- 30 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 30, nüzûl
sıralamasına göre 84, mesânî kısmının birinci sûreler
grubunun ikinci sûresi olan Rum sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 60 dır.
Hamd
yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât
ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve Onun pak aile halkına
ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin,
her şeyi bilensin.
Mekke’de
zuhur eden bir dinin yavaş yavaş tanınmaya başladığı
bir dönemde nâzil olmuş, bir savaşın gündemiyle başlayan, Rum sûresi diye
isimlendirilen ve kitabımızın 30. sırasına yerleştirilmiş bir sûreyle karşı
karşıyayız. Mekke’de için için bir kavga sürmektedir.
Bu kavga Allah’ın gönderdiği bu yeni dine giren Müslümanlarla bu dini kabul
etmemekte direnen müşrikler arasında gerçekleşmektedir. Bu savaşta gün geçtikçe azalan taraf müşrikler, artan, çoğalan, güçlenen
taraf ta Müslümanlardır.
İslâm’ın zuhur ettiği Mekke’de bu
böyle olduğu gibi dış dünyada da aynı savaş sürmektedir. Hıristiyan Bizans’la
putperest, ateşperest İran arasında cereyan eden bir savaş vardı. O günün en
büyük güçlerinden biri olan Bizans bozulmuş, tahrif edilmiş de olsa Îsâ (a.s)’a
ve İncil’e inandıklarını, tevhid dinine mensup olduklarını
iddia ediyorlar, ikinci güç olan İran da putperestliğe inanıyor, ateşe tapınıyordu.
Bu iki büyük devlet âdeta yeryüzünü ikiye bölüp parsellemişlerdi.
Tabii sürekli birbirleriyle savaş
halinde bulunan bu iki devlet Mekke’de gelişen Müslümanların ilgi alanlarında
bulunuyorlardı. Bu sûrenin gelişinden önce İran Bizans’a galip gelir.
Putperestler, Mecusiler tevhid dininin savunucusu
olanlara galebe çalarlar. Şirk dünyasının, küfür dünyasının ehli kitap dünyaya
karşı sağladığı bu galibiyet Mekke’de de etkisini gösterir. Kendi inançlarının
galibiyeti Mekke müşriklerini son derece sevindirir. Müslümanlara derler ki
bakın bizim inancımız sizin inancınıza galip gelmiştir. Yakında bizler de sizi
ve dininizi bitireceğiz diye hava atmaya, tehditler savurmaya başlarlar.
Sevinen taraf putperestler, üzülen taraf ise Müslümanlardır.
İşte
Rabbimiz böyle bir ortamda bu sûresini indirir. Huruf-ı
Mukatta ile başlayan sûre Rum’un, Bizans’ın mağlubiyetini
haber verir. Ama çok kısa bir zaman sonra Rumların İran’a, putperestlere karşı
galip geleceğini ve önceki galibiyetin de, sonraki galibiyetin de Rabbimizin
elinde ve takdirinde olduğunu haber verir.
Yine bir gaybî
haber daha verilir. Bozuk ta olsa tevhid dininin
sahibi olan Bizans’ın putperest İran’a karşı galip gelmesinin yanında yine çok
yakında Mekke’de tevhid dinine iman etmiş Müslümanların
Mekke müşriklerine karşı galip gelecekleri de haber verilir. Şu anda güçsüzmüş
gibi, güvensizmiş gibi görünen Müslümanların çok yakın bir gelecekte emniyete
kavuşacaklarının haberi verilir. Böylece Müslümanların iki kere sevinecekleri
haber verilir. Birincisi Hıristiyan Bizans’ın putperest İran’a galibiyeti,
ikincisi de Müslümanların Bedirde Mekke müşriklerine karşı kazanacakları galibiyetti.
Gerçi bu
âyetlerin indiği dönemde bu mümkün değil gibi görünüyordu. Bırakın müşriklerin
böyle bir şeyi kabullenmelerini, Müslümanlar bile böyle bir zaferi
düşünemiyorlardı. Ama Allah’ın yardımı tecelli edecek ve Mekke’den Medine’ye
hicret edip orada Allah ve Resûlü egemenliğinde özgür bir hayata kavuşan ve
devletlerini kuran Müslümanlar müşriklere galip geleceklerdi. Ve işte bir
taraftan müşriklere karşı imanın galibiyetine Müslümanlar sevinirlerken, diğer
taraftan da o günlerde işte bu sûrede haber verilen Rumların putperest İran’a
galibiyeti haberini alacaklar ve ona da sevineceklerdi. İşte sûrenin başındaki
âyetler bu olayları gündeme getirerek şöyle başlıyor:
1,5. “Elif, Lâm, Mîm. Rumlar en yakın bir yerde yenildiler;
onlar bu yenilgilerinden üç ila dokuz yıl sonra galip geleceklerdir. İş eninde
sonunda Allah'a aittir. İşte o gün, inananlar, istediğine yardım eden Allah'ın
yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir.”
Elif, Lâm, Mîm. Rumlar, Rum
orduları yakın bir yerde, Araplara yakın bir bölgede mağlup oldu. Mekke’ye,
Müslümanların yaşadığı bölgeye yakın bir yerde, yâni Suriye sınırında
yenildiler. Ama onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde tekrar
kesinlikle galip geleceklerdir. Bid kelimesi üçten dokuza kadar bir
sayıyı ifade eder.
Rabbimizin
bu kesin haberini duyan müşrikler Müslümanlarla alay edince Ebu
Bekir efendimiz bu konuda müşriklerle bahse girer. Übey
Bin Halef yalan söylüyorsun ey Ebu Bekir, böyle bir
şey asla gerçekleşmez, haydi aramızda bir zaman tayin et de seninle bahse
girelim der. Arlarında 10 yıl müddet tayin edip 10 devesine bahse tu-tuşurlar. Sonra Ebu Bekir
efendimiz Rasûlullah efendimize gelip durumu haber
verince Rasûlullah efendimiz bid
üçten dokuza kadar bir sayıyı ifade eder, binaenaleyh süreyi uzat ve bahsi
artır buyurur. Bunun üzerine Ebu Bekir efendimiz
giderek süreyi dokuz yıla, bahsi de yüz deveye çıkardı. Ve sonunda tabii
kazanan taraf Ebu Bekir efendimiz oldu, yüz deveyi
alıp peygamberin emriyle tamamını tasadduk etti.
Önce de,
sonra da emir Allah’a aittir. Başında da, sonunda da yetki Allah’a aittir. Evet
iş eninde sonunda Allah’a aittir. İş ne doğuya, ne batıya, ne doğunun güçlü
görünenlerine, ne de batının egemen bilinenlerine aittir. Sonuç silahın elinde
değildir. Sonuç gücün ve güçlünün uhdesinde, yetkisinde değildir. Bugüne kadar
bu böyle olmadığı gibi bundan sonra da böyle olmayacaktır. Her şey Allah’ın
kudret elindedir.
Yeryüzünde devletleri kurduran irade Allah’ın iradesidir. Yeryüzünde
devletlerin yıkılış emrini veren yine Allah’ın iradesidir. Yeryüzünde galibiyet
ve mağlubiyet yasasını takdir eden yine Allah’ın iradesidir. Yâni dün İranlılar
Rumlara galip gelirken de, bugün Rumlar İranlılara galip gelirken de emir ve
takdir Allah’a aittir. Yâni ne dün İranlılar galip gelirken hâşâ Allah’ı
diskalifiye edip emir ve kumandayı İranlılar ellerine geçirmiş, ne de bugün
Rumlar galip gelirken onlar Allah’ın yetkilerini ellerine geçirmiş değillerdir.
Dün birine zaferi, ötekisine mağlubiyeti takdir eden Allah bugün de tersini
irade buyurmuştur.
İşte o gün mü’minler
Allah’ın nusretiyle sevinirler. Allah dilediği
kimseye yardım eder. Allah Azîzdir, izzet ve şeref sahibidir, Rahîmdir, sonsuz
merhamet sahibidir. İbni Abbas
efendimiz Rumların İranlılara karşı zafer kazandığı günlerde Müslümanlar da
Bedirde müşriklere karşı bir zafer kazandılar buyurur. İki zafer aynı günlere
tesadüf ediyordu. Bu sebepten Müslümanlar iki sevinci birden yaşıyorlardı.
Tabii daha sonraları Müslümanlar bu iki süper devletin ikisini de yıkacaklardır.
Yeryüzünün en süper güçlerini yerle bir edecekler ve tüm dünyaya Allah’ın
dinini yayacaklar. Tabii işte burada da yine:
Yasası geçerli olacaktır. Emir, yetki
önce de Allah’a aittir, sonra da Allah’a aittir. Allah bu yetkisiyle Müslümanlara
yardım edip onların galibiyetine hükmetmeseydi elbette Müslümanların yeryüzünde
böyle bir başarıya ulaşmaları da mümkün olmayacaktı. İşte Rabbi-mizin bu yardımıyla Müslümanlar çok kısa bir zamanda tüm
dünyayı fethediyorlar, dünyada izzet ve şerefin Allah’a, Resûlüne ve mü’min-lere ait olduğunu net bir
şekilde ortaya koyuyorlar. Yetkinin Allah’a ait olduğunu, izzet ve şerefin
Allah’a ait olduğunu bilen Müslümanlar kar-şısında
yeryüzünün en süper güçleri devriliyor, en düzenli ordular Müslümanların
karşısında erimek zorunda kalıyorlar. Ve işte böylece Rabbimiz kıyamete kadar değişmeyecek
bir yasayı ortaya koyuyordu. Kim Allah’a iman ederse, kim Allah’a güvenirse,
kim Allah’ın iradesine teslim olursa bilsin ki o Allah’ın desteğiyle yeryüzünde
tüm güçlere galip gelecek, tüm yeryüzüne egemen olacaktır.
6. “Bu, Allah'ın vaadi; Allah verdiği sözden caymaz,
fakat insanların çoğu bilmezler.”
İşte bu Allah’ın yeryüzünde bir
vaadidir ve Allah asla vaadinde hulf etmez. Allah
vaadinden asla caymaz. Evet işte Rabbimiz iki galibiyet vaat etmişti. Bunlardan
birisi Müslümanların Mekke müşriklerine karşı galibiyetleri, diğeri de Rumların
İranlılara karşı galibiyetleri. İşte Rabbimiz bu iki vaadini de gerçekleştirmiştir.
Allah ne vaadetmişse vaadinden asla dönmez, fakat
insanların pek çoğu bunu bilmemektedir.
Dünya üzerinde savaşları,
barışları, galibiyetleri, hezimetleri, yükselişleri, çöküşleri araştıran,
anlayan, anlatan siyaset biliminin, sosyoloji biliminin, toplum biliminin, savaş
biliminin sahipleri bunu asla anlamazlar, anlayamazlar. Savaşların,
galibiyetlerin, yenilgilerin Allah’ın elinde olduğunu asla bilemez onlar. Peki
onlar neyi bilebilirler?
7. “Onlar, dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar,
âhiretten habersizdirler.”
Bunlar bu dünya hayatının sadece
dış görünüşünü, zâhirini bilebilirler. İşte görüyoruz, adamlar sundukları bilgilerde,
yazdıkları tarihte sadece işin zâhiri kısmı yazıyorlar. İşin sadece görünen ve
yüzeyde olan kısmını görebiliyorlar. İşte iki grup karşı karşıya geldi, biri
vurdu, öbürü öldürdü, biri galip geldi, biri mağlup oldu. Peki galip gelenin
galibiyetinin altında yatan ne? Mağlup olanın mağlubiyetinin sebebi ne? dendiği
zaman bunu açıklamaktan acizdirler. Ve esas onlar âhiretten
de gafildirler, habersizdirler. Yaşadıkları bu dünyanın sonunun nereye
varacağının farkında değildirler.
8. “Kendi kendilerine, Allah'ın gökleri, yeri ve ikisinin
arasında bulunanları, gerçek olarak ve belirli bir süre için yarattığını
düşünmezler mi? Doğrusu insanların çoğu, Rablerine kavuşacaklarını inkâr
ederler.”
Kendi nefisleri konusunda,
nefislerinde olanlar konusunda hiç düşünmezler, hiç kafa yormazlar mı bu
adamlar? Haydi dışlarındaki dünya üzerinde düşünmüyorlar, kendi nefisleri
üzerinde de mi düşünmüyorlar? Allah gökleri yeri ve ikisi arasındakileri hakla
yarattı. Bir de onları belli bir ecel, yâni belli bir süre ile yarattı. Göklerin
ve yerin sahibi, yaratıcısı Allah’tır. Hayatın sahibi Allah’tır. Düşün mü yorlar mı bu insanlar? Hak olan bir Rabbin hak olarak yarattığı
göklerin ve yerin yaratılışına hiç bakmazlar mı? Bu yaratıkların hiçbirisi
boşuna yaratılmamıştır. Her birerinin Allah tarafından belirlenmiş belli bir
eceli vardır.
Tüm insanlar, tüm devletler, tüm
güçler, tüm varlıklar ecellidir, ölümlüdür. Gökler de ecellidir, yerler de
ecellidir, melekler, cinler ve insanların tamamı ecellidir. Şimdi soralım:
Rablerinin ecel yasasına boyun büken bu insanlar acaba nasıl oluyor da Allah’a
rağmen varlıklarını sürdürebileceklerini zannedebilirler? Nasıl oluyor da
ecelli olan varlıklar Allah karşısında Rab’lik ve İlâhlık iddiasında bulunabiliyorlar?
Bunu anlamak gerçekten çok zordur. Bunun sebebi de işte şudur:
Bundan dolayı insanların pek çoğu
Rablerine mülaki olmayı, Rablerine kavuşmayı inkâr ediyorlar. Rableriyle karşı
karşıya geleceklerini, ölümlerinden sonra tekrar diriltilip yaşadıkları bu hayatın
hesabını vermek üzere Rablerinin huzuruna çıkacaklarını reddediyorlar.
Kendilerine mutlak âhiretin varlığını anlatan bu
hayatı, bunca varlıkları ya boş, bâtıl, gâyesiz zannediyorlar,
ya da bu hayatın ebedîliği zehabına kapılıyorlar. Hiç
ölemeyeceklerini, bu hayatın hiç bitmeyeceğini ve kıyametin kopmayacağını
vehmediyorlar.
Evet
Rabbimiz son derece açık ne net bir biçimde bu âyetleriyle bir gerçeği ortaya
koyuyor. Kendisine düşünme ve akletme özelliği
verilen insan düşünmek ve aklını kullanmak zorundadır. Onun içindir ki Rabbimiz
insana seslenmekte ve yaratılmış olan her şeyin mutlaka belli bir amaca hizmet
ettiğini ve her şeyin bu hayatın mükemmel nizamına uydurulduğunu haber
vermektedir. İnsan kendisine verilen aklını kullanıp düşünmeye yöneldiği zaman
mutlaka gerçeğe giden yol kendisine açılacaktır. Ve böylece bu hareketi kendisini
her türlü sabit fikirlilikten, cehaletten ve ruhsal körlükten kurtaracaktır.
9. “Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş kimselerin
sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli
idiler, yeryüzünü kazıp altüst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler ve
onlara bel-gelerle peygamberler gelmişti. Böylece Allah
onlara zul-metmiyor, onlar
kendilerine zulmediyorlardı.”
Yeryüzünde gezip dolaşıp
kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine hiç bakmıyorlar mı? Yeryüzünde Allah’ı, âhireti inkâr edenler, Allah’la savaşa tutuşanlar sadece kendileri
değil ki. Hiç düşünmüyorlar mı ki daha önce kendileri gibi davrananlar ne
oldular? Hani nerede onlar? Hani nerede Ad kavmi? Nerede Semûd?
Nerede Firavunlar? Nerede zalimler? Güçlüler vardı, kuvvetliler vardı, saltanat
sahipleri vardı. Hani nerede onlar? Ki onlar kendilerinden daha güçlü kuvvetliydiler.
Toprağı aktarmışlar, yeryüzünü delik deşik etmişlerdi. Yeryüzünde akla hayale
gelmedik imarlar, ekim dikimler, imarlar gerçekleştirmişlerdi. Şimdikilerin
yaptıklarından çok daha fazlasıyla yeryüzünü imar etmişler, yeryüzünü alabora
edip madenler çıkarmışlardı. Medeniyetleri, şehirleri, sulamaları, yolları,
köprüleri, evleri, sarayları teknolojileri mükemmeldi.
Onlara elçilerimiz apaçık
belgelerle, mûcizelerle, âyetlerimizle geldiler. Onlara gerek kendi
nefislerindeki, gerekse çevrelerindeki Allah âyetlerini hatırlatarak onları Allah’a
imana ve kulluğu çağırdılar. Ölüm ötesi bir hayatın hesabıyla onları uyardılar.
Ama onlar elçilerin dâvetine icabet etmediler. Allah onlara asla zulmetmedi.
Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Allah elçilerini reddeden bu
insanları zulmen helâk etmiyordu. Bu adamlar
kendileri helâki hak ediyorlardı. Allah asla kullarına zulmetmez.
10. “Sonra Allah'ın âyetlerini yalan sayıp, onları alaya
alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu.”
Sonra kötülük yapanların sonu
Allah’ın âyetlerini yalanlamaları, Allah’ın âyetlerinin yok farz etmeleri,
Allah’ın âyetleriyle alay etmeleri, Allah’ın âyetlerinin işlevini bitirmeleri
sebebiyle kötülük oldu, çok kötü oldu. Evet bizden önce çok daha görkemli, çok
daha muhteşem bir hayat yaşamış, teknolojinin zirvesine çıkmış, gücün kuvvetin
zirvesine çıkmış nice toplumlar Allah’a isyanları sebebiyle helâk olup giderlerken
şu andakiler mi Allah’la baş edeceklerini zannediyorlar? Şu anda güçlerine
kuvvetlerine güvenerek Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle
savaşa tutuşan, Müslümanlara hayat hakkı tanımamaya çalışan devletlerin
ömürleri dünkü fertlerin ömürleri kadar bile yok.
Düşünün Nuh (a.s) döneminin
kâfirleri 950 yıl yaşamışlar. Bırakın günümüz fertlerinin bu kadar bir ömre
sahip olmasını, hangi devlet bu kadar ömürlü olabiliyor? İşte yeryüzünün en
süper güçlerinden birisi olarak bilinen bir Rusya nihâyet yetmiş yılda yok olup
gidiyor. Tüm dünyaya egemenmiş gibi görünen Amerikanın da daha bir elli yıla
bile varmadan sallantılarını görüyoruz. Kendi devletinin direk egemen olduğu
ülkesinde kendi toplumunun bile güvenliğini sağlamakta acze düştüğünü
görüyoruz.
Evet nasıl oluyor da Allah’a iman
eden bu Müslümanlar şu anda dünyadaki ömürleri dünkü insanlardan bir tanesinin
ömrü kadar bile olmayan bu devletlere meyledebiliyorlar? Nasıl oluyor da izzet
ve şerefi onların yanında görüp onların desteğini kazanmaya çalışıyorlar? Gerçekten
bunu anlamak mümkün değildir.
Hayır hayır emir önce de sonra da Allah’a aittir. Şu ana kadar
yeryüzünü idare eden Allah olduğu gibi bundan sonra da yeryüzüne egemen olan
Allah’tır. Büyük irade Allah’tır. Her ne kadar yeryüzünde insanlara geçici
olarak yetkiler vermişse de bilesiniz ki bunlar geçicidir. Öyle değil mi? Yetkisini
kaybetmeyen, yetkisi elinden alınmayan bir melik, bir hükümdar, bir devlet, bir
siyasal, bir askeri güç gösterebilir misiniz? Var mı böyle birisi? Hangi devlet,
hangi iktidar sonunda yokluğun, yıkılışın mahkumu olmamıştır? İşte büyük irade
kendisini tanıtıyor:
11. “Allah önce yaratır, ölümünden sonra onu tekrar diriltir.
Sonunda O'na döneceksiniz.”
Allah’tır önce yaratan. Allah’tır
varlıkları yaratan. Allah’tır yaratmayı başlatan sonra da onu iade eden. Yaratan
da Odur, öldüren de. Öldüren de Odur, sonra öldürdüğünü tekrar diriltip iade
edecek de Odur. Sonra kendisine dönülecek ve hesap verilecek olan da Allah’tır.
Yaratmayı ilk defa başlatan, sizleri ilk defa yaratan Allah hiç ikinci defa
yaratmaya, tekrar diriltmeye güç yetiremez mi? İlk yaratıcınızın Allah olduğunu
biliyor, kabul ediyor da aynı Allah’ın sizi ikinci defa yaratmasını reddetmeye
mi çalışıyorsunuz?
Yâni sizi ve diğer varlıkları
yoktan var eden Allah olsun, sizi öldürecek ve diriltecek olan Allah olsun,
yaşadığınız bu hayatın hesabını sormak üzere sizi huzurunda toplayacak olan
Allah olsun ve şu anda hepimiz Onun huzuruna doğru gidelim, sonra da tutup bu Allah’a
kulluktan kaçıp başkalarına kulluğu koşalım. Ondan başka Rabler, İlâhlar,
tanrılar bulalım. Olacak şey mi bu? Kimin yetkisi var Allah’tan başka bu
dünyada? Allah’ın istediği bir hayat programından başka bir hayat tarzı kabul
edilir mi? Allah’tan başkalarının, yaratıcı, öldürücü, diriltici olmayanların
ne hakları, ne yetkileri var bu dünya üzerinde? Bizim ne hakkımız var onların
yasalarını uygulayarak onlara kulluk etmeye?
12,13. “Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler. Koştukları ortakları artık şefaatçileri
değildir; ortaklarını inkâr ederler”
Kıyamet koptuğu gün, kıyamet
başlarında patladığı an mücrimler, günâhkârlar iblisleşiverecek, ümitsizleşiverecekler.
Evet kıyamet gerçekleşince günâhkârlar tüm ümitlerini kaybedip iblisleşiverecekler.
İnanmadıkları, hiç beklemedikler kıyamet saatiyle yüz yüze gelince, kıyametin şokuyla
günâhkârlar donup kalacaklar. Suçüstü yakalanmış suçluların yakalanışı gibi
Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayan mücrimler ümitsizliğin acısını yaşayacaklar.
Evet bir
gün kıyamet kopacak. Şu anda yeryüzünün müstek-birleri,
günâhkârları, Allah’a isyan içinde bir hayat yaşayanlar ne yapabilecekler? Ne
gelir ellerinden? Büyük devlet gücüne, büyük siyasal ve askeri güce sahip
olanlar, ısrarla Allah’a yetki tanımayanlar, Allah’a hayat hakkı tanımayanlar,
hayatlarına Allah’ı karıştırmayanlar, hukuklarına, eğitimlerine ekonomilerine,
evlenmelerine boşanmalarına, siyasal ve askeri yapılanmalarına, kazanmalarına
harcamalarına Allah’ı karıştırmayanlar bilsinler ki bir gün dünya tepe taklak
gelecek. Güneşin defteri dürülecek, yıldızlar yerlerinden sökülüp sağa sola atı-lacak, dağlar yürütülüp denizler yok olacak. Böyle bir
ortamda ne ya-pabilecek bu
insanlar? Nereye kaçabilecek bu mücrimler? Kime sığınacaklar? Kiminle beraber
olacaklar? Kıyamete karşı gelebilecekler mi? Altlarından kayıp giden toprağı
durdurabilecekler mi? Patlayan denizlerin karşısında kendilerine bir sığınak
bulabilecekler mi? Biz ölmeyeceğiz diyebilecekler mi? Bugüne kadar kim ölmemeyi
becerebilmiş ki onlar becersinler?
Onlara yardım edecek ortakları da
yoktur ki kendilerine şefaat etsinler. Evet o zalimlerin Allah’a ortak koştukları
şerikleri içinde kendilerine şefaat edecekler de yoktur. Kim yardım edecek
onlara? Kim şefaatçi olup kurtarabilecek onları? Mümkün müdür bu? Bırakın o
Allah berisinde Allah makamına oturtup kendilerine kulluk ettikleri var-lıkların kendilerine yardım etmelerini, üstelik onlar
ortaklarını da inkâr edecekler. Biz asla dünyada bunları tanrı kabul etmedik,
biz bunları asla hayatımızda egemen bilmedik, biz asla bunları Rab ve İlâh
bilip yasalarını uygulamadık diyecekler. Bu dünyada Allah yetkilerine sahip olarak
gördükleri, kendilerine tapındıkları, kendilerine sığındıkları, arzularını
yerine getirdikleri, kendilerine dua ettikleri tanrı taslaklarının hiçbir
faydasını görmeyecekler.
Evet ya bu dünyada Allah’ı bırakıp ta Allah berisinde bir takım
varlıkları dinleyenler o dinledikleri Rablerini İlâhlarını ret edecekler, yahut
da dünyada tanrı bilinenler kullarını reddedecekler. Biz sizlerden bize kulluk
istemedik. Biz size biz tanrıyız demedik. Siz kendiniz sapıklar olarak bize
kulluk etmişseniz bunun sorumluluğu kendinize aittir. Bizim sizin bu
pisliklerinizle bir ilgimiz yoktur diyecekler.
Öyleyse
madem ki bir gün kıyamet kopacak, madem ki bir gün bu hayat bitecek, hepimiz
öleceğiz ve tekrar diriltileceğiz, madem ki bir gün Allah’ın hesabıyla karşı
karşıya geleceğiz, madem ki o gün yetki sadece Allah’ın olacak, madem ki
insanların Allah berisinde ken-dilerinde yetki
gördükleri varlıkların hiçbirisinin zerre kadar bir faydası dokunmayacak,
öyleyse niye insanlar bu dünyada sadece Allah’ı din-lemiyorlar?
Niye sadece Allah’a kulluk yapmıyorlar? Niye Allah berisinde kendilerine
Rabler, İlâhlar buluyorlar da onlara kulluk yapıyorlar?
14. “Kıyamet koptuğu gün, işte o gün, darmadağın olurlar.”
Kıyamet koptuğu gün, işte o gün
insanlar darmadağın olacaklar. O gün insanlar gruplaşacaklar, grup grup birbirlerinden ayrışacaklar. Mü’minler
kâfirlerden, mücrimlerden ayrılacaklar. İnsanlar imanlarına, amellerine,
teslimiyetlerine, takvalarına göre gruplaştırılacaklar. Allah’a, Allah’ın
dinine, Allah’ın hayat programına inanan ve hayatlarını bu imana bina edenler,
Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanlar hangi dönemde, hangi coğrafyada yaşamışsa
yaşasın, hangi ırka mensup olmuşsa olsun dünyada tek bir ümmet oldukları gibi o
gün de tek bir ümmet olacaklar. Dünyada ortak bir hayat çizgisinde olanlar da
kendi aralarında ayrışacaklar. Allah’ı bırakıp bâtıla tapanlar da kendi
aralarında bir birlik oluşturacaklar.
15. “Ama inanıp yararlı iş işleyenler, ağırlanacakları
bir cennette bulunûrlar.”
İman edip imanlarını pratik hayatlarına
aktaranlar, iman edip iman kaynaklı bir hayat yaşayanlar, iman edip bu
imanlarını hayatlarında sâlih ameller olarak
görüntüleyenler cennette nimetler içinde ağırlanacaklar, sevinecekler, keyif çatacaklar.
Ölümsüz cennetlerde yüzleri güldürülecek onların.
16. “İnkar edip, âyetlerimizi ve âhirette
Bana kavuşmayı yalanlayanlara gelince, işte onlar azapla yüz yüze bırakılırlar.”
Ama beri tarafta kâfirlere,
Allah’ı, Allah’ın âyetlerini, Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını
örtenlere, fıtratlarını örterek bir hayat yaşayanlara, âyetlerimize küfreden,
âyetlerimizi örtbas edenlere, yalanlayan, yalan sayan, yok farz edenlere, âhirete kavuşmayı da örten, âhireti
gündemlerinden düşürerek bir hayat yaşayanlara gelince işte onlar Allah’ın
azaba hazır olacaklar, azabın mahkumu olacaklar.
İşte bakın
hemen hayat ikileşiverdi. Dünyada da böyleydi zaten. Dünyada iki grup vardı, mü’minler ve kâfirler. İnananlar, inkâr edenler. Âhirette de böyle iki grup insan ve onlara hazırlanmış iki
yerleşim merkezi. Cennet ve cehennem, cennetlikler ve cehennemlikler. İşte bu
iki grubun dışında bir ayırım söz konusu olmayacak. İnsanların bu dünyadaki
değer yargılarının orada hiç bir değeri olmayacak. Bu dünyada insanlar belki
birbirlerini sosyal sınıflara, ekonomik sınıflara, ırk, kavim, kabile
sınıflarına ayırabilirler. Ama ne dünyada ne de âhirette bu ayırımların Allah katında zerre kadar bile bir
değeri yoktur. İşte Allah’ın ayırımı böyledir. Cennet ve cehennem. Allah’ın
ayırımı bu dünyada Müslüman ve kâfir, İslâm ve küfür.
17,18. “Akşamlarken ve sabahlarken, öğle ve ikindi vaktinde
Allah'ı ki göklerde ve yerde hamd O'na mahsustur tesbih edin, namaz kılın.”
Fesübhanallah. O halde tesbih
Allah’a aittir. Hep Allah tesbih edilmelidir. Hep
Allah gündemde tutulmalı, hep Allah yüceltilmelidir. Çünkü O mükemmeldir, O
aciz değildir, eksikliği yoktur Onun. Sabaha girdiğiniz vakit de akşamı idrak
ettiğiniz zaman da Allah’ı tesbih edip yüceltin. Tüm
zaman ve mekân dilimlerinde tesbih edilecek, gün-deme
alınacak, yüceltilecek tek varlık Allah’tır. Tüm âlemde sözleri dinlenecek,
arzuları yerine getirilecek, tüm zaman diliminde, tüm ömür boyunca yüceltilecek
tek varlık Allah’tır. Göklerde ve yerde hamd Onudur.
Yatsı vaktinde ve öğleye ulaştığınız zaman. Her zaman ve her mekânda, gündüz,
gece, öğle, akşam, yatsı hamd edilecek, övülecek,
programı uygulanacak tek Rab ve İlâh Odur.
Evet
yukarıdaki âyetlerle iman ve sâlih amelin iyi sonuçlarını,
küfür ve şirkin kötü sonuçlarını duyduktan, öğrendikten sonra, bu konuda sadece
Allah’ın yetkili olduğunu bildikten sonra haydi Rab-b’inizi
tesbihe ve hamdi sadece Ona
ait kılmaya yönelin. Haydi dilleriniz ve amellerinizle Onu tesbih
etmeye ve Ona hamd etmeye koşun. Beş vakit namazla
Allah’ı tesbih edin. O Allah ki:
19. “O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü
ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz.”
Ölüden diriyi, diriden de ölüyü
çıkarandır. Ölümünden sonra yeryüzünü de diriltendir. Evet O Allah ölüden
diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. Toprağın altındaki ölü bir tohumu diriltip
ondan hayatı, di-riliği çıkaran Allah’tır. Hiç hayat
emaresi olmayan küçücük ölü bir çekirdekten koskoca bir ağacı çıkaran
Allah’tır. Peygamberine indirdiği vahiyle
ölü kalpleri dirilten, kâfirlerden dipdiri mü’minleri
çıkaran da Allah’tır. Ama dipdiri mü’minlerden
kâfirleri çıkaran da Allah’tır. Yâni ölü bir insandan diriyi çıkarır, diri bir
insandan da ölüyü çıkarır. Kâfirden mü'mini mü'minden de kâfiri çıkarır.
Veya meselâ Nuh (a.s) gibi
dipdiri bir babadan iman etmeyen ölü bir oğul çıkardığı gibi, Âzer gibi ölü bir kâfirden dip diri bir İbrahîm çıkarabilir
Allah. Ya da Zekeriyya
(a.s) gibi yüz yaşını aşkın bir babadan üstelik de kısır bir anadan Yahya gibi
bir diri çıkarır Allah. Veya işte bir zamanlar yok iken, yokluktan var edilen
bir mevcudat çıkarıverir. Ölüyken, yok iken yeryüzünde, hayat sahnesinde varlıkları
var ediverir.
Öyle değil mi? Bir zamanlar yoktu
varlık, yoktu insanlar, yoktu semalar, yoktu arz, yoktu güneş, yoktu ay yoktu
yıldızlar da yokları var etti Rabbimiz. Kupkuru topraktan Adem’i yaratan odur.
Kupkuru topraktan varlıklara hayat veren odur. Var olanları da sonunda öldürerek
diriden de ölüyü çıkarıyor Rabbimiz.
İşte sizin
dirilişiniz, ölümünüzden sonra dirilişinizin çıkarılması da aynen böyle
olacaktır. İşte sizler de böylece çıkarılacaksınız. Ölümünden sonra yeryüzü
nasıl diriliyorsa sizin dirilişiniz de aynen öyle gerçekleşecektir. İşte şunlar
da Onun âyetlerindedir diyerek bundan sonra Rabbimiz bir dizi âyetleriyle bizi
karşı karşıya getirecek ve bize Onu inkâra, Onu yalanlamaya, Onu diskalifiye
ederek bir hayat yaşamaya fırsat tanımayacak.
20. “Sizi topraktan yaratması O'nun varlığının belgelerindendir.
Sonra hemen birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız.”
İşte sizi topraktan yaratması
Onun âyetlerinden, Onun varlığının ve sizler üzerindeki yaratıcılığının rubûbiyet ve ulûhiyetinin, egemenliğinin
belgelerindendir. Sizi topraktan yarattı da O Allah, sonra işte onun ardından
birer insan olup yeryüzünde yayılıverdiniz. Evet Allah sizi topraktan
yarattı. varlığımızın başlangıcı topraktır.
Bizler de şu anda topraktan aldığımız gıdalarla meydana getiriliyoruz.
Düşünebiliyor musunuz? Toprak adam oluyor ve yeryüzünde hareket ediyor.
Allah’ın varlığına, gücüne bundan daha büyük bir delil olur mu? Bu Allah’ın
âyeti değil de kimin âyetidir? Bu âyet bizi Allah’a kulluğa ve teslimiyete
götürmeyecek de ne götürecektir? Bunu Allah’tan başka kim becerebilir? Tüm bu
teknolojik güçleriyle bir sineğin bir tek kanadını, ya
da insanın saçının bir tek telini yaratabilecek birileri var mı? İşte toprak
yerinde duruyor. Haydi toplansın tüm dünya insanlığı da bir şey yaratsınlar. Ve
işte böyle bizi topraktan yaratan Allah ölümlerimizden sonra aynı topraktan
bizi tekrar yaratmaya, diriltmeye güç yetiremez mi?
21. “İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler
yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının
belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler vardır.”
Yine Onun âyetlerindendir ki
nefislerinizden zevceler yaratmıştır. Sizin için kendilerinde huzura
kavuşacağınız, sükûnete ereceğiniz, doyuma ulaşacağınız sizin nefislerinizden
zevceler yaratması Allah’ın âyetlerindendir.
Evet sizi bir tek cins olarak
değil, insan olarak birbirine eşit ama farklı fiziksel yapıya, farklı ruhsal
özelliklere sahip iki ayrı cins olarak yaratmıştır Allah. Birbirine eş olacak,
birbirini tamamlayacak, birbiriyle çok âhenkli bir bütünlük arz edecek erkek ve
kadın olarak yaratmıştır sizi. Evet sizi böyle erkek ve kadın olarak yaratmış
ki birbirinize ısınasınız, birbirinize meyledip yakınlık kurasınız, kaynaşasınız
diye. Böylece Allah aranızda bir sevgi bir rahmet de ortaya koymuştur. Ne güzel
değil mi? Eşler arasında sevgi ve rahmet, merhamet. Eğer Rabbimiz erkek ve
kadına birbirlerine karşı büyük bir sevgi, istek ve arzu vermeseydi onlar asla
birlikte bir yuva kurma gereği duymayacaklardı.
Evet Allah
hiçbir nefsi yalnız yaratmamıştır. Mutlaka birlikte yaşayacağı bir eş, bir zevc takdir etmiştir ona. Eğer şu anda insanlar Allah’ın bu
yasasına karşı çıkarak bir karı koca hayatından kendilerini mahrum
bırakıyorlarsa burada suçlu Allah değil kendileridir. aslında bütün kadınlar ve
erkekler birbirlerine muhtaç yaratılmıştır. Kendilerini fıtrat dışı bir hayatın
mahkumu edenler, kadınsız erkekler, erkeksiz kadınlar bu dünyada mutsuz bir
hayat yaşamak zorunda kalacaklardır. İşte bunda da düşünen, tefekkür eden, kafa
yoran insanlar için ibretler var, âyetler vardır.
22. “Gökleri ve yeri yaratması, dillerimizin ve renklerimizin
değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler
için dersler vardır.”
Yine göklerin ve yerin
yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı
olması da Allah’ın âyetlerindendir. Her birerinizin dili değişik, rengi
değişiktir. Dünyanın değişik bölgelerinde insanlar değişik diller kullanmakta
olduğu gibi her insanın dili, ses tonu mutlaka diğerlerinden ayrıdır. Aynı
şekilde tüm insanlar aynı topraktan meydana geldikleri halde, aynı
elementlerden teşekkül ettikleri halde herkesin rengi birbirlerinden o kadar
farklıdır ki milyarlarca insanın arasında ayırt edilebilmektedir.
Evet sizin
renklerinizin, dillerinizin değişik olması da Allah’ın âyetlerindendir. Sizin
bu fizikleriniz, renkleriniz, dilleriniz, ırklarınız kendi kendinize
bulduğunuz, kendi kendinize ulaştığınız bir şey değil, bu bir Allah takdiri, bu
bir Allah yasasıdır. Öyleyse bütün insanların değerlendirilirken hiç birinin
diğerinden ayrı, üstün, alçak olarak değerlendirilmemesi gerektiği de bu âyette
zikredilmiş oluyor. Evet dillerimiz, renklerimiz, ırklarımız ayrı olabilir.
Birimiz beyaz, birimiz siyah, birimiz sarışın olabiliriz. Birimiz Türkçe,
birimiz Arapça, birimiz Çince konuşuyor da olabiliriz. Bunlar Allah’ın
âyetlerindendir. Bunlar insanların birbirlerine üstünlük ya
da alçaklık sebepleri değildir. Bunlar hiçbir zaman insanların birbirlerinden
ayrıcalıklarının delili değildir. Ne beyazlar siyahlardan üstündür, ne siyahlar
sarışınlardan üstün ya da alçak değildir. Yine hiç
bir dil konuşanın öteki dil konuşanlara bir üstünlük ya
da alçaklığı söz konusu değildir. İnsanların değerlendirmesini Rabbimiz bunlara
değil de tamamen inanca bağlı kılmıştır. Müslüman kâfirden üstündür, muttaki
diğerlerinden üstündür Allah katında. İşte Allah’ın değer yargısı budur.
İşte bunda
âlimler için, bilenler, bilgi sahipleri için bunda âyetler vardır diyor
Rabbimiz. Peki âlim kimdir? Âlim vahyi bilenlerdir. Allah’ın göklerin ve yerin
yaratıcısı olduğunu bilen kimseler âlimdir. Dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı yaratılışının Allah’ın bir âyeti olduğunu bilen
kimseler âlimdir. Allah’ı tanıyan, Allah’ın istediği kulluğu bilen ve onu icra
eden kişi âlimdir. Allah’ın kitabında ve Resûlünün sünnetinde ortaya konan
değer yargılarına göre bir hayat yaşayan kişi âlimdir. Bunu bilen bir kişi,
Allah’ın bu âyetleriyle bilgilenen bir kişi artık şunu söyleyebilir mi? Rengi
şöyle olanlar üstündür, dili böyle olanlar, filan ülkede doğanlar, falan ırka
mensup olanlar üstündür. Benim dilimi konuşanlar üstündür, benim rengimi
taşıyanlar üstündür diyebilir mi? Allah’ın değer yargılarının bilincinde olan
bir insan kesinlikle bilir ki üstünlük ancak imandadır, takvadadır.
23. “Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan
rızık aramanız O'nun varlığının belgelerindendir.
Bunlarda kulak veren millet için dersler vardır.”
Yine geceleyin uyumanız, gündüzün
de Onun lütfundan rızık
aramanız Onun âyetlerindendir. Gecede ve gündüzde Rabbimizin koyduğu uyku
yasası da bizim için en büyük lütuflardan birisidir. Hayat Allah için yaşandığı
zaman güzeldir. Hayat Allah’a kullukta değerlendirildiği zaman şereflidir.
Allah’ın âyetleriyle hayatı tanımlamak gü-zeldir. İşte gece, işte gündüz. İşte uyku, işte çalışmak.
Tam bize uygun bir hayat yasası. Hiç düşündünüz mü? Allah geceyi sürekli
kılsaydı, hiç gündüzü getirmeseydi ne yapardınız? Ve gündüzü sürekli kılsaydı
geceyi kim getirebilirdi bize? İşte bunlarda da kulak veren, kulağı olan,
kulağını kullanan kimseler için ibretler, dersler vardır.
24. “Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten
su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi, O'nun varlığının
belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler vardır.”
Yine korku ve ümit kaynağı olan
şimşeği göstermesi Allah’ın âyetlerindedir. Evet korku ve ümitle, havf ve tamahla Rabbiniz size şimşeği gösterir. Görürsünüz
şimşeği korkarsınız, görürsünüz şimşeği arzularsınız. Arzularınız, ümidiniz
kabarır. Çünkü şimşek kimileri için bir korku sebebi, kimileri için de bir
ümit, bir rahmet vesilesidir. Kimileri için bir rahmet muştusu, bir yağmur
habercisi, bir bereket müjdecisi, yağmurun yağacağına bir alâmet, ama kimileri
için de isyanları, günâhları yüzünden toplumları helâk eden bir azap kamçısı,
bir felâket habercisidir. Bundan dolayıdır ki insanlar şimşeği gördükleri zaman
hem korkarlar hem de sevinirler. Yâni kimilerinin ödü koparken kimileri
sevinir. Çünkü tarih içinde nice toplumlar savaikle,
yıldırımlar ve şimşeklerle yok olup gitmişlerdir.
Yine Allah
gökten yağmuru, suları indirir de onunla ölümünden diriltiverir yeryüzünü. İşte
bu da Allah’ın âyetlerinden birisidir. Muhakkak
ki bunlarda akıl eden, akıllarını kullanan bir kavim içindir.
25. “Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durması
O'nun varlığının belgelerindendir. Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya
görsün, hemen çıkıverirsiniz.”
Yine buyruğuyla gökyüzünü ve
yeryüzünü durdurması, gökler ve yerin varlık âleminde bulunması Onun âyetlerindendir.
Evet gökler ve yerin bu düzen içinde durdurulması da Allah’ın âyetlerindendir.
Gökleri ve yeri tutan, onları zevalden, yıkılıp gitmekten koruyan, tutan,
muhafaza eden Allah’tır. Göler ve yere egemen olan Allah’tır. Göklerde ve yerde
hakim olan, hükmü geçerli olan, Kayyûm olan
Allah’tır. Eğer gökler ve yer zevale uğrayacak olsalar, kayacak olsalar
Allah’tan başka hiç kimse onları tutamaz. Rabbimiz lütfuyla
bu âlemi ayakta tutuyor. Allah’tan başka hiç kimsenin gökleri ve yeri ayakta
tutma gücü yoktur. Bırakın gökleri ve yeri ayakta tutmayı kendilerini bile
ayakta tutmaya güç yetiremeyen varlıkların Rab olmaları, İlâh olmaları mümkün
değildir. Allah dengede tuttuğu için bu kâinat yıkılmadan duruyor. Ama Allah’ın
emriyle bir gün yıkılmaya, kaymaya başladı mı artık kimse onun önüne geçemeyecektir. Yâni gökler ve yer sadece Allah tarafından
yaratılmakla kalmayıp varlıklarının sürdürülmesi de Rabbimizin emriyle
olmaktadır.
Sonra sizi
kabirlerinizden bir dâvetiye ile çağırdı mı hemen Onun huzuruna çıkıverirsiniz.
Evet Rabbinizin dâvetini alır almaz hemen mantar bitiyormuş gibi
kabirlerinizden kalkıp mahşere doğru akıverirsiniz. Yâni bu kâinatı yaratan,
gökleri ve yeri yaratan, gökleri ve yeri buyruğu altında tutan Allah’a bu hiç
de zor gelmeyecektir.
Evet
topraktan yaratılışımız bir Allah âyeti, topraktan insan haline getirilip
yeryüzünde tohumlanıp dağılmamız bir âyet, kendi cinsimizden eşlerimizin
yaratılması bir âyet, eşler arasında meveddet, sevgi,
arzu bağlarının yaratılması bir âyet, göklerin ve yerin yaratılışı bir âyet,
dillerimizin ve renklerimizin ayrı ayrı olması bir
âyet, gecemiz gündüzümüz, uykularımız, gündüzün Allah’ın fazlından rızık aramamız bir âyet, şimşek, yağmur bir âyet,
yağmurlarla ölümünden sonra yeryüzünün ölümünden sonra bahar mevsimi tekrar
dirilmesi bir âyet, kıyamet bir âyet, diriliş bir âyet. İşte bütün bunlar
kendisine kulluk yapılacak Rabbimizin birer âyetidir.
26. “Göklerde ve yerde olanlar O'nundur; hepsi O'na boyun
eğmiştir.”
Ve göklerde ve yerde ne varsa
hepsi Onundur. Göklerde ve yerdekilerin tamamı Allah’ın mülküdür. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi Allah’a boyun bükmüştür. Göklerde ve yerde canlı-cansız ne
varsa hepsi Allah yasalarına boyun büküp itaat ederler. Rablerinin yasaları,
Rablerinin buyrukları önünde diz çökerler. Çünkü onların tümünü Allah yaratmıştır.
Onlar da yaratıcılarının kendileri için belirlediği hayat tarzını, kendilerine
yüklediği rollerini zerre kadar aksatmadan yerine getirerek Rablerine boyun bükmekte,
Rablerini dinlemekte ve Rablerinin önünde eğilmektedirler. Çünkü yaratılmış
olan herkesin ve her şeyin yaratıcı karşısında konumu kulluktur.
Öyleyse
nasıl ki canlı ve cansız tüm varlıklar yaratıcılarına boyun bükmüşler, sadece
Onu dinliyorlarsa o zaman elbette ki yaratılış yönünden onlardan farklı
olmayan, onlar gibi kul olan insan da sadece Allah’a boyun bükmeli, sadece
Allah’ı dinlemeli, sadece Allah’ın kanunlarına, Allah’ın yasalarına itaat
etmelidir. Fıtrat en zaten insan Allah’ın yasalarına boyun bükmektedir.
Kâfirler de şu anda Allah yasalarına boyun bükmektedir. Allah’ın yarattığı bu
insan yaratılış yönünden üşümekte, acıkmakta, uyumakta, yorulmakta, hasta olmakta,
erkek ve kadın olmaktadır. Mü’min kâfir hiç kimse bu
Allah yasalarının dışına çıkamamaktadır.
Yâni insan fıtrat en Allah’ın
koyduğu yaratılış yasalarının dışına çıkamamaktadır. Ama fıtrî hayatında kerhen
Allah yasalarına boyun büken kâfir ihtiyarî, ya da
günlük hayatında Allah’a itaat etmemektedir. İşte insan fıtrî hayatında böylece
Allah’ın yasalarına boyun büktüğü gibi günlük hayatında da Allah’ın yasalarına
boyun bükmek zorundadır. Değilse fıtrî hayatında Allah’ın yasalarına boyun büken
bu insan günlük hayatında başkalarının yasalarına boyun bükerse, hayatının
birinde Rabbinin İlâhî yasalarına ötekisinde de beşer yasalarına teslim olursa,
yâni iki Rabbi, iki İlâhı olursa onun, yâni onun fıtrî hayatıyla günlük hayatı
çatışma içine girerse o zaman bu ikisi arasında insan ezilip gidecektir.
27. “Önce yaratan, ölümünden sonra tekrar dirilten O'dur.
Bu, O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde olan en üstün sıfatlar
O'nundur. O, güçlüdür, Hakîmdir.”
Evet Allah’tır yaratmayı
başlatan. Allah’tır yaratmayı ilk yapan. O Allah mahlukâtı yoktan var edendir.
İlk olarak eşi ve benzeri olmayan bir varlıklar âlemini, daha önce bir
görüntüsü olmayan, daha önce bir benzeri olmayan bu âlemi yaratan Allah’tır.
yoktan var ettiği bu varlıkları sonra öldürüp tekrar diriltecek olan da Odur.
Üstelik ölümlerinden sonra insanları tekrar diriltip hesaba çekmek üzere
huzuruna getirmesi Ona göre çok kolaydır. Niye zor olsun da bu Allah’a? Eğer
zor olsaydı onları benzeri yokken ilk defa yaratması zor olurdu. İlk defa
onları yaratan ikinci defa yaratmaya güç yetiremez mi? Çünkü Göklerde ve yerde
en yüce sıfatlar, en üstün meseller de sadece Ona aittir.
O Azîzdir, O Hakîmdir. Yaratan
Odur, rızık veren, doyuran Odur. İzzet ve şeref, güç
ve kudret sadece Ona aittir. Hikmet sahibi de sadece Odur. Ondan başka kim
hakim olabilir bu varlıklar âlemine? Ondan başka kim sahip olabilir bu âleme?
Ondan başka yaratıcı var mıdır? Gücüyle kudretiyle, egemenliğiyle hikmetiyle O
Allah’ın yaratıklarına koyduğu yasa da kulluk yasasıdır. Bakın bundan sonraki
âyetinde bu kulluğunuza, tevhide bir m
28. “Allah size kendinizden m
İşte O Allah size bir m
İşte Allah
size mal, mülk ve saltanat verdi. Ev, bağ, bahçe, tarla, tapan, dükkan, tezgah
verdi, müdürlük, amirlik verdi. Bir şehrin, bir ülkenin yönetimini verdi. Bir
de sizin mahiyetinizde, sizin egemenliğiniz altında işlerinizde çalıştırdığınız
işçiler, memurlar, köleler, câriyeler verdi. Yâni sizin hâkimiyetiniz altında
olup bir imtihan sebebiyle rızkı sizden bekleyen insanlar var. Halbuki Allah bu
elinizdeki malları size verirken onları da hesap ederek vermektedir. Yâni Allah
size tak-dir ettiği rızıkta
kölelerinizi, işçilerinizi, hizmetçilerinizi, memurlarınızı da ortak kabul
ediyor. Şimdi sizler sahip olduğunuz, hakim olduğunuz o malda, mülkte, o
saltanatta, o bağda, bahçede, o dükkanda, fabrikada, o işyerinde hâkimiyetiniz
altındaki o işçilerinize, o memurlarınıza, o kölelerinize, câriyelerinize bir
yetki veriyor musunuz?
Yâni şunu diyebiliyor musunuz?
Bir fabrikanız var ki; bir çiftliğiniz var ki; Allah onu size vermiş, ama orada
çalışanları da size ortak kılmıştır. Şimdi şunu diyebiliyor musunuz onlara:
Gelin ey benim iş yerimde, benim fabrikamda, benim çiftliğimde çalışan
insanlar, aslında bu mülk sadece benim değildir. Bu mülkü Rabbim bana verirken
sizi de buna ortak kılmıştır. Sizin gayretlerinizle, sizin alın terlerinizle bu
mülk bu hale gelmiştir. Gelin bundan sonra bu mülk sadece benim değil hepimizin
olacaktır. Bu mülkte her birerimiz eşit haklara sahibiz. Diyebiliyor musunuz
bunu? O mallarınızda onlara da yetki verebiliyor musunuz?
Dünyanın
herhangi bir bölgesinde, herhangi bir ülkesinde egemenliği eline geçirmiş olan
hakim güçler, egemen oldukları halka karşı, kölelere karşı şunu diyebiliyorlar
mı: Gelin ey insanlar, bu ülke hepimizin, bu şehir hepimizin, bu devlet, bu
imkânlar hepimizindir. Şimdiye kadar bizim bu ülkede sürdürdüğümüz egemenliğimiz
bizim haksızlıkla sürdürdüğümüz bir söz sahipliğiydi. Bundan sonra bu ülkeyi
birlikte yöneteceğiz, siz de söz sahibi olacaksınız, siz de şuraya
katılacaksınız. Sizler nasıl bir hukuk, nasıl bir eğitim, nasıl bir kılık
kıyafet, nasıl bir yaşam biçimi istiyorsanız öylece yapalım, öylece yaşayalım
diyen birilerini biliyor musunuz? Var mı böyle diyen birisi? Yok değil mi? Ne
ülkelerin, devletlerin egemenleri ellerine geçirdikleri bu mülkü başkalarıyla
paylaşmadan yanalar, ne de herhangi bir ekonomik gücün sahibi olanlar
ellerindekileri işçileriyle, köleleriyle paylaşmadan yana olmuyorlar değil mi?
Kimse istemez bunu? Babasını, oğlunu bile karıştırmıyor adam değil mi? Halbuki
Allah’ın verdiği bu mülk bütün insanlarındır. Bütün insanların onda hakkı
vardır.
Şimdi nasıl
ki siz Allah’ın ortaklaşa kullanınız diye verdiği o mülk ve saltanatta hak
sahiplerini bile elinizdeki yetkilerden faydalandırmıyorsunuz da, kendinizde
böyle bir hak görüyorsunuz da nasıl oluyor da Allah’ın şu dünyasında, Allah’ın
şu mülkünde Allah’ın yet-kilerini de elinden alarak hâşâ hâşâ
sen bu işe karışamazsın, bu mülkte yetki bizimdir demeye çalışıyorsunuz? Nasıl
oluyor da mülkünde Allah’a ortaklar aramaya, bulmaya çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor
da tamam gökleri Ona verelim, göklerde O İlâhlığını sürdürsün, ama yeryüzüne O
Allah karışamaz, yeryüzünde İlâhlık bizimdir, ya da
yeryüzünde bizim sözünü dinleyeceğimiz, yasalarını uygulayacağımız başka
İlâhlarımız, başka Rablerimiz vardır diyebiliyorsunuz? Gerçekten bu çok zalimce
bir düşünce değil mi? Nasıl oluyor da bu kadar zayıf halinizle, ölümlü
halinizle, Allah’a muhtaç halinizle geçici olarak sahibi bulunduğunuz mülklerinizde
kimseye yetki tanımıyorsunuz da, göklerin ve yerin ölümsüz sahibi olan Allah’tan
yetkisini alarak Onun berisinde başka Rabler, başka İlâhlar bulup onların da
Allah’a ortak olduklarını söyleyebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da onlara da kulluk
edebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da yeryüzünde şirki yasallaştırmaya çalışıyorsunuz?
Hakkınız var mı buna? diyor Rabbimiz. İşte biz âyetlerimizi böylece açıklıyoruz
akıl eden, aklını kullanan bir kavim için.
29. “Hayır; zulmedenler, körü körüne kendi heveslerine
uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir?
Onların yardımcıları da yoktur.”
Ama zalimler akıllarını
kullanmıyorlar. Zalimler Allah’ın bu m
Tabii imtihan gereği Rabbimiz
kendilerine geçici olarak bu yetkiyi vermiştir. Ve bu adamlar kendilerine
verilen bu güç ve kuvvetin, bu mülkün bitmeyeceğini zannediyorlar. Hayatın,
ülkenin yasalarını koyma hakkı bizdedir diyorlar. İşte görüyoruz. Allah’ın
dininin hakim olmadığı tüm ülkelerde hakim güçler bunu söylüyorlar. Allah’tan
başkalarına, Allah’ın yaratıklarına yetki veriyorlar da Allah’a yetki vermemeye
çalışıyorlar. Allah’ın mülkünde, Allah’ın arzında Allah’a söz hakkı vermemeye
çalışıyorlar. Allah’ın kullarının Rabbim Allah demelerine bile izin vermemeye
çalışıyorlar.
Veya işte
Allah yeryüzünde bir imtihan gereği birilerine ötekilerden daha fazla ekonomik
güç veriyor. Ötekilerine vermediği mal, mülk veriyor. Aynı zamanda ona verdiği
mal ve mülkte başkalarının da haklarının olduğunu beyan ediyor. Birine bir
milyar vermişse diyor ki bu paranın tamamı senin değildir. Senin ailen,
çalıştırdıkların, işçilerin, kölelerin, câriyelerin, fakir akrabaların,
yetimlerin, komşuların, Müslümanların, hayvanların da hakları vardır. Yâni bir Müslümana verilenler üzerinde verilenler oranında başkalarının
hakkı vardır.
Meselâ bir Müslümana
bir milyar verilmiş, ama yüz Müslüma-na bir milyar dahi verilmemiş. Bu verilmeyenler
verilenlerin emri altında çalışmak zorundadırlar. Onların işyerlerinde çalışıyorlar.
İşte o yüz Müslümanın kendisine milyar verilmiş
kimsenin ekonomik gücünde hakları vardır. Allah yasayı böyle belirlemiştir. O
yüz Müslümanın geçiminden de o tek Müslüman
sorumludur. O yüz Müslümana ayrı ayrı
kendi ekonomik gücünden verip onları kendi hayat standardına ulaştırmalıdır.
Ama bakıyoruz böyle yapmıyorlar. Çalıştırdığı insanlara diyorlar ki bakın sizin
işiniz gücünüz yok, paranız pulunuz yok, gelin benim işyerimde çalışın diyor.
Onlar çalıştıkça onlara Allah’ın istediği şekilde hak vermeyen o kişi bu sefer
onların alın terleriyle önceki gücünü on misline çıkarıyor. Onların çalışmaları
sonunda elde ettiği kazancın sadece onda birini onlara veriyor, onda dokuzu
yine kendisine kalıyor. Allah’ın verdiği ekonomik güçte başkalarına hayat hakkı
ta-nımıyor. Göklerin ve yerin sahibi olan Allah’a bu
konuda hayatına ka-rışma
hakkı vermiyor. İşte bu zulümdür, haksızlıktır. Allah diyor ki ba-kın zalimler Allah’ın isteklerini, Allah’ın yasalarını
bırakıp kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar.
Evet Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan herkes zalimdir.
Allah’ın saptırdığına kim hidâyet
edebilir? Allah’ın saptırdığına kim yol gösterebilir? Öyleyse yeni baştan iman
etmek, yeni baştan imanımızı tazelemek, yeni baştan hayatımızı Allah’ın
âyetleriyle düzenlemek zorundayız. Hayatımızı Allah’a, Allah’ın kitabına, Resûlünün
sünnetine arz etmek zorundayız. Ya Rabbi bilir bilmez
ben bir hayat yaşıyorum, bilir bilmez içinde bulunduğum toplumun, devletin
değer yargılarına göre bir ekonomik anlayış benimsiyorum, acaba bu doğru mudur,
yanlış mıdır? Sen nasıl bir ekonomik düzen istiyorsun? diye kendimizi
sorgulamak zorundayız. Bu mal sadece bana mı ait? Sadece kendime harcayayım
diye mi bunları bana verdin? Benim malımda başkalarının da hakkı var mı? Ben
işyerimde çalıştırdığım işçilerimi doyurmak zorunda mıyım? Ben son model
arabalarda gezerken bunlar hâlâ bisikletle benim işyerime gelmeye devam mı etmeliler?
Ben kazancın onda birini bunlara verip onda dokuzunu kendim mi almalı mıyım?
Ben evime götürdüklerimden onların evlerine de götürmeli miyim? Yoksa kazancı
aramızda eşitçe paylaşıp, kendi harcamalarımı kısıp onları da kendi hayat
standardına çekmeli miyim? Acaba şu dükkanımda çalıştırdığım kadınları kızları
evlerinde durdukları halde beslemek zorunda mıyım? diyerek uygulamalarımızı bir
daha gözden geçirmek zorundayız. Bunun için de şunu yapmak zorundayız:
30. “Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini Allah'ın
insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme
yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.”
Yüzünü, yönünü Allah için Hanîf olarak Allah’a döndür, sadece Allah’a yönel, sadece
Allah’ın dinine göre bir hayat yaşamanın hesabını yap. O Allah dini, Allah programı
fıtrata uygun olarak kullarına koyduğu bir yasadır. Gelin öyleyse ey insanlar
Allah sizi ne için yaratmışsa, size nasıl Müslümanca
bir hayat programı belirlemişse yaratılışınıza uygunca bir hayatın adamı olun.
Yüzlerce, binlerce insanın ekonomik gücünü kendinize mal ederek zalimce bir
hayat yaşamayın.
Evet
Rabbimiz yüzümüzü, kendimizi, tüm hayatımızı kendisine teslim etmemizi, Hanif olarak, aklı, hevâ ve heveslerimizi
işin içine ka-rıştırmadan ihlas ve samimiyetle Rabbimize dönmemizi istiyor. İçimiz ve
dışımızın temizliğiyle, niyetimiz ve amellerimizin temizliğiyle kendisine yönelmemizi
istiyor. Hayatımızın tümünde, gecemizde gündüzümüzde, malımızda mülkümüzde,
ailemizde bireysel hayatımızda, yâni hayatın tümünde Müslüman olmamızı istiyor.
Hayatımızın her anında yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi
kendisine döndürmemizi istiyor. Tüm hayatımızda yönümüzü kendisine doğru
çevirerek, Onun rızasını, Onun istediklerini ön plana alarak, hep Onu hesaba katarak, hep Onun istediği
gibi inanıp, Onun istediği gibi hareket ederek, her an Onun kontrolünde, Onun
huzurunda olduğumuzu unutmadan bir hayat yaşamamızı istiyor.
Allah’ın yaratışında değişme yoktur.
Fıtrat neyse, fıtrat dini olan İslâm neyse, nasıl bir hayat yaşamanızı
istiyorsa öylece yaşamaya bakın. Çünkü Allah’ın dini gayyimdir.
Allah’ın dini başka hiç bir dine, hiçbir sisteme muhtaç olmadan kendi kendine
kaim olan bir dindir. Bir başka dinin, bir başka yasanın desteğine ihtiyacı olmadan
varlığını sürdüren bir dindir. Çünkü bu din Hayyu Kayyum olan, kendi kendine var olan ve varlığını sürdürmesi
konusunda hiç kimseye muhtaç olmayan bir Allah’tan gelme bir dindir. Kıyamete
kadar yeryüzü insanlığının problemlerini çözümleyecek bir dindir. Ama insanlardan
pek çoğu bunu bilmiyorlar. İnsanlardan pek çoğu bu Allah dinini bir kenara
bırakarak kendi hevâ ve heveslerine tabi oluyorlar.
Öyleyse ey Müslümanlar,
akıllarımızı başlarımıza almak zorundayız. Fıtrat dini bizden nasıl bir
ekonomik hayat, nasıl bir siyasal hayat, nasıl bir aile hayat istiyorsa öylece
yaşamak zorundayız. Yönümüzü, yüzümüzü, kıblemizi, yörüngemizi Allah’a,
Allah’ın dinine, Allah’ın kitabına ve Resûlünün örnek hayatına doğru çevirmek
zorundayız.
Hal
böyleyken, Allah bizden bunu isterken şimdi Allah için kendimizi bir
sorgulayalım. Yaşadığımız şu hayatta, aile hayatımızda, siyasal hayatımızda,
ekonomik hayatımızda gidişimiz, yönümüz kime doğru? Kime yönelmişiz, kime doğru
gidiyoruz? Kimin yörüngesindeyiz? Allah’a doğru mu, yoksa hevâ
ve heveslerimize doğru mu? Allah’ın dinine doğru mu, yoksa şu müşrik sistemin
bize empoze ettiği zulüm anlayışlarına doğru mu? Nereye doğru gidiyoruz? cennete
mi yoksa cehenneme mi? Bunun hesabını çok iyi yapmak zorundayız.
31,32. “Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakınınız,
namaz kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka, fırka olan, her fırkasının da
kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız.”
Sadece Rabbimize yönelik bir
hayat yaşayın. Ona karşı takva sahibi olun. Hayatımızı Allah için yaşayın. Namazınızı
ikâme edin. Namazı ayağa kaldırın. Hayatınıza hakim bir namaz kılın. Namazınıza
özdeş bir hayat yaşayın. Ekonominize, mala bakışınıza, siyasetinize, gecenize
gündüzünüze, aile hayatınıza namaz hakim olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz
Allah’tan mesaj alma makamı olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu hayatınızın
Allah’a raporunu sunmanız olsun. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz size fakir
fukaranın hakkını gözetmeyi emretsin. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz sizi
zulme götürmesin. Öyle bir namaz kılın ki bu namaz ırz ve namuslarınızı
korusun. Böyle bir namaz ki bu namaz sizi Allah’a ve insanlara verdiğiniz
sözlerinizde durmaya götürsün.
Ve
müşriklerden olmayın. Ki onlar dinlerini fırka, fırka yapıp, şia, şia, grup grup oldular. Ve her bireri, her bir grup, her bir fırka,
kendilerinde olanlarla sevinmekte, övünmekte, şımarmakta ve böbürlenmektedir.
Dini parçalamışlar, kitabı parçalamışlar, hayatı parçalamışlar. Her bireri
dinin, kitabın bir bölümüne sarılıp bayraklaştırmış. Her bireri kendilerince
dinden, kitaptan hoşuna giden bir parçayı bayraklaştırıp din haline getirmiş ve
her bireri de kendi hayatından mutmain olmuş. Her bireri kendisinin mutlak doğruluğuna
ve karşısındakinin yanlışta olduğuna kanaat getirmiş. Müslümanların hepsi tek bir
grup, tek bir cemaat, tek bir ümmet olmak zorundadırlar. Müslümanlar dinin tamamına,
kitabın tümüne iman etmek zorundadırlar.
33,34. “İnsanlar bir darlığa uğrayınca Rablerine dönerek
O'na yalvarırlar, sonra Allah, katından onlara bir rahmet tattırınca içlerinden
bir takımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek Rablerine eş koşarlar.
Safa sürün bakalım, yakında göreceksiniz.”
İnsanlar bir darlığa düştükleri
zaman, kendilerine bir zarar
Ne kötü bir
tavır değil mi? Sıkıntı, deprem, felâket anlarında dua dua
yalvardığı Allah’ı unutuyor ve artık ya Rabbi kusura
bakma, sana ihtiyacım kalmadı diyor. Arada Seni memnun etmek için üç beş kuruş
bir dilenciye vereyim, ama Sen benim malımın tümüne, hayatımın tümüne
karışamazsın demeye başlayıveriyor. Arada bir işte bayramlarda namaz da kılayım
ama tüm zamanlarımı sana veremem demeye başlayıveriyor. Yönetimime, hukukuma,
ekonomime, mektebime, kazanmama, harcamama, dükkanıma, evime karışamazsın
demeye başlayıveriyor.
İşte
görüyoruz hastayken dua dua Allah’a yalvarıp şifa
bekleyen adam iyi olunca bakıyorsunuz ki
adam kendisini hastalıktan kurtaran Rabbine hamd
edecek yerde, Ona kulluğa yönelecek yerde, Onu gündeme getirip şükredecek,
teşekkür edecek yerde Onu unutarak şirk koşmaya başlayıveriyor. Beni doktor kurtardı,
bana şu ilaç şifa verdi, beni filanlar, feşmekânlar kurtardı demeye, onlara hamd etmeye başlayıveriyor. Eğer onlar olmasaydı halim perişandı
diyerek Allah’a nidler, ortaklar bulmaya başlayıveriyor.
Daha önce dua ettiği Allah’ı diskalifiye ederek işte kafamı çalıştırdım. Aklımı
kullandım. Falan müdür, filan efendi yetişti de beni kurtardı demeye başlayıveriyor.
Bu nimetin kendisine Allah’tan geldiğini unutuveriyor. Veya işte adam önceleri
fakirdir, dar gelirlidir. Dua dua Allah’a yalvarıp
yakarır. Ya Rabbi bana imkân ver diye.
Sonra Allah ona zenginlik verir,
ekonomik, siyasal güçlere ulaşır, sonra kendisine bunları veren Allah’ı unutarak
sevinmeye, şımar-maya başlıyor. Namazı, niyazı terk ediveriyor. Örtülüyse
açılıp saçılmaya, Allah’a hamd edeceği yerde, bu
verdiklerinden ötürü daha çok Ona kulluğa koşacağı yerde Ona nidler, ortaklar bulmaya, onlara hamd
etmeye başlayıveriyor. Efendim, beni bu noktalara falanlar, filanlar taşıdılar.
Efendim ben bütün bunları diplomamla kazandım. Bunları ben hak ettim demeye ve
Rabbine karşı kulluğu, teslimiyeti, ibadeti, itaati bitiyor, cennet, cehennem, âhiret, hesap, kitap unutuveriyor. Yâni kötü gününde
Allah’ı hatırlıyor, ama iyi gününde, işi bitti mi Allah’ı unutuveriyor.
Haydi faydalanın bakalım.
Faydalansınlar bakalım biraz. Biraz nimetlenip
keyfetsinler bakalım. Mallarıyla, mülkleriyle, dünyalarıyla biraz yaşasınlar
bakalım. Yakında bileceksiniz. Ne kadar keyf içinde
bir hayat yaşayabilir insan? Ne kadar devam edebilir keyfi? Ne kadar devam edebilir
sıhhati? Tekrar hastalanacak değil mi? Tekrar sıkıntılar gelmeyecek mi? Tekrar
bir felâket daha gelmeyecek mi başına? Kıyamet kopmayacak mı? Ölüm gelmeyecek
mi? Nasıl böyle bir tavır sergileyebilir insan Rabbine karşı?
35. “Yoksa onlara ortak koşmalarını söyleyen bir delil mi
indirdik?”
Yoksa Biz onlara bir delil, bir
sultan mı indirdik ki o delille şirk koşuyorlar? Şirklerine bir delil mi bulmuşlar?
Biz onlara bir delil mi indirdik ki o delile dayanarak şirk koşuyorlar?
Şirklerine bir delil, bir âyet mi indirmişiz biz? Yâni yoksa sıkıntılı
dönemlerinizde, zayıf anlarınızda, Bize muhtaç olduğunuz zamanlarda Bize dua
edin, bize kulluk edin, ama iyi günlerinizde Bizi bırakıp başkalarına kulluk
edin diye bir yasa mı kıldık onlara? Bazen
mü’min olun, bazen kâfir ve müşrik olun mu dedik onlara? Nerden
çıkarıyorlar bunu? Neye dayanıyorlar? Ne bilgi, ne delil var ellerinde?
36. “İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler,
ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini
kaybediverirler.”
Biz insanlara bir rahmet, bir
nimet tattırdığımız zaman onunla sevinip övünürler. Ama elleriyle işledikleri
suçlardan dolayı onlara bir kötülük geldiği zaman da hemen tüm ümitlerini
kaybediverirler. Aman bittik, tükendik, mahvolduk demeye, dövünmeye
başlayıverirler. Halbuki nimet de, musîbet de imtihan konusudur. Nimetler
anında sevinip coşup ta kötülükler anında niye koyuveriyorsunuz?
37. “Allah'ın, rızkı dilediğine yayıp bir ölçüye göre
verdiğini görmezler mi? Doğrusu bunda, inananlar için dersler vardır.”
Allah rızkı dilediğine yayar,
saçar, bol bol verir, dilediğine de kısar. Bu Onun
yasasıdır. Kim karşı gelebilecek de Allah yasasına? Mülkün sahibi Odur.
Mülkünde dilediği gibi hükmetme yetkisi Ona aittir. Ve Allah rızkı çok verdiklerini
daha çok seviyorum, onlar Benim yanımda üstündür, Ben zenginlere şeref
veriyorum, fakirleri de şerefsiz kılıyorum diye bir âyet de indirmemiştir.
Zenginliğin ve fakirliğin şeref ve şerefsizlikle bir ilgisinden söz etmemiştir.
Veya sağlık verdiklerim üstündür, hastalık verdiklerim alçaktır diye bir âyet
indirmemiştir. Felâket verdiklerimi bunlarla cezalandırıyorum, ama bu tür
felâketler vermediklerimi de mükâfatlandırıyorum diye bir yasa koymamıştır
Rabbimiz.
Bu Allah’ın imtihan gereği bir
takdiridir. Kimine hastalık verir, kimine sağlık. Kimine zenginlik verir,
kimine fakirlik. Kimine nimet, kimine felâket verir. Bunların hepsi birer
imtihandır. Bunu hiçbir zaman unutmamak zorundayız. Materyalist bir düşünceye, pozitivist bir anlayışa kapılan insanlar bunu yanlış
anlıyorlar. Onlara göre hastalık bir imtihandır, ama sağlık bir imtihan
değildir. Fakirlik bir imtihan konusudur ama sanki zenginlik bir imtihan konusu
değildir. Zelzele, ölüm gibi şeyler bir imtihandır ama varlık, nimet, bolluk
sanki bir imtihan değildir. Halbuki Rabbimiz kitabımızın pek çok yerinde Biz
size verdiklerimizle sizi imtihan etmekteyiz buyurmaktadır. Öyleyse hayatın
tümünü imtihan olarak düşünmek ve değerlendirmek zorundayız. Böyle yaparsak
başaracağız demektir.
İşte bunda iman etmek isteyenler için
âyetler var, ibretler, dersler vardır. Öyleyse ey Müslüman sen bu değerlendirmeleri
bırak ta Allah sana imkân verdiği zaman, mal mülk verdiği zaman sen şöyle bir
tavır al. Allah senden şunu istiyor:
38. “Yakınlığı olana, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver.
Allah'ın rızasını dileyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar saadete erenlerdir.”
Yakınlığı olan akrabalara hakkını
ver. Fakirlere ve yolda kalmışlara da haklarını ver. İşte Allah’ın rızasını isteyenler
için bu daha hayırlıdır. Ve işte felaha erenler, dünyada da ukbada
da kazananlar, başarıya ulaşanlar bunlardır. Evet demek ki bu dünyada çok
servete ulaşmak, sıhhate kavuşmak, iyiliklere ulaşmak değil, bunları Allah
yolunda Allah’ın istediği yerlerde harcayabilmekte, kullanabilmektedir.
Öyle bir Müslüman olacağız ki
sahip olduklarımızı Müslümanlarla paylaşacağız. Öyle bir Müslümanca
hayat yaşayacağız ki diğer Müslüman kardeşlerimizden farklı bir yaşam
standardımız olmayacak. Ekonomik gücümüzü, akrabalarımızla, fakirlerle, yolda
kalmışlarla bölüşeceğiz. Öyle bir infak hayatı, öyle bir paylaşım hayatı yaşayacağız
ki karşımızdaki Müslüman kardeşlerimizi kendimize imrendirmeyeceğiz. Hiçbir
Müslüman kardeşimiz bizim ekonomik gücümüz karşısında ezilmeyecek. Evimiz,
barkımız, harcamalarımız karşısında hiçbir Müslüman aşağılık duygusuna
kapılmayacak. Bize bakan insanlarda şahsiyet bozukluğu oluşmayacak. Malımızı,
harcamamızı kısıp, hayat standardımızı aşağıya çekip arta kalan paramızı Müslüman
kardeşlerimize ulaştırmanın kavgasını vereceğiz. Rasulullah
efendimiz ve sahâbesinin yaşantısını, ihtiyaç anlayışını kendimize örnek
alacağız.
İşte o zaman bu bizim hakkımızda,
toplumumuz hakkında hayırlı olacaktır. O zaman hem biz hem de toplumumuz felaha
erecektir. Dünyada da ukbada da başarıya ulaşacak,
felaha erenlerden olacağız inşallah.
39. “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her
hangi bir fâiz Allah katında artmaz; fakat Allah'ın rızasını dileyerek
verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.”
Evet Kitabımızda fâizin yasaklığı
konusunda ilk gelen âyet işte budur. İnsanların mallarında artış olsun diye
alıp verdiğiniz fâiz kesinlikle bilesiniz ki asla Allah katında artmaz. Ama
fazla kazanalım, malımız fazlalaşsın diye değil de mahza
Allah rızası için verdiğiniz zekatlar ise bol bol
nimetlerini artıran kimselerdir.
Evet fâiz Allah katında artmazken
zekatlar artmaktadır. Fâizle fazla kazanmak isteyen kimselerin kazançları asla
bereketli olmayacaktır. Ama Allah için borç verenlerin, Allah için infak
edenlerin kazançlarına Allah bereket verecektir. Allah için yedirenlerin hayatı
güzel olacaktır. Daha fazla ekonomik güce ulaşmak için infak etmekten korkanların
hayatlarında hiçbir bereket olmayacaktır.
İşte bu sûreden daha sonra inen
Bakara sûresinde Rabbimiz kullarının kalplerine infak duygusunu yerleştiriyordu.
Bunların birbirinin zıddı olduğu anlatılıyordu. Fâiz belâsından kurtulmanın
yolunun Allah için infaka hazır oluş olduğu anlatılıyordu. İnfakı unutup materyalist
bir anlayışla fâize batan toplumların haksızlıklardan, zulümlerden, sömürü
düzenlerinden kurtulamayacakları anlatılıyordu. Unutmayalım ki fâiz pisliğinden
kurtulmanın yolu özverili bir anlayışı, infaka dayalı bir hayatı
gerçekleştirmektir. Müslümanlar kendi ekonomik güçlerine Müslümanları, hattâ
tüm dünya insanlığını ortak etmek zorundadır.
40. “Sizi yaratan, sonra rızıklandıran,
sonra öldüren daha sonra da dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan
böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden
münezzehtir, yücedir.”
Unutmayın ki O Allah sizi
yarattı. Varlığınızı Ona borçlusunuz. Yaratıcınız Odur. Sonra yine O Allah sizi
rızıklandırdı, sizi doyurdu. Sonra yaşadığınız bu
hayatın sonunda O Allah sizi öldürür, sonra sizi tekrar diriltir. Evet yaratan
O, doyuran O, mal mülk veren O, hayatımızın sonunda bizi öldürecek olan O,
ölümlerimizden sonra yaşadığımız bu hayatın hesabını sormak üzere bizi tekrar
diriltecek olan Odur. Peki şimdi söyleyin bakalım. Allah’ı bırakıp ta Onun
berisinde Ona ortak tuttuklarınız, kendilerine Allah yetkilerini verdiğiniz o
sahte tanrılarınız bu işleri becerebilirler mi? Yaratıcılık özellikleri var mı
onların? Bir şey yaratabilmişler mi? Rızık verme,
doyurma özellikleri var mı onların? Kimi doyurabilmişler? Diriltme özellikleri
var mı? Hangi ölüyü diriltmişler? Kime can vermişler? Bunları Allah’tan başka
yapabilecek kim var? Allah’a ortak koştuğunuz hangi tanrı, ya
da tanrıçalarınız yapabilecek bunları?
Sübhanallah.
Halik O iken, yaratıcı O iken, rızık verici O iken,
öldüren, dirilten O iken, hesaba çekecek olan O iken sübhanallah,
sübhanallah. O Allah sizin bu yakıştırmalarınızdan,
şirklerinizden beridir, uzaktır, çok üstündür, çok yücedir.
41. “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve
denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece
kendilerine tattırır.”
Allah felah yollarını
gösterirken, Allah’ın size verdiklerini Allah kullarına ulaştırın, mallarınızı
ekonomik güçlerinizi paylaşmadan yana olun derken, Allah’ın verdikleriyle
Allah’ın rızasını kazanın, böylece kendi hayatınızı, toplumsal hayatınızı
dengede tutun derken, yeryüzünde ıslahtan yana olun derken Allah’ın bu
âyetlerinden, yasalarından habersiz yaşayan insanların elleriyle yaptıkları yüzünden
karada ve denizde fesat zuhur etti. Denizlerde ve yeryüzünde düzen, denge
bozukluğu açığa çıktı. Belki Rablerine dönerler, belki Rablerine kulluğa dönerler,
belki tevbe edip Rableriyle aralarını ıslah ederler
diye yapmış oldukları amellerinden bir kısmını onlara tattırır Allah. Allah
onlara yaptıklarının bir kısmını bir ceza olarak tattırır ki akıllarını başlarına
alsınlar diye. Ama gelin görün ki onlar bu cezalarla akıllanacakları yerde isyanlarını
daha da artırmaktadırlar.
Evet
insanların elleriyle yaptıkları yüzünden, Allah yasalarını bırakıp küfür ve
şirk anlayışlarının peşine düşmelerinden ötürü karada ve denizde Allah’ın
yaratışını, Allah’ın fıtratını, Allah’ın fıtrî düzenini bozmaktadırlar. Allah’ın
tevhid düzenini bozmaktadırlar. Yeryüzünde ekonomik
bozukluğu yasallaştırmaları, hep ben kazanayım, hep ben yiyeyim, hep ben
şişeyim, başkaları ne olursa olsun anlayışı yeryüzünün dengesini bozmuştur.
Evet
insanların elleriyle işledikleri suçlar yüzünden denizde ve yeryüzünde fesat
çıkmıştır. Fesat, ifsat yeryüzünde küfrü yaymak, küfrü hakim kılmak, küfrü ve
şirki yasallaştırmak demektir. Allah’ın yeryüzünde koyduğu kendisine kulluk
düzenini değiştirip, ilga edip onun yerine başkalarına kulluk düzenini ikâme etmek demektir. Fesat,
bozgunculuk yeryüzünde Allah kullarının Allah’tan başkalarına kulluk etmesidir.
Yeryüzünde Allah’ın kullarının kendi hür iradeleriyle kime kulluk edeceklerine,
kimin kanunlarına itaat edeceklerine karar verme haklarının ellerinden
alınmasıdır fesat. Allah kullarını zorla kendi kanunlarına uyarak kendilerine
kulluğa zorlamaktır.
İşte fesat budur. Ve işte
yeryüzünde düzen koyan Allah’ın vahyinden, Allah’ın düzeninden habersiz
insanların topluma hakim olması o toplumu fesada verecek ve insanlar arasında Cenâb-ı Hakkın rahmet ve merhamet esaslarına dayalı tüm
insanlar arası ilişkileri param parça edecektir. Böyle insanların toplumumuza
egemen olmaları sebebiyle şu anda ülkemiz bozulmuş, şehrimiz bozulmuş, köyümüz
mahallemiz bozulmuş, yeryüzü bozulmuş, emânet ve güven duy-guları
ortadan kalkmış, kimse kimseye güvenemiyor, rahmete dayalı tüm ilişkiler
kalkmış, Müslüman Müslümanı aldatıyor, kardeş kardeşi
ezmeye çalışıyor.
42. “Ey Muhammed! De ki: “Yeryüzünde dolaşın da daha
öncekilerden çoğu putperest olanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.”
Evet haydi yeryüzünde gezin
dolaşın, sizden öncekilerin âkıbetleri ne olmuş? Nasıl olmuş bir bakın. Onların
pek çoğu müşrikti. Allah’a Allah’ın istediği gibi iman etmiyorlardı. Allah’ı
hayatlarına karıştırmak istemiyorlardı. Allah’la birlikte hayatlarında söz
sahibi ortaklar kabul ediyorlardı. Evet böyle geçmişte hakkı yalanlayanların,
dinin aleyhinde kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu? Eyke’nin,
Ashab-ı Uhdû-d’un, Ashab-ı Hûd’un,
kavm-i Lût’un, Sodam, Gomerin hali nice oldu? Bizans’ın Romanın hali ne oldu?
Onlar Allah’a şirk koşmuşlar, hakkı yalanlamışlar, dini reddetmişler, kendileri
rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında
bulunmuşlar. Ya Rabbi her ne kadar da sen eğitiminiz
şöyle ol-sun demişsen de, hukukunuz böyle olsun, ekonominiz şöyle olsun,
ticaretiniz, aile hayatınız, sosyal düzeniniz, siyasal yapılanmanız şöyle olsun
diyorsan da biz böyle de yaparız diyenlerin âkıbetleri ne oldu? bir görün diyor
Rabbimiz.
Allah
dünyayı yarattı ve işi bitti diyerek,
Allah hayata karışmaz, Allah dünyanın idaresini bize bıraktı, bizim için
en ideal sistem bizim yaptığımız sistemdir, Allah sistem konusunda bilgisizdir,
Allah bu konuları bilmez diyerek Allah’a şirk koşanların âkıbetleri nasıl olmuş
bir bakın diyor Rabbimiz. Gezin dolaşın ve onların âkıbetlerine bir bakın
diyor. Yeryüzü bunların enkazlarıyla doludur diyor.
Evet Rabbimiz bizden geçmişi
ibretle tahlil edip ondan ibret almamızı istiyor. Öyleyse bizler bizden öncekilerin
durumlarını incelemek zorundayız. Peki acaba öncekilerin durumlarını anlamanın
bilmenin yolu ne? Nereden öğreneceğiz bunu?
Kur’an üzerinde yapacağımız ciddi bir
gezinti geçmişi bizim gözümüzün önüne getirecek, bizi geçmişle yüz yüze, burun
buruna getirecektir. Bizi tarihin derinliklerine götürecektir. Bir anda
kendimizi geçmişlerin dünyasında bulacağız. Nuh (a.s) un toplumunun içine
gideceğiz. Yok olanlarla, harap olanlarla yüz yüze geleceğiz. Çoğunluğunun
müşrikçe bir hayat sürdüğü nice toplumların yıkılışlarına, batışlarına şahit
olacağız. Onların helâklerini
gözlerimizle göreceğiz. O toplumlar içinde azınlıkta olan peygamber taraftarlarını
göreceğiz. Peygamber ve beraberindeki az sayıdaki Müslümanlar kâfirle karşısında
direnmek zorundalar. Direndiler Allah’ın elçileri. Kâfirlerin zulümleri,
işkenceleri karşısında asla müşrik olmadılar. Bütün bir dünyaya canları
pahasına karşı koydular. Ama toplumları hayatlarına Al-lah’ı
ve elçilerini karıştırmamakta direndiler. Her bireri ayrı ayrı
bir kü-für ve şirkin
takipçisi oldular da Allah ta onları yerin dibine
İkinci olarak da yeryüzünde gezip
dolaşarak Rabbimizin meş-hûd
âyetleriyle yüz yüze gelerek, geçmişlerin harabeleri, kalıntıları arasında
dolaşarak böylece geçmişi tanıma imkânını elde etmiş olacağız. Bunu elde edince
de geçmişi yargılama, geçmişten ibret çıkarabilme imkânını da elde etmiş
olacağız. Yâni geçmiştekiler niçin helâk olmuşlar? Bunlar ne yapmışlar, nasıl
davranmışlar da helâk olmuşlar? Nasıl bir helâk yasası gerçekleşmiş? Bunu
bilecek, bundan ibret alacak ve böylece biz de onların düştüklerine düşmemeye
çalışacağız. İşte Rabbimiz bizden bunu istiyor.
Evet gerek bu kitabın âyetleri
arasında, gerekse şu yeryüzünde böylece helâk olanları gördükten, bildikten sonra
sen ey peygamberim, sen ey Müslüman:
43. “İnsanların fırka, fırka olacağı, Allah katından kaçınılmaz
o günün gelmesinden önce, kendini dosdoğru dine yönelt.”
Yüzünü gayyim
olan, Gayyum olan bir Allah’tan gelen, sağlam, doğru,
başka hiçbir dine, başka hiç bir sisteme muhtaç olmadan varlığını sürdüren dine
döndür. Yüzünü, yönünü Kayyum olan Allah’ın sağlam
dinine döndür. Rabbin Kayyum olan Allah olsun. Dinin
teslimiyet dini olan İslâm olsun. Örneğin, önderin Hz.
Muhammed (a.s) olsun. Allah’tan başka hiç kimsenin değiştiremeyeceği, Allah’tan
başka hiç kimsenin geri döndüremeyeceği, geleceği mutlak olan bir gün, kıyamet
günü gelmezden önce. İşte o gün insanlar grup grup
ayrılacaklar, bölük bölük olacaklar. İşte
yeryüzündeki hayatın sonu olacak olan o gün gelmezden önce gelin ey insanlar
yüzümüzü, kıblemizi gayyim bir dine döndürelim. Tüm
benliğimizle Allah’a kulluğa yönelelim. Tüm hayatımızda Allah dinine teslim
olalım, Allah için bir hayat yaşayalım. Değilse unutmayalım ki:
44. “Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhlerine olur. Yararlı
iş işleyen kimseler, kendileri için rahat bir yer hazırlamış olurlar.”
Kim küfrederse, kim kâfir olursa,
kim nankörlük yapar, Allah’ı, Allah’ın gayyim olan
dinini örterse, kim fıtratını örterse bilsin ki onun küfrü kendi aleyhinedir.
İşte o gün ayrılacak, ayrışacak gruplardan bir tanesi bunlardır. Kâfirlerin
zararları kendilerinedir. Hesapları aleyhlerine işleyecek. Hesap onların
cehennemlerine karar verecek. Cehennem onları bekleyecek. Azap onları
kuşatacak. Allah’ı, kitabı ve peygamberi örterek kâfirce bir hayat yaşamaları
sadece onların kendilerine zarar verecek. Tabii kendileri gibi olan,
kendilerinin küfrünü paylaşan kimselere olacaktır.
Kim de sâlih
amel işlerse, kim de sâlih bir imanın gereği olan,
fıtrata yaraşır ameller işlerse o da kendisi için cennet nimetlerini, rahat
mekânını hazırlamıştır. Artık böyle kimseler için cennet hazırlanmıştır. Cennet
ve nimetler onları beklemektedir. O mü’minlerin dünyada
yaşadıkları hayatları, işledikleri güzel amelleri kazanmıştır o cenneti. Yaşadıkları
bu hayatta yalnız Allah’a kullukları, yalnız Allah’ı dinlemeleri, yalnız
Allah’ı razı etmek için çırpınmaları hazırladı o cenneti. İşte gözlerin
görmediği, kulakların duymadığı nimetleriyle cennet hazır bir şekilde onları
bekliyor.
45. “Çünkü Allah inanıp yararlı iş işleyenlere lütfundan karşılık verecektir. Doğrusu O, inkârcıları
sevmez.”
İman eden, iman kaynaklı bir
hayat yaşayanlara, iman edip imanlarını hayatlarında sâlih
amel olarak görüntüleyenlere, hayatlarını imanlarıyla düzenleyenlere kendi fazlından
bol bol mükâfatlar vermek, onların gözlerini, gönüllerini
aydın etmek için Allah işte böyle mü’minleri diriltir
ve cennetine gönderir. Ama Allah kâfirleri hiç mi hiç sevmez. Çünkü o kâfirler
de Rablerini sevmiyorlardı. Rablerinin dinini, Rablerinin hayat programını
reddederek kendi dünyalarına kendileri karar veriyorlardı. Allah’ı hayatlarına
karıştırmıyorlardı. Yaratan, rızık veren, öldüren,
dirilten, hesaba çekecek olan Allah’ı hesaba katmadan bir hayat yaşıyorlardı.
Dinlemediler Allah’ı, dinlemediler kitabı, dinlemediler peygamberi. Bundan
dolayı da Allah onları sevmedi. Sevseydi elbette Müslümanlara haksızlık yapmış olurdu.
Müslümanlar Allah’ın âdil olduğuna inandılar. Çünkü Allah kendisini onlara
böylece haber verdi. Allah doğru söylerdi. Elbette âdil olan Allah adâletiyle
hükmedecekti.
46. “Rüzgarları müjdeci olarak göndermesi, size rahmetini
tattırması, buyruğu ile gemilerin yürümesi, lütfundan
rızık istemeniz, O'nun varlığının belgelerindendir.
Belki şükredersiniz.”
Müjdeci olarak rüzgarları
göndermesi Allah’ın âyetlerindendir. İşte böylece rahmetinden, bereketinden
size tattırmak için rüzgarlarını size gönderir Allah. Gemilerin Onun buyruğu
ile, Onun koyduğu yasalarla akıp giderken Onun farzlarından aramanız da
Allah’ın âyetlerindendir. Onun fazlından, Onun nimetlerinden rızık arayacaksınız. Nimet konusunda, rızık
konusunda hepiniz Ona muhtaçsınız. Size karşı rahmeti sonsuz olan Rabbiniz,
sizi sizden daha çok seven Rabbiniz ihtiyacınız olan rızıklara
ulaşabilmeniz için kullandığınız gemileri hareket ettirecek rüzgarları sizin
emrinize Mûsâhhar kılıyor ki Onun fazlından ticaret
yolculukları yapabilesiniz.
Sonra yine
arazilerinizi sulayacak yağmurun habercisi, müjdecisi olarak Rabbiniz o
rüzgarları size göndermektedir. Böylece umulur ki Rabbiniz teşekkür edersiniz,
şükredersiniz. Bu nimetlerin vericisini anlar ve ulaştığınız bu nimetleri
Rabbinize kullukta kullanırsınız.
Öyle değil mi? Rabbiniz o
rüzgarları göndermese, o suya gemileri kaldırma yasasını koymasa, o rüzgarlara
gemileri taşıma emrini vermese, o haşin dalgalara kullarıma karşı mutedil olun
demese, rüzgarlara kullarıma itaat edin demese, boyun bükün demese, yağmurlara
kullarıma rızık kapıları açın demese, bizlere verdiği
rızıkları yeme imkânı vermese, ağzımızın tadını alıverse,
sıhhatimizi bozuverse ne yaparız? Şu dünyamızın, şu hayatımızın düzenini bozuverse,
geceyi ebedî kılıverse, güneşimizi kaldırıp alıverse ne yaparız? Bu hayata ne
kadar direnebiliriz? Tüm varlık Rablerinin emrine boyun bükmüşler, Rablerinin kendilerine
takdir buyurduğu bir yasayla hareket etmektedirler. Peki siz kimin yasalarına
teslimsiniz? Siz kimi dinliyor, kime kulluk ediyorsunuz?
47. “Andolsun ki ey Muhammed!
Senden önce, bir çok peygamberleri ümmetlerine gönderdik, onlara belgeler getirdiler;
dinlemeyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak
olmuştu.”
Muhakkak ki Biz senden önce de toplumlarına elçiler
gönderdik. O peygamberler gönderildikleri toplumlara apaçık âyetler, apaçık
belgeler, deliller, hüccetler getirdiler. Tıpkı şu size gönderilen rüzgar,
yağmur âyetleri gibi. Gerek şu elinizdeki kitabın âyetleri gibi işitsel
âyetler, gerekse az evvel anlatılan görsel âyetler getirdiler onlara. Zaten bu âyetler
birbirlerini desteklemektedirler. Kâinatta Rabbimizin yarattığı tüm âyetler
peygamberlerin getirdiği âyetleri tasdik ederler. Evet Bizim elçilerimiz onlara
kâinat âyetlerini tasdik eden apaçık âyetlerle geldiler de ne onların getirdiği
apaçık âyetlere ne de şu kâinat âyetlerine inanmadılar. Allah’ın âyetlerine
karşı duyarsız, ilgisiz bir tavır takındılar da Biz de o mücrimlerden, o
isyankarlardan, o Allah, peygamber, kitap tanımazlardan intikam aldık.
Onlardan
intikam alırken, onların ağızlarının payını verirken mü’minlere
de yardım ettik. Çünkü Bize bir haktı, Biz bu hakkı yasa olarak belirledik ki mü’minlere yardım etmemiz, mü’minleri
desteklememiz Bizim üzerimize düşen bir işti. Kendi yasasını kendisi belirler
Rabbimiz. Kâfirlerden, müşriklerden, mücrimlerden intikam alırken de, onlara
hak ettikleri cezayı verirken de, mü’minlere yardım
ederken de kendi yasasını kendisi belirler Rabbimiz. Kimsenin etkisi altında
karar vermez O. Mü’minlere yardımı kendi kendine
yazmıştır Rab-bimiz. Kesinlikle mü’minlere
yardım edecektir.
Ama tabii bunu da bir yasaya bağlamıştır.
Mü’minler kendisine kendisinin istediği gibi iman
edecekler, imanlarının gereği bir hayat yaşayacaklar ve imanlarının gereğini
yerine getirme konusunda sabredecekler, dayanacaklar, direnecekler, sadece Rablerine
güvenip dayanacaklar. Allah’a kulluğun, Allah’a hamd
etmenin direncini, mü’-mince bir hayat yaşamanın
direncini gösterecekler. Sonuç Allah’ın emrindedir. Yardım ve zafer Allah’ın katındadır.
İntikam sahibi olan mutlaka mücrimlerden intikam alacak, nusret
sahibi olan Allah mutlaka müminlere yardım edecektir. Bu Allah’ın değişmez bir
yasasıdır.
48,49. “Rüzgarları gönderip bulutları yürüten, onları gökte
dilediği gibi yayan ve kısım, kısım yığan Allah'tır. Artık sen de aralarından
yağmurun çıktığını görürsün. Allah'ın, kullarından dilediğine verdiği yağmurla,
daha önceden kendilerine yağmur indirilmesinden ümitlerini kesmiş oldukları
için onlar seviniverirler.”
Allah rüzgarları gönderir, onlar
da bulutları kaldırır. Böylece Allah dilediği gibi gökyüzünde o bulutları
yayar. Sonra o bulutları parça parça eder de nihâyet
onların arasından yağmurun çıktığını görürsün. Rabbimiz rüzgarlarını
gönderiyor, emrediyor rüzgarlarına bulutları yürütün diye, onlar bulutları
yürütüp gökyüzünde yayarlar, parça parça, bölük bölük yaparlar ve sonra o bulutların arasından yağmur
yağdırır. Ve Allah onu kullarından dilediklerine ulaştırıp
Rabbimizin
rahmet ve bereket kaynağı yağmurlarının bize inişi işte böyledir. Rüzgarların
sahibi Allah’tır. Rüzgarlara hükmeden Allah’tır. Bulutların boynundaki kulluk
iplerinin ucu Allah’ın emrindedir. Bulutlara emreden Allah’tır. Bulutlardan
muhtaç olduğunuz yağmuru indiren Allah’tır. Yağmuru dilediği kullarının üzerine
rahmet ve bereket olarak indiren de Allah’tır. İşte tıpkı kullarına rahmet ve
bereket olarak indirdiği vahiy nimeti de aynen böyledir. Yağmur âyetiyle ölü
arazileri dirilttiği vahiyle de ölü kalplere yönelir Rabbimiz. Onlar üzerine gönderir
rahmetini, bilgisini, vahyini, hidâyetini. Kimilerine
Halbuki onlar daha önce yağmur
konusunda iyice ümitlerini kesmişlerdi. Yağmaz artık diyorlar, gelmez artık
diyorlardı. Günler, aylar geçmişti de gökyüzünde bir karış bulut görünmez olmuştu,
tıpkı kupkuru kuruyan toprağın yüzü gibi insanların yüzleri de ümitsizlikten
kırış, kırış olmuştu. Eyvah dediler, işimiz bitik. Eyvah dediler yağmur
yağmıyor. Eyvah dediler ekinler kuruyacak. Eyvah dediler hayvanlarımız telef
olacak. Çoluk çocuğumuz helâk olacak. Ne yapacaklarını bilmez bir vaziyette dua
dua yalvarıp yakarıyorlardı. Allah’ı bırakıp
tapındıkları, dua ettikleri varlıklar terk edip yalnızca Allah’a yalvarmanın,
yalnızca Allah’a yönelmenin hesabı içine giriyorlardı. İşte böyle tüm
ümitlerini yitirdikleri bir anda Rabbimiz onlara böylece yağmurlarını,
nimetlerini indiriyordu.
50. “Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü
ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her şeye Kadirdir.”
Haydi Allah’ın rahmetinin asarına
bir bak. Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor Allah görmüyor musunuz?
Bakmıyor musunuz Allah’ın rahmetinin eserlerine? İşte şu anda bir kıştan bir
bahara doğru gidiyoruz. İşte bir sükuttan, bir ölümden dirilişe doğru yaklaşıyoruz.
Hayat Allah’ın emrindedir. Ölüm de Allah’ın emrindedir. Dirilten de Odur, can
veren de Odur, diriliği yaratan da Odur, öldüren de. Bu hayatı ve ölümü takdir
eden sadece Allah’tır. Ölü olan toprağa canlılık veren, ölü olan bitkilere
dirilik veren, ölü insanlardan canlılar çıkaran, diri olan insanları, hayvanları,
bitkileri öldüren Allah’ın rahmetinin eserlerini görmez misiniz? Allah’ın
rahmeti olmasa, Allah sizlere sonsuz merhamet sahibi olmasa yeryüzünde bu hayat
olur muydu? Allah’ın bize karşı rahmetinin eserleri olmasaydı yeryüzünde bizim
Ona imanımız bu kadar kolay olur muydu? Bu kadar âyet göstermeseydi kolay,
kolay iman eder miydik?
51. “Bir rüzgar göndersek de yeşilliklerin sarardığını,
görseler hemen nankörlüğe başlarlar.”
Biz bir rüzgar göndersek de
onunla ekinleri, yeşillikleri sararmış görseler hemen ardından nankörlüğe
başlayıverirler. Allah’ı suçlamaya yöneliverirler. Halbuki o önceki hayatı,
önceki yeşilliği de onlara veren Allah’tı. Allah daha önce onlara rahmetini
tattırdığı zaman Ona şükretmeleri gerekirken nankörlük etmişlerdi. Aynen bunun
gibi Rabbimiz elçileriyle kendilerine kendilerini diriliğe çağıran âyetlerine
yönelmezler, Allah’ın istediği Müslümanca bir hayatı
sahiplenmezler, ama küfürlerinden, şirklerinden ötürü Allah kendilerine
kendilerinden intikam almak için belâlar, musîbetler gönderdiği zaman da dünya
zulüm ve işkencelerle doldu diye Allah’ı suçlamaya kalkışırlar.
Yâni Rabbimiz önce rahmetini
gönderir, gönderir ama insanların o rahmete karşı menfi tutumlarından ötürü
rahmetini kesiverirse, bereketini azaltıverirse, yağmurunu kesiverir, yahut
bereketini kaldırıverirse o zaman insanlar Allah’a nankörlük yapmaya başlayıverirler.
İşte insanlara sürekli bunlar hatırlatılır. Ey insan, kesin bilesin ki ölümü ve
hayatı var eden Allah’tır. Öldükten sonra tekrar diriltecek olan da Odur.
Ekinleri yemyeşil yapan, sonra sarartıp kurutan Allah’tır. O bazen veren bazen
da alandır. Vermesi ayrı bir imtihan, alması ayrı bir imtihandır.
Verdiğinde de aldığında da şükredebilirseniz, verdiğinde de aldığında da Ona
imandan, Ona teslimiyetten vazgeçmemeyi becerebilirseniz işte o zaman kazanırsınız
buyurmaktadır.
52. “Ey Muhammed! Tabiidir ki sen ölülere katiyen işittiremezsin;
dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.”
Ey peygamberim, kesinlikle
bilesin ki sen asla ölülere duyuramazsın. Sen ölmüşlere işittiremezsin. Ve de
arkalarını dönüp giderken, sırt dönüp kaçarlarken o sağırlara da dâvetini duyuramazsın.
53. “Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin;
ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.”
Sen körlere sapıklıklarından
dolayı hidâyet edemezsin, körlere yol gösteremezsin. Ama sen bizim âyetlerimize
teslim olmuş kimselere duyurabilirsin. Evet sen ancak âyetlerimize teslim olan,
yâni Müslüman olan kimselere işittirebilirsin. Ölüler asla dâveti işitmeyecekleri
gibi, sağırlar da, körler de dâveti duymamak, görmemek, işitmemek için ısrarla
sapıkça bir tavır alırlar. Ama Allah’a, Allah’ın âyetlerine iman edenler,
Allah’a ve dinine teslim olan Müslümanlar Allah’a, Allah’ın âyetlerine,
Allah’ın elçisinin dâvetine kulak verenlerdir.
İşte
Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında bizlere buyuruyor ki ey kullarım,
Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez,
akıl etmez hale gelmiş, doğruya yönelme istidatlarını kaybetmiş bu ölüleri siz
diriltecek değilsiniz onları ancak Allah diriltecektir. Bu duruma gelmiş
insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri bir şey
yoktur. Zira Allah’ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah’ın söyletmediğine
kimse bir şey söyletemez. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gös-teremez. Allah’ın
şaşırttığını kimse yola getiremez.
Bunlar kabirdekiler gibi
değillerdir. Bunlar vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış, duymayan duygulanmayan,
düşünmeyen, idrak etmeyen hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları
Allah’tan başka diriltecek de yoktur. Allah bunlarda ya
bir dirilme emaresi, bir canlılık belirtisi görürse, dilerse Rabbimiz dünyada diriltecektir bunları.
Dilemezse de âhirette huzuruna gelinceye kadar
dünyada ölü bırakacak o zaman diriltecektir.
Öyleyse
Rabbimiz peygamberine ve onun şahsında bize bir fıtrat yasasını haber vererek
diyor ki: Ey peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları, bunu asla unutmayın.
Size ancak sözü dinleyenler, söze kulak verenler, sözü işiten ve onu anlayan
kimseler icabet edeceklerdir. Alıcı cihazları çalışan, fıtratları diri ve faal
olan kimseler ancak icabet edecektir. Fıtratları bozulmuş olanlar, yaratılış
melekelerini kaybetmiş, duymaz, işitmez hale gelmiş, doğruya yönelme
istidatlarını kaybetmiş ölü olanlara gelince bilesiniz ki onlara asla
işittiremezsiniz. Onlara işittirecek olan, onları diriltecek olan ancak
Allah’tır. Bu duruma gelmiş insanlar için ne peygamberin ne de başka
birilerinin yapabilecekleri bir şey yoktur.
Zira Allah’ın duyurmadığına kimse
bir şey duyuramaz. Allah’ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez. Allah’ın
şaşırttığını kimse yola getiremez. Bunlar kabirdekiler gibi değillerdir. Bunlar
vahye karşı kapılarını pencerelerini kapamış duymayan duygulanmayan, düşünmeyen,
idrak etmeyen, hayattayken ölmüş insanlardır. Bunlar ölülerdir ve bunları
Allah’tan başka diriltecek de yoktur.
Öyle değil
mi? Peygamber (a.s) ve tüm Müslümanlar ölülere işittirebilirler mi? Sağırlara
duyurabilirler mi? Duymamaya, dinlememeye, iman etmemeye yemin edip tüm
kapılarını pencerelerini kapatanlara bir şey yapabilir miyiz? Körlere hidâyet
rehberliği yapabilir miyiz? Yâni bu insanlar şimdiden kendilerini kabirlere mahkum
etmişlerse, işitmek istemiyorlarsa, ölüler haline gelmişlerse, uyarılara göre,
söylenenlere göre hiçbir değişim, hiçbir devinim göstermiyorlarsa, tepki vermez
hale gelmişlerse bizim bunlara yapabileceğimiz bir şey kalmamıştır. Bu duruma
gelmiş insanlar için ne peygamberlerin ne de başka birilerinin yapabilecekleri
bir şey yoktur. Allah’a iman eden, Allah’ın âyetlerine teslim olanlardan başka.
54. “Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli
kılan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'tır. O,
dilediğini yaratır; bilendir, Kadir olandır.”
O Allah ki sizi güçsüz olarak
yarattı. Yaratıldığınızda acizdiniz, hiçbir gücünüz kuvvetiniz yoktu. Dünyaya
geldiğiniz günü bir düşünün. Kendinizi düşünemezsiniz de işte bir bebek
düşünün. Neyiniz vardı? Ne gücünüz vardı? Bilginiz ne kadardı? Kendinizi bile
tanımazdınız değil mi? Hiçbir şeye mâlik değildiniz. Bir eviniz olmadığı gibi
baba evinde size ait bir odanız bile yoktu. Evet Allah böyle sizi güçsüz
olarak, aciz olarak yarattı. Sonra güçsüzlüğünüzün ardından Allah size güç ve
kuvvet verdi. Sonra bu kuvvetinizin ardından da bir zafiyet, ve bir ihtiyarlık
verdi Allah. O Allah dilediği gibi hükmeden, dilediği gibi yaratandır. Bilen
Odur, Kadir olan, her şeyi takdir eden ve her şeye güç yetiren de Odur.
Allah
karşısında güç, kuvvet iddiasında bulunanlar, tanrılık iddiasında bulunanlar
insanlardır. İnsanın dışındaki varlıkların hiç birisi böyle bir iddiada
bulunmamaktadır. Ve ne insanlardan tanrılık iddiasında bulunanlarda, ne de insanların
kendilerine tanrılık izafe ettiklerinde asla tanrılık özellikleri yoktur.
Güneş, ay, yıldızlar, diktikleri putlar, uydurdukları isimler, sistemler asla
tanrılık sıfatlarına sahip değillerdir. Bunların hiçbirisinin hayat programı
belirleme, yasa koyma, emir ve yasak belirleme, kanun koyma hakkı da yoktur,
böyle bir güçleri de yoktur.
İşte insanlardan kimilerinin
tanrı kabul ettikleri güneşi düşünün, ayı, yıldızları, ateşi, putları,
sistemleri düşünün. Veya insanların tanrılaştırdıkları ölmüş gitmiş kimseleri
düşünün. Bunlar içinde Allah gücüne sahip birileri var mı? Yıllardır tanrı
kabul edilen güneşten, aydan, yıldızlardan, ölmüşlerden şunu şöyle yapın, bunu
böyle yapın diye bir emir gelmiş mi? Geliyor mu? Hayır. Bunu herkes biliyor
aslında. Yâni dünkü Mekkeliler de bugünkü kâfir ve müşrikler de biliyorlar ki
bunların hiçbirisi tanrılık özelliklerine sahip değillerdir. Ama bu varlıkların,
bu putların arakasına saklanan tanrılık iddiasında bulunabilecek bir varlık
vardır ki o insandır. Gerek birey mânâda, gerekse toplum mânâsında insandır.
Yâni ya
bir insan çıkar, ey insanlar sizin tanrınız işte şu güneştir. O sizden şunları,
şunları istiyor diye sistemini kor ve herkesi ona itaat etmeye zorlar. Kendi
güzüyle bu güneş tanrısına karşı gelenlere ceza verir, zulmeder ve insanların
ona, yâni kendisine itaatini sağlar. Artık insanların karşısında secdeye
vardıkları varlık güneş değil onun arkasındaki hakim güç olan o insandır ya da insanlardır. Peki acaba böyle dolaylı yoldan değil de
apaçık, direk ben tanrıyım diyenler çıkmamış mıdır? İşte İbrahîm (a.s)
döneminde Nemrut, Mûsâ (a.s) döneminde Firavun çıkmış.
Evet sadece
insan böyle bir şeyi iddia edebilmiştir. İşte Rab-bimiz
kitabında küfrü ve şirki sorgularken, insanların bu yanılgılarını gündeme getirirken
insan unsurunu gündeme getirir. Ve kendisini tanrı görebilen ya da insanların tanrılaştırdığı insanın ne kadar zayıf
olduğunu, aciz olduğunu, asla tanrı olamayacağını ortaya koyuverir. Yâni böyle
kendini bile yaratmaktan aciz bir varlık nasıl tanrı olabilir de? Nasıl
insanlara benim istediğim gibi yaşayacaksınız diyebilir de? İşte zaaf içinde
yaratılıyor, sonra Allah kendisine güç kuvvet veriyor, sonra da yavaş yavaş yaşlanmaya ve gücünü kaybetmeye başlıyor. Yavaş yavaş elleri ayakları tutmaz, gözleri görmez, sözü
dinlenmez hale geliyor. Ve sonra ölüp gidiyor. Hayatını veren Allah’ın ölüm
yasasına boyun bükmek zorunda kalıyor. Nasıl tanrı olabilir bu insan şimdi?
Nasıl güç kuvvet sahibi olduğunu iddia edebilir? Nasıl Allah’ı bırakın da benim
emir ve yasaklarıma tabi olun diyebilir? Ya da şu
zavallı kullar nasıl onları tanrı makamında görüp onların yasalarına itaat
edebilirler? Siz bilirsiniz:
55. “Kıyamet koptuğu gün suçlular sadece çok kısa bir
müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar dünyada da aldatılıp
haktan döndürülüyorlardı.”
Kıyamet gerçekleştiği gün
günâhkârlar ancak çok kısa bir süre, bir saat bile değil dünyada kaldıklarına
dair yemin ederler. İşte bunlar böyle dünyada haktan, hakikatten döndürülürler.
Allah’tan, Allah’ın âyetlerinden uzak bir hayat yaşarlar dünyada, ama sonra
kıyamet koptuğu zaman da görürler ve anlarlar ki dünyada çok fazla bir hayat
sürmemişler. Senelerce saltanat sürdüler bu dünyada. Ellerine geçen fırsatları
kullandılar. Asıp kestiler. Ama işte sanki hiç yaşamışlar. Ne olacak ta dünya?
Hani nerede bir tek emriyle milyonlarca insanı ayağa kaldıranlar neredeler?
Hani milyonlara hükmedenler nerede? Gittiler değil mi? Peki ne kadar kaldılar
bu dünyada? Bir saat bile değil. Peki neyin mücâdelesini veriyorsunuz sizler
şimdi? Bir saatlik dünya için mi bu kavgalarımız, bu çırpınışlarımız, bu plan
ve programlarımız? Allah’a rağmen bu hayatlarımız neyin nesi böyle? Cehenneme
götürecek bu hayat neyin nesi?
56. “Kendilerine ilim ve iman verilenler: “Andolsun ki, siz Allah'ın yazısında mevcut yeniden dirilme
gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, fakat sizler
anlamıyordunuz" derler.”
İlim sahibi olanlar, vahiy sahibi
olanlar, kitap ve peygamber bilgisine sahip olanlar ve iman sahipleri ise şöyle
derler: Andolsun ki siz Allah’ın yazgısında yeniden
dirilme gününe kadar kaldınız. Allah size dünyada ne kadar mühlet tanımışsa o
kadar yaşadınız, kabirlerinizde de yine Allah’ın takdir ettiği kadar kaldınız.
İşte şimdi diriliş günüdür. İşte şimdi bir daha ölmemek üzere kabirlerinizden
kalkıyorsunuz. Lâkin siz bilmiyorsunuz, bilmiyordunuz. Ne yaptığınızı, ne ettiğinizi
bilmiyorsunuz, bilemiyorsunuz.
57. “Zulmedenlerin, o gün özür beyan etmeleri fayda
vermez; artık, kendilerinden Allah'ı hoşnut edecek şeyleri yapmaları da
istenmez.”
Artık bugün zalimlere özürleri
fayda vermeyecek. Zalimlere bugün özür beyan etmeleri bir fayda sağlamayacak.
Ve kendilerinden artık Allah’ı memnun etmeleri de istenmeyecek. Allah’a kulluk
yapmaları da istenmeyecek. Çünkü o dünyadaydı. Bitti artık. Kulluk, şükür,
sabır, itaat, teslimiyet dünyadaydı. Zalimler pişmanlıklarını ortaya koyacaklar,
özürler beyan edecekler. Aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi, eyvah ya Rabbi, ne olur
bizi tekrar dünyaya geri çevir de senin istediğin gibi yaşayalım. Âyetlerin
düsturumuz olsun. Âyetlerin dilimizden düşmesin. Kitabın elimizden düşmesin.
Dinin programımız olsun. Senin peygamberinin yolunda gidelim diyecekler. Seni
tek Rab ve İlâh kabul edelim diyecekler.
Ama geçmiş olsun. Bu dünyadaydı.
Dünyada Allah’ı değil de başkalarını rab ve ilâh kabul ediyorlardı. Dünyada
Allah berisinde tan-rı bildiklerine, onların
yasalarına, yönetmeliklerine toz kondurmu-yor-lardı hainler. Şimdi akılları başlarına geldi de
günâhlarını da itiraf ediyorlar. Yok yok artık, af
yok, özür beyanlarının dinlenmesi yok ve tekrar dünyaya döndürülmeleri de yok
artık. Çünkü kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla bunlar tekrar dünyaya döndürülseler
yine eski suçlarına, eski küfür ve şirklerine döneceklerdir. Dertleri samimi kulluk
değil ateşten kurtulmaktır. Allah bunu çok iyi biliyor ve gerçekten akıllarını
başlarına alabilecekleri, Rablerinin rızasını ve cennetini kazanabilecekleri
bir süre de bunlara imkân verilmiştir dünyada. Hiç ölü-mü görmediler mi bu
insanlar? Kendilerinden önce tanrılık iddia edenlerin yok olup gidişlerine
şahit olmadılar mı? Şimdi kendilerinin ölmeyeceklerini mi zannediyorlar? Kendi
güçlerinin, saltanatlarının bitmeyeceğini mi zannediyorlar?
Eğer
Rabbimiz bu âyetlerini, bu uyarıları, bu peygamberlerini gönderip bizi
bilgilendirmeseydi belki ya Rab deme hakları olurdu. Ya Rab madem ki Sen vardın, madem ki ölüm vardı, madem ki
kıyamet vardı, madem ki ölümlerimizden sonra dirilip hesaba çekecektin, madem
ki cennetin ve cehennemin vardı da bizi niye dünyada bunlardan haberdar
etmedin? Niye bize uyarıcılar göndermedin? deme hakları olabilirdi. Ama uyardı
Rabbimiz. Bilgi geldi insanlığa. Şimdi şu anda kimin haberi yok bu kitaptan?
Kimin haberi yok Allah’tan? Hayır hayır herkesin
haberi var. Şu anda yeryüzü kâfirleri bile bile
Allah’la bu savaşlarını sürdürmüyorlar mı? Şimdi karşı geldikleri Allah’la
karşı karşıya geldikleri zaman eyvah diyecekler ama iş işten geçmiş olacak.
58,59. “Andolsun ki bu Kur’an’da insanlar için her türlü m
Evet andolsun
ki Biz bu kitapta insanlar için her bir meseli, her bir m
Bu ne kötü bir kayıp değil mi?
Halbuki âyetler gözlerinin önüne kadar getirilmiş, peygamber ayaklarına kadar
gelmiş. Ama adamlar bir kerecik kulak vermiyorlar. Yahu ne diyor bu Kur’an? Ne diyor bu peygamber? Bir kerecik merak edip
dinleyelim de müspet ya da menfi bir tavır ortaya
koyalım demiyorlar, diyemiyorlar. Şu mevsimler, şu ölümler, şu dirilişler onlar
için hiçbir şey ifade etmiyor. Bir gün sana da sıra gelecek demiyor bu adamlar
için.
60. “Ey Muhammed: Sabret ki, Allah'ın sözü şüphesiz
gerçektir kesin olarak inanmayanlar seni hafife almasınlar.”
Öyleyse sen ey peygamberim, sen
ey Müslüman, bırak bu insanlar ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl bir hayat yaşarlarsa
yaşasınlar. Sen sabret. Sizler sabredin. Sabırla Allah’ın istediği bir hayatı
yaşayın. Sabırla Allah’a kulluğa, Müslümanca bir
hayata direnin dayanının. Kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın vaadi haktır. Allah Müslümanca bir hayata direnenlere bu dünyada ve âhirette ne vaat etmişse o mutlaka size gelecektir.
Kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın vaadi haktır. Ölüm haktır, diriliş haktır,
hesaba çekiliş haktır, cennet ve cehennem haktır. Yeryüzünde Allah’ın istediği
gibi yaşayan Müslümanlara Allah’ın yardımı ve zaferi haktır, kâfirlerden
intikam alması haktır. Yeryüzünde Müslümanca bir
hayatın kavgasını veren Müslümanlara vaat edilen izzet ve şerefin kesinlikle
ulaşacağı haktır. Kâfirlere rüsvalık azabı haktır. Müslümanlar için cennet,
kâfirler için de cehenneme yuvarlanış haktır.
Öyleyse ey
peygamberim, bilesin ki, bilesiniz ki ey Müslümanlar, iyice iman edin ki sakın
ha sakın iyi inanmamış olanlar seni, sizi gevşekliğe sevk etmesin. Siz imandan,
teslimiyetten, kulluktan, itaatten ayrılmayın. Vefat ettiğiniz zaman unutmayın
ki sizi hesaba çekecek olan onlar değil Allah’tır. Dirildiğiniz zaman da sizi
cennete gönderecek olan da Allah’tır. Cehennemin sahibi de Odur. Öyleyse bu
âyetlerin bilinciyle haydi Allah’a Allah’ın istediği kulluğa.
Rabbim
gereği gibi anlayıp iman eden ve hayatını bu imanla yaşayan kullarından
eylesin. Sübhanekallahümme ve bihamdik,
eş-hedü en lâ ilâhe illâ ente,
estağfiruke ve etûbü ileyke.