Sure; Rumların galip geleceği haberiyle başladığı ve
onların düşmanlarına karşı birkaç sene içerisinde galip geleceğini haber
verdiği için bu adla adlandırılmıştır.
Gelecekte vaki olacak olan gayp haberlerin
bildirilmesi ve ayetlerde zikredilen hususun aynen haber verildiği gibi meydana
gelmesi, Kur'an-ı Kerim'in mucizelerinden biridir.
[1]
Bu surenin konusu diğer Mekkî surelerin konusu olup
İslâm akait esasları olup, Allah'ın birliği ve sıfatları, peygamberliğe iman,
öldükten sonra dirilmeye ve ahirette amellerin karşılığının verileceğine iman
konuları ele alınmaktadır.
[2]
Rum suresi ile bu sureden önceki Ankebut suresinin
ilk ayetleri birbirlerine benzemektedir. Zira bu iki sureden her biri mukattaa
harfleriyle başlayan surelere ait özel kurala aykırı olarak "tenzil, kitab
ve Kur'an" konulan zikredilmeksizin sadece "Elif, Lâm, Mîm" ile
başlamaktadır. Bu iki sureyle Kalem suresi dışında mukattaa harfleriyle
başlayan bütün surelerde ilk olarak "tenzil, kitap ve Kur'an"
konuları zikredilmiştir.
Bu surenin başında mucize niteliğindeki gaybdan
verilen haber yeral-maktadır. Bu alfabe harfleri dinleyiciyi uyarmak, kalbi
aklı ve ruhuyla dinlemeye yöneltmek için surenin başında yeralmaktadır.
Yine bu iki sure arasında şu üç yönden benzerlik
bulunmaktadır:
Birincisi: Bir önceki sure -Ankebut suresi- cihad ile
başlamış ve cihad ile "Bizim uğrumuzda cihad edenlere biz yollarımızı
gösteririz." ayetiyle sona ermektedir.
Bu sure -Rum suresi- ise müminlere galip gelme ve
zafere erme vaadiyle başlamıştır. Bu müminler Allah yolunda cihad edenlerdir.
İkincisi: Bu surede en önemlisi Allah'ın birliği olan
inanç esaslarına
delil getirilmesi bir önceki surede "Onlar
yaratıkları nasıl yaratıp, sonra nasıl diriltileceğim görmüyorlar mı?"
(Ankebut, 29/19); "Yaratmaya nasıl başladığına bakın." (Ankebut,
29/20) gibi ayetlerde özlü olarak bildirilen hususlar bu surede tafsilatlı
olarak yeralmaktadır.
Üçüncüsü: Bir önceki surede müşrikler ve Ehl-i Kitap
arasındaki ayırım sebebiyle müşrikler Ehl-i Kitap'a buğz beslediler ve
işlerinde kendilerine başvurmayı terkettiler. Halbuki daha önce önemli işlerde
kendilerine başvuruyorlardı. Bu buğzun sebebi şudur: Müşrikler mücadelelerinde
akıldan mahrum oldukları şeklinde tavsif edildiler: "Doğrusu onların çoğu
akıllarını kullanmıyorlar." (Rum, 30/63). Ehl-i Kitap'la güzellikle
mücadele edilmesi talep edildi: "Ehl-i Kitap'la en güzel şekilde mücadele
edin." (Rum, 30/46). Ehl-i Kitap ilâh hususunda peygamberlere muvafakat
ediyorlardı. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyuruyordu: "Bizim ilahımız ve
sizin ilâhınız birdir."(Rum, 30/46).
Mecusî İranlılarla çarpıştıkları zaman, Ehl-i Kitap
mağlup olduğu zaman, müşrikler buna sevinmişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ,
galip olmanın haklı olmaya delâlet etmediğini beyat etmek için Rum suresinin
ilk ayetlerini indirdi. Ancak Allah Tealâ sevilenin sevabını artırmayı murad
etmekte, sevdiğine bela vermekte ve düşmanları üzerine musallat etmektedir.
Bazan düşmanlık yapan kimseler için kıyamet günündeki büyük azaptan önce derhal
dünyada azap verilmektedir.
[3]
Sure gaybden haber vermek suretiyle peygamberliği
isbat etmekle başlamaktadır. Gaybî haber, Rumların İranlılara karşı 3-9 sene
esnasında meydana gelecek bir savaşta galip geleceği haberi idi. Bu haber,
aynen Kur'an'm haber verdiği gibi meydana geldi.
Bu Peygamberimiz (s.a.)'in doğruluğunu isbat eden,
Rahmanın ordusunun Şeytan'ın ordusuna galip geleceği müjdesini ihtiva eden
Kur'an mu-cizesidir.
Daha sonra kâinatın yaradılışı üzerinde düşünmek,
göklerin ve yerin yapısını incelemek ve Hakk'ı yalanlayanların geçmişteki üzücü
durumunu ve kötü akıbetlerini dikkate almak suretiyle ilâhî kudretin,
azametinin ve Allah'ın birliğinin delilleri zikredildi. Bunun ardından öldükten
sonra dirilmenin delilleri ve sadece Allah'a ibadet etme emri geldi. Bu,
insanların üzerinde yaratıldığı fıtratın gereğidir.
Bu ayetlerde müşriklerin sözleri ve tavırları
zikredildi ve onlara Allah'a ortak koştukları şeylerin zayıf, âciz varlıklar
oldukları, kıyamet gününde kendileri için hiçbir fayda temin edemeyecekleri ve
hiçbir kimsenin zarar görmesini engelleyemeyecekleri, hiçbir şeyi
yaratamayacakları, varedemeyecekleri ve hiçbir kimseye rızık verme suretiyle
yardım edemeyecekleri hususunda misaller verildi.
Kur'an önceki surede zikredildiği gibi müşriklerin
gerçek durumunu ortaya koydu. Bu da, darlık anında Allah'a iltica etmeleri,
genişlik vaktinde ise Allah'a ortak koşmalarıdır. Ayrıca insanın tabiatmdaki
perde kaldırılmıştır. Bu da insanoğlunun nimet sebebiyle şımarması, zorluk
anında ise ümitsizliğe kapılmasıdır. Ancak iman eden ve salih amel işleyenler
bundan müstesnadır.
Allah Tealâ dinlerini parça parça ayıran ve gruplar
haline gelen müşrikler ve benzerlerine tâbi olmaktan nehyetti. Daha sonra
akrabaya, yoksul ve yolculara tasaddukta bulunmayı, faiz yemekten kaçınmayı ve
malı helâl şekillerde nemalandırmayı ve zekâtla temizlemeyi emretti.
Sure daha sonra Allah Tealâ'nın bir lütfü olarak
cennet bahçelerine yerleşen müminlerin bu akıbetleri ile amellerinin ve
inkârlarının karşılığı olarak cehennem ateşlerinde kalan kâfirlerin bu akıbeti
arasında karşılaştırma yaptı. İşte o zaman iman ve hayrın faydası, küfür ve
şerrin karanlığı ortaya çıkmaktadır.
Bunun ardından Allah'ın kudretini gösteren ve O'nun
birliğine delâlet eden, rahmeti müjdeleyen rüzgârları göndermesi, denizlerde
gemileri yürütmesi ve yolculara ticaret imkânı verilmesi ve yeryüzünün çeşitli
yerlerinde Allah'ın lütfunun talep edilmesi gibi bazı kâinat delilleri ve
nefislerde görülen yaratma, rızık verme, öldürme ve diriltme delilleri
zikredildi.
Sure; kavminin, peygamberliğine iman etmekten
yüzçevirmelerine karşı Rasulullah (s.a.)'i şu şekilde teselli ederek sona
ermektedir: Müşrikler hidayet kapılarını kapatmakta, Allah'a imana ulaşmak
için gerekli vasıtaları inceleme noktasında akıl ve fikir güçlerini
kullanmamaktadırlar. Onlar sağır ve kördürler. Hakkı duymazlar ve görmezler.
Onlar her ne kadar ayetleri görseler, burhan ve mucizelere şahid olsalar da
inatçılık, küfür mevkilerini elinde tutma, Araplar arasında nüfuz sahibi olma
ve liderlik konumunu koruma arzusu sebebiyle asla iman etmeyeceklerdir.
Bu durum zafer gelinceye kadar, müşriklerin
eziyetlerine karşı sabırlı olmayı, ilâhî mesajı tebliğ görevini yerine
getirmeye devam etmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü onların bir kısmı ya da
başkaları hidayeti bulabilir. Zafer Rasulullah (s.a.)'in tarafında olacak.
Rezil olan, onu yalanlayan ve öldükten sonra dirilmeye inanmayan kimselerin
küfrü onun davetinin seyrine asla tesir etmeyecektir.
[4]
1- Elif
lâm mîm.
2- Rumlar
mağlup oldular.
3- Size
çok yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra galip geleceklerdir;
4- Birkaç
sene içinde. Eninde sonunda emir Allah'ındır. O gün müminler sevineceklerdir;
5-
Allah'ın yardımı sebebiyle. Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz'dir (herşeye
galiptir) ve Rahim'dir (çok merhametlidir).
6- Bu
Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.
7- Onlar
dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler. Onlar ahi-retten tamamen
gafildirler.
"Mağlup oldu" ve "galip
geleceklerdir" cümleleri arasında tezat sanatı vardır. Aynı şekilde
(dördüncü ayetteki), "eninde sonunda", ifadeleri arasında da tezat
sanatı vardır.
"İnsanların çoğu bilmezler." ve "Onlar
dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler." ifadeleri arasında tezat
sanatı vardır.
"O, Aziz'dir (herşeye galiptir) ve Rahim'dir
(çok merhametlidir)." Mübalâğa sigalarıdır. Yani O, son derece galip ve
son derece merhametlidir.
[5]
"Rumlar mağlup oldular." Rum milleti Hz.
İbrahim (a.s.) neslinden Rum b. Iys b. İshak b. İbrahim soyundan olan,
medeniyet sahibi güçlü bir millettir. Rumlar, Hristiyan idiler. Putperest İranlılar
Rumlara galip gelmişti. Bunun üzerine Mekke kâfirleri sevinmişler ve
müslümanlara: İranlıların Rumlara galip gelmesi gibi biz de size galip
geleceğiz, demişlerdi.
"Size çok yakın bir yerde" mağlup oldular.
Yani Arap diyarına Şam tarafından en yakın yerde mağlup olmuşlardı.
"Onlar" yani Rumlar "bu yenilgilerinden sonra",
İranlıların kendilerini mağlup etmelerinden sonra iranlılara "galip
geleceklerdir."
"Bir kaç sene içinde" galip geleceklerdir.
"el-Bıd'u" üç ila dokuz ya da üç ila on arası demektir. Gerçekten bu
iki ordu ilk karşılaşmadan yedi sene sonra yeniden karşılaşmış ve Rumlar
İranlılara galip gelmişlerdi. "Eninde-sonunda emir Allah'ındır." Yani
Rumların yenilgilerinden önce de, sonra da, emir Allah'ındır. Bunun mânâsı önce
İranlıların mağlup olması, sonra da Rumların mağlup olması Allah'ın emriyle
yani Onun iradesiyle meydana gelmiştir. "O gün" yani Hristiyan
Rumların putperest İranlılara galip geldiği gün "müminler
sevineceklerdir".
"Allah'ın yardımı sebebiyle" yani Allah'ın,
kitabı olmayanlara karşı Ehl-i Kitab'a yardım etmesiyle sevineceklerdir.
"O Azizdir," her şeye galiptir. "Rahim'dir." müminlere
rahmeti geniştir.
"Bu Allah'ın vaadidir."
"Va'dallahi" ifadesi fiili tekid eden mastardır. Yani Allah onlara
zaferi vaad etti, demektir. "Fakat insanların çoğu", Mekke'nin
kâfirleri bilgisizlikleri ve düşüncesizlikleri sebebiyle Allah Tealâ'nın
kendilerine yaptığı vaadi "bilmezler."
"Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü
bilirler." Yalnız dünyada gördükleri ticaret, ziraat, inşaat, ağaç ekme
v.b. hususları bilirler. Onlar ahiretten tamamen gafildirler." Yani onlar
hayatın gaye ve maksadından habersiz olup ahiret hiç akıllarına gelmez. Ayette
"hüm" zamirinin iki defa tekrarlanması tekid içindir.
[6]
Tirmizî, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle naklediyor:
Bedir Günü olunca Rumlar İranlılara galip geldiler. Bu durum müminlerin hoşuna
gitmiş, bunun üzerine "Eliflâm mim. Gulibeti'r-Rum..." ayetleri
nazil olmuştu.
İbni Ebî Hatim, İbni Şihabi'z-Zührî'den naklediyor:
Bize ulaştığına göre müslümanlar Mekke'de iken ve Peygamberimiz (s.a.) henüz
Mekke'den çıkmadan önce müşrikler müslümanlarla münakaşa ediyorlar ve:
- Rumlar kendilerinin Ehl-i Kitap olduklarını
söylüyorlar. Halbuki Mecusîler onları mağlup ettiler. Siz de Peygamberinize
indirilen kitapla bize galip geleceğinizi iddia ediyorsunuz. Ehl-i Kitap
oldukları halde Mecusîler nasıl Rumları yendiler? İranlıların Rumları
yendikleri gibi, biz de sizi yeneceğiz, diyorlardı. Bunun üzerine "Elif,
lam, mim. Gulibeti'r-Rum" ayetleri nazil oldu.
Tirmizî, Neseî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Beyhakî
rivayet ediyorlar ki: İranlılar Rumlarla savaştılar. Rumlarla Şam diyarından
olan Ezriât ve Busra'da buluştular ve Rumları mağlup ettiler. İranlıların
Mecusî, Rumların ise Ehl-i Kitap olmaları sebebiyle bu haber o sırada Mekke'de
bulunan Peygamberimiz (s.a.) ve ashabına ulaşınca bu durum kendilerine ağır gelmişti.
Mekke'deki müşrikler ise sevinmişlerdi. Sevinçli bir durumda iken Peygamberimiz
(s.a.)'in ashabıyla karşılaşmışlar ve:
- Siz kitap ehlisiniz, Hristiyanlar da kitap ehlidir.
Bizim İranlı kardeşlerimiz sizin Ehl-i Kitap kardeşlerinize galip geldiler.
Siz de bizimle çarpışırsanız, biz de size galip geliriz, dediler. Cenab-ı Hak
da bu ayetleri indirdi.
Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.) müşriklere gitti:
- Siz,
kardeşlerinizin bizim kardeşlerimize galip gelmesine mi seviniyorsunuz? Buna
sevinmeyin. Allah sizin gözlerinizi asla aydın kılmayacaktır -sizi
sevindirmeyecektir.- Allah'a yemin olsun ki, Peygamberimiz'in bize haber
verdiği gibi Rumlar İranlıları yeneceklerdir, dedi. Übeyy b. Halef ayağı
kalktı.
- Yalan söylüyorsunuz, dedi. Hz. Ebubekir (r.a.):
- Sen daha yalancısın ey Allah'ın düşmanı! Benden 10
genç yiğit deve, senden de 10 genç, yiğit deve ile gel seninle iddialaşalım.
Rumlar İranlılara galip gelirse, sen borçlu ol. İranlılar galip gelirse, ben
sana üç yıla kadar borçlu olayım, dedi. Übeyy b. Halef de bu teklifi kabul
etti.
Hz. Ebubekir (r.a.) daha sonra Peygamberimiz'e gelip
durumu bildirdi. Peygamberimiz (s.a.):
- Deve sayısını artır, müddete de ilâve yap, dedi.
Hz. Ebubekir (r.a.) çıkıp Übeyy ile karşılaştı. Übeyy:
- Belki de pişman oldun, dedi. Hz. Ebubekir:
- Hayır, gel
deve sayısını artıralım, müddete de ilave yapalım. Bunu 100 deve ve müddet
olarak da 9 sene, dediler. Übeyy:
- Kabul ettim, dedi.
Hz. Ebubekir (r.a.) hicret etmek isteyince Übeyy
ondan; mağlup olursa, bu hisse için kefil istedi. Hz. Ebubekir (r.a.) oğlu
Abdurrahman'ı kefil bıraktı.
Übeyy, Uhud savaşına katılmak istediği zaman
Abdurrahman ondan kefil istedi. Übeyy, ona kefil verdi. Übeyy, Uhud Savaşı'nda
Peygamberimiz (s.a.)'in vurduğu bir darbeden aldığı yaradan dolayı öldü.
Yedinci sene gi-rinci Rumlar İranlılara galip geldiler. Bunun üzerine Hz.
Ebubekir (r.a.) bu hisseyi Übeyy'in mirasçılarından aldı ve bunu Peygamberimiz
(s.a.)'e getirdi. Peygamberimiz (s.a.): "Bunu sadaka ver." buyurdu.
Bu olay kumarın haram kılınmasından önce idi. Çünkü bu sure Mekkî'dir. İçki ve
kumar Medine'de haram kılınmıştı. Hanefiler bu olayı Daru'l-Harb'de fasit
akitlerin caiz olduğuna delil olarak getirmişlerdir.
Bu ayet peygamberliğin delillerindendir. Çünkü bu
ayet gaybdan haber vermektedir.
[7]
"Elif, lam, mim." Bu mukattaa harfleri daha
önce benzerlerinde geçtiği gibi Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek ve dinleyiciyi
daha sonra anlatılacak şeyleri can kulağıyla dinlemeye teşvik etmek içindir.
"Rumlar, size çok yakın bir yerde mağlup
oldular. Onlar bu yenilgilerinden sonra galip geleceklerdir, birkaç sene
içinde." Yani İranlılar Rumları, Rum diyarının Arap diyarına en yakın
yerinde Şam diyarında, Ürdün ve Filistin arasında yenilgiye uğrattılar. Rumlar
da İranlıları bu olayın tarihinden itibaren birkaç sene içerisinde yenilgiye
uğratacaktır. Biz, bu zafer günlerini insanlar arasında paylaştırırız.
Bu ifade ileride meydana gelecek bir olay hakkında
gayb'den haber verme niteliğindedir. Yaşanan hayat bu haberi teyid etmektedir.
Daha önce beyan ettiğimiz gibi İran Şahı Sabur, Şam
diyanyla Arap yarımadasının Şam tarafını ve Rum diyarının güney topraklarını
aldığı zaman bu ayetler inmişti.
Bu durumda Rum kralı Hirakl zor durumda kalmış,
nihayet Kostanti-niyye'ye sığınmıştı. İran Kralı Sabur, Rum kralı Hirakl'i bir
müddet kuşatmış sonra da kuşatmayı kaldırınca Hirakl yine hakimiyetini elde
etmişti.
Rum suresinin M. 622 yılında nazil olmasından birkaç
yıl sonra (M. 627 yılında) Hirakl, Dicle nehri üzerindeki Ninova'da Rumların
İranlılara karşı ilk defa kesin zaferini tescil etti. Bu sebeple İranlılar
Kostantiniyye kuşatmasından çekildiler. M. 628 yılında da İran Kisrası Perviz
oğlu Şîra-veyh'in eliyle öldürüldü.
Bu iki devlet eski dünyaya tamamen hakim idiler.
Doğuda İran İmparatorluğu, batıda Rum (Bizans) İmparatorluğu. Ancak Şam
diyarmdaki liderlik, aralarında çekişme konusu idi.
"Eninde sonunda emir Allah'ındır." Yani
galibiyetten önce de sonra da bütün her şey Allah'a aittir. İki devletten biri
diğerine Allah'ın kaza ve kaderiyle galip gelir. O, yaratıkları hakkında
dilediği şekilde hükmeder: "Bu günleri insanlar arasında
paylaştırırız." (Al-i İmran, 3/140). Zafer daima maddî ve şahsî güç
sebebiyle değildir. Güçlü olmak zafer vasıtalarından biridir. Sonunda itimad
edilen husus Allah'ın iradesi ve kudretidir. Bazan zayıf olan kuvvetliye,
sayıca az olan çok olana galip gelebilir. "Nice az gruplar vardır ki Allah
'm izniyle çok gruba galip gelmiştir. Böylece Allah fasıkları rezil-rüsvay
etmiştir."
"O gün müminler Allah'ın yardımı sebebiyle
sevineceklerdir." Yani Şam Kralı Kayser'in adamları Hristiyan Rumlar,
Mecusî putperest Kis-ra'nın adamları İranlılara karşı galip geldikleri gün
müminler; Allah'ın din ve kitap ehlini, dinleri ve kitapları olmayanlara karşı
zafere ulaştırması sebebiyle sevineceklerdir.
'Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz 'dir, Rahim
'dir." Yani Allah dilediği kimseye düşmanlarına karşı yardım eder. O
dilediğini yerine getirendir. O yenilgiye uğramayan mutlak galip olandır.
Düşmanlarından intikam alandır. O dostlarına güç ve kudretiyle izzet ve şeref
verendir. Mümin kullarına son derece merhametlidir. Güçlünün zayıfı ezmesine
fırsat vermez. Günahlardan intikam almakta acele davranmaz. Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah insanları işledikleri sebebiyle hemen sorgulayacak
olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, onları belirli bir
vadeye kadar ertelemektedir." (Fatır, 35/45).
Tirmizî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Bezzar Ebu
Said el-Hudrî'den şöyle rivayet ediyorlar: Bedir Günü olduğu zaman Rumlar
İranlılara galip gelmişlerdi. Bu müminlerin hoşuna gitti, bununla sevindiler.
Cenab-ı Hak da bunun üzerine şu ayeti indirdi: "O gün müminler Allah'ın
yardımı sebebiyle sevinirler. Allah dilediğine yardım eder. O Aziz'dir,
Rahim'dir."
Bir başka âlimler grubu da şöyle dediler: Doğrusu
Rumların İranlılara galip gelmesi Hudeybiye senesindeydi. Önemli olan, Rumlar
İranlılara galip geldikleri zaman müminlerin bununla sevinmiş olmalarıdır.
Zira Rumlar genellikle Ehl-i Kitap olup müminlere Mecusîlerden daha yakın
idiler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İman edenlere en
şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'a şirk koşanları bulursun. Onların
iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanlarının, Biz Hristiyanlarız, diyen
kimseler olduklarını bulursun." (Maide, 5/82).
"Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez.
Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani ey Muhammedi Bizim Rumları
İranlılara karşı galip kılacağımız şeklinde sana bildirdiğimiz bu haber Allah
tarafından gerçek bir vaaddir, doğru bir haberdir. Allah vaadinden dönmez, bu
mutlaka olacaktır. Çünkü Allah'ın ilâhî kanunu, çarpışan iki gruptan Hakka
daha yakın olana yardım etmektir. Fakat insanların çoğu kâinatta varolan ilâhî
sünnetleri bilmedikleri için Allah'ın hükmünü ve O'nun adalet üzerine kurulu
olan ilâhî fiillerini bilmezler.
"Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü
bilirler. Onlar ahiret-ten tamamen gafildirler." Yani insanların çoğunun
dünya hakkında ve geçim işleri, mal-mülk kazanmak, ticaret, ziraat ve sanat
gibi meslekler v.b. maddî ilimlerde zahirî bilgileri vardır. Fakat onlar din ve
ahiret işlerinden gafildirler. Sanki onlar düşünceden ve incelemeden
mahrumdurlar. Geleceğe hiç bakmıyor gibiler. İman eder ve salih ameller
işlerlerse ebedî nimetlerin; inkâr eder ve Rablerinin emirlerine isyan
ederlerse horlayıcı bir azabın kendilerini beklediğini hiç düşünmüyorlar.
Dolayısıyla kendilerine ahi-rette fayda verecek olan şeyleri asla işlemiyorlar.
Onların ilimleri dünyaya aittir. Daha doğrusu onlar dünyayı bile gerçek yönüyle
bilmiyorlar. Dünyanın sadece görünen yüzünü, yani lezzetlerini ve oyunlarını
biliyorlar. Dünyanın iç yapısını, yani zararlı taraflarını ve sıkıntılarını
bilmiyorlar. Dolayısıyla onlar gerçekten ahiretten gafildirler.
[8]
Bu ayetler
aşağıdaki hususları açıklamaktadır:
1- Hz.
Peygamber (s.a.)'in nübüvvet ve risalet davasında doğru olduğu isbat edilmekte
ve Kur'an'ın göklerde ve yerde olan gaybı bilen tek varlık olan Allah'ın kelâmı
olduğunu kesin bir şekilde bildirmektedir.
2- Her
şeye nüfuz eden, her şeyi kuşatan kudretin yegâne sahibi Allah Tealâ'dır. Bu
kâinatta olan galibiyet ve zafer dahil her şey Allah nezdin-dendir, Onun
iradesi ve kudretiyledir. Emir Allah'ındır. Yani bu galibiyetten ister önce,
ister sonra olsun hükümlerini infaz etmek Allah'a mahsustur. Allah daima en
güçlü ve azabında yegâne hakimiyet sahibidir. Kendisine itaat edenlere sonsuz
merhamet sahibidir.
3- Allah
Tealâ müminlere Allah'a ve ahiret gününe iman noktasında birleştikleri için
müslümanlara sevgi besleyen Ehl-i Kitab'm; semavî kitaplardan hiçbirine, ne
Allah'a ne de ahiret gününe inanmayan putperest Me-cusî İranlılara karşı galip
geleceği müjdesini vermektedir.
4-
Allah'ın vaadinden cayması yoktur. Zira Onun kelâmı haktır ve doğrudur. Fakat
insanların çoğu -yani kâfirler- O'nun vaadini bilmezler. O'nun vaadinden asla
dönmeyeceğini de bilmezler.
5-
İnsanların çoğu ve özellikle kâfirler mal-mülk kazanmak, geçim temin etmek,
ziraat, ticaret, sanat ve maddî ilimleri bilmek gibi dünyevî işlerin dış
görüntüleriyle meşguldürler. Fakat onlar ahireti bilmekten ve ahiret için
çalışmaktan gafildirler.
Zemahşerî diyor ki: "Onlar dünya hayatının
sadece görünen yüzünü bilirler." ayeti dünyanın görünen ve görünmeyen
(zahir ve batın) iki yönü olduğunu ifade etmektedir. Dünyanın zahir (görünen)
yönü cahillerin bildiği dünya ziynetlerinden yararlanmak, dünya lezzetlerinden
istifade etmek-
tir. Dünyanın batın (görünmeyen) yönü ise dünyanın
ahirete bir köprü olmasıdır. Kişinin dünyadan ahirete giderken ibadet, taat ve
salih ameller azığını beraberinde götürmesidir.
[9]
8- Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki,
Allah gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için
yarattı. Doğrusu insanların çoğu Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr ederler.
9- Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki
kavimlerin akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı? Önceki kavimler onlardan
daha güçlüydüler. Yeryüzünü işlemişler ve yeryüzünü onlardan daha fazla imar
etmişlerdi. O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah
onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
10- Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü oldu.
Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya alıyorlardı.
"Hiç düşünmezler mi?" ve 'Yeryüzünde hiç
dolaşmazlar mı?" inkâr ve azarlama mânâsında sorudur.
[10]
"Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi
ki" onlar kendi kendilerine, düşünmüyorlar mı? Yahut nefislerinin durumu
hakkında düşünmüyorlar mı? Zira bu durum onlara daha yakındır. Düşünme
sayesinde gafletlerinden dönerler. "Allah gökleri, yeri ve
aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için yarattı." "Hak ve
belirli bir vade için yarattı." ifadesinin mânâsı şudur: Allah bunları
doğru bir maksat ve sonsuz hikmet olmaksızın boş yere ve batıl yere yaratmadı
ve sadece Hak ölçülerle ve hikmetle birlikte, mutlaka sona erecek belirli bir
vade takdir ederek yarattı. Bu vade ise kıyametin kopmasıdır, hesap, sevap ve
ceza vaktidir. Mekke kâfirleri gibi" insanların çoğu Rablerinin huzuruna çıkmayı
inkâr ederler." Ölümden sonra dirilmeye iman etmezler. Yani onlar
inkarcıdırlar. Dünyanın başlangıç olduğunu, ahiretin hiç olmayacığını
zannederler.
"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki
kavimlerin akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı?" Bu ayet yeryüzünün
çeşitli yerlerini gezip görmeye ve kendilerinden önce helak olmuş kavimlerin
eserlerine bakmaya teşvik etmektedir. Bu eserler ise o kavimlerin
peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle helak edilmelerinin eserleridir.
"Önceki kavimler" Ad ve Semud gibi önceki kavimler "onlardan
daha güçlüydüler. Yeryüzünü işlemişler" ekin ve ağaç dikmek için
yeryüzünü sürmüşler, kazmışlar "ve yeryüzünü daha fazla imar
etmişlerdi." Yani onlar yeryüzünü Mekke ehlinden daha çok imar etmişlerdi.
Çünkü Mekkeliler ekini olmayan bir vadide yaşıyorlardı. Burada Mekkelilerin
daha zayıf oldukları halde dünya ile gurura kapılmaları ve dünya ile övünmeleri
sebebiyle Mekke müşrikleri hafife alınmaktadır. "O kavimlere de
peygamberleri apaçık mucizeler", açık ayetler ve gören hüccetler
"getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmiyordu." Yani Allah zalimlere
muamele ettiği şekilde onlara muamele edecek ve hiçbir suç işlemedikleri halde
ya da kendilerine hiçbir hatırlatmada bulunmadan onları helak edecek değildir.
"Fakat onlar" kendilerinin helak edilmesine sebep olan şeyleri
işlemeleri sebebiyle "kendi kendilerine zulmediyorlardı."
"Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü
oldu." Onların akıbeti kötü bir ceza oldu. Bundan murad cehennemdir.
"Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya
alıyorlardı." Yani onların kötülükleri Kur'an'ı yalanlamaları
sebebiyledir.
[11]
Bu ayetler bundan önceki ayetlerle irtibat
halindedir. Bu ayetler vaadini inkâr etme sebebiyle ilâhı inkâr etmeleri,
"Onlar ahiretten gafildirler." ayetinde olduğu gibi öldükten sonra
dirilmeyi inkar etmeleri şeklinde müşriklerden sâdır olan hususların beyan
edilmesinden sonra, müşrikleri Allah'ın varlığına ve O'nun yegâne yaratıcı
olduğuna, O'ndan başka hiçbir ilâh, O'nun dışında hiçbir Rab olmadığına delâlet
eden, mahlûkat hakkında düşünüp incelemeye teşvik etme ve onları tehdit etme
mânâsını ihtiva etmektedir.
[12]
"Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki,
Allah gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için
yarattı."
Onlar akıllarını kullanmazlar mı? Ya da kendi
nefisleri hakkında düşünüp de şöyle demezler mi? Allah gökyüzü, yeryüzü ve
aralarındaki ulvî ve süflî âlemden ve aralarındaki cins ve türleri değişik
varlıkları niçin yaratıyor? Böylece bu varlıkların boş, lüzumsuz ve batıl yere
yaratılmış olmadığını; bilâkis bunların Hak ölçülerle ve ilâhî hikmete uygun
olarak mutlaka sona erecek olan belirli bir vade olan kıyametin kopması;
hesap, sevap ve ceza vaktinin gelmesi zamanının takdir edilmesi suretiyle
yaratıldığını gayet iyi bilecektir. Bu vade gelince yer bugünkü yer ve
göklerden farklı bir hale gelir ve tek olan sonsuz ezici güce sahip Allah'ın
huzurunda hesaba çekilmek için mahşer kurulur.
Bu ifade müşriklerin kendi nefislerine ve
çevrelerinde bulunan, kainat tablolarını incelemek suretiyle Allah'ı ve Onun
birliğini tanımaya ulaştıran, doğru düşünceyi kullanmaya teşvik etmektir.
Bununla anlatılmak istenen husus, sahih ilim sebepleri ve hidayet
anahtarlarının aklı kullanmaya dayandığını, kendilerinde de akıl bulunduğunu
bildirmektir. Fakat onlar akıllarını çalıştırmamakta ve gereği şekilde
akıllarını kullanmamaktadır.
"Doğrusu insanların çoğu Rablerinin huzuruna
çıkmayı inkâr ederler." Yani insanların çoğu ve özellikle kâfirler
öldükten sonra dirilişin ve hesap görmenin varlığını inkâr etmektedirler. Çünkü
onlar kendileri hakkında düşünmemektedirler. Eğer düşünmüş olsalardı öldükten
sonra Rablerine döneceklerine yakînen inanırlardı.
Cenab-ı Hak daha sonra rasullerinin peygamberliklerini
inkâr eden kimselerin helak edilmesi ve kendilerini tasdik eden kimseleri ise
kurtarılması gibi gözle görülür apaçık delillerle ve göz kamaştırıcı
mucizelerle te-yid etmek suretiyle peygamberlerinin Rableri nezdinden
getirdikleri haberlerin doğruluğuna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki
kavimlerin akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı? Önceki kavimler onlardan
daha güçlüydüler. Yeryüzünü işlemişler ve yeryüzünü onlardan daha fazla imar
etmişlerdi. O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah
onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."
Peygamberleri inkâr eden, ahireti yalanlayan bu
kimseler yeryüzünün çeşitli bölgelerinde dolaşıp da akılları ve anlayışlarıyla
bakmazlar mı? Allah'ın eserlerini araştırmazlar mı? Geçmişlerin haberlerini
duymazlar mı? Geçmiş ümmetlerden peygamberlerini yalanlayanların akıbetini
düşünmezler mi? Halbuki önceki kavimlerin Mekke halkından ve benzerlerinden
daha güçlü, daha çok mal ve evlât sahibi oldukları yeryüzünü ekip-biçtikle-ri,
ekin ve dikim için toprağı, beldeleri çorak olan Mekkeliler ve diğer Araplardan
daha fazla işledikleri ve Mekkelilerden daha fazla yeryüzünden istifade
ettikleri biliniyordu. Sonra da Cenab-ı Hak kendilerine Allah'ın kudretini ve
birliğini anlatan şahitler, gözle görülür deliller ve mucizeler getiren
peygamberlerini yalanlamaları inkâr etmeleri ve günahları sebebiyle onları
helak etti. Onlara verilen bu ceza zulüm değildi. Onlara veya başkalarına gelen
azap ve işkencelerle zulmetmek Allah'ın şanına layık değildir. Fakat onlar
Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve bu ayetlerle alay etmeleri ve geçmiş
günahları sebebiyle bizzat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Akıllı olan, başkalarından ibret alandır. Mal ve
evlât gibi dünya ziynetleri ve süslerinin kıyamet günü fayda vermeyeceğini
bilen kimsedir. Allah Tealâ bunu şu ayetle tekid etmektedir.
"Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü
oldu. Çünkü onlar Allah 'm ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya
alıyorlardı."
Yani o kötülük edenlerin akıbeti Allah'ın varlığına
ve birliğine delâlet eden Allah'ın ayetlerini ve delillerini yalanlamaları ve
bunlarla alay etmeleri sebebiyle dünyada helak olma suretiyle, ahirette ise
cehennem ateşinde ebedî kalmak suretiyle azaba uğramak olmuştur.
Kötülük edenlerin akıbeti kötü oldu. Çünkü onlar
Allah'ın ayetlerini yalanlamışlar ve bu ayetlerle alay etmişlerdi. Kötülük;
yalanlama ve alay etme mânasındadır. Kâfirlerden sadır olan suçu ceza olarak
ifade etmesi müşakele sanatıdır. Kötülüğün cezası kötülüktür (yani kötü bir
cezadır), cümlesinde olduğu gibi.
[13]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1-
Kâinatta tefekkür etmenin teşvik edilmesi ve bunun gerekli kılınması. Zira
göklerin ve yerin yaratılışını, maslahat ve adalet gereği yaratılan ve mutlaka
sona erecek bir vade ile ömrü tahdit edilen insan nefsini düşünmek yaratıcının
varlığına, birliğine, kudretine ve haşrin meydana geleceğine delildir.
"Bi'1-hakkı" ifadesi Allah'ın birliğine
delildir. Zira yaratılışın eşsiz, muazzam ve her türlü çarpıklıktan münezzeh
oluşu ilâhların birden fazla oluşunu reddeder. Zira birkaç ilâhın var olması
bozukluk, eksiklik ve çarpıklığa yol açardı. "Ve ecelün müsemmâ"
ifadesi haşre delildir. Çünkü bu, dünyanın fani olduğuna ve kainatın
yokolacağına delildir. Allah Tealâ her şeye kadir olması sebebiyle tekrar
diriltmeye de kadirdir. Zira hakla yaratma bu hayattan sonra bir başka ebedî
bir hayatı gerekli kılar. Çünkü bu hayat Kur'an'ın haber verdiği gibi oyun ve
eğlenceden ibarettir.
2-
"Belirli bir vade" ifadesi kıyamet günü manasında olup dünyanın
sonunda yokolacağma, her yaratığın bir ecelinin
bulunduğuna, iyilik işleyenlerin sevap, kötülük işleyenlerin ceza göreceğine
delâlet etmektedir.
3-
İnsanlardan birçoğu öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmektedirler. Bu düşünce
eksikliği ve kıt akıllılıktır. Zira akıllı kimse geleceği düşünen, ölümden
sonrası için çalışan ve dünya hayatına aldanmayan kimsedir.
4-
Geçmişin ibretli olaylarını basiretle incelemek bir ders ve öğüttür.
Peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin haberlerini duyan ve onların
akıbetlerini idrak eden, helak olmalarının ve yokolmalanmn sebeplerini bilen
kimse Allah'a iman etmeye koşacak ve doğru sözlü olduklarına delâlet eden
mucizeler ortaya koyan peygamberlerini tasdik edecektir.
5- Vücud
gücüne ve mal zenginliğine, servet bolluğuna ve evlât çokluğuna itimat etmek
tamamen hatalıdır. Zira mallar, medeniyetler ve kalkınma, kıyamet günü
sahiplerine hiçbir fayda vermeyecektir.
6-
Rablerini ve peygamberlerini inkâr eden geçmiş ümmetlerin helak edilmesi gerçek
ve adaletin ta kendisi olmuştur. Günah olmadan, peygamberler ve hüccetlerle
uyarılmadan bu ümmetlerin helak edilme olayı meydana gelmemiştir. Bu ümmetlerin
helak olmaları Allah'ın varlığına ve yegâne ilâh olduğuna delâlet eden,
Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, Kur'an'ı, peygamberi ve mucizelerini
yalanlamaları ve bu mucizelerle alay etmeleri, isyan etmeleri ve Allah'a şirk
koşmaları suretiyle nefislerine zulmetmeleri sebebiyle olmuştur.
[14]
11- Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da
tekrar diriltecek olan Allah'tır. Sonunda O'na döndürüleceksiniz.
12- Kıyamet koptuğu
gün suçlular, bütün ümitlerini kaybedip susarlar.
13- Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine
şefaatçiler bulunmayacaktır. Ortak koştukları şeyleri kendileri bile inkâr
edeceklerdir.
14- Kıyamet koptuğu gün, işte o gün müminlerle
kâfirler birbirlerinden ayrılırlar.
15- İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar
cennette mesrur olurlar.
16- İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma
çıkmayı yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabınagetirilirler.
'Varlıkları yoktan vareden" ve "Sonra da
tekrar diriltecek olan" cümleleri arasında tezat sanatı vardır.
"Sonunda O'na döndürüleceksiniz." Maksadı
mübalâğalı bir şekilde bildirmek için üçüncü şahıstan ikinci şahsa intikal
edilmiştir.
"iman edip salih ameller işleyenler, işte onlar
cennette mesrur olurlar. İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı
yalanlayanlar"a gelince, "işte onlar cehennem azabına
getirilirler." Bu iki cümlede mesut kimselerle bahtsız kimseler arasında
mukabele yapılmıştır.
"Türce'un", "Yeteferrakûn",
"Yuhberûn" ve "Muhdarûn" kelimelerinin sonları telaffuz
bakımından birbirine uyumludurlar.
[15]
"Bütün varlıkları" insanları "yoktan
vareden ve sonra da tekrar diriltecek olan" öldükten sonra ikinci defa
insanları yaratacak olan "Allah'tır. Sonunda" amellerin karşılığını
görmek için "O'na döndürüleceksiniz."
'"Kıyamet koptuğu gün suçlular bütün ümitlerini
kaybedip susarlar." Müşrikler şaşkın halde hüccetlerini kaybetmekten ümit
kesmiş halde susarlar. "Eblese'r-racül" sustu ve hücceti kesildi
demektir. "el-Müblis", suskun, hücceti kaybetmiş, bu hüccete
ulaşmaktan ümidi kesilmiş demektir.
"Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine
şefaatçiler bulunmayacaktır. " Yani onların Allah'a şirk koştukları
ortaklardan, putlardan, kendilerini Allah'ın azabından koruyacak şefaatçiler
olmayacaktır. "Ortak koştukları şeyleri kendileri bile inkâr
edeceklerdir." Yani onlardan berî olduklarını söyleyeceklerdir.
Tanrılarından ümit kestikleri zaman bunları inkâr edeceklerdir.
"Kıyamet koptuğu gün, işte o gün"
cümlesinde "işte o gün" ifadesi, "kıyamet koptuğu gün"
ifadesinin tekididir. İşte o gün "müminlerle kâfirler birbirlerinden
ayrılırlar".
"İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar
cennette" çiçekli, nehirli cennet bahçelerinde yüzleri tebessüm ederek
"mesrur olurlar."
"inkâr edip" Kur'an "ayetlerimizi ve
ahirette huzuruma çıkmayı" öldükten sonra dirilmeyi ve diğer hususları
"yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabına getirilirler." Cehennemin
içine konulur, ondan uzak kalmazlar.
[16]
Allah Tealâ suçluların akıbetinin cehennem olduğunu
zikrettikten ve öldükten sonra dirilişe ve mahşer yerinde toplanmaya işaret
ettikten sonra, kudretiyle ve iradesiyle insanları yoktan varedenin tekrar
diriltmekten âciz olmayacağına dair delilleri ortaya koydu. Sonra da kendisine
dönme vaktinde olacak hususları beyan etti, insanların o gün iki grup
olduklarını; bir grubun cennette, bir grubun da cehennemde olacağını bildirdi.
[17]
"Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da
tekrar diriltecek olan Allah'tır. " Yani Allah, yaratıkları yoktan
varetmeye ve yaratmaya kadir olduğu gibi bu yaratıkları tekrar diriltmeye de
kadirdir. Allah mahlûkatı kudretiyle ve iradesiyle varedendir. Dolayısıyla
tekrar diriltmekten âciz kalamaz. Sonra kıyamet günü yine yalnız O'na dönerler
ve aralarında hüküm verilmesi için mahşer yerinde toplanırlar. O zaman Allah
her amel işleyene ilmiyle amelinin karşılığını verir.
Daha sonra Cenab-ı Hak bedbaht olanların halini şu
ayetle tavsif etti: "Kıyamet koptuğu gün suçlular bütün ümitlerini
kaybedip susarlar." Yani insanlar arasında hüküm verileceği ve hesabın
görüleceği kıyamet gününde, Allah'a şirk koşan ve kıyametin şiddetinden dolayı
hücceti kesilen suçlular susar ve ümitsizliğe düşerler, kurtuluş için bir yol
bulamazlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine
şefaatçiler bulunmayacaktır. Ortak koştukları şeyleri kendileri bile inkâr
edeceklerdir." Yani onlar Allah'ı bırakıp da tapındıkları putlardan, asla
kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak şefaatçiler bulamayacaklardır. Onlar
da ortaklarından ve sahte ilahlarından uzak olduklarını ifade ederek onları
inkâr edeceklerdir. Zira ortak koştukları şeyler, kendilerine en çok muhtaç
oldukları bir anda, onlara ihanet edecektir. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle
buyurmaktadır: "Nitekim kendilerine uyulanlar azabı görünce uyanlardan
uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: Keşke bizim için
dünyaya bir dönüş olsa da bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsak, derler." (Bakara72(166-167).
Bu durum onların iflaslarının açığa çıkması ve
hüsrana uğradıklarının ilân edilmesidir.
Sonra mahşer halkı iki gruba ayrılırlar. Cenab-ı Hak
buyuruyor ki: "Kıyamet koptuğu gün, işte o gün insanlar gruplara
ayrılırlar" Yani kıyamet koptuğu gün insanlar bir daha biraraya gelmeyecek
şekilde ayrılacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey
suçlular! Bugün ayrılın." İman ve saadet ehli olanlar cennetlere alınır.
Küfür ve bedbaht ehli olanlar ateşlere atılır. Katade diyor ki: Bu, Allah'a
yemin olsun ki bir daha birleşme olmayacak bir ayrılmadır. Bunun için Cenab-ı
Hak şöyle buyurmaktadır:
"İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar
cennette mesrur olurlar." Yani Allah'ın Rasulü'nü ve ahiret gününü tasdik
edip iman edenler, Allah'ın emrettiği şeyle amel edenler ve Allah'ın
nehyettiği şeylerden vazgeçenler, onlar nimet içindedirler, kalbi ve gönlü
dolduracak bir sevinçle sevinirler ve onlar gayet güzel, yemyeşil cennet
bahçeleri ve akan nehirler şeklinde nail oldukları nimetler sebebiyle mesrur
olurlar. Dolayısıyla onlar son derece sevinç içerisinde cennettedirler. Nitekim
bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Hiçbir nefis kendisi için
gizlenen göz nuru nimetleri bilmez." (Secde, 32/17).
İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin
Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurur: "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir
beşer kalbine doğmayan nimetler vardır."
"İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma
çıkmayı yalanlayanlar işte onlar cehennem azabına getirilirler."
Yani Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden,
O'nun peygamberlerini ve ayetlerini yalanlayan, öldükten sonra dirilişin
meydana geleceğini inkâr edenler cehennem azabında ebedî kalacaklardır. Onlar
asla azaptan uzak kalmayacaklar, azab onlardan kesinlikle ayrılmayacaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Orada uğradıkları gamdan, ne zaman
çıkmak isteseler tekrar oraya iade edilirler." (Hac, 22/22) ve yine şöyle
buyurmuştur: "Doğrusu suçlular ebediyyen kalacakları cehennemin azabı
içindedirler. Azaba hiç ara verilmez. Onlar orada tamamen ümitsizdirler."
(Zuhruf, 43/74-75).
[18]
Bu ayetlerden
şu neticeler çıkmaktadır:
1- Bütün
varlıkları yoktan vareden ve kudretiyle tekrar diriltecek olan Allah'tır.
Sonunda dönüş ve varış O'nadır.
2-
Müşrikler ve kâfirler kıyamet günü şirk koşmalarını ve inkâr etmelerini
savunabilecekleri hiçbir delil bulamayacaklar; hüccetleri kesilecek, bu
hüccetlere ulaşma ümitleri
kalmayacaktır. Yine aynı şekilde kendileri dışında kendilerine yardım edecek
bir yardımcı ve onları Allah'ın azabından kurtaracak bir şefaatçi de
bulamayacaklardır. O zaman kendilerinin taptıkları sahte tanrıları hakkında
onlar ilâh değildir diyecekler, o sahte ilahlardan uzak duracaklar, sahte
ilahları da onlardan uzak duracaklardır.
3- Kıyamet
günü müminlerle kâfirler arasında bir ayrılma meydana gelecek, iyiler
kötülerden ayrılacaktır. Müminler şirin bahçeleri ve akan nehirleri olan ebedî
cennetlere yerleşecek, onları sevinç ve mutluluk kaplayacak, nimet ve
ikramlara nail olacaklardır. Kâfirler ise daimî ve ebedî olarak cehennem
azabında kalacaklar, oradan hiç çıkmayacaklardır. Bu azaptan hiçbir şekilde
azaltma olmayacaktır.
4- İmanla
birlikte mutlaka salih amel de gereklidir.
Salih amel Allah'ın emrini yerine getirmek, O'nun nehyettiği şeylerden
kaçınmaktır. Zira salih amel imanla birlikte değer ifade eder. Çünki sadece
iman, kurtuluşu gerçekleştirir, ama derecelerin yükselmesine fayda vermez.
Mümin yüksek dereceye sadece imanı ve salih ameliyle
ulaşır. Kâfir ise sadece küfrü sebebiyle cehennemin en alt derecelerinde kalır.
İşte imanla birlikte amel-i salihin zikredilmesinin, küfür zikredilirken kötü
amelin zikredilmemesinin sebebi budur.
[19]
17- O halde akşama girerken de, sabaha ererken de
Allah'ı tenzih edin.
18- Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Gündüzün
sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı
tenzih
diriden sonra
yeryüzüne hayat verir. İşte siz de böylece (diriltilip)
çıkarılacaksınız.
"Akşama girerken" ve "sabaha
ererken" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Ölüden diriyi çıkarır" cümlesi istiaredir.
Mümin için "diri" kelimesi, kâfir için "ölü" kelimesi
kullanılmıştır.
[20]
"Akşama girerken de" akşamleyin iki namaz
vardır: Akşam ve yatsı namazları. "Sabaha ererken de" sabahleyin de
sabah namazı vardır. Teşbihin sabah ve akşama tahsis edilmesinin sebebi kudret
ve azametin eserleri bu vakitlerde daha açık ve seçiktir. "Allah'ı tenzih
edin." "Fe-sübhanalla-hi": sübhane; teşbihtir, yani Allah'ı
noksan sıfatlardan münezzeh kılmaktır. Bu ifade Allah Tealâ'yı tenzih etmeyi
emretme mânâsında haberdir. Allah'ın kudretinin açıkça ortaya çıktığı,
nimetinin yenilendiği vakitlerde Allah'ı teşbih edin, yani namaz kılın
demektir.
"Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur"
cümlesi cümle-i mu'teriza-dır (ara cümledir). Yani yer ve gök ehli ona
hamdeder, demektir.
"Gündüzün sonunda" ifadesi içinde ikindi
namazı da yer almaktadır. "öğle vaktine girince" de Allah'ı tenzih
edin. Yani öğle namazını kılın. İbni Abbas (r.a.)'den rivayete göre bu ayet beş
vakit namazı içinde toplamaktadır: "Tümsün" kelimesi akşam ve yatsı
namazını, "tüsbihun" sabah namazını, "aşiyyen" ikindi
namazını,"tuzhırûn" öğle namazını ihtiva etmektedir. "Allah 'ı
tenzih edin." namaz kılın.
"O ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü
çıkarır." Müfessirlerin çoğu diyorlar ki: Tavuğu yumurtadan, insanı
nutfeden, kuşu yumurtadan, yumurtayı kuştan, nutfeyi insandan O çıkarır.
Bazıları ise şöyle demiştir: O kâfirden mümin, müminden kâfir çıkarır.
"Ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir."
Yani yeryüzü kuruduktan sonra ona bitki ile can verir. "İşte siz de
böylece çıkarılacaksınız." Yani bu şekilde kabirlerden çıkarılacak ve
diriltileceksiniz. Bunun mânâsı canlıdan ölüyü, ölüden canlıyı çıkartmak, ölüyü
diriltmek ve canlı varlığı öldürmek suretiyle her şeyi zıddından çıkarmaya
muktedir olan Allah'ın kudretine göre bir şeyi yoktan varetmekle öldükten
sonra diriltmek birbirlerine eşittir.
[21]
Kâinatın başlangıcında göklerin ve yerin
yaratılışındaki Allah Te-alâ'nın azameti ve kudretini, kainatın sona ermesi
durumunda kıyametin kopması anındaki ilâhî azameti ve insanların biri cennete,
diğeri cehenneme olmak üzere iki grup halinde ayrıldıklarını beyan ettikten
sonra; Allah Tealâ kendisinin her türlü kötü vasıftan ve kendisine yakışmayan
her şeyden tenzih edilmesini ve her durumda kendisine hamdüsenada bulunulmasını
emretti. Çünkü ölüyü diriltme, diriyi öldürme hususunda ve insanların
diriltilerek kabirlerinden çıkarılması gibi ölümünden sonra yeryüzüne hayat
verme hususunda tek ve yegâne varlık O'dur. Bu durum sabah vaktinde insanın
küçük ölüm olan uykudan hayat olan uyanıklığa intikal etmesine benzer.
[22]
"O halde akşama girerken de, sabaha ererken de
Allah'ı tenzih edin." Yani akşamın başlangıcında da, sabahın doğması
anında da gece ile gündüzün bütün vakitlerinde Allah Tealâ'yı teşbih ve tenzih
edin. Onun rızası için namaz kılın.
Bu ifade Allah'ın mükemmel kudretine ve muazzam
hakimiyetine delâlet eden ve birbirini izleyen bu vakitlerde:
Akşam, gece karanlığının gelmesi,
Sabah, gündüz ışığının aydınlatması vakitlerinde
Allah Tealâ'nın kullarının kendisini teşbih ve tahmid etmelerini
bildirmektedir.
Akşam vaktinde, akşam ve yatsı namazları; sabah
vatinde, sabah namazı yeralmaktadır. Burada akşam vaktine ermek, sabah vaktine
girmekten önce zikredilmiştir. Zira gece, gündüzden öne geçmektedir.
"Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur."
Yani Allah Tealâ melekler, cinler ve insanlar gibi yer ve göklerde bulunan
bütün varlıklar tarafından hamdü sena edilmiştir. Bu cümle teşbihe uygun olarak
hamdin ona layık olduğu şeklindeki bir ara cümledir.
"Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girince
Allah'ı tenzih edin." "Işâ" vakti yani şiddetli karanlıkta ve
öğle vakti gündüz ortasında Allah'ı teşbih ve tenzih edin.
Maverdî diyor ki: Akşam ile gece vakti arasındaki
fark şudur: "Mesâ" güneşin batmasından sonra karanlığın başladığı
vakit yani akşam vaktidir. "Işâ"nın mânâsı ise güneşin batmaya yüz
tuttuğu gündüzün son vakti (akşam üzeri)dir.
Dikkat edilirse, teşbih ve tenzih için bu vakitlerin
tahsis edilmesi bir durumdan diğerine, bir zamandan diğerine fiilen intikal
etme alâmetlerinin varlığı sebebiyledir. Bu tenzih vazifesi, sabah ışığın
kuvvetiyle başlayarak öğle vakti güneşin doğudan batıya intikal etmesine,
oradan gündüzün sona ermeye başlayıp akşam üzeri vaktinin başladığı ikindi
vaktine kadar, sonra karanlığın başlangıcı olan akşam vaktine ve şiddetli
karanlık vakti anlamındaki yatsı vaktine kadar bütün vakitleri içine
almaktadır.
Ayetin manası: Birbirini izleyen bütün bu vakitlerde
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih edin ve O'nu kemal sıfatlarıyla tavsif edin.
Zira amellerin en faziletlisi devamlı olanıdır.
Burada cennet bahçelerini elde etmeyi sağlayan iman
esaslarına işaret edilmektedir. Allah Tealâ en yüksek makamın ve en mükemmel
karşılığın iman eden ve salih amel işleyen kimselere ait olduğunu "iman
edip sa-lih amel işleyenler, işte onlar cennette (nimetlendirilip) mesrur
olurlar." ayetiyle beyan ettikten sonra; imanın kalple yapılan tenzih,
dille yapılan tevhid olduğunu ve salih amelin bütün vazifeleri yerine getirmek
olduğunu bildirdi. Bütün bunlar, cennet bahçelerinde nimetlenip sevinç ve
saadete ulaştıran teşbih, tenzih ve tahmiddir.
Aydınlık ve karanlığa dikkat çekilmesi, Allah'ın,
sabahı aydınlığı açan ve geceyi sükûnet yeri kılan olması Kur'an'da tekrar
tekrar yeralmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususlara şu ayetlerde işaret
etmektedir:
"Güneşi ortaya koyan gündüze, onu bürüyen geceye
yemin olsun." (Şems 91/3-4); "Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye
yemin olsun. Açılıp aydınlattığı zaman gündüze yemin olsun." (Leyi:
92/1-2); "Kuşluk vaktine yemin olsun. Sükûna erdiği zaman geceye yemin
olsun." (Duha, 93/1-2).
Allah Tealâ daha sonra tenzih ve tahmidi gerekli
kılan kudretinin ve azametinin bazı görüntülerini zikredip şöyle buyurdu:
"O ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü
çıkarır." Yani Allah Tealâ birbirine zıt olan şeyleri yaratmaya muktedir
olan yegâne varlıktır. O, önce ölü topraktan canlı insanı çıkarır, sonra da
insanları nutfeden, yumurtadan da kuşu çıkarır. Nitekim bunun zıddmı da yapar;
insandan nutfeyi, kuştan yumurtayı, kâfirden mümini, müminden kâfiri, uyuyan
insandan uyanık insanı, uyanık insandan uyuyanı çıkarır.
Nutfenin canlı bir varlık oluşuna gelince, Araplar
bunu bilmiyorlardı. Bu konudaki ilmî ilerleme Araplar nezdinde henüz açık bir
noktada değildi.
Bu, ilâhî kudretin mükemmel, sanatının eşsiz ve
ilâhının azametli oluşuna delildir.
"Ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir."
Allah Tealâ yeryüzüne yağmurla hayat verir. Tohumdan bitkiyi, bitkiden tohumu
çıkarır. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İşte onlara bir delil:
Ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada
hurmalıklar ve üzüm bağları varederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız."
(Yasin, 36/33-34). Yine bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünü
kupkuru görürsün. Fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır.
Her güzel bitkiden çift çift yetiştirir." (Hacc, 22/5).
"İşte siz de böylece çıkarılacaksınız."
Yani bu şekilde bir çıkartma ile öldükten sonra kabirlerden diri olarak
çıkarılacaksınız. Bu da Allah için pek kolaydır.
[23]
Bu ayetler şu noktalara delâlet etmektedir:
1- Allah
Tealâ'nın bütün noksanlık sıfatlarından münezzeh oluşunun ve O'nun bütün kemal
sıfatlarıyla muttasıf oluşunun birbirlerini izleyen vakitlerde beyan
edilmesinin vacip oluşu.
Ayette teşbih (Allah'ı tenzih etme) ile Allah'ın
nimetleri ve ikramlarına karşı hamd etme yanyana zikredilmiştir. Beş vakit
namaz teşbih ve tahmidi ihtiva ettiği için teşbih ve tahmid şekillerinin bir
örneğidir. İbni Abbas -daha önce geçtiği gibi- Kur'an'da beş vakit namazın
sayısının beyan edilmesi hususunda Rum suresi 17-18. ayetleri delil olarak
zikretti.
Bu ayetler imana, teşbih ve tahmidin üstünlüğüne
delildir. Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kim sabaha erdiği zaman
(Fe-sübhanallahi hine tüsbihûn ...) ayetlerini okursa, o gece kaybettiği
şeylere erişmiş olur. Kim bu ayetleri akşama erdiği zaman okursa, o gün
kaybettiği şeylere erişmiş olur." Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyuruyor: "Kim kendisine en bol ölçekle pay ayrılmasından memnun kalırsa
şöyle desin: "Fe-sübhanallahi hine tümsûne ve hine tüsbihûn."
2- Yaratma
ve varetmede; yoketme, diriltme ve öldürmede vahdaniy-yeti hususunda Allah
Tealâ'nın mükemmel kudreti tecelli etmekte ve varlığı sabit olmaktadır. O,
birbirine zıt ve karşı olan şeyleri birbirinden yaratmaktadır. O, ölüden
diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır. O ölümünden ya da kurumasından sonra
yeryüzüne hayat verir. Kuru ve çorak topraktan bitki çıkartmak suretiyle
yeryüzüne hayat verdiği gibi diriltmek suretiyle insanlara da hayat verir.
Kurtubî diyor ki: Bu ayette kıyasın sahih olduğunun
delili vardır. Yani Cenab-ı Hak ölülerin kabirlerden çıkarılıp diriltilmesini
ölü toprağın yemyeşil parlak bitkiyi yeşerten yağmurla diriltilmesine kıyas olarak
getirmiştir.
[24]
20- Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan
olarak (yeryüzüne) dağılmanız Allah'ın ayetlerindendir.
21- Size kendi içinizden kendileriyle huzura
kavuşacağınız eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi
Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için pek çok
ibretler vardır.
22- Göklerin, ve yerin yaratılması, dillerinizin
farklı farklı olması Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için
pek çok ibretler vardır.
23- Gece uyumanız ve gündüz O'nun lütfundan rızık
aramanız O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda (Hakk'ı) dinleyen bir topluluk
için pek çok ibretler vardır.
24- Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi,
gökten su indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne canlılık vermesi O'nun ayetlerindendir.
Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için pek çok ibretler vardır.
25- Göğün ve yerin Allah'ın emriyle
25- Göğün ve yerin Allah'ın emriyle ayakta durması
O'nun ayetlerindendir Sonra sizi yeryüzündeki kadendir. Sonra sizi yeryüzündeki
kabirlerinizden bir defa çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden)
çıkıverirsiniz.
26- Göklerde ve yerde bulunan herkes ancak O'nundur.
Hepsi O'na boyun eğmektedir.
27- Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da
tekrar diriltecek olan ancak O'dur. Bu O'na pek kolaydır. Göklerde ve yerde en
yüce sıfatlar O'nundur. O, Azîz'dir (her şeye galiptir), Hakîm'dir (sonsuz
hikmet sahibidir).
"Korku vermek için" ve "ümit vermek
için" ifadeleri arasında ve "Varlıkları ilk defa yaratan" ve
"Sonra da tekrar diriltecek olan" ifadeleri arasında tezat sanatı
vardır.
[25]
"Sizi" sizin aslınız olan Hz. Âdemi
"toprakdan yaratması sonra da" kandan ve etten meydana gelen
"birer insan olarak" Allah'ın lütfunu kazanmak için yeryüzüne
"dağılmanız, O'nun ayetlerindendir." Allah Tealâ'nın kudretine
delâlet eden ayetlerindendir.
"Size kendileriyle huzura kavuşacağınız"
kendilerine meyledeceğiniz ve ülfet temin edeceğiniz eşler yaratmıştır. Zira
cinslerin birliği beraberlik ve birlikteliğin illeti, farklılığı ise
nefretleşmeye sebeptir, "kendi içinizden eşler yaratması" Hz.
Havva'yı Adem'in kaburga kemiğinden, diğer kadınları ise erkek ve kadınların
nutfelerinden yaratması yahut kadınların başka bir cinsten değil, erkeklerin
cinsinden yaratılmış olmaları "ve aranızda sevgi ve merhamet meydana
getirmiş olması" erkeklerle kadınlar arasında ya da aynı cinsin fertleri
arasında diğer hayvanlardan farklı olarak geçim durumunu tanzim etmek için
evlilik vasıtasıyla sevgi ve merhamet meydana getirmesi "Allah'ın
ayetlerindendir." kudretinin alânıetlerindendir. Süd-dî diyor ki:
"Meveddet" sevgi, "rahmet" şefkat demektir. "Şüphesiz
bunda", bu zikredilen hususlarda Allah Tealâ'nın yarattığı varlıkları
"düşünen" ve bu varlıklarda bulunan hikmetleri bilen "bir
topluluk için" Allah'ın kudretine delâlet eden "pek çok ibretler
vardır."
"Göklerin ve yerin yaratılması", sizler
aynı erkek ve kadının evlâdı olduğunuz halde "dillerinizin" Arapça,
Farsça v.s. şeklinde "ve renklerinizin" beyaz, siyah v.s. şeklinde
"farklı olması" insanların birbirlerini tanımaları ve ayırdetmeleri
için azaları, durumları, renkleri ve güzelliklerinin planlama-sındaki
çeşitliliği "Allah'ın ayetlerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir.
"Şüphesiz ki bunda bilenler için" akıl ve idrak sahipleri için
"pek çok ibretler"; melek, insan ve cin gibi hiçbir akıllı varlığa
gizli kalmayan Allah'ın kudretine delâlet eden pek çok deliller
"vardır." Bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bunu
ancak bilenler düşünürler." (Ankebut, 29/43).
"Gece ve gündüz uyumanız" vücudun, gönlün
ve zihnin dinlenmesi için gece ve gündüz zamanında uyumanız "ve O'nun
lütfundan rızık aramanız" gece-gündüz geçim temini için çalışmanız
"O'nun ayetlerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir.
"Şüphesiz bunda" anlama, düşünme, basiret sahibi olma ve ibret almak
için kulak veren "dinleyen bir topluluk için pek çok ibretler
vardır".
"Size", yolcuya yıldırımlarla
"korku" vermek, ikamet edene yağmurla "ümit vermek için
şimşeği" bulutların süı iinmesi sonucu havada meydana gelen ve gök
gürültüsüne sebep olan el- ..ı/ik kıvılcımlarını "göstermesi" yani
takdir etmesi, "gökten su indirip onumla ölmüş olan" kurumuş olan
"yeryüzüne", bitkiler yeşertmek suretiyle "canlılık vermesi
O'nun ayet-lerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir. "Şüphesiz ki
bunda", bu anlatılan konuda "akıl sahibi olan" yaratıcının
mükemmel kudreti ve hikmetini ortaya koyması için bunların nasıl meydana
geldiği hususunda akıllarını kullanan ve ince düşünen bir "topluluk
için" Allah Tealâ'nm kudretine delâlet eden "pek çok ibretler
vardır."
"Göğün ve yerin O'nun emriyle ayakta
durması" bunları ayakta tutan hiçbir maddî varlık olmaksızın belirli
yerlerinde tutması ve gökyüzünü gördüğünüz şekilde direksiz tutması "O'nun
ayetlerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir. "Sonra sizi
yeryüzünden" yeryüzündeki kabirlerinizden "bir defa çağırdığı
zaman" yani ey ölüler çıkın, dediği ya da kabirlerinden kalkıp dirilmek
için İsrafil Sur'a üfürdüğü zaman "hemen" kabirlerinizden diri olarak
"çıkıverirsiniz."
"Göklerde ve yerde bulunan herşey" mülk,
yaratık ve kul olarak "ancak O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmektedir."
Ona itaat etmekte ve Onun göklerdeki ve yerdeki emirlerine teslim olmakta,
ondan ayrılamamaktadırlar.
"Bütün varlıkları" insanları "yoktan
vareden ve" yokolduktan "sonra da tekrar diriltecek olan ancak O'dur.
Bu O'na pek kolaydır." Yani tekrar diriltme Onun için -muhatapların
anlayışına göre- ilk diriltmeden daha kolaydır. Yahut bir şeyin tekrar imal
edilmesi ilk defa imal edilmesinden daha kolaydır. Yoksa o, Allah Tealâ
nezdinde kolaylık açısından aynıdır. "Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar
O'nundur." Bu da Allah'tan başka ilâh olmamasıdır. Yani Allah'ın yüce
vahdaniyetle tavsif olunması, kendisine göklerde ve yerde eş veya benzer
olabilecek bir şeyin bulunmaması Ona mahsustur. Yahut O, umumî kudret ve tam
hikmet gibi gayet eşsiz bir vasfa sahiptir. "O Azîz'dir," mülkünde
kudret sahibidir mümkün olan varlıkları ilk defa yaratmaktan ve sonra
diriltmekten âciz değildir. "O Hakimdir." Yani mahlûkatmdaki işleri
hikmeti gereği yapandır.
[26]
İbni Ebî
Hatim, İkrime'den naklediyor:
Kâfirler Allah'ın ölüleri diriltmesine hayret
ettiler. Bunun üzerine 27. ayet nazil oldu: "Bütün varlıkları yoktan
vareden ve sonra da tekrar diriltecek olan ancak O'dur."
[27]
Allah Tealâ'nın bütün noksanlıklardan münezzeh
olduğunu, Onun bütün her şeyi yaratması sebebiyle hamdüsenaya layık olduğunu,
O'nun öldürme ve diriltmeye muktedir olduğunu beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak
burada tek oluşunun, varlığının, azametinin ve mükemmel kudretinin delillerini,
öldükten sonra diriltmeyi isbat edecek hüccetleri zikretti. Cenab-ı Hak önce
insanın topraktan yaratılması, sonra insan cinsinin doğumlar yoluyla devam
etmesi, daha sonra da göklerin, yerin ve kâinatta müşahede edilen olayların
yaratılması, insanların renklerinin ve dillerinin farklılığı, geceleyin
uyumaları, gündüz çalışmaları gibi deliller zikretti. Bunlar insanlarda meydana
gelen vasıflardır. Daha sonra kâinattaki yıldırım, yağmur ve bitkilerin
yeşermesi, göğün ve yerin Allah'ın iradesine teslim olması, ölülerin
kabirlerden dirilerek çıkmaları şeklindeki çağrısına derhal uymalarını
zikretti. Bunların ardından bu zikredilenlerin neticesi olan Allah'ın
yaratmaya, diriltmeye kadir olması, vahdaniyet, mükemmel kudret ve sonsuz
hikmet sahibi olması gibi yüce sıfatlarını beyan etti.
[28]
"Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan
olarak yeryüzüne dağılmanız Allah'ın ayetlerindendir." Yani Allah
Tealâ'nın yaratma, yoktan varetme, yoketme ve ortadan kaldırmaya tam anlamıyla
muktedir olduğuna ve Allah'ın azametine delâlet eden ilâhî ayetlerden biri
insanın ilk defa yaradılışıdır. Allah, babanız Adem'i asıl olarak topraktan
yarattı. Sizin gıda kaynağınızı, hayvan etleriyle topraktan çıkan bitkiler
kıldı. Sizi yaratmasından sonra sizler yeryüzünü imar edersiniz. Yeryüzünde
şehirler ve kaleler yapmak, tarlaları ekmek, rızık temini için değişik ülkelere
yolculuk yaparak ticaret yapmak, geçim için çalışmak, mal toplamak gibi değişik
gayelerle kabiliyet, akıl ve düşüncede zenginlik ve fakirlik, mutluluk ve
mutsuzluk gibi farklı durumlarla yeryüzüne dağılırsınız.
İmam Ahmed, Tirmizî ve Ebu Davud'un Ebu Musa
el-Eş'arî'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah Âdem'i bütün yeryüzü toprağından alınan
bir avuç topraktan yarattı. Âdemoğulları toprak şekline göre geldi."
Dolayısıyla içlerinde beyaz, kırmızı, siyah ve bunların arasındaki renklerde;
kötü, iyi, yumuşak, sert ve bunların arasındaki insanlar meydana geldi.
Allah Tealâ daha sonra insan cinsinin devam etme
yolunu zikretti:
"Size kendi içinizden kendileriyle huzura
kavuşacağınız eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi
Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için pek çok
ibretler vardır."
Allah'ın kudretine ve rahmetine delâlet eden
alâmetlerden biri olarak sizin için erkekler cinsinden kadınlar yaratmıştır.
Cenab-ı Hak, cinsler arasında uyumun gerçekleşmesi ve ünsiyetin mükemmel bir
şekilde meydana gelmesi için ilk kadını (Hz. Havva'yı) erkeğin (Hz. Âdem'in)
vücudundan yaratmıştır. İki cinsin hayatın yükünü taşıma hususunda işbirliği
yapmaları ve ailenin en güçlü temel ve en mükemmel bir sistem üzerinde devam
etmesi, ailede sükûnetin, huzurun, rahatın ve sessizliğin sağlanması için iki
cins arasında sevgi ve şefkati varetmiştir. Zira erkek, ya kadına olan sevgisinden
dolayı, ya da kadından çocuk sahibi olduğu için, yahut kadının nafaka hususunda
kendisine muhtaç olmasından dolayı, yahut aralarındaki sıcaklık sebebiyle
kadına şefkat duyması sebebiyle erkek kadını tutar.
Bu şekilde insanın ilk defa topraktan yaratılması,
kadınların erkeklerin nefislerinden varedilmesi, iki cins arasındaki bağların
sevgi, muhabbet, rahmet ve şefkatle güçlendirilmesi hususunda hayatın
vesileleri, neticelerin gerçekleştirilmesi, aradaki bağların hikmete ve kamu
menfaatine ve eşsiz bir sisteme uygun olarak kurulması konularını düşünen
kimseler için, varlıkları yoktan vareden, ikram ve lütufta bulunan yaratıcının
varlığına deliller vardır.
Babamız topraktandır. Zürriyeti sudandır. Bu su ise
kandan, kan da gıdalardandır. Gıdalar ise bitkilerden, topraktaki maddelerden
ve madenlerdendir.
Cenab-ı Hak daha sonra kadınla huzur duyulması, ona
olan meylin tam olabilmesi, kadınla birlikte psikolojik sükûnetin meydana
gelebilmesi için iki cins arasındaki aile irtibatını aynı oluşum, aynı tabiat
ve aynı içgüdülerle meydana getirmiştir.
"...kendileriyle huzura kavuşacağınız..."
ifadesini "Sizi tek bir candan yaratan, ondan da kendisiyle huzur bulacağı
eşini meydana getiren O'dur." (Araf, 7/189) ayeti tefsir etmektedir.
Allah Tealâ kendisinin varlığına, Rab oluşuna,
birliğine, büyük kainattaki kudretine ve insanın oluşumunun azametine delâlet
eden diğer delilleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve
renklerinizin farklı farklı olması Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda
bilenler için pek çok ibretler vardır."
Allah'ın direksiz olarak, yüksekte tutulan yıldızlar
ve gezegenlerle süslenen gökyüzünü yaratması, hazineler, vadiler, çöller,
denizler, hayvanlar ve ağaçlar bulunan, dağlarla sabit tutulan ve hazineler,
madenler ve hayırlarla dolu olan tabakalarıyla yeryüzünü yaratması, Allah'ın
muazzam kudretine ve varlığına delâlet eden alâmetlerdendir.
Bu kâinat çeşitli mahluklarla doludur. Çeşitli
cinsler, muhtelif diller, farklı renkler, her varlığa ait sesler ve özellikler
farklı parmak izleri gibi çeşitli durumlar, aynı asıldan, aynı babadan ve aynı
anneden meydana gelmelerine rağmen farklılık, güzellik ve çirkinlikte ayrı
ayrı olan insanlarla kâinatta ünsiyeti vareden O'dur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Evet! İnsanoğlunun parmak uçlarını bile aynen eski haline
getirmeye bizim gücümüz yeter." (Kıyame, 78/4).
İşte bu belirtilen hususlarda olaylara derhal nüfuz
eden akıl, basiretli fikir ve faydalı ilim sahipleri için kendilerini Hakk'a
sevkedecek, yaratıklar hakkında düşünmeye irşad edecek ve kendilerinin
lüzumsuz veya bozgunculuk maksadıyla değil de sonsuz bir hikmet ve yüksek bir
maslahat için yaratıldıklarını beyan edecek mükemmel bir ilâhî kudrete delâlet
eden ayetler vardır.
"Gece uyumanız ve gündüz O'nun lütfundan rızık
aramanız, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, Hakk'ı dinleyen bir topluluk
için pek çok ibretler vardır."
Onun kudretinin ve rahmetinin alâmetlerinden biri
yorgunluktan rahata erme imkânı verilmesi, geceleyin sessizlik ve istikrarın
temini, gündüz ise hareket, rızık için çalışma ve devamlı bir gayret etme
imkânı verilmesidir.
Bu belirtilen hususlarda ibret alma, derin düşünme,
hüccetleri anlayıp şuurlanma şeklinde gerçeklere kulak veren bir topluluk
için, kendilerine Allah'ın kâinatı diriltmeye ve yeniden varetmeye kadir
olduğu şeklinde kesin inanç ve kanaat sahibi olmaya götüren ibretler ve
deliller vardır.
Allah Tealâ, daha sonra, kâinatta meydana gelen
olaylar ve hayat değişiklikleri hususundaki delilleri zikrederek şöyle buyurdu:
"Size korku ve ümit vermek için şimşeği
göstermesi, gökten su indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne canlılık vermesi
O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için pek
çok ibretler vardır."
Yolculara ve başkalarına korku vermek ve aynı zamanda
insan, hayvan ve bitkilerin muhtaç oldukları yağmur gibi arzu ettiğiniz
hususlarda size ümit vermek için şimşeği göstermesi O'nun kudretinin azametine
delâlet eden ayetlerindendir.
Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır:
"O gökyüzünden su indirir. Bu su ile ölümünden sonra yeryüzüne canlılık
verir." (Rum, 30/24). Yani yeryüzü bitkisiz ve çorak iken su geldiği zaman
"Titrer, gelişir ve her güzel çiftten bitkiler yeşertir." (Hacr,
22/5).
Şüphesiz ki ölümden sonra diriltme şeklinde
zikredilen bu hususta diriliş, yeni bir hayata dönüş ve kıyametin kopmasına
gayet açık bir burhan vardır. Elbette yeryüzüne hayat veren ölüleri diriltmeye
de kadirdir. O her şeye gücü yetendir.
"Göğün ve yerin Allah'ın emriyle ayakta durması
O'nun ayet-lerindendir. Sonra sizi yeryüzündeki kabirlerinizden bir defa
çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz."
Gökyüzünün direksiz, küre şeklindeki yeryüzünün
fezada direksiz durması, bilakis Cenab-ı Hak'ın emri, tedbiri ve tasarrufuyla
hayatını devam ettirmesi, O'nun kudretinin ve varlığının delillerindendir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah, görmekte olduğunuz
gökleri direksiz olarak yükseltendir." (Ra'd, 13/12); "Göğü de kendi
izni olmadıkça yer üzerine düşmekten korur." (Hacc, 22/65); "Şüphesiz
Allah gökleri ve yeri nizamları bozulmasın diye tutuyor." (Fatır, 35/41).
Sonra Allah Tealâ dünyanın eceli gelinceye kadar bu
âlemin sistemini korur. O zaman, kabirlerinizden diri olarak çıkmak için
davetçi sizi davet ettiği zaman çıkarsınız. Bir başka ayette şöyle
buyurulmaktadır: "O gün onlar sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi...
kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar." (Maaric, 70/43); "Allah
sizi çağıracağı zaman kendisine hamdede-rek çağrısına uyarsınız ve (ölmeden
önceki halinizde) çok kaldığınızı zannedersiniz. " (İsra, 17/52);
"O, (yeniden dirilme) ancak bir tek nâra ve bir sayhadır. İşte o sayhadan
sonra birdenbire insanlar kendilerini yeryüzünde buluverirler." (Nâziat,
13-14); "Bu olay, bir tek sayhadan başka bir şey değildir. İşte ondan
sonra toplanıp huzurumuza dizilirler." (Yasin, 36/53).
Kesin netice ise şudur: "Göklerde ve yerde
bulunan herkes ancak O'nundur." O'nun kuludur. "Hepsi O'na boyun
eğmektedir." Yani göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey mülk, kul ve
tasarruf olarak Allah'ındır. Onlar, hep birlikte Allah'ın murad ettiği ölüm ya
da hayata, hareket ya da sükûnete isteyerek ya da istemeyerek boyun eğmekte,
gönülleri ürpererek kabul etmektedirler. Ebu Said el-Hudrî'den merfû olarak
Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kur'an'daki
her (kunût) ifadesi 'taat'demektir."
"Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da
tekrar diriltecek olan ancak O'dur. Bu, O'na pek kolaydır." Yani insanı
daha önce benzeri hiç geçmemiş bir şekilde ilk defa yaratan, sonra insanı
öldürecek ve yokedecek, sonra da ilk defa varettiği gibi onu tekrar
diriltecektir. Bu onun için gayet basit ve kolaydır. Bu ayetlere muhatap olan
beşerin tasavvuruna göre ve insanların "Yeniden varetme, başlangıçtaki
varetmeden daha kolaydır." şeklindeki idraklerine göredir. Bütün bu
zikredilen hususlar, dirilişi inkâr eden bilgisiz kâfirlerin akıllarına
yaklaştırmak içindir. Aksi takdirde başlangıçta varetmek ya da sonradan
diriltmek Allah Tealâ'nm kudretinde aynıdır. Ayetteki "ehven"
kelimesi "heyyin: basit ve kolay" mânâsındadır. Çünkü Allah Tealâ
için kolay olmayan bir şey yoktur.
Buhari'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiğine
göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ buyuruyor ki:
Âdemoğlu beni yalanladı. İnsanın buna hakkı yoktur. Hakkı olmadığı halde bana
küfretti. Beni yalanlamaları Ademoğlu'nun: "İlk defa beni yarattığı gibi
beni asla diriltmeyecek." şeklindeki sözüdür. Halbuki mahlûkatımı ilk defa
yaratmam bana, onu tekrar diriltmekten daha basit değildir. İnsanoğlunun bana
küfretmesine gelince, onun benim hakkımda: "Allah, evlâd edindi"
(Bakara, 2/116) şeklindeki sözüdür. Ben doğmayan, doğurmayan, kendisinin hiçbir
ortağı olmayan, Ehad (tek) olan, Samed (her şeyden müstağni) olanım."
"Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O
Azîz'dir, Hakim'dir." Yani yüce ve kâmil sıfatlar O'na mahsustur. Bu
sıfatlar Allah'ın "bir" olmakla mevsuf olması, Allah'tan başka ilâh
olmaması, O'ndan başka hiçbir Rab olmaması, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf
olması, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olması, O'nun hiçbir ortağı, hiçbir
benzeri, hiçbir eşi olmamasıdır. O, mülkünde güçlüdür. Yerde ve gökte hiçbir
şey Onu âciz bırakamaz. O yaptığı şeylerde ve yaratıklarının idaresinde sonsuz
hikmet sahibidir. O yarattı, güzel bir şekilde yarattı, takdir etti ve hidayete
erdirdi. Varlık alemindeki her şey ilmi ve iradesine uygun ve hikmetinin
gereği olarak cereyan eder. Her varlık Onun tek olan, muktedir olan kulları üzerinde
ezici güce sahip olan yaratıcı olduğunu ifade etti. Onun kaderini reddedecek
hiçbir varlık, Onun hükmünü kaldıracak hiçbir güç yoktur.
[29]
Bu ayetlerde Allah Tealâ'nın Rab olduğuna,
vahdaniyetine delâlet eden altı delil ve bunların kesin neticesi yeralmaktadır.
Bunlar şunlardır:
Birinci delil:
İnsanın aslı topraktan yaratılmıştır. Cüz, aslı (ait
olduğu bütünü) gibidir. Allah Tealâ insanı ta başlangıçta insan olarak
yaratmıştır. Yoksa insanı önce hayvan olarak yaratıp sonra onu insan kılmış
değildir.
Allah insanı yarattıktan sonra onu idrak, bilgi, ilim
ve akılla donattı. Böylece hayatlarının geçiminde tasarrufta bulunan, akıl
sahibi, konuşan insanlar meydana geldi. Allah, insanları boş yere yaratmamış,
onları sadece belirli bir gaye ve hikmetle yaratmıştır. Buna kadir olan,
ibadet ve teşbihe layık olandır.
"...birer insan olarak yeryüzüne
dağıtıyorsunuz" ifadesindeki "beşer" kelimesiyle hayvandan
farklı idrak kuvvetine işaret edilmektedir. "Dağılıyorsunuz"
ifadesiyle de hareket edici güce işaret edilmektedir. Her ikisinin de toprakta
olması gayet hayret vericidir. İnsanın dört unsurdan; toprak, su, hava ve
ateşten meydana gelmesine rağmen Allah Tealâ burada özellikle iki unsuru,
toprak ve suyu zikretmektedir. Çünkü hava ve ateşe ihtiyaç, suyun toprakla
karışmasından sonra olur. Zira bu unsurlardan genellikle elle tutulan, gözle
görülen unsurlar sadece toprak ve sudur.
İkinci delil:
İnsan cinsinin devamlılığı doğum sebebiyledir. Allah
Tealâ'nın, "içinizden" -bazılarının dediği gibi- Hz. Havva'yı Hz.
Âdem cinsinden yarattığına delildir. Doğru olan -Fahreddin Razî'nin dediği
gibi- bu ifadenin mânâsı "sizin cinsinizden" demektir. Bu ifade aynen
şu ayet gibidir: "Size kendi cinsinizden bir rasul geldi." (Tevbe,
9/128). Şu ayetteki "kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratmış
olması..." ifadesi de buna delildir. Yani sükûn, ülfet ve huzur ancak
aynı cinsten olan kimseler arasında gerçekleşir.
[30]
Allah Tealâ evlilik bağını devamlılığı garanti edecek
şeylerle kuşatmış, kadınları erkekler için kalbî sükûnet ve huzur vesilesi
kılmış ve -Süd-dî'nin dediği gibi- eşler arasında sevgi ve rahmet yani muhabbet
ve şefkat kılmıştır. İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Meveddet" kişinin hanımını sevmesi, "rahmet" kişinin
hanımına bir kötülük isabet etmesi durumunda acıma ve merhamet etmesi
demektir.
Özetle; Allah Tealâ insan cinsini iki şeyle muhafaza
etmektedir:
- Hanımın, erkeğin cinsinden olması,
- Aynı cinsten (beşer cinsinden) olmasının sebep
olduğu sükûnet ve huzur. Aynı cinsten olma, huzura sebep olur. Huzur da iki
şeyle kuşatılmıştır: a) Sevgi, b) Rahmet. Önce sevgi olur, sonra da bu
sevgi rahmete sebep olur. Zira, iki eş arasında, diğer akrabalar arasında
bulunmayan karşılıklı merhamet bulunmaktadır. Bu sadece mücerret şehvet
sebebiyle meydana gelmiş bir merhamet değildir. Çünkü bu şehvet yokolabilir, ortadan
kalkabilir, ya da çok sık meydana gelebilen eşlerarası kızgınlık bu şehveti de
alıp götürebilir; ama Allah Tealâ'dan olan rahmet kalır ve bu rahmet sebebiyle
insan, hareminin başına gelecek felâketlere engel olur.
Üçüncü delil:
Ufuklarda ve nefislerdeki deliller: Bu delillerin en
önemlileri göklerin ve yerin yaratılması, sonra dünyadaki Arapça ve diğer
dillerin çeşitliliği ve konuşma farklılığı, beyaz, siyah, ve kırmızı gibi renk
çeşitliliği, seslerin ve
şekillerin muhtelif oluşu, cilt kıvrımları, yüz
hatları v.b. hususlardır.
Siz insanlar arasında mutlaka bu ayrımı
görmektesiniz. Bu farklı şekiller nutfenin kendi yapımı ya da anne ve babanın
kendi yapımı olan şeyler değildir. Mutlaka bu çeşitliliği yapan biri vardır.
Bunu meydana getiren de sadece Allah Tealâ'dır. Bu ise her şeyi düzenleyen,
yoktan vareden bir zatın varlığını gösteren en açık delillerdendir.
Dördüncü ve Beşinci
delil:
İnsanın başına arızî olarak gelen hususlar ki bunlar;
geceleyin uyumak, gündüz nzık talep etmek için hareket etme, gök gürültüsüyle
korkutma ve faydalı yağmuru indirmek hususunda ümit vermek için şimşek ve
yıldırımı göstermek, ekin ve ağaca can vermek, bitkileri yeşertmek ve su
menbalarını ve su serveti kaynaklarını beslemek için buluttan yağmur indirme
delilleridir.
Altıncı delil:
Göğün ve yerin ayakta durması ve bu ikisinin
varlığının devamı Onun kudreti, tedbiri ve hikmetiyledir. Allah Tealâ mahlûkatm
yararına, gökyüzünün insanlar üzerine düşmemesi için, gökyüzünü direksiz
tutar. İçindekilerle birlikte hareket edip direksiz olarak, dengeli bir
durumda dönen yeryüzünü diğer sabit ve gezegen yıldızlarla çatışmadan,
çarpışmadan korur. Nihayet dünyanın eceli sona erecek ve o zaman yeniden
diriliş meydana gelecektir.
Dolayısıyla bu varlıkları yaratan, onları kabirlerinden
çıkartıp diriltmeye kadirdir. "Sonra sizi yeryüzündeki kabirlerinizden
bir defa çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz."
ayetinden murad tıpkı, sözü dinlenen davetçiye davetlinin uyması gibi bu olayın
hiç durmaksızın ve beklemeksiniz derhal meydana gelmesidir.
Bu delillere netice olarak; vahdaniyetinin (Allah'ın
birliğinin) isbatı olan ilk yaratma, kudret sıfatının isbatı olan insanı ilk
yarattığı gibi onu mahşerde de toplamaya muktedir olduğuna dair geçen
delillerin neticesi özetle şudur: Birincinin temeli olan vahdaniyetin (Allah'ın
birliğinin) isbatı, ikincinin temeli olan insanları mahşerde toplamaya
muktedir olduğunun isbatı şeklinde geçen hususların kesin neticesi şudur:
Göklerde ve yerde bulunanların tamamı (yaratık, mülk,
kul ve tasarruf olarak) Allah'ındır. Hepsi boyun eğme anlamında Ona itaat
etmektedirler. Allah Tealâ mahlûkatı yoktan vareden ve bu mahlûkatı tekrar
yaratacak olandır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki
O, yoktan vareder ve diriltir." (Bürûc, 85/13). Tekrar diriltme Allah için
basit bir husustur. Allah Tealâ'mn kudretinde yoktan varetme ile yeniden diriltme
eşittir.
Her şeyde Allah'ın muazzam kudreti, Allah'ın birliği
sabit olunca göklerde ve yeryüzünde yüce sıfatlar Allah'a mahsustur. Bu
sıfatlar şunlardır: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ondan başka hiçbir Rab
yoktur. Bu, vahdaniyet sıfatıdır. Allah bütün kemal sıfatlarıyla muttasıftır.
Her çeşit noksanlıktan münezzehtir. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O her şeyi
işiten ve her şeyi görendir. O, güçlü olan, her şeyden üstün olandır. Hiçbir
şey Onu âciz bırakamaz. O, yaptıklarında ve mahlûkatı idare etmede son derece
hikmet sahibidir. O'nun dilediği şey mutlaka olur.
[31]
Cenab-ı Hak'ın "Geceleyin uyumanız O'nun
kudretinin alâmetlerin-dendir." buyurduğu gibi, uyku Allah'ın lütfü ve
kolaylaştırmasıyla mümkündür.
Taberanî, Zeyd b. Sabit (r.a.)'den rivayet ediyor ki:
Geceleyin uykusuzluk hali başıma geldi. Bu durumdan Rasulullah (s.a.)'e
şikayette bulundum. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu. "Şöyle dua et:
"Allah'ım! Yıldızlar kayboldu. Gözler sessizce uykuya daldı. Sen ise Hayy
(dipdiri) ve Kay-yûm 'sun (her şeyi ayakta tutansın). Ey Hayy ve Kayyum olan
Allah! Gözlerime uyku ver. Geceme sükûnet ver."
İnsana tabiatıyla ve âdet gereği değil, sadece
lütfuyla ve kudretiyle istirahat imkânı veren Allah'a hamdolsun. Eğer insana
gece ve gündüz uyku imkânı verilmeseydi, insan gündüz işini ve gayretini devam
ettirme imkânı bulamazdı.
[32]
28- Allah,
size bizzat kendinizden misal verdi. Hiç sizler sahip olduğunuz kölelerin size
verdiğimiz rı-zıklarda ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına
razı olup, birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir misiniz? İşte
biz aklını kullanabilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklarız.
29- Doğrusu zulmedenler hiçbir ilme dayanmadan kendi
arzu ve heveslerine uydular. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir?
Onların hiç yardımcıları da yoktur.
"Allah, size bizzat kendinizden misal
verdi." Ey müşrikler! Allah size en yakın durumlardan kendi nefislerinizin
durumlarından alınmış canlı bir örnek verecektir. "Hiç sizler sahip
olduğunuz" elinizin altında bulunan "kölelerin" hizmetçilerin
"size verdiğimiz rızıklarda" mal ve benzeri şeylerde sizin
"ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olup" tasarruf
imkânı bakımından onların sizinle aynı seviyede olmalarına, onların da sizin
tasarrufta bulunduğunuz gibi tasarrufta bulunmalarına, onlar da sizin gibi
beşer oldukları halde, hiç razı olur musunuz? "birbirinizden çekindiğiniz
gibi", hür kimselerin birbirinden çekindiği gibi "siz onlardan
çekinir misiniz?" Yani onların malınızda bağımsız olarak tasarrufta bulunmasından
korkarsınız. Ayetin manası şudur: Sizin köleleriniz, mallarınızda sizin
ortaklarınız değildir. O halde nasıl Allah'ın bazı kullarını O'na ortak
koşarsınız? "İşte biz aklını kullanabilen" düşünen, misalleri anlamak
hususunda akıllarını kullanan "bir topluluk için ayetleri" manaları
açıklayan temsille "böyle" bu şekilde tafsilatıyla
"açıklarız".
"Doğrusu" şirk koşmak suretiyle
"zulmedenler hiçbir ilme dayanmadan" bilgisizce "kendi arzu ve
heveslerine uydular. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir?"
Böyle birine kim hidayet verebilir? Onları hidayete erdirecek hiçbir kimse
yoktur. "Onların hiç yardımcıları da yoktur." Onları sapıklıktan
kurtaracak ve sapıklığın âfetlerinden onları koruyacak hiçbir yardımcıları
yoktur. Onları Allah'ın kudretinden kurtaracak kimse yoktur.
[33]
"Allah, size bizzat kendinizden misal
verdi." ayetinin (28. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Taberanî, İbni
Abbas (r.a.)'den rivayet ediyor ki: Şirk ehli şöyle telbiye getiriyorlardı:
"Lebbeyk... Emret Allahım! Emret! Senin için sana lâyık olan ortaktan
başka hiçbir ortak yok. Sen o ortağa da, onun sahip olduklarına da sahip
olursun." diyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi:
"Hiç sizler sahip olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarda ortaklarınız
olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olur musunuz?"
[34]
Kur'an'ın farklı üslûplarından biri, manevî hususları
maddî şekillerle tasvir etmek ve konuyu zihinlere yaklaştırmak ve iyice ikna
etmek için gerçek misaller vermektir. Şu misal Allah Tealâ'nın; Allah'la
birlikte başka varlıklara tapan, Allah'a ortak koşan ve aynı zamanda Allah'a
ortak koştukları putların Allah'ın kulu ve mülkü olduklarını itiraf eden
müşriklere verdiği bir misaldir. Zira onlar: "Emret, Allah'ım emret. Emrine
teslimiz. Senin için, sana layık olan ortaktan başka hiçbir ortak yoktur. Sen o
ortağa da, onun sahip olduklarına da sahipsin." diyorlardı.
Bu misalden maksat Allah'ın birliğini isbat etmek,
şirki ve putperestliği yıkmaktır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Allah size bizzat kendinizden misal verdi. Hiç
sizler sahip olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarda ortaklarınız olup
sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olup, birbirinizden çekindiğiniz gibi
onlardan da çekinir misiniz?"
Yani Allah size bizzat kendinizde şahid olduğunuz ve
anladığınız, sizin durumlarınızdan ve size hakim olan duygularınızdan alınmış,
size son derece yakın olan ve sizi içinde bulunduğunuz putlara ve heykellere
tapınmaktan kurtarıp Allah Tealâ'nın birliğini isbat etmek için bir misal
verdi.
Bu misal ise şudur: Ey müşrikler! Siz hiç
kölelerinizin mallarınıza ortak olup mallarınızda sizinle birlikte eşit olarak
aynı hisseye sahip olmalarına, sizin mallarınızı paylaşmalarına razı olur
musunuz?
Bunu reddettiğiniz ve kendiniz için buna razı
olmadığınıza göre nasıl Allah için onun yarattıklarından eşler koşar, O'nun
kullarım, O'na nasıl ortak kılarsınız? Sizler kulunuzun, kölenizin mallarınızda
tasarruf etme hususunda kendinizle aynı derecede eşit olmasını reddederken,
Allah'a O'nun yarattığı varlıklardan nasıl eş ve ortak koşarsınız?
Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar
hoşlanmadıkları şeyleri Allah 'a nisbet ederler." (Nahl, 16/62). Yani
Allah'ın kulları olan melekleri dişi olarak kabul ederler. Onları
"Allah'ın kızları" olarak kabul ederler. Cahiliye devrinde onlardan
birine bir kız evlâdının doğumu müjdesi verildiği zaman yüzü simsiyah
kesilirdi. Zira onlar kız evlâddan hoşlanmazlar, melekleri de Allah'ın kızları
olarak kabul ederler. Kendileri için hoşlanmadıkları, razı olmadıkları bir
şeyi Allah'a nisbet ederler. Bu küfrün en şiddetlisidir.
"İşte biz aklını kullanabilen bir topluluk için
ayetleri böyle açıklarız." Yani hasmı kuvvetli bir hüccetle ilzam etme
hususunda bu şekildeki açıklama ve tafsilatla akıllarını kullanan, kendilerine
söylenen ve zikredilen mantıkî delilleri ve ikna edici hüccetleri düşünen bir
topluluk için ayetleri açıklarız ve tafsilatıyla beyan ederiz.
"Doğrusu zulmedenler hiçbir ilme dayanmadan
kendi arzu ve heveslerine uydular." Yani nefislerine zulmeden o
müşrikler, o putlara tapma hususunda akıl ve nakil hususunda hiçbir delile
dayanmaksızın bilgisizce kendi arzu ve heveslerine uydular, hidayete, ilme ve
basirete uymaksızın yürüdüler.
"Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir?
Onların hiç yardımcıları da yoktur."
Bu müşrik insanların durumu böyle olunca küfrü tercih
ettikten, iman istidadını kaybettikten sonra ve artık şirk onların tabiatı
olunca ve fıtraten şirke meyyal olarak yaratılınca onlara hidayet verecek ve
onları Hakk'a muvaffak kılacak hiçbir kimse yoktur. Allah onları ve onların
durumunu, onları yaratmadan önce bilir. Onlar kendi nefislerine güvenir oldular.
Onları Allah'ın şiddetinden kurtaracak hiçbir yardımcı yoktur. Onları O'nun
azabından ve onları çepeçevre kuşatacak olan şiddetli intikamından koruyacak
hiçbir varlık yoktur. Çünkü O ne dilerse olur ve neyi dilemezse de olmaz.
[35]
Bu ayetler şu hususları göstermektedir:
1- Derece
ve tabaka açısından farklı kimseler arasındaki ortaklık gerçekte ve insanların
âdetlerinde reddedilmiştir. Bu durum efendilerin sahip oldukları mallarda
köleler ve efendiler arasında fiilen batıldır, gerçekleşmemiştir.
Bütün varlıklar da Allah katında eşit kullar
olduklarına göre bu âlemden bir şeyin Allah'ın fiillerinden birine ortak
olması da batıldır.
Bu ayet Allah'tan başkasına yapılacak bütün ibadeleri
reddetmektedir. Zira onların mülkü yoktur ki ortak olmaları mümkün olsun.
Onların azameti yoktur ki azametleri sebebiyle ibadet edilmeye layık olsunlar.
Onlardan fayda umulmaz ki herhangi bir fayda sebebiyle kendilerine tapınılsın.
Onların hiçbir kuvvet ve kudretleri yoktur. Zira onlar köledirler. Başkasının
malı olan köle ise hiçbir şeye kadir değildir.
2- Kölenin
sahibi olan efendisine ortak olması ne caiz, ne de makul olduğuna göre
yaratılmış olan kullarîrnfa Rablerine ortak olmaları caiz değildir. Fakat
Allah'a şirk koşanlar bu mantığı aşmışlar, putlara tapmak suretiyle hiçbir
ilmî delil olmaksızın kendi arzu ve heveslerine uymuşlar, bu konuda sadece geçmişteki
atalarını taklit etmişlerdir.
3- Şirki
ve küfrü tercih eden müşrikleri Allah saptırmıştır. Nitekim Allah Tealâ'nın
saptırdığı kimselere hidayet verecek kimse olmadığı gibi onları hidayete
erdirecek hiçbir kimse de yoktur. Onlar sahipsiz kalmış ve hiçbir kimseden
yardım alamayacak kimselerdir. Onları Allah'ın kudretinden kurtaracak ve
koruyacak hiçbir kimse yoktur. Onlar için Allah'ın azabından kaçmak gibi bir
çare yoktur, azabdan kurtuluş imkânları da yoktur.
[36]
30- Yüzünü, tevhid ehli olarak tamamen dine çevir. Bu
Allah'ın fıtrata en uygun dinidir ki Allah insanları yaratılıştan bu din
üzerine kılmıştır. Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur. İşte en sağlam din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler.
31- Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun. Namazı
dosdoğru kılın. Müşriklerden olmayın.
32- Sakın dinlerini parça parça eden ve gruplara
ayrılanlardan olmayın. Her grup kendilerinin sahip oldukları şeylerle övünür.
"Yüzünü çevir" cümlesi cüz'ün kullanılıp
küllün irade edilmesi şeklinde mecaz-i mürseldir. Yani Allah'a bütün
varlığınla yönel, demektir.
[37]
'Yüzünü tevhid ehli olarak" sapıklık yolunu terk
ederek ve doğru yola meyilli olarak "tamamen dine çevir." Dine tâbi
ol, dinde ihlâslı ol, İslâm'a yönel ve sen ey Muhammed, sana tâbi olanlarla
birlikte din üzerine sebat et. "Bu Allah'ın fıtrata en uygun dinidir ki
Allah insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır." Allah insanları Allah
Tealâ'ya kulluk şuuru, Hakkı kabul etme ve idrak etme şuuru üzerine
yaratmıştır.
"Allah 'm yaratmasında hiçbir değişiklik
yoktur." Hiçbir kimsenin Allah'ın fıtratını değiştirmeye hakkı yoktur.
Allah'a şirk koşmak suretiyle Onun dinini değiştirmeye hakkınız yoktur.
"İşte en sağlam din budur." Uyulması emredilen bu din ya da fıtrat,
dosdoğru dindir, hiçbir eğrilik veya sapma olmayan en doğru dindir. Bu da
Allah'ın birliğidir. "Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani Mekke
kâfirleri gibi insanların büyük çoğunluğu vahyin inmesi anında düşünmemeleri ve
tefekkür etmemeleri sebebiyle Allah Tealâ'nın birliğini ve dinin doğruluğunu
bilmezler.
Tevbe, amellerde ihlâslı olmak, emredilen hususlara
sarılmak ve neh-yedilen hususlardan kaçınmak suretiyle "Allah'a
yönelenlerden olun. O'n-dan korkun." Dini yaşayın, O'na tâbi olun ve
Allah'tan korkun. Çünkü bu hitap hem Rasulullah (s.a.)'e, hem de ümmetinedir.
Ancak ayet Rasulullah (s.a.)'i tazim etmek için ona hitap ederek başlamıştır.
"Sakın dinlerini parça parça eden"
kimselerden olmayın. Yani kendi nefsî arzularının farklı farklı olması
sebebiyle ibadet ettikleri hususlarda ihtilafa düşenlerden olmayın. Ayetteki
"ferrakû" ifadesi "fârakû" şeklinde de okunmuştur. Buna
göre mana şudur: Uymakla emredildikleri dinlerini terkettiler.
[38]
Mahşer yerinde toplanma, öldükten sonra dirilme gibi
her şeye muktedir olan ilâhî kudretin ve Allah'ın birliğinin delillerini beyan
ettikten ve Rasullah (s.a.)'in davetiyle iftihar etmesi, müşriklerin tavrına
önem vermemesi ve onlara iltifat etmemesi şeklindeki azmini takviye ettikten
sonra Allah Tealâ İslâm dinine tâbi olmayı, bu din üzerinde sebat etmeyi ve Allah'ın
gönüllere ve akıllara tevdi ettiği fıtrat üzere olan bu dinin öngördüğü
amellerde ihlâslı olmayı, dinin muhtevasını itiraf etmeyi ve manalarını samimiyetle
idrak etmeyi emretmektedir.
[39]
'Yüzünü, tevhid ehli olarak tamamen dine çevir. Bu
Allah 'm fıtrata en uygun dinidir ki Allan insanları yaratılıştan bu din
üzerine kılmıştır."
Yani önceki ayetlerdeki delilleriyle itikad ve din
hususundaki Hak ortaya çıktığı, şirk ve şirkin alâmetleri hükümsüz ve batıl
olduğu anlaşılınca Allah'ın senin için tayin ve ikmal ettiği, tevhid dini olan
bu dine tâbi ol. Bu din Allah'ın bütün yaratıkları üzerinde yarattığı bozulmamış
fıtrat dinidir. Zira Allah, insanları kendisini tanımaları, birliğini kabul
etmeleri ve kendisinden başka hiçbir ilah tanımamaları üzerine yaratmıştır. Bu
şekilde batıl dinlerden Hak dine meyleden kimse ol.
Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve aynı zamanda ümmetine
bir emirdir. Bu fıtrat Allah Tealâ'nın buyurduğu gibi: "Allah onları kendi
nefisleri üzerine: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek şahid
kılmış, onlar da "Evet" demişlerdi." (A'raf, 7/172).
Yine Peygamberimiz (s.a.), Müslim ve Ahmed'in rivayet
ettiği sahih hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur: "Ben kullarımı tevhid ehli
olarak yarattım. Şeytanlar ise onları dinlerinden uzaklaştırdı."
Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir başka hadis-i
şerifte şöyle buyu-rulmaktadır: "Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar. Ne
var ki çocuklarını Yahudi, Hristiyan ve Mecusî yapan, anne ve babasıdır. Tıpkı
bir hayvanın azaları tam olarak doğması gibi. Siz hiç o hayvan yavrusunun
kulağı ve burnu kesilmiş olarak görüyor musunuz?"
Bu iki ayet ve iki hadisten her biri mahlûkatın
aslının tertemiz olduğuna, Allah Tealâ'nın mahlûkatmı kendisini tanımaları ve
birliğini kabul etmeleri üzerine ve saf İslâm üzerine yarattığına, sonra
bazılarına Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusîlik gibi fasit dinlerin arız
olduğuna delildir.
"Fıtratallahi" yani Allah'ın fıtratına
sarılın, ya da Allah'ın fıtratına bağlanın demektir. "Münîbîne ileyh"
kavli sebebiyle muhatab fiili çoğul olarak takdir edilmiştir.
"Allah 'm yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur."
Yani hiçbir kimsenin Allah'ın fıtratını (aslî yaradılışı) ve sağlam dini
değiştirme hakkı yoktur. Bu ifade nehiy ya da talep manasında haberdir. Yani
Allah'ın yarattığı şeyi ve O'nun dinini şirkle değiştirmeyin. Böylece insanları
Allah'ın üzerinde yarattığı fıtrî yapılarını değiştirmeyin.
Bu hilkatin inanç yönünden tertemiz olduğuna,
varlığın ve kâinatın, aslında beşerî aklın saflığına delildir. Sonra nefsi
arzular, eğri bilgiler, batıl gelenekler ve geçmişlerin daimî taklidi gibi
çevre tesiriyle değişme meydana gelmekte, düşünce kullanılmaksızın, bağımsız
isabetli bakışla bir inanç oluşturmaksızm bir değişiklik meydana gelmektedir.
İnsan kendi haliyle başbaşa bırakılsaydı, İslâm'dan başka bir şeyi din olarak
seçmeyecekti. Çünkü o, fıtratın ve aklın dinidir.
"İşte en sağlam din budur. Fakat insanların çoğu
bilmezler." Yani tevhid dinine tâbi olmak, şeriata ve bozulmamış fıtrata
sarılmak şeklinde emredilen bu yol hiçbir eğriliğin ve sapmanın bulunmadığı en
doğru yoldur.
Ancak insanların çoğu bunu hakkıyla bilmezler. Onlar
düşüncelerini kullanmadıkları için ve buna delâlet eden açık burhanlardan ve
doğru bilgilerden istifade etmedikleri için bundan uzak kalmışlardır. Eğer
onlar düşünseler, akıllarını kullansalar ve hakkıyla bilselerdi, tevhid
dininden, İslâm dininden ve O'nun hidayetinden yüz çevirmezlerdi.
"Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun.
Namazı dosdoğru kılın. Müşriklerden olmayın." Allah'a yönelerek, O'na
yalvararak, O'nun dinine tâbi olun. Ona yönelip de dünyayı terkettiğiniz zaman
emin olup da, Ona ibadeti terketmeyin. Bilakis O'ndan korkun ve ibadete devem
edin, O'nu gözetin, O'na itaatte ihmalkâr davranmayın ve masiyet işlemeyin.
Namazı dosdoğru kılın, yani namazı şartlarına tam manasıyla uyarak, rükünlerini
tam yaparak, huşua ve Allah'ı tazime riayet ederek kılmaya devam edin.
İman ettikten sonra O'na şirk koşanlardan olmayın.
İbadette Allah'tan başkasını gaye edinmeyin. Bilakis sadece Ona ihlasla ibadet
eden, Ondan başkasını murad etmeyen tevhid ehlinden olun. Halisane ibadet ise
Buhari ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri sahih hadis-i şerife göre
"Allah'ı görür gibi ibadet et. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni
görüyor." hakikatine vakıf olarak ibadet etmekdir.
İbni Cerir, Yezid b. Ebî Meryem'den şöyle rivayet
ediyor: Hz. Ömer (r.a.), Muaz b. Cebele uğradı. Hz. Ömer:
- Bu ümmetin temel taşları nelerdir? diye sordu.
Muaz:
- Üç şeydir. Bu üçü de kurtarıcı esaslardır:
1- İhlas:
Bu, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrattır.
2- Namaz: Dinin ta kendisidir.
3- İtaat: Günahlardan korunmaktır."
dedi.
Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
- Doğru söyledin, dedi.
Müşriklerin vasıfları ise şöyle anlatılmıştır:
"Sakın dinlerini parça parça edip gruplara
ayrılanlardan olmayın. Her grup kendilerinin sahip olduklarıyla övünür."
Yani dinlerini parçalara bölen, değişik nefsi arzularına göre Allah'a ibadette
ihtilafa düşen ve fıtrat dinini değiştiren, bir kısmına iman edip bir kısmını
inkâr eden; Yahudi, Hristiyan, Mecusî, putperest ve diğer batıl din mensupları
gibi çeşitli gruplara ayrılan kimseler gibi olmayın. Onlardan her grup sahip
oldukları şeyleri beğenir. Doğrunu, kendi yanında olduğunu zanneder. Halbuki
onlar Allah'ın dilediği ve kullarına din olarak seçtiği Hakk'a aykırı olan
batıl üzeri-nedirler.
Bu aynı zamanda İslâm ümmetinin ihtilafa düşmesi
konusunu da içine almaktadır. İslâm ümmeti itikatta ve amelde pek çok grup ve
mezheplere ayrılmıştı. Bunlardan biri -yani Allah'ın kitabına, Rasulü'nün
sünnetine ve Asr-ı Saadet'teki sahabe, tabiîn ve müslüman imamların üzerinde bulundukları
metotlara sımsıkı sarılan Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat mezhebi-hariç hepsi
sapıklıktadır.
Nitekim Hakim'in Müstedrek 'inde rivayetine göre
Peygamberimiz (s.a.)'e bu mezhepler arasında kurtuluşa erecek grubun (Fırka-i
Naciye'nin) hangisi olduğu soruldu. O da: "Bugün benim ashabımın üzerinde
olduğu yol üzerinde olan kimselerdir." diye cevap verdi.
[40]
Ayetler
aşağıdaki hususları açıklamaktadır:
1- İslâm,
fitrat ve tevhid dinidir. O, Allah'ın insanları yaratılıştan üzerinde
varettiği bozulmamış fıtrat aslına en uygun olan dindir.
Allah'ın fıtratı, tevhid (Allah'ın birliği)dir. Zira
Allah, insanları tevhidi kabul edecek, Rablerinin varlığını ve birliğini ikrar
edecek şekilde yaratmıştır. Zira O, insanları henüz ruhlar -zerreler- âleminde
iken Âdem'in sulbünden alarak onlara "Ben sizin Rabbiniz değil
miyim1?" diye sormuş, onlar "Evet" demişlerdi." (A'raf,
7/172).
2- Allah
Tealâ tertemiz fıtrat dinine uyulmasını emretti. Çünkü bu tevhid dinidir.
İçinde hiçbir eğrilik ve sapma bulunmayan dosdoğru din olan İslâm dinidir.
Allah bu dini değiştirmekten ve karıştırmaktan sakın-dırmıştır. Allah'ın
dininin değiştirilmesi doğru değildir.
Buhari diyor ki: "Allah'ın yaratmasında hiçbir
değişiklik yoktur." aye-tindeki "Allah'ın yaratması" ifadesi
"Allah'ın dini" demektir. Öncekilerin yaratılması, öncekilerin dini
demektir. Din ve fıtrat ise İslâm'dır.
Cenab-ı Hak ayrıca "Hanîfen" kelimesiyle
İslâm milletinden başka bir dine meyletmekten de sakındırmıştır.
"Hanifen", bütün neshedilen muhar-ref dinlerden yüzçevirerek mutedil
bir şekilde, demektir.
3-
İnsanların çoğu düşünmemekte ve dolayısıyla kendilerinin ibadete layık bir
yaratıcıları olduğunu, takdiri önceden tayin eden, hükmü mutlaka yerine
getirilen ezelî bir ilâhın bulunduğunu ve İslâm'ın en doğru din olduğunu
bilmemektedirler.
4- Allah
Tealâ kullarının kendisine yönelmelerini tevbe ve ihlasla kendisine
dönmelerini, Ona itaat etmelerini, günahlarından dolayı tevbe etmelerini
emretmektedir.
Allah, ayrıca takvayı yani Allah'tan korkmayı, O'nun
emrettiği şeylere sarılmayı, namazı huşu ve Allah sevgisiyle dolu tam ve kâmil
bir şekilde kılmayı emretmekte, ibadetle şirkin beraberliğinden sakındırmakta,
ibadetin sadece ihlasla fayda vereceğini beyan etmekte ve bu sebeple
"Müşriklerden olmayın." buyurmaktadır. Burada anlatılmak istenen
husus, kulun gizli şirkten uzaklaşmasıdır. Yani amelinizle sadece Allah'ın
rızasını gözetin. Bununla O'nun rızasından başka bir şeyi talep ederek amel
etmeyin.
5- İnsanlar
fıtrat dinini değiştirmişler, birbirleriyle çelişkili dinler ve görüşler ortaya
koymuşlardır. Bu ifade müşrikleri, putperestleri, Yahudi ve Hristiyanları,
ayrıca nefsi arzularına ve bidatlere uyan ehl-i kıble olan müslümaları içine
almaktadır. Her grup elde ettikleri şeylerle memnun ve sevinçlidir. Çünkü onlar
Hakk'ı tam anlamıyla açıkça anlamamışlardır. Halbuki onların asıl görevleri
Hakk'ı anlamaları, idrak etmeleridir.
[41]
33- İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rablerine,
O'na dönerek dua ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir nimet
tattırdığında içlerinden bir grup Rablerine ortak koşarlar.
34- Böylece kendilerine verdiklerimize nankörlük
etmiş olurlar. Hele zevk ededurun, yakında bileceksiniz!
35- Yoksa biz onlara bir hüccet indirdik de O'na eş
tutmalarını bu mu söylüyor?
36- Ne zaman insanlara bir nimet tattırdıysak, onunla çok sevinirler. İşledikleri günahlar yüzünden başlarına bir kötülük gelince de hemen ümitsizliğe kapılırlar.
37- Onlar, Allah'ın dilediğinin rızkını
genişlettiğini, dilediğinin rızkını da daralttığını görmüyorlar mı? Şüphesiz
bunda iman eden bir topluluk için pek çok ibretler vardır.
"İnsanlara" Mekke kâfirleri veya
benzerlerine "bir zarar", bir sıkıntı ve belâ "isabet etti mi
Rablerine" sadece "O'na dönerek dua ederler. Sonra da" Allah
"onlara bir nimet" bu sıkıntıdan kurtuluş nimeti "tattırınca, hemen
içlerinden bir grup Rablerine ortak koşarlar." Yani onlardan bir kısmı
derhal şirk koşmaya yönelirler. .
"Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere
nankörlük etmiş olurlar." "Li-yekfiirû" fiilindeki lâm,
lâmu'l-âkıbet veya lâmu's-sayrûret'tir. Bu aynen "Böylece Musa onlara
düşman ve üzüntü vesilesi olacaktır." (Kasas, 28/8) ayetindeki
"li-yekûne" kelimesindeki lâm gibidir. Bir başka görüşe göre
buradaki lâm emir için olup tehdit manasındadır.
"Eğlenip yaşayın bakalım," bu eğlenmenizin
sonucunu "yakında bileceksiniz."
"Yoksa" manasmdaki "em" harfi
inkâr manasmdadır. "biz onlara bir hüccet" bir delil ve kitap
"indirdik de, O'na" Allah'a "şirk koşmalarını bu mu
söylüyor?" O mu emrediyor? Buradaki "söyleme" delâlet etme
mânâsında olup mecazdır. Nitekim, onun kitabı bunu söylüyor, denir. Bunun manası
delâlet etmek ve şahitlikte bulunmaktır. Sanki o rehber, onların şirk
koşmalarına ve bunun doğru olduğuna şahitlik mi ediyor, demektir.
"Onlara" kâfirlerden bir gruba "bir
nimet" sağlık ve maddî genişlik gibi bir nimet "tattırdığımız zaman
bununla çok sevinirler." Bu sebeple şımarırlar. "İşledikleri günahlar
yüzünden" masiyetlerinin uğursuzluğu sebebiyle "başlarına bir
kötülük" bir sıkıntı "gelince de hemen ümitsizliğe kapılırlar."
İlâhî rahmetten ümitlerini keserler. Halbuki müminin tavrı nimet esnasında
Allah'a şükretmek, sıkıntı esnasında da Allah'ın yardımını ummaktır.
"Onlar Allah'ın" imtihan etmek için
"dilediğinin rızkını genişlettiğini, dilediğinin rızkını da" belâ ile
denemek üzere "daralttığını görmüyorlar mı? Şüphesiz bunda" Rablerine
"iman eden", bunu Allah'ın mükemmel kudreti ve hikmeti için delil
olarak kabul eden "bir topluluk için pek çok ibretler vardır."
[42]
Allah'ın birliği ve bununla ilgili misaller ve aklî
delilleri beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak insanlardan şu iki grubun durumunu
açıkladı:
Birinci grup:
Sıkıntı vaktinde Allah'a yalvarıp, rahat vaktinde put ve heykelleri Allah'a
şirk koşan bazı müşrikler.
İkinci grup:
Daha önce zikredilenlerin dışında olan Allah'a ibadetleri dünya için olan,
dünya malı verilirse memnun olan, dünya malı verilmezse kızan ve ümitsizliğe
kapılan bazı müşrik veya kâfirler.
[43]
"İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rablerine,
O'na dönerek dua ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir nimet tattırdığında
içlerinden bir grup Rablerine ortak koşarlar." Yani insanlara genellikle
hastalık veya açlık gibi bir belâ veya sıkıntı ya da havada, denizde ve karada
başlarına bir tehlike dokunsa; onlar sadece bir olan, hiçbir ortağı olmayan
Allah'a yönelerek Ona dua etmeye, Ona yalvarmaya, Ondan yardım dilemeye
başlarlar. Nihayet onlardan belâyı kaldırıp da onlara nimetlerini bol bol
verince onlardan bir grup serbest durumda Allah'a şirk koşarlar, O'nunla
birlikte putlara ve heykellere taparlar.
Onlar menfaatçi ve çıkarcıdırlar. Menfaat vaktinde
veya şiddetli ihtiyaç zamanında, Allah'a iman eder, sadece O'na dua ederler.
Sonra da Rab-lerini tanımamazlıktan gelirler. Genişlik ve bolluk zamanında
O'ndan yüz-çevirirler. Hatta başkalarını O'na ortak koşarlar. Bu gerçekten çok
şaşılacak ve garipsenecek bir olaydır.
"Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere
nankörlük etmiş olurlar." "Li-yekfurû" kelimesindeki lâm, akıbet
lamıdır. Yani onlar sonunda Allah'ın nimetine nankörlük, Onun lütuf ve
ihsanını tanımamak gafletine düşerler. Bazıları bu fiilin tehdit manasında emir
fiili olduğu görüşünü ileri sürdüler. Bu aynen şu ayet gibidir: "Dileyen
iman etsin, dileyen inkâr etsin. " (Kehf, 18/29). Bundan sonraki emir
ifadesi de böyledir:
"Hele zevklenedurun, yakında bileceksiniz."
Emir tehdit içindir. Buradaki emir şu ayetteki emir gibidir: "Dilediğinizi
yapın." (Fussilet, 41/40). Yani ey müşrikler, dünyanın zevklerini ve
lezzetlerini tadın bakalım. Dünyanın zevkleri geçici ve yok olmaya mahkûmdur.
Allah'a yemin olsun ki bir yol kesici beni tehdit etse, ondan korkarım. Ya
burada tehdit eden, bir şeye "Ol dediği zaman, dediği oluveren" Allah
ise ben ne yaparım?!
Sonra Allah Tealâ müşriklerin hiçbir delil veya
hüccet olmaksızın Allah'tan başkasına ibadet etme hususunda ihtilaf etmelerini
reddederek şöyle buyurdu:
"Yoksa biz onlara bir hüccet indirdik de, Ona eş
tutmalaranı bu mu söylüyor?" Yani biz onlara bu yaptıklarını onaylayan
onlara şirk koşmalarını söyleyen, yahut şirk koşmalarını gösteren, ya da bu
konuda şahitlik eden ve putlara tapma hususunda delil olacak bir kitap ve
hüccet mi indirdik?
Bu, inkâr mânâsında soru olup, bunun anlamı, böyle
bir şey olmamıştır, Allah onlara bu söylediklerini kabul eden, bir kitap
indirmemiştir, hiçbir peygamber göndermemiştir. Bu sadece onların icad
ettikleri bir şeydir. Onlar sapıklıklarında gidip gelirler.
Allah Tealâ şirki açık olan müşrikin durumunu beyan
ettikten sonra bunun alt derecesinde olan müşrikin durumunu beyan etti. Bu
çeşit müşrikin, Allah'a ibadeti dünya için olan kendisine dünya malı verince
memnun ve razı olan, vermediği zaman da buğzedip ümitsizliğe kapılan kimse olduğunu
Cenab-ı Hak şöyle açıklamaktadır:
"Ne zaman insanlara bir nimet tattırdıysak,
onunla çok sevinirler. İşledikleri günahlar yüzünden başlarına bir kötülük
gelince de hemen ümitsizliğe kapılırlar." Allah bazı insanlara bir nimet
ihsan ettiği zaman insanlar
bununla şımanr ve şöyle der: "Günahlar benden
gitti. Halbuki o çok şımarık ve gururludur." (Hud, 11/10). Yani insanoğlu
kendi kendine şımanr, başkalarına karşı övünür. Kendisine bir sıkıntı veya
kötülük dokunduğu zaman Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe kapılır ve buğzeder.
Çünkü kendisine bir kötülüğün dokunması günahının uğursuzluğu sebebiyle
olmuştur.
Dikkat edilirse Allah Tealâ "nimet'i kendi
lütfuyla verdiği için nimetin sebebini zikretmemekte, "azab'ın adaleti
gerçekleştirmek için verilmesi sebebiyle azabın sebebini zikretmektedir.
Bu ifade insanoğlu ve tabiatım yadırgama şeklindedir.
Fakat bir başka ayette, daha önce geçen Hud ayeti akabinde Allah Tealâ
sabreden müminleri istisna ederek şöyle buyurdu: "Ancak sabreden ve salih
amel işleyenler müstesna..." (Hud, 11/11). Nitekim İmam Ahmed ve
Müslim'in Su-heyb (r.a.)'den rivayet ettikleri sahih hadiste buyuruluyor ki:
"Mümine hayret edilir. Allah onun için bir hüküm vermez ki onun için hayır
olmasın. Mümine bir iyilik isabet ederse, şükreder. Bu onun için hayırlı olur.
Ona bir sıkıntı dokunursa, sabreder ve bu onun için yine hayırlı olur."
Daha sonra Allah Tealâ ümitsizliği ve umutsuzluğu
kovacak şu ifadelerle onları uyarmaktadır:
"Onlar, Allah'ın, dilediğinin rızkını
genişlettiğini, dilediğinin rızkını da daralttığını görmüyorlar mı?" Onlar
bilmiyorlar mı ve görmüyorlar mı ki Allah küfür sıfatının varlığına bakmaksızın
imtihan olsun diye kullarından dilediğine geniş rızık verir, iman ve salih
amel bulunsa bile, dilediğine rızkı daraltır. Her iki durumu da hikmetiyle ve
adaletiyle meydana getirip tasarrufta bulunan sadece Allah'tır. Allah iman ve
küfür sıfatlarına bakmaksızın bir topluluğa genişlik verir, bir başka
topluluğa da darlık verir. Zira Allah nezdinde dünya bir sinek kanadına bile
denk değildir. Mümin, Allah'ın kaza ve kaderine razı olan, Allah'ın rahmetinden
ümidini kesmeyen kimsedir. Zira Allah'ın rahmetinden kâfir kavimden başkaları
ümit kesmez.
"Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek
çok ibretler vardır." Rızkın genişletilmesi ve daraltılması şeklinde
zikredilen bu hususlarda sadık imana açık bir delil, Allah'ın birliğini ve
kudretini tasdik eden mümini her şeyi sadece Allah'a havale etmeye sevkeden bir
hüccet bulunmaktadır.
[44]
Bu ayetler
aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1-
Müşriklerden ya da kâfirlerden bir grubun hali gerçekten hayret vericidir.
Onlar ayetlerindeki peşpeşe delillere rağmen Allah'a yönelmeyi
terketmektedirler. Onların bir çizgide sebat ettiklerini göremezsiniz.
Kendilerine hastalık veya sıkıntı gibi bir belâ dokunduğu zaman Rablerine dua
ederler, yani kendilerine gelen felâketin kaldırılması için Allah'tan yardım
dilerler. Putların elinde hiçbir kurtarma vesilesi olmadığını gayet iyi bildikleri
için putlara değil, sadece Allah'a yönelirler. Allah da onlara bir nimet ya da
afiyet ihsan ettiği zaman tapınmalarında Allah'a şirk koşarlar.
2-
Bunların akıbeti küfre sımsıkı sarılmalarıdır. Cenab-ı Hak onlara tehditte
bulunmakta ve dünya zevklerine dalmalarına karşılık onları cehennem azabıyla
korkutmaktadır. Onlar sonunda ahiret âleminde adalete uygun cezalarını
bulacaklardır.
3-
Kâfirlerin, küfürlerine hiçbir hüccet ve burhanları yoktur. Allah onların
inkarcılıklarını kabul etme hususunda onlara hiçbir kitap indirmemiş ve bunu
uygun gören hiçbir peygamber göndermemiş, güvenecekleri hiçbir belge ve delil
vermemiştir.
4- Allah
Tealâ koruduğu ve muvaffak kıldığı kimseler hariç, insanın insan olma vasfıyla
imkân, genişlik, afiyet v.b. durumlarda şımarması, işlediği masiyetler
sebebiyle belâ ve ceza anında rahmet ve kurtuluştan ümidini ve umudunu kesmesi
halinden hoşlanmamaktadır. Mümin ise genişlik anında şükreder, bela zamanında
da sabreder.
5- Kulların
rızıklan hususunda tasarruf sahibi olan sadece Allah Te-alâ'dır. Allah, hikmet
ve adaletinin gereği olarak dünyada dilediğine hayrı genişletir ya da daraltır.
Zenginliğin şımarıklık sebebi olması gerekmez. Zenginlik de, fakirlik de
Allah'tandır. Tevhid ehli olan müminin üzerine düşen, rızık meselesini Allah'a
havale etmesidir.
[45]
38- O halde akrabanın, yoksulun ve yolcunun hakkını
ver. Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
39- İnsanların mallarının çoğalması için verdiğiniz
faiz, Allah nez-
dinde artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz
zekât ise böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat artıranlardır.
40- Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra
öldüren, sonra da diriltecek olan Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklar içinde,
bunlardan herhangi bir şeyi yapabilecek biri var mı? Allah onların ortak
koştukları şeylerden münezzehtir, çok yücedir.
"İşte onlar sevaplarını kat kat
artıranlardır." Burada ikinci şahıstan üçüncü şahsa intikal edilmektedir.
"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra
öldüren, sonra da diriltecek olan Allah'tır." Bu ayetteki "küm"
zamirleriyle murassa' seci' yapılmıştır.
[46]
"O halde akrabanın" sıla-i rahim, iyilik
etme gibi hakkını ver. Hanefî-ler bu ayeti mahremlere nafaka bulunmanın vacip
olduğuna delil olarak getirmiştir, "yoksulun" hiç malı olmayan, son
derece fakir kimsenin "ve yolcunun" paraya ihtiyacı olan yolcunun
"hakkını ver." Bunun mânâsı onlara zekâttan tayin edilen hisselerini
ver, demektir. Buradaki hitap Peygamberimiz (s.a.)'e olup ümmeti bu hususta
ona tâbidir. "Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler" O'nun sevabını,
zâtını ya da halisane yardımlarıyla sadece Onun tarafını kastedenler "için
bu daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerin" kazançlı olanların
"ta kendileridir."
Faiz veren "İnsanların mallarının
çoğalması" artması "için verdiğiniz faiz" yani fazla olarak
ortaya koyduğunuz faiz "Allah nezdinde artmaz". Onun nezdinde
tertemiz arınmış bir mal olmaz, bu malda bereket olmaz. Bunu verenler için de
bu malda sevap olmaz. Bundan murad daha fazlasına kavuşma maksadıyla verilen
hediye ve bağıştır. "Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekat"
yani sadaka "ise böyle değildir, işte onlar" zekât ve sadaka verenler
arzuladıkları "sevaplarını kat kat artıranlardır." Yani Allah onlara
sevabı kat kat verir. "el-Mud'ıfûn" kelimesi "ad'afe"
kökünden alınmış olup kat kat artırdı demektir.
[47]
Allah Tealâ'nın dilediğine geniş imkân veren, rızık
veren ve dilediğine de rızkı daraltanın kendisi olduğunu zikrettikten ve bu
hususları iman sahibi için bir ibret kıldıktan sonra bunun ardından insanın
ihtiyaç sahiplerine iyilikten geri durmaması gerektiğini beyan etti. Zira
Allah rızkı geniş kıldığında bu rızık Allah yolunda harcamakla eksilmeyecek,
rızkı dar kıldığı zaman ise cimrilik yapmak suretiyle bu rızık artmayacaktır.
Çünkü yakın akraba, yoksul ve yolcu gibi Allah'ın mahlûkatma şefkatte bulunmak
imanın gereğidir.
[48]
"O halde akrabanın, yoksulun ve yolcunun hakkını
ver." Allah Tealâ bu kimselere bağışta bulunulmasını emrederek şöyle
buyuruyor: Ey Peygamber! Ey bu Peygamber'e tâbi olun ümmet-i Muhammed! Yakın
akrabalara sıla-i rahim et, onlara iyilikte ve ihsanda bulun. Onlara haklarını
ver. Çünkü onlar kan ve nesep bağının bir parçasıdırlar. Dolayısıyla bunlar
insanlar içerisinde karşılıklı irtibat, karşılıklı ziyaretleşme ve şefkate en
layık olan kimselerdir. Aynı zamanda kendisinin harcayacağı hiçbir şeyi
olmayan, ya da kendine yetecek kadar bir şeyi olmayan yoksul kimseye de, kendi
nafakası ve yolculuk ihtiyaçları için gerekli imkândan uzak olan yolcuya da
hakkını ver. Ulaşım vasıtalarının süratli oluşu yolcunun ihtiyaçlarını ortadan
kaldırmamakta, sadece muhtaç olduğu malî meblağı azaltmaktadır.
İmam Ebu Hanife (r.a.) bu ayeti, geçimini temin
etmekten âciz ve muhtaç olan mahrem akrabaların nafakasını temin etmenin vacip
olduğuna hüccet olarak kabul etmektedir. Görünen odur ki burada adı geçen
"hak" zekât değildir. Sadece iyilik ve yardımlaşma hakkı olabilir.
Yakın akrabalara önem verildiği için, yakın akrabalar yoksul ve yolculardan
önce zikredilmiştir. Zira yakın akrabalara iyilik hem sadaka, hem de sıla-i rahim
sevabı kazandırır.
"Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için bu
daha hayırlıdır, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir."
Amelleriyle halisane bir şekilde Allah'ın zatını amaçlayan yani O'nun
varlığını, O'nun tarafını ve O'nun sevabını umarak, gösteriş, şan ve şöhrete
kapılmadan sadece kıyamet günü Allah'ın rızasını talep eden kimseler için bu
adıgeçen muhtaçlara yaptıkları bağış ve yardımlar çok hayırlıdır. İşte bunlar
dünya ve ahirette kurtuluşa eren, kazançlı çıkan kimselerdir.
Bu bağışın hayırlı olması ailedeki dayanışma ve
müslümanlann birbirleri arasında yardımlaşma vesilesi olması sebebiyledir.
Karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma ile güç elde etme, karşılıklı sevgi,
karşılıklı merhamet ve destek olma fakirlikten, bölünmeden, kin ve kıskançlıktan
kurtulmak mümkündür.
Cenab-ı Hak daha sonra bağış çeşitlerinden ikisini
zikretmiştir: Bunlardan biri Allah nezdinde makbul ve güzel bağış şeklidir.
Diğer bağış şekli Allah nezdinde buğzedilen ve çirkin bağış şeklidir. Çirkin
olan bağış şekli faizdir. Güzel olan bağış şekli ise zekâttır.
Çirkin olan bağış, şu ayette zikredilen bağış
şeklidir: "İnsanların mallarının çoğalması için verdiğiniz faiz Allah
nezdinde artmaz." Yani kim insanların hediye ettiği şeyden daha fazlasını
vermeleri için insanlara bağışta bulunursa, Allah nezdinde bu kimse için
hiçbir sevap yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Daha çoğunu
arzulayarak ikramda bulunma. " (Müddessir, 74/6). Yani daha fazlasını
arzu ederek bağışta bulunma. Bu durum özellikle Peygamberimiz (s.a.) için
haramdır, başkalarına ise helaldir. Lakin bu hususta hiçbir sevap yoktur.
İbni Abbas diyor ki: Faiz iki çeşittir:
- Doğru olmayan, caiz olmayan faizdir. Bu,
alış-verişte olan faizdir.
- Diğeri
hiçbir mahzuru olmayan faizdir (aslında buna faiz bile denemez). Bu, bir
kimsenin daha fazlasını, kat kat ziyadesini elde etmek mura-dıyla hediye
vermesidir.
İbni Abbas daha sonra bu ayeti okur: "İnsanların
mallarının çoğalması için verdiğiniz faiz Allah nezdinde artmaz."
Bu görüşün benzeri İkrime, Dahhak, Mücahid, Katade,
Muhammed b. Ka'b ve Şa'bî'den rivayet edilmiştir.
Sahibinin sevaba nail olacağı güzel bağışa gelince,
bu Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi zekâttır. "Allah'ın rızasını dileyerek
verdiğiniz zekâta gelince, zekât verenler sevaplarını kat kat
artıranlardır." Yani sadece halisane bir şekilde Allah'ın rızasını
hedefleyerek sadaka veren kimseye Allah Tealâ
nezdinde kat kat sevap ve üstün mükâfat vardır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim
Allah'a güzel bir şekilde borç verirse, Allah bunu kat kat artırır."
(Bakara, 2/245). Yine bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a
güzel bir şekilde borç verirse, Allah ona kat kat sevap verir. O kimse için
değerli bir ecir vardır." (Hadid,
57/11).
Sahih hadiste şöyle buyurmaktadır: "Kim helâl
kazançtan bir hurma değerinde bir sadaka verirse, Rahman bunu kudret eliyle
alır ve tıpkı sizden birinizin tayını ya da deve yavrusunu geliştirmesi gibi,
bunu sahibi için geliştirir. Nihayet bir hurma Uhud dağından daha büyük
olacaktır."
[49]
Allah Tealâ daha sonra, geçen hükmü, ziyade ve
nemanın her insan için belirlenmiş rızkına dahil olduğu şeklindeki ayette tekid
etmektedir:
"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra
öldüren, sonra da diriltecek olan Allah'tır." Yani yaratıcı olan insana
doğumdan ölüme kadar rızık veren, sonra da bu hayatın sonunda öldüren, daha
sonra kıyamet günü haşr için dirilten Allah'tır.
"O'na ortak koştuğunuz ortaklarınız içinde,
bunlardan herhangi bir şeyi yapabilecek biri var mı?" Yani sizin Allah'tan
başka tapındığınız tanrılarınızdan bunlardan bir şeyi -yani yaratma, rızık
verme, öldürme ya da diriltme fiillerinden birini- yapacak biri var mı? Elbette
ki hayır. Onlardan hiçbiri, bunlardan hiçbir şeyi yapamazlar. Yaratma, rızık
verme, diriltme ve öldürme yalnızca Allah'a aittir. Sonra Allah kıyamet günü
bütün mahlûkatı diriltecektir. Bunun için şöyle buyurmaktadır:
"Allah onların ortak koştukları şeylerden
münezzehtir, çok yücedir." Yani Allah kendisinin ortağı, benzeri, dengi
çocuğu veya babası olmaktan çok uzak, çok üstün ve çok yücedir. Bilakis O
birdir, tektir, hiçbir kimseye ihtiyacı olmayandır. Bu ortakları putperestlere
izafe etmesinin sebebi, onların putlarını "tanrı", ve
"ortak" diye adlandırmaları ve mallarından bir kısmım putlara tahsis
etmeleridir.
Gayet iyi anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu ayette
iki ana esası; haşr (mahşer yerinde toplanma) ve tevhid (Allah'ın birliği)
esasını birarada toplamıştır. Haşr "size hayat verir" ifadesiyle
yani mahlûkatın ilk yaradılışına muktedir olması deliliyle, tevhid ise
"O'a ortak koştuğunuz ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi birini
yapabilecek biri var mı?" ayetiyle isbat edilmektedir.
[50]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah
Tealâ yakın akrabalarla irtibatı devam ettirmeyi (sıla-i rahimde bulunmayı),
yoksula ve yolcuya yardımda bulunmayı emretmektedir.
Rasulullah (s.a.) akrabalara sadaka vermenin, köle
azad etmekten daha faziletli olduğunu beyan etti. Efendimiz (s.a.) Rukayka
isimli cariyesini azad eden hanımı Meymûne'ye şöyle demişti: "Eğer sen bu
cariyeyi dayılarına verseydin, daha büyük ecir sahibi olurdun."
En sahih olan görüşe göre bu ayet, miras ayetiyle
neshedilmiş değildir. Yakınların her durumda iyilik ve yardım edilme hakkı
vardır. Fakir ve muhtaçlara, memleketlerine ulaşamayacak durumda yolda kalan
yolculara yardımda bulunmak, İslâm'daki iyilik ve hayır şekillerindendir.
İbni Abbas "el-Miskîn" kelimesini tefsir
ederken kapı kapı dolaşan dilenci şeklinde; "İbnü's-sebîl"
kelimesini misafir şeklinde tefsir etmiş, misafirperverliği farz olarak kabul
etmiştir.
İmam Ebu Hanife ise daha önce açıkladığımız gibi bu
ayeti mahrum ve muhtaç kimselere maddi yardımda bulunmanın vacib olduğuna delil
olarak kabul etmiştir.
2-
Adıgeçen kimselere seran kararlaştırılan hakkın verilmesi, Allah rızası ve
Allah'a yaklaşma murad edilmesi durumunda, vermemekten daha efdaldir. Bunu
işleyenler felaha erenlerdir, ahirette sevap elde etmek gibi arzularına
kavuşacak kimselerdir.
3- Verme
daha fazlasına ve daha iyisine ulaşma maksadıyla olduğu zaman, Peygamberimiz
(s.a.) için özellikle haramdır, ama ümmeti için her ne kadar sevap olmasa da,
mubahtır.
İşte helal olan faiz, ya da sevap bağışı budur.
Allah'ın buğzettiği günahı büyük olan ve şer'an haram olan faiz ise alışverişteki
ve ödünç alıp vermedeki faizdir. Bu ise bir şeyi verip onun yerine akitteki
bir şartla almak, ya da geçerli örfe göre hareket etmektir.
4- Bağış,
Allah'ın rızasını kazanma ve Allah'tan sevap elde etme amacıyla verilen sadaka
veya zekât ise Allah nezdinde Allah'ın lütuf ve rahmetiyle buna nail olur.
Akrabalık hakkı ve sıla-i rahim için yapılan bağış Allah için olur.
Ancak bağış gösteriş ve şöhret için insanların övmesi
ve medhetmesi için yapılmışsa dünyada sevap, ahirette de ecir elde edilmez.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Malını insanlara
gösteriş yapmak
için harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak
ve eziyette bulunmak suretiyle boşa çıkarmayın." (Bakara, 2/264).
5- Ameller
niyetlere göredir. Herkes ancak niyet ettiğinin karşılığını bulur. Hediye veya
hibe karşılığında başkalarından alınan şeyleri bereketli kılmaz ve bunları
nemalandırmaz. Allah Tealâ nezdinde de hiçbir sevap yoktur.
Allah'ın rızası amacıyla verileni ise Allah kabul
eder, sevabını on katına, yediyüz katma çıkarır ve daha fazlasını verir. Çünkü
Allah'ın lütfü sınırlandırılamaz, kuşatılamaz. O, dilediği kimseye bolca
verir.
6- Allah
Tealâ öldükten sonra diriltmeye ve bütün insanları tıpkı ilk defa yarattığı
gibi mahşer yerinde toplamaya da kadirdir. O, hiçbir ortağı olmayan tek,
yegâne, hiçbir şeye muhtaç olmayan; yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve
diriltici olan; ortak, yardımcı, eş ve evlâddan münezzeh olan, bir olan
ilahtır. Onun dışındaki sahte ilahlar, Onun yaratma, rızık verme, diriltme ve öldürme
gibi zikredilen fiillerinden hiçbirine güç yetiremezler.
[51]
41- İnsanların
kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya
çıkmaktadır. Allah da belki dönerler, diye yaptıklarının bir kısmının
karşılığını böylece kendilerine tattırır.
42- De ki:
'Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl olmuş, bir bakın.
Onların çoğu Allah'a ortak koşan kimselerdir."
43- Allah
tarafından gelecek olan ve hiçbir kimsenin karşı çıkamayacağı o gün gelmeden
önce yüzünü dosdoğru dine çevir. O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır.
44- Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim
de salih amel işlerse, kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar.
45- Böylece
Allah iman edip salih amel işleyenleri lütfuyla mükâfatlandıracaktır. Zira O
kâfirleri sevmez.
"Karada ve denizde..." kelimeleri arasında
tezat sanatı vardır.
"İnsanların kendi elleriyle işledikleri
yüzünden..." ifadesi cüz'ü (el kelimesini) ifade edip küll (bütünü) murad
edilmek suretiyle mecaz-i mürsel yapılmıştır.
"...kendilerine güzel bir yer hazırlamış
olurlar." ifadesi istiaredir. Burada salih amelleri işleyen kimse,
istirahatini ve rahatını temin etmek için, üzerinde uyumak için yatağını hazırlayan
kimseye benzetilmiştir.
[52]
"İnsanların kendi elleriyle işledikleri
yüzünden", insanların masiyetle-ri ve günahları sebebiyle "karada ve
denizde fesat ortaya çıkmaktadır." Fesad; eşyada bulunan kuraklık, kıtlık
ve bitkilerdeki azlık, yangınların ve boğulmaların çoğalması, malların haksız
yere alınması, zararlı şeylerin çoğalması ve faydalı şeylerin azlığı gibi
dengesizlik ve eksikliklerdir, "el-Berr", yeryüzünün kara parçaları;
"el-bahr", deniz. "Kara ve denizde fesad" ifadesi köy,
şehir ve çöllerde oturanlar ile sahillerde ve denizde yolculuk yapanlarda
meydana gelen bozgunculuk demektir. "Allah da" içinde bulundukları
durumdan "belki dönerler" ve tevbe ederler diye "yaptıklarının
bir kısmının karşılığını böylece kendilerine tattırır." Yani Allah onların
tamamını ahirette cezalandırmadan önce dünyada bazı amellerinin vebalini ve
cezasını tattırmak için onların dünyadaki geçim sebeplerini ifsad etti.
"Li-yecziye" fiilindeki lâm sebep beyan etme, ya da netice beyan etme
içindir.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin
akıbeti nasıl olmuş, bir bakın." Yani ey Muhammedi Kureyş'in kâfirlerine
ve benzerlerine şöyle söyle: Yeryüzünde meydana gelen hususların delillerini
müşahede etmeniz ve bunların doğruluğunu iyice anlamanız için bu hususları
iyice düşünün. "Onların çoğu Allah'a ortak koşan kimselerdi." Bu
cümle onların kötü akıbetinin aralarında şirkin yaygınlaşması sebebiyle
olduğuna delâlet etmek için yeni bir başlangıç cümlesidir.
"Allah tarafından gelecek olan ve hiçbir
kimsenin karşı çıkamayacağı" engel olamayacağı "o gün" kıyamet
günü "gelmeden önce yüzünü" yani kendini "dosdoğru dine
çevir." Son derece doğru din olan İslâm'la amel etmeye yönel. Allah'ın
ezelî iradesi o günün gelmesine tealluk ettiği için Allah bu günü geri
çevirmez. "O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır." Yani hesaptan
sonra gruplara parçalanacaklardır. Bir grup cennette, bir grup da cehennemde
olacaktır.
"Kim inkâr ederse, inkârı kendi
aleyhinedir." Yani inkarının vebali -ebedî cehennem- inkâr edenin
üzerinedir. "Kim de salih amel işlerse kendilerine güzel bir yer
hazırlamış olurlar." Cennetteki yerlerini ve makamlarını hazırlamış
olurlar.
"Böylece Allah, iman edip salih amel işleyenleri
lütfuyla mükâfatlandı-racaktır." Onlara lütfundan sevap verecektir.
Ayetteki "li-yecziye" kelimesi bir önceki "yemhedûn"
fiilinin illetini beyan etmekte olup ona bağlıdır. Sadece müminlerin
mükâfatlandırılmasının beyan edilmesi, buradaki asıl maksadın bu olduğuna
işaret etmek içindir. "Min fadlihi: lütfuyla" ifadesi sevap, verenin
sırf bir ikram ve lütfü olduğuna delildir. "Zira O, kâfirleri
sevmez." Yani onları cezalandırır.
[53]
Allah Tealâ, "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan
başka ilâhlar olsaydı, yer ve göklerin nizamı bozulurdu." (Enbiya, 22)
ayetinin delaletiyle şirkin bozgunculuğa sebep olduğunu ve müşriklerin kötü
durumunu beyan ettikten sonra bozgunculuğun insanlar arasında açıkça
görüldüğünü, insanların haramı helâl, helâli haram kıldıklarını, zulmün
yaygınlaştığını, savaşların çoğaldığını zikretti.
Cenab-ı Hak daha sonra onları uyararak yeryüzünde
yürümelerini, masiyetleri ve Allah'a şirk koşmaları sebebiyle geçmiş ümmetleri
Allah'ın nasıl helak ettiğine bakmalarını emretti. Zira Allah Tealâ bir kısım
kavmi şirk sebebiyle, diğer bir kısım kavmi de masiyetleri sebebiyle helak
etti. Helak etme şirk sebebiyle olabilir, masiyet sebebiyle olabilir.
Allah Tealâ daha sonra Rasulü'ne insanların biri
cennette, diğeri cehennemde olacak iki ayrı gruba ayrılacağı hesap günü
gelmeden önce hak dinde sebat etmesini emretti. Dolayısıyla kim inkâr ederse,
küfrünün vebali onun üzerinedir. Kim de iman eder, salih amel işlerse,
kendisine rahat edeceği bir yer hazırlamış olur.
[54]
İnsanların küfür, zulüm, mukaddes emirlerin
çiğnenmesi, Hak dine karşı çıkılması, gizli ve açık yerlerde Allah Tealâ'nın
emir-nehiylerinin dikkate alınmaması, insan haklarına tecavüz edilmesi,
başkalarının malının haksız olarak yenilmesi gibi masiyet ve günahlarının
uğursuzluğu sebebiyle; bariz noksanlıklar, itidalden sapma, zararlı şeylerin
çokluğu, yararlı şeylerin azlığı, ekinlerin, canların ve meyvelerin
bereketsizliği, az yağmur yağması, kuraklık, kıtlık ve çölleşmenin çokluğu
bütün dünyayı kaplamıştır. Allah da belki sapıklıklarından ve isyanlarından dönerler,
diye insanların masiyet ve günahlar gibi kötü işlerinin ve amellerinin bir
kısmının karşılığını böylece onlara tattırır.
Daha sonra, Allah Tealâ bozgunculuğun ortaya
çıkmasına karşılık önceki ümmetlere verilen cezanın benzeriyle tehditte
bulunarak şöyle buyurdu:
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin
akıbeti nasıl olmuş, bir bakın." Yani ey Rasulüm! Bozgunculuk çıkaranlara
ve müşriklere şöyle de: Ülkelerde dolaşın. Sizden öncekilerin acı kaderini ve
Allah'ın önceki ümmetleri nasıl helak ettiğini, inkarcılıkları ve kötü
amelleri sebebiyle onlara kötü azabı nasıl tattırdığını düşünün. Peygamberleri
yalanlamak ve nimetlere nankörlükten dolayı başlarına gelenlere bakın... Helak
olma, çoğunlukla Allah'a açık şirk koşma sebebiyle meydana gelmektedir.
Fasıklık ve hakka muhalif olma sebebiyle cumartesi gününe hürmet etmeyen
Yahudilere yapıldığı gibi, helak edilme şirk dışında bir sebeple de meydana
gelebilir.
Keşşaf tefsiri sahibi diyor ki: "Onların çoğu
Allah 'a şirk koşan kimselerdi" ayeti onların yok olmasına sadece şirkin
sebep olmadığına, ondan daha basit olan isyanların da bunun sebebi olduğuna
delâlet etmektedir.
[55]
Onların azaba uğramalarının sebebi genellikle
Rablerin ayetlerini inkâr etmeleri ve peygamberlerini yalanlamalarıdır. Bu, hükümlerin
mutlaka sebeplere bağlı olduğuna ve ilâhî cezada adalete riayet edildiğine
delildir.
Cenab-ı Hak şirk, sapma ve bozgunculuk olayları ile
bunların sonucunun beyan edilmesi, kâfirin içinde bulunduğu durumdan
nehyedilmesin-den sonra buna karşılık istikamet halini zikretti ve mümine
görevini emredip şöyle buyurdu:
"Allah tarafından gelecek olan ve hiçbir
kimsenin karşı çıkamayacağı o gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine
çevir." Yani ey Rasul! Ey bu Pey-gamber'e tâbi olan müminler topluluğu!
Allah'ın taatinde doğru çizgiye, istikamete koş, hayırlara koş. Hiçbir
kimsenin reddedemeyeceği, engel olamayacağı; ama mutlaka meydana gelecek
kıyamet günü gelmeden önce bütün varlığını amelde ihlasla doğru dine, yani
doğruluğun zirvesindeki dine -İslâm dinine- çevir. Zira Allah kıyametin
gelişini ezelde yazmış, takdir etmiştir. Allah'ın takdir ettiği ve meydana
gelmesini murad ettiği kıyamet gününü reddedecek hiçbir kimse yoktur ve
kıyamet mutlaka meydana gelecektir.
Bu gün, insanların amellerine göre gruplara ayrıldığı
gündür. Bir grup cennette, diğer bir grup alevli ateştedir.
Allah Tealâ daha sonra her gruba verilen karşılığın
ameline ve fiilinin sonucuna göre olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Kim inkar ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim
de salih amel işlerse, kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar." Yani
kim Allah'ı, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr eder ve ahiret gününü
yalanlarsa; küfrünün, suçunun ve günahının vebali ve akıbeti onun üzerinedir.
Kim Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilişe iman
eder, salih ameller işler, emrettiği hususlarda Allah'a itaat eder, nehyettiği
hususlardan sakınırsa kendine rahat, müreffeh, lüks bir yer, geniş bir mesken
ve daimî bir istirahat yeri hazırlamış olur.
Cenab-ı Hak 44. ayette "kim iman ederse"
dememiş, "kim salih amel işlerse" demiştir. Zira makbul salih amel,
ancak imandan sonra olur. Ayrıca iman salih amelle kemal bulur. Bunun özellikle
zikredilmesi mükellefi buna teşvik etmek içindir. Küfre gelince, küfrün
yanında amelin bir değeri ve ağırlığı yoktur. Amellere verilen karşılığın
farklılık sebebi Cenab-ı Hakk'ın şu ayette belirttiği husustur:
"Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri
lütfuyla mükâfatlandı-racaktır. Zira o kâfirleri sevmez." Yani mükâfatı
veren benim. O halde mükâfat nasıl olur? Onlar iki gruba ayrılırlar. O halde
nasıl mükâfata nail olurlar? Ben salih amel işleyen müminlere lütuf ve
ihsanımla karşılık veririm. Dolayısıyla ben bir haseneye on mislinden yediyüz
misline kadar, hatta dilediğimi kadar karşılık veririm. Kâfirlere gelince, hiç
şüphesiz Allah onlara buğzeder ve onları cezalandırır. Fakat o hiç haksızlık
bulunmayan âdil bir cezadır. Bu bir tehdit ve korkutmadır.
"Onun lütfuyla" ifadesi hiçbir kimsenin
amelinin azlığı ve basitliği sebebiyle asla cennete kendi ameliyle
giremeyeceğine, sadece Allah Tealâ'nın lütfuyla cennete girebileceğine delâlet
etmektedir.
Görüldüğü gibi Allah Tealâ küfür ve imanı yar'adümış
kula isnad ettiğinde önce kâfiri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Kim
inkâr ederse inkârı kendi aleyhinedir." Allah Tealâ mükâfatı kendi nefsine
isnad ettiğinde, ikram ve rahmeti ortaya çıkarmak için önce mümini zikretmekte
ve şöyle buyurmaktadır: "Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri
lütfuyla mükâfatlandıracaktır." Sonra da şöyle buyurmaktadır: "Zira
o kâfirleri sevmez."
[56]
Ayetlerden şu hususlar elde edilmektedir:
1- Dünyada
bozgunculuğun en büyüğü olan Allah'a şirk koşmak gibi sapma, bozgunculuk,
kıtlık, ürünlerdeki azlık, bereketsizlik, masiyetler, yolkesicilik, zulüm v.b.
günah ve suçların ortaya çıkması ve yayılması.
"Alem" dilde ve insanlar arasında meşhur
olan, bilinen kara ve denizlerin tamamı olup bazı müfessirlerin dediği gibi
"el-Berr" çöller, "el-Bahr" köyler manasında değildir. Bu
ikinci görüşe göre Araplar şehirleri "Bahr" diye adlandırmaktadırlar.
2-
Bozgunculuğun ortaya çıkışı dünyada yok olma ve helak olma, ahirette ise ceza
görme sebebidir. Bazı insanların kara ve denizde işledikleri masiyetlere karşı
dünyada verilen yağmurun kesilmesi, fiatlann artışı, savaşların çokluğu,
fitneler ve sarsıntılar gibi cezalar; tevbeye teşvik edici, Allah'a iltica
etmeye ve taat üzerinde devam etmeye, günahlardan ve haramlardan sakınmaya
sevk edici olabilir.
3- Eskiden
ve yeni durumda insanların üzerine düşen görev kendilerinden önce geçen eski
ümmetlerden ibret almaları, peygamberleri yalanla-
yan kimselerin akıbetlerinin nasıl olacaklarına bakıp
incelemeleridir. Zira eski ümmetlerin çoğu müşrik yani kâfir idiler ve sonunda
helak edildiler.
4-
Allah'ın müminlerden ve başkalarından muaf tutmadığı ve Allah'ın kudretinin,
kaderinin ve ezelî hükmünün önünde âciz kalacakları için hiçbir kimsenin
reddedemeyeceği ve engelleyemeyeceği kıyamet gününün gelişinden önce
mükellefiyet ve sorumluluk yurdu olan dünya hayatında Peygamber ve müminler
gaye ve azimlerini sağlam ve sarsılmaz dine -İslâm'a-tâbi olmaya yöneltme
emrine muhataptırlar.
Allah, müminin mükellef olduğu görevin faziletli bir
görev olduğunu bildirmesi için Hz. Peygamber (s.a.)'e hitapta bulunmuştur. Zira
bu peygamberlerin en şereflilerine emredilen bir görevdir. Mükellefiyete tâbi
olma açısından müminlerin makamı peygamberlerin makamıdır. Nitekim Müslim'in
Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "Allah peygamberlere emrettiği şeyi müminlere
emretmiştir."
5- Kıyamet
günü insanlar amellerine göre iki gruba ayrılacaktır: Bunlardan bir grup
cennette, diğer bir grup alevli ateşte olacaktır.
6- Kâfire, küfrünün ve inkârının cezası olarak cehennem ateşi, salih amel
işleyen mümine de cennet verilecektir. İman edip salih amel işleyen bu kimseler
amel-i salih sebebiyle ahirette kendileri için bir makam, mesken ve karargâh
hazırlamaktadırlar.
7- Allah'ın
rahmeti Cenab-ı Hakk'ın iman edip salih amel işleyen kimseleri, müslümanla
kâfiri birbirinden ayırdetmek için Allah'ın ilâhî lütfuy-la mükâfatlandırmasını
gerektirmektedir. Her insan -hatta peygamberler bile- cennete kendi amelinin
karşılığı olarak değil, Allah'ın lütfü ve rahmeti sebebiyle girecektir.
Yine aynı şekilde kâfirlerin cezalandırılmaları ve
küfürleri ve masiyet-lerinin karşılığını bulmaları da adaletin gereğidir. Zira
müslümanlarla kâfirler arasında eşit muamele makul değildir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz
müslümanları mücrimler gibi mi kılacağız? Size ne oluyor? Nasıl böyle hüküm
verebiliyorsunuz1? Yoksa size ait hususî bir kitap var da siz bu kitabı mı
okuyorsunuz? Bu kitapta ne arzu ederseniz hepsi sizin hakkınızdır, diye mi
yazılıdır?" (Kalem 68/35-38).
[57]
46- Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle gemileri
yürütmesi, lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz için
rüzgârları müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin delillerindendir.
47- Şüphesiz
ki biz senden önce peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler de
kavimlerine apaçık mucizeler getirdiler (ama kavimleri iman etmediler). Biz
de suç işleyenleri cezalandırdık. Müminlere yardım etmek ise bizim üzerimize
hak olmuştur.
48- Rüzgârları
gönderip onlarla bulutları yürüten, gökte bulutları dilediği gibi yayan ve
parça parça ayıran Allah'tır. Derken bunların arasından yağmurun çıktığını görürsün.
Artık onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman bundan memnun olurlar.
49- Halbuki
onlar üzerlerine yağmur indirilmeden önce ümitsizliğe kapılmışlardı.
50- Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! O
yeryüzüne ölümünden sonra nasıl canlılık veriyor? O elbette ölüleri de böyle
diriltecektir. O her şeye kadirdir.
51- Yemin olsun ki eğer bir rüzgâr göndersek de
bitkileri sararmış halde görseler mutlaka bunun ardından inkâra başlarlar.
"Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle
gemileri yürütmesi için,lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz
için rüzgârları müjde-leyiciler olarak göndermesi Onun kudretinin
delillerindendir." ifadesi ıtnab (geniş açıklama) üslubuyla anlatılmıştır.
Cenab-ı Hak, kullarına pek çok nimeti hatırlatmak için geniş ve teferruatlı bir
ifade kullanmıştır. Halbuki sadece son cümle (şükretmeniz için, cümlesi)
yeterli idi.
"Peygamberler kavimlerine apaçık mucizeler
getirdiler. Bunun üzerine biz de suç işleyenleri cezalandırdık."
ayetindeki iki cümle arasında hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. Bu ayetteki iki
cümle arasında hazfedilen cümle şudur: "Kavimleri peygamberlerini
yalanladılar ve onlarla alay ettiler."
[58]
Ayette geçen "er-Riyah", hayır ve rahmet
rüzgârlarıdır. Bu rüzgârlar poyraz, sabah ve kıble rüzgârlarıdır. "Debûr"
rüzgârı ise azap rüzgârıdır. Peygamberimiz (s.a.) esen rüzgâr için "Bunu
hayır rüzgârı (Riyah) kıl, azap rüzgârı (Rîh) kılma." diye dua ediyordu.
"Rüzgârları" (mübeşşirât) hayrı, yani yağmuru "müjdeleyici
olarak göndermesi" kudretinin deliJierindendir.
"Size rahmetini tattırması", yani
rahmetiyle yağmuru ve yağmurdan doğan verimliliği tattırması için,
"emriyle" izniyle "gemileri yürütmesi, lütfundan rızık
aramanız" Allah'ın lütfuyla deniz ticareti vesilesiyle rızık talep etmeniz
"ve dolayısıyla şükretmeniz için" yani Allah'ın bu konudaki
nimetlerine şükretmeniz ve böylece O'nun birliğini kabul etmeniz için "rüzgârları
müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin delillerindendir."
"Şüphesiz ki biz senden önce peygamberleri kendi
kavimlerine gönderdik. Peygamberler de onlara" kendilerinin kavimlerine
gönderildikleri hususunda doğru söylediklerine delâlet eden açık hüccetler
"apaçık mucizeler getirdiler." Kavimleri de onları yalanladılar.
"Bunun üzerine biz de suç işleyenleri cezalandırdık." Peygamberleri
yalanlayanları helak ettik, cürüm işleyenleri yokettik. "Müminlere yardım
etmek," kâfirleri helak etmek ve müminleri kurtarmak suretiyle kâfirlere
karşı müminleri zafere eriştirmek "bizim üzerimize hak olmuştur." Bu
ifade, intikam ve cezanın müminlerin lehine olduğuna işaret etmekte ve onların
şereflerini ortaya koymaktadır. Zira Allah müminleri kendi nezdinde yardıma
layık kılmıştır.
"Rüzgârları gönderip onlarla bulutları
yürüten", harekete geçiren "gökte bulutları" az veya çok
dilediği gibi birbirine bitişik olarak "yayan ve parça parça ayıran
Allah'tır. Derken bunların arasından" bulutların ortasından
"yağmurun çıktığını" görürsün? "el-Vedk" yağmur demektir.
"Artık onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman", ülkelerine ve
arazilerine yağmur yağdırdığı zaman "bundan memnun olurlar."
verimliliğin işareti olan yağmurla sevinirler.
"Halbuki onlar üzerlerine" yağmur
"indirilmeden önce ümitsizliğe kapılmışlardı. "
"Allah'ın rahmetinin eserlerine" bereketli
yağmurun eserleri olan bitki, ağaç ve meyvelere "bak."
"Âsâr" kelimesi "eser" şeklinde de okunmuştur. "O,
yeryüzüne ölümünden sonra" kurumuş toprakları bitki bitirir hale getirmek
suretiyle "nasıl canlılık veriyor?" Ayetteki "yuhyî"
kelimesi "tuh-yî" şeklinde de okunmuştur. Buna göre rahmet yeryüzüne
canlılık vermektedir. "O, elbette ölüleri de böyle diriltecektir."
Onları diriltmeye kadirdir. "O herşeye kadirdir" Onun bütün mümkün
olan şeylere kudreti aynı şekildedir.
"Eğer" bitkilere zararlı "Bir rüzgâr
göndersek de bitkileri sararmış halde görseler," yani bu rüzgârın ekinler
üzerindeki tesirini ya da ekinleri görseler "mutlaka bunun ardındın"
bu sararmadan sonra "inkâra başlarlar. " Yağmurla gelen nimeti inkâr
ederler.
[59]
Cenab-ı Hak şirk ve masiyetler sebebiyle kainatta
meydana gelen bozgunculuk gerçeğini tavsif ettikten sonra, rüzgâr ve yağmur
göndermekle birliğine; ölümünden sonra yeryüzüne canlılık vermekle öldükten
sonra dirilişe, kudret ve rahmetine delâlet eden kesin deliller ortaya koydu.
Bu arada Rasulullah (s.a.)'e kendisinin insanların yalanladığı ilk kimse olmadığını,
kendisinden önce de kavimlerine apaçık mucizeler getiren peygamberlerin
geçtiğini, onların peygamberliğini yalanladıklarını, Allah'ın da yo-ketmek ve
helak etmek suretiyle onlara ceza verdiğini bildirerek tesellide bulunmuş;
telaşa kapılmaması, üzülmemesi gerektiğini, zaferin daima müslümanlarm
tarafında olacağını bildirmiştir.
[60]
Allah Tealâ bereketli yağmurun gelişini müjdelemek
üzere rüzgârları göndermek suretiyle mahlûkata olan nimet ve lütfunu zikrederek
şöyle buyurmaktadır:
"Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle
gemileri yürütmesi, lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz için
rüzgârları müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin
delillerindendir."
Allah Tealâ'nın birliği, kudreti, nimetlerinin
delillerinden ve kainattaki ayetlerinden biri O'nun varlıktaki her şeye hakim
ve hükümran olmasıdır. Bu sebeple O hayrı, bereketi ve kurumuş topraklara can
verecek, ekinleri bitirecek, meyveleri çıkartacak yağmuru müjdeleyici olarak
rüzgârları gönderir. Bu, insanlara indirdiği ve kullara ve beldelere canlılık
verdiği yağmurla rahmetinin eserlerinden bir kısmını insanlara tattırmak için,
rüzgârla denizlerde gemileri yürütmek için, kazanç ve geçim temini için beldeler
ve ülkelerde seyahat etme ve ticaret yapma imkânı vermek için, Allah'ın
sayılamayacak ve tesbit edilemeyecek kadar çok, açık ve gizli nimetlerden
ihsanda bulunduğu nimetlerine karşı Allah Tealâ'ya şükretmek içindir. Nitekim
bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın nimetlerini saysanız da
bitiremezsiniz." (İbrahim, 14/34).
Cenab-ı Hak daha sonra kulu ve Rasulü Hz. Muhammed
(s.a.)'e tesellide bulunarak şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki biz senden önce peygamberleri kendi
kavimlerine gönderdik. Peygamberler de kavimlerine apaçık mucizeler getirdiler
(ama kavimleri iman etmediler). Biz de suç işleyenleri cezalandırdık.
Müminlere yardım etmek ise bizim üzerimize hak olmuştur."
Ey Rasulüm! Kavminden pekçok kimseler seni yalanlasalar
da sen yalanlanan ilk kimse değilsin. Senden önceki peygamberler ümmetlerine
getirdikleri ve kendilerinin Allah nezdinden gelen elçiler olduklarına delâlet
eden açık delilleri ortaya koymalarına rağmen yine de yalanlanmışlardı.
Kavminin seni yalanlaması gibi, onlar da kendi peygamberlerini yalanladılar.
Bunun üzerine Allah peygamberleri yalanlayan ve onlara karşı çıkanları
cezalandırdı. Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden müminleri korudu. Bir
şeye uygulanan hüküm aklî ve şer'î kıyasla benzerine de aynen uygulanır.
Böylece kavminin içinden kâfir olanlarına verilecek ceza önceki kavimlerin
cezası gibi olacaktır.
Özetle, Allah Tealâ Allah'ın birliği ve öldükten
sonra diriliş esaslarını isbat ettikten sonra üçüncü temel esas olan
peygamberlik esasını zikretti.
Cenab-ı Hak daha sonra müminlerin zaferle ve yardımla
teyid edilecekleri ve bunun Allah'ın müminlere bir ikram ve lütuf olarak yüce
zatına vacip kıldığı bir hak olduğu şeklindeki umumî prensibi bildirdi. Bu
aynen şu ayet gibidir: "Rabbiniz kendi nefsine, rahmette bulunmayı takdir
etti." (Enam, 6/54). Bu ayette kâfirlerin yenilgiye uğrayacakları tehdidi
ve müminlerin zaferle müjdelenmesi vaadi ifade edilmektedir.
İbni Ebî Hatim, Taberanî, Tirmizî ve İbni Merdüveyh,
Ebu'd-derdâ (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Din kardeşinin ırzını koruyan hiçbir müslüman yoktur ki
kıyamet günü onu cehennem ateşinden korumak Allah'ın üzerine bir hak
olmasın." Efendimiz (s.a.) sonra şu ayeti okudu: "Müminlere yardım etmek
bizim üzerimize bir hak olmuştur." (Rum, 30/47).
Allah Tealâ bundan sonra yağmurun döküldüğü bulutun
yaratılış şeklini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Rüzgârları gönderip onlarla bulutları yürüten,
gökte bulutları dilediği gibi yayan ve parça parça ayıran Allah 'tır."
Yani rüzgârları hikmetine uygun olarak ve iradesinin gereği olarak istenilen
yöne yürüten, rüzgârlarla bulutları harekete geçiren ve sessizlikten sonra
onları yürüten, gökyüzünde yayan, toplayan ve yoğunlaştıran, azdan çok kılan,
sonra da onları değişik hacimlerde parça parça kılan bazan hafif bulutlar,
bazan da deniz tarafından rutubetle dolu, su zerrecikleriyle ağırlaşmış
bulutlar kılan Allah'tır.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır.
Rüzgârlar yağmur yüklü bulutları taşıdığında onu ölü bir memlekete gönderir,
su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz. Ölüleri de bunun gibi
diriltip çıkarırız. Belki bundan ibret alırsınız." (A'raf, 7/57).
"Derken bunların arasından yağmurun çıktığını
görürsün. Artık onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman bundan memnun
olurlar." Yağmurun veya damlaların bu bulutun ortasından çıktığını
görürsün. Allah bu yağmuru iradesiyle bazı kullarına ve bazı beldelere
indirdiği zaman buna ihtiyaç duydukları için bunun kendilerine inmesine ve
ulaşmasına sevinirler.
"Min hilâlihi: Bunun esnasında"
kelimesindeki zamir görüldüğü gibi buluta râcidir. Zira söz konusu edilen odur.
"Halbuki onlar üzerlerine yağmur indirilmeden
önce ümitsizliğe kapılmışlardı. " Onlar bu yağmurun yağmasından önce,
yağmurun indirilmesinden ümitsiz iken Allah onların üzerlerine bu yağmuru
indirir. Böylece yağmasından neredeyse tamamen ümit kestikleri bu yağmurun
ansızın yağması sebebiyle sevinçleri gönüllerinde çok tesirli olmuştu.
"Kablihi" kelimesinin tekrarı tekid içindir.
Ayetin toplu manası şöyledir: Onlar bu yağmur
yağmadan önce ona muhtaç idiler. Onlar yağmuru gözetliyorlardı. Yağmur
gecikmişti. Yağmurdan ümit kestikten sonra yağmur ansızın geldi. O kurak çorak
arazileri her çeşit güzel bitkilerle yemyeşil oldu.
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! O
yeryüzüne ölümünden sonra nasıl canlılık veriyor?" Yani ey Rasulüm! Ey
O'na tâbi olanlar! Allah'ın rahmetinin eserlerinden bir eser olan yağmura; incelemek,
basiretle bakmak ve delil olarak kabul etmek için bakın. Yağmurun, Allah'ın
geniş rahmetine ve muazzam kudretine delâlet edecek şekilde bitki, ekin ve
ağaçlara canlılık vermek için nasıl sebep olduğuna bak.
Allah Tealâ bununla öldükten, ayrıldıktan ve
parçalandıktan sonra cesetlere hayat verilmesine dikkat çekerek şöyle buyurdu:
"O elbette ölüleri de böyle diriltecektir. O her şeye kadirdir." Yani
bunu yapan, ölüleri dirilt-
meye de muktedirdir. Ya da kuruduktan sonra yeryüzüne
yeşillik ve bitki ile canlılık veren, ölüleri diriltmeye de kadirdir. Sadece
Allah her şeye sonsuz kudret sahibidir. Ne yerde, ne de gökte; ister ilk defa
yaratma, isterse tekrar diriltme hususunda olsun hiçbir şey O'nu âciz
bırakamaz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:
"Çürümüş kemikleri kim yaratacak? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan
diriltecektir?" (Yasin, 36/78-79).
Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin kötü durumunu,
iyilik ve güzellikleri görmezlikten geldiklerini, aynı metod üzere sebatkâr olmadıklarını
beyan etmektedir. Dolayısıyla kâfirlerin iyilikle sevindiklerini, sonra da
kötülüklerle karşılaştıklarında iyiliklerden ümitlerinin kesildiğini
görürsünüz.
"'Yemin olsun ki, eğer bir rüzgâr göndersek de
bitkileri sararmış halde görseler mutlaka bunun ardından inkâra
başlarlar." Yani Allah'a yemin olsun ki, eğer biz bitki, ekin ve
meyvalara zararlı, ya da zehirli, sıcak yahut soğuk bir rüzgâr göndersek de bu
ekinlerin sararmış olduğunu, yeşillikten sonra bozulmaya meylettiğini görünce,
bu sevinç ve sürürdan sonra Allah'ın kendilerine ihsan ettiği nimetleri inkâr
etmeye, nankörlük yapmaya başlarlar.
[61]
Bu ayetler
aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:
1-
Allah'ın mükemmel kudretinin delillerinden biri yağmuru müjdele-yici olarak
rüzgârların gönderilmesidir. Zira rüzgâr yağmurdan önce gelmektedir. Bereketli
yağmur ve verimlilik Allah'ın rahmetinin eserlerinden biridir.
Yine
rüzgârın özelliklerinden biri rüzgârın esmesiyle denizde gemilerin
seyretmesidir. Gemilerle yolcular ve ticaret erbabı yolculuk yapar, ticaret
malları bir bölgeden diğerine taşınır ve böylece rızık vesilesi ticaretle elde
edilir. Bütün bunlar Allah'ın birliğini tanıyıp Ona itaat etmek suretiyle
şükretmeyi gerekli kılan, Allah'ın nimetlerinden ve lütuflarındandır.
2-
Nübüvvet ve risalet de doğrulanması ve teyid edilmesi gereken Allah'ın
nimetlerindendir. Fakat kâfirlerin zorba tavırları ve inatçılıkları kendilerini
eskiden ve yakın tarihte peygamberlerin risaletlerini yalanlamaya sevketmiştir.
Cenab-ı Hak çeşitli ümmet, kavim ve halklara nurlu
hüccetler ve mucizelerle teyid edilen pek çok rasuller göndermiş, onlar da bu
peygamberleri yalanlamışlar, onlara eziyet etmişler ve onlarla alay etmişler,
risaletlerini inkâr etmişlerdi.
Allah
da küfredenlerden intikam aldı, müminleri kurtardı, düşmanlarına karşı onlara
yardım etti. Allah'ın değişmez kanunu (Sünnetullah) mümin kullarına yardım
etmektir. Bu doğru bir haberdir. Allah vaadinden asla dönmez. O'nun haberinde
cayma yoktur.
3- Allah
Tealâ ayrıca bulutların oluşum şeklini de haber vermektedir. Buna göre Allah,
rüzgârları gönderir, rüzgârlar da bulutları harekete geçirir ve onları bir
yerden diğerine nakleder. Sonra bunları yayar ve ilâhî dilemesi, iradesi ve
hikmetine uygun olarak bulutlan havada toplar ve onları farklı hacim, ağırlık
ve keyfiyette parçalar haline getirir. Bulutlar bazan hafif olurlar, bazan da
su ile dolu ağır bulutlar olur. Allah bazı kullarına yağmur indirdiği zaman da
kendilerine yağmur yağmasından sevinç duyarlar.
Halbuki onlar yağmurun uzun müddet kesilmesi
sebebiyle üzerlerine yağmur yağmadan önce ümitsiz ve üzgün idiler. Allah Tealâ
da insanların sıkıntılı durumuna işaret etmek için yağmurun yağmasından önceki
üzüntü ve kederli durumlarını ve sonra bu durumun sevinç ve ferah haline dönüştüğünü
ifade etti.
"Min kablihi: Daha önceden" ifadesi
nahivcilerin çoğuna göre tekid içindir. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Nihayet
her ikisinin de sonucu gerçekten ateşin içinde ebedî kalıcı olmalarıdır."
(Haşr, 59/17).
Razî diyor ki: "Min kabli en yünezzele aleyhim
min kablihi" denmesi daha evlâdır. Yani rüzgârların gönderilmesinden önce
demektir. Zira rüzgârın gönderilmesinden sonra tecrübeli kişi rüzgârda yağmur
olup olmadığını bilir. Dolayısıyla yağmurdan önce rüzgâr estiği zaman
ümitsizlik hali olmaz. Ancak bulutları görmesi ve rüzgârın esmesi sebebiyle
zann-ı galiple yağmuru ümid edebilir. Bunun için "min kablihi"
denmiştir. Yani daha önce zikredilen rüzgârların gönderilmesi ve bulutların
yayılması durumundan önce ümitsizlik durumunun meydana geldiğini açıklamak için
bu ifade kullanılmıştır.[62]
4-
Yağmurun yağmasının tabiî sonucu bununla buna kadir olanın ölüleri diriltmeye
kadir olduğuna işaret etmektir.
Cenab-ı Hakk'ın "İşte bu ölüleri diriltendir. O
herşeye gücü yetendir." ayeti bir çeşit kıyas olup buna, görünmeyen şeyi
görünen şeye kıyas etmek (Kıyasü'l-gaibi ale'ş-şahid), ya da görüneni
görünmeyene delil saymak adı verilmektedir. Yani bitkilere can verilmesi olayı
ile benzeri olan öldükten sonra diriliş isbat edilmektedir.
5-
Müşrikler inançlarında dengesiz ve tereddütlüdürler. Onları iyilik anında
sevinç içerisinde, sıkıntı anında ümitsiz ve kederli görürsünüz.
Bunun benzeri şudur: Rüzgâr onların bitkilerini yakıp
kavurduğu, sapsarı hale getirip kuruttuğu zaman nankörlük eder ve yaratıcının
varlığını inkar ederler, Allah'ın kendilerine başka zaman verdiği nimetleri
bilmezlikten gelirler. Halbuki daha önce Allah onları peşpeşe bir nimet seline
boğmuştu. Onlar değişken olup sebatkâr değillerdir. Tek bir hal üzerine devam
etmezler. Geçmiş ve gelecek şöyle dursun şu içinde bulundukları durum hakkında
bile kısır görüşlüdürler.
[63]
52- Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın.
Arkalarını dönüp giden sağırlara da (bu daveti) duyura-
53- Sen kör olanları sapıklıklarıntan kurtarıp
hidayete erdiremezsin. Sen (davetini) ancak müslüman olarak ayetlerimize iman
edenlere duyurabilirsin.
"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın."
istiare-i tasrihiyyedir. Kâfirler Nebevî risaletin delillerini ibret ve
öğütleri anlama ve düşünme şeklinde bir dinleme ile dinlememeleri hususunda
sağırlara ve ölülere benzetilmektedir.
[64]
"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın."
Düşünüp ibret almak için dinlemelerini temin edemezsin. Çünkü onlar duyularını
Hakk'a kapatmışlardır.
"Arkalarını dönüp giden sağırlara da
duyuramazsın" Son derece imkânsız olduğunu göstermek için arkalarını
dönüp gitme kaydını koymuştur. Çünkü sağır, dinlemek için muhataba yöneldiği
zaman sözü duymasa da dilin bazı hareketleri vasıtasıyla birtakım şeyleri
anlayıp yararlanabilir.
"Sen kör olanları sapıklıklarından kurtarıp
hidayete erdiremezsin." Kâfirler görme duyusunun gerçek maksadını
kaybettikleri için "kör" diye adlandırılmışlardır.
"Sen ancak müslüman olarak" kendilerine
emrettiğin şeye boyun eğen ihlaslı kimseler olacak "ayetlerimize"
Kur'an'a "iman edenlere," müminlere "duyurabilirsin." Kabul
ettirebilirsin. Çünkü onların iman etmiş olmaları, onların lafzı öğrenmelerine
ve manayı düşünmelerine sevkeder.
[65]
Tevhidin ve dirilişin delillerini, peygamberlerin
vazifelerini, vaad ve vaîdi, Hz. Peygamber (s.a.)'in davetinden yüzçevirilmesi
durumunu beyan ettikten sonra; Rabbi, peygamberinin gördüğü Hak'tan
yüzçevirilmesi ve inatçılıkta devam edilmesi karşısında onu teselli etti.
Müşrikler, hidayet delillerini ibret alma ve düşünme
anlamındaki dinlemeye istidatlı olmamaları sebebiyle ölülere, sağırlara ve
körlere çok ben-ziyorlardı. Kendilerine benzetilen kimseler yüzçevirme
derecelerine göre sıralama yapılmıştır. Kör olan kimse pek çok şeyi idrak edip
anlar, ama onu irşad etmek zordur. Sözü sadece işaretle anlayan sağır kimseyi
irşad etmek çok daha zordur. ÖZünün irşad edilmesi ise imkânsızdır.
[66]
"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın.
Arkalarını dönüp giden sağırlara da duyuramazsın."
Ey peygamber! Tevhid ve diriltmeye kadir olma
delillerini beyan ettikten, müşrikleri tehdit edip vaidde bulunduktan sonra,
müşriklerin senin davetinden yüzçevirmelerinden dolayı üzülme ve telaşa
kapılma. Çünkü sen ölülere bir şey anlatamazsın, ya da onların ibret alma ve
düşünme amacıyla seni dinlemelerini temin edemezsin. Sen bu davetini işitmeyen
ve aynı zamanda bununla birlikte sana arkalarını dönen, senin sözüne ve hidayetine
yönelmeyen sağır kimselere de bu davetini duyuramazsın.
Onlar dış görünüş itibariyle işitmelerine rağmen
kabirlerdeki ölülere benzerler. Hidayet yollarını kapattıkları ve Hak sözü
duymamak için arkalarını döndükleri ve seni anlamak ve idrak etmeye
istidatları da bulunmadığı için işitme duyusunu kaybeden sağırlar gibidir.
Onlar aynı zamanda körlere benzerler. Nitekim şöyle buyurulmaktadır:
"Sen kör olanları sapıklıklarından kurtarıp
hidayete erdiremezsin." Yani hakkı görmeyenleri hidayete erdirmek ve
onları sapıklıklarından çevirmek senin gücünün yeteceği şeyler değildir.
Hidayete erdirmek Allah'a aittir. Zira O, kudretiyle dilerse ölülere dirilerin
seslerini işittirir. Dilediğini hidayete erdirir, dilediğini saptırır. Bu
O'ndan başka hiçbir kimsenin hakkı değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
"Sen ancak müslüman olarak ayetlerimize iman
edenlere duyurabilirsin. " Yani ey Rasulüm! Sen istifade etmeye sebep
olacak bir duyuruyu, sadece Kur'an'ı ve Kur'an'ın ihtiva ettiği tevhid
delillerini ve herşeye muktedir olan ilâhî kudretin delillerini tasdik eden
mümin kişiden başkasına yapamazsın. Mümin Allah'ın ayetleri kendisine okunduğu
zaman bunları düşünür ve anlar; bunlara yönelir, bu ayetlerde yer alan
hususlarla amel eder, nehyedilen hususlardan da uzaklaşır. Bunlar müminlerdir.
Yani emrettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'a itaat eden, emrine icabet edip
boyun eğen kimselerdir. Onlar Hakkı duyan ve Ona tâbi olan kimselerdir.
[67]
Bu ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:
1-
İnkarcılıkta geçmişlerini taklit etme alışkanlığına kapılan, akılları dumura
uğrayan, basiretleri körleşen inatçı ve gururlu müşriklerin hidayete ermesine
hiçbir imkân ve ihtimal yoktur.
2- Ancak
Allah'ın öğütlerini; tevhid delillerine kulak veren, hidayet delilleri ortaya
konduğu zaman hidayeti kabul etmeye müsait olan müminlere duyurmakta fayda
vardır.
3-
"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın." ayetinden maksat düşünme,
anlama ve ibret alma manasındaki duymadır. Bu ayet Sünnet-i Nebe-viyye'de
ölülerin, dirilerin sözlerini duyabileceği şeklindeki sabit ve sahih hadislerle
çelişki teşkil etmemektedir.
Abdullah b. Ömer (r.a.)'in rivayet ettiğine göre
Peygamberimiz (s.a.) Bedir kuyusuna atılan ölülere savaştan üç gün sonra hitap
etmiş, onları azarlamış ve tekdir etmişti. Hatta Hz. Ömer (r.a.)
Peygamberimiz'e:
- Ya Rasulallah! Kokmuş, cifeler haline gelen
topluluğa ne diye hitap ediyorsun? demiş. Efendimiz:
- Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah'a yemin olsun
ki, siz benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz. Fakat onlar cevap
veremezler, demişti.
Bu pek çok delille teyid edilen sahih bir haberdir.
Bunlardan biri İbni Abdülberr'in, sahihtir, diyerek İbni Abbas (r.a.)'den
-merfû- olarak rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Bir kimse dünyada
tanıdığı birinin kabrine uğrayıp selâm verirse, Allah o kabir sahibine ruhunu
iade eder, o da selâm alır." Yine Peygamberimiz (s.a.)'den ümmetine kabir
ehline selâm veriş şeklini tarif ederken dirilere hitap eder gibi:
"es-Selâmü aleyküm yâ dara kavmin müminin" (Ey mümin topluluğunun
yurdu! Allah'ın selâmı üzerinize olsun) demeleri sabit olmuştur.
Bu, duyan ve anlayan kimseye yapılan hitap şeklidir.
Bu hitap olmasaydı tamamen yok olan ve cansız olana hitap makamında olurdu.
İbni Ebi'd-Dünya'nm Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet
ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kardeşinin kabrini
ziyaret edip onun yanında oturan hiçbir kimse yoktur ki kabir sahibi ondan
memnun olmasın ve kalkıncaya kadar ona cevap vermesin."
Ebu Hüreyre (r.a.) diyor ki: "Kişi tanıdığı
birinin kabrine uğrar, ona selam verirse, o da onun selâmını alır."
Selef âlimleri bu hususta icma etmişler, ölülere
selâm verilmesini meşru' olarak kabul etmişlerdir.
Kabir sahiplerinin bu durumu hissettiklerine ve selâm
vereni bildiklerine delâlet eden, Müslim'in Büreyde'den rivayet ettiği hadis-i
şerife göre Peygamberimiz (s.a.)'in ümmetine, kabirleri gördükleri zaman şöyle
demelerini öğretmiş olmasıdır: "es-Selâmü aleyküm ehle'd-diyari mine'l-müminin
... Ey müminler diyarının halkı! Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Biz de
inşaallah size katılacağız. Allah bizden ve sizden önce gelenleri de, sonra
gelecek olanları da rahmetine nail eylesin. Biz bizim ve sizin için Allah'tan
afiyet niyaz ediyoruz."
Bütün bunlar mezarlıklarda, duyan, hitap edilen,
anlayan ve her ne kadar selâm veren kimse işitmese de, selâma cevap veren bir
varlığa selâm verildiği, hitap edildiği ve nida edildiğine delâlet etmektedir.[68]
54- Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın
ardından size kuvvet veren, sonra kuvvetin ardın-
dan tekrar güçsüzlük ve yaşlılık veren Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O her
şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir olandır.
"Za'f ve "kuvvet" kelimeleri arasında
tezat sanatı vardır.
"Alîm" (her şeyi gayet iyi bilen),
"Kadir" (sonsuz kudret sahibi olan) kelimeleri mübalağa sığalarıdır.
Manaları ilmi ve kudreti tam olan demektir.
[69]
"Sizi zaaftan yaratan", sizi zayıf bir
asıldan -yani nutfeden- yaratan ya da sizi ilk defa zayıf olarak yaratan ve
sizin ilk durumunuzu zafiyet, güçsüzlük kılan Allah'tır. Bu aynen
"İnsanoğlu zayıf olarak yaratıldı." (Nisa, 4/28) ayeti gibidir.
Za'f, kuvvetin zıddıdır. "sonra diğer bir zaafın ardından size kuvvet
veren," yani çocukluktaki güçsüzlükten sonra buluğ çağından sonra
'gençlik kuvvetini veren, "sonra kuvvetin ardından tekrar güçsüzlük ve
yaşlılık veren " yani yetişkinlik kuvvetinden sonra yaşlılık ve ihtiyarlık
veren "Allah'tır. O" güçsüzlük, kuvvet ve gençlik gibi
"dilediğini yaratır. O her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir
olandır." Yani Allah'ın iradesiyle insanın uğrayacağı bu merhaleler ve bu
durumlar ilim ve kudretin varlığına delildir. O yaratıkların idaresini çok iyi
bilir, dilediği her şeye muktedirdir.
[70]
Allah'ın birliğine delâlet eden rüzgârların
gönderilmesi ve yağmurun yağdırılması gibi dış dünyadaki delillerin beyan
edilmesinden sonra Allah Tealâ buna nefislerden bir başka delil daha zikretti.
Bu da Âdemoğlunun yaratılması ve onun kâmil bir ilim ve mükemmel bir kudrete
ihtiyaç duyacağı çeşitli merhalelerden geçmesidir. Bu iki vasıf ise Allah'tan
başka hiçbir kimsenin taşımadığı vasıflardır.
[71]
"Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın
ardından size kuvvet veren, sonra kuvvetin ardından tekrar güçsüzlük ve
yaşlılık veren Allah'tır."
Yani insanın yaradılışının çeşitli merhalelerinde,
bir halden diğerine geçmesini takdir eden Allah'tır. O, insanın aslını
topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra da et parçasından
kılmıştır. Daha sonra onun kemiklerini meydana getirmiş, sonra kemiklere et
giydirmiş ve buna ruhu üflemiştir. Sonra da onu annesinin karnından zayıf,
güçsüz, kuvvetsiz olarak çıkartmıştır.
Ayette geçen "min da'fin" kelimesi onu
başlangıçta zayıf olarak yarattı demektir.
İnsanoğlu yavaş yavaş büyür, önce çocuk olur. Sonra
bulûğ çağındaki bir genç olur. Gençlik devresi, güçsüzlükten sonraki kuvvet
devridir.
Daha sonra da yetişkinlikten itibaren yaşlılığa ve
ihtiyarlığa doğru giden güçsüzlük devri gelir. Bu devir de kuvvetten sonraki
güçsüzlük devridir. Artık gayret ve hareketlilik zayıflar, görünen ve
görünmeyen vasıflar değişmeye başlar.
Bu bir halden diğerine geçiş, değişim ve tedricî
gelişim yaratıcı ilâhî kudrete delildir ve müşriklerin inkâr ettikleri öldükten
sonra dirilişin burhanıdır. Zira bu değiştirmeye ve geliştirmeye muktedir olan
ilk hayata aynı şekilde çevirmeye de muktedirdir. Kudreti mükemmel ve ihatalı
olan birini insanın nisbî kudretiyle karşılaştırmak doğru değildir. Ne ilk
yaratılışta, ne de tekrar iade edilmede hiçbir şey Onu âciz bırakamaz.
"O dilediğini yaratır. O her şeyi gayet iyi
bilen, her şeye kadir olandır." Yani o dilediği şeyi yapar. Güçsüzlük,
kuvvet, ilk defa yaratma, diriltme gibi dilediği her şeyi vareden ve eşsiz bir
şekilde yaratandır. Kullarında dilediği şekilde tasarrufta bulunur.
O mahlûkatının idaresini tam bir ilimle gayet iyi
bilen, dilediğine mükemmel ve ihatalı bir kudretle muktedir olandır. Onun
kudretinin eserlerinden biri insanlara hayat vermek, öldürmek, sonra dilediği
zaman onları yeniden diriltmektir.
[72]
Bu ayet, insanın ibret alması ve derhal Allah'a ve
ahiret gününe iman etmeye koşması için insan nefsinde bulunan, Allah'ın
kudretine ait bir başka delili ihtiva etmektedir.
Zira hareketsiz ve cansız âlet aynı çizgide devam
eder. Çünkü onun sanatkârı olan insanın kudreti sınırlıdır. Ama iniş çıkışı,
güç ve zafiyeti farklı farklı üç ayrı merhaleden geçen insanoğlu aynı durumda
kalmamakta, devamlı değişmektedir.
Değişim ve gelişim hiçbir düzenleyici ve değiştirici
olmaksızın sadece tabiî bir olaydan ibaret değildir. Bu değişim merhalelerinden
her biri eşsiz bir yaratıcıya, muazzam bir kudret sahibine muhtaçtır. Buna da
tekvin (varetme), irade, emir ve kâmil bir nüfuz sahibi olan Allah'tan başkası
güç getiremez. Dilediği güç ve zafiyeti yaratan yalnız O'dur. O, hâkim olduğu
şeyi gayet iyi bilen, dilediği her şeye kadir olandır. O, dilediğini tam manâsıyla
yerine getiren, mahlûkatında dilediği gibi tasarrufta bulunandır.
[73]
55- Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir
zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada haktan) böyle
döndürülüyorlardı.
56- Kendilerine ilim ve iman verilenler de:
"Şüphesiz sizler Allah'ın takdir ettiği dirilme gününe kadar kaldınız.
İşte bu da yeniden diriliş günüdür. Fakat siz bunu bilmiyordunuz."
derler.
57- Artık o gün zalimlere mazeretleri fayda vermez.
Artık kendilerinden (Allah'ı hoşnut edecek şeylere) dönmeleri de istenmez.
"Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa
bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." Ayette geçen biri
"kıyamet", diğeri de "belirli zaman müddeti" mânâsına
gelen "es-Saat" kelimeleri arasında tam cinas vardır.
[74]
"Kıyamet koptuğu gün" ifadesinde kıyamet
"saat" kelimesiyle adlandırılmıştır. Çünkü kıyamet, dünya
saatlerinin son saatinde meydana gelecektir. Ya da kıyamet ansızın meydana
gelecektir. Tıpkı Zühre için "kev-keb" kelimesi kullanıldığı gibi,
tağlib yoluyla "saat" kelimesi kıyamet için özel bir isim haline
gelmiştir. "... günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına
yemin ederler." Kâfirler dünyada ya da kabirlerde kısa bir zamandan fazla
bulunmadıkladıklarına yemin ederler. "Onlar" dünyada "haktan
böyle döndürülüyorlardı." Dünyada kalma müddeti hakkında gerçekten
yüzçevirdikleri gibi dünyada da aynı şekilde öldükten sonra dirilme v.b. gerçek
söz ve doğruluk şeklindeki haktan böyle döndürülüyorlardı.
"Kendilerine ilim ve iman verilenler de"
melekler ve mümin insanlar: "Şüphesiz sizler Allah'ın" kitabındaki
yani ezelî ilminde veya hükmünde
"takdir ettiği dirilme gününe kadar"
dünyada "kaldınız. İşte bu da" sizin inkar ettiğiniz "yeniden
diriliş günüdür. Fakat siz" (dünyada) "bunu" bunun meydana
gelecek bir gerçek olduğunu "bilmiyordunuz, derler."
"Artık o gün" bakışlarındaki ihmalleri
sebebiyle "zalimlere" bu diriliş gününü inkar etmeleri hususundaki
"mazeretleri" özürleri "fayda vermez. Artık kendilerinden"
Allah'ı hoşnut edecek şeylere, yani Allah Tealâ'yı razı edecek hususlara
"dönmeleri de istenmez."
[75]
İnsanın ilk gelişimindeki yaradılışı hususundaki
tevhid delillerini ve yeniden diriliş ve tekrar hayata dönüş delillerini beyan
ettikten sonra, Allah Tealâ öldükten sonra dirilme ahvalini, bunun dünyadaki
durumlarla karşılaştırılmasını ve kıyamet günü iman ehliyle mücrimler arasında
meydana gelecek tartışmaları ve kâfirlerin dünya ve ahirete dair
bilgisizliklerinin ortaya çıktığını zikretmektedir. Bu bilgisizlikler
kâfirlerin dünyada putlara tapmaya yönelmeleri, ahirette ise dünyada sadece bir
saat, kısa bir zaman kalacaklarına dair yemin etmeleridir.
[76]
"Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa
bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." Yani kıyamet koptuğu ve
Allah'ın insanları kabirlerinden çıkarıp dirilttiği, insanların müddeti uzun,
büyük ve korkunç olaylara maruz kaldığı gün, günahkâr kâfirler dünyada ya da
kabirlerde bir saatten fazla, yani kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına
yemin ederler. Bununla kendileri aleyhlerine hüccet ortaya konulmaması amacını
gütmektedirler. Onlar kendilerinin içinde bulundukları ihmallerini mazur
göstermek için dünyada makul bir süre bekletilmediklerine yemin ederler.
Bu ifade dünyanın müddeti ne kadar uzun olursa olsun
ahiretle karşılaştırıldığı zaman dünyanın müddetinin kısalığına ve kötü
akıbetle uyarılan kimselerin yaşadıkları müddeti azımsadıklarma, kendilerine
hayır va-adedilen kimselerin ise yaşadıkları müddet ne kadar kısa olursa olsun,
bu müddeti çok görmektedirler: "Sanki onlar dünyayı gördüklerinde dünyada
bir akşam ya da kuşluk vakti kalmış gibidirler." (Naziat, 79/46).
"Onlar böyle döndürülüyorlardı." Onlar
dünyada kalma müddeti hakkında hakikati ve gerçeği takdir etmede bu şekilde
haktan yüzçevirdikleri gibi haktan batıla, doğruluktan yalancılığa
döndürülmektedirler.
Bununla anlatılmak istenen husus: Onların kısa bir
zamandan fazla kalmadıklarına dair sözlerinde ve yalan üzerine yemin
etmelerinde yalancıdırlar. Onlar dünyanın ziynetine, metaına ve süsüne
aldanmışlardır. Bu-
nu bildikleri zaman, bu onları inatçılığı terketmeye
ve hak yoluna girmeye sevkedebilir.
Buna göre onların küfürde ısrar etmeleri, Hakk'ı
düşünmekten, öldükten sonra dirilişe ve ahiret gününe inanmaktan
yüzçevirmeleri sebebiyledir.
Cenab-ı Hak kıyamet sahnesinde müminlerin kâfirlere
verecekleri cevabı zikrederek şöyle buyurdu:
"Kendilerine ilim ve iman verilenler de:
"Şüphesiz sizler Allah'ın takdir ettiği dirilme gününe kadar (dünyada)
kaldınız." derler." Yani ahireti bilen müminler kendilerinin dünyada
kısa bir zamandan fazla kalmadıkları görüşünde olan ve buna yemin eden,
öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere şöyle cevap verirler: Sizler hiç
şüphesiz Allah'ın ilmi ve hükmünde yaratıldığınızdan dirildiğiniz zamana kadar
dünyada uzun müddet kaldınız.
Bu ayette bilgi sahibi olan müminin dünyada bekleme
müddetini çok gördüğüne işaret edilmektedir. Zira mümin cennet nimetlerini ve cennette
ebedi kalmaya hasret olup akıbetin cennet olduğunu gayet iyi bilmekte, dolayısıyla
dünyadaki müddeti çok uzun saymakta, gecikme istememektedir.
"işte
bu da yeniden diriliş günüdür. Fakat siz dünyada bunu bilmiyordunuz,
derler." Yani siz dirilişi inkâr eden kimselerseniz, işte inkârı imkânsız
olan ve gerçekleşen diriliş günü. Bununla sizin dirilişi inkâr etmenizin
asılsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak sizin görüşünüzdeki ihmalkârlığınız
ve bunun sabit olduğuna dair delillerden gafil olmanız sebebiyle, bunun
meydana çekecek bir hak olduğunu bilmiyorsunuz.
"Artık o gün zalimlere mazeretleri fayda vermez.
Artık kendilerinden (Allah'ı hoşnut edecek şeylere) dönmeleri de
istenmez." Yani kıyamet günü o kâfir zalimlerin yaptıklarından özür veya
mazeret dilemeleri fayda vermeyecek, onların tevbe etmeleri kabul
edilmeyecektir. Zira tevbe zamanı, amel vakti olan dünya hayatıdır. Âhirete
gelince, ahiret amel vakti değil, amellerine karşılık verilmesi vaktidir.
"Artık
kendilerinden (Allah'ı hoşnud edecek şeylere) dönmeleri de istenmez."
yani onlardan suçun tesirini giderecek tevbe ve itaat talep edilmez. Zira bu
kabul edilmeyecektir. Onlar günahlarına karşılık ayıplanmayacak, sadece cezaya
uğrayacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlardan
Allah'ı hoşnut edecek şeyler istense bile onlar bunu yapamayacaklardır."
(Fussilet, 41/24). Zira onların durumları içinde bulunduğu durumdan dönen ve
hoşnutluk isteyen kimsenin durumu değildir.
[77]
Bu ayetlerden aşağıdaki neticeler elde edilmektedir:
1- Ahiretle
karşılaştırıldığa zaman dünya hayatı çok kısadır.
2- Cenab-ı
Hakk'ın "Onlar dünyada bir saatten fazla kalmadılar" ayeti kabir
azabının inkâr edilmesi ya da onun basite alınması manasında değildir.
Peygamberimiz (s.a.)'in kabir azabından Allah'a
sığındığı ve bundan Allah'a sığınılmasını emrettiği sahih hadislerde
bildirilmiştir.
Buhari, Müslim ve diğer bazı âlimlerin Abdullah b.
Mes'ud (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerif şöyledir: Peygamberimiz
(s.a.) Ümmi Ha-bibe'nin:
- Allahım!
Kocam Rasulullah, babam Ebu Süfyan, kadeşim Muaviye ile beni huzura erdir, diye
dua ettiğini işitti ve şöyle buyurdu:
- Sen Allah'tan kesin tayin edilmiş ecel ve taksim
edilmiş rızıklar hakkında niyazda bulundun. Sen Allah'tan seni cehennem
azabından ve kabir azabından korumasını iste."
3- Cenab-ı
Hakk'ın "İşte onlar böyle haktan döndürülürler." ayeti, kâfirlerin
dünyada yalan söyledikleri ve Hak'tan batıla döndükleri gibi, dünyada bir
saatten fazla kalmadıklarına yemin etmek suretiyle de yine Hak'tan
döndürülmüşlerdir.
Nitekim Kur'an onları şöyle tavsif etmektedir:
"O gün Allah onların hepsini diriltecek ve O'nun huzurunda da -size yemin
ettikleri gibi- yemin edeceklerdir. Onlar gerçek bir şey üzerinde
bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar gerçekten tam anlamıyla
yalancıların ta kendileridir." (Mücadi-le, 58/18). Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Sonra onların -başvuracakları- fitneleri Rabbimiz olan
Allah'a yemin ederiz ki biz hiçbir zaman Allah'a şirk koşanlardan olmadık,
sözlerinden başkası olmayacaktır. Bak nasıl da vicdanlarına karşı yalan
söylediler..." (En'am, 6/23-24).
4-
Meleklerden ve insanlardan olup ahireti bilen Allah Tealâ'ya ve ahirete iman
edenler, ahirete ve cennete olan arzularından dolayı dünya müddetinin çok uzun
olduğunu kabul ederler.
Kâfirler ise dünyada kalma müddetini azımsarlar,
ahiretteki azaptan çekinerek kabirde daha uzun müddet kalmayı ve mahşer yerinde
toplanmanın ertelenmesini isterler. Bunun için müminler kâfirlere cevap olmak
üzere: "Sizler dünyada ya da kabirlerinizde diriliş gününe kadar kaldınız
ya!" derler.
5- Yaşanan
olaylar en hayırlı şahid ve delildir. Bunun için müminler kâfirlere: "Eğer
siz öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorsanız, işte sizin inkâr etmiş
olduğunuz diriliş günü bugündür!" diyeceklerdir.
6- Ölüm ya
da kıyamet günü geldiği zaman o gün ne kıyameti tanımak, ne de mazeret ileri
sürmenin hiç faydası olmayacak, kâfirlerden mazeret beyan etmeleri -yani
günahları silen tevbeye davet edilerek kendilerinin tekdirden kurtulmaları-
istenmeyecek, o zaman tevbe etmeleri de kabul edilmeyecektir. Zira tevbenin
vakti ve mükellefiyet vakti olan dünya hayatı geçmiş, önlerinde sadece ceza ve
mükafat yurdu kalmıştır. Dolayısıyla onlar işledikleri amellerine göre ceza göreceklerdir.
[78]
58- Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü
misali verdik.
Yemin olsun ki, sen onlara bir ayet getirsen inkâr
edenler, mutlaka:
"Siz ancak batılla uğraşıyorsunuz." (hakkı)
rin kalplerini böyle mühürler.
60- Sen sabret. Şüphesiz Allah'ınvaadi haktır. Kesin
bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe (sabırsızlığa) düşürmesin.
"Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her
türlü misali verdik." Yani biz onlara Kur'an'da tevhidin, öldükten sonra
dirilişin ve Rasulullah (s.a.)'in doğruluğunun delillerini uyarı mahiyetinde
olan misallerle birlikte açıkladık. "Yemin olsun ki" ya Muhammed
"sen onlara" Kur'an ayetlerinden "bir ayet", bir mucize
"getirsen", onlardan "inkâr edenler mutlaka" aşırı derecede
inatçılıklarından ve katı kalpliliklerinden dolayı: "Siz ancak batılla
uğraşıyorsunuz." Yani siz ey peygamber ve müminler batıl sözler peşindesiniz,
boş şeylerin peşindesiniz "derler."
"İşte Allah (hakkı) bilmeyenlerin kalplerini
böyle mühürler." İlim talep etmeyen ve inandıkları hurafeler üzerinde
ısrar eden bu bilgisiz kimselerin kalplerine bu şekilde mühür vurulacaktır.
Zira bilmediği halde bildiğini iddia etmek, gerçeğin idrak edilmesine engel
olmakta ve haklının yalanlanmasına sebep olmaktadır.
Ey Peygamber! Kavminin eziyetine ve davetine karşı
"Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın" kavmine karşı sana yardım edeceği ve
senin dinini bütün dinlere hakim kılınacağı şeklindeki "vaadi
haktır." Mutlaka gerçekleşecektir. "Kesin bir imana sahip
olmayanlar" seni yalanlamaları ve sana eziyet etmeleri sebebiyle
"seni hafifliğe düşürmesinler." Seni basitliğe, taşkınlığa ve sabrı
terketmek sebebiyle tereddüde sevketmesin. Yani sabrı elden bırakma. Zira bu
kimseler sapıktırlar.
[79]
Tevhidin, öldükten sonra dirilişin ve Rasulullah
(s.a.)'in doğruluğunun delillerini beyan ettikten sonra Allah, sureyi Kur'an'm
icmali vasfını açıklayarak sona erdirdi. Kur'an'm bu icmali vasfı ise daha
sonra kimsenin mazeret ileri sürmemesi için her türlü uyarıyı bulunduran,
insanlık için son derece yararlı bir kitap olmasıdır.
Cenab-ı Hak bunun ardından Kuranın bütün hedeflerini,
davetini tebliğ etmede son noktaya ulaşan ve kendisinin hiçbir kusuru olmayan
Rasulullah (s.a.)'in eliyle gerçekleştirdiğini beyan etti.
Kâfirler eğer Kur'an'dan ve bu Peygamber'den başka
bir şey talep ederlerse bu inatçılıktır, bundan sonra hiçbir açıklama onlara
fayda vermeyecektir. Zira kim bir delili yalanlamayı basite alırsa, bütün
delilleri yalanlamak ona kolay gelecektir.
[80]
"Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her
türlü misali verdik." Yani biz onlara gerçeği beyan edip açıkladık ve
Hakk'ı anlayıp ona uymaları için yaratıcının birliğine, öldükten sonra dirilişe
ve Rasulullah (s.a.)'in doğruluğuna delâlet eden misalleri verdik. Allah'a
daveti tebliğ etmede Rasulullah (s.a.) tarafından hiçbir kusur meydana
gelmemiştir. İnsanlar bundan sonra bir şey talep ederlerse bu inatçılık olur.
Zira kim bir delili yalanlamayı önemsiz görürse inançsızlık ve inatçılıkla
bütün delilleri yalanlamak ona zor gelmeyecektir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle
buyurmuştur:
"Yemin olsun ki, sen onlara bir mucize getirsen
inkâr edenler, mutlaka: "Siz ancak batılla uğraşıyorsunuz."
derler."
Yani Allah'a yemin olsun ki, onlar ister
kendilerinin, isterse başkalarının teklifiyle olsun hangi mucizeyi görürlerse
görsünler, bu mucizelere iman etmezler, bunun sihirbazlık ve batıl olduğuna
inanırlar. Ey peygamber ve ey müminler! Siz batılı ortaya koyan ve buna tâbi
olan batıl, hükümsüz bir topluluksunuz, derler.
Bu tıpkı onların ayın ayrılması v.b. mucizelerde
söyledikleri şekildedir: "Kendileri üzerine Rablerinin hükmü gerçek olan
kimseler acıklı bir azab görmedikçe hangi mucize gelirse gelsin onlar iman
etmezler." (Yunus, 10/96-97).
Onların inatçılıkla ve kibirlilikle imandan
yüzçevirmeleri Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi kalplerinin damgalanmasına sebep
olmuştur:
"İşte Allah (hakkı) bilmeyenlerin kalplerini
böyle mühürler." Bu gibi mühürleme, hayırdan ve haktan mahrumiyet ile
Allah, istidatları olmadığı ve geçmişlerin taklitçiliği üzerine ısrar etmeleri
ve hurafelere inanmaları sebebiyle, Kur'an-ı Kerim'deki açık ayetlerin gerçek yönünü
bilmeyen ve bunu öğrenmeyen bilgisiz kimselerin kalplerini mühürler.
Allah daha sonra Rasulü'ne, müşriklerin muhalefet
etmeleri, eziyet etmeleri ve inatlarına karşı sabırlı olmasını emrederek şöyle
buyurdu:
"Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi
haktır." Yani ey Peygamber! Müşriklerin eziyetine karşı sabret.
Risaletini tebliğ etmeye devam et. Zira Allah'ın onlara karşı sana yardım
edeceği ve senin onlara karşı zafer elde edeceğin ve hayırlı akıbetin dünya ve
ahirette sana ve sana tâbi olanlara ait olacağı şeklinde Allah'ın sana verdiği
vaadi hiçbir şüphe bulunmayan, değişmez bir gerçektir. Bu vaad mutlaka
gerçekleşecek ve yerine gelecektir.
"Kesin bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe
düşürmesin." Allah'a ve ahiret gününe yakînen iman etmeyenlerin söylediklerinden
telaşa kapılarak sakın hafifliğe ve endişeye kapılmayasın. Zira onlar sapık
bir kavimdir. Sen Allah'ın seni gönderdiği din üzerine sebat et. Çünkü bu
hiçbir sapma olmayan gerçeğin ta kendisidir, daha doğrusu hakkın tamamı buna
hastır. Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'in imana davetine devam etmenin vacip
olduğuna işaret etmektedir.
İbni Cerir, İbni Ebî Hatim, İbni Ebî Şeybe, İbni
Münzir, Hakim ve Beyhakî'nin rivayetine göre haricîlerden bir adam, Hz. Ali
(r.a.) sabah namazını kılarken onun yanına geldi ve:
"Sana ve senden öncekilere vahyolundu ki eğer
şirk koşarsan amelin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer,
39/65) ayetini okudu. O sırada namaz kılan Hz. Ali (r.a.) ona kulak verdi ve
dediğini anladı. Haricî'ye namazda şu ayeti okuyarak cevap verdi.
"Sabret. Zira Allah'ın vaadi haktır. Kesin imana
sahip olmayanlar, seni hafifliğe düşürmesin."
[81]
Bu ayetler şu
hususları belirtmektedir:
1-
Kur'an-ı Kerim insanlığa ve müslümanlara en büyük nimettir. Çünkü o üstün
beyanı ve açıklayıcı örnekleriyle insanlara muhtaç oldukları
her
şeyi göstermekte, onları Allah'ın birliği ve peygamberlerin doğruluğu hususunda
uyarmaktadır.
2- Eğer
Hz. Peygamber (s.a.) önceki peygamberlerin gösterdikleri denizin yarılması,
âsa v.b. maddî mucizeler gibi mucizeler ya da böyle bir Kur'an ayeti
getirseydi, kâfirler: "Ey müminler topluluğu! Siz batıla uyan, sihirbazlık
peşinde olan bir topluluksunuz." diyeceklerdi.
3- Allah
nasıl küfür öncülerinin ve şirk liderlerinin kalplerine Allah'ın ayetlerini
anlamayacak derecede mühür vurmuşsa aynı şekilde Allah'ın birliğini ve inanç
esaslarım, ibret ve nasihatlerin gerçek yönünü, Allah'ın apaçık ayetlerini
tanımayanların kalplerine de aynı şekilde mühür vurur. Böylece onlar inatçılıkları,
Hak'tan yüzçevirmeleri, Hak, hayır ve tevhid davetini kabul etmeye müsait
olmamaları sebebiyle kendilerine okunan bütün Kur'an'ı anlamayan kişiler
olurlar.
4- Mümin,
hiçbir şüphe bulunmayan Hak -yani İslâm dini- üzerinde sebat etmeli; Allah'a ve
öldükten sonra dirilmeye inanmayan müşriklerin söz ve tavırlarından
etkilenmemelidir.
"Kesin
bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe düşürmesinler." ayetindeki hitap
Peygamberimiz (s.a.)'edir, ama murad edilen ümmetidir. Zira hitabın Efendimiz
(s.a.)'e tahsis edilmesinden murad imana davette devam etmenin vacip oluşudur.
Zira Peygamberimiz (s.a.) sussaydı kâfirler: "O görüşü değişen,
prensiplerinde sebatkâr olmayan biridir." derlerdi.
[82]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/45.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/45.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/ 45-46.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/46-47.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/48.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/48-49.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/49-51.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/51-53.
[9] Zemahşerî, 11/503.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/53-54.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/55.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/55-56.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/56.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/56-58.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/58-59.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/60.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61-63.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/63.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/64.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/64-65.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/65.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/65-67.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/67-68.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/70.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/70-71.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/71.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/72.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/72-76.
[30] a.g.e.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/76-79.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/79.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/80-81.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/81.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/81-82
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/82-83.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/84.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/84-85.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/85.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/85-87.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/87-88.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/89-90
[43] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/90.
[44] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/90-92.
[45] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/92-93.
[46] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/94.
[47] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/94-95.
[48] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/95.
[49] Buhari, Müslim, Neseî,
Tirmizi, İbni Mace ve İbni Huzeyme Sahih 'inde bu hadisi Ebu Hüreyre'den
rivayet etmiştir.
[50] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/95-97.
[51] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/98-99.
[52] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/100.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/101.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/102.
[55] Zemahşeri, ΙΙ/511.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/102-104.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/104-105.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/106-107.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/107-108.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/108.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/108-111.
[62] Razî; XXV/133. Ebu Hayyan ise Bahru'l-Muhit'te
(VII/179) şöyle demektedir: Atıyye ve Zemahşerî'nin, "min kablihi"
kavlinde tekid mânâsı vardır, şeklindeki ifadeleri açık değildir.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/111-113.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/114.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/114.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/114-115.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/115.
[68] İbni Kesir, ΙΙΙ/438-439.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/116-117.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/118.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/118.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/118.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/119.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/119-120.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/121.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/121-122.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/122.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/122-123.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/123-125.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/126-127.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/127.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/127-128.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/128-129.