3- Şarkı île Uğraşmak Sebebiyle Şahitliğin Reddolunacağı
ve Olmayacağı Haller:
4- Şarkıcı Cariyelerin Şarkılarını Dinlemenin Hükmü:
5- Boş İşleri Satın Alanların Gayeleri:
1- Bu Tavsiyelerde Bulunan Kimdir ve Ebeveyne İtaatin
Sının:
2- Evladı Üzerindeki Hakları Bakımından Anne ile Baba
Arasındaki Fark:
4- Süt Emzirme Süresi Olan İki Yılın Gözönünde
Bulundurulacağı Yerler:
5- Allah'a ve Anne-Babaya Şükretmek:
6- Anne-Babaya İtaatin Sozkonusu Olmayacağı Yerler;
7- Dünyada Anne-Baba ile İyi Geçinmek:
8- Allah'a Dönenlerin Yoluna Uymak:
2- İnsanlara Karşı Büyüklenmek:
3- Yeryüzünde Şımarıklıkla ve Büyüklenerek Yürümemek:
4- Kötü Bir Sesin Tanıtılması:
5- Yüksek Sesle Konuşup Bağırmayı Terketmek:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı İle
İki âyet dışında
Mekke'de inmiştir. Katade dedi ki: Bu iki âyetin başı: "Eğer yerde olan
bütün ağaçlar kalem olsa..." buyruğundan itibaren bir sonraki âyetin
sonuna kadardır. Ibn Abbas ise üç âyet müstesnadır demiştir. Bunların ilki de:
"Eğer yerde olan bütün ağaçlar..." âyetidir.
Otuzdört âyet-i
kerîmedir,[1]
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. Bunlar pek hikmetli Kitabın âyetleridir.
3- ihsan
edenler için hidayet ve bir rahmettir.
4. Onlar ki; namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı
verirler ve onlar âhirete kesin olarak iman edenlerdir.
5. İşte onlar, Rablerinden bir hidayet
üzeredirler ve onlar felah bulanların tâ kendileridir.
"Elif, Lâm, Mîm.
Bunlar pek hikmetli Kitabın âyetleridir." Sûrenin başlangıçlarına dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Bunlar"
mübtedâ takdiri ile ref ma hail indedir.
"Bunlar"ın
yerine; "Bunlar pek hikmetli Kitab'ın âyetleridir" de denilir.
Kitab'tan kasıt,
Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Hakim" ise son derece sağlam ve muhkem
demektir. Herhangi bir gediği ve çelişkisi bulunmayan, tutarsızlığı olmayan
demektir. Hikmetli diye açıklandığı gibi, hâkim (hükmeden) diye de
açıklanmıştır.
"İhsan edenler
İçin hidâyet ve bir rahmettir* anlamındaki buyruklar hal olarak nasb ile
gelmişlerdir. Bu da "İşte size bir mucize olmak üzere Allah'ın dişi
devesi" (eiA'raf, 7/73) buyruğunda olduğu gibidir. Medineliler, Ebu Amr,
Âsim ve el-Kisaî'nin kıraati bu şekildedir. Hamza ise; "Bir hidayet ve bir
rahmettir" diye merfû' okumuştur. Bu da iki şekilde açıklanır, Birincisine
göre, mübtedâ takdir edilir, çünkü bu, bir âye-cin başıdır, tkinci açıklamaya
göre, bu; "(Jjhj; Bunlar"ın haberidir.
"İhsan et«n"
ise; Yüce Allah'ı görüyormuşçasına Allah'a ibadet eden, kendisi: Onu görmese
dahi Allah'ın kendisini gördüğünü bilen kigi demektir. İhsan edici kimselerin,
İslâm dininde ihsan edicilik durumunda olan kimseler olduğu da söylenmiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "ihsan edici olarak kendisini
Allah'a teslim eden... kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir?"
(en-Nisâ, 4/125)
"Onlar ki, namazı
dosdoğru kılarlar" buyruğu sıfat konumundadır. Bununla birlikte ka'1
üzere (önceki buyruklarla ilişkili kabul etmeyerek) ve: Onlar o kimselerdir
ki..." anlamında merfû' kabul edilmesi de mümkündür. "Yani"
takdiri ile nasb halinde olması da mümkündür. Bu âyet-i kerime ile ondan
sonraki âyete dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/3 ile 5.
âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde (mesela el-Mâide, 5/55. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[2]
6.
İnsanlardan kimisi (insanları) bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve
onları bir eğlence edinmek için boş sözleri satın alırlar. İşte onlar İçin
horlayıcı bir azab vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[3]
"İnsanlardan
kimisi... boş sözleri satın alırlar" buyruğundaki; "Kimisi"
mübtedâ olarak ref raahallindedir, "Boş sö2ler"den kasıt ise, İbn
Mes'ud, İbn Abbas ve diğerlerinin görüşlerine göre şarkı demektir. en-Neh-has
dedi ki: O kitab ve sünnet ile yasaklanmıştır. İfadenin takdiri: Oyalayıcı
olanı kim satın alır?" şeklindedir. Yüce Allah'ın: "(O) Kasabaya
sor" (Yusuf, 12/82) gibi. Ya da ifadenin takdiri şöyle olabilir: Böyle bir
kimse boş sözleri ancak satın alıp da buniara çokça bedel verdiğinden dolayı
sanki bunları lehv için (boşu boşuna oyalanmak için) satın almış gibidir[4]
Derim ki: İlim
adamlarının şarkının mekruh oluşuna ve yasaklandığına dair delil gösterdikleri
üç âyet-i kerîmeden birisi budur.
İkinci âyet-i kerîme
yüce Allah'ın: "(Üstelik) oynayıp, eğlenirsiniz." (en-Necm, 53/61)
buyruğudur. İbn Abbas dedi ki: Burada Hİmyerlüerin lehçesinde şarkı demektir.
Mesela; Btze şarkı söyle" demektir. (Ki âyet-İ kerîmedeki lafız ile aynı
köktendir).
Üçüncü âyet-i kerîme
ise yüce Allah'ın: "Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden
oynat" (ei-İsra, 17/64) buyruğudur. Mücahid dedi ki: Bunlar şarkı ve çalgı
aletleridir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İs-ra Sûresi'nde (17/64.
âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Tirmizî'nin rivayetine
göre Ebu Umame, Kasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Şarkıcı cariyeleri satmayınız, satın almayınız. Onlara (bu işi)
öğretmeyiniz. Böylelerinin ticaretinde de hayır yoktur, onların karşılığında
alınacak olan para da haramdır. İşte şu: "İnsanlardan kimisi bilgisizce
Allah'ın yolundan saptırmak için boş sözleri satın alırlar" âyeti benzeri
hususlar için nazil olmuştur." Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hadis
ga-ribtir. Sadece el-Kasım, Ebu Umame yoluyla rivayet edilmiştir. el-Kasım, sika
(güvenilir) bir ravidir. Ali b. Yezid ise hadis noktasında zayıf kabul edilmektedir.
Bu açıklamayı da Muhammed b. İsmail (el-Buhârî) yapmıştır.[5]
İbn Aliyye dedi ki:
İbn Mes'ud, İbn Abbas ve Cabir b. Abdullah da böylece (bu âyeti) tefsir
etmişlerdir. Bu açıklamayı ayrıca Ebu'l-Ferec el-Cevzî, el-Hasen'den, Saİd b.
Cübeyr'den, Katade ve en-Nehaî'den de nakletmiştir.
Derim ki: Bu, bu
âyet-i kerîme hakkında yapılmış en üstün açıklamalardır. Hatta bu hususta İbn
Mes'ud üç defa kendisinden başka ilah olmayan Al-* lah adına yemin ederek bunun
şarkı hakkında olduğunu söylemiştir.
Said b. Cübeyr,
Ebu's-Sahbâ el-Bekrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. Mes'ud
yüce Allah'ın: "İnsanlardan kimisi... boş sözleri satın alırlar"
âyeti hakkında soru sorulunca şöyle demiş: Bu boş sözler, kendisinden başka
hiçbir ilah olmayan Allah adına yemin ederim ki şarkıdır deyip, bu sözlerini
üç defa tekrarlamıştır[6]
Yine İbn Ömer'den
bunun şarkı olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. İk-rime, Meymun b. Mİhran ve
Mekhul de böyle demişlerdir.
Şu'be ve Süfyan'ın,
el-Hakem ile Hammad'dan bu ikisi İbrahim'den şöyle dediğini rivayet
etmişlerdir: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Şarkı kalbte münafıklığın yeşermesine
sebebtir, Mücahid de böyle demiş ve şunları eklemiştir: Âyet-i kerîmede geçen
boş söz şarkı ve buna benzer batıl şeyleri dinlemektir.
el-Hasen dedi ki: Boş
söz çalgı ve şarkıdır el-Kasım b. Muhammed de dedi ki: Şarkı batıldır, batıl
da ateştedir.
İbnu'l-Kasım dedi ki:
Ben Malik'e şarkı hakkında soru sordum da şöyle dedi: Yüce Allah: "Artık
haktan sonra sapıklıktan başka ne var?" (Yunus, 10/32) diye buyurmaktadır.
Peki, o bir hak mıdır?
Buhârî şöyle bir bab
başlığı açmıştır: "Herbir lehvin (boş işin) yüce Allah'a itaatten
alıkoyduğu takdirde batıl olduğu ve: Arkadaşına gel seninle kumar oynayayım,
diyen kimse ile yüce Allah'ın: "İnsanlardan kimisi bilgisizce Allah'ta
yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş sözleri satın
alırlar" buyruğuna dair bir bab.[7]
Buhârî'nin (Allah'a
itaatten alıkoyduğu takdirde) kaydı yüce Allah'ın: "Allah'ın yolundan
saptırmak için" buyruğundan ilham alınarak belirtilmiştir.
Yine ei-Hasen'den
nakledildiğine göre "boş söz (lehvu'l-hadis)" küfür ve şirk demektir.
Bazıları ise, batıl ehli ve oyun peşinde olanların kendisiyle oyalanıp, vakit
geçirdiği sözler diye yorumlamışlardır.
Denildiğine göre;
âyet-i kerîme en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuştur. Çünkü o Rüstem ve
İsfendiyar gibi kimselere ait Acem (İranlı)lanh ki-tablannı satın almıştı.
en-Nadr, Mekke'de oturur, Kureyşliler: Muhammed böyle dedi, dediler mi, o da
buna güler ve kendilerine Pers hükümdarlarının başından geçen olayları anlatır
ve şöyle dermiş: Benim bu anlattıklarım Muham-med'in sözlerinden daha güzeldir.
Bunları el-Ferra, d-Kelbî ve başkaları nakle tmiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre; en-Nadr şarkıcı cariyeler satın alır ve müslü-man olmak isteyen bir
kişiyi buldu mu mutlaka bu şarkıcı cariye ile birlikte o kimsenin yanına gider
ve ona: Yedir, içir ve şarkı söyle derdi. Sonra da şunları söylerdi: İşte bu
Muhammed'in seni kendisine davet ettiği namazdan, oruçtan ve onun önünde
fedakarlık edip çarpışmandan daha iyidir, Bu ve birinci görüşe göre satın
almanın mahiyeti açıkça anlaşılmaktadır.
Bir başka kesim de
şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede satın almak bir istiaredir. Kureyşlilerin
sohbetlerindeki konuşmaları İslâm ile oyalanmaları, söze dalmaları ve
kendilerini batıla kaptırıp, gitmeleridir.
İbn Atiyye dedi ki:
Buna göre yapılması gereken işi terkedip, bu münker-leri işlemek, onları satın
almak demek olur. Yüce Allah'ın: "İşte onlar hidayet karşılığında
sapıklığı satın almış olanlardır" (el-Bakara, 2/16) buyruğunda olduğu
gibi. Yani onlar imanı verip, karşılığında küfrü satın almışlar. Bu da onların
imanı küfre değiştirmelerini ve küfre tercih etmelerini ifade eder. Mutarrif
dedi ki: Boş sözün satın alınması, onun çağrısının kabul edilmesi demektir.
Katade: Belki de bu hususta herhangi bir mal harcamaz; fakat onu dinlemek, onu
satın almak demektir, diye açıklamıştır.
Derim ki: Birinci
görüş bu hususta yapılmış açıklamaların en uygun olanıdır. Çünkü bu hususta
hem merfu bir hadis vardır, hem de aynı konuda as-hab ile tabiinden gelmiş
görüşler bulunmaktadır.
es-Salebî ile
el-Vahidî az önce zikrettiğimiz Ebu Umame hadisinde şunları da
kaydetmektedirler: "...Bir adam yüksek sesle şarkı söyleyecek oldu mu,
mutlaka Allah onun üzerine iki şeytan gönderir. Bunlardan birisi bu omuzu
üzerinde, diğeri de öteki omuzu üzerinde (oturur) ve kendisi susuncaya kadar
bu iki şeytan ayaklarını vurmaya devam eder dururlar. "[8]
Tirmizî ve başkaları
da Enes ve başkalarının rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"İki ses vardır ki, lanete uğramıştır ve günahkârdırlar. Ben o iki sesi
de yasaklıyorum: Biri zurna ile nağme ve sevinç esnasında şeytanın sesi ve
musibet esnasındaki bir sarsıntı ile yanaklara vurup yakalan yırtmak halinde
(feryad, ağıt) sesi."[9]
Cafer b. Muhammed
babasından, o dedesinden, o Ali (selam ona)'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Ben zurnaları (çalgı âletlerini)
kırmakla gönderildim." Bu hadisi Ebu Talib el-Gaylanî rivayet etmiştir.
[10]
İbn Buşra'nm,
İkrime'den, onun İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: "Ben zurna ve davulları kırıp dökmek ile gönderildim. "[11]
Tirmizî'nin de rivayet
ettiğine göre Ali (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Ümmetim on beş hasleti işleyecek oldu mu artık bela gelip, onları
bulur... Ümmetim şarkıcı cariyeler ve çalgı aletleri edindiği vakit.,”[12]
Ebu Hureyre yoluyla
gelen hadiste de; "Çalgıcı cariyeler ile çalgı aletleri ortaya çıktığı
vakit"[13] denilmektedir.
İbnu'l-Mübarek, Malik
b. Enes'ten, o Muhammed b. el-Münkedir'den, o En es b. Malik'ten şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; "Kim bir şarkıcı kadını
dinlemek için oturacak olursa, kıyamet gününde kulaklarına kurşun
dökülecektir."[14]
Esed b. Musa,
Abdu'l-A2iz b. Ebi Seleme'den, o Muhammed b. el-Münkedir'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Bize ulaştığına göre yüce Allah kıyamet gününde şöyle
buyuracaktır: " Nerede kendilerini ve kulaklarını boş sözlerden ve
şeytanların zurnalarından u2ak tutan kullarım? Onları misk bahçelerine
yerleştirin ve kendilerine Benim rızamı onların üzerine yağdırdığım, haber
vertn."[15]
İbn Vehb, Malik'ten, o
Muhammed b. el-Münkedir'den bunun bir benzerini rivayet etmektedir. Aynca
"miskten bahçeler" ifadesinden sonra şöyle demektedir: Sonra da
meleklere şöyle der; "Onlara Bana hamdi, şükrü ve senayı işittiriniz.
Kendilerine, kendileri için herhangi bir korku bulunmadığını ve onların
üzülmeyeceklerini haber veriniz."[16]
Bu man'a Ebu Musa
el-Eş'arî'den nıerfu olarak da rivayet edilmiş ve buna göre Rasûlullah (sav)
şöyle buyurmuştur: "Kim bir şarkı sesine kulak verip dinleyecek olursa,
ona ruhanilerin sesini işitmeye izin verilmez." Ruhaniler kimlerdir, ey
Allah'ın Rasûlü? denilince, şöyle buyurdu: "Bunlar cennet
ehlinin okuyucularıdır." Bu hadisi Tirmizi
el-Hakim Ebu Abdillah, Nevâdi-ru'l-Usul adlı eserinde rivayet etmiştir.[17] Biz
"et-Tezkire" adlı eserimizde bunun benzerleri ile birlikte şunu da
zikrettik: "Kim dünyada şarab içecek olursa, âhirette onu inmeyecektir.[18] Kim
dünyada ipek giyerse, âhirette onu giymeyecektir" ve buna benzer daha
başka rivayetler. Bütün bunlar orada açıkladığımız üzere mana itibariyle sahih
rivayetlerdir.
Mekhul'ün rivayetine
göre Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Rasûkıllah (sav) buyurdu ki: "Her kim
öldüğünde yanında şarkıcı bir cariye bulunuyor ise, onun cenaze namazını
kılmayınız."[19]
İşte bu ve daha başka
rivayetler sebebiyle ilim adamları, şarkının haram olduğunu söylemişlerdir ki;
bu da bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir,
[20]
İlim adamlarının haram
olduğunu söyledikleri şarkı bu hususta meşhur olanların alışageldikleri,
nefisleri harekete getiren, hevâ ve kadınlara şevk arzularını uyandıran,
yerinde duranı harekete getirip, saklı olanı ortaya çıkartan hayasızca
ifadelerdir. Bu tür ifadeler eğer kadınları sözkonusu eden, güzelliklerini
anlatan şiirler halinde olup sarakan söz ediyor, haramları sözkonusu ediyorsa,
bunun haram olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü boş söz ve yerümiş olan
şarkıcılığın bu olduğu hususunda ittifak vardır.
Sözü geçen bu
sakıncalardan uzak ifadelerin yer aldığı nağmelere gelince, sevinç
zamanlarında bunun az miktarda olanı caizdir. Düğün, bayram, zor iğlere karşı
gayrete getirmek gibi haller böyledir. Hendeğin kazılması esnasında söylenen
ezgilerle, Enceşe ile Seleme b. el-Ekva'ın ezgileri bu kabildendir. Günümüzde
sufilerin bidat olarak ortaya çıkardıkları kaval, tef, vurmalı sazlar ve telli
sazlardan oluşan çeşitli şarkı ve çalgı aletlerini dinleme tiryakiliğine gelince;
bu haram bir şeydir,
İbnu'l-Arabî der ki:
Savaş davulu çalmakta bir mahzur yoktur. Çünkü bu nefislere sebat, düşmanlara
korku verir. Çoban kavalları (yaraa) hususunda ise görüş ayrılığı vardır.
Zilsiz tef ise mubahtır. el-Cevherî dedi ki: Çobanın çaldığı kamıştan kavala
Araplar heyraa da derler, yaraa da derler. el-Kuşey-rî dedi ki: Peygamber
(sav)'in Medine'ye girdiği gün önünde tef vurulmuş. Ebubekİr bunu önlemek
isteyince, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Onları bırak ey Ebubekİr!
Ta ki yahudtler bizim dinimizin geniş olduğunu bilsinler." Bu kızlar
teflere vuruyor ve bu arada:
"Biz kızlarıyız
Neccaroğullarmın,
Muhammed en güzelidir
komşuların" diyorlardı.
Nikâh (düğün) de
davulun def gibi olduğu söylenmiştir. Nikâhın ilanını yaygınlaştıran sair aletlerin
de güzel sözlerle ve çirkin ifadeler taşımayan güftelerle birlikte
kullanılması da caizdir.
[21]
Sürekli olarak şarkı
ile uğraşmak, şahitliğin reddolunmasına sebep teşkil eden bir sefihliktir. Eğer
bu devamlı surette değil ise, şahitliğin reddolunmasına sebep değildir. İshak
b. İsa et-Tabba' dedi ki: Ben Malik b. Enes'e Me-dinelilerin şarkıcılığa ne
kadar ruhsat verdiklerine dair soru sordum. O da: Bizim bulunduğumuz yerde bu
işi ancak fasıklar yapar, diye cevap verdi.
Ebu't-Tayyib Tahir b.
Abdullah et-Taberî de şöyle demektedir: Malik b. Enes'e gelince, o şarkı
söylemeyi ve onu dinlemeyi yasaklamış ve şöyle demiştir: Bir kimse bîr cariye
satın alır da onun şarkıcı olduğunu görürse, ayb (kusur) dolayısıyla onu geri
çevirmek hakkına sahiptir. Diğer Medineti ilim adamlarının görüşü de budur.
Ancak Zekeriya es-Sacî'nin İbrahim b. Sa'd'dan, naklettiğine göre o, bu hususta
bir sakınca görmüyormuş.
İbn Huveyzîmendad dedi
ki: İmam Malik'e gelince, ondan nakledildiğine göre o bu işi bilen birisi İdi
ve onun kabul ettiği görüş, bu işin haram olduğu doğrultusundaydı. Ondan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Ben genç bir delikanlı iken bu sanatı öğrendim.
Annem bana: Oğulcağızım dedi. Bu sanata yüzü güzel olanlar uygun düşer, sen
ise böyle değilsin. Bunun yerine git, dini ilimleri tahsil etmeye bak. Ben de
Rabia'nın sohbetinde bulundum ve yüce Allah bunda büyük bir hayır takdir etti.
Ebu't-Tayyib et-Taberî
dedi ki: Ebu Hanife'nin mezhebinde ise o, nebiz içmeyi mubah kılmakla birlikte,
şarkıcılığı mekruh görür ve şarkı dinlemeyi günahlardan sayardı. Diğer
Kufeîilerin görüşü de böyledir. İbrahim, eş-Şa'bî, Hammad, es-Sevrî ve
diğerleri gibi. Bu hususta onlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.
Aynı şekilde bu işin mekruh olup bunun men olunacağı hususunda Basrah ilim
adamları arasında da görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Ancak Ubeydullah b. Hasen
el-Anberî'den rivayet edildiğine göre o, bunda bir sakınca görmezmiş.
(Ebu't-Tayyib devamla)
dedi ki: Safînin bu husustaki görüşüne gelince, o şöyle demiştir: Şarkı batıla
benzer bir mekruhtur. Kim bu işi çokça yaparsa, o kimse sefihtir ve bundan
dolayı şahitliği reddedilir.
Ebu'I-Ferac el-Cevzî
mezhebinin İmamı Ahmed b. Hambel'den üç rivayet zikretmektedir: Mezhebimize
mensub ilim adamları Ebubekir el-Hal)al ile arkadaşı Abdu'l-Aziz'den şarkının
mubah olduğunu zikretmişler ve onlar bununla kendi dönemlerinde bulunan
kasideler ve zühde teşvik edici şiirlere işaret etmişlerdir. İmam Ahmed'in
mekruh görmediğine dair rivayetler bu şekilde yorumlanır. Kendisine ölen bir
adamın geriye bir çocuk ve şarkı söyleyen bir cariye bırakarak bu çocuğun
şarkıcı cariyenin satılmasına ihtiyaç duyması halinde durumun ne olacağına dair
sorulan soruya verdiği şu cevap delil teşkil etmektedir: Böyle bir cariye
şarkıcı diye değil, vasıfsız diye satılır. Ona: Ama o (bu haliyle) otuzbin
eder fakat vasıfsız diye satılacak olursa ancak yirmibin eder denilince o da:
Ancak vasıfsız diye satılabilir demiştir. Ebu'I-Ferac dedi ki: Ahmed'in bunu
söylemesinin sebebi şudur: Çünkü böyle bir şarkıcı cariye zühd kasidelerini
nağmeli söylemiyordu. Aksine o aşk duygularını harekete getiren, neşelendirin
güfteleri şarkı olarak söylüyordu.
İşte bu, şarkının
sakıncalı olduğuna bir delildir. Zira sakıncalı olmasaydı, yetimin aleyhine
bir mali zararın kabulü caiz olamazdı. İşte bu da Ebu Tal-ha'nın Peygamber
(sav)'a: Benim yanımda yetimlere ait bir şarap vardır, demesine; Peygamber'in
de ona: "O şarabı dök" diye cevab vermesine benzemektedir. Şayet bu
şarabın yetimlerin menfaatine kullanılması caiz olsaydı, elbetteki yetimlerin
mallarının boşa dökülmesi emrini vermezdi.
et-Taberî dedi ki:
Çeşitli bölgelerdeki ilim adamlarının icmaı ile şarkı mekruhtur ve ondan
alıkonulur. Bu hususta İbrahim b. Sa'd ve Ubeydullah el-An-berî cemaate
muhalefet etmişlerdir. Rasûlullah (sav) ise şöyle buyurmuştur: "Sizler en
büyük kalabalığa uymaya bakınız."[22]
"Her kim cemaatten ayrılacak olursa bir cahiliye ölümüyle ölür."[23]
Ebu'l-Feîac dedi ki:
Bizim mezhebimize mensub el-Kaffal Şarkıcı ve rakkasın şahitliği kabul olunmaz,
demiştir.
Derim ki: Bu hususun
caiz olmadığı böylelikle sabit olduğuna göre; bunun için ücret almak da caiz
değildir. Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr ise şarkıcılık karşılığında ücret almanın
haram olduğu hususunda icma bulunduğunu iddia etmektedir. Buna dair
açıklamalar daha Önce el-En'âm Sûresi'nde: "Gay-bm anahtarları O'nun
yanındadır" buyruğu açıklanırken (el-En'am, 56/59. âyet, 3. başlıkta)
geçmiş bulunmaktadır. Bu kadar açıklama da yeterlidir.
[24]
Kadı Ebubekr b.
el-Arabî dedi ki: Şarkıcı cariyeleri dinlemeye gelince, kişinin kendi üz
cariyesinin şarkılarını dinlemesi caizdir. Çünkü böyle bir cariyenin ne
zahirînden, ne batınından ona haram olan bir tarafı yoktur. Onun sesinden
lezzet alması nasıl yasaklanabilir? Ancak kadınların erkeklerin önünde
açılması, mahremiyet perdelerinin kaldırılması ve kötü sözlerin işitilmesi ise
caiz değildir. Şayet bu sınırlar çiğnenip helal olmayacak işler yapılırsa,
caiz olmayan şeyler işlenirse, o takdirde böyle bir iş başından beri yasaklanır
ve kökünden sökülüp atılır,
Ebu't-Tayyib et-Taberî
der ki: Mahrem olmayan bir kadından şarkı dinlemeye gelince; Şafiî mezhebine
mensub ilim adamları caiz değildir, demişlerdir. Bu kadın ister hür olsun,
İsterse köle farketmez. Şafiî de şöyle demektedir: Cariyesi bulunan bir kimse
şarkı dinletmek için başkalarını toplayacak olursa, bu kimse bir sefihtir, onun
şahitliği reddedilir. Daha sonra böyle birisi hakkındaki sözlerini daha da
ağırlaştırarak: Böyle bir iş deyyusluktur, demiştir. Böyle bir cariyeye sahip
olan kimseyi sefih kabul etmesi, insanları batıla davet etmiş olmasından
ötürüdür, İnsanları batıla davet eden bir kimse ise sefih demektir.
[25]
"Allah'ın
yolundan saptırmak... İçin" buyruğunda yer alan; "Saptırmak
için" lafzı genellikle "ye" ötrelİ olarak okunmuştur.
Başkalarını hidayete giden yoldan saptırmak için, demektir. Bir kimse başkasını
da saptıracak olursa, kendisi de sapmış olur.
İbn Kesir, İbn
Muhaysın, Humeyd, Ebu Amr, Ruveys ve İbn Ebi İshak ise lazım fiil olarak
"ye" harfini üstün okumuşlardır ki, "bizzat kendisi sapsın diye"
anlamına gelir.
"Ve onları bir
eğlence edinmek için" anlamındaki buyruğun; "Onları edinmek
için" lafzını Medineliler, Ebu Amr ve Âsim "kimisi... satın
alır" buyruğuna atfederek ref ile okumuşlardır. Bununla birlikte böyle
bir okuyuşa göre bu fiil, müste'nef (yeni bir cümle) de olabilir.
el-A'meş, Hamza ve
el-Kisaî ise bunu: "Saptırmak... için" lafzına atfederek nasb ile
okumuştur. Her iki şekle göre de: "Bilgisizce" buyruğu üzerinde vakıf
güzel olmaz. Vakıf: "eğlence edinmek" lafzı üzerinde yapılır.
"Onları edinmek
İçin" buyruğunda zamir âyetlere aittir. Bu zamirin "Allah'ın yohTna
ait olması da mümkündür. Çünkü "yol (anlamındaki; sebil)" kelimesi
müennes de, müzekker de kullanılabilir.
"İşte onlar İçin
horlayıcı" yani onları küçültücü, son derece çetirrbir az-ab vardır."
Şair şöyie demektedir:
"Sen gidip
hristiyanlara korku ile sığındın,
Salib (hac) son derece
hor kılıcı azab ile karşılaştıktan sonra."
[26]
7. Okimseye
âyetlerimiz okunduğu zaman güya iki kulağı sağırmış da bunları işitmemiş gibi
büyüklenerek yüz çevirir. Sen ona çok acıklı bir azabı müjdele!
"O kimseye âyetlerimiz"
yani Kur'ân-L kerîm kunduğu zaman güya iki kulağı sağırmış da" sanki
kulakları ağır ve sağır imiş de "bunları işitmemiş gibi büyüklenerek yüz
çevirir." Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/25. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Sen ona çok
acıklı bir azabı müjdele!" Bu buyruğa dair açıklamalar daha Önceden
geçmiş bulunmaktadır[27]
8. Muhakkak
iman edip salih ameller işleyenler için Naîm cennetleri vardır.
9- Onlar
orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, Allah'ın hak vaadidir. O, Azizdir, Hakîmdİr.
"Muhakkak İman
edip salih ameller İşleyenler İçin Naim cennetleri vardır." Yüce Allah
kâfirlerin azabını sözkonusu ettikten sonra mü'mini erin maz-har olacakları
nimetleri sözkonusu etmektedir.
"Onlar orada
ebedi" devamlı, temelli "kalıcıdırlar. Bu Allah'ın hak vaadidir."
Yüce Allah onlara bunu hak olarak vaadetmiştir ve bu vaadinden cayması
sözkonusu değildir,
"O, Azizdir,
Hakimdir." Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Ba-kara, 2/32. âyet
ve 129. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[28]
10. O,
gökleri, onları gördüğünüz şekilde, direksiz yarattı. Sizi sallamasın dîye
yere de yüksek ve sabit dağlar koydu. Orada her canlıdan yaydı. Gökten de bir
su İndirip orada her türden güzel bitkiler bitirdik.
11. Bunlar
Allah'ın yarattığıdır. Haydi O'ndan başkasının ne yarattığını gösterin bana.
Hayır, zalimler apaçık bir sapıklık içindedir.
"O, gökleri,
onları gördüğünüz şekilde, direksiz yarattı" buyruğunda yer alan: "Onları
gördüğünüz" buyruğu "direk" lafzına sıfat olmak üzere cer rnahallindedir.
Buna göre görülmemekle birlikte direklerin var ol-mast mümkündür. Diğer
taraftan "gÖkler"den hal olarak nasb mahallinde de olması mümkündür.
O takdirde hiçbir şekilde direklerin varlığından sözedİ-lemez.
en-Nehhâs dedi ki: Ben
Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Evla olan "gördüğünüz"
anlamındaki lafzın müste'nef (yeni bir başlangıç) olması ve ortada herhangi bir
direğin bulunmamasıdır. Bu açıklamayı Mekkî yapmıştır. Bu durumd.a
"direksiz" anlamındaki lafızda ifade tamam olmaktadır. Bu âyet-i
kerîmeye dair açıklamalar daha önceden er-Ra'd Sûresi'nde (13/2. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Sizi sallamasın
diye yere de yüksek ve sabit dağlar koydu" buyruğun-
daki: "Sallamasın
diye" buyruğu nasb mahallindedir. Sizi sallamasını istemediğimizden
ötürü, demektir. Kufeliler ise bunu; "Sallamasın diye" takdiriyle
kabul etmektedirler[29]
"Orada her
canlıdan yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel bitkiler
bitirdik" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas'ın, güzel olan herbir renkten
bitirdik, diye açıklaması nakledilmiştir. eş-Şa'bî maksadın, insanlar olduğu
kanaatine sahip olup böylece yorumlamıştır, Çünkü insanlar yerden
yaratılmışlardır. O şöyle demiştir: İnsanlar arasından cennete giden kimse,
güzel bitki demektir. Onlardan cehennem ateşine gidecek olan kimse de adi ve
bayağı kimse demektir. Bir başkası ise bunu nutfenin toprak-tan yaratılmış
olduğu şeklinde yorumlamıştır. Kur'ân'ın zahiri de buna delâlet etmektedir.
"Bunlar Allah'ın
yarattığıdır" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Burada: "Yaratık"
anlamındadır. Yani sizin görmekte olduğunuz şeylerden olup sözünü ettiğimiz
bütün bunlar; "Allah'ın yarattığı" yani Allah tarafından herhangi
bir ortağı bulunmaksızın yaratılmıştır. O halde ey müşrikler topluluğu
"haydi, O'ndan başkasının" putların, heykellerin "ne yarattığını
gösterin bana! Hayır, zalimler" yani müşrikler "apaçık bir
sapıklık" apaçık bir hüsran "içindedir."
"Ne
yarattığını" anlamındaki buyrukta yer alan: "Ne" soru anlamında
olup, mübtedâ olarak ref mahallindedir. ise dşiJO anlamında olup onun
haberidir. Yarattı" lafzı ise hazfedilmiş bir "he" zamiri üzerinde
(zamiri mef'ul kılmak suretiyle) amel etmiştir.
Bunun da takdiri: O'ndan
başkalarının neyi yaratmış olduklarını bana gösterin" şeklindedir. Cümle
"bana gösterin" anlamındaki fiil ile nasb mahallindedir.
"Yarattı" anlamındaki fiil ile birlikte "he" zamiri gizli
olup; aittir. O halde O'nun dışındaki kimselerin yaratmış oldukları şeyleri
bana gösterin" demektir. İşte bu görüşü kabul edenlere göre: "Sen ne
öğrendin? Nahiv mi yoksa şiir mi?" denilir. Bununla birlikte: 'ın
"Bana gösterin" ile nasb mahallinde ve; 'in zaid olması da mümkündür.
Bu görüşe göre İse (merfu olarak değil de) nasb ile: "Ne öğrendin? Nahvi
mi, yoksa şiiri mi?" denilir.
[30]
12. Andolsun
Biz, Lukman'a hikmeti verdik; "Allah'a şükret" diye (emrettik). Kim
şükrederse ancak kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, muhakkak Allah
muhtaç değildir, hamde layık olandır.
"Andolsun Biz,
Lukman'a hikmeti verdik" buyruğunda (biri Lukman, diğeri hikmet olmak
üzere) iki nıef ul vardır. "Lukman" kelimesinin munsarıf olmayışının
sebebi, sonunda zaid "elif ve "nun" bulunmasıdır. O bakımdan
müennesi fu'lâ vezninde gelen "fu'lân" veznindeki kelimelere
benzemektedir. Bu gibi kelimeler ise marife (belirtili) oldukları takdirde
munsarıf olmazlar. Çünkü bu, ikinci bir ağırlık oiur. Nekre olmaları halinde
munsarıf olmaları ise iki ağırlıktan birisinin ortadan kalkmış olmasıdır. Bu
açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.
Lukman'ın babasının
adı Bâûrâ, onun Nâhûr, onun Tareh'dir ki, bu da İbrahim'in babası Âzer'dir.
Nesebini Muhammed b. İshak böylece vermektedir.
Nesebinin Lukman
babası Anka, babası Serûr olduğu da söylenmiştir. O Eyle ahalisinden Nuyalıdır.
Bunu da es-Süheylî zikretmiştir.
Vehb dedi ki; Lukman,
Eyyub'un kızkardeşinin oğlu idi, Mukatil de şöyle demektedir; Lukman'in,
Eyyub'un teyzesinin oğlu olduğu zikredilir.
ez-Zemahşerî de şüyie
demiştir: Lukman'ın babasının adı Bâûrâ olup Eyyub'un kızkardeşinin oğlu ya da
teyzesinin oğludur. Âzer'in çocuklarından olduğu da söylenmiştir. Bin yıl bir
süre kadar yaşamış, Dâvûd (a.s) ona yetişmiş ve ondan ilim öğrenmiştir. Dâvûd
(a.s)'ın peygamber olarak gönderilmesinden önce fetva verirdi. Ancak ona
peygamberlik verilince, fetva vermeyi kesti. Kendisine bu husus hatırlatılınca
bu sefer: Bu konuda benim fetvama ihtiyaç kalmayıp yükümlülükten kurtarılmış
olduğuma göre; ben böyle bir şeyi nasıl kabul etmem, demiştir.
el-Vaki dî der ki:
Lukman, İsrail oğulları arasında hakimlik yapardı. Said b. el-Müseyyeb de şöyle
demiştir: Lukman, Mısır siyahilerinden, kalın dudaklı, siyahi bir kişi idi.
Yüce Allah ona hikmeti vermiş, ancak peygamberlik vermemişti. Te'vil
alimlerinin çoğunluğu onun Allah'ın veli bir kulu ulup peygamber olmadığı
şeklindeki bu görüşü benimsemişlerdir.
İkrime ve eş-Şa'bî
onun peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre burada "hikmef'ten
kasıt, peygamberlik olur. Doğrusu ise onun yüce Allah'ın öğrettiği hikmet
dolayısıyla hakîm bir adam olduğudur.
Hikmet ise itikadı
konularda dinde fakihlikte (bilgi sahibi olmakta) ve aklî hususlarda doğruluk
demektir. îsrailoğullan arasında hakimlik yapardı. Siyah tenli, ayaklan çatlak
ve kalın dudaklı yani dudakları büyük bir kişi idi. Bu açıklamayı da İbn Abbas
ve başkaları yapmışlardır.
İbn Ömer yoluyla gelen
hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Lukman bir peygamber değildi. Fakat o çokça tefekkür eden, oldukça güzel
bir yakın (kesin inanç) sahibi bir kimse idi. Yüce Allah'ı sevmişti, Allah da
onu sevmiş, bu bakımdan ona hikmeti lütfetmişti. Onu hak İle hükmeden bir
halife olmak hususunda da muhayyer bırakmıştı. O da şöyle demişti: Rabbim,
eğer sen beni muhayyer bırakıyor isen, ben esenlikte olmayı kabul eder ve
belayı terk ederim. Eğer benden kat'î olarak halife olmamı istiyor İsen, bunu
da dinleyip itaat ederim. Çünkü Sen beni o zaman koruyacaksın." Bunu İbn
Atiyye zikretmektedir.
es-Sa'lebî aynca şunu
ilave etmektedir: Melekler ona kendilerini görmek-sizin şu şekilde seslendiler:
Neden (kabul etmedin) ey Lukman? Şu cevabı verdi: Çünkü hakim (yönetici) olan
kimse en zorlu ve en bulanık bir konumdadır. Her yerden zalim onun yanına
gelir. Eğer Allah tarafından ona yardım olunursa, kurtulması muhakkak ki
umulur. Fakat hata edecek olursa, bu sefer cennet yolunu şaşırmış olur.
Dünyada zelil olan bir kimsenin bu hali, şerefli bir kimse olmasından
hayırlıdır. Dünyayı âhirete tercih eden bir kimseyi dünya kabul etmeyeceği
gibi, âhiretten de bir nasib almaz. Melekler onun bu mantıkinin güzelliğinden
hoşlandılar. Derken bir uykuya daldı, ona hikmet verildi. O uyandığında bu
hikmet ile konuşuyor idi.
Ondan sonra Davud'a
seslenildi. Dâvûd bu işi yani halifeliği kabul etti ve Lukman'in koştuğu
şartlan o koşmadı. O bakımdan Dâvûd birden çok hata yaptı. Bütün bunları da
yüce Allah affediyordu.
Lukman sahib olduğu
hikmetiyle Davud'a vezirlik yapıyordu. Dâvûd ona: Ne mutlu sana ey Lukman! Sana
hikmet verildi ve senden bela uzaklaştırıldı,, dedi.
Davud'a ise halifelik
verilmiş, fakat belâ ve fitnelerle smanmıştı.
Katade dedi ki: Yüce
Allah Lukman'ı peygamberlik ile hikmet arasında muhayyer bıraktı, o hikmeti
peygamberliğe tercih etti. Cebrail (a.s) kendisine uykuda olduğu bir sırada
geldi ve üzerine hikmeti saçtı. Sabahı ettiğinde o hikmet gereği konuşuyor idi.
Kendisine; Rabbin seni muhayyer bırakmışken, sen nasıl olur da hikmeti
peygamberliğe tercih ettin, diye soruldu. Bunun üzerine o şöyle dedi: Eğer
kat'î bir hüküm olarak bana peygamberlik gönderilmiş olsaydı, bu hususta
Allah'tan bana yardımcı olmasını ümit ederdim, fakat o beni muhayyer bırakınca
peygamberliği yerine getirememekten, zaafa düşmekten korkardım. Bundan dolayı
hikmet benim için daha sevimli bir şey göründü.
Mesleğinin ne olduğu
hususunda farklı görüşler vardır. Onun terzi olduğu söylenmiştir. Bu Said b.
el-Müseyyeb*in görüşüdür. Said siyah bir adama şöyle demişr Siyah olduğun için
üzülme. Çünkü insanların hayırlılarından olan üç kişi de siyahtı. Bilal,
Ömer'in azadlısı Mihca' ve Lukman.
Hergün efendisi için
bir demet odun topladığı da söylenmiştir. Kendisine bakan bir adama şöyle
demiş: Benim dudakları kalın birisi olduğumu görüyorsan dahi şunu bil ki, o
iki dudağımın arasından ince sözler çıkar. Benim siyah olduğuma bakma, kalbim
beyazdır.
Çoban olduğu da
söylenmiştir. Çobanlıktan önce tanımış olduğu bir adam kendisini görmüş ve ona
şöyle demiş: Sen filanoğullannın kölesi değil misin? Evet demiş. Peki, seni
gördüğüm bu seviyeye ulaştıran ne oldu? diye sorunca, o da: Allah'ın kaderi,
emaneti eda edişim, doğru söz söyleyişim ve bana fayda vermeyen şeyleri terkedişimdir,
diye cevab vermiştir. Bunu da Abdu'r-Rahman b. Zeyd b. Cabir söylemiştir.
Halid er-Rabaî dedi
ki: Lukman marangoz idi. Efendisi ona: Bana bir koyun kes ve o koyunun en hoş
olan iki lokmasını getir, demiş. Ona dil ve kalbini götürmüş. Ona: Peki bu
koyunda bu ikisinden daha hoş bir şey yok muydu? diye sormuş. Lukman cevab
vermeyip susmuş. Daha sonra efendisi ona bir koyun daha kesmesini emretmiş ve
bu sefer ona: Bu koyunun en kötü İki lokmacık yerini getir, demiş. Bu sefer
yine dil ile kalbini getirince, efendisi ona şöyle demiş: Sana en hoş iki
lokmalık etlerini getirmeni istedim, sen bana dilini ve kalbini getirdin. Yine
ben sana bu koyundaki en kötü şeyleri getirmeni istedim, dilini ve kalbini
getirdin. Lukman şu cevabı vermiş; Bunlar iyi ve güzel oldukları takdirde bu
ikisinden daha hoş bir şey olmaz. Kötü oldukları takdirde de bu ikisinden
kötüsü olmaz.
Derim ki: Bu anlamda
birden çok merfu hadis varid olmuştur. Bunlardan birisi Peygamber (sav)'ın şu
hadisidir: "Şunu biliniz ki; gerçekten vücudda bir çiğnemlik et vardır. O
düzeldi mi bütün vücud düzelir, o bozuldu mu vücudun tamamı bozulur. Şunu
bilin ki o kalbur. "[31]
Dil ile ilgili pek çok
sahih ve meşhur rivayet gelmiştir ki, bunlardan birisi Peygamber (sav)'ın şu
hadisidir: "Her kimi yüce Allah iki şeyin şerrinden
korursa, cennete girer. Bunlar iki çenesinin
arasındaki ile iki bacağının ara-sındakidir..."[32]
Lukman'ın hikmetleri
pek çoktur. İşte bunlar ondan rivayet edilmiş olanların bir kısmıdır. Yine
ona: En kötü insan hangisidir? diye sorulmuş, şöyle demiş: İnsanların kötülük
işlerken kendisini görmelerine aldırış etmeyen kişidir.
Derim ki: Bu da mana
itibariyle merfu bir hadistir. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimin tümü esenliktedir. Açık seçik yapanlar müstesna. Hiç şüphesiz
kişinin geceleyin bir iş yapıp da sabah olduğunda Allah kendisini setretmiş
iken: Ey filan ben dün şu şu işi yaptım, demesi de açık açık iş yapmak
türündendir, Halbuki geceleyin Rabbi onu setretmişken, o sabah olunca Allah'ın
üzerindeki örtüsünü açmış olur."[33] Bu
hadisi Ebu Hureyre rivayet etmiş olup Buhârî kaydetmiştir.
Vehb b. Münebbih dedi
ki: Ben Lukman'ın hikmetlerinden onbin konudan daha ağır basacak şeyier
okudum. Rivayet edildiğine göre Dâvûd (a.s)'ın huzuruna girmiş. O sırada Dâvûd
zırh örüyormuş. Yüce Allah demiri onun için çamur gibi yumuşatmıştı. Ona soru
sormak istemiş, fakat hikmet ona yetişerek susmuş. Dâvûd zırhı bitirince
giyinmiş ve: Sen ne güzel bir savaş el-bisesisin! demiş. Lukman da: Susmak bir
hikmettir, fakat bunun gereğini yerine getiren pek azdır. Bunun üzerine Dâvûd
ona: Sana hakîm denilmesi gerçekten yerinde imiş, diye cevap vermiş.
"Allah'a şükret
diye* buyruğu ile ilgili iki takdir söz konusudur. Bunlardan birincisine göre:
" Diye"nin "yani" anlamında tefsir edici olduğudur. Bu da
biz ona şükret dedik, demek olur. İkinci görüşe göre ise nasb mahallinde olup,
fiil onun sılasına dahildir. Sibeveyh'in: "Ben ona kalk diye yazdım"
şeklindeki naklinde olduğu gibi. Ancak ona göre böyle bir açıklamanın doğruluğu
uzak bir ihtimaldir.
ez-Zeccâc da şöyle
demektedir: Buyruğun anlamı şöyledir: Andolsun Biz Lukman'a yüce Allah'a
şükretmesi için hikmeti verdik.
Bir diğer açıklamaya
göre; "Yüce Allah'a şükret diye (hikmeti verdik) o da şükretti. Bundan
dolayı o bize Şükretmek suretiyle hakîm bir kimse oldu" takdirindedir.
Yüce Allah'a
şükretmek; vermiş olduğu emirlerde O'na itaat etmektir. Şükrün gerek sözlük,
gerek mana itibariyle gerçek mahiyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara
Sûresi'nde (2/52. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Kim şükrederse
ancak kendisi İçin şükreder." Yani kim yüce Allah'a itaat ederse, ancak
kendisi için amelde bulunmuş olur. Çünkü mükâfatın faydası ona döner.
"Kim de nankörlük
ederse" Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük edip, yüce Allah'ı tevhid
etmezse "muhakkak Allah" yarattıklarının kendisine ibadet etmesine
"muhtaç değildir." Mahlukatı nezdinde "hamde layık olandır"
yani kendisine
hamdeditendir.
Yahya b. Sellam dedi
ki: Yarattıklarına "muhtaç değildir" yaptığı işlerinde "hamde
layık olandır."
[34]
13. Hani
Luktnan oğluna öğüt verirken şöyle demişti: "Oğulcuğum! Allah'a şirk
koşma. Muhakkak şirk büyük bir zulümdür."
"Hani Lukman
oğluna öğüt verirken şöyle demişti" buyruğu ile ilgili olarak es-Süheylî
şöyle demiştir: et-Taberî ve el-Kutebî'nin söylediklerine göre oğlunun adı
Saran idi. el-Kelbî de Mişkem olduğunu söylemiştir. en-Nek-kaş'ın naklettiğine
göre En'um olduğu da söylenmiştir. el-Kuşeyrî'nin naklettiğine göre ise
Lukman'ın oğlu da, hanımı da kâfir idiler. Müslüman oluncaya kadar onlara öğüt
verip durdu.
Derim ki: Bu görüşe;
"Allah'a şirk koşma! Muhakkak şirk büyük bir zulümdür" buyruğu delil
teşkil etmektedir. Müslim'in, Sahik'inâe ve başka yerlerde Abdullah (b.
Mes'ud)'ın şöyle dediği kaydedilmektedir; "İman edenler ve imanlarına da
zulüm karıştırmayanlara gelince.,," (el-En'ârn, 6/82) buyruğu na2il olunca
bu Rasûlullah (sav)'ın ashabına çok ağır geldi ve: Aramızda nefsine
zulmetmeyen kim vardır ki? dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle
buyurdu: "O (durum) sizin anladığınız gibi değildir. O Lukman'ın oğluna:
"Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma! Muhakkak şirk büyük bir zulümdür"
dediği gibidir. "[35]
Yüce Allah'ın:
"Muhakkak şirk büyük bir zulümdür" sözlerinin kime ait olduğu
hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun Lukman'ın sözlerinden olduğu söylendiği
gibi Lukman'ın sözü ile mana itibariyle alakası bulunmayan, fakat onun
sözlerinin anlamını te'kid etmek maksadıyla Lukman'ın sözü ile bitişik olarak
gelmiş, yüce Allah'ın vermiş olduğu bir haber olduğu da söylenmiştir. Bunu da
bu husustan rivayet edilen (yukarıdaki) hadis desteklemektedir. Yüce Allah'ın:
"îman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince"
(el-En'âm, 6/82) buyruğu nazil olunca, Rasûlullah (sav)'m ashabı bu işten
korktular ve: Kendi nefsine kim zulmetmez ki? dediler. Bunun üzerine yüce Allah
da; "Muhakkak şirk, büyük bir zulümdür" buyruğunu indirdi. Bunun
üzerine de onların bu korkuları son buldu. Hiç şüphesiz onların bu
korkularının son bulması, ancak bunun yüce Allah tarafından verilmiş bir haber
olması halinde sözkonusudur. Bununla birlikte yüce Allah'ın hikmetli ve doğru
olmak ile nitelendirmiş olduğu bir kulundan böyle bir sözü nakletmiş olmakla
korkunun sona ermiş olma ihtimali de vardır,
Âyet-i kerîmede geçen:
"Hani" lafzı "hatırla" anlamında nasb mahal-lindedir.
ez-Zeccac Kur'ân'a dair kitabında (Meani'l-Kur'ân[36] adlı
eserinde) şöyle demektedir: "Hani" buyruğu "verdik" fiili
dolayısıyla nasb ma-hallindedir. Yani: Andolsun Biz, Lukman'a... dediği zaman
da hikmeti vermiştik, demektir. en-Nehhas ise şöyle demektedir: Bunun bir
yanlışlık olduğunu zannediyorum. Çünkü ifadeler arasında böyle olmasını
engelleyen "vav" bulunmaktadır. "Oğulcuğum" anlamındaki; seklinde
"ya" harfini esreli olarak okuyanların bu okuyuşu hazfedilmiş
"ya'ya delâlet etmesi dolayısıyladır. Bunu üstün okuyanların okuyuşu ise
üstünü hafif kabul ettiklerinden ötürüdür. Bundan önce Hud Sûresi'nde (11/42.
âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Lukman'ın söylediği
nakledilen "oğulcuğum" ifadesi, her ne kadar küçültme şeklinde ise,
hakiki olarak küçültmek manasına değildir. O bu husu.sta rikkati, İnceliği
ifade etmek için kullanılmıştır. Bir adama: Kardeşcağızım, küçük çocuğa da:
Güzelceğiz... demeye benzer.
[37]
14. Biz,
insana ana babasını tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlük üstüne güçsüzlükle
taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur. "Bana ve ana-babana
şükret! Dönüş yalnız Bana'dır." dedik.
15.
"Eğer onlar bilmediğin şeyi Bana ortak koşman İçin seni zorlar-larsa, sen
onlara İtaat etme! Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin ve sen Bana
dönenlerin yoluna uy! Sonra dönüsünüz Bana olacaktır. Ben de sizlere neler
yapmakta olduğunuzu haber veririm."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[38]
"Biz insana
ana-babasmı tavsiye ettik..." diye başlayan bu iki âyet-i kerîme,
Lukman'ın vasiyetleri arasında dile getirilmiş (ama onun tarafından yapılmamış)
buyrukları ihtiva etmektedir. Bunların Lukman'ın oğluna yaptığı vasiyetler olup
yüce Allah'ın da ondan bize haber verdiği tavsiyelerden olduğu da
söylenmiştir. Yani Lukman oğluna şöyle demişti: Sen Allah'a ortak koşma!
Allah'a ortak koşmak hususunda da anne-babana dahi itaat etme! Çünkü şüphesiz
Allah onlara Allah'a şirk ve masiyeti ihtiva etmeyen hususlarda itaat etmeyi
tavsiye buyurmuştur.
Bir diğer açıklamaya
göre anlam şudur: Hani Lukman oğluna,., demişti de, Biz de Lukman'a vermiş
olduğumuz hikmetler arasında şunları da söylemiştik: Biz, insana anne-babasını
tavsiye ettik, Yani ona Allah'a şükret dediğimiz gibi yine ona: İnsana da...
tavsiye ettik, demiştik,
Bîr diğer açıklama da
şöyledir: Hani Lukman oğluna şirk koşma, demişti. Biz de insana anne-babasına
iyilik yapmasını tavsiye ettik ve insanlara bunu emrettik. Lukman da bunu
oğluna emretmiş idi. Bütün bu görüşleri el-Ku-şeyrî zikretmektedir.
Ancak sahih olan bu
iki âyet-i Kerîmenin daha önce el-Ankebut Sûresi'nde (29/8-9 âyetlerin
tefsirinde) geçtiği üzere; Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında nazil olduklarıdır.
Müfessirlerden bir topluluk da bu kanaattedir.
Bu husustaki
görüşlerin özeti şudur: Büyük bir günah işlemek hususunda da, farz-ı ayn olan
bir emri terketmek hususunda da anne-babaya itaat söz-konusu değildir. Mubah
olan hususlarda onlara itaat etmek gerekir. Terke-dilecek itaatler hususunda,
hükümlerinin mendub olmasının gözönünde bulundurulması güzeldir. Farz-ı kifaye
olan cihad emri, iade etme imkanı bulunması şartıyla namazda annenin çağrısını
kabul etme hususu bu kabildendir. Üstelik bu, mendub amellerin en güçlü
olanlanndandır. Şu kadar var ki, böyle bir çağrıyı kabul etmek için onun telef
olacağından korkulması gerekçe gösterilmiştir. Namazı kesmeyi mubah kılan
diğer hususların da hükümleri mendubluktan daha güçlü olamaz. Ancak el-Hasen
bu husustaki tafsilata muhalefet etmiş ve şöyle demiştir: Şayet anne, ona olan
şefkati dolayısıyla yatsı namazında cemaate katılmasını engelleyecek olursa,
ona itaat etmez.
[39]
Şanı yüce Allah,
anneyi çocuğunu taşıması ve ona süt emzirmesi gibi mertebeleri dolayısıyla
özellikle sözkonusu ettiğinden Ötürü, annenin üç mertebesi, babanın ise tek
bir mertebesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Peygamber (sav)'ın kendisine: Ben kime
iyilik edeyim, diye soran kişiye önce: "Annene" diye cevap vermesi,
tekrar: Sonra kime, diye sorunca, Peygamberin: "Annene" diye cevap
vermesi, yine: Sonra kime diye sorunca, Peygamberin tekrar: "Annene"
cevap vermesi üzerine, sonra kime diye sorunca, bu sefer: "Babana"
dernesİ[40] ve
böylelikle bu âyet-i kerîmede görüldüğü gibi; babaya anne-babaya yapılacak
iyilik toplamının dörtte birini tahsis etmesi de; bu anlamı ihtiva etmektedir.
Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden el-İs-ra Sûresi'nde (17/23-24.
âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,
[41]
"Annesi onu
güçsüzlük üstüne güçsüzlükle taşımıştır." Yani her gün güçsüzlüğü daha
bir artarak, annesi onu karnında taşımıştır. Bir diğer açıklamaya göre kadın
esasen yaratılışı itibariyle zayıftır. Hamilelik onun zayıflığını daha da
arttırmaktadır.
İsa es-Sakafî;
"güçsüzlük üstüne güçsüzlükle" anlamındaki buyruğu her İki
"he" harfini de üstün olarak; diye okumuştur. Bu kıraat Ebu Amr'dan
da rivayet edilmiştir. Her ikisi de (yani bu kıraat ile "he"
harflerinin sakin okunması kıraati) aynı anlamdadır. Ka'neb b. Um Sahib şöyle
demiştir:
"Şu kınayıcıları
alıkoyan ve onları vazgeçiren olmaz mı? Çünkü bu kınayıcılar da yorgunluk,
bitkinlik ve zayıflık vardır."
Bu fiil; "Zayıfladı,
güçsüzleşti, zayıflar, güç-süzleşir" şekillerinde kullanılır. (Bu son
şekil, kullanım itibariyle) tıpkı: "Şişti, şişer" fiili gibidir.
"Güçsüzlük"
mastar (meful-i mutlak) olarak nasb üe gelmiştir. Bunu el-Kuşeyrî
nakletmektedir. en-Nehhas'ın görüşüne göre ise harf-i cerrin düşürülmesi
suretiyle ikinci mef'ul oimak üzere nasbedilmiştir. "Annesi zayıflık
üstüne zayıflık ile taşımıştır" demektir.
Cumhur "Onun
sütten kesilmesi" diye okumuştur. Ya'kub ise diye okumuştur. Her ikisi de
iki ayrı söyleyiştir. Yani onun sütten kesilmesi ise iki yılın bitimindedir.
Böylelikle onun son bulacağı vakit ifade edilmektedir. "Filan şeyden
ayrıldı" demektir. Sütten kesilen deve yavrusuna "el-fasîl"
denilmesi de buradan gelmektedir.
[42]
İnsanlar süt emzirme
süresinin iki yıl olduğu hususunun, çeşitli ahkam ve nafakalar bahsinde
gözönünde bulundurulacağını icma ile kabul etmişlerdir.
Süt emmenin (süt
kardeşliği dolayısıyla) evliliği haram kılması hususuna gelince, bazıları
eksiksiz ve fazlastz olarak sadece bir yıl diye sınırlandı rrruştır.
Bir başka kesim ise
iki yıl ve -süt emmenin fasılasız olması halinde-bunların ardından gelen bir ay
ya da buna benzer bir sürenin sözkonusu olacağını kabul etmiştir.
Diğer bir kesim ise
şöyle demektedir: Eğer küçük çocuk iki yıldan önce sütten kesilecek, süt emmeyi
de terkedecek olursa, artık bundan sonra iki yıllık süre içerisinde süt emmesi
dolayısıyla (evliliği) haram kılan süt akrabalığı sözkonusu olmaz. Buna dair yeterli
açıklamalar daha önceden el-Baka-ra Sûresi'nde (2/233. âyet, 5- baştık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır.
[43]
Yüce Allah'ın: "Bana...
şükret dedik, buyruğunda yer alam
"Dedik"
ez-Zeccâc'in görüşüne göre nasb mahallindedir ve anlam: Biz insana
anne-babasını tavsiye ettik ve bana şükret, dedik şeklindedir. en-Neh-has ise
şöyle demektedir: Bundan daha da güzeli bu edatın tefsir edici (açıklayıcı) bir
edat olmasıdır ve mananın: Biz ona bana ve anne-babana şükret dedik, şeklinde
olmasıdır,
Denildiğine göre; sen
Allah'a iman nimeti dolayısıyla, anne-babaya da terbiye etmeleri nimeti
dolayısıyla şükret, demektir.
Süfyan b. Uyeyne dedi
ki: Beş vakit namaz kılan bir kimse yüce Allah'a şükretmiş olur. Anne-babasına
namazın sonlannda dua eden bir kimse de onlara da teşekkür etmiş olur.
[44]
"Eğer onlar
bilmediğin şeyi Bana ortak koşman İçin seni zorlarlarsa, sen onlara İtaat etme!
Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin ve sen Bana dönenlerin yoluna uy!
Sonra dönüşünüz Bana olacaktır, Ben de sizlere yapmakta olduğunuzu haber
veririm." Bu âyet-i kerîme ile bundan önceki âyet-i kerîmenin müslüman
olması üzerine Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında indiklerini açıklamıştık. Yine belirttiğimiz
üzere onun annesi Ebu Süfyan b, Umeyye'nin kızı Hanine idi ve yemek
yemeyeceğine dair yemin etmişti. Bundan önceki âyet-i kerîmede bu hususu
belirtmiş idik.
[45]
Yüce Allah'ın:
"Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin" buyru-ğımdaki
"iyi" anlamı verilen;lafzı hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olup; İyi
bir geçim ile.,." demektir. "Onunla geçindim, geçinmek" denilir.
"İyi" ise iyi görülen şey demektir.
Âyet-t kerîme kâfir
olan anne ve babaya fakir oimaları halinde mümkün olduğu kadar mali yardımlarda
bulunmak suretiyle onların haklarının gözetileceğine delil teşkil etmektedir.
Yine onlara yumuşak söz söylenip uygun ve yumuşak bir üslûbla İslâm'a
çağrılacaklarına da delildir.
Ebubekr es-Sıddîk'ın
kızı Esma (r.anha), Peygamber (sav)'a teyzesinin, bîr görüşe göre de
sütannesinin yanına geldiği sırada şöyle demişti: Ey Allah'ın Rasûlü annem
benden bir şeyler ümid ederek yanıma geldi. Ben onun hakkını gözeteyim mi? diye
sorunca, Peygamber: "Evet" diye buyurmuştur[46]
Buradaki (hadis
tercümesinde); "Benden bir şeyler umarak" ciiye manası verilen:lafzının,
İslâm'ı kabul etmeyerek, İslâm'dan yüz çevirerek anlamında olduğu da
söylenmiştir. İbn Atiyye İse şöyle demiştir; Bana göre kuvvetli olan, bu lafzın
hakkım gözetmeyi arzu eden şekilde... anlamında olduğudur. Zaten ihtiyacı
bulunmasaydt, Esma'nın yanına gelecek değildi. Esma'nın asıl annesi ise
Abdu'1-Uzza b. Abdi Esed'in kızı Kuteyle'dir. Âişe ile Abdu'r-Rahman'ın
anneleri ise Um Ruman olup çok erken dönemlerde İslâm'a girmiştir.
[47]
Yüce Allah'ın:
"Ve sen Bana dönenlerin yoluna uy" buyruğu bütün insanlara yönelik
bir tavsiye (emir)dır. Sanki bu konuda emre muhatab olan insandır.
"Bfr Şeye
meyletmek ve dönmek1* anlamındadır. İşte peygamberlerin ve salihlerin
izledikleri yol budur.
en-Nekkaş'ın
naklettiğine göre burada kendisine emir verilen kişi Sa'd (ra)dır. Dönen kimse
ise Ebubekir (ra)'dir. en-Nekkaş şöyle demiştir: Ebu-bekir, İslâm'a girince
Sa'd, Abdu'r-Rahman b. Avf, Osman, Talha, Said ve ez-Zübeyr yanma gelmişler ve
ona; İman mı ettin? diye sormuşlar, o da: Evet diye cevab vermişti. Bunun
üzerine onun hakkında: "(O mu) yoksa âhiretten korkarak, Rabbinin
rahmetini umarak, gece saatlerinde kıyamda durarak, secde ederek itaatte
bulunan kimse mi (hayırlıdır) ?" (ez-Zümer, 39/9) âyeti nazil oldu.
Sözü geçen altı kişi
bu âyeti işitince iman ettiler. Yüce Allah da onlar hakkında: "Tağuta
ibadet etmekten sakının. Allah'a dönenlere, işte onlara müjde vardır... İşte
onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir" (ez-Zümer,
39/17-18) buyruklarını indirdi.
Bir başka açıklamaya
göre "dönen" Peygamber (sav)'dır. İbn Abbas da şöyle demiştir: Sa'd
müslüman olunca, kardeşleri Âmir ile Uveymir de onunla birlikte İslâm'a girdiler.
Aralarından Utbe'den başka kimse müşrik kalmadı. Buyruğun sonunda yüce Allah,
kabirlerde bulunanları diriltmek, amellerinin karşılığını vermek için kendisine
dönmek ve küçüğüyle büyüğüyle bütün amellerden haberdar edeceği günü
hatırlatmak suretiyle uyan ve tehditte bulunmaktadır.
[48]
16.
"Oğulcuğum! Eğer sen bir kaya içinde yahut göklerde veya yerde oban ve o
hardal tanesi ağırlığınca dahi olsa, Allah onu getirir. Muhakkak Allah
Latiftir, herşeyden haberdardır."
Yani Lukman oğluna:
Oğulcuğum... demişti, Lukman'in söylediği bu sözlerden kastı, oğluna şanı yüce
Allah'ın kudretinin boyutlarını bildirmekti. İşte bu ona bu hususu
anlatabilmek için kullanabildiği en ileri ifadedir. Çünkü denildiğine göre
hardal ianesinin ağırlığının farkına varılamaz. Zira hiçbir terazi onunla ağır
basmış olmaz. Yani bir insanın sözü edilen bu yerlerde hardal tanesi
ağırlığınca kendisine ulaşması mukadder bir nzkı varsa, mutlaka yüce Allah, bu
taneyi rızık sahibine götürüp ulaştırır. Yani sen farzları eda etmekten seni
alıkoyacak, bana dönenlerin yolunu izlemeni önleyecek şekilde rızık endişesini
taşıma.
Derim ki: Peygamber
(sav)'ın Abdullah b. Mesud'a hitaben söylediği şu sözlerde de bu mana dile
getirilmektedir: " Fazla endişelenmene gerek yok. Çünkü (yüce Allah'ın)
takdir ettiği mutlak olur ve sana verilen rızık mutlaka sana gelir. "[49]
Bu âyet-i kerîme yüce
Allah'ın bilgisiyle herşeyi kuşatmış olduğunu, her-şeyi sayı ve miktarı ile
tesbit etmiş olduğunu göstermektedir. O her türlü eksiklikten münezzehtir,
O'nun hiçbir ortağı yoktur.
Rivayet edildiğine
göre Lukman'ın oğlu, babasına denizin dibine düşen bir taneyi yüce Allah bilir
mi? diye sormuş, Lukman da ona bu âyet-i kerîmedeki sözlerle karşılık
vermiştir.
Yine denildiğine göre
anlam şudur: O bu sözleriyle masiyet ve itaat türünden olan amelleri
kastetmiştir. Yani eğer yapılan iyilik yahut kötülük bir (hardal) tane(si)
ağırlığında olsa dahi mutlaka Allah onu meydana getirecektir. Bu da insanın
yapması mukadder olan şeyleri yapmasının kaçınılmaz olduğu anlamına gelir.
İşte anlamın böyle olması halinde hem umutlandırma,
hem de korkutma mahiyetindeki öğüt vermek gerçekleşmiş
olmaktadır. Buna ek olarak da yüce Allah'ın kudreti de böylelikle açıklanmış
olur. Fakat birinci görüşte herhangi bir umutlandırma ya da korkutma sözkonusu
değildir.
"... tanesi
ağırlığınca" ifadesi cevherler için kullanılabilen bir ifadedir. Yani bir
tane miktarı demektir. Bu ifade aynı şekilde ameller hakkında da kullanılabilir.
Bu da tartısı itibariyle bir tane miktarına benzese dahi... anlamındadır. Bu
ağırlığın cevherler hakkında olduğunu söyleyenlerin görüşünü destekleyen
hususlardan birisi de Abdu'l-Kerîm el-Cezerî'nin "olsan" anlamındaki
lafzı: "Sen gizlersen" anlamında "kaf" harfi esreli,
"nun" harfi şeddeli olarak, "örtülü şey olan" anlamında den
gelmiş bir fiil olarak okumuş olmasıdır,
Kıraat alimlerinin
cumhuru: "Olsa" şeklinde "te" harfi ile okumuşlardır.
"Ağırlığınca" lafzını da; 'in haberi olarak nasb ile okumuşlardır.
İsmi ise bu hususta (az önce kaydedilen rivayete uygun olarak): Senin sorduğun
husus" şeklinde olur. İkinci görüşe göre takdiri masiyet ya da taat
şeklindedir. Bunun doğruluğuna da Lukman'ın oğlunun babasına söylediği şu
sözleri delil teşkil etmektedir: Babacığım, eğer ben günahı hiç bir kimsenin
görmeyeceği bir yerde işleyecek olursam, Allah onu nasıl bilebilir? Bunun
üzerine Lukman kendisine: "Oğulcuğum! Eğer sen bir kaya içinde... olsan
ve o hardal tanesi ağırlığınca olsa dahi..." âyeti ile cevab vermiştir.
Bunun üzerine oğlu Ölünceye kadar titreyip durdu. Bu açıklamayı Mu-katil
yapmıştır.
"lafzındaki zamir
kıssa zamiridir. Bu da bir kimsenin: Hint'tir, ayaktadır" demesine benzer.
Yani olay şudur: Eğer o bir tane ağırlığınca olsa dahi.,, Basrahlar ise; "O
Zeyd'dİr, ben onu dövdüm" ifadesinin, O olay şudur" anlamında
kullanılmasını caiz kabul ederler. Kûfeliler ise bunu belirttiğimiz şekilde
ancak müennes-lerde uygun kabul etmektedirler.
Nafî',
"ağırlığınca" anlamındaki kelimesini ref ile okumuştur. Buna göre
"(,ît): Olsa"nın anlamı hardal tanesi ile alakalı olur. O, bir hardal
tanesi dahi olsa, demek olur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Burada "ağırlığınca" kelimesine müenneslik alameti
bulunan bir fiit isnad etmiştir ki; bu da onun kendi cinsinden olan bir
müennese izafe edilmesi bakımındandır. Çünkü hardal tanesinin ağırlığı ya bir
seyyiedir, yahut ta hasenedir. Nitekim yüce Allah: "Ona bunun on misli
vardır" (el-En'âm, 6/160) diye buyurmuştur ve burada "misi" her
ne kadar müzekker ise de ona ait müennes bir zamir kullanılmıştır. Çünkü
burada hasenejer (el-hasenat) kastedilmiştir. Bu da şairin şu beyitindeki
ifadelerine benzemektedir:
"Yavaş esen
rüzgarların üst taraflarını,
Salladığı (yere
dikilmiş) mızrakların sallanması gibi yürüyüp gittiler."
Buna göre "Meydana
gelse" anlamında olur ve haberinin gelmesi de gerekmez.
"Sen bir kaya
İçinde... olsan" buyruğunun anlamı İle ilgili alarak şöyle denilmiştir:
İfade meseleyi anlatmak için en ileri dereceye gitmek kastı ile kullanılmıştır.
Yani yüce Allah'ın kudreti bir kayanın içindekilere ve gökte ve yerde olanlara
dahi ulaşır.
İbn Abbas dedi ki:
(Sözü edilen) kaya yedi arzın altındadır, yer de onun üstündedir. Bunun balığın
sırtı üzerindeki kaya olduğu da söylenmiştir, es-Süddî ise şöyle demektedir: Bu
göklerde de, yerde de olmayan bir kayadır Bilakis bu yedi yerin ötesinde
üzerinde ayakta bir meleğin bulunduğu bir kayadır. Çünkü yüce Allah:
"Yahut göklerde veya yerde olsan" diye buyurmaktadır. Halbuki bu
tabir ayrıca "bir kaya içinde... olsan" demeye gerek bırakmamaktadır.
es-Süddînin bu
söyledikleri mümkün olmakla birlikte şöyle de denilebilir: Yüce Allah'ın:
"Sen bir kaya içinde olsan" buyruğu bir te'kiddir. Yüce Allah'ın:
"Yaratan Rabbinin adı ile oku. O insanı (sülük gibi yapışan) bir kan
pıhtısından yarattı" (el-Alak, 96/1-2) buyruğu ile: "Kulunu geceleyin
Mes-cid-i Haram'dan... götüren (Allah) münezzehtir" (el-İsra, 17/1)
buyruğu gibidir.
[50]
17.
"Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl. Marufu emret, münkerden alıkoy. Sana
isabet edene de sabret. Çünkü bunlar kesin olarak emredilen işlerdendir,"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[51]
"Oğulcuğum!
Namazı dosdoğru kıl" sözleri ile oğluna itaatlerin en büyüğü olan namaz
kılmayı, iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı emretmektedir. O, bu sözleri
ile, elbetteki öncelikle bizzat kendisinin bu emirleri yerine getirip
münkerden uzak kalmayı kastetmiş olmaktadır. İşte bu sözlerde bütün itaatler ve
bütün faziletler bulunmaktadır Daha önce el-Bakara'da (2/44. âyet, 3. başlıkta)
geçmiş olan beyitler kapsamı içerisinde yer alan şu beyiti söyleyen ne güzel
söylemiştir:
"Sen işe
kendinden başla, onu sapıklığından alıkoy,
Eğer nefsin o
sapıklıktan vazgeçerse, şüphesiz ki sen hakhn bir kimsesin."
[52]
"Sana isabet
edene de sabret" buyruğu, sana bir zarar gelecek dahi olsa, münkeri
değiştirmeye teşvikte bulunmayı gerektirmektedir. Bu buyruk ayrıca münkeri
değiştirmeye kalkışan kimsenin bazan eziyetlere maruz kalabileceğini de
hissettirmektedir. Bu derece bir işe kalkışmak mendubluktur ve Allah'ın dinine
bağlılık noktasındaki bir kuvveti ifade eder. Ancak bunun bağlayıcı bir hüküm
olduğu söylenemez. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden Âl-i İmran Sûresi
(3/21-22. âyetler, 2. başlık ve devamında) ile el-Ma-ide Sûresİ'nde (5/67.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Bir açıklamaya göre
ona hastalık ve buna benzer dünya zorluklarına karşı sabretmesini ve
sabırsızlık göstererek yüce Allah'a masiyet edecek noktaya gelmemesini
emretmiştir. Bu da kapsamlı bir görüş olduğundan dolayı güzel bir açıklamadır.
[53]
"Çünkü bunlar
kesin olarak emredilen işlerdendir." İbn Abbas dedi ki: Hoşlanılmayan
şeylere karşı sabırlı olmak imanın hakikatindendir. Şöyle de açıklanmıştır:
Namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, üzerinde kararlılıkta
durulmaya değer işlerdendir. Yani bunlar yüce Allah'ın kesin olarak emredip
yerine getirilmesini istediği hususlardandır. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır.
Bununla birlikte bu
hususların üstün ahlâkî değerlerden ve kurtuluş yolunu izleyen kararfı
kimselerin azimle yerine getirdikleri işlerden olduklarını İfade etme
ihtimali'de vardır. Ancak İbn Cüreyc'in görüşü daha doğrudur.
[54]
13.
"İnsanlardan yüzünü çevirme! Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme! Çünkü Allah
büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[55]
"...Çevirme"
anlamındaki buyruğu Nâfı', Ebıı Amr, Haraza el-Kİsaî ve İbn Muhaysın
"sad" harfinden sonra "elif" ile birlikte; diye
okumuşlardır. Ancak İbn Kesir, Âsim, İbn Âmir, el-Hasen ve Mücahid ise; diye
okumuşlardır. el-Cahderî ise "sad" harfini sakin olarak; diye okumuştur.
Anlamlar birbirlerine yakındır. "Meyletmek (çevirmek)" demektir.
Bedevinin: "Daha önce ben onun (zamanın) meylini (eğilmesini, yüz
çevirmesini) doğrultmuş iken artık şimdi zaman benim meylimi doğrultmuş
bulunuyor" ifadesi de buradan gelmektedir. Amr b. Huneyy et-Tağlİbî'nin
şu beyitinde de bu tabir kullanılmıştır:
"Zorba bir kimse
büyüklenerek yüzünü çevirdi mi,
Biz onun meyletmesini
{yüz çevirmesini) düzeltirdik, o halde sen de düzel."
Taberî bu beyitin son
kelimesini; diye nakletmiştir. İbn Atiyye, bu bir hatadır, demiştir, çünkü
şiirin kafiyesi esrelidir. Bir başka beyitte de (beyitin son mısraı) şu
şekildedir:
"Biz
onun-çevrilmiş olan yanağını (yüzünü) düzeltirdik (kibrine son verirdik.)"
el-Herevî der ki: okuyuşu;
"Onlara karşı büyüklenerek onlardan yüz çevirme!" anlamındadır. Mesela;
tabiri, deveye boynunu büken bir hastalık isabet etmesini anlatmak için
kullanılır. Diğer taraftan büyüklük taslayan kimse hakkında; "Onda bir
büyüklen-me vardır" denilir. Buna göre; "(Büyük! erserek)
çevirme" buyruğu senin yanağın büyüklükle çevrilmesin, demek olur. Hadis-i
şerifte de şöyle buyurulnıuştur: "insanlar Öyle bir döneme
rastlayacaklardır ki aralarında ya mütekebbir ya da ebter'den başka kimse
bulunmayacaktır."[56]
(Mütekebbir anlamı
verilen): ise; büyüklenerek yüzünü öbür tarafa çeviren kimse demektir. Hadis-i
şerif dine bağlılıkları sözkonusu olmayan bayağı ve ayak takımı insanların
varlığını kastetmiştir. Yine hadis-i şerifte; "Her büyükiük taslayan kişi
mel'undur."[57] Yani büyük-lenen ve
kendisini beğenen herkes bu şekildedir, demektir.
[58]
Âyetin anlamı şudur:
Sen insanlara karşı büyüklenerek, kendini beğenerek ve onları hakir görerek
onlardan yüz çevirme! İbn Abbas ve bir topluluğun te'vili budur. Şöyle de
açıklanmıştır: Bir kimse senin yanında sözkonusu edildiğinde onu hakir
gorüyormussun gibi ağzını eğip bükme, yani sen insanlara alçak gönüllülükle,
onlara neşe veren ve onlardan neşelenen bir şe-kiide yönel. Onların en
küçükleri seninle konuşacak olursa, sen de sözünü tamamlayıncaya kadar onu dinle.
İşte Peygamber (sav) da böyle yapıyordu.
Derim ki; Malik'in,
İbn Şihab'dan kaydettiği şu rivayet de bu kabildendir. İbn Şihab'ın Enes b.
Malik'ten rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, birbirinizi
kıskanmayınız. Ey Allah'ın kullan, kardeş olunuz. Müslüman bir kimsenin üç
günden fazla kardeşinden dargın durması helâl değildir."[59]
Buna göre sırt
çevirmek, yüz çevirmek, konuşmayı, selam vermeyi ve benzeri şeyleri terketmek
demektir. Yüz çevirmeye, sırt çevirmek denilmesi şundan dolayıdır: Bir kimseye
buğzettiğin takdirde sen ondan yüz çevirirsin ve ona arkanı dönersin. İşte o da
sana aynısını yapar. Buna karşılık sevdiğin kimseye yönelirsin, yüzünü
çevirirsin. Senin onu sevindirmen, onun da seni sevindirmesi için yüzyüze
oturursunuz. O halde sırt çevirmenin anlamı
yüzünü çeviren kimsenin tavrında da mevcuttur. Mücahid de âyet-i
kerîmeyi böylece tefsir etmiştir.
İbn Huveyzîmendad dedi
ki: Yüce Allah'ın: "İnsanlardan yüzünü çevirme!" buyruğu sanki
insanın gereksiz yere kendisini zelil etmesini yasaklamayı ihtiva ediyor
gibidir. Nitekim buna yakın bir anlamda olmak üzere Peygamber (sav)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir; "İnsanın kendisini zelil etme hakkı yoktur.
"[60]
"Yeryüzünde
şımarıklıkla yürüme!" Böbürlenerek, büyüklenerek yürüme, demektir.
"Şımarıklıkla"
hal konumunda bir maşlardır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-İsra
Sûresi'nde (17/37-38, âyet, 1. başlıkta) geçmiş, bulunmaktadır, İş, güç
olmaksızın, ihtiyaç duymaksızın, neşe iie ve sevinçle yürümek demektir. Bu huya
sahip olanlar daima başkalarına kargı öğünür ve büyüklenirler. Buna göre böyle
bir kimse yürüyüşünde büyüklenen ve böbürlenen bir kimsedir. Yahya b. Cabir
et-Taî'nin rivayetine göre İbn Âiz el-Ezdî, Gudayf b. el-Haris'tcn şöyle
dediğini nakletmektedir: Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr ile birlikte
Beytu'l-Makdis'e gittik. Abdullah b. Amr b. el-Âs'tn yakınında oturduk. Onu
şöyle derken dinledim: Şüphesiz ki kul kabre konulduğu vakit onunla konuşarak
şöyle der: Ey Ademoğlu! Bana karşı seni ne aldattı? Benim yalnızlık evi
olduğumu, benim karanlık yurdu olduğumu, benim hakkın yuvası olduğumu bilmiyor
muydun? Ey Ademoğlu! Bana karşı seni ne aldattı? Sen benîm çevremde çalımlı
çalımlı yürümüyor muydun?
İbn Âiz dedi ki: Ben
Gudayf'e: Ey Esma'nın babası! Çalımlı çalımlı yürümek de ne demek? diye
sordum. O; Kardeşimin oğlu! Bazan senin yürüyüşün gibi, dedi.
Ebu Ubeyd dedi ki: Bu,
çokça mal sahibi ve pek böbürlenen bir şekilde... demektir. Peygamber (sav) da
şöyle buyurmuştur: "Her kim büyüklenerek elbisesini yukarı doğru çekecek
olursa, Allah kıyamet günü ona (rahmet nazarıyla) bakmaz.[61]
"Böbürlenen"
ise; kendisine verilen şeyleri sayıp dökmekle birlikte yüce Allah'a
şükretmeyen kimse demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Kelime, soylarla
öğünmeyi ve başka Öğünmeleri de kapsamına alır.
[62]
19-
"Yürüyüşünde mutedil ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini
eşeklerin sesidir."
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
altı başlık halinde sunacağız:
[63]
Oğluna kötü huyları
yasakladıktan sonra riâyet etmesi gereken güzel huyları ve erdemli ahlâkı
göstererek ona: "Yürüyüşünde mutedil ol," dedi. Yani orta yollu
yürü.
"Mutedil
yürüyüş"; hızlı yürümek ile ağır yürümek arasındadır. Yani sen yeryü2ünde
ölüler gibi hareket etme, haddi aşan günahkârlar gibi de hızlıca gitme.
Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "Hızlıca yürümek mü'minin gözalıcı
vasıflarını giderir."[64]
Peygamber (sav)'ın hızlı
yürüdüğüne dair gelen rivayetler ile Âişe (r.an-ha)'ın Ömer (r.a) hakkında
kullandığı: "O yürüdü mü hızlı yürürdü" ifadesine gelince, bundan
kastı ölürcesine hareket edenden daha hızlı yürüdüğünü anlatmaktır. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Şanı yüce Allah daha
önceden el-Furkan Sûresi'nde (21/63. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi, bu
niteliklere sahip olan kişiyi öğmektedir.
[65]
"(Konuşurken)
sesini alçalt." Yani sesini yükseltme, yüksekliğini kıs. Bu da sesini
yükseltmek İçin kendini zorlama ve ihtiyacın kadar sesini yükselt, demektir.
Çünkü yüksek sesle konuşmak ihtiyaçtan fazla sesini yükseltmektir ve rahatsız
edici bir zorlanmadır.
Bütün bunlardan
maksat, alçakgönüllülüktür. Ömer (r.a), takatinden daha fazla yüksek sesle
ezan okumaya çalışan bir müezzine: Ben senin kasıklarının çatlayacağından
korktum, demiştir. Sözü geçen bu müezzin Ebu Mahzura Semura b. Mi'yar'dır.
[66]
"Çünkü seslerin
en çirkini eşeklerin sesidir." En hoşa gitmeyeni, en kötüsü eşeklerin
sesidir, demektir, "O çirkin ve hoşlanılmayan bir yüzle bize geldi"
tabiri de buradan gelmektedir. Eşek ileri derecede yermek ve hakaret maksadı
ile kullanılan bir örnektir. Onun anırması da bu şekildedir. Sadece adını
anmayı bile Araplar çok çirkin gördüklerinden dolayı, ondan kinaye yoluyla
sözederler ve açıktan açığa ismini zikretmekten hoşlanmazlardı. Mesela,
"uzun kulaklı" derlerdi. Tıpkı pis ve hoş olmayan şeylerden
sözettikleri gibi ondan sözederlerdi. Saygın insanların bulunduğu bir mecliste
eşek adının kullanılması da huyiar arasında kötü sayılmıştır. Araplar arasında
yayan yürümek kendisini çokça yormuş dahi olsa büyüklüğüne yedir-mediği için
eşeğe binmeyenler dahi vardır. Ancak, Peygamber (sav) yüce Allah'ın huzurunda
tevazu ve zillet izhan için merkebe binerdi.
[67]
Âyet-i kerîmede
konuşma ve tartışma esnasında sesi yükseltmenin çirkinliğinin, eşeklerin
seslerinin çirkinliğine benzetilerek tanıtı I abileceğine delil vardır. Çünkü
bu gibi sesler de yüksek tonludur. Sahih'ten Peygamber (sav)'ın şöyle buyurduğu
kaydedilmektedir; "Eşeğin anırmasını işittiğiniz vakit şeytandan Allah'a
sığınınız. Çünkü o bir şeytan görmüştür. "[68]
Rivayet edildiğine
göre şeytanı görmedikçe ne eşek anırır, ne de bir köpek havlar. Süfyan es-Sevrî
dedi ki; Herbir şeyin (hayvanın) sesini yükseltmesi bir teşbihtir, eşeklerin
anırması müstesna. Atâ ise şöyle demektedir: esek-ierin anırması karanlığa bir
bedduadır.
[69]
Bu âyet-i kerime ile
yüce Allah insanları küçümseyerek yüzlerine karşı bağırmayı terketmek yahut ta
yüksek sesle bağırmayı büsbütün terketmek edebini öğretmektedir. Araplar yüksek
sesle bağırmakla ve benzeri husus-iarla iftihar eder, öğünürlerdi. Onlara göre
en güçlü sesi en yüksek olan kimse idi. Sesi en kısık ve alçak kimse de en
zelil idi. Öyle ki bir Arap şair şöyle demiştin
"Konuşması yüksek
sesli, hapşırması yüksek sesli, Görünüşü güzel ve develerinin de sesi
yüksektir. Zorlukların üzerine deve yavrusu gibi koşar, Ve herkesin üzerinde
tam olan hilkati ile üstünlük sağlar."
Ancak şanı yüce Allah
bu cahilî ahlâkı: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir"
sözleri ile yasaklamış olmaktadır. Yani eğer sesi dolayısıyla bir kimseden
korkulması gerekseydi, eşekten korkmak gerekirdi. Böylelikle sesini yükselten
kimse ile eşeğin aynı seviyede olduğunu belirtmektedir.
[70]
Eşeklerin
sesidir" lafzındaki "lam", te'kid içindir. "Ses" topluluğa
izafe edilmiş olmakla birlikte tekil gelmiş bulunmaktadır. Çünkü burada
"ses" anlamındaki kelime mastardır, mastar da çokluğa delildir. Bu:
"Seslendi, seslenir, seslenmek"in mastarıdır. İsm-i faili; -ki
"yüksek sesli" demektir- gelir. "Yüksek sesle bağırdı, bağırmak"
denilir. "Yüksek sesle seslenen, bağıran" demektir. "yüksek
sesli adam" anlamındadır. Tıpkı; "Malı çok, ikramı çok, ihsanı çok
adam" demek gibi.
[71]
20. Göklerde
olanları da, yerde olanları da Allah'ın emrinize verdiğini, açık ve gizli
olarak nimetlerini üzerinize bol bol tamamlamış olduğunu görmediniz mi?
İnsanlar arasında Allah hakkında bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitab
olmaksızın tartışan kimseler vardır.
21. Onlara:
"Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde onlar: "Hayır, biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya şeytan onları
alevli ateş azabına çağırıyorsa da mı?
"Göklerde
olanları da, yerde olanları da Allah'ın emrinize verdiğini... görmediniz
mi?" buyruğu ile yüce Allah, Âdemoğulları üzerindeki nimetlerini
sözkonusu etmekte ve kendilerine "göklerde olan" güneş, ay, yıldız ve
melek gibi varlıkları müsahhar kılıp bunların kendilerini koruyup, himaye
ettiğini, onların faydasına olan şeyleri elde etmelerine sebeb teşkil
ettiklerini bildirmektedir. "Yerde olanlar" buyruğu da dağlar,
ağaçlar, meyveler ve sayıya sığmayacak bütün şeyler hakkında umumîdir,
"Açık ve gizli
olarak nimetlerini üzerinize bol bol tamamlamış olduğunu" bu nimetlerinde
herhangi bîr eksik bırakmaksızın mükemmellik derecesine ulaştırdığını..,
"görmediniz mi?"
İbn Abbas ile Yahya b.
Umare "bol bol tamamlamış olduğunu" anlamındaki buyruğu
"sin" yerine "sad" harfi ile; Ye okumuşlardır. Çünkü
isti'la harfleri "sin" harfini alt mahrecinden alıp onu üstteki
mahrecine doğru çekerken, "sad" harfine dönüştürür,
"Nimetler"
kelimesi "nimet" kelimesinin çoğuludur. "Sedir ağacı" lafzının
çoğulunun; diye gelmesi gibi. Bu Nâfî', Ebu Amr ve Hafs'ın kıraatidir.
Diğerleri ise tekil olmak üzere "nimet" diye okumuşlardır. Tekil
okumak da çokluğa delildir.
Yüce Allah'ın; "Eğer
Allah'ın nimetini topluca saymak isteseniz dahi, siz onları sayamazsınız."
(İbrahim, 14/34) buyruğunda olduğu gibi. Bu, aynı zamanda sahih yollardan
gelmiş İbn Abbas'ın da kıraatidir.
Nimetten kastın İslâm
olduğu söylenmiştir. Peygamber (sav) bu âyet-i kerime hakkında kendisine soru
soran İbn Abbas'a şöyle demiştir: "Açık nimet İslâm'dır ve senin güzel
olan yaratılışındır. Gizli nimet ise, yüce Allah'ın gizlemiş olduğu kötü
amelindir.''[72]
en-Nehhas dedi ki:
Bunun açıklaması şöyledir: Said b. Cübeyr yüce Allah'ın: "Ama sizi iyice
temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. " (el-Mâide, 5/6)
buyruğunu sizi cennete girdirmek ister, diye açıklamıştır. Yüce Allah'ın kulun
üzerindeki nimetinin tamamlanması, onu cennete koymasıdır, Aynı şekilde İslâm
nihayette kişiyi cennete ulaştırdığı için ona nimet adı verilmiştir.
Bir açıklamaya göre
açık nimet, sağlık ve mükemmel bir yaratılıştır. Gizli nimet ise marifet ve
akıldır.
el-Muhasibî dedi ki:
Açık nimet dünya nimetleri, gizli nimet ise âhiret nimetleridir.
Bir başka açıklamaya
göre; açık nimet gözle görülen mal, mevki, güzellik itaatlere muvaffakiyettir,
Gizli nimet ise, kişinin kendi içinde duyduğu Allah'ı bilmek, güzel bir yakın
ve yüce Allah'ın kuldan uzaklaştırdığı afetlerdir.
el-Maverdi bu hususta
dokuz ayrı görüş nakletmektedir ki; hepsi de mana itibariyle bunun çerçevesi
içerisindedir.
"İnsanlar
arasında Allah hakkında bilgisiz... tartışan kimseler vardır" buyruğunun
anlamı daha önceden el-Hac Sûresi'nde (22/3-4. âyetler ile 8-10. âyetlerin
tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerîme, Peygamber
(sav)'a gelip, ona şöyle diyen bir yahudi hakkında inmiştir: Ey Muhammedi Bana
Rabbin hakkında haber ver. O, nedendir? Bunun üzerine bir yıldırım gelip onu
çarpıp alıvermişti. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Daha önce er-Ra'd Sûresi'nde
(13/12-13. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Âyeün en-Nadr b.
el-Haris hakkında indiği de söylenmiştir. O, melekler Allah'ın kızlarıdır,
diyordu. Bunu da İbn Abbas söylemiştir.
"İnsanlar
arasında... bilgisiz" herhangi bir delili bulunmaksızın "kılavuzsuz
ve aydınlatıcı" apaçık ve önünü aydınlatan "bir kitap olmaksızın tartışan"
mücadele eden, karşı çıkan, karşıt iddialarda bulunan "kimseler
vardır," Böylelerinin bütün delilleri şeytanın kendilerine yaptığı
telkinattan ibarettir. "Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için
kendi dostlarına telkinde bulunurlar." (e!-En'üm, 6/121) Bunların bir
diğer delilleri ise, bir sonraki âyet-i kerîmede sözü edildiği gibi sadece
geçmişlerini taklid etmekten İbarettir. Peki "ya şeytan onları alevli
ateş azabına çağırıyorsa da" onlara uymaya devam edecekler "nü?"
[73]
22. Kim
ihsan edici olduğu halde nefsini Allah'a teslim ederse, muhakkak sapasağlam
olan kulpa tutunmuş olur. İşlerin akıbeti Allah'ındır.
"Kim ihsan edici
olduğu halde nefsini Allah'a teslim ederse" Ona ih-
lâsla ibadet edip
ihtâsla O'na yönelirse, demektir. "İhsan edîci" kaydınm söz-konusu
edilmesi ise insansız ve kalbinde marifet bulunmaksızın yapılan İbadetin fayda
vermeyeceğinden dolayıdır. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Kim mü'min
olduğu halde salih ameller işlerse" (Tâ-Hâ, 20/112) buyruğudur. Cibril
hadisinde de şöyle denilmektedir: (Cebrail) Dedi ki: O halde bana ihsandan
haber ver. Şöyle buyurdu: "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi ibadet
etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi, O seni görür. "[74]
"Muhakkak
sapasağlam olan kulpa tutunmuş olur." İbn Abbas dedi ki: Bu lâ İlahe
illallahtır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûre-si'rv.le (2/256.
âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Ali b. Ebi Talib
(r.a), es-Süiemî ile Abdullah b. Müslim b. Yesar: "Kim... teslim
ederse" diye okumuşlardır. en-Nehhas; buyrukta bu şekildeki bir okuyuş
daha çok bilinen bir okuyuştur, der. Nitekim yüce Allah bir başka yerde:
"De ki: Ben kendimi Allah'a teslim etmişimdir." (Âli İmran, 3/20) diye
buyurmaktadır. "Kendimi Allah'a teslim etmişimdir" buyruğu, ben
ibadetimle yüce Allah'ı kastediyorum demektir. Bu durumda bu okuyuşun anlamı
çokluk ifade eder. Şu kadar var ki; böyle bir kullanım "verdim"
anlamındadır. Mesela; "Buğday için verdim, teslim ettim" denilir,
Bununla birlikte; diye de kutlanılır. ez-Zemahşerî dedi ki: Ali b. Ebi Talib
(r.a) şeddeli olarak okumuştur. Mesela; İşini Allah'a teslim et" denilir.
Eğer: Bu o halde ne diye: cer edatı ile teaddi etmiştir (geçiş yapmişür)
Halbuki yüce Allah'ın: "Haytr kim... yüzünü Allah'a teslim ederse"
(el-Bakara, 2/112) buyruğunda "lam" ile teaddi yapmıştır? diye
sorarsan, şu şekilde cevab veririm: Bunun "lam" ile birlikte taşıdığı
mana şudur: O bizzat kendisi demek olan yüzünü yüce Allah'a salimen tahsis
etmiştir. Yani yalnızca O'na ihlasla yönelmiştir. Bunun: "cer harfi ile
anlamı, bir kimsenin, bir eşyayı birisine teslim etmesinde olduğu gibi,
nefsini de ona teslim etmesi anlamına racidir. Maksat, yalnızca O'na tevekkül
etmek, isleri O'na havale etmektir,
"İşlerin
akıbeti" sonucu "Allah'ındır."
[75]
23. Kim de
inkâr ederse, onun küfre sapması »eni üzmesin. Dönüşleri Bizedir, neler
yaptıklarını Biz kendilerine bildireceğiz. Muhakkak Allah kalblerin özünde
olanı çok iyi bilir.
24. Biz, onları azıcık faydalandırırız. Sonra
onları oldukça ağır bir azaba mahkûm ederiz.
"Kim de inkâr
ederse, onun küfre sapması seni üzmesin. Dönüşleri Bizedir, neler yaptıklarını
Biz, kendilerine bildireceğiz" yani amellerinin karşılıklarını vereceğiz.
"Muhakkak Allah, kalblerin özünde olanı çok iyi bilir."
"Biz, onları
azıcık faydalandırırız." Dünyada onları kısa bir süre bırakırız, onunla
faydalanırlar. "Sonra onları oldukça ağır bir azaba" ki o da cehennem
azabıdır "mahkûm ederiz," Onları oraya atarız ve o azaba sürükleriz.
Âyetin başındaki;
"KİnT lafzı hem tekil, hem çoğul için kullanılır. İşte bundan dolayı
"onun küfrü" diye buyurulduktan sonra "dönüşleri" diye
çoğul olarak geldiği gibi; daha sonra da böyle gelmiştir. Bu da "kim"
lafzının çoğul anlamını da ihtiva etmesi dolayısıyladır.
[76]
25. Andolsun
onlara: "Göklerle yeri kim yarattı?" diye sorsan, onlar elbette:
"Allah" diyeceklerdir. "Allah'a hamdolsun" de. Hayır,
onların çoğu bilmezler. ,
26. Göklerle
yerde olanlar Allah'ındır. Muhakkak Allah, Ganîdir, Hamîddir.
"Andolsun onlara;
Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, onlar elbette: Allah
diyeceklerdir." Yani onlar Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu
itiraf edeceklerdir. O halde ne diye O'ndan başkasına ibadet ediyorlar?
"Allah'a hamdolsun
de." Yani bizi kendi dinine hidayet ettiğinden ötürü O'na hamdolsun, Hamd
O'ndan başkasına layık değildir.
"Hayır, onların
çoğu bilmezler," İbretle bakmaz ve iyiden iyiye düşünmezler.
"Göklerle yerde
olanlar" hem mülkiyetleri, hem de yaratılmaları itibariyle
"Allah'ındır. Muhakkak Allah, Ganidir." Yani yaratıklarına, onların
kendisine ibadet etmelerine muhtaç değildir. Onlara bu emirleri vermiş olmasının
sebebi bu yolla kendilerinin istifade etmeleridir. "Hamîd'dlr."
Yaptıkları dolayısıyla kendisine hamd edilendir, öğülendir.
[77]
27. Eğer
yerde olan bütün ağaçlar, kalem olsa ve deniz de, ardından yedi deniz daha ona
katılsa, yine de Allah'ın sözleri tükenmezdi. Muhakkak Allah Azizdir,
Hakimdir.
Yüce Allah müşriklere
karşı görüldüğü gibi delil getirdikten sonra, Onun kelâmının anlamlarının bitip
tükenmeyeceğini, sonunun asla gelmeyeceğini beyan etmektedir. el-Kaffal dedi
ki: Yüce Allah göklerde ve yerde bulunan herşeyi onların emrine vermiş
olduğunu, nimetler ile onları donatmış olduğunu sözkonusu ettikten sonra,
ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkeb olsa ve bunlarla kudretine ve
vahdaniyetine delâlet teşkil eden sanatının akıllara durgunluk veren yönlerini
yazacak olsa, bu hayret verici hususların sonunun asla gelmeyeceğine dikkat
çekmektedir.
el-Kuşeyrî dedi ki:
Yüce Allah, bu kelimelerin anlamlarını kudreti dahilinde olan nususlara havale
etmekte ise de, âyet-i kerimenin yüce Allah'ın ke-Iâm-ı kadimine hamlediimesi
daha uygundur. Çünkü yaratılmış olanın sonunun gelmesi kaçınılmaz bir şeydir.
Onun kudretinin çerçevesi içerisinde olanların sonlarının gelmesi
nefyedildiğine göre; bu aynı zamanda gelecekte de varetmeye muktedir olduğu
şeylerin sonlarının gelmesini de nefyetmek demektir. Varlık aleminin hasrettiği
ve saydığı hususların ise son bulmaian kaçınılmaz bir şeydir. Kadim olanın
sonunun olmadığı ise muhakkak bir şeydir.
"Allah'ın
sözleri" nin aniamına dair açıklamalar daha önce el-Kehf Sûre-si'nin
sonlarında (18/109. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Âli dedi ki:
Allah'ın sözlerinden kasıt -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- varlık âlemine
çıkan şeylerin dışında, O'nun kudreti çerçevesi içerisinde olan şeylerdir. Bu
da el-Kaffai'in söylediklerine yakın açıklamalardır. Bu buyruktan asıl maksat,
yüce Allah'ın sözlerinin -aynı zamanda bunlar bizatihi de sonsuzdurlar-
anlamlarının çokluğunu bildirmektir. Sonlu hususlar örnek verilmek suretiyle
İnsanların bu konuyu daha iyi kavramalarıma yardımcı olunmuştur. Çünkü bu
örnek İnsanoğlunun alışkın olduğu çokluk anlatımının en iieri derecesidir.
Yoksa bu kalem ve denizlerden daha fazlası olacak olursa, Allah'ın sözleri
tükenir, manası anlaşılamaz.
Âyetin nüzulü ile
ilgili anlatılan hususlar da, Allah'ın sözleri ile kastedilenin Allah'ın ezeli
kelâmı olduğunu göstermektedir. Çünkü İbn Abbas şöyle demektedir: Bu âyel-i
kerîmenin nüzul sebebi şudur: Yahudiler ey Muhammedi "Size bilgiden ancak
pek az bir şey verilmiştir" (el-İsra, 17/85) buyruğu ile bize Allah'ın
kelamı ve hükümlerini İhtiva eden Tevrat verilmiş iken, nasıl bizler
kastedilmiş olabiliriz ve yine sendeki bilgiye göre O, herşeyîn
açık-layjcısıdır. Rasûlullah (sav) onlara: "Tevrat pekçoğun az bir
bölümüdür." demiş ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.
Âyet-i kerîme Medine'de inmiştir.
Ebu Ça'fer en-Nehhas
dedi ki: Açıkça ortaya çıktığı gibi buradaki "sözler" den maksat
ilim ve eşyanın hakikatleridir. Çünkü şanı yüce Allah, varlıkları yaratmadan
önce göklerde ve yerde yaratacağı herbir şeyi ve zerre ağırlıklarını
biliyordu. Bütün türleri ve bunların herbirisindeki tüyleri ve organları,
herbir ağaçtaki yaprağı ve bunlarda bulunan çeşitli mahlukatı, bunlardaki
çeşitli tat ve renkleri hep biliyordu. Eğer herbir canlıyı tek başına ismiyle
zikredip onların parçalarını da, ona dair az ve çok bütün bilgisi ile adlandıracak,
bunların geçirdikleri halleri her zaman itibariyle bunlarda meydana gelen
artışları ismen zikredecek, herbir ağacı ayrı ayrı açıklayıp onun dallarını,
budaklarını gösterecek, bütün zamanlar boyunca kurumalarını takdir ettiklerini
belirleyip bunlara dair herbir açıklamayı onları kuşatıcı bilgisine göre yazmış
olsaydı, sonra da yüce Allah'ın bu eşyaya dair açıklamaları İçin
deniz mürekkeb olup da onun dışında buna yedi deniz
daha katılacak olsa, hiç şüphesiz bu husustaki açıklamalar bu mürekkeb olan
denizlerden daha fazla olacak, denizler buna yetmeyecekti.
Derim ki: Bu
el-Kaffal'ın açıklaması ile aynı manayı dile getirmektedir. Yüce Allah'ın
izniyle bu, güzel bir görüştür.
Bir topluluk da şöyle
demiştir: Kureyş, Muhammed'in bu sözleri bitecek ve sonu gelecektir deyince, bu
âyet-i kerîme nazil olmuştur. es-Süddî de şöyle demiştir: Kureyş, Muhammed'in
sözleri ne kadar da çoktur! deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.
"Ve ardından yedi
deniz daha ona katılsa..." buyruğundaki: Deniz" lafzını cumhur
mübtedâ olarak reP ile okumuştur. Haberi ise ondan sonraki cümlede yer
almaktadır. Cümle hal konumundadır. Sanki: Denize gelince, onun hali de budur,
denilmiş gibidir. Sibeveyh'in takdiri bu şekildedir.
Kimi nahivci de bu
buyruğun (âyetin başında yer alan): 'e atfedildiğini söylemiştir. Çünkü o da
mübtedâ olarak ref mahallindedir.
Ebu Amrve İbn Ebi
İshak "deniz" anlamındaki kelimeyi baştaki; e atf ile nasb okumuşlardır.
Bu ise baştaki; in ismidir.
Şöyle de denilmiştir:
Eğer denize yedi deniz daha katılsa, yani ona yedi deniz daha ilave edilip,
arttırılsa, demektir.
İbn Hurmuz ile
el-Hasen "ona katılsa" anlamındaki buyruğu; şeklinde (yani ye harfi
ötreli, mim harfi de esreli olarak) ve; (Jut )'den müzari bir fiil suretinde
okumuşlardır. Bir kesim her iki okuyuşun aynı anlamda olduğunu söylemiştir.
Bir kesim de; Bir şeyin kendinden olan bir şeye katılması" demektir, der.
Mesela: "Nİl, Halic'e katıldı yani onu arttırdı" denilir.
"Glı^li i«0 ise bîr şey kendi türünden olmayan bir şeye katıldı, anlamını
verir. Buna dair açıklamalar ise daha önceden el-Bakara (2/15. âyetin tefsiri)
ile Âl-i İmran sûrelerinde (3/123-125. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
"Ona (o denize)
katılsa" anlamındaki buyruğu Cafer b. Muhammed: “Denizin mürekkebi..."
diye okumuştur.
"Allah'ın sözleri
tükenmezdi" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (el-Kehf, 18/10?.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Muhakkak, Allah
Azîzdİr, Hakimdir" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara,
2/129- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Ubeyde dedi ki:
Burada "deniz"den kasıt, (kıyılarında) kalemlerin yetişmesini
sağlayan tatlı suduf. Tuzlu su kıyılarında ise, bu kalemler yetişmez.
[78]
28. Sizin
yaratılmanız öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir. Muhakkak
Allah, herşeyi işitendir, herşeyi görendir.
"Sîzin
yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir"
buyruğu İle ilgili olarak ed-Dahhak şu açıklamayı yapmıştır: Yani hepinizin
yeniden yaratılmanız ancak tek bii canı yaratmak gibidir. Kıyamet gününde de,
öldükten sonra diriltilmeniz sadece tek bir canı diriltmek gibidir.
en-Nehhas dedi ki:
Nahivciler de bunu: "Ancak tek bir canı yaratmak gibidir" anlamında
takdir etmişlerdir. Tıpkı: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğunda...
kasaba halkına sor, takdirinde olduğu) gibidir.
Mücahid dedi ki; Çünkü
O, az olan şeye de, çok olana da: "ol" der, o da derhal oluverir.
Âyet-i kerîme Ubeyy b.
Halef, Ebu'l-Esedeyn ile el-Haccac b. es-Sebbak'm oğulları Munebbih ile Nubeyh
hakkında inmiştir. Bunlar Peygamber (sav)'a şöyle demişlerdi: Yüce Allah
bizleri halden hale geçirerek yarattı. Önce bir nutfe, sonra sülük gibi bir kan
pıhtısı, sonra bir çiğnem et, sonra bir kemik olduk. Bu sefer sen kalkmış hep
birlikte ve bir anda yeniden diriltilip yaratılacağımızı söylüyorsun. Bunun
üzerine yüce Allah: "Sizin yaratılmanız ve Öldükten sonra diriltilmeniz
ancak bir can gibidir" buyruğunu indirdi. Çünkü kullar İçin zor gelen
herhangi bir şey, yüce Allah'a zor gelmez. Onun bütün kâinatı yaratması tıpkı
bir tek canı yaratması gibidir. "Muhakkak Allah" söyledikleri
"herşeyi İşitendir" yaptıkları "herşeyi görendir."
[79]
29. Görmedin
mi ki Allah, geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü geceye bitiştirir, güneşi ve
ayı da musahhar kılmıştır? Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider.
Muhakkak Allah yaptığınızdan haberdardır.
30. Bunun
sebebi sudun çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir. Ondan başka olanların
çağırdıkları ise bâtıldır ve muhakkak Allah çok yücedir, çok büyüktür.
"Görmedin mi ki
Allah, geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü geceye bitiştirir." buyruğu (ve
buna dair açıklamalar) daha önceden el-Hac Sûresi (22/6l. âyet-i kerîmenin
tefsirinde) ve Aî-i İmran Sûresi'nde (3/27. âyet-i kerîmenin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
"Güneşi re ayı da
musahhar kılmıştır?" Doğmak ve kaybolmak emirlerine boyun eğer kılmıştır.
Böylece ecelleri takdir etmiş ve menfaatleri tamamlamış olmaktadır.
"Herbiri belirli
bir süreye kadar akıp gider." el-Hasen dedi ki: Bu süre kıyamet günüdür.
Katade ise doğuşunda ve batışında daha ileri geçmeyip, geri de kalmadığı
belirli bir süreye kadar akıp gider, diye açıklamıştır.
"Muhakkak ki
Allah, yaptığınızdan haberdardır." Yani bütün bunları ger-çekieştirmeye
kadir olanın, bunları bilen olması kaçınılmaz bir şeydir. Bunları bilen ise
sizin amellerinizi de bilir.
"Yaptığınız"
anlamındaki buyruk genel olarak; “te" ile ve muhatab kipiyle okunmuştur.
Ancak es-Sülemî, Nasr b. Âsim ve Ebu Amr'dan, ed-Durî, haber olmak üzere
"ye" ile (yaptıklarından anlamında) okumuşlardır.
"Bunun" yani
yüce Allah'ın bunları yapmasının "sebebi şudur: Çünkü Allah, hakkın tâ
kendisidir. Ondan başka onların çağırdıkları ise batıldır."
Yani bu, gerçeği
biimeniz ve bunu ikrar ve itiraf etmeniz içindir. Batıldan kasıt Mücahid'in
açıklamasına göre şeytandır. Yüce Allah'a ortak koştukları putlar ve heykeller
oldukları da söylenmiştir.
"Ve muhakkak
Allah" konumu itibariyle "çok yücedir" saltanat ve egemenliği
itibariyle "çok büyüktür."
[80]
31. Size
âyetlerinden bir kısmını göstermek için Allah'ın nimeti ile gemilerin denizde
akıp gittiğini görmez misin? İşte bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes
için muhakkak âyetler vardır.
"Size
âyetlerinden bir kısmını göstermek İçin Allah'ın nimeti" size ot an lutfu
ve denizdeki tehlikelerden sizleri kurtarması suretiyle rahmeti "İle
gemilerin denizde akıp gittiğini görmez misin?" Bu buyrukta yer alan:
"Akıp gittiği" haber konumundadır.
"Allah'ın nimeti
ile anlamındaki; buyruğunu İbn Hürmüz "nimet"in müenrtes-t salim
çoğulu olmak üzere; "Allah'ın nimetleri" diye okumuştur. Bu
kelimenin (tekilinin) aslı "ayn" harfinin harekeli olmasıdır, ancak
sakin okunmuştur.
"Size
âyetlerinden bir kısmını göstermek için" buyruğundaki; “...den bir
kısmını" teb'ız (kssmilik bildirmek) içindir. Yani o sizlere gemilerin
aktığın! göstermek için böyle yapmaktadır. Bu açıklamayı da Yahya b. Sel-lam
yapmıştır. İbn Şecere de şöyle demektedir: "Âyetlerinden bir kısmı"
buyruğu sizin kendilerinde yüce Allah'ın kudretinin bir bölümünü gördüğünüz,
bir bölümüne tanık olduğunuz... demektir, en-Nekkaş da: Kasıt yüce Allah'ın
denizden kendilerine rızık olarak verdiği şeylerdir. el-Hasen de şöyle
demiştir: Denizlerin anahtarı gemiler, yerin anahtan yollar, semanın anahtarı
ise duadır.
"İşte bunda"
yüce Allah'm kaza ve hükümlerine "çok sabreden ve" nimetlerine de
"çok şükreden herkes için muhakkak âyetler vardır."
Meanî alimleri şöyle
demişlerdir: Maksat, bu niteliklere sahip olan her mü'min için âyetler olduğunu
anlatmaktadır. Çünkü sabır ve şükür imanın en üstün özelliklerindendir. Âyet,
kıyamet demektir, alamet ise her mü'minin kalbinde açıklık kazanmaz. Ancak
belâlara karşı sabreden ve bollukta da şükreden kimseler için açıkça ortaya
çıkar ve görünür. eş-Şa'bî dedi ki: Sabır imanın yansı, şükür imanın yansı,
yakın ise imanın tamamıdır. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunu göstermektedir;
"İşte bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için muhakkak âyetler
vardır."; "Yetkinleri olanlar için yeryüzünde âyetler vardır."
(ez-Zariyat, 51/20) Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "İman iki
yarımdır. Yarısı sabır, yansı da şükürdür,"[81]
32. Onları
dağlar gibi bir dalga kapladığında dinlerini yalnız Allah'a halis kılanlar
olarak O'na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca onlardan kufileri
orta yolu tutar. Âyetlerimizi ise çok gaddar ve çokça nankörlük edenden başkası
bile bile inkâr etmez.
"Onları dağlar
gibi bir dalga kapladığında" buyruğu da ("dağlar gibi anlamı
verilen): Cjîtltf) lafzını Mukatîl "dağlar gibi". el-Kelbî ise
"bulut gibi" diye açıklamıştır. Katade der ki: Bu kelime; "Bulut"un
çoğuludur. Büyüklüğü ve yüksekliği dolayısıyla dalgayı ona benzetmiştir. Şair
en-Nâbiğa da bir denizin niteliklerini anlatırken şöyle demektedir:
"Dalgalı yeşil
(deniz) onlarla birlikte yürür, Kıyısında büyük büyük küp parçaları olduğu
halde."
Âyet-i kerîmede tekil
olan "dalga"nın, çoğul olan "dağlar"a benzetilmesinin
sebebi dalganın peyderpey gelip tıpkı bulutlar (ya da denizler) gibi birinin
diğerinin üstüne binmesinden dolayıdır. "Dalga* anlamındaki kelimenin
çoğul anlamında olduğu da söylenmiştir. Çoğul olarak ayrıca yapılmayışı mastar
oluşundan dolayıdır. Asıl anlamı da hareket ve izdiham ile alakalıdır. “Deniz
dalgalandı" ile; "İnsanlar dalgalar gibi birbirine girdi"
tabirleri de buradan gelmektedir.
Kâb da şöyle demiştir:
"Sonunda denizden
dalgaya geldik ki ortasında,
Kimisi elbisesini
toplayıp (bacaklarını) açmış, kimisinin yüzü örtülü idi."
Muhammed b.
el-Hanefiye de; “Bulutlar, gölgeler gibi bir dalga" diye; "Bulut,
gölge"nin çoğulu olarak okumuştur.
"Dinlerini yalnız
Allah'a halis kılanlar olarak" kendilerini kurtarmak için O'ndan başkasına
dua etmeyip sadece O'nu tevhid edenler olarak "O'na dua ederler."
Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'âm, 6/22-23- âyetlerin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Onları"
denizden "kurtarıp karaya çıkarınca, onlardan kimileri orta yolu
tutar." İbn Abbas: Denizdeyken yüce Allah'a vermiş olduğu sözü yerine
getirir, diye açıklamıştır. en-Nekkaş da: Yani o verdiği sözde sebat gösterir,
karada da denizde iken yüce Allah'a vermiş olduğu sözü eksiksiz yerine getirir.
el-Hasen dedi ki:
"Orta yolu tutar"dan kasıt, tevhid ve itaate sımsıkı sanlan
mü'mindir, Mücahid de: Söylediği sözde "orta yolu tutar" fakat içinde
küfrü gizler.
İfadede hazf bulunduğu
da söylenmiştir ki; anlam şöyledir: Onlardan kimileri orta yolu tutar, kimileri
de kâfir olur. Hazfedilen bu ifadelere yüce Allah'ın: "Âyetlerimizi ise
çok gaddar ve çokça nankörlük edenden başkası bile bile inkâr etmez"
buyruğu delil teşkil etmektedir.
"Gaddar"
demektir, En kötü şekilde gadretmek, sozur.-de durmamak" demektir. Amr b.
Madîkerîb şöyle demiştir:
"Şayet sen Ebu
Umeyr'i görmüş olsaydın,
Ellerini sözde
durmayiştan ve gaddarlıktan doldururdun."
el-A'şâ da şöyle
demektedir:
TByma'daki evi çok
sağlam bir kale olan,
Ve hiç de gadredici
olmayan komşusu bulunan, o eşsiz esmer kişi."
el-Cevherî dedi ki: “Gadretmek,
sözünde durmamak" demektir.Ona gadretti" denilir, ism-i faili: "Gadredici,
gaddar sözünde durmayan kişi" demektir. el-Maverdî'nin dediğine göre
cumhurun görüşü
budur. Atiyye ise; bu kelime inkâr eden
anlamındadır, emiştir. Bu fiil (muzarideki) aynu'l-fiili ötreli ve esreli olmak
üzere; diye gelir, mastarı dır. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmektedir.
O Ayetlerin inkâr
edilmesi" bizzat âyetlerin inkârı demektir, "Âyetleri inkâr
etmek" ise onların delâlet ettikleri hususları inkâr etmek demektir.
[82]
33. Ey
insanlar! Rabbİnizden sakının ve babanın oğluna, oğulun babasına hiçbir fayda
sağlayamayacağı o günden de korkun. Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır. O halde
dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. O çok aldatıcı da sakın sizi Allah île
aldatmasın.
"Ey
insanlar" yani hem kâfirler, hem mü'minler "Rabbİnizden
sakının."
O'ndan korkun ve O'nu
tevhid edin.
"Ve babanın
oğluna, oğulun babasına hiçbir fayda sağlamayacağı o günden de korkun"
buyruğunda geçen "fayda sağlama"nın anlamına dair açıklamalar daha
önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/48. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde
geçmiş bulunmaktadır.
Peygamber (sav):
"Her kimin üç evladı ergenlik çağına erişmeden önce ölürse, -yemin gereği
olan kadarı müstesna- ona ateş asla dokunmayacaktır."[83] ve:
"Her kim bu kız çocuklarından bazıları ile (kız çocuğu olmakla) sınanacak
olup da onlara güzellikle muamele edecek olursa, o kızlar onun için cehennem
ateşine karşı bir perde teşkil ederler[84] diye
buyurmuştur. (Buna ne dersiniz?) diye sorulacak olursa, ona cevabımız şu oiur:
Bu âyet-i kerîme ile kastedilen şudur: Hiçbir zaman baba oğlunun günahını
yüklenmeyeceği gibi hiçbir evlat da babasının günahını yüklenmeyecektir. Biri
diğerinin yerine sorgulanmayacaktır, demektir. Hadis-i
şeriflerle kastedilen ise çocukların ölümüne karşı sabır ile kız çocuklarına
güzel davranmanın ku-İu ateş azabından koruduğunu ve çocuğun onu daha erken
cennete girmesine sebeb teşkil edeceğini bildirmektedir.
"Muhakkak ki
Allah'ın vaadi" öldükten sonra diriliş "haktır. O halde dünya
hayatı" ziyneti ile ve dünyanın kendisine davet ettiği şeyler ile
"sakın sizi aldatmasın." Ona bel bağlayarak, ona meyledip, âhiret
için amelde bulunmayı terketmenize sebeb olmasın.
"O çok aldatıcı
da sakın sizi Allah İle aldatmasın" buyruğunda geçen "el-ğarûr: Çok
aldatıcı" lafzını kıraat âlimleri genei olarak gerek burada, gerekse de
Melâike (Fatir) Sûresi'nde (35/5. âyetler) ve gerekse el-Hadid Sûresi'nde
(57/14. âyette) "ğayn" harfini üstün olarak okumuşlardır. Mücahid ve
başkalarının görüşüne göre bundan kasıt şeytandır. İnsanları aldatan dünya ile
ilgili vaadlerle onları kandırıp, âhireti unutturarak oyalayan odur. en-Nİsa
Sûresi'nde de: "Onlara vaadlerde bulunur, olmayacak kuruntulara
düşürür" (en-Nisa, 4/120) diye buyurulmaktadır,
Simâk b. Harb, Ebu
Hayve ve İbn es-Sümeyka ise "ğayn" harfini ötreli okumuştur. Bu da
"siz aldanmayınız" demektir. Sanki: "Aldandı, aldanır,
aldanmak"tan masdarı gibidir.
Said b. Cübeyr der ki:
Bu, kişinin masiyet işlemekle birlikte günahlarının bağışlanmasını temenni
etmesidir.
[85]
34. Saatin
ilmi muhakkak Allah'ın nczdindedir. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O
bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını "bilemez. Hiçbir nefis de hangi
yerde öleceğini bilmez. Muhakkak Allah herşeyi bilendir, herşeyden haberdardır.
el-Ferra'nın iddiasına
göre bunun anlamı nefydir. Yüce Allah'tan başka hiçbir kimse bunları bilmez
demektir. Ebu Ca'fer en-Nehhas ise şöyle demektedir: Bunda nefy ve icab
(olumluluk) anlamının bulunması Rasûlullah (sav)'ın bu hususta verdiği bilgi
iledir. Zira o yüce Allah'ın: "Gaybın anah tarlan O'nunyanındadır. O'ndan
başkası bunları bilmez."(el-En'am, 6/59) buyruğu hakkında "burada
sözü edilenler (Lukman Sûresi'nin bu âyetinde geçen) bu hususlardır" diye
buyurmuştur.[86]
Derim ki: Biz el-En'âm
Sûresi'nde (6/59- âyetin tefsirinde) bu hususta İbn Ömer'in yoluyla gelen ve
Buhârî'nin kaydetcîği hadisi zikretmiş bulunuyoruz. Cibril hadisinde de
Cebrail'in: "Bana kıyametten haber ver" demesi üzerine, Rasûlullah
(sav) şu cevabı vermiştir: "Kendisine hakkında soru sorulan kişi, soru
sorandan daha bilgili değildir. Bunlar yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin
bilmediği beş husustur: Saatin ilmi muhakkak Allah'ın indindedir. Yağmuru O
indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez."
deyince, Cebrail: Doğru söyledin, diye cevap vermiştir, Ebû Dâvûd
et-Tayalîsî'nin lafzı ile hadis bu şekildedir[87]
Abdullah b. Mes'ud da
şöyle demiştir: Beş husus müstesna sizin peygamberinize herbir şey
verilmiştir. (Bu beş husus): "Saatin ilmi muhakkak Allah'ın
İndindedir" buyruğu ile başlayıp âyetin sonuna kadar dile getirilen
hususlardır,
İbn Abbas dedi ki: Bu
beş hususu yüce Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez. Bunları ne mukarreb bir
melek ne de mürsel bir nebi bilebilir. Her kim bunların herhangi birisini
bildiği iddiasında bulunacak olursa, Kur'ân-ı Kerîm'i inkâr etmiş olur. Çünkü o
Kur'ân-ı Kerîm'e muhalefet eder. Diğer taraftan peygamberler yüce Allah'ın
kendilerine bildirmesi sonucunda gayba dair bir çok şey bilebilirler. Bundan
kasıt, kâhinlerin müneccimlerin, yıldızların doğup batması ile yağmur
yağdırılmasını isteyenlerin iddialarını çürütmek, asılsızlıklarını ortaya
koymaktır. Bununla birlikte uzun tecrübelerin sonucu olarak annesinin
karnındaki yavrunun erkek mi dişi mi olduğu ve daha başka hususlar bilinebilir.
Nitekim bu türden açıklamalar daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/59- âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Bazan tecrübenin
dışına çıkılır ve alışılagelenden farklı sonuçlar ortaya çıkar. Buna göre
geriye nihai ilim, sadece yüce Allah'a ait demektir.
Rivayet edildiğine
göre; bir yahudi yıldızlara göre hesap yapardı. İbn Ab-bas'a: Arzu ettiğin
takdirde sana oğlunun yıldızı ile ilgili haber vereyim, o on gün sonra
ölecektir. Sen ise gözlerin kör olmadan ölmeyeceksin, ben de bir sene dolmadan
Öleceğim. Bunun üzerine İbn Abbas ona: Ey yahudi! Nerede
öleceksin? diye sorunca, yahudi: Bilemiyorum diye
cevab vermiştir. Bunun üzerine İbn Abbas: Yüce Allah doğru söylemiştir;
"Hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez" buyruğunu okudu. İbn
Abbas geri döndüğünde oğlunun sıtmaya yakalanmış olduğunu gördü ve on gün sonra
vefat etti. Yahudi de sene dolmadan önce öldü, İbn Abbas La âmâ olarak vefat
etti.
Bu hadisin ravisi Ali
b. el-Huseyn dedi ki: Bu, anlatılanların en hayret verici olanıdır.
Mukatil de şöyle
demiştir: Bu âyet-i kerîme adı el-Vâris b. Amr b. Harise olan, çölde yaşayan
bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu Peygamber (sav)'ın yanına gelerek şöyle
dedi: Benim hanımım hamiiedir, ne doğuracağını bana haber ver. Yaşadığımız
yerler kuraktır, ne zaman yağmur yağacağını bana bildir. Ne zaman doğduğumu
biliyorum, fakat ne zaman öleceğimi sen bana söyle. Bugün neler yaptığımı
biliyorum fakat yarın ne yapacağımı bana sen bildir. Bir de kıyametin ne zaman
kopacağını bana bildir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-î kerîmeyi
indirmiştir. Bu rivayeti el-Kuşeyrî ve el-Maverdî zikretmişlerdir.
Ebu't-Melih, Ebu Azze
el-Huzlî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki;
"Yüce Allah bir kulun bir yerde ruhunu kabzet-meyi murad ettiği takdirde,
o kimseye orada bir ihtiyaç takdir eder. O da oraya gitmekten başka bir yol
bulamaz. Daha sonra Rasûluüah (sav): "Saatin ilmi muhakkak Allah'ın
indindedir... Hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez." buyruğunu
okudu. Bunu da el-Maverdî zikretmiş olup, İbn Mace de bunu, İbn Mes'ud yoluyla
bu manada zikretmiş bulunmaktadır. et-Tezkire adlı eserimizde tamamiyle
kaydetmiş bulunuyoruz.
"İndirir"
anlamındaki buyruğu kıraat alimleri genel olarak şeddeli olarak; diye okumuşlardır.
İbn Kesir, Ebu Amr, Hamza ve el-Kisaî ise şeddesiz okumuşlardır.
Ubeyy b. Kâb:
"Hangi yerde" anlamındaki buyruğu diye okurken diğerleri diye
okumuşlardır. el-Ferra dedi ki: Burada "yer"in müennes olması ile
yetinilmiş, ayrıca; in müennes getirilmesine gerek görülmemiştir. "Yer
(arz)" ile mekân kastedildiğinden müzekker gelmiştir, diye de
söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Hiçbir bulut
onun gibi yağmur yağdırmadı, Hiçbir yer de onun gibi bitki bitirme di."
ei-Ahfeş de dedi ki;
"Yokun bir cariyeye, hem nasıl cariyeye uğradı" anlamında: hem; denilebilir,
hem de; denilebilir.
Sibeveyh ise; “Hangi"
kelimesinin müennes getirilmesini Arapların: "Onların hepsi"
şeklindeki kullanımlarında "hepsi" anlamındaki kelimeyi müennes
kullanmalarına benzetmiştir.
"Muhakkak Allah
herşeyi bilendir. Herşeyden haberdardır" buyruğun daki: "Herşeydeo
haberdardır" buyruğu "herşeyi bilendir" buyruğunun sıfatıdır[88]
yahut ta (mealde olduğu gibi) haberden sonra gelen ikinci bir haberdir. Doğrusunu
en iyi bilen yüce Allah'tır.
[89]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/513.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/513-514.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/514-515.
[4] İfadenin takdirine dair bu açıklamalar, gerek merhum
miifessirin ifadesinde gerek en-Nehhâs'm ibaresinde -Arapça baskıya
hazırlayanın da belirttiği gibi- bir parça kapalılık vardır Arapça baskıya
hazırlayanın, anlaşılan mananın olması gereken şekle dair notu da gözöniinde
bulundurularak; tercüme yapıldı.
[5] Tirmizl, III, Y!9; ancak hadisin sonundaki Tirmizi'nin
talik SuAdrî'den söz edilmeden. "Kimi ilim adamı Aii b. Yezid'in hadis
(rivayetîn)de zayıf olduğu belirtilmektedir" şeklindedir.
[6] Hâkim, et-Müştedrek, II, 445
[7] BukâH, V, 2321
[8] el-Heysemî, Mecmatı'z-Zevâid, VIII, 119; Taberânî,
el-Mu'cemu'l-Kebtr, VIII, 180.
[9] Tayâlisi, el-Müsned, I, 235; Deylemî, et-Firdeos, II,
400.
[10] el-Heysemî, Zevâidu Müsnedi'l-Hâris, 11, 770;
Taberânî, el-Ma'cemu'l-Kebîr, VIII, 197; el-Mu'cemu'l-Evs&t, I, 151;
e!-Mün2irî, et-Tergib ve't-Terhib, III, 181.
[11] ed-Deylemî, el-Firdevs, I, 398
[12] Tirmizî, IV, 494.
[13] Ebu Hureyre'den btı lafızla tespit edemedik; ancak
aynı mananın dile getirildiği bazı rivayetler için bk: Müsnedu Abd b. Mumeyd,!,
1<Î7; Ebû Amred-Dânî, es-Sünenü'l-Vâride fi'l-Fiten, III, 684; el-Münztri,
et-Tergtb ve't-Terklb, III, 182 vs
[14] İhnu']<£vzi, el'ÎUtu'l-MıtteTtdhiye, II, 786;
"Ahrned h. Hanhe!, bu hadis bâtıldır, demiştir" kaydıyla.
[15] İbnırl-Mübarek; *mjŞfl*tf, s. 12; Ebû Nııaym, Hilyetu'l-Evliyâ,
III, 151
[16] İbrml-MÜbarek ve İbn Nııaym, aynı yerler.
[17] et-Tirmizî, el-Hakîm, Nevâdiru'l-Usûl, II, 87
[18] Müslim, III, 1588; İbn Hibbân, Sakîh, XII, 188, Hey
haki, es-Sünenü'l-Kübrâ, VIII, 288.
[19] Bukârî,
V,
2194; Müslim,
III,
1641, 1(S45, 1Ö46; İbn Mâce,
II,
1187; Müsned, I, 37
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/515-519.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/519-520.
[22] Müsned. IV, 278; el-Hâkim, el-Müstedrek, I, 199, 201
[23] Buhâri, VI, 2588, 2612; Müslim, III, 1477. 1478;
Nesât, VII, 123; Müsned, I, 297, III, 445, 446
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/520-521.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/522.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/522-523.
[27] Meseîa, müjdelemenin manası ile ilgili: eMiakara,
2/25. âyer, 1. başlık, acıklı azab ile ilgili: el-Bakara, 2/10. âyetlerin
tefsiri tide açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/523.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/523-524.
[29] Âyette lafiî anlam: "Sallasın diye"
şeklindedir. Ancak bu anlamın kastedilmediği açıktır. Bu bakımdan hazfçd ildiği
kabul edilen lafızlar takdir edilmiştir. Her iki takdire aynı meali verişimizin
sebebi, anlam itibariyle arada fark hulıınmadığındandır.
[30] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/524-525.
[31] Buhârt, I, 28; Müslifn, m, 1219; D&rimi,
II,
319; Tayâlisi, Müsned, I, 106.
[32] Buhârî,
V,
2376, -VI,
2497; Tirmizi,
IV,
606; Muvatta, O, 9S7; Müsned,
V, 333, 362
[33] Buhâri, V, 2254.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/526-530.
[35] Buhârl, VI, 2542; Müslim, I, 114; Mıisned, I, 444.
[36] lîk. en-Nelıhâs, l'râbu'l-Kur'ân, II, 602
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/530-531.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/531-532.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/532-533.
[40] Taberâni, et-Evsat, IV, 37«.
[41] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/533.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/533-534.
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/534.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/534-535.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/535.
[46] Bukârl, II, 924, III, 1162, V, 2230; Müslim, II, 696;
Ebû Dâvûd, II, 127; Müsned, VI, 344, 347, 355
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/535-536.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/536.
[49] Ehu Bekr eş-Şeybâni, ei-Âhâd ve'l-Uesânl, V, 280;
Beyhakî, Şuabu'l-tman, II, 70; e]-Ulekâî, l'ükadû Ekli's-Sunne, IV, 605.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/537-539.
[51] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/539.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/540.
[53] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/540.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/540.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/541.
[56] İbnul-Esîr, en-Nihâye fi Ğaribi'l-Hadls, İN, 31
[57] Bu.hârî, V, 225lı; Müslim, IV, 1983; Jinnizî, IV, 329;
Muvatta, II, 907; Müsned, III, 110,
165, 199, v's
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/541-542.
[59] Buhârî, Nikah,*45; Edeb, 57, 5H, 63; Feraiz, 1
[60] Tirmizî, IV, 522, "hasen-garib bir hadistir"
kaydıyla; İbn Mâce, II, 1332; el-Heysemî, Mecmau'z-Zfvâid,yn, 275; Müsned, V,
405.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/542-543.
[61] Buharı, III, J340; Müslim, III, 1651; Tirmizî, IV,
223; Ebâ Dâvûd, IV, 56; Müsned, II,
67, 104, 12S, 131, 136
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/543.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/544.
[64] ed-Deylemî, et-Firdevs, II, 334.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/544.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/544.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/545.
[68] Buharı, III, 1202; Müslim, IV, 2092; Ebü Dâvûd, IV,
327; Tirmizî, V. 50H.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/545.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/545-546
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/546.
[72] Daha önce el-MâideT 5/61-63. âyetlerin tefsiri
yapılırken geçen bu hadis ite ilgili değerlendirmeler için oraya bakılahilir.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/546-548.
[74] Buharı, I, 27, IV, 1793; Müslim. I, 37, 39, 40; Ebû
Dâvûd, IV, 223; Tirmizî, V, fi; Nesâî, VIII, 99. 102; tbn Mâce, I, 24, 25;
Müsned, I, 27, 51, 52, 319
[75] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/548-549.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/550.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/550-551.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/551-553.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/554.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/554-555.
[81] el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Us&l, I, 201
O'nıviye; rivayet edildi1" şeklinde ramrid sigast ile); III, 110, 221 aynı
manada, az lafzi farklarla; ed-Deylemî, el-Firdevs, I, 111; el-Munâvî,
Feydu'l-Kadir, III, 188, (YaviJerinden "Yezid er-Rııkâşi'nin metruk
rivayeti alınmayan kişi" olduğu - III, 189 - kaydıyla).
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 13/555-556.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/557-559.
[83] Buhâri, I, 421, VI, 2452; Müslim, IV, 2028; Tirmizt,
III. 374; Nesâî, IV, 25; Muvatta, I, 235; Müsned, II, 239, 276, 473
[84] Tirmizî, IV, 319; İbn Mâce, II, 1210; Müsned, IV, 154,
VI, 27, 29. (Bazılarında az lafız farkıyla).
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/559-560.
[86] Buhârî, I. 351, IV, 1693, 1733, 1793; Müslim, I, 39,
40; Nesâi, V11I, 102; İbn Mâce, I, 25; Müsned, II, 24, 5«, 122.
[87] Buhârl, I, 27,
IV,
1793...; et-Tayâlisî, Müsned, I, 5; Müslim, I, 39, 40.
[88] Buna göre anlam: Herşeyden haberdar olup, herşeyi
bilendir şeklinde olur)
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 13/560-563.