RUM SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Surenin Konusu: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Gelecekten Haber Verilmesi: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Nüzul Sebebi: 5

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 6

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Mahlûkat Hakkında Düşünmeye Teşvik: 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetler Arası İlişki: 8

Açıklaması: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Tekrar Dirilme, Mahşer Yerinde Toplanma, Allaha Dönme Vaktinde Olacak Şeylerin Beyanı: 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 9

Ayetler Arası İlişki: 10

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

Allah Teala'nın Tenzih Edilmesi Ve Her Durumda O'na Hamd Edilmesi: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 13

Allah'ın Birliğine, Kudretine Ve Haşre Delâlet Eden Bazı Deliller: 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi: 14

Ayetler Arası İlişki: 14

Açıklaması: 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 17

Uykusuzluk Duası: 18

İnsanların Durumuyla Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi: 18

Açıklaması: 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 19

Fıtrat Ve Tevhid Dini Olan İslâm'a Uymanın Emredilmesi: 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Ayetler Arası İlişki: 20

Açıklaması: 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 22

Bir Kısım İnsanların Bazen Allah'a Yönelmeleri, Bazen Da Ona Şirk Koşmaları: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arası İlişki 23

Açıklaması: 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 24

Allah Yolunda Harcamanın Teşvik Edilmesi, Rızkın Garanti Edilmesi, Haşir Ve Tevhit: 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki: 25

Açıklaması: 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 26

Bozguncuların Ve Kâfirlerin Cezası, Müminlerin Mükâfatı 27

Belagat: 27

Kelime ve İbareler: 27

Ayetler Arası İlişki: 28

Açıklaması: 28

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 29

Rüzgârlar Ve Yağmurlarla Allah'ın Kudretine Ve Birliğine Delil Getirilmesi: 30

Belagat: 30

Kelime ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki: 31

Açıklaması: 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 32

Hz. Peygamber (S.A.)'İn, Davetinden Yüzçevrilmesine Karşı Teselli Edilmesi: 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Ayetler Arası İlişki: 33

Açıklaması: 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 34

İnsan Hayatının Merhaleleri: 35

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 35

Ayetler Arası İlişki: 35

Açıklaması: 35

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 36

Öldükten Sonra Diriliş Durumları Ve Bunların Dünya Halleriyle Karşılaştırılması: 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki: 36

Açıklaması 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 37

Akide Delillerini Beyan Etme Hususunda Kur'antn Metodu, Peygamberimiz (S.A.)'E Eziyetlere Karşı Ve Davet Yolunda Sabretmenin Emredilmesi: 38

Kelime ve ibareler: 38

Ayetler Arası İlişki: 38

Açıklaması: 38

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 39

 

 


RUM SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Sure; Rumların galip geleceği haberiyle başladığı ve onların düşman­larına karşı birkaç sene içerisinde galip geleceğini haber verdiği için bu ad­la adlandırılmıştır.

Gelecekte vaki olacak olan gayp haberlerin bildirilmesi ve ayetlerde zikredilen hususun aynen haber verildiği gibi meydana gelmesi, Kur'an-ı Kerim'in mucizelerinden biridir. [1]

 

Surenin Konusu:

 

Bu surenin konusu diğer Mekkî surelerin konusu olup İslâm akait esasları olup, Allah'ın birliği ve sıfatları, peygamberliğe iman, öldükten sonra dirilmeye ve ahirette amellerin karşılığının verileceğine iman konu­ları ele alınmaktadır. [2]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Rum suresi ile bu sureden önceki Ankebut suresinin ilk ayetleri bir­birlerine benzemektedir. Zira bu iki sureden her biri mukattaa harfleriyle başlayan surelere ait özel kurala aykırı olarak "tenzil, kitab ve Kur'an" ko­nulan zikredilmeksizin sadece "Elif, Lâm, Mîm" ile başlamaktadır. Bu iki sureyle Kalem suresi dışında mukattaa harfleriyle başlayan bütün sureler­de ilk olarak "tenzil, kitap ve Kur'an" konuları zikredilmiştir.

Bu surenin başında mucize niteliğindeki gaybdan verilen haber yeral-maktadır. Bu alfabe harfleri dinleyiciyi uyarmak, kalbi aklı ve ruhuyla din­lemeye yöneltmek için surenin başında yeralmaktadır.

Yine bu iki sure arasında şu üç yönden benzerlik bulunmaktadır:

Birincisi: Bir önceki sure -Ankebut suresi- cihad ile başlamış ve cihad ile "Bizim uğrumuzda cihad edenlere biz yollarımızı gösteririz." ayetiyle so­na ermektedir.

Bu sure -Rum suresi- ise müminlere galip gelme ve zafere erme va­adiyle başlamıştır. Bu müminler Allah yolunda cihad edenlerdir.

İkincisi: Bu surede en önemlisi Allah'ın birliği olan inanç esaslarına

delil getirilmesi bir önceki surede "Onlar yaratıkları nasıl yaratıp, sonra nasıl diriltileceğim görmüyorlar mı?" (Ankebut, 29/19); "Yaratmaya nasıl başladığına bakın." (Ankebut, 29/20) gibi ayetlerde özlü olarak bildirilen hususlar bu surede tafsilatlı olarak yeralmaktadır.

Üçüncüsü: Bir önceki surede müşrikler ve Ehl-i Kitap arasındaki ayı­rım sebebiyle müşrikler Ehl-i Kitap'a buğz beslediler ve işlerinde kendileri­ne başvurmayı terkettiler. Halbuki daha önce önemli işlerde kendilerine başvuruyorlardı. Bu buğzun sebebi şudur: Müşrikler mücadelelerinde akıl­dan mahrum oldukları şeklinde tavsif edildiler: "Doğrusu onların çoğu akıllarını kullanmıyorlar." (Rum, 30/63). Ehl-i Kitap'la güzellikle mücadele edilmesi talep edildi: "Ehl-i Kitap'la en güzel şekilde mücadele edin." (Rum, 30/46). Ehl-i Kitap ilâh hususunda peygamberlere muvafakat ediyorlardı. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyuruyordu: "Bizim ilahımız ve sizin ilâhınız birdir."(Rum, 30/46).

Mecusî İranlılarla çarpıştıkları zaman, Ehl-i Kitap mağlup olduğu za­man, müşrikler buna sevinmişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ, galip ol­manın haklı olmaya delâlet etmediğini beyat etmek için Rum suresinin ilk ayetlerini indirdi. Ancak Allah Tealâ sevilenin sevabını artırmayı murad etmekte, sevdiğine bela vermekte ve düşmanları üzerine musallat etmek­tedir. Bazan düşmanlık yapan kimseler için kıyamet günündeki büyük azaptan önce derhal dünyada azap verilmektedir. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Sure gaybden haber vermek suretiyle peygamberliği isbat etmekle başlamaktadır. Gaybî haber, Rumların İranlılara karşı 3-9 sene esnasında meydana gelecek bir savaşta galip geleceği haberi idi. Bu haber, aynen Kur'an'm haber verdiği gibi meydana geldi.

Bu Peygamberimiz (s.a.)'in doğruluğunu isbat eden, Rahmanın ordu­sunun Şeytan'ın ordusuna galip geleceği müjdesini ihtiva eden Kur'an mu-cizesidir.

Daha sonra kâinatın yaradılışı üzerinde düşünmek, göklerin ve yerin yapısını incelemek ve Hakk'ı yalanlayanların geçmişteki üzücü durumunu ve kötü akıbetlerini dikkate almak suretiyle ilâhî kudretin, azametinin ve Allah'ın birliğinin delilleri zikredildi. Bunun ardından öldükten sonra diril­menin delilleri ve sadece Allah'a ibadet etme emri geldi. Bu, insanların üzerinde yaratıldığı fıtratın gereğidir.

Bu ayetlerde müşriklerin sözleri ve tavırları zikredildi ve onlara Al­lah'a ortak koştukları şeylerin zayıf, âciz varlıklar oldukları, kıyamet gü­nünde kendileri için hiçbir fayda temin edemeyecekleri ve hiçbir kimsenin zarar görmesini engelleyemeyecekleri, hiçbir şeyi yaratamayacakları, varedemeyecekleri ve hiçbir kimseye rızık verme suretiyle yardım edemeyecek­leri hususunda misaller verildi.

Kur'an önceki surede zikredildiği gibi müşriklerin gerçek durumunu ortaya koydu. Bu da, darlık anında Allah'a iltica etmeleri, genişlik vaktin­de ise Allah'a ortak koşmalarıdır. Ayrıca insanın tabiatmdaki perde kaldı­rılmıştır. Bu da insanoğlunun nimet sebebiyle şımarması, zorluk anında ise ümitsizliğe kapılmasıdır. Ancak iman eden ve salih amel işleyenler bundan müstesnadır.

Allah Tealâ dinlerini parça parça ayıran ve gruplar haline gelen müş­rikler ve benzerlerine tâbi olmaktan nehyetti. Daha sonra akrabaya, yok­sul ve yolculara tasaddukta bulunmayı, faiz yemekten kaçınmayı ve malı helâl şekillerde nemalandırmayı ve zekâtla temizlemeyi emretti.

Sure daha sonra Allah Tealâ'nın bir lütfü olarak cennet bahçelerine yerleşen müminlerin bu akıbetleri ile amellerinin ve inkârlarının karşılığı olarak cehennem ateşlerinde kalan kâfirlerin bu akıbeti arasında karşılaş­tırma yaptı. İşte o zaman iman ve hayrın faydası, küfür ve şerrin karanlığı ortaya çıkmaktadır.

Bunun ardından Allah'ın kudretini gösteren ve O'nun birliğine delâlet eden, rahmeti müjdeleyen rüzgârları göndermesi, denizlerde gemileri yü­rütmesi ve yolculara ticaret imkânı verilmesi ve yeryüzünün çeşitli yerle­rinde Allah'ın lütfunun talep edilmesi gibi bazı kâinat delilleri ve nefisler­de görülen yaratma, rızık verme, öldürme ve diriltme delilleri zikredildi.

Sure; kavminin, peygamberliğine iman etmekten yüzçevirmelerine karşı Rasulullah (s.a.)'i şu şekilde teselli ederek sona ermektedir: Müşrik­ler hidayet kapılarını kapatmakta, Allah'a imana ulaşmak için gerekli va­sıtaları inceleme noktasında akıl ve fikir güçlerini kullanmamaktadırlar. Onlar sağır ve kördürler. Hakkı duymazlar ve görmezler. Onlar her ne ka­dar ayetleri görseler, burhan ve mucizelere şahid olsalar da inatçılık, küfür mevkilerini elinde tutma, Araplar arasında nüfuz sahibi olma ve liderlik konumunu koruma arzusu sebebiyle asla iman etmeyeceklerdir.

Bu durum zafer gelinceye kadar, müşriklerin eziyetlerine karşı sabırlı olmayı, ilâhî mesajı tebliğ görevini yerine getirmeye devam etmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü onların bir kısmı ya da başkaları hidayeti bulabilir. Zafer Rasulullah (s.a.)'in tarafında olacak. Rezil olan, onu yalanlayan ve öl­dükten sonra dirilmeye inanmayan kimselerin küfrü onun davetinin seyri­ne asla tesir etmeyecektir. [4]

 

Gelecekten Haber Verilmesi:

 

1- Elif lâm mîm.

2- Rumlar mağlup oldular.

3- Size çok yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra galip gele­ceklerdir;

4- Birkaç sene içinde. Eninde so­nunda emir Allah'ındır. O gün müminler sevineceklerdir;

5- Allah'ın yardımı sebebiyle. Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz'dir (herşeye galiptir) ve Rahim'dir (çok merhametlidir).

6- Bu Allah'ın vaadidir. Allah va­adinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.

7- Onlar dünya hayatının sadece gö­rünen yüzünü bilirler. Onlar ahi-retten tamamen gafildirler.

 

Belagat:

 

"Mağlup oldu" ve "galip geleceklerdir" cümleleri arasında tezat sanatı vardır. Aynı şekilde (dördüncü ayetteki), "eninde sonunda", ifadeleri ara­sında da tezat sanatı vardır.

"İnsanların çoğu bilmezler." ve "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler." ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

"O, Aziz'dir (herşeye galiptir) ve Rahim'dir (çok merhametlidir)." Mü­balâğa sigalarıdır. Yani O, son derece galip ve son derece merhametlidir. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rumlar mağlup oldular." Rum milleti Hz. İbrahim (a.s.) neslinden Rum b. Iys b. İshak b. İbrahim soyundan olan, medeniyet sahibi güçlü bir millettir. Rumlar, Hristiyan idiler. Putperest İranlılar Rumlara galip gel­mişti. Bunun üzerine Mekke kâfirleri sevinmişler ve müslümanlara: İranlı­ların Rumlara galip gelmesi gibi biz de size galip geleceğiz, demişlerdi.

"Size çok yakın bir yerde" mağlup oldular. Yani Arap diyarına Şam tarafından en yakın yerde mağlup olmuşlardı. "Onlar" yani Rumlar "bu ye­nilgilerinden sonra", İranlıların kendilerini mağlup etmelerinden sonra iranlılara "galip geleceklerdir."

"Bir kaç sene içinde" galip geleceklerdir. "el-Bıd'u" üç ila dokuz ya da üç ila on arası demektir. Gerçekten bu iki ordu ilk karşılaşmadan yedi sene sonra yeniden karşılaşmış ve Rumlar İranlılara galip gelmişlerdi. "Eninde-sonunda emir Allah'ındır." Yani Rumların yenilgilerinden önce de, sonra da, emir Allah'ındır. Bunun mânâsı önce İranlıların mağlup olması, sonra da Rumların mağlup olması Allah'ın emriyle yani Onun iradesiyle meyda­na gelmiştir. "O gün" yani Hristiyan Rumların putperest İranlılara galip geldiği gün "müminler sevineceklerdir".

"Allah'ın yardımı sebebiyle" yani Allah'ın, kitabı olmayanlara karşı Ehl-i Kitab'a yardım etmesiyle sevineceklerdir. "O Azizdir," her şeye galip­tir. "Rahim'dir." müminlere rahmeti geniştir.

"Bu Allah'ın vaadidir." "Va'dallahi" ifadesi fiili tekid eden mastardır. Yani Allah onlara zaferi vaad etti, demektir. "Fakat insanların çoğu", Mek­ke'nin kâfirleri bilgisizlikleri ve düşüncesizlikleri sebebiyle Allah Tealâ'nın kendilerine yaptığı vaadi "bilmezler."

"Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler." Yalnız dün­yada gördükleri ticaret, ziraat, inşaat, ağaç ekme v.b. hususları bilirler. Onlar ahiretten tamamen gafildirler." Yani onlar hayatın gaye ve maksa­dından habersiz olup ahiret hiç akıllarına gelmez. Ayette "hüm" zamirinin iki defa tekrarlanması tekid içindir. [6]

 

Nüzul Sebebi:

 

Tirmizî, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle naklediyor: Bedir Günü olunca Rumlar İranlılara galip geldiler. Bu durum müminlerin hoşuna gitmiş, bu­nun üzerine "Eliflâm mim. Gulibeti'r-Rum..." ayetleri nazil olmuştu.

İbni Ebî Hatim, İbni Şihabi'z-Zührî'den naklediyor: Bize ulaştığına gö­re müslümanlar Mekke'de iken ve Peygamberimiz (s.a.) henüz Mekke'den çıkmadan önce müşrikler müslümanlarla münakaşa ediyorlar ve:

- Rumlar kendilerinin Ehl-i Kitap olduklarını söylüyorlar. Halbuki Mecusîler onları mağlup ettiler. Siz de Peygamberinize indirilen kitapla bi­ze galip geleceğinizi iddia ediyorsunuz. Ehl-i Kitap oldukları halde Mecusî­ler nasıl Rumları yendiler? İranlıların Rumları yendikleri gibi, biz de sizi yeneceğiz, diyorlardı. Bunun üzerine "Elif, lam, mim. Gulibeti'r-Rum" ayetleri nazil oldu.

Tirmizî, Neseî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Beyhakî rivayet ediyorlar ki: İranlılar Rumlarla savaştılar. Rumlarla Şam diyarından olan Ezriât ve Busra'da buluştular ve Rumları mağlup ettiler. İranlıların Mecusî, Rumla­rın ise Ehl-i Kitap olmaları sebebiyle bu haber o sırada Mekke'de bulunan Peygamberimiz (s.a.) ve ashabına ulaşınca bu durum kendilerine ağır gel­mişti. Mekke'deki müşrikler ise sevinmişlerdi. Sevinçli bir durumda iken Peygamberimiz (s.a.)'in ashabıyla karşılaşmışlar ve:

- Siz kitap ehlisiniz, Hristiyanlar da kitap ehlidir. Bizim İranlı kardeş­lerimiz sizin Ehl-i Kitap kardeşlerinize galip geldiler. Siz de bizimle çarpı­şırsanız, biz de size galip geliriz, dediler. Cenab-ı Hak da bu ayetleri indirdi.

Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.) müşriklere gitti:

-  Siz, kardeşlerinizin bizim kardeşlerimize galip gelmesine mi sevini­yorsunuz? Buna sevinmeyin. Allah sizin gözlerinizi asla aydın kılmayacaktır -sizi sevindirmeyecektir.- Allah'a yemin olsun ki, Peygamberimiz'in bize haber verdiği gibi Rumlar İranlıları yeneceklerdir, dedi. Übeyy b. Halef ayağı kalktı.

- Yalan söylüyorsunuz, dedi. Hz. Ebubekir (r.a.):

- Sen daha yalancısın ey Allah'ın düşmanı! Benden 10 genç yiğit deve, senden de 10 genç, yiğit deve ile gel seninle iddialaşalım. Rumlar İranlıla­ra galip gelirse, sen borçlu ol. İranlılar galip gelirse, ben sana üç yıla kadar borçlu olayım, dedi. Übeyy b. Halef de bu teklifi kabul etti.

Hz. Ebubekir (r.a.) daha sonra Peygamberimiz'e gelip durumu bildirdi. Peygamberimiz (s.a.):

- Deve sayısını artır, müddete de ilâve yap, dedi. Hz. Ebubekir (r.a.) çı­kıp Übeyy ile karşılaştı. Übeyy:

- Belki de pişman oldun, dedi. Hz. Ebubekir:

-  Hayır, gel deve sayısını artıralım, müddete de ilave yapalım. Bunu 100 deve ve müddet olarak da 9 sene, dediler. Übeyy:

- Kabul ettim, dedi.

Hz. Ebubekir (r.a.) hicret etmek isteyince Übeyy ondan; mağlup olursa, bu hisse için kefil istedi. Hz. Ebubekir (r.a.) oğlu Abdurrahman'ı kefil bıraktı.

Übeyy, Uhud savaşına katılmak istediği zaman Abdurrahman ondan kefil istedi. Übeyy, ona kefil verdi. Übeyy, Uhud Savaşı'nda Peygamberimiz (s.a.)'in vurduğu bir darbeden aldığı yaradan dolayı öldü. Yedinci sene gi-rinci Rumlar İranlılara galip geldiler. Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.) bu hisseyi Übeyy'in mirasçılarından aldı ve bunu Peygamberimiz (s.a.)'e getir­di. Peygamberimiz (s.a.): "Bunu sadaka ver." buyurdu. Bu olay kumarın ha­ram kılınmasından önce idi. Çünkü bu sure Mekkî'dir. İçki ve kumar Medine'de haram kılınmıştı. Hanefiler bu olayı Daru'l-Harb'de fasit akitlerin ca­iz olduğuna delil olarak getirmişlerdir.

Bu ayet peygamberliğin delillerindendir. Çünkü bu ayet gaybdan ha­ber vermektedir. [7]

 

Açıklaması:

 

"Elif, lam, mim." Bu mukattaa harfleri daha önce benzerlerinde geçti­ği gibi Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek ve dinleyiciyi daha sonra anlatılacak şeyleri can kulağıyla dinlemeye teşvik etmek içindir.

"Rumlar, size çok yakın bir yerde mağlup oldular. Onlar bu yenilgile­rinden sonra galip geleceklerdir, birkaç sene içinde." Yani İranlılar Rumları, Rum diyarının Arap diyarına en yakın yerinde Şam diyarında, Ürdün ve Filistin arasında yenilgiye uğrattılar. Rumlar da İranlıları bu olayın tari­hinden itibaren birkaç sene içerisinde yenilgiye uğratacaktır. Biz, bu zafer günlerini insanlar arasında paylaştırırız.

Bu ifade ileride meydana gelecek bir olay hakkında gayb'den haber verme niteliğindedir. Yaşanan hayat bu haberi teyid etmektedir.

Daha önce beyan ettiğimiz gibi İran Şahı Sabur, Şam diyanyla Arap yarımadasının Şam tarafını ve Rum diyarının güney topraklarını aldığı za­man bu ayetler inmişti.

Bu durumda Rum kralı Hirakl zor durumda kalmış, nihayet Kostanti-niyye'ye sığınmıştı. İran Kralı Sabur, Rum kralı Hirakl'i bir müddet kuşat­mış sonra da kuşatmayı kaldırınca Hirakl yine hakimiyetini elde etmişti.

Rum suresinin M. 622 yılında nazil olmasından birkaç yıl sonra (M. 627 yılında) Hirakl, Dicle nehri üzerindeki Ninova'da Rumların İranlılara karşı ilk defa kesin zaferini tescil etti. Bu sebeple İranlılar Kostantiniyye kuşatmasından çekildiler. M. 628 yılında da İran Kisrası Perviz oğlu Şîra-veyh'in eliyle öldürüldü.

Bu iki devlet eski dünyaya tamamen hakim idiler. Doğuda İran İmpa­ratorluğu, batıda Rum (Bizans) İmparatorluğu. Ancak Şam diyarmdaki li­derlik, aralarında çekişme konusu idi.

"Eninde sonunda emir Allah'ındır." Yani galibiyetten önce de sonra da bütün her şey Allah'a aittir. İki devletten biri diğerine Allah'ın kaza ve ka­deriyle galip gelir. O, yaratıkları hakkında dilediği şekilde hükmeder: "Bu günleri insanlar arasında paylaştırırız." (Al-i İmran, 3/140). Zafer daima maddî ve şahsî güç sebebiyle değildir. Güçlü olmak zafer vasıtalarından bi­ridir. Sonunda itimad edilen husus Allah'ın iradesi ve kudretidir. Bazan za­yıf olan kuvvetliye, sayıca az olan çok olana galip gelebilir. "Nice az gruplar vardır ki Allah 'm izniyle çok gruba galip gelmiştir. Böylece Allah fasıkları rezil-rüsvay etmiştir."

"O gün müminler Allah'ın yardımı sebebiyle sevineceklerdir." Yani Şam Kralı Kayser'in adamları Hristiyan Rumlar, Mecusî putperest Kis-ra'nın adamları İranlılara karşı galip geldikleri gün müminler; Allah'ın din ve kitap ehlini, dinleri ve kitapları olmayanlara karşı zafere ulaştırması sebebiyle sevineceklerdir.

'Allah dilediğine yardım eder. O, Aziz 'dir, Rahim 'dir." Yani Allah dile­diği kimseye düşmanlarına karşı yardım eder. O dilediğini yerine getiren­dir. O yenilgiye uğramayan mutlak galip olandır. Düşmanlarından intikam alandır. O dostlarına güç ve kudretiyle izzet ve şeref verendir. Mümin kul­larına son derece merhametlidir. Güçlünün zayıfı ezmesine fırsat vermez. Günahlardan intikam almakta acele davranmaz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah insanları işledikleri sebebiyle hemen sor­gulayacak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, onları be­lirli bir vadeye kadar ertelemektedir." (Fatır, 35/45).

Tirmizî, İbni Cerir, İbni Ebî Hatim ve Bezzar Ebu Said el-Hudrî'den şöyle rivayet ediyorlar: Bedir Günü olduğu zaman Rumlar İranlılara galip gelmişlerdi. Bu müminlerin hoşuna gitti, bununla sevindiler. Cenab-ı Hak da bunun üzerine şu ayeti indirdi: "O gün müminler Allah'ın yardımı sebe­biyle sevinirler. Allah dilediğine yardım eder. O Aziz'dir, Rahim'dir."

Bir başka âlimler grubu da şöyle dediler: Doğrusu Rumların İranlılara galip gelmesi Hudeybiye senesindeydi. Önemli olan, Rumlar İranlılara ga­lip geldikleri zaman müminlerin bununla sevinmiş olmalarıdır. Zira Rum­lar genellikle Ehl-i Kitap olup müminlere Mecusîlerden daha yakın idiler. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İman edenlere en şiddetli düş­man olarak Yahudileri ve Allah'a şirk koşanları bulursun. Onların iman edenlere sevgi bakımından en yakın olanlarının, Biz Hristiyanlarız, diyen kimseler olduklarını bulursun." (Maide, 5/82).

"Bu Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez. Fakat insanların ço­ğu bilmezler." Yani ey Muhammedi Bizim Rumları İranlılara karşı galip kı­lacağımız şeklinde sana bildirdiğimiz bu haber Allah tarafından gerçek bir vaaddir, doğru bir haberdir. Allah vaadinden dönmez, bu mutlaka olacak­tır. Çünkü Allah'ın ilâhî kanunu, çarpışan iki gruptan Hakka daha yakın olana yardım etmektir. Fakat insanların çoğu kâinatta varolan ilâhî sün­netleri bilmedikleri için Allah'ın hükmünü ve O'nun adalet üzerine kurulu olan ilâhî fiillerini bilmezler.

"Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler. Onlar ahiret-ten tamamen gafildirler." Yani insanların çoğunun dünya hakkında ve geçim işleri, mal-mülk kazanmak, ticaret, ziraat ve sanat gibi meslekler v.b. maddî ilimlerde zahirî bilgileri vardır. Fakat onlar din ve ahiret işlerinden gafildirler. Sanki onlar düşünceden ve incelemeden mahrumdurlar. Gelece­ğe hiç bakmıyor gibiler. İman eder ve salih ameller işlerlerse ebedî nimetle­rin; inkâr eder ve Rablerinin emirlerine isyan ederlerse horlayıcı bir aza­bın kendilerini beklediğini hiç düşünmüyorlar. Dolayısıyla kendilerine ahi-rette fayda verecek olan şeyleri asla işlemiyorlar. Onların ilimleri dünyaya aittir. Daha doğrusu onlar dünyayı bile gerçek yönüyle bilmiyorlar. Dünya­nın sadece görünen yüzünü, yani lezzetlerini ve oyunlarını biliyorlar. Dün­yanın iç yapısını, yani zararlı taraflarını ve sıkıntılarını bilmiyorlar. Dola­yısıyla onlar gerçekten ahiretten gafildirler. [8]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:

1- Hz. Peygamber (s.a.)'in nübüvvet ve risalet davasında doğru olduğu isbat edilmekte ve Kur'an'ın göklerde ve yerde olan gaybı bilen tek varlık olan Allah'ın kelâmı olduğunu kesin bir şekilde bildirmektedir.

2- Her şeye nüfuz eden, her şeyi kuşatan kudretin yegâne sahibi Allah Tealâ'dır. Bu kâinatta olan galibiyet ve zafer dahil her şey Allah nezdin-dendir, Onun iradesi ve kudretiyledir. Emir Allah'ındır. Yani bu galibiyet­ten ister önce, ister sonra olsun hükümlerini infaz etmek Allah'a mahsus­tur. Allah daima en güçlü ve azabında yegâne hakimiyet sahibidir. Kendisi­ne itaat edenlere sonsuz merhamet sahibidir.

3- Allah Tealâ müminlere Allah'a ve ahiret gününe iman noktasında birleştikleri için müslümanlara sevgi besleyen Ehl-i Kitab'm; semavî kitap­lardan hiçbirine, ne Allah'a ne de ahiret gününe inanmayan putperest Me-cusî İranlılara karşı galip geleceği müjdesini vermektedir.

4- Allah'ın vaadinden cayması yoktur. Zira Onun kelâmı haktır ve doğrudur. Fakat insanların çoğu -yani kâfirler- O'nun vaadini bilmezler. O'nun vaadinden asla dönmeyeceğini de bilmezler.

5- İnsanların çoğu ve özellikle kâfirler mal-mülk kazanmak, geçim te­min etmek, ziraat, ticaret, sanat ve maddî ilimleri bilmek gibi dünyevî işle­rin dış görüntüleriyle meşguldürler. Fakat onlar ahireti bilmekten ve ahiret için çalışmaktan gafildirler.

Zemahşerî diyor ki: "Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler." ayeti dünyanın görünen ve görünmeyen (zahir ve batın) iki yönü olduğunu ifade etmektedir. Dünyanın zahir (görünen) yönü cahillerin bildi­ği dünya ziynetlerinden yararlanmak, dünya lezzetlerinden istifade etmek-

tir. Dünyanın batın (görünmeyen) yönü ise dünyanın ahirete bir köprü ol­masıdır. Kişinin dünyadan ahirete giderken ibadet, taat ve salih ameller azığını beraberinde götürmesidir. [9]

 

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Mahlûkat Hakkında Düşünmeye Teşvik:

 

8- Onlar kendi kendilerine hiç dü­şünmezler mi ki, Allah gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için yarattı. Doğrusu insanların çoğu Rablerinin huzuru­na çıkmayı inkâr ederler.

9- Onlar yeryüzünde dolaşıp kendi­lerinden önceki kavimlerin akıbet­leri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı? Önceki kavimler onlardan daha güçlüydüler. Yeryüzünü işlemişler ve yeryüzünü onlardan daha fazla imar etmişlerdi. O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler ge­tirmişlerdi. Allah onlara zulmetmi­yordu. Fakat onlar kendi kendileri­ne zulmediyorlardı.

10- Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü oldu. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya alıyorlardı.

 

Belagat:

 

"Hiç düşünmezler mi?" ve 'Yeryüzünde hiç dolaşmazlar mı?" inkâr ve azarlama mânâsında sorudur. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki" onlar kendi kendileri­ne, düşünmüyorlar mı? Yahut nefislerinin durumu hakkında düşünmüyor­lar mı? Zira bu durum onlara daha yakındır. Düşünme sayesinde gafletle­rinden dönerler. "Allah gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için yarattı." "Hak ve belirli bir vade için yarattı." ifadesinin mâ­nâsı şudur: Allah bunları doğru bir maksat ve sonsuz hikmet olmaksızın boş yere ve batıl yere yaratmadı ve sadece Hak ölçülerle ve hikmetle birlik­te, mutlaka sona erecek belirli bir vade takdir ederek yarattı. Bu vade ise kıyametin kopmasıdır, hesap, sevap ve ceza vaktidir. Mekke kâfirleri gibi" insanların çoğu Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr ederler." Ölümden sonra dirilmeye iman etmezler. Yani onlar inkarcıdırlar. Dünyanın başlan­gıç olduğunu, ahiretin hiç olmayacığını zannederler.

"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı?" Bu ayet yeryüzünün çeşitli yerlerini gezip görmeye ve kendilerinden önce helak olmuş kavimlerin eserlerine bakma­ya teşvik etmektedir. Bu eserler ise o kavimlerin peygamberlerini yalanla­maları sebebiyle helak edilmelerinin eserleridir. "Önceki kavimler" Ad ve Semud gibi önceki kavimler "onlardan daha güçlüydüler. Yeryüzünü işle­mişler" ekin ve ağaç dikmek için yeryüzünü sürmüşler, kazmışlar "ve yer­yüzünü daha fazla imar etmişlerdi." Yani onlar yeryüzünü Mekke ehlinden daha çok imar etmişlerdi. Çünkü Mekkeliler ekini olmayan bir vadide yaşı­yorlardı. Burada Mekkelilerin daha zayıf oldukları halde dünya ile gurura kapılmaları ve dünya ile övünmeleri sebebiyle Mekke müşrikleri hafife alınmaktadır. "O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler", açık ayet­ler ve gören hüccetler "getirmişlerdi. Allah onlara zulmetmiyordu." Yani Allah zalimlere muamele ettiği şekilde onlara muamele edecek ve hiçbir suç işlemedikleri halde ya da kendilerine hiçbir hatırlatmada bulunmadan onları helak edecek değildir. "Fakat onlar" kendilerinin helak edilmesine sebep olan şeyleri işlemeleri sebebiyle "kendi kendilerine zulmediyorlardı."

"Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü oldu." Onların akıbeti kötü bir ceza oldu. Bundan murad cehennemdir. "Çünkü onlar Allah'ın ayetleri­ni yalanlıyorlar ve onları alaya alıyorlardı." Yani onların kötülükleri Kur'an'ı yalanlamaları sebebiyledir. [11]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu ayetler bundan önceki ayetlerle irtibat halindedir. Bu ayetler vaadi­ni inkâr etme sebebiyle ilâhı inkâr etmeleri, "Onlar ahiretten gafildirler." ayetinde olduğu gibi öldükten sonra dirilmeyi inkar etmeleri şeklinde müş­riklerden sâdır olan hususların beyan edilmesinden sonra, müşrikleri Al­lah'ın varlığına ve O'nun yegâne yaratıcı olduğuna, O'ndan başka hiçbir ilâh, O'nun dışında hiçbir Rab olmadığına delâlet eden, mahlûkat hakkında düşünüp incelemeye teşvik etme ve onları tehdit etme mânâsını ihtiva et­mektedir. [12]

 

Açıklaması:

 

"Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki, Allah gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak ve belli bir vade için yarattı."

Onlar akıllarını kullanmazlar mı? Ya da kendi nefisleri hakkında düşünüp de şöyle demezler mi? Allah gökyüzü, yeryüzü ve aralarındaki ulvî ve süflî âlemden ve aralarındaki cins ve türleri değişik varlıkları niçin ya­ratıyor? Böylece bu varlıkların boş, lüzumsuz ve batıl yere yaratılmış olma­dığını; bilâkis bunların Hak ölçülerle ve ilâhî hikmete uygun olarak mutla­ka sona erecek olan belirli bir vade olan kıyametin kopması; hesap, sevap ve ceza vaktinin gelmesi zamanının takdir edilmesi suretiyle yaratıldığını gayet iyi bilecektir. Bu vade gelince yer bugünkü yer ve göklerden farklı bir hale gelir ve tek olan sonsuz ezici güce sahip Allah'ın huzurunda hesaba çekilmek için mahşer kurulur.

Bu ifade müşriklerin kendi nefislerine ve çevrelerinde bulunan, kainat tablolarını incelemek suretiyle Allah'ı ve Onun birliğini tanımaya ulaştı­ran, doğru düşünceyi kullanmaya teşvik etmektir. Bununla anlatılmak iste­nen husus, sahih ilim sebepleri ve hidayet anahtarlarının aklı kullanmaya dayandığını, kendilerinde de akıl bulunduğunu bildirmektir. Fakat onlar akıllarını çalıştırmamakta ve gereği şekilde akıllarını kullanmamaktadır.

"Doğrusu insanların çoğu Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr ederler." Yani insanların çoğu ve özellikle kâfirler öldükten sonra dirilişin ve hesap görmenin varlığını inkâr etmektedirler. Çünkü onlar kendileri hakkında düşünmemektedirler. Eğer düşünmüş olsalardı öldükten sonra Rablerine döneceklerine yakînen inanırlardı.

Cenab-ı Hak daha sonra rasullerinin peygamberliklerini inkâr eden kimselerin helak edilmesi ve kendilerini tasdik eden kimseleri ise kurtarıl­ması gibi gözle görülür apaçık delillerle ve göz kamaştırıcı mucizelerle te-yid etmek suretiyle peygamberlerinin Rableri nezdinden getirdikleri ha­berlerin doğruluğuna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı? Önceki kavimler onlardan daha güçlüydü­ler. Yeryüzünü işlemişler ve yeryüzünü onlardan daha fazla imar etmişler­di. O kavimlere de peygamberleri apaçık mucizeler getirmişlerdi. Allah on­lara zulmetmiyordu. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."

Peygamberleri inkâr eden, ahireti yalanlayan bu kimseler yeryüzünün çeşitli bölgelerinde dolaşıp da akılları ve anlayışlarıyla bakmazlar mı? Al­lah'ın eserlerini araştırmazlar mı? Geçmişlerin haberlerini duymazlar mı? Geçmiş ümmetlerden peygamberlerini yalanlayanların akıbetini düşün­mezler mi? Halbuki önceki kavimlerin Mekke halkından ve benzerlerinden daha güçlü, daha çok mal ve evlât sahibi oldukları yeryüzünü ekip-biçtikle-ri, ekin ve dikim için toprağı, beldeleri çorak olan Mekkeliler ve diğer Araplardan daha fazla işledikleri ve Mekkelilerden daha fazla yeryüzün­den istifade ettikleri biliniyordu. Sonra da Cenab-ı Hak kendilerine Allah'ın kudretini ve birliğini anla­tan şahitler, gözle görülür deliller ve mucizeler getiren peygamberlerini ya­lanlamaları inkâr etmeleri ve günahları sebebiyle onları helak etti. Onlara verilen bu ceza zulüm değildi. Onlara veya başkalarına gelen azap ve iş­kencelerle zulmetmek Allah'ın şanına layık değildir. Fakat onlar Allah'ın ayetlerini yalanlamaları ve bu ayetlerle alay etmeleri ve geçmiş günahları sebebiyle bizzat kendi kendilerine zulmediyorlardı.

Akıllı olan, başkalarından ibret alandır. Mal ve evlât gibi dünya ziy­netleri ve süslerinin kıyamet günü fayda vermeyeceğini bilen kimsedir. Al­lah Tealâ bunu şu ayetle tekid etmektedir.

"Sonra o kötülük edenlerin akıbeti çok kötü oldu. Çünkü onlar Allah 'm ayetlerini yalanlıyorlar ve onları alaya alıyorlardı."

Yani o kötülük edenlerin akıbeti Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden Allah'ın ayetlerini ve delillerini yalanlamaları ve bunlarla alay etme­leri sebebiyle dünyada helak olma suretiyle, ahirette ise cehennem ateşin­de ebedî kalmak suretiyle azaba uğramak olmuştur.

Kötülük edenlerin akıbeti kötü oldu. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini yalanlamışlar ve bu ayetlerle alay etmişlerdi. Kötülük; yalanlama ve alay etme mânasındadır. Kâfirlerden sadır olan suçu ceza olarak ifade etmesi müşakele sanatıdır. Kötülüğün cezası kötülüktür (yani kötü bir cezadır), cümlesinde olduğu gibi. [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Kâinatta tefekkür etmenin teşvik edilmesi ve bunun gerekli kılın­ması. Zira göklerin ve yerin yaratılışını, maslahat ve adalet gereği yaratı­lan ve mutlaka sona erecek bir vade ile ömrü tahdit edilen insan nefsini düşünmek yaratıcının varlığına, birliğine, kudretine ve haşrin meydana geleceğine delildir.

"Bi'1-hakkı" ifadesi Allah'ın birliğine delildir. Zira yaratılışın eşsiz, muazzam ve her türlü çarpıklıktan münezzeh oluşu ilâhların birden fazla oluşunu reddeder. Zira birkaç ilâhın var olması bozukluk, eksiklik ve çar­pıklığa yol açardı. "Ve ecelün müsemmâ" ifadesi haşre delildir. Çünkü bu, dünyanın fani olduğuna ve kainatın yokolacağına delildir. Allah Tealâ her şeye kadir olması sebebiyle tekrar diriltmeye de kadirdir. Zira hakla yarat­ma bu hayattan sonra bir başka ebedî bir hayatı gerekli kılar. Çünkü bu hayat Kur'an'ın haber verdiği gibi oyun ve eğlenceden ibarettir.

2- "Belirli bir vade" ifadesi kıyamet günü manasında olup dünyanın

sonunda yokolacağma, her yaratığın bir ecelinin bulunduğuna, iyilik işle­yenlerin sevap, kötülük işleyenlerin ceza göreceğine delâlet etmektedir.

3- İnsanlardan birçoğu öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmektedirler. Bu düşünce eksikliği ve kıt akıllılıktır. Zira akıllı kimse geleceği düşünen, ölümden sonrası için çalışan ve dünya hayatına aldanmayan kimsedir.

4- Geçmişin ibretli olaylarını basiretle incelemek bir ders ve öğüttür. Peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin haberlerini duyan ve onla­rın akıbetlerini idrak eden, helak olmalarının ve yokolmalanmn sebepleri­ni bilen kimse Allah'a iman etmeye koşacak ve doğru sözlü olduklarına de­lâlet eden mucizeler ortaya koyan peygamberlerini tasdik edecektir.

5- Vücud gücüne ve mal zenginliğine, servet bolluğuna ve evlât çoklu­ğuna itimat etmek tamamen hatalıdır. Zira mallar, medeniyetler ve kalkın­ma, kıyamet günü sahiplerine hiçbir fayda vermeyecektir.

6- Rablerini ve peygamberlerini inkâr eden geçmiş ümmetlerin helak edilmesi gerçek ve adaletin ta kendisi olmuştur. Günah olmadan, peygam­berler ve hüccetlerle uyarılmadan bu ümmetlerin helak edilme olayı mey­dana gelmemiştir. Bu ümmetlerin helak olmaları Allah'ın varlığına ve ye­gâne ilâh olduğuna delâlet eden, Allah'ın ayetlerini yalanlamaları, Kur'an'ı, peygamberi ve mucizelerini yalanlamaları ve bu mucizelerle alay etmeleri, isyan etmeleri ve Allah'a şirk koşmaları suretiyle nefislerine zul­metmeleri sebebiyle olmuştur. [14]

 

Tekrar Dirilme, Mahşer Yerinde Toplanma, Allaha Dönme Vaktinde Olacak Şeylerin Beyanı:

 

11- Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar diriltecek olan Allah'tır. Sonunda O'na döndü­rüleceksiniz.

12-  Kıyamet koptuğu gün suçlular, bütün ümitlerini kaybedip susar­lar.

13- Allah'a ortak koştukları şeyler­den kendilerine şefaatçiler bulun­mayacaktır. Ortak koştukları şeyle­ri kendileri bile inkâr edeceklerdir.

14- Kıyamet koptuğu gün, işte o gün müminlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar.

15- İman edip salih ameller işleyen­ler, işte onlar cennette mesrur olur­lar.

16- İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı yalan­layanlar, işte onlar cehennem aza­bınagetirilirler.  

 

Belagat:

 

'Varlıkları yoktan vareden" ve "Sonra da tekrar diriltecek olan" cümle­leri arasında tezat sanatı vardır.

"Sonunda O'na döndürüleceksiniz." Maksadı mübalâğalı bir şekilde bildirmek için üçüncü şahıstan ikinci şahsa intikal edilmiştir.

"iman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette mesrur olurlar. İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı yalanlayanlar"a ge­lince, "işte onlar cehennem azabına getirilirler." Bu iki cümlede mesut kim­selerle bahtsız kimseler arasında mukabele yapılmıştır.

"Türce'un", "Yeteferrakûn", "Yuhberûn" ve "Muhdarûn" kelimelerinin sonları telaffuz bakımından birbirine uyumludurlar. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bütün varlıkları" insanları "yoktan vareden ve sonra da tekrar dirilte­cek olan" öldükten sonra ikinci defa insanları yaratacak olan "Allah'tır. So­nunda" amellerin karşılığını görmek için "O'na döndürüleceksiniz."

'"Kıyamet koptuğu gün suçlular bütün ümitlerini kaybedip susarlar." Müşrikler şaşkın halde hüccetlerini kaybetmekten ümit kesmiş halde su­sarlar. "Eblese'r-racül" sustu ve hücceti kesildi demektir. "el-Müblis", sus­kun, hücceti kaybetmiş, bu hüccete ulaşmaktan ümidi kesilmiş demektir.

"Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine şefaatçiler bulunmaya­caktır. " Yani onların Allah'a şirk koştukları ortaklardan, putlardan, kendi­lerini Allah'ın azabından koruyacak şefaatçiler olmayacaktır. "Ortak koş­tukları şeyleri kendileri bile inkâr edeceklerdir." Yani onlardan berî oldukla­rını söyleyeceklerdir. Tanrılarından ümit kestikleri zaman bunları inkâr edeceklerdir.

"Kıyamet koptuğu gün, işte o gün" cümlesinde "işte o gün" ifadesi, "kı­yamet koptuğu gün" ifadesinin tekididir. İşte o gün "müminlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar".

"İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette" çiçekli, nehirli cennet bahçelerinde yüzleri tebessüm ederek "mesrur olurlar."

"inkâr edip" Kur'an "ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı" öldük­ten sonra dirilmeyi ve diğer hususları "yalanlayanlar, işte onlar cehennem azabına getirilirler." Cehennemin içine konulur, ondan uzak kalmazlar. [16]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ suçluların akıbetinin cehennem olduğunu zikrettikten ve öldükten sonra dirilişe ve mahşer yerinde toplanmaya işaret ettikten son­ra, kudretiyle ve iradesiyle insanları yoktan varedenin tekrar diriltmekten âciz olmayacağına dair delilleri ortaya koydu. Sonra da kendisine dönme vaktinde olacak hususları beyan etti, insanların o gün iki grup olduklarını; bir grubun cennette, bir grubun da cehennemde olacağını bildirdi. [17]

 

Açıklaması:

 

"Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar diriltecek olan Al­lah'tır. " Yani Allah, yaratıkları yoktan varetmeye ve yaratmaya kadir oldu­ğu gibi bu yaratıkları tekrar diriltmeye de kadirdir. Allah mahlûkatı kud­retiyle ve iradesiyle varedendir. Dolayısıyla tekrar diriltmekten âciz kala­maz. Sonra kıyamet günü yine yalnız O'na dönerler ve aralarında hüküm verilmesi için mahşer yerinde toplanırlar. O zaman Allah her amel işleyene ilmiyle amelinin karşılığını verir.

Daha sonra Cenab-ı Hak bedbaht olanların halini şu ayetle tavsif etti: "Kıyamet koptuğu gün suçlular bütün ümitlerini kaybedip susarlar." Yani insanlar arasında hüküm verileceği ve hesabın görüleceği kıyamet gününde, Allah'a şirk koşan ve kıyametin şiddetinden dolayı hücceti kesi­len suçlular susar ve ümitsizliğe düşerler, kurtuluş için bir yol bulamazlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ortak koştukları şeylerden kendilerine şefaatçiler bulunmaya­caktır. Ortak koştukları şeyleri kendileri bile inkâr edeceklerdir." Yani onlar Allah'ı bırakıp da tapındıkları putlardan, asla kendilerini Allah'ın azabın­dan kurtaracak şefaatçiler bulamayacaklardır. Onlar da ortaklarından ve sahte ilahlarından uzak olduklarını ifade ederek onları inkâr edeceklerdir. Zira ortak koştukları şeyler, kendilerine en çok muhtaç oldukları bir anda, onlara ihanet edecektir. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Ni­tekim kendilerine uyulanlar azabı görünce uyanlardan uzaklaşacaklar ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Uyanlar: Keşke bizim için dünyaya bir dö­nüş olsa da bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak, derler." (Bakara72(166-167).

Bu durum onların iflaslarının açığa çıkması ve hüsrana uğradıkları­nın ilân edilmesidir.

Sonra mahşer halkı iki gruba ayrılırlar. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Kı­yamet koptuğu gün, işte o gün insanlar gruplara ayrılırlar" Yani kıyamet koptuğu gün insanlar bir daha biraraya gelmeyecek şekilde ayrılacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey suçlular! Bugün ayrılın." İman ve saadet ehli olanlar cennetlere alınır. Küfür ve bedbaht ehli olanlar ateşlere atılır. Katade diyor ki: Bu, Allah'a yemin olsun ki bir daha birleşme olmayacak bir ayrılmadır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"İman edip salih ameller işleyenler, işte onlar cennette mesrur olurlar." Yani Allah'ın Rasulü'nü ve ahiret gününü tasdik edip iman edenler, Al­lah'ın emrettiği şeyle amel edenler ve Allah'ın nehyettiği şeylerden vazge­çenler, onlar nimet içindedirler, kalbi ve gönlü dolduracak bir sevinçle sevi­nirler ve onlar gayet güzel, yemyeşil cennet bahçeleri ve akan nehirler şek­linde nail oldukları nimetler sebebiyle mesrur olurlar. Dolayısıyla onlar son derece sevinç içerisinde cennettedirler. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Hiçbir nefis kendisi için gizlenen göz nuru nimetleri bil­mez." (Secde, 32/17).

İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurur: "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetler vardır."

"İnkâr edip ayetlerimizi ve ahirette huzuruma çıkmayı yalanlayanlar işte onlar cehennem azabına getirilirler."

Yani Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden, O'nun peygamberlerini ve ayetlerini yalanlayan, öldükten sonra dirilişin meydana geleceğini inkâr edenler cehennem azabında ebedî kalacaklardır. Onlar asla azaptan uzak kalmayacaklar, azab onlardan kesinlikle ayrılmayacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Orada uğradıkları gamdan, ne zaman çıkmak is­teseler tekrar oraya iade edilirler." (Hac, 22/22) ve yine şöyle buyurmuştur: "Doğrusu suçlular ebediyyen kalacakları cehennemin azabı içindedirler. Azaba hiç ara verilmez. Onlar orada tamamen ümitsizdirler." (Zuhruf, 43/74-75). [18]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetlerden şu neticeler çıkmaktadır:

1- Bütün varlıkları yoktan vareden ve kudretiyle tekrar diriltecek olan Allah'tır. Sonunda dönüş ve varış O'nadır.

2- Müşrikler ve kâfirler kıyamet günü şirk koşmalarını ve inkâr etme­lerini savunabilecekleri hiçbir delil bulamayacaklar; hüccetleri kesilecek, bu hüccetlere  ulaşma ümitleri kalmayacaktır. Yine aynı şekilde kendileri dışında kendilerine yardım edecek bir yardımcı ve onları Allah'ın azabın­dan kurtaracak bir şefaatçi de bulamayacaklardır. O zaman kendilerinin taptıkları sahte tanrıları hakkında onlar ilâh değildir diyecekler, o sahte ilahlardan uzak duracaklar, sahte ilahları da onlardan uzak duracaklardır.

3- Kıyamet günü müminlerle kâfirler arasında bir ayrılma meydana gelecek, iyiler kötülerden ayrılacaktır. Müminler şirin bahçeleri ve akan nehirleri olan ebedî cennetlere yerleşecek, onları sevinç ve mutluluk kapla­yacak, nimet ve ikramlara nail olacaklardır. Kâfirler ise daimî ve ebedî ola­rak cehennem azabında kalacaklar, oradan hiç çıkmayacaklardır. Bu azap­tan hiçbir şekilde azaltma olmayacaktır.

4- İmanla birlikte mutlaka salih amel de gereklidir.   Salih amel Al­lah'ın emrini yerine getirmek, O'nun nehyettiği şeylerden kaçınmaktır. Zi­ra salih amel imanla birlikte değer ifade eder. Çünki sadece iman, kurtulu­şu gerçekleştirir, ama derecelerin yükselmesine fayda vermez.

Mümin yüksek dereceye sadece imanı ve salih ameliyle ulaşır. Kâfir ise sadece küfrü sebebiyle cehennemin en alt derecelerinde kalır. İşte imanla birlikte amel-i salihin zikredilmesinin, küfür zikredilirken kötü amelin zikredilmemesinin sebebi budur. [19]

 

Allah Teala'nın Tenzih Edilmesi Ve Her Durumda O'na Hamd Edilmesi:

 

17- O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih edin.

18- Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur. Gündüzün sonunda ve  öğle vaktine girince Allah'ı tenzih

diriden sonra  yeryüzüne hayat verir. İşte siz de böylece (diriltilip) çıkarılacaksınız.

 

Belagat:

 

"Akşama girerken" ve "sabaha ererken" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Ölüden diriyi çıkarır" cümlesi istiaredir. Mümin için "diri" kelimesi, kâfir için "ölü" kelimesi kullanılmıştır. [20]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Akşama girerken de" akşamleyin iki namaz vardır: Akşam ve yatsı namazları. "Sabaha ererken de" sabahleyin de sabah namazı vardır. Teşbi­hin sabah ve akşama tahsis edilmesinin sebebi kudret ve azametin eserleri bu vakitlerde daha açık ve seçiktir. "Allah'ı tenzih edin." "Fe-sübhanalla-hi": sübhane; teşbihtir, yani Allah'ı noksan sıfatlardan münezzeh kılmak­tır. Bu ifade Allah Tealâ'yı tenzih etmeyi emretme mânâsında haberdir. Al­lah'ın kudretinin açıkça ortaya çıktığı, nimetinin yenilendiği vakitlerde Al­lah'ı teşbih edin, yani namaz kılın demektir.

"Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur" cümlesi cümle-i mu'teriza-dır (ara cümledir). Yani yer ve gök ehli ona hamdeder, demektir.

"Gündüzün sonunda" ifadesi içinde ikindi namazı da yer almaktadır. "öğle vaktine girince" de Allah'ı tenzih edin. Yani öğle namazını kılın. İbni Abbas (r.a.)'den rivayete göre bu ayet beş vakit namazı içinde toplamakta­dır: "Tümsün" kelimesi akşam ve yatsı namazını, "tüsbihun" sabah nama­zını, "aşiyyen" ikindi namazını,"tuzhırûn" öğle namazını ihtiva etmektedir. "Allah 'ı tenzih edin." namaz kılın.

"O ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır." Müfessirlerin çoğu di­yorlar ki: Tavuğu yumurtadan, insanı nutfeden, kuşu yumurtadan, yumur­tayı kuştan, nutfeyi insandan O çıkarır. Bazıları ise şöyle demiştir: O kâfir­den mümin, müminden kâfir çıkarır.

"Ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir." Yani yeryüzü kuruduktan sonra ona bitki ile can verir. "İşte siz de böylece çıkarılacaksınız." Yani bu şe­kilde kabirlerden çıkarılacak ve diriltileceksiniz. Bunun mânâsı canlıdan ölüyü, ölüden canlıyı çıkartmak, ölüyü diriltmek ve canlı varlığı öldürmek suretiyle her şeyi zıddından çıkarmaya muktedir olan Allah'ın kudretine gö­re bir şeyi yoktan varetmekle öldükten sonra diriltmek birbirlerine eşittir. [21]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Kâinatın başlangıcında göklerin ve yerin yaratılışındaki Allah Te-alâ'nın azameti ve kudretini, kainatın sona ermesi durumunda kıyametin kopması anındaki ilâhî azameti ve insanların biri cennete, diğeri cehenne­me olmak üzere iki grup halinde ayrıldıklarını beyan ettikten sonra; Allah Tealâ kendisinin her türlü kötü vasıftan ve kendisine yakışmayan her şey­den tenzih edilmesini ve her durumda kendisine hamdüsenada bulunulma­sını emretti. Çünkü ölüyü diriltme, diriyi öldürme hususunda ve insanla­rın diriltilerek kabirlerinden çıkarılması gibi ölümünden sonra yeryüzüne hayat verme hususunda tek ve yegâne varlık O'dur. Bu durum sabah vak­tinde insanın küçük ölüm olan uykudan hayat olan uyanıklığa intikal et­mesine benzer. [22]

 

Açıklaması:

 

"O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah'ı tenzih edin." Yani akşamın başlangıcında da, sabahın doğması anında da gece ile gündü­zün bütün vakitlerinde Allah Tealâ'yı teşbih ve tenzih edin. Onun rızası için namaz kılın.

Bu ifade Allah'ın mükemmel kudretine ve muazzam hakimiyetine de­lâlet eden ve birbirini izleyen bu vakitlerde:

Akşam, gece karanlığının gelmesi,

Sabah, gündüz ışığının aydınlatması vakitlerinde Allah Tealâ'nın kul­larının kendisini teşbih ve tahmid etmelerini bildirmektedir.

Akşam vaktinde, akşam ve yatsı namazları; sabah vatinde, sabah na­mazı yeralmaktadır. Burada akşam vaktine ermek, sabah vaktine girmek­ten önce zikredilmiştir. Zira gece, gündüzden öne geçmektedir.

"Göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur." Yani Allah Tealâ melekler, cinler ve insanlar gibi yer ve göklerde bulunan bütün varlıklar tarafından hamdü sena edilmiştir. Bu cümle teşbihe uygun olarak hamdin ona layık olduğu şeklindeki bir ara cümledir.

"Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girince Allah'ı tenzih edin." "Işâ" vakti yani şiddetli karanlıkta ve öğle vakti gündüz ortasında Allah'ı teşbih ve tenzih edin.

Maverdî diyor ki: Akşam ile gece vakti arasındaki fark şudur: "Mesâ" güneşin batmasından sonra karanlığın başladığı vakit yani akşam vakti­dir. "Işâ"nın mânâsı ise güneşin batmaya yüz tuttuğu gündüzün son vakti (akşam üzeri)dir.

Dikkat edilirse, teşbih ve tenzih için bu vakitlerin tahsis edilmesi bir durumdan diğerine, bir zamandan diğerine fiilen intikal etme alâmetleri­nin varlığı sebebiyledir. Bu tenzih vazifesi, sabah ışığın kuvvetiyle başlaya­rak öğle vakti güneşin doğudan batıya intikal etmesine, oradan gündüzün sona ermeye başlayıp akşam üzeri vaktinin başladığı ikindi vaktine kadar, sonra karanlığın başlangıcı olan akşam vaktine ve şiddetli karanlık vakti anlamındaki yatsı vaktine kadar bütün vakitleri içine almaktadır.

Ayetin manası: Birbirini izleyen bütün bu vakitlerde Allah'ı noksan sı­fatlardan tenzih edin ve O'nu kemal sıfatlarıyla tavsif edin. Zira amellerin en faziletlisi devamlı olanıdır.

Burada cennet bahçelerini elde etmeyi sağlayan iman esaslarına işa­ret edilmektedir. Allah Tealâ en yüksek makamın ve en mükemmel karşılı­ğın iman eden ve salih amel işleyen kimselere ait olduğunu "iman edip sa-lih amel işleyenler, işte onlar cennette (nimetlendirilip) mesrur olurlar." ayetiyle beyan ettikten sonra; imanın kalple yapılan tenzih, dille yapılan tevhid olduğunu ve salih amelin bütün vazifeleri yerine getirmek olduğunu bildirdi. Bütün bunlar, cennet bahçelerinde nimetlenip sevinç ve saadete ulaştıran teşbih, tenzih ve tahmiddir.

Aydınlık ve karanlığa dikkat çekilmesi, Allah'ın, sabahı aydınlığı açan ve geceyi sükûnet yeri kılan olması Kur'an'da tekrar tekrar yeralmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak bu hususlara şu ayetlerde işaret etmektedir:

"Güneşi ortaya koyan gündüze, onu bürüyen geceye yemin olsun." (Şems 91/3-4); "Kararıp ortalığı bürüdüğü zaman geceye yemin olsun. Açı­lıp aydınlattığı zaman gündüze yemin olsun." (Leyi: 92/1-2); "Kuşluk vakti­ne yemin olsun. Sükûna erdiği zaman geceye yemin olsun." (Duha, 93/1-2).

Allah Tealâ daha sonra tenzih ve tahmidi gerekli kılan kudretinin ve azametinin bazı görüntülerini zikredip şöyle buyurdu:

"O ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır." Yani Allah Tealâ birbirine zıt olan şeyleri yaratmaya muktedir olan yegâne varlıktır. O, önce ölü topraktan canlı insanı çıkarır, sonra da insanları nutfeden, yumurtadan da kuşu çıkarır. Nitekim bunun zıddmı da yapar; insandan nutfeyi, kuştan yumurtayı, kâfirden mümini, müminden kâfiri, uyuyan insandan uyanık insanı, uyanık insandan uyuyanı çıkarır.

Nutfenin canlı bir varlık oluşuna gelince, Araplar bunu bilmiyorlardı. Bu konudaki ilmî ilerleme Araplar nezdinde henüz açık bir noktada değildi.

Bu, ilâhî kudretin mükemmel, sanatının eşsiz ve ilâhının azametli oluşuna delildir.

"Ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir." Allah Tealâ yeryüzüne yağ­murla hayat verir. Tohumdan bitkiyi, bitkiden tohumu çıkarır. Nitekim Ce-nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "İşte onlara bir delil: Ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağ­ları varederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız." (Yasin, 36/33-34). Yine bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır. Her güzel bitkiden çift çift yetiştirir." (Hacc, 22/5).

"İşte siz de böylece çıkarılacaksınız." Yani bu şekilde bir çıkartma ile öldükten sonra kabirlerden diri olarak çıkarılacaksınız. Bu da Allah için pek kolaydır. [23]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu noktalara delâlet etmektedir:

1- Allah Tealâ'nın bütün noksanlık sıfatlarından münezzeh oluşunun ve O'nun bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf oluşunun birbirlerini izleyen vakitlerde beyan edilmesinin vacip oluşu.

Ayette teşbih (Allah'ı tenzih etme) ile Allah'ın nimetleri ve ikramları­na karşı hamd etme yanyana zikredilmiştir. Beş vakit namaz teşbih ve tahmidi ihtiva ettiği için teşbih ve tahmid şekillerinin bir örneğidir. İbni Abbas -daha önce geçtiği gibi- Kur'an'da beş vakit namazın sayısının beyan edilmesi hususunda Rum suresi 17-18. ayetleri delil olarak zikretti.

Bu ayetler imana, teşbih ve tahmidin üstünlüğüne delildir. Peygambe­rimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Kim sabaha erdiği zaman (Fe-sübhanallahi hine tüsbihûn ...) ayetlerini okursa, o gece kaybettiği şeylere erişmiş olur. Kim bu ayetleri akşama erdiği zaman okursa, o gün kaybettiği şeylere erişmiş olur." Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kim kendisine en bol ölçekle pay ayrılmasından memnun kalırsa şöyle desin: "Fe-sübhanallahi hine tümsûne ve hine tüsbihûn."

2- Yaratma ve varetmede; yoketme, diriltme ve öldürmede vahdaniy-yeti hususunda Allah Tealâ'nın mükemmel kudreti tecelli etmekte ve varlı­ğı sabit olmaktadır. O, birbirine zıt ve karşı olan şeyleri birbirinden yarat­maktadır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır. O ölümünden ya da kurumasından sonra yeryüzüne hayat verir. Kuru ve çorak topraktan bitki çıkartmak suretiyle yeryüzüne hayat verdiği gibi diriltmek suretiyle insanlara da hayat verir.

Kurtubî diyor ki: Bu ayette kıyasın sahih olduğunun delili vardır. Yani Cenab-ı Hak ölülerin kabirlerden çıkarılıp diriltilmesini ölü toprağın yem­yeşil parlak bitkiyi yeşerten yağmurla diriltilmesine kıyas olarak getirmiş­tir. [24]

 

Allah'ın Birliğine, Kudretine Ve Haşre Delâlet Eden Bazı Deliller:

 

20- Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan olarak (yeryüzüne) dağılmanız Allah'ın ayetlerindendir.

21- Size kendi içinizden kendile­riyle huzura kavuşacağınız eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi Al­lah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için pek çok ibretler vardır.

22- Göklerin, ve yerin yaratılması, dillerinizin farklı farklı olması Al­lah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için pek çok ibret­ler vardır.

23- Gece uyumanız ve gündüz O'nun lütfundan rızık aramanız O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda (Hakk'ı) dinleyen bir toplu­luk için pek çok ibretler vardır.

24- Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su in­dirip onunla ölmüş olan yeryüzü­ne canlılık vermesi O'nun ayetle­rindendir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için pek çok ibretler vardır.

25- Göğün ve yerin Allah'ın emriyle

25- Göğün ve yerin Allah'ın emriyle ayakta durması O'nun ayetlerindendir Sonra sizi yeryüzündeki kadendir. Sonra sizi yeryüzündeki ka­birlerinizden bir defa çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz.

26- Göklerde ve yerde bulunan herkes ancak O'nundur. Hepsi O'na boyun eğ­mektedir.

27- Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan ancak O'dur. Bu O'na pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O, Azîz'dir (her şeye galiptir), Hakîm'dir (sonsuz hikmet sahibidir).

 

Belagat:

 

"Korku vermek için" ve "ümit vermek için" ifadeleri arasında ve "Var­lıkları ilk defa yaratan" ve "Sonra da tekrar diriltecek olan" ifadeleri ara­sında tezat sanatı vardır. [25]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizi" sizin aslınız olan Hz. Âdemi "toprakdan yaratması sonra da" kandan ve etten meydana gelen "birer insan olarak" Allah'ın lütfunu ka­zanmak için yeryüzüne "dağılmanız, O'nun ayetlerindendir." Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden ayetlerindendir.

"Size kendileriyle huzura kavuşacağınız" kendilerine meyledeceğiniz ve ülfet temin edeceğiniz eşler yaratmıştır. Zira cinslerin birliği beraberlik ve birlikteliğin illeti, farklılığı ise nefretleşmeye sebeptir, "kendi içinizden eşler yaratması" Hz. Havva'yı Adem'in kaburga kemiğinden, diğer kadın­ları ise erkek ve kadınların nutfelerinden yaratması yahut kadınların baş­ka bir cinsten değil, erkeklerin cinsinden yaratılmış olmaları "ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmiş olması" erkeklerle kadınlar arasında ya da aynı cinsin fertleri arasında diğer hayvanlardan farklı olarak geçim durumunu tanzim etmek için evlilik vasıtasıyla sevgi ve merhamet meyda­na getirmesi "Allah'ın ayetlerindendir." kudretinin alânıetlerindendir. Süd-dî diyor ki: "Meveddet" sevgi, "rahmet" şefkat demektir. "Şüphesiz bunda", bu zikredilen hususlarda Allah Tealâ'nın yarattığı varlıkları "düşünen" ve bu varlıklarda bulunan hikmetleri bilen "bir topluluk için" Allah'ın kudre­tine delâlet eden "pek çok ibretler vardır."

"Göklerin ve yerin yaratılması", sizler aynı erkek ve kadının evlâdı oldu­ğunuz halde "dillerinizin" Arapça, Farsça v.s. şeklinde "ve renklerinizin" be­yaz, siyah v.s. şeklinde "farklı olması" insanların birbirlerini tanımaları ve ayırdetmeleri için azaları, durumları, renkleri ve güzelliklerinin planlama-sındaki çeşitliliği "Allah'ın ayetlerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir. "Şüphesiz ki bunda bilenler için" akıl ve idrak sahipleri için "pek çok ibret­ler"; melek, insan ve cin gibi hiçbir akıllı varlığa gizli kalmayan Allah'ın kud­retine delâlet eden pek çok deliller "vardır." Bir ayette Cenab-ı Hak şöyle bu­yurmaktadır: "Bunu ancak bilenler düşünürler." (Ankebut, 29/43).

"Gece ve gündüz uyumanız" vücudun, gönlün ve zihnin dinlenmesi için gece ve gündüz zamanında uyumanız "ve O'nun lütfundan rızık aramanız" gece-gündüz geçim temini için çalışmanız "O'nun ayetlerindendir." Kudreti­nin alâmetlerindendir. "Şüphesiz bunda" anlama, düşünme, basiret sahibi olma ve ibret almak için kulak veren "dinleyen bir topluluk için pek çok ib­retler vardır".

"Size", yolcuya yıldırımlarla "korku" vermek, ikamet edene yağmurla "ümit vermek için şimşeği" bulutların süı iinmesi sonucu havada meydana gelen ve gök gürültüsüne sebep olan el- ..ı/ik kıvılcımlarını "göstermesi" ya­ni takdir etmesi, "gökten su indirip onumla ölmüş olan" kurumuş olan "yer­yüzüne", bitkiler yeşertmek suretiyle "canlılık vermesi O'nun ayet-lerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir. "Şüphesiz ki bunda", bu anlatı­lan konuda "akıl sahibi olan" yaratıcının mükemmel kudreti ve hikmetini ortaya koyması için bunların nasıl meydana geldiği hususunda akıllarını kullanan ve ince düşünen bir "topluluk için" Allah Tealâ'nm kudretine de­lâlet eden "pek çok ibretler vardır."

"Göğün ve yerin O'nun emriyle ayakta durması" bunları ayakta tutan hiçbir maddî varlık olmaksızın belirli yerlerinde tutması ve gökyüzünü gördüğünüz şekilde direksiz tutması "O'nun ayetlerindendir." Kudretinin alâmetlerindendir. "Sonra sizi yeryüzünden" yeryüzündeki kabirlerinizden "bir defa çağırdığı zaman" yani ey ölüler çıkın, dediği ya da kabirlerinden kalkıp dirilmek için İsrafil Sur'a üfürdüğü zaman "hemen" kabirlerinizden diri olarak "çıkıverirsiniz."

"Göklerde ve yerde bulunan herşey" mülk, yaratık ve kul olarak "ancak O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmektedir." Ona itaat etmekte ve Onun gök­lerdeki ve yerdeki emirlerine teslim olmakta, ondan ayrılamamaktadırlar.

"Bütün varlıkları" insanları "yoktan vareden ve" yokolduktan "sonra da tekrar diriltecek olan ancak O'dur. Bu O'na pek kolaydır." Yani tekrar diriltme Onun için -muhatapların anlayışına göre- ilk diriltmeden daha kolaydır. Yahut bir şeyin tekrar imal edilmesi ilk defa imal edilmesinden daha kolaydır. Yoksa o, Allah Tealâ nezdinde kolaylık açısından aynıdır. "Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur." Bu da Allah'tan başka ilâh olmamasıdır. Yani Allah'ın yüce vahdaniyetle tavsif olunması, kendisine göklerde ve yerde eş veya benzer olabilecek bir şeyin bulunmaması Ona mahsustur. Yahut O, umumî kudret ve tam hikmet gibi gayet eşsiz bir vas­fa sahiptir. "O Azîz'dir," mülkünde kudret sahibidir mümkün olan varlıkla­rı ilk defa yaratmaktan ve sonra diriltmekten âciz değildir. "O Hakimdir." Yani mahlûkatmdaki işleri hikmeti gereği yapandır. [26]

 

Nüzul Sebebi:

 

 İbni Ebî Hatim, İkrime'den naklediyor:

Kâfirler Allah'ın ölüleri diriltmesine hayret ettiler. Bunun üzerine 27. ayet nazil oldu: "Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar dirilte­cek olan ancak O'dur." [27]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ'nın bütün noksanlıklardan münezzeh olduğunu, Onun bü­tün her şeyi yaratması sebebiyle hamdüsenaya layık olduğunu, O'nun öl­dürme ve diriltmeye muktedir olduğunu beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak burada tek oluşunun, varlığının, azametinin ve mükemmel kudretinin de­lillerini, öldükten sonra diriltmeyi isbat edecek hüccetleri zikretti. Cenab-ı Hak önce insanın topraktan yaratılması, sonra insan cinsinin doğumlar yo­luyla devam etmesi, daha sonra da göklerin, yerin ve kâinatta müşahede edilen olayların yaratılması, insanların renklerinin ve dillerinin farklılığı, geceleyin uyumaları, gündüz çalışmaları gibi deliller zikretti. Bunlar in­sanlarda meydana gelen vasıflardır. Daha sonra kâinattaki yıldırım, yağ­mur ve bitkilerin yeşermesi, göğün ve yerin Allah'ın iradesine teslim olma­sı, ölülerin kabirlerden dirilerek çıkmaları şeklindeki çağrısına derhal uy­malarını zikretti. Bunların ardından bu zikredilenlerin neticesi olan Al­lah'ın yaratmaya, diriltmeye kadir olması, vahdaniyet, mükemmel kudret ve sonsuz hikmet sahibi olması gibi yüce sıfatlarını beyan etti. [28]

 

Açıklaması:

 

"Sizi topraktan yaratması, sonra da birer insan olarak yeryüzüne da­ğılmanız Allah'ın ayetlerindendir." Yani Allah Tealâ'nın yaratma, yoktan varetme, yoketme ve ortadan kaldırmaya tam anlamıyla muktedir olduğu­na ve Allah'ın azametine delâlet eden ilâhî ayetlerden biri insanın ilk defa yaradılışıdır. Allah, babanız Adem'i asıl olarak topraktan yarattı. Sizin gı­da kaynağınızı, hayvan etleriyle topraktan çıkan bitkiler kıldı. Sizi yarat­masından sonra sizler yeryüzünü imar edersiniz. Yeryüzünde şehirler ve kaleler yapmak, tarlaları ekmek, rızık temini için değişik ülkelere yolculuk yaparak ticaret yapmak, geçim için çalışmak, mal toplamak gibi değişik gayelerle kabiliyet, akıl ve düşüncede zenginlik ve fakirlik, mutluluk ve mutsuzluk gibi farklı durumlarla yeryüzüne dağılırsınız.

İmam Ahmed, Tirmizî ve Ebu Davud'un Ebu Musa el-Eş'arî'den riva­yet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Allah Âdem'i bütün yeryüzü toprağından alınan bir avuç top­raktan yarattı. Âdemoğulları toprak şekline göre geldi." Dolayısıyla içlerin­de beyaz, kırmızı, siyah ve bunların arasındaki renklerde; kötü, iyi, yumu­şak, sert ve bunların arasındaki insanlar meydana geldi.

Allah Tealâ daha sonra insan cinsinin devam etme yolunu zikretti:

"Size kendi içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet meydana getirmesi Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için pek çok ibretler vardır."

Allah'ın kudretine ve rahmetine delâlet eden alâmetlerden biri olarak sizin için erkekler cinsinden kadınlar yaratmıştır. Cenab-ı Hak, cinsler ara­sında uyumun gerçekleşmesi ve ünsiyetin mükemmel bir şekilde meydana gelmesi için ilk kadını (Hz. Havva'yı) erkeğin (Hz. Âdem'in) vücudundan ya­ratmıştır. İki cinsin hayatın yükünü taşıma hususunda işbirliği yapmaları ve ailenin en güçlü temel ve en mükemmel bir sistem üzerinde devam etme­si, ailede sükûnetin, huzurun, rahatın ve sessizliğin sağlanması için iki cins arasında sevgi ve şefkati varetmiştir. Zira erkek, ya kadına olan sevgisin­den dolayı, ya da kadından çocuk sahibi olduğu için, yahut kadının nafaka hususunda kendisine muhtaç olmasından dolayı, yahut aralarındaki sıcak­lık sebebiyle kadına şefkat duyması sebebiyle erkek kadını tutar.

Bu şekilde insanın ilk defa topraktan yaratılması, kadınların erkekle­rin nefislerinden varedilmesi, iki cins arasındaki bağların sevgi, muhabbet, rahmet ve şefkatle güçlendirilmesi hususunda hayatın vesileleri, neticele­rin gerçekleştirilmesi, aradaki bağların hikmete ve kamu menfaatine ve eşsiz bir sisteme uygun olarak kurulması konularını düşünen kimseler için, varlıkları yoktan vareden, ikram ve lütufta bulunan yaratıcının varlı­ğına deliller vardır.

Babamız topraktandır. Zürriyeti sudandır. Bu su ise kandan, kan da gıdalardandır. Gıdalar ise bitkilerden, topraktaki maddelerden ve maden­lerdendir.

Cenab-ı Hak daha sonra kadınla huzur duyulması, ona olan meylin tam olabilmesi, kadınla birlikte psikolojik sükûnetin meydana gelebilmesi için iki cins arasındaki aile irtibatını aynı oluşum, aynı tabiat ve aynı içgü­dülerle meydana getirmiştir.

"...kendileriyle huzura kavuşacağınız..." ifadesini "Sizi tek bir candan yaratan, ondan da kendisiyle huzur bulacağı eşini meydana getiren O'dur." (Araf, 7/189) ayeti tefsir etmektedir.

Allah Tealâ kendisinin varlığına, Rab oluşuna, birliğine, büyük ka­inattaki kudretine ve insanın oluşumunun azametine delâlet eden diğer delilleri zikrederek şöyle buyurdu:

"Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı fark­lı olması Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için pek çok ib­retler vardır."

Allah'ın direksiz olarak, yüksekte tutulan yıldızlar ve gezegenlerle süslenen gökyüzünü yaratması, hazineler, vadiler, çöller, denizler, hayvan­lar ve ağaçlar bulunan, dağlarla sabit tutulan ve hazineler, madenler ve hayırlarla dolu olan tabakalarıyla yeryüzünü yaratması, Allah'ın muazzam kudretine ve varlığına delâlet eden alâmetlerdendir.

Bu kâinat çeşitli mahluklarla doludur. Çeşitli cinsler, muhtelif diller, farklı renkler, her varlığa ait sesler ve özellikler farklı parmak izleri gibi çeşitli durumlar, aynı asıldan, aynı babadan ve aynı anneden meydana gel­melerine rağmen farklılık, güzellik ve çirkinlikte ayrı ayrı olan insanlarla kâinatta ünsiyeti vareden O'dur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmakta­dır: "Evet! İnsanoğlunun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye bizim gücümüz yeter." (Kıyame, 78/4).

İşte bu belirtilen hususlarda olaylara derhal nüfuz eden akıl, basiretli fikir ve faydalı ilim sahipleri için kendilerini Hakk'a sevkedecek, yaratık­lar hakkında düşünmeye irşad edecek ve kendilerinin lüzumsuz veya boz­gunculuk maksadıyla değil de sonsuz bir hikmet ve yüksek bir maslahat için yaratıldıklarını beyan edecek mükemmel bir ilâhî kudrete delâlet eden ayetler vardır.

"Gece uyumanız ve gündüz O'nun lütfundan rızık aramanız, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, Hakk'ı dinleyen bir topluluk için pek çok ibretler vardır."

Onun kudretinin ve rahmetinin alâmetlerinden biri yorgunluktan ra­hata erme imkânı verilmesi, geceleyin sessizlik ve istikrarın temini, gün­düz ise hareket, rızık için çalışma ve devamlı bir gayret etme imkânı veril­mesidir.

Bu belirtilen hususlarda ibret alma, derin düşünme, hüccetleri anla­yıp şuurlanma şeklinde gerçeklere kulak veren bir topluluk için, kendileri­ne Allah'ın kâinatı diriltmeye ve yeniden varetmeye kadir olduğu şeklinde kesin inanç ve kanaat sahibi olmaya götüren ibretler ve deliller vardır.

Allah Tealâ, daha sonra, kâinatta meydana gelen olaylar ve hayat değişiklikleri hususundaki delilleri zikrederek şöyle buyurdu:

"Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su indirip onunla ölmüş olan yeryüzüne canlılık vermesi O'nun ayetlerindendir. Şüp­hesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için pek çok ibretler vardır."

Yolculara ve başkalarına korku vermek ve aynı zamanda insan, hay­van ve bitkilerin muhtaç oldukları yağmur gibi arzu ettiğiniz hususlarda size ümit vermek için şimşeği göstermesi O'nun kudretinin azametine de­lâlet eden ayetlerindendir.

Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O gökyüzünden su indirir. Bu su ile ölümünden sonra yeryüzüne canlılık verir." (Rum, 30/24). Yani yeryüzü bitkisiz ve çorak iken su geldiği zaman "Titrer, gelişir ve her güzel çiftten bitkiler yeşertir." (Hacr, 22/5).

Şüphesiz ki ölümden sonra diriltme şeklinde zikredilen bu hususta diriliş, yeni bir hayata dönüş ve kıyametin kopmasına gayet açık bir burhan vardır. Elbette yeryüzüne hayat veren ölüleri diriltmeye de kadirdir. O her şeye gücü yetendir.

"Göğün ve yerin Allah'ın emriyle ayakta durması O'nun ayet-lerindendir. Sonra sizi yeryüzündeki kabirlerinizden bir defa çağırdığı za­man hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz."

Gökyüzünün direksiz, küre şeklindeki yeryüzünün fezada direksiz durması, bilakis Cenab-ı Hak'ın emri, tedbiri ve tasarrufuyla hayatını de­vam ettirmesi, O'nun kudretinin ve varlığının delillerindendir. Nitekim Ce­nab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Allah, görmekte olduğunuz gökleri direk­siz olarak yükseltendir." (Ra'd, 13/12); "Göğü de kendi izni olmadıkça yer üzerine düşmekten korur." (Hacc, 22/65); "Şüphesiz Allah gökleri ve yeri ni­zamları bozulmasın diye tutuyor." (Fatır, 35/41).

Sonra Allah Tealâ dünyanın eceli gelinceye kadar bu âlemin sistemini korur. O zaman, kabirlerinizden diri olarak çıkmak için davetçi sizi davet ettiği zaman çıkarsınız. Bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "O gün onlar sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi... kabirlerinden fırlaya fırlaya çı­karlar." (Maaric, 70/43); "Allah sizi çağıracağı zaman kendisine hamdede-rek çağrısına uyarsınız ve (ölmeden önceki halinizde) çok kaldığınızı zanne­dersiniz. " (İsra, 17/52); "O, (yeniden dirilme) ancak bir tek nâra ve bir say­hadır. İşte o sayhadan sonra birdenbire insanlar kendilerini yeryüzünde buluverirler." (Nâziat, 13-14); "Bu olay, bir tek sayhadan başka bir şey de­ğildir. İşte ondan sonra toplanıp huzurumuza dizilirler." (Yasin, 36/53).

Kesin netice ise şudur: "Göklerde ve yerde bulunan herkes ancak O'nundur." O'nun kuludur. "Hepsi O'na boyun eğmektedir." Yani göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey mülk, kul ve tasarruf olarak Allah'ındır. Onlar, hep birlikte Allah'ın murad ettiği ölüm ya da hayata, hareket ya da sükûnete isteyerek ya da istemeyerek boyun eğmekte, gönülleri ürpererek kabul etmektedirler. Ebu Said el-Hudrî'den merfû olarak Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Kur'an'daki her (kunût) ifadesi 'taat'demektir."

"Bütün varlıkları yoktan vareden ve sonra da tekrar diriltecek olan an­cak O'dur. Bu, O'na pek kolaydır." Yani insanı daha önce benzeri hiç geçme­miş bir şekilde ilk defa yaratan, sonra insanı öldürecek ve yokedecek, son­ra da ilk defa varettiği gibi onu tekrar diriltecektir. Bu onun için gayet ba­sit ve kolaydır. Bu ayetlere muhatap olan beşerin tasavvuruna göre ve in­sanların "Yeniden varetme, başlangıçtaki varetmeden daha kolaydır." şek­lindeki idraklerine göredir. Bütün bu zikredilen hususlar, dirilişi inkâr eden bilgisiz kâfirlerin akıllarına yaklaştırmak içindir. Aksi takdirde baş­langıçta varetmek ya da sonradan diriltmek Allah Tealâ'nm kudretinde aynıdır. Ayetteki "ehven" kelimesi "heyyin: basit ve kolay" mânâsındadır. Çünkü Allah Tealâ için kolay olmayan bir şey yoktur.

Buhari'nin Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah Tealâ buyuruyor ki: Âdemoğlu beni ya­lanladı. İnsanın buna hakkı yoktur. Hakkı olmadığı halde bana küfretti. Beni yalanlamaları Ademoğlu'nun: "İlk defa beni yarattığı gibi beni asla diriltmeyecek." şeklindeki sözüdür. Halbuki mahlûkatımı ilk defa yarat­mam bana, onu tekrar diriltmekten daha basit değildir. İnsanoğlunun bana küfretmesine gelince, onun benim hakkımda: "Allah, evlâd edindi" (Bakara, 2/116) şeklindeki sözüdür. Ben doğmayan, doğurmayan, kendisinin hiçbir ortağı olmayan, Ehad (tek) olan, Samed (her şeyden müstağni) olanım."

"Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O Azîz'dir, Hakim'dir." Yani yüce ve kâmil sıfatlar O'na mahsustur. Bu sıfatlar Allah'ın "bir" ol­makla mevsuf olması, Allah'tan başka ilâh olmaması, O'ndan başka hiçbir Rab olmaması, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf olması, bütün noksan sı­fatlardan münezzeh olması, O'nun hiçbir ortağı, hiçbir benzeri, hiçbir eşi olmamasıdır. O, mülkünde güçlüdür. Yerde ve gökte hiçbir şey Onu âciz bı­rakamaz. O yaptığı şeylerde ve yaratıklarının idaresinde sonsuz hikmet sahibidir. O yarattı, güzel bir şekilde yarattı, takdir etti ve hidayete erdir­di. Varlık alemindeki her şey ilmi ve iradesine uygun ve hikmetinin gereği olarak cereyan eder. Her varlık Onun tek olan, muktedir olan kulları üze­rinde ezici güce sahip olan yaratıcı olduğunu ifade etti. Onun kaderini red­dedecek hiçbir varlık, Onun hükmünü kaldıracak hiçbir güç yoktur. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerde Allah Tealâ'nın Rab olduğuna, vahdaniyetine delâlet eden altı delil ve bunların kesin neticesi yeralmaktadır. Bunlar şunlardır:

Birinci delil:

İnsanın aslı topraktan yaratılmıştır. Cüz, aslı (ait olduğu bütünü) gibi­dir. Allah Tealâ insanı ta başlangıçta insan olarak yaratmıştır. Yoksa insa­nı önce hayvan olarak yaratıp sonra onu insan kılmış değildir.

Allah insanı yarattıktan sonra onu idrak, bilgi, ilim ve akılla donattı. Böylece hayatlarının geçiminde tasarrufta bulunan, akıl sahibi, konuşan insanlar meydana geldi. Allah, insanları boş yere yaratmamış, onları sade­ce belirli bir gaye ve hikmetle yaratmıştır. Buna kadir olan, ibadet ve teşbi­he layık olandır.

"...birer insan olarak yeryüzüne dağıtıyorsunuz" ifadesindeki "beşer" kelimesiyle hayvandan farklı idrak kuvvetine işaret edilmektedir. "Dağılıyorsunuz" ifadesiyle de hareket edici güce işaret edilmektedir. Her ikisinin de toprakta olması gayet hayret vericidir. İnsanın dört unsurdan; toprak, su, hava ve ateşten meydana gelmesine rağmen Allah Tealâ burada özellik­le iki unsuru, toprak ve suyu zikretmektedir. Çünkü hava ve ateşe ihtiyaç, suyun toprakla karışmasından sonra olur. Zira bu unsurlardan genellikle elle tutulan, gözle görülen unsurlar sadece toprak ve sudur.

İkinci delil:

İnsan cinsinin devamlılığı doğum sebebiyledir. Allah Tealâ'nın, "içiniz­den" -bazılarının dediği gibi- Hz. Havva'yı Hz. Âdem cinsinden yarattığına delildir. Doğru olan -Fahreddin Razî'nin dediği gibi- bu ifadenin mânâsı "sizin cinsinizden" demektir. Bu ifade aynen şu ayet gibidir: "Size kendi cinsinizden bir rasul geldi." (Tevbe, 9/128). Şu ayetteki "kendileriyle huzu­ra kavuşacağınız eşler yaratmış olması..." ifadesi de buna delildir. Yani sü­kûn, ülfet ve huzur ancak aynı cinsten olan kimseler arasında gerçekle­şir. [30]

Allah Tealâ evlilik bağını devamlılığı garanti edecek şeylerle kuşat­mış, kadınları erkekler için kalbî sükûnet ve huzur vesilesi kılmış ve -Süd-dî'nin dediği gibi- eşler arasında sevgi ve rahmet yani muhabbet ve şefkat kılmıştır. İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Meveddet" kişinin hanı­mını sevmesi, "rahmet" kişinin hanımına bir kötülük isabet etmesi duru­munda acıma ve merhamet etmesi demektir.

Özetle; Allah Tealâ insan cinsini iki şeyle muhafaza etmektedir:

- Hanımın, erkeğin cinsinden olması,

- Aynı cinsten (beşer cinsinden) olmasının sebep olduğu sükûnet ve huzur. Aynı cinsten olma, huzura sebep olur. Huzur da iki şeyle kuşatılmış­tır: a) Sevgi, b) Rahmet. Önce sevgi olur, sonra da bu sevgi rahmete sebep olur. Zira, iki eş arasında, diğer akrabalar arasında bulunmayan karşılıklı merhamet bulunmaktadır. Bu sadece mücerret şehvet sebebiyle meydana gelmiş bir merhamet değildir. Çünkü bu şehvet yokolabilir, ortadan kalka­bilir, ya da çok sık meydana gelebilen eşlerarası kızgınlık bu şehveti de alıp götürebilir; ama Allah Tealâ'dan olan rahmet kalır ve bu rahmet sebe­biyle insan, hareminin başına gelecek felâketlere engel olur.

Üçüncü delil:

Ufuklarda ve nefislerdeki deliller: Bu delillerin en önemlileri göklerin ve yerin yaratılması, sonra dünyadaki Arapça ve diğer dillerin çeşitliliği ve konuşma farklılığı, beyaz, siyah, ve kırmızı gibi renk çeşitliliği, seslerin ve

şekillerin muhtelif oluşu, cilt kıvrımları, yüz hatları v.b. hususlardır.

Siz insanlar arasında mutlaka bu ayrımı görmektesiniz. Bu farklı şe­killer nutfenin kendi yapımı ya da anne ve babanın kendi yapımı olan şey­ler değildir. Mutlaka bu çeşitliliği yapan biri vardır. Bunu meydana getiren de sadece Allah Tealâ'dır. Bu ise her şeyi düzenleyen, yoktan vareden bir zatın varlığını gösteren en açık delillerdendir.

Dördüncü ve Beşinci delil:

İnsanın başına arızî olarak gelen hususlar ki bunlar; geceleyin uyu­mak, gündüz nzık talep etmek için hareket etme, gök gürültüsüyle korkut­ma ve faydalı yağmuru indirmek hususunda ümit vermek için şimşek ve yıldırımı göstermek, ekin ve ağaca can vermek, bitkileri yeşertmek ve su menbalarını ve su serveti kaynaklarını beslemek için buluttan yağmur in­dirme delilleridir.

Altıncı delil:

Göğün ve yerin ayakta durması ve bu ikisinin varlığının devamı Onun kudreti, tedbiri ve hikmetiyledir. Allah Tealâ mahlûkatm yararına, gökyü­zünün insanlar üzerine düşmemesi için, gökyüzünü direksiz tutar. İçinde­kilerle birlikte hareket edip direksiz olarak, dengeli bir durumda dönen yeryüzünü diğer sabit ve gezegen yıldızlarla çatışmadan, çarpışmadan ko­rur. Nihayet dünyanın eceli sona erecek ve o zaman yeniden diriliş meyda­na gelecektir.

Dolayısıyla bu varlıkları yaratan, onları kabirlerinden çıkartıp dirilt­meye kadirdir. "Sonra sizi yeryüzündeki kabirlerinizden bir defa çağırdığı zaman hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz." ayetinden murad tıpkı, sözü dinlenen davetçiye davetlinin uyması gibi bu olayın hiç durmaksızın ve beklemeksiniz derhal meydana gelmesidir.

Bu delillere netice olarak; vahdaniyetinin (Allah'ın birliğinin) isbatı olan ilk yaratma, kudret sıfatının isbatı olan insanı ilk yarattığı gibi onu mahşerde de toplamaya muktedir olduğuna dair geçen delillerin neticesi özetle şudur: Birincinin temeli olan vahdaniyetin (Allah'ın birliğinin) isba­tı, ikincinin temeli olan insanları mahşerde toplamaya muktedir olduğu­nun isbatı şeklinde geçen hususların kesin neticesi şudur:

Göklerde ve yerde bulunanların tamamı (yaratık, mülk, kul ve tasar­ruf olarak) Allah'ındır. Hepsi boyun eğme anlamında Ona itaat etmekte­dirler. Allah Tealâ mahlûkatı yoktan vareden ve bu mahlûkatı tekrar yara­tacak olandır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki O, yoktan vareder ve diriltir." (Bürûc, 85/13). Tekrar diriltme Allah için basit bir husustur. Allah Tealâ'mn kudretinde yoktan varetme ile yeniden dirilt­me eşittir.

Her şeyde Allah'ın muazzam kudreti, Allah'ın birliği sabit olunca gök­lerde ve yeryüzünde yüce sıfatlar Allah'a mahsustur. Bu sıfatlar şunlardır: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Ondan başka hiçbir Rab yoktur. Bu, vahdaniyet sıfatıdır. Allah bütün kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Her çeşit noksanlıktan münezzehtir. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O her şeyi işi­ten ve her şeyi görendir. O, güçlü olan, her şeyden üstün olandır. Hiçbir şey Onu âciz bırakamaz. O, yaptıklarında ve mahlûkatı idare etmede son de­rece hikmet sahibidir. O'nun dilediği şey mutlaka olur. [31]

 

Uykusuzluk Duası:

 

Cenab-ı Hak'ın "Geceleyin uyumanız O'nun kudretinin alâmetlerin-dendir." buyurduğu gibi, uyku Allah'ın lütfü ve kolaylaştırmasıyla müm­kündür.

Taberanî, Zeyd b. Sabit (r.a.)'den rivayet ediyor ki: Geceleyin uykusuz­luk hali başıma geldi. Bu durumdan Rasulullah (s.a.)'e şikayette bulun­dum. Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu. "Şöyle dua et: "Allah'ım! Yıldız­lar kayboldu. Gözler sessizce uykuya daldı. Sen ise Hayy (dipdiri) ve Kay-yûm 'sun (her şeyi ayakta tutansın). Ey Hayy ve Kayyum olan Allah! Gözle­rime uyku ver. Geceme sükûnet ver."

İnsana tabiatıyla ve âdet gereği değil, sadece lütfuyla ve kudretiyle is­tirahat imkânı veren Allah'a hamdolsun. Eğer insana gece ve gündüz uyku imkânı verilmeseydi, insan gündüz işini ve gayretini devam ettirme imkâ­nı bulamazdı. [32]

 

İnsanların Durumuyla Allah'ın Birliğinin İspat Edilmesi:

 

28-  Allah, size bizzat kendinizden misal verdi. Hiç sizler sahip oldu­ğunuz kölelerin size verdiğimiz rı-zıklarda ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olup, birbirinizden çekindiğiniz gi­bi onlardan da çekinir misiniz? İş­te biz aklını kullanabilen bir top­luluk için ayetleri böyle açıklarız.

29- Doğrusu zulmedenler hiçbir il­me dayanmadan kendi arzu ve he­veslerine uydular. Allah'ın saptır­dığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiç yardımcıları da yoktur.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah, size bizzat kendinizden misal verdi." Ey müşrikler! Allah size en yakın durumlardan kendi nefislerinizin durumlarından alınmış canlı bir örnek verecektir. "Hiç sizler sahip olduğunuz" elinizin altında bulunan "kölelerin" hizmetçilerin "size verdiğimiz rızıklarda" mal ve benzeri şeyler­de sizin "ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olup" ta­sarruf imkânı bakımından onların sizinle aynı seviyede olmalarına, onla­rın da sizin tasarrufta bulunduğunuz gibi tasarrufta bulunmalarına, onlar da sizin gibi beşer oldukları halde, hiç razı olur musunuz? "birbirinizden çekindiğiniz gibi", hür kimselerin birbirinden çekindiği gibi "siz onlardan çekinir misiniz?" Yani onların malınızda bağımsız olarak tasarrufta bulun­masından korkarsınız. Ayetin manası şudur: Sizin köleleriniz, mallarınız­da sizin ortaklarınız değildir. O halde nasıl Allah'ın bazı kullarını O'na or­tak koşarsınız? "İşte biz aklını kullanabilen" düşünen, misalleri anlamak hususunda akıllarını kullanan "bir topluluk için ayetleri" manaları açıkla­yan temsille "böyle" bu şekilde tafsilatıyla "açıklarız".

"Doğrusu" şirk koşmak suretiyle "zulmedenler hiçbir ilme dayanma­dan" bilgisizce "kendi arzu ve heveslerine uydular. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir?" Böyle birine kim hidayet verebilir? Onları hidayete erdirecek hiçbir kimse yoktur. "Onların hiç yardımcıları da yoktur." Onları sapıklıktan kurtaracak ve sapıklığın âfetlerinden onları koruyacak hiçbir yardımcıları yoktur. Onları Allah'ın kudretinden kurtaracak kimse yoktur. [33]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah, size bizzat kendinizden misal verdi." ayetinin (28. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Taberanî, İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ediyor ki: Şirk ehli şöyle telbiye getiriyorlardı: "Lebbeyk... Emret Allahım! Emret! Senin için sana lâyık olan ortaktan başka hiçbir ortak yok. Sen o ortağa da, onun sahip olduklarına da sahip olursun." diyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi: "Hiç sizler sahip olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarda ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olur musunuz?" [34]

 

Açıklaması:

 

Kur'an'ın farklı üslûplarından biri, manevî hususları maddî şekillerle tasvir etmek ve konuyu zihinlere yaklaştırmak ve iyice ikna etmek için gerçek misaller vermektir. Şu misal Allah Tealâ'nın; Allah'la birlikte başka varlıklara tapan, Allah'a ortak koşan ve aynı zamanda Allah'a ortak koş­tukları putların Allah'ın kulu ve mülkü olduklarını itiraf eden müşriklere verdiği bir misaldir. Zira onlar: "Emret, Allah'ım emret. Emrine teslimiz. Senin için, sana layık olan ortaktan başka hiçbir ortak yoktur. Sen o ortağa da, onun sahip olduklarına da sahipsin." diyorlardı.

Bu misalden maksat Allah'ın birliğini isbat etmek, şirki ve putperest­liği yıkmaktır.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Allah size bizzat kendinizden misal verdi. Hiç sizler sahip olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarda ortaklarınız olup sizinle eşit paya sahip olmalarına razı olup, birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir misiniz?"

Yani Allah size bizzat kendinizde şahid olduğunuz ve anladığınız, si­zin durumlarınızdan ve size hakim olan duygularınızdan alınmış, size son derece yakın olan ve sizi içinde bulunduğunuz putlara ve heykellere tapın­maktan kurtarıp Allah Tealâ'nın birliğini isbat etmek için bir misal verdi.

Bu misal ise şudur: Ey müşrikler! Siz hiç kölelerinizin mallarınıza or­tak olup mallarınızda sizinle birlikte eşit olarak aynı hisseye sahip olmala­rına, sizin mallarınızı paylaşmalarına razı olur musunuz?

Bunu reddettiğiniz ve kendiniz için buna razı olmadığınıza göre nasıl Allah için onun yarattıklarından eşler koşar, O'nun kullarım, O'na nasıl ortak kılarsınız? Sizler kulunuzun, kölenizin mallarınızda tasarruf etme hu­susunda kendinizle aynı derecede eşit olmasını reddederken, Allah'a O'nun yarattığı varlıklardan nasıl eş ve ortak koşarsınız?

Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar hoşlanmadıkları şeyleri Allah 'a nisbet ederler." (Nahl, 16/62). Yani Allah'ın kulları olan melekleri dişi ola­rak kabul ederler. Onları "Allah'ın kızları" olarak kabul ederler. Cahiliye devrinde onlardan birine bir kız evlâdının doğumu müjdesi verildiği zaman yüzü simsiyah kesilirdi. Zira onlar kız evlâddan hoşlanmazlar, melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul ederler. Kendileri için hoşlanmadıkları, ra­zı olmadıkları bir şeyi Allah'a nisbet ederler. Bu küfrün en şiddetlisidir.

"İşte biz aklını kullanabilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklarız." Yani hasmı kuvvetli bir hüccetle ilzam etme hususunda bu şekildeki açık­lama ve tafsilatla akıllarını kullanan, kendilerine söylenen ve zikredilen mantıkî delilleri ve ikna edici hüccetleri düşünen bir topluluk için ayetleri açıklarız ve tafsilatıyla beyan ederiz.

"Doğrusu zulmedenler hiçbir ilme dayanmadan kendi arzu ve hevesle­rine uydular." Yani nefislerine zulmeden o müşrikler, o putlara tapma hu­susunda akıl ve nakil hususunda hiçbir delile dayanmaksızın bilgisizce kendi arzu ve heveslerine uydular, hidayete, ilme ve basirete uymaksızın yürüdüler.

"Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir? Onların hiç yardımcı­ları da yoktur."

Bu müşrik insanların durumu böyle olunca küfrü tercih ettikten, iman istidadını kaybettikten sonra ve artık şirk onların tabiatı olunca ve fıtraten şirke meyyal olarak yaratılınca onlara hidayet verecek ve onları Hakk'a muvaffak kılacak hiçbir kimse yoktur. Allah onları ve onların duru­munu, onları yaratmadan önce bilir. Onlar kendi nefislerine güvenir oldu­lar. Onları Allah'ın şiddetinden kurtaracak hiçbir yardımcı yoktur. Onları O'nun azabından ve onları çepeçevre kuşatacak olan şiddetli intikamından koruyacak hiçbir varlık yoktur. Çünkü O ne dilerse olur ve neyi dilemezse de olmaz. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler şu hususları göstermektedir:

1- Derece ve tabaka açısından farklı kimseler arasındaki ortaklık ger­çekte ve insanların âdetlerinde reddedilmiştir. Bu durum efendilerin sahip oldukları mallarda köleler ve efendiler arasında fiilen batıldır, gerçekleş­memiştir.

Bütün varlıklar da Allah katında eşit kullar olduklarına göre bu âlem­den bir şeyin Allah'ın fiillerinden birine ortak olması da batıldır.

Bu ayet Allah'tan başkasına yapılacak bütün ibadeleri reddetmekte­dir. Zira onların mülkü yoktur ki ortak olmaları mümkün olsun. Onların azameti yoktur ki azametleri sebebiyle ibadet edilmeye layık olsunlar. On­lardan fayda umulmaz ki herhangi bir fayda sebebiyle kendilerine tapınıl­sın. Onların hiçbir kuvvet ve kudretleri yoktur. Zira onlar köledirler. Baş­kasının malı olan köle ise hiçbir şeye kadir değildir.

2- Kölenin sahibi olan efendisine ortak olması ne caiz, ne de makul ol­duğuna göre yaratılmış olan kullarîrnfa Rablerine ortak olmaları caiz de­ğildir. Fakat Allah'a şirk koşanlar bu mantığı aşmışlar, putlara tapmak su­retiyle hiçbir ilmî delil olmaksızın kendi arzu ve heveslerine uymuşlar, bu konuda sadece geçmişteki atalarını taklit etmişlerdir.

3- Şirki ve küfrü tercih eden müşrikleri Allah saptırmıştır. Nitekim Allah Tealâ'nın saptırdığı kimselere hidayet verecek kimse olmadığı gibi onları hidayete erdirecek hiçbir kimse de yoktur. Onlar sahipsiz kalmış ve hiçbir kimseden yardım alamayacak kimselerdir. Onları Allah'ın kudretin­den kurtaracak ve koruyacak hiçbir kimse yoktur. Onlar için Allah'ın aza­bından kaçmak gibi bir çare yoktur, azabdan kurtuluş imkânları da yoktur. [36]

 

Fıtrat Ve Tevhid Dini Olan İslâm'a Uymanın Emredilmesi:

 

30- Yüzünü, tevhid ehli olarak tamamen dine çevir. Bu Allah'ın fıtrata en uygun dinidir ki Allah insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır. Allah'ın yaratmasında değişiklik yoktur. İşte en  sağlam din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

31- Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kılın. Müşriklerden olmayın.

32- Sakın dinlerini parça parça eden ve gruplara ayrılanlardan ol­mayın. Her grup kendilerinin sa­hip oldukları şeylerle övünür.

 

Belagat:

 

"Yüzünü çevir" cümlesi cüz'ün kullanılıp küllün irade edilmesi şeklin­de mecaz-i mürseldir. Yani Allah'a bütün varlığınla yönel, demektir. [37]

 

Kelime ve İbareler:

 

'Yüzünü tevhid ehli olarak" sapıklık yolunu terk ederek ve doğru yola meyilli olarak "tamamen dine çevir." Dine tâbi ol, dinde ihlâslı ol, İslâm'a yönel ve sen ey Muhammed, sana tâbi olanlarla birlikte din üzerine sebat et. "Bu Allah'ın fıtrata en uygun dinidir ki Allah insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır." Allah insanları Allah Tealâ'ya kulluk şuuru, Hakkı kabul etme ve idrak etme şuuru üzerine yaratmıştır.

"Allah 'm yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." Hiçbir kimsenin Al­lah'ın fıtratını değiştirmeye hakkı yoktur. Allah'a şirk koşmak suretiyle Onun dinini değiştirmeye hakkınız yoktur. "İşte en sağlam din budur." Uyulması emredilen bu din ya da fıtrat, dosdoğru dindir, hiçbir eğrilik veya sapma olmayan en doğru dindir. Bu da Allah'ın birliğidir. "Fakat insanla­rın çoğu bilmezler." Yani Mekke kâfirleri gibi insanların büyük çoğunluğu vahyin inmesi anında düşünmemeleri ve tefekkür etmemeleri sebebiyle Al­lah Tealâ'nın birliğini ve dinin doğruluğunu bilmezler.

Tevbe, amellerde ihlâslı olmak, emredilen hususlara sarılmak ve neh-yedilen hususlardan kaçınmak suretiyle "Allah'a yönelenlerden olun. O'n-dan korkun." Dini yaşayın, O'na tâbi olun ve Allah'tan korkun. Çünkü bu hitap hem Rasulullah (s.a.)'e, hem de ümmetinedir. Ancak ayet Rasulullah (s.a.)'i tazim etmek için ona hitap ederek başlamıştır.

"Sakın dinlerini parça parça eden" kimselerden olmayın. Yani kendi nefsî arzularının farklı farklı olması sebebiyle ibadet ettikleri hususlarda ihtilafa düşenlerden olmayın. Ayetteki "ferrakû" ifadesi "fârakû" şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana şudur: Uymakla emredildikleri dinlerini terkettiler. [38]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Mahşer yerinde toplanma, öldükten sonra dirilme gibi her şeye muk­tedir olan ilâhî kudretin ve Allah'ın birliğinin delillerini beyan ettikten ve Rasullah (s.a.)'in davetiyle iftihar etmesi, müşriklerin tavrına önem verme­mesi ve onlara iltifat etmemesi şeklindeki azmini takviye ettikten sonra Allah Tealâ İslâm dinine tâbi olmayı, bu din üzerinde sebat etmeyi ve Al­lah'ın gönüllere ve akıllara tevdi ettiği fıtrat üzere olan bu dinin öngördüğü amellerde ihlâslı olmayı, dinin muhtevasını itiraf etmeyi ve manalarını sa­mimiyetle idrak etmeyi emretmektedir. [39]

 

Açıklaması:

 

'Yüzünü, tevhid ehli olarak tamamen dine çevir. Bu Allah 'm fıtrata en uygun dinidir ki Allan insanları yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır."

Yani önceki ayetlerdeki delilleriyle itikad ve din hususundaki Hak or­taya çıktığı, şirk ve şirkin alâmetleri hükümsüz ve batıl olduğu anlaşılınca Allah'ın senin için tayin ve ikmal ettiği, tevhid dini olan bu dine tâbi ol. Bu din Allah'ın bütün yaratıkları üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrat dinidir. Zira Allah, insanları kendisini tanımaları, birliğini kabul etmeleri ve ken­disinden başka hiçbir ilah tanımamaları üzerine yaratmıştır. Bu şekilde batıl dinlerden Hak dine meyleden kimse ol.

Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'e ve aynı zamanda ümmetine bir emirdir. Bu fıtrat Allah Tealâ'nın buyurduğu gibi: "Allah onları kendi nefisleri üzerine: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diyerek şahid kılmış, onlar da "Evet" de­mişlerdi." (A'raf, 7/172).

Yine Peygamberimiz (s.a.), Müslim ve Ahmed'in rivayet ettiği sahih hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur: "Ben kullarımı tevhid ehli olarak ya­rattım. Şeytanlar ise onları dinlerinden uzaklaştırdı."

Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği bir başka hadis-i şerifte şöyle buyu-rulmaktadır: "Her doğan çocuk fıtrat üzerine doğar. Ne var ki çocuklarını Yahudi, Hristiyan ve Mecusî yapan, anne ve babasıdır. Tıpkı bir hayvanın azaları tam olarak doğması gibi. Siz hiç o hayvan yavrusunun kulağı ve burnu kesilmiş olarak görüyor musunuz?"

Bu iki ayet ve iki hadisten her biri mahlûkatın aslının tertemiz oldu­ğuna, Allah Tealâ'nın mahlûkatmı kendisini tanımaları ve birliğini kabul etmeleri üzerine ve saf İslâm üzerine yarattığına, sonra bazılarına Yahudi­lik, Hristiyanlık ve Mecusîlik gibi fasit dinlerin arız olduğuna delildir.

"Fıtratallahi" yani Allah'ın fıtratına sarılın, ya da Allah'ın fıtratına bağlanın demektir. "Münîbîne ileyh" kavli sebebiyle muhatab fiili çoğul olarak takdir edilmiştir.

"Allah 'm yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." Yani hiçbir kimsenin Allah'ın fıtratını (aslî yaradılışı) ve sağlam dini değiştirme hakkı yoktur. Bu ifade nehiy ya da talep manasında haberdir. Yani Allah'ın yarattığı şeyi ve O'nun dinini şirkle değiştirmeyin. Böylece insanları Allah'ın üzerinde yarattığı fıtrî yapılarını değiştirmeyin.

Bu hilkatin inanç yönünden tertemiz olduğuna, varlığın ve kâinatın, aslında beşerî aklın saflığına delildir. Sonra nefsi arzular, eğri bilgiler, batıl gelenekler ve geçmişlerin daimî taklidi gibi çevre tesiriyle değişme meyda­na gelmekte, düşünce kullanılmaksızın, bağımsız isabetli bakışla bir inanç oluşturmaksızm bir değişiklik meydana gelmektedir. İnsan kendi haliyle başbaşa bırakılsaydı, İslâm'dan başka bir şeyi din olarak seçmeyecekti. Çünkü o, fıtratın ve aklın dinidir.

"İşte en sağlam din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." Yani tevhid dinine tâbi olmak, şeriata ve bozulmamış fıtrata sarılmak şeklinde em­redilen bu yol hiçbir eğriliğin ve sapmanın bulunmadığı en doğru yoldur.

Ancak insanların çoğu bunu hakkıyla bilmezler. Onlar düşüncelerini kullanmadıkları için ve buna delâlet eden açık burhanlardan ve doğru bil­gilerden istifade etmedikleri için bundan uzak kalmışlardır. Eğer onlar dü­şünseler, akıllarını kullansalar ve hakkıyla bilselerdi, tevhid dininden, İs­lâm dininden ve O'nun hidayetinden yüz çevirmezlerdi.

"Allah'a yönelenlerden olun. O'ndan korkun. Namazı dosdoğru kılın. Müşriklerden olmayın." Allah'a yönelerek, O'na yalvararak, O'nun dinine tâbi olun. Ona yönelip de dünyayı terkettiğiniz zaman emin olup da, Ona ibadeti terketmeyin. Bilakis O'ndan korkun ve ibadete devem edin, O'nu gözetin, O'na itaatte ihmalkâr davranmayın ve masiyet işlemeyin. Namazı dosdoğru kılın, yani namazı şartlarına tam manasıyla uyarak, rükünlerini tam yaparak, huşua ve Allah'ı tazime riayet ederek kılmaya devam edin.

İman ettikten sonra O'na şirk koşanlardan olmayın. İbadette Allah'tan başkasını gaye edinmeyin. Bilakis sadece Ona ihlasla ibadet eden, Ondan başkasını murad etmeyen tevhid ehlinden olun. Halisane ibadet ise Buhari ve Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettikleri sahih hadis-i şerife göre "Al­lah'ı görür gibi ibadet et. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor." haki­katine vakıf olarak ibadet etmekdir.

İbni Cerir, Yezid b. Ebî Meryem'den şöyle rivayet ediyor: Hz. Ömer (r.a.), Muaz b. Cebele uğradı. Hz. Ömer:

- Bu ümmetin temel taşları nelerdir? diye sordu. Muaz:

- Üç şeydir. Bu üçü de kurtarıcı esaslardır:

1- İhlas: Bu, Allah'ın insan­ları üzerinde yarattığı bozulmamış fıtrattır.

2- Namaz: Dinin ta kendisidir.

3- İtaat: Günahlardan korunmaktır." dedi.

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

- Doğru söyledin, dedi.

Müşriklerin vasıfları ise şöyle anlatılmıştır:

"Sakın dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlardan olmayın. Her grup kendilerinin sahip olduklarıyla övünür." Yani dinlerini parçalara bölen, değişik nefsi arzularına göre Allah'a ibadette ihtilafa düşen ve fıtrat dinini değiştiren, bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr eden; Yahudi, Hristiyan, Mecusî, putperest ve diğer batıl din mensupları gibi çeşitli grup­lara ayrılan kimseler gibi olmayın. Onlardan her grup sahip oldukları şey­leri beğenir. Doğrunu, kendi yanında olduğunu zanneder. Halbuki onlar Al­lah'ın dilediği ve kullarına din olarak seçtiği Hakk'a aykırı olan batıl üzeri-nedirler.

Bu aynı zamanda İslâm ümmetinin ihtilafa düşmesi konusunu da içi­ne almaktadır. İslâm ümmeti itikatta ve amelde pek çok grup ve mezheple­re ayrılmıştı. Bunlardan biri -yani Allah'ın kitabına, Rasulü'nün sünnetine ve Asr-ı Saadet'teki sahabe, tabiîn ve müslüman imamların üzerinde bu­lundukları metotlara sımsıkı sarılan Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat mezhebi-hariç hepsi sapıklıktadır.

Nitekim Hakim'in Müstedrek 'inde rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.)'e bu mezhepler arasında kurtuluşa erecek grubun (Fırka-i Naci­ye'nin) hangisi olduğu soruldu. O da: "Bugün benim ashabımın üzerinde ol­duğu yol üzerinde olan kimselerdir." diye cevap verdi. [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:

1- İslâm, fitrat ve tevhid dinidir. O, Allah'ın insanları yaratılıştan üze­rinde varettiği bozulmamış fıtrat aslına en uygun olan dindir.

Allah'ın fıtratı, tevhid (Allah'ın birliği)dir. Zira Allah, insanları tevhidi kabul edecek, Rablerinin varlığını ve birliğini ikrar edecek şekilde yarat­mıştır. Zira O, insanları henüz ruhlar -zerreler- âleminde iken Âdem'in sul­bünden alarak onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim1?" diye sormuş, onlar "Evet" demişlerdi." (A'raf, 7/172).

2- Allah Tealâ tertemiz fıtrat dinine uyulmasını emretti. Çünkü bu tevhid dinidir. İçinde hiçbir eğrilik ve sapma bulunmayan dosdoğru din olan İslâm dinidir. Allah bu dini değiştirmekten ve karıştırmaktan sakın-dırmıştır. Allah'ın dininin değiştirilmesi doğru değildir.

Buhari diyor ki: "Allah'ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur." aye-tindeki "Allah'ın yaratması" ifadesi "Allah'ın dini" demektir. Öncekilerin yaratılması, öncekilerin dini demektir. Din ve fıtrat ise İslâm'dır.

Cenab-ı Hak ayrıca "Hanîfen" kelimesiyle İslâm milletinden başka bir dine meyletmekten de sakındırmıştır. "Hanifen", bütün neshedilen muhar-ref dinlerden yüzçevirerek mutedil bir şekilde, demektir.

3- İnsanların çoğu düşünmemekte ve dolayısıyla kendilerinin ibadete layık bir yaratıcıları olduğunu, takdiri önceden tayin eden, hükmü mutla­ka yerine getirilen ezelî bir ilâhın bulunduğunu ve İslâm'ın en doğru din olduğunu bilmemektedirler.

4- Allah Tealâ kullarının kendisine yönelmelerini tevbe ve ihlasla ken­disine dönmelerini, Ona itaat etmelerini, günahlarından dolayı tevbe et­melerini emretmektedir.

Allah, ayrıca takvayı yani Allah'tan korkmayı, O'nun emrettiği şeylere sarılmayı, namazı huşu ve Allah sevgisiyle dolu tam ve kâmil bir şekilde kılmayı emretmekte, ibadetle şirkin beraberliğinden sakındırmakta, ibade­tin sadece ihlasla fayda vereceğini beyan etmekte ve bu sebeple "Müşrik­lerden olmayın." buyurmaktadır. Burada anlatılmak istenen husus, kulun gizli şirkten uzaklaşmasıdır. Yani amelinizle sadece Allah'ın rızasını göze­tin. Bununla O'nun rızasından başka bir şeyi talep ederek amel etmeyin.

5- İnsanlar fıtrat dinini değiştirmişler, birbirleriyle çelişkili dinler ve görüşler ortaya koymuşlardır. Bu ifade müşrikleri, putperestleri, Yahudi ve Hristiyanları, ayrıca nefsi arzularına ve bidatlere uyan ehl-i kıble olan müslümaları içine almaktadır. Her grup elde ettikleri şeylerle memnun ve sevinçlidir. Çünkü onlar Hakk'ı tam anlamıyla açıkça anlamamışlardır. Halbuki onların asıl görevleri Hakk'ı anlamaları, idrak etmeleridir. [41]

 

Bir Kısım İnsanların Bazen Allah'a Yönelmeleri, Bazen Da Ona Şirk Koşmaları:

 

33- İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rablerine, O'na dönerek dua ederler. Sonra onlara kendi tara­fından bir nimet tattırdığında içlerinden bir grup Rablerine ortak  koşarlar.

34- Böylece kendilerine verdikleri­mize nankörlük etmiş olurlar. Hele zevk ededurun, yakında bileceksi­niz!

35- Yoksa biz onlara bir hüccet in­dirdik de O'na eş tutmalarını bu mu söylüyor?

 36-  Ne zaman insanlara bir nimet  tattırdıysak, onunla çok sevinirler.  İşledikleri günahlar yüzünden  başlarına bir kötülük gelince de  hemen ümitsizliğe kapılırlar.

37- Onlar, Allah'ın dilediğinin rızkı­nı genişlettiğini, dilediğinin rızkını da daralttığını görmüyorlar mı? Şüphesiz bunda iman eden bir top­luluk için pek çok ibretler vardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanlara" Mekke kâfirleri veya benzerlerine "bir zarar", bir sıkıntı ve belâ "isabet etti mi Rablerine" sadece "O'na dönerek dua ederler. Sonra da" Allah "onlara bir nimet" bu sıkıntıdan kurtuluş nimeti "tattırınca, he­men içlerinden bir grup Rablerine ortak koşarlar." Yani onlardan bir kısmı derhal şirk koşmaya yönelirler.   .

"Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmiş olurlar." "Li-yekfiirû" fiilindeki lâm, lâmu'l-âkıbet veya lâmu's-sayrûret'tir. Bu ay­nen "Böylece Musa onlara düşman ve üzüntü vesilesi olacaktır." (Kasas, 28/8) ayetindeki "li-yekûne" kelimesindeki lâm gibidir. Bir başka görüşe gö­re buradaki lâm emir için olup tehdit manasındadır.

"Eğlenip yaşayın bakalım," bu eğlenmenizin sonucunu "yakında bile­ceksiniz."

"Yoksa" manasmdaki "em" harfi inkâr manasmdadır. "biz onlara bir hüccet" bir delil ve kitap "indirdik de, O'na" Allah'a "şirk koşmalarını bu mu söylüyor?" O mu emrediyor? Buradaki "söyleme" delâlet etme mânâsın­da olup mecazdır. Nitekim, onun kitabı bunu söylüyor, denir. Bunun mana­sı delâlet etmek ve şahitlikte bulunmaktır. Sanki o rehber, onların şirk koşmalarına ve bunun doğru olduğuna şahitlik mi ediyor, demektir.

"Onlara" kâfirlerden bir gruba "bir nimet" sağlık ve maddî genişlik gi­bi bir nimet "tattırdığımız zaman bununla çok sevinirler." Bu sebeple şımarırlar. "İşledikleri günahlar yüzünden" masiyetlerinin uğursuzluğu sebe­biyle "başlarına bir kötülük" bir sıkıntı "gelince de hemen ümitsizliğe kapı­lırlar." İlâhî rahmetten ümitlerini keserler. Halbuki müminin tavrı nimet esnasında Allah'a şükretmek, sıkıntı esnasında da Allah'ın yardımını um­maktır.

"Onlar Allah'ın" imtihan etmek için "dilediğinin rızkını genişlettiğini, dilediğinin rızkını da" belâ ile denemek üzere "daralttığını görmüyorlar mı? Şüphesiz bunda" Rablerine "iman eden", bunu Allah'ın mükemmel kudreti ve hikmeti için delil olarak kabul eden "bir topluluk için pek çok ib­retler vardır." [42]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah'ın birliği ve bununla ilgili misaller ve aklî delilleri beyan ettik­ten sonra Cenab-ı Hak insanlardan şu iki grubun durumunu açıkladı:

Birinci grup: Sıkıntı vaktinde Allah'a yalvarıp, rahat vaktinde put ve heykelleri Allah'a şirk koşan bazı müşrikler.

İkinci grup: Daha önce zikredilenlerin dışında olan Allah'a ibadetleri dünya için olan, dünya malı verilirse memnun olan, dünya malı verilmezse kızan ve ümitsizliğe kapılan bazı müşrik veya kâfirler. [43]

 

Açıklaması:

 

"İnsanlara bir zarar isabet etti mi Rablerine, O'na dönerek dua ederler. Sonra onlara kendi tarafından bir nimet tattırdığında içlerinden bir grup Rablerine ortak koşarlar." Yani insanlara genellikle hastalık veya açlık gibi bir belâ veya sıkıntı ya da havada, denizde ve karada başlarına bir tehlike dokunsa; onlar sadece bir olan, hiçbir ortağı olmayan Allah'a yönelerek Ona dua etmeye, Ona yalvarmaya, Ondan yardım dilemeye başlarlar. Ni­hayet onlardan belâyı kaldırıp da onlara nimetlerini bol bol verince onlardan bir grup serbest durumda Allah'a şirk koşarlar, O'nunla birlikte putla­ra ve heykellere taparlar.

Onlar menfaatçi ve çıkarcıdırlar. Menfaat vaktinde veya şiddetli ihti­yaç zamanında, Allah'a iman eder, sadece O'na dua ederler. Sonra da Rab-lerini tanımamazlıktan gelirler. Genişlik ve bolluk zamanında O'ndan yüz-çevirirler. Hatta başkalarını O'na ortak koşarlar. Bu gerçekten çok şaşıla­cak ve garipsenecek bir olaydır.

"Böylece kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etmiş olurlar." "Li-yekfurû" kelimesindeki lâm, akıbet lamıdır. Yani onlar sonunda Al­lah'ın nimetine nankörlük, Onun lütuf ve ihsanını tanımamak gafletine düşerler. Bazıları bu fiilin tehdit manasında emir fiili olduğu görüşünü ile­ri sürdüler. Bu aynen şu ayet gibidir: "Dileyen iman etsin, dileyen inkâr et­sin. " (Kehf, 18/29). Bundan sonraki emir ifadesi de böyledir:

"Hele zevklenedurun, yakında bileceksiniz." Emir tehdit içindir. Bura­daki emir şu ayetteki emir gibidir: "Dilediğinizi yapın." (Fussilet, 41/40). Yani ey müşrikler, dünyanın zevklerini ve lezzetlerini tadın bakalım. Dün­yanın zevkleri geçici ve yok olmaya mahkûmdur. Allah'a yemin olsun ki bir yol kesici beni tehdit etse, ondan korkarım. Ya burada tehdit eden, bir şeye "Ol dediği zaman, dediği oluveren" Allah ise ben ne yaparım?!

Sonra Allah Tealâ müşriklerin hiçbir delil veya hüccet olmaksızın Al­lah'tan başkasına ibadet etme hususunda ihtilaf etmelerini reddederek şöyle buyurdu:

"Yoksa biz onlara bir hüccet indirdik de, Ona eş tutmalaranı bu mu söylüyor?" Yani biz onlara bu yaptıklarını onaylayan onlara şirk koşmaları­nı söyleyen, yahut şirk koşmalarını gösteren, ya da bu konuda şahitlik eden ve putlara tapma hususunda delil olacak bir kitap ve hüccet mi indirdik?

Bu, inkâr mânâsında soru olup, bunun anlamı, böyle bir şey olmamış­tır, Allah onlara bu söylediklerini kabul eden, bir kitap indirmemiştir, hiç­bir peygamber göndermemiştir. Bu sadece onların icad ettikleri bir şeydir. Onlar sapıklıklarında gidip gelirler.

Allah Tealâ şirki açık olan müşrikin durumunu beyan ettikten sonra bunun alt derecesinde olan müşrikin durumunu beyan etti. Bu çeşit müşri­kin, Allah'a ibadeti dünya için olan kendisine dünya malı verince memnun ve razı olan, vermediği zaman da buğzedip ümitsizliğe kapılan kimse oldu­ğunu Cenab-ı Hak şöyle açıklamaktadır:

"Ne zaman insanlara bir nimet tattırdıysak, onunla çok sevinirler. İşle­dikleri günahlar yüzünden başlarına bir kötülük gelince de hemen ümitsiz­liğe kapılırlar." Allah bazı insanlara bir nimet ihsan ettiği zaman insanlar

bununla şımanr ve şöyle der: "Günahlar benden gitti. Halbuki o çok şıma­rık ve gururludur." (Hud, 11/10). Yani insanoğlu kendi kendine şımanr, başkalarına karşı övünür. Kendisine bir sıkıntı veya kötülük dokunduğu zaman Allah'ın rahmetinden ümitsizliğe kapılır ve buğzeder. Çünkü kendi­sine bir kötülüğün dokunması günahının uğursuzluğu sebebiyle olmuştur.

Dikkat edilirse Allah Tealâ "nimet'i kendi lütfuyla verdiği için nime­tin sebebini zikretmemekte, "azab'ın adaleti gerçekleştirmek için verilmesi sebebiyle azabın sebebini zikretmektedir.

Bu ifade insanoğlu ve tabiatım yadırgama şeklindedir. Fakat bir baş­ka ayette, daha önce geçen Hud ayeti akabinde Allah Tealâ sabreden mü­minleri istisna ederek şöyle buyurdu: "Ancak sabreden ve salih amel işle­yenler müstesna..." (Hud, 11/11). Nitekim İmam Ahmed ve Müslim'in Su-heyb (r.a.)'den rivayet ettikleri sahih hadiste buyuruluyor ki: "Mümine hayret edilir. Allah onun için bir hüküm vermez ki onun için hayır olmasın. Mümine bir iyilik isabet ederse, şükreder. Bu onun için hayırlı olur. Ona bir sıkıntı dokunursa, sabreder ve bu onun için yine hayırlı olur."

Daha sonra Allah Tealâ ümitsizliği ve umutsuzluğu kovacak şu ifade­lerle onları uyarmaktadır:

"Onlar, Allah'ın, dilediğinin rızkını genişlettiğini, dilediğinin rızkını da daralttığını görmüyorlar mı?" Onlar bilmiyorlar mı ve görmüyorlar mı ki Allah küfür sıfatının varlığına bakmaksızın imtihan olsun diye kulların­dan dilediğine geniş rızık verir, iman ve salih amel bulunsa bile, dilediğine rızkı daraltır. Her iki durumu da hikmetiyle ve adaletiyle meydana getirip tasarrufta bulunan sadece Allah'tır. Allah iman ve küfür sıfatlarına bak­maksızın bir topluluğa genişlik verir, bir başka topluluğa da darlık verir. Zira Allah nezdinde dünya bir sinek kanadına bile denk değildir. Mümin, Allah'ın kaza ve kaderine razı olan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesme­yen kimsedir. Zira Allah'ın rahmetinden kâfir kavimden başkaları ümit kesmez.

"Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek çok ibretler vardır." Rızkın genişletilmesi ve daraltılması şeklinde zikredilen bu hususlarda sa­dık imana açık bir delil, Allah'ın birliğini ve kudretini tasdik eden mümini her şeyi sadece Allah'a havale etmeye sevkeden bir hüccet bulunmaktadır. [44]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Müşriklerden ya da kâfirlerden bir grubun hali gerçekten hayret vericidir. Onlar ayetlerindeki peşpeşe delillere rağmen Allah'a yönelmeyi terketmektedirler. Onların bir çizgide sebat ettiklerini göremezsiniz. Kendilerine hastalık veya sıkıntı gibi bir belâ dokunduğu zaman Rablerine dua ederler, yani kendilerine gelen felâketin kaldırılması için Allah'tan yardım dilerler. Putların elinde hiçbir kurtarma vesilesi olmadığını gayet iyi bil­dikleri için putlara değil, sadece Allah'a yönelirler. Allah da onlara bir ni­met ya da afiyet ihsan ettiği zaman tapınmalarında Allah'a şirk koşarlar.

2- Bunların akıbeti küfre sımsıkı sarılmalarıdır. Cenab-ı Hak onlara tehditte bulunmakta ve dünya zevklerine dalmalarına karşılık onları ce­hennem azabıyla korkutmaktadır. Onlar sonunda ahiret âleminde adalete uygun cezalarını bulacaklardır.

3- Kâfirlerin, küfürlerine hiçbir hüccet ve burhanları yoktur. Allah on­ların inkarcılıklarını kabul etme hususunda onlara hiçbir kitap indirme­miş ve bunu uygun gören hiçbir peygamber göndermemiş, güvenecekleri hiçbir belge ve delil vermemiştir.

4- Allah Tealâ koruduğu ve muvaffak kıldığı kimseler hariç, insanın insan olma vasfıyla imkân, genişlik, afiyet v.b. durumlarda şımarması, iş­lediği masiyetler sebebiyle belâ ve ceza anında rahmet ve kurtuluştan ümi­dini ve umudunu kesmesi halinden hoşlanmamaktadır. Mümin ise genişlik anında şükreder, bela zamanında da sabreder.

5- Kulların rızıklan hususunda tasarruf sahibi olan sadece Allah Te-alâ'dır. Allah, hikmet ve adaletinin gereği olarak dünyada dilediğine hayrı genişletir ya da daraltır. Zenginliğin şımarıklık sebebi olması gerekmez. Zenginlik de, fakirlik de Allah'tandır. Tevhid ehli olan müminin üzerine düşen, rızık meselesini Allah'a havale etmesidir. [45]

 

Allah Yolunda Harcamanın Teşvik Edilmesi, Rızkın Garanti Edilmesi, Haşir Ve Tevhit:

 

38- O halde akrabanın, yoksulun ve yolcunun hakkını ver. Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar kur­tuluşa erenlerin ta kendileridir.

39- İnsanların mallarının çoğalması için verdiğiniz faiz, Allah nez-

dinde artmaz. Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekât ise böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat artıranlardır.

40- Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra öldüren, sonra da diriltecek olan Allah'tır. O'na koş­tuğunuz ortaklar içinde, bunlar­dan herhangi bir şeyi yapabilecek biri var mı? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, çok yücedir.

 

Belagat:

 

"İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır." Burada ikinci şahıstan üçüncü şahsa intikal edilmektedir.

"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra öldüren, sonra da dirilte­cek olan Allah'tır." Bu ayetteki "küm" zamirleriyle murassa' seci' yapılmıştır. [46]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O halde akrabanın" sıla-i rahim, iyilik etme gibi hakkını ver. Hanefî-ler bu ayeti mahremlere nafaka bulunmanın vacip olduğuna delil olarak getirmiştir, "yoksulun" hiç malı olmayan, son derece fakir kimsenin "ve yol­cunun" paraya ihtiyacı olan yolcunun "hakkını ver." Bunun mânâsı onlara zekâttan tayin edilen hisselerini ver, demektir. Buradaki hitap Peygambe­rimiz (s.a.)'e olup ümmeti bu hususta ona tâbidir. "Allah'ın rızasını kazan­mak isteyenler" O'nun sevabını, zâtını ya da halisane yardımlarıyla sadece Onun tarafını kastedenler "için bu daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerin" kazançlı olanların "ta kendileridir."

Faiz veren "İnsanların mallarının çoğalması" artması "için verdiğiniz faiz" yani fazla olarak ortaya koyduğunuz faiz "Allah nezdinde artmaz". Onun nezdinde tertemiz arınmış bir mal olmaz, bu malda bereket olmaz. Bunu verenler için de bu malda sevap olmaz. Bundan murad daha fazlası­na kavuşma maksadıyla verilen hediye ve bağıştır. "Allah'ın rızasını dile­yerek verdiğiniz zekat" yani sadaka "ise böyle değildir, işte onlar" zekât ve sadaka verenler arzuladıkları "sevaplarını kat kat artıranlardır." Yani Al­lah onlara sevabı kat kat verir. "el-Mud'ıfûn" kelimesi "ad'afe" kökünden alınmış olup kat kat artırdı demektir. [47]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ'nın dilediğine geniş imkân veren, rızık veren ve dilediğine de rızkı daraltanın kendisi olduğunu zikrettikten ve bu hususları iman sa­hibi için bir ibret kıldıktan sonra bunun ardından insanın ihtiyaç sahipleri­ne iyilikten geri durmaması gerektiğini beyan etti. Zira Allah rızkı geniş kıldığında bu rızık Allah yolunda harcamakla eksilmeyecek, rızkı dar kıldı­ğı zaman ise cimrilik yapmak suretiyle bu rızık artmayacaktır. Çünkü ya­kın akraba, yoksul ve yolcu gibi Allah'ın mahlûkatma şefkatte bulunmak imanın gereğidir. [48]

 

Açıklaması:

 

"O halde akrabanın, yoksulun ve yolcunun hakkını ver." Allah Tealâ bu kimselere bağışta bulunulmasını emrederek şöyle buyuruyor: Ey Peygam­ber! Ey bu Peygamber'e tâbi olun ümmet-i Muhammed! Yakın akrabalara sıla-i rahim et, onlara iyilikte ve ihsanda bulun. Onlara haklarını ver. Çün­kü onlar kan ve nesep bağının bir parçasıdırlar. Dolayısıyla bunlar insanlar içerisinde karşılıklı irtibat, karşılıklı ziyaretleşme ve şefkate en layık olan kimselerdir. Aynı zamanda kendisinin harcayacağı hiçbir şeyi olmayan, ya da kendine yetecek kadar bir şeyi olmayan yoksul kimseye de, kendi nafa­kası ve yolculuk ihtiyaçları için gerekli imkândan uzak olan yolcuya da hak­kını ver. Ulaşım vasıtalarının süratli oluşu yolcunun ihtiyaçlarını ortadan kaldırmamakta, sadece muhtaç olduğu malî meblağı azaltmaktadır.

İmam Ebu Hanife (r.a.) bu ayeti, geçimini temin etmekten âciz ve muhtaç olan mahrem akrabaların nafakasını temin etmenin vacip olduğu­na hüccet olarak kabul etmektedir. Görünen odur ki burada adı geçen "hak" zekât değildir. Sadece iyilik ve yardımlaşma hakkı olabilir. Yakın ak­rabalara önem verildiği için, yakın akrabalar yoksul ve yolculardan önce zikredilmiştir. Zira yakın akrabalara iyilik hem sadaka, hem de sıla-i ra­him sevabı kazandırır.

"Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır, işte on­lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." Amelleriyle halisane bir şekilde Al­lah'ın zatını amaçlayan yani O'nun varlığını, O'nun tarafını ve O'nun seva­bını umarak, gösteriş, şan ve şöhrete kapılmadan sadece kıyamet günü Al­lah'ın rızasını talep eden kimseler için bu adıgeçen muhtaçlara yaptıkları bağış ve yardımlar çok hayırlıdır. İşte bunlar dünya ve ahirette kurtuluşa eren, kazançlı çıkan kimselerdir.

Bu bağışın hayırlı olması ailedeki dayanışma ve müslümanlann bir­birleri arasında yardımlaşma vesilesi olması sebebiyledir. Karşılıklı daya­nışma ve yardımlaşma ile güç elde etme, karşılıklı sevgi, karşılıklı merha­met ve destek olma fakirlikten, bölünmeden, kin ve kıskançlıktan kurtul­mak mümkündür.

Cenab-ı Hak daha sonra bağış çeşitlerinden ikisini zikretmiştir: Bun­lardan biri Allah nezdinde makbul ve güzel bağış şeklidir. Diğer bağış şekli Allah nezdinde buğzedilen ve çirkin bağış şeklidir. Çirkin olan bağış şekli faizdir. Güzel olan bağış şekli ise zekâttır.

Çirkin olan bağış, şu ayette zikredilen bağış şeklidir: "İnsanların mal­larının çoğalması için verdiğiniz faiz Allah nezdinde artmaz." Yani kim in­sanların hediye ettiği şeyden daha fazlasını vermeleri için insanlara bağış­ta bulunursa, Allah nezdinde bu kimse için hiçbir sevap yoktur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Daha çoğunu arzulayarak ikramda bu­lunma. " (Müddessir, 74/6). Yani daha fazlasını arzu ederek bağışta bulun­ma. Bu durum özellikle Peygamberimiz (s.a.) için haramdır, başkalarına ise helaldir. Lakin bu hususta hiçbir sevap yoktur.

İbni Abbas diyor ki: Faiz iki çeşittir:

- Doğru olmayan, caiz olmayan faizdir. Bu, alış-verişte olan faizdir.

-  Diğeri hiçbir mahzuru olmayan faizdir (aslında buna faiz bile dene­mez). Bu, bir kimsenin daha fazlasını, kat kat ziyadesini elde etmek mura-dıyla hediye vermesidir.

İbni Abbas daha sonra bu ayeti okur: "İnsanların mallarının çoğalma­sı için verdiğiniz faiz Allah nezdinde artmaz."

Bu görüşün benzeri İkrime, Dahhak, Mücahid, Katade, Muhammed b. Ka'b ve Şa'bî'den rivayet edilmiştir.

Sahibinin sevaba nail olacağı güzel bağışa gelince, bu Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi zekâttır. "Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelin­ce, zekât verenler sevaplarını kat kat artıranlardır." Yani sadece halisane bir şekilde Allah'ın rızasını hedefleyerek sadaka veren kimseye Allah Tealâ

nezdinde kat kat sevap ve üstün mükâfat vardır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a güzel bir şe­kilde borç verirse, Allah bunu kat kat artırır." (Bakara, 2/245). Yine bir baş­ka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'a güzel bir şekilde borç verirse, Allah ona kat kat sevap verir. O kimse için değerli bir ecir vardır." (Hadid,

57/11).

Sahih hadiste şöyle buyurmaktadır: "Kim helâl kazançtan bir hurma değerinde bir sadaka verirse, Rahman bunu kudret eliyle alır ve tıpkı siz­den birinizin tayını ya da deve yavrusunu geliştirmesi gibi, bunu sahibi için geliştirir. Nihayet bir hurma Uhud dağından daha büyük olacaktır." [49]

Allah Tealâ daha sonra, geçen hükmü, ziyade ve nemanın her insan için belirlenmiş rızkına dahil olduğu şeklindeki ayette tekid etmektedir:

"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, daha sonra öldüren, sonra da diril­tecek olan Allah'tır." Yani yaratıcı olan insana doğumdan ölüme kadar rızık veren, sonra da bu hayatın sonunda öldüren, daha sonra kıyamet günü haşr için dirilten Allah'tır.

"O'na ortak koştuğunuz ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi bir şeyi yapabilecek biri var mı?" Yani sizin Allah'tan başka tapındığınız tanrı­larınızdan bunlardan bir şeyi -yani yaratma, rızık verme, öldürme ya da diriltme fiillerinden birini- yapacak biri var mı? Elbette ki hayır. Onlardan hiçbiri, bunlardan hiçbir şeyi yapamazlar. Yaratma, rızık verme, diriltme ve öldürme yalnızca Allah'a aittir. Sonra Allah kıyamet günü bütün mahlûkatı diriltecektir. Bunun için şöyle buyurmaktadır:

"Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, çok yücedir." Ya­ni Allah kendisinin ortağı, benzeri, dengi çocuğu veya babası olmaktan çok uzak, çok üstün ve çok yücedir. Bilakis O birdir, tektir, hiçbir kimseye ihti­yacı olmayandır. Bu ortakları putperestlere izafe etmesinin sebebi, onların putlarını "tanrı", ve "ortak" diye adlandırmaları ve mallarından bir kısmım putlara tahsis etmeleridir.

Gayet iyi anlaşılmaktadır ki Allah Tealâ bu ayette iki ana esası; haşr (mahşer yerinde toplanma) ve tevhid (Allah'ın birliği) esasını birarada top­lamıştır. Haşr "size hayat verir" ifadesiyle yani mahlûkatın ilk yaradılışına muktedir olması deliliyle, tevhid ise "O'a ortak koştuğunuz ortaklarınız içinde, bunlardan herhangi birini yapabilecek biri var mı?" ayetiyle isbat edilmektedir. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah Tealâ yakın akrabalarla irtibatı devam ettirmeyi (sıla-i rahim­de bulunmayı), yoksula ve yolcuya yardımda bulunmayı emretmektedir.

Rasulullah (s.a.) akrabalara sadaka vermenin, köle azad etmekten da­ha faziletli olduğunu beyan etti. Efendimiz (s.a.) Rukayka isimli cariyesini azad eden hanımı Meymûne'ye şöyle demişti: "Eğer sen bu cariyeyi dayıla­rına verseydin, daha büyük ecir sahibi olurdun."

En sahih olan görüşe göre bu ayet, miras ayetiyle neshedilmiş değil­dir. Yakınların her durumda iyilik ve yardım edilme hakkı vardır. Fakir ve muhtaçlara, memleketlerine ulaşamayacak durumda yolda kalan yolculara yardımda bulunmak, İslâm'daki iyilik ve hayır şekillerindendir.

İbni Abbas "el-Miskîn" kelimesini tefsir ederken kapı kapı dolaşan di­lenci şeklinde; "İbnü's-sebîl" kelimesini misafir şeklinde tefsir etmiş, misa­firperverliği farz olarak kabul etmiştir.

İmam Ebu Hanife ise daha önce açıkladığımız gibi bu ayeti mahrum ve muhtaç kimselere maddi yardımda bulunmanın vacib olduğuna delil olarak kabul etmiştir.

2- Adıgeçen kimselere seran kararlaştırılan hakkın verilmesi, Allah rızası ve Allah'a yaklaşma murad edilmesi durumunda, vermemekten da­ha efdaldir. Bunu işleyenler felaha erenlerdir, ahirette sevap elde etmek gi­bi arzularına kavuşacak kimselerdir.

3- Verme daha fazlasına ve daha iyisine ulaşma maksadıyla olduğu zaman, Peygamberimiz (s.a.) için özellikle haramdır, ama ümmeti için her ne kadar sevap olmasa da, mubahtır.

İşte helal olan faiz, ya da sevap bağışı budur. Allah'ın buğzettiği güna­hı büyük olan ve şer'an haram olan faiz ise alışverişteki ve ödünç alıp ver­medeki faizdir. Bu ise bir şeyi verip onun yerine akitteki bir şartla almak, ya da geçerli örfe göre hareket etmektir.

4- Bağış, Allah'ın rızasını kazanma ve Allah'tan sevap elde etme ama­cıyla verilen sadaka veya zekât ise Allah nezdinde Allah'ın lütuf ve rahmetiyle buna nail olur. Akrabalık hakkı ve sıla-i rahim için yapılan bağış Al­lah için olur.

Ancak bağış gösteriş ve şöhret için insanların övmesi ve medhetmesi için yapılmışsa dünyada sevap, ahirette de ecir elde edilmez. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Malını insanlara gösteriş yapmak

için harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyette bulunmak suretiyle boşa çıkarmayın." (Bakara, 2/264).

5- Ameller niyetlere göredir. Herkes ancak niyet ettiğinin karşılığını bulur. Hediye veya hibe karşılığında başkalarından alınan şeyleri bereketli kılmaz ve bunları nemalandırmaz. Allah Tealâ nezdinde de hiçbir sevap yoktur.

Allah'ın rızası amacıyla verileni ise Allah kabul eder, sevabını on katı­na, yediyüz katma çıkarır ve daha fazlasını verir. Çünkü Allah'ın lütfü sı­nırlandırılamaz, kuşatılamaz. O, dilediği kimseye bolca verir.

6- Allah Tealâ öldükten sonra diriltmeye ve bütün insanları tıpkı ilk defa yarattığı gibi mahşer yerinde toplamaya da kadirdir. O, hiçbir ortağı olmayan tek, yegâne, hiçbir şeye muhtaç olmayan; yaratıcı, rızık verici, öl­dürücü ve diriltici olan; ortak, yardımcı, eş ve evlâddan münezzeh olan, bir olan ilahtır. Onun dışındaki sahte ilahlar, Onun yaratma, rızık verme, di­riltme ve öldürme gibi zikredilen fiillerinden hiçbirine güç yetiremezler. [51]

 

Bozguncuların Ve Kâfirlerin Cezası, Müminlerin Mükâfatı

 

41-  İnsanların kendi elleriyle işle­dikleri yüzünden karada ve deniz­de fesat ortaya çıkmaktadır. Allah da belki dönerler, diye yaptıkları­nın bir kısmının karşılığını böyle­ce kendilerine tattırır.

42-  De ki: 'Yeryüzünde gezip dola­şın da öncekilerin akıbeti nasıl ol­muş, bir bakın. Onların çoğu Al­lah'a ortak koşan kimselerdir."

43-  Allah tarafından gelecek olan ve hiçbir kimsenin karşı çıkama­yacağı o gün gelmeden önce yüzü­nü dosdoğru dine çevir. O gün in­sanlar bölük bölük ayrılacaklar­dır.

44- Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salih amel iş­lerse, kendilerine güzel bir yer ha­zırlamış olurlar.

45-  Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri lütfuyla mükâfatlandıracaktır. Zira O kâfirleri sev­mez.

 

Belagat:

 

"Karada ve denizde..." kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden..." ifadesi cüz'ü (el keli­mesini) ifade edip küll (bütünü) murad edilmek suretiyle mecaz-i mürsel yapılmıştır.

"...kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar." ifadesi istiaredir. Bu­rada salih amelleri işleyen kimse, istirahatini ve rahatını temin etmek için, üzerinde uyumak için yatağını hazırlayan kimseye benzetilmiştir. [52]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden", insanların masiyetle-ri ve günahları sebebiyle "karada ve denizde fesat ortaya çıkmaktadır." Fesad; eşyada bulunan kuraklık, kıtlık ve bitkilerdeki azlık, yangınların ve boğulmaların çoğalması, malların haksız yere alınması, zararlı şeylerin ço­ğalması ve faydalı şeylerin azlığı gibi dengesizlik ve eksikliklerdir, "el-Berr", yeryüzünün kara parçaları; "el-bahr", deniz. "Kara ve denizde fesad" ifadesi köy, şehir ve çöllerde oturanlar ile sahillerde ve denizde yolculuk yapanlarda meydana gelen bozgunculuk demektir. "Allah da" içinde bulun­dukları durumdan "belki dönerler" ve tevbe ederler diye "yaptıklarının bir kısmının karşılığını böylece kendilerine tattırır." Yani Allah onların tama­mını ahirette cezalandırmadan önce dünyada bazı amellerinin vebalini ve cezasını tattırmak için onların dünyadaki geçim sebeplerini ifsad etti. "Li-yecziye" fiilindeki lâm sebep beyan etme, ya da netice beyan etme içindir.

"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl olmuş, bir bakın." Yani ey Muhammedi Kureyş'in kâfirlerine ve benzerlerine şöyle söyle: Yeryüzünde meydana gelen hususların delillerini müşahede etmeniz ve bunların doğruluğunu iyice anlamanız için bu hususları iyice düşünün. "Onların çoğu Allah'a ortak koşan kimselerdi." Bu cümle onların kötü akıbetinin aralarında şirkin yaygınlaşması sebebiyle olduğuna delâlet et­mek için yeni bir başlangıç cümlesidir.

"Allah tarafından gelecek olan ve hiçbir kimsenin karşı çıkamayacağı" engel olamayacağı "o gün" kıyamet günü "gelmeden önce yüzünü" yani kendini "dosdoğru dine çevir." Son derece doğru din olan İslâm'la amel et­meye yönel. Allah'ın ezelî iradesi o günün gelmesine tealluk ettiği için Al­lah bu günü geri çevirmez. "O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır." Yani hesaptan sonra gruplara parçalanacaklardır. Bir grup cennette, bir grup da cehennemde olacaktır.

"Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir." Yani inkarının vebali -ebe­dî cehennem- inkâr edenin üzerinedir. "Kim de salih amel işlerse kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar." Cennetteki yerlerini ve makamlarını hazır­lamış olurlar.

"Böylece Allah, iman edip salih amel işleyenleri lütfuyla mükâfatlandı-racaktır." Onlara lütfundan sevap verecektir. Ayetteki "li-yecziye" kelimesi bir önceki "yemhedûn" fiilinin illetini beyan etmekte olup ona bağlıdır. Sa­dece müminlerin mükâfatlandırılmasının beyan edilmesi, buradaki asıl maksadın bu olduğuna işaret etmek içindir. "Min fadlihi: lütfuyla" ifadesi sevap, verenin sırf bir ikram ve lütfü olduğuna delildir. "Zira O, kâfirleri sevmez." Yani onları cezalandırır. [53]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve göklerin nizamı bozulurdu." (Enbiya, 22) ayetinin delaletiyle şirkin bozgunculuğa sebep olduğunu ve müşriklerin kötü durumunu beyan ettik­ten sonra bozgunculuğun insanlar arasında açıkça görüldüğünü, insanla­rın haramı helâl, helâli haram kıldıklarını, zulmün yaygınlaştığını, savaş­ların çoğaldığını zikretti.

Cenab-ı Hak daha sonra onları uyararak yeryüzünde yürümelerini, masiyetleri ve Allah'a şirk koşmaları sebebiyle geçmiş ümmetleri Allah'ın nasıl helak ettiğine bakmalarını emretti. Zira Allah Tealâ bir kısım kavmi şirk sebebiyle, diğer bir kısım kavmi de masiyetleri sebebiyle helak etti. Helak etme şirk sebebiyle olabilir, masiyet sebebiyle olabilir.

Allah Tealâ daha sonra Rasulü'ne insanların biri cennette, diğeri ce­hennemde olacak iki ayrı gruba ayrılacağı hesap günü gelmeden önce hak dinde sebat etmesini emretti. Dolayısıyla kim inkâr ederse, küfrünün veba­li onun üzerinedir. Kim de iman eder, salih amel işlerse, kendisine rahat edeceği bir yer hazırlamış olur. [54]

 

Açıklaması:

 

İnsanların küfür, zulüm, mukaddes emirlerin çiğnenmesi, Hak dine karşı çıkılması, gizli ve açık yerlerde Allah Tealâ'nın emir-nehiylerinin dik­kate alınmaması, insan haklarına tecavüz edilmesi, başkalarının malının haksız olarak yenilmesi gibi masiyet ve günahlarının uğursuzluğu sebebiy­le; bariz noksanlıklar, itidalden sapma, zararlı şeylerin çokluğu, yararlı şeylerin azlığı, ekinlerin, canların ve meyvelerin bereketsizliği, az yağmur yağması, kuraklık, kıtlık ve çölleşmenin çokluğu bütün dünyayı kaplamış­tır. Allah da belki sapıklıklarından ve isyanlarından dönerler, diye insanla­rın masiyet ve günahlar gibi kötü işlerinin ve amellerinin bir kısmının kar­şılığını böylece onlara tattırır.

Daha sonra, Allah Tealâ bozgunculuğun ortaya çıkmasına karşılık önce­ki ümmetlere verilen cezanın benzeriyle tehditte bulunarak şöyle buyurdu:

"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da öncekilerin akıbeti nasıl olmuş, bir bakın." Yani ey Rasulüm! Bozgunculuk çıkaranlara ve müşriklere şöyle de: Ülkelerde dolaşın. Sizden öncekilerin acı kaderini ve Allah'ın önceki üm­metleri nasıl helak ettiğini, inkarcılıkları ve kötü amelleri sebebiyle onlara kötü azabı nasıl tattırdığını düşünün. Peygamberleri yalanlamak ve nimet­lere nankörlükten dolayı başlarına gelenlere bakın... Helak olma, çoğun­lukla Allah'a açık şirk koşma sebebiyle meydana gelmektedir. Fasıklık ve hakka muhalif olma sebebiyle cumartesi gününe hürmet etmeyen Yahudilere yapıldığı gibi, helak edilme şirk dışında bir sebeple de meydana gelebilir.

Keşşaf tefsiri sahibi diyor ki: "Onların çoğu Allah 'a şirk koşan kimse­lerdi" ayeti onların yok olmasına sadece şirkin sebep olmadığına, ondan daha basit olan isyanların da bunun sebebi olduğuna delâlet etmektedir. [55]

Onların azaba uğramalarının sebebi genellikle Rablerin ayetlerini in­kâr etmeleri ve peygamberlerini yalanlamalarıdır. Bu, hükümlerin mutlaka sebeplere bağlı olduğuna ve ilâhî cezada adalete riayet edildiğine delildir.

Cenab-ı Hak şirk, sapma ve bozgunculuk olayları ile bunların sonucu­nun beyan edilmesi, kâfirin içinde bulunduğu durumdan nehyedilmesin-den sonra buna karşılık istikamet halini zikretti ve mümine görevini emre­dip şöyle buyurdu:

"Allah tarafından gelecek olan ve hiçbir kimsenin karşı çıkamayacağı o gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir." Yani ey Rasul! Ey bu Pey-gamber'e tâbi olan müminler topluluğu! Allah'ın taatinde doğru çizgiye, isti­kamete koş, hayırlara koş. Hiçbir kimsenin reddedemeyeceği, engel olama­yacağı; ama mutlaka meydana gelecek kıyamet günü gelmeden önce bütün varlığını amelde ihlasla doğru dine, yani doğruluğun zirvesindeki dine -İs­lâm dinine- çevir. Zira Allah kıyametin gelişini ezelde yazmış, takdir etmiş­tir. Allah'ın takdir ettiği ve meydana gelmesini murad ettiği kıyamet günü­nü reddedecek hiçbir kimse yoktur ve kıyamet mutlaka meydana gelecektir.

Bu gün, insanların amellerine göre gruplara ayrıldığı gündür. Bir grup cennette, diğer bir grup alevli ateştedir.

Allah Tealâ daha sonra her gruba verilen karşılığın ameline ve fiilinin sonucuna göre olacağını beyan ederek şöyle buyurdu:

"Kim inkar ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kim de salih amel işlerse, kendilerine güzel bir yer hazırlamış olurlar." Yani kim Allah'ı, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr eder ve ahiret gününü yalanlarsa; küfrünün, su­çunun ve günahının vebali ve akıbeti onun üzerinedir. Kim Allah'a, kitap­larına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilişe iman eder, salih ameller işler, emrettiği hususlarda Allah'a itaat eder, nehyettiği hususlardan sakı­nırsa kendine rahat, müreffeh, lüks bir yer, geniş bir mesken ve daimî bir istirahat yeri hazırlamış olur.

Cenab-ı Hak 44. ayette "kim iman ederse" dememiş, "kim salih amel işlerse" demiştir. Zira makbul salih amel, ancak imandan sonra olur. Ayrıca iman salih amelle kemal bulur. Bunun özellikle zikredilmesi mükellefi bu­na teşvik etmek içindir. Küfre gelince, küfrün yanında amelin bir değeri ve ağırlığı yoktur. Amellere verilen karşılığın farklılık sebebi Cenab-ı Hakk'ın şu ayette belirttiği husustur:

"Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri lütfuyla mükâfatlandı-racaktır. Zira o kâfirleri sevmez." Yani mükâfatı veren benim. O halde mü­kâfat nasıl olur? Onlar iki gruba ayrılırlar. O halde nasıl mükâfata nail olurlar? Ben salih amel işleyen müminlere lütuf ve ihsanımla karşılık veri­rim. Dolayısıyla ben bir haseneye on mislinden yediyüz misline kadar, hat­ta dilediğimi kadar karşılık veririm. Kâfirlere gelince, hiç şüphesiz Allah onlara buğzeder ve onları cezalandırır. Fakat o hiç haksızlık bulunmayan âdil bir cezadır. Bu bir tehdit ve korkutmadır.

"Onun lütfuyla" ifadesi hiçbir kimsenin amelinin azlığı ve basitliği se­bebiyle asla cennete kendi ameliyle giremeyeceğine, sadece Allah Tealâ'nın lütfuyla cennete girebileceğine delâlet etmektedir.

Görüldüğü gibi Allah Tealâ küfür ve imanı yar'adümış kula isnad etti­ğinde önce kâfiri zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Kim inkâr ederse inkârı kendi aleyhinedir." Allah Tealâ mükâfatı kendi nefsine isnad ettiğin­de, ikram ve rahmeti ortaya çıkarmak için önce mümini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Böylece Allah iman edip salih amel işleyenleri lüt­fuyla mükâfatlandıracaktır." Sonra da şöyle buyurmaktadır: "Zira o kâfir­leri sevmez." [56]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetlerden şu hususlar elde edilmektedir:

1- Dünyada bozgunculuğun en büyüğü olan Allah'a şirk koşmak gibi sapma, bozgunculuk, kıtlık, ürünlerdeki azlık, bereketsizlik, masiyetler, yolkesicilik, zulüm v.b. günah ve suçların ortaya çıkması ve yayılması.

"Alem" dilde ve insanlar arasında meşhur olan, bilinen kara ve deniz­lerin tamamı olup bazı müfessirlerin dediği gibi "el-Berr" çöller, "el-Bahr" köyler manasında değildir. Bu ikinci görüşe göre Araplar şehirleri "Bahr" diye adlandırmaktadırlar.

2- Bozgunculuğun ortaya çıkışı dünyada yok olma ve helak olma, ahirette ise ceza görme sebebidir. Bazı insanların kara ve denizde işledikle­ri masiyetlere karşı dünyada verilen yağmurun kesilmesi, fiatlann artışı, savaşların çokluğu, fitneler ve sarsıntılar gibi cezalar; tevbeye teşvik edici, Allah'a iltica etmeye ve taat üzerinde devam etmeye, günahlardan ve ha­ramlardan sakınmaya sevk edici olabilir.

3- Eskiden ve yeni durumda insanların üzerine düşen görev kendile­rinden önce geçen eski ümmetlerden ibret almaları, peygamberleri yalanla-

yan kimselerin akıbetlerinin nasıl olacaklarına bakıp incelemeleridir. Zira eski ümmetlerin çoğu müşrik yani kâfir idiler ve sonunda helak edildiler.

4- Allah'ın müminlerden ve başkalarından muaf tutmadığı ve Allah'ın kudretinin, kaderinin ve ezelî hükmünün önünde âciz kalacakları için hiç­bir kimsenin reddedemeyeceği ve engelleyemeyeceği kıyamet gününün ge­lişinden önce mükellefiyet ve sorumluluk yurdu olan dünya hayatında Pey­gamber ve müminler gaye ve azimlerini sağlam ve sarsılmaz dine -İslâm'a-tâbi olmaya yöneltme emrine muhataptırlar.

Allah, müminin mükellef olduğu görevin faziletli bir görev olduğunu bildirmesi için Hz. Peygamber (s.a.)'e hitapta bulunmuştur. Zira bu pey­gamberlerin en şereflilerine emredilen bir görevdir. Mükellefiyete tâbi ol­ma açısından müminlerin makamı peygamberlerin makamıdır. Nitekim Müslim'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allah peygamberlere emrettiği şeyi mü­minlere emretmiştir."

5- Kıyamet günü insanlar amellerine göre iki gruba ayrılacaktır: Bun­lardan bir grup cennette, diğer bir grup alevli ateşte olacaktır.

6- Kâfire, küfrünün ve inkârının cezası olarak cehennem ateşi, salih amel işleyen mümine de cennet verilecektir. İman edip salih amel işleyen bu kimseler amel-i salih sebebiyle ahirette kendileri için bir makam, mes­ken ve karargâh hazırlamaktadırlar.

7- Allah'ın rahmeti Cenab-ı Hakk'ın iman edip salih amel işleyen kim­seleri, müslümanla kâfiri birbirinden ayırdetmek için Allah'ın ilâhî lütfuy-la mükâfatlandırmasını gerektirmektedir. Her insan -hatta peygamberler bile- cennete kendi amelinin karşılığı olarak değil, Allah'ın lütfü ve rahme­ti sebebiyle girecektir.

Yine aynı şekilde kâfirlerin cezalandırılmaları ve küfürleri ve masiyet-lerinin karşılığını bulmaları da adaletin gereğidir. Zira müslümanlarla kâ­firler arasında eşit muamele makul değildir.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz müslümanları müc­rimler gibi mi kılacağız? Size ne oluyor? Nasıl böyle hüküm verebiliyorsu­nuz1? Yoksa size ait hususî bir kitap var da siz bu kitabı mı okuyorsunuz? Bu kitapta ne arzu ederseniz hepsi sizin hakkınızdır, diye mi yazılıdır?" (Kalem 68/35-38). [57]

 

Rüzgârlar Ve Yağmurlarla Allah'ın Kudretine Ve Birliğine Delil Getirilmesi:

 

46- Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle    gemileri    yürütmesi, lütfundan rızık aramanız ve dola­yısıyla şükretmeniz için rüzgârları müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin delillerindendir.

47-  Şüphesiz ki biz senden önce peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler de ka­vimlerine apaçık mucizeler getir­diler (ama kavimleri iman etmedil­er). Biz de suç işleyenleri cezalan­dırdık. Müminlere yardım etmek ise bizim üzerimize hak olmuştur.

48-  Rüzgârları gönderip onlarla bulutları yürüten, gökte bulutları dilediği gibi yayan ve parça parça ayıran Allah'tır. Derken bunların arasından yağmurun çıktığını gö­rürsün. Artık onu kullarından di­lediğine nasip ettiği zaman bun­dan memnun olurlar.

49-  Halbuki onlar üzerlerine yağ­mur indirilmeden önce ümitsizliğe kapılmışlardı.

50- Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! O yeryüzüne ölümünden sonra nasıl canlılık veriyor? O el­bette ölüleri de böyle diriltecektir. O her şeye kadirdir.

51- Yemin olsun ki eğer bir rüzgâr göndersek de bitkileri sararmış halde görseler mutlaka bunun ar­dından inkâra başlarlar.

 

Belagat:

 

"Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle gemileri yürütmesi için,lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz için rüzgârları müjde-leyiciler olarak göndermesi Onun kudretinin delillerindendir." ifadesi ıtnab (geniş açıklama) üslubuyla anlatılmıştır. Cenab-ı Hak, kullarına pek çok nimeti hatırlatmak için geniş ve teferruatlı bir ifade kullanmıştır. Halbuki sadece son cümle (şükretmeniz için, cümlesi) yeterli idi.

"Peygamberler kavimlerine apaçık mucizeler getirdiler. Bunun üzerine biz de suç işleyenleri cezalandırdık." ayetindeki iki cümle arasında hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. Bu ayetteki iki cümle arasında hazfedilen cümle şudur: "Kavimleri peygamberlerini yalanladılar ve onlarla alay ettiler." [58]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ayette geçen "er-Riyah", hayır ve rahmet rüzgârlarıdır. Bu rüzgârlar poyraz, sabah ve kıble rüzgârlarıdır. "Debûr" rüzgârı ise azap rüzgârıdır. Peygamberimiz (s.a.) esen rüzgâr için "Bunu hayır rüzgârı (Riyah) kıl, azap rüzgârı (Rîh) kılma." diye dua ediyordu. "Rüzgârları" (mübeşşirât) hayrı, yani yağmuru "müjdeleyici olarak göndermesi" kudretinin deliJierindendir.

"Size rahmetini tattırması", yani rahmetiyle yağmuru ve yağmurdan doğan verimliliği tattırması için, "emriyle" izniyle "gemileri yürütmesi, lütfundan rızık aramanız" Allah'ın lütfuyla deniz ticareti vesilesiyle rızık talep etmeniz "ve dolayısıyla şükretmeniz için" yani Allah'ın bu konudaki nimetlerine şükretmeniz ve böylece O'nun birliğini kabul etmeniz için "rüz­gârları müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin delillerindendir."

"Şüphesiz ki biz senden önce peygamberleri kendi kavimlerine gönder­dik. Peygamberler de onlara" kendilerinin kavimlerine gönderildikleri hu­susunda doğru söylediklerine delâlet eden açık hüccetler "apaçık mucizeler getirdiler." Kavimleri de onları yalanladılar. "Bunun üzerine biz de suç işle­yenleri cezalandırdık." Peygamberleri yalanlayanları helak ettik, cürüm iş­leyenleri yokettik. "Müminlere yardım etmek," kâfirleri helak etmek ve müminleri kurtarmak suretiyle kâfirlere karşı müminleri zafere eriştirmek "bizim üzerimize hak olmuştur." Bu ifade, intikam ve cezanın müminlerin lehine olduğuna işaret etmekte ve onların şereflerini ortaya koymaktadır. Zira Allah müminleri kendi nezdinde yardıma layık kılmıştır.

"Rüzgârları gönderip onlarla bulutları yürüten", harekete geçiren "gökte bulutları" az veya çok dilediği gibi birbirine bitişik olarak "yayan ve parça parça ayıran Allah'tır. Derken bunların arasından" bulutların orta­sından "yağmurun çıktığını" görürsün? "el-Vedk" yağmur demektir. "Artık onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman", ülkelerine ve arazilerine yağmur yağdırdığı zaman "bundan memnun olurlar." verimliliğin işareti olan yağmurla sevinirler.

"Halbuki onlar üzerlerine" yağmur "indirilmeden önce ümitsizliğe ka­pılmışlardı. "

"Allah'ın rahmetinin eserlerine" bereketli yağmurun eserleri olan bit­ki, ağaç ve meyvelere "bak." "Âsâr" kelimesi "eser" şeklinde de okunmuş­tur. "O, yeryüzüne ölümünden sonra" kurumuş toprakları bitki bitirir hale getirmek suretiyle "nasıl canlılık veriyor?" Ayetteki "yuhyî" kelimesi "tuh-yî" şeklinde de okunmuştur. Buna göre rahmet yeryüzüne canlılık vermek­tedir. "O, elbette ölüleri de böyle diriltecektir." Onları diriltmeye kadirdir. "O herşeye kadirdir" Onun bütün mümkün olan şeylere kudreti aynı şekil­dedir.

"Eğer" bitkilere zararlı "Bir rüzgâr göndersek de bitkileri sararmış halde görseler," yani bu rüzgârın ekinler üzerindeki tesirini ya da ekinleri görseler "mutlaka bunun ardındın" bu sararmadan sonra "inkâra başlar­lar. " Yağmurla gelen nimeti inkâr ederler. [59]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Cenab-ı Hak şirk ve masiyetler sebebiyle kainatta meydana gelen boz­gunculuk gerçeğini tavsif ettikten sonra, rüzgâr ve yağmur göndermekle birliğine; ölümünden sonra yeryüzüne canlılık vermekle öldükten sonra di­rilişe, kudret ve rahmetine delâlet eden kesin deliller ortaya koydu. Bu arada Rasulullah (s.a.)'e kendisinin insanların yalanladığı ilk kimse olma­dığını, kendisinden önce de kavimlerine apaçık mucizeler getiren peygam­berlerin geçtiğini, onların peygamberliğini yalanladıklarını, Allah'ın da yo-ketmek ve helak etmek suretiyle onlara ceza verdiğini bildirerek tesellide bulunmuş; telaşa kapılmaması, üzülmemesi gerektiğini, zaferin daima müslümanlarm tarafında olacağını bildirmiştir. [60]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ bereketli yağmurun gelişini müjdelemek üzere rüzgârları göndermek suretiyle mahlûkata olan nimet ve lütfunu zikrederek şöyle bu­yurmaktadır:

"Size rahmetini tattırması, ilâhî emriyle gemileri yürütmesi, lütfundan rızık aramanız ve dolayısıyla şükretmeniz için rüzgârları müjdeleyiciler olarak göndermesi O'nun kudretinin delillerindendir."

Allah Tealâ'nın birliği, kudreti, nimetlerinin delillerinden ve kainatta­ki ayetlerinden biri O'nun varlıktaki her şeye hakim ve hükümran olması­dır. Bu sebeple O hayrı, bereketi ve kurumuş topraklara can verecek, ekin­leri bitirecek, meyveleri çıkartacak yağmuru müjdeleyici olarak rüzgârları gönderir. Bu, insanlara indirdiği ve kullara ve beldelere canlılık verdiği yağmurla rahmetinin eserlerinden bir kısmını insanlara tattırmak için, rüzgârla denizlerde gemileri yürütmek için, kazanç ve geçim temini için beldeler ve ülkelerde seyahat etme ve ticaret yapma imkânı vermek için, Allah'ın sayılamayacak ve tesbit edilemeyecek kadar çok, açık ve gizli ni­metlerden ihsanda bulunduğu nimetlerine karşı Allah Tealâ'ya şükretmek içindir. Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmaktadır: "Allah'ın nimetle­rini saysanız da bitiremezsiniz." (İbrahim, 14/34).                      

Cenab-ı Hak daha sonra kulu ve Rasulü Hz. Muhammed (s.a.)'e tesel­lide bulunarak şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki biz senden önce peygamberleri kendi kavimlerine gönder­dik. Peygamberler de kavimlerine apaçık mucizeler getirdiler (ama kavim­leri iman etmediler). Biz de suç işleyenleri cezalandırdık. Müminlere yar­dım etmek ise bizim üzerimize hak olmuştur."

Ey Rasulüm! Kavminden pekçok kimseler seni yalanlasalar da sen ya­lanlanan ilk kimse değilsin. Senden önceki peygamberler ümmetlerine ge­tirdikleri ve kendilerinin Allah nezdinden gelen elçiler olduklarına delâlet eden açık delilleri ortaya koymalarına rağmen yine de yalanlanmışlardı. Kavminin seni yalanlaması gibi, onlar da kendi peygamberlerini yalanladı­lar. Bunun üzerine Allah peygamberleri yalanlayan ve onlara karşı çıkan­ları cezalandırdı. Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden müminleri koru­du. Bir şeye uygulanan hüküm aklî ve şer'î kıyasla benzerine de aynen uy­gulanır. Böylece kavminin içinden kâfir olanlarına verilecek ceza önceki kavimlerin cezası gibi olacaktır.

Özetle, Allah Tealâ Allah'ın birliği ve öldükten sonra diriliş esaslarını isbat ettikten sonra üçüncü temel esas olan peygamberlik esasını zikretti.

Cenab-ı Hak daha sonra müminlerin zaferle ve yardımla teyid edile­cekleri ve bunun Allah'ın müminlere bir ikram ve lütuf olarak yüce zatına vacip kıldığı bir hak olduğu şeklindeki umumî prensibi bildirdi. Bu aynen şu ayet gibidir: "Rabbiniz kendi nefsine, rahmette bulunmayı takdir etti." (Enam, 6/54). Bu ayette kâfirlerin yenilgiye uğrayacakları tehdidi ve mü­minlerin zaferle müjdelenmesi vaadi ifade edilmektedir.

İbni Ebî Hatim, Taberanî, Tirmizî ve İbni Merdüveyh, Ebu'd-derdâ (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Din kardeşinin ırzını koruyan hiçbir müslüman yoktur ki kıyamet günü onu cehennem ateşinden korumak Allah'ın üzerine bir hak olmasın." Efen­dimiz (s.a.) sonra şu ayeti okudu: "Müminlere yardım etmek bizim üzerimi­ze bir hak olmuştur." (Rum, 30/47).

Allah Tealâ bundan sonra yağmurun döküldüğü bulutun yaratılış şek­lini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Rüzgârları gönderip onlarla bulutları yürüten, gökte bulutları diledi­ği gibi yayan ve parça parça ayıran Allah 'tır." Yani rüzgârları hikmetine uygun olarak ve iradesinin gereği olarak istenilen yöne yürüten, rüzgârlar­la bulutları harekete geçiren ve sessizlikten sonra onları yürüten, gökyü­zünde yayan, toplayan ve yoğunlaştıran, azdan çok kılan, sonra da onları değişik hacimlerde parça parça kılan bazan hafif bulutlar, bazan da deniz tarafından rutubetle dolu, su zerrecikleriyle ağırlaşmış bulutlar kılan Al­lah'tır.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rahmetinin önünde müj­deci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. Rüzgârlar yağmur yüklü bulutla­rı taşıdığında onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her tür­lü ürünü yetiştiririz. Ölüleri de bunun gibi diriltip çıkarırız. Belki bundan ibret alırsınız." (A'raf, 7/57).

"Derken bunların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Artık onu kullarından dilediğine nasip ettiği zaman bundan memnun olurlar." Yağmu­run veya damlaların bu bulutun ortasından çıktığını görürsün. Allah bu yağ­muru iradesiyle bazı kullarına ve bazı beldelere indirdiği zaman buna ihti­yaç duydukları için bunun kendilerine inmesine ve ulaşmasına sevinirler.

"Min hilâlihi: Bunun esnasında" kelimesindeki zamir görüldüğü gibi buluta râcidir. Zira söz konusu edilen odur.

"Halbuki onlar üzerlerine yağmur indirilmeden önce ümitsizliğe kapıl­mışlardı. " Onlar bu yağmurun yağmasından önce, yağmurun indirilmesin­den ümitsiz iken Allah onların üzerlerine bu yağmuru indirir. Böylece yağ­masından neredeyse tamamen ümit kestikleri bu yağmurun ansızın yağ­ması sebebiyle sevinçleri gönüllerinde çok tesirli olmuştu. "Kablihi" keli­mesinin tekrarı tekid içindir.

Ayetin toplu manası şöyledir: Onlar bu yağmur yağmadan önce ona muhtaç idiler. Onlar yağmuru gözetliyorlardı. Yağmur gecikmişti. Yağmur­dan ümit kestikten sonra yağmur ansızın geldi. O kurak çorak arazileri her çeşit güzel bitkilerle yemyeşil oldu.

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak! O yeryüzüne ölümünden sonra nasıl canlılık veriyor?" Yani ey Rasulüm! Ey O'na tâbi olanlar! Allah'ın rah­metinin eserlerinden bir eser olan yağmura; incelemek, basiretle bakmak ve delil olarak kabul etmek için bakın. Yağmurun, Allah'ın geniş rahmeti­ne ve muazzam kudretine delâlet edecek şekilde bitki, ekin ve ağaçlara canlılık vermek için nasıl sebep olduğuna bak.

Allah Tealâ bununla öldükten, ayrıldıktan ve parçalandıktan sonra ce­setlere hayat verilmesine dikkat çekerek şöyle buyurdu: "O elbette ölüleri de böyle diriltecektir. O her şeye kadirdir." Yani bunu yapan, ölüleri dirilt-

meye de muktedirdir. Ya da kuruduktan sonra yeryüzüne yeşillik ve bitki ile canlılık veren, ölüleri diriltmeye de kadirdir. Sadece Allah her şeye son­suz kudret sahibidir. Ne yerde, ne de gökte; ister ilk defa yaratma, isterse tekrar diriltme hususunda olsun hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Çürümüş kemikleri kim yaratacak? dedi. De ki: Onları ilk defa yaratan diriltecektir?" (Yasin, 36/78-79).

Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin kötü durumunu, iyilik ve güzellikle­ri görmezlikten geldiklerini, aynı metod üzere sebatkâr olmadıklarını be­yan etmektedir. Dolayısıyla kâfirlerin iyilikle sevindiklerini, sonra da kötü­lüklerle karşılaştıklarında iyiliklerden ümitlerinin kesildiğini görürsünüz.

"'Yemin olsun ki, eğer bir rüzgâr göndersek de bitkileri sararmış halde görseler mutlaka bunun ardından inkâra başlarlar." Yani Allah'a yemin ol­sun ki, eğer biz bitki, ekin ve meyvalara zararlı, ya da zehirli, sıcak yahut soğuk bir rüzgâr göndersek de bu ekinlerin sararmış olduğunu, yeşillikten sonra bozulmaya meylettiğini görünce, bu sevinç ve sürürdan sonra Al­lah'ın kendilerine ihsan ettiği nimetleri inkâr etmeye, nankörlük yapmaya başlarlar. [61]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:

1- Allah'ın mükemmel kudretinin delillerinden biri yağmuru müjdele-yici olarak rüzgârların gönderilmesidir. Zira rüzgâr yağmurdan önce gel­mektedir. Bereketli yağmur ve verimlilik Allah'ın rahmetinin eserlerinden biridir.

Yine rüzgârın özelliklerinden biri rüzgârın esmesiyle denizde gemile­rin seyretmesidir. Gemilerle yolcular ve ticaret erbabı yolculuk yapar, tica­ret malları bir bölgeden diğerine taşınır ve böylece rızık vesilesi ticaretle elde edilir. Bütün bunlar Allah'ın birliğini tanıyıp Ona itaat etmek suretiy­le şükretmeyi gerekli kılan, Allah'ın nimetlerinden ve lütuflarındandır.

2- Nübüvvet ve risalet de doğrulanması ve teyid edilmesi gereken Al­lah'ın nimetlerindendir. Fakat kâfirlerin zorba tavırları ve inatçılıkları kendilerini eskiden ve yakın tarihte peygamberlerin risaletlerini yalanla­maya sevketmiştir.

Cenab-ı Hak çeşitli ümmet, kavim ve halklara nurlu hüccetler ve mu­cizelerle teyid edilen pek çok rasuller göndermiş, onlar da bu peygamberle­ri yalanlamışlar, onlara eziyet etmişler ve onlarla alay etmişler, risaletleri­ni inkâr etmişlerdi.

Allah da küfredenlerden intikam aldı, müminleri kurtardı, düşmanla­rına karşı onlara yardım etti. Allah'ın değişmez kanunu (Sünnetullah) mü­min kullarına yardım etmektir. Bu doğru bir haberdir. Allah vaadinden as­la dönmez. O'nun haberinde cayma yoktur.

3- Allah Tealâ ayrıca bulutların oluşum şeklini de haber vermektedir. Buna göre Allah, rüzgârları gönderir, rüzgârlar da bulutları harekete geçi­rir ve onları bir yerden diğerine nakleder. Sonra bunları yayar ve ilâhî dile­mesi, iradesi ve hikmetine uygun olarak bulutlan havada toplar ve onları farklı hacim, ağırlık ve keyfiyette parçalar haline getirir. Bulutlar bazan hafif olurlar, bazan da su ile dolu ağır bulutlar olur. Allah bazı kullarına yağmur indirdiği zaman da kendilerine yağmur yağmasından sevinç du­yarlar.

Halbuki onlar yağmurun uzun müddet kesilmesi sebebiyle üzerlerine yağmur yağmadan önce ümitsiz ve üzgün idiler. Allah Tealâ da insanların sıkıntılı durumuna işaret etmek için yağmurun yağmasından önceki üzün­tü ve kederli durumlarını ve sonra bu durumun sevinç ve ferah haline dö­nüştüğünü ifade etti.

"Min kablihi: Daha önceden" ifadesi nahivcilerin çoğuna göre tekid içindir. Bu tıpkı şu ayet gibidir: "Nihayet her ikisinin de sonucu gerçekten ateşin içinde ebedî kalıcı olmalarıdır." (Haşr, 59/17).

Razî diyor ki: "Min kabli en yünezzele aleyhim min kablihi" denmesi daha evlâdır. Yani rüzgârların gönderilmesinden önce demektir. Zira rüz­gârın gönderilmesinden sonra tecrübeli kişi rüzgârda yağmur olup olmadı­ğını bilir. Dolayısıyla yağmurdan önce rüzgâr estiği zaman ümitsizlik hali olmaz. Ancak bulutları görmesi ve rüzgârın esmesi sebebiyle zann-ı galiple yağmuru ümid edebilir. Bunun için "min kablihi" denmiştir. Yani daha önce zikredilen rüzgârların gönderilmesi ve bulutların yayılması durumundan önce ümitsizlik durumunun meydana geldiğini açıklamak için bu ifade kul­lanılmıştır.[62]

4- Yağmurun yağmasının tabiî sonucu bununla buna kadir olanın ölü­leri diriltmeye kadir olduğuna işaret etmektir.

Cenab-ı Hakk'ın "İşte bu ölüleri diriltendir. O herşeye gücü yetendir." ayeti bir çeşit kıyas olup buna, görünmeyen şeyi görünen şeye kıyas etmek (Kıyasü'l-gaibi ale'ş-şahid), ya da görüneni görünmeyene delil saymak adı verilmektedir. Yani bitkilere can verilmesi olayı ile benzeri olan öldükten sonra diriliş isbat edilmektedir.

5- Müşrikler inançlarında dengesiz ve tereddütlüdürler. Onları iyilik anında sevinç içerisinde, sıkıntı anında ümitsiz ve kederli görürsünüz.

Bunun benzeri şudur: Rüzgâr onların bitkilerini yakıp kavurduğu, sapsarı hale getirip kuruttuğu zaman nankörlük eder ve yaratıcının varlı­ğını inkar ederler, Allah'ın kendilerine başka zaman verdiği nimetleri bil­mezlikten gelirler. Halbuki daha önce Allah onları peşpeşe bir nimet seline boğmuştu. Onlar değişken olup sebatkâr değillerdir. Tek bir hal üzerine de­vam etmezler. Geçmiş ve gelecek şöyle dursun şu içinde bulundukları du­rum hakkında bile kısır görüşlüdürler. [63]

 

Hz. Peygamber (S.A.)'İn, Davetinden Yüzçevrilmesine Karşı Teselli Edilmesi:

 

52- Sen hiç şüphesiz ölülere duyu­ramazsın. Arkalarını dönüp giden sağırlara da (bu daveti) duyura-

53- Sen kör olanları sapıklıklarıntan kurtarıp hidayete erdiremezsin. Sen (davetini) ancak müslüman olarak ayetlerimize iman edenlere duyurabilirsin.

 

Belagat:

 

"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın." istiare-i tasrihiyyedir. Kâfir­ler Nebevî risaletin delillerini ibret ve öğütleri anlama ve düşünme şeklin­de bir dinleme ile dinlememeleri hususunda sağırlara ve ölülere benzetil­mektedir. [64]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın." Düşünüp ibret almak için din­lemelerini temin edemezsin. Çünkü onlar duyularını Hakk'a kapatmışlardır.

"Arkalarını dönüp giden sağırlara da duyuramazsın" Son derece im­kânsız olduğunu göstermek için arkalarını dönüp gitme kaydını koymuş­tur. Çünkü sağır, dinlemek için muhataba yöneldiği zaman sözü duymasa da dilin bazı hareketleri vasıtasıyla birtakım şeyleri anlayıp yararlanabilir.

"Sen kör olanları sapıklıklarından kurtarıp hidayete erdiremezsin." Kâfirler görme duyusunun gerçek maksadını kaybettikleri için "kör" diye adlandırılmışlardır.

"Sen ancak müslüman olarak" kendilerine emrettiğin şeye boyun eğen ihlaslı kimseler olacak "ayetlerimize" Kur'an'a "iman edenlere," müminlere "duyurabilirsin." Kabul ettirebilirsin. Çünkü onların iman etmiş olmaları, onların lafzı öğrenmelerine ve manayı düşünmelerine sevkeder. [65]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Tevhidin ve dirilişin delillerini, peygamberlerin vazifelerini, vaad ve vaîdi, Hz. Peygamber (s.a.)'in davetinden yüzçevirilmesi durumunu beyan ettikten sonra; Rabbi, peygamberinin gördüğü Hak'tan yüzçevirilmesi ve inatçılıkta devam edilmesi karşısında onu teselli etti.

Müşrikler, hidayet delillerini ibret alma ve düşünme anlamındaki din­lemeye istidatlı olmamaları sebebiyle ölülere, sağırlara ve körlere çok ben-ziyorlardı. Kendilerine benzetilen kimseler yüzçevirme derecelerine göre sıralama yapılmıştır. Kör olan kimse pek çok şeyi idrak edip anlar, ama onu irşad etmek zordur. Sözü sadece işaretle anlayan sağır kimseyi irşad etmek çok daha zordur. ÖZünün irşad edilmesi ise imkânsızdır. [66]

 

Açıklaması:

 

"Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönüp giden sağır­lara da duyuramazsın."

Ey peygamber! Tevhid ve diriltmeye kadir olma delillerini beyan ettik­ten, müşrikleri tehdit edip vaidde bulunduktan sonra, müşriklerin senin davetinden yüzçevirmelerinden dolayı üzülme ve telaşa kapılma. Çünkü sen ölülere bir şey anlatamazsın, ya da onların ibret alma ve düşünme amacıyla seni dinlemelerini temin edemezsin. Sen bu davetini işitmeyen ve aynı zamanda bununla birlikte sana arkalarını dönen, senin sözüne ve hi­dayetine yönelmeyen sağır kimselere de bu davetini duyuramazsın.

Onlar dış görünüş itibariyle işitmelerine rağmen kabirlerdeki ölülere benzerler. Hidayet yollarını kapattıkları ve Hak sözü duymamak için arka­larını döndükleri ve seni anlamak ve idrak etmeye istidatları da bulunma­dığı için işitme duyusunu kaybeden sağırlar gibidir. Onlar aynı zamanda körlere benzerler. Nitekim şöyle buyurulmaktadır:

"Sen kör olanları sapıklıklarından kurtarıp hidayete erdiremezsin." Yani hakkı görmeyenleri hidayete erdirmek ve onları sapıklıklarından çe­virmek senin gücünün yeteceği şeyler değildir. Hidayete erdirmek Allah'a aittir. Zira O, kudretiyle dilerse ölülere dirilerin seslerini işittirir. Dilediği­ni hidayete erdirir, dilediğini saptırır. Bu O'ndan başka hiçbir kimsenin hakkı değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Sen ancak müslüman olarak ayetlerimize iman edenlere duyurabilir­sin. " Yani ey Rasulüm! Sen istifade etmeye sebep olacak bir duyuruyu, sa­dece Kur'an'ı ve Kur'an'ın ihtiva ettiği tevhid delillerini ve herşeye mukte­dir olan ilâhî kudretin delillerini tasdik eden mümin kişiden başkasına ya­pamazsın. Mümin Allah'ın ayetleri kendisine okunduğu zaman bunları dü­şünür ve anlar; bunlara yönelir, bu ayetlerde yer alan hususlarla amel eder, nehyedilen hususlardan da uzaklaşır. Bunlar müminlerdir. Yani em­rettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'a itaat eden, emrine icabet edip bo­yun eğen kimselerdir. Onlar Hakkı duyan ve Ona tâbi olan kimselerdir. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:

1- İnkarcılıkta geçmişlerini taklit etme alışkanlığına kapılan, akılları dumura uğrayan, basiretleri körleşen inatçı ve gururlu müşriklerin hida­yete ermesine hiçbir imkân ve ihtimal yoktur.

2- Ancak Allah'ın öğütlerini; tevhid delillerine kulak veren, hidayet delilleri ortaya konduğu zaman hidayeti kabul etmeye müsait olan mümin­lere duyurmakta fayda vardır.

3- "Sen hiç şüphesiz ölülere duyuramazsın." ayetinden maksat düşün­me, anlama ve ibret alma manasındaki duymadır. Bu ayet Sünnet-i Nebe-viyye'de ölülerin, dirilerin sözlerini duyabileceği şeklindeki sabit ve sahih hadislerle çelişki teşkil etmemektedir.

Abdullah b. Ömer (r.a.)'in rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) Bedir kuyusuna atılan ölülere savaştan üç gün sonra hitap etmiş, onları azarlamış ve tekdir etmişti. Hatta Hz. Ömer (r.a.) Peygamberimiz'e:

- Ya Rasulallah! Kokmuş, cifeler haline gelen topluluğa ne diye hitap ediyorsun? demiş. Efendimiz:

- Nefsimi kudretinin elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, siz benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz. Fakat onlar cevap veremez­ler, demişti.

Bu pek çok delille teyid edilen sahih bir haberdir. Bunlardan biri İbni Abdülberr'in, sahihtir, diyerek İbni Abbas (r.a.)'den -merfû- olarak rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "Bir kimse dünyada tanıdığı birinin kabrine uğra­yıp selâm verirse, Allah o kabir sahibine ruhunu iade eder, o da selâm alır." Yine Peygamberimiz (s.a.)'den ümmetine kabir ehline selâm veriş şeklini tarif ederken dirilere hitap eder gibi: "es-Selâmü aleyküm yâ dara kavmin müminin" (Ey mümin topluluğunun yurdu! Allah'ın selâmı üzerinize olsun) demeleri sabit olmuştur.

Bu, duyan ve anlayan kimseye yapılan hitap şeklidir. Bu hitap olma­saydı tamamen yok olan ve cansız olana hitap makamında olurdu.

İbni Ebi'd-Dünya'nm Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kardeşinin kabrini ziyaret edip onun ya­nında oturan hiçbir kimse yoktur ki kabir sahibi ondan memnun olmasın ve kalkıncaya kadar ona cevap vermesin."

Ebu Hüreyre (r.a.) diyor ki: "Kişi tanıdığı birinin kabrine uğrar, ona selam verirse, o da onun selâmını alır."

Selef âlimleri bu hususta icma etmişler, ölülere selâm verilmesini meşru' olarak kabul etmişlerdir.

Kabir sahiplerinin bu durumu hissettiklerine ve selâm vereni bildikle­rine delâlet eden, Müslim'in Büreyde'den rivayet ettiği hadis-i şerife göre Peygamberimiz (s.a.)'in ümmetine, kabirleri gördükleri zaman şöyle deme­lerini öğretmiş olmasıdır: "es-Selâmü aleyküm ehle'd-diyari mine'l-müminin ... Ey müminler diyarının halkı! Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Biz de inşaallah size katılacağız. Allah bizden ve sizden önce gelenleri de, sonra gelecek olanları da rahmetine nail eylesin. Biz bizim ve sizin için Al­lah'tan afiyet niyaz ediyoruz."

Bütün bunlar mezarlıklarda, duyan, hitap edilen, anlayan ve her ne kadar selâm veren kimse işitmese de, selâma cevap veren bir varlığa selâm verildiği, hitap edildiği ve nida edildiğine delâlet etmektedir.[68] 

 

İnsan Hayatının Merhaleleri:

 

54- Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından size kuvvet veren, sonra kuvvetin ardın-

dan tekrar güçsüzlük ve yaşlılık  veren Allah'tır. O, dilediğini yaratır. O her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir olandır.

 

Belagat:

 

"Za'f ve "kuvvet" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Alîm" (her şeyi gayet iyi bilen), "Kadir" (sonsuz kudret sahibi olan) ke­limeleri mübalağa sığalarıdır. Manaları ilmi ve kudreti tam olan demektir. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizi zaaftan yaratan", sizi zayıf bir asıldan -yani nutfeden- yaratan ya da sizi ilk defa zayıf olarak yaratan ve sizin ilk durumunuzu zafiyet, güçsüzlük kılan Allah'tır. Bu aynen "İnsanoğlu zayıf olarak yaratıldı." (Ni­sa, 4/28) ayeti gibidir. Za'f, kuvvetin zıddıdır. "sonra diğer bir zaafın ardın­dan size kuvvet veren," yani çocukluktaki güçsüzlükten sonra buluğ çağın­dan sonra 'gençlik kuvvetini veren, "sonra kuvvetin ardından tekrar güç­süzlük ve yaşlılık veren " yani yetişkinlik kuvvetinden sonra yaşlılık ve ihti­yarlık veren "Allah'tır. O" güçsüzlük, kuvvet ve gençlik gibi "dilediğini ya­ratır. O her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir olandır." Yani Allah'ın irade­siyle insanın uğrayacağı bu merhaleler ve bu durumlar ilim ve kudretin varlığına delildir. O yaratıkların idaresini çok iyi bilir, dilediği her şeye muktedirdir. [70]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah'ın birliğine delâlet eden rüzgârların gönderilmesi ve yağmurun yağdırılması gibi dış dünyadaki delillerin beyan edilmesinden sonra Allah Tealâ buna nefislerden bir başka delil daha zikretti. Bu da Âdemoğlunun yaratılması ve onun kâmil bir ilim ve mükemmel bir kudrete ihtiyaç duya­cağı çeşitli merhalelerden geçmesidir. Bu iki vasıf ise Allah'tan başka hiçbir kimsenin taşımadığı vasıflardır. [71]

 

Açıklaması:

 

"Sizi bir zaaftan yaratan, sonra diğer bir zaafın ardından size kuvvet veren, sonra kuvvetin ardından tekrar güçsüzlük ve yaşlılık veren Allah'tır."

Yani insanın yaradılışının çeşitli merhalelerinde, bir halden diğerine geçmesini takdir eden Allah'tır. O, insanın aslını topraktan, sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından, sonra da et parçasından kılmıştır. Daha sonra onun kemiklerini meydana getirmiş, sonra kemiklere et giydirmiş ve buna ruhu üflemiştir. Sonra da onu annesinin karnından zayıf, güçsüz, kuvvet­siz olarak çıkartmıştır.

Ayette geçen "min da'fin" kelimesi onu başlangıçta zayıf olarak yarattı demektir.

İnsanoğlu yavaş yavaş büyür, önce çocuk olur. Sonra bulûğ çağındaki bir genç olur. Gençlik devresi, güçsüzlükten sonraki kuvvet devridir.

Daha sonra da yetişkinlikten itibaren yaşlılığa ve ihtiyarlığa doğru gi­den güçsüzlük devri gelir. Bu devir de kuvvetten sonraki güçsüzlük devri­dir. Artık gayret ve hareketlilik zayıflar, görünen ve görünmeyen vasıflar değişmeye başlar.

Bu bir halden diğerine geçiş, değişim ve tedricî gelişim yaratıcı ilâhî kudrete delildir ve müşriklerin inkâr ettikleri öldükten sonra dirilişin bur­hanıdır. Zira bu değiştirmeye ve geliştirmeye muktedir olan ilk hayata ay­nı şekilde çevirmeye de muktedirdir. Kudreti mükemmel ve ihatalı olan bi­rini insanın nisbî kudretiyle karşılaştırmak doğru değildir. Ne ilk yaratılış­ta, ne de tekrar iade edilmede hiçbir şey Onu âciz bırakamaz.

"O dilediğini yaratır. O her şeyi gayet iyi bilen, her şeye kadir olandır." Yani o dilediği şeyi yapar. Güçsüzlük, kuvvet, ilk defa yaratma, diriltme gi­bi dilediği her şeyi vareden ve eşsiz bir şekilde yaratandır. Kullarında dile­diği şekilde tasarrufta bulunur.

O mahlûkatının idaresini tam bir ilimle gayet iyi bilen, dilediğine mü­kemmel ve ihatalı bir kudretle muktedir olandır. Onun kudretinin eserle­rinden biri insanlara hayat vermek, öldürmek, sonra dilediği zaman onları yeniden diriltmektir. [72]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet, insanın ibret alması ve derhal Allah'a ve ahiret gününe iman etmeye koşması için insan nefsinde bulunan, Allah'ın kudretine ait bir baş­ka delili ihtiva etmektedir.

Zira hareketsiz ve cansız âlet aynı çizgide devam eder. Çünkü onun sanatkârı olan insanın kudreti sınırlıdır. Ama iniş çıkışı, güç ve zafiyeti farklı farklı üç ayrı merhaleden geçen insanoğlu aynı durumda kalmamak­ta, devamlı değişmektedir.

Değişim ve gelişim hiçbir düzenleyici ve değiştirici olmaksızın sadece tabiî bir olaydan ibaret değildir. Bu değişim merhalelerinden her biri eşsiz bir yaratıcıya, muazzam bir kudret sahibine muhtaçtır. Buna da tekvin (varetme), irade, emir ve kâmil bir nüfuz sahibi olan Allah'tan başkası güç getiremez. Dilediği güç ve zafiyeti yaratan yalnız O'dur. O, hâkim olduğu şeyi gayet iyi bilen, dilediği her şeye kadir olandır. O, dilediğini tam manâ­sıyla yerine getiren, mahlûkatında dilediği gibi tasarrufta bulunandır. [73]

 

Öldükten Sonra Diriliş Durumları Ve Bunların Dünya Halleriyle Karşılaştırılması:

 

55- Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin eder­ler. Onlar (dünyada haktan) böyle döndürülüyorlardı.

56- Kendilerine ilim ve iman veri­lenler de: "Şüphesiz sizler Allah'ın takdir ettiği dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu da yeniden diriliş günüdür. Fakat siz bunu bilmiyor­dunuz." derler.

57- Artık o gün zalimlere mazeretleri fayda vermez. Artık kendile­rinden (Allah'ı hoşnut edecek şey­lere) dönmeleri de istenmez.

 

Belagat:

 

"Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." Ayette geçen biri "kıyamet", diğeri de "be­lirli zaman müddeti" mânâsına gelen "es-Saat" kelimeleri arasında tam ci­nas vardır. [74]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kıyamet koptuğu gün" ifadesinde kıyamet "saat" kelimesiyle adlandı­rılmıştır. Çünkü kıyamet, dünya saatlerinin son saatinde meydana gele­cektir. Ya da kıyamet ansızın meydana gelecektir. Tıpkı Zühre için "kev-keb" kelimesi kullanıldığı gibi, tağlib yoluyla "saat" kelimesi kıyamet için özel bir isim haline gelmiştir. "... günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." Kâfirler dünyada ya da kabirlerde kı­sa bir zamandan fazla bulunmadıkladıklarına yemin ederler. "Onlar" dün­yada "haktan böyle döndürülüyorlardı." Dünyada kalma müddeti hakkın­da gerçekten yüzçevirdikleri gibi dünyada da aynı şekilde öldükten sonra dirilme v.b. gerçek söz ve doğruluk şeklindeki haktan böyle döndürülüyor­lardı.

"Kendilerine ilim ve iman verilenler de" melekler ve mümin insanlar: "Şüphesiz sizler Allah'ın" kitabındaki yani ezelî ilminde veya hükmünde

"takdir ettiği dirilme gününe kadar" dünyada "kaldınız. İşte bu da" sizin inkar ettiğiniz "yeniden diriliş günüdür. Fakat siz" (dünyada) "bunu" bu­nun meydana gelecek bir gerçek olduğunu "bilmiyordunuz, derler."

"Artık o gün" bakışlarındaki ihmalleri sebebiyle "zalimlere" bu diriliş gününü inkar etmeleri hususundaki "mazeretleri" özürleri "fayda vermez. Artık kendilerinden" Allah'ı hoşnut edecek şeylere, yani Allah Tealâ'yı razı edecek hususlara "dönmeleri de istenmez." [75]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

İnsanın ilk gelişimindeki yaradılışı hususundaki tevhid delillerini ve yeniden diriliş ve tekrar hayata dönüş delillerini beyan ettikten sonra, Al­lah Tealâ öldükten sonra dirilme ahvalini, bunun dünyadaki durumlarla karşılaştırılmasını ve kıyamet günü iman ehliyle mücrimler arasında mey­dana gelecek tartışmaları ve kâfirlerin dünya ve ahirete dair bilgisizlikleri­nin ortaya çıktığını zikretmektedir. Bu bilgisizlikler kâfirlerin dünyada putlara tapmaya yönelmeleri, ahirette ise dünyada sadece bir saat, kısa bir zaman kalacaklarına dair yemin etmeleridir. [76]

 

Açıklaması

 

"Kıyamet koptuğu gün günahkârlar dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler." Yani kıyamet koptuğu ve Allah'ın insanları kabirlerinden çıkarıp dirilttiği, insanların müddeti uzun, büyük ve kor­kunç olaylara maruz kaldığı gün, günahkâr kâfirler dünyada ya da kabir­lerde bir saatten fazla, yani kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına yemin ederler. Bununla kendileri aleyhlerine hüccet ortaya konulmaması amacını gütmektedirler. Onlar kendilerinin içinde bulundukları ihmallerini mazur göstermek için dünyada makul bir süre bekletilmediklerine yemin ederler.

Bu ifade dünyanın müddeti ne kadar uzun olursa olsun ahiretle karşı­laştırıldığı zaman dünyanın müddetinin kısalığına ve kötü akıbetle uyarı­lan kimselerin yaşadıkları müddeti azımsadıklarma, kendilerine hayır va-adedilen kimselerin ise yaşadıkları müddet ne kadar kısa olursa olsun, bu müddeti çok görmektedirler: "Sanki onlar dünyayı gördüklerinde dünyada bir akşam ya da kuşluk vakti kalmış gibidirler." (Naziat, 79/46).

"Onlar böyle döndürülüyorlardı." Onlar dünyada kalma müddeti hak­kında hakikati ve gerçeği takdir etmede bu şekilde haktan yüzçevirdikleri gibi haktan batıla, doğruluktan yalancılığa döndürülmektedirler.

Bununla anlatılmak istenen husus: Onların kısa bir zamandan fazla kalmadıklarına dair sözlerinde ve yalan üzerine yemin etmelerinde yalan­cıdırlar. Onlar dünyanın ziynetine, metaına ve süsüne aldanmışlardır. Bu-

nu bildikleri zaman, bu onları inatçılığı terketmeye ve hak yoluna girmeye sevkedebilir.

Buna göre onların küfürde ısrar etmeleri, Hakk'ı düşünmekten, öldük­ten sonra dirilişe ve ahiret gününe inanmaktan yüzçevirmeleri sebebiyledir.

Cenab-ı Hak kıyamet sahnesinde müminlerin kâfirlere verecekleri ce­vabı zikrederek şöyle buyurdu:

"Kendilerine ilim ve iman verilenler de: "Şüphesiz sizler Allah'ın tak­dir ettiği dirilme gününe kadar (dünyada) kaldınız." derler." Yani ahireti bilen müminler kendilerinin dünyada kısa bir zamandan fazla kalmadıkla­rı görüşünde olan ve buna yemin eden, öldükten sonra dirilişi inkâr edenle­re şöyle cevap verirler: Sizler hiç şüphesiz Allah'ın ilmi ve hükmünde yara­tıldığınızdan dirildiğiniz zamana kadar dünyada uzun müddet kaldınız.

Bu ayette bilgi sahibi olan müminin dünyada bekleme müddetini çok gördüğüne işaret edilmektedir. Zira mümin cennet nimetlerini ve cennette ebedi kalmaya hasret olup akıbetin cennet olduğunu gayet iyi bilmekte, do­layısıyla dünyadaki müddeti çok uzun saymakta, gecikme istememektedir.

"işte bu da yeniden diriliş günüdür. Fakat siz dünyada bunu bilmiyor­dunuz, derler." Yani siz dirilişi inkâr eden kimselerseniz, işte inkârı imkân­sız olan ve gerçekleşen diriliş günü. Bununla sizin dirilişi inkâr etmenizin asılsız olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak sizin görüşünüzdeki ihmalkârlığı­nız ve bunun sabit olduğuna dair delillerden gafil olmanız sebebiyle, bu­nun meydana çekecek bir hak olduğunu bilmiyorsunuz.

"Artık o gün zalimlere mazeretleri fayda vermez. Artık kendilerinden (Allah'ı hoşnut edecek şeylere) dönmeleri de istenmez." Yani kıyamet günü o kâfir zalimlerin yaptıklarından özür veya mazeret dilemeleri fayda verme­yecek, onların tevbe etmeleri kabul edilmeyecektir. Zira tevbe zamanı, amel vakti olan dünya hayatıdır. Âhirete gelince, ahiret amel vakti değil, amellerine karşılık verilmesi vaktidir.

"Artık kendilerinden (Allah'ı hoşnud edecek şeylere) dönmeleri de isten­mez." yani onlardan suçun tesirini giderecek tevbe ve itaat talep edilmez. Zira bu kabul edilmeyecektir. Onlar günahlarına karşılık ayıplanmayacak, sadece cezaya uğrayacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlardan Allah'ı hoşnut edecek şeyler istense bile onlar bunu yapamaya­caklardır." (Fussilet, 41/24). Zira onların durumları içinde bulunduğu du­rumdan dönen ve hoşnutluk isteyen kimsenin durumu değildir. [77]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden aşağıdaki neticeler elde edilmektedir:

1- Ahiretle karşılaştırıldığa zaman dünya hayatı çok kısadır.

2- Cenab-ı Hakk'ın "Onlar dünyada bir saatten fazla kalmadılar" ayeti kabir azabının inkâr edilmesi ya da onun basite alınması manasında değildir.

Peygamberimiz (s.a.)'in kabir azabından Allah'a sığındığı ve bundan Allah'a sığınılmasını emrettiği sahih hadislerde bildirilmiştir.

Buhari, Müslim ve diğer bazı âlimlerin Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerif şöyledir: Peygamberimiz (s.a.) Ümmi Ha-bibe'nin:

-  Allahım! Kocam Rasulullah, babam Ebu Süfyan, kadeşim Muaviye ile beni huzura erdir, diye dua ettiğini işitti ve şöyle buyurdu:

- Sen Allah'tan kesin tayin edilmiş ecel ve taksim edilmiş rızıklar hak­kında niyazda bulundun. Sen Allah'tan seni cehennem azabından ve kabir azabından korumasını iste."

3- Cenab-ı Hakk'ın "İşte onlar böyle haktan döndürülürler." ayeti, kâ­firlerin dünyada yalan söyledikleri ve Hak'tan batıla döndükleri gibi, dün­yada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin etmek suretiyle de yine Hak'­tan döndürülmüşlerdir.

Nitekim Kur'an onları şöyle tavsif etmektedir: "O gün Allah onların hepsini diriltecek ve O'nun huzurunda da -size yemin ettikleri gibi- yemin edeceklerdir. Onlar gerçek bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bi­lin ki onlar gerçekten tam anlamıyla yalancıların ta kendileridir." (Mücadi-le, 58/18). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sonra onların -başvu­racakları- fitneleri Rabbimiz olan Allah'a yemin ederiz ki biz hiçbir zaman Allah'a şirk koşanlardan olmadık, sözlerinden başkası olmayacaktır. Bak nasıl da vicdanlarına karşı yalan söylediler..." (En'am, 6/23-24).

4- Meleklerden ve insanlardan olup ahireti bilen Allah Tealâ'ya ve ahirete iman edenler, ahirete ve cennete olan arzularından dolayı dünya müddetinin çok uzun olduğunu kabul ederler.

Kâfirler ise dünyada kalma müddetini azımsarlar, ahiretteki azaptan çekinerek kabirde daha uzun müddet kalmayı ve mahşer yerinde toplan­manın ertelenmesini isterler. Bunun için müminler kâfirlere cevap olmak üzere: "Sizler dünyada ya da kabirlerinizde diriliş gününe kadar kaldınız ya!" derler.

5- Yaşanan olaylar en hayırlı şahid ve delildir. Bunun için müminler kâfirlere: "Eğer siz öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorsanız, işte sizin inkâr etmiş olduğunuz diriliş günü bugündür!" diyeceklerdir.

6- Ölüm ya da kıyamet günü geldiği zaman o gün ne kıyameti tanımak, ne de mazeret ileri sürmenin hiç faydası olmayacak, kâfirlerden ma­zeret beyan etmeleri -yani günahları silen tevbeye davet edilerek kendileri­nin tekdirden kurtulmaları- istenmeyecek, o zaman tevbe etmeleri de ka­bul edilmeyecektir. Zira tevbenin vakti ve mükellefiyet vakti olan dünya hayatı geçmiş, önlerinde sadece ceza ve mükafat yurdu kalmıştır. Dolayı­sıyla onlar işledikleri amellerine göre ceza göreceklerdir. [78]

 

Akide Delillerini Beyan Etme Hususunda Kur'antn Metodu, Peygamberimiz (S.A.)'E Eziyetlere Karşı Ve Davet Yolunda Sabretmenin Emredilmesi:

 

58- Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik.

Yemin olsun ki, sen onlara bir ayet getirsen inkâr edenler, mutlaka:

"Siz ancak batılla uğraşıyorsunuz." (hakkı) rin kalplerini böyle mühürler.

60- Sen sabret. Şüphesiz Allah'ınvaadi haktır. Kesin bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe (sabırsızlığa) düşürmesin.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik." Yani biz onlara Kur'an'da tevhidin, öldükten sonra dirilişin ve Rasulullah (s.a.)'in doğruluğunun delillerini uyarı mahiyetinde olan misallerle birlikte açıkladık. "Yemin olsun ki" ya Muhammed "sen onlara" Kur'an ayetlerin­den "bir ayet", bir mucize "getirsen", onlardan "inkâr edenler mutlaka" aşırı derecede inatçılıklarından ve katı kalpliliklerinden dolayı: "Siz ancak ba­tılla uğraşıyorsunuz." Yani siz ey peygamber ve müminler batıl sözler pe­şindesiniz, boş şeylerin peşindesiniz "derler."

"İşte Allah (hakkı) bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler." İlim talep etmeyen ve inandıkları hurafeler üzerinde ısrar eden bu bilgisiz kimselerin kalplerine bu şekilde mühür vurulacaktır. Zira bilmediği halde bildiğini id­dia etmek, gerçeğin idrak edilmesine engel olmakta ve haklının yalanlan­masına sebep olmaktadır.

Ey Peygamber! Kavminin eziyetine ve davetine karşı "Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın" kavmine karşı sana yardım edeceği ve senin dinini bü­tün dinlere hakim kılınacağı şeklindeki "vaadi haktır." Mutlaka gerçekle­şecektir. "Kesin bir imana sahip olmayanlar" seni yalanlamaları ve sana eziyet etmeleri sebebiyle "seni hafifliğe düşürmesinler." Seni basitliğe, taşkınlığa ve sabrı terketmek sebebiyle tereddüde sevketmesin. Yani sabrı el­den bırakma. Zira bu kimseler sapıktırlar. [79]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Tevhidin, öldükten sonra dirilişin ve Rasulullah (s.a.)'in doğruluğunun delillerini beyan ettikten sonra Allah, sureyi Kur'an'm icmali vasfını açıkla­yarak sona erdirdi. Kur'an'm bu icmali vasfı ise daha sonra kimsenin maze­ret ileri sürmemesi için her türlü uyarıyı bulunduran, insanlık için son de­rece yararlı bir kitap olmasıdır.

Cenab-ı Hak bunun ardından Kuranın bütün hedeflerini, davetini tebliğ etmede son noktaya ulaşan ve kendisinin hiçbir kusuru olmayan Rasulullah (s.a.)'in eliyle gerçekleştirdiğini beyan etti.

Kâfirler eğer Kur'an'dan ve bu Peygamber'den başka bir şey talep ederlerse bu inatçılıktır, bundan sonra hiçbir açıklama onlara fayda verme­yecektir. Zira kim bir delili yalanlamayı basite alırsa, bütün delilleri yalan­lamak ona kolay gelecektir. [80]

 

Açıklaması:

 

"Şüphesiz ki biz bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik." Yani biz onlara gerçeği beyan edip açıkladık ve Hakk'ı anlayıp ona uymaları için yaratıcının birliğine, öldükten sonra dirilişe ve Rasulullah (s.a.)'in doğrulu­ğuna delâlet eden misalleri verdik. Allah'a daveti tebliğ etmede Rasulullah (s.a.) tarafından hiçbir kusur meydana gelmemiştir. İnsanlar bundan sonra bir şey talep ederlerse bu inatçılık olur. Zira kim bir delili yalanlamayı önemsiz görürse inançsızlık ve inatçılıkla bütün delilleri yalanlamak ona zor gelmeyecektir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:

"Yemin olsun ki, sen onlara bir mucize getirsen inkâr edenler, mutlaka: "Siz ancak batılla uğraşıyorsunuz." derler."

Yani Allah'a yemin olsun ki, onlar ister kendilerinin, isterse başkaları­nın teklifiyle olsun hangi mucizeyi görürlerse görsünler, bu mucizelere iman etmezler, bunun sihirbazlık ve batıl olduğuna inanırlar. Ey peygam­ber ve ey müminler! Siz batılı ortaya koyan ve buna tâbi olan batıl, hü­kümsüz bir topluluksunuz, derler.

Bu tıpkı onların ayın ayrılması v.b. mucizelerde söyledikleri şekilde­dir: "Kendileri üzerine Rablerinin hükmü gerçek olan kimseler acıklı bir azab görmedikçe hangi mucize gelirse gelsin onlar iman etmezler." (Yunus, 10/96-97).

Onların inatçılıkla ve kibirlilikle imandan yüzçevirmeleri Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi kalplerinin damgalanmasına sebep olmuştur:

"İşte Allah (hakkı) bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler." Bu gibi mühürleme, hayırdan ve haktan mahrumiyet ile Allah, istidatları olmadığı ve geçmişlerin taklitçiliği üzerine ısrar etmeleri ve hurafelere inanmaları sebebiyle, Kur'an-ı Kerim'deki açık ayetlerin gerçek yönünü bilmeyen ve bunu öğrenmeyen bilgisiz kimselerin kalplerini mühürler.

Allah daha sonra Rasulü'ne, müşriklerin muhalefet etmeleri, eziyet etmeleri ve inatlarına karşı sabırlı olmasını emrederek şöyle buyurdu:

"Sen sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır." Yani ey Peygamber! Müş­riklerin eziyetine karşı sabret. Risaletini tebliğ etmeye devam et. Zira Al­lah'ın onlara karşı sana yardım edeceği ve senin onlara karşı zafer elde edeceğin ve hayırlı akıbetin dünya ve ahirette sana ve sana tâbi olanlara ait olacağı şeklinde Allah'ın sana verdiği vaadi hiçbir şüphe bulunmayan, değişmez bir gerçektir. Bu vaad mutlaka gerçekleşecek ve yerine gelecek­tir.

"Kesin bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe düşürmesin." Allah'a ve ahiret gününe yakînen iman etmeyenlerin söylediklerinden telaşa kapı­larak sakın hafifliğe ve endişeye kapılmayasın. Zira onlar sapık bir kavim­dir. Sen Allah'ın seni gönderdiği din üzerine sebat et. Çünkü bu hiçbir sap­ma olmayan gerçeğin ta kendisidir, daha doğrusu hakkın tamamı buna hastır. Bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'in imana davetine devam etmenin va­cip olduğuna işaret etmektedir.

İbni Cerir, İbni Ebî Hatim, İbni Ebî Şeybe, İbni Münzir, Hakim ve Beyhakî'nin rivayetine göre haricîlerden bir adam, Hz. Ali (r.a.) sabah na­mazını kılarken onun yanına geldi ve:

"Sana ve senden öncekilere vahyolundu ki eğer şirk koşarsan amelin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 39/65) ayetini oku­du. O sırada namaz kılan Hz. Ali (r.a.) ona kulak verdi ve dediğini anladı. Haricî'ye namazda şu ayeti okuyarak cevap verdi.

"Sabret. Zira Allah'ın vaadi haktır. Kesin imana sahip olmayanlar, se­ni hafifliğe düşürmesin." [81]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler şu hususları belirtmektedir:

1- Kur'an-ı Kerim insanlığa ve müslümanlara en büyük nimettir. Çün­kü o üstün beyanı ve açıklayıcı örnekleriyle insanlara muhtaç oldukları

her şeyi göstermekte, onları Allah'ın birliği ve peygamberlerin doğruluğu hususunda uyarmaktadır.

2- Eğer Hz. Peygamber (s.a.) önceki peygamberlerin gösterdikleri de­nizin yarılması, âsa v.b. maddî mucizeler gibi mucizeler ya da böyle bir Kur'an ayeti getirseydi, kâfirler: "Ey müminler topluluğu! Siz batıla uyan, sihirbazlık peşinde olan bir topluluksunuz." diyeceklerdi.

3- Allah nasıl küfür öncülerinin ve şirk liderlerinin kalplerine Allah'ın ayetlerini anlamayacak derecede mühür vurmuşsa aynı şekilde Allah'ın birliğini ve inanç esaslarım, ibret ve nasihatlerin gerçek yönünü, Allah'ın apaçık ayetlerini tanımayanların kalplerine de aynı şekilde mühür vurur. Böylece onlar inatçılıkları, Hak'tan yüzçevirmeleri, Hak, hayır ve tevhid davetini kabul etmeye müsait olmamaları sebebiyle kendilerine okunan bütün Kur'an'ı anlamayan kişiler olurlar.

4- Mümin, hiçbir şüphe bulunmayan Hak -yani İslâm dini- üzerinde sebat etmeli; Allah'a ve öldükten sonra dirilmeye inanmayan müşriklerin söz ve tavırlarından etkilenmemelidir.

"Kesin bir imana sahip olmayanlar seni hafifliğe düşürmesinler." ayetindeki hitap Peygamberimiz (s.a.)'edir, ama murad edilen ümmetidir. Zira hitabın Efendimiz (s.a.)'e tahsis edilmesinden murad imana davette devam etmenin vacip oluşudur. Zira Peygamberimiz (s.a.) sussaydı kâfirler: "O gö­rüşü değişen, prensiplerinde sebatkâr olmayan biridir." derlerdi. [82]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/45.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/45.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/ 45-46.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/46-47.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/48.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/48-49.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/49-51.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/51-53.

[9] Zemahşerî, 11/503.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/53-54.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/55.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/55-56.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/56.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/56-58.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/58-59.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/60.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/61-63.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/63.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/64.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/64-65.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/65.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/65-67.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/67-68.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/70.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/70-71.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/71.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/72.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/72-76.

[30] a.g.e.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/76-79.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/79.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/80-81.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/81.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/81-82

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/82-83.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/84.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/84-85.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/85.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/85-87.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/87-88.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/89-90

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/90.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/90-92.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/92-93.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/94.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/94-95.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/95.

[49] Buhari, Müslim, Neseî, Tirmizi, İbni Mace ve İbni Huzeyme Sahih 'inde bu hadisi Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/95-97.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/98-99.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/100.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/101.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/102.

[55] Zemahşeri, ΙΙ/511.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/102-104.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/104-105.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/106-107.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/107-108.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/108.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/108-111.

[62] Razî; XXV/133. Ebu Hayyan ise Bahru'l-Muhit'te (VII/179) şöyle demektedir: Atıyye ve Zemahşerî'nin, "min kablihi" kavlinde tekid mânâsı vardır, şeklindeki ifadeleri açık değil­dir.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/111-113.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/114.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/114.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/114-115.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/115.

[68] İbni Kesir, ΙΙΙ/438-439.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/116-117.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/118.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/118.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/118.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/119.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/119-120.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/121.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/121-122.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/122.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/122-123.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/123-125.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/126-127.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/127.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/127-128.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/128-129.