en
sağlam, en doğru dine davet ederek, hayatlarını ona göre düzenlemelerini
emrediyor. Zira Cenâb-ı Hak kendisine uzanan yolu
yine kendisi açıp o yolda yürümemizi istemekte ve ikinci bir yolun
bulunmadığını hatırlatmaktadır. [63]
Kim kâfîr ol"rsa, küfrü kendi aleyhinedir; kim de iyi yararlı
amellerde bulunursa kendi lehine (Cen-net'teki)
konakları hazırlamış olurlar.»
'
İnkâr, sapıklık, hakkı red, döneklik; imân, iyilik, doğruluk ve fazîlet nîsbî ve izafîdir. Öyle ki, bu kavramlar biz insanlara ve einlere nisbetle hüküm taşır. Cenâb-ı Hak bize sadece bizim için yararlı ve zararlı
olanları bildirmiş, gerisini anlayış ve irfanımıza bırakmıştır. Artık bu
durumda kim inkâra sapıp küfrü benimserse, elbette onun bu inkârı kendi
aleyhinedir. Kim de imân temeli üzerinde sâlih
amellerde, yararlı işlerde bulunursa, kendi lehine mutlu bir gelecek hazırlamış
olur. [64]
«Rüzgârları (yağmurun
yağacağına, aşılamanın yapılacağına) müjdeciler olarak göndermesi...»
Cenâb-ı Hak, en doğru ve en sağlam dine yüz çevirilmesinin gereğini açıkladıktan sonra ilâhî kudretin
varlık âleminin her noktasında işler durumda bulunduğuna dikkatleri çekiyor ve
bunu birkaç belgeyle açıklıyor:
a) Rahmetinden
insanlara maddî ve manevî haz ve füyuzatı tattırmak için
rüzgârı müjdeci olarak göndermesi, varlığına, birliğine, mutlak ve şaşmaz
düzen kurduğuna, yarattığı birçok şeyleri insanların yararına verdiğine
delâlet etmektedir. Çünkü rüzgâr aynı zamanda bitkiler arasında aşılama,
yağmurun yağacağını haber verme, kirli havayı temizleme, yelkenli gemilerin
seyrini sağlama gibi hizmetleri vermektedir.
b) Gemilerin denizde yüzmesi de belirlenmiş
fiziksel kanunlarla gerçekleşmektedir. Öyle ki «suya daldırılan her cisim
aşağıdan yukarıya doğru düşey bir itme kuvvetinin tesirindedir. Bu kuvvet,
cismin taşırdığı sıvının ağırlığına eşittir» temel kanunu söz konusudur. Bu da
kendiliğinden veya tesadüflerin biraraya gelmesinden
değil de çok yüksek bir kudretin çizdiği plânın gereğidir.
c) Gemilerle denizlerde seyredip Allah'ın bol ve
cömertçe nimetlerinden yararlanmamızın hatırlatılması, denizlerdeki besin
kaynağı olan kıymetlere ve geçim imkânı sağlayan maddelere bilerek yönelmemizi
ilham etmektedir.
Böylece Kur'ân'da
yer yer toprak, su, güneşten söz edilmekte ve bunların
insan hayatını nimetlerle dolduran Allah'ın üç büyük lûtfu
olduğu gösterilmektedir. O bakımdan ne yana dönülürse dönülsün mutlaka bu lûtuf-ların köpüren nimetleriyle
karşılaşılır. Onları insaf ve imân gözüyle görüp de şükretmemek; Cenab-ı Hakk'ın insandan yana
tecelli eden rahmet ve inayeti karşısında eğilmemek elde değildir. Zira her
nîmet kusursuz şekilde programlanan ilâhî düzenlemeyi yansıtmakta ve sadece
O'nun kudretinin izini taşımaktadır. [65]
And olsun ki senden önce (seçtiğimiz kimseleri) kendi
milletlerine peygamber olarak gönderdik; onlara, açık belgelerle, mu'cizelerle geldiler. (Çoğu inanmadı). Biz de günah
işleyen suçlulardan intikam aldık..»
Kur'ân-ı Kerîm ilâhî nimetlerden bir bölümünü akla, idrake
ve vicdana ışık tutar, hareket sağlar anlamda açıkladıktan ve insanların buna
karşı şükretmesini hatırlattıktan sonra, daha önce gelip geçen peygamberlerin
bu doğrultudaki irşat ve uyarılarına kalp ve kafalarını kapalı tutan milletlerden
ve kavimlerden -bu nankörlüklerine karşılık- nasıl intikam alındığına parmak
basmakta ve imân cephesinde yer alan mü'minlerin
eninde sonunda ilâhî desteğe mazhar kılınarak
başarıya eriştirildiklerini haber vermektedir.
Şüphesiz bu hem
Mekkeli nankör inkarcıları, hem de her çağda aynı tutum ve benzeri nankörlük
içinde bulunanları uyarmaya yönelik bir misaldir. Aynı zamanda samimi mü'minleri ümit ve güven havasına kavuşturan bir müjdedir.
Sonuç olarak belirtelim ki: Cenâb-ı Hakk'ın insandan yana
koyduğu hayat kanunlarına imân düzeyinde uyanlar mutlaka mutlu olurlar; ilâhî
yardıma lâyık görülerek hem dünyada, hem de âhirette
başarıya eriştirilirler. Uymayanlar ise her bakımdan kendilerine çok yazık
ederler. Çünkü sözü edilen kanunlar ve sünnetullah
kimselere uymaz, şaşmadan hedefine doğru ilerler, [66]
«Öyle Allah ki
rüzgârları gönderir de bir bulut kaldırır. Böylece onu nasıl dilerse öyfe yayar ve parça parça eder,
katlayıp üstüste getirir..»
Kur'ân yukarıdaki âyetle rüzgârların bulutlan nasıl
sürükleyip üstüste yığdığını ve nasıl yayıp belli
bölgelere sevk ettiğini konu ediniyor. "Bununla, havadaki nemliliğin
yağmur haline gelmesine, aynı zamanda nemli rüzgârların dağlar boyunca
yükselirken soğuk hava ile temas kurmasına; alçak basınç alanında yükselen
havanın yükseldikçe soğumasına ve havanın sıcak bölgelerden soğuk bölgelere
sürüklenmesine yol açan fiziksel olaylara dikkatleri çekiyor. Kurulan düzenin
işleyiş tarzında ilâhî plân ve programın nasıl kusursuz uygulandığını
incelememizi ilham ediyor. [67]
«Artık sen Allah'ın
rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?! Şüphesiz
ki O, ölüleri de elbette diriftecektir. O'nun kudreti
her şeye yeter.»
İlâhî rahmet,
insanlardan yana hep önde gider; gazabını ise ikinci plânda tutar. Ancak geniş
rahmetinin ölçü ve tecellisini bilmek, ona göre bir yerleşim yeri seçmek
gerekir. Sel yatağında ev yapmak, tehlike engellenmeden bağ ve bahçe meydana
getirmeye çalışmak ne ise, deprem bölgesinde fay hattında birtakım tesisler
kurmak veya yüksek binaiar yapmak da odur.
Şüphesiz bu
misallerle, rastgele bir tevekkül duygusu içinde
hiçbir önlem almadan, mevcut şartları ve ortamı değerlendirmeden Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden nasip
beklemek doğru.olmaz. Çünkü rahmetin geliş yollarını; sebep ve hikmetlerini çok
iyi bilip ona göre tedbîr aldıktan sonra Allah'a güvenip dayanmak «tevekkülsün
ön şartıdır.
«Artık sen Allah'ın
rahmet eserlerine bak!» mealindeki âyetle, rahmetin ne yolda ve ne ölçüde,
nerede, nasıl eser ortaya koyduğuna ilim gözüyle bakıp araştırma yapmamız
tavsiye ediliyor.
«Yeryüzünü ölümünden
sonra nasıl diriltiyor?!» mealindeki âyet ise, dirilmeye elverişli toprakları
bize hatırlatıyor ve ziraate elverişli olmayan
toprakları ıslâh etmemiz isteniliyor.
Ölü duruma gelen
elverişli toprakları, belli şartlar düzeyinde değişmeyen kanunlarla dirilten O
Yüce Kudret'in, ölüleri de bir gün -o güne has şartlar ve kanunlarla-
dirilteceğinde şüphe mi vardır? Zira varlık âleminin her parçasında tezahür
eden ilâhî kudret, ezelde hazırlanan plâna göre kademe kademe
tecelli etmektedir. Onu durduracak engelleyecek bir güç söz konusu değildir.
«O'nun kudreti her şeye
yeter» cümlesi bu gerçeği haber vermekte ve ona teslimiyet göstermemizi ilham
etmektedir. [68]
" Yukarıdaki
âyetlerle, «Tevhîd İnaneısyla
ilgili gerçeklere parmak basıldı ve o doğrultuda dindarlığın sürdürülmesi
emredildi. Bunun aksine bir yol izleyenlerin kendilerine yazık ettikleri
hatırlatıldı. Sonra da Allah'ın eşsiz kudretine delâlet eden bilimsel anlam ve
ölçüdeki belgeler sıralanarak insan aklına malzeme verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, insanın
nankörlüğü konu ediliyor. Kavurucu bir rüzgârın bitkileri sarartmasından dolayı
böylelerinin nankörlük ederek nasıl yön değiştirdiği
üzerinde durulup çoğunun gezer ölüler, bakar körler, işitir sağırlar olduğu
belirtiliyor. Ancak Hakk'a teslimiyet gösterip O'nun
âyet ve belgelerine inanan mü'minlere hakikatin
sesinin duyurulabileceği-ne atıf yapılarak, insanın biyolojik gelişme dönemleri
yönlendirici bir misal olarak veriliyor. [69]
51— (Sıcak
kavurucu) bir rüzgâr göndersek de (bitkileri) sararmış görseler, hemen
arkasından nankörlüğe başlarlar.
52— Çünkü
gerçekten sen ölülere işittiremezsin; arkasını çevirip giden sağırlara da
daveti duyuramazsın.
53— Ve sen, körleri sapıklıktan doğru yola
çevirecek de değilsin. Sen ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin ki
onlar Müslümanlar (Hakk'a dosdoğru teslimiyet
gösterenleridir.
54— Allah'tır ki, sizi oldukça güçsüz (bir
madde)den yarattı. Güçsüzlükten sonra güç verdi; sonra da güçlülüğün
arkasından güçsüz kılıp saç aklığı meydana getirdi. O, dilediğini yaratır; O,
bilendir, kudret sahibidir.
«(Sıcak kavurucu) bir rüzgâr
göndersek de (bitkileri) sararmış görseler, hemen arkasından nankörlüğe
başlarlar.»
İlâhî rahmetten akıp
gelen ve çevremizde köpürüp duran sayısız nî-metler
devam ederken onun şükrünü bir gün olsun düşünmeyen inkarcı maddeciler, şüpheci
şaşkınlar; nimetlerden biri veya birkaçı kesilince hem inkâr ve nankörlüklerini
artırır, hem de azgınlıklarını hızlandırırlar. Geçmişteki bol ve kesintisiz
taşıp köpüren nîmetleri veren O Yüce Kudret'e dil uzatır da bütün kusur ve
düzensizliği Ona yakıştırmaya çalışırlar.
Kur'ân-ı Kerîm bu nankörleri üç grupta toplayıp
tanımlamaktadır:
1—
Ölüler,
2—
Sağırlar,
3—
Körler..
Hakk'ın kurduğu kusursuz düzeni ve akla ışık tutan, malzeme
veren ondaki belge ve delilleri idrâk etmeyip inkâr fırtınası içinde maddeyi
esas ve amaç seçenlerin kalpleri ölü, ruhları bitkin, vicdanları siliktir. Yüce
Ya-rdtan'ın varlığına,
birliğine delâlet eden yüzlerce belgeyi tesadüfe bağlamaları, kalplerinin imân
ve irfan dirliğini yitirdiğinin başlıca şahididir. Rahmetten feyezan edip
gelen nîmeîleri, şuursuz tabiata bağlayıp hepsini ilâhî
düzen ve program dışında düşünmeleri ise, kalplerinin imân nurundan mahrum
kalarak karanlığa boğulduğunun bir başka delilidir.
Hakk'ın rahmet sesine kulaklarını tıkayan; Peygamberin (A.S.)
teblîğ ve irşat sesinden, Kur'ân'ın ilâhî beyânından
rahatsız olan materyalistler, putperestler ve şüphe içinde bocalayan
münafıklara gelince: Bunların hepsi de gönül, akıl ve vicdan kulağı yönünden
sağırdırlar.
Doğru yolu eğrisinden
ayırt edemiyen; saplanıp kaldığı küfür ve nifak
bataklığını göremiyen; mevcut her nîmetin ilâhî
rahmetin birer eseri bulunduğunu fark edemiyen kalp,
kafa ve vicdan gözü elbetteki kördür.
Bu durumda ne
peygamber, ne de Onun yolunda yürüyen din mürşitleri ve ilim adamları ölülere
seslerini duyurabilirler; sağırlara İşittiremezler; körleri de eğri yoldan alıp
onlara doğru yolu kabul ettiremezler. Meğer ki Allah'ın o kulları hakkında
hidâyet esintisi tecelli etmiş olsun..
Eşyada Hakk'ın
damgasını, O'nun kudretinin izini gören mü'minlerin
kalp ve kafaları Peygamber (A.S.) Efendimiz'in teblîğ
ve irşat sesine açık bulunmaktadır. Zira sağlam köklü imân ancak bu sesle hayat
bulup gelişme sağlayabilir. [70]
«Allah'tır ki, sizi
oldukça güçsüz (bir madde)den yarattı. Güçsüzlükten sonra güç verdi; sonra da
güçlülüğün ardından güçsüz kılıp saç aklığı meydana getirdi..»
Cenâb-ı Hak, insanla ilgili hilkat kanununun tecelli ve
gelişme safhalarından üçüne değinerek bunun yön değiştirmeden nasıl sürüp
gittiğini açıklamaktadır. Güçsüz sayılacak kadar önemsiz bir canlı olan
spermanın ana rahmine intikalden sonraki gelişme safhalarından her birinin
benzersiz bir düzenleme ile vücut bulduğunu yine ilim gözüyle incelememizi
ilham etmekte ve safha safha nasıl güçlenip bambaşka
bir yaratık olarak ortaya çıktığını dikkate almamızı, üzerinde iyice
düşünmemizi istemektedir.
Sonra da yaşlanma
dönemine parmak basılmakta, değişmiyen bir programa
bağlı kalınarak, insanoğluna bir gün eski kuvvetini kaybedeceği hatırlatılmaktadır.
Öyle değil mi? Cinsî kudret her geçen gün azalır ve bir gün kesilmeye yüz
tutar. Organizma artık kendine benzer bir canlı meydana getirme özelliğini
kaybeder. Böylece zihin kabiliyetlerinde yavaş yavaş
gerileme başlar. Bazı kimselerde bu daha çok belirgin bir durum alır. Saf oksijen
ve glikozla çalışan beyin bir yandan yeterli kan alamaz, diğer yandan hücre
sayısında bir azalma kendini hissettirir. Bu çöküşü durdurmak mümkün müdür?
İlmî araştırma ve buluşlar insan ömrünü -yine ilâhî takdîr uyarınca- biraz
uzatabilmektedir; ama sözü edilen yaşlılık belirtilerini gidere-memekte ve insanı yürüdüğü bu yoldan geri cevirememektedir.
Cenâb-ı Hak, akıl ve imân sahiplerine seslendiği gibi,
inkarcı sapıklara da seslenmekte ve insanın yaratıldığı günden beri hükmünü
yürüten bu kanunları koyup programlayan O Yüce Yaratan'ın huzurunda eğilmeyi
emretmektedir. Eğer bu safha safha gelişme ve
dönemler tesadüflerin eseri olsaydı, çoktan başka tesadüflerle yön değiştirir
ve değişik ölçü ve safhalarda kendini göstermeye başlardı. Böylece ne düzen,
ne de denge ve istikrar kalırdı. [71]
Yukarıdaki âyetlerle,
köpürüp gelen nîmetlere rağmen insanın nankörlüğü üzerinde durularak,
inkarcılar ve şüpheciler uyarıldı. İmansızlığın kalpleri kılıflayıp
gözleri kör, kulakları sağır ettiğine dikkatler çekildi. Sonra da insanın
biyolojik olarak gelişme safhaları konu edilerek Hakk'ın
kudretinin tezahürlerini ilim gözüyle görmemiz istendi.
Aşağıdaki âyetlerle, âhiret âlemine nisbetle dünya
hayatının bir saatlik süre olduğu konu ediliyor. O bir saatlik dönemin ikinci
hayata hazırlanmaya yeterli olduğuna işaretle, âhiret
gününde kimsenin mazeret beyân etmesinin kendisine bir yarar sağlamıyacağı haber veriliyor. Arkasından insanın kalp ve
kafasını aydınlatacak, yönlendirecek kadar bilgilerin Kur'ân'-da
yer aldığı hatırlatılarak, her iki hayatı aneak bu
kitap ile aydınlığa kavuşturmanın mümkün olaoağı
üzerinde duruluyor. [72]
55— (Beklenen) Kıyamet saati gelip gerçekleşeceği
gün, suçlu günahkârlar (dünyada veya kabirde) bir saatten fazla kalmadıklarına
yemin ederler. Onlar (dünyada da) hep böyle (haktan, gerçekten)
çevriliyorlardı.
56— Kendilerine ilim ve imân verilenler ise şöyle
derler: «And olsun ki siz Allah'ın Kitab'ında (yazıldığı gibi) yeniden dirilip kalkacağınız
güne kadar (orada) kaldınız. İşte yeniden diriiip
kalkma günü bugündür. Ama siz (bunu bir türlü) bilip anlayamadınız.
57— Zulmedenlerin, o gün özür beyân etmeleri
kendilerine fayda vermez ve onlardan Allah'ı (razı edecekleri) bir amel ve
davranış da istenmez.
58— Şanıma
and
olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlar için her
çeşit misâlden getirdik. And olsun ki sen onlara
başka bir âyet (açık belge ya da mu'cize)
de getirsen, şüphen olmasın ki o küfredenler, «siz ancak bâtılla (boş anlamsız
gerçek dışı şeyle) uğraşanlarsınız» diyecekler.
59— İşte kendilerini bilgisizlik içinde
bırakanların kalplerini Allah böylece mühürler.
60— (Ey Peygamber!) Sabret; Allah'ın va'di haktır (mutlaka yerine gelecektir). Kesin kesin inanmayanlar seni hafifliğe itmesinler.
«O dilediğini yaratır;
O, bilendir, kudret sahibidir.»
54. âyetin sonunda,
yaratma plânının Allah'ın yanında bulunduğu ve ona göre hilkat kanununu harekete
geçirdiği belirtildi. Böylece maddeye canlılık vasfını verenin ancak O Yüce
Kudret olduğuna işaret edildi. Sonra da 55. âyetle âhiret
gününde meydana gelecek ilk safhalardan birine atıf yapılarak bu iki konu
arasındaki bağlantıyı bulup düşünmemiz istenildi.
Şüphesiz kâinat her
yanıyla ve her parçasıyla Hakk'ın hilkat izini taşımakta
ve kudretinin benzersiz eseri bulunduğunu göstermektedir. Böylece7 varlık âlemi
her parça ve sistemiyle Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet etmekte; hiç
bir şeyin boşuna yaratılmadığını isbatlamaktadır.
Zira Cenâb-ı Hak mutlak surette «Hakîm»dir, yani hikmet sahibidir ve ancak hikmetle iş görür.
Yaratma kanununu da hikmetiyle birleştirip «kün»
emrine bağlamıştır.
O halde kâinatta vücut bulan
her şey, Cenâb-ı Hakk'ın irâde
ve dileğine göre yaratılmıştır ve yaratılmaktadır. Bunlardan bir kısmının
yaratılış hikmet ve amacını biliyoruz, çoğunun ise bilmiyoruz. Bilip tesbit ettiklerimizi hikmete bağlamamız ne kadar
gerekliyse, bilmediklerimiz üzerinde çalışıp hikmetini araştırmamız da o kadar
lüzumludur. [73]
«(Beklenen) kıyamet
saati gelip gerçekleşeceği gün, suçlu günahkârlar (dünyada veya kabirde) bir
saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada da) hep böyle
(haktan, gerçekten) çeviriliyorlardı.»
Ahirette suçlu günahkârlar, dünyada pek az kaldıklarına yemin
edip bununla yeterince hazırlanma imkânı bulamadıklarını belirtmek isteyecekler.
Aslında âhiretin sonsuzluğuna nisbetle
dünyadaki insan ömrü bir saatlik zaman kadardır denilebilir veya kabir âlemi
bir saat kadardır diye ifade edilebilir. Ancak inkarcı sapıkların bunu
kendilerine bir mazeret sayıp yeminle söylemelerinin doğru olmadığı
belirtiliyor ve onların dünya hayatında da hep böyle gerçeği ters çevirip
haktan uzaklaştıkları hatırlatılıyor.
Dünya hayatında gece
ile gündüzün birbirini durmadan izlemesi bir bakıma sun'î
zaman kavramını meydana getirmekte ve böylece hayatın aynı şeylerin tekrarından
ibaret olduğuna işaret edilmektedir. Ahirette ise,
aynı şeylerin tekrarına pek az rastlanır. Şöyle ki: Önce o âlemde gece-gündüz;
güneş ve ay yoktur. Aynı zamanda yıpranma, eskime ve yaşlanma, çürüyüp yok
olma söz konusu değildir. Kudret eliyle hazırlanan safhalar ve cennetteki
dekorlar, manzaralar, istekler sık sık değişir. Cenâb-ı-Hakk'ın nasıl kudret ve
tecellileri sonsuz ve sınırsız ise, cennetteki dekorlar ve insan iştihasına hitap eden nesnelerin de yeni yeni biçimde tecelli ve tezahürleri sonsuz ve sınırsızdır.
O halde bu sonsuz ve sınırsız
nimetlerden yararlanabilmek için, onları anlayıp hazırlanacak kadar dünyada
bize imkânlar ve süreler verilmiştir. İster bu süreye bir saatlik zaman
diyelim, ister sun'î zaman anlamında bir
değerlendirme yaparak onu yıllarla belirtelim, bizi yaratan O Yüce Kudretin
varlığını, birliğini anlayıp inanacak kadar bir imkâna sahip kılındığımız
kesindir. Bazı İstisnalar bu genel kuralı bozmaz. O bakımdan ahirette «zaman bulamadım» diyerek kendimizi mazur
gösteremeyiz. [74]
«Kendilerine ilim ve
imân verilenler ise şöyle derler; «And olsun ki, siz
Allah'ın kitabında (yazıldığı gibi) yeniden dirilip kalkacağınız güne kadar
(orada) kaldınız. İşte yeniden dirilip kalkma günü bugündür. Ama siz (bunu bir
türlü) bilip anlayamadınız.»
Cenâb-ı Hak bu âyetle ilim adamlarının kadrini yüceltiyor
ve dünya hayatında olduğu gibi, âhiret hayatında da
ilmini imânla birleştiren hakikî alimlerin insanları doğruya irşat edeceklerini
haber veriyor. Nitekim onlar dünyada veya kabir âleminde sadece bir saat kadar
kaldıklarını iddia edenleri uyarıp «Levh-i Mahfuz»da
yazıldığı kadar eyleştiklerini söyleyecekler.
Kur'ân bu konuda çok ince bir noktaya işarette bulunarak mü'minlere şu mesajı veriyor: İmandan önce ilme, bilgiye
ihtiyaç vardır. Zira bilerek, anlayarak inanmak insanı «Tahkiki İman»a
kavuşturur; bilmeden, anlamadan inanmak insanı taklit çizgisinde tutup ona
daha çok zahirî bir teslimiyet sağlar. «Kendilerine ilim ve imân verilenler»
sözünde ilim imândan önce anılmış ve böylece bu ikisinin birbirini tamamlayıp
olgunlaştırdığına işaret edilmiştir. [75]
«Zulmedenlerin, o gun özür beyân etmeleri kendilerine fayda vermez ve
onlardan (Allah'ı razı edecekleri) bîr amel ve davranış da istenmez.»
Dünya teklif, kulluk, ibâdet
ve çalışma yeridir. Âhiret ise hesap, ceza ve mükâfat
dönemidir ve sonsuz hayatın değişmeyen yurdudur. Ayrıca dünya hayatı işlenilen
kusur ve günahlardan dolayı tevbe, pişmanlık, özür
beyân edip Hakk'a yönelme ve manevî kirlerden arınma
dönemi; âhiret ise amellerin niyetlere göre ürününü
devşirme zamanıdır. Her kişi dünya denilen tarlaya hangi tohumları serpmişse,
onların yeşeren ürününü biçer. Artık atılan tohumların hilâfına bir ürün
beklemek söz konusu değildir. Aynı zamanda özür beyân etmenin, pişmanlık
duymanın, tevbe ve istiğfarda bulunmanın o âlemde
hiçbir yararı yoktur,
O bakımdan kıyamet gününde
hiç kimseden Allah'ı hoşnut edecek yeni bir iş ve amel, niyet ve azim istenmez.
Zira orası teklîf yurdu ve olgunlaşıp Hakk'ın
rızasını tahsîl dönemi değildir. [76]
«Şanıma yemin olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlar için her çeşit misâlden getirdik,.»
Kur'ân-ı Kerîm, hakkın sesini duyurmak, gerçekleri
göstermek, doğru yolu tanıtmak ve eğri yolu tanımlamak için insan aklına ve
idrâkine seslenir ve akla ışık tutan, düşünceyi yönlendiren; öğüt ve ibret
alınmasını sağlayan misaller sergilemeyi de ihmal etmez. Özellikle bilimsel
konularda sık sık ana fikir ve temel bilgiler vererek
akla yardımcı olur.
Ama ne yazık ki, beyni
küfürle, kalbi maddeyle doldurulmuş kişiler, bu misalleri ne anlayacak, ne de
görecek bir idrâk uyanıklığına sahiptirler. Böylelerine
daha başka belge ve mu'cizeler de getirilse, yine de
inanmazlar ve kendi bâtıl anlayış ve niyetlerine göre, «siz boş ve anlamsız
şeylerle uğraşıyor, hayal peşinde koşuyorsunuz» derler. İlgili âyetle bilhassa
onların bu anlayış ve tutumuna dikkatimiz çekilmekte ve bâtılı inat ve ısrarla
savunanları iyi tanımamıza işaret edilmektedir. [77]
«(Ey Peygamber!)
Sabret; Allah'ın va'di haktır (mutlaka yerine gelecektir). Kesin kesin inanmayanlar seni hafifliğe İtmesinler.»
Herkes başkalarının da
kendi inanç ve karakterinde olmasını ister, inancı zayıf olup ciddi şekilde
eğitilmemişler ise, bu hususta daha da ileri giderek başkalarının inanç,
terbiye, ibâdet ve davranışlarım hafife almaya çalışırlar. Böylece iradesi
zayıf, dayanma gücü kısır olanlar, öylelerinin tesir alanına girmekten
kendilerini zor kurtarabilirler ve o yüzden kafa ve kalplerinde önü alınmayacak
bir sürü şüphe ve tereddütler doğmaya başlar da imânla küfür veya imânla nifak
arasında mekik dokuma bedbahtlığına uğrarlar.
Cenâb-i Hak böyle durumlarda az-çok inananlara şu iki
hususu tavsiye etmektedir:
1— İmân gücünü
harekete geçirip bâtılın önünde bir sed oluşturmak.
2—
Eninde-sonunda kendini bu düzeye getiren mü'minlerin
sabır ve azmine karşılık Allah'ın onları dünyada da, âhirette
de başarıya eriştireceğine inanmak.
Rivayete göre : Hz. Ali (R.A.) sabah namazını kılarken Haricî'lerden bir
adam şu âyeti okuyup onu hafifliğe itmeyi düşünüyor: «Eğer Allah'a ortak
koşarsan elbette amelin boşa gider ve zarara uğrayanlardan olursun.» Bunun
üzerine Hz. Ali (R.A.) kendini hemen toparlayıp şu
âyeti okuyor: «Kesin kesin inanmayanlar seni
hafifliğe itmesinler.» [78]
Rûm Sûresi'ne, ileride
meydana gelecek bir olaydan haber verilerek başlandı. Böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) mu'cizelerinden
biri daha inkarcıların gözleri önüne serilerek insaf ve idrâke davet
edildiler.
Bilgisizlik, körü
körüne taklît yerildi; olaylara karşı iman gücünü kullanmak suretiyle
sabredilmesi ve kesin şekilde inanmayanların sataşmasına önem verilmemesi
tavsiye edilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin tefsirini bize
kolaylaştırıp yardımda bulunan Cenâb-i Hakk'a hamd; sünnetiyle bize ışık
tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e
sa-lât-ü selâm olsun. [79]
[1] Lübabu't-te'vîl
: 3/428
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4674.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4674-4675.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4677.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4677-4678.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4678-4679.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4679-4680.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4680.
[8] Mülk Sûresi :
3,4
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4682-4683.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4683.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4684.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4685.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4686.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4686.
[15] Taberânî/Medîne : 2, 37- Ahmed: 2/303- 5/309
[16] Buhari/tevhid
: 58, daavat : 64, eyman:
19-Müslim/zikir : 30-Tirmizi/daavat
:59-ibn Mace/edeb : 56-Ahmed :2/232
[17] Müsned-i Ahmed:
1/174, 180, 185
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4687-4688.
[18] Tefsîr-i Kurtubî: 14/14- Lübabu't-te'vîl: 3/431
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4688-4689.
[19] Bilgi için bak: Âl-i îmrân
Sûresi; 27, En'âm Sûresi: 95, Yunus Sûresi: «•
âyetlerin tefsiri
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4689-4690.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4690.
[22] Ebû Dâvud/sünnet: 16- Tirmizî/tefsîr
: 1, 2- Ahmed:
4/400, 406
[23] Buharî/tefsîr: 2, 8. 112- Nesâî/cenâiz : 117- Müsned-i Ahmed: 2/317, 350
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4692-4693.
[24] Bilgi için bak: Zümer
Sûresi: 5-6. âyetlerin tefsîri
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4693-4694.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4694-4695.
[27] Müsned-i Ahmed
: 4/145, 158
[28] Müsned-i Ahmed
: 1/163
[29] Müsned-i Ahmed
: 5/411- Ayrıca bilgi 'için bak : Nisa Sûresi :
1. âyetin tefsiri
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4695-4696.
[31] Tçxtbook Of Dermatology
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4696.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4697-4698.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4698.
[35] Bilgi için bak: Bakara Sûresi : 18, 19. âyetlerin
tefsîri
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4698-4700.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4700.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4700-4701.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4701-4702.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4702.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4702-4703.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4703.
[43] Buharî/cenâiz
: 80, tefsir : 1/30, kader: 3- Müslim/kader: 22, 23, 24- Ahmed
: 2/315, 346
[44] Müsned-i Ahmed:
3/435- 4/24- Taberânî/cenâiz:
52
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4704-4705.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4705.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4706.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4706-4707.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4707.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4707-4708.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4710.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4710-4711.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4711-4712.
[53] Bu konuda geniş bilgi için bak : Bakara Sûresi : 275,
276, 278. - Âl-i îm-rân Süresi : 130. - Nisa Sûresi :
161, âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4712-4713.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4713-4714.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4714.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4715-4716.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4716.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4717.
[59] Tirmizî/birr: 20- Müsned-i Ahmed; 6/449, 450
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4719.
[60] Âl-i îmrân Sûresi : 85
[61] » » » :
19
[62] Bilgi için bak
: Beyyine Sûresi : 2, 3. âyetlerin tefsiri
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4719-4720.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4720.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4720-4721.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4721-4722.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4722.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4722-4723.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4723.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4724-4725.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4726.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4726-4727.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4728-4729.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4729.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4730.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4730-4731.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4731.
[78] Câmi'u'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân: 21/38
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4731-4732.