RÛM  SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

MEALİ: 3

İniş Sebebi 3

Tarihî Olay. 4

Savaşın Kapsadığı Alan. 4

Allah, Dilediğini Üstün Kılar. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 5

Hakikati Akıl Ve İlim Yoluyla Araştırma. 5

Yeryüzündeki Tarihî Harabeleri Gezip Görmek. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

Hayatı Başlatan Hilkat Kanunu. 6

Umutların Bütünüyle Kırılacağı Gün. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîsler. 7

Allah'ı Tesbîh Ve Beş Vakit Namaz. 7

Allah Diriyi Ölüden, Ölüyü De Diriden Çıkarır. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali: 9

İlgili Hadîsler. 9

İnsanin Topraktan Yaratılması 9

İnsana, Kendisinden Eşler Yaratılması 10

Dillerin Ve Renklerin Değişik Olması 10

İnsan Derisinin Dört Farklı Rengi 11

Dillerin Farklı Olması 11

Gece Ve Gündüz Uykusu. 11

Şimşeğin Çakması Ve Yağmur Yağması 12

Konunun İlmî Açıklaması 12

Yerin Ve Gökteki Sistem Ve Gezegenlerin Kendi Yörüngelerinde Şaşmadan Hareketlerini Sürdürmesi 12

Ölüleri Çağırma Olayı 13

Her Şey O Kudrete Boyun Eğmiştir. 13

Yaratma Kudreti O'na Mahsustur. 13

Âyetler Arasında Bağlanti 13

Meâli; 14

İlgili Hadîsler. 14

İslâm'da Özel Mülkiyetin Yeri 14

Din Ve Allah Duygusu Fıtrîdir. 14

Dindarlık, Önce Kalbin Teslimiyetiyle Başlar. 15

Tahlîl Ve Yorum.. 15

Âyetler Arasında Bağlantı 15

Meali: 15

İnsanın Dönekliği 16

Allah Rızkı Dilediğine Genişletir. 16

Zekâtın Sarf Ciheti 16

Faiz Ve Zekât 17

«İnsanların Mallarında Artış Olsun Diye Verdiğiniz FaizAllah yanında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değildir). İşte bunlar (zekât verenler onun) karşılığını kat kat artıranlardır.». 17

Yaratıp Rızık Veren Kimdir?. 17

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meali: 18

Karada Ve Denizde Fesadın Ortaya Çıkması 18

Yeryüzünü İbretli Adımlarla Gezmek, Sebepleri İnceleyen Bir Gözle Taramak  18

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

İlgili Hadîs. 19

En Doğru Ve En Sağlam Din : İslâmiyet 19

İyilik Ve Kötülük Nisbîdir. 20

İlâhî Kudreti Yansıtan Belgeler. 20

Önceki Peygamberleri Dinlemiyenler. 20

Yağmurun Oluşması 20

Allah'ın Rahmetinin Eserleri 21

Ayetler arasında bağlantı 21

Meali: 21

Nimetin Çokluğunu Ve Devamlılığını Göremiyen Gözler. 21

İnsanin Biyolojik Yönden Gelişme Dönemleri 22

Âyetler Arasında Bağlanti 22

Meali: 22

Allah Dilediğini Yaratır. 23

Âhirete Nisbetle Dünya Hayatı Bir Saatlik Süre Gibidir. 23

İlim Adamlarının Hatırlatması 23

Özür Beyan Etmenin Yararı Olmayacak. 24

İnsan Aklına Işık Tutan Misaller. 24

Kesin Olarak İnanmayanlar Seni Hafifliğe İtmesinler. 24


RÛM  SÛRESİ

 

Romalı'larla İranlı'ların yaptıkları savaş ve Romalıların yenilgiye uğ­raması, fakat birkaç yıl sonra ikinci bir savaşın meydana geleceği, bu defa Romalı'ların üstün geleceği konu edildiğinden sûreye «Rûm» adı verilmiştir.

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Bunun aksini iddia eden veya bu tesbite muhalefet eden olmamıştır.

 

Âyet sayısı    : 60

Kelime »       : 819

Harf      »       : 3534 [1]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  İman ettikten sonra mü'minin münafıktan ayırt edilmesi için çe­tin sınavların sürüp gideceği belirtiliyor.

2—  Allah yolunda cihâdın önemi üzerinde duruluyor.

3—  İyiliklerin kötülükleri temizliyeceği bir müjde anlamında açıklanı­yor.

4—  Ana-babaya iyilikle emrediliyor. Allah'a  karşı  isyanı gerektiren hususlarda hiç kimseye itaat edilmiyeceğine dikkatler çekiliyor.

5—  Münafık ve kâfirin içyüzüne, tutumuna ve faaliyetlerine değinile­rek mü'minlere bilgi ve kıstas veriliyor.

6—  Nuh, İbrahim, Lût, Şuayb. Salih, Musa, Harun (salât-ü selâm hep­sine olsun) peygamberlerin kıssalarından ibret ve öğüt alınacak safhalar anlatılıyor.

7—  Müşriklerle Kitap Ehli olan Yahudi ve Hıristiyanların kendi iddia­larını isbat için misaller getirdikleri hatırlatılarak, o bakımdan özellikle Kitap Ehli'y'e seviyeli ve en uygun metodla karşılıklı fikir alışverişinde bulu­nulması tavsiye ediliyor.

8—  Peygamberliğin lüzumu ve isbatı; Hz. Muhammed'in (A.S.) mu'ci-zelerinin doğruluğu açıklanarak bilgi veriliyor.

9—  İnkarcı azgınların tehdit ediiegeldikleri azabı acele istemeleri ve bu husustaki ilâhî sünnetin anlam ve hikmeti belirtiliyor.

10—  Küfür diyarında din ve ibâdet hürriyeti kalmayınca, insan hak­lan çiğnenip kutsal değerlere hakaret edilince, başka bir ülkeye hicret et­menin yararlı olacağı haber verilerek, aklı eren bir insan için en büyük -met ve devletin Allah'a kulluk etmek olduğuna işaret ediliyor.

11—  En güzel ve mutlu sonucun, iyi yararlı ameilerde bulunan mü'­minlere has olduğu açıklanıyor.

12—  Allah'ın yegâne rızık veren olduğu, çok düşündürücü ve aydın­latıcı bir anlatımla kalp ve kafalara işleniyor.

13—  Dünya hayatının önemsizliği konu edilerek gerçek hayatın ancak âhirette hakikileşeaeği; ölümsüz, elemsiz, kedersiz, sıkıntısız ve her şey­den önce hep\mutlulukla dolu olup, güven ve huzur havası estiren bir ha­yata ancak âhirette kavuşmanın mümkün olacağı va'dediliyor.

14—  Nankörlükte bulunan putperest müşrikler uyarılırken, emin bir beldenin sakinleri olan Mekkeii'lerin küfürde ısrar etmelerinin çok fena bir nankörlük olduğu duyarlı bir ifadeyle anlatılıyor. [2]

 

Meali:            

 

1—Elif- Lâm- Mîm.

2-5— Rûm (Romalı)lar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. (Ama) on­lar bu yenilgiden sonra birkaç yıl (üç ilâ dpkuz veya üç ilâ yedi) içinde üs­tünlük sağlayacaklardır. Bundan önce de, sonra da buyruk Allah'ındır ve işte o gün mü'minler Allah'ın yardımına sevinecekler. Allah dilediğine yar­dım eder. O çok üstündür, çok güçlüdür, cok merhamet sahibidir.

6— Bu, Allah'ın verdiği bir sözdür. Allah verdiği sözünden caymaz. Ama ne var ki insanların çoğu (bu gerçeği) bilmezler.

7— Onlar Dünya hayatının bir dış tarafını bilirler. Onlar Âh i ret't en ol­dukça habersizdirler.

 

İniş Sebebi

 

Tarihçilerin ve siyercilerin tesbitine göre : Bi'setin beşinci yılında, ya­ni M.S. 613'de Mecusî olan İranlı'larla Hıristiyan olan Romalı'lar savaşmış ve İranlı'lar üstün gelmişlerdi. O sebeple putperest Araplar, kendileri gibi putperest, aynı zamanda ateşperest olan İranlı'ların zafer sağlamasına se­vinmiş; Müslümanlar da Kitap Ehli olan Hıristiyanların yenilgiye uğraması­na üzülmüşlerdi. Aynı zamanda Mekkeli müşrikler bu zaferi bir ölçü ve kıstas mahiyetinde değerlendirip Kitap Ehli'nin hep böyle yenilgiye uğra­yacağını iddia ediyorlardı.

Yukarıdaki âyetlerle, birkaç yıl sonra Romalı'ların İranlı'ları yeneceği bir mu'cize anlamında haber verilerek mü'minlerin üzülmesine gerek olma­dığı hatırlatıldı. [3]

 

Tarihî Olay

 

Yukarıda belirttiğimiz gibi, M.S. 613'de Kitap Ehli Romah'ların, mecu­sî olan İranlı'lara yenilmesi, putperest müşrikleri sevindirmiş; Müslüman­ları ise üzmüştü. Çünkü İranlı'lar da bir bakıma putperest idiler, o nedenle Araplarla ortak yanlan bulunuyordu. Hıristiyanlar da Müslümanlar gibi Kitap Ehli idi; bu bakımdan aralarında müşterek bir bağ mevcuttu.

Duruma üzülenlerden biri de Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) idi. Yukarıdaki âyet inince, üzüntü sevince döndü ve bu sırada Ebû Bekir Sıddîk (R.A.), müşriklerin ileri gelenlerinden Ubey b. Halef ile karşılaştığında, Ubey aynı şeyleri tekrarlayıp durdu. Sonra da onunla Ebû Bekir (R.A.) arasında şu ko­nuşma geçti:

Ebû Bekir (R.A.) — Bir kac yıl sonra İranlılar Romalı'lara yenilecektir. Çünkü bu haberi Allah ve Resulü bize bildirdi.

Ubey — Yalan söylüyorsun..

Ebû Bekir (R.A.) — Asıl sen yalan söylüyorsun.

Ubey — Öyle ise bahse girelim.

Ebû Bekir (R.A.) — Neyin üzerine?

Ubey — on deve üzerine.. Ancak kaç yıl sonra bunun gerçekleşeceği­ni öğrenmek isterim..

Ebû Bekir (R.A.) — Üç yıla kadar..

Kumarın henüz haram kılınmadığı yıllarda bu bahse girme olayı meydana geldi. Ebü Bekir (R.A.), Ubey b. Halef ile sözü edilen konuda bah­se girdiğini gelip Resûlüllah'a (A.S.) anlattı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Ya Ebâ Bekir! Kur'ân-ı Kerîm «bid'i sinîn» diyor. Bidi': Üç yıl ile do­kuz yıl arası bir sayıyı ifade eder. Bu bakımdan şartlaşmanızın süresini do­kuz yıla çıkar ve deve sayısını yüz yap..»

Resûlüllah'ın (A.S.) bu açıklaması üzerine Ebû Bekir (R.A.) yeniden Ubey b. Halef ile görüştü ve önerisini söyledi. Ubey hiç tereddüt etmeden kabul etti.

Olayın sonu malûm. Kur'ân'da haber verildiği anlamda sonuç ortaya çıktı ve Mekkeli müşriklerin başları eğildi. Böylece Ebû Bekir Sıddîk da (R.A.) bahsi kazanmış oldu. [4]

 

Savaşın Kapsadığı Alan    

 

Yukarıda sözünü ettiğimiz yılda o çağın iki güçlü devleti kabul edilen Romalı'larla İranlı'lar birbirine sınır komşusu olarak bulunuyorlardı. İran'ın başında II. Husrev, Romalı'iarın başında Herakl (Heraelius) bulunuyordu. Bu iki süper devletin sınırları Dicle ile Fırat kesiminde birleşiyordu.

Romalı'ların hakimiyet sınırı, Mısır, Suriye, Filistin, Irak ve Anadolu'yu içine alıyordu. İranlı'ların sınırı ise, Hazar Denizi'nin batı kesiminin bir kıs­mı ile güneyden Umman Körfezi'ne kadar uzanıyor ve Irak'ın doğu ve gü­ney kısımlarından önemli bir kesimi içine alıyordu.

İki devlet arasında çıkan kanlı savaş neticesi İranlı'lar Romalı'ları yen­miş, Suriye, Filistin ve Kudüs gibi önemli yerleri ele geçirmişti. İran'ın bu zaferi durmamış, bir iki yıl içinde Mısır'a kadar uzanmış ve Anadolu'yu zap-tederek İstanbul önlerine kadar uzanmışlardı. O yüzden Roma İmparator­luğu ciddi bir sarsıntı geçirmiş ve Kur'ân-ı-Kerîm'de belirtildiği, yani haber verildiği gibi. Bedir Savaşı'na rastlayan yılda bu iki devlet arasında ikinci bir kanlı çatışma başgöstermiş ve bu defa Romaîı'lar üstünlük sağlayıp in­tikam alma imkânına erişmişlerdi.

Böylece 610 veya 613'de başlayan ilk savaş 616'ya kadar sürmüş ve bu tarihte Romaîı'lar mağlup olmuştu. 622'de Romaîı'lar uğradıkları yenil­ginin acısını çıkarmak ve işgal edilen topraklarını kurtarmak üzere savaş açmış ve 625'de zaferi elde edip kesin sonuç almış, yani İranlı'ları hezimete uğratmışlardı.

Tarihçilerin bu tesbitlerine bakılınca da, Romalı'iarın ilk mağlubiye­tiyle galibiyeti arasında dokuz yıla yakın bir süre geçtiği anlaşılıyor. [5]

 

Allah, Dilediğini Üstün Kılar

 

«Allah dilediğine yardım eder. O çok üstündür, çok güçlüdür, çok merhamet sahibidir.»

Dünya devletleri arasında dengeyi sağlayan, mutlak anlamda ilâhî plândır. Azıp tuğyan eden milletleri birbirleriyle uslandırır. Büyük impara­torluk kuran Romaîı'lar iyice azıp şımarmışlardı. Sünnetullah hükmünü yü­rüttü; ateşperest, putperest İranlı'ları onlara musallat etti. Böylece Romaîı'­lar büyük bir sarsıntı geçirip ekonomik yönden olduğu kadar, insan nüfu­su bakımından da hayli zayiat verdi ve bir bakıma silkindi.

İranlı'lara gelince zaferin verdiği sarhoşlukla Kudüs dahil, birçok yer­lerdeki mabetleri yıkıp-yakıp ortalığa korku ve dehşet saldılar. Kuvvet ve kudreti Allah'a değil, kendi nefislerine irca' eden bu sapık millet, girdikle­ri her yerde zulüm ve tecavüzde bulundular. Aradan dokuz yıl geçince, şı­marıklık, azgınlık, zulüm ve ahlâksızlık belli bir çizgiye gelip dayandı. Sün­netullah tekrar hükmünü yürütmek üzere bulunuyordu. Derken II. Husrev şu emri vermekten çekinmedi: «Romaîı'lar bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın vermekle yükümlü tutulacak ve imparator He-rakl'ın elleri zincirle bağlı olarak getirilecektir.»

Bozulan dengenin düzelmesi ve bu defa daha çok azıp şrmaran İran­lı'ların ağır bir şamar yemesi gerekiyordu. İşte bu iki büyük devlet arasında ikinci kanlı savaş bu sonucu belirlemiş oldu.

İlgili âyetlerle de açıklandığı gibi, bu sonuç CenâbHakk'ın sünneti doğrultusunda verdiği bir söz idi ve o söz mutlak surette yerine geldi.. Ne var ki insanların çoğu sünnetullah'ın câri olan plân ve programını bilmez­ler; o bakımdan olayları sadece zahirî sebeplere döndürüp Allah'ın yeryü­züne hâkim olan denge kanununu unuturlar.

Bunun sebebine gelince, Cenâb-ı Hak, yedinci âyetle bizi aydınlatır anlamda bilgi veriyor ve olayların iç yüzünü, hikmetini daha iyi düşünüp so­nuç çıkarmamızı ilham ediyor: «Onlar dünya hayatının bir diş tarafını bi­lirler. Onlar âhiretten oldukça habersizdirler.»

Tarihî bir olayın önemli yanı üzerinde durulup Kur'ân'da yer alması, elbette ki boşuna değildir. Mü'minlere karşı üstün durumda olan ve dur­madan işkence edip onları kendi öz vatanlarında rahat bırakmayan Mek-keli şımarık müşriklere, yakın gelecekte Kur'ân'a sarılan mü'minlerin üs­tünlük sağlayacağı ve küfrün azgınlık ve saldırısını durduracağı ihtar edi­liyor ve mü'minlere, biraz daha sabretmelerinin kendilerini sâhil-i selâmete eriştireceği müjdeleniyordu. Nitekim Kitap Ehli olan Romalı'lar, putperest, ateşperest İranlı'ları mağlup ettiği yılda, İslâm mücahitleri de Bedir Sava-şı'nda müşrikleri hezimete uğratıp elebaşılarının çoğunu kılıçtan geçirmiş­lerdi. Şüphesiz ki bu bir tesadüf değil, ezelî plâna göre ilâhî va'din gerçek­leşmesi idi.. [6]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yeryüzünde azıp sapıtan milletleri birbirleriyle te'dip ve terbiye ettiren CenâbHakk'ın denge kanununa işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ilâhî denge ve düzen kanunundan habersiz olan­ların veya bu hususta şüphe izhar edenlerin göklerle yerin nasıl ahenk, uyum, denge ve düzen içinde yaratıldığına bakmaları, ilmî açıdan araştır­ma yapmaları tavsiye ediliyor. Sonra da Hakk'a baş kaldırıp tuğyan eden milletlerin nasıl yok edildiklerine atıf yapılarak inkarcı ve şüphecilerin yer­yüzünde gezip tarihî kalıntıları görmeleri hatırlatılarak peygamberlerin teb-lîğ ve irşadına kulaklarını tıkayanların akıbetine dikkatler çekiliyor. [7]

 

Meali:

 

8—  Kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ile ve (kendi katında) belirlenmiş bir süre­ye kadar (takdir edip) yaratmıştır. (Ne yazık ki) insanların çoğu Rablarına kavuşmayı inkâr ederler.

9—  Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden önceki (mlllet)lerin son­larının ne olduğuna bakmıyorlar mı? Ki onlar kuvvetçe bunlardan üstün idi­ler, üstelik yeryüzünü kazıp sürmüşler, toprağı altüst etmişler ve (bulun­dukları) yeri bunlardan daha çok bayındır hale getirmişlerdi. Peygamber­leri onlara açık belgelerle, mu'cizelerle gelmişlerdi. Allah onlara haksızlık eder olmadı; ama onlar kendilerine zulmettiler.

10— Sonra da kötülük işleyip onu huy edinenlerin sonu (ne fena ol­muştur). Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanlamışlar ve onunla alay et­mişlerdi.

 

Hakikati Akıl Ve İlim Yoluyla Araştırma

 

«Kendi kendilerine düşünmediler mi ki, Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları hak ile ve (kendi katında) belirlenmiş bir süreye kadar (takdir edip) yaratmıştır..»

Diyebiliriz ki, düşünmeyle akıl birbirine bağlıdır. Aynı zamanda bu iki nimetle insan diğer canlılardan ayrılıp çok mükerrem yaratıldığını isbatlar. O bakımdan Cenâb-ı-Hak insanoğlunu hakikati anlamaya, gerçeği görme­ye çağırırken daha çok onun bu iki özelliğini harekete geçirmeyi ister ve insanı bu iki cevheriyle değerlendirir. Zira başta Cenâb-ı Hak olmak üzere birçok şeyleri tanımamızı, anlamamızı, hakkı bulup iman etmemizi bu iki yeteneğimizle sağlayabiliriz.

Konumuzu oluşturan âyetle de Cenâb-ı Hak, inkarcı nankörlerin aklı­na ve düşüncesine seslenerek iimin yolunu gösteriyor. Göklerin ve yerin «hak» ile, yani plân, program, hesap, uyum, denge ve düzen ölçüleriyle ya­ratıldığını iyice düşünmelerini, akıllarını kullanıp bu açıdan Allah'ın varlığı­nı ve kudretinin sınırsızlığını anlamaya çalışmalarını hatırlatıyor.

Göklerde ve yerde bir düzensizlik, dengesizlik söz konusu olabilir mi? Mülk Sûresinde bu sorunun cevabı çok net biçimde şöyle verilmektedir: «O ki yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahmân'ın yarattı­ğında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin; gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozuktuk görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; gözün yorgun, bitkin halde alçalmış olarak sana döner.» [8]

Ancak unutmamak gerekir ki, her başlangıcın bir sonu, her yapılanın bir yıkılışı, kurulan her düzenin bir gün yerini başka bir düzene bırakması mukadderdir. Göklerin ve yerin kuruluşunda devam edegelen düzenin de belirlenmiş bir vakti vardır. Buna onların eceli de diyebiliriz. Saati gelince yıkılıp yerini yeni bir düzene bırakır. Sekizinci âyetle bilhassa ilâhî takdirin bu tecelli yanı yansıtılıyor; her yeninin bir gün eskiyeceğine dikkatler çeki­liyor.

Şüphesiz ki burada bir diğer önemli husus da şudur: Göklerin ve ye­rin kuruluş ve dengesiyle ilgili ilâhî plân anlatılırken ilmî araştırmaya kapı açılıyor ve insan aklına geniş yer verilerek gerçeği bulup çıkarması iste­niliyor. Zira güneşin bir gün özelliğini kaybetmiyeceğini kim iddia edebilir? Dünyanın bir gün yörüngesinden çıkmayacağını kim kesin hükme bağla­yabilir? Ortada bir başlangıç varsa, mutlaka bir son da söz konusudur. İş­te Kur'ân-ı Kerîm'de başlatmanın da, düzeni değiştirmenin de rastgele de­ğil, belli bir plâna göre takdir edildiği haber verilerek konuya bu açıdan eğilmemiz isteniliyor. [9]

 

Yeryüzündeki Tarihî Harabeleri Gezip Görmek

 

«Onlar yeryüzünde gezip de kendilerinden önceki (millet)lerin sonlarının ne olduğuna bakmı­yorlar mı?..»

İlgili âyetle, inkâr ve ahlâksızlıkta, sapıklık ve azgınlıkta ısrar eden ka­vim ve topluluklara, kendilerinden daha güçlü milletlerin küfür ve azgın­lıkları, zulüm ve ahlâksızlıkları yüzünden yıkılıp yok edildiklerini gezip gör­meleri ve mevcut arkeolojik kalıntılar üzerinde araştırma yapmaları tavsi­ye ediliyor.

Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu konu işlenirken milletlerin yıkılış sebepleri daha çok beş madde halinde özetlenmektedir:

1—  Gönderilen peygamberlere karşı gelip, ilâhî teblîğe kalp ve kulak­larını tıkamaları,

2—  Haksızlıkta bulunup, zulmü araç olarak kullanmaları,

3—  Kötülüğü huy edinip ahlâksızlığa prim vermeleri,

4—  Allah'ın âyetlerini yalan ve uydurma saymaları,.

5—  Hakkı ve doğruyu gösteren, iyiliği tavsiye eden peygamberlerle, üim adamlarıyla ve faziletli mürşitlerle alay etmeleri..

Nitekim konumuzu oluşturan dokuzuncu âyetle de bu beş madde kı­saca belirtilmekte ve yaşamakta olan inkarcıların çok iyi düşünüp gerçeğe kalplerini açmaları hatırlatılmaktadır. [10]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcılarla şüphecilerin aklına ışık tutulup bi­limsel yönden ipucu verilerek Allah'ın varlığına delâlet eden belgeler sı­ralandı. Sonra da kalp ve kulaklarını bu gerçeklere tıkayan milletlerin yı­kılıp yok olma sebeplerini araştırmaları hatırlatılarak tarihî harabelere dik­katleri çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın önce yaratmaya başladığı gibi, sonra öl­dürüp tekrar diriltmek için, kurduğu düzeni bozarak yeni bir düzen meyda­na getireceği haber veriliyor ve suçlu günahkârların âhiret gününde uğra­tılacakları cezadan bir iki safha tasvir edilerek, gereken uyarı yapılıyor. [11]

 

Meali:

 

11— Allah, önce halkı (veya hayatı başlatan hilkat kanununu) mey­dana getirir. Onu (öldükten) sonra geri çevirir. Sonra da ancak O'na döndürüleceksiniz.

12—  Kıyamet saati gelip çattığı (ikinci hayata kalkıldığı) gün suçlu günahkârlar umutsuz olurlar.

13—  (Allah'a) koştukları ortakları, onlar için hiç de şefaatçi değiller­dir. Onlar (ister istemez o gün) o ortaklarını inkâr ve reddedip dururlar.

14—  Kıyamet kopacağı gün, evet o gün (putperestlerle putları, mü'-minlerle kâfirler,  suçlu  günahkârlarla  suçsuzlar)  birbirlerinden   (seçilip) ayrılırlar.

15—  Artık dosdoğru imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlar Cen­net bahçelerinde ağırlanıp neşelenirler.

16— İnkâr edenlere; âyetlerimizi ve Âhiret'te bana kavuşmayı yalan-hyanlara gelince: İşte onlar azap için hazır duruma getirilirler.

 

Hayatı Başlatan Hilkat Kanunu

 

«Allah once nalkl (veva hayatı baş­latan hilkat kanununu) meydana getirir. Onu (öldükten) sonra geri çevirir. Sonra da ancak O'na döndürüleceksiniz.»

Hayatı başlatan ilâhî «hilkat kanunu», önce yoktan var kıfar, sonra belli bir süreye kadar ezelî plân gereği yaşatır, sonra da öldürür de canlı­ları toprak haline getirir ve onlardan sayısı belirsiz bakteriler oluşturur. Sonra bu kanunun gereği, çer çöp haline getirdiği bitkilerde olduğu gibi, toprak haline soktuğu insanları yeniden hayata döndürür. İlk yaratmak na­sıl «kün emri»ne bağlıysa, ikinci yaratmak da öylece «kün emri»ne bağ­lanmıştır. Bu emir tecelli edince ilgili kanunları ve sebepleri harekete ge­çirir ve belli elementleri biraraya getirerek ruha ikinci bedeni hazırlamış olur.

O bakımdan ilgili on birinci âyetle bu gerçeğe değinilerek, her şeyin ilâhî kudretin tecelli ve tezahürüyle hayata başladığı ve yine o kudretin te-cellisiyle birinci hayata veda edeceği ve aynı tecelliyle ikinci hayata kaldı­rılacağı belirtilirken, sonunda insanların Allah'a, O'nun sonsuz kudretine döndürüleceği açıklanmakta ve bundan başka bir dönüş yönü ve yeri ol­madığına işaret edilmektedir. [12]

 

Umutların Bütünüyle Kırılacağı Gün

 

«Kıyamet saati gelip çattığı (ikinci ha­yata kalkıldığı) gün suçlu günahkârlar umutsuz olurlar.»

Allah'a ve âhiret hayatına inanmayan nankör sapıklar, kıyamet günü ikinci hayata gözlerini açınca, CenâbHakk'ın ancak mutlak hikmet sahi­bi bulunduğunu ve mutlak surette adaletle hükmedeceğini anlarlar. Dünya hayatındaki fırsatları kaçırdıklarına binlerce defa pişmanlık duyup üzülür­ler ve verilen belli ömür süresinde Allah'ı tanımayıp inkâra saptıklarını, emirlerine kulak ve kalplerini kapalı tutup nankörlük ettiklerini düşünerek derin bir ümitsizliğe kapılırlar. Zira dünyada ümitsiz bir hayat süren, ümit­sizlik üzerine ölenlerin âhirette de ümitsizlik içinde azaba atılacakları sün-netullah ve adâletullah gereğidir. Ceza daha çok amelin cinsinden olur.

Allah'ı bırakıp yontulup şekillendirilen cisimlere «tanrı» diye tapanlar ise, o gün putlarının şefaatçi olamıyacaklarını öğrenirler ve ister istemez «ilâh» diye taptıkları bu cisimleri red ve inkâra kalkışırlar. Ama nafile.. Zi­ra dünya hayatında inanılması gereken Yüce Yaratan'ı inkâr etmişler ve âhiret hayatını bir türlü akıl ve havsalalarına sığdıramamışiardı.

Böylece dünya hayatında Allah'ı inkâr edip canlı cansız birtakım şey­lere tapanlar, âhiret gününde bunun aksine bir yol izlemek isterler; Allah'ı tanımaya başlarlar ve sahte ilâhlarını red ve inkâr ederler. Artık bu dönü­şün bir anlam ve yararı olmaz. Zira teklif ve sorumluluk dönemi sona er­miş; ceza, hesap ve mükâfat dönemi başlamıştır. Böylece herkes ameliyle, niyetiyle başbaşa kalır; Allah'ın izni olmadan kimse kimse adına şefaatçi olamaz. Hüküm, bütünüyle Allah'a aittir. İlâhî adalet gereği, iman ve sâlih amellerle ömürlerini değerlendirenlere büyük mükâfatlar; inkâr ve azgın­lıkla geçirenlere elim cezalar verilir. [13]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın yaratmaya başladığı gibi, öldürüp düzeni bozduktan sonra yeniden dirilterek ikinci hayatı başlatacağı konu edildi. Bu gerçeğe kalp ve kulaklarını tıkayanların ilâhî azaba hazır duruma ge­tirilecekleri açıklanarak gereken uyan yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, ibâdet edilmeye ancak Allah'ın lâyık olduğu belir­tilerek beş vakit namazın önemine işaret ediliyor. Sonra da Allah'ın var­lığına ve birliğine delâlet eden birkaç belgeye yer verilerek akıl ve idrâkler bu konuya döndürülmek isteniyor. [14]

 

Meali:

 

17—  O halde akşamlarken, sabahlarken Allah'ı teşbih edin (O'nun için namaz kılın).

18—  Hamd (her türlü güzel övgü) göklerde de, yerde de O'na mah­sustur, (övülmeğe ancak O lâyıktır). İkindi vaktinde de, öğleye girerken de (O'nu tesbîh edin, namaz kılın).

19—  O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Yeryüzüne, (ku­ruyup) ölgünleştikten sonra hayat verir ve işte siz de böylece (kabirleriniz­den) çıkarılacaksınız.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'ın neden İbrahim Peygamber'! «hfalîl» (yani yakın dost) diye ad­landırdığını size bildireyim mi? Zira o, her gün sabahlayıp akşamladığında «SUBHANELLAHI HÎNE TÜMSUNE VE HÎNE TUSBİHÛN VE LEHÜ'L-HAMDU VE AŞIYYEN VE HÎNE TÜZHİRÛN» derdi.» [15]

d.r. enoLÎ!^' tera.zide a?lr aelen: Ranman'a sevimli olan iki kelime var-ö.r. SUBHANELLAHI VE Bl-HAMDİHİ; SÜBHANELLAHİ'L-AZÎM.» [16]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün ashabına sordu:

  Sizden biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz olabilir mi? Ashab-ı Kiram :

  Bin sevap nasıl, ne ile kazanılır? deyince, Efendimiz şöyle buyurdu :

  Yüz defa tesbîh ederse, kendisine bin sevap yazılır; bin kusur ve günahı bağışlanır.» (Kul ve millet hakkında doğan günahlar bunun dışında­dır). [17]

 

Allah'ı Tesbîh Ve Beş Vakit Namaz

 

<(O halde akşamlarken, sabahlarken Allah'ı tesbîh edin (O'nun için namaz kılın),.»

Yukarıdaki âyetle, Allah'ı tesbîh etmemiz, O'nu kemal sıfatlarıyla öv­memiz, O'nu her türlü noksan sıfatlardan tenzîh etmemiz emredilmekte-dir. Zira varlık âlemi en küçük parçasından en büyük sistemine kadar bü­tünüyle CenâbHakk'ı tesbîh etmekte ve her parçası O'nun kudretinin damgasını taşımaktadır. Güneş sistemi başta olmak üzere fezaya belli bir plâna göre serpiştirilen bütün sistemler ve onlara bağlı gezegenler kendi­lerine ayrılmış yörünge ve merkezde durmadan hareket halinde olup, o çok Yüoe Yaratan'ın buyruğuna baş eğmektedir.

Kâinatın bu teşbihine insanoğlunun da aklıyla, idrakiyle, imân ve ir-fanıyla katılması gerekmez mi? Varlık alanına getirilen canh-oansız her şey yaratıldığı hikmet ve amaoa bağlı kalıp beklenilen hizmeti kusursuz vermektedir. Kaldı ki, onların hemen hepsinin hizmeti insanlardan yana bir anlam taşımaktadır. Güneşin faydası kendi varlığından yana değil, insan­lardan yanadır. Bunun gibi bir meyva ağacının verdiği meyva, ağaç için de­ğil, insan içindir. İşte her şey böyle bir programla insana el uzatmakta, yardım etmekte ve fayda sağlamaktadır.

Özetliyeoek olursak, diyebiliriz ki: Var olan her şey insan için, insan da Allah'ı bilip tanımak, O'na ibâdet için yaratılmıştır. Bu manayla İnsan, kâinatın gayesi ve var kılınmasının hikmeti oluyor. Kâinatta insan denilen bu kadar üstün ve şerefli canlı varsa, kâinat anlam kazanıyor; insanın ol­madığını farzedelim, o takdirde kâinatın var kılınması anlamsız ve hikmet-siz kalıyor.

İşte beş vakit namaz, insanı yaratıldığı amaç ve hikmete yöneltmekte ve Cenâb-i-Hakk'a akıllıca kulluk etmesini sağlamaktadır. O bakımdan ilim adamları, tesbîhle düzenli hareketin, teşbihle namazın içice olduğunu be­lirtmişlerdir. İlgili âyet bunun en güzel ifadesini taşımakta ve bizleri aydın­latmaktadır. Şöyle ki:

«Akşamlarken» tabiri, akşam ve yatsı namazlarına; «sabahlarken» ta­biri, sabah namazına; «aşiy» tabiri, ikindi namazına; «hîne tüzhirûn» tabiri, öğle namazına delâlet etmektedir. Bütün bu vakitlerde gerekli olan her çe­şit tesbîhi, namaz ibâdeti en güzel ve en uygun biçimde kendinde taşımak­ta ve namaz kılan kimse bu ibadetiyle kâinatın teşbihlerine denk bir tes-bîhte bulunmaktadır.

Böylece Kur'ân'da namazın beş vaktinden söz edilip edilmediğini tar­tışma konusu yapanlara da en güzel cevap bu âyetle verilmiş oluyor. Ni­tekim İbn Abbas'a (R.A.) : «Kur'ân'da beş vakit namaza delâlet eden bir âyet var mıdır» diye sorulduğunda, onlara konumuzu oluşturan 17 ve 18. âyetleri okumuş ve bunların beş vakit namaza delâlet ettiğini belirtmiş­tir. [18]

 

Allah Diriyi Ölüden, Ölüyü De Diriden Çıkarır

 

 «O diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Yeryüzüne (kuruyup) ölgünleş-tikten sonra hayat verir ve işte siz de böylece (kabirlerinizden) çıkarılacak­sınız.»

Bu konu Kur'ân'ın dört ayrı yerinde açıklanmaktadır. [19]Cenâb-ı Hak, eşyada izhar ettiği hilkat kanununa dikkatlerimizi çekmekte ve düşünce ufkumuzu genişletmektedir. Zira hayatın sırrı ve bağlı bulunduğu kanun bütün eşyada kusursuz işlemektedir. Öyle ki bitkiler ve hayvanlar âlemin­de cari olan botanik ve biyolojik esaslar ve kanunlar, ilk konulduğu gibi sapmadan hedefine ve amacına doğru ilerlemekte, ilâhî takdire baş eğip hizmetini sürdürmektedir.

Böylece ilgili dört yerde bu gerçeğe işaret edilmekte, bitki ye hayvan­ların biri ölü, diğeri diri sayılan iki devresi bulunduğu belirtilmektedir: Tohum, bitkinin ölü devresi; filizlenip yeşermesi diri devresidir. Yumurta, ta­vuk ve diğer yumurtlayan hayvanların ölü devresi; kuluçka süresi sonunda oluşan civciv, onların diri devresi sayılır. İnsana gelince: Onun da sperma ve ana rahminde oluşan yumurta ölü devresi, ana rahminde oluşup cenin haline gelmesi diri devresidir.

O halde burada «ölü» sözü, bütünüyle cansızlığa delâlet eden bir kav­ram değil, çıplak gözle cansız hareketsiz sanılan ve aslında canlı olan var­lık demektir.

İşte böylece Cenâb-ı Hak yeryüzünü, içindeki ölü devresiyle ilgili bit­ki kökleri, sporları ve tohumlarıyla harekete geçirip diriltir. Bunun gibi, insanları da öldürdükten sonra ruhlarının taşıdığı öz ve mayayı harekete geçirmek suretiyle yeniden diriltir.

Ancak bitkilerin tekrar yeşermesi, spermanın cenin haline gelmesi, dünya hayatıyla ilgili bulunduğundan, o husustaki cari ilâhî kanunu biliyo­ruz. Öldükten sonra diri kalan ruhumuzun taşıdığı manevî çekirdeğin bir istihale döneminden sonra maddeye intikali ve diri bir insana dönüşmesi ise, âhiretle ilgili bir kanun olduğundan mahiyetini tam anlamıyla bilemi­yoruz. Ne var ki, Cenâb-ı Hak anlamamızı bir bakıma kolaylaştırmak için dünya hayatıyla alâkalı botanik ve biyolojik kanunların işleyiş tarzını mi­sal vererek, aynı yüee kudretin âhiret hayatıyla ilgili kanunları da bir gün işler duruma getireceğini va'dediyor. İlâhî kudretin erişilmezliğine inanan­lar, elbette ki buna da inanırlar ve teslimiyet gösterirler. [20]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'ı tesbîh etmemiz emredilip beş vakit namaz konu edildi ve ilâhî kudrete bağlı hilkat kanununun dünya ve âhiret haya­tıyla İlgili tecellisine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin her şeye yettiğine delâlet eden on bir kadar belge sıralanıyor. Böylece inkarcı ve şüphecilerin aklına ışık tutularak ilmî ölçülerle konu üzerinde düşünmeleri tavsiye ediliyor. [21]

 

Meali:

 

20—  O'nun (varlığına ve kudretinin yüceliğine delâlet eden) açık bel­gelerinden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak (yeryüzüne) yayılırsınız.

21—  O'nun açık belgelerinden biri de, size kendinizden eşler yarat­masıdır ki, onlarla sükûnet bulup huzura kavuşursunuz. Aranızda sevgi ve rahmet meydana getirmiştir. Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için öğütler, ibretler ve deliller vardır.

22—  O'nun açık belgelerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dil­lerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz ki bunda ilim adamları için deliller, ibretler vardır.

23—  O'nun açık belgelerinden biri de, gece ve gündüz   (gerektiğin­de) uyumanız ve O'nun geniş lûtfundan (geçiminizi) arzulayıp araman izdir. Şüphesiz ki bunda işitebilen bir millet için öğütler ve ibretler vardır.

24—  O'nun açık belgelerinden bîri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi ve gökten su indirip öldükten sonra yeryüzüne ha­yat vermesidir. Doğrusu bunda aklını kullanan bîr millet için deliller ve ib­retler vardır.

25—  O'nun açık belgelerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyru­ğuyla (yörüngelerinde hareketlerini sağlayıp) durmasıdır. Sonra da sizi bir defa çağırınca hemen yerden çıkarsınız.

26—  Göklerde ve yerde bulunan (her şey) O'na aittir. Hepsi de (ister istemez) O'nun buyruğuna boyun eğip itaat etmektedir.

27—  Önce halkı yaratan, (öldürdükten) sonra da diriltip (hayata) çe­viren O'dur, Bu da O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce mi­saller, en bedi' sıfatlar O'nundur. O çok güçlüdür, çok üstündür ve hikmet sahibidir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah (ç.c.) Âdem'i, yeryüzünün her tarafından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. O sebeple insanlar yeryüzünün (rengine göre) oluşmuşlardır: Kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah renkte; kimi de bu renk­ler arasında bir renktedir. Kimi murdar, kimi temiz, kimi de bu ikisi arası nitelikte bulunuyor.» [22]

«Şanı yüce Allah buyuruyor: Âdemoğlu beni yalanladı. Oysa bu onun hakkı değildir ve bana dil uzattı, bu da onun hakkı değildir. Onun beni ya­lanlaması, «Beni ilk yaratıp meydana getirdiği gibi, öldüğümden sonra tek­rar diriltip hayata çevirmez» demesidir. Oysa ilk yaratma, öleni hayata çe­virmekten bana daha kolay değildir... Bana dil uzatması ise, «Allah evlât edindi» demesidir. Oysa ben birim, hiçbir şeye muhtaç değilim; her şey bana muhtaçtır; öyle bir samed'im ki doğurmadım, doğurulmadım ve hiç­bir şey bana denk olamaz.» [23]

 

İnsanin Topraktan Yaratılması

 

«O'nun (varlığına ve kudretinin yüceliğine delâlet eden) açık belgelerden biri de, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak (yeryüzüne) yayılırsınız.»

İlk insan Âdem (A.S.) topraktan yaratıldığı gibi, onun nesli de bir ba­kıma topraktan yaratılmaktadır. Konumuzu oluşturan âyetle bu husus, Al­lah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden bir belge olarak takdim ediliyor.

İnsanın, şu hayvanın veya bu hayvanın gelişip tekâmül etmesiyle bu­günkü duruma geldiğini İddia etmek, yani Darvinizm'i benimseyip insan ve diğer canlıların doğrudan doğruya yaratılmadığını, ancak bir gelişme so­nunda bugünkü hallerini aldıklarını söylemek, bir çırpıda kutsal sayılan her şeyi inkâr etmek ve semavî dinlerin getirdiği bütün esasları kökünden yıkmak ve dolayısıyla kâinatı çok mükemmel bir plânla yaratıp her canlı hakkında bir defa tecelli etmek suretiyle başlangıç noktasını belirleyen Al­lah'ı tanımamak olur. [24]

Cenâb-ı Hak bu gibi sakat görüşleri, saptırıcı nazariyeleri temelinden yıkmakta ve gerçekçi ilim adamlarına hareket noktasını gösterip temel bilgi vermektedir.

insanın topraktan yaratıldığı iki ayrı durumuyla, yani ilk insan Âdem'in doğrudan, neslinin ise dolaylı şekilde menşe'lerinin toprak olduğu kesinlik arzediyor. Şöyle ki: Bütün canlıların menşei su ve topraktır. İlk insanın ya­ratıldığı toprak nasıl su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline ve ondan da insan suretine geçiş sağlanmışsa, Âdem'den üreyen insanlar da yine toprak ve sudan nemalanıp vücut bulmaktadırlar. Toprak ve suyun yeşer­tip yetiştirdiği bitkiler baba sulbunda spermaya, ana rahminde yumurtaya dönüşmekte ve sonra belli ortam ve şartlarda gelişip oğulcuk (rüşeym) şekline gelerek insan denilen canlı meydana gelmektedir.

Ne var ki biz, doğrudan doğruya topraktan yaratılan ilk insan hakkın­da tecelli eden «kün emri»ne inanıyoruz, keyfiyetini bilmiyoruz. Şüphesiz ki bu emrin tecellisiyle belli kanunlar harekete geçirilerek sebepler oluştu-' rulmuş ve Âdem (A.S.) vücut bulup hayata adımını atmıştır. Bu olayla il­gili kanunların mahiyeti bizim deney ve gözlem sınırının ötesinde kalmak­tadır. Âdem'den üretilen insanlar hakkındaki hilkat kanununun önemli bir kısmını biliyoruz; çünkü deney ve gözlemimizin sınırları içinde bulunmak­tadır. [25]

 

İnsana, Kendisinden Eşler Yaratılması

 

 «O'nun açık belgelerinden biri de, size kendinizden eşler yaratmasıdır ki onlarla sükûnet bulup huzura kavuşursunuz. Aranızda sevgi ve rahmet meydana getirmiştir. Şüphesiz bunda düşünebi­len bir millet için öğütler, ibretler ve deliller vardır.»

Kur'ân-ı Kerîm ve sahîh hadîslerde açıklandığına göre, ilk kadın Hav­va, Âdem Peygamber'den yaratılmıştır. Hadîslerde bu cümle biraz daha açıklığa kavuşturularak, Havva'nın Âdem Peygamber'in kaburgasından ya­ratıldığı belirtilir. Şüphesiz hilkat kanununun bu tarz işleyişinin birtakım sır ve hikmetleri vardır. Onları şöyle sıraya koyup özetliyebiliriz:

a)  Cenâb-ı Hak canlılardan her birini yaratırken, kudreti o surette bir defa tecelli etmiştir. Aynı canlı hakkında ikinci bir surette tecelli söz konu­su değildir. Âdem Peygamber'i yaratmayı murad ettiğinde, kudreti o suret­te tecelli etmiştir. Böylece Âdem denilen insan hakkında ilâhî kudretin te­cellisi belli surette bir defa gerçekleşmiş bulunuyor. O bakımdan ona zev­ce olarak yaratacağı Havva hakkında, belirtilen anlamda ikinci bir tecelli düşünülemiyeceğinden, Havva'yı Âdem'in suretinde onun kaburgasından yaratmıştır.

b)  Kadınla erkek arasında, asılla fer'i arasındaki ilginin sağlanması prensibi irâde edilmiştir. Böylece erkek asıl, kadın onun suretinde ona fer' mahiyetinde, yani o gövdenin dalı olarak yaratılmıştır.

c)  Erkekle kadın arasında köklü bir sevgi, ilgi ve rahmetin kurulması istenmiştir. Zira her şey kendi cinsine, türünün özelliğine meyleder de onun­la sükûnet ve huzur bulur.

d)  Neslin devamını sağlamaya yönelik bir tecelli söz konusudur. Öyle ki: Kadının erkekten yaratılması, erkeğin ona asıl durumuna geçmesini ve kendinden bir parça olan kadına sıcak ilgi duymasını kolaylaştırmış ve in­san bu duyguyu taşıyarak gözlerini dünyaya açma düzeyinde oluşturul­muştur. O bakımdan sözü edilen sıcak ilgi ilk insanla başladığından dolayı genetik bir olay olarak fıtrîdir, irsîdir.

İşte dosdoğru düşünebilen bir kavim ve millet için bunda açık ve açık­layıcı belgeler, öğütler ve deliller vardır. [26]

 

Dillerin Ve Renklerin Değişik Olması

 

«O'nun açık belgelerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz ki bunda ilim adamları için deliller, ibretler vardır.»

Allah'ın yaratıcı kudretinin açık delillerinden biri de, göklerin ve yerin şaşmaz bir plâna göre yaratılması ve mükemmel bir düzen ve dengede tu­tulmasıdır. Ayrıca yeryüzüne yayılan insanların dillerinin ve renklerinin farklı olmasıdır. Yukarıdaki âyetle bilhassa ilâhî kudretin bu tecelli ve te­zahürüne değinilerek konu üzerinde ciddi düşünüp araştırma yapmamız il­ham ediliyor.

Aynı asıldan, yani kök ve gövdeden üreyip türeyen insanların cilt ren­ginin beyaz, siyah, san, kızıl ve bileşik olması başlıbaşına bir araştırma ve inceleme konusudur. Nitekim yapılan istatistiklere göre, genel olarak dün­ya nüfusunun %43'nün sarı, %33'nün beyaz, %24'nün siyah ırka mensup olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca ilim adamları ırkların birinin diğerinden üs­tün oldukları iddiasını anlamsız sayıp bu konuda Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'in şu açıklamasını tasdîk ederler:

«Hiçbir kimsenin diğeri üzerine -dindarlık ve salih amel dışında- bir üstünlüğü yoktur.» [27]

«Allah yanında, İslâmiyette tekbiriyle, tahmidiyle, tesbîh ve tehliliyle

ömür süren mü'minden daha üstün kimse yoktur.» [28]

«Haberiniz olsun ki, ne Arabın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Araba: ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza bir üstünlüğü vardır. Üs­tünlük takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma) iledir.» [29]

Böylece Kitap ve Sünnet'e göre : Üstünlük ırkta, renkte ve dilde değil: dindarlık, sâlih amei ve takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma) iledir, yani kim daha çok imân temeli üzerinde sâlih amellerde bulunur ve Allah'tan korkup fenalıklardan sakınırsa, Allah yanında o daha üstündür.

Nitekim biyologlar mikroskop altında baktıkları bir hücrenin hayvan hücresi mi, yoksa insan hücresi mi olduğunu ayırt edebiliyorlar; ama o hüc­renin hangi renkte olan ırka ait olduğunu bilemiyorlar, yani bu inceliği tes-bit edemiyorlar. Yine aynı şekilde insan kanı hayvanların kanından kesin­likle ayırt edilebiliyor; ama kan bütün insanlarda aynıdır, yani bü­tün insanların kanı birbirine benzemekle beraber, grup olarak tamamen birbirinin aynı değildir. Sürekli çalışmalar sonunda insanların kanlarını bir­birinden ayıran özelliklen incelenerek dört ana grupta toplandığı görül­müştür.

İşte bu gerçeğe dayanarak antropologlar yalnız bir ırkın bulunduğunu, yani insanların tek ırktan geldiğini söylemişlerdir. [30]

 

İnsan Derisinin Dört Farklı Rengi

 

İlâhî sanat ve kudretin yüceliğine delâlet eden olaylardan biri de, insan derisinin rengini meydana getiren mekanizmadır. Şöyle ki : Normal deri rengini hemoglobin, karoten ve meianin pigmenti (maddesi) verir. Ası! ren­gi veren melanindir. Deri rengindeki" ırksal ve etnik farklılıklar, meianin ih­tiva eden melenosom ismindeki hücre içi organellerin sayısı, büyüklüğü ve dağılışı ile yakından ilişkilidir. Bu madde melonist ismi verilen deri yüzün­den biraz derindeki hücrelerde yapıldıktan sonra deri yüzeyindeki keratin hücrelerine sevk edilir ve bu hücreler derinin rengini ortaya koyar. [31]

Şüphesiz ki bu fizyolojik ve biyo-kimyasal ameliye ile farklı deri renkle­rinin ortaya çıkması, çok ince bir hesap ve sağlam plânın neticesidir. İlgi­li âyetle bu inceliğe dikkatlerimiz çekilerek, olay üzerinde ilâhî damgayı görmemiz tavsiye ediliyor. [32]

 

Dillerin Farklı Olması

 

Bakara Sûresi 31. âyetin tefsirinde açıklandığı gibi, dil de ilk insan Âdem'le başlamış ve zamanla gelişme göstererek gruplara ayrılmıştır. Zi­ra Cenâb-ı Hak, Âdem Peygamber'e lüzumlu olan eşyanın isimlerini öğret­miştir. Böylece ilk insanın konuşma nîmetine eriştirildiği ve eşyanın isim­leri öğretilerek kendi aralarında anlaşma ve konuşma imkânlarının doğdu­ğu kesinlik kazanıyor.

Filologların ve diğer alâkalı ilim adamlarının araştırmaları henüz bu sonuca varmışa benzemiyor. Onlara göre : Yazı ancak Milat'tan 4.000 yıl önce icad edildiği için dillerin daha önceki gelişmesi hakkında kesin bir bilgi vermenin mümkün olmadığı neticesi doğuyor.

Yine ilgili uzmanların yaptığı araştırma neticesi, dillerin genellikle tek heceli, çok heceli ve bükümlü olmak üzere başlıca üç gruba ayrıldığını or­taya koymuştur. Bize göre, bu üç grubun tek menşei vardır, o da Âdem Pey­gamber'e öğretilen ilk dildir. Zamanla gelişme ve asıldan sapma ile bu gruplar oluşup meydana gelmiştir. Şüphesiz bu gelişme ve gruplara ayrıl­manın birtakım faydaları söz konusudur. Kur'ân-ı Kerîm bu inceliğe işaret­te bulunarak araştırıcılara hareket noktasını göstermektedir.

Diyebiliriz ki: Her milletin kendi bünyesinde kültür birliği sağlaması bakımından ayrı bir dil konuşması yararlıdır. Aynı zamanda milletler ara­sında bilimsel, ekonomik ve kültürel yönlerden alış-verişin sağlanması, her milletin kendi diliyle geliştirdiğini bir diğerine aktarması ve o sebeple bir­birlerinin dilini öğrenmeleri gereği doğuyor ve bu da her bakımdan millet­ler için başka başka faydaların doğmasına yardımcı oluyor.

Bütün insanlar, diğer bir anlatımla, bütün milletler aynı dili konuşsay­dı ne olurdu? Bunun cevabını birkaç madde halinde şöyle verebiliriz:

a)  Günümüze kadar gelişme kaydedip gelen bilimsel araştırmalar bu kadar hızlı ve başarılı olmazdı.

b)  Aynı  dil,   ülkelerin uzaklığına ve farklı kültür yapısına göre, çok farklı lehçe ve telâffuzlarla karmaşık bir hal alır ve o sebeple toplum ve fertlerin birbirleriyle anlaşmaları zorlaşırdı.

c)  Her millet kendi lehçe ve telâffuzunun doğruluğunu savunur ve böy­lece dil konusu bir çıkmaza girmiş olurdu.

d)  Millî duygular cılız kalır, rekabet duygusu azalabilirdi.

O halde dillerin farklı olması, ilâhî irâdeye dayalı sünnetullah doğ­rultusundaki takdirin tabii sonucudur diyebiliriz. İnsan zekâ ve irâdesini farklı diller icat etmeye yatkın kılan Allah'ın şanı elbette ki çok yücedir. O sebeple 22. âyetin sonunda renklerin ve dillerin ayrı olmasında ilim adam­ları için deliller ve ana fikirler bulunduğu belirtilerek başlıbaşına bir araş­tırma ve inceleme konusu olduğuna, aynı zamanda CenâbHakk'ın in­sanlardan yana güzel bir tecellisi bulunduğuna işaret edilmektedir. [33]

 

Gece Ve Gündüz Uykusu

 

«O'nun açık belgelerinden biri de, gece ve gündüz (gerektiğinde) uyuma­nız ve O'nun geniş lûtfundan (geçiminizi) arzulayıp aramanızdır. Şüphesiz ki bunda işitebilen bir millet için öğütler ve ibretler vardır.»

Bu âyetle de Allah'ın mutlak düzenine ve insanlardan yana sağladığı rahmetinin bir başka tecellisine; aynı zamanda sanatının eşsizliğine deği­nilmekte ve isbatlayıcı bir delil olarak gözler önüne serilmektedir. Allah'ın bu rahmeti, gece ve gündüz uykusuyla ilgili olup, beynimizin ve vücudumu­zun dinlenmesi bakımından onun önemine işaret edilmektedir.

Bilindiği gibi, uyku vücut için gerekli dinlenmeyi sağlayan fizyolojik bir olaydır. Ancak bu dinlenme, yalnız zaman değil, uykunun o zaman için­deki derinliğiyle de yakından ilgilidir. Diğer bir anlatımla sözü edilen din­lenme, zaman ve derinliği çarpımına bağlıdır ki bu çarpıma uyku miktarı denir. Çok yorulan insanlarda uyku zamanı daha kısadır, ama uyku derin­liği daha büyüktür. Böylece uyku miktarı yine de yeter dereceyi bulur.

Özellikle uzun günlerde, sıcak mevsimlerde gece uykusu hem pek de­rin olmaz, hem de uzun sürmez. O bakımdan az da olsa gündüz uykusuna ihtiyaç vardır. Çünkü vücut yeterince dinlenmemiş, merkez sinir sistemine gerekli olan dinlenmeyi sağlayamamıştır.

İşte insanı dinlendiren, ertesi günkü hayata hazırlayan; sinir sistemini yatıştıran; kalbin ve diğer birçok organların dinlenmesini sağlayan uyku, işitebilen, işitip de anlayabilenler için CenâbHakk'ın bir lûtfu ve aynı za­manda kudretinin bir başka delilidir. [34]

 

Şimşeğin Çakması Ve Yağmur Yağması

 

«O'nun açık belgelerinden biri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi ve gökten su indirip öldükten sonra yeryüzüne hayat ver­mesidir..»

Bilindiği gibi, şimşek, yıldırım sırasında meydana gelen çok parlak bir ışıktır. Büyük bir elektrik akımının meydana gelmesiyle oluşur. Zira bulut­ların elektrik taşıma gücü çok yüksektir. Havada daima bir miktar elektrik vardır. Bu elektrik, bir kondansatör işi gören bulutlarda toplanır. Fırtınalı, kuru, sıcak havalarda nemli bulutlarda toplanan elektrik, buluttan buluta, ya da yere geçerken şimşek dediğimiz ışıklı bir iz bırakarak şiddetle patlar. İşte bu patlama «gökgürültüsü», çakma ise «şimşek», yere düşen elektrik yükü de «yıldırım»dır.

Genellikle yıldırım çarpmasında, vücuttan milyonlarca voltluk, binler­ce amperlik akım geçtiğinden birden kömürleşme olur, insan ölür.

O bakımdan bulutlu bir havada şimşeğin çakması, insanlara hem kor­ku verir, hem de susuz kalan arazinin muhtaç olduğu yağmura kavuşma ümidini doğurur. Fiziksel anlamda meydana gelen bu olay hem tesadüfi değildir, hem de yararları söz konusudur. Kur'ân, ilâhî düzene bağlı olan bu önemli olayı da Allah'ın varlığına ve kurduğu düzeninin kusursuzluğuna delil göstermekte ve bu açıdan insan aklına seslenmektedir. [35]

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın insan hayatını düzenlemede birçok olaylardan üç ayrı olayı sıralarken önce düşünmeye, sonra ilme ve âlime, sonra işit­me ve anlamaya, sonra da aklı kullanmaya yer vererek müstesna bir sıra­lamada bulunmaktadır. Öyle ki:

Düşünme araştırmaya ve gerçeği bulmaya sevkeder. Araştırma ilmî gerçekleri bulmaya yarar. Düşünme ve araştırma aynı zamanda işitme ve anlamayı yönlendirir ve onu bilimsel ölçülerle birleştirir.

Bunların hepsi aklı imânla birleştirip lâyık olduğu yere oturtur. Aynı zamanda :

Kadının erkekten yaratılması ve onun için var kılınması, üzerinde du­rup dikkatle düşünmeye değer bir olaydır.

Göklerin ve yerin yaratılması ve dillerin, renklerin farklı bulunması il­mî araştırmayı gerektiren bir olaydır.

Geceleyin ve gündüzün bir bölümünde uyuma, kalbi ve kulağı ilâhî dü­zenlemenin mükemmelliğine çeviren önemli bir olaydır. Yıldırım, gökgürültüsü, şimşeğin çakması ve bunun neticesi yağmu­run yağıp ölü araziyi diriltmesi ise, akla malzeme veren birer fiziksel olay­dır. Hiç biri kendiliğinden veya tesadüflerle meydana gelmemekte, kâinat plânında programlandığı şekilde cereyan etmektedir. O bakımdan tabiatta meydana gelen bu tür fiziksel olaylardan her biri O Yüce Kudret'in varlığı­na delâlet etmekte ve her olay O'nun damgasını taşımaktadır. [36]

 

 

Konunun İlmî Açıklaması

 

Yağmurlu havada yıldırım ve şimşeklerin tesiriyle havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot-monoksit gazını oluşturmaktadır. Bu gaz da tekrar oksijenle birleşerek turuncu renkli azot-dioksit meydana gelmekte ve yine yıldırım ve şimşeklerin tesiriyle havadaki nemlik ve azottan amon­yak meydana gelmektedir. Azot-dioksit ise nemliliğin tesiriyle nitrik-asite dönüşmekte, böylece nitrik-asit ile amonyak havada bulunan karbonik asit­le birleşerek amonyum-nitrat ve amonyum-karbonat oluşmaktadır.

İşte oluşup meydana gelen bütün bu tuzlar yağmurla birlikte yeryü­züne inmekte, yerdeki mevcut kalsiyum tuzları ile birleşerek kaisiyum-nitratı meydana getirmektedir. Bitkiler de bu tuzu emerek gelişme imkânı bulmaktadır.

Böylece bitkileri yeyip beslenen hayvanlar çeşitli proteinler oluştur­makta ve bu hayvanların etini, sütünü, yumurtasını yiyen insanlar yete­rince gıdasını alıp beslenmektedir.

Cenâb-ı Hak, «Onun açık belgelerinden biri de, size korku ve umut vermek için şimşeği göstermesi ve gökten su indirip öldükten sonra yer­yüzüne hayat vermesidir» buyurarak böyle bir havada yağan yağmurun na­sıl bir hayatı birlikte getirdiğine işarette bulunuyor ve Mü'min Sûresi 13. âyetle bunu biraz daha açıklayarak ilim adamlarına ışık tutuyor-. «O Allah ki, size açık belgelerini ve delillerini göstermekte ve üzerinize gökten rızık indirmektedir. Ancak O'na yönelip gönül verenler öğüt ve ibret alırlar.» [37]

 

Yerin Ve Gökteki Sistem Ve Gezegenlerin Kendi Yörüngelerinde Şaşmadan Hareketlerini Sürdürmesi

 

«O'nun açık belgelerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğuyla (yörüngelerinde hareketlerini sağlayıp) durmasıdır..»

İlâhî düzenleme, belli bir plân çerçevesinde yaratıldığı amaca yönelik olarak varlığını sürdürmektedir. Her cisim, her sistem ve her gezegen in­san için yaratıldığından, hepsi de insan hayatını korumaya ve devam ettir­meye yönelik bir anlam taşımaktadır.

Şöyle ki:

Yerkürenin iki ayrı hareketle belli bir yörüngede elips çizip seyretme­si ve yaratılıp bu düzene sokulduktan sonra hiç şaşmaması, kusursuz bir uygulamanın varlığını ve uygulayanın birliğini isbatlamaktadır.

Güneş'in belli bir mesafede, belli bir merkez içinde iki ayrı hareketi, yani biri kendi merkezindeki, diğeri gezegenlerle birlikteki hareketi, dünya­ya ve yıldızlara ışık ve hayat vermesi; yaratıldığı gündenberi bu hizmetini kusursuz sürdürmesi ve bulunduğu merkezden salmaması, yine sınırsız bir kudretin tasarrufuna delâlet etmekte ve O'nun birliğini yansıtmaktadır.

Ay'ın dünyanın uydusu olarak, ona yakınlığı ve kendine has bir yörün­gede düzenli biçimde seyretmesi de CenâbHakk'ın üstün kudretine de­lâlet etmekte ve insanlara sağladığı yararlarla O sonsuz kudretin rahme­tini yansıtmaktadır.

Bütün bu plânlı, hesaplı, programlı ve düzenli hareketler, yerçekim ve merkezkaç kanunlarıyla gerçekleşmekte ve bir zincirin halkaları gibi bir­birine eklenerek Arş'a kadar dayanmaktadır. [38]

 

Ölüleri Çağırma Olayı

 

«Sonra da sizi bir defa çağırınca hemen yerden çıkarsınız.»

Kıyamet olayı meydana gelip mevcut düzen bozulduktan sonra, ikin­ci hayata kalkma olayı başlar. Oranın hayat şartlarına uygun ve yine bü­tünüyle insandan yana yepyeni bir düzen kurulur. «Kün Emri» ile nasıl se­bepler oluşturulup dünya hayatı var kilınmışsa, yine aynı emirle, sebepler oluşturularak ölüler diriltilip kaldırılır. Buna «Dâvet-i Hak» denilir. Bu da­vetin tecellisi, insanoğlunun âhiret hayatına has ve oranın şartlarına uy­gun bir bedene kavuşmasıyla gerçekleşir. Öyle ki, ilâhî emir sebepleri oluşturup plândaki hükümleri harekete geçirerek tecelli eder. Ancak bu sebeplerin ve hükümlerin keyfiyetini -bizim deney ve gözlemimizin dışında kaldığından- bilemiyoruz. Zira değişen düzenin inceliklerini, özelliklerini ve meydana gelecek olayların detay ve İçyüzünü şimdiden belirlememiz müm­kün değildir. Buna sadece inanıyoruz. Çünkü dünyada insan hayatını bir süre ayakta tutan şartlar ve kanunlar bütünüyle dünya ile ilgilidir, yani ona has bir anlam ve hüküm taşımaktadır. Değişik düzen ve değişik hayat şüphesiz ki değişik şartları, sebeplen ve kanunları gerektirir. [39]

 

Her Şey O Kudrete Boyun Eğmiştir

 

«Göklerde ve yerde bulunan her şey O'na aittir. Hepsi de (ister istemez) O'nun buyruğuna boyun eğip itaat etmektedir.»

İlâhî düzenin sağlamlığına, şaşmazlığına deliller getirildikten sonra, her şeyi hılkatindaki özellikleri ve amaçları doğrultusunda plândaki yerine oturtan CenâbHakk'a böylece her varlığın boyun eğip itaat ettiği, yani her şeyin bağlı bulunduğu sebepler ve kanunlar çerçevesinde yaratıldığı maksada yöneldiği belirtildi. İşte bu yönelme, ilâhî buyruğa itaat anlamına gelir. İlgili 26. âyetle dikkatler, sözünü ettiğimiz hususa çekilmekte ve bu düzenleme ve programlamanın dışına çıkan kimselerin yaratıldıkları amaç­tan saptıkları, plândaki yerlerinden bir bakıma koptukları hatırlatılmaktadır. [40]

 

Yaratma Kudreti O'na Mahsustur

 

«Önce halkı yaratan, (öldürdükten) sonra da diriltip (hayata) çeviren O'dur, Bu O'na göre pek ko­laydır..»

Varlık alanında yer alan her canlıyı ilk yaratıp hayat düzeyine getir­mek nasıl CenâbHakk'a mahsussa; insanları öldürdükten sonra yeni bir düzen kurup onları dirilterek kaldırmak da ancak O'na hastır, İlk yarattığın­da misal ve model yoktu. İkinci yaratmasında ise, hem misal, hem de mo­del vardır. Gerçi Allah için misal ve model söz konusu değilse de inkarcı­ların ve şüphecilerin anlayış ve kavrayışlarını kolaylaştırmak için âyette «mesel-i a'lâ» tabiri kullanılmıştır. Şöyle ki: Eğer yaratmakta bir güçlük ve imkânsızlık olsaydı, o takdirde ikinci yaratmak cok daha kolay sayıla­bilirdi. Oysa CenâbHakk'a göre bir güçlük ve imkânsızlık hiçbir zaman söz konusu değildir ve olamaz da..

Yerde ve gökte en yüce misaller, modeller, örnekler ve güzel sanatlar Allah'a mahsustur. Her şeyin en güzelini,, en bedi'ini yaratmıştır. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler hep bu hikmete dayalı bulunmaktadır; hepsi de ilâhî sanatın izlerini kendinde taşımakta ve yaratılışındaki o üstünlük ve yüceligi yansıtmaktadır. Zira Cenâb-ı Hak cok üstün, cok büyük, cok güçlüdür ve yegâne hikmet sahibidir. Her işi hikmete dayalıdır, her fiil plânlı ve prog­ramlıdır. [41]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, kurduğu mükemmel düzen, koyduğu sağlam öl-cüler; hazırladığı kusursuz plânla varlığını, birliğini ve kudretinin her şeye yettiğini belgelerle isbatlayip ortaya koyan CenâbHakk'ın cok yüce, cok üstün olduğu açıklandı. Gerçek anlamda örneksiz ve misalsiz yaratmanın O'na mahsus olduğu belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın mutlak anlamda ganî olduğu, eşe, orta­ğa, yardımcıya muhtaç bulunmadığı bir misal ile açıklanıyor. Sonra da kâi­nat kitabında hakkın varlığını ve birliğini terennüm eden satırlara bakıp doğuştan ruhumuza enjekte edilen din ve Allah duygusunu harekete geçir­memiz ve ilâhî hükümlerin şaşmazlığını görüp anlamamız emrediliyor. Tev-hîd İnancı doğrultusunda kendimizi Allah'a verip bölünmekten, gruplara ay­rılmaktan sakınmamız tavsiye ile her zaman haktan yana olanlarla bulun­mamızın ilâhî rızaya uygun düşeceği haber veriliyor. [42]

 

Meâli;

 

28—  Allah size kendinizden bir misâl veriyor: Size rızık olarak verdi­ğimiz nesnelerde sahibi bulunduğunuz kölelerinizden ortaklarınız bulun­masını; ortaklık konusunda birbirinizden korkup endişelendiğiniz gibi on­lardan korkarak sizinle onların eşit olmasını ve kendinizi saydığınız gibi onları saymanızı ister misiniz? İşte biz böylece âyetlerimizi aklını kullanan bir millete bir bir açıklarız.

29—  Ne var ki o zulmedenler, bilgisizce kendi heveslerine uymuşlar­dır, Allah'ın saptırdığını kim doğru yola İletebilir? Bu durumda onlara yar­dımcılar da yoktur.

30—  Sen artık yüzünü Hakk'a yönelmiş bir bîrleyici  olarak  dine çe­vir ki bu, Allah'ın sağladığı bir mayadır, insanları onun üzerine yaratmış­tır. Allah'ın yaratmasında hiçbir değişme, değiştirme bulunmaz. İşte en doğru, en sağlam din budur! Ama insanların çoğu bilmezler,

31—  Gönülden kendinizi Allah'a verin, O'ndan korkup (kötülük ve az­gınlıktan, sapıklık ve nankörlükten) sakının; namazı dosdoğru kılın ve sa­kın müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) olmayın.

32—  Onlar ki, dinlerini parçalayıp gruplara ayrıldılar ve her grup be­nimsediği şeyle sevinmektedir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğan her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu ya yahu-dileştirir, ya hırîstiyan I aştırır, ya da mecûsîleştirir. Dört ayaklı hayvanın azası yerinde dört ayaklı yavru doğurduğu gibi, doğan çocuğun fıtratında bir noksanlık hisseder misiniz? (Onda meydana gelen her türlü noksanlık sonradan arız olur). Bu, Allah'ın sağladığı bir mayadır ki insanları o fıtrat­ta yaratmıştır. Allah'ın yaratma (kanununda) hiçbir değişme, değişiklik bu­lamazsın.» [43]

«Her çocuk fıtrat üzere doğar ve tâ ki dili açılıp konuşmaya başlar. Derken ana-babası onu ya yahudi, ya da hıristiyan..... yapar.» [44]

 

İslâm'da Özel Mülkiyetin Yeri

 

«Allah size kendinizden bir misal veriyor: Size rızık olarak verdiğimiz nes­nelerde, sahibi bulunduğunuz kölelerinizden ortaklarınızın bulunmasını, or­taklık konusunda birbirinizden korkup endişelendiğiniz gibi onlardan kor­karak sizinle onların eşit olmasını...... ister misiniz?»

İslâm özel mülkiyete lâyık olduğu yeri ve önemi vermiştir. Onun bu konuda getirdiği esas ve prensipler ne kapitalizmle, ne de sosyalizmle bağdaşır. Çünkü kapitalizm ilke olarak özel mülkiyeti savunurken ona bir sınır çizmez. Sosyalizm ise iike olarak toplumsal mülkiyeti savunur ve fer­dî mülkiyete çok az ve çok sınırlı yer verir. İslâmiyet daha çok karma mül­kiyet sistemini ilke olarak kabul eder; öyle ki, devlet, mülkiyeti hem ferd, hem de toplum yararına belli esaslara ve âdil sınırlara bağlar.

28. âyetle ferdî mülkiyet üzerinde durulurken, mal mülk sahibi bir kim­senin başkalarının kendisine onda ortak olmasını istemiyeceğine dikkatler çekiliyor ve böylece mülkünde mutlak tasarrufa sahip olan Allah'a eş, or­tak, denk ve benzer koşmanın, O'nu adaletsizlikle suçlamanın makul hiç­bir yanı ve anlamı olmadığı belirtiliyor. Bu konuda daha etraflı ve sağlıklı düşünmeleri tavsiye edilerek toplum ve milletlerin aklına sesleniliyor.

Böylece kendi heveslerine uyup Allah'a ortak koşanlar da, ferdî mül­kiyete hiçbir sınır ve ölçü koymayan" kapitalistler de, toplumsal mülkiyeti savunup ferdî mülkiyete pek yer vermiyen sosyalistler de âdil ölçüleri aşıp haksızlığı benimsemektedirler. Cenâb-ı Hak 29. âyetle onların bu haksız­lığını şöyle açıklamaktadır: «Ne var ki o zulmedenler bilgisizce kendi he­veslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim doğru yola iletebilir? Bu durumda onlara yardımcılar da yoktur.» [45]

 

Din Ve Allah Duygusu Fıtrîdir

 

«Sen artık yüzünü Hakk'a yönelmiş bir birleyici olarak dine çevir ki bu, Allah'ın sağladığı bir mayadır, insanları onun üzerine yaratmıştır...»

İslâm, Allah'ın insanlara son mesajı olarak, O'nun varlığını, birliğini tasdîk doğrultusunda hakka tam teslimiyet dinidir. Bütünüyle insan ruhuy­la, sağduyu ve ak!-ı selimle uyum halindedir. Anasından doğan her çocuk bu duygu ve mayayla gözlerini açar. Çünkü onun ruhuna ezelde bu duygu ve maya zerkedilmiştir. Artık onun bütünüyle silinip belirsiz hale gelmesi düşünülemez. Sadece üzerine bâtıldan yana kılıf geçirilerek bir tarafa iti­lir ve tesiri azaltılır.

O halde hiçbir çocuk kâfir, putperest, ateşperest ve dinsiz olarak doğ­maz. Hiçbir anarahmi çocuğun bu mayasını değiştiremez. Çünkü Allah'ın hilkat kanununda tebdîl söz konusu değildir ve olamaz. Nasıl ki insan, in­san olarak, koyun da koyun olarak doğar; birinden diğerine geçiş müm­kün değilse, insan ruhundaki fıtrî «Tevhîd İnancı» duygusu da değişmez. Ancak çocuk konuşmaya başlayınca ailesi ve çevresi onun bu mayasını ya geliştirir, ya da külleyip tanınmaz hale getirir.

Kur'ân-ı Kerîm en sağlam, en doğru dinin, insan ruhuna zerkedilen ve bütünüyle «Tevhîd İnancı» yansıtan fıtrat dini olduğunu açıklayarak onu lâyık olduğu şekilde ortaya çıkarmamızı telkin ediyor. Ne var ki insanların çoğu bu gerçeği bilmezler. [46]

 

Dindarlık, Önce Kalbin Teslimiyetiyle Başlar

 

«Gönülden ken­dinizi Allah'a verin. O'ndan korkup (kötülük ve azgınlıktan, sapıklık ve nan­körlükten) sakının. Namazı dosdoğru kılın ve sakın müşrikler (Allah'a or­tak koşanlarjdan olmayın.»

İmân, önce kalp ile tasdîk olduğu gibi, kulluk ve dindarlık da gönül teslimiyeti ve yatışkanlığı ile olur. Dış organlarıyla birlikte bedenin ibâdete katılması, şüphesiz ki gönüldeki imân ve teslimiyeti açığa vurmak ve ibâ­deti âdetten ayırmak içindir.

O nedenle ilgili 31. âyetle, «gönülden kendinizi Allah'a verin» buyuru-larak imân ve gerçek dindarlık konusunda kalp teslimiyet ve yatışkanlığının önemi üzerinde durulmakta ve sadece zevahiri kurtarmak için dış or­ganlarıyla teslimiyet gösteren sahte dindarların Ailah yanında hiçbir de­ğeri olmadığına işaret edilmektedir. Zira öylelerinin zahirî teslimiyeti ruh­larına eniekte edilen fıtrat mayasından kaynaklanmamakta ve o bakımdan ilâhî rızaya uygun düşmemektedir. Aynı zamanda fıtrata uygun imân ve teslimiyet ic disiplini doğurur; kalbi Allah korkusu ve sevgisiyle doldurup insanı iyiye, doğruya, faydalıya yönlendirir; uygun olmayan inanç ve tesli­miyet ne iç disiplini doğurur, ne de insanı hayra ve fazîlete yönlendirir.

Ruhlarına yerleştirilen fıtrat mayasını özünden ve amacından uzak­laştırılanların bir başka hali ve görüntüsü ise, kişisel çıkarlarından yana dinde bölünüp parçalanmayı ısrarla sürdürmeleri, kendilerinden başkasını tekfîr edip dini ve dindarlığı inhisarları altında tutmaya çalışmalarıdır. Ce-nâb-ı Hak onların bu cok tehlikeli ve zararlı tutumlarına değinerek mü1-minleri şöyle aydınlatıyor: «Onlar ki dînlerini parçalayıp gruplara ayrıldı­lar ve her grup benimsediği şeyle sevinmektedir.» [47]

 

Tahlîl Ve Yorum

 

Fıtrat: Çok yönlü bir kavramdır. O bakımdan ilim adamları az farkla da olsa birtakım açıklama ve yorumlarda bulunmuşlardır. Onları özetle şöyle sıralayabiliriz:

1—  İslâmiyet, hakka teslimiyet.

2—  Ruhlar yaratıldığında «Ben sizin Rabbınız deği! miyim?» hitabına verilen olumlu cevabın özü ve mayası.

3—  Her doğan çocuğun din ve Allah duygusuyla gözlerini açması..

Türün özelliğine bağlı kalınması, türden türe geçişin mümkün ol­madığının belirlenmesi.. Nitekim otuzuncu âyetin bir bölümünde bu husus şöyle açıklanmaktadır: «Allah'ın yaratmasında hiçbir değişme, değiştirme bulunmaz.» [48]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın ortağı ve yardımcısı bulunmadığı bir mi­sal ile açıklanırken, ferdî mülkiyetin önemine değinildi. Sonra da insan ru­huna enjekte edilen din ve Allah duygusu konu edilerek, batılı bırakıp hakka yönelmenin gereği üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, insanın sıkıntılı ve sevinçli günlerindeki tutum ve düşüncesi konu ediliyor. Rızkın, zekâ, beceri, çalışıp didinme, arayıp bulma gibi kanunlara bağlandığına işaretle Allah'ın rızkı genişletip daralttığına dikkatler çekiliyor, Sonra da sosyal adaleti sağlayan zekât ve benzeri yar­dımlar üzerinde durularak faizden kaçınmamız açıklanıyor. [49]

 

Meali:

 

33-34— İnsanlara bir zarar dokununca gönülden yönelerek Rablarına yalvarırlar. Sonra da kendi katından onlara bir rahmet tattırınca, bir de ba­karsın ki onlardan bir kısmı Rablarına ortak koşarlar. Böylece kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük ederler. Öyle ise eğlenip yararlanın yarar­lanabildiğiniz kadar, ileride (gerçeği) anlayıp öğreneceksiniz (ama neden sonra).

35—  Yoksa biz onlara ortak koşmakta oldukları hakkında konuşan (bilgi veren) bir belge mi indirdik?

36—  İnsanlara bir rahmet (ferahlık ve genişlik) tattırdığımız zaman, onunla sevinirler. Kendilerine ellerinin kazanıp öne sürdüğü bir kötülük do­kununca bir de bakarsın ümitsizliğe kapılırlar.

37—  Görmezler mi ki, Allah rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. Şüp­hesiz ki bunda inanan bir millet için öğüt, ibret ve açık delil vardır.

38—  O halde hısımlara, yoksula, yolda kalmışa (zekât ve sadaka) hakkını ver. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu dileyenler için hayırlıdır. Ve işte korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşanlar da onlardır.

39—  İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah yanın­da artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değil­dir). İşte bunlar (zekât verenler onun) karşılığını kat kat artıranlardır.

40—  Allah, O ki, sizi yaratır, sonra rızıklandırır; sonra sizi öldürür, sonra da diriltir. Allah'a koştuğunuz eşler-ortaklardan, bunlardan bir şeyi olsun yapabilen (yaratabilen) var mıdır? Allah onların koştukları ortaklar­dan münezzehtir ve yücedir.

 

İnsanın Dönekliği

 

«İnsanlara bir zarar dokununca gönülden yönelerek Rablarına yalvarırlar. Sonra da kendi katından bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki onlardan bir kısmı Rablarına ortak koşarlar..»

Kur'ân'ın bu müstesna anlatım ve tasvirini «insan huyu, insan karak­teri» diye yorumlayabiliriz. Şüphesiz ki, karakterin ortaya çıkmasında daha çok şu iki şey rol oynar: Sıkıntı ve sevine, darlık ve bolluk.. Birincisi son kerteye gelince fıtrî duyguyu kamçılar da Allah'a yönelme başlar. İkincisi, -köklü bir imân ve irfan yoksa- fıtrî duygunun üzerine bir örtü çeker de nefis ve şehveti ön plâna geçirir ve böylece inkâr ve şüphe baş gösterir.

Bunun için Cenâb-ı Hak mü'minleri böylesine zikzaklı bir yola girmek­ten, döneklik yapmaktan uzak bulundurmak için Ankebût Sûresi'nin baş kısmında şu hususu açıklamakta ve aydınlatıcı bilgi vermektedir: «İnsanlar «inandık» demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini, çetin sınavlardan geçirilmiyeceklerini mi sanırlar.»

Peygamber mektebinde yetişip O'nun terbiyesini alan ashab-ı kirâm'-ın çoğunun hayatı incelendiğinde görülmüştür ki, darlık ve sıkıntılı günle­rinde de, bolluk ve refah dönemlerinde de hep Allah'ı anmışlar ve ibâdet­lerinde bir gevşeme meydana getirmemişler; sıkıntılı zamanda sabredip Allah'a güvenip dayanmasını bilmişler; bolluk ve refah günlerinde O'na gönülden şükrederek nankörlükten kaçınmışlardır. [50]

 

Allah Rızkı Dilediğine Genişletir

 

«Görmezler mi ki, Allah rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. Şüphesiz ki bunda inanan bir millet için öğüt, ibret ve açık delil vardır,»

Cenâb-ı Hak 33, 34. âyetlerle insan karakterine işaretle onun dönek haline değinerek yönlendirici bilgi verdi. 36. âyetle bu konuyu biraz daha açıklayarak, imânı zayıf, iradesi sarsık kişileri uyararak, hayat yolunun zikzaklı bulunduğuna, tozpembe olmadığına dikkatlerini çektikten sonra,  rızık konusunda Rablerini suçlamalarının büyük bir haksızlık ve saygısız­lık olduğuna işarette bulundu.

Çünkü gerçekten CenâbHakk'in kurduğu düzen ve o düzenin bağlı bulunduğu plân ve program değişmez. Hayat kanunları ise şaşmadan he­define doğru gider. Artık bu düzen ve kanunlara uyanlar hem dünyada, hem de âhirette mutlu olurlar; uymayanlar ise kendilerine haksızlık ve yazık et­miş bulunurlar. Öyle ki, gökler ve yer taşıdıkları bütün kaynaklarla insari-oğlunun hizmetine yönelmiş bulunmaktadır. Güneş enerjisi, denizler, bu­harlaşmalar, yıldırım ve şimşekler, yağmurlar; toprak ve taşıdığı bakteriler İnsana rıztk hazırlamakta ve aralıksız hizmetlerini sürdürmektedirler.

Bu durumda insana düşen tek şey, aklını, zekâsını kullanıp Allah'ın ha­zırlattığı bu imkânlardan yeterince yararlanmaktır. Yoksa gökten altın ve gümüş yağmaz; onları elde etmemizi kolaylaştıran sebepler iner.

O halde kim bilerek, anlayarak çalışır da rızkını elde etmek için ener­jisini kullanırsa, elbette ki ilâhî rızık kanunu gereği, o yeterince nasibini alır. Kim de bunun aksine bir tutum içinde olursa, yine o kanun gereği rız­kı daralır ve sıkıntıya düşer.

Gerçek bu olunca, inanan kişilerin Allah'ın «rezzak» sıfatının anlam ve hikmetini düşünerek yola çıkmaları ve işe sarılmaları vaciptir. Yoksa kişinin Allah'a inanması, rızık hususunda yeterli sebep değildir. Zira Ce­nâbHakk'ın koyduğu kanun gereği, O rızkı çalışmasını bilenlere, hayata sarılıp mevcut imkânlardan meşru sınırlar içinde yararlanmaya azmeden-lere verir, yani elde etme yollarını kolaylaştırır. Bu kişiler ister mü'min, ister kâfir olsunlar, rızık konusunda kendi yeteneklerini bilinçli kullanmaları on­lar için yeterli sebep teşkil etmektedir.

Bu hikmete dayalı olarak Cenâb-ı Hak, 37. âyetin son kısmında şöyle buyurmaktadır: «Şüphesiz ki bunda inanan bir millet için öğüt, ibret ve açık delil vardır.» [51]

 

Zekâtın Sarf Ciheti

 

«O halde hısımlara, yoksula, yolda kalmışa (zekât ve sadaka) hakkını ver. Bu, Allah'ın hoşnutluğunu dileyenler için hayırlıdır. Ve işte korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşanlar da onlardır.»

İslâm, ferdî mülkiyete lâyık olduğu yeri vermekle kalmamış, onun top­lumdan yana sosyal adaletin sağlanmasında yardımcı bir faktör olarak sınırlarını da çizmiştir. Böylece hem kapitalizmden, hem de sosyalizmden kesinlikle ayrılarak kendine has bir sistem getirmiştir.

Nitekim yukarıdaki âyetle de ferdî mülkiyete yer verildiğine işaret edi­lirken sosyal adalete yönelmemiz emredilmektedir. Zekât ve sadaka, aynı zamanda keffaretler, faizsiz ödünç ve karşılıksız yardım bunun omurgası­nı oluşturur.

Kur'ân-ı Kerîm burada birçok sınıfları kapsayan üç sınıftan söz etmek­te ve diğer âyetlerin de bununla ilgili açıklamalarını dikkate almamızı dolaylı şekilde tavsiye etmektedir. Şöyle ki:

1—  Hısımlar

Bu, yakın ve uzak bütün akrabayı içine alır.

2—  «Yoksul» ile çevirisini yaptığımız «miskîn», geçim sıkıntısı çekip imkânları çok dar olan bütün fakirleri kapsar.

3— «Yolda kalmış» ile çevirisini yaptığımız «İbn-i sebil» ise, gurbette olup sıkıntıya uğrayan yolcu, ziyaretçi ve misafirleri kapsar.

Böylece zekât ve sadaka alanı içice üç daire çizerek genişler ve he­men hemen toplum bünyesindeki bütün muhtaçları bu dairelerin içine alır.

Zekât ve sadakada niyet:

Bu konuda niyet çok önemlidir. Minnet borcu ve duygusuyla, bir men­faat bekleme arzusuyla değil, sırf Allah rızasını gözetip sosyal adaleti sağ­lamak düşüncesiyle gerçekleşmelidir. Âyette özellikle bu ince ve duyarlı noktaya parmak basılıyor ve «Allah'ın hoşnutluğunu dileyenler için hayır­lıdır» cümlesiyle, amellerin niyetlere göre değer kazanacağına işaret edi­liyor.

Zekât ve sadakanın sağlayacağı olumlu sonuç:

Şüphesiz bu malî ibâdetin sağlayacağı daha çok iki mutlu sonuç söz konusudur: Biri dünyada, diğeri ise âhirette gerçekleşir. Dünyada, anti İs-4âmî olan ve parayı tek değer ölçüsü kabul eden rejim ve ideolojilerin önü­ne sed çekip, kardeş bir topluluk yapısında huzurla yaşamaya; âhirette Al­lah'ın vereceği mükâfatla bahtiyar olup saadet içinde ebediyen yaşamaya vesile olur. Cenâb-ı Hak bu iki mutlu sonucu «felah» sözüyle açıklamakta ve gerçek kurtuluşun ancak ilâhî hoşnutluğa erişmekle sağlanabileceği­ne dikkatleri çekmektedir. [52]

 

Faiz Ve Zekât

 

«İnsanların Mallarında Artış Olsun Diye Verdiğiniz FaizAllah yanında artmaz. Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek verdiğiniz zekât (böyle değildir). İşte bunlar (zekât verenler onun) karşılığını kat kat artı­ranlardır.»

Faiz yaygınlaştığı ve tek amaç haline geldiği zaman toplumun mâne­vi yapısını tahrip eder; sosyal adaletin yolunu tıkar; kişisel menfaati ön plâna alır; sömürücü bir düzen meydana getirmek suretiyle parayı hedef seçen sömürücüleri durmadan kuvvetlendirir. Emeksiz kazanç yolunu açar ve birtakım yatırımları aksatır. Yorulmadan sermaye birikimine yeterince kolaylık sağladığından tefeci mevcut kapitaliyle yorucu yatırımlardan ka­çınır. Aynı zamanda faiz nisbeti arttıkça fiat artışlarını körükler ve bu se­beple piyasada istikrar adına bir şey bırakmaz. Dayanışma, yardımlaşma, birleşme ve kardeşlik duygularını dumura uğratır; tek değer ölçüsünün pa­ra olduğunu belirler ve bunu çok cazip bir düzeye getirir.

Zekât, sadaka ve karşılıksız ödünç ise, faiz sisteminin tam aksine bir ortam oluşturur.

Bunun için «mallarda artış olsun diye verdiğiniz faiz, Allah yanında art­maz» buyurularak faiz sisteminin nasıl bir sonuç doğuracağı açıklanıyor ve mü'minlerin bu konuda çok duyarlı olmaları isteniliyor. Bu cümlenin he­men arkasından «verdiğiniz zekât böyle değildir» cümlesiyle bu iki zıt sis­tem arasında ciddi bir mukayese yapmamıza işarette bulunuluyor. Bu ne­denle ilim adamlarımız şu sözü tekrarlamışlardır: «Faiz bütünüyle azap­tır; zekât-ve faizsiz ödünç her yanıyla rahmettir.».[53]

 

Yaratıp Rızık Veren Kimdir?

 

«Allah, O ki, sizi yaratır, sonra rızıklandırır,- sonra sizi öldürür, sonra da diriltir.,»

İnsan karakteri üzerinde duruldu. Çoğunun nankör ve dönek olduğu belirtildi ve bu arada mü'minlere izleyecekleri yol gösterildi. Arkasından toplum bünyesinde dayanışma ve yardımlaşmanın, kardeş olmanın ve ya­kınlık kurmanın önemi üzerinde duruldu. Sonra da toplumu rahmet, fazîlet ve âlicenaplık doğrultusunda ayakta tutacak olan zekât, sadaka ve karşı­lıksız ödüne gibi sosyal adaletin sağlanmasında nazım rol oynayan yar­dımların aksatılmaması emredildi. Bunun aksine faizin yapacağı tahriba­ta işaretle konu üzerinde iyi düşünmemiz ilham edildi. Sonra da yukarıdaki âyetle kafa ve kalpleri imân ve irfan havasıyla doldurup fazilet düzeyin­de tutmak için Allah'ın sonsuz kudretinin şu dört tecelli ve tezahürü sıra­landı :

1—  Allah yegâne yaratandır. Yoktan var kılmak O'na mahsustur,

2—  Gerçek anlamda rızık veren O'dur, Zira kâinatta hemen her şeyi insana baş eğdirip hizmete sevketmiştir.

3—  Öldüren, yani ölüm denilen olayı belirleyip belli kanunlara bağla­yan O'dur.

4—  Öldükten sonra diriltip ikinci hayata kaldıran da ancak O'dur.

Bu dört tecelli ve tasarruf şüphesiz ki sınırsız bir kudret ve ilmi ge­rektirir. Allah'a açık veya gizli, dolaylı veya dolaysız koşulan canlı-cansız ortaklarda böyle bir kudret var mıdır? Parayı ve serveti tek amaç seçip onu ilâhlaştıranlar bu gerçeği hiç düşünmüyorlar mı? Para ne dereceye kadar kurtarıcıdır? O'nun geçerlik alanı ne kadardır? [54]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, sıkıntılı ve sevinçli günlerde insan karakterinin ve içinde taşıdığı renginin ortaya çıkacağı konu edildi. Sonra rızık konu­sunda Allah'ı suçlamanın makul hiçbir yanı bulunmadığına işaretle, onun belli plân ve programa bağlandığı, kişilerin beceri ve gayretleriyle orantılı bulunduğu hatırlatıldı. Arkasından sosyal adaletin sağlanmasında önemli payı olan zekât, sadaka, faizsiz ödünç gibi yardımlar üzerinde durularak, faizin huzur ve rahmet havası getirmiyeceğine İşarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın kudret elinden çıkan her şeyin düzenli, dengeli olduğuna işaret edilerek, bu denge ve düzeni, insanların bilgisizce el uzatmalarının bozduğuna değiniliyor. İnkâr, fitne, bozgunculuk ve azgın­lığın hiçbir milleti kurtarmadığını, hiç birine huzur ve güven getirmediğini anlayabilmek için yıkılıp yok edilen inkarcı, ahlâksız ve azgın milletlerin harabelerini gezip görmemiz, inceleyip yıkılış sebeplerini tesbit etmemiz emrediliyor ve daha çok Hakk'i inkâr eden nankörlere hitap edilerek on­ların bu gibi kalıntıları görüp incelemeleri isteniliyor. [55]

 

Meali:

 

41—  İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce) işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Allah da, belki (pişmanlık du­yup) dönerler diye işlediklerinin bîr kısmının (cezasını) onlara (Dünya'da) tattıracak.

42—  De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da önce gelip geçenlerin sonu­nun ne olduğunu bir görün! Onların çoğu Allah'a eş-ortak koşanlardı.

 

Karada Ve Denizde Fesadın Ortaya Çıkması

 

 «İnsanların elleriyle işledikleri (bil­gisizce) işlerden, fenalıklardan dolayı karada ve denizde fesat ortaya çıktı..»

Bu âyet üzerinde farklı yorumlar yapılmıştır. Kanaatımca, geçmiş çağ­ların birtakım olaylarıyla yorumlandığı gibi, çağımızın da getirdiği olaylara ve yeniliklere göre yorumlanmasında bir sakınca yoktur. Çünkü Kur'ân bü­tün çağlan ve milletleri muhatap edinerek indirilmiştir. O halde her çoğa ışık tutacak, yön verecek ve yönlendirecek kudreti ve mükemmelliği ken­dinde taşımaktadır.

Yukarıdaki âyeti bu açıdan ele alıp yorumladığımız takdirde karşımı­za şu tablo çıkar:

a) Milletlerin kendi haklarına razı olmayıp sınırlarını genişletmek, baş­kalarını sömürmek için karada ve denizde çıkardıkları kanlı savaşlar,

b)   Deniz sahili ülkelerde hayat ve besin kaynağı olan denizi kirietip istifade edilmez duruma getirmek; karada ise havayı kirletmek, ormanları kesip veya yakıp yok etmek; yeşil alanları, ziraate elverişli toprakları yağ­ma edip üzerinde çeşitli tesisler kurmak ve bir beton yığını haline ge­tirmek,

c)   Kara ve denizde bilgisizce avlanıp, insanların yarar ve mutluluğu için yaratılan hayvanların neslini tüketmek veya iyice azaltmak sözü edilen tabloda yer alan elim olaylardan birkaçıdır.

Cenab-ı Hak bu ölçüsüzlüğün ve bilgisizce müdahalenin iki ayrı ceza­sına dikkatleri çekiyor. Biri dünyada, diğeri ise âhirette gerçekleşir. Dün­yadaki ceza, tabiatın dengesini bozup kendimizi zehirlememiz, birtakım fe­lâketlere hazır duruma getirmemiz ve yararlı kaynakları heba etmek sure­tiyle kendimizi veya gelecek nesilleri açlığa ve sefalete sürüklememizdir. Âhiretteki ceza ise çok daha acı ve şiddetli olacaktır.

Son olarak buna nükleer olayları ilâve edersek, Kur'ân'ın beyanıyla insanın kendi eliyle işlediği fesadın nasıl bir dengesizlik doğuracağını an­latmaya gerek görmüyoruz.

Çağlar boyunca insanoğlu bir yandan dünyayı bayındır hale sokmaya çalışırken, bir yandan da tabiatın dengesini yer yer bozmaktan geri kalma­mış ve bir önceki kuşağın işlediği bu cinayet ve tahribatın cezasını bir sonraki kuşaklar çekmiştir. İlmin ve tekniğin ilerlemesiyle bu tahribat daha da çoğalmıştır ve çoğalmaya devam da etmektedir. [56]

 

Yeryüzünü İbretli Adımlarla Gezmek, Sebepleri İnceleyen Bir Gözle Taramak

 

«Deki: Yeryüzünde gezip dolaşın da önce gelip geçenlerin sonunun ne olduğunu bir görün! Onların çoğu Allah'a eş-ortak koşarlardı.»

Karada ve denizlerde fesat çıkaran, sorumsuzca davranıp ilâhî düzeni tahribe çalışan ve üstelik aşırı nankörlük içinde CenâbHakk'a karşı gelen milletlerin eninde sonunda yıkılıp yok edildikleri ilâhî sünnet gereğidir. Gezip onların kalıntılarını görmek, yıkılan medeniyetlerini incelemek ve -ktlış sebeplerini bulup tesbit etmek emredilirken, tarihin bir gün yine te­kerrür edeceği dolaylı şekilde hatırlatılıyor. Sonra da araştırıcılara bu ko­nuda ipucu verilerek şöyle buyuruluyor: «Onların çoğu Allah'a eş-ortak koşarlardı.» [57]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

İnkâr ve azgınlıkları, nankörlük ve ahlâksızlıkları sebebiyle yıkılıp yok edilen milletlerden geriye kalan harabelerin gezilip görülmesi ve böylece yıkılış sebeplerinin tesbiti emredildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet olayı henüz meydana gelmeden Tevhîd İnanci'na dönülmesi ve ona göre CenâbHakk'a ibâdet edilmesi emredi­liyor. Buna uymayıp inkârda ısrar edenlerin kendilerine haksızlık edecek­leri hatırlatılarak kurtuluş yolu gösteriliyor. Sonra da Allah'ın birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden belgeler sıralanarak akla malzeme veriliyor. [58]

 

 

Meali:

 

43—  Allah tarafından (plânlanıp) geri döndürülmesi mümkün olma­yan (kıyamet) günü gelmeden önce yüzünü o dosdoğru sapasağlam dine çevir. O gün insanlar gruplar halinde birbirlerinden ayırt edilirler.

44—  Kim kâfir olursa, küfrü kendi aleyhinedir; kim de iyi yararlı amel­lerde bulunursa kendi lehine (Cennet'teki) konakları hazırlamış olurlar.

45—  Bu da Allah'ın, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları kendi lütuf ve kereminden mükâfatlandırması içindir. Çünkü Allah gerçekten kâr firleri sevmez.

46—  Rüzgarları   (yağmurun   yağacağına,    aşılamanın   yapılacağına) müjdeciler olarak göndermesi, kendi rahmetinden size tattırması, geminin O'nun buyruğu (koyduğu kanunu)yla yüzmesi ve O'nun lûtf-u kereminden arzu I ayıp aramanız, O'nun açık belgelerindendir. Ola ki şükredersiniz.

47—  And olsun ki senden önce (seçtiğimiz kimseleri) kendi milletle­rine peygamber olarak gönderdik; onlara, açık belgelerle, mu'cizelerle gel­diler. (Çoğu İnanmadı). Biz de günah işleyen suçlulardan intikam aldık. Zaten mü'minlere yardım edip onları başarıya eriştirmek bize düşen bir haktır.

48—  Öyle Allah ki rüzgarları gönderir de bir bulut kaldırır. Böylece onu nasıl dilerse öyle yayar ve parça parça eder, katlayıp üst üst e getirir, derken yağmurun, onun arasından çıktığını görürsün. Kullarından onu di­lediğine verince, bir de bakarsın ki seviniverirler.

49—  Her ne kadar onlar buluttan önce, yağmur yağmadan evvel ümit­sizlik içindeydilerse de..

50—  Artık sen Allah'ın rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?! Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette diriltecektir. O'nun kudreti her şeye yeter.

 

İlgili Hadîs

 

«Hangi müslüman, din kardeşinin namus ve şerefini lekeliyecek iftira ve saldırıları geri çevirirse, kıyamet gününde CenâbHakk'ın, ondan ce­hennem ateşini geri çevirmesi, üzerine gereken bir haktır.» [59]

 

En Doğru Ve En Sağlam Din : İslâmiyet

 

«Allah tarafından (plânlanıp) geri döndürülmesi mümkün olmayan (kıyamet) günü gelmeden önce yüzünü o dosdoğru sapasağlam dine çevir..»

İslâm'ın manası ve mayası gelip geçen hak dinlerin hepsinde mevcut­tur. Çünkü İslâm, bütünüyle «Tevhîd İnancı» doğrultusunda Hakk'a tesli­miyettir; aynı zamanda yeryüzünde barış ve huzuru sağlamak, fitne ve fe­sadı önlemek ve bunun neticesi olarak insanları dünya ve âhiret esenliği­ne kavuşturmaktır. Kur'ân-ı Kerîm'de, «Kim İslâm'dan başka bir din arzu-layıp ararsa, ondan asla kabul edilmiyecektir. Âhirette de o, zarara uğra­yanlardandır» [60]buyurulurken, diğer bir âyette bu daha da pekiştirilerek şöyle açıklanıyor: «Allah katında din ancak İslâm'dır.» [61]Böylece Cenâb-ı Hak, son din ile diğer semavî dinlerin yürürlükten kaldırıldığını haber veri­yor. [62]

Neden en doğru, en sağlam din, İslâm'dır? Bunun cevabı gayet açık­tır: Kur'ân'a insan sözü karışmadığı ve indiği özellik de korunduğu gibi, Al­lah'ın insanlara tâ kıyamete kadar en son mesajı olma hususiyetini de ta­şımaktadır. Değişmiyen, değiştirilmeyen Allah sözü, O'nun yüceliğiyle, mü-kemmelliğiyle ölçülebilir ki, O'nun yüceliği ve mükemmelliği ölçü ve kıyas kapsamına girmez. O halde Kur'ân'ı başka bir kitapia ölçmek veya kıyas etmek de pek doğru olmaz. Ancak Tevrat ile İncil'e insan sözü karıştırılıp aslından uzaklaştırıldıklarını anlayabilmek için onları Kur'ân'ın ilâhî beyan ve belağati karşısına getirip ölçmek bu genellemenin dışında kalır.

O halde CenâbHakk'a kulluk düzeyinde insan ancak yüzünü din ola­rak en doğruya ve en sağlama çevirmeli değil midir? İnsan zekâsının ürü­nü olan dinler, Allah'ın Kelâm'i olan ve münhasıran O'nun eseri kabul edilen dinle ölçülebilir mi?

İslâm'dan önceki semavî dinler hem gelişen sosyal hayata ve ilmî bu­luşlara cevap veremez olmuş, hem de içine insan sözü karıştırılarak ilâhî âyetler tahrîfe uğratılmıştır, O bakımdan Cenâb-ı Hak konumuzu oluştu­ran âyetle, inananları en sağlam, en doğru dine davet ederek, hayatlarını ona göre düzenlemelerini emrediyor. Zira Cenâb-ı Hak kendisine uzanan yolu yine kendisi açıp o yolda yürümemizi istemekte ve ikinci bir yolun bulunmadığını hatırlatmaktadır. [63]

 

İyilik Ve Kötülük Nisbîdir

 

Kim kâfîr ol"rsa, küfrü kendi aleyhinedir; kim de iyi yararlı amellerde bulunursa kendi lehine (Cen-net'teki) konakları hazırlamış olurlar.»                                                            '

İnkâr, sapıklık, hakkı red, döneklik; imân, iyilik, doğruluk ve fazîlet nîsbî ve izafîdir. Öyle ki, bu kavramlar biz insanlara ve einlere nisbetle hü­küm taşır. Cenâb-ı Hak bize sadece bizim için yararlı ve zararlı olanları bildirmiş, gerisini anlayış ve irfanımıza bırakmıştır. Artık bu durumda kim inkâra sapıp küfrü benimserse, elbette onun bu inkârı kendi aleyhinedir. Kim de imân temeli üzerinde sâlih amellerde, yararlı işlerde bulunursa, kendi lehine mutlu bir gelecek hazırlamış olur. [64]

 

İlâhî Kudreti Yansıtan Belgeler

 

«Rüzgârları (yağmurun yağacağına, aşı­lamanın yapılacağına) müjdeciler olarak göndermesi...»

Cenâb-ı Hak, en doğru ve en sağlam dine yüz çevirilmesinin gereğini açıkladıktan sonra ilâhî kudretin varlık âleminin her noktasında işler du­rumda bulunduğuna dikkatleri çekiyor ve bunu birkaç belgeyle açıklıyor:

a) Rahmetinden insanlara maddî ve manevî haz ve füyuzatı tattırmak için rüzgârı müjdeci olarak göndermesi, varlığına, birliğine, mutlak ve şaş­maz düzen kurduğuna, yarattığı birçok şeyleri insanların yararına verdiği­ne delâlet etmektedir. Çünkü rüzgâr aynı zamanda bitkiler arasında aşı­lama, yağmurun yağacağını haber verme, kirli havayı temizleme, yelkenli gemilerin seyrini sağlama gibi hizmetleri vermektedir.

b)  Gemilerin denizde yüzmesi de belirlenmiş fiziksel kanunlarla ger­çekleşmektedir. Öyle ki «suya daldırılan her cisim aşağıdan yukarıya doğ­ru düşey bir itme kuvvetinin tesirindedir. Bu kuvvet, cismin taşırdığı sıvı­nın ağırlığına eşittir» temel kanunu söz konusudur. Bu da kendiliğinden veya tesadüflerin biraraya gelmesinden değil de çok yüksek bir kudretin çizdiği plânın gereğidir.

c)  Gemilerle denizlerde seyredip Allah'ın bol ve cömertçe nimetlerin­den yararlanmamızın hatırlatılması, denizlerdeki besin kaynağı olan kıy­metlere ve geçim imkânı sağlayan maddelere bilerek yönelmemizi ilham etmektedir.

Böylece Kur'ân'da yer yer toprak, su, güneşten söz edilmekte ve bun­ların insan hayatını nimetlerle dolduran Allah'ın üç büyük lûtfu olduğu gös­terilmektedir. O bakımdan ne yana dönülürse dönülsün mutlaka bu lûtuf-ların köpüren nimetleriyle karşılaşılır. Onları insaf ve imân gözüyle görüp de şükretmemek; CenabHakk'ın insandan yana tecelli eden rahmet ve inayeti karşısında eğilmemek elde değildir. Zira her nîmet kusursuz şekilde programlanan ilâhî düzenlemeyi yansıtmakta ve sadece O'nun kudretinin izini taşımaktadır. [65]

 

Önceki Peygamberleri Dinlemiyenler

 

And olsun ki senden önce (seçtiğimiz kimseleri) kendi milletlerine peygamber olarak gönderdik; onlara, açık belgelerle, mu'cizelerle geldiler. (Çoğu inan­madı). Biz de günah işleyen suçlulardan intikam aldık..»

Kur'ân-ı Kerîm ilâhî nimetlerden bir bölümünü akla, idrake ve vicdana ışık tutar, hareket sağlar anlamda açıkladıktan ve insanların buna karşı şükretmesini hatırlattıktan sonra, daha önce gelip geçen peygamberlerin bu doğrultudaki irşat ve uyarılarına kalp ve kafalarını kapalı tutan milletler­den ve kavimlerden -bu nankörlüklerine karşılık- nasıl intikam alındığına parmak basmakta ve imân cephesinde yer alan mü'minlerin eninde sonun­da ilâhî desteğe mazhar kılınarak başarıya eriştirildiklerini haber vermek­tedir.

Şüphesiz bu hem Mekkeli nankör inkarcıları, hem de her çağda aynı tutum ve benzeri nankörlük içinde bulunanları uyarmaya yönelik bir mi­saldir. Aynı zamanda samimi mü'minleri ümit ve güven havasına kavuştu­ran bir müjdedir.

Sonuç olarak belirtelim ki: CenâbHakk'ın insandan yana koyduğu hayat kanunlarına imân düzeyinde uyanlar mutlaka mutlu olurlar; ilâhî yardıma lâyık görülerek hem dünyada, hem de âhirette başarıya eriştirilir­ler. Uymayanlar ise her bakımdan kendilerine çok yazık ederler. Çünkü sö­zü edilen kanunlar ve sünnetullah kimselere uymaz, şaşmadan hedefine doğru ilerler, [66]

 

Yağmurun Oluşması

 

«Öyle Allah ki rüzgârları gönderir de bir bulut kaldırır. Böylece onu nasıl dilerse öyfe yayar ve parça parça eder, katlayıp üstüste getirir..»

Kur'ân yukarıdaki âyetle rüzgârların bulutlan nasıl sürükleyip üstüste yığdığını ve nasıl yayıp belli bölgelere sevk ettiğini konu ediniyor. "Bununla, havadaki nemliliğin yağmur haline gelmesine, aynı zamanda nemli rüzgâr­ların dağlar boyunca yükselirken soğuk hava ile temas kurmasına; alçak basınç alanında yükselen havanın yükseldikçe soğumasına ve havanın sı­cak bölgelerden soğuk bölgelere sürüklenmesine yol açan fiziksel olay­lara dikkatleri çekiyor. Kurulan düzenin işleyiş tarzında ilâhî plân ve prog­ramın nasıl kusursuz uygulandığını incelememizi ilham ediyor. [67]

 

Allah'ın Rahmetinin Eserleri

 

«Artık sen Allah'ın rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra na­sıl diriltiyor?! Şüphesiz ki O, ölüleri de elbette diriftecektir. O'nun kudreti her şeye yeter.»

İlâhî rahmet, insanlardan yana hep önde gider; gazabını ise ikinci plânda tutar. Ancak geniş rahmetinin ölçü ve tecellisini bilmek, ona göre bir yerleşim yeri seçmek gerekir. Sel yatağında ev yapmak, tehlike engel­lenmeden bağ ve bahçe meydana getirmeye çalışmak ne ise, deprem böl­gesinde fay hattında birtakım tesisler kurmak veya yüksek binaiar yapmak da odur.

Şüphesiz bu misallerle, rastgele bir tevekkül duygusu içinde hiçbir ön­lem almadan, mevcut şartları ve ortamı değerlendirmeden CenâbHakk'ın rahmetinden nasip beklemek doğru.olmaz. Çünkü rahmetin geliş yollarını; sebep ve hikmetlerini çok iyi bilip ona göre tedbîr aldıktan sonra Allah'a güvenip dayanmak «tevekkülsün ön şartıdır.

«Artık sen Allah'ın rahmet eserlerine bak!» mealindeki âyetle, rahme­tin ne yolda ve ne ölçüde, nerede, nasıl eser ortaya koyduğuna ilim gö­züyle bakıp araştırma yapmamız tavsiye ediliyor.

«Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor?!» mealindeki âyet ise, dirilmeye elverişli toprakları bize hatırlatıyor ve ziraate elverişli olmayan toprakları ıslâh etmemiz isteniliyor.

Ölü duruma gelen elverişli toprakları, belli şartlar düzeyinde değişme­yen kanunlarla dirilten O Yüce Kudret'in, ölüleri de bir gün -o güne has şartlar ve kanunlarla- dirilteceğinde şüphe mi vardır? Zira varlık âleminin her parçasında tezahür eden ilâhî kudret, ezelde hazırlanan plâna göre kademe kademe tecelli etmektedir. Onu durduracak engelleyecek bir güç söz konusu değildir.

«O'nun kudreti her şeye yeter» cümlesi bu gerçeği haber vermekte ve ona teslimiyet göstermemizi ilham etmektedir. [68]

 

Ayetler arasında bağlantı

 

" Yukarıdaki âyetlerle, «Tevhîd İnaneısyla ilgili gerçeklere parmak basıl­dı ve o doğrultuda dindarlığın sürdürülmesi emredildi. Bunun aksine bir yol izleyenlerin kendilerine yazık ettikleri hatırlatıldı. Sonra da Allah'ın eşsiz kudretine delâlet eden bilimsel anlam ve ölçüdeki belgeler sıralanarak in­san aklına malzeme verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, insanın nankörlüğü konu ediliyor. Kavurucu bir rüzgârın bitkileri sarartmasından dolayı böylelerinin nankörlük ederek na­sıl yön değiştirdiği üzerinde durulup çoğunun gezer ölüler, bakar körler, işitir sağırlar olduğu belirtiliyor. Ancak Hakk'a teslimiyet gösterip O'nun âyet ve belgelerine inanan mü'minlere hakikatin sesinin duyurulabileceği-ne atıf yapılarak, insanın biyolojik gelişme dönemleri yönlendirici bir misal olarak veriliyor. [69]

 

Meali:

 

51— (Sıcak kavurucu) bir rüzgâr göndersek de (bitkileri) sararmış görseler, hemen arkasından nankörlüğe başlarlar.

52— Çünkü gerçekten sen ölülere işittiremezsin; arkasını çevirip gi­den sağırlara da daveti duyuramazsın.

53—  Ve sen, körleri sapıklıktan doğru yola çevirecek de değilsin. Sen ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin ki onlar Müslümanlar (Hakk'a dosdoğru teslimiyet gösterenleridir.

54—  Allah'tır ki, sizi oldukça güçsüz (bir madde)den yarattı. Güçsüz­lükten sonra güç verdi; sonra da güçlülüğün arkasından güçsüz kılıp saç aklığı meydana getirdi. O, dilediğini yaratır; O, bilendir, kudret sahibidir.

 

Nimetin Çokluğunu Ve Devamlılığını Göremiyen Gözler

 

«(Sıcak kavurucu) bir rüzgâr göndersek de (bitkileri) sararmış görseler, hemen arkasından nan­körlüğe başlarlar.»

İlâhî rahmetten akıp gelen ve çevremizde köpürüp duran sayısız -metler devam ederken onun şükrünü bir gün olsun düşünmeyen inkarcı maddeciler, şüpheci şaşkınlar; nimetlerden biri veya birkaçı kesilince hem inkâr ve nankörlüklerini artırır, hem de azgınlıklarını hızlandırırlar. Geçmiş­teki bol ve kesintisiz taşıp köpüren nîmetleri veren O Yüce Kudret'e dil uza­tır da bütün kusur ve düzensizliği Ona yakıştırmaya çalışırlar.

Kur'ân-ı Kerîm bu nankörleri üç grupta toplayıp tanımlamaktadır:

1— Ölüler,       

2— Sağırlar,    

3— Körler..      

Hakk'ın kurduğu kusursuz düzeni ve akla ışık tutan, malzeme veren ondaki belge ve delilleri idrâk etmeyip inkâr fırtınası içinde maddeyi esas ve amaç seçenlerin kalpleri ölü, ruhları bitkin, vicdanları siliktir. Yüce Ya-rdtan'ın varlığına, birliğine delâlet eden yüzlerce belgeyi tesadüfe bağla­maları, kalplerinin imân ve irfan dirliğini yitirdiğinin başlıca şahididir. Rah­metten feyezan edip gelen nîmeîleri, şuursuz tabiata bağlayıp hepsini ilâ­hî düzen ve program dışında düşünmeleri ise, kalplerinin imân nurundan mahrum kalarak karanlığa boğulduğunun bir başka delilidir.

Hakk'ın rahmet sesine kulaklarını tıkayan; Peygamberin (A.S.) teblîğ ve irşat sesinden, Kur'ân'ın ilâhî beyânından rahatsız olan materyalistler, putperestler ve şüphe içinde bocalayan münafıklara gelince: Bunların hep­si de gönül, akıl ve vicdan kulağı yönünden sağırdırlar.

Doğru yolu eğrisinden ayırt edemiyen; saplanıp kaldığı küfür ve nifak bataklığını göremiyen; mevcut her nîmetin ilâhî rahmetin birer eseri bu­lunduğunu fark edemiyen kalp, kafa ve vicdan gözü elbetteki kördür.

Bu durumda ne peygamber, ne de Onun yolunda yürüyen din mürşit­leri ve ilim adamları ölülere seslerini duyurabilirler; sağırlara İşittiremezler; körleri de eğri yoldan alıp onlara doğru yolu kabul ettiremezler. Meğer ki Allah'ın o kulları hakkında hidâyet esintisi tecelli etmiş olsun..

Eşyada Hakk'ın damgasını, O'nun kudretinin izini gören mü'minlerin kalp ve kafaları Peygamber (A.S.) Efendimiz'in teblîğ ve irşat sesine açık bulunmaktadır. Zira sağlam köklü imân ancak bu sesle hayat bulup geliş­me sağlayabilir. [70]

 

İnsanin Biyolojik Yönden Gelişme Dönemleri

 

«Allah'tır ki, sizi oldukça güçsüz (bir madde)den yarattı. Güçsüzlükten son­ra güç verdi; sonra da güçlülüğün ardından güçsüz kılıp saç aklığı meyda­na getirdi..»

Cenâb-ı Hak, insanla ilgili hilkat kanununun tecelli ve gelişme saf­halarından üçüne değinerek bunun yön değiştirmeden nasıl sürüp gittiğini açıklamaktadır. Güçsüz sayılacak kadar önemsiz bir canlı olan spermanın ana rahmine intikalden sonraki gelişme safhalarından her birinin benzer­siz bir düzenleme ile vücut bulduğunu yine ilim gözüyle incelememizi ilham etmekte ve safha safha nasıl güçlenip bambaşka bir yaratık olarak orta­ya çıktığını dikkate almamızı, üzerinde iyice düşünmemizi istemektedir.

Sonra da yaşlanma dönemine parmak basılmakta, değişmiyen bir prog­rama bağlı kalınarak, insanoğluna bir gün eski kuvvetini kaybedeceği hatır­latılmaktadır. Öyle değil mi? Cinsî kudret her geçen gün azalır ve bir gün kesilmeye yüz tutar. Organizma artık kendine benzer bir canlı meydana getirme özelliğini kaybeder. Böylece zihin kabiliyetlerinde yavaş yavaş ge­rileme başlar. Bazı kimselerde bu daha çok belirgin bir durum alır. Saf ok­sijen ve glikozla çalışan beyin bir yandan yeterli kan alamaz, diğer yandan hücre sayısında bir azalma kendini hissettirir. Bu çöküşü durdurmak müm­kün müdür? İlmî araştırma ve buluşlar insan ömrünü -yine ilâhî takdîr uya­rınca- biraz uzatabilmektedir; ama sözü edilen yaşlılık belirtilerini gidere-memekte ve insanı yürüdüğü bu yoldan geri cevirememektedir.

Cenâb-ı Hak, akıl ve imân sahiplerine seslendiği gibi, inkarcı sapıklara da seslenmekte ve insanın yaratıldığı günden beri hükmünü yürüten bu ka­nunları koyup programlayan O Yüce Yaratan'ın huzurunda eğilmeyi emret­mektedir. Eğer bu safha safha gelişme ve dönemler tesadüflerin eseri ol­saydı, çoktan başka tesadüflerle yön değiştirir ve değişik ölçü ve safha­larda kendini göstermeye başlardı. Böylece ne düzen, ne de denge ve is­tikrar kalırdı. [71]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, köpürüp gelen nîmetlere rağmen insanın nankör­lüğü üzerinde durularak, inkarcılar ve şüpheciler uyarıldı. İmansızlığın kalp­leri kılıflayıp gözleri kör, kulakları sağır ettiğine dikkatler çekildi. Sonra da insanın biyolojik olarak gelişme safhaları konu edilerek Hakk'ın kudretinin tezahürlerini ilim gözüyle görmemiz istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, âhiret âlemine nisbetle dünya hayatının bir saat­lik süre olduğu konu ediliyor. O bir saatlik dönemin ikinci hayata hazırlan­maya yeterli olduğuna işaretle, âhiret gününde kimsenin mazeret beyân etmesinin kendisine bir yarar sağlamıyacağı haber veriliyor. Arkasından in­sanın kalp ve kafasını aydınlatacak, yönlendirecek kadar bilgilerin Kur'ân'-da yer aldığı hatırlatılarak, her iki hayatı aneak bu kitap ile aydınlığa ka­vuşturmanın mümkün olaoağı üzerinde duruluyor. [72]

 

 

Meali:

 

55—  (Beklenen) Kıyamet saati gelip gerçekleşeceği gün, suçlu gü­nahkârlar (dünyada veya kabirde) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada da) hep böyle (haktan, gerçekten) çevriliyorlardı.

56—  Kendilerine ilim ve imân verilenler ise şöyle derler: «And olsun ki siz Allah'ın Kitab'ında (yazıldığı gibi) yeniden dirilip kalkacağınız güne kadar (orada) kaldınız. İşte yeniden diriiip kalkma günü bugündür. Ama siz (bunu bir türlü) bilip anlayamadınız.

57—  Zulmedenlerin, o gün özür beyân etmeleri kendilerine fayda ver­mez ve onlardan Allah'ı (razı edecekleri) bir amel ve davranış da istenmez.

58—  Şanıma   and   olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlar için her çeşit misâlden getirdik. And olsun ki sen onlara başka bir âyet (açık belge ya da mu'cize) de getirsen, şüphen olmasın ki o küfredenler, «siz ancak bâ­tılla (boş anlamsız gerçek dışı şeyle) uğraşanlarsınız» diyecekler.

59—  İşte kendilerini bilgisizlik içinde bırakanların kalplerini Allah böy­lece mühürler.

60—  (Ey Peygamber!) Sabret; Allah'ın va'di haktır (mutlaka yerine gelecektir). Kesin kesin inanmayanlar seni hafifliğe itmesinler.

 

Allah Dilediğini Yaratır

 

«O dilediğini yaratır; O, bilendir, kudret sahibidir.»

54. âyetin sonunda, yaratma plânının Allah'ın yanında bulunduğu ve ona göre hilkat kanununu harekete geçirdiği belirtildi. Böylece maddeye canlılık vasfını verenin ancak O Yüce Kudret olduğuna işaret edildi. Sonra da 55. âyetle âhiret gününde meydana gelecek ilk safhalardan birine atıf yapılarak bu iki konu arasındaki bağlantıyı bulup düşünmemiz istenildi.

Şüphesiz kâinat her yanıyla ve her parçasıyla Hakk'ın hilkat izini taşı­makta ve kudretinin benzersiz eseri bulunduğunu göstermektedir. Böylece7 varlık âlemi her parça ve sistemiyle Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet etmekte; hiç bir şeyin boşuna yaratılmadığını isbatlamaktadır. Zira Cenâb-ı Hak mutlak surette «Hakîm»dir, yani hikmet sahibidir ve ancak hikmetle iş görür. Yaratma kanununu da hikmetiyle birleştirip «kün» emrine bağla­mıştır.

O halde kâinatta vücut bulan her şey, CenâbHakk'ın irâde ve dile­ğine göre yaratılmıştır ve yaratılmaktadır. Bunlardan bir kısmının yaratılış hikmet ve amacını biliyoruz, çoğunun ise bilmiyoruz. Bilip tesbit ettikleri­mizi hikmete bağlamamız ne kadar gerekliyse, bilmediklerimiz üzerinde ça­lışıp hikmetini araştırmamız da o kadar lüzumludur. [73]

 

Âhirete Nisbetle Dünya Hayatı Bir Saatlik Süre Gibidir

 

«(Bekle­nen) kıyamet saati gelip gerçekleşeceği gün, suçlu günahkârlar (dünyada veya kabirde) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dün­yada da) hep böyle (haktan, gerçekten) çeviriliyorlardı

Ahirette suçlu günahkârlar, dünyada pek az kaldıklarına yemin edip bununla yeterince hazırlanma imkânı bulamadıklarını belirtmek isteyecek­ler. Aslında âhiretin sonsuzluğuna nisbetle dünyadaki insan ömrü bir saat­lik zaman kadardır denilebilir veya kabir âlemi bir saat kadardır diye ifade edilebilir. Ancak inkarcı sapıkların bunu kendilerine bir mazeret sayıp ye­minle söylemelerinin doğru olmadığı belirtiliyor ve onların dünya hayatın­da da hep böyle gerçeği ters çevirip haktan uzaklaştıkları hatırlatılıyor.

Dünya hayatında gece ile gündüzün birbirini durmadan izlemesi bir bakıma sun'î zaman kavramını meydana getirmekte ve böylece hayatın aynı şeylerin tekrarından ibaret olduğuna işaret edilmektedir. Ahirette ise, aynı şeylerin tekrarına pek az rastlanır. Şöyle ki: Önce o âlemde gece-gündüz; güneş ve ay yoktur. Aynı zamanda yıpranma, eskime ve yaşlan­ma, çürüyüp yok olma söz konusu değildir. Kudret eliyle hazırlanan saf­halar ve cennetteki dekorlar, manzaralar, istekler sık sık değişir. Cenâb-ı-Hakk'ın nasıl kudret ve tecellileri sonsuz ve sınırsız ise, cennetteki dekor­lar ve insan iştihasına hitap eden nesnelerin de yeni yeni biçimde tecelli ve tezahürleri sonsuz ve sınırsızdır.

O halde bu sonsuz ve sınırsız nimetlerden yararlanabilmek için, onla­rı anlayıp hazırlanacak kadar dünyada bize imkânlar ve süreler verilmiş­tir. İster bu süreye bir saatlik zaman diyelim, ister sun'î zaman anlamında bir değerlendirme yaparak onu yıllarla belirtelim, bizi yaratan O Yüce Kud­retin varlığını, birliğini anlayıp inanacak kadar bir imkâna sahip kılındığı­mız kesindir. Bazı İstisnalar bu genel kuralı bozmaz. O bakımdan ahirette «zaman bulamadım» diyerek kendimizi mazur gösteremeyiz. [74]

 

 

İlim Adamlarının Hatırlatması

 

«Kendilerine ilim ve imân verilenler ise şöyle derler; «And olsun ki, siz Allah'ın kitabında (yazıldığı gibi) yeniden dirilip kalkacağınız güne kadar (orada) kaldınız. İşte yeniden dirilip kalkma günü bugündür. Ama siz (bunu bir türlü) bilip anlayamadınız.»

Cenâb-ı Hak bu âyetle ilim adamlarının kadrini yüceltiyor ve dünya ha­yatında olduğu gibi, âhiret hayatında da ilmini imânla birleştiren hakikî alimlerin insanları doğruya irşat edeceklerini haber veriyor. Nitekim onlar dünyada veya kabir âleminde sadece bir saat kadar kaldıklarını iddia eden­leri uyarıp «Levh-i Mahfuz»da yazıldığı kadar eyleştiklerini söyleyecekler.

Kur'ân bu konuda çok ince bir noktaya işarette bulunarak mü'minlere şu mesajı veriyor: İmandan önce ilme, bilgiye ihtiyaç vardır. Zira bilerek, anlayarak inanmak insanı «Tahkiki İman»a kavuşturur; bilmeden, anlama­dan inanmak insanı taklit çizgisinde tutup ona daha çok zahirî bir teslimi­yet sağlar. «Kendilerine ilim ve imân verilenler» sözünde ilim imândan ön­ce anılmış ve böylece bu ikisinin birbirini tamamlayıp olgunlaştırdığına işa­ret edilmiştir. [75]

 

Özür Beyan Etmenin Yararı Olmayacak

 

«Zulmedenlerin, o gun özür beyân etmeleri kendilerine fayda vermez ve onlardan (Allah'ı razı ede­cekleri) bîr amel ve davranış da istenmez.»

Dünya teklif, kulluk, ibâdet ve çalışma yeridir. Âhiret ise hesap, ceza ve mükâfat dönemidir ve sonsuz hayatın değişmeyen yurdudur. Ayrıca dünya hayatı işlenilen kusur ve günahlardan dolayı tevbe, pişmanlık, özür beyân edip Hakk'a yönelme ve manevî kirlerden arınma dönemi; âhiret ise amellerin niyetlere göre ürününü devşirme zamanıdır. Her kişi dünya de­nilen tarlaya hangi tohumları serpmişse, onların yeşeren ürününü biçer. Artık atılan tohumların hilâfına bir ürün beklemek söz konusu değildir. Ay­nı zamanda özür beyân etmenin, pişmanlık duymanın, tevbe ve istiğfarda bulunmanın o âlemde hiçbir yararı yoktur,

O bakımdan kıyamet gününde hiç kimseden Allah'ı hoşnut edecek yeni bir iş ve amel, niyet ve azim istenmez. Zira orası teklîf yurdu ve olgun­laşıp Hakk'ın rızasını tahsîl dönemi değildir. [76]

 

İnsan Aklına Işık Tutan Misaller

 

 «Şanıma yemin olsun ki, biz bu Kur'ân'da insanlar için her çeşit misâlden getirdik,.»

Kur'ân-ı Kerîm, hakkın sesini duyurmak, gerçekleri göstermek, doğru yolu tanıtmak ve eğri yolu tanımlamak için insan aklına ve idrâkine sesle­nir ve akla ışık tutan, düşünceyi yönlendiren; öğüt ve ibret alınmasını sağ­layan misaller sergilemeyi de ihmal etmez. Özellikle bilimsel konularda sık sık ana fikir ve temel bilgiler vererek akla yardımcı olur.

Ama ne yazık ki, beyni küfürle, kalbi maddeyle doldurulmuş kişiler, bu misalleri ne anlayacak, ne de görecek bir idrâk uyanıklığına sahiptirler. Böylelerine daha başka belge ve mu'cizeler de getirilse, yine de inanmaz­lar ve kendi bâtıl anlayış ve niyetlerine göre, «siz boş ve anlamsız şeylerle uğraşıyor, hayal peşinde koşuyorsunuz» derler. İlgili âyetle bilhassa onla­rın bu anlayış ve tutumuna dikkatimiz çekilmekte ve bâtılı inat ve ısrarla savunanları iyi tanımamıza işaret edilmektedir. [77]

 

Kesin Olarak İnanmayanlar Seni Hafifliğe İtmesinler

 

«(Ey Peygamber!)

Sabret; Allah'ın va'di haktır (mutlaka yerine gelecektir). Kesin kesin inan­mayanlar seni hafifliğe İtmesinler.»

Herkes başkalarının da kendi inanç ve karakterinde olmasını ister, inancı zayıf olup ciddi şekilde eğitilmemişler ise, bu hususta daha da ileri giderek başkalarının inanç, terbiye, ibâdet ve davranışlarım hafife almaya çalışırlar. Böylece iradesi zayıf, dayanma gücü kısır olanlar, öylelerinin tesir alanına girmekten kendilerini zor kurtarabilirler ve o yüzden kafa ve kalplerinde önü alınmayacak bir sürü şüphe ve tereddütler doğmaya baş­lar da imânla küfür veya imânla nifak arasında mekik dokuma bedbaht­lığına uğrarlar.

Cenâb-i Hak böyle durumlarda az-çok inananlara şu iki hususu tav­siye etmektedir:

1— İmân gücünü harekete geçirip bâtılın önünde bir sed oluşturmak.

2— Eninde-sonunda kendini bu düzeye getiren mü'minlerin sabır ve azmine karşılık Allah'ın onları dünyada da, âhirette de başarıya eriştire­ceğine inanmak.

Rivayete göre : Hz. Ali (R.A.) sabah namazını kılarken Haricî'lerden bir adam şu âyeti okuyup onu hafifliğe itmeyi düşünüyor: «Eğer Allah'a ortak koşarsan elbette amelin boşa gider ve zarara uğrayanlardan olursun.» Bunun üzerine Hz. Ali (R.A.) kendini hemen toparlayıp şu âyeti okuyor: «Kesin kesin inanmayanlar seni hafifliğe itmesinler.» [78]

Rûm Sûresi'ne, ileride meydana gelecek bir olaydan haber verilerek başlandı. Böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) mu'cizelerinden biri daha in­karcıların gözleri önüne serilerek insaf ve idrâke davet edildiler.

Bilgisizlik, körü körüne taklît yerildi; olaylara karşı iman gücünü kul­lanmak suretiyle sabredilmesi ve kesin şekilde inanmayanların sataşma­sına önem verilmemesi tavsiye edilerek sûre noktalandı.

Bu sûrenin tefsirini bize kolaylaştırıp yardımda bulunan Cenâb-i Hakk'a hamd; sünnetiyle bize ışık tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e sa-lât-ü selâm olsun. [79]

 

 



[1] Lübabu't-te'vîl : 3/428

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4674.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4674-4675.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4677.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4677-4678.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4678-4679.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4679-4680.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4680.

[8] Mülk Sûresi :  3,4

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4682-4683.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4683.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4684.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4685.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4686.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4686.

[15] Taberânî/Medîne :  2, 37- Ahmed:  2/303- 5/309

[16] Buhari/tevhid : 58, daavat : 64, eyman: 19-Müslim/zikir : 30-Tirmizi/daavat :59-ibn Mace/edeb : 56-Ahmed :2/232

[17] Müsned-i Ahmed: 1/174, 180, 185

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4687-4688.

[18] Tefsîr-i Kurtubî:   14/14- Lübabu't-te'vîl:  3/431

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4688-4689.

[19] Bilgi için bak: Âl-i îmrân Sûresi; 27, En'âm Sûresi: 95, Yunus Sûresi: «• âyetlerin tefsiri

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4689-4690.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4690.

[22] Ebû Dâvud/sünnet:  16- Tirmizî/tefsîr :  1, 2- Ahmed: 4/400, 406

[23] Buharî/tefsîr: 2, 8. 112- Nesâî/cenâiz : 117- Müsned-i Ahmed: 2/317, 350

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4692-4693.

[24] Bilgi için bak: Zümer Sûresi: 5-6. âyetlerin tefsîri

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4693-4694.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4694-4695.

[27] Müsned-i Ahmed : 4/145, 158

[28] Müsned-i Ahmed :  1/163

[29] Müsned-i Ahmed : 5/411- Ayrıca bilgi 'için bak : Nisa Sûresi :  1. âyetin tefsiri

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4695-4696.

[31] Tçxtbook Of Dermatology

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4696.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4697-4698.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4698.

[35] Bilgi için bak: Bakara Sûresi : 18, 19. âyetlerin tefsîri

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4698-4700.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4700.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4700-4701.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4701-4702.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4702.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4702-4703.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4703.

[43] Buharî/cenâiz : 80, tefsir : 1/30, kader: 3- Müslim/kader: 22, 23, 24- Ahmed : 2/315, 346

[44] Müsned-i Ahmed: 3/435- 4/24- Taberânî/cenâiz: 52

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4704-4705.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4705.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4706.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4706-4707.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4707.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4707-4708.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4710.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4710-4711.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4711-4712.

[53] Bu konuda geniş bilgi için bak : Bakara Sûresi : 275, 276, 278. - Âl-i îm-rân Süresi : 130. - Nisa Sûresi : 161, âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4712-4713.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4713-4714.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4714.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4715-4716.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4716.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4717.

[59] Tirmizî/birr:  20- Müsned-i Ahmed;  6/449, 450

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4719.

[60] Âl-i îmrân Sûresi : 85

[61] »       »            »      :  19

[62] Bilgi için bak       : Beyyine Sûresi :  2, 3. âyetlerin tefsiri

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4719-4720.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4720.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4720-4721.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4721-4722.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4722.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4722-4723.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4723.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4724-4725.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4726.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4726-4727.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4728-4729.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4729.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4730.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4730-4731.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4731.

[78] Câmi'u'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân: 21/38

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4731-4732.