Sûre, 17. ayeti
müstesna, Mekki’dir.
Bu ayet ise
Medeni'dir.
Sûrenin ayetten
altmıştır.
Sûre, Inşikak
Sûresi’nden sonra nazil olmuştur
.
"Elif. Lâm, Mim.
Edna'l-arz'da yerde Rumlar mağlub oldu. Onlar, bu yenilmelerinden sonra, birkaç
yıl içinde galib gelecekler."
(Rum,
1-3)
Bu sûrenin, kendinden
önceki sûreyle ilgi ve münasebetinin izahı ile, sebeb-i jiü de ortaya
çıkacaktır. Biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak bir önceki sûrede, "Ehl-i ile en
güzel bir şekilde mücâdele edin" (Ank*>ot, 46) buyurup, müşriklerle
»leyi de, "Onlar, sağır, dilsiz ve kördürler Artık onlar
akledemezler" (Bak«rt, ayetinde de beyan ettiği gibi, onları akılsız kabul
ederek sürdürüp, ehl-i kitab da, de, bizim de ilahımız tektir" (Ankebût,
46) ayetinde beyan edildiği gibi, İlah -unda Hz. Muhammed (s.a.s)'e muvafakat
edip, söylediği pek çok şeyde onu edip, bundan da öteye, "Kendilerine kitab
verdiğimiz kimseler O'na inanırlar" t. 47) ayetinde de bildirildiği gibi,
pekçoğu O'na iman edince, müşrikler ehl-i kızmışlar ve onlara başvurmayı
bırakmışlardır. Halbuki müşrikler, pek çok la ehl-i kitaba danışıyorlardı.
Farslı mecûsîlerle savaştıklarında talih ehl-i kitab ■•yhine dönünce,
müşrikler buna sevindiler. İşte Allah Teâlâ, galibiyetin haklılığı ıediğini,
aksine Allah'ın sevdikleri kimselerin mükâfaatını artırmak istediğinde onlara
belâ verip, düşmanlarını onlara musallat kıldığını, bazan da ahlret günü
frimezden önce, yine âhiret için, büyük azabı değilde, peşin dünya azabını
onlar pn tercih edeceğini göstermek İçin işte bu ayetlerini indirdi.
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[1]
Bu sûrenin hurûf-u
mukattaa ile başlamasının hikmeti nedir?
Cevap: Daha önce,
huruf-u hecft ile başlayan sûrelerin
evvellerinde,
bu sûre ile Ankebût sûresinde zikrettiğimiz
o iki sûre hariç, -ki biz o iki sûre ile ilgili hikmeti orada
anlatmıştık-, meselâ (Bakara, 1) (A’raf 1) (Secde,1) (Fussilet,1)gibi, ya kitab, ya
tenzîre ya Kur'ân zikredilmiştir. Bu sûrelerde, hep mucize olan şeyler
zikredilmiştir. Ankebût sûresinde de izah edildiği gibi, bu sûrelerin başlarına
bu harfler getirilmiştir. Bu sûrenin başında da bir mucizeden bahsedilmektedir.
Bu da, gaybtan (istikbalden) haber vermedir. Dolayısıyla dinleyen uyansın, onu
bûtûn kalbiyle dinlemeye yönetsin, böylece de o mucize kendisine söylensin ve
zihninde yer etsin diye, başına, manası bilinmeyen harfler getirilmiştir.
[2]
Allah Teâlâ, Arap
toprakları manasında, "Arapların diyarına en yakın yerde"
buyurmuştur. Çünkü
"Arz"
kelimesinin başındaki elif-lâm marifelik (belli bir yer
manası) ifade eder. Araplarca belli ve malum olan yer
ise, kendi toprakları ve yurtlarıdırcümlesinden sonra gelen cümlesi aynı şeyi
ifade ettiği halde, ayrıca demenin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bunun hikmeti,
kudreti anlatmaktır Bunu şöyle izah edebiliriz: Bu iş, Allah'ın emriyle olan
bir İştir. Çünkü gâlib geldikten sonra mağlub olanlar ancak güçsüzlerdir.
Binâenaleyh eğer onların galibiyetleri, kendi saltanatlarından ötürü olmuş
olsaydı, mağlubiyetlerinden önce gâlib olmaları gerekirdi. Binâenaleyh onlar
mağlub olduktan sonra gâlib geldiklerine göre bu, bu işin Allah'ın emriyle
olduğuna delâlet eder. İşte bundan ötürü kendi güçsüzlükleri üzerinde tefekkür
etsinler ve bu işin orduları sayesinde değil Allah'ın emriyle olduğunu
hatırlasınlar diye, "bu yenilmelerinden sonra..." ifadesi
zikredilmiştir.
Hak
Teatâ'nın,"Arapların diyarına en yakın yerde" tabiri alabildiğine
güçsüz olduklarına işaret etmek için getirilmiştir, yani, "Onların
güçsüzlükleri, düşmanlarının Hicaz yoluna (topraklarına) kadar ulaşıp, onlar
beldelerinde iken, onlara gelip kırıp geçirme noktasına varmıştır. Sonra galip
geldiler, tft Medayin'e ulaştılar ve orada Rûmiyye (kalesini) kurdular, böylece
bunca zaaftan sonra bu parlak zafere kavuşmalarının, sırf Allah'ın yardtmı ile
olduğu ortaya çıktı[3].
Cenâbn Hak,
"birkaç yıl içinde" buyurmuştur.
Bu
bir kaç yılın, üç yıl ile on yıl arası bir müddet olduğu
ileri sürülmüştür.
Mucizenin o vakti belirleme yönünde
meydana
gelmesi, daha tam oluşu ifade ettiği halde,
Cenâb-ı Hak, o vakti
müphem bırakmış, net olarak belirtmemiştir, niçin?
Cevap: Bunun senesi,
ayı, günü ve saat) bütün bunlar, Allah katında malumdu, bunları Peygamberine
açıklamıştı. Fakat O'na, bunu diğer insanlara açıklaması hususunda müsâade
etmedi. Çünkü kâfirler, inada idiler. Uzak beldelerde meydana gelen
hadiselerin, İnkarı mümkün olmayacak bir biçimde meydana geldiği malumdur.
Fakat bunun vakti hususunda ihtilaf edilmesi mümkündür. Inadcı ve cedetei
kimsenin, sözünde bir tenakuz meydana gelmesi için, vuku bulmazdan Önce,
hâdisenin vukuu
konusunda boş söze dalması, ileri geri
konuşması da mümkündür. Bu ayet nazil afcnca, Hz. Ebu Bekir, Rum'un gâlib
geleceğini (kâfirlere) söylemiş, Ubeyy b. Halef «• diğer kâfirler de bunu
yadırgamış, uzak bir ihtimal görmüşler. Hz. Ebu Bekir ile itfaya gidip, üç
seneye kadar bu işin olması hâlinde, on deve üzerinde bahse totaşm uslardı.
Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ebu Bekir'e £* i öçten ona kadar
sayılan ifade eder. Dolayısıyla sen ona karşı, hem in sayısını, hem zamanın
(yılların) sayısını artır" buyurdu. Böylece Hz. Ebu Bettir (r.a) ile,
Ubeyy b. Halef develerin sayısını yüze, zamanı da yedi seneye çAardtlar ki bu,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in Rumların gâlib olma vaktini bildiğini gösterir.
“Önünde de sonunda da
emir Allah'ındır. O gün mü'minler sevinecekler.”
(Rum, 4).
Allah Teâlâ sonra,
"Önünde de sonunda da emir Allah'ındır" buyurmuştur. Bu,
GâJibiyyetten önce de sonra da veya bu müddetten önoe de sonra da, yani eğer
Cenâb-ı Hak onların bu müddetten önce galip gelmelerini istemişse, galip
gelirler; E$er Cenâb-ı Hak onların gâlib olmasını istemişse, onlar onlara bıd-ı
sininden sonra gtfb gelirler" demektir. Bu müddetin, bu şekilde takdir
edilişi, bir acziyetin ifadesi aeğıi, aksine bu geçerli ve tesirli bir ilaht
İrâdenin mevcudiyetini gösterir.
Ayetteki, İfadeleri,
izafetten kesildikleri için, zamme üzere mebnî « \ nmıslardır. Çünkü zamme
dışındaki iki hareke yani fetha ve kesre, bu iki kelimeye dahil olan nasb ve
cer hali ile karışır. Meselâ nasb, demen de; cer ise, demende olduğu gibidir.
Dolayısıyla i'rab bakımından yani -nerfû olma bakımından, bu iki şeyin misli
kendisine dâhil olmadıkları için, bu iki kelime zamme üzerine mebnî
kılınmışlardır.
Cenâb-ı Hak "Ogün
mü'minler sevinecekler"buyurmuştur. 3u ifadeye, "Tıpkı müşriklerin
Farslılann Rum'a gâlib gelişine sevinmeleri gibi, -O'minler de Rum'un Fars'a gâlib
gelmesiyle sevinmişlerdir" manası verilmiştir. Ama aoğrusu, mü'minler,
kendileri, müşriklere gâlib geldikleri için sevinmişlerdir. Zira Rumların gâlib
gelmeleri, müslumanların Bedir'de müşriklere gâlib geldiği güne -asHamiştir.
Eğer ayetin muradı, bir önceki manadaki gibi olsaydı, bu uygun düşmezdi. Çünkü
henüz o günde, mü'minlere, Rumların gâlib geldiği, Farslılan kılıçtan geçirdiği
- aDeri ulaşmamıştır. Dolayısıyla mü'minlerin bu husustaki sevinçleri o günden,
daha sonra olmuştur.
[4]
"Allah'ın
yardımıyla, kimi dilerse ona yardım eder. O, aziz ve rahimdir. Allah
bunu kesin olarak vaadetti. Allah vaadinden caymaz.
Fakat insanların çoğu
bunu bilmezler. Onlar
bu dünya hayatından, bîr dış görünüşü bilirler.
Ahiretten ise onlar
gafillerin tâ kendileridir."
(Rum,
5-7).
Cenâb-ı Hak,
ifadesinde, masdarı fiilden Önce zikretmiş, "Allah seni yardımıyla
destekledi" (Entaı, 62) ayetinde ise, fiiti "ya/dım" masdarından
önce getirmiştir. Çünkü bu ayette murad, yardımın ondan Allah'ın elinde olduğunu,
o isterse yardım edeceğini, o istemezse yardım etmeyeceğini beyan etmektir,
yoksa, yardımın bizzat kendisini, meydana geleceğini haber vermek değildir.
Enfâl süresindeki ayetten murad ise, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
olan nimetini ortaya koymaktır. Çûnkû Allah O'na bilfiil yardım etmiştir. O
halde orada maksad, bu "yardım" fiilinin bizzat kendisi ve
tahakkukudur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak orada önce, fiili zikretmiş, sonra da bu
fiilin kaynağının Kendi katında olduğunu beyan etmiştir. Burada maksad ise, bu
kaynağın ancak Allah katında olduğunu, Allah isterse, bunu yapacağını beyân
etmektir. Dolayısıyla burada masdarı fiilden önce zikretmiştir.
Hak Teâlâ daha sonra,
"O, azîz ve rahtmdir" buyurup, bu iki ismini zikretmiştir. Çünkü eğer
O, sevdiklerine yardım etmez, aksine onlara düşmanlarını musallat kılarsa, bu
O'nun azîz oluşundan ve hicbirşeye muhtaç olmayışından ötürüdür. Yok eğer
sevdiklerine yardım ederse, bu da O'nun ona rahmetinden ötürüdür. Yahut şöyle
diyebiliriz: Allah'ın, sevdiği kimselere yardım etmesi azîz oluşundan,
düşmandan müstağni oluşundan ve sevdiklerine rahmetinden dolayıdır. Eğer O,
sevdiklerine yardım etmezse, bu da yine O'nun izzetinden, sevenlere ihtiyacı
olmayışından ve rahmetinin, sevdiklerine âhlrette ulaşacağından ötürüdür.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, buyurmuştur. Bu, "Onlar gâlib geleceklerdir. Bunu Allah onlara
va'detmiştir. Allah va'dinden dönmez. "Fakat İnsanların çoğu
bilmezler" yani, O'nun va'dini ve va'dinden caymayacağını bilmezler"
demektir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Onlar bu dünya hayatından, bir dış görünüşü bilirler"yani,
"Onların ilimleri, dünyaya mahsustur. Hem sonra onlar
dünyayı da olduğu gibi bilemezler. Çünkü onlar
dünyanın ancak dış yüzünü, zahirini sinler. 8u zahir de, dünyanın lezzetleri ve
eğlenceleridir. Ama dünyanın iç yüzünü >«r<ezler. Bunlar da dünyanın
zararları ve yorgunluklarıdır. Yahut onlar dünyanın ffrûnen tarafını bilirler.
Onun yok olacağını bilmezler." "Ahirette ise onlar gafillerin
kendileridir" demektir. Yani "Onlar âhiretten habersizdirler.
Ayetteki ikinci hüm gafletin bizzat kendilerinden kaynaklandığını ifade eder.
Yoksa âhireti atacak şeyler vardır. Bu tıpkı birisinin birisine, "Benim
işime aldırmadın, gaflet ■" dediğinde, o da, "Falanca beni
meşgul etti" deyince, evvelki, "Seni o meşgul etmedi. Ama sen meşgul oldun" demesi
gibidir.
[5]
"Kendileri
hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah gökleri, yeri ve ikisi
arasında bulunan şeyleri hak ile ve belli bir müddetin
dolmasına sebeb
olmaktan başka bir sebeble yaratmamıştır.
Hakikaten insanlardan çoğu
Rablerine kavuşmayı
cidden inkâr edicilerdir."
(Rum,
8).
Cenâb-ı Hak,
"Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi?" buyurmuştur.
ırden, "Fakat insanların ekserisi bilmezler" (Rum, 8) ayetinde
bildirildiği üzere, ı'ın va'dini ve va'dinden caymayacağını inkâr ettikleri
için, Allah'ı inkâr; ve yine 'Âhiretten ise onlar, gafillerin tâ
kendileridir" (Rum, 7) ayetinde bildirildiği Özere, inkâr sudur edince, Cenâb-ı Hak, onların bu
gafletlerinin ve bilmeyişlerinin Kendi ile olduğunu beyan buyurmuştur. Aksi
halde, hatırlama sebepleri mevcut olup, da onların bizzat kendi varlıklarıdır.
Şayet onlar o varlıkları ve nefisleri üzerinde iyiye tefekkür edecek olsalardı,
Allah'ın bildiğini anlar ve haşri tasdik ederlerdi.
[6]
Allah'ın birliğini
anlamaları hususuna gelince, Allah'ın onları en güzel biçimde f ıüniş
olmasından dolayıdır. Biz onların yaratılışlarının güzelliğine dair, onların
-^iyonda bir cüz'ünü ele alalım: Allah, insanda, diğer uzuvların güç ve kuvvet
elde «dabilmeleri için gıdaları hazmeden bir mide yaratmıştır. O midenin
birisi, yiyeceklerin yrrne$\, diğeri de çıkması için olan iki deliği vardır. O
mideye yiyecekler girdiğinde, tfger delik kendisinden hiçbir zerrenin
çıkmayacağı ve sızmayacağı bir biçimde «apanır. Ve o yiyecekleri, elverişli ve
yarayışlı bir hale gelinceye kadar bir şey orada Mr. Daha sonra ise, o
yiyecekler diğer delikten çıkıverir. Cenâb-ı Hak, midenin tıpkı kendisiyle o
şeylerin süzülüp safiaşttğı süzgeç gibi, ince fakat sert
damarlar ve delikler yaratmıştır. Böylece o süzgeçten,
saf ve temiz olanları (kara) ciğere iner, tortusu da, çıkışa yönelik olan ve
midenin altında yaratılmış olan bağırsaklara dökülür. Ciğere giden, mezkûr o
damarlara İbranice'de, ei-Mâsârîkâ adı verilir. Ibranice, genelde, Arapça'nın
bozulmuş bir şeklidir. Nitekim meselâ, Musa (a.s)'ya, Mîşâ; İlâh'a da îl
denilir, vs. O halde masarîka'nın manası, ciğerin ihtiva edip, kendisini başka
bir olgunluğa ulaştırdığı şeydir. Ki, bu mideden ciğere yönelen gıda ile
birlikte, (o gıdanın) incelmesi ve adı geçen ince (kılcal) damarlara
geçebilmesi için, fazladan bir sıvı da bulunur. Halbuki, ciğerin bu suya
ihtiyacı yoktur. Böylece orada, bu su ayrılır; ciğer kabarcıkları tarafından
böbreğe dökülür. Ki kendisiyle, böbreğin vs. şeylerin gıdalanması için, bu
sıvıda hafifçe de bir kan vardır. Böylece süzülmüş olan saf kan ciğerden çıkar
ve ana damarlara dökülür. Sonra bu ana damarlar kanallara, kanallar tali
damarlara, taii damarlar da bir alt derecedeki damarlara, bunlar da kılcal
damarlara ayrılır ve böylece, işte bu sayede o kan, bedenin tamamına dağılmış
olur. İşte bu, insanın yaratılıştndaki tek bir hikmet olup, Allah'ın fâil-i
muhtar, kadir, kâmil ve ilmi her şeyi kapsayan bir alim olduğunu bilme hususunda
kâfidir. Böyle olan ise, tek olur. Aksi halde, ortağı, Kendisinin irâde
ettiğinden başkasını irâde ettiğinde, aciz olur, irâdesini yürütemez.
İnsanın, haşr'e
delâlet edişine gelince, bu şöyledir: İnsan, kendisi hakkında iyiden iyiye
düşündüğünde, kendisindeki o kuvvetlerin yok olmaya yüz tuttuklarını,
cüzlerinin de çözülmeye meylettiğini görür. O halde bu demektir ki, o insan
için, ister istemez bir yokluk söz konusudur. Binâenaleyh, şayet o insan için
bir başka hayat olmamış olsaydı, o zaman onun, yok olmak için bu şekilde
(sapasağlam) yaratılmış olması, abes ve anlamsız olurdu. Cenâb-ı Hak da buna,
"Ya sizi boş yere yarattığınım mı sandınız?" (m'm\r\üT\, us) ayetiyle
işaret etmiştir ki, bu gayet açıktır. Çünkü, boş ve anlamsız yere bir şeyi yapan
kimse, şayet onu muhkem ve sapasağlam yapmaya çalışırsa, buna gülünür. Ama o
onu, beka için yaratıp, "tikâsız" (ahiret hayatı olmaksızın) da beka
olmadığına göre, ahiret mutlaka var demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, enfusî
delilden sonra afakî delili zikretmiş ve "Allah gökleri, yeri ve ikisi
arasında bulunan şeyleri hak ile ve belli bir müddetin dolmasına sebep olmaktan
başka bir sebeple yaratmamıştır" buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesi, bu göklerin, yerin ve
ikisi arasındakilerin yaratılışının, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine işaret içindir.
Ki biz bunu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı.
Şüphe yok ki bunda iman edenler İçin mutlak bir delâlet vardır"
(Ankebût,44) ayetinin tefsirinde izah etmiştik.
Ama o izahı, burada da
yapacağız. Zira yapılan tekrar, akıl sahipleri için bir takrir ve
sağlamlaştırma ifade eder. Şimdi biz diyoruz ki, bu yaratma İşi gerçek bir gaye
olduğuna göre, onda bâtıllık (butlan) bulunmamaktadır. O halde bu demektir ki,
yer ile gökte bir bozukluk yoktur. Çünkü fasit olan herşey, bâtıldır. Yer İle
gökte veya bu yaratmada bozukluk olmadığına göre, yerde ve gökte, birden fazla
İlâh yok demektir. Aksi halde Cenâb-ı Hakk'ın da, "Eğer her ikisinde
(gökte ve yerde) Allah'dan başka tanrılar olsaydı onların ikisi de muhakkak ki
harap olup gitmişti"
(Enbiyâ, 22)
buyurduğu gibi, orada bir fesad ve bozulma olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve
belli bir müddetin dolmasına..." ifadesi de, onların kabul
terlemedikleri başka aslı ve esası
hatırlatır.
[7]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hakikaten insan-tardan çoğu Rabbine kavuşmayı cidden inkâr
edicilerdir" buyurmuştur. Yani, "Onlar, bu hayattan sonra, mutlaka
bir kavuşma (likâ)'nın veya mutluluk ya da bedbahtlık içinde sürüp gidecek bir
bekanın olduğunu bilemezler" demektir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.
[8]
Cenab-ı Hak burada,
enfusî delilleri afakî delillerden;
"Gerek
afakta gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi onlara
göstereceğiz"
(Fuuiı*, 53) ayetinde de afakî delilleri önce
getirmiştir. Çünkü, bir şey anlatmaya çalışan, bir şey ifade
«■iğinde onu, tercih ettiği yeni bir tarz .üzere getirir. Binâenaleyh,
şayet onu, dinleyen ve yararlanmaya çalışan dinleyici anlarsa, ne âlâ. Aksi
halde onu bir Öncekinden daha açık bir şekilde ele alır ve üslûbunu, derece
derece netleştirin.. İstifade etmek ■leyene gelince o da, ilk önce en
açık olanı anlar, daha sonra, anlayamadığı o daha kapalı şeyi anlamaya doğru
yönelir, ona terakkî eder, böylece de en son olarak zkredilen daha açığı anladıktan
sonra onu, yani o kapalı olan manayı anlar. O halde :■_ demektir ki,
ifade etmeye çalışan kimse tarafından en son olarak zikredilen şey, drteyici
nezdinde, ilk önce anlaşılandır.
Bu iyice bilinince,
biz şimdi diyoruz ki, buradaki fiil, dinleyenlere nisbet edilmiştir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, Kendileri hakkında, iyiden iyiye düşünmediler mi?"
buyurmuştur. Yani, "ilkin anlayıp da, bundan sonra, ikinci sırada
anlayacakları şeye yönelmedikleri şeyler hususunda..." demektir. Ama,
(Fumhm,53) ayetinde iş, duyurana, ■Mana nisbet edilmiştir. Böylece de o,
ilk önce afakî delilleri zikretmiştir. Eğer onlar Dunu anlayamazlarsa, sıra
enfusî delillere gelir. Çünkü insan, enfusî delillerden gaflet •demez. Bu sıra,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, ayakta iken, otururken, yanlan üstünde âten,
Allah'ı hatırlayıp anarlar." Yani, onlar Allah'ı, diğer haller hususunda
enfusî defterle bilirler. Ve afakî delillerle de, "Göklerin ve yerin
yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler" w ImrAn, 191) ayetinde de
gözetilimiştir.
[9]
".. .Hak ile
yaratma" işinin, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine delâlet etmesinin yönü,
açıktır. Ama bunun, haşr'e delâlet etmesi ciheti nasıl izah edilebilir?
Cevap: Gökleri harap
etmesi tahakkuku, akıl ile bilinmez; tkâ ile ancak bunun mümkün olduğu bilinir.
Ama bilfiil tahakkuk edeceği İse, ancak nakil ile bilinir. Çünkü Allah Teâiâ,
cennet ve cehennemi yarattıktan sonra, ebedî tattığı gibi, sonradan var olan
şeyleri de, ebedî kılmaya kadirdir. Halbuki yaratma 9i, yok olmanın mümkün olduğunun
delilidir. Çünkü yaratılmış olan şeyin, kıdemi v^dîm, ezelî ve ebedî oluşu)
vâcib değildir. Binâenaleyh bunun yokluğu söz konusu olabilir. O halde muhbir-i
sadık (Allah Teâlâ ve Peygamber) bir şeyin mümkün
olduğunu haber vermişse, insana düşen, onu tasdik etmek ve boyun
eğmektir. Bir de, âlemin yaratılması hak ile olunca, bu hayattan sonra, sona
ermeyen diğer bir hayatın olmast gerekir. Çünkü bu hayat, Cenâb-ı Hakk'ın da,
'Bu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Ankebût, 64» ayetiyle beyan
ettiği gibi, ancak bir oyun ve eğlencedir. Halbuki, göklerin ve yerin, bir oyun
ve eğlence olsun diye yaratılması abes ve anlamsızdır. Abes ise, hak değildir!
O halde, gökler ve yer hak ile yaratılmış olduğuna göre, bundan sonra mutlaka
bir hayatın bulunması gerekir.
[10]
Cenâb-ı Hak burada,
"Hakikaten insanlardan çoğu..." buyurmuş, bundan önceki ayette de,
"Fakat insanların ekserisi..."(Hum,e) buyurmuştur. Niçin?
Cevap: Çünkü bundan
önce bu iki asla (Cenâb-ı Hakk'ın birliği ve haşr) dair bir delil
zikredilmemiştir. Burada ise Cenâb-ı Hak, açık deliller ve göz alıcı burhanlar
zikretmiştir. Delilden sonra olacak imanın, delilden önceki imandan daha
kuvvetli olacağında şüphe yoktur. O halde, delillerden sonra, bu
"ekseriyyef'ten bir topluluğun mutlaka iman etmesi gerekir. Binâenaleyh, o
ekser (sayıca), artık o eskiden olduğu gibi kalmamıştır. Bu sebeple, Cenâb-ı
Hak, delil getirdikten sonra, "...çoğu..."; delilden önce ise,
"...insanların ekserisi..." demiştir. Kendisinden gafil olmantn
mümkün olmadığı delilden ve mümkün olsa dahi, gaflet etmenin vuku olmayacağı
delilden sonra -ki bu gökler ve yerlerdir. Çünkü, insanın, üzerindeki semâdan
ve altındaki yerden habersiz olması akıldan uzak bir şeydir-, kendisinden gafil
olunabilecek şeyi zikretmiştir ki, bu da onlarla ilgili darb-ı mesellerin hal
ve durumlarının nakledilmesidir.
[11]
"Onlar yerde
gezip de kendilerinden evvelkilerin akıbetinin nice olduğuna bakmadılar mı?
Onlar, kuvvetçe kendilerinden daha şiddetli idiler. Toprağı, ak-üst etmişler,
onu bunların imâr ettiklerinden daha çok İmâr etmişlerdir. Peygamberleri onlara
da nice açık hüccetler getirmişlerdi. Demek, onlara Allah zulüm etmiyordu,
fakat kendilerine bizzat kendileri zulmediyorlardı"
(Rum, 9).
Cenâfcn Hak, önceki
iki delilde "görmediler mi?" tabirini kullanmış, ama "gezmediler
mi?" dememiştir. Çünkü 'orada, kişinin bizzat kendisinin gezip dolaşmasına
ihtiyaç yoktur. Burada ise, "yerde gezip... de bakmadılar mı?"
buyurmuş, onları, emsallerinin halleriyle ve yaptıklarının vebdlleriyle alâkalı
olarak zikretmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunların helak olmaya daha çok
müstehak okluklarını bildirmiştir. Zira, kendilerinden Önce yaşamış olan Ad ve
Semûd kavimleri, bunlardan daha kuvvetli idiler ama kuvvetleri kendilerine
fayda vermedi. Yine onlar, gerek mal gerekse ömür bakımından daha ileri idiler.
Fakat, onların malları ve kaleleri, başlarına gelen o helake mâni olamadı.
Bit ki, insan şu üç
şeye itimâd eder: Kendisindeki bedeni kuvvete ve destekçilerine. Zira bir şeye
müdahale, bunlar sayesinde olur. Mâlî kuvvete. Zira bir şeye müdahale etmeye
hazırlanmak bu sayede mümkün olur. Çözülme, gevşeme ve zayıflama esnasında,
kendisine yaslanacağı, dayanacağı, arka kuvveti. Ki bunlar, kaleler ve
sığınaklardır. İşte bu cümleden olarak Cenâb-ı Hak, "Onlar, beden
bakımından sizlerden daha kuvvetli idiler. Mal bakımından daha ileriydiler.
Çünkü onlar, yeryüzünü sürüp, ekip biçiyorlardı... -Bakara süresindeki,
"Yeri süren bir sığır..." ifadesindeki bir (Ayet, 71) ve yine bu kökten
dolayı, öküze sevr denilmiştir-Halbuki, sizler, çiftçilikle uğraşmıyorsunuz. Bu
demektir ki, o halde onların mallan, (emvâl-i zahireleri) daha çoktu. Ve
onların, mamur yerleri daha fazlaydı. Çünkü onların binaları yüksek yüksek idi.
Kaleleri ise, iyice sağlam idi. Halbuki Mekkelilerin mamur yerleri bile
önemsizdi. Sonra onlara peygamberleri mucizeler getirmiş, emirler vermiş ve
yasaklar koymuşlardı. Ama, kavimleri onları yalanlayınca da, helak olmuşlardı.
O halde, (onlara nisbetle) sizin durumunuz nasıl olacaktır...?" demek istemiştir.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur. Yani, "Allah onları mükellef tutmakla, onlara zulmetmemlştir.
Çünkü teklif, kıymetli ve güzel birşey olup, onun için de ancak güzel ve
şerefli bir mahal seçilir. Ancak ne var ki onlar, nefislerini adi şeylere
yöneltip orada harcadıkları için, böylece kendilerine zulmetmişlerdir. Bu adi
yerler de, putlara tapmak, İblise tabi olmaktır" demektir. Böylece Cenâb-ı
Hak sanki, mükellef tutmak suretiyle onları, yaratılışlarına uygun yere
koymuştur. Ki bu da, onların kazanç sağlamaları demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak
sanki, "Ben sizi, siz benden kazanasınız diye yarattım; yoksa, benim
sizden kazanmam sözkonusu değil" buyurmuştur. İnsanın yaratılış gayesine
uygun olarak konulması, zulüm değildir. Ama onlar, kendilerini hüsran ve ziyan
mahallerine koymuşlardır. Halbuki bu onları sırf kazançlı olmak için, kâr elde
etmek için yaratılmışlardı. O halde onlar, bu demektir ki, zalimdirler. Bizim
bu sözümüz her ne kadar, dış görünüşüyle, Mu'tezlte'nin sözüne benziyor ise de,
ancak iman, ehl-i sünnetin bunu nasıl söylediğini bilir. Kİ bu da şudur Bu
koyma işi, Allah'ın meşîeti ve İradesiyledir. Ancak ne var ki bu, onların
kendilerinden kaynaklanmış ve onlara nisbet edilmiştir.
[12]
"Sonra kötülük
edenlerin akibeti en kötü ceza oldu. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini
yalanlamışlardı. Onları eğlenceye alıyorlardı."
(Rum, 10).
Bu, tıpkı, "İyi
iş, güzel amel yapanlara daha güze! iyilik vardır" (Yunus. 16) ayeti
gibidir. İfadesinin takdirinin, şeklinde
olduğu ileri sürülmüştür. Yani, "İşte onların böyle bir netice elde
etmeleri, yalanlamaları sebebiyledir" demektir. Bunun manasının,
"kötülük eden ve yalanlayanlar..." şeklinde olduğu da ileri
sürülmüştür. Buna göre ayetteki
kelimesi, kelimesinin bir tefsiri olmuş olur. Bu ayette şöyle birkaç
incelik bulunmaktadır:
1) Cenâb-ı
Hak, iyilikte bulunan ve iyi amel edenler hakkında, (Yum», 26) buyurmuş, kötülük edenler hakkında
da, "Sonra kötülük edenlerin akibeti en kötü ceza oldu" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, mü'minler hakkında cennetin onlar İçin ve dolaysız olarak olduğuna
işaret için böyle buyurmuştur. Çünkü, el-hüsnâ, cennetin; es-sua da, cehennemin
adıdır. Binâenaleyh, cennet mü'minler için olup, o doğrudan doğruya onlara
verilince; ve orada, onlar için daima artan ve fazlalaşan bir şey, nimet
bulununca, İşte bu da onlar içindir. Çünkü, mülkün aslı, onun meyvesini de
gerektirir. O halde cennet, artan ve büyüyen bir şekilde yaratılmış olması
itibariyle, iyi davrananlar İçindir. Ama kötülük edenlere gelince, es-süâ, yani
cehennem, neticede onların varacakları yerdir.
2) Cenâb-ı
Hak, muhsin kullar hakkında bir fazlalıktan (Yunus, 26) bahsetmiş, fakat
kötülük yapanlar hakkında böyle bir şeyden bahsetmemiştir. Çünkü bir kötülüğün
cezası, yine dengi olan bir kötülüktür.
3) Cenâb-ı
Hak, iyilikte bulunan kimseler hakkında, "O doğru söylediği için, cennet
onundur" dememiş ona kötülükte bulunanlar hakkında, "o yalanladığı
için cehennem onundur" buyurmuştur. Çünkü iyilikte bulunanlara cennetin
verilmesi bir lütuftur. Lütufta bulunanın lütfü herhangi bir sebebe bağlı
olmazsa, daha tesirli olur. Ama, kötülükte bulunanların, bir ceza olarak
cehenneme atılmaları, adaletin gereğidir. Adil kimse de, o kimseyi, bir sebebe
mebnî olarak cezalandırmazsa, bu adalet olmaz. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak,
onlara azab etmesinin sebebine de yer vermiştir ki, bu onların yalanlamalarını
sürdürmeleridir. Ama, verdiği mükafaatın sebebini zikretmemiştir.
[13]
"Allah tikin
mahlûkunu yaratır. Sonra da onu yeniden iade eder. Nihayet
hepiniz, ancak O'na döndürüleceksiniz. Kıyametin
kopacağı gün günahkârlar,
ümitlerini keserek,
susacaklardır. Ortaklanndan da, kendilerine şefaatçiler
olmamıştır. Onlar
ortaklannı da inkâr edeceklerdir."
(Rum, 11-13).
Cenâb-ı Hak, onların
varacakları yerin cehennem olacağını belirtip ve bunda da, yeniden yaratacağına
dair bir işaret bulununca^ bu hususu, delilsiz bir İddia olarak bırakmamış ve
bunun akabinden, "Allah ilkin mahlûkunu yaratır"
buyurmuştur ki bu,
"Kim kudret ve iradesiyle ilkin yaratırsa, yeniden yaratmaktan aciz olmaz.
Ancak O'na döndürüleceksiniz" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Kendisine
yapılacak o dönüşün ne zaman yapılacağını beyan buyurarak. Kıyametin kopacağı
gün, günahkârlar, ümitlerini keserek, susacaklardır. Ortaklarından da, kendilerine
şefaatçiler olmamıştır. Onlar ortaklannı da inkâr edeceklerdir" demiştir.
Yani, "işte o günde onların iflâsları ortaya çıkar ve ümitsizlikleri
tahakkuk eder" demektir.
[14]
"el-lblâs"
kelimesi, şaşkınlıkla içice olan bir ümit kesmedir.
Yani, "Kıyamet <optuğu gün, günahkârlar için, iki rahatlığın biri olan
ümitsizlik değil, şaşkınlıkla içice olan bir ümitsizlik tahakkuk eder"
demektir. Bu böyledir, zira bir şeyi bekleyen ve uman kimsenin umması
fiyaskoyla sona erince, bu durumda, sen bak. Eğer o arzu edilen şey zarurî
olmayan birşey olursa, onu uman kimse, onu beklemeden ümidini Kestiği için
rahatlar. Yok eğer bu, onsuz bekası mümkün olmayan zarurî bir şey ise, onun
kalbî ve gönlü, bunu elde edemediğinden dolayı çatlar, iste bu tür ümitsizliğe
ıblâs" denilir.
Şimdi biz, o mücrimin
halini ve bu tür ümitsizliğini şöyle bir misâl ile açıklamaya çalışalım: Bu
kimsenin hali, bir bahçe İçinde bulunup da etrafında oyun ve eğlence
alanlarının yer aldığı ve yanında da, kendisiyle gururlanıp sevineceği şeyler bulunan
oir bahçenin haline benzer. Derken tam o esnada, kendisine doğru bir haberci
gelerek, hiç kimsenin reddedemeyeceği, geldiğinde tükrüğünü bile yutma fırsatı
vermeyeceği ve kendisine herhangi bir kurtuluş imkânı bırakmayacağı bir
düşmanın geleceğini haber verir. Bu durumda onun, bundan kurtulmanın yollarını
araması gerekirken, tam o sırada ona bir çocuk, ya da bir deli, "Altında
bulunduğun bu agactn :zetliği, altında bulunan kimselerin düşmanlarını def
etmesidir" der. O cahil kimse de, o esnada elde ettiği lezzet ve hazları
kamilen etde etme pahasına o ağaca güvenerek, o çocuğun sözünü kabut eder.
Derken düşman kendisine gelir ve kendisini çepeçevre kuşatır. O düşmanın ona
göstereceği o korkunç hallerin ilki ise, o ağacı kökünden söküp çıkarma olur. Böylece
de o kimse, hayretler içinde, ümitsizlikler içinde ve herşeye muhtaç olarak
kalakalır! Günahkârın dünyadaki durumu da işte böyledir. Çünkü o, nazlarını
tamamen tatmine yönelmiştir. Doğru peygamber ona, Allah'ın kendisini
cezalandıracağını ve ona, kendisini perişan edecek bir azabın geleceğini haber
vermiştir. Ama bu arada, şeytan ve kötülükleri alabildiğine emreden nefs-i
emmâre, "Putlar demek olan bu kötülükler ve odunlar, senden her tüıiü
kötülüğü men ederler ve sen ölüp de hislerin dumura uğradığında sana şefaatçi
olurlar" derler. O da böylece, içinde bulunduğu işle meşgul olur ve
azgınlığına devam eder; derken kendisine yürekleri hoplatan o büyük şey, ölüm,
kıyamet geliverir ve o kıyametin o kimseye gösterdiği ilk şey de, o putları
cehenneme atışı olur. Artık o bu esnada, kurtuluş için hiçbir yol bulamaz bu
esnada alabildiğine ümitsizliğe düşer, nerdeyse ümitsizliğin ta kendisi olur
(et-İblis). Ki, işte bu hususa Cenâb-ı Hak, "ortaklarından da, kendilerine
şefaatçiler olmamıştır. Onlar ortaklarını da inkâr edeceklerdir"
ifadesiyle işaret etmiştir. Yani, "onlar, o putları o gün redd
edeceklerdir".[15]
"Kıyametin
kopacağı gün, evet o gün, mü'minlerle kâfirler birbirinden ayrılır.Artık iman
edip de sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar bir bahçede sürüriçinde
olurlar. Ama inkâr edip, ayetlerimizi ve âhirete kavuşmasını yalan
sayanlar ise, azabta kalmak üzere, huzura
gelmişlerdir."
(Rum, 14-16).
Cenâb-ı Hak o günde
olacak, diğer bir hususu daha beyan etmiştir. Bu da mü'minlerle kâfirlerin
biribirinden ayrılmalarıdır. Nitekim, bir başka ayetinde, "Bugün ey
mücrimler, ayrılın buyurmuştur.
Binâenaleyh sanki bu durum, kâfirlerin artık iyice ümitsizliğe düşmelerini
müteakip olmuştur. Buna göre kâfirler önce ümitsizliğe düşerler, daha sonra
mü'minlerden ayrılırlar. Böylece mü'minler gurubu
cennetlik, kâfirler gurubu da cehennemlik kılınırlar. Allah Teâlâ,
buradaki "gün" w tekrar etmiştir. Çünkü kıyametin kopması korkunç bir
durumdur. Dolayısıyla ■ı Hak, korkutmayı pekiştirmek için bunu tekrar
etmiştir. Kıyametin taortcunçluğunu zihinlerde canlı tutmak için, hatibler de
hitabelerde hep kıyamet gününden bahsederler.
Allah Teâlâ, bu
ayrılışın nasıl olduğunu beyan ederek, "Artık iman edip de sâlih
işleyenlere gelince, onlar bir bahçede sürür içinde olurlar." Yani,
"Onlar te, her türlü sevinci yaşarlar. "Ama inkâr edip, ayetlerimizi
ve âhiret ıasını yalan sayanlar ise, azabta kalmak üzere, hazır
edilmişlerdir" yani, r, cehennemden sıvışamazlar. Cehennemin onlara karşı
da bir gevşemesi " buyurmuştur. Nitekim bir başka ayette "Onlar,
hemezaman ıztnrabtan dolayı fothennemden) çıkmak isteseler, yine içerisine iade
edilirler" (Hacc, 22) ve "Bu azab onlardan hafifletilmez"
(Zuhruf, 75) buyurulmuştur.
[16]
Tefsir ettiğimiz bu
ayetlerle ilgili, bir takım incelikleri ihtiva eden, bir kaç mesele
Cenâb-ı Hak konu
aslında mücrimlerle ilgili olmasına rağmen, söze imân edenlerin hâlini
anlatarak başlamıştır. Çünkü kâfirin mü'minin sevab elde ettiğini görerek, daha
fazla pişman olması
için, kâfire azab verilmezden önce, mû Tinlere mükâfaatları verilir. Eğer önce
kâfir cehenneme girdirilmiş olsaydı, wn bu azabta kendisi gibi olduğunu
sanardı. İşte böylece Allah Teâlâ, kâfirin ılığını ve azabını artırmak için,
işe önce mü'minlere mükâfaat vermeden başlamıştır.
[17]
Allah Teâlâ,
mü'minlerin amet-i sâiihlerinden bahsetmiş, ama kâfirlerin kötü amellerini
burada zikretmem iştir. Çünkü
imanın yanısıra
amel-i sâlih de, nazar-ı dikkate alınır. Sırf man. derecelerin yükselmesini
değil, sadece kurtuluş sağlar, halbuki mü'min, o fttsek dereceye imanı ve ameli
salih ile birlikte ulaşır. Kâfire gelince o, sırf küfrü Mbebiyle, cehennemin en
alt tabakasındadır. Binâenaleyeh, şayet Cenâb-ı Hak, «afir olup da kötü amel
yapanlar azabta hazır tutulacaklardır" demiş olsaydı, o zaman bu azâb, bu
iki şeyin kendisinden sudur ettiği kimse için söz konusu olmuş dltoU Buna göre
şayet, "Cenâb-ı Hak, burada, "Kim İman ederse, kötü amel
işlerse" tfyerek, bu iki kısım arasında üçüncü bir kısım zikretmemiştir"
denilirse, biz deriz c du kimse, için Mu'tezlle'nin dediği manada
olmamak.şartıyla, bu iki makam «asında üçüncü bir makam bulunur. Bu kimse,
başlangıçta (kötü amelinden dolayı) azflbtn içindedir, ama devamlı azâb içinde
tutulanlardan da değildir. Bu kimse de ahrette, bahçeler ve bağlar içindedir.
Ancak ne var ki bu, tamamıyı© sevinci tatmış «.-ıselerden değildir. Bütün
bunlar va'd hükmüne göredir.
[18]
Cenâb-ı Hak, birinci
ifadede, nekire olarak, "bir bahçe
içinde" buyurmuş, ikinci ifadede ise, marife olarak buyurmuştur. Niçin?
Cevap: Bu, o bahçeyi
nekre kılmak suretiyle ululamak ve gözde büyütmek içindir. Nitekim Arapça'da,
"Falancanın öylesi bir malı ve makamı var ki!" denilir. (Buralarda
tenvin, tazim ifade eder).
[19]
Cenâb-ı Hak, birinci
ifadede, fiil sigasıyia yuhberun buyurmuş, ama muhberûn dememiştir... Diğer
ifadede isim,
isim sigasıyta,
buyurmuş, fiil sigasıyia dememiştir. Çünkü fiil sigası teceddüd ifade eder,
ikisi ise buna delâlet etmez. O halde bu demektir ki, manası, "Onlara
ânbeân, kendisiyle mesrur olacakları şeyler getir, yenilir. Ama kafirlere
gelince, onlar o azaba girdiler mi, hep orada hazır tutulurlar"
şeklindedir.
[20]
"Haydi, akşama
girerken, sabaha ererken, Allah'ı tenzih ediniz. Göklerde ve
yerde, hamd onundur. Gündüzün nihayetinde de. Öyle
vaktine vardığınız
zaman da, ölüden
diriyi, diriden ölüyü o çıkarır. Arzı, ölümünün ardından, o
canlandırıyor. İşte siz de, böylece
çıkarılacaksınız."
(Rum, 17-19).
Cenâb-ı Hak
başlangıçta, "Allah gökleri, yeri ve ikisi arasmdakileri ancak hak ile
yaratmıştır" (Rum, a) ifadesiyle azametini beyan edip, sonuçta da, aynı
şekilde azametini beyan etmiştir ki bu da, kıyamet gününün kopması, insanların
iki guruba ayrılması, böylece bazısına, cennetlikler olarak hükmedilip, -ki
onlar bunu hak ettiler, ben ne yapayım- bir kısmının da cehenneme gideceklerine
dair hükmedildiği -ki onlar da bunu hak etmişlerdir, ben ne yapayım, benden
değil!- zamandır. Cenâb-ı Hak böylece, kendisini her türlü kötülükten tenzîh
edilmesini ve her halükârda kendisine hamdedümesi gerektiğini emrederek,
"Haydi. Allah'ı tenzih ediniz..." buyurmuştur. Yani, "Allah'ı,
alabildiğince tenzih ve teşbih ediniz.." demektir. Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[21]
Bu mesele, hem
"sübhanellâhi" ifadesinin hem lafzı, hem de manası ile ilgilidir.
Lafzına gelince bu "teşbih etmek" anlamında olan masdarın ti'tö
veznindeki ismidir. Tesbîh etmek işi, Sübhân lafzıyla ifade edilmiş ve bu
"sübhân" lafzı, tesbîh etmenin alemi kılınmıştır. Manasına gelince,
bazı müfessirler, bu ifadeyle namazın kastedilmiş olduğu ve bunun, "Namaz
kılınız" manasında olduğunu ileri «irerek, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetle beş
vakit namaza işaret ettiğini söylemişlerdir. Bazrian da, Cenâb-ı Hakk'ın
bununla, Kendisini tenzih etmeyi kastettiğini Eylemişlerdir ki, buna göre mana,
"Onu noksan sıfatlardan tenzih edip, kemâl laflarıyla tavsif ediniz"
şeklinde olur ki bu, en kuvvetli olan görüştür. Bu görüşü mek daha evlâdır.
Çünkü bu mâna, birincisini de içine alır. Zira, emredilen ah, kalb ile yapılan
tenzihi içine alır ki, bu, kesin inanç demektir. Kesin inancın sıra, lisan ile
yapılan tenzihi de içine alır. Ki, bu da güzellikle anmaktır. Ve yine bunların
yanısıra erkân ile yapılan herşeyi de içine alır ki, bu da amel-i salihtir.
Ktsi, asıl; ikincisi, birincinin; üçüncüsü de ikincinin ürünüdür ve meyvesidir.
Çünkü bir şeye inandığında, kalbindekini lisanına aksettirir. O, lisanıyla bunu
linde, onun sözündeki doğruluğu, onun hal ve hareketlerinden anlaşılır. O
lisan, kalbin tercümanı; uzuvların amelleri de lisanın delil ve burhanlarıdır.
Ancak r ki namaz, erkânla yapılan zikri de kalbi ile yapılan kasd ve niyeti de
kapsar, bu demektir ki namaz, gerçek
manada bir tenzihtir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Beni tenzih ediniz"
dediğinde bu, tenzih çeşitlerinden bir çeşit olmuş olur. Mutlak manadaki
emirler ise, herhangi bir nev'e tahsis edilemez. Binâenaleyh, bu , tenzih
sayılabilecek her şeye hamletmek gerekir. O halde bu demektir ki bu , aynı zamanda,
namazı da emreden bir ifade olmuş olur. Hem sonra bizim görüşümüz, daha önce geçenlerle de bir
münasebet arzetmiş olur. Çünkü Cenâb-ı "iman edip de salih ameller
işleyenlere gelince, onlar bir bahçede sürür içinde (Rum. ıs) buyurarak, en
büyük makamın ve en bol ve tam mükâfaatın, iman salih amel işleyenler için
olduğunu beyan edince, şöyle demek istemiştir. "Siz au makamın, iman edip
salih amel işleyenlere ait olduğunu; imanın, kalb ile yapılan —liı, lisân ile
yapılan tevhîd; amel-i salihin de, uzuvlarla yapılan bir şey olduğunu; kMn
bunların da birer tenzih ve birer hamd (tahmîd) olduğunu bildiğinize göre,
«sübhanellah" "Allah'ı teşbih ediniz" yani, "Sizleri, o
bahçelerdeki huzura fBttrecek ve havuzların kenarında oturtacak şeyi yapınız."
[22]
Allah Teâlâ,
"tesbîh etme" emrini bazı vakitlere tahsis etmiştir. Çünkü amellerin
en üstünü en devamlı olanıdır. Fakat meleklerin en faziletlisi İse, devamlı
olarak tesbihatta
bulunanlardır. Nitekim
Cenab-ı Hak, "Onlar gece gündüz m* vermeyerek tesbîh
ed/yoWar"(Enbiya,20) buyurmuştur. İnsan, yaşadığı müddetçe, atfın
vakitlerini tesbihatla geçiremez. Çünkü o aynı zamanda, yemeye, içmeye,
yiyecek-içecek ve binecek şeyleri elde etmeye mecburdur. Dolayısıyla Allah
Teâlâ, M, Allah'ı teşbih ettiği zaman sanki hiç ara vermemiş ve gevşeklik
göstermemiş sayılacağı vakitlere işaret
etmiştir. Bunlar, evvel, son ve ortadır, yani gündüzün gündüzün sonu ve
gündüzün ortasıdır. Böylece de, gecenin evvelinde ve da teşbihi emretmiş. Fakat
gecenin sonunda teşbihi emretmemiştir. Çünkü jecenin sonunda uyku hâli
gâlibtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, kullarına, uyuyarak •irahat etmeleri
lutfunda bulunmuştur. Nitekim O, "Gece uyumanız O'nun
ayetlerindendir" (Rum, 23) buyurmuştur.
Binâenaleyh kut, gündüzün evvelinde iki teşbih (rek'at) namaz kıldığında, ki bu
sadece iki rek'attir, iki saatini teşbihe vermiş gibi hesab edilir. Öyle
vaktinde, dört rek'at namaz (farzı) kıldığında, bu dört saat olarak hesâb
edilir. Böylece de toplamı altıya ulaşmış olur. O, gündüzün sonunda, yani
ikindi vaktinde dört rek'at daha namaz kıldığında, bu da dört saat olarak
hesablanır ve toplam, on saata ulaşmış olur. Akşam ve yatsı (farzlarını) da
toplam yedi rek'at olarak kıldığında, bu kimse tam on yedi saatini teşbihe
ayırmış gibi olur. Bir günden geriye yedi saat kalır. Bu da, gecenin yarısıyla,
üçte ikisi arasında kalan zamandır. Çünkü gecenin son üçte ikisi sekiz saattir,
yarısı ise altı saattir. İkisinin ortalaması ise yedidir. İşte insan bu kadar
bir müddet uyku uyuyacak olsa, bu çok (yeterli) sayılır. Cenâb-ı Hak bu hususa,
"Gecenin birazından gayrı (saatlerinde) kalk. Gecenin yarısı miktannca,
yahut ondan birazını eksilt. Yahut o yarının üzerine (ilave edip, biraz)
arftr" (Müzemmii. 2-4) ayetleriyle işaret etmiştir. Az bir miktarın o yarıya
ilâvesi, bir saattir. Böylece bunlar, uykuya sarfedilmiş yedi saat olur. Uyuyan
kimseden ise, (mes'ûliyet) kalemi kaldırılmıştır. Buna göre Allah Teâlâ şöyle
demek istemiştir: "Kulum, mükellef olduğu tüm vakitleri, Bana teşbih için
harcamıştır. Binâenaleyh ey melekler, o kullarım üzerinde, "hasr"
(sadece) üslubuyla, "Biz seni hamdinle teşbih ederiz ve seni takdis
ederiz" (Bakara, 30) şeklindeki sözünüzle iddia ettiğiniz o üstünlüğünüz
kalmamıştır. Aksine insanlar da sizin gibidirler. Öyle ise onların makamı da,
sizinki gibi a'la-yı illiyyîn'dedir" demek istemiştir.
[23]
Bil ki namazın o
vakitlere yerleştirilmiş olmasına rek'atlarımn sayısında, şekillerinin farklı
oluşunda üstün hikmetler vardır.
Namazın rek'atlarımn
bu sayılarda oluşunun hikmeti, daha evvel de geçtiği gibi bu, insanın onyedi
saat uyanık olması ve ona onyedi rek'at namazın farz kılınmasıdır. Ebu
Hanife'nin mezhebine göre, ki, o üç rek'at vitir namazının vacib olduğunu ve
bunun takvaya daha uygun olduğunu söylemiştir. Biz deriz ki: Bu, insanın az
uyuması gerektiği prensibinden hareketle ulaşılan birşeydir. Binâenaleyh kişi,
gecenin ancak üçte birinde uyur. Bu da Hak Teâlâ'nın, "Şüphe yok ki
Rabbin, senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yansı, üçte biri kadar kıyamda
durduğunu biliyor" (Müzzsmmii, 20) ayetinden alınmıştır. Bundan şu
anlaşılır: Gecenin üçte ikisinde kıyamda olmak güzeldir ve te'kidli bir
müstehabtır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bunun akabinde, "O, bunu sizin
sayamayacağınızı (hesab edemeyeceğinizi) bildiği için, sizi bağışladı.
Tevbenizi kabul etti" (Mûzzemmiı. 20) buyurmuş ve "tevbe"
lafzını zikretmiştir. Eğer durum öyle olursa, o zaman insan, yirmi saat uyanık
kalmış oiur ve yirmi rek'at namazla emredilmiş olur. Hz. Peygamber (s.a.s)'e
gelince onun işi, kendisinin de, "Gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz"
buyurduğu gibi, hiç uyumamak olunca, onun için bütün gece, gündüz gibi kabul
edilmiştir. Dolayısıyla ilaveten teheccüd ile de emrolunmuştur. Bu hususa
Cenâb-ı Allah, "Gecenin bir kısmında O'na secde et. Gecenin uzun bir
bölümünde de O'nu teşbih et" (İnsan, 26) buyurarak işaret etmiştir. Bu,
"Gecenin tamamı senin için tesbihata ayrılmıştır"
demektir. O halde, Hz. Peygamber (s.a.s), yirmi dört
saatin hepsinde de tesbihatta bulunuyor demektir ve böylece de, bir göz
kırpacak kadar zaman bile, teşbihte gevşeklik göstermeyenlerden, ara
vermeyenlerden olmuş olur.
[24]
Namazın, bu belli
vakitlerde oluşunun hikmeti de şudur: Biraz önce de geçtiği gibi, bunda,
gündüzün başı, ortası ve sonu nazarı dikkate alınmış ve böylece de teşbih
(namaz) gündüzün başında ve sonunda meşru kılınmış, geceleyin ise, gündüzün
başının ve ortasının nazar-ı dikkate alınması gibi, başı ve ortası nazar-ı
dikkate alınmıştır. Çünkü öğle vakti, gündüzün yarısında (ortasında), yatsı
vakti ise, gecenin yarısında (ortasındadir). Zira biz, nazar-ı dikkate alınan
(esas kabul edilen) gecenin, insanın uyanık olduğu miktar olduğunu
açıklamıştık. Bu miktar ise (ortalama) beş saattir. Böylece yatsının vakti, bu
miktarın ortasında olmuş olur ki, bu da gecenin üçte biridir. Ebu Hanlfe ise,
vitir namazının vacib olduğunu kabul edince, ona göre uyku zamanı dört saat,
gece uyanıklık zamanı ise sekiz saat olmuş olur. Son yatsının (vitrin) en son
vakti ise, nazar-ı dikkate alınacak bu gecenin ortası olsun diye, dördüncü veya
beşinci saattir. Bu da tıpkı, öğlenin gündüzün ortasında olması gibidir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in gecenin gündüz gibi, uykusu da uyanıklık gibi olunca, o
şöyle demiştir:
"Eğer ümmetime
zor gelmeyeceğini bilseydim, onlara misvak kullanmalarını ve (tıpkı dört saat
gündüzün yarısı olduğu gibi, gecenin yarısı da dört saat olsun diye)
"yatsıyı da gecenin yansına bırakmalarını emrederdim".[25]Bunun
izahına gelince, bana görünen şudur: Gündüz, zaman olarak oniki saattir. Bu müddet
içinde edâ edilen (farz) namazların toplamı ise on rek'attir. Böylece
mükellefin üzerinde, gecenin başında edâ edeceği iki rek'at ile, tıpkı gündüzün
evvelinin teşbih (namaz) ite başlaması gibi, gecenin başlangıcının da teşbih
ile olabilmesi İçin, gece namazlarından bir rek'at daha edâ emesi kalır.
Gündüzün tesbihatından olarak başlangıcda edâ edilen iki rekat olunca, gecenin
başlangıcında da, gece tesbihatından olarak bir rek'at edâ edilmiş olur. Çünkü
gündüzün teşbihleri, gecenin teşbihlerinin katlanması gibi, uzundur (iki
mislidir). Çünkü gündüz edâ edilenlerin toplamı on rek'at, gece edâ edilenler
ise beş rek'attir.
[26]
Bu, akşam ve sabah
yapılan teşbih ve hamdlerin fazileti
hakkındadır.
Biz, bunların faziletini hem nakil hem akıl
yönünden izah
edeceğiz: Nakle gelince, bana, muttaki,
hafız,
âlim, üstad Abdurrahman b. Abdlllah b. Ulvân,
Haleb'te Hz. Peygamber
(s.a.s)'den senedle rivayet ederek, O'nun (a.s), bir
sahâbisine şöyle dediğini bana haber verdi: "Uyku
vaktinde bin hasene yapmaktan aciz mi kalıyorsun?" Bunun üzerine o sahâbî
durakladı. O zaman Hz.
Peygamber (s.a.s), yüz kere
"dersen, karşılık sana bin hasene yazılsın "[27]
buyurmuştur. Yine aynı zat'ın, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den
senedle rivayet ederek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Kim her
farz namazın peşisıra, on kere
"sübhanellah", on kere de "Allahu ekber" derse, cennete
girdirilir" dediğini naklettiğini duydum.
Bu hususun, aklen
izahı ise şöyledir: Allah Teâlâ'mn, fiillerinden olmayan, ayrılmaz sıfatlan
olduğu gibi, fiilinden olan sabit sıfatları da vardır:
[28]
Birincileri, kemai ve
cemâl sıfatları olup, bunların aksi, noksanlıktır. Mükellef, Allah'ı, herşeyi
bilen bir "Zat" olduğu için, hiçbirşeyin O'na saklı kalmayacağını
anladığında, O'nu cehalet sıfatından tenzih edip, cehaletin zıddı olan
vasıflarla tavsif etmiş ofur. Mükellef, O'nu, herşeye kadir olan bir kudret
sahibi olduğu için, hiçbirşeyden âciz olmayan bir Zat olarak tanıdığında O'nu
acizlik sıfatından tenzih etmiş olur. Mükellef O'nu, herşeyin irade edicisi
olduğu için, O'nun mülkünde ancak dilediği şeylerin meydana gelebileceği bir
Zat olarak tanıdığında, O'nu bu şekilde tavsif etmiş ve zıddı olan her türlü
noksanlıktan tenzih etmiş olur. Mükellefe, ezelî ve ebedî olduğu için O'nun yok
olmayacağı hakikati zahir olduğunda, mükellef yine O'nu tenzih etmiş olur.
Mükellefçe, O'nun kadim olduğu bilindiği için, varlığından önce yokluğu
bulunmayan bir Zat olduğu anlaşılınca, yine o O'nu tenzih etmiş olur.
Vâcibü'i-vücûd olup, mekan ve yönlerden beri olduğu için, mükellefçe O'nun araz
veya cisim veya mekanlı bir varlık olamayacağı anlaşılınca, mükellef yine O'nu
tenzih etmiş olur. Fakat Allah Teâlâ'mn selbî ve izafî sıfatlarını, hiç kimse
sayıp dökemez. Bir kimse bu işle uğraşsa, ömrü bu yolda bitse bile, o bunun
künhünü idrak edemez, sonuna ulaşamaz. Binâenaleyh bir kimse, O'nun, her türlü
noksanlıktan münezzeh olması konusunda, şuurlu olarak, Cenâb-ı Hakk'ı kalbinde
hissederek, huzur-u kalb ite, "Sübhanellah (Allah münezzehtir)"
dediğinde, işte bu kısa teşbihi yaptığında, bu, onun bu işi ayrıntılı bir
tarzda yapmasının yerine geçer. Fakat bir kimse tek başına, Allah'ın münezzeh
olduğu konuların her birinde tek tek böyle bir teşbihte bulunmak istese,
ömürlerin yetmeyeceği bir işe yeltenmiş olacağında şüpie yoktur. Demek ki,
Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir: Bu kulum, ömrü boyunca, hayatta kaldtğı
süre, Bana tesbihatta bulunmakla meşgul oldu. Ben, onu hertürlü günahtan
temizlemek, ona keramet (şeref) elbiselerini giydirmek ve sonsuz olarak ikâmet
edilecek yurtta misafir ederek karşılık vereceğim. Kulumun Beni gündüzün
başında, sonunda ve ortasında tenzih etmesi gibi. Ben de, ömrünün başında, yani
dünyasında, ömrünün sonunda, yani âhiretinde ve ömrünün ortasında yani haşr
zamanına kadar onu kuşatan kabir içinde iken, onu herşeyden temizler ve korurum
ve Ben ona yeterim."
[29]
İkincilerine, yani
Allah'ın fiil sıfatlarına gelince; insan, Allah'ın gökleri yaratmasına
baktığında, göklerin bir nimet ve ikram olduğunu anlar ve "Elhamdülillah"
der. Yine insan, güneşin battığını görünce, bunun da bir nimet ve ikram
olduğunu anlar, "Elhamdülillah" der. Ay, yıldızlar, yeryüzü ve
bitkilerin durumu da böyledir. Dolayısıyla kul bunları gördükçe, yine
"Elhamdülillah" der. Fakat insan böyle ayrı ayrı herşeye bakıp böyle
hamdedecek ofsa, ömrü buna yetmez. Ama Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'ın
nimetlerini saymaya kalksanız, sayıp bitiremezsiniz"(Nahi, 18) buyurduğu
gibi, sayısız
bütün o nimetleri insan zihninde toptan
düşünüp hepsine birden, "Elhamdülillah" oese, yapacağı böyle toptan
bir hamd, onların hepsine mufassal olarak yapılacak hamdin yerine geçer, tşte
bu noktada Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kulum Ömrünü Bana hamdetmekle
geçirdi. Ben, Bana şükredene fazlasını va'dettim. Dolayısıyla onun Bana
teşbihine karşı, "hüsnâ" (en güzel mükâfaat olan cennet) vardır. Bana
hamdine karşı da, bundan daha fazlası vardır."
Sonra insan, Allah'ın
sıfatlarına daldığında, bazan aklı O'nu, nimetleri üzerinde düşündükten sonra,
Zat'ı hususunda da düşünmeye çağırır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın hakikatine
dâir, aklına gelen her hususta kula yakışan, "Allah aklıma gelen
şekillerden ve hallerden, daha büyük ve daha yücedir" demesidir. Çünkü
İdrâk edilenlerin ve idrak yönlerinin bir sının yoktur. Dolayısıyla bir kimse,
ayrıntılı bir şekilde, "Alan şu şu yönlerden, benim idrak ettiğim, bütün
bu şeylerden daha yücedir, daha Dûyûktür" deyip dursa, ömrü biter, fakat
Allah'ı idrâk ettiğini sandığı şekil ve yönlerin «onu gelmez. Binâenaleyh bir
kimse, içinden gelerek, "Allah aklımın kudreti ve idrâkimin takati ile
tasavvur edebileceğim herşeyden daha büyüktür" dese, irfan deryasına
dalmış olur. Bu hususa "Kişinin idrâki idrâk etmekten âciz olduğunu
bilmesi «fraktir" sözüyle işaret edilmiştir. Binâenaleyh aklı başında bir
kimsenin, "SübhaneUah, Elhamdülillah, Allahuekber" şeklindeki
sözleri, işte bu manaları ifade •dar. Fakat bu sözün, nazar-ı dikkate alınarak
(şuurla) söylenmesi şarttır. Bu da, onun cşırrin dilinin ucuyla söylediği değil
de, kalbinin derinliklerinden kopup gelen bir söz olmasıdır.
[30]
Ayetteki, İfadesi,
ifadesine atıftır, yani, "Allah'ı akşam, sabah ve yatsıda teşbih
ediniz" demektir.Göklerde ve yerde hamd O'nundur" rCnıesi, ma'tûf üe
ma'tûfun ileyh arasındaki bir cümle-i i'tirâziyyedir. Burada şöyle incelik
vardır: Allah Teâlâ kullarına, kendisini teşbih etmelerini emredince, sanki
rina, yaptıkları tesbihatın Allah'a yönelik bir menfaatten ötürü değil, kendi
Jerinden ötürü olduğunu, dolayısıyla tesbihatta bulunduklarında, Allah'a hamd
ri gerektiğini beyan etmiştir ki bu, ttpkı "Müslüman olduklarını senin
başına kakıyorlar. De ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın."
Bilakis sizi imana muvaffak ettiği için Allah'a minnet eder"(Hucurât, 17)
ayeti gibidir.
[31]
Allah Teâlâ burada, akşamı
sabahtan önce zikretmiş, "O'nu, sabah akşam teşbih edin" (Ahzto, 42)
ayetinde ise, sonra zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bu surede, "Allah önce
mahlukah yaratır. Sonra onu yeniden diriltir..."(Rum, 11) ifadesinden
başlayıp, "Onlar azabta ham tutulmuşlardır"(Rum, ıe) ifadesine kadar,
haşirden ve ba's (diriliş) bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak yine bu ayette ise,
"tşte siz de böyle çıkarılacaksınız" . 19) buyurarak, haşri ve dirilişi sonraya bırakmıştır. "Akşamı" da sonra üretmiştir.
Böylece âhireti hatırlasınlar diye, hasrı ve neşri sonra zikretmiştir.
[32]
Ayetteki, ölüden
diriyi, diriden öyülü çıkarma İşinin, kendinden önceki ifadelerle münasebeti
şöyledir: Allan insanı, sabahleyin ölüme benzemekten, ki bu uyku halidir,
varlığa yani uyanıklık haline benzeme haline
çıkarmıştır. Akşam vaktinde de insanı, uyanıklık halinden, uyku haline çıkarır
(geçirir). Müfessirler ayetteki, "Diriden ölüyü çıkarıyor" ifadesinin
ne demek olduğunda ihtilaf etmişler ve ekserisi buna "Meselâ Allah,
tavuğu, yumurtadan; yumurtayı, tavuktan; hayvanı (canlıyı) nutfeden; nutfeyi
canlıdan çıkarır" manasını verirken, bazıları "Allah, mü'minden
kâfir, kâfirden mü'min (evlad) çıkarır" manasını vermişlerdir. Bunun
manasının, "Allah uyuyandan, uyanık; uyanıktan da uyuyan çıkarır"
şeklinde olması da mümkündür. Bu, teşbih için böyle zikredilmiş olur, yani
ölüyü diriltmek ve diriyi öldürmek, Allah'a göre, tıpkı uyuyanı uyandırmak ve
uyanık olanı da uyutmak gibidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Arzı, ölümünün aramdan O canlandırıyor, işte siz de böylece
çıkarılacaksınız" buyurmuştur ki bu ifadede şöyle ince bir mana vardır:
İnsanın, ölümü ile, canlılığı sona erer. Fakat onun nefs-i natıkası (ruhu) ise,
sona ermez, ondan ayrılır ve yaşamaya devam eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah
yolunda öldürülenleri, ölüler sanmayın" (am imran, ıw) buyurmuştur.
Canlılar ise, uyur, hareket eder ve duyarlıdırlar. Uyuyan hareket etmez ve
idrâk edemez. Ölü toprakta da yine bir nema yoktur. Sonra uyuyan kimse,
uyanmasıyla hareketlenir ve idrâk eder hate gelir. Öİü toprak ise, ölümünden
sonra bitkileri sebebiyle büyümeye, kabarmaya başlar. Dolayısıyla sakin ve
hareketsiz bu toprağı harekete geçirmek, kabartmaya başlamak nasıl Allah'a
kolay ise, ölüyü diriltmek de O'na böylesine kolaydır. Cenâb-ı Allah işte bu hususa
"İşte siz de böylece çıkarılacaksınız" buyurarak işaret etmiştir.
[33]
"Sizi bir
topraktan yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir. Sonra siz, her tarafa
yayılan bir beşer oldunuz"
(Rum, 20).
Allah Teâlâ,
Kendisinin noksan şeylerden tenzih ve takdis edilmesini emredip, herşeyin
yaratılmasından dolayı olan hamdın, Kendisine ait oluşundan bahsedip,
"Haydi Allah'ı tenzih ediniz" emrinden başlayıp, "işte siz de
böylece çıkarılacaksınız" ifadesine kadar olan ayetleriyle, öldürmeye ve
diriltmeye Kendisinin kadir olduğunu beyan buyurunca, işte bu hususa dair,
apaçık delilleri ve aşikâr mucizeleri zikretmiştir. İnsanı topraktan yaratması
da bunlardandır. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:
[34]
Canlı olmaktan derece
bakımından en uzak olan şey topraktır. Çünkü toprak oluşumu bakımından, kuru ve
soğuktur. Hayat ise, sıcaklık ve rutubet iledir. Yine
toprak rengi bakımından bulanıktır. Ruh (can) ise,
nurlu ve parlaktır. Toprak fiiii bakımından ağırdır. Hayat kendileri ile olan
ruhlar ise hafiftir. Sükûnet (hareketsizlik) bakımından toprak, hareketten
uzaktır, canlılar ise sağa sola; geriye, ileriye; yukarıya aşağıya hareket
ederler. Velhasıl toprak, diğer cisimlere nazaran, hayatı kabulden en uzak olan
bir şeydir. Çünkü unsurlar (elementler), mürekkebâttan (birleşik varlıklardan)
en uzak şeylerdir. Çünkü bir terkible meydana gelen şey, derece bakımından
canlılara en yakın olandır. Unsurların (ansır-ı erbaa), canlı olmaya en uzağı
topraktır. Çünkü suda saflık, rutubet ve hareket vardır. Bütün bunlar, ruhların
karakterlerindendir. Ateş ise, hayatiyete en yakın olandır. Çünkü ateş,
hararet-i gariza gibidir; olgunlaşır, biraraya gelir ve ayrılır. Mürekkeb
varlıkların, birinci derecede bulunanları madenlerdir. Çünkü madenler, bir
karışımdır. Madenlerin de birtakım dereceleri vardır ve en ileri derecede altın
bulunur. Bu da, bitkilerin derecelerinin en yakınına yakındır. Bitkilerin en
yakın derecede olanı ise, yerde biten ama, yerin üstüne çıkıp yükselmeyen
bitkilerdir. Mürekkeblerin ikinci derecesi bitkilerdir. Bunların en ileri
mertebede olanlar, yani büyüyebilen, tıpkı yumurtanın tavuktan, tavuğun.
yumurtadan çıkması gibi, meyveleri ağaçtan alınabilen, taneli ağaçlar da,
canlıların hayvanların en yakın mertebesine yakındır. Hayvanların en yakın
mertebesi ise, akıcı kanları bulunmayan, bitkiler gibi açık ve belli bir
menfaat sebebi olmayan haşerattır. Bundan sonra canlılar gelir. Bunların en üst
mertebesi, insanın mertebesine yakın olanlardır. Çünkü en'âm (davar, sığır ve develer),
özellikle bunlardan at, taşıyan, nakliye yapan, oraya buraya koşan insanlara
benzer. Bundan sonra insanlar gelir. insanların en üst mertebesi ise, Allah'ı
teşbih eden, O'na hamdeden melekler mertebesine yakındır. O halde hayata en
uzak olan bir varlıktan hayat sahibi (canlı) varlığı yaratan Allah, elbette en
yüksek mertebededir. O, acziyetten ve cehaletten münezzehtir. Hayatı lütfettiği
için hamd O'na aittir. En kâmil kudret ve en nüfuzlu râde O'nundur. Binâenaleyh
doğrudan yani ilk yaratmanın da sonradan yaratmanın da yani dirilişin de O'ndan
sâdır olması (mümkündür).
Ayette şöyle iki
incelik vardır:
1) Ayetteki
(Bir de bakarsınız ki sizler...) edatı, mufâcee (ansızın oluş) ifade etmek
içindir. Nitekim Arapça'da, "Çıktım. Bir de ne göreyim: Kapıda bir aslan
var" denilir. Binâenaleyh bu kelime, Hak Teâlâ'nın insanı, bir
"ol" emri ile topraktan yarattığına işarettir. Böylece insanın, önce
maden, sonra bitki, sonra canlı (hayvan), daha sonra bir insan olmasına bir
işaret vardır. Bu ise, şöyle bir hükmî meselenin olduğuna işarettir: Allah
Teâlâ insanı önce hayvan olarak yaratıp, sonra insan haline getirdiğine değil
de, doğrudan doğruya insan olarak yaratıp, canlı olan ve uyuyan gibi vasıflara
sahip bir halde yaratıldığına dikkat çekmektedir. Binâenaleyh Allah Tetâ,
türleri yaratmıştır ki ilk kastedilen budur. Daha sonra da o türler içerisinde,
o ilk irade ile cinsleri yaratmıştır. Böylece en son mertebeyi, kendisinden en
uzak olan şeyden olarak, yukarıda bahsettiğimiz mertebelerden, birinden
diğerine geçirmeksizin, direkt en son olarak yaratmıştır.
2) Ayetteki
"beşer" kelimesi, "idrâk edici kuwe"ye işarettir. Çünkü
insan, hareketli olduğu için beşer olmamıştır. Çünkü diğer canlılar da böyle
hareket etmektedir.
Ayetteki, "Her
tarafa yayılıyorsunuz" İşareti de, hareket kuvvetine işarettir. Bu iki
kuvvetin de topraktan elde edilmiş olması, hayret uyandıran bir haldir. Meselâ
idrâkin topraktan oluşunun hayreti mucib olması, toprağın kesîf ve cansız
olmasından ötürüdür. Hareketin topraktan oluşunun enteresanlığına gelince, bu
da toprağın ağır, hareketsiz ve sönük oluşundan ötürüdür. O halde ayetteki,
"Her tarafa yayılan..." ifadesi, bu enteresanlığın, sadece insanın
topraktan yaratılmasında değil, -insanın yaratıl ışındaki harika bir tarafa-
hareketsiz topraktan, her tarafa yayılan (hareket) eden bu canlıların
yaratılmasına raci olduğuna işarettir.
[35]
Bu ayetle ilgili şöyle
birkaç mesele vardır:
Allah Teâlâ, Hz. Adem
(a.s)'i topraktan, bizi de Adem (a.s)'den yaratmıştır. Öyle ise niçin bu
ayette, "Sizi bir topraktan yarattı" buyurmuştur? Buna şu iki şekilde
cevap
veririz:
a) Bundan murad, "sizin aslınızı (kökünüzü)
topraktan yarattı" manasıdır.
b) Şöyle de
denebilir: Her insan aslında topraktan yaratılmıştır. Hz. Adem (a.s)'in topraktan
yaratılışı meselesi bellidir. Bize gelince, biz nutfeden (meniden); nutfeyi
ise, bil-kuvve (dolayısıyla) uzuvların bir parçası demek olan uygun gıdalardan
yaratmıştır. Gıda ise, ya hayvanların etlerinden, sütlerinden, yağlarından,
yahut da bitkilerdendir. Hayvanların gıdası da bitkilerdir. Bitkiler de
topraktandır. Çünkü tane (tohum), buğdaydan, çekirdek de meyvedendir. Çekirdek
ancak toprak sayesinde ağaç olur ve bitkilerin gtda haline gelebilmesi çin, o
ağaca sıvı olan bir takım cüzler katılır (verilir).
[36]
Allah Teâlâ, bir başka
yerde, "Allah, sudan bir beşer yarattı" (Furtan, 34) ve
"Değersiz bir sudan" (Mûrseiat, 20) buyurmuştur. Burada ise,
"topraktan" demiştir. O halde
bu üç ifade nasıl
bağdaştırabilir? Biz deriz ki: Bu husustaki birinci cevaba, "Aslınız olan
babanız Adem (a.s)'i topraktan yarattı" şeklindeki cevaba göre, böyle bir
soru söz konusu olmaz. Çünkü bundan Hz. Adem (a.s) kastedilmiştir. İkinci
cevaba (manaya) göre ise şöyle denilir: Cenâb-ı Hak burada, insanın ilk
aslından, orada ise ikinci aslından bahsetmiştir. Çünkü gıda olan o toprak,
sıvı haline gelir ki bu menidir. Daha sonra da, Allah'ın o meniden yaratması
ile, insan meydana gelir.
Yahut şöyle
diyebiliriz: İnsanın belli iki aslf vardır Birisi su, diğeri topraktır. Çünkü
toprak da ancak su sayesinde bitirir. O halde insanın temel gıdası demek olan
bitkide, hem toprak hem su vardır. Binâenaleyh eğer toprak asıl olur, su da
onun ufalanan bütün parçaları için düşünülürse, durum böyle olur. Yok eğer su
asıl, toprak akıp giden bu rutubetin parçalarını tutan şey olarak kabul
edilirse, yine durum aynı olur.
Eğer birisi,
"Allah Teâlâ, herseyi bilir. O halde O, aslın bu ikisinden hangisi
olduğunu da bilir. Bize göre bu iş, o da olabilir, bu da olabilir şeklindedir.
Binâenaleyh eğer asıl toprak ise, Cenâb-ı Hak niçin, "Sudan"
demiştir. Yok eğer asıl olan "su"
ise, Cenâb-ı Hak niçin, "Sizi topraktan yarattı" demiştir.
Yok eğer toprak da su da asıl ise, Allah Teâlâ niçin, "Sizi o iki şeyden
yarattı" dememiştir? Biz deriz ki burada şöyle bir incelik var: Toprağın
da, suyun da asıl olmaları, zatları gereği değildir. Aksine bu, Allah Teâlâ'hın
kudreti yanında, ilk önce insanı yaratacağı şeyi yaratıp, sonra onu yokedip,
sonra ondan toprak meydana getirip, sonra onu süzüp, ondan suyu meydana
getirmesi mümkündür. Fakat hikmet-i ilahiyye, kâmilin noksan olana bir sebeb
kılınmasını değil de, noksan olanın kâmile bir yol ve sebeb olmasını
gerektirmiştir. Bundan dolayı da Hak Teâlâ önce toprağı ve suyu yaratmış ve bu
ikisini, kendilerinden daha mükemmel, hatta her mahluktan daha mükemmel insanın
aslı kılmıştır. Eğer toprak ise suyun asıl olmaları, kendilerinden kaynaklanan
zatî bir husus olmaz, aksine bir yapanın-yaratanın, bazan toprağı, bazan da
suyu asıl kılmasıyla olmuş olursa, bu işin O'nun irâde ve tercihiyle olduğu
anlaşılır. Binâenaleyh o isterse bunu, isterse şunu, isterse her ikisini asıl
kılabilir.
[37]
Filozoflar şöyle
demişlerdir: "İnsan anasır-ı erbaadan, yani
toprak, su, hava ve ateşten meydana gelmiştir. Ondaki
toprak, sebatı için, su, bu sebatı sağlamak içindir.
Çünkü
toprak çabucak dağılır. Hava da
başlıbaşına birşey olduğu için, tıpkı hava ile kâim
olan, şişirilmiş bir tulum gibidir. Şayet o tulum
şişmemiş olsaydı, onda bir istiklâliyyet
ve
ayakta durma söz konusu olmazdı. Ateş ise, bu şeyler arasındaki kaynaşmayı
ve uyumu sağlar." Dolayısıyla bu ya doğrudur, ya
değildir. Eğer doğru ise, Cenâb-ı
Hak,
daha nasıl, insanda mevcut olan dört asıldan, sadece ikisini nazar-ı dikkate
almış, başka ayetlerde, "sizi havadan ve ateşten
yaratmıştır" dememiştir?
Cevap: Biz diyoruz ki
onların bu görüşlerinin, şeriat açısından bir bozukluğu söz konusu değildir.
Bizim onlarla münakaşamızın sebebi, bunun tabiat icabı olduğunu söylemeleridir.
Fakat onlar, "Allah hikmeti gereği, insanı bu asıllardan yaratmıştır"
deseler, onlarla münakaşa etmeyiz. Ayetlere gelince, diyoruz ki: Sizin ileri
sürdüğünüz bu şey, ayetlere ters değildir: Çünkü sizin müstakil olarak kabul
ettiğiniz hava ile ateş, kaynaştırma içindir. Binâenaleyh bunlar, suyun
toprakla karışımından sonra söz konuşudurlar. Dolayısıyla var olan ilk asıl,
ancak ilk ikisidir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, yaratılışta özellikle o
ikisinden bahsetmiştir. Bir de genel olarak anasır-ı erbaadan görülebilenler de,
toprak ile sudur. İşte bu ikisinin, insanda bulunduğu herkesçe bilinir. Bundan
dolayı Allah Teâlâ, görülen ve hissedilebilenleri zikretmiştir.
[38]
"Size
nefislerimizden, kendilerine ısınmanız için, zevceler yaratmış olması,
aranızda bir sevgi ve şefkat yapması da O'nun
ayetlerindendir. Şüphe yok ki,
bunda iyi düşünecek
bir topluluk için elbette ibretler vardır."
(Rum. 21).
Cenâb-ı Hak, insanı
yarattığını beyan edince, insanı yaratıp ve o insan da, senelerce uzun süre
kalan varlıklardan olmayınca, onun türünü de, şahıslar ile sürdürdüğünü, onu
birbirlerinden üreyecek şekilde var ettiğini; birisinin yokluğu, mamur olan
şeyde onarılmaz bir gedik meydana getirmesin diye, baba öldüğünde, yerine
oğlunun geçtiğini bildirmek suretiyle beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır.
[39]
Ayetteki ifadesi,
kadınlarının yaratılışının, tıpkı diğer canlılar, bitkiler v.b. faydalı
şeylerin yaratılması gibi aynı
amaçla olduğuna dair
bir delil olup, bu Cenâb-ı Hakk'ın
tıpkı,
"Yerde bulunan şeylerin tamamını sizin için yarattı"(Bakara, 29)
ifadesi gibidir. Bu ise, o kadınların ibadet ve mükellef tutulmak için
yaratılmış olmamalarını gerektirir...
Cevap: kadınların
yaratılması bize olan nimetler zincirindendir. Binâenaleyh bu, onların bizim
için yaratılmış olmaları ve mükellef tutulmalarının, bizim mükellef tutulmamız
tarzında olmadığını; bize olan nimeti tamamlamak için olduğunu belirtmek
içindir. Bu, nakil, hüküm ve mana bakımından böyledir. Nakle gelince bu, bu ve
diğerleridir. Hükme gelince söyledi r: Kadın, erkeğin mükellef tutulduğu gibi,
pekçok şeyle mükellef tutulmamıştır. Manaya gelince, kadın, zayıf
yaratılışhdır, naziktir, incedir. Bu yönüyle, çocuğa benzer. Çocuk ise,
mükellef tutulmaz. Binâenaleyh, uygun olan, kadının, mükellefiyete ehil
olmamasıdır. Fakat, onlar mükellef tutulmadıkları müddetçe, Allah'ın biz
erkeklere olan nimeti tamamlanmış olmazdı. Zira azap müeyyidesi sayesinde kadın
korkar, böylece kocasına itaat eder ve haramlardan sakınır. Aksi halde, fesâd
zuhur ederdi.
[40]
Cenâb-ı Hak, "nefislerinizden" buyurmuştur.
Bazıları, bu ifadeyle, Hz. Havva'nın, Hz. Adem (a.s)'in
maddesinden
yaratıldığının kastedildiğini ileri sürmüşlerse de, sahih olan, bu ifadeyle
kastedilen mananın, "cinsinizden" şeklinde olduğudur. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Andolsun ki size, sizden (enfusikum) olan bir peygamber
gelmiştir" (Tevbe 128) buyurmuştur. Mananın böyle olduğuna, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Kendilerine ısınmanız için" buyurmuş olması da delâlet
etmektedir. Yani, "Farklı iki cins canlıdan biri diğerinde sükûnet
bulmaz... Nefsi, onunla huzur bulmaz ve kalbi de ona meyletmez..."
demektir.
[41]
Arapça'da, ifadesi, kalben sükûnet bulma; İfadesi de,
maddi anlamda sükûn için kullanılır. Çünkü İnde
kelimesi mekân zarfıdır. Mekân zarf lığı ise, maddeler için
söz konusudur. İllâ ise, bir şeyin sonu, netice için
kullanılır.
Bu ise, kalbe ait bir
durumdur.
[42]
Cenâb-ı Hak,
"Aranızda bir sevgi ve şefkat yaratması da" buyurmuştur. Bu hususta,
şu
görüşler ileri sürülmüştür: Bazıları,
Cenâb-ı Hakk'ın "(Bu),
kulu Zekeriyyâ'ya
Rabbi'nin rahmetini amşıdır"(Meryem, g ifadesine tutunarak, "Cinsî
münâsebette bulunmak suretiyle sevgiyi; çocuk vasıtasıyla da şefkati
yaratmıştır" -nanasını verirken, bazıları, "Tarafların kendi ihtiyaç
halleri muhabbet; eşinin Kendisine olan ihtiyaç hali ise rahmettir"
demişlerdir. Çünkü insan meselâ, çocuğunu sever. Ama, düşmanını, alabildiğine
açlık ve bir ızdırap içinde görürse, çocuğundan alır ve bununla, o kimsenin durumunu
düzeltir. Bu, muhabbetten kaynaklanan bir şey olmayıp, tam aksine şefkat
duygusundan dolayıdır. Şöyle de denebilir: Cenâb-ı Hak daha önce şu iki şeyden
bahsetmiştir:
1) Eşin, kendi cinsinden olması...
2) Aynı cinsten olmanın verdiği netice ki, bu
da, tarafların birbirlerinde sükûn bulmalarıdır. O halde cins birliği, sükûnu
doğurur. Allah, bu noktada da şu iki şeyden bahsetmiştir: Sükûn, diğerine
ulaşmayı sağlar. O halde bu demektir ki, meydana galen ilk şey, sevgidir. Daha
sonraysa bu sevgi, insanı rahmet duygusuna ulaştırır. late bundan dolayı, kadın
bazan, yaşlılığı veya hastalığı sebebiyle, şehvet mahalli olmaktan çıkar Ama,
zevciyyet vazifesi bu şefkat sayesinde sürüp gider. Aksi de böyledir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şüphe yok ki, bunda" ifadesinde kastedilen *-*ananın,
"Eşlerin yaratılmasında ayetler vardır..." şeklinde olması muhtemel
olduğu gûi, "Onlar arasına sevgi yerleştirilmesinde ayetler
bulunmaktadır" şeklinde olması da muhtemeldir. Birincisine gelince, bu
hususta mutlaka düşünmek gerekir. Çünkü insanın, ana babadan yaratılması,
düşünen bir kimse için, vetev ki çocuğun annesinin lamından çıkması hususunda
olsun, kudretin mükemmelliğine, iradenin geçerliliğine «e ümin şümulüne bir
delil bulunmaktadır. Çünkü, bundan daha aşağı bir hal, durum bie, şayet Allah'dan
başkası tarafından olmuş olsaydı, hem annenin hem de çocuğun âtümüne yol
açardı. Çünkü o çocuk, şayet Allah'ın yardımı olmaksızın, o daracık yerden
çekilip çıkarılmak istense, elbette ölür.
İkincisine gelince, bu
da böyledir. Çünkü insan, iki yakın arasında duyduğu amhamet ve şefkati,
akrabalarda bulup hissedemez. Bu, sırf şehvetle olan bir şey değadır. Çünkü
şehvet sona erer, ama acıma hissi devameder. O halde bu demektir ki, bu
Mah'tandır. Şayet karıkoca arasında sadece şehvet ve onu ibtal eden ve çokça
vuku bulan şazab duygusu bulunmuş olsaydı, -ki zaten şehvet bizatihi devam
etmeyen bir şeydir- o zaran o ikisi arasında, her an bir talâk meydana gelirdi.
O halde, insanın, sayesinde hareminin harîminden kötülükleri def ettiği o
rahmet, Allah katındadır; bu ise, ancak tefekkürle bilinen bir husustur.
[43]
"O gökleri, o
yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da onun
ayetlerindendir. Bunlarda alimler için elbette ibretler vardır"
(Rum, 22).
Cenâb-ı Hak, enfüsî
delilleri beyan edince, afakî delilleri peşinden getirmiştir ki, bunların en
aşikâr olanı da, göklerin ve yerin yaratılmasıdır. Çünkü bazı kâfirler,
mürekkeb varlıklardan olan beşer, v.s.'in yaratılması hususunda, bunun,
"dört unsurdaki" keyfiyyetlerden; semâvatta olan hareketlerden ve
onlardaki münasebet ve alâkalardan kaynaklandığını söylemektedirler.
Binâenaleyh onlara, "Gök ve yerin yaratılışında, dört unsurun birbiriyle
imtizacı ve yıldızların birbiriyle olan alâkasının bir etkisi yoktur"
denildiğinde, o zaman onların mutlaka, bunun, Allah'ın iradesi ve kudretiyle
meydana geldiğini söylemeleri gerekir.
Cenâb-ı Hak, enfüsî ve
afakî delillere işaret edince, insanların sıfatlarından olan şeyi de,
insanların renkleri arasındaki farklılığı zikretmek suretiyle dile getirmiştir.
Çünkü onlardan hiçbiri, sayılarının çok, cemaatlerinin ve miktarlarının
hacminin küçük olmasına rağmen, birbirlerine benzemezler. Ama, göklere gelince,
büyük olmalarına ve sayılarının az olmasına rağmen şekilce birbirlerine
benzerler. Lisanların farklı oluşuna gelince, meselâ Arab ırkına merısûb İki
kimse, kardeştirler. Bunlar aynı lehçe ile konuştuklarında, biri diğerini
tanır, öyle ki, bunların gözleri kapalı olsa ve birbirlerini görmeseler bile,
yine herbiri, "Bu falancanın..., bu da diğer falancanın sesidir" der.
Ki bunda, çok yüce bir hikmet bulunur. Çünkü, insan, düşman kendisine
ulaşmazdan önce sakınabilmesi ve zaman geçirmeksizin dostuna yönelebilmesi
İçin, hak sahibini, hak sahibi olmayandan, dostunu da düşmanından ayırdedip
tanıyabilmesi için, şahıslan birbirinden tefrik etmek zorundadır. Bu bazan, göz
ile olur. İşte böylece Allah, insanların şekillerini farklı farklı yaratmıştır.
Bazan da kulak ile olur; dolayısıyla da Cenâb-ı Hak, insanların seslerini
farklı farklı yaratmıştır. Tutma, koklama ve tadma ise, düşmanı ve dostu tanıma
hususunda birşey ifade etmezler. Dolayısıyla, bunlarta bir temyiz ve ayırdetme
söz konusu olamaz.
Bazı kimseler ise,
ayetin bu ifadesiyle, Arapça, Farsça, Rumca v.b. dillerin farklılığının
kastedildiğini söylemişlerse de, birincisi daha doğrudur. Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Alimler İçin ibretler" buyurmuştur. Göklerin yerin yaratılması,
tabiatçıların ileri sürdüğü uzak ihtimallere muhtemel olmayıp, insanların
renklerinin ve seslerinin farklı farklı oluşu da böyle olunca, bu husustaki
bilginin umumî oluşundan dolayı "Alimler için ibretler..."
buyurmuştur.
[44]
"Gece gündüz
uyumanız ve O'nun lütfundan aramanız da yine O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki
bunda da, kulak verecek bir topluluk için, mutlak
ibretler vardır."
(Rum, 23).
Cenâb-ı Hak,
kaçınılmaz olan .bazı arızî halleri zikredince, -ki bu, farklı farklı oluş
naildir- bundan sonra, ayrılabilir olan arızî halleri zikretmiştir. Geceleyin
uyumak ve nzık talep etmek için gündüzleyin hareket etmek, bunlar
cümlesindendir. Cenâb-ı Hak, zorunlu hallerden iki şey, ayrılabilir hallerden
de iki şey zikretmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[45]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Gece gündüz uyumanız" kavli ile, "Geceleyin ve gündüzleyin
uyuma, yani kaylûle
yapma" manasının
kastedildiği söylenmiştir. Daha sonra C©nâb-ı Hak, (U*jî%\> buyurmuştur.
Yani, "Her ikisinde... aramanız" demektir. Çünkü insan çoğu kez,
geceleyin de kazanç elde eder. Bunun, "Geceleyin uyumanız ve gündüzleyin
de nzık talep etmeniz" manasında olduğu, böylece Cenâb-ı Hakk'ın, 'adede
bir leff-i neşri gayr-i müretteb yaptığı da söylenmiştir. (Yani, şeklindedir).
Diğer ayetlerde buna delâlet eder. Cenâb-ı Hakk'ın, "Gösterici gündüz
ayetini getirdik. Ta ki, Rabbinizden bir lütf-u inayet arayasmız"{\v&.
12) ve "Geceyi bir örtü ve gündüzü bir geçim vasıtasî kıldık" (Nebe,
10-11) ayetleri bunlar cümlesindendir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur:
"Uyumanız ve gece gündüz O'nun rızkından talep etmeniz, Allah'ın ayetlerindendir."
Cenâb-ı Hak "talep etme" ifadesini sona bırakmış ve kulun rızkı kendi
kazanç ve maharetinden bilmeyip, aksine her şeyi Allah'ın lütfundan bilmesi
gerektiğine bir işaret olsun diye, onu lafız bakımından lütuf fiiline
bitiştirmiştir. İşte bu sebepledir ki, pekçok yerde, talep etme işi, lütuf
kelimesine bitişik gelmiştir. "Namaz sona erdiğinde, yeryüzünde dağıhn ve
Allah'ın lütfundan talep ec//n"{Cuma, 10) ve "O'nun lütfundan
aramanız ip/n"(Nahi. 14) ayetleri bunlar cümlesindendir.
[46]
Geceleyin uyuma,
gündüzün rızık talep etmeden önce zikredilmiştir. Çünkü istirahat, bizatihi
matlubdur; istek ise ancak bir ihtiyaçtan dolayı olur. Bu sebeple, o anda
muhtaç olan ya da, neticeden endişe eden, kendini yorar.[47]
Cenâb-ı Hak,
"işiten bir topluluk için ayetler" buyurmuşken, daha önce ise,
"İyice düşünen bir topluluk
için" ve
"alimler için" buyurmuştur. Diyoruz ki, geceleyin uyuyup, (gündüzün)
Allah'ın rızkından talep etme hususuna gelince, cahil ya da gafil kimse,
bunların, canlılığın karakterinin bir iktizâsı olduğunu zanneder ve böylece de,
hiç kimse, bunların Allah'ın nimetlerinden olduğunu anlayamaz. Bu sebepledir
ki, Cenâb-ı Hak, "âlimler için ayetler, ibretler" buyurmam ıştır.
Bir de şu var:
Lisanların ve renklerin farklı farklı olması demek olan ilk iki şey, kaçınılmaz
şeylerdir. Uyku ve rızık talep etme ise, değişebilen şeylerden. Onların, bazı
zamanlar zevale uğraması sebebiyle, bunlara bakış devamlı olmaz. Dillerin ve
renklerin farklı farklı olması böyle değildir. Çünkü onlar, insan devam ettiği
sürece, devam ederler. Bundan dolayı da Allah onları, umumî ayetler kılmıştır.
Cenâb-ı Hakk'ın, "iyi düşünen bir topluluk için" ifadesine gelince,
bil ki, bazı şeyler tefekkür etmeden de anlaşılır. Bazılarında ise, sadece
tefekkür yeterli olur. Bazıları ise tefekkürle elde edilmez, tam aksine o
hususta bir bildiriciye ve ona irşâd edene ihtiyaç duyulur. Böylece o onu, o
mürşidden duyduğu zaman anlar. Yine, insanların bir kısmı için de, onu anlama
hususunda, geometrik bir takım şekiller gibi şekillere muhtaç olunur. Ancak ne
var ki, hiç kimse eşlerin yaratılması meselesinin, fikri donuk ve zikri sönmüş
kimseler hariç, tabiatı gereği olduğunu söyleyemez. Binâenaleyh, kişi düşündüğü
zaman, eşlerin yaratılmış olmasının bir mucize olduğunu anlar. Ama insanların
uyuması ve Allah'ın fazlından rızıklarını aramaları meselesine gelince,
çoğunlukla, bu iki şeyin kulların fiillerinden olduğunu, tefekkür gerekmeksizin
sadece bir yol göstericiye muhtaç olunduğunu anlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, "Dinleyen ve gönüllerini kendilerini irşad edenin sözüne verenler
için" buyurmuştur.
[48]
"Yine O'nun
ayetlerindendir ki, O sizi hem korkutmak, hem ümitlendirmek için şimşeği
gösteriyor, yukardan bir su indiriyor da, onunla arza, ölümünden sonra can
veriyor. Elbette, bunda da aklını kullanacak bir topluluk için ayetler
vardır,"
(Rum, 24).
Cenâb-ı Hak, enfüsî
delillerin ayrılmaz vasıflarıyla, bazan ayrılabilen vasıflarından
bahsedince, afakî delillerin
geçici (arızî) vasıflarından bahsetmek
üzere,
"O, sizi hem korkutmak, hem
ümitlendirmek için şimşeği gösteriyor, yukardan bir su indiriyor..."
buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[49]
Cenâb-ı Hak, burada
önce enfüsî delilleri zikredince, enfüsî delillere ait arızî vasıfları da başa
almış; afakî delilleri de,
"Gökleri ve yeri
yaratması da, O'nun ayetlerindendir" ,Rum, 22) ifadesiyle sonraya
bıraktığı gibi, afakî delillerin arızî vasıflarını da sonraya bırakmıştır.
[50]
Allah Teâlâ, enfüsî
delillerin ayrılmaz vasıflarını, bazan ayrılabilen vasıflardan önce
zikretmiştir. Çünkü O, ilk önce Değişen ve Değişmeyen Haller dillerin ve renklerin farklılığından
bahsetmiş, daha sonra ise insanların uyumalarından ve O'nun fazlından rızıklarını
aramalarından bahsetmiştir. Afakî deliller konusunda İse, ayrılabilen
vasıflarını, ayrılmayan vasıflarından önce getirmiştir. Çünkü o, "O, sizi
hem korkutmak, hem ümitlendirmek için şimşeği gösteriyor, yukardan bir su
indiriyor..." buyurmuştur. Çünkü
insanın durumu, değişkendir. Arızî haller ondan uzak değildir. Ayrılmaz
vasıfları da, yakındır. Ama, göklerle yere gelince, bunların değişmeleri
nadirdir. Bunlardaki arızî vasıflar ise, ayrılmaz (lazım) vasıflardan daha
gariptir. Bu sebeple, daha fazla ve etkili bir mucize olduğu için, daha garip
ve şaşırtıcı olanı, Allah, önce zikretmiştir.
Biz bunu biraz daha
açıyor ve şöyle diyoruz: İnsanın hali, yaşlılığı, büyüklüğü, ve sıhhatli ya da
hasta olması, v.b. şeylerle değişir. Onun, kendisiyle tanındığı, değişmez bir
sesi vardır. Yine onu başkasından ayıran, değişmez bir rengi vardır. insan,
halleri hususunda değiştiği halde, bunlar ise, (renk ve ses) değişmez, işte bu,
hayranlfk veren bir mucizedir. Halbuki gök ile yer, sabit olup değişmezler.
Sonra gök aynı olduğu halde, bazı hallerde, kendisinden iri taneli yağmurların
yağdığı ve korkunç şimşeklerin çaktığı görülür ki, yer de böyledir. O halde bu,
mahallin değişmesine rağmen, bir işi devam ettiren; mahallin değişmemesine
rağmen, bir işi sona erdiren, hür ve irade sahibi, bir fâil-i muhtarın
varlığına delalet eden bir mucizedir.
[51]
"Gök" lafzı,
"yer" lafzından Önce getirildiği gibi; gökle ilgili olan şimşek ve
yağmur da, yerle ilgili olan bitirme ve diriltme işinden önce zikredilmiştir.
[52]
Yağmurun
yağdırılmasında, bitkilerin bitirilmesinde bazı faydalar bulunduğu gibi,
şimşeğin ve gök gürültüsünün
yağmurdan önce
olmasında da, bir takım faydalar mülahaza edilebilir. Bu böyledir, zira şimşek
çaktığında, örtülü bir yerde bulunmayanlar, ıslanmaktan korkarlar. Bunun için
de hazırlık yaparlar. Sarnıcı olan ya da, suyla çalışan bir işi, yapısı
(değirmen gibi) olanlar da, suya ihtiyaç duyarlar. Yine, sülanabilen bir
ziraati bulunanlar da suya muhtaçtırlar. Bunun gibi, çöl Arabları, bir taraftan
çakan şimşekleri görmemiş olsalardı, otlu ve sulu birtakım beldelerin olacağını
ilemezlerdi. Bil ki şimşeğin çakmasının, faydaları, her ne kadar şehirlerde
oturanlar
için söz konusu olmasa bite, çölde
yaşayan Arablar İçin apaçık bir fayda ifade eder. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, şimşeği, bir nimet ve bir mucize olarak gökten yağan yağmurdan önce
zikretmiştir.
[53]
Şimşeğin bir mucize
olduğu açıktır. Çünkü bulutta, sadece su ve hava vardır. O buluttan, dağları
yakabilecek biçimde ateş çıkması ise, son derece uzak bir ihtimaldir.
Binâenaleyh, bunun mutlaka bir yaratıcısının olması gerekir ki, o da Allah'tır.
Felsefeciler şöyle demişlerdir: Bulutta, hava ve suya nisbetle, hem kesafet hem
de letafet bulunur. O halde bu demektir ki hava, buluttan daha latîf, su ise,
daha yoğundur. Binâenaleyh, kuvvetli bir rüzgâr estiğinde, o bulutu zorla
deler; böylece de gök gürültüsü meydana gelir ve bundan, tıpkı bir cismin bir
cisme sert bir şekilde dokundurulmadı gibi, ateş çıkar. Ve bu tıpkı, taşın
demire vurulmasından ötürü bir ateşin çıkmasına benzer.
İmdi şayet birisi,
"Taş ve demir, katı iki maddedirler. Bulutla rüzgâr ise, rutubetli iki
maddedir" diyecek olursa, felsefeciler, "Ancak ne var ki, insanın
elinin hareketi zayıf, halbuki, rüzgârın hareketi ise, ağaçları kökünden
sökebilecek kuvvettedir" derler. Biz de felsefecilere deriz ki: Şimşek ve
gök gürültüsü, mutlaka sebeplerinin bulunması gereken, iki hadis (sonradan
olan) şeylerdir. Her hadis şeyin, Allah'dan olduğu ise, aklî delillerle
bilinmektedir. O halde bu demektir ki, bu iki şeyde, Allah'tandır. Hem, sonra
biz diyoruz ki, farzedelim ki durum, sizin dediğiniz gibi olsun. Ama, bu
kuvvetli rüzgârların esişi, mutlaka bir sebebi bulunması gereken ve
Vâcibü'l-vücud bir varlıkta son bulan şaşırtıcı ve sonradan meydana gelen
şeylerdendir. Binâenaleyh bu, nasıl farzederseniz ediniz, insan için, Allah'ın
kudretine delâlet eden bir mucizedir.
[54]
Cenâb-ı Hak burada,
"Aklını Kullanacak bir topluluk için..." buyurmuştur. Çocuğun babadan
meydana
gelişi, değişikliğin
çok nadir olduğu hep aynen sürüp giden normal bir şey olunca, halkın zihnine,
bu işin tabiatı icabı olduğu fikri arız olabilir. Çünkü, devamlı olan bu durum,
değişik olana göre, tabiî sayılmaya daha müsaittir. Ancak ne var ki, şimşeğin
çakması; yağmurun yağması, değişmeyen ve hep aynı kalan şey değildir. Çünkü bu
iş bir mıntıkada meydana gelirken, başka mıntıkada olmaz; bir vakitte olurken,
başka bir vakitte olmaz. Bazan kuvvetli, bazan da zayıf olur. Binâenaleyh bu,
aklen, bir fail-i muhtarın varlığına daha fazla delâlet eder. Bu sebeple
Cenâb-ı Hak bunun, tam düşünmeseler bile, aklı olan kimseler için bir ayet
olduğunu beyan buyurmuştur.
[55]
"Göğün ve yerin,
O'nun emriyle durması da, yine O'nun ayetlerindendir. Sonra sizi bir tek
da'vetiyle çağırdığı zaman, hemen yerden çıkacaksınız." (Rum, 25).
Cenâb-ı Hak, göğün ve
yerin, arızî vasıflarından bazılarını zikredince, bunların ayrılmaz
vasıflarından birisinden de bahsetmiştir ki, bu da onların durması ve
kıyamıdır. Çünkü, meselâ yer, ağır olduğu için, insan onun öyle durmasından ve
düşmemesinden dolayı şaşakalır. Semânın, yüksekte olup direksiz durmasından
dolayı da şaşılır ki, işte bu vasıf her ikisinin de ayrılmaz vasfıdır. Çünkü
yer, içinde bulunduğu yerin (yörüngenin) dışına çıkamaz. Gök de, içinde
bulunduğu yerin dışına çıkamaz.[56]
İmdi, eğer "Yer,
tıpkı bir değirmen taşı gibi, olduğu yerde hareket eder" denilirse, biz
deriz ki: Ancak ne var ki insanlar arzın bulunduğu yerden dışarı taşmayacak
şekilde hareket ettiği hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu açık bir mucizedir.
Çünkü bu yer ile göğün içinde bulundukları mahalde olmaları ve bulundukları
hallerini sürdürmeleri mümkün olan işler cümlesindendir. O halde bunların, bu mahallin
dışında olmaları da mümkündür... Binâenaleyh, onların, o yerden dışarı
çıkmaları mümkündür. O halde, o ikisi, oranın haricine çıkamayınca, bu, mümkün
(caiz) olan bir şeyi, başkasına bir tercih olmuş olur ki, bu da ancak bir
Fâil-i Muhtar sayesinde olabilir.
Felsefeciler şöyle
demişlerdir: "Yerin, içinde bulunduğu o mekânda olması, kendisi için tabiî
bir haldir. Çünkü arz, en ağır şeydir. Ağır olan bir merkezi; hafif olan ise,
bir kuşatıcıyı ister. Göğün, olduğu mahalde olması, eğer bir mekânı gerektiriyorsa,
bu onun zâtından dolayıdır. Binâenaleyh, gökle yerin, bulundukları mahalde
bulunmaları, kendi tabiatları gereğidir." Biz diyoruz ki: Bir şeyin tabiat
gereği olduğunu söylemenin, batıl olduğu, defalarca anlatıldı. Biz burada, şunu
ilave etmek istiyoruz: Sizler bize, "İki benzerden biri için caiz olan
şeyin, diğeri için de mümkün olacağı" hususunda muvafakat etmiştiniz.
Ancak ne var ki, yörüngenin içi, iç kısmı tabiatı gereği dış kısmına muhalefet
edemez. Binâenaleyh, onun iç kısmının, dış * smında bulunması mümkündür. Bu
ise, o şeyin, yörüngesinden çıkması ve son bulmasıyla olur. O halde, bir şeyin
yerinden ayrılması mümkün olan bir hadisedir. Özellikle bu iş, dünya seması
için, daha fazla söz konusudur. Zira size göre de, dünya semasının yönleri sınırlıdır.
Yerin de, tıpkı sizin gök hakkında söylediğiniz gibi, dairesel - areket etmesi
mümkündür. O halde, yerin hareket etmemesi ve sükûnu, ancak hür ve irâde sahibi
bir Fâil-i Muhtar sayesindedir. Ayet hakkında birkaç mesele vardır:
[57]
Cenâb-ı Hak, her
konuya dair, iki şeyden bahsetmiştir.Enfüsî delillere dair olanına gelince bu,
O'nun İ&İ jU
"Sizin için...
yarattı..." şeklindeki beyanıdır. Cenâb-ı Hak bu Vıç» eş\wSn -yutijAmea»* 4nti&
gaMraniiştiır. A&atf dalttlare dair ise, "Allah gökleri ve yeri
yarattı" cümlesinde ele alınan, semâyı ve yeri zikretmiştir. İnsanın
ayrılmaz vasıflarına dair de, onun lisanının ve renginin farklı farklı oluşunu;
onun bazan ayrılabilen vasıflarına dair ise, uyumasını ve Allah'ın rızkını
aramasını zikretmiştir. Afakî delillerin ayrılan vasıflarından olmak üzere,
şimşeklerden ve yağmurlardan; ayrılmaz vasıflarından olmak üzere de, göklerin
ve yerin durmasından bahsetmiştir. Çünkü bunlardan birisi, hakkı kabul ve ikrar
etme hususunda kâfidir. İkincisi ise, hak ile karar bulmayı ifade eder. İşte,
iki şahidin şehâdetinin muteber olacağı hükmü, buradan elde edilmiştir. Çünkü,
onlardan birisinin sözü, zan ifade eder, diğerinin sözü ise, onu tekîd eder ve
kuvvetlendirir. İşte bundan dolayı İbrahim (a.s), "Evet, ama bu, kalbimin
mutmain olması içindir"[Bakara 260) demiştir.
[58]
Ayetteki bi emrihi
kelimesinin anlamı, O'nun, (o yer ile göğe) "Durunuz; kaim olunuz...
demesi ile..." manasındadır, Yahut, Cenâb-ı Hakk'ın, "o ikisinin
kıyamını dilemesiyle" anlamındadır. Bu böyledir, zira Mutezileye göre
emir, irâdeye muvafıktır. Bize göreyse, böyle değildir. Ancak ne var ki,
aranızdaki münakaşa bir şeyin yaratılması için olan emir hususunda değil,
mükellefiyet için olan emir konusundadır. Çünkü biz onlarla, "ol"
olunuz; ey ateş, ol!..." gibi sözlerinin ilâhi irâdeye muvafık olduğu
hususunda münakaşa etmiyoruz.[59]
Cenâb-ı Hak, burada,
buyurmuş, bundan önceki ayette ise, buyurmuş, ama dememiştir. Her ne kadar bazı
müfessirler bunun da, başında en bulunan bir fiil bulunabilmesi için, burada
bir mukadder üi 'in bulunduğunu ve kelamın takdirinin, şeklinde olduğunu
söylemişierse de... Bu böyledir, zira yer ile göğün kıyamı, değişmez bir şey
olunca, fiil en edatı sayesinde, müstakbel bir zaman ifâde etmekten çıkarılmış
ve masdar haline getirilmiştir. Çünkü, gelecek zaman manasındaki fiil,
teceddüdü ifâde eder. Şimşek hâdisesi ise, zaman zaman meydana gelen işlerden
olunca, bunu muzâri lafzıyla ifâde etmiş, bununla birlikte, masdar harflerinden
herhangi birini zikretmemiştir.
[60]
Cenâb-ı Hak, bu
ayetlerinde altı delilden bahsetmiş, bunlardan dördünde, "Hiç şüphesiz
bunda ayetler vardır"
ifadesini kullanmış;
bu ifadeyi, ne birincide, ki bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizi topraktan yaratmış
olması da O'nun ayetlerindendir"(Rum, 20) ayetidir, ne de sonuncusunda, ki
bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göğünve yerin durması da, O'nun
ayetlerindendir" (Rum, 25) ayetidir, zikretmemiştir. Birincisine gelince,
Cenâb-ı Hak o birinci ayetten sonra, "Allah'ın, sizin için kendinizden
zevceler yaratması da..." (Rum, 21) ayetini de, enfüsî delillerden olmak
üzere getirmiştir. O halde Allah'ın, nefisleri ve eşleri yaratması, daha önce
de beyan ettiğimiz üzere, aynı konuya dairdir. Ne var ki Cenâb-ı Hak, tekrar
ile konuyu pekiştirmek için, her konuya dair iki husus zikretmiştir.
Binâenaleyh, (ikincisinin sonunda), "Bunda,.. ayetler vardır..,"
deyince, bu, her ikisine de ait bir ifade oimuş olur. Ama, göklerin ve yerin
kıyamı meselesine gelince, biz diyoruz ki: Göklerle ilgili ayetlerde, bunların,
âlimler için ve apaçık olduğu içinde, aklı olan kimseler için birer ayet
olduklarından bahsetmiştir. Binâenaleyh bu iş, ta işin başında açık ve net bir
şey olunca, delilleri serdettikten sonra, işin sonunda, daha da açık olur.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bu hususta birini diğerinden ayırdetmemis, İşin
manasını ve özünü zikretmiştir ki, bu da O'nun, (öldükten sonra diriltmeye)
kadir oluşudur. İşte bu cümleden olarak, "Sonra sizi bir tek da'vetiyle
çağırdığı zaman, hemen yerden çıkacaksınız" buyurmuştur. Bu ifade ile
ilgili birkaç mesele vardır :
[61]
Burada, sümme ile atıf
yapmanın sebebi nedir ve bu neyle ilgilidir? Bu hususta diyoruz ki: Allah en
iyisini bilir ya, bunun manası
şudur: "Allah Teâlâ size, bu
ayetler sayesinde, kudretinin mükemmel olduğunu beyan edince, çürümüş
kemiklere, Kabirlerden çıkın" deyip, onlar da diri olarak çıkınca, işte bu
durumu size haber
vermek ve bildirmek
istemiştir.
[62]
Bir kimsenin
"Falanca falancayı dağdan çağırdı" şeklindeki sözünden, bu çağırma
işinin dağdan olması muhtemeldir. Nitekim birisi, "Ey falanca rağa
tırman" diyebilir. Bu durumda da bunu ifade için, onu dağdan çağırdı"
denilebilir. Çağrılan kimsenin, dağda iken çağrılmış olması da muhtemeldir.
Nitekim birisi, "Ey falanca dağdan in" diyebilir. Bunu ifade için de,
i "Onu dağdan çağırdı" denilir. Bu çağrı işinin, çağıranın Allah
Teâlâ : ti ası halinde, yeryüzünden olamayacağı, aklı olanlar için açık
birşeydir. O halde, çağrılan kimse yerden çağrılmıştır. Buna göre mana,
"Sizler yerdesiniz. Dolayısıyla O, sizi oradan (yukarı) çağırır. Böylece
sizler çıkarılırsınız" şeklinde olur.
[63]
Hak Teâlâ'nın (hemen) ifâdesinin müfacee (ansızın) manasına
olduğunu beyan etmiştik, yani, "Bu iş, bir "ol" emri ile,
yapılır ve olur-biter" demektir.
[64]
Allah Telâlâ
"Hemen yerden çıkacaksınız"; insanın ilk (hiç yoktan) yaratılışı
hususunda ise, "Sonra siz (her
tarafa) yaydır bir beşer oldunuz" (Rum, 20) buyurmuştur, niçin?
Cevap: Diyoruz ki:
Orada, toprağın hayatiyeti kabul edebilmesi, Hz. Adem (a.s)'e ruhun
üflenebilmesi ve bir beşer olabilmesi için, bir yaratmaya, ölçüp-biçmeye, bir
zaman geçmesine ve tedriciliğe ihtiyaç vardır. Yeniden yaratmada ise, böyle bir
tedriciliğe gerek yoktur. Aksine bunun için sadece bir nida ve çıkış vardır. Bu
yüzden, burada sümme kullanılmamıştır.
[65]
"Göklerde ve
yerde kim varsa, O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicidirler. O, mahiûkatı ilk
önce yaratıp, sonra onları diriltecek olandır. Bu iş, O'na pek kolaydır.
Göklerde ve yerde en yüce mesel O'nundur. O, azîz ve hakimdir."
(Rum, 2627).
Cenâb-ı Allah, bu
ayetleri zikredip, bunların manası da, diğer bir esas olan haşre kudreti ve ilk
esas demek olan vahdaniyyeti ihtiva ettiği için, O, vahdaniyyetine,
"Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur" ile işaret etmiştir. Bu,
"O'nun asla ortağı yoktur. ÇÛnkü göklerde ve yerde olan herşey ile
göklerin ve yerin bizzat kendileri de O'nundur ve O'nun mülküdür. Binâenaleyh
hepsi de O'na boyun eğmiş ve itaat etmiştir. Ortak ise, karşı kor, ortağına
denk-eş olur. Şu halde, Cenâb-ı Hakk'ın kesinlikle şeriki (ortağı) yoktur.
Daha sonra Allah
Teâlâ, diğer esası, yani haşri ifade ederek, "O, mahiûkatı ilk önce
yaratıp, sonra onlan diriltecek olandır. Bu iş O'na pek kolaydır" yani,
"sizin nazarınızda da, iade diriltme, ilk yaratıştan daha kolaydır"
buyurmuştur. Çünkü birşeyi ilk defa yapan kimseye, bu şey güç gelir. Fakat bu
işi tekrar yaptığında daha kolay gelir. Bu ifadenin, "pek kolay"
değil de, "kolay" manasında olduğu da söylenmiştir. Bu tıpkı,
"Allahu Ekber" deki "ekber" (en büyük) kelimesinin kebir
(büyük) manasına gelmesi gibidir. Bunun manasının, "iade (diriltme), ilk
defa yaratmış olana, o ilk yaratmadan daha kolaydır" şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Çünkü yaratılışın başlangıcında insan, bir "alaka"
(rahme tutunmuş bir döl), sonra bir çiğnem et, sonra et, sonra kemik, sonra tam
bir insan olur, daha sonra da hareketii-kuyvetli-gelişmeye müsait bir bebek
olarak dışarı çıkar. Bütün bunlar O'na zor bir iştir. İadede (yeniden
yaratmada) ise, insan, boyu boşu yerinde, tastamam bir insan olarak,
"ol" emrine uyup, mezarından çıkar ki bu daha kolaydır."
Bunlardan birinci izah
daha doğrudur. Binâenaleyh onu esas alarak diyoruz ki: Bunun böyle olması
muhtemeldir. Çünkü başlangıçta, parçalar yaratılmış ve onlar terkib haline
getirilmiştir. İadede ise, sadece terkîb söz konusudur. Tek bir işin, iki işten
daha kolay olduğunda şüphe yoktur. Bundan, "Bundan başkasında O'nun için
zorluk var" manası çıkmaz. Biz bunu izah etmek üzere deriz ki: Koiay olan,
kendisinde failin yorulmadığı ve bıkmadığı iştir. Daha kolay olanda ise, fail
haydi haydi yorulmaz. Binâenaleyh birisi, "Kuvvetli adam, bir arpayı, bir
yerden bir yere taşımadan dolayı yorulmaz" dediğinde, işiten de bunu kabul
etse, yine aynı adam, "Binâenaleyh o adam, bir hardal tanesini taşımaktan
da yorulmaz." diyecek olsa, bu söz de hakiki -anada, aklî-ma'kul bir söz
olur.
[66]
Allah Teâlâ
sonra, "Göklerde ve yerde en yüce
mesel O'nundur. O, aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Bizim, "Bu ş O'na
daha kolaydır" şeklindeki sözümüzden şu iki mana anlaşılır:
1) Diğer
işte yorgunluk vardır. Mesela, "Hafif olanı taşımak, ağır olanı taşımaktan
daha kolaydır" denilmesi gibidir.
2)
Daha evvel de bahsettiğimiz gibi, diğerinden
bir yorulma söz konusu oimaksızın, "Bu, berikinden daha evlâdır"
manası kastedilmiş olabilir. O halde, "En ,-Jce mesel O'nundur"
ifadesi, bu işin ikinci manada ehven (daha kolay) oluşuna dt işarettir.
Dolayısıyla bundan, birinci mana anlaşılamaz.
Burada, Keşşaf sahibinin zikrettiği şöyle bir
incelik vardır: Allah Teâlâ, bir başka ayette "O, bana kolaydır"
(Meryem, 9» buyurmuş; burada ise, (ism-i tafdil sığası ile) "Bu iş O'na
ehven, yani daha kolaydır" buyurmuş, kelimesini orada ence, burada sonra
getirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ'nın orada kolay oluşundan bahsettiği şey,
ihtiyar bir erkekten çocuk yaratma meselesidir. Bu ifade, "O iş, rokasına
zor, sadece Bana kolay" demek olduğu için, buyurmuştur. Yani Benden
başkasına değil, ancak Bana kolay" demektir. Burada ise daha kolay
:-duğundan bahsettiği mesele, yeniden yapma meselesidir. Diriltme işi ise, onu
ilk herkese daha kolaydır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak burada, hasr ifadesi olmaksızın
"Bu iş O'na pek kolaydır" demiştir. O halde, orada harf-i cerrinin
önce Ürilmiş olması, hasr ifade eder. Binâenaleyh ayetteki, "Göklerde ve
yerde en yüce mesel O'nundur" ifadesinin, birinci izaha, yani "Bu,
size göre, Bana kolaydır" seklindeki sözümüz itibariyle bir manası vardır,
bahsettiğimiz,husus itibariyle de bir a^er manası vardır. Birinci izaha göre,
Allah Teâlâ "En yüce mesel O'nundur" fcuyurup, bu mesel de
yeryüzündeki insanlar için getirilmiş bir mesel olunca, "O'nun çan.
insanların mesellerinden olmak üzere en büyük mesel vardır." manasına
gelir, -sanlar" ifadesi, yeryüzündekileri içine alır. Yoksa bu,
"Meleklerin mesellerinden n~ak üzere, en büyük mesel O'nundur"
manasını ifade etmez. İşte bundan dolayı -ı Allah, "Göklerde ve yerde en
yüce mesel O'nundur" yani "Bu, sizin için yapılmış bir meseldir.
Gerek bu mesellerden ve gerekse gökyüzünde getirilen mesellerden en yücesi Allah'a aittir"
buyurmuştur. İkinci izaha göre ise, bu, "O, fiilini ikame kadar sizin
fiillerinize teşbih etmiş ve onlara göre misal vermiş ise de, O'nun nfenın
hiçbir misli-benzeri yoktur. Çünkü en yüce mesel O'na aittir" demektir. Bu
mana, İbn Abbas (r.a)'dan nakledilmiştir. Bunun manasının, "En yüce sıfat
Z -undur" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu sıfat da, Kendisinden başka
bir ilahın olmayısı özelliyidir.
HakTeâlâ, azizdir ve
hakimdir" buyurmuştur ki bu, "O'nun kudreti bütün mümkinâtı içine
alabilecek derecede kâmil, ilmi, bütün mevcudatı kapsayacak biçimde şümullüdür.
O halde O, heryerdeki hertürlü cüzleri bilir ve O, işte onları bir araya
getirip, terkib etmeye kadirdir" demektir.
[67]
"O, size
kendisinden bir misal getirdi: Size ihsan ettiğimiz mallarda, elinizin
altındaki kölelerin size ortak olmasını, bu hususta onlarla denk olmayı ve
onları, sizin emsaliniz herhangi bir (hür işadamı) gibi sayar mısınız. (Bunu
istemezsiniz). İşte biz, ayetleri aklını kullanacak bir topluluk için böyle
açıklarız." (Rum. 28).
Allah Teâlâ, iki
delilden sonra, yeniden yaratmayı ve ona kadir oluşunu bir misal ile
açıklayınca, bir delilden sonra, kendisinin birliğini de bir misal ile
açıklamıştır. Bu misalin manası şudur: Bir kimsenin, kölesi, nasıl, malında,
ona ortak yapılmadığı, efendilere verilen kredi ve itibar onlara
verilmeyeceğine göre, Allah'ın kulları ve mahlukları nasıl Allah'ın ortağı
olabilir ve nasıl onlar için, kendilerine tapılmayı gerektirecek, Allah'ın
ululuğuna denk bir ululukları bulunabilir? Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[68]
Benzetilen ile
benzeyen arasında bir benzerliğin bulunması
gerekir. Eğer bu ikisi arasında bir benzerlik değil de, bir zıtlık
olursa, bu durum, (vaziyete göre) bazan o teşbihi te'kid eder, bazan
zayıflatır. Buradaki benzerlik yönü
malumdur. Zıtlık da
mevcud olup, bu da bu teşbihi kuvvetlendirmektedir. Bu, şöyle birkaç yönden
izah edilebilir:
1) Allah
Teâlâ, "kendinizden" buyurmuştur. Bu, "Allah siz, önemsiz,
noksan ve aciz olmanıza rağmen kendinizden bir misal getirmiş ve ulu, mükemmel
olmasına ve onca kudretine rağmen, Kendisini size kıyas etmiştir"
demektir.
2) Allah
Teâlâ, "Eliniz altındaki köleler..." buyurmuştur. Bu,
"köleleriniz üzerinde, mülkiyetiniz vardır ve bu, arızî bir durumdur.
Çünkü bu mülkiyet başkasına geçebilir veya son bulabilir. Bu mülkiyetin
başkasına geçmesi, satış yoluyla olur. Son bulması ise, kölenin azâd edilmesi
ile olur. Halbuki Allah'ın mülkü olanların, Allah'ın mülkiyetinin dışına
çıkmaları kesinlikle mümkün değildir. Dolayısıyla her hususta sizin gibi
olmalarına, hatta insan olma bakımından şu anda sizin gibi olmalarına, öldürmek
ve kesmek suretiyle canlarında ve insanlıkları hususunda tasarruf etme,
ibadetten ve def-i hacetten alıkoyma gibi, üzerlerinde haklarınız bulunmamasına
rağmen, Köleleriniz bile sizin ortağınız olamayacağına göre, nasıl oluyor da,
her yönden O'nun mülkü olan birtakım mahluklar Allah'ın ortağı
sayılıyorlar" demektir.
3) Cenâb-ı
Hak, "Size ihsan ettiğimiz mallarda..." buyurmuştur. Bu, "Sizin
olan şeyler, aslında sizin olmayıp, Allah'ındır, Allah'dandır ve O'nun verdiği
rızı ki ardandır. Allah'dan olan şey, gerçekte O'nundur. Dolayısıyla sadece
ismen (zahiren), sizin Z' d jğu söylenen şeylerde, ortak kabul etmediğinize
göre, nasıl oluyor da, gerçekte Atah'a ait olan şeylerde Allah'ın ortağı
olabilir?" demektir.
4) Allah
Teâlâ,"Bu hususta onlarla denk olmasını..." buyurmuştur, yani
"Siz ve köleleriniz, malik olduğunuz herhangi birşeyde hiç denk olur mu?
Hayır, oi-naz. Öyle ise, Allah'ın da, mâlik olduğu şeylerin hiçbirinde ortağı
bulunmaz. Fakat - e-şey Allah'ındır. Sizin, ilah olduğunu iddia ettikleriniz
ise, kesinlikle birşeye, hardal tanesi kadar en ufacık birşeye bile sahip
değillerdir. Binâenaleyh onlar, ne ulu olduklarından ötürü, ne de size
ulaştırmış oldukları bir menfaat bulunması ile, ibadete müstehak
olamazlar" demektir.
Sizin, "Onlar,
bize şefaat edecekler" demenize gelince, bu da söz konusu değildir. Çünkü
size göre de, hürlere duyulan saygı, kölelere duyulmaz. Gerçekte ve (insanlık)
vasfında size denk olmalarına rağmen, kölelerin bile sizin nezdinizde w
saygınlığı olmadığına göre, mâliki ile arasında, hiçbir surette eşitlik söz
konusu o>mayan memlûklerin (sahib olunan şeylerin) durumu ya nasıl olur.
İşte Cenâb-ı Hak 3tı hususa "Onları emsaliniz herhangi bir (hür iş adamı)
gibi sayar mısınız?" buyurmuştur.
[69]
Allah Teâlâ, bununla
başkasına ibadet etmenin hiç bir makul
tarafı olmadığını beyan etmiştir. Çünkü başka hiçbir varlık Allah'a ortak
olmaya elverişli olmadıklarına göre, imarın ne gerçek mülkleri (hakimiyetleri)
ve ne de mülkleri (malları) vardır. Onların azametleri yoktur ki, onlara
azametlerinden ötürü ibadet olunsun; mülkleri olmadığı çtn, kendilerinden
menfaat de beklenemez. Dolayısı ile menfaat için de onlara apdmaz. Kuvvet ve
kudretleri de yoktur. Çünkü onlar kendileri de kul-köledirler. Sahib jnmuş bir varlık olan köle ise, birşeye kadir
olamaz. O halde, emsaliniz herhangi >nnden çekindiğiniz gibi, onlardan
çekinmeyin, öyle ise nasıl oluyor da, birbirinizden çok, onlardan çekiniyor ve
bu çekinme sebebiyle onlara ibadet ediyorsunuz?
Daha sonra Allah Teâlâ,
"işte Biz, ayetleri aklını • Jianacak bir topluluk için böyle
açıklarız" buyurmuştur. Bu, "Biz, ayetlerimizi, inanan akıllı
kimseler için, deliller, kesin burhanlar, meseller ve ikna edici sözlerle
açıklıyoruz, yani, bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için gizli
kalır" demektir.
[70]
"Hayır, o
zulmedenler, bilgisizce hevâlanna uydular. Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi
kim doğru yola iletebilir? Onlar için, hiçbir yardımcı yoktur. O halde sen
yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah'ın insanları üzerine yarattığı
fıtratına çevir. Allah'ın yaratışına bedel hiçbirşey yoktur. îşte dosdoğru
ayakta duran din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."
(Rum, 29-30).
Yani kölenin efendiye
ortak koşulması caiz değildir. Fakat müşrikler, bilgisizce, heva-ü heveslerine
uyup, hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ortaklan bulunduğunu söylediler.
Cenâb-ı Allah daha
sonra bu ortak koşma işinin, Kendi izin ve iradesi ile olduğunu "Artık
Allah'ın saptrdığı kimseyi kim doğru yola iletebiik" diyerek beyan buyurmuştur,
yani, "Bunlar Allah'ın saptırdığı kimselerdir. Dolayısıyla onların
hidayetcisi yoktur. Bu sebeble onların sözlerinin seni üzmemesi gerekir."
Burada şöyle bir incelik vardır. "Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim
hidayete erdirebilir?" ayeti, önceki açıklamayı kuvvetlendirmektedir. Zira
Cenâb-ı Allah, Kendisinin hiçbir şeriki olmadığını bildirip, daha sonra da,
"Hayır hayır... Müşrikler bilgisizce şirk koşuyorlar" deyince, buna
karşı sanki "Onlara, kendi rızası hilafına tasarruf etme yetkisini sen
verdin. Aziz ve efendi olan ise, kulunun-kölesinin, kendi rızasının aksine
tasarrufta bulunamadığı kimsedir." denildi de, Cenâb-ı Allah, "Hiç
şüphesiz, bunu o kendi başına yapmamıştır. Bu, Allah'ın izin ve iradesiyle
olmuştur. Ama onların yardımcıları yoktur. Onlar Allah'ı bırakınca, Allah da
onları bırakmıştır. Onların tutunup güvendikleri kimse, kendilerinden hiçbirşey
defedemez. Dolayısıyla onların gerçek bir yardımcıları yoktur.
Daha sonra Allah Teâlâ
"O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah 'm insanları üzerine
yarattığı fıtratına çevir. Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur"
buyurmuştur. Bu şu manayadır: İş ortaya çıkıp, vahdaniyyet zahir olup,
müşrikler hidayeti bulamadığına göre, onlara iltifat etme. Kendini dine
çevir."
Ayetteki, "O halde
sen yüzünü bir muvahhid (hanîf) olarak, dine çevir" ifadesi, herşeyinle
bütün varlığınla dine yönet" demektir. Burada Allah Teâlâ H*. Peygamber
(s.a.s)'in kendisini, "yüz" kelimesi ile ifade etmiştir. Bu tıpkı,
"Herşey helak olucudur, ancak o (Allah'ın) yüzü müstesna,.."(Kasas.
88) ayetinde olduğu gibidir. Buradaki yüz, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ve sıfatları
manasınadır. Ayetteki, "hanîf" kelimesi, "dinin dışında kalan
herşeyden meyledici, yüz çevirici olarak" demektir, yani, "O dine
yönel ve başka herşeyden dön" yani, "Kalbinde, kendine meyledeceğin
başka hiçbirşey Kalmasın" demek olup, mana olarak "Müşriklerden
olmayın" {Rum, 31) ifadesine yakındır.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "fıtratallah..." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın tevhidine
yapış." Çünkü Allah insanları, o tevhid (inancı) üzerine yaratmıştır. Zira
O, onları Hz. Adem (a.s)'in sulbünden alıp, "Ben sizin Rabbiniz"
değil miyim?" demiş; bunun İzerine onlar da "Elbette
Rabbimizsin" demişlerdir" demektir.
Cenâb-ı Hakk'ın
buyruğu hakkında şu izahlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunun, kavmi
inanmamasından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Izüntüsünü yatıştırmak için
gelen bir ifade olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah "eâlâ sanki şöyle
demek istemiştir: "Bu kâfirler, şekavet için yaratılmışlardır. Şaki olarak
yazılan, şakî olması takdir edilmiş olan, said olamaz."
Bunun manasının, şöyle
olduğu da söylenmiştir: "Allah'ın bir oluşu, insanların kalbinde kök
salmıştır. Bunda bir değişiklik söz konusu değildir. Hatta onlara,
"Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, "Allah"
derler. Fakat bu fıtrî iman kâfi değildir."
Şöyle de denilebilir:
"Allah, mahlûkatı Kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Öyle ise
hepsi de O'nun kulu ve kölesidirier. "Allah'ın yaratmasında değişiklik
yoktur" yani, onların kul olmaları, memlûkün (kölenin), bir insanın kulu
olması gibi değildir. Çünkü bu mülk oluş, o insandan bir başkasına geçebilir
veya bu köle azâd edilmek suretiyle onun mülkü olmaktan çıkabilir. Ama
mahlûkatın, Cenâb-ı Hakk'a kul : ti aktan çıkmaları asla mümkün olmaz. Bu,
"İbadet, mükemmelliği elde etmek için yapılır. Kul, ibadet ile kemale
erdiğinde, artık üzerinde bir mükellefiyet kalmaz" : yenlerin görüşünün;
müşriklerin, "Noksan varlık olan insan, Allah'a ibadet etmeye elverişli ve
layık değildir. İnsan, ancak yıldızlara tapabilir. Ancak yıldızlar Allah'a
doğrudan doğruya ibadet edebilir" şeklindeki görüşünün ve hhstiyanların,
"Allah isa'ya hulul etmiş ve böylece Isâ,, iiah olmuştur" şeklindeki
görüşlerinin yanlış ?tduğunu anlatmak içindir. İşte bu noktada Cenâb-ı Allah,
"Allah'ın yaratmasında asla bir değişiklik yoktur. Aksine sayılan bütün bu
şeyler, O'nun kuludur. Onların, : j sayılanların dışına çıkmaları mümkün
değildir" demiştir.
Daha sonra Allah Teâlâ
"Bu, kendisinde hiçbir eğrilik-büğrülük olmayan, dosdoğru bir dindir.
Fakat insanların çoğu, bunun dosdoğru bir din olduğunu bilemezler"
buyurmuştur.
[71]
"Hepiniz O'na
dönün, O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kûm ve müşriklerden olmayın, ki onlar
dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka olmuşlardır. Bunlardan her
zümre, ellerinde olana sevinirler" (Rum, 31-32).
Cenâb-ı Hak,
"bütün diğer dinlerden meyledici olarak" manasında
"hanîfen" dedikten sonra "O'na yönelenler olarak..."
buyurmuştur. uYüzünü . ..çevir" \tades\ndeto hftab, Hz. Peygamber
(s.a.s)'edir, ama bununla bütün mü'minler kastedilmiştir. Allah Teâlâ,
"O'ndan ittika edin, korkun" yani, "Bana yönelip dünyayı
terkettiğinizde (önemsemediğinizde), kendinizi emniyette hissedip, Bana İbadeti
hiç bırakmayın. Aksine Benden korkun. Bana ibadete devam edip, namazınızı
dosdoğru kılın", yani "Sizin daha önce söylediğiniz gibi, kurbiyet
(yakınlık) elde ettiğinizde bile, yine Allah'a ibadet etmeye devam ediniz"
demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Müşriklerden olmayın." buyurmuştur. Müfessirler şöyle
demişlerdir: "Bu, "iman ettikten sonra, artık müşrik olmayınız ve
böylece Allah'dan başkasını gaye edinmeyiniz" demektir. Burada şöyle bir
izah yapılabilir: Cenâb-ı Hak, "münîbîn" kelimesi ile kulunu, açık
şirkten çıkaran tevhide işaret etmiş; "Müşriklerden olmayın" tabiri
ile de, kulunu şirk-i hafiden (gizli şirkten) çıkarmayı kastetmiştir, yani,
"Amelinizde ancak Allah'ın zatını (rızasını) hedefleyiniz ve onlarla ancak
Allah'ın rızasını elde etmeye çalışınız. Çünkü dünya ve ahiret, Allah'ın rızası
elde edildikten sonra, kendiliğinden elde edilir" demek istemiştir. İşte
bundan ötürü O, "Onlar, dinlerini darmadağınık etmişler ve fırka fırka
(siya an) olmuşlardır" buyurmuştur. Bu, "Onlar, İslâm'a gelip, tek
bir hale gelmediler. Herbiri ayn ayrı yollar tutturdu" demektir. Şöyle de
denilebilir: Onların bir kısmı Allah'a, dünyevî maksadlardan ötürü, bir kısmı,
cennetten ötürü, bir kısmı da cehennemden kurtulma ümidinden ötürü ibadet
ettiler. Herbiri de, tutturduğu yola sevinir ve o yolu beğenir. Ama esas
ihlaslı olan, elindeki şeye, tutturduğu yola sevinmez. Onun sevinci, Atlah
katında olma ile, O'nun huzuruna ulaşma iledir. Bu böyledir. Çünkü biz
insanların elinde bulunan herşey, "Sizin yanınızda olanlar tükenir. Ama
Allah'ın katında olanlar bakîdir..." (Nahi 96) ayetinde beyan edildiği
gibi, tükenmeye mahkûmdur. O halde, sizin elinizde olanlarla ilgili
ferahlayabileceğiniz bir gayeniz olamaz. Esas matlub, Allah katında olan şeydir
ve ferahlık onunla elde edilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bilakis onlar, Rableri
katında, diridirler. (Allah'ın) lütfundan kendilerine verdiği ile hepsi şâd
olarak, nzıklanırlar. "(ati Imran, 189-170) buyurmuş ve onları, Rableri
katında bulunan ve bitmeyen fazlından elde ettiği şeylerle şâd olan kimseler
olarak anlatmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "(Katınızda
olanlarla değil), ancak Allah'ın fazlı ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla
sevinsinler." (Yunus, 58) Duyurmuştur. Çünkü insanın elinde olanlar bitip
tükenir. Bu işin dünyada böyle olduğu zahirdir. Ahirettekine gelince, kulun
yeme-içme ile elde edeceği şeyler de son bulur. "akat Cenâb-ı Hak, o
kimseye o şeyin aynısını, bitmek bilmeyen fazlından ötürü, sonsuza kadar
yeniler. O halde bitmeyen, ancak O'nun fazlı ve lütfudur.
[72]
'insanlara bir zarar
dokundu mu, Rablerine, ihlaslı bir şekilde duâ ederler.
Ama sonra, (Allah),
onlara tarafından bir rahmet tattırdığı zaman, bakarsınız
ki onlardan bir kısmı,
Rablerine şirk koşup dururlar."
(Rum, 33).
Allah Teâlâ, tevhidi
delillerle ve misallerle anlatınca, insanların, hernekadar şiddet ve zorluk
zamanlarında inkâr etseler bile, meşhur ve yaygın bir hallerinin (şirk
nallerinin) bulunduğunu ortaya koymuştur. Çünkü insanın herşeyden ümidi
kesilince, Allah'a yönelir; kendisinin, bu mahlûkat gibi olmayan o şeye muhtaç
olduğunu -sseder ve O'nun sayesinde kurtuluşa ermek ister.
Cenâb-ı Hak, "Ama
sonra, (Allah) onlara tarafından bir rahmet tattırdığı zaman, bakarsınız ki
onlardan bir kısmı, Rablerine şirk koşup dururlar" yani, "İnsanın
içine d jştüğü sıkıntıda, kurtardığımızda, Rabbine şirk koşar ve "Falanca
yıldızın, falanca «İdiz ile uyuşmasından (birleşmesinden) ve falanca put
sayesinde kurtuldum" der. -ayır. Aksine onun, bu iş açık olduğu zaman, o
falanca sebebiyle kurtulmuş olduğu -arıcına kapılmaması gerekir. Çünkü bu
şirk-i hafî(gizli şirk)tir. Bunun örneği, denizde roğulmak üzere olan bir adama
Cenâb-ı Hakk'ın rüzgarıyla ona bir kalas gönderip onunda buna tutunarak
kurtulduğunda, "Bu kalas sayesinde kurtuldum" demesi; ■ =nut
yırtıcı hayvanların saldırdığı bir adama, Cenâb-ı Hakk'ın yardım edecek bir
adam gönderdiği zaman, "Beni o Zeyd kurtardı" demesi gibidir.
Binaenaleyh eğer bu sözler, bunun böyle olduğuna dair kesin bir inançtan
kaynaklanıyorsa, bu şirk-i hafi olur. Yok eğer, bu, "Allah beni Zeyd'in
eliyle kurtardı" manasında ise, bu daha hafi (herkesçe sezilemeyen) bir
şirk olur.[73] Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır.
[74]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"tattırdığında" ifadesinde bir incelik vardır; Çünkü tatma, az olan
şeyler hakkında kullanılır.
Çünkü örfen, çok yiyen
kimse, "tattım" demez. Bu kelime, olumsuzluk manasında, mesele,
çokluğun haydi haydi olmadığını ifade için, azın da olmadığı manasında,
"Ben falancanın evinde, hiçbir yemek tatmadım" şeklinde kullanılır.
Bu rahmet, sona erici olup, o müşrikler için azab olduğundan ötürü ahirette de
devam* edici olmadığı için, Cenâb-ı Hak, "Bir rahmet tattırdığı
zaman..." ifadesini kullanmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, cehennem azabı
hakkında da, "Sakar (cehennem)'in dokunuşunu..." (Kamer, 48);
"Yapmış ofduk/annin (veballerini) tadın" (Ankebut, 55) ve 'Tat. Çünkü
sen, (güya) azîz ve kerîmsin!" [Duuan, 49) buyurmuştur. Çünkü Allah'ın
diğer kullarına ulaşan rahmetine nisbetle, azabı son derece azdır.
[75]
Ayetteki mlnhu "o
zarardan" demektir. Ayetin bu şekilde "tahsis" ifade etmesinde,
biraz önce bahsettiğimiz mana (incelik) söz konusudur. Yani onlara verilen
rahmet, mutlak manada olmayıp, sadece bu zararın defedil meşin den ötürü
verilmiştir. Ama onlar geriye (ahirete) bırakılmış zarardan ötürü, bir rahmet
tadamayacaklar.
[76]
Cenâb-ı Hak, burada,
"Bakarsınızki onlardan bir kısım..." buyurmuş, Ankebût'ta ise,
"Fakat onian selâmetle karaya çıkarınca hemen Allah'a eş katanlar da yine
onlardır..." (Anket*». 65) buyurarak, "bir kısım" tabirine yer
vermemiştir. Zira orada bahsedilen şey, belli bir zarar olup bu da, denizin
dehşet uyandıran halidir. Mahlûkata nisbetle o zarardan kurtulanlar ise, gayet
azdır. Kurtulduktan sonra, Allah'a şirk koşmayanlar, onlardan bir takım olup,
sayıca da çok azdırlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, şirkten çıkıp ona bir
daha düşmeyenler, sayıca az olduğu için, müşrikleri bir kısım olarak
addetmemiştir. Ama burada ele alınan ise, mutlak anlamda bir zarardır.
Dolayısıyla bu ifade, karanın, denizin, hastalıkların ve korkunç halterin zarar
ve sıkıntılarını içine alır. Ayrı ayrı muhtelif zararlardan kurtulanlar ise,
pekçoktur. Hatta, hemen hemen bütün insanlar, mutlaka herhangi bir zarara
uğramış, neticede ise ondan kurtulmuşlardır. Bu muhtelif zararlardan
kurtulduktan sonra, müşrik olarak kalmayanlar bir araya getirilecek olsa, bu
büyük bir yekûn tutar ki, bunlar bütün müslümanlardır. Çünkü bunlar, zarardan
kurtulmuşlar, müşrik olarak da kalmamışlardır. Müslümanlara gelince, onlar
toptan, o denizin zararından kurtulamamışlardır. Binâenaleyh, mü'minlerden o
zarardan kurtulanlar büyük bir yekûn olunca, Cenâb-ı Hak geriye kalanları bir
grup addetmiştir.
[77]
"Kendilerine
verdiğimiz nimetlere nankörlük etmeleri için... Hele, .dalanmaya devam edin.
Yakında bileceksiniz! Yoksa biz onlara, bir hüccet indirdik te, O'na eş
tutmalannı bu mu söylüyor.?"
(Rum, 34-35).
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmeleri için. Hele,
faydalanmaya devam edin. Yakında bileceksiniz..." buyruğunun tefsiri
Anfcebût (Ayet, 66)'da geçti. Burada geriye, bu ayetteki "Hele,
faydalanmaya devam etim " hitabının yer alıp, Ankebût, 66. ayette ise, bu
hitabın yer almayışının faydasını açridamak kalmıştır. Şimdi biz diyoruz ki,
orada ele alınan tek bir çeşit zarar olunca, bu zarardan kurtulanlardan hiç
kimsenin bulunmaması ve böylece de, tisine hitab edilmemiş olması mümkündür.
Ama burada ele alınan, mutlak ıda bir zarar olup, mutlak manada bu zarardan
kurtulanlardan herhangi bir de, herhangi bir yerde bulununca, orada bulunan
kimseye, onlardan biri olarak edilmesi mümkündür. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
"Hele faydalanmaya devam edin." diye hitab etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
“Yoksa biz onlara, bir hüccet indirdik te o O'na eş tutmalarım bunu söylüyor...
?” Duyurmuştur. Daha önce Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, o zulmedenler...
hevalanna -y-dular"{Rum, 29), yani, "Müşrikler, haklarında bilgileri
olmadığı şeyi söylerler. Tam aksine onlar, onun aksinin doğru olduğunu
bilirler. Çünkü onlar, zarar vaki olduğunda, yani Allah'a dönerler..."
şeklinde bir ifadesi geçince, bu hususu, inkarî anlamda stifham ifadesiyle
ortaya koymuştu. Yani, "Biz, onların söylediği şeyler hususunda dit hüccet
indirmedik" demektir.
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[78]
İstifham için olan
(em) edatı ancak, cümle arasında kullanılır. Nitekim onlardan birisi "Ey,
Celâcil ile Nekâ (dağlan) arasındaki yumuşak kumların dişi ceylanı! Sen misin,
yoksa Ümmü Salim (Sâlim'in annesi) mi?" demiştir. Binâenaleyh, ondan önce
gelen istifham nedir?
Cevap: İfadenin
takdiri şöyledir: Onların inadlarına dair hüccet ve deliller ortaya ^Ktnca, biz
ne diyeceğiz? Onlar, İlimsiz olarak heva ve heveslerine mi uyuyorlar? Yoksa,
onların, söylediklerine dair delilleri mi vardır? İkincisi değildir; o halde,
ister «aamez birincisi olur.
Delilli Sözün
Önemi
Cenâb-ı
Hakk'ın.ayetteki, "O... söylüyor" ifadesi, olup, tıpkı, "Hiç
şüphesiz onun kitabı bunu söyler..."
denilmesi gibidir.
Burada şöyle bir
incelik vardır: Delilsiz konuşan kimse, sanki hiç konuşmamış gibidir.
Çünkü söz, dinlenilen
ve kabul edilen sözdür. Kabul edilmeyene gelince, bu sanki dinlenilmemiş
gibidir. Böylece de o sözü söyleyen, onu adeta konuşmamış gibi olur. Hakkında
delil bulunmayan şey ise, kabul edilemez. Binâenaleyh, delilsiz konuştuğu
zaman, konuşan kimsenin konuşmadığı ileri sürülebileceğine göre, delilli
konuştuğu zaman, onun konuştuğunun söylenmesi cari ve makul olur. Burda da, bu
şekilde güzel olmuştur.
[79]
Cenab-ı Hakk’ın,
ayetteki, “O…söylüyor” ifadesi, olup, tıpkı, “Hiç şüphesiz onun kitabı bunu söyler…” denilmesi gibidir.
Burada şöyle bir incelik vardır: Delilsiz konuşan kimse, sanki hiç konuşmamış
gibidir.Çünkü söz, dinlenilen ve kabul edilen sözdür.Kabul edilmeyene gelince,
bu sanki dinlenilmemiş gibidir.Böylece de o sözü söyleyen, onu adeta konuşmamış
gibi olur.Hakkında delil bulunmayan şey ise, kabul edilemez.Binaenaleyh,
delilsiz konuştuğu zaman, konuşan kimsenin konuşmadığı ileri
sürülebileceğine göre, delilli
konuştuğu zaman, onun
konuştuğunun söylenmesi cari
ve makul olur.Burada da, bu
şekilde güzel olmuştur.
[80]
"Ne zaman,
insanlara bir rahmet taddirdı isek, onunla şımarmışlardır. Kendi ellerinin öne
sürdüğü günahlar yüzünden, onlara bir fenalık isabet edince de, hemen onlar
ümitlerini kesiverdiler."
(Rum. 36).
Cenâb-ı Hak, şirki
aşikârdan müşriklerin durumunu beyân edince, bundan daha hafif olan müşriklerin
durumunu da beyan etmiştir ki, bu da, Allah'a ibâdetleri, dünyasından dolayı
olan kimselerdir. Çünkü Allah, ona lütfettiğinde, razı olur ve hoşnutluğunu
ifade eder. Vermediğinde ise, Öfkelenir, ümitsizliğe düşer. Halbuki kutun,
böyle olmaması gerekir. Tam aksine onun, sıkıntıda da bollukta da, Allah'a
ibadet etmesi gerekir. Zira insanlardan, Cenâb-ı Hakk'ın da, "insanlara
bir zarar isabet ettiğinde, Rablerine, O'na dönerek dua ederler..."(Rum,
33) buyurduğu gibi, başı dara girdiğinde Allah'a ibadet edenler olduğu gibi,
yine Cenâb-ı Hakk'ın da: "Ne zaman, İnsanlara bir rahmet taddirdı isek,
onunla şımarmışlardır" beyan buyurduğu gibi, O'na, kendisine nimet verdiği
zaman ibâdet edenler vardır... Bunlardan birincisi, azâb korkusundan dolayı,
zorla hizmet eden kimse gibi; ikincisi de, ücretin tahakkukunu gözeten, ücret
karşılığı hizmet eden kimse gibidir ki, bu her iki grup da, maaşlarını -iş
olsun olmasın alan- devamlı kadrodaki görevliler derecesinde olmazlar. Aynen
bunun gibi, mezkûr iki kısım da "Rableri katında mükâfaatı olan"
mü'minlerden olmazlar. Burada şöyle bir mesele vardır: Cenâb-ı Hakk'ın, bu
ayetteki "Onunla sevinirler..." ifdasi bu kimselerin himmetlerinin
düşük, fikirlerinin kısır olduğuna bir işarettir. Çünkü bunların sevinçleri, o
şeyin, Allah'tan olmasından dolayı değil, o şey sebebiyledir.
İmdi eğer birisi:
"Rahmetten dolayı sevinmek, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki: Ancak Allah'ın
fazlı ile, rahmetiyie, işte yalnız bunlarla sevinin" (Yunus. 58) ayetinde
emredilmiş olan bir husustur. Halbuki Allah burada, rahmetten dolayı sevinmeyi
kınamıştır. O halde, bu nasıl olur?" derse, buna şöyle cevap verilir: Biz
deriz ki, orada Cenâb-ı Hak, onların rahmetin Allah'a nisbet edilmiş ve O'ndan
gelmiş olmasından dolayı, o rahmetle sevinmeleri gerektiğini belirtmiştir.
Burada ise onlar, rahmetin bizzat kendisiyle sevinmemişlerdir Öyle ki, meselâ o
yağmur, Allah'dan başkası tarafından olmuş olsaydı, onlann bu sayede
duyacakları sevinç, o yağmurun Allah'tan olması ile duyacakları sevince denk
olurdu...
Bu tıpkı şuna benzer:
Hükümdar, üst düzeydeki bir yetkilisine bir tepsi içinde bir pide ikram eder,
yahut hizmetçisine, onun önüne bir tatlı koymasını emrederse, o görevli bundan
dolayı sevinir. Hükümdar, hiç iltifat etmeksizin bir fakire de pide veya tatlı
gönderse, o da sevinir. Fakat görevlinin sevinci, bunun hükümdar tarafından
gönderilmesi, fakirin sevinci ise sırf pide ve tatlıya kavuşması sebebiyledir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kendi ellerinin
öne sürdüğü günahlar
yüzünden, onlara bir fenalık isabet edince..." buyurmuş, ■ onu
Kendisi lütfettiği için, nimetten bahsederken, nimetin sebebinden bahsetmemiş,
ama azabtan bahsederken, onun sebebini de zikretmiştir. Çünkü birincisi,
İhsanda artırmadır; ikincisi ise, adaleti gerçekleştirmektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
i*jo&i "Hemen onlar ümitlerini kesiverdiler..." beyanındaki Iza
mufâcee içindir. Yani, onlar buna, azıcık olsun, sabretmezler. Çünkü Allah,
onların bu sıkıntısını giderecektir. Allah onları, işte bununla anar, zikreder.
[81]
"Allah'ın, kimi
dilerse, onun rızkını genişletmekte; kimi de dilerse, onunkini de daraltmakta
olduğunu görmediler mi? Şüphe yok ki bunda, iman edecek bir topluluk için
elbette ibretler vardır"
(Hum, 37).
Yani "Onlar, her
şeyin Allah'dan olduğunu bitmediler mi?" demektir. İşi, inceden inceye
düşünen kimsenin, nazar ve tefekkürünün, olan şeyler üzerinde değil de, onlan
veren kimseye doğru yoğunlaşması gerekir. Onları veren kimse de, Allah
Teâlâ'dır. Böylece o kimse de bir tavır değişikliği olmaz. O, daima huzurludur.
Ancak ne var ki bu, mü'min, muvahhid ve muhakkik kimsenin derecesidir. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak Şüphe yok ki bunda
iman edecek birbir kavim için elbette ibretler vardır" buyurmuştur.
[82]
"Haydi, akrabaya,
yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Bu, Allah'ın cemalini dilemekte olanlar
için, her şeyden hayırlıdır ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına nail
olanların da kendileridir."
(Rum, 38).
Bu ayetin daha
öncekilerle münasebeti şöyledir: Allah Teâlâ, Kendisine yapılan ibadetin,
"insanlara bir zarar isabet etti mi..."[Rum. 33) ifadesiyle, ne
sıkıntı anına; ne de tıpkı sokaklarda ve hanlarda bir lokma ekmek peşinde
dolaşan dilencilerin âdeti gibi ki, dünyalık bir şey elde etme peşinde koşup,
yiyeceği bulup yalnız kalınca Allah'ı unuturlar- işte o dilencilerin durumuna
hasredilmemesi gerektiğini de, "Ne zaman, insanlara bir rahmet taddırdı
isek, onunla şımarmışlardır'\Hum, 36) ifadesiyle beyân edince, nzkın bol
verilmesi ya da daraltılması, halinde de, Allah'ı tazim etmeye bir irşâd olsun
diye, kişinin düşüncesinin hep yaratan ve rızık veren Allah üzerinde olması
gerektiğini beyan buyurmuştur. İnsan, Allah'ın emirlerini tazim etmek ve
mahlûkata şefkat duymak diye, iki kısma ayrılır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
bundan sonra, "Haydi, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını
ver..." buyurmuştur. Burada, şöyle bir izah daha vardır: Allah Teâlâ,
rızkı yayan ve daraltanın kendisi olduğunu beyân edince, insanın, ihsan ve
lütuflar hususunda, duraklamaması gerekir... Çünkü Allah, rızkı geniş verirse,
bu rızık, kişinin harcamasıyla noksanlaşmaz. Ama Allah rızkı daraltırsa, bu
rızık, infâk etmemekle de artmaz. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[83]
Cenâb-ı Hak, (zekâtın
verilmesi gerekli olan kimseleri bildirdiği (Tevbe.eo) ayetinde, sekiz sınıftan
bahsettiği halde, burada niçin, diğerini değil de, sadece üçünü zikretmiştir?
Cevap; Biz diyoruz ki,
Cenâb-ı Hak burada, ister zekât vermeyi gerektirecek derecede malı olsun
isterse olmasın; zekât verilen mal üzerinde bir yıl geçsin ya da geçmesin, bu
vasıflara haiz kimselerin, ihsanda bulunmaları gereken kimseleri beyan
buyurmuştur. Çünkü buradaki maksat, genel bir şefkattir. Bu üç kimse de, imanda
bulunanın fazla bir malı bulunmasa dahi, kendilerine ihsan elinin uzatılması
gerekli olan kimselerdir. Ayetteki, "akraba" tabirine gelince,
ihsanda bulunan kimse her ne kadar bir akar (ev vs) ya da üzerinden bir yıl
geçmemiş malı bulunan kimse gibi, kendisine zekât farz olmayanlardan olsa dahi,
ona infakta bulunması gerekir. Yoksul da böyledir. Çünkü, hiçbir şeyi olmayan
kimse, ihtiyaç vartasına düştüğünde, şiddet ve yoksulluğun doruk noktasına
ulaştığında, onun İhtiyacını giderebilecek güç ve kuvvet içinde bulunan
kimselere, her ne kadar zekâtı verilecek mallan olmasa dahi, bu kimseye yardım
ellerini uzatmaları gerekir. Yolda <almış kimsenin durumu da böyledir; bir
başkasının yanında, onu kendisini emniyyette -: -ssedeceği bir yere ulaştıracak
bir hayvan varsa, bu kimsenin üzerinde zekât vecibesi : masa dahi, bunu
yapması, (yani bineği ile onu oraya götürmesi) gerekir. Fakir de, -niskin
(yoksul) sözü içinde mütalâa edilir. Çünkü, herhangi bir şeyin bir yoksula
verilmesini vasiyyet eden kimse, bunu fakire de verebilir. Diğer sınıflara
baktığında, onlara mal vermemiş ancak, kendilerine zekât farz olan kimselere
düştüğünü görürsün. Sen bunu, zekât toplayan memurdan, mükâtep kölede,
müellefe-i kulûbda ve borçlu kimseler hususundada, böyle değerlendir.
Sonra bil ki, bu
meseleyi, "Miskin, (yoksul) herhangi bir şeyi olandır" dediği için,
Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebine göre ele alıyor ve şöyle diyoruz: "Durum her
ne kadar böyle ise de, ancak ne var ki, "miskîn" lafzının, herhangi
bir şeyi olmayanlar hakkında oa kullanılmasının caiz olduğunda bir münakaşa
yoktur. Binâenaleyh, buradaki kullanılış da bu anlamdadır. Bu sebeple, bu
ifadenin kapsamına fakir de haydi haydi girer.[84]
İntakta önceliğin
kimlere verilmesi hakkında diyeceğiz ki: Akraba ister açlık ve sıkıntı çeksin,
ister çekmesin onun ihtiyacını gidermek, sadece zekât vermekle ihtiyacını
gidermek gereken kimselere göre daha önce gelir. Fakat yoksul olan da iyice
muhtaç se. o zaman ona öncelik verilir.
[85]
Cenâb-ı Hak, bütün
yerlerde akrabaları bu şekilde, yani şeklinde zikretmiş, fakat miskini
"zi'l-meskeneti-meskenet sahibi" şeklinde zikretmemiştir. Zira,
akrabalık, teceddüt etmeyen, yenilenmeyen bir şeydir. O halde bu aemektir ki
akrabalık, sabit olan, değişmeyen bir haldir, zû kelimesi de, ancak sabit alan
ve devam eden şeyler hakkında kullanılır. Zira, kendisinden bir defa isabetli
bir görüş isabet eden, yahut bir günlüğüne bir makam elde eden, yahutta
herhangi bir zaman içinde •ndisinden bir lütuf zuhur eden kimseler için,
"görüş sahibi, mekân sahibi, lütuf sahibi..." iri», iade kullanılmaz.
Ama bu haller, o kimsede devam eder ve o kimsede sık sık görülürse, o kimse
hakkında, "görüş sahibi, lütuf sahibi" ifadeleri kullanılabilir. İşte
bu sebeple Cenab-i Hak, bu işin devam eden, çok yerleşik bir hak olduğuna
işaret etmek için, -«evzûbahs ayetimizde tabirini kullanmıştır. Ama
"meskenet" ise, arızî ar hal olup, devam etmeyen ve sona eren bir
şeydir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Yahut toprakda görünen bir
yoksula"(Beled 16) buyurmuştur. , miskîn'in, "miskin" olduğu
sürece, bu hali, yani toprakta görünme hali devam r. Yahutta durum, genelde
böyledir.
[86]
Cenâb-ı Hak önce,
"Akrabaya hakkını ver" buyurmuş, daha sonra, yoksulu, yolda kalmışı
buna atfetmiştir. Ama,
"akrabaya,
yoksula ve yolda kalmışa haklarını ver" dememiştir. Çünkü, ikinci ifade,
bu sözün başının ortaklık ifade etmesinden dolayı getirilmiştir, evlâ olan ise,
ortaklığın, bir söze göre gelmiş olmasıdır. Buna göre, Cenâb-ı
Hak sanki,
"Akrabaya hakkını ver... "demiş, daha sonra da, ikinci dereceyi işgal
etmek üzere, “Yoksul ve yolda kalmış" ifadesini getirmiştir. İşte bu
sebepten dolayı, bir padişah, "Falancanın yolunu aç, girsin; falancanın
da..." dediğinde, bu söz, tazim ifade etme hususunda, "Falanca ve
falancanın yolunu aç, girsinler" şeklindeki sözünden üstündür. İşte bu
hususa, Hz. Peygamber (s.a.s), birisi, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat
ederse, hidayete ermiş olur; kim de o ikisine isyan ederse, azmış ve sapmış
olur" deyip, (ikinci İfadesinde)
"Kim Allah'a ve
Resulüne isyan ederse..." demediği için, cJ1 ?jîl1 ÇJ*>- ü-
Cenâb-ı Hak,
"Bu..., herşeyden daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadenin
manasının, "Bu, başkasından
daha hayırlıdır"
şeklinde olması mümkün olduğu gibi, başkasına kıyas edilmeden, "Bu, bizatihi
daha hayırlıdır" manasının kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü Cenâb-ı
Hak, bir ayette, 'Ve hayır yapınız..."(Hac, 77), bir ifade de,
"Öyleyse hayırlarda yarışınız..."<Maide, 48) buyurmuştur. İkinci
mana, herhangi bir takdir yapmaya ihtiyaç bırakmadığı; bir de, daha çok mana
ifade ettiği için, daha uygun ve daha evlâdır. Çünkü, başkasından kaynaklanan
hayır, bazan, kendisine kıyaslandığı şeyin derecesi düşük olduğunda, derecesi
düşük olur; nitekim, "sükût - susmak" yalan söylemekten daha
hayırlıdır, denilir. Halbuki, bizatihi hayır ve güzel olan şer ise, güzeldir,
faydalıdır ve yücelen, yükselen bir ameldir.
Niyetin Önemi
Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın cemâlini dilemekte olanlar için..." ifadesi, nazar-ı
dikkate alınan şeyin, fiilin bizzat kendisi değil, ntyyet olduğuna işarettir.
Çünkü, insanlara gösteriş olsun diye, bütün malını infak etmeye çalışan
kimse, Allah rızası
için bir parça ekmeği tasadduk eden kimsenin derecesini elde edemez. Hak
Teâtâ'nın, "Allah'ın cemâlini dileyenler" ifadesi, "O'nun
bağışlaması, başka bir şey için değil, sırf Allah rızası için..."
demektir. Binâenaleyh, kim cenneti elde etmek için bağışta bulunur ve tasadduk
ederse, o, tasadduku ile, Hakk'ın cemâlini kastetmemiş, tam aksine Allah'ın
mahlûkunu, yani cenneti kastetmiştir.
[88]
Cenab-ı Hak, “Allah’ın
cemalini dilemekte olanlar için…”ifadesi, nazar-ı dikkate alınan şeyin, fiilin
bizzat kendisi değil, niyet olduğuna işarettir.Çünkü, insanlara gösteriş olsun
diye, bütün malını infak etmeye çalışan kimse, Allah rızası için bir parça
ekmeği tasadduk eden kimsenin derecesini elde edemez.Hak Teala’nın, “Allah’ın
cemalini dileyenler” ifadesi, “O’nun
bağışlaması, başka bir şey için değil, sırf Allah rızası için…” demektir.Binaenaleyh,
kim cenneti elde etmek için bağışta bulunur ve tasadduk ederse, o, tasadduku
ile, Hakk’ın cemalini kastetmemiş, tam aksine Allah’ın mahlukunu, yani cenneti
kastetmiştir.
[89]
Cenâb-ı Hak, felaha
ermenin ve felah bulmanın, "Mü'minler felah buldu..." {Mü'minun. i) ayetinde ifade
edijen
diğer şartlarda
varken, daha nasıl olurda burada,"ve onlar, korktuklarından emin,
umduklarına nail olanların ta kendi leridir..." buyurmuş olur?
Cevap: Biz diyoruz ki,
orada (Mü'minun sûresi) bahsedilen her vasfı felah bulmayı ve felaha ermeyi
ifade eder. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın oradaki, "Ki onlar zekât
(vazife)lerini yapanlardır. Ki onlar, emânetlerine ve ahidlerine
riayetkardırlar..." *>
ifadeleri, "felah buldu..." gttî -İÎ ifadesine atıftır. Yani,
"Bu da, beriki de, şu da, o da felah bulmuştur" demektir.
"Tasadduk edip de namaz kılmayan kimse için kurtuluş tahakkuk etmez"
de denilemez. Çünkü, biz deriz ki bu, bir kimsenin tıpkı, "Alim kimseye,
(ilmine nazaran) ikram olunur, demesine benzer. Sonra bu kimse, bir caydırıcılık
olmak üzere, zinadan dolayı had cezasına maruz kalsa, yaptığı hırsızlık
sebebiyle eli kesilse, bir önceki sözü söyleyen kimse "O bunu, (bu ilmini)
fısk ve fücur yapmak için elde etmiştir" demedikçe, yukardaki sözü, yani,
"Alime, ilmine nazaran ikram olunur" İfadesi batıl olmaz. Meğer ki
bir mahzuru irtikâba veya bir farzı terke mani olacak bir durum bulunsun.
[90]
Cenâb-ı Hak,
niçin burada namaz
vb. fiillerden bahsetmemiştir?
Cevap: Namaz, (bu
ayetten) önce ele alınmıştır. Çünkü buradaki, "ver" sözüyle yapılan
hitap, Hz. Peygamber (s.a.s)'edir. Diğerleri, (mü'minler) ise, ona tâbidr.
Cenâb-ı Hak daha önce Hz. Peygamber (s.a.s)'e ise, "O halde sen yüzünü bir
muvahhid olarak dine... çevir... Hepiniz O'na dönün, O'ndan korkun. Namazı dosdoğru
kılın, müşriklerden olmayın" (Rum, »30> . buyurmuştur.
[91]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına nail olanların ta
kendileridir..." ifadesinden, "hasr" manası anlaşılmaktadır..
Halbuki, Allah Teâlâ, Bakara sûresinin başlarında, namazını dosdoğru kılanlara,
zekâtını verenlere, Hz. Peygamber (s.a.s), ondan önce indirilenlere ve ahirete
inananlara bir işaret olmak üzere, 'Ve onlar, korktuklarından emin, umduklarına
nail olanların ta kendileridir" buyurmuştur. Binâenaleyh şayet, felah
bulma işi, Bakara sûresinde ele alınanlara hasr edilmiş ise, burada
bahsedilenler onların dışında kalanlardır. Daha nasıl, bunlar da felah elde
eden kimseler olabilirler?
Cevap: Biz diyoruz ki,
bununla onun farkı yoktur; bu odur, o da budur. Çünkü biz, biraz önce, Cenâb-ı
Hakk'ın,"O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak... dine çevir"
beyanının, tefsirini yapmakta olduğumuz ayetle ilgili bir ifade olduğunu
bildirmiştik. Binâenaleyh bir kimse namazını dosdoğru kılar, malını infâk eder ve
bununla da Allah'ın rızasını gözetirse, bu kimsenin, namazını dosdoğru kılan,
zekâtını veren ve ahireti ikrar etmiş olan bir mü'min olduğu sabit olur.
Böylece de bu kimse, tıpkı Bakara sûresinin başlarında ele alınan kimseler gibi
olmuş olur.
[92]
"insanların
mallarında artış olması için faiz (cinsin)den verdiğiniz şey, Allah katında
artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise; sevâblannı kat kat
artıranlar işte (bunu verenler) dir."
(Rum, 39).
Cenâb-t Hak bu ayeti,
teşvik olsun diye zikretmiştir. Bu, "Sizden, kendisine arzu duyduğunuz iki
şeye mukabil, bir şey istenip de, siz de onu verseniz, bu Allah katında artmaz.
Halbuki, verdiğiniz zekâtlar ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de, "Verdiğiniz
sadakalar, Rahman olan Allah'ın eline ulaşır. Ve öylesine çoğalır ki, tıpkı dağ
gibi olur" buyurduğu gibi, Allah katında çoğalır. Binâenaleyh, sizin
zekâta yönelmenizin daha fazla olması gerekir" demektir.
[93]
Cenâb-ı Hak
"Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise; sevâblannı kat kat
artıranlar işte (bunu verenlerdir..." buyurmuştur. Yani, "İşte
bunlar, "Mükâfaatlarını kat kat arttırmış olanlardır" demektir. Bu
tıpkı, zenginlik sahibi olan kimseye, "müşir" (zengin) denilmesi gibidir.
Bunun en azı ise, o kimsenin verdiği şeyin her mislinin, miktarda değil de bir
hasene ve iyilik olmak hususunda, on misli, on kat artmasıdır. Binâenaleyh bu
ifadeden, "Kim bir ekmek tasadduk ederse, Allah ona on ekmek verir"
manası anlaşılmaz. Tam aksine bunun manası, "Onun bir merhamet olsun diye,
yapmış olduğu o fiilin mükâfaatını, Allah, bir lütuf olmak üzere, en aşağı on
katına çıkarır" şeklindedir. O halde, tasadduk edilen tek bir ekmek
mukabilinde, mesela ona cennette mükâfaat olmak üzere, içinde her şeyin
bulunduğu bir köşk; Allah'ın fazlu ihsanına nazaran ise, onun benzeri olan on
köşk vardır. Bunun şehadet alemindeki misali şudur: Büyük bir hükümdar,
tebeasindan, kıymeti bir dirhem olan bir hediye kabul etse, bu durumda o hediye
veren o tebaasına, verdiği hediyeye karşılık on dirhem verecek olsa, bu bir
kerem ve lütuf olmaz. Tam aksine, o hükümdarın örfü, bu gibi şeylere mukabil,
onun bin katı ile mukabelede bulunmak ise, bu raiyyesine onbin katı ile
mukabelede bulunduğunda, işte o zaman ona mükâfaatını kat kat vermiş olur.
[94]
"Allah, sizi
yaratan, sonra rızkınızı veren, sonra sizi öldürecek, daha sonrada, sizi
diriltecek olandır. Sizin ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi bir şeyi
yapacak kim? O, çok münezzehtir. Eş koşmakta olduklarından da yücedir."
(Rum, 40).
"Allah sizi
yarattı", yani, "Sizi yoktan var etti, icad etti"; "Sonra
sizinzıklandırdı", yani, "Hayatınızı ibkâ etti, sürdürmenizi
sağladı" demektir. Çünkü sonradan var olanlar, yaratılmış şeylerdir, ama
baki değillerdir. "Sonra sizi öldürecek, daha sonra da diriltecek olandır.
Sizin ortaklarınız içinde bunlardan herhangi bir şeyi yapacak hm?..."
Cenâb-ı Hak bu ayetinde, iki aslı, yani haşr ile tevhîdi birlikte zikretmiştir.
Haşr'e gelince bunu, "Daha sonra da sizi diriltecek" ayetiyle ifade etmiştir.
Haşr'in delili, O'nun, doğrudan doğruya yaratmaya kadir olmasıdır. Tevhid de,
"Sizin ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi bir şeyi yapacak
kim?..." sözüyle ifade etmiştir.
[95]
Daha sonra da, "O
çok münezzehtir. Eş koşmakta olduklarından da yücedir" buyurmuştur.
Ayetteki, iJbw ifadesi, "Onu teşbih edin; yani, O'nu tenzih edin; O'nu,
ortakları olmakla tavsif etmeyin" ifadesi ise, Böyle yapmak O'nun hakkında
caiz değildir" demektir. Zira, hakkında bazan caiz o4an bir şeyle
vasıflanamayan kimse, "Onu teşbih ediniz; O'nu ortaklıkla tavsif
etmeyiniz" deyip, dediğinde, sanki O, "Bu O'nun hakkında caiz
değildir" demiş olur.
[96]
"İnsanların kendi
ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada, denizde fesat zuhur etti ki;
(Allah) yaptıklarının bir kısmını onlara taddirsm. Olur ki rücû ederler
onlar."
(Rum, 41).
Bu ayetin daha
öncekilerle münasebeti şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer gökte ve yerde,
"Allah'dan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup
gitmişti." {Enbiyâ, 22) buyurduğu gibi, şirk, fesadın sebebidir. Şirk,
fesadın sebebi olunca, Allah onların, o şirki açıktan yapmalarını, bozukluğun
zuhurunun sebebi göstermiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, onlar sözlerinin
gerektirdiği şeyi, onların başına getirmiş olsaydı, Cenâb-ı Hakk'ın da,
"Onlar Rahman 'a bir evlâd nisbet ettiler diye, bu (sözden) dolayı,
nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecek
"(Meryem. 90-91) buyurduğu gibi, gökler ile yer, fesada uğrardı. İşte bu hususa
Cenâb-ı Hak "Yaptıklarının bir kısmını onlara taddırsm" ifadesiyle
işaret etmek istemiştir. Alimler, ayetteki, "karada ve denizde"
ifadesi hususunda, değişik görüşler beyan etmişlerdir. Bu cümleden olarak
müfessirlerin bir kısmı, bununla, Tufan korkusunun kastedildiğini söylerlerken,
bir kısmı da, "Bu, bir kısım arazinin, hiçbir şey bitirmemesi; deniz
sularının acıması, acılaşması... demektir" demişlerdir. Diğer bazıları da
şöyle demişlerdir: "Ayetteki bahr (deniz) kelimesiyle, şehirler kastedilmiştir.
Çünkü Arapların plânı su üzerine kurulu olduğu için, şehirlere, buhur adını
verirler. Şöyle de denilebilir: Denizde fesadın zuhur etmesi, gözelerin suyunun
azalması demektir. Çünkü gözeler de, denizlerden sayılır.
Bil ki yapılan her
fesad, şirkten kaynaklanır. Şirk bazan sözde ve inançta (kalbte) değil, yapılan
işte olur. Bu, fısk ve isyan adını alır. Çünkü masiyet, Allah için yapılmış bir
fiil değil, aksine nefis için yapılmış bir fiildir. Binâenaleyh fasık, yaptığı
fiili ile, Allah'a şirk koşmuş demektir. Bu konuda söylenebilecek olan söz son
şudur: Fiil ile yapılan şirk, cehennemde ebedî kalmayı gerektirmez. Çünkü
kişide asıl olan, kalbi ve lisanıdır. Binâenaleyh kişinin kalbinden ve
dilinden, sadece tevhid sâdır olursa, bu iki şey sayesinde, onun bedenî
şirkleri zail olur. Cenâb-ı Allah'ın, "(Allah) yaptıklarının bir kısmını
tattırsın" ifadesinin, onların cezalarının ve iftiralarının gereğinin
hepsini kapsamadığını belirtmiştik.
Allah Teâlâ,
"Olur ki rucû ederler onlar" buyurmuştur. Bu, tıpkı Allah'ın,
saptırdığı kimselerin rücû etmeyeceklerini bilmesine rağmen, onların
dönmelerini bekleyen kimsenin hareketine benzer. Fakat insanlar, onlara böylesi
bir cezanın verilmesi halinde, onlardan bir dönüşün olacağını sanırlar. Bu
tıpkı, efendinin, kölesini herhangi bir kötü işten sözle vazgeçilmeyeceğini
bilip, bunun üzerine bir kimsenin o efendiye, "Onu niçin sözle terbiye
etmiyorsun, uyarmıyorsun?" deyip, buna karşılık efendinin de, "Fayda
vermez" dediğinde, çoğu kez karşı tarafın kafasında, sözlü uyanmanın
faydadan hâlî olmayacağı düşüncesi bulunur. Fakat (karşı tarafın sözü üzerine)
efendi kölesini söz ile uyardığı halde, köle yine yaptığından vazgeçmeyince,
karşı taraftaki, efendinin, "Ona söz fayda vermez" şeklindeki sözünün
doğruluğunu anlar ve kalbi mutmain olur.
[97]
"De ki:
"Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha Önce geçenlerin akibeti nice oldu
görün. Onların çoğu müşrik idiler."
(Rum, 42).
Allah Teâlâ, onların
hallerini, sözlerinin yanlışlıkları sebebiyle, hollerinde ortaya çıkan fesad
olarak açıklayınca, onlara, fiilleri tıpkı kendi fiilleri gibi olan benzeri
Kimselerin helaklerini açıklayarak, "De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın
da, daha önce geçenlerin Nuh, Ad ve Semûd kavimlerinin akibeti nasıl oldu görün
" buyurmuştur ki bu, tertib bakımından son derece güzeldir. Çünkü Cenâb-ı
Hak, lütuf ve ihsanda bulunduğunda, "Allah sizi yaratan, sonra rızkınızı
verendir" (Rum, 40) yani "Size .arlığınızı bahşeden ve sonra da
hayatınızı sürdürmenizi sağlayandır" buyurmuş; iaddi aşmaları sebebiyle
yardımını kestiği zaman da, "İnsanların kendi ellerinin kazandığı şeyler
yüzünden karada, denizde fesat zuhur etti"(Rum. 41) yani "rızkınızı
azalttı" buyurmuş; daha sonra da, "De ki: "Yeryüzünde gezip
dolaşın..." yani, 'Allah, sizden Öncekileri yokettiği gibi, sizi de yokeder"
buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "O size varlığınızı ve bekanızı
bahşetmiş ve yine varlığınızı ve bekanızı O alır" demiştir. Varlığın
sürdürülmesinin alınışı, fesadtn yayılmasından ötürüdür. Varlığın alınması ise,
yokedilme ile sağlanır. Allah Teâlâ, verirken "var ofma"yı,
"bekâ"dan Önce zikretmiştir. Çünkü önce, varlık, sonra beka (varlığı
sürdürme) gelir. Ama alırken, bekayı önce var olmayı sonra zikretmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onların çoğu müşrik idiler" ifadesi, şu üç manaya gelebilir:
a) Genelde
helak, aşikâr şirk sebebiyle olur. Fısk ve emre muhalefet etmeden dolayı, helak
etme de daha az olarak vaki olur. Emre muhalefet etmeden ötürü helak, -esela
yahudîlerden "ashab-ı sebf'e (cumartesi yasağına uymayan Eyle'tilere)
jygulanmıştır.
b)
Her kâfir, müşrik olmasa bile helak olmuştur.
Hatta onlardan muattıla (ate) olanlar da vardır. Fakat bunlar azınlıktadırlar.
Kâfirlerin ekserisi müşriktirler.
c) Bu
dünyevi azab geldiğinde, sadece müşrikler üzerine gelmez. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Sizden, sadece zâlimlere isabet etmeyecek olan fitneden korkun"
(EnM, 25) buyurmuştur. Hatta bu, çocukları ve delileri de içine alır. Fakat
azaba uğrayanların ekserisi, müşriklerdir.
[98]
"Allah'ı, reddine
asla imkan olmayan (bütün insanların) bölük bölük ayrılacağı o gün gelmezden
önce, yüzünü haydi o dosdoğru dine çevir. Kim inkâr ederse, inkârı kendi
aleyhinedir. Kim de sâlih amelde bulunursa,
kendileri için
hazırlık yapmış olurlar"
(Rum, 43-44).
Allah Teâlâ,
kâfirleri, yaptıkları şeylerden nehyedince, mü'minlere yapmakta oldukları şeyi
sürdürmelerini emretmiş, mü'minlerin mükellef oldukları şeyin üstünlüğünü
anlamaları için Peygambere hitâb etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberlerin en
şereflisine de, aynı şeyi böylece emretmiştir. Mükellefiyette, mü'minler de,
peygamberlerin makamındadırlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah,
mü'min kullarına, peygamber kullarına neyi emrediyorsa, onu emreder"[99]
buyurmuştur. Bunun ne demek olduğunu daha evvel anlatmıştık.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'dan reddine asla imkan olmayan o gün gelmezden önce" ifadesi,
şu iki manaya gelebilir:
1) ifadesi, ifadesine
bağlıdır, yani, "Allah'dan (...) gelmezden Önce" demektir.
2) Bu ifade,
"reddine asla imkan olmayan" ifadesine bağlı olup, "Allah bunu
asla geri çevirmez. Başkalarının ise zaten buna gücü yetmez. Binâenaleyh o gün
mutlaka gelecektir" demektir.Yani, o gün insanlar parça parça olurlar,
bölük bölük ayrılırlar.
Cenâb-ı Allah, bu
bölünme işine Oj"Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlih
amelde bulunursa, kendileri için hazırlık yapmış olurlar" buyurarak işaret
etmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[100]
Allah Teâlâ, "Kim
inkâr ederse, İnkârı kendi aleyhinedir. Kim de sâlih amelde bulunursa..."
buyurmuş ama, "Kim de iman ederse..." buyurmam ıştır. Çünkü iman,
ancak amel-i sâlih ile kemale erer, tam ve mükemmel olur. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, mükellefi amel-i sâlihe teşvik etmek için, burada sadece amel-i
sâlih'den bahsetmiştir. İnkâra gelince, onunla beraber yapılan, amelin
(işin-ibadetin) kıymeti yoktur. Bunun bir diğer izahı da şöyle yapılabilir:
Küfür ikiye ayrılır:
a) Fiil
halinde olan küfür ki bu, Allah'a ortak koşmak ve bunu açıkça ifade eîmektir.
b) Terk
halinde (yapmama manasında) olan küfür... Bu da, tefekkür etmeme ve iman
etmemedir. Binâenaleyh akıl-bâllğ bir insan, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şehrinde
bulunur ve buna rağmen iman etmezse, bu kimse Allah'a şirk koştuğunu ister
açıktan söylesin, ister söylemesin, kâfirdir. Fakat imanla birlikte mutlaka
amel-i salih bulunur. Çünkü gerçek inanç kalbin ameli, "Allah'dan başka
ilah yoktur" (Lfl İlahe İllallah) sözü de, dilin amelidir. O halde bu
demektir ki, müminde her halükârda amet-i sâtih olarak birşeyler vardır.
[101]
Allah Teâlâ, zamiri
müfred getirerek, "Kendi aleyhine" buyurmuş; "Kendileri
için" ifadesinde ise, zamiri cemî
getirmiştir. Bu,
rahmetinin gazabından daha genel olduğuna ve rahmetinin, o kimsenin kendisini
ve çoluk-çocuğunu kapsadığına bir işarettir. Gazabına gelince, rahmeti onu
geçmiş olup, sadece kötülük yapanlara mahsustur.
[102]
Allah Teâlâ, 'İnkârı kendi aleyhinedir" demiş,
ama herhangi bir açıklamada bulunmamış. Mü'minler için ise, onlara rahmetinin
mükemmelliğini göstermek gayesi ile, (açıklama yaparak) "Kendileri için
hazırlık yapmış olurlar" buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Allah, İyiliklerden
bahsedince, orada bir müjdenin bulunduğunu anlatır. Ama başka şeylerden, sadece
işaret ederek, kısaca temas eder, geçer.
[103]
"(Bunun hikmeti),
iman edip, sâlih amellerde bulunanları, Allah'ın fazl-u ihsanından
mükâfaaüandırmasıdır. Çünkü O, kâfirleri hiç sevmez"
(Rum, 45).
Allah Teâlâ,
mü'minlerin hayır ve sâlih amel için hazırlık yapması konusunda daha fazla
tafsilata yer vermiştir. Bu da, mü'mine mükâfaat olarak vereceği şeydir. Çünkü
padişah büyük ve kerim (cömert) otup, herhangi bir kuluna (adamına), "Seni
mükâfatlandıracağım" diye söz verdiğinde, ondan o kuluna, kulunun
umduğundan daha büyük bir şey ulaşır. Cenâb-ı Hak işte bu hususu, 'iazl-u ihsanından"
buyurarak te'kid etmiştir. Bu, "mükâfatlandıracak olan benim, öyle ise, bu
mükflfaatın nasıl olacağını sen var düşün. Hem sonra Ben sana, adaletime göre
karşılık vermiyorum. Aksine, fazlıma göre mükâfaat vereceğim" demek olup,
bu durumda kulun beklentisi çok dah artar.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü O, kâfirleri hiç sevmez" buyurmuştur. Bu kısa ifade,
hernekadar hakikati gören, anlayışlı olanlar için, adeta detaylı bir ifade ise
de, Cenâb-ı Hak, o kâfirleri, tehdid etmiş ve daha önce de belirttiğimiz gibi
bu tehdidini tafsilatlı olarak anlatmamıştır. Bu bir detay gibidir. Çünkü
Allah'ın sevmemesi, azabın doruk noktası demektir. Bunu şuradan çıkarıyorum:
Bir kimsenin sevdiği birisi olsa, sevene "O, sana şu kadar gümüş ve altın
vereceğini va'dediyor" diye haber verildiği zamanki sevinci ile,
sevgilisinin "Onu seviyorum" dediği haber verildiği zamanki sevinci
bir değildir.
Burada şöyle bir
incelik var: Allah, küfrü ve imanı, kuluna ntsbet ettiğinde, önce kâfirden
bahsederek, "Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir" buyurmuş;
ama mükâfaat verme işini kardeşine nisbet ettiğinde de, önce mü'minlerden
bahsederek, "iman edip, sâlih amellerde bulunanları...
mükâfaatlandırmakiçin..."buyurmuş ve sonra "Çünkü O kâfirleri hiç
sevmez" ifadesine yer vermiştir. Çünkü, "Kim inkâr ederse"
ifadesi gerçekte, bir tehdid ile kâfiri inkârından çevirmek ve o fiilinden
alıkoymak içindir. "Kim de sâlih amelde bulunursa" ifadesi ise,
mü'mini sâlih amele teşvik içindir. Binâenaleyh nehy, adetâ bir tehdid, teşvik
de adetâ tahrir (iyice anlatma) içindir. Hakim ve Rahim olan nezdinde ise,
tehdid teşvikden önce gelir. Fakat Cenâb-ı Hak mükâfaattan bahsederken, kerem
ve rahmetini ortaya koymak için, işe ihsan ile başlar.
İmdi eğer birisi,
"Bu sözün, bu ifade tarzının, Kur'ân'ın her yerinde aynı olması halinde
doğru olur. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah Teâlâ, pek çok yerde
mü'minin imantnı, kâfirin küfründen; azabı mükâfaattan önce zikretmiştir?"
derse, biz deriz ki: "Eğer Allah Teâlâ bizi bunu açıklamaya muvaffak
ederse, önce zikretmeyi gerektiren hususu şöyle beyan ederiz: Kur'ân'daki her
kelime mutlaka bir manadan ötürü gelmiş ve orada kullanılmıştır. Yine Kur'ân'da
bulunan her sıra, bir hikmetten ötürüdür. O tertibin aksine yer alan bir husus,
Kur'ân'da vârid olanın derecesinde olamaz. Bunu, bu husustaki misallerden biri
ile şöyle açıklayabiliriz: Allah Teâlâ, "O gün (mü'min kâfir) birbirinden
ayrılırlar. Artık iman edip saîih amellerde bulunanlara (gelince), onlar bir
bahçede mesrurdurlar"(Rum, 14-15) buyurmuş ve mü'minin halini kâfirden
önce zikretmiştir. Burada ise aynı manada olarak, "(Bütün insanların)
bölük bölük ayrılacağı o gün" (Rum. 43> buyurarak kâfiri mü'minden önce
zikretmiştir. Binâenaleyh diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, orada önce kâfiri
zikretmiştir. Çünkü bundan önce "Kıyametin kopacağı gün günahkârlar, susup
kalacaklardır" {Hum, 12) buyurmuş ve böylece kâfirden ve ümidsizliğinden
bahsetmiş; daha sonra "Kıyametin kopacağı gün (mü'min kâfir) birbirinden
ayrılırlar" buyurmuştur. Böylece mü'minin yalnız başına zikredilmesi,
mutlaka o ayrılığın nasıllığını, hem kâfirler hakkındaki, "Susup
kalacaklardır" ifadesi, hem de mü'minler hakkındaki "Onlar bir
bahçede mesrurdurlar" ifadesi İle ortaya koymak içindir. Fakat Cenâb-ı
Hak, iyice detaylı olsun diye, sonra yeniden mücrimlerden bahsederek,
"Amma inkâr edip, ayetlerimizi ve âhiret kavuşmasını yalan sayanlar"
(Rum, ıe) buyurmuştur.
[104]
"(Allah'ın)
rahmetinden size tattırması, emriyle gemilerin akıp gitmesi, fazlından nasib
aramanız ve şükretmeniz için, rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi de O
(Allah'ın) ayetlerindendir."
(Rum, 46).
Cenâb-ı Hak, fesad ve
helakin ortaya çıkışının şirk yüzünden olduğunu belirtince, salah ve iyiliğin
ortaya çıkmasından bahsetmiş ve bunun sebebinin, "kerim kimse yaptığı
ihsanının karşılığından bahsetmez. Ama bir zulüm olduğu düşünülmesin diye,
verdiği ve yaptığı zararların sebeblerinden bahseder." diye defalarca
anlattığımız gibi, amel-i sâlih olduğunu belirtmemiştir. İşte bu babda
"Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi..." buyurmuştur. Bu müjde
işinin, Cenâb-ı Hakk'ın bir başka ayette, "Rahmetinin önüsıra bir müjde
olarak..." (Furkan, 48) diye beyan buyurduğu gibi, yağmur hususunda olduğu
söylenmiştir. Bu müjdenin, o rüzgârların havayı ve durumları değiştirmesi
manasında olması da mümkündür. Çünkü rüzgâr esmese, veba ve fesâd zuhur eder.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bahsettiğimiz manaya atıfta bulunarak, "Rahmetinden size tattırması
için..." buyurmuştur. Bu, "Sizi, havayı değiştirmek ve insanları
sıhhate kavuşturmak hususunda sizi müjdelemek ve yağmur sebebiyle size
rahmetinden tattırmak için..." demektir. "Tattırma" ifadesinin,
az olan şeyler hakkında kullanıldığını daha evvel söylemiştik. Binâenaleyh
dünyanın işi ve menfaati aslında az, rahatı geçici ve yetersiz olduğu için,
burada "tattırma" kullanılmıştır. Ahirette ise, Cenâb- Hak, onları
bol bol rızıklandıracak ve onlara beka verecektir.
[105]
Allah Teâlâ,
"Emriyle gemilerin akıp gitmesi, fazlından nasib aramanız ve şükretmeniz
için..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, hareket etme (gitme) işini gemiye
nisbet edince, bunun peşisıra hemen "emriyle" ifadesini getirmiştir
ki bu, "Hareket hernekadar gemiye ait imiş gibi görünüyorsa da, aslında bu
Allah'ın emriyledir1 demektir. Yine aynı sebebten ötürü Cenâb-ı Hak, İşi kullara
nisbet edip, "Nasib aramanız için" buyurunca, bunun peşinden,
"fazlından" ifadesini getirmiştir. Yani hiçbirşeyin hiçbir surette
bağımsızlığı söz konusu değildir, herşey Allah'a bağlıdır. Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[106]
Bu, ayetin terkibi
hakkındadır: Diyoruz ki: Rüzgârların esmesinde pek çok faydalar vardır: Havanın
temizlenmesi, bulutların sürülüp götürülmesi ve gemilerin hareket etmesi
bunlardandır. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, rüzgârlar için,
"müjdeciler" ifadesini kullanmıştır. Bu,
"Onlar, havayı düzeltme
hususunda müjdecidirler" demektir. Çünkü havanın düzelmesi ve
temizlenmesi, rüzgârın esmesi ile olur. Yağmurlar, bundan sonra gelir.
Gemilerin (yelkenlerin) hareketi ise, insanoğlunun gemi yapıp, onu denize
indirmesi İle olan bîr tecrübesine bağlıdır. Allah'ın fazlından nasib aramak
da, o gemiye binmek suretiyle olur.
[107]
Allah Teâlâ,
"Karada ve denizde fesad belirdi" (Rum, 41) ayetinde,
"Yaptıklarının bir kısmını o insanlara tattırsın diye..." buyurmuştur.
Burada İse, "Rahmetinden size tattırması için..." buyurarak, bunun
şerefini göstermek İçin, muhatab zamiriyle "size" demiştir. Hem
sonra, Allah'ın rahmeti muhsinlere yakındır. Binâenaleyh ihsanda (iyilikte)
bulunanlar Allah'a yakındırlar. Dolayısıyla onlara, muhatab zamiri ile hitab
olunmuştur. Kötülük yapanlar ise uzaktırlar. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onlara
hitab etmemiştir. Bir de Cenâb-ı Hak orada, "Yaptıklarının bir
kısmını"; burada ise "rahmetinden" buyurarak, böylece o kâfirlerin
başına geleni onlara nisbet etmiş, mü'minlere ulaşan şeyi ise, Kendi rahmetine
nisbet etmiştir. Burada şu iki mana yatmaktadır:
a)
Daha evvel de bahsettiğimiz gibi, Kerim zât,
kendi ihsanı ve rahmeti için bir karşılıktan bahsetmez. Eğer bir karşılık
varsa, o "Sen şöyle şöyle yaptığın için, verdim" demez, aksine
"Bu, benden sanadır. Yaptığın iyiliğe gelince, onun mükâfaatı henüz
katımdadır" der.
b)
Kulun yaptığı şeyden ötürü, verilecek şeyler
azdır. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, "Sizin fiillerinizden ötürü
rüzgârları gönderdim" demiş olsaydı, bu, büyük bir müjde olmazdı. Fakat
"rahmetimden" deyince, bu, alabildiğine bir müjde olur. Bir üçüncü
husus da şudur. Eğer Csnâb-ı Allah, "Yapmış olduğunuz şeyler
sebebiyle..." demiş olsaydı, bu, o kimselerin ahiret mükâfaatlarından bu
kadar noksanlaştınlacağı manasına anlaşılabilirdi. Çünkü Allah Teâlâ, kâfirler
hakkında, "Yaptığınız şeyler sebebiyle..." buyurunca,
bu onlara âhirette
verilecek cezanın, bu
miktar noksanlaştıracağını ifade eder.
[108]
Cenâb-ı Hak orada,
"Olur ki rücû ederler (dönerler) onlar" (Rum, 41) buyurmuş. Burada ise "ve şükretmeniz için (umulur
ki şükredersiniz)" buyurmuştur. Alimler bunu şöyle izah etmişlerdir:
"Buradaki ifade, Allah'ın, mü'minleri şükre muvaffak kılmasının da,
nimetlerinden olduğuna bir işaret içindir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, bu
ifadeyi, bundan önce sayılan nimetlere atfetmiştir.
[109]
Cenâb-ı Hak, bu ayeti
sonraya bırakmıştır. Çünkü bahsi DÖRDÜNCÜ MESELE geçen ayetler hakkında şöyle deriz: Hak Teâlâ,
her konuya dâir iki ayet zikretmiş; inzâr ayetlerinden olarak da, "O, size
şimşeği gösteriyor" (Rum, 24) ayetini getirmiştir. Genelde havada meydana
gelen şeyler, ateş ve rüzgârdır. Dolayısıyla burada da, Hak Teâlâ, delillerini
iyice ortaya koymak ve hatırlatmak için, rüzgârdan bahsetmiştir. Rüzgârda,
yağmurdan başka faydalar olup, şimşekte de eğer neticesinde yağmur yoksa, bir
fayda olmayacağı için, o ayette, "Hem korku, hem ümit (vermek)
için..." yani "Bu şimşeğin neticesinde, yağmur ya olur, ya
olmaz" buyurmuştur. Burada ise, "müjdeciler" .fadesini
getirmiştir. Çünkü havayı normalleştirmek ve rüzgârla onu arıtmak, gerekli bir
iştir. Dolayısıyla bu kesindir.
[110]
"Celâlim hakkı
için, senden evvel, kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik ve onlar,
onlara açık açık burhanlar getirdiler. Fakat Biz, o günah işleyenlerden intikam
aldık. Mü'minlere yardım etmek de, üstümüzde bir
haktır"
(Rum, 47).
Cenâb-ı Hak, iki aslı,
yani tevhidi ve haşri (dirilişi), çok net delillerle beyan edince, Dunların
peşine üçüncü aslı, yani nübüvveti de zikrederek, "Celâlim hakkı için
senden evvel, kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik"buyurmuştur ki
bu, "Onları peygamber olarak göndermiş olmamız, senin de (Ey Muhammed)
peygamber oluşunun delilidir. Çünkü onlar da aynen senin bu işini yapmışlardır
ve onların elinde, senin elinde zuhur eden şeyler gibi işler zuhur etmiştir.
Onları kim yalanlamışsa, helak olmuşlardır. Kim de onlara iman etmişse, ilahi
yardım onlara nasib olmuştur" demektir.
Burada, ayetin daha
önceki ayetlerle münasebeti hususunda şöyle bir diğer izah da yapılabilir:
"Allah Teâlâ delillerini ayan beyan ortaya koyduğu halde, kâfirler
bunlardan istifade etmeyince, Hz. Muhammed (s.a.s)'in gönlünü şöyle diyerek
yatıştırmıştır: "Senden önceki peygamberlerin durumu da böyle idi. Onlar
da mucizeler getirdiler. Senin kavminde olduğu gibi, onların kavimlerinde de
kâfir ve Tiü'min olanlar vardı. Fakat Biz, kâfirlerden intikam aldık,
mü'minlere yardım ettik."
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bir hak oldu" ifadesi hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1)
"İntikam aldık ve bu intikam hak oldu" buyurulmuş, daha sonra söze
yeniden başlanarak, "Mü'minlere yardım etmek Bizim üstümüze buyurulmuştur.
Buna göre bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'e imân edenlere bir müjdedir, yani, "Ey
mü'minler, size yardım etmek, bizim işimiz, bize âit" demektir.
2) Bu, eklindedir,
yani, "Mü'minlere yardım etme işi, Bizim üzerimize hak (vazife) oldu"
demektir. Birinci mananın bir inceliği, ikinci mananın ise, diğer bir İnceliği
var. Birincisine göre olan incelik şudur: Allah Teâlâ, "İntikam
aldık" buyurunca, bunun bir zulüm olmayıp, gerçek bir adalet olduğunu
anlatmak istemiştir. Çünkü intikam ancak onların hayatta kalmalarının, günahı
artırma ve fâcir-kâfir nesiller türetme vesilesi olması ve onların yok
olmaları, pis varlıklarından daha hayırlı olmasından dolayı olur. İkinci manaya
göre ise, bu ifade müjdeyi te'kiddir. Çünkü^alfi edatı, lüzum
(vücub-gereklilik) manası ifade eder. Nitekim Arapça'da, Falanca üzerinde şu
vardır" denildiğinde, bu, onun, ona gerekli-vazife olduğunu gösterir.
Binâenaleyh, ifadesi, işte bu gereklilik manasını te'kid eder. Biz, yardımın,
neticesi ağır ve fena olmayan, bir üstünlük olduğunu söylemiştik. Çünkü iki
taraftan biri, Önce hezimete uğrar, ama sonra geriye dönüp gâlib gelirse,
burada söz konusu olan ilahî yardım, ilk başta mağlub olmuşlar için olur. Hz.
Musa (a.s) ve kavminin durumu da böyle idi. Onlar Firavunun karşısında
başlangıçta hezimete uğrayıp, sonra Firavun ve ordusu (Kızıldeniz'de)
boğulunca, Hz. Musa (a.s) ve kavminin hezimeti, yardıma dönüşmüş oldu. O halde,
kâfir bazan müslümanı yenerse, bu onun için bir nusret-i ilâhiyye sayılmaz.
Çünkü bunun neticesi yoktur.
[111]
"Allah, bulutu
kaldıran rüzgarı gönderendir. Böylece (Allah), bu (bulutu) gökte dilediği gibi
serer. Onu parça parça da edebilir. Nihayet aralarından yağmurun çıkıp durmakta
olduğunu görürsün. Artık (Allah) o yağmuru,
kullarından dilediğine
nasib eder de onlar da hemen sevinirler. Halbuki onlar, bundan evvel,
üzerlerine (Allah'ın yağmur indireceğinden) katiyyen ümitlerini kesmişlerdi.
Şimdi, Allah'ın şu rahmet eserlerine bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl
diriltiyor. Şüphe yok ki, ölüleri diriltecek de O'dur, O herşeye
kadirdir"
(Rum, 48-50).
Allah Teâlâ, önceki
tafsilatlı beyanında, rüzgârdan çıkartılan delilleri beyan edip, rüzgârın
gönderilmesinde^ kudret ve hikmeti anlatmıştır. Bunda kudretin bulunuşu
açıktır. Çünkü yağmur tarafından delinen, o latif hava (rüzgâr), ağaçları
kökünden söküp çıkaracak bir hal alabilir. Bu, havanın kendisinden kaynaklanan
birşey değildir. O halde bu, hür ve irade sahibi bir failin yapmasıyladır.
Bundaki hikmete gelince, bu, bizzat rüzgârın esmesinde ve netice olarak
buluttan sürüp götürmesinde yatmaktadır. Daha sonra Cenâb-f Allah, bulutların
çeşitlerinden de bahsetmiştir: Yani peşpeşe-kesit olanlar bulunduğu gibi, parça
parça olanlar da vardır. Yağmur buluttan çıkar. Havada suyun (yağmurun)
bulunuşu, ilâhi kudretin en harikulade alâmetlerindendir. Otların bitmesi ve bu
sayede memelerin süt dolup akıtması gibi, bunun neticeleri ise, alabildiğine
bir hikmettir. Sonra bu, genel değildir. Aksine, şuna değil de, bu topluma
nasib edilmiş olabilir. 8u da, bunda bir ilahi meşîetin bulunduğunun
alâmetidir.
Allah Teâlâ
"Halbuki onlar bundan evvel, kendilerine yağmur indirilmezden
evvel..." buyurmuştur. Müfessirler, bunun tefsirinde değişik izahlar
yapmışlar: Bazıları bunun tıpkı, 1^ ğ^V j&t j> "Ateşte, yani onda
ebedî olarak... "(Haşr. ^7) ayetinde olduğu gibi, bir te'kid olduğunu
söylerken, bazıları da, "indirmeden ve yağmurdan önce..." manasını
vermişlerdir. Evla olan ise, "Onlara indirilmezden önce ve ondan yani
rüzgârlardan önce..." manasının verilmesidir. Çünkü yağmurları
gönderdikten sonra, bilen kimse, o rüzgârda yağmurun olup-olma-yacağını anlar.
O halde, yağmurdan önce rüzgâr estiğinde, o bilen-erbabı olan, ümitsizliğe
düşmez. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Onlara indirilmezden önce..."
buyurun-ca, hemen peşisıra, "Onlar ümitlerini kesmişlerdir"
buyurmamıstır. Çünkü yağmur indirilmezden önce, bilen, bulutu ve rüzgârın
esişini görünce ümitlenmiştir, yağmurun yağacağı hususunda zann-ı galibi
vardır, işte bundan ötürü Cenâb-ı Hak,(Ondan Önce) yani, "O rüzgârların
salıverilmesinden ve bulutların yayılmasından önce" buyurmuştur.
[112]
Daha sonra Allah
Teâlâ, bu ayrıntılı açıklamanın peşinden, * "Şimdi Allah'ın şu rahmet
eserlerine bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki
ölüleri dirilticidir." buyurmuştur. O, delillerden bahsedince, hem lam-ı
te'kid ile, hem de ism-i fail sigasıyla, "Şüphesiz O, ölüleri
dirilticidir" buyurmuştur. Çünkü insan, "Hükümdar, sana veriyor"
dediğinde, bu sözü "O, sana vericidir" şeklindeki, ism-i fail ile
söylenen sözünün İfade ettiği te'kidli manayı ifade etmez. Çünkü ikinci şekil,
"vermeyi kendine şiar edinmiş bir kimse olarak O, sana verecektir"
manasına gelirken, birinci şekil, "O, verme işini kendine sıfat
edinecek" manasına gelir. Bu mesele, senin, "Sen, ölüsün"
sözünün, "Sen, ölüyorsun" sözünden daha te'kidli oluşu ile de
anlaşılır, "O, herşeye kadirdir" ifâdesi de, karşı tarafın itirafını
(kabulünü) t'e'kid eden bir sözdür.
[113]
"Biz, bir rüzgâr
gönderir ve (o bitkileri) onlar sararmış görürlerse, ardından muhakkak
nankörlük etmeye başlarlar. Bunun için sen, arkalarına dönüp giderken, o daveti
(tebliği) ölülere duyuramaz, sağulara işittiremezsin. Sen, körleri de,
sapıklıklarından ayınp, doğru yola iletemezsin. Sen, başkalarına değil, ancak
âyetlerimize imân edip, müslüman olanlara, yalnız onlara dinletebilirsin"
{Rum. 51-53).
Genâb-ı Hak onların,
hayrı beklerlerken, ümitsizliğe düştüklerini; hayır tahakkuk edince de,
sevindiklerini beyan edince, onların bu hal üzere kalmadıklarını, tam aksine
ekinlerine sarartıcı bir rüzgâr isabet ettiğinde nankörlük ettiklerini, böylece
de, geleceğe değil de, o ana baktıktan için, eski hallerini sürdürmeyip hemen
değiştiklerini beyan buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[114]
Cenâb-ı Hak, önceki
ayette, göndermeyi bildirir bir üslubla, "Rüzgârlarıgönderir."buyurmuş,
buradaise,
o üslûbun dışına
çıkarak, "Biz, bir rüzgâr gönderirsek..."buyurmuştur! Çünkü,
"riyâh" (rüzgârlar), O'nun rahmetinden olup, kesintisiz devam
ederler. "Rîh" (rüzgâr) ise, O'nun azabındandtr. Halbuki Allah Teâlâ,
kullarına son derece merhametlidir; bu sebeple, "rîh"i (her zaman)
saiıvermeyip tutar. İşte bu sebeple hiç, faydalı rüzgârların, gece-gündüz
çöllerde, sahralarda, ovalarda ve tepelerde estiğini; yakıp kavuran rüzgârın
ise, ancak bazı zamanlar ve bazı yerlerde estiğini görmekteyiz.
[115]
Cenâb-ı Hak, şu
sebeplerden dolayı, faydalı olanlarına "riyâh"; zararlı olanına ise,
"rîh" adını vermiştir:
1) Faydalı
olanların çeşitleri çok, kısımları fazladır. Dolayısıy
2)
Faydalı olanlara, ancak riyâh denilir; zira,
tek bir defa eser, ne havayı temizleyebilir, ne bulutları meydana getirebilir,
ne de gemileri hareket ettirebilir. Ama zararlı olan rüzgâr ise, tek esişte
bile, tıpkı kasıp kavuran rüzgâr gibir herşeyi yok eder.
3) Zararlı
olan rüzgâr, ya keyfiyyeti ya kemmiyyeti açısından zararlı olur. Keyfiyyeti
açısından olmasına gelince bu, ya o rüzgâr sıcak olduğundan veyahudda zehir
keyfiyyetine büründüğünden dolayı olur. Bu ise, rüzgâra, onun esişi sebebiyle
değil, ama, ya, kendisinden hiçbir faydası olmayan kuru otlann bulunduğu bir
mıntıkada, yahutta son derece sıcak olan çukur bir vadide bulunan hareketsiz
hava sebebiyle arız olur, yahutta o rüzgarın ilk oluştuğu anda böyle olması
sebebiyle olur. Her ne olursa olsun, bu rüzgâr tek olur. Çünkü o durgun hava
ısındığında, sonra da onun üzerine, onu aradan sürüp çıkaran ve harekete
geçiren bir rüzgâr geldiğinde, bu rüzgâr etrafa, tıpkı bir sıcak ve hareketli
hava akımı olarak eser. Daha sonra oradan çıkan şey, ne sıcak olur, ne de
mütekeyyif (kasıp kavurucu) bir hal alır. Çünkü, kasıp kavurucu olmanın şartı,
bir yerde uzun süre kalmadır. Baksana sen, parmağını ateşe soksan ve onu oradan
hızlıca çtkartsan, hiç etkilenmez. Ama, demir bile uzun süre o ateşin içinde
kalacak olsa erir. O durgun hava harekete geçip dağıldığında, o zaman ondan
başka birşey bulunmaz. Bu şekilde meydana gelen (rüzgâr) ise, nâdirdir. Onun
nâdir olduğu yer ise, tekdir. Kemmiyyet açısından zararlı
olmasına gelince, rüzgârlar
bir araya gelerek
bir bütün oluşturduklarında, tıpkı bir koy, bir haliç gibi olurlar.
Nitekim gözelerin bir araya geldiğinde, setlerin önüne geçemediği ve kayaların
kendisini geri çeviremeyeceği büyük bir nehir haline gelir. Bu durumda o tek
şeyin, pekçok şeyden meydana geldiğinde şüphe yoktur. İşte bundan dolayı Allah,
zararlı rüzgâr hakkında "rîh" faydalı rüzgâr hakkında da
"riyâh" buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, peygamberimize çeşitli delilleri, çeşitli misalleri Öğretip; böylece
peygamberi de birtakım va'd ve vaîdlerde bulunup, O'nun onlara çağrısı, ancak
kendisinden başkalarına; verdiği önemli haberler de, ancak onların küfür ve
ısrarlarını artırınca, Cenâb-ı Hak, peygamberine "Bunun için sen,
arkalarına dönüp giderken, o daveti (tebliği) ölülere duyuramaz, sağırlara
işittiremezsin..." demiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[116]
Bu, mesele, ayetteki
tertîb hakkındadır. Şimdi biz diyoruz ki:
Ölen kimseyi irşâd
etmek imkânsızdır.
İmkânsız olan şey ise,
"olabilir" olandan çok çok uzaktır.Sonra sağırı irşâd etmek de
zordur. Çünkü o, söylenilenleri duymaz. O anladığını, başka şeyle değil, ancak
işaretle anlar. İşaretle anlatmak İse, zor bir şeydir. Hem sonra, âmâyı irşâd
etmek de zordur. Çünkü sen ona, 'Yol, sağında" dediğinde o, sağına döner,
ama o çizgiyi sürdüremez. Tam aksine, kısa zamanda ondan sapar. Sağın irşad
etmek, en zor iştir. İşte bundan dolayı körle arkadaş olmak, beraberce yaşamak,
hiçbir şey duymayan sağırla arkadaş olup birlikte bulunmaktan daha kolaydır.
Çünkü en iyi anlatım, sözle olur. Çünkü, işaretle anlaşılmayan şeyler, sözle
anlaşıldığı halde sözle anlaşılan herşey ise işaretle anlaşılmaz. Çünkü orada
bulunmayan bir şeye, işarette bulunulamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak önce
"ölülere işittiremezsin" buyurdu, daha sonra da, "sağıra
da..." dedi ve sağırdan daha aşağı olan körü de hidayete
erdiremezsin" diye ilave etti.
[117]
Cenâb-ı Hak, sağır
hakkında imkânsız olduğunu daha fazla beyan
etmek için, "Arkalarına dönüp giderken..."
buyurmuştur. Çünkü
sağır, eğer anlarsa, işaretle anlar.Ama, arkasını çevirip, kendisine işaret
edene bakmadığında, ne duyar, ne anlar!
[118]
Cenâb-ı Hak, sağır
hakkındaki, "Sen, o daveti, (tebliği) sağırlara işittiremezsin..."
demiş, fakat ölüler hakkında, davet
kelimesini
zikretmemiştir. Çünkü sağır, bazan, meselâ çok kuvvetli olan, çok gürültülü
gibi şeyler duyabilir. Ne var ki, davet edenin sesi, bu derece ve frekansa
ulaşamaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak (sanki), "Sen, davetçisin. İnsanları
imâna zorlayan kimse değilsin. Dâvetci ise, davetini, sağır olanlara
işittiremez" demek istenmiştir.
[119]
Cenâb-ı Hak, "Sen
körlen de doğru yola iletemezsin"
buyurmuştur. Yani, "Senin
işin, körleri hidâyete erdirmek
değildir" demek olup, bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca şâir değildir,
o ancak bir iki beyit nazmeder" demesi gibidir. Yani, "Onun esas işi,
bu değildir" demektir. O halde Cenâb-ı Hakk'ın, "Sen...
ölülereduyuramazsm"ifadesi, bu işin, ondan nefyedildiğine delâlet eder;
O'nun, "Sen körleri de, doğru yola iletemezsin" sözü de, "Senin
işin bu değil, Sen bunun için gönderilmedin" anlamındadır.
[120]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Sen, başkalarına değil, ancak ayetlerimize imân edip müslüman olanlara, yalnız
onlara dinletebilirsin" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, ölüye ve sağıra
işittirmenin olamayacağını ve mü'mine işittirmenin ise olabileceğini,
ayetteriyle belirtince, mü'mininalabildiğine duyarlı ve hassas olması
gerekmiştir ki, gerçekten de bu, böyledir. Çünkü mü'minin kalbine, burahan
yağmurları yağar; böylece de onun kalbinde, gerçek inançlar filizlenir ve
biter. Yine mü'min, öğüt verenin, tehdit ve uyarılarını dinler, yasaklara uyar,
bundan dolayı ondan da güzel fiiller zuhur eder. Ayetin bu ifadesi, Mu'tezlle
mezhebinin görüşünün aksini göstermektedir. Çünkü onlar, "Allah herkesin
iman etmesini murad etmiştir. Ancak ne var ki bazıları, Allah'ın, bu muradına
muhalif hareket etmişlerdir" derler. Ayetteki, "Sen başkalarına
değil, ancak ayetlerimize iman edene... dinletebilirsin..." ifadesi, onun
imân ettiğine ve böylece de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ona, yapılması gerekli
olan şeyleri işittirip duyurduğuna bir delildir. O halde bu demektir ki onlar,
müslümandırlar ve itaatkârdırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak onlardan naklen,
"Dediler ki:
İşittik ve itaat
ettik..."(Bakara,285) buyurmuştur.
[121]
"Allah, sizi bir
za'ftan yaratan, sonra za'hn ardından kuvvet veren; sonra kuvvetin ardından da
za'fa ve İhtiyarlığa getirendir. O, ne dilerse yaratır. O, hakkıyla bilendir,
kemâliyle kadirdir"
(Rum, 54).
Cenâb-ı Hak, afakî
delillere dair geçmiş olan delilleri tekrar edip, -ki tekrarlanan z-u delil,
"Allah, rüzgârları salıverendir. Ki böylece de rüzgârlar, bulutu
sürüverir..." ^m, 48} ayetidir- rüzgârların hallerini başından sonuna
kadar belirtince, enfüs? delillere dair bir delili de tekrar getirerek, ki bu
da, insan oğlunun yaratılması ve çeşitli devrelerinden bahsedilmezdir-
"Allah, sizi bir za'ftan yaratandır..." buyurmuştur. Yani,
"Sizin kuruluşunuz zayıflık üzerinedir" demektir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "İnsan, aceleden yaratılmıştır" (Enbiya, 37] buyurmuştur.
Buradaki mln, tıpkı bir kimsenin "Falanca falancayı, fakirliğinden ötürü
allayıp süsledi, yani giydirip kuşattı" sözündeki mln gibidir. Yani,
"Onu o fakirlik halinden kurtardı, zengin kıldı" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Sonra za'hn ardından kuvvet verdi..." buyurmuştur. O halde bu ikinci
ifadedeki Da'f kelimesi, çocuğun, bir cenîn, yeni doğmuş bir çocuk ve sütten
kesilmiş bebeklik haline bir işarettir ki, bütün bu haller, çocuğun zayıf ve
âciz olduğu hallerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra za'hn ardından kuvvet verdi" ifadesi yine, çocuğun buluğ
çağına ermesine, oradan geçişine, gençliğine ve olgunluğuna bir işarettir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sonra kuvvetin
ardından da za'fa ve ihtiyarlığa getirendir. O ne dilerse yaratır. O, hakkıyla
bilendir, kemâliyle kadirdir" ayeti de, olgunluk yaşından sonra gelen
geriye dönüş ve ihtiyarlama haline bir işarettir ki, ihtiyarlık zayıflığın ta
kendisidir. Cenâb-ı Hak, "O ne dilerse yaratır" cümlesiyle, bütünü bu
işlerin, tabiî, kendiliğinden değil, tam aksine Allah'ın meşîeti ile olduğunu
beyan etmiştir. Nitekim Allah, afekî delillerde de, "Derken (Allah) bunu
gökte nasıl dilerse Öylece serer..."(ftum,48) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, "O,
hakkıyla bilendir, kemaliyle kadirdir..." buyurmuştur. Burada, niçin,
ilim, kudretten önce zikredilmiştir? Ve bundan önce de, (mahlukatın
yaratılışıyla ilgili ayette), "O, yegane galib, yegane hüküm ve hikmet
sa/î/bj'Jir"(Hum, 27) buyurmuştur?! 0 halde buradaki el-azîz vasfı
kudretinin tamhğına; el-hakîm kelimesi de, ilminin tamlığana bir işarettir. O
halde bu demektir ki, Allah orada (Rum, 27), kudretini ilminden önce; burada
ise, ilmini, kudretinden önce zikretmiştir. Niçin?
Cevap: Biz diyoruz ki,
yeniden diriltme işi orada, "Ona göre bu pek kolaydır. Göklerde ve yerde
en yüce sıfat O'nundur... "(Rum, 27) ifadesiyle anlatılmıştır. Çünkü
"iade", "kün-ol" lafzıyla olur ve kendisine "ol"
denilen şeyde, hemencecik oluverir. Binâenaleyh, buradaki (Rum, 27) ilahi
kudret, son derece aşikârdır. Burada bahsedilen şey ise, yaratılışın başlangıcı
olup, bu da bir takım devre ve hallerden İbarettir. Buradaki bütün hal ve
durumların bilgisi ise, mevcuttur. Binâenaleyh burada da, "bilme" işi
çok açık ve nettir. Hem, ayetteki, "O, hakkıyla bilendir, kemaliyle
kadirdir" cümlesi, hem bir müjdelemeyi, hem de bir inzârı kapsamaktadır.
Çünkü O, mahlukatın işlerini ve amellerini bilince, mahlukatın hallerini bilmiş
olur. Onlar, hayır ve güzel amelde bulunurlarsa, onu da bilir. Kötü ve şer
fiillerde bulunurlarsa, bunu da bilir. O, kadir olup, iyi ve güzel olarak
yapılan şeyleri bildiğine göre, bunların mükâfaatınt da verir. Kötülüğün
yapıldığını bildiğine göre de, bunun cezasını verir. Mahlukatın hallerini bilme
işi, kudretle yapılan mükâfaat verme ve cezalandırma işinden önce olunca, ilim
sözü önce zikredilmiştir. Ama ahirette ise, o halleri bilmek, ikâb ile
anlaşılacaktır, fşte bu sebeple orada, "O, yegane galib, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir" (Rum, 27) buyurmuştur. Ki buna da, insanın yaratılması
ile ilgili ifadelerin peşinden, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın
sânı ne yücedir!" (Müminun, 14) buyurmuştur. Şimdi biz diyoruz ki buradaki
ah sen kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın ilmine bir işarettir. Çünkü, güzel yaratma
işi, ancak ilimle olur. el-Hâlikîn işinden anlaşılan yaratma işi de, O'nun
kudretine bir işarettir.
Cenâb-ı Hak, ilk
yaratmadan bahsedip, ikinci kez yaratma da tıpkı ilk yaratma gibi olunca, işte
bu hususu, o yeniden yaratmanın hallerini ve vakitlerini ele alarak belirtmiş
ve şöyle buyurmuştur:
"Kıyametin
kopacağı gün, günahkârlar, bir saatten başka kalmadıklarına yemin ederler, işte
onlar, (dünyada da haktan) böyle döndürülüyorlardı"
(Rum. 56).
Bu ifadenin,
"Onlar, dünyada, bir saatin dışında kalmadılar"; "Kabirlerde...
kalmadılar" ve "Onlar, dünyanın yok olduğu vakitten yeniden
diriltilme vaktine kadar, bir saatten başka kalmadılar'' anlamlarında olduğu
ileri sürülmüştür, "işte böylece onlar, haktan, bâtıla; doğrudan da yalana
döndürülüyorlardı" demektir.
[122]
"Kendilerine ilim
ve imân verilenler, şöyle demişlerdir: Andolsun ki, Allah'ın kitabında, o
tekrar diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu, ba's günüdür, fakat siz bilmiyorsunuz"
(Rum, 56).
Melekler ve
diğerlerinden, "Kendilerine İlim ve iman verilenler, andolsun ki sizler,
Allah'ın kitabında yani ilm-i ezelîsinde, ba's gününe kadar
bekleyeceksiniz." demişlerdir. Biz bu iki cümledeki ince manayı şu şekilde
beyan ederiz: Kendisine bir va'dde bulunulmuş kimseye, (o va'd edilen şeye
kavuşması için) bir vakit tayin edildiğinde, o, o vadeyi çok uzun görür de,
bundan dolayı onun çabuk geçmesini arzular. Ama kendisine bir tehdit ve vaîdde
bulunulmuş kimse için de, yine bir zaman tayin edildiğinde, o bu zamanı kısa
görür de, bunun hiç gelmemesini ister. Binâenaleyh günahkâr kimse
hoşrolunduklarında, gideceği yerin cehennem olduğunu bildiği için, geçirdiği o
müddeti az görür, haşrin geciktirilmesini ve kabirde kalmayı tercih eder.
Mü'min kimse de, haşr olunduğunda, varacağı yerin cennet olduğunu anlar,
böylece o da, bu müddeti çok uzun bulur ve bunun yeniden ertelenmesini istemez.
Böylece bu iki grup bu şekilde ihtilaf edip farklı farklı düşünerekJBplardan
birisi, "Beklediğimiz zaman azdır" der ki, işte bu hususa Cenâb-ı
Hak, "Kıyametin kopacağı gün günahkârlar bir saatten başka kalmadıklarına
yemin eder..." Rum, 55) ifadesiyle; diğer grup da, "Bizim bekleme
müddetimiz çok uzun sürdü, daha uzatılmasın..." diyecektir ki, işte buna
da, "Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle demişlerdt. Andolsun ki,
Allah'ın kitabında, o tekrar diriliş gününe kadar kaldınız..." ifadesiyle
işaret etmiştir. Yani, "Allah'ın kitabında, belirlenen bu zaman, ba's
gününe kadardır. Biz de bu güne kadar sabrettik. "İşte bu, ba's günüdür,
fakat siz bilmiyordunuz" demektir. Yani; "Sizin isteğiniz, zaman
tehir etmektir. Çünkü sizler, ba's gününü tanımamış ve onu kabüllenmemiştiniz.
Bu sebeple de varacağınız yer cehennem olduğu için, şimdi siz, erteleme
talebinde bulunuyorsunuz" demektir.
[123]
"Artık
zulmedenlere, o gün mazeretleri fayda vermeyecek. Onlardan, (Allah'ın razı
olacağı şeye" rücû etmeleri de istenmeyecektir" (Rum, 57).
Yani, "Onlardan,
(el-l'tâb, vazgeçme) istenmeyecektir" demektir. İ'tâb, kınama ve azarın
giderilmesi demektir. Yani, "suçlarını silecek olan tevbe, onlardan
istenmeyecek; zira artık o tevbe onlardan kabul edilmeyecektir" demektir.
[124]
"Celâlim hakkı
için, bu Kur'ân'da insanlar için, her çeşit misaller irad etmişizdir. Andolsun
ki hatibim onlara, mutlaka bir ayet getirsen, inkâr eden o, kimseler mutlaka:
"Siz, tezvircilerden başkası değilsiniz..." diyeceklerdir."
(Rum, 58).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifâdeyi, mazeretlerin kabul edilmeyeceğine, gerekli miktarın çok çöle üstünde
olan inzârın yapıldığına, peygamberde herhangi bir kusur bulunrriffığına bir
işarettir. Binâenaleyh, onlar artık bundan sonra yeni bir şey isterlerse, bu
irad olur. Kendisine tek bir delili yalanlamak, kabul etmemek basit ve kolay
gelen kimseye, pekçok delili yalanlamak zor olmaz. Bundan da ötesi, istidlalde
bulunan kimsenin, yeni, dosdoğru apaçık hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir
delili zikrettikten sonra, başka bir delile geçmesi caiz değildir. Bu demektir
ki, karşı taraf inatlaşmaya geçmiştir. Çünkü istidlalde bulunan kimse, ya karşı
tarafın sorusunun kendi aleyhine olduğunu itiraf edecektir, yahutta
etmeyecektir. Eğer itiraf ederse, bu onun için bir son olur ve bu İş, ya
delilin kendisini ya da istidlalde bulunanı zedeler, yaralar. Bu da, ya delilin
fasit olmasıyla, yahutta istidlalde bulunan kimsenin, delâletini ve istidlalin
vechini ve yönünü bilmeyişiyle olur ki, bu iki şeyi bir âlimin kabullenmesi
caiz olmazken, böyle bir şey, peygamberden nasıl sudur eder? Yok eğer kabul
etmezse, istidlalde bulunanın, (Peygamberin) başka bir delile geçişi, karşı
tarafın inatçı olmadığı zannını verir. Böylece de, karşı tarafın ikinci delil
hususunda inada kalkışması daha fazla olur. Çünkü karşı taraf, "O,
(istidlalde bulunan peygamber), başka bir delil getirme yoluna gittiğine göre,
birinci husustaki inadı işe yaradı…”diyebilecektir.
İmdi şayet,
"Peygamberler, pekçok çeşit deliller zikretmişlerdir" denilirse, biz
deriz ki: Onlar, o delilleri peşpeşe sıralamış, ama daha sonra da ayrı ayrı
izah emişlerdir. Bu tıpkı bir kimsenin, "Bunun delili; pekçok bakımdandır.
Birincisi şu, kincisi şu, üçüncüsü şu...ilh" demesi gibidir. Bu gibi
şeylerde, kişiye düşen, inadçının radına aldırmamasıdır. Çünkü aldırış etmesi,
onun inadının artmasına ve vaktini zayi etmesine sebeb olur. Bir de, istidlalde
bulunan, va'dettiği delillerin tamamını getirme n<anını da bulamaz.
Getiremeyince de, derecesi düşer, otoritesi sarsılır. O halde, bu demektir ki,
her makamın kendine uygun bir sözü vardır. İşte bu hususa, "Onlara, ne
zaman bir ayet getirsen, inkâr «den o kimseler mutlaka, "Siz,
te'zvircilerden başkası değilsiniz" diyeceklerdir" İadesiyle işaret
edilmiştir.ifadesinde, kitabın müfret getirilmesinde; ifadesinde de çoğul
getirilişinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: Cenâb-ı Hak sanki, "Ey
habibim, Sen, bütün peygamberlerin getirdiği hertürlü mucizeyi ve getirilmesi
mümkün olan şeyi getirsen, onlar yine de, "Ey risâlet iddiasında limanlar,
sizin hepiniz yalancı ve müzevvirsiniz..." diyeceklerdir" demek
istemiştir.
[125]
İşte bilmezlerin
kalplerine Allah böyle mühür basar, Sen (Habibim) şimdi sabret. Şüphe yok ki
Allah'ın vaadi haktır, (buna) kat'î inan (İnanç) beslememekte olanlar (zinhar
[sakın] seni (sabırsızlıkla hafifliğe götürmesin (ler).
(Rum, 59-60)
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "işte, bilmezlerin kahine Allah, böyle mühür basar" (Rum, 59)
ifadesiyle, bütün bunların, Kendisinin dh arın kalplerini mühürlemesiyle
olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre şayet, -tçbir şey bilmeyen kimseye,
kalbinin mühürlendiğini haber vermenin ne faydası •ar?" denilirse, biz
deriz ki, bu, "Şu anda hiçbir şey bilmeyen kimse, şayet s «memişse, bilsin
ki bu, daha önce Allah'ın onun kalbini mühürlemesinden dolayıdır. 3aha sonra
Cenâb-ı Hak, "Sen şimdi sabret. Şüphe yok ki AJa/ı'm va'di
haktır"^Rum.eo), yani "Senin doğruğulun ortaya çıkacaktır"
beyanı ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in kalbini takviye ve teselli etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kati iman beslememekte olanlar, sakm seni (sabırsızlıkla) hafifliğe
götürmesinler" (Rum, eoj ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, insanları
imana davet etmesinin gerekli ve şart olduğuna bir işarettir. Çünkü, eğer o
susmuş olsaydı, o zaman kâfirler, "O, fikri tutarsız ve sebatı olmayan bir
kimsedir" diyeceklerdi. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır, dönüş O'nadir,
hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a; selât-ü selam da, peygamberlerin seyyidine,
âline, ashabına ve hepsine olsun.
[126]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/71
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/71-72
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/72
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 18/72-73
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/74-75
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/75
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/75-77
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/77
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/77
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/77-78
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/78
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/78-79
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/80
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/81
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/81-82
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/82-83
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/83
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/83
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/83-84
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/84
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/84
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/84-85
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/85-86
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/86-87
[25] Buhari,
mevakit, 25 savm,
27
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/87-
[27] Müsned, 1/ 180,
185
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/87-88
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/88
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/88-89
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/89
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/89
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/89-90
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/90
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/90-92
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/92
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/92-93
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/93
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/93-94
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/94
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/94
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/94
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/95
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/96
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/97
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/97
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/97
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/98
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/98-99
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/99
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/99
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/99
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/99-100
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/100
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 18/100
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/101
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/101
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/102
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/102
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/102
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/102-103
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/103
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/103
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/103
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/103-104
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/104-105
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/105-106
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/106
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/106-107
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/107-108
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/108-110
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/110-111
[73] Matbu nüshada böyteised*,mananın bize müphem geldiğini
söylemek isteriz. Meseleyi yazma nüshalardan incelemek İstedik baktığımız İki
nüshada da aynı olduğunu gördük (Süleymanlye Damad İbranln), 139; Fatih, 306).
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/111-112
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/112
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/112
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/112
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/113
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/113
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/114
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/114-115
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/115
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/116
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/116-117
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/117
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/117
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/117-118
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/118
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/118
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/118-119
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/119
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/119
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/119-120
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/120
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/120-121
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/121
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/121-122
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/123
[99] Tirmizi,
tefsiri Suretül-Bakara, (5/220)
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/124
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/124-125
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/125
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/125
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/125-126
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/127
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/127-128
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/128
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/128
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/128
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/128-129
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/129-130
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/130-131
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/131-132
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/132
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/132
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/133
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/133-134
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/134
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/134
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/134
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/134-135
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/135-137
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/137
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/138
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/138-139
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/139-140