Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Kur'ân Âlemlerin Rabbından İndirilmiştir
Kendilerine Uyarıcı Gönderilmeyen Putperestler
Göklerin Ve Yerin Altı Dönemde
Yaratılması
Yarattığı Her Şeyi Güzel Yaratmıştır
O, İnsanı Yaratmaya Çamurdan Başlamıştır
Âdem'in Neslinin Süzülmüş Bayağı Bir Sudan Yaratılması
Hazırlanan Şekle İnsanî Ruhun Üflenmesi
Allah, Kendi Ruhundan Âdem'e Üflemiştir
Rablarına Kavuşmayı İnkâr Edenler
Âhiret Günündeki Pişmanlığın
Hiçbir Yararı Olmaz
Allah Dileseydi Herkesi Doğru Yola İletirdi
Ezeli İlim İnsan Hayatının Seyrini Ve Neticesini Tesbit Etmiştir
Allah'ın Âyetlerine İnananların Vasıfları Ve Özellikleri
Güzel Amellere Karşılık Nelerin Hazırlandığını Bilmek Mümkün Müdür?
Kur'âım-I Kerîm Akla Ve Sağduyuya Hitap Eder
Musa Peygamber'e (A.S.) Uyanlar Misâl Veriliyor
Hz. Muhammed'in (A.S.) Musa Peygamber'e Kavuşacağı Haberi
İsrail Oğullarl'nın Ahdi Bozması
Mekkeli Putperestlere Ve Diğer İnkarcılara Öneri
Fetih Gününün Hemen Gelmesini Acele İsteyenler
18, 19, 20. âyetleri
dışında tamamı Mekke'de inmiştir. Sözü edilen üç âyetin ise Medine'de indiği
söylenir. Mukatil'e göre : 16. âyetten yirminci âyete
kadar olan kısmı Medine'de inmiş, geriye kalanı Mekke'de nazil olmuştur. [1]
15. âyeîiyle secde emredildiği için sûreye «secde» ismi
verilmiştir, ?
Âyet sayısı : 30
Kelime » :
380
Harf »
: 1518 [2]
1— Hz. Muhammed'in
(A.S.) peygamberliğini isbat eder
mahiyette açıklamalara yer veriliyor ve Arap müşriklerine daha önce
uyarıcı bir peygamber gönderilmediği konu ediliyor.
2— Allah'ın varlığını ve birliğini isbat eden deliller ve belgeler sıralanıyor; kurduğu düzenin
kusursuzluğu ve mükemmelliği işleniyor.
3— Öldükten sonra dirilip ikinci hayatın
başlayacağını açıklar anlamda birtakım delil ve belgelere yer veriliyor. 4— Sonra da kıyametin bir gününün bizim
sun'î zaman hesabımızla 1000 yıl kadar uzun olduğuna
dikkatler çekiliyor.
İnsanın ilk
yaratılmasına değinilerek bu konuda ilim adamlarına ışık tutuluyor ve hareket
noktası belirleniyor.
5— Suçlu
günahkâr sapıkların kıyamet
günündeki acıklı durumları tasvir ediliyor.
6— Mü'minlerin
dünyadaki bazı durumlarına parmak basılıyor ve âhi-rette sâlih
mü'minlere hazırlanan büyük mükâfatlardan müjde
anlamında haber veriliyor.
7— İnkarcı sapıkların, şaşkın müşriklerin alay
yoluyla âhiretin acele meydana gelmesini istemeleri
üzerinde duruluyor ve ilâhî sünnetin şaş-mazlığına
işaret ediliyor. [3]
1— Elif- Lâm- Mîm.
2— Bu Kitab'ın
âlemlerin Rabbından indirildiğinde hiçbir şüphe yok-
3— Yoksa
onun (Peygamber tarafından) uydurulduğunu mu söylüyorlar?! Hayır, senden önce
kendilerine bir uyarıcı gelmeyen bir milleti uyarman için o, Rabbından (indirilen) hakkın (gerçeğin ve doğru yolun) kendisidir.
Ola ki doğru yolu bulurlar,
Bunlar «hurûf-i
mukatta'a»dan olup Allah ile Peygamberi arasında bir
şifre; sûrenin özetini ve hikmetini yansıtan işaretlerdir. Asıl delâlet ettiği çmanayı Allah daha iyi bilir. [4]
«Bu kitabın, âlemlerin
Rabbından indirildiğinde hiçbir şüphe yoktur.»
Kur'ân her âyet ve cümlesiyle, kelime konumu ve konusuyla;
taşıdığı ahlâkî, hukukî, ilmî esaslarıyla; âhiretle
ilgili beyanlarıyla; Allah'ın varlığı ve birliği hakkında verdiği temel
bilgilerle; fesahat ve belâğetteki insan kudretini
aşan üstünlüğüyle, insan sözünden ve üslûbundan kesinlikle ayrılır; öyle ki,
beşer kafasından ve kaleminden, hiçbir çağda tazeliğini kaybetmeyen ve ilmî
buluşlarla hep uyum sağlayan, tasdîk edilen böyle bir kitabın ve bilgi
demetinin çıkması mümkün değildir. O nedenle İslâm'a karşı olanlar Kur'ân'a nazîre yazmak için asırlarca uğraşmışlar; ama her
defasında gülünç duruma düşmekten öteye geçememişlerdir.
O bakımdan ilgili
âyetlerle Kur'ân'ın ilâhî özellikleri konu edilerek,
âlemlerin Rabbından indirilme olduğunda hiç şüphe
bulunmadığı açıklanıyor.
Böylece Kur'ân'ın
Muhammed (A.S.) tarafından uydurulup ortaya çıkarılan bir kitap olmadığı
muhakkaktır. Hz. Muhammed'in (A.S.) binlerce
hadîsinde kullandığı üslûp ile Kur'ân'da hâkim olan
ilâhî üslûp arasında benzerlik söz konusu değildir. Biri ilâhî olduğunu, diğeri
beşerî olduğunu her kelime ve cümlesiyle yansıtmaktadır. Aynı zamanda o gün de,
bugün de okumuş ve okumamış bir kimsenin bu kadar kusursuz, mükemmel bir eser
verdiğini ve vereceğini aklı başında hiçbir ilim adamı iddia etmemiş ve böyle
bir cesarette bulunamamıştır. Batılı birtakım garazkâr ilim adamlarının bu
konudaki saçmalıkları, ilim adına yüz karası olmaktan başka bir sonuç
sağlayamamıştır. Aynı zamanda yine Batılı ilim adamlarından gerçekçi olup
konuya bilimsel açıdan eğilenler ise, onların iddialarını tak-bîh etmiş ve hem Hz. Muhammed'in
(A.S.) yüksek şahsiyetini, hem de Kur'ân'ın bütünüyle
ilâhî olma özelliğini övmekle bitirememişlerdir. [5]
«Yoksa O'nun
(Peygamber tarafından) uydurulduğunu mu söylüyorlar?! Hayır, senden önce
kendilerine bir uyarıcı gelmeyen bir milleti uyarman için o, Rabbından (indirilen) hakkın (gerçeğin ve doğru yolun)
kendisidir. Ola ki doğru yolu bulurlar.»
Mekke ve çevresinde
yaşayan insanları, düştükleri küfür bataklığından, izledikleri yanlış ve
tehlikeli yoldan kurtarıp doğru yola çağıran bir uyarıcının daha önce
gönderilmediği açıklanıyor. Şüphesiz bu, fetret dönemine, yani Hz. İsa (A.S.) ile Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz arasında gecen altı asra yakın süreye işarettir. Bu süre
içinde Mekke ve çevresine, hattâ Arap Yanmadası'na
putperestleri uyaran bir peygamber gönderilmemiştir. Bu dönemden önce ise,
yine Kur'ân'ın beyanıyla, her kavim ve millete
uyarıcı peygamberler gönderildiği kesindir. Tabii bu arada Arap Yarım-adası'na
da ihtiyaç duyuldukçd peygamber gönderilmiştir.
Nitekim Mekke vadisine ilk gelip yerleşen ve orayı bayındır hale sokan ilk
peygamber Hz. İsmail (A.S.)dır. Ondan sonra bu vadi
pek boş bırakılmamış; zaman zaman Allah'ın elçileri
tebliğ ve irşatta bulunmuşlardır.
O halde Hz. Muhammed'in (A.S.) risâlet
göreviyle Mekke'de ortaya çıkması, önce o kavim ve millet için büyük bir lütuf
ve rahmet olmuştur. Ne var ki, onlar ilk yıllarda bu lütuf ve rahmeti idrâk
edemeyip itmişler ve yaktığı irfan meşalesini söndürmeye çalışmışlar; sonra da
Mekke'nin fet-hedilmesiyie
çaresiz kalıp inatlarından vazgeçerek doğru yolu seçmişlerdir.
İlgili âyete «Ola ki doğru
yolu bulurlar» cümlesiyle onların Mekke'nin fetih dönemine işaret edilmekte ve
inkârda sonuna kadar ısrar etmiyecek-leri dolaylı şekilde anlatılmaktadır. [6]
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân-ı Kerîm'in bütünüyle âlemlerin Rabbi Allah'tan
indirildiği açıklandı ve putperestlerin ölçüsüz suçlamalarına atıf yapıldı ve
uzun bir süre irşat edilmedikleri belirtilerek, Hz.
Muhammed'in (A.S.) önce onları irşada başlamasıyla Cenâb-ı
Hakk'ın büyük bir lûtufta
bulunduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
kurduğu mükemmel düzene dikkatler çekiliyor ve birtakım ipuçları veriliyor.
Sonra da yarattığı her şeyi en güzel biçimde ortaya koyduğuna değinilerek ilk
insanın ve ondan üreyip meydana gelen soyunun yaratılışlarındaki özellik
üzerinde duruluyor ve ilim adamlarına ön bilgi veriliyor. [7]
4— O Allah
ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (devir) de yarattı,
sonra da Arş üzerine saltanatını kurdu. Sizin için O'ndan başka ne bir dost ve
sahip, ne de bir şefaatçi vardır. Artık iyice düşünmez misiniz?
5— Gökten yere bütün işleri O düzenleyip
yönetir. Sonra da işler, sizin hesabınıza göre bin yıl kadar süren bir günde
O'na yükselir.
6— İşte bu (Allah) görünmeyeni de, görüneni de
bilendir. O çok üstündür, çok güçlüdür, çok rahmet edendir.
7— O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı ve
insanı yaratmaya çamurdan başladı.
8— Sonra onun neslini bayağı bir suyun süzülen
(sperma haline geleninden meydana getirdi.
9— Sonra da düzeltip kılığına soktu ve kendi
ruhundan ona üfledi de (böylece) size işiten kulaklar, gören gözler, anlayan
kalpler var kıldı. Buna rağmen ne de az şükrediyorsunuz!
«Şüphesiz ki Allah
gökleri ve yeri, ikisi arasındaki şeyleri altı dönemde yarattı; yedinci
dönemde Arş üstüne saltanat ve azametini kurdu. Toprağı cumartesi günü,
dağları pazar günü, ağaçlan pazartesi günü, nahoş şeyleri salı günü, nuru
çarşamba günü, hayvanları perşembe günü, Adem'i de cuma günü ikindiden sonra
son saatte yarattı.
Âdem'i yeryüzünün
kızıl, siyah, iyi ve kötü (toprak) kısımlarından yarattı. Onun için Allah
(c.c.) ademoğullarını iyi ve kötü diye iki kısma ayırmıştır.»
[8]
«Allah (c.c.) Âdem'i
kendi suretinde yarattı; boyunun uzunluğu altmış zira' (yaklaşık 40 metre) idi.
Sonra Allah ona : «Git de şu oturmakta olan bir grup meleğe selâm ver de sana
nasıl dirlik ve esenlik dileyeceklerine kulak ver. Çünkü bu hem senin, hem de
soyunun dirlik ve esenlik dileğiniz olacaktır.»
Bunun üzerine Âdem (A.S.)
gidip o meleklere: «es-Selâmü aleyküm»
dedi. Melekler de ona : «es-Selâmü aleyke ve rahmetullahi» diye
karşılık verdiler. Böylece onlar «ve rahmetullah»
sözünü artırdılar. Artık cennete girecek herkes Âdem'in suretinde altmış zira'
boyunda olacaktır. İnsanlar devamlı ki salarak bugünkü duruma gelmişlerdir.» [9]
«O Allah’ki
gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (devir)de yarattı..»
Kur'ân-ı Kerîm'de «gökler, yer ve ikisinin arasındaki
şeyler» şeklindeki anlatım, mevcut bilinen ve bilinmeyen bütün sistemleri
kapsamaktadır. Buna fizik âlemi de diyebiliriz.
Ortaya atılan son
teoriye göre, kâinat, içinde çok sınırlı sayıda gök-cisim bulunan kapalı bir
boşluk olarak sanılmaktadır. Öyle ki, bu boşlukta bir doğru çizgi 500 milyar
ışık yılı yol aldıktan sonra başlangıç noktasına dönmektedir.
İster bu teori doğru
olsun, ister doğruya yakın kabu! edilsin, isterse
hatalı düşünülsün, sonuç olarak kâinatın maddeyle ilgili kesimi sınırlıdır.
Buna kapalı boşluk tabiri verilmiştir. Onun ötesi mana âlemidir ki biz ona
fizikötesi de diyebiliriz.
Anlaşıldığı üzere,
madde alemine genel anlamda mecazî bir deyimle gökler ve yer veya hakikî
anlamda «kâinat» denilmektedir. Yeryüzü dahil bütün sistemler, süreleri
kesinlikle bilinmeyen altı dönem veya devirde yaratılmıştır. Bu tarz anlatım Kur'ân'ın tam yedi yerinde anılmıştır.[10] Mevcut
Tevrat nüshalarında da bu konu biraz farklı bir anlatımla yazılıdır. Özellikle
Tekvîn Kitabı'nda bu konu çok detaylı biçimde anlatılmıştır[11]
Cenâb-ı Hak, süresini rakamla belirtmediği bu dönem veya
devirleri «sittet-i eyyam» yani «altı yevm» tabiriyle açıklamaktadır. Çünkü «yevm»
kelimesi bulunduğu konu ve yer aldığı cümleye göre üç ayrı mana ifade eder.
Biri, bizim sun'î olarak belirlediğimiz 24 saata, biri sadece kısa bir zaman parçasına, (bir an gibi);
biri de başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen çok uzun bir süreye delâlet eder. «Yevm» kelimesinin bu üç manaya delâlet ettiğini
bilmeyenlerin çoğu, yazdıkları Kur'ân meal ve
tefsîrinde onu «gün» ile tercüme etmişlerdir ki bu bazı yerde hatalı bir sonuç
doğurmaktadır.
«Yevm»
kelimesi hakkında geniş bilgi edinmek isteyenlere, Ebû'i-Ba-ka'nın Külliyat'ını, Râğıb el-Esbehanî'nin
Müfredat'ını tavsiye ederiz. Ayrıca «yevm» sadece
fecrin doğusuyla güneşin batışı arasındaki zaman parçasına da delâlet eder. [12]
Konumuzu oluşturan âyette ve Kur'ân'ın diğer altı yerinde «yevm»
kelimesi, başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen cok uzun
süre anlamına delâlet etmektedir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı uzun
dönemde yarattığı anlaşılıyor. [13]
«Sonra Arş üzerine
saltanatını kurdu.»
«Saltanat» ile
çevirisini yaptığımız «istiva», bilindiği gibi sözlük olarak bir yerde karar
kılmak, üstünlük sağlamak, beraber eşit olmak, doğrulmak, bir şeye azmedip
yönelmek gibi mânalara delâlet eder.
Cenâb-ı Hakk'ın Arş üzerine
istivası, azamet, kudret kahır ve saltanatını kurması, tedbirine merkez
yapması ve yüce kudretinin orada daha çok tecelli etmesi olabilir. Bu bize ait
bir yorumdur. Cümlenin delâlet ettiği hakiki manayı Allah daha iyi bilir.
Arş: Daha önoe de belirttiğimiz gibi[14]tavan,
taht, yücelik, azizlik, saray, saltanat, şan ve şeref gibi manalarda
kullanıldığı gibi, dayanak, rükün, çadır, çardak, tabut, kuş yuvası ve gölgelik
gibi manalara da delâlet eder. [15]Kur'ân'ın yirmiye yakın yerinde geçen Arş ise, göklerden
çok büyük, Cennetler üzerinde yüksekçe tavan görünümünde, tahmin edile-miyeçek kadar geniş, tasavvur edilemiyecek
kadar azametli bir sistemdir; ilâhî kudret ve saltanatın daha çok tecelli
ettiği ve çekim kanunuyla kâinatın merkezi durumunda bulunduğu yerdir. Kısaca
diyebiliriz ki, İlâhî tedbir ve tasarrufun merkezi, varlık âleminin en büyük
dengesidir.
İlâhî kudret ve azamet Arş'ta
tecelli edip bütün varlık âlemine yönelince, artık insan için Allah'tan başka
gerçek dost, yakın mevlâ ve yardımcı düşünülebilir
mi? [16]
Gökten yere bütün
işleri O düzenleyip yönetir. Sonra da işler, sizin hesabınıza göre bin yıl
kadar süren bir günde O'na yükselir.»
Gökten yeryüzüne,
Arş'tan bütün varlık âlemine emirleri, işleri düzenleyip belli programlara
göre yöneten ilâhî kudretin aralıksız tecellileri söz konusudur. Bütün işler ve
ameller dünyada da, âhirette de O'na döndürülür.
Dünyada işlenilen her fiil ve olay, kafa ve kalplerden geçen her düşünce ve
duygu, her niyet ve azim, bizim hesabımızla bin yıllık bir süreye denk gelen
bir günde veya bir anda Cenâb-ı Hakk'a
yükselir. Kıyamet gününde de bunların hepsi yine bizim hesabımıza göre bin
yıllık bir süreye tekabül eden bir günde veya bir anda O'nun huzurunda
sergilenip karşılık görür.
Diğer bir yorumla, bin
yılık süre burada sınırlı olmayıp o devirdeki günün uzunluğunu belirtmeye
yönelik mecazî bir tabirdir. Zira Arap Edebiya-tı'nda genellikle sıkıntılı günler uzunlukla, neşeli günler
kısalıkla vasıflandırılır. Nitekim İbn Abbas (R.A.) da Araplar arasında buna benzer tabirlerin
sıkıntılı ve neşeli günlere göre kullanılmakta olduğundan söz etmiştir.
Diğer bir tefsire göre
; Bin yıllık sürenin bir anda kat'edilmesi veya bir
günde alınması hem kâinatın büyüklüğü, hem de meleklerin hızı hakkında bilgi
vermeye yönelik bir anlatım tarzıdır.
Meâric Sûresi'nde ise, şu anlatıma yer verilmektedir:
«Melekler ve Ruh (Melek Cebrail veya çok büyük bir melek olan Ruh), miktarı
elli bin yıl olan bir günde ona (o derecelere) yükselirler.»
Kâinatın büyüklüğünü
düşündüğümüz zaman her gök bir basamak anlamına gelir. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın belirlediği
manevî saygı ve ta'zîm makamına yükselen melekler ve
onların başı Cebrail veya çok büyük bir melek olan Ruh, bu dereceleri veya her
birini, bizim sun'î zamanımıza tekabül eden bir
günde veya bir anda geçerler. Zira âyette anılan «yevm»
kelimesi, bu sûrenin dördüncü âyetinde de açıkladığımız gibi, üç manaya delâlet
eder. Onlardan biri de «çok kısa bir zaman parçası» yani «an»dır. Bu takdirde,
meleklerin hızı ışık hızının çok üstündedir. Bir anda, elli bin yıllık mesafeyi
aşmakta ve belki de ışık hızına göre olan elli bin yılı saniye ve salise
denilecek kadar kısa bir zaman parçası içinde geçmektedir.
İki âyette değişik
rakam kullanılarak birinde «bin yıl», diğerinde «elli bin yıl» denilmektedir.
İş ve amellerin, niyet ve azimlerin, Allah'ın belirlediği dereceye yükselmesi,
bizim hesabımıza göre bin yıla tekabül eden bir onda yükselmektedir. Başta
Cebrail olmak üzere meleklerin takdir edilen dereceleri aşması ise, bizim
hesabımıza göre elli bin yıla tekabül eden bir anda gerçekleşmektedir.
Böylece iki âyet
arasında bir çelişki hiçbir zaman söz konusu değildir ve olamaz da.. [17]
Çünkü Cenâb-ı
Hak gerçekten görünmeyeni de, görüneni de en iyi bilir. O çok üstündür, çok
büyüktür ve geniş rahmet sahibidir. İzzet ve kudreti her şeyi teshîr edip baş
eğdirmiştir, [18]
«O kî yarattığı her
şeyi güzel yarattı..»
Allah her türlü noksanlıktan,
acizlikten, bilgisizlikten pâk ve yücedir. Yoktan yaratıp vücuda getirmek O'na
mahsustur. Yarattığı her şeyi en güzel şekilde, vasıfta ve özejlikte
yaratmıştır. O'nun eserinde noksanlık söz konusu değildir. Çünkü O, kurduğu
düzen esaslarına göre, bir şeyi nasıl yaratmasını plânlamışsa, ona göre
yaratmıştır. Öyle ki, her şeyi vereceği yarar ve hizmet ölçüsünde ve düzeyinde
var kılmıştır. Zararlı bildiğimiz veya sandığımız şeyler bile bir bakıma
yararlıdır ve yararlı olduğu, denge sağladığı için yaratılmıştır. İlmî
araştırmalar o zararlı sayılan şeylerin de birtakım yararları bulunduğunu yavaş
yavaş tesbit edip ortaya
çıkarmaktadır. Meselâ sivrisinek zararlı bir yaratık kabul edilir veya öyle
bilinir. Aslında bataklıkların kurutulması, pisliğin ortaya atılmaması,
kurutma kanallarının yapılıp toprağın verimli düzeye getirilmesi gibi
hikmetlere yönelik bir yarar da sağlamakta, yani bizleri bir bakıma belirtilen
hususları eksiksiz yerine getirmeye zorlamaktadır. Bundan başka daha kim bilir
ne gibi faydaları vardır.. Onun gibi, zararlı ve tehlikeli sayılan yılanın,
günümüzde tababette zehirinden yararlanılmakta ve
eczacılıkta kullanılmaktadır. [19]
<Ve insanı
yaratmaya çamurdan başladı.»
İlk insanın çamurdan
yaratıldığı kesindir.,Zira bu önemli konu, az değişik anlatımla Kur'ân-i Kerîm'in ondan fazla yerinde tekrarlanır ve çamurun
özelliklen ise altı yerde açıklanarak geniş bilgi verilir. [20]Özellikle
bu altı âyeti biraraya getirdiğimizde şu sonucu elde
edebiliriz: İlk insan Âdem (A.S.) süzülmüş siyah, yapışkan, pişirilip kokuşmuş,
sertleşip tuğlalaşmış balçıktan yaratılmıştır.
Siyahtan maksat,
hazırlanan çamurda kara toprağın çoğunlukta olduğuna işarettir. Sertleşip
tuğlalaşması, killi yağlı topraktan meydana geldiğini gösterir. [21]
Sahîh hadîsten de anlaşıldığı
üzere, Cenâb-ı Hak ilk insan Âdem'i kendi suretinde
yaratmıştır. Bu anlatımdan maksat, Allah'a suret, şekil nis-bet
etmek değil, O'nun ilk insanı yaratmayı irâde ettiğinde, ezelde programladığı
sureti vücuda getirmek için bir defa tecellide bulunmasıdır. Bu suret
şekillenen balçığın sözü edilen programa uygun olan biçimidir; öyle *ki ilâhî
kudret yaratma iradesiyle bu surete tecellide bulunarak hazırladığı maddeye
ruhu yerleştirip ona canlılık bahsetmiştir. Şüphesiz ki biz ne bu tecellinin
mahiyetini, ne de bağlı bulunduğu hilkat kanununun içyüzünü bilebiliriz. O,
bütünüyle «kün» yani «ol» emriyle gerçekleşmiştir. [22]
«Sonra onun neslini
bayağı bir suyun süzülen (sperma haline gelen)inden meydana getirdi.»
Âdem'in yaratılması
hakkında tecelli eden ilâhî kudret ve o kudrete bağlı hilkat kanunu, ikinci ve
değişik bir tecelliyle Âdem'in neslinin meydana gelmesini sağlamıştır. «Kün emri», bu ikinci tecelliyle, biyolojik kanunları
harekete geçirerek yine ezelde takdîr edilen ölçü ve anlamda kıyamete kadar
devam edecek insan neslinin vücut bulmasını sağlamıştır.
Ayette «bayağı bir suyun
süzüleninden» şeklinde bir anlatıma yer verilmesi, belsuyunun
içihde oluşan ve o suyun özünü taşıyan spermaya işarettir.
Bu, daha çok biyologlara ışık tutup ana fikir vermeye yönelik bir ifade tarzıdır. [23]
«Sonra da düzeltip
biçimine soktu ve kendi ruhundan ona üfledi..»
Hem ilk insan, hem de
ondan üreyen nesli için daha önce ruhlar âleminde yaratılan ve sayısı
dondurulan insanî ruhlar, sırası geldikçe ana rahminde şekillenen ve hayvan?
ruhla ceninlik vasfını alan insana üflenir. Şüphesiz bu anlatım şekli, bizim
anlamamızı kolaylaştırmak içindir. Zira ruh için bir engel söz konusu olmadığı
gibi, bedene yerleşmesi de ilâhî emirle gerçekleşmektedir. Kendi âleminden
melek refakatinde iner ve o âleme ait bilgiler kendisinden geri alınır da
öylece kendine ait bedene girip yerleşir.
Hayvan? ruha gelince :
O ilk önce belsuyunda oluşan spermada tezahür eder.
Nitekim mikroskopun icadıyla bu sır çözülmüş ve
menideki binlerce, milyonlarca spermanın canlı olduğu görülmüştür. [24]
Burada ruhun Allah'a nisbet edilmesi, «beytullah», «nakatüllah» gibi, teşrif içindir; aynı zamanda ruhun
Allah'ın bilgisine has bir varlık olduğuna, insanlarca mahiyetinin bilinemiyeceğine işarettir. Nitekim Kur'ân'da,
«Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbımın
emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir» mealindeki İsrâ Sûresi 85. âyetle bu incelik açıklanmakta, ruhun
«ilâhî emir»den olduğu, madde ötesinden geldiği, manevî bir anlam ve hüküm
ifade ettiği belirtilmektedir.
Bunun için ilim adamlarının,
varlık âlemini, biri «âlem-i emr», diğeri «âlem-i
halk» diye iki kısma ayırdıklarını görüyoruz.
Birincisi, fizik-kimya kanunlarının üstünde ve ötesinde ilâhî buyruğa bağlı ve
ancak pna has bir tecelliyle var kılınan âlemdir.
İkincisi, belli sebeplere ve bilinen kanunlara bağlı olup ilâhî irade ve
kudretle vücut bulan âlemdir. Dünyamızda doğup büyüyen, ölüp şekil değiştiren
canlılar âlemi bu cümledendir. [25]
Ve (böylece) size işiten
kulaklar, gören gözler, anlayan kalpler var kıldı. Buna rağmen ne de az
şükrediyorsunuz.»
İnsanı tamamlayan,
eşya ile ilgisini sağlayan ve onu diğer canlılardan ayıran
üç önemli organa dikkatler çekiliyor. İşitmeyi sağlayan kulak, görmeyi sağlayan
göz, işitilen ve görülen şeyleri anlayıp değerlendiren kalp, gönül ve beyin.
Zira burada «fuad»ın çoğulu
olan «efide»den maksat, kulağa, göze ve diğer bütün
organlara kumanda eden, işitilen ve görülen şeyleri sesiyle, rengiyle,
biçimiyle alıp arşivleyen ve birçok merkezleri bir-arada taşıyan beyin
merkezleri ve ona bağlı olan kalp irfanı olması kuvvetle muhtemeldir.
İnsana verilen birçok
nîmetler dizisinde şüphesiz ki bu üç organın ve sağladıkları faydaların yeri çok
büyüktür, Kör, sağır, kalpsiz ve şuursuz tabiatın ya
da tesadüflerin bu kadar mükemmel, akıllara durgunluk verecek özellikte bir
varlığı ve bu varlıkta bulunması mutlaka lüzumlu olan bu üç organı meydana
getirdiği elbette düşünülemez. Zira ortada çok mükemmel bir cihaz ve o oihazı yaratıp varlık alanına getiren çok mükemmel bir kudret
ve sınırsız bir ilim söz konusudur.
Buna rağmen insanların çoğu
bu üstün kudret ve sınırsız ilmi inkâr edip kâinatta şaşmayan mükemmel plân ve
düzeni, plân ve düzenden bütünüyle habersiz tabiata ya
da tesadüfe bağlayarak nankörlük ve isyan ederler, [26]
Cenâb-ı Hakk'ın kurduğu mükemmel
düzene değinildi. Doğruyu araştırıp bulması için insan aklına ışık tutuldu,
malzeme verildi. Sonra da Allah'ın kudret elinden çıkan her şeyin en güzel
şekilde yaratıldığına dikkatler çekilerek, eşyada O'nun damgasını görmemiz
istenildi. Arkasından Âdem ve soyunun yaratılma konusu üzerinde durularak
hareket noktası belirlendi.
Aşağıdaki âyetlerle, öldükten
sonra dirilip kalkmayı inkâr edenlere düşündürücü anlamda cevap veriliyor ve
kıyamet gününde suçlu günahkâr müşriklerin durumu tasvîr edilerek uyarıda
bulunuluyor. [27]
10— Dediler ki: yeryüzünde toprağa karışıp
belirsiz hale geldiğimizde mi yeniden yaratılacağız? Hayır, (onlar buna
inanmamakla) Rablarffia kavuşmayı inkâr ediyorlar.
11— De ki: Sizin (ruhunuzu almaya) görevli
kılınan Ölüm Meleği canınızı alır, sonra da Rabbınıza
döndürülürsünüz,
12— Suçlu günahkârları, Rablarınin
huzurunda başlarını eğerek: «Ey Rabbımız! artık
gördük ve işittik, bizi (Dünya'ya) ge" çevir de
iyi-yararh amelde bulunalım; çünkü biz artık
kesinlikle inanıp anlamış bulunuyoruz» dedikleri vakit görsen.
13— Biz dileseydîk herkesi doğru yola iletirdik;
ama şanıma yemin olsun ki, Cehennem'i cinlerle, insanlarla olduğu gibi
dolduracağım diye benden hak bir söz çıkmıştır.
14— O halde bugüne kavuşmayı unutup kulak ardına
atmanız sebebiyle tadın tadacağınızı. Şüphesiz ki, biz de sizi unuttuk
(rahmetimizden sizi uzak tuttuk). Artık yapageldiğiniz
işlere karşılık sonsuz azabı tadın!
«Hayır (onlar buna
inanmamakla) Rablanna kavuşmayı inkâr ediyorlar.»
Şüphesiz Allah'ın
varlığına, birliğine ve kemal sıfatlarına dosdoğru imân, âhirete
de imânı gerektirir. Varlık âleminde yer alan eşyada ilâhî sanatın izlerini
görmeyen ve,eşyanın teşbihini anlamayan körler ve anlayışsızlar, elbette
Allah'ın varlığını anlayamazlar.
Ayrıca dünya hayatıyla
ilgili hikmet ve amacı idrâk de, ikinci hayatın gerçekleşeceğini anlayıp kabule
delâlet eder. Bu iki ayn âlem birbirini tamamlamakta,
biri diğersiz anlamsız ve hikmetsiz kalmaktadır. Aynı zamanda biz kendi
isteğimizle dünyaya gelmedik, bir başkasının istek ve if-âdesiyle yoktan var kılınıp dünya denilen aşağı âleme
getirildik. Böylece insanın kendi kendini yaratan bir kudret olmadığı
kesindir. Onu birçok yeteneklerle donatan bir kudret söz konusudur. Bunun
aksini varsaydığımız zaman, o takdirde herkes kendi arzu ve hevesine göre
kendini yaratır; o sebeple de çok değişik, birbirine birçok yönleriyle
benzemeyen antropolojik tipler ve biçimler ortaya çıkardı.
O halde insanı
yaratan, insandan kıyas kapsamına girmiyecek anlamda
çok üstün bir kudretin mevcudiyetine inanmak gerekir. O kudret sevip yarattığı
ve kâinattaki birçok şeyleri hizmetine sevkettiği
insanı öldürüp tamamen belirsiz hale getirmek istemez. Bilâkis onu ebedî kılıp
daha geniş nimetlere gark eder.
İşte ilgili onuncu âyetle bu
inceliklere işaretle çok etraflı düşünmemiz ilham edilmektedir. [28]
«De ki: Sizin(ruhunuzu
almaya) görevli kılınan ölüm meleği canınızı alır. Sonra da Rabbınıza
döndürülürsünüz.»
Kâinatta her olay
mutlak surette önceden hazırlanmış bir plân ve programa göre meydana gelir.
Plân ve programı denetleyen ve uygulayan görevli melekler vardır. Böylece bu
düzenleme hiç aksamadan, şaşmadan, yanlışlık yapılmadan sürüp gider. Çünkü
nurdan yaratılıp ilâhî kudrete geniş çapta mazhar
kılınan meleklerde unutma, yanılma, ihmal ve hatâ söz konusu olamaz. Zira bu
saydığımız ârizî noksanlıklar nefse has sıfatlardır;
meleklerde ise nefis yoktur,
Görevli melekler nasıl
vakti saati gelince ruhlar alemindeki insanî ruhları yeryüzüne indirip anarahminde oluşan cenine üflüyorlarsa, öylece ruhun
bedeni terketme vakti ve saati gelince yine onu bir
yanlışlık yapmadan alıp Berzah Âlemi'ne götürürler ve lâyık olduğu bölüme
yerleştirirler. On birinci âyetle bu hususun ana teması işleniyor ve «teveffi» kelimesi kullanılıyor ki bu, görevli meleğin,
bedenini terkedecek çizgiye gelen ruhu olduğu gibi
alıp yükseltmesi demektir.
Yine âyetin açık
delâletinden, insanların ruhunu alan meleklerin özellikle bu iş için
görevlendirildikleri, yani onlara yüklenilen programın bu olduğu anlaşılıyor.
Ölüm meleği bir tane
midir, yoksa birden fazla sayısı belirsiz kadar çok mudur? Âyet ve hadîslerin
açık delâletinden şunu öğreniyoruz: Ölüm meleği bir tane değil, sayısı bizce
belirsiz denilecek kadar çoktur. Onların başında, işi organize edip yürüten
büyük bir melek vardır ki ona «Azrail» deniliyor.
Sonra ilâhî plân ve program
gereği mevcut düzen bozulup, yani ruhlar alemindeki insanî ruhların tamamı
yeryüzüne inip kıyamet olayı meydana gelince ve yeni düzen kurulunca, insanlar
için takdîr edilen ikinci hayata kalkış başlar ve böylece dönüş Allah'ın adalet
terazisinin yer aldığı huzura olur. [29]
«Suçlu günahkârlar, Rablarının huzurunda başlarını eğerek
«Ey Rabbımız, artık gördük ve işittik; bizi (dünyaya) geri
çevir de iyi yararlı amelde bulunalım. Çünkü biz artık kesinlikle inanıp
anlamış bulunuyoruz» dedikleri vakit bir görsen.»
Cenâb-ı Hak âhiret gününde
meydana gelecek önemli bir olayı tasvir ederek, inkarcıları ve şüphe içinde
çırpınan kararsızları uyarıyor; ölmeden önce hakikati anlamaya ve hakka yönelip
niçin yaratıldığımızın hikmet ve anlamını idrâka
çalışın; aksi.halde dönüşü mümkün olmayan bir çizgiye gelirsiniz de pişmanlığın
hiçbir yararı olmaz, şeklinde tavsiyede bulunuyor.
İşte tasavvufta «ölmeden önce
ölmek sırrına erişme» bir bakıma bu gerçeği yansıtıyor. Zira bütün bunları
öğrenip anlayacak, inanıp kavrayacak yetenekler insana verilmiş ve üstelik
yardımcı olarak da kitap indirilmiş, peygamber gönderilmiştir. [30]
«Biz dileseydik
herkesi doğru yola iletirdik..»
Cenâb-i Hak dileseydi insanları da nefis denilen ve
kötülüğü çokça telkîn edip insanı o istikamete iten âmilden uzak tutar, melek
tabiatlı kılar ve her haliyle Hakk'a itaat eden bir
varlık düzeyine getirebilirdi veya meleklerin devamlı ilhamıyla, kendi
kudretinin o yönde tecellisiyle insan ruhunu çok üstün duruma getirir, nefsin
kötü arzularını tamamen tesirsiz kılarak bir bakıma insanı
melekleştirebilirdi. Neden böyle yaratmadı, yaratmış olsaydı neler olurdu, ne
gibi sakıncalar doğardı?
Bilindiği gibi ilâhî
kudret kemal derecesindedir; yani sınırı ve sonu yoktur. O bakımdan dilediğini
yapmaya muktedirdir. O'nun için zorluk, sıkıntı, engel gibi söz ve kavramlar
söz konusu değildir. Noksan sıfatlardan pak ve yücedir. Ancak insan denilen
canlıyı «ahsen-i takvim» üzere yaratmayı irâde
ederken, eşyayı onun için, onu da Rabbını bilip
ibâdet etmesi için var kılmış ve ne melek, ne de hayvan türünden olmayıp ikisi
arasında ona bir özellik vererek hem dünya, hem de âhiret
hayatını yaşamasını dilemiştir. Gerçek bu olunca, bu iki hayat birbirini
tamamlamakta ve biri diğeriyle hikmet ve amacının ne olduğunu yansıtmaktadır.
Dünya hayatı bütünüyle
hareket, mücadele, didinme, çalışma ve ihtiyaçları karşılama dönemidir.
Bunların sağlanması için insanda nefis ve ona bağlı istek, arzu, ihtiras ve
emel gibi duygular meydana getirilmiştir. Ancak bu duyguları meşru sınırda
tutabilmemiz için de kitap indirilmiş ve peygamber gönderilmiştir.
İnsan melek gibi
yaratılsaydı, mevcut düzene lüzum kalmaz; aslında dünyaya getirilmesine hem
gerek kalmaz, hem de ilâhî hikmete uygun düşmezdi.
İşte bu ve benzeri sebep ve
hikmetlerden dolayı Cenâb-ı Hak insanı melek veya
melek gibi yaratmamış; ancak onu hem hayvanî, hem de mele-kî sıfatlarla teçhiz
edip plândaki yerine oturtmuş; sonra da iyiliklerin ve kötülüklerin yollarını
bildirerek, fayda ve zararlarını açıklayarak onu serbest bırakmıştır. O
bakımdan insanı, şu dünya hayatında yapacağı her şeyden sorumlu tutmuş ve
ikinci hayatta ciddi bir hesaba tabi' tutulacağını haber vermiştir. [31]
«Ama şanıma yemin
olsun ki, Cehennemi cinlerle, insanlarla olduğu gibi dolduracağım diye benden
hak bir söz çıkmıştır»
Allah'tan sadır olan
hak söz, ezelî ilmiyle, mevcut imkân ve ortamlar düzeyinde insanların nasıl bir
ömür süreceklerini, akil ve idrâklerini hakikate çevirip çevirmiyeceklerini,
eşyada ilâhî damgayı görüp görmeyeceklerini, ilâhî sanatın izlerini tesbit edip etmiyeceklerini;
hakkı bırakıp bâtılın peşine takılıp takılmiyacaklarını:
nefislerine mağlup olup akıllarını nefislerinin emrine verip vermiyeceklerini; peygamberin irşat ve tebliğinden yararlanıp
yararianmıyacaklarını tesbit
etmesine bağlı bir hükümdür. O'nun ilmi yanılmayacağina
göre, ona bağlı hükmü de değişmiyecektir.
İşte Cehennem'i
cinlerle ve insanlarla dolduracağına yemin etmesinin anlamı budur. Yoksa Cenâb-ı Hak, sorumlu ve mükellef tutulan bu iki ayrı
varlığı hiçbir amellerini ve iradî temayüllerini dikkate almadan cehennemlik
kılmış değildir. Zira o takdirde teklîf anlamsız, ibâdet hikmetsiz; iyilik ve
kötülük aldatmaca olurdu. Cenâb-t Hakk'ı
böyle bir düzen kurmaktan tenzih ederiz.
Âyetin açık
anlatımından, cinlerin de insanlar gibi ilâhî tekliflerle yükümlü tutuldukları
anlaşılıyor. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz
için «Resûlü's-sakaleyn»
denilmiştir ki, bu O'nun insanla cinlerin, dünya ile âhiretin
peygamberi olduğunu ifade eder. [32]
Nitekim Zâriyat
Sûresi 56. âyetle Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
«Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.» [33]
Yukarıdaki âyetlerle,
ikinci hayatı bir türlü akıl ve havsalalarına sığ-dıramıyan
inkarcılar uyarıldı ve düşünce ufuklarını genişletmek için âhi-rette meydana
gelecek önemli bir tablo tasvir edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
âyetlerine kimlerin dosdoğru inanacağı konu ediliyor ve onların bazı
özellikleri üzerinde durularak mü'minlere ubudiyetin
en zevkli yanlarından biri misal veriliyor. Sonra da ilâhî düzene uyanlarla,
uymayıp bozgunculuk yapanlar ve helâl-haram sınırlarını birbirine
karıştıranlara dikkatler çekilerek, âhirette onlar
için hazırlanan ceza ve mükâfatlar haber veriliyor. Sonra da belki dönerler
diye inkarcı sapıklara, bozguncu azgınlara azap verileceği hatırlatılarak
ölmeden önce pişmanlık duymaları isteniliyor.
[34]
15__Âyetlerimize
ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine âyetlerimiz hatırlatıldığı vakit
secdeye kapanırlar; Rablarına hamd
ile teşbih edip (kulluk görevlerini yerine getirirken) büyüklük taslamazlar.
16— Onların yanları döşeklerinden aralanıp,
Rablarına
korkarak, umutlanarak duâ eder, yalvarırlar ve kendilerine rizık olarak verdiklerimizden (Allah rızası için)
harcarlar.
17— Hiç kimse işledikleri (iyi-yararlı)
amellerine karşılık gözlerin aydınlığı olarak nelerin saklandığını bilmez.
18— Mü'min olan kimse, fâsık (yozmuş ahlâksız) gibi midir? Bunlar eşit olamazlar.
19— İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlara
gelince: Onlar için yaptıklarına karşılık konukluk olarak Me'vâ
Cennetleri vardır.
20— Yozmuş ahlâksızlara gelince: Onların eyleşecekleri yer, ateştir. Oradan ne kadar çıkmak
isteseler hemen geri çevirilirler ve onlara, «yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın!» denilir.
21— And olsun ki biz onlara
-belki dönerler diye- o en büyük azâpdan önce yakın
azabı da mutlaka tattıracağız.
İbn Ömer (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, içinde secde âyeti bulunan bu sûreyi okuyunca secde eder, Ona
bakarak Ashab-ı Kiram da secde ederlerdi. O kadar ki
namaz vaktinin dışında başımızı secdeye koyacak yer bulamazdık.» [35]
«Âdemoğlu secde
âyetini okuyup secde ettiği zaman, şeytan oradan ağlayarak uzaklaşır ve der ki:
«Ah yazıklar olsun bana! Âdemoğlu secdeyle emrolundu,
secde ettiği için kendisine cennet verilecektir. Ben secdeyle emrolundum, emre uymadığım için bana da cehennem vardır.» [36]
«Eğer mü'minler yatsı ile sabah namazındaki fazilet ve hikmeti
bilmiş olsalardı, emekliyerek bile olsa bu iki namazı
kılmak için gelirlerdi.» [37]
Muâz b. Cebel (R.A.) anlatıyor:
«Bir seferinde Resûlüllah (A.S.) ile beraber bulunuyordum. Bir sabah o yol
alırken kendisine yakın yerde bulundum. Aramızda şu konuşma geçti :
— Ya Resûlellah! beni cennete sokacak, cehennemden uzaklaştıracak
bir amelden haber ver, diye istekte bulundum. Buyurdu ki:
— Sen büyük bir şeyden sordun ve o Allah'ın
kolaylaştırdığı kimseye göre kolaydır: Allah'a ibâdet edersin, hiç bir şeyi
O'na ortak koşmazsın; namazı vaktinde kılar, zekâtı verirsin; ramazan orucunu
tutar ve Allah'ın evine haccedersin.
Sonra devamla buyurdu
ki:
— Seni hayrın kapılarına irşat edeyim mi? Oruç
bir kalkandır; sadaka hatâları temizler ve bir de adamın gece ortasında kalkıp
kıldığı namaz..
Resûlüllah bunları söyledikten sonra «Tetecafâ»
ile başlayan âyeti, «cezâen bimâ
kânû ya'melûn»a kadar okudu
ve şöyle ilâve etti:
— Sana işin başını,
direğini, doruğunu haber vereyim mi?
— Evet, Ya Resûlellah! dedim. Buyurdu ki:
— İşin başı İslâm'dır; direği namazdır, doruğu
ise (Allah yolunda) ci-haddır.
Sonra konuşmasına
devamla buyurdu ki:
— Bütün bunları dimdik ayakta tutan şeyden sana
haber vereyim mi?
— Evet, Ya Resûlellah! dedim. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz dilini tutup şöyle buyurdu :
— Bunu kendi aleyhine kullanma, buna sahip ol!
Bunun üzerine dedim ki:
— Bizler mutlaka konuştuklarımızdan dolayı
sorumlu tutulacak mıyız?
Buyurdu ki:
— Anan seni yitirsin ya
Muâz! İnsanların cehenneme yüzükoyun, ya da burunları üstüne atılması sadece dillerinin
söyledikleri ve onların ürünleri sebebiyledir.» [38]
«Ramazan ayından sonra
orucun en üstünü, Muharrem Ayı'nın orucudur. Farz namazlardan sonra namazın en
üstünü, gece namazıdır.»
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz diyor ki: «Şanı Yüce
Allah şöyle buyurdu: «Salih kullarıma, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir İnsanın
kalbinden geçmediği şeyleri hazırladım.» Sonra Resûliillah (A.S.) şöyle buyurdu: «İsterseniz (FELA TA'LEMU
NEFSÜN MÂ UHFİYE LEHÜM..) âyetini okuyun.» [39]
«Âyetlerimize ancak o kimseler
inanır ki, onlar kendilerine âyetlerimiz hatırlatıldığı vakit secdeye
kapanırlar..»
İlgili âyetle hem
Allah'ın indirdiği ve varlık âlemine koyduğu âyetlerine ve belgelerine, hem Kur'ân âyetlerine, hem de mü'minlerin
birtakım vasıflarına ve özelliklerine dikkatler çekiliyor ve gerçek mü'min olmanın yol ve yöntemi üzerinde duruluyor. Şöyle ki:
1— Allah'ın âyetleri kendilerine
hatırlatılınca, saygı ve
teslimiyetle secde ederler.
2— Rablarını hamd (en güzel övgü) ile tesbîh
ederler.
3— Kulluk ve ibâdet görevlerini yerine
getirirlerken büyüklük taslamazlar; mahviyetkâr bir
gönül ile eğilirler.
4— Gece
saatlerinde yataklarından kalkıp ibâdet ederler. Aynı zamanda Rablarından hem saygı ile korkarlar, hem de O'na ümit
bağlarlar.
5—
Kendilerine verilen nziktan Allah rızası için
harcarlar.
Birinci sıfat veya
özellik, imânın kalpte kök saldığını; ikinci sıfat, Allah'ı her şeyden fazla
sevip saydıklarını; üçüncü sıfat, Allah'ın kadrinin yüceliğini, kendilerinin de
acizliğini ve her on O Yüce Kudrete muhtaç bulunduklarını; dördüncü sıfat,
imân nuruyla ve ilâhî maarifle gelişen ruhlarının ibâdetten devamlı zevk alıp cilâlandığmi; beşinci sıfat, dünyayı ve nimetlerini gerçek
amaca erişebilmenin aracı saydıklarını göstermektedir.
Bu beş özel sıfatla
kendini donatan mü'minler, şüphesiz ki «kâmil insan»
derecesine yükselirler.
İlâhî âyet ve belgeleri görüp
anlamak, O'na hamd etmeyi, O'nun kadrini yüceltip her
türlü beşerî ve noksan sıfatlardan O'nu tenzihi gerektirir. Bu iki dereceye
yükselen bir kul ibâdete kendini verip ondan derin zevk almaya başlar. Böyle
olunca da ilâhî sevgi ve yakınlığa mazhar olma duygusunu
geliştirir; derken geceleri kalkıp ilâhî huzurda kemâl-i edeple durmanın
tarifi mümkün olmayan zevkine erişir. Kul sözü edilen dördüncü dereceye
yükselince, yalnız kendisi için var olmadığını, yalnız kendisi için
çalışmadığını anlar ve Allah'ın lütfettiği helâl rızıktan
Allah'ın muhtaç kullarına gönül rahatlığıyla harcamada bulunur. Böylece kalbi,
bedenî ve malî ibâdeti birleştirip bütünleştirir. [40]
«Hiç kimse işledikleri
(iyi yararlı) amellerine karşılık, gözlerin aydınlığı olarak nelerin saklandığını
bilmez.»
Dünyadaki nîmetler
insanın hıfkatındaki özelliklerine, içinde bulunduğu
şartlara ve bağlı bulunduğu hayat kanunlarına göre düzenlenmiştir. Öyle ki, bu
nîmetlere erişebilmenin yollarına, onların değer ölçülerine göre birtakım
külfetler konulmuştur. Cenâb-ı Hak insan gücünün
yetmediğini kendisi yaratıp yararlanma düzeyinde hazırlamış; onun gücünün
yeteceğini ona bırakmıştır. Mevcut yeraltı ve yerüstü kaynakları vücuda getirmek
insan takatini aşmaktadır. O bakımdan Cenâb-ı Hak
onları belli plân ve programa göre sınırlı bir nisbette
yaratıp işlenecek düzeye getirmiştir. Onları arayıp bulmayı, işletip
yararlanmayı insanın akıl, zekâ ve azmine terketmiştir.
Aynı zamanda insanı ölünceye kadar bu nîmetlere muhtaç kılmış ve hayatına renk,
hareket ve canlılık kazandırmak için de benliğine istek, arzu, ihtiras ve amel
gibi duyguları yerleştirmiştir.
Âhirette ise, aynı şeylerin tekrarı söz konusu değildir. Ne
birbirini izleyen gece ile gündüzün tekrarı, ne ayların, mevsimlerin ve
yılların birbirini kovalaması vardır. Sonsuz bir hayat, sonsuz ve sınırsız
nîmetlerle dopdolu kılınmış, insanların ardı arkası gelmeyen arzularına cevap
verecek bollukta ve çeşitlilikte var kılınarak istifade düzeyine getirilmiştir.
O âlemde insana verilen ikinci beden, yıpranmıyacak,
yaşlanmayacak bir özelliktedir. Ancak onu tanımlamamız ve birtakım misallerle
açıklamamız mümkün değildir. Zira hem o âlemin, hem de içindeki şartların ve
nîmetlerin misâli yoktur. Aynı zamanda oradaki hayat kanunlarını da
bilmiyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili 17. âyetle bu hususa değinilerek
bize ön bilgi verilmekte, «Hiç kimse işledikleri (iyi yararlı) amellerine
karşılık gözlerin aydınlığı olarak nelerin saklandığını bilmez» buyurularak o nimetlerin dünya nîmetlerine benzemediğine
ve modellerinin bulunmadığına işaret edilmektedir. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz de bu âyeti açıklarken şöyle bilgi vermiştir: «Orada hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalbin düşünemediği
nimetler hazırlanmıştır.» [41]
«Mü'min
olan kimse, fâsık (yozmuş ahlâksız) gibi midir?
Bunlar eşit olamazlar.»
İmân, Allah'a uzanan
manevî yolda bir ışıktır. İlâhî sınırları aşıp ahlâksızlığı şiar edinmek ise,
insan nefsine dönük bir karanlıktır.
İmân, iyilik ve
faziletin kaynağıdır. Sapıklık ve ahlâksızlık ise, kötülük, güvensizlik ve rezîletin menbaıdır.
İman, dünyaya gelişin
gayesi; sapıklık geliş gayesinden uzaklaşmanın bozuk meyvasıdır.
İmân, kalp huzurunun,
ruh afiyetinin ana gıdası; sapıklık ve ahlâksızlık iç fırtınanın dışa vuran
rengidir.
İman, ebedî saadetin
değişmeyen yolu; sapıklık ve ahlâksızlık husrâ-na uğramanın açık belirtisidir.
İman, kulu Allah'a
yaklaştıran en sağlam vasıta; sapıklık Allah'tan uzaklaştıran kalp körlüğü ve
vicdan sağırlığıdır,
Bunun için Kur'ân-ı Kerîm mü'minle fâsıkin eşit olamıyacaklarına değinmekte
ve bunun anlam ve hikmetini yine aynı âyetten bir önceki ve bir sonraki
âyetlerde görmemizi ilham etmektedir. Sonra da bu birbirine zıt iki insanın âhirette karşılaşacağı tablonun kısa bir görüntüsünü tasvîr
etmekte ve böylece gerçek mü'minlerin dünyada iç
huzuruna, vicdan rahatlığına ve gönül yatışkanlığına
mazhar kılındıkları gibi, âhirette
bunun en güzel mükâfatının da, bütünüyle huzur ve güven, neşe ve mutluluk kaynağı
olan Me'vâ Cennet'i olacağını müjdelemekte; inkarcı
sapıkların, ilâhî sınırları çiğneyen ahlâksızların ise, dünyada inkâr ve
şüpheleri sebebiyle içlerinde vücuda gelen kararsızlık, güvensizlik ve
tedirginliğin âhirette açığa çıkacağını ve onların bu
ameline karşılık yakıcı bir azapla lâyık oldukları cezayı göreceklerini haber
vererek, cezanın amelin cinsinden olacağına işarette bulunmaktadır. [42]
«And
olsun ki biz onlara -belki dönerler diye- en büyük azaptan önce yakın azabı mutlaka
tattıracağız.»
Sapık inkarcı
şaşkınları ve hakkı reddedip ona sırt çevirenleri, aynı zamanda nankör
vicdansızları uyarmak, kalp ve kafalarına neşter vurmak; vicdanlarına seslenmek
ve iyice düşünmelerini sağlamak için kıyamet azabından önce dünyada birtakım
sıkıntılar ve huzursuzluklarla yüzyüze getirilecekleri
haber veriliyor. Şüphesiz bu tür uyarılar da ilâhî rahmetin insanlardan yana
ayrı bir tecellisi ve O'nun sonsuz lûtfunun bir başka
tezahürüdür. Hani derler ya ; «Bir musibet bin nasihattan yeğdir.» İşte onun gibi bir hikmete mebni inkarcı azgınlara dönüş yaparlar diye birtakım
musibetler indirilir.
Kur'ân-ı Kerîm 21. âyetle, önce Mekkeii
müşrikleri, sonra da kıyamete kadar o yolda yürüyen inkarcıları uyarmakta;
gelecek azaba hazır olmalarını ve belki de bu sayede hakka dönmelerinin
kolaylaşacağını hatırlatmakta ve uyarı sinyalini vermektedir.
Nitekim gerek İbn Abbas'ın (R.A.), gerekse İbn Mes'ûd'ün (R.A.) bu konudaki
yorumlarını dikkate alırsak, Mekkeli'lerin hakka
dönmeleri için önce kıtlık ve sıkıntı azabı baş gösteriyor ve birkaç yıl devam
ediyor. Arkasından Bedir Savaşı patlak verip onların güvenip bağlandıkları,
sözlerini emir kabul edip peşlerine takıldıkları iieri
gelenlerinden önemli birkaç kişinin savaş meydanında can vermesi bunu izliyor
ve arkasından azap fırtınaları birbirini izleyerek Mekke'nin fethiyle takdir
çizgisine ulaşmış oluyor.
Böylece sağ
kalanlarının çoğu bâtılı bırakıp hakka yöneliyor; azı ise küfür ve tuğyanında
ısrar edip hüsrana uğrayanlardan oluyor.
İşte bu, sünnetullahtır
ki, milletlerin hayatında hükmünü yürütmekte ve sırası gelince kendini
göstermektedir. O'bakımdan savaşlar, millî felâketler
çoğu zaman hem bir seleksiyon ameliyesinde bulunur,
hem de sağ kalanların inkâr ve azgınlıktan kısmen olsun uzaklaşmasına yardımcı
olur. [43]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın âyetlerine imân edenlerin bazı önemli sıfatlan ve özellikleri konu
edildi. Sonra da mü'minle fâsikın
bir olarmya-cağı belirtilerek âhirette
bu iki zıt inanç ve ahlâka sahip olanlara verilecek karşılığa dikkatler
çekilerek gereken uyarılar yapıldı. İnkarcı sapıklara, âhi-retteki azaptan
önce, dönüş yaparlar diye, dünyada da birtakım uyarıcı azapların verileceği
üzerinde durularak ilâhî rahmetin hep insanlardan yana tecelli etmekte
olduğuna işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, her şeye
rağmen Allah'ın âyetlerinden yüz çevirenlerin büyük bir haksızlıkta
bulundukları ve o gibilerinden mutlaka intikam alınacağı ihtar ediliyor ve çok
geçmeden İslâm'ın Mekke dahil, birçok ülkeleri
fethedeceği kapalı bir anlatımla haber veriliyor. [44]
22— Kendisine Rabbınin
âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra ondan yüzçevirenden
daha haksız kim vardır? Şüphesiz ki biz, suçlu günahkârlardan intikam
alıcılarız.
23— And olsun ki
Musa'ya kitap verdik. Sakın sen ona kavuşmakta şüphe etme. Biz onu (kendisine
verdiğimiz kitabı) İsrail oğulları'na doğru yolu gösteren rehber kıldık.
24— Onlardan bir kısmını sabrettikleri ve
âyetlerimize kesinlikle inandıkları için emrimizle doğru yola irşâd eden önderler yaptık.
25— Şüphesiz ki Rabbın
onların ihtilâf ettikleri şeyler hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedip
(haklıyı haksızdan) ayırt edecektir.
26— Kendilerinden önce yok ettiğimiz nice
nesillerin yurtlarında gezip dolaşmaları onları doğru yola irşâd
etmiyor mu? Doğrusu bunda öğütler ve ibretler vardır. Hâlâ işitmiyorlar mı?
27— Görmediler mi ki, biz suyu kupkuru yere sevkedip onunla davarlarının ve kendilerinin yediği ekini
(ürünü) çıkarıyoruz. Hâlâ görmüyorlar mı?
28— Ve diyorlar ki, «eğer doğru sözlülerden
iseniz, o (bahsettiğiniz) felih günü ne zaman?»
29— De ki: «Fetih günü, küfredenlere, inanmaları artık
fayda vermez ve onlara mühlet de verilmez.
30— Artık sen onlardan yüzçevir
ve bekle; onlar da beklemekteler.»
«Bana (Mi'rac olayında) gece yolculuğu yaptırıldığında Musa'yı gördüm;
buğday rengine yakın esmer, uzun boylu, kıvırcık saçlı, uzak bir ülkenin
adamına benzer bir durumu vardı.» [45]
«Mi'rac
gecesi bana gece yolculuğu yaptırıldığı zaman, Musa'ya rastladım; kızıl bir
tepe üzerinde kabrinde ayakta namaz kılıyordu.» [46]
«Kendisine Rabbının âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra
ondan yüz çevirenden daha haksız kim vardır?..»
Kur'ân-ı Kerîm'in nazmı, yani kelime konumu ve dizisi, onun
kıraati ve bu ikisindeki ilâhî ahengi, bir yandan duyguya seslenip ona manevî
gıda verirken, bir yandan da manasıyla birleşip akla, mantığa ve sağduyuya
hitap etmesi müstesna bir tesir meydana getirmekte ve aklını kullanan kimseleri
ilâhî beyânın havasına çekmektedir.
Bu açıdan da
bakıldığında Kur'ân'ın bütünüyle Allah sözü olduğu,
yani ilâhî kelâm sıfatının tecellisi bulunduğu görülür. Şüphesiz Kur'ân'da insan kafasının ürünü ve insan muhayyilesinin
dizisi sayılacak bir cümle olsun yoktur. Her âyet konulduğu yerden bütün
güzelliğiyle, hikmetiyle ilâhî damgayı yansıtır. Taşıdığı yüksek anlamdaki
hükümler, kıssalar, haberler, emirler, yasaklar, misaller, uyarılar ve
müjdeler insan kudretini aşıp çok yüksek bir kudretin eseri olduğunu kalp ve
dimağlara işler.
O halde aklı, vicdanı,
idrâki, muhakeme kabiliyeti ve sağlam mantığı olan bir insanın, eğer Arapça
biliyorsa, eğer Kur'ân'ın ne dediğini de-rinliğiyle anlıyorsa, hikmetiyle kavrayabiliyorsa, onun
Allah kelâmı olduğuna inanmaktan başka bir şey düşünmeyeceği kesindir. Nitekim
İslâm'ın ilk yıllarında Arap Yarımadası'nda haklı üne sahip olan bazı edip ve
şâirler bu gerçeği anlamakta gecikmemişler ve Kur'ân'ın
ilâhî üslûp ve üstünlüğü karşısında insafa gelip onun beşer sözü olamıyacağını belirtmişlerdir. Şair Tufayl,
Hasan, Abdullah b. Revana onlardan bir kaçıdır.
Bunun aksine Kur'ân'a, şartlanmış bir kafa, yıkanmış bir beyin, kilitlenmiş
bir vicdan ve düğümlenmiş bir kin ile bakıp, aklını ve idrâkini nefsinin
emrine verenler ise, onu dinlemekle ancak inkâr ve azgınlıklarını artırırlar.
İlgili âyetle böyleieri uyarılmakta, akıllarını kullanmaları
hatırlatılarak dönüş yapmaları istenmektedir. Aksi halde büyük bir haksızlık
içinde zâlim olarak haşredilecekleri ve ona göre bir
ceza görecekleri haber verilmektedir. [47]
«A"d
olsun ki Musa'ya kitap verdik. Sakın sen ona kavuşmakta şüphe etme. Biz onu
(kendisine verdiğimiz kitabı) İsrail oğulları'na doğru yolu gösteren rehber
kıldık..»
Hakk'ın nurunu bütün haşmet ve parlaklığıyla taşıyan Kur'ân'a karşı kör ve sağır kalan Mekkeli putperestlerin
büyük bir nîmeti elden kaçırmak üzere bulunduklarına işaret edilerek Musa
Peygamber'e (A.S.) İsrail oğul-lan'ndan dosdoğru imân
edenlerin önderler ve liderler kılındıkları, ilâhî lût-fa
lâyık görüldükleri misal veriliyor. Süleyman ve Davud
Peygamber zamanında imân edip Tevrat ile amel eden İsrail oğulları altın
çağlarını yaşamadılar mı? O çizgiden ayrıldıkları çağlarda ise güçlerini
kaybedip boyunduruk altına girdiklerini tarihler, önemli safhalanyla
yazmaktadır.
Cenâb-ı Hak ibret dolu tarihî misali verirken yakın
gelecekte Hz. Mu-hammed'in
(A.S.) üstün başarılar sağlayacağını, Araplara altın çağı yaşatacağını; bunun
aksine ona imân etmeyip küfür ve azgınlıkta ısrar edenlerin çok geçmeden aşağılanıp rüsvay
edileceklerini dolaylı şekilde haber vermektedir. Nitekim Allah'ın bu vaadi en
parlak şekilde yerine geldi ve Hz. Muhammed (A.S.)
dünya tarihinde bir benzeri daha görülmemiş en büyük, fakat en kalıcı inkılâbı
yaptı. [48]
Mekke'de inen bu
âyetler hem Hz. Muhammed'i (A.S.) taselli
mahiyetindedir; hem de Yahudilerle putperestleri insafa davet etmektedir. Aynı
zamanda İslâm'ın kısa sürede yüce âlemden geldiği gibi yüceleceği haber verilmekte;
Fir'avn ve yandaşlarıyla çetin mücadele edip İsrail oğullan'nı Allah'ın izniyle kurtaran ve öylece yüce âlemden
indirilen Tevrat'a mazhar olan Musa Peygamber ile Hz. Muhammed (A.S.) arasında bazı yönlerden benzerlik
bulunduğuna işaret edilmekte ve kısa bir süre sonra Hz.
Mu-hammed'in (A.S.) Musa'yla (A.S.) görüşeceği
bildirilmektedir. Bunun için mü'minlerin biraz daha
dişlerini sıkıp sabretmeleri istenmektedir.
23. âyetle verilen haber, Mi'rac Gecesi gerçekleşmiş; Hz.
Muhammed (A.S.) altıncı gökte Musa Peygamber'in (A.S.) ruhuyla mülakat yapıp görüşmüştür.
Konuyla alâkalı hadîslerde ise bu mülakat geniş şekilde açıklanmış ve Allah'ın
vaadi çok geçmeden gerçekleşmiştir. [49]
«Şüphesiz ki Rabbın onların ihtilâf ettikleri şeyler hakkında kıyamet
günü aralarında hükmedip (haklıyı haksızdan) ayırt edecektir.»
Tevrat ve taşıdığı
hükümler hakkında görüş ayrılığına düşen İsrail oğulları, dinde aşırı taassup
göstermekten bir türlü kendilerini kurtaramadılar. Kelimeleri yerinden oynatıp
kendi iddiaları doğrultusunda değiştirmeler ve yorumlarda bulundular. O yüzden
«Tevhîd İnancı»nın
yansıttığı birlik ve beraberlik çizgisinden saptılar ve saltanatlarını
kaybettiler. Altın çağları çok gerilerde kalıp bir masal oldu sanki. Buna
rağmen uyanmadılar ve son olarak da Tevrat'ta Hz.
Muhammed'le (A.S.) ilgili ilâhî haberleri yanlış bir yoruma tabi tutup asıl
ölçüsünden uzaklaştırdılar, Kur'ân'a inanmadılar;
ondaki beyânları red ve inkâr ettiler. Tevrat'ta
meydana gelen tahrifatı tashîh eden âyetlere kulaklarını tıkadılar. Böylece
kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğunu belirleyecek zahirî hakem olmayınca, Ce-nâb-ı Hak kıyamet gününde
onlar arasında hükmedeceğini, haklıyı haksızdan, mü'mini
nankörden ayırt edeceğini haber vererek yahudilerle
sürtüşüp tartışmanın yarar sağlamıyacağına işarette
bulundu.
Bu, aynı zamanda mü'minleri uyarmaya, onlara doğruyu göstermeye yöneliktir
ve gelecekte nasıl hareket etmeleri gerektiğine dair bilgi vermeyi
amaçlamaktadır. Çünkü İsrail oğullan'nin yanlış
tutumu ve o yüzden başlarına gelen sayısız felâketler en ibretli misali teşkil
etmekte ve onlar gibi ilâhî kelâmı tahrîfe kalkıştıkları takdirde tarihin
tekerrür edeceği hatırlatılmaktadır. [50]
«Kendilerinden önce yok
ettiğimiz nice nesillerin yurtlarında gezip dolaşmaları onları doğru yola irşat
etmiyor mu?.»
Hakkı inkâr ve peygamberliği red etmeleri sebebiyle Hicaz bölgesinde yok edilen millet
ve kavimlerin yurtlarında gezip dolaşan putperestlerin ve sapık inkarcıların, o
yerlerdeki kalıntılara, tarihi harabelere bakıp öğüt ve ibret almaları
gerekirken, küfrün kesif perdesi gözlerinin önüne öylesine gerilmişti ki, o
incelikleri, ibretli bakışları görüp anlayacak durumda değillerdi. Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyetle, onların önce sözü edilen
perdeyi yırtmalarını, sonra da kalıntılara ibret gözüyle bakmalarını öneriyor.
Böylece ilâhî rahmetten bir esinti olan bu uyarı ve öneriden yükselen sesi
işitmeleri gerekmiyor muydu? Ne yazık ki çoğu işitemedi, kör ve sağır olarak
ilâhî rahmete arka çevirip en büyük hazineden nasiplerini almadan ayrılıp
gittiler, âhirete göçüp dönüşü mümkün olmayan bir
sınıra ulaştılar. [51]
«Görmediler mi ki, biz
suyu, kupkuru yere sevkedip onunla davarlarının ve
kendilerinin yediği ekini (ürünü) çıkarıyoruz. Hâlâ görmüyorlar mı?!»
Kur'ân, yukarıdaki âyetle, sapık inkarcılara, inen yağmur
sebebiyle yeşeren bitkileri misal veriyor. Yaratıcı kudret, hazırladığı plânı,
koyduğu kanunları harekete geçirip ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarmakta;
kupkuru toprağı kabartıp içindeki bitki tohum ve köklerini ölü döneminden
sonra nasıl diriltmekte olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bitkiler hakkında
nasıl câri bir sünnet varsa, insanların öldürülmesi ve tekrar diriltilmesi
hakkında da câri sünnetullah vardır. Aradaki fark;
Bitkilerin öldükten sonra dirilmesi kısa zamanda ve bildiğimiz sebeplerle
gerçekleşmekte; insanların dirilmesi ise, ezelde belirlenmiş bir vakte bırakıldığından
hemen gerçekleşmemektedir. Aslında Cenâb-ı Hakk'a göre, bitkileri yeniden yeşertmek ne ise, öldükten
sonra insanı diriltmek te odur. Ne var ki birini
gözlerimizle görüp sebeplerini araştırmak suretiyle tesbit
edebilmekteyiz; diğerini henüz görmediğimiz ve sebeplerini, yani bağlı bulunduğu
kanunları bilimsel olarak bilmediğimiz için tesbit
edememekteyiz. Birincisini diriltip vücuda getiren kudretin, elbette ki
ikincisini de vücuda getirmeye gücü yeter. Bundan şüphe etmeye ne gerek var?
Zira sünne-tullah kâinat
düzeninde planlandığı ölçüde ve programlandığı şekilde ve zamanda mutlaka
tecelli eder ve asla şaşmaz.
Elverir ki, bu hakikati
görebilen, imân ve akıl nuruyla aydınlanan gözler bulunsun.. [52]
«Ve diyorlar ki: «Eğer
doğru sözlülerden iseniz, o (bahsettiğiniz) fetih günü ne zaman?»
Mekke ve çevresindeki
müşrikler, Kur'ân'da sık sık
sapık inkarcıların, şaşkın putperestlerin yakın ve uzak azap ile tehdit
edilmesini ciddiye almadıkları için ara sıra «canım nerede sizin o tehdit edip
durduğunuz ilâhî azap? Neden hemen indirilmiyor? Doğru sözlülerden iseniz
sözünü ettiğiniz fetih günü ne zaman?» gibi isteklerle Peygamberi (A.S.) ve mü'min-leri alaya alıp müşkil duruma sokmaya çalışırlardı.
Cenâb-i Hak, fetih gününün mutlaka geleceğini, inanmak
istemedikleri o önemli olayın gerçekleşeceğini ve o günde kâfirlere
inanmalarının bir yarar sağlamayacağını haber veriyor.
Ancak âyette sözü
edilen «fetih günü»nden maksat nedir ve hangi olaya
işarettir? Müfessirlerin bu konuyla ilgili farklı yorumları olmuştur. Onları
kısaca şöyle sıralayabiliriz :
a) İnsanlar arasında hükmedilip haklıyı
haksızdan, mü'mini kâfirden, samimi müslümanı münafıktan ayırt edecek ilâhî hükmün tecelli
edeceği kıyamet günü.
Nitekim Ashab-ı Kirâm'ın, sapık
putperestlere: «Allah'ın takdir ettiği bir günümüz vardır; o gün gelince O,
aramızda hükmedecek ve öylece bizler ebedî nimetlerle mükâfatlandırılırken
sizler elîm ve kalıcı bir azaba uğratılacaksınız!» dedikleri rivayet yoluyla
sabit olmuştur.
b) Mekke ve arkasından Arap Yarımadası'nın
fethedileceği gün.Zira gerek Kur'ân âyetlerinin,
gerekse Hz. Muhammed (A.S.)in, yakın gelecekte İslâmiyetin başarıya erişeceğine, zaferden zafere
koşacağına ve inkarcı azgınların saltanatının sona erip baş aşağı geleceğine
zaman zaman işarette bulundukları oluyordu. İlgili âyetle bu husus bir defa
daha hatırlatılıyor ve o günler gelmeden İslâm'ın nurlu havasına girmeleri
isteniliyor.
c) Yakın
gelecekte mü'minlerle kâfirler arasında bir savaşın
çıkacağı ve mü'minlerin mutlaka üstün geleceği,
müşriklerin hezimete uğrayacağı gün.
Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber'in
(A.S.) ye Kur'ân-ı Kerîm'in beyânından aldıkları
ilhamla o günlerin pek yakın olduğuna inanıyor ve bunu sırası gelince
söylüyorlardı. Nitekim hicretten sonra Bedir Savaşi'nın
meydana-gelmesi mü'minlerin iddiasını veya inandıkları
günün doğruluğunu ortaya koydu.
Ancak bu üc yorumdan en sıhhatlisi birincisidir. Çünkü fetih günü kâfirlere
inanmaları fayda vermiyecektir. Teklif döneminin çok
gerilerde kaldığı, hesap ve ceza gününün başladığı bir dönemde gerçeği görüp
anlamanın, Hakk'a teslim olup inanmanın hiçbir
yararı olmaz. O gün Cenâb-ı Hakk'ın
adalet ve hakkaniyetle tecelli edeceği, kulları arasında hükmedeceği bir
gündür.
Dünya'da ise, ölümün
gelip çattığı an dışında inkarcı günahkâr pişmanlık duyar da Cenâb-ı Hakk'a yönelerek imân
ederse, şüphesiz ki Allah onu kabul eder ve o kimse İslâm'a göre müslüman ve mü'mindir. Nitekim
Bedir Savaşı'nda Mekkeli'lerden bir grup meydanda
katledilirken, müşriklerden bir kısmı gerçeği anlayarak İslâm'a girmeyi tercih
etmiş ve «sizin tevbeniz kabul edilmez, imânınız
fayda vermez» diye bir uyarıyla karşılaşmamışlardır, Mekke'nin fethinde ise,
belde halkının çoğu İslâm'a girmiş ve hepsinin de dönüşü kabul edilerek
geçmişlerinin üzerine sünger çekilmiştir.
Gerek öldükten sonra,
gerekse kıyamet gününde hakikati ayan beyan görüp, o sebeple yanlış yolda
yürüdüğünü anlayarak pişmanlık duymanın gerçekten hiçbir faydası söz konusu
olamaz. O bakımdan birinci yorum âyetin delâlet ve hikmetine daha uygun
düşmektedir.
Böylece Kur'ân-ı Kerîm o günün mutlaka geleceğini bildirerek kâfirleri
uyarmakta, mü'minlere sabırlı olmayı tavsiye
etmektedir. Bunun için Cenâb-ı Hak otuzuncu âyette şu
emri vermektedir: «Artık sen onlardan yüz çevir ve bekle; onlar da
beklemekteler.»
Secde sûresine,
âlemlerin Rabbından, O'nun terbiye edip kemâle eriş-tirici vasfından; indirilen kitapta hiçbir şüphenin
bulunmadığından, bütünüyle Hakk'ın sözü olduğundan
söz edilerek başlandı ve kâfirlerin azgınlık ve taşkınlıklarına sabırla karşı
konulması tavsiye edilerek ilâhî hükmün eninde-sonunda tecelli edeceği
müjdelenerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de tefsirini bize
kolaylaştıran Yüce ftabbrmıza hamd-u
senalar; sünnetiyle bize ışık tutan Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e salât-ü
selâmlar olsun. [53]
[1] el-Câmi'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 14/84
[2] Lübabu't-te'vîl
: 3/445
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4778.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4778-4779.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4780.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4781.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/47814782.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4782.
[8] Müslim/münafıkun: 27- Müsned-i Ahmed: 2/327
[9] Buharî/isti'zan:
I, enbiyâ: 1- Müslim/Cennet: 15, 16, 28- îbn Mâce/zühd: 39
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4784.
[10] Bilgi için bak : A'raf
Sûresi: 54, Yunus Sûresi: 3, Hûd Sûresi: 7, Furkan Sûresi : 59 Kaf Sûresi :
38, Hadîd Sûresi.: 4. âyetin tefsiri
[11] Tevrat/Tekvîn :
1-2/31-17
[12] Kamus Tercümesi: Yevm
maddesi .
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4784-4785.
[14] Bilgi için bak : A'raf
Sûresi : 54, Tevbe Sûresi: 129, Yunus Sûresi: 3, Yusuf
Sûresi: 100, Ra'd Sûresi: 2, Tâ-Hâ Sûresi : 5, Furkan Sûresi: 59, Hadîd Sûresi: 4. âyetin tefsiri
[15] Bilgi için bak: Mü'min
Sûresi : 7, 8. âyetin tefsiri
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4786.
[17] Bilgi için bak: Meâric
Sûresi: 4. âyetin tefsîri
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4786-4787.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4788.
[20] Âl-i îmrân Sûresi: 59, En'âm Sûresi: 2, A'raf Sûresi:
12, Mü'minûn Sûresi: 12, Rahman Sûresi: 14, Saffat Sûresi:
11, Hicir Sûresi: 26, 28, 33
[21] Geniş bilgi için bak: Hicir
Sûresi : 26, 28, 33. âyetlerin tefsîri
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4788-4789.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4789.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4789-4790.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4790.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4790-4791.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4791.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4792-4793.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4793-4794.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4794.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4794-4795.
[32] Bilgi için bak:
Zâriyat Sûresi: 56, Cinn
Sûresi: 1, En'âm
Sûresi: 130, A'raf
Sûresi: 130, Ahkaf Sûresi: 29. âyetin tefsîri
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4795-4796.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4796.
[35] Müslim/mesacid: 103, 111- Buharî/sücûd: 3, 9, 12
[36] Müslim/imân:
133- tbn Mâce/ikaamet: 70- Ahmed: 2/443
[37] Buhari/ezan: 9, 32, 93, mevakiyt-i salât: 20, şahadat: 30- Müslira/salât: 129- Nesâî/mevakiyt: 22, ezan:
31- Taberânî/cemaat: 6, nida- 3- Ahmed- 2/278 303, 375, 533- 6/80
[38] İbn Mâce/fiten: 12- Ahmed: 5/221, 227,
245
[39] Buharî/tevhîd:
35, bed'-i halk: 8, tefsir: 32- Müslim/İmân: 312,
cennet: 5- Tirmizî/cennet: 15, tefsir: 32, 56- İbn Mâce/zühd:
39- Dâremî/rikak: 98, 105-Ahmed: 2/313, 370- 5/334
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4798-4800.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4800-4801.
[41] Bilgi için bak: Buharî/bed'i-halk: 8, tefsir:
32, tevhîd:
35- Müslim/cennet: 2, 5- Tirmizî/tefsîr: 32,
56- Ibn Mâce/zühd: 39- Ahmed: 5/334
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4801-4802.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4802-4803.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4803.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4804.
[45] Buharî/enbiyâ: 24, 48, bed-i halk
: 7, libas: 68- Müslim/iman: 266, 267, 270- Ahmed: 1/243, 257, 259, 277, 342, 374
[46] Müslim/fezâil: 164, '.kıyamulleyl: 15- Ahmed: 3/148, 248
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4806.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4806-4807.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4807.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4807-4808.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4808.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4809.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4809-4810.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4810-4811.