Rumlar Farsları Mağlup Edecektir
Rumların Mağlup Olması Ve Sonraki Durum Hakkındaki Haber
Gökler, Yer Ve İkisi Arasındakiler Üzerinde Düşünmek
Kıyamet Günü Müşrikler Ümitsizdir
Bütün Hamdler Allah'a Mahsustur
Allah'ın Ayet Ve Nimetlerinin Hatırlatılması
Allah'ın Kudret Ve Konumunu Gösteren Ayetler Zinciri
Allah Kendisine Ortak Koşulmasına Razı Değildir
Allah'ın Dini Fıtrata Uygundur
İnsan Çok Nankör Bir Varlıktır
Allah Kendisi İçin Yapılan Harcamalardan Razıdır
"Yakınlara Hakkını Ver" Cümlesi Ve Şia Rivayetleri
Yeryüzü İnsanların Davranışlarıyla Bozulmaktadır
Allah'ın Kudret Nişanelerinden Yağmur Ve Rüzgarlar
Allah İnsanı Birçok Evrelerden Geçirerek Yaratmıştır
Öldükten Sonra Diriltme -Ba's- Haktır
Allah İnsanlara Herşeyi Örneklerle Açıklamıştır
Kurandaki Sırası : 30
Nüzul Sırası : 84
Ayet Sayısı : 60
İndiği Dönem : Mekke
Sürede Rumların Şam
bölgesinde yenilmelerine ve çok yakında mü'minlerin
de sevinecekleri bir galibiyet elde edeceklerine işaret edilmektedir. Kafirler
dünya hayatına dalıp ahireti unuttuklarından
kınanmakta ve geçen ümmetler kendilerine hatırlatılmaktadır. Ahi-retin geleceği te'yîd edilerek o
zaman mü'minlerle kafirlerin sonlan açıklanmaktadır.
Allah ortaklardan tenzih edilmektedir. Allah'ın büyüklüğünü ve kudretini
göstermek amacıyla, kâinattaki Allah'ın kudret nişanesi bir dizi mükemmel
ayetler ve kanunlar serdedilmiştir. insan tabiatından
olan şiddet anında sabretmeyip feryat etme, sevinç anında da şükret-meyip azgınlık ve taşkınlık göstermeye işaret edilmiş ve bu
gibi durumlarda mü'minlerin yapmaları gereken
davranışlar açıklanmıştır. Peygamber de desteklenerek, tatmin edilip
rahatlatılmakta ve sürekli zafer va'di yapılarak bu va'din mutlaka gerçekleşeceği vurgulanmaktadır.
Sûre
bölümlerinin ve ayetlerinin birbiriyle bağlantılı olması, bir defada yahut peşpeşe indiği görüşünü doğrulamaktadır. 17. ayetin
Medine'de indiği rivayet olunmuştur. Ancak ayetin öncesi ve sonrasıyla üslup ve
konu bakımından tam bir bütünlük arzetmesi bu rivayetin
doğruluğunda şüphe uyandırmaktadır. [1]
Rahman ve Rahim
Allah'ın adıyla
1. Elif, Lam, Mim.
2. Rum (orduları) yenügİye
uğradı.
3. Yakın bir yerde[2] Ama
onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.
4. Birkaç (3-9) yıl içinde. Bundan önce de,
sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün mü'minler
sevineceklerdir.
5. Allah'ın
yardımıyla, O, dilediğine yardım eder. O, güçlü ve üstün oİandır,
esirgeyendir.
6. (Bu) Allah'ın va'didir;
Allah, va'dinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu
bilmezler.
7. Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta
olanı bilirler. Ahiretten ise gâfii
olanlardır.
Sûre, dikkat çekip
dinlemeyi sağlamak için Elif, Lam, Mim harfleriyle başlamış, sonra bunun
akabinde de Rumların Hicaz'a sınır bölgelerde hezimete uğramalarını haber vererek,
birkaç (3-9) yıl arasında zafere kavuşacaklarını müjdelemiştir. O vakit mü'minlerin güçlü, aziz ve rahim olan Allah'ın yardımıyla
kullarının zafere ulaşmalarından sevineceklerine işaret edilmiştir. O
dilediğine yardım edip zafere ulaştırmaya kadirdir. Bunun Rabbani bir va'd olduğu te'yid edilerek,
Allah'ın va'dinden dönmeyeceği vurgulanmaktadır. İnsanlann çoğu gerçekleri bilmemektedirler; bütün
bildikleri, dünya hayatında dışarıdan görünen bazı şeylerdir, ahiretten ise bütünüyle gafildirler, halbuki orası çok
önemli ve tehlikelidir.
Bu
sûre, başındaki mukattaa' harflerinden hemen sonra Kur'an konusundan başka bir konu işleyen nadir sûrelerden
birisidir. [3]
Müfcssirler bu ayetlerle ilgili birçok rivayetler naklctmişlerdir[4]. Ma'kul çerçevede özeti şudur: Bu ayetler Arap yarımadasına
komşu Şam ve Fırat bölgelerinde Rumlarla Farslar arasında harp olduğu bir
dönemde inmiştir. Bu savaşta İranlılar Rumları mağlup etmişti ve Mekke
müşrikleri buna çok sevinerek müslümanlara karşı
sevinçlerini izhar ederek onlarla alay etmeye başladılar. Çünkü müslümanlar kaynak ve özün bir olduğunu, bunun
kendileriyle Ehli Kitap arasını birleştirdiğini söylüyorlardı ve hristiyan Rumlar da onlardandı.
Bu durum müslümanlara çok ağır geldi ve üzüldüler. Bunun üzerine
Allah onları bu ayetlerle müjdeleyerek rahatlattı. Ayetlerin içeriğinde her ne
kadar açık olarak Farslann bahsi ve müşriklerin
sevinip alay etmeleri geçmese de, yukarıdaki özet
bilgiyi te'yid etmektedir.
Bundan başka çeşitli
sığalarla gelen birçok rivayete göre[5] müslümanlarla kafirler arasında durumun kızıştığı, hatta
ayetlerin müjdelediği gibi Rumların hezimete uğramalarından sonra tekrar galip
olacakları müjdesinin doğruluğu üzerinde ödüllü bahislere girildiği ifade
edilmektedir. Bunların birinde bunun Ebu Bekir ile Ümeyye b. Halef arasında olduğu ve onların beş veya altı
yıl gibi bir süre koydukları aktarılmaktadır. Ebu
Bekir bunu Peygamber'e bildirdiğinde ona bahis kıymetiyle süreyi arttırmasını
emretti, çünkü bid'ı (birkaç) kelimesi üçten dokuza
kadar uzayabilmektedir. O da öyle yaptı ve nihayette Rumlar galip oldu, Ebu Bekir bahsi kazandı ve müşriklerin çoğu müslüman oldu. Başka bir rivayete göre Ebu
Bekir ile Ümeyye'nin tayin ettikleri süre geçmiş ama
Rumlar galip olmamışlardı ve Ebu Bekir bahsi
kaybetmişti. Dikkat edilirse bu rivayete göre sûre veya bu ayetlerin hicretten
çok önce inmiş olmaları gerekmektedir. Ancak hemen hemen üzerinde ittifak
edilen nakledilmiş tertiplere göre bu sûrenin veya ayetlerin nüzulü Mekke
döneminin sonlarında olmuştur ve bu dönemde Kur'an'dan
inen son ayetler arasında yer almaktadır; zira bunun inmesinden az bir müddet
sonra Peygamber ve ashabı Medine'ye hicret etmişlerdir.
Her ne olursa olsun
Allah va'dini ve müjdesini birkaç yıl içerisinde
gerçekleştirmiş ve Rumlar dönüp İranlıları tarih kayıtlarında sabit olduğu gibi
mağlup etmiştir. Müfes-sirlerin
naklettikleri rivayetler arasında[6] bunun
Hicret'ten yaklaşık iki sene sonra Bedir gazvesi esnasında olduğu da ifade edilmektedir.
Bir kısım müfessir de[7] bunun
Hudcybi-ye olayı sırasında olduğunu nakletmektedir;
bu esnada Kureyş'İn ileri gelenleri Peygamber ve mü
s lüm anlarla bahse girmek zorunda kalmışlardı, bu
Hicret'in altıncı yılında olmuştu, Fetih sûresi ilk ayetinin de vasfettiği gibi bu apaçık bir zaferle sonuçlanmıştı:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik". Müslümanlar, kitap ehli olmayan
Mecusilerle birlikte olan müşriklere karşı zafer kazanmışlardı, aynı dönemde
kitap ehli olan Rumlar da Mccusilere karşı zafer
kazanmışlardı. Böylece müslümanların sevinci çift
olmuş, Kur'an haberlerinden biri gerçekleşmişti.
Müslümanların Rumların
mağlup olmalarından üzülmeleri, galip olmalarından da sevinmeleri kaynak ve
özde birleşmelerinden dolayıdır. Bu daha önce tefsiri geçen, o sırada bizim de
dikkat çektiğimiz birçok sûrenin çeşitli ayctlcriylc
de tc'yid edilmiştir.
Bunlar arasında Pcygamber'in üzerine Kur'an
vahyinin inmesinden dolayı sevinen kitap ehlinin bulunduğu haberinin yer aldığı
ayetler de vardır. Ra'd sûresinin "Kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler sana indirilenden sevinirler..." ve bu
indirilenin Allah tarafından olduğuna onlardan yakinen
inananlar olduğunu açıklayan En'am sûresinin 114.
ayeti: "Allah, size kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken O'ndan başka
bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, O (Kur'an)'nun gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu
bilirler..." Açıkça iman ettiklerinin haberini içeren Kasas
sûresinin 52. ve 53. ayetleri: "Bundan önce kendilerine kitap
verdiklerimiz, bu Kur'an'a inanırlar. Onlara Kur'an okunduğu zaman: 'Ona inandık, O Rabbimizden gelen
gerçektir... Zaten biz ondan önce de müslümanlar
idik' derler" ve İslam şeriatı ile Önceki peygamberlerin şeriatlarının
aynı kök ve özden olduklarını gösteren Şûra sûresinin 13. ayeti: "O 'Dini
dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye dinden Nuh'a vasiyet
ettiğini ve sana vahyettiğimizi; İbrahim e, Musa'ya
ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı).
Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi..." bunlardandır.
Bütün bunlar
müşrikleri Öfkelendiriyordu. Özellikle de kitap ehlinin Kur'an'a
inanıp tasdik etmeleri karşısında, onların Allah'ın kitabını ve Peygamberini
inkar etmelerinden dolayı Kur'an onları kınıyordu.
Farslar galip geldiğinde bu nedenden sevinip coşmuşlar, müslümanlar
da üzülüp kederlenmişlerdi.
Açıkça ifade etmek
gerekir ki bizim bu açıklamalarımız, Mekke ve Medine'de inen kitap ehlinden bir
grubun, özellikle de Hicaz yahudilerinin Peygamber'e
ve Kur'an'a karşı inkarcı ve düşmanca bir tavır
takındıklarını ifade eden birçok ayetle ters düşmemektedir. Biz önceki
münasebetlerde bunun sebeplerini Kur'an naslanyla da destekleyerek açıklamıştık. Bu
açıklamalarımız aynı şekilde daha sonra ortaya çıkıp Peygam-ber'den sonraki dönemlere kadar uzayan, Peygamber ile
Rumlar arasındaki düşmanlık ve savaş durumuyla da ters düşmemektedir; zira Rum
vatandaşları Peygamber'in elçilerine, bristiyan Arap
kabileleri de müslümanîann kafilelerine saldırmıştı
ve bu, sözko-nusu neticeye
neden olmuştu; yani düşmanlığa başlayan Rum tarafı olmuştu ve böylece
düşmanlığı defetmek de müslümanîann hakkı ve görevi
haline gelmişti.
Bu arada Kur'an, anlattığı haber ve kıssalardan öğüt vermeyi
amaçladığından, vahiy hikmeti bu hadisenin de buna vesile olmasını murad etmiş ve ayetler Allah'ın yardım edeceğini, zaferi va'dettiğini ve sevinme hakkının da mü'minlere
ait olduğunu ifade e-den umumî bir müjde ihtiva etmiştir. Gelip geçici işlerle
ilgilenip dış görünüşlere önem vererek aldanan, önemli ve tehlikeli olandan
gafil olan insanlar da ayetlerde kınanmıştır.
Şunu
da belirtelim ki "gulibet" kelimesindeki
"gayn" harfi fetha-üstün,
"seyağlibûn" kelimesindeki "ye"
harfi de zamme-ötre ile de okunmuştur. Ancak en doğru
olanı birincisinde zamme-ötre, ikincisinde fetha-üstün kıraatidir, çünkü Rumlar peygamberliğin ilk
yıllarında mağlup olmuşlar, sonra da galip gelmişlerdir. [8]
8. Kendi
içlerinde hiç düşünmediler mi ki Allah, göklerde, yerde ve bu İkisi arasında
bulunan her şeyi ancak hak olarak ve belirtilmiş bir süre ile yaratmıştır?
İnsanlardan çoğu, Rablerine kavuşmayı inkar etmektedirler.
9.
Yeryüzünde gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna
baksınlar. Onlar kendilerinden daha güçlü idiler; toprağı alt-üst etmişler' [9]ve
onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imâr etmişlerdi. Onlara da elçileri,
deliller getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar,
kendi kendilerine zulmediyorlardı.
10. Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu'[10].
Çünkü, Allah'ın ayetlerini yalanladılar ve onlarla alay ediyorlardı.
Bu ayetlerde yaratılış
üzerinde yeterince düşünmemelerinden dolayı ahiretten
gafil olan kimselere kınayıcı bir soru bulunmaktadır. Mantıklı olarak sakin bir
şekilde düşünmeleri, onların, Allah'ın gökleri, yeri ve aralarında bulunan
varlıkları boş yere, anlamsız olarak yaratmadığı gerçeğini anlamalarını sağlayacaktır.
Bilakis bunları hakka dayanan yüce bir hikmetle, ilminde saklı olan bir süreye
kadar yaratmıştır.
2-
Düşünmemelerinin sebebine de işaret edilerek, bunun insanların çoğunun
Rableri-ne kavuşacaklarına yakînen inanmamaları
olduğu belirtilmiştir. İşte bu yüzden düşünce ve tefekkürden yüz
çevirmektedirler.
3- Onları kınayan başka bir soru daha vardır; Bu
varlıklar üzerinde düşünmüyorlarsa, hiç olmazsa yeryüzünde dolaşarak
kendilerinden önce geçen kavimlerin akibetine
baksalar, haberlerini öğrenip onlardan ibret ve öğüt alsalar ya! Onlardan Önce geçenler, onlardan daha güçlüydü,
yeryüzünü daha İyi imar ediyor ve kullanıyorlardı. Onlara Allah'ın elçileri
apaçık delillerle geldiğinde, onları yalanlayarak, alay ederek karşı geldiler,
kötülükleri işlemekten vazgeçmediler, Allah da onları kötülükleri karşısında
cezalandırdı. Onlar bu şekilde mazlum değil, kendilerine zulmeden canilerden
oldular.
Ayetler önceki bölümde
geçen son iki ayetle bağlantılıdır. O iki ayette, gerçekleri tanımayan, ahiret yurdundan gafil olan kafirleri kınamaktadır. Bu
ayetler de sözü aynı konuya, kafirlere ve tutumlarına getirmiştir. Bu, Kur'an nazmının üsluplarından bir tür olup, birçok
Örnekleri daha Önce geçmiştir.
Ayetlerin üslubu güçlü
ve sağlam olup, hem kalbe, hem de akla hitap etmektedir.
İkinci
ayet kınamanın yanısıra hatırlatma ve ibret vesikası
bir misal ihtiva etmektedir. İşiten muhataplar kendilerine ulaşan haberler
yoluyla, seyahatleri esnasında gözleriyle gördükleri kalıntılar vasıtasıyla,
Arap yarımadasında veya civarında, gittikleri bölgelerdeki halkların hepsinin
Rabbani bir azabla helak olduklarını, ülkelerinin de
yıkılıp yok olduğunu bilmektedirler. Onlar kendilerinden daha güçlü ve
etkiliydiler. İşte bu açıdan ayetlerdeki tehdit ve hatırlatma bağlayıcı, etkileyici
ve sağlam olmaktadır. [11]
11. Allah,
yaratmaya başlar, sonra onu çevirip yeniden yapar; sonra O'na döndürülürsünüz.
12. Kıyamet saatinin kopacağı gün, suçlular
(umutsuzluk içinde) susarlar[12].
13. (Allah'a) Ortak (koştukları puflarından da
kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz. O zaman ortaklarını inkar ederler.
14. Kıyamet saatinin kopacağı gün (inananlar ve
inanmayanlar) ayrılırlar.[13]
15. Böylece iman edip salih
amellerde bulunanlar; artık onlar 'bir cennet bahçesinde' sevinç içinde
ağırlanırlar.
16. Ancak inkar edip ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanlar ise; artık onlar da azab içinde hazır bulundurulurlar'3'.
Ayetlerin
ifadesi gayet açıktır; öncekilerle üslup ve konu bakimmdanda
irtibatlıdır. Birinci ayet muhataplara açık deliller sunmaktadır; müşriklerin
de kâinatı yarattığım itiraf edip kabul ettikleri Allah'tır, O ilk başta
yaratmaya kadir olduğu gibi ikinci defa da tekrar yaratmaya kadirdir. Bu delil
daha önce de geçen benzer münasebetlerde tekrarlanmıştır. İkinci ayet
müşriklerin, Allah'la birlikte ortak koşup taptıkları ortaklarından ve
şefaatçilerinden ümitlerini kesmeyi amaçlamaktadır, zira onlar Allah'ın
ayetlerim yalanlamışlar, ahireti de inkar
etmişlerdir. Böylece ayetler onları pişmanlık ve hasretten önce düşünmeye davet
ederek inkarlarından vazgeçmelerini sağlamayı amaçlamıştır. [14]
17. Öyleyse akşama girdiğiniz vakit de, sabaha
erdiğiniz vakit de Allah'ı teşbih edip (yüceltin).
18. Hamd O'nundur;
göklerde ve yerde, günün sonunda ve öğleye erdiğiniz[15] vakitde.
19. O ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü
çıkarır, ölümünden sonra da yeri diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.
Ayetlerde Allah noksan
sıfatlardan tenzih edilerek, her zaman ve yerde hamd
ve takdise layık olduğu açıklanmaktadır: Sabahleyin, akşamleyin, öğle
vaktinde, günün sonunda, akşam üzeri, yeryüzünde ve göklerde bütün hamd ve övgüler O'na mahsustur. Ölüden diriyi, diriden de
ölüyü çıkaran, Öldükten sonra yeryüzünü tekrar diriltip canlandıran O'dur. O
aynı şekilde insanları da öldükten sonra diriltip kabirlerinden çıkaracaktır.
Ayetler, önceki
ayetlerden birinci ayetin içeriğini desteklemek amacıyla, Allah'ın insanları
ikinci defada diriltmeye kadir olduğuna dair deliller ihtiva etmektedir. Açıkça
görüldüğü gibi bu ayetler geçen ayetle bağlantılı olup aynı konuyu devam
ettirip tamamlamaktadır.
Özellikle ikinci
ayetin ihtiva ettiği husus geçen birçok sûrede aynı maksatla tekrarlanmıştır.
Önceki münasebetlerde ifade üzerine yeterli derecede açıklamada bulunmuştuk.
Bizim
dayandığımız mushaf, 17. ayetin Medine'de indiğini
ifade etmektedir. Bu çok gariptir, zira bu ayetle sonrası arasında apaçık
sağlam bir bağlantı olup ayrılmayacak biçimde bir bütünlük oluşturmaktadır.
Bunun için sözkonusu rivayetin doğruluğundan şüphe
etmekteyiz. [16]
20. Sizi
topraktan yaratmış bulunması, O'nun ayetlerindendir; sonra siz, (yeryüzünün her
yanına) yayılmakta olan bir beşer oldunuz.
21. Kendilerinde 'sükun bulup durulmanız' için,
size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet
kılması da O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için
gerçekten ayetler vardir.
22. Göklerin ve yerin yaratılması ile
dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda,
alimler için gerçekten ayetler vardır.
23. Geceleyin ve gündüzün uyumanız ile O'nun lütfundan aramanız[17]',
O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz işitebilen bir kavim için gerçekten ayetler
vardır.
24. Size bir korku ve umut olarak şimşeği
göstermesi ile'' gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla
diriltmesi de, O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilecek
bir kavim için gerçekten ayetler vardır.
25. Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da,
O'nun ayetlerindendir. Sonra sizi yerden bir (kere) çağırma ile çağırdığı
zaman, hemencecik (bir de bakarsınız ki) çıkarılmışsınız.
26. Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi
O'na gönülden boyun eğmiş bulunuyorlar.
27. Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek
olan O'-dur; bu O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal
O'nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
İlk beş ayette
Allah'ın ayet ve nimetlerine, kâinattaki varlık ve kanunlarına dikkat
çekilmektedir:
1- İnsanların toprak aslından yaratılması, sonra
çok geçmeden onların çoğalıp yeryüzünün her yerine
yayılması O'nun ayetlerindendir.
2- Onlara
kendi cinslerinden ve nefislerinden eşler yaratması ve her eşin kendi eşiyle sükûne ermesi, ünsiyet bulup rahatlaması O'nun
ayetlerindendir. Onlarda birbirlerine karşı sevgi ve merhamet duygularını
geliştirmiştir.
3- Gökleri,
yeryüzünü yaratması, insanların renk ve dillerinin farklı farklı
olması da O'nun ayetlerindendir.
4- Geceyi ve
gündüzü; birincisinde insanların uyuyup dinlenerek rahatlamaları, ikincisinde
de nzık ve Allah'ın lütfundan
arayarak çalışmaları, muhtelif ihtiyaç ve maslahatlarını görüp gidermeleri
için takdir etmesi de O'nun ayetlerindendir.
5- Yıldırımı
gönderip bir yandan insanları onunla korkutması, bir yandan da rahmetinden
ümit etmelerini sağlaması O'nun ayetlerindendir. Zira yağmur, gökten onun ardından
inmekte ve Allah onunla yeryüzünü kuruyup öldükten sonra diriltmektedir.
6- Kainatın
nizamının, göklerin ve yerin kanunlarının en güzel ve mükemmel bir şekilde
O'nun emriyle işlemesi de O'nun ayetlerindendir. O'nun ilminde saklı olan vakit
gelip de insanlar O'na çağrıldığında, hemen davete icabet edecekler ve yeıyüzünün içinden çıkıp davete koşacaklardır.
Bütün bunlarda
Allah'ın büyüklüğünü, kudretinin sonsuzluğunu, O'nun bütün nimet ve rahmetlerin
kaynağı, herşeyin tedbir edicisi olduğunu gösteren
apaçık ayetler ve aşikar deliller bulunmaktadır. Niyeti güzel, kalbi berrak
olup; düşünen, aklını kullanan, varlıkları inceleyen, hakkı ve hakikati öğrenen
kişi bunları çok kolay idrak edip ikna olur.
Son iki ayette bu
ayetlerin fonksiyonu açıklanıp tamamlanmaktadır:
1- Göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'na boyun eğer.
2-
Yaratılışı ilk başta gerçekleştiren de, sonra onu tekrar yapan da O'dur.
3- Yaratılışın ikinci defa
tekrarlanması başlangıcından daha kolaydır; göklerde ve yerde en yüce misaller
O'nundur; O güçlü ve üstündür, hiçbir şeyden aciz değildir, hüküm ve hikmet
sahibidir, sadece hikmetli ve doğru olanı yapar. [18]
Ayetler, Önceki
ayetleri Allah'ın büyüklüğüne, kudretine delil sunmak maksadıyla tamamlamakta,
yarattığı varlıklara ve kâinatta koyduğu kanunlara dikkat çekmektedir. Önceki
üslup ve konuyu devam ettirmektedir. Bu ayetler, konusunda bütün güzellik ve
mükemmelliği toplayan Kur'an dizelerinden birisidir.
Ayetler, farklı s e viy elerdeki insanların anlayabilecekleri bir üslupta
gelmiştir. Onların müşahadeleri altında bulunan
benzer, hissedilcbilen eserlerle de uyum
içerisindedir.
Her ayetin bitiminde
yer alan son ifadeler (düşünebilenler, işitebildiler, aklını kullanabilenler,
bilenler gibi) bunların hem kalplere, hem de akıllara yöneltildiğini
göstermektedir. Özellikle de hak ve hakikate ulaşmak isteyen, inat ve kibirde
ısrar etmeyen sınıf için. Ayetler işitenlerin vicdanlarına ve kendi içlerine
dönmelerini ve böylece bunlarda bulunan hak ve kudret üzerinde iyice
düşünmelerini sağlamak için onları korkutmuştur.
Ayetlerde sözün mutlak
olarak gelmesi, bunların yönünü ve hedefini, her zaman ve mekanda yaşayan tüm
nesillere çevirmeye imkan vererek insanları nesiller boyu her yerde Allah'ın
ayetleri ve kâinattaki kanunları üzerinde düşünmeye teşvik etmektedir.
Ayetlerin içerdiği
konular geçen birçok sûrede çokça tekrarlanmıştır. Ama burada daha kapsamlı ve
mükemmel gelmiştir. Bu tekrarın yapılmasının nedeni ise, kıssaların, Öğütlerin,
kınama, uyan, teşvik ve müjdelerin tekrarında yalan sebebin aynısıdır; yani,
önceki münasebetlerde de belirttiğimiz gibi, davet ortamının tekrarlanması ve
çeşitlilik arzetmesidir.
"En yüce misal
O'nundur" cümlesi bir nevî açıklama, izah mesabesinde zikredilmiştir;
yani, yukarıda bahsedilen iadenin başlangıçtan daha kolay olacağı ifadesi
sadece konuyu insanların zihinlerinde delille somutlaştırmak içindir, zira
insanlar bir şeyin iadesini, aslını taklit ederek aynısını yapmayı, onu yoktan
icad edip yapmaktan çok daha kolay olarak görmeye
alışmışlardır. Gerçekte ise böyle bir örneğin Allah hakkında varid olması doğru değildir, çünkü başlangıçta, iade de
O'na göre eşittir, aynı kolaylıktadır.
"Kendilerinde
sükun bulup durulmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve
aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da O'nun ayetlerindendir" ayeti
evrensel bir mükemmellik ve mesaj içermektedir. Allah her nefis için kendi
cinsinden eş yaratmıştır ki, böylece her birinin kendi eşine ısınması,
birbirlerini sevmeleri, aralarında şefkat ve merhametin oluşması kolay olsun.
Buna göre insanın vazifesi, daha çok da müslümanın
vazifesi erkek olsun, kadın olsun, evlilik bağına bu itibarla bakıp ondan
sapmamak için tüm gücünü sarfetmektir. Burada Kur'an'ın bu bağa ne kadar büyük önem verdiği
görülmektedir. [19]
28. Size kendi nefislerinizden bir örnek verdi:
"Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ
ellerinizin malik olduklarından sizinle eşit olup kendi kendinizden
korktuğunuz gibi kendilerinden de korktuğunuz ortaklar var mıdır?" İşte
biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız.
29. Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye
dayanmaksızın kendi nevalarına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete
erdirebilir? Onların hiç bir yardımcıları yoktur.
Birinci ayette
muhatapları köşeye sıkıştırıcı, dinleyenlerin zihinlerine konuyu somut bir
şekilde yaklaştınci örnek ve benzetmeler soru
üslubuyla sunulmuştur. Onlar elleri altında bulunan kölelerinin mallarında
ortak olmalarına, yaptıkları tasarruflarında onları hesaba çekmelerine razı
olurlar mı? Ve onların kendilerini hesaba çekmelerinden veya mallarını
paylaşmalarından, yahut onlarla tartışmalarından hiç korkarlar mı? Bu somut
örneğin akabinde açıklama olarak, Allah'ın ayetlerini, insanların zihinlerine
yaklaştırıcı somut örneklerle açıklayıp izah etmesinin nedeninin; aklını
kullanan, hakkı öğrenmeyi isteyen kimsenin düşünmesini sağlamak olduğu
belirtilmektedir.
İkinci ayette de
kafirlerin gerçek durumunu izah maksadıyla açıklamada bulunulmaktadır: Onlar
inançlarında, geleneklerinde nefsin nevasına, istek ve arzularına tâbi olurlar;
akla, bilgiye ve mantığa dayanmazlar. Bunun için onlara karşı hiçbir delil,
ikna etme çabası ve somut örnekler bir fayda vermez. Onlar Allah katında hiçbir
kurtuluşa ve başarıya ulaşamayacaklardır. Allah katında durumu bu olan kimseye
kendisinden sonra gelenlerden hiçbir yardımcı ve koruyucu bulunmayacaktır.
Ayetler esas
itibarıyla önceki ayetlerden kopuk değildir. Burada verilen örnekten maksat
müşrikleri susturup köşeye sıkıştırmaktır. Zira onlar elleri altında bulunan
kölelerinin, kendilerine ortak ve nazire olmalarına razı değillerdir. Halbuki
kendileri de tabiat ve yaratılışta onlar gibidir. Bu durumda nasıl oluyor da
akıllarınca Allah'a, yaratıklarından ortaklar ve benzerler kılıyorlar ve
Allah'ın bundan razı olacağını zannediyorlar?
"Allah'ın
saptırdığını kim hidayete erdirebilir?" cümlesi hakkında yaptığımız yorum
ayetlerin ruhuna dayanmaktadır. Zira kafirler hak yoldan saparak, bilgisizce
nevalarına tâbi olmuşlar, Allah da onları saptırmıştır, yani onlan başarı ve doğruya ulaşmaktan mahrum bırakmıştır. Bu,
benzer münasebetlerde de belirttiğimiz üzere: "O bununkr
ancak fasıkları saptırır", "Allah zalimleri
saptırır" ifadelerinde geçtiği türdendir. Bununla
beraber bu ifadeler ayetlerin indiği andaki kafirlerin durumunu yansıtmaktadır.
Yoksa onların geleceklerini kesin olarak yansıtan bir açıklama değildir. Bunun
delili ise, Kur'an'ı o zaman-dinleyen muhatapların
çoğunun daha sonra hidayete ermeleri, i-man edip
Allah'ın rıza ve rahmetine kavuşmalarıdır. [20]
30. Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah'ın o fıtratına[21]
çevir ki, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması'[22] için
hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak İnsanların
çoğu bilmezler.
31. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı
kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın.
32. (Onlar) Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç
duymaktadır.
Birinci ayette Pcygamber'c Allah'ın dinine tam bir ihlasla[23]
sarılması, hiçbir sapma[24] ve
tereddütte bulunmamasr emredilmektedir. Bu din,
Allah'ın insanları onu kabul etmeye meyyal ve uygun olarak yarattığı bir
dindir; üzerinde yürüyüp takip etmelerini farz kıldığı yolu ve emridir. Bu yol
öyle bir yoldur ki, İnsanların çoğu bunu idrak etmeseler de, ne üzerinde bir
değişikliğin ne de bir tadîlatın vuku bulması doğru ve mümkün değildir.
Bunu takip eden iki
ayette de hem Peygamber hem de müslümanlara,
yönlerini sadece Allah'a çevirmeleri, salih ameller
İşlemekle, sırf O'nun için namazı dosdoğru kılmakla, O'ndan sakınıp korkmakla,
din konusunda birçok grup ve hevâlara ayrılan ve her
grubun sahip olduklanyla övünüp sevindiği
müşriklerden olmamaları emredilmek-tedir.
Ayetler öncekilerle
sıkı bir bağ içerisindedir. Peygamber ve mü'minlere,
kafirler ve müşriklerin üzerinde bulundukları bâtıla, sapıklığa ve haktan
sapmış hevâlara karşı takınmaları gereken tavır
açıklanmaktadır.
İkinci ayette, birinci
ayetle Peygamber'e yönelik olan emrin aynı zamanda müslü-manları da kapsadığı ifade edilmektedir.
"Öyleyse sen
yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dîne,
Allah'ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır"
ayetindeki "hanif kelimesi dosdoğru anlamındadır.
Kur'an'da çoğunlukla Yunus sûresinde de açıklayıp
örneklerini sunduğumuz gibi, Allah'ı birlemek ve şirk koşmamak anlamında
kullanılmıştır.
Bu durumda ayetteki
emir, Allah'ın birlenmesine, sımsıkı sarınılmasımn
gereğine, bunun, üzerinde hiçbir tadil ve değişikliğin yapılması doğru olmayan
Allah'ın dini olduğuna dikkat çekmek amacıyla gelmiştir. Peygamber'den
nakledilen bir hadiste şöyle buyuruImuştur[25].
"Bütün doğan çocuklar fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra da anne-babası
onu ya yahudileştirirler
veya hristiyanlaştırırlar yahut da mecusi yaparlar. Nasıl ki bir hayvan kendisinden uzuvları
tam bir hayvan doğurup çıkarır, işte öyle... Siz hiç ondan uzuvları olmayan bir
hayvan yavrusu çıktığını gördünüz mü? Sonra şu ayeti okudu; "Allah'ın o
fıtratına ki; insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratması için
hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur)..."
Müfessirlerin İbn Ab-bas ve tabiin müfessirlerinden
naklettiklerine göre[26],
fıtrattan maksat İslam'dır. Bu, şu anlama gelmektedir: Bir dine sahip olmak,
yani din düşüncesini veya bu kâinatın ötesinde yaratıcı yüce bir akıl gücünün
varlığını hissetmek; bu gücün birliğim ve ibadete layık olduğunu duyumsayarak
nefsi, benliği O'na teslim etmek, insanların her şart ve ortamda onun üzerine
yaratılıp biçimlendirildikleri bir tür içgüdüdür. Onlar çevrelerini kuşatan
veya içinde yetişip büyüdükleri, cahillikten, dünyevî emellerden kaynaklanan
sapık hevalanndan ve geleneklerinden etkilenmedikleri
müddetçe bu içgüdülerine tâbi olurlar. Çünkü insan aklının saf-berrak halinin
de bundan başka bir şeyi idrak edip kabullenmesi mümkün değildir. Yunus
sûresinin 19. ayeti değişik bir üslupla bu gerçeği ifade etmektedir;
"İmanlar bir tek ümmetten başka bir şey değildi, ama ayrılığa düştüler..."
İşte bundan dolayıdır
ki, Allah Peygamberlerini; sapıklığa dikkat çekip, insanları ondan korumaları
için müjdeleyici ve korkutucu olarak göndermiştir. Bu, Bakara sûresinin şu
ayetlerinde belirtilmektedir:
"İnsanlar bir tek
ümmet idi. Sonra Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi;
onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek
üzere, içinde gerçekleri taşıyan kitabı indirdi. Kendilerine kitap verilmiş
olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan
ötürü o (kitap hakkı)nda anlaşmazlığa düştüler. Bunun
üzerine Allah, kendi izniyle inananları, onların üzerinde ayrılığa düştükleri
gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir". (213).
İman edenlerle
kastedilen Muhammed'in tâbileridir. İşte bu şekilde İslam dini, Allah'ın
insanları üzerinde yarattığı saf, sade insan fıtratına uygun din olmaktadır.
Önceki sûrelerde
birçoğu geçen Kur'an açıklamaları, büyüklenen
kimseden başkasının inkar edemeyeceği Allah'ın varlığına, vahdaniyetine, bütün
kemâl sıfatlara sahip oluşuna, tüm noksanlıklardan uzaklığına ve yüceliğine,
sadece O'nun boyun eğilmeye ve yalvarılmaya layık olduğuna dair deliller
içermektedir. Bu konuda yeterli miktarda açıklamada bulunduk. Böylece dimdik
ayakta duran dosdoğru İslam dininin inanç boyutunu açıklamış olduk. O, insanın
fıtratı, Allah düşüncesi, O'nun birliği ve nefsi sadece O;na
teslim etmenin adıdır.
Kayda değer bir husus
da insan fıtratının temsil ettiği bu tablonun varlığını ve işlevini muhtelif
asırlardan çağımıza kadar yaşamış birçok alim, felsefeci ve araştırmacı, tarihle,
sosyal hayatla, astronomiyle, matematikle ve tabiat ilimleriyle ilgili
yaptıkları araştırmalarının bir sonucu olarak açıklamış olmalarıdır. Bunun
için, bu konuda sadece büyüklenen inatçı kimse tartışabilir ve aynı zamanda
bunun aksini de ispatlamaya gücü yetmez demek doğru olur[27].
"(Onlar)
Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük
oldular..." ayeti her ne kadar müşriklerin yolunu tutmaktan nehyediyorsa da, bu son ayetle evrensel bir mesaj bulunmaktadır.
-Ki onlar dinde gruplara, fırkalara ayrılmalarından dolayı kınanmışlardı, zira
onların bir kısmı meleklerden ve başkalarından bazı varlıkları O'na ortak
koşmakla birlikte Allah'ı itiraf edip kabul ediyordu; yine onların bir kısmı
putperest, bir kısmı yıldızlara tapıyordu; bir kısmı da ateşe tapıyordu., vs.-
Öyle ki din konusunda nefislerin hevâ ve arzularına
kapılarak fırkalara ve gruplara ayrılması ve her grubun kör bir taassupla kendi
görüşüne sarılması şiddetle kötülenip yasaklanmaktadır.
Fakat
bu, hakkında açıkça Kur;an nassı veya sahih Peygamber
hadisi bulunmayan içtihadî konularda ihtilaf
etmesinler anlamına gelmemektedir. Zira bu çok tabii bir durum olup, buna ehil
olan her insanın da görevidir. Yalnız burada Allah'ın Kitabı'nda, elçisinin
sünnetinde belirlenen değişmez, açık prensip ve esaslardan sapmama şartı
vardır. İçtihadın hevaya, arzuya dayanmaması veya
ona destek çıkmayı amaçlamaması gerekir. [28]
33. İnsanlara bir zarar dokundu mu, Rablerine
yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra (Rableri), onlara kendinden bir Rahmet taddırınca, hemen onlardan bir grup, Rablerine ortak
koşarlar.
34. Kendilerine (nimet olarak) verdiklerimize
nankörlük etsinler diye, (böyle yaparlar). Öyleyse meta lanı
p-yararla-nın, artık yakında bileceksiniz.
35. Yoksa biz, onlara İspatlı bir delil indirdik
de, o mu O'na ortak koşmalarını söylüyor?
36. Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız
zaman onunla sevinirler. Elleriyle yapıp öne sürdükleri (işleri)nden dolayı onlara bir kötülük erişince de, derhal
umutsuzluğa düşerler.
37. Görmediler rni,
Allah dilediğine rızkı genişletiyor da; daraltıyor da; şüphesiz inanan bir
toplum İçin bunda İbretler vardır.
Ayetlerde:
1-
insanlarda gözüken birbirine zıt davranışlar kınanarak işaret edilmektedir;
onlara bir zarar ve bela geldiğinde sadece Allah'a sığınıp başlarına geleni
kaldırması için O'na
yalvarırlar. Sonra
belalı onlardan kaldırdığında, iyilik ve rahmete nail olduklarında, onlardan
bir grup Alfah'a ortak koşmaya meyledip, nail
oldukları şeylerde başkasının da tesiri olduğuna inanmaya başlarlar.
2- Ayetlerde
müşrikler için uyan vardır; Onların Allah'tan başkasını O'na ortak koşmalarına,
O'nun nimetine nankörlük yapmalarına, sadece O'na yönelik ihlasdan
dönmelerine delil vardır. Nankörlüklerini diledikleri gibi yapıp inkar
etsinler, elde ettikleriyle bir müddet hoşça eğlenip zevklensinler bakalım, çok
yakında bu inkarın ve nankörlüğün neticesini, aleyhlerine hazırladığı kötü
sonucu göreceklerdir.
3- İnkar
içeren bir soru da yer almaktadır; yoksa onlar ortak koşmalarında bir delile,
Rabbani bir vahye mi dayanıyorlar?
4- Ayetlerde insanlarda gözüken genişlik ve
nimet halinde sevinip azma; şiddet ve zarar durumunda da ümitsizliğe kapılıp
üzülme davranışına kınanarak işaret edilmektedir.
5- Daha
sonra bunu açıklayıcı ve izah edici anlamda sora gelmektedir. Her iki hal de
Allah tarafindandır. O bazen dilediğine rızkı
genişletip-yayar, bazen de dilediğine onu daraltrp-kisar. Bunun iyi anlaşılması gerekir. Zaten bu açıkça
müşahede edilmektedir. Bunda birçok ayetler ve Rabbani hikmetler vardır.
Bunları ancak, sadece Allah'a inananlar anlayıp kabul eder.
Bu ayetlerin nüzul
sebebiyle ilgili herhangi özel bir rivayete rastlamadık. Bu ayetler her ne
kadar insanlara veya işiten muhataplara mutlak olarak hitap etmekteyse de, açık
olarak da müşrikleri kınamakta ve tefsirleri daha önce geçen birçok ayetin de
onlara nispet ettiği gibi onların çeşitli tavırlarım anlatmaktadır. Öyle ki,
kendilerine bir şiddet ve felaketin isabet ettiği zamanlarda sadece Allah'a,
dini sırf O'na mahsus kılarak yalvarıyorlar, bu felaketlerden kurtulduktan
sonra da tekrar ortak koşmalanna geri dönüyorlardı.
Bu açıdan ayetler, müşrikleri kınayarak biten Önceki ayet grubunun üslubuyla
bağlantılı bulunmaktadır.
Bu sûrenin indiği
dönemlerde, müşriklerin üzerine onları korkutup sadece Allah'a yalvarmalarını
sağlayacak bir felaketin vuku bulmuş olması, sonra bu onlardan kaldırılınca da
tekrar şirklerine dönmüş olmaları ihtimali de uzak değildir. Böyle olması bu
ayetler için sağlam, açık bir nüzul sebebi ve münasebeti anlamına gelecektir.
Bu ayetlerden biraz sonra, yağmur yağması onun tesiri ve sevinmeleri; onun
yağmamasının insanlarda oluşturduğu tesir, korku ve ümitsizliğe kapılmaları
hakkındaki ayetler gelmektedir. Her halde sözkonusu
edilen felaket yağmurun yağdınlmamasi olsa gerek. Bu
durumda hemen Allah'a yalvarıyorlar; sonra da bolca yağmur yağdığında tekrar
şirklerine dönüyorlar veya putlarına kurbanlar takdim ediyorlardı.
Tercih olunan görüşe
göre burada ortak koşulmaktan kastedilen meleklerdir. İkinci ayetin ruhu bunu
ifade etmektedir. Araplar melekleri Allah'a ortak koşmayı, Allah ile bağlarının
devamı için gerekli görüyorlar ve onları O'nun katında şefaatçiler kabul ediyorlardı.
Bundan dolayı ayet, onlardan bu bâtıl inanışlarının dayanağı olacak bir delil
istemiştir.
Son
ayette önemli bir telkin bulunmaktadır: İman sahibinin nefsinde mutluluk ve felaket
hallerinde sükunet, rahatlık ve hoşnutluk meydana getirir ve böylece onu ne
nimet azdırabilir, ne de felaket ümitsizliğe düşürebilir. Bunda olağanüstü
manevi bir kuvvet bulunmaktadır. [29]
38. Öyleyse
yakınlara hakkını ver, yoksula da, yolcuya da. Allah'ın rızasını isteyenler
için bu daha hayırlıdır ve felaha erenler onlardır.
39. İnsanların mallarından artsın diye,
verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Ama Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz
zekat ise, İşte (sevaplarını ve gelirlerini) kat kat
arttıranlar[30] onlardır.
Birinci ayette işiten
muhataba yönelik emirde akrabaya, yoksullara, yolculara haklarını vermesinin
vacip olduğu belirtilmekte ve bu işteki hayır övülerek Allah'ın rızasını
isteyenleri O'na yaklaştıracağı bildirilmektedir. Bunu yapanların felaha
kavuşup O'nun rızasıyla kurtulacakları da izah edilmektedir.
ikinci ayette de
açıklayıcı bir tenbih yer almaktadır; gerçek kâr
kişinin başkasına kullanması, tasarrufta bulunup arttırması için verdiği malda
değildir, bunun Allah katında hiçbir mükâfatı yoktur. Gerçek kâr ancak
muhtaçlara karşılıksız, dünyada çalıştırıp arttırılması maksadıyla değil de
sırf Allah rızası için verilen zekattadır. Bunu yapan
kimseler
ancak, kat kat kârlarını arttırırlar ve Allah katında
büyük mükafata nail olurlar. "Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da,
yolcuya da..." ayetindeki yakınlara, yoksula ve yolcuya hakkını verme emri
aynı şekilde İsra sûresinde de geçmişti. Mahrum
ihtiyaç sahibiyle, yokluktan dilenen kimselerin zenginlerin mallarında haklan
olduğuna işaret eden ayetler de daha önce geçmişti. Bütün bunlar gösteriyor ki Kur'an ihtiyaç sahibi tüm sınıflara yardım etmenin
gereğini vurgulamaktadır; bunlar ister yakınlardan olsunlar, isterse
uzaklardan, farketmez, bu onların hakkıdır. Bu
evrensel bir mesajdır. [31]
Şia müfessirlerinden Tabrusî'nin, tabiin alimlerinden Mücahid
ve Süddî'ye dayandırarak naklettiğine göre,
"yakınlara hakkım ver" cümlesi Özellikle Peygamber'e yakınlarına
hakları olan, Allah'ın onlar için tahsis ettiği beşte birlik payı vermesi için
yapılmış bir hitaptır. Allah Rasulü'nün ashabından
olan Ebu Said cl-Hudri'nin naklettiğine göre,
bu ayet indiğinde Peygamber Fatıma'ya Fedek arazisini verip ona orayı teslim etmiştir.
Bu rivayet aynı
şekilde Şia imamlarından olan Ebu Ca'fer
ve Ebu Abdullah'dan da
nakledilmiştir. Ancak rivayetin hiçbir senedi yoktur ve bu garip Şia
tefsirlerinden ve rivayetlerinden birisidir. Bizim kanaatimizce Mücahid'e, Süddi'ye, Ebu Said el-HudriTye,
Ebu Ca'fer'e ve Ebu Abdullah'a nisbet edilen bu
rivayetler, başkaları tarafından söylenip onlara nisbet
edilmiştir. Çünkü onlardan bu tür akla uymayan vakıaya ve gerçeklere ters düşen
rivayetlerin sadır olması mümkün değildir. Ayetin Mekke'de indiği konusunda
ihtilaf yoktur. Ganimetlerin beşte birinin hükmünü açıklayan ayet ise, hicretin
ikinci yılında Bedir savaşından sonra Medine'de inen Enfal
sûresinde bulunmaktadır. Fedek arazisi de Pcygamber'in hakimiyeti ve tasarrufu altına ancak hicretin
altıncı yılından sonra girmiştir. Kaldı ki, sadece "yakınlara hakkını
ver" cümlesinin diğer zikredilen kısımlardan ayrılarak, Peygamber'e
akrabalarına haklarını vermesi emredildi, denmesinde bile açık bir gariplik
vardır. Sonra bunlardan başka, cümlenin bulunduğu ayetin ruhu ve gayesi de bu
iddiayı bozmaktadır. Çünkü ayetin ruhu ve gayesi bütün gücüyle hitabın tüm müslümanlara yönelik olduğunu göstermektedir.
"insanların Mallarından
Artsın Diye Verdiğiniz Faiz Allah Katında Artmaz..."
Faizin
burada bu üslupla zikredilmesi, Mekke'de inen bir Kur'an
ayctiyle faizin kö-' tülügünün tesbit edilmesi
içindir. Nitekim Medine'de inen bir ayet yasama ve yasaklama üslubuyla gelmiş
ve böylece Mekke'de inen ayet üslubuyla Medine'de inen ayet üslubu birbirine
uygun gelmiştir; şöyle ki, Mekke'de inen ayetin üslubu Allah'ın ahiret ve dünya azabıyla korkutarak ve sakındırılan
nesnenin zararlarını açıklayarak yasaklamaya meyletmekte; Medine'de inen ayet
üslubu ise yasama ve kanun koymaya meyletmektedir. Çünkü Peygamber ve müslümanlar Hicretten sonra devlet ve hakimiyeti ele geçirmisler, emirleri uygulayabilecek gücü elde etmişlerdi.
Mekke döneminde ise bu mümkün değildi. Faiz yasağının kanunlaşması Medine
dönemine ait Kur'an ve Peygamber naslarıyla
tamamlanmasından dolayı, bu konuda açıklama yapmayı da Medine'de inen Kur'an ayetleri bölümünde yapmayı uygun gördük. [32]
40. Allah; sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürüyor, daha sonra sizi
diriltiyor. Ortaklarınız içinde bunlardan birini yapacak var mı? O, onların
ortak koştukları şeylerden uzak ve yücedir.
41. İnsanların elleriyle kazandıkları (günahları)
yüzünden, karada ve denizde fesad çıktı. Belki
dönerler diye, (Allah) onlara, yaptıklarının bir kısmını taddırıyor.
42. De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın,
böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görün. Onların çoğu
müşrik kimselerdi".
Birinci ayetle hitap
müşriklere yöneltilmiş ve onları başlangıçta yaratanın, onlara n-zık verenin, sonra onları öldürecek olanın da Allah olduğu
açıklanmıştır. İşte O Allah onları öldükten sonra da diriltmeye kadirdir. Sonra
onlara içinde kınama ve meydan okuma bulunan bir soru yöneltilmiştir; onların
ortak koştuklarından bunlardan birini yapabilecek kimse var mıdır acaba? Daha
sonra da Allah'ın, kendisine ortak koştuklarından uzak ve yüce olduğu
açıklanmıştır.
İkinci ayette ise,
yeryüzünün karasında olsun, denizinde olsun çeşitli yerlerinde fesadın zuhur
etmesi sebebinin, orada yaşayan insanların günahları olduğuna ve bunun yaptıklarının
bir kısmının vebalini tatmaları İçin Allah tarafından musallat edildiğine
işaret edilerek, bunda ayrıca onlar için ibret, öğüt ve hatırlatma da bulunduğu
ve böylece belki günahlanndan dönecekleri
belirtilmiştir.
Üçüncü ayette ise,
Peygamber'e müşriklerden yeryüzünün her tarafında kendilerinden Önce
geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğunu, başlarına nasıl bela ve yıkımların geldiğini
görmeleri için dolaşmalarını meydan okuyarak istemesi, sonra onların başlarına
gelen bu felaketlerin onlar gibi şirk koşmaları nedeniyle olduğunu bildirmesi
emredilmiştir.
Üç ayet de bir
bütünlük arzetmekte olup üçünde de müşriklere atıfta
bulunulmuş ve hemen önceki iki ayetten önce geçen ayetlerle aralarında bir bağ
kurulmaktadır, üslup ve konu bakımından bu ayetlerle o ayetler arasındaki
insicam ve bağ iyice dikkat edildiğinde gözükmektedir.
"İnsanların
elleriyle kazandıkları (günahları) yüzünden, karada ve denizde fesad Çıktı..." ayeti hakkında bir kısım müfessirler
bu ikinci ayet hakkında gariplikten hali olmayan, onu Öncesi ve sonrasından
denizde ve karada fesad olması tabiri nedeniyle ayıran birtakım görüş ve yorumlarda bulunmuşlardır. Bunlar
arasında: Kabil'in kardeşi Ha-bil'i öldürmesi; Kehf sûresinde bir ayetin bahsettiği bir kralın denizde
gemileri gasbet-mesi; deniz sularının tatlıyken tuzlu
hale dönüşmesi; inci kabuklarının incilerden boşalması; Habil'in
öldürülmesinden sonra, daha önce yapmadıkları bir şekilde arslanların
davar ve koyun sürülerine saldırması v.s. zikredilmiştir. Ancak üç ayet
üzerinde dikkatle düşünüldüğünde aralarında tam bir insicam ve bağın bulunduğu
anlaşılacaktır. Muhtemel olarak bu sûrenin indiği dönemde Hicaz veya
çevresinde güvenlikte, gıda maddelerinde ve yağmur yağma konusunda birtakım
problemler doğmuş ve bu münasebetle insanlar uyanlarak,
bunun günahları nedeniyle Allah tarafından musallat edildiği söylenerek,
onları inkarlarından vazgeçirip Allah'a ve Hakka dönmelerini sağlamak hedeflenmiştir.
"Denizde ve karada fesad" tabiri tercih
edilen görüşe göre, üsluba uygun olarak kullanılmış olup, onunla fesadın yaygın
olduğu, her tarafı kapladığı anlatılmak istenmiştir. Bundan az sonra da
yağmurların yağması veya tutulup yağdırılmam ası ve bunun insanlar üzerinde
oluşturduğu sevinç, umutsuzluk ve Üzüntü ile ilgili ayetler gelmektedir.
Herhalde bu onlarla irtibatlıdır. Hatta adet dışı bir şeyin vuku bulma ihtimali
doğru olmasa bile, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde sürekli vuku bulan kötü
olaylar ve haberleri Hicaz'a ulaşmaktaydı. Bundan dolayı ilişki uyarmak, tenbih etmek için sürekli varlığını korumaktadır; yani
bütün bunlar insanların işledikleri günahlar neticesinde olmaktadır,
dolayısıyla da onlann kendilerini düzeltip Allah'a ve
Hakka dönmeleri gerekmektedir. Birçok ayet buna benzer tenbih
ve uyarılan ihtiva etmiştir, bunlar arasında Şûra sûresinin 30. ayeti de
vardır: "Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı
(isler) yüzündendir. (Allah, hatalarınızın) birçoğunu da affeder." [33]
43. Allah'tan, geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmezden
önce, yüzünü dosdoğru dine yönelt; O gün (insanlar) bölük bölük
ayrılırlar.
44. Kİm inkar ederse, inkarı kendi aleyhinedir. Kim de sa-lih bir amelde bulunursa, artık
onlar kendileri için yer hazırlamaktadırlar.
45. (Bu, Allah'ın) Kendi lütfundan
iman edip salih amellerde bulunanları Ödüllendirmesi
içindir. Şüphesiz O, kafirleri sevmez.
Ayetler
öncekileri tamamlamakta ve bu açıdan önceki üslupla bağlantılı bulunmaktadır.
Ayetler insanlara tenbihte bulunmakta, kafirleri
uyarıp mü'minleri övmektedir. Allah'ın gazabından ve
belasından kurtulmanın tek yolu sadece O'na yönelmektir; ki o da dosdoğru
dindir. Bundan ayrılıp sapıklığı seçen ve inkar edenler kendi günahlarını
yüklenirler, Allah'ın sevgi ve rızasına mazhar
olamazlar. Allah'a inanıp, ihlasla sadece O'na
yönelenler ve güzel ameller işleyenler ise, böyle yapmakla kendilerine kurtuluş
yolunu hazırlamış, Allah'ın güzel mükafatına ve lütfuna
nail olmuş olurlar. [34]
46. O'nun
ayetlerinden biri de (şudur): Rüzgarİarı (yağmurun)
müjdecileri olarak gönderir ki, size rahmetinden biraz taddırsın,
gemiler buyruğuyla yürüsün ve siz O'nun lütfundan arayasımz da (verdiği nimetlere) şükredesiniz.
Ayette Allah'ın bazı
ayet ve lütuflarına muhatapların dikkati çekilmektedir. Rüzgarları, kendileri
için rahmet ve bereket olan yağmurları müjdeleyici olarak sevkedip
gönderen O'dur. Denizde gemileri yürütmek için yine rüzgarları harekete
geçiren O'dur. Ta ki Allah'ın rızkını ve lütfunu
aramak için çıktıkları yolculuklarında üzerlerine binsinler dîye. Bunda onların
sadece O'na yönelmelerinin, üzerlerindeki lütufları karşısında O'na
şükretmelerinin gereğini vurgulayan açık ayetler vardır.
Ayet
bu açıdan önceki ayetin aynısı olarak üslubuyla bağlantılı gelmiştir. Nasıl ki
hak dine tabi olup sadece Allah'a yönelmek ahirette
kurtarıyorsa, insanların denizde ve karada istifade ettikleri nzık ve sefer yolları ve vasıtaları da bu ilahın lütfundan olup aynı şekilde onlara, O'na şükretmeyi ve
O'na ibadet etmeyi farz kılmaktadır. [35]
47. Andolsun, biz senden önce kendi kavimlerine elçiler
gönderdik de onİara apaçık belgeler getirdiler;
böylece biz de suçlu günahkarlardan intikam aldık. İman edenlere yardım etmek
ise, bizim üzerimizde bir haktır.
Ayette, Allah'ın Hz. Muhammcd'den önce kendi
kavimlerine apaçık delillerle peygamberler gönderdiği hatırlatılmaktadır;
onlardan bir kısmı davetlerine icabet etti, bir kısmı da inkar etti. Allah da
günahkar suçlulardan üzerlerine belasını göndererek intikam aldı ve mü'minlere yardım etti, çünkü O mü'minlere
yardım etmeyi üzerinde bir hak olarak görmektedir.
"Mü'minlere yardım etmek bizim üzerimizde bir haktır"
cümlesi üzerinde bazı kelam mezhepleri, temkinli davranıp görüş
belirtmemektedirler. Bunda doğruluk payı olabilir, özellikle bu insan
tarafından yapılmaya kalkılırsa, çünkü bu tür bir davranışta Allah'a karşı
edepsizlik mânâsı bulunmaktadır. Fakat buradaki ifade bu türden değildir; zira
Allahu Tcâla bizzat
kendisi, kendi zâtına O'na ihlasla inanan mü'minlerc yardım etmeyi vacip kılmıştır. Bu ifadede
-cesaretlendirme, destek çıkma ve rahatlatmanın yanı-sira-
mü'minler için büyük bir ikram, makamlarını
yükseltme, onları çok değerli bir ikrama ehil hale getirme, üstünlük ve
meziyetlerini açığa çıkarma amacı da vardır. Böylece onları kendilerine yardım
etmeye layık, kendi üzerine de onları zafere ulaştırıp üstün kılmayı vacip
kılacak duruma getirmiştir.
Müfessirler bu ayetin
yorumunu yaptıktan sonra Ebî'd-Dcrdâ'dan
rivayet edilen bir hadis naklctmişierdir[36]. O Pcygamber'i şöyle buyururken işitmiştir: "Hangi müslüman kimse kardeşinin ırz ve namusunu ona karşı yapılan
saldırıdan korursa, kıyamet gününde Allah'ın da onu cehennem ateşinden
koruması üzerinde bir haktır". Sonra şu ayeti okudu; "Müminlere
yardım etmek bizim üzerimizde bir haktır."
Ayetin
ihtiva ettiği müjde, Allah'ın kendi üzerine vacip kıldığı mü'minlere
yardım etme hakkı her ne kadar belirli bir zamana mahsus gibi anlaşılsa da,
ayetin mutlak ifadesi bunu bütün zaman ve mekanlara şamil kılmaktadır.
Dosdoğru olan mü'minin daima Allah'ın üzerine hak
kıldığı kendisine yardım etme ve destekleme va'dinc
güvenip rahat olması gerekir, zira Allah va'dinden
geri dönmez, her ne kadar bazen durumu kö-tülcşip, kederleri artsa da sonunda ona yardım erişir.
Burada çok önemli bir Kur'an mesajı bulunmaktadır. [37]
48. Allah, rüzgarları gönderir, bulutu
kaldırırlar, sonra onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça
eder; arasından yağmurun çıktığını görürsün. Derken, onu kullarından dilediğine
uğratınca hemen sevinirler.
49. Halbuki onlar, yağmurun kendilerine
indirilmesinden önce umutsuz idiler.
50. Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak;
Ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de
gerçekten diriltecektir. O, herşeye güç yetirendir.
51. Andolsun, biz bir
rüzgar göndersek de onu(n ekinini) sararmış görseler, mutiaka
ardından nankörlük ederler.
52. Şimdi sen, ölülere (söz) duyuramazsın ve arkalarını
dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.
53. Ve sen kendi sapıklıkları içinde kör olanları
da doğru yola iletici değilsin. Sen yalnızca, bizim ayetlerimize iman edenlere
duyurabilirsin ki, onlar müslümanlardır.
Ayetlerde:
1- Allah'ın yağmurlarda ve rüzgarlarda var olan
kudret tablolarına işaret edilerek, onunla Ölüleri nasıl dirilttiği delillcndirilmektedir: Allah rüzgarları göndererek, onunla
bulutları hareket ettirip bir yerden başka bir yere sevkeder.
Ta ki birbirine geçip kenetlenmiş parçalar haline
gelirler, sonra çok geçmeden aralarından yağmur suyu
dökülmeye, yağmaya başlar. Bir yerde yağmur yağdığında, oranın halkı Allah'ın
rahmetinden dolayı sevinirler. Yağmadan önceki üzüntü, keder ve umutsuzlukları
değişir, yerlerini sevinç ve umuda bırakırlar, çünkü Allah'ın rahmet eseri
olarak yeryüzü ölümünden, kurumasından sonra tekrar dirilecektir. Bunda dikkat
ve düşünceyi celbeden ibretler vardır. Yeryüzünü ölü gibi, çorak-kuru haldeyken
rahmetiyle dirilten Allah, çok tabii olarak ölüleri de diriltmeye kadirdir;
her iki olay da birbirine yakın ve Allah'ın kudretine göre ise eşittir.
2- İnsanlar yağmur yağmadığında gösterdikleri
keder ve küfürden dolayı kınanmaktadır: Bazen Allah'ın hikmeti, rüzgarların
eserek yağmursuz olarak bulutları hareket ettirmesini gerekli kılabilir. Bu
şekilde esip ürünleri, ekinleri sararttığında Allah'a inanmayanlar hemen
üzüntü ve umutsuzluklarını dışa vururlar. Onlar Ölüler, körler, sağırlar
gibidirler; hissetmezler, görmezler ve işitmezler. Peygamber eşyanın tabiatını
değiştirmekle, ölüyü hisseder, körü görür, sağırı işitir hale getirmekle
mükellef değildir. O'nun görevi sadece canlı, gören, işiten kimseye hitap
etmektir.
Bu ayetlerin delaleti,
hedefleri ve anlamlan ile 33-37. ayetler arasında açık bir benzerlik vardır;
bu da ayetlerin öncesiyle üslup ve konu bakımından irtibatlarının var olduğunu
göstermektedir.
Ayetlerin ruhu ve
mânâsı, bu olayların; yani yağmurun tutulmasının, sonra da yağdırılmasının
peygamberin döneminde olduğunu göstermektedir. Müşrikler o zaman kederlenmiş,
sonra da sevinmişlerdi. Bu olay hatırlatmak, tenbihde
bulunmak, üslubu desteklemek, Allah'ın öldükten sonra insanları tekrar
diriltmeye kadir olduğuna delil sunmak için bir vasıta olmuştur. Bu sûrede buna
çokça işaret edilmiştir ve Allah'ın kudretine delil göstermede çeşitli
üsluplarla tekrarlanmıştır.
Duhan sûresinin tefsirinde, Hicaz bölgesine isabet eden
kıtlık ve bazı ileri gelenlerin Peygamber'e çıkarak, insanlardan bu belanın
kaldırılması için Allah'a yalvarması dileğinde bulunmaları ile ilgili bazı
rivayetler nakletmiştik. Belki bu sûrenin indiği sıralarda da buna benzer
olaylar olmuş olabilir.
Ayetlerin
ikinci yarısı, öldükten sonra diriltilmeyi inkar eden müşrikleri kınamakta ve
Allah'ın buna kadir olduğuna delil sunmaktadır. Allah'ın davetine icabet eden
ve kendilerini bütün hallerde O'na teslim eden mü'minleri
de överek Peygamber'i rahatlatmaktadır: Nasıl ki yağmur yağması geciktiğinde
veya rüzgar yağmursuz olarak estiğinde, bu Allah'ın buna kadir olmadığını
göstermiyorsa, aksine bunun nedeni sadece Allah'ın hikmeti, takdiri ve
kâinatta koyduğu kanunlar ise, aynı şekilde Allah'ın öldükten sonra diriltme va'dinin gecikmesi de O'nun bunu yapmaya kadir olmadığı
anlamına çe-kilmemeli,
bunun nedeninin O'nun hikmetinde, takdirinde saklı olduğu bilinmelidir.
Müşrikler ölüler, körler ve sağırlar mesabesinde olup bunu idrak edemezler, bu
yüzden de tartışırlar, büyüklenirler, feryat edip, yaygara koparırlar.
Peygamber'in onların bu tavırları karşısında bir şey yapması gerekmez, çünkü o,
imkansız olanı yapmakla mükellef değildir. Bütün görevi hidayeti, hakkı, imanı
arzulayan; kendilerini Allah'a teslim etmeye hazır olan kimselere bunları
anlatıp işittirmektir ve zaten çabaları da boşa gitmemiş, bu tür özelliklere
sahip kimseleri bulmuştur. [38]
54. Allah,
sizi bir zaaftan yarattı, sonra (bu) zaafın ardından bir kuvvet kıldı, sonra
bu kuvvetin ardından da bir zaaf ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratır. O,
bilendir, güç yeti-rendİr.
Ayette Allah'ın
insanları yaratması evrelerine dikkat çekilerek hatırlatılmaktadır. Onları ilk
Önce zayıf bir halde yaratmıştır ki bu onların çocukluk devreleridir. Sonra on-iarı kuvvetli kılmıştır ki, bu da onların gençlik ve kemal
dönemleridir. Sonra da onları kuvvet ve gençlikten sonra tekrar zayıf kılmıştır
ki, bu da onların ihtiyarlık ve halsizlik dönemleridir. O dilediğini hikmetinin
takdir ettiği ölçüde çeşitli.şekil ve evrelerde yaratır, O gerekli olan
hususları çok iyi bilendir, her şeyi ölçüsü nisbetinde
yaratmaya kadir olandır.
Ayet
öncekini destekleyici olarak hemen onun peşinden gelmiştir. Allah'ın kudreti
insanların yaratılış evrelerinde ve ömürlerinde de tecelli etmektedir, her yaptığında
belirli bir hikmet ve gaye vardır. Yağmur yağmadığında veya sağanak halinde
yağdığında yahut öldükten sonra diriltme hadisesi geciktiğinde bunların
hikmetsiz olarak yapıldığı zannına kapılmak doğru olmadığı gibi bunun Allah'ın
kudretinde şüphe etmeye sevket-mesi
de yanlıştır. [39]
55. Kıyamet saatinin kopacağı gün, suçlular,
(dünyada) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar, (haktan)
böyle çevriliyorlardı.
56.
Kendilerine İlim ve İman verilenler ise, dediler kî: "An-dolsun, siz Allah'ın
kitabında (yazılı süre boyunca) diriliş gününe kadar yaşadınız; İşte bu dirilme
günüdür. Ancak siz bilmiyordunuz.
57. Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir
yarar sağlayacak, ne de (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.
Bu ayetlerde öldükten
sonra diriltme te'yid edilerek kafirler onun dehşetli
korkusuyla uyarılmaktadır: Çok yalanda kıyamet kopacaktır ve çok yakında
günahkar suçlular Allah'ın huzurunda ayakta duracaklardır. Ve çok yakında
hayret ve dehşet içerisinde dünyadan ayrılmalarının üzerinden bir saatten fazla
sürenin geçmediğine yemin edeceklerdir, ilim ve iman
sahibi kimseler de onlara: Dünyadaki durumunuz gibi şimdi yemin etmeniz de
boşunadır, çünkü siz ahiret hakkında düşünmekten
kaçıyordunuz ve o,ansızın karşınıza çıktı. Siz Allah'ın takdir ettiği kadar
uzun bir zaman Ölüler olarak kaldınız ve siz şimdi her ne kadar o sizi kaplayan
dehşet ve hayretin hakikatini, durumunuzun ciddiyetini anlayamasamz
da va'dolunduğunuz ba's-diriltilme
günündesiniz. Ayetler zalimlere, öne sürdükleri mazeretlerinin hiç bir fayda
vermeyeceğini, onlann hoşnutluk istemelerinin, tevbe sunmalarının hiçbir yarar sağlamayacağım
açıklamaktadır.
Ayetler,
önceki ayetlerin muhtevasını desteklemekte ve onlarla bağlantı içerisinde
bulunmaktadır. Bu ayetlerde, bizim ayetlerin ikinci bölümünü oluşturan 48-53.
ayetlerden çıkardığımız anlamın doğruluğuna nişane bulunmaktadır. O ayetlerde
kafirler Allah'ın ba'si-öldükten sonra diriltmeyi
geciktirmesi nedeniyle, buna kadir olmadığını sanmalarından dolayı
kınanmışlardı, halbuki buna kadir olduğunu gösteren, gerek kendi nefislerinde,
gerekse kâinatta O'na ait birçok kudret nişanesi bulunmaktadır. [40]
58. Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali getirip anlattık.
Onlara bir ayet getirdiğin zaman inkar edenler: "Siz (geleneklerimizi)
İptal edenlerden başka bir şey değilsiniz" derler.
59. işte Aliah,
bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler.
60. Öyleyse sen sabret; şüphesiz Allah'ın va'di haktır; kesin bilgiyle inanmayanlar sakın seni
telaşa düşürüp hafifliğe sürüklemesin'[41].
Bu ayetlerde:
1- Allah'ın
insanlara Kur'an'da her türlü örneği verdiği; sözü,
anlamaları ve irşad olmaları için muhtelif üsluplarda
sunduğu belirtilmektedir.
2-
Peygamber'e hitab edilerek, onlara Allah'ın
ayetlerinden birini okuduğunda kafirler hemen onu yalanlamaya yellenirler ve
getirdiğin şey bâtıldan başka bir şey değildir, derler. Çünkü bu, kalbi
kilitlenmiş, mühürlenmiş, basireti kapanmış sapık cahilin yapacağı bir
davranıştır.
3- Peygambcr'e, bundan
etkilenmemesi, endişeye kapılmaması, Allah'ın mutlaka gerçekleşecek olan hak va'di gelinceye kadar sabretmesi ve kafirlere, kendisini
telaşa düşürerek işinde aceie etmeye sevkedecek açık bir kapı bırakmaması emredîlmektedir.
Görüldüğü gibi ayetler
önceki bölümleri tamamlamak için gelmiş, Peygamber'i teselli edip destek
çıkmış, kafirleri de uyarıp kınamıştır. Aynı zamanda da birçok sûredeki
alışılmış bitiş özelliklerini taşıyan tarzda sûre ayetlerinin nihayetini
oluşturmuştur.
"İşte Allah,
bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürle}'" cümlesini yukarıda yaptığımız
şekilde yorumlamamızın nedeni, ayetlerin gaye ve ruhunun da ima ettiği gibi,
kafirlerin inallarının şiddetini, niyetlerinin kötülüğünü, cahilliklerini, bu
nedenle de nasihatlerin onlara fayda vermemesini tasvir etmek içindir. Önceki
münasebetlerde de açıkladığımız üzere bu, aynı maksatla, lafız ve mânâlarda bu
şekilde tekrarlanmıştır.
"Öyleyse sen
sabret; şüphesiz Allah'ın va'di haktır; kesin
bilgiyle inanmayanlar sakın seni telâşa düşürüp hafifliğe sürüklemesin"
ayeti de "Allah'ın va'di haktır" tabiri ve
bu gerçekleşinceye kadar sabret emri ile sûre başlarında geçen aynı tabir
arasında yakın bir ilişki bulunmakta ve böylece sûrenin başıyla sonu
birleşmektedir.
Aynı zamanda sûrede
Allah'ın mü'minlerc yardım edeceği va'di de geçmişti; bütün bunlar sûre bölümlerinin
birbiriyle bağlantılı olduğuna ve bir bütün olarak da müslü-manlann yardımla müjdelen di ğine
bir karine teşkil etmektedir.
Belki
bu va'dde Peygamber'e ve müslümanlara
gelmesi yaklaşan yardımın müjdesi bulunmaktaydı; zira onlar o sıralarda
Medine'ye hicret etmeye azmetmişlerdi. Bu sûre de, bu hazırlık dönemlerinde
nazil olmuştu. Belki bu sûre, Peygamberle bazı Evs ve
Hazrec kabilelerinin ileri gelenleri arasında
gerçekleşen birinci görüşme döneminde veya onlardan çok sayıda kimsenin iman
edip ona yardım etmeyi va'd ettikleri, onun ve
ashabının Medine'ye hicret edip gelmelerini canı gönülden arzuladıkları ikinci
görüşme esnasında inmiş olabilir. Herhalde Peygamber bunun üzerine hicrette
acele etmeyi düşünmeye başladı; Allah da onu teskin ederek, şartlar tam olarak
oluşuncaya kadar veya kendisinden önce ashabının hicret etmesini sağlıklı bir
şekilde deruhte edip sağlayinca-ya
kadar sabretmesini emretmiştir. [42]
[1] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/285.
[2] Ednâî-Arz Kinaye yoluyla
Hicaz'a sınır bölgelerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Bir kısım müfessir,
burasının Şam bölgesi olduğunu söylemiştir. Bazıları da Fırat nehri kıyısı
olduğunu söylemiştir. Her iki görüş de isabetli olabilir; çünkü Rumlar,
Farslar-İranlılar karşısında Fırat nehri bölgesinde, sonra da Peygamber'in
döneminde Şam bölgesinde hezimete uğramışlardı.
[3] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/286-287.
[4] Taberî bu konuyu tafsilatlı
olarak zikretmiştir. Ayetlerin tefsiri bölümüne bakın. Diğer tefsir
kitaplarında bununla ilgili nakillerin hemen hemen
hepsi Taberi'de genel olarak mevcuttur.
[5] Bkz. Taberi
Tefsiri
[6] Bkz. Taberi
Tefsiri.
[7] Bkz. Taberi
Tefsiri.
[8] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/287-289.
[9] Esârü’l-Arza Onu sürüp
ektiler ve kullandılar.
[10] es-Sûây el-Esva' kelimesinin müennes şekli olup, cümlede 'kâne'nin haberi makamında, 'çok kötü oldu' anlamındadır.
[11] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/290-291.
[12] Yüblisu Ümit keser.
[13] Yeteferrakûnej Burada,
'gruplara ayrılırlar' anlamındadır.
[14] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/292.
[15] Tüzkirûn Gündüzleyin
öğle vaktinde,
[16] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/292-293.
[17] Menâmükümbi'l-leyli ve'n-Neharive'b-tİgâüküm min fazlihi
Cümlede lef ve neşr bulunmaktadır. Lef ve neşr: Cümlede çok sayıda şeyi tafsilatla veya icmali olarak
zikredip, sonra da sayılan fertlere ait, bağlı hususları tayin etmeden
zikretmektir. Buna göre cümlenin anlamı: "Geceleyin uyumanız, gündüzleyin de Allah'ın lütfundan
aramanız..." şeklindedir.
[18] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/294-295.
[19] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/295-296.
[20] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/297-298.
[21] Fıtratallahi Allah'ın
insanlara uyulmasını vacip kıldığı emri veya onların bunu kabul edip uymaya
meyyal olarak yaratılıp biçimlendiril-mesidir. Yahut onlann üzerinde yürümelerinin emredildiği yol anlamındadır.
[22] Li halkillâhi
Müfessirlerin birçok tabiin alimlerinden ve mü-fessMerinden
naklettiğine göre Allah'ın dini anlamındadır. Bu yorum isabetli ve ayetlerin
ruhuna da uygundur.
[23] Bkz. Taberi,
Begavi, İbn kesir Tefsirleri.
[24] Bkz. a.g eserler.
[25] Bkz. Taberi,
İbn Kesir tefsirleri.
[26] Bkz. Begavi
tefsiri.
[27] Bkz. Ruhu'l-İslam,
Râbûs baskısı, s. 84-90.
[28] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/298-301.
[29] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/301-303.
[30] et-Muz'ifîın Sevaplarını
zekât ile kat kat arttıranlar.
[31] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/303-304.
[32] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/304-305.
[33] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/305-306.
[34] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/307.
[35] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/308.
[36] Bkz. İbn
Kesir Tefsin
[37] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/308-309.
[38] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/310-311.
[39] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/311-312.
[40] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/312-313.
[41] La Yestehiffenneke Onlann sana tesir etmelerine fırsat verme ki, seni harekete
geçirip işinde acele etmene sebep olmasınlar.
[42] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 4/313-314.