SECDE SÛRESI 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

Elıf-Lâm-Mîm.. 2

Kur'ân Âlemlerin Rabbından İndirilmiştir. 2

Kendilerine Uyarıcı Gönderilmeyen Putperestler. 3

Âyetler Arasında Bağlantı 3

Meali 3

İlgili Hadîsler. 3

Göklerin Ve Yerin   Altı Dönemde Yaratılması 4

Arş Üzerine İstiva. 4

İşleri O Düzenleyip Yönetir. 4

Yarattığı Her Şeyi Güzel Yaratmıştır. 5

O, İnsanı Yaratmaya Çamurdan Başlamıştır. 5

Âdem'in Neslinin Süzülmüş Bayağı Bir Sudan Yaratılması 6

Hazırlanan Şekle İnsanî Ruhun Üflenmesi 6

Allah, Kendi Ruhundan Âdem'e Üflemiştir. 6

Kulak-Göz Ve Gönül 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 7

Rablarına Kavuşmayı İnkâr Edenler. 7

Ölüm Meleği 7

Âhiret Günündeki Pişmanlığın  Hiçbir Yararı Olmaz. 7

Allah Dileseydi Herkesi Doğru Yola İletirdi 8

Ezeli İlim İnsan Hayatının Seyrini Ve Neticesini Tesbit Etmiştir. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali: 9

İlgili Hadisler. 9

Allah'ın Âyetlerine İnananların Vasıfları Ve Özellikleri 10

Güzel Amellere Karşılık Nelerin Hazırlandığını Bilmek Mümkün Müdür?  10

Mü'minle Fâsık Bir Midir?. 10

Yakın Ve Uzak Azap. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

İlgili Hadîsler. 12

Kur'âım-I Kerîm Akla Ve Sağduyuya Hitap Eder. 12

Musa Peygamber'e (A.S.) Uyanlar Misâl Veriliyor. 12

Hz. Muhammed'in (A.S.) Musa Peygamber'e Kavuşacağı Haberi 12

İsrail Oğullarl'nın Ahdi Bozması 13

Mekkeli Putperestlere Ve Diğer İnkarcılara Öneri 13

Yeşermekte Olan Bitkiler. 13

Fetih Gününün Hemen Gelmesini Acele İsteyenler. 14


SECDE SÛRESI

 

18, 19, 20. âyetleri dışında tamamı Mekke'de inmiştir. Sözü edilen üç âyetin ise Medine'de indiği söylenir. Mukatil'e göre : 16. âyetten yirminci âyete kadar olan kısmı Medine'de inmiş, geriye kalanı Mekke'de nazil ol­muştur. [1]

15. âyeîiyle secde emredildiği için sûreye «secde» ismi verilmiştir, ? 

 Âyet sayısı      : 30

Kelime »          :     380

Harf      »          :    1518 [2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1—  Hz.  Muhammed'in   (A.S.)   peygamberliğini  isbat  eder  mahiyette açıklamalara yer veriliyor ve Arap müşriklerine daha önce uyarıcı bir pey­gamber gönderilmediği konu ediliyor.

2—  Allah'ın varlığını ve birliğini isbat eden deliller ve belgeler sırala­nıyor; kurduğu düzenin kusursuzluğu ve mükemmelliği işleniyor.

3—  Öldükten sonra dirilip ikinci hayatın başlayacağını açıklar anlam­da birtakım delil ve belgelere yer veriliyor. 4— Sonra da kıyametin bir gününün bizim sun'î zaman hesabımızla 1000 yıl kadar uzun olduğuna dikkatler çe­kiliyor.

İnsanın ilk yaratılmasına değinilerek bu konuda ilim adamlarına ışık tutuluyor ve hareket noktası belirleniyor.

5— Suçlu günahkâr sapıkların  kıyamet günündeki  acıklı  durumları tasvir ediliyor.

6—  Mü'minlerin dünyadaki bazı durumlarına parmak basılıyor ve âhi-rette sâlih mü'minlere hazırlanan büyük mükâfatlardan müjde anlamında haber veriliyor.

7—  İnkarcı sapıkların, şaşkın müşriklerin alay yoluyla âhiretin ace­le meydana gelmesini istemeleri üzerinde duruluyor ve ilâhî sünnetin şaş-mazlığına işaret ediliyor. [3]

 

Meali:

 

1—  Elif- Lâm- Mîm.                                                   

2—  Bu Kitab'ın âlemlerin Rabbından indirildiğinde hiçbir şüphe yok-

3— Yoksa onun (Peygamber tarafından) uydurulduğunu mu söylüyor­lar?! Hayır, senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmeyen bir milleti uyar­man için o, Rabbından (indirilen) hakkın (gerçeğin ve doğru yolun) ken­disidir. Ola ki doğru yolu bulurlar,

 

Elıf-Lâm-Mîm

 

Bunlar «hurûf-i mukatta'a»dan olup Allah ile Peygamberi arasında bir şifre; sûrenin özetini ve hikmetini yansıtan işaretlerdir. Asıl delâlet ettiği çmanayı Allah daha iyi bilir. [4]

 

Kur'ân Âlemlerin Rabbından İndirilmiştir

 

«Bu kitabın, âlemlerin Rabbından indirildiğinde hiçbir şüphe yoktur.»

Kur'ân her âyet ve cümlesiyle, kelime konumu ve konusuyla; taşıdığı ahlâkî, hukukî, ilmî esaslarıyla; âhiretle ilgili beyanlarıyla; Allah'ın varlığı ve birliği hakkında verdiği temel bilgilerle; fesahat ve belâğetteki insan kudretini aşan üstünlüğüyle, insan sözünden ve üslûbundan kesinlikle ayrılır; öyle ki, beşer kafasından ve kaleminden, hiçbir çağda tazeliğini kaybetmeyen ve ilmî buluşlarla hep uyum sağlayan, tasdîk edilen böyle bir kitabın ve bilgi demetinin çıkması mümkün değildir. O nedenle İslâm'a karşı olanlar Kur'ân'a nazîre yazmak için asırlarca uğraşmışlar; ama her defasında gülünç duruma düşmekten öteye geçememişlerdir.

O bakımdan ilgili âyetlerle Kur'ân'ın ilâhî özellikleri konu edilerek, âlem­lerin Rabbından indirilme olduğunda hiç şüphe bulunmadığı açıklanıyor.

Böylece Kur'ân'ın Muhammed (A.S.) tarafından uydurulup ortaya çı­karılan bir kitap olmadığı muhakkaktır. Hz. Muhammed'in (A.S.) binlerce hadîsinde kullandığı üslûp ile Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp arasında benzerlik söz konusu değildir. Biri ilâhî olduğunu, diğeri beşerî olduğunu her kelime ve cümlesiyle yansıtmaktadır. Aynı zamanda o gün de, bugün de okumuş ve okumamış bir kimsenin bu kadar kusursuz, mükemmel bir eser verdiğini ve vereceğini aklı başında hiçbir ilim adamı iddia etmemiş ve böyle bir cesarette bulunamamıştır. Batılı birtakım garazkâr ilim adamla­rının bu konudaki saçmalıkları, ilim adına yüz karası olmaktan başka bir so­nuç sağlayamamıştır. Aynı zamanda yine Batılı ilim adamlarından gerçek­çi olup konuya bilimsel açıdan eğilenler ise, onların iddialarını tak-bîh etmiş ve hem Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini, hem de Kur'ân'ın bütünüyle ilâhî olma özelliğini övmekle bitirememişlerdir. [5]

 

Kendilerine Uyarıcı Gönderilmeyen Putperestler

 

«Yoksa O'nun (Peygamber tarafından) uydurulduğunu mu söylüyorlar?! Hayır, senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmeyen bir milleti uyarman için o, Rabbından (indirilen) hakkın (gerçeğin ve doğru yolun) kendisidir. Ola ki doğru yolu bulurlar.»

Mekke ve çevresinde yaşayan insanları, düştükleri küfür bataklığın­dan, izledikleri yanlış ve tehlikeli yoldan kurtarıp doğru yola çağıran bir uyarıcının daha önce gönderilmediği açıklanıyor. Şüphesiz bu, fetret dö­nemine, yani Hz. İsa (A.S.) ile Resûlüllah (A.S.) Efendimiz arasında gecen altı asra yakın süreye işarettir. Bu süre içinde Mekke ve çevresine, hattâ Arap Yanmadası'na putperestleri uyaran bir peygamber gönderilmemiş­tir. Bu dönemden önce ise, yine Kur'ân'ın beyanıyla, her kavim ve millete uyarıcı peygamberler gönderildiği kesindir. Tabii bu arada Arap Yarım-adası'na da ihtiyaç duyuldukçd peygamber gönderilmiştir. Nitekim Mekke vadisine ilk gelip yerleşen ve orayı bayındır hale sokan ilk peygamber Hz. İsmail (A.S.)dır. Ondan sonra bu vadi pek boş bırakılmamış; zaman zaman Allah'ın elçileri tebliğ ve irşatta bulunmuşlardır.

O halde Hz. Muhammed'in (A.S.) risâlet göreviyle Mekke'de ortaya çıkması, önce o kavim ve millet için büyük bir lütuf ve rahmet olmuştur. Ne var ki, onlar ilk yıllarda bu lütuf ve rahmeti idrâk edemeyip itmişler ve yaktığı irfan meşalesini söndürmeye çalışmışlar; sonra da Mekke'nin fet-hedilmesiyie çaresiz kalıp inatlarından vazgeçerek doğru yolu seçmişler­dir.

İlgili âyete «Ola ki doğru yolu bulurlar» cümlesiyle onların Mekke'nin fetih dönemine işaret edilmekte ve inkârda sonuna kadar ısrar etmiyecek-leri dolaylı şekilde anlatılmaktadır. [6]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân-ı Kerîm'in bütünüyle âlemlerin Rabbi Al­lah'tan indirildiği açıklandı ve putperestlerin ölçüsüz suçlamalarına atıf yapıldı ve uzun bir süre irşat edilmedikleri belirtilerek, Hz. Muhammed'in (A.S.) önce onları irşada başlamasıyla CenâbHakk'ın büyük bir lûtufta bulunduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın kurduğu mükemmel düzene dikkatler çe­kiliyor ve birtakım ipuçları veriliyor. Sonra da yarattığı her şeyi en güzel biçimde ortaya koyduğuna değinilerek ilk insanın ve ondan üreyip mey­dana gelen soyunun yaratılışlarındaki özellik üzerinde duruluyor ve ilim adamlarına ön bilgi veriliyor. [7]

 

Meali

 

4— O Allah ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (devir) de yarattı, sonra da Arş üzerine saltanatını kurdu. Sizin için O'ndan başka ne bir dost ve sahip, ne de bir şefaatçi vardır. Artık iyice düşünmez misi­niz?

5—  Gökten yere bütün işleri O düzenleyip yönetir. Sonra da işler, si­zin hesabınıza göre bin yıl kadar süren bir günde O'na yükselir.

6—  İşte bu (Allah) görünmeyeni de, görüneni de bilendir. O çok üs­tündür, çok güçlüdür, çok rahmet edendir.

7—  O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı ve insanı yaratmaya çamur­dan başladı.

8—  Sonra onun neslini bayağı bir suyun süzülen (sperma haline ge­leninden meydana getirdi.

9—  Sonra da düzeltip kılığına soktu ve kendi ruhundan ona üfledi de (böylece) size işiten kulaklar, gören gözler, anlayan kalpler var kıldı. Bu­na rağmen ne de az şükrediyorsunuz!

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah gökleri ve yeri, ikisi arasındaki şeyleri altı dönem­de yarattı; yedinci dönemde Arş üstüne saltanat ve azametini kurdu. Top­rağı cumartesi günü, dağları pazar günü, ağaçlan pazartesi günü, nahoş şeyleri salı günü, nuru çarşamba günü, hayvanları perşembe günü, Adem'i de cuma günü ikindiden sonra son saatte yarattı.

Âdem'i yeryüzünün kızıl, siyah, iyi ve kötü (toprak) kısımlarından ya­rattı. Onun için Allah (c.c.) ademoğullarını iyi ve kötü diye iki kısma ayır­mıştır[8]

«Allah (c.c.) Âdem'i kendi suretinde yarattı; boyunun uzunluğu altmış zira' (yaklaşık 40 metre) idi. Sonra Allah ona : «Git de şu oturmakta olan bir grup meleğe selâm ver de sana nasıl dirlik ve esenlik dileyeceklerine kulak ver. Çünkü bu hem senin, hem de soyunun dirlik ve esenlik dileğiniz olacaktır.»

Bunun üzerine Âdem (A.S.) gidip o meleklere: «es-Selâmü aleyküm» dedi. Melekler de ona : «es-Selâmü aleyke ve rahmetullahi» diye karşılık verdiler. Böylece onlar «ve rahmetullah» sözünü artırdılar. Artık cennete girecek herkes Âdem'in suretinde altmış zira' boyunda olacaktır. İnsanlar devamlı ki salarak bugünkü duruma gelmişlerdir.» [9]

 

Göklerin Ve Yerin   Altı Dönemde Yaratılması

 

«O Allah’ki gök­leri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı gün (devir)de yarattı..»

Kur'ân-ı Kerîm'de «gökler, yer ve ikisinin arasındaki şeyler» şeklindeki anlatım, mevcut bilinen ve bilinmeyen bütün sistemleri kapsamaktadır. Buna fizik âlemi de diyebiliriz.

Ortaya atılan son teoriye göre, kâinat, içinde çok sınırlı sayıda gök-cisim bulunan kapalı bir boşluk olarak sanılmaktadır. Öyle ki, bu boşlukta bir doğru çizgi 500 milyar ışık yılı yol aldıktan sonra başlangıç noktasına dönmektedir.

İster bu teori doğru olsun, ister doğruya yakın kabu! edilsin, isterse hatalı düşünülsün, sonuç olarak kâinatın maddeyle ilgili kesimi sınırlıdır. Buna kapalı boşluk tabiri verilmiştir. Onun ötesi mana âlemidir ki biz ona fizikötesi de diyebiliriz.

Anlaşıldığı üzere, madde alemine genel anlamda mecazî bir deyimle gökler ve yer veya hakikî anlamda «kâinat» denilmektedir. Yeryüzü dahil bütün sistemler, süreleri kesinlikle bilinmeyen altı dönem veya devirde yaratılmıştır. Bu tarz anlatım Kur'ân'ın tam yedi yerinde anılmıştır.[10] Mev­cut Tevrat nüshalarında da bu konu biraz farklı bir anlatımla yazılıdır. Özellikle Tekvîn Kitabı'nda bu konu çok detaylı biçimde anlatılmıştır[11]

Cenâb-ı Hak, süresini rakamla belirtmediği bu dönem veya devirleri «sittet-i eyyam» yani «altı yevm» tabiriyle açıklamaktadır. Çünkü «yevm» kelimesi bulunduğu konu ve yer aldığı cümleye göre üç ayrı mana ifade eder. Biri, bizim sun'î olarak belirlediğimiz 24 saata, biri sadece kısa bir zaman parçasına, (bir an gibi); biri de başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen çok uzun bir süreye delâlet eder. «Yevm» kelimesinin bu üç manaya delâ­let ettiğini bilmeyenlerin çoğu, yazdıkları Kur'ân meal ve tefsîrinde onu «gün» ile tercüme etmişlerdir ki bu bazı yerde hatalı bir sonuç doğurmak­tadır.

«Yevm» kelimesi hakkında geniş bilgi edinmek isteyenlere, Ebû'i-Ba-ka'nın Külliyat'ını, Râğıb el-Esbehanî'nin Müfredat'ını tavsiye ederiz. Ay­rıca «yevm» sadece fecrin doğusuyla güneşin batışı arasındaki zaman parçasına da delâlet eder. [12]

Konumuzu oluşturan âyette ve Kur'ân'ın diğer altı yerinde «yevm» ke­limesi, başlangıç ve sonu kesin bilinmeyen cok uzun süre anlamına delâ­let etmektedir. Böylece CenâbHakk'ın gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri altı uzun dönemde yarattığı anlaşılıyor. [13]

 

Arş Üzerine İstiva

 

«Sonra Arş üzerine saltanatını kurdu.»

«Saltanat» ile çevirisini yaptığımız «istiva», bilindiği gibi sözlük olarak bir yerde karar kılmak, üstünlük sağlamak, beraber eşit olmak, doğrulmak, bir şeye azmedip yönelmek gibi mânalara delâlet eder.

CenâbHakk'ın Arş üzerine istivası, azamet, kudret kahır ve salta­natını kurması, tedbirine merkez yapması ve yüce kudretinin orada daha çok tecelli etmesi olabilir. Bu bize ait bir yorumdur. Cümlenin delâlet et­tiği hakiki manayı Allah daha iyi bilir.

Arş: Daha önoe de belirttiğimiz gibi[14]tavan, taht, yücelik, azizlik, saray, saltanat, şan ve şeref gibi manalarda kullanıldığı gibi, dayanak, rükün, çadır, çardak, tabut, kuş yuvası ve gölgelik gibi manalara da delâ­let eder. [15]Kur'ân'ın yirmiye yakın yerinde geçen Arş ise, göklerden çok büyük, Cennetler üzerinde yüksekçe tavan görünümünde, tahmin edile-miyeçek kadar geniş, tasavvur edilemiyecek kadar azametli bir sistemdir; ilâhî kudret ve saltanatın daha çok tecelli ettiği ve çekim kanunuyla kâi­natın merkezi durumunda bulunduğu yerdir. Kısaca diyebiliriz ki, İlâhî ted­bir ve tasarrufun merkezi, varlık âleminin en büyük dengesidir.

İlâhî kudret ve azamet Arş'ta tecelli edip bütün varlık âlemine yöne­lince, artık insan için Allah'tan başka gerçek dost, yakın mevlâ ve yar­dımcı düşünülebilir mi? [16]

 

 

İşleri O Düzenleyip Yönetir

 

Gökten yere bütün işleri O düzenleyip yönetir. Sonra da işler, sizin hesabınıza göre bin yıl kadar süren bir günde O'na yükselir.»

Gökten yeryüzüne, Arş'tan bütün varlık âlemine emirleri, işleri düzen­leyip belli programlara göre yöneten ilâhî kudretin aralıksız tecellileri söz konusudur. Bütün işler ve ameller dünyada da, âhirette de O'na döndürü­lür. Dünyada işlenilen her fiil ve olay, kafa ve kalplerden geçen her düşünce ve duygu, her niyet ve azim, bizim hesabımızla bin yıllık bir süreye denk gelen bir günde veya bir anda CenâbHakk'a yükselir. Kıyamet gününde de bunların hepsi yine bizim hesabımıza göre bin yıllık bir süreye tekabül eden bir günde veya bir anda O'nun huzurunda sergilenip karşılık görür.

Diğer bir yorumla, bin yılık süre burada sınırlı olmayıp o devirdeki gü­nün uzunluğunu belirtmeye yönelik mecazî bir tabirdir. Zira Arap Edebiya-tı'nda genellikle sıkıntılı günler uzunlukla, neşeli günler kısalıkla vasıflan­dırılır. Nitekim İbn Abbas (R.A.) da Araplar arasında buna benzer tabirle­rin sıkıntılı ve neşeli günlere göre kullanılmakta olduğundan söz etmiştir.

Diğer bir tefsire göre ; Bin yıllık sürenin bir anda kat'edilmesi veya bir günde alınması hem kâinatın büyüklüğü, hem de meleklerin hızı hak­kında bilgi vermeye yönelik bir anlatım tarzıdır.

Meâric Sûresi'nde ise, şu anlatıma yer verilmektedir: «Melekler ve Ruh (Melek Cebrail veya çok büyük bir melek olan Ruh), miktarı elli bin yıl olan bir günde ona (o derecelere) yükselirler.»

Kâinatın büyüklüğünü düşündüğümüz zaman her gök bir basamak an­lamına gelir. Böylece CenâbHakk'ın belirlediği manevî saygı ve ta'zîm makamına yükselen melekler ve onların başı Cebrail veya çok büyük bir melek olan Ruh, bu dereceleri veya her birini, bizim sun'î zamanımıza te­kabül eden bir günde veya bir anda geçerler. Zira âyette anılan «yevm» kelimesi, bu sûrenin dördüncü âyetinde de açıkladığımız gibi, üç manaya delâlet eder. Onlardan biri de «çok kısa bir zaman parçası» yani «an»dır. Bu takdirde, meleklerin hızı ışık hızının çok üstündedir. Bir anda, elli bin yıllık mesafeyi aşmakta ve belki de ışık hızına göre olan elli bin yılı saniye ve salise denilecek kadar kısa bir zaman parçası içinde geçmektedir.

İki âyette değişik rakam kullanılarak birinde «bin yıl», diğerinde «elli bin yıl» denilmektedir. İş ve amellerin, niyet ve azimlerin, Allah'ın belirle­diği dereceye yükselmesi, bizim hesabımıza göre bin yıla tekabül eden bir onda yükselmektedir. Başta Cebrail olmak üzere meleklerin takdir edilen dereceleri aşması ise, bizim hesabımıza göre elli bin yıla tekabül eden bir anda gerçekleşmektedir.

Böylece iki âyet arasında bir çelişki hiçbir zaman söz konusu değildir ve olamaz da.. [17]

Çünkü Cenâb-ı Hak gerçekten görünmeyeni de, görüneni de en iyi bilir. O çok üstündür, çok büyüktür ve geniş rahmet sahibidir. İzzet ve kud­reti her şeyi teshîr edip baş eğdirmiştir, [18]

 

Yarattığı Her Şeyi Güzel Yaratmıştır

 

«O kî yarattığı her şeyi güzel yarattı..»

Allah her türlü noksanlıktan, acizlikten, bilgisizlikten pâk ve yücedir. Yoktan yaratıp vücuda getirmek O'na mahsustur. Yarattığı her şeyi en gü­zel şekilde, vasıfta ve özejlikte yaratmıştır. O'nun eserinde noksanlık söz konusu değildir. Çünkü O, kurduğu düzen esaslarına göre, bir şeyi nasıl yaratmasını plânlamışsa, ona göre yaratmıştır. Öyle ki, her şeyi vereceği yarar ve hizmet ölçüsünde ve düzeyinde var kılmıştır. Zararlı bildiğimiz veya sandığımız şeyler bile bir bakıma yararlıdır ve yararlı olduğu, denge sağladığı için yaratılmıştır. İlmî araştırmalar o zararlı sayılan şeylerin de birtakım yararları bulunduğunu yavaş yavaş tesbit edip ortaya çıkarmak­tadır. Meselâ sivrisinek zararlı bir yaratık kabul edilir veya öyle bilinir. As­lında bataklıkların kurutulması, pisliğin ortaya atılmaması, kurutma kanal­larının yapılıp toprağın verimli düzeye getirilmesi gibi hikmetlere yönelik bir yarar da sağlamakta, yani bizleri bir bakıma belirtilen hususları eksik­siz yerine getirmeye zorlamaktadır. Bundan başka daha kim bilir ne gibi faydaları vardır.. Onun gibi, zararlı ve tehlikeli sayılan yılanın, günümüzde tababette zehirinden yararlanılmakta ve eczacılıkta kullanılmaktadır. [19]

 

O, İnsanı Yaratmaya Çamurdan Başlamıştır

 

<Ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.»

İlk insanın çamurdan yaratıldığı kesindir.,Zira bu önemli konu, az de­ğişik anlatımla Kur'ân-i Kerîm'in ondan fazla yerinde tekrarlanır ve çamu­run özelliklen ise altı yerde açıklanarak geniş bilgi verilir. [20]Özellikle bu altı âyeti biraraya getirdiğimizde şu sonucu elde edebiliriz: İlk insan Âdem (A.S.) süzülmüş siyah, yapışkan, pişirilip kokuşmuş, sertleşip tuğlalaşmış balçıktan yaratılmıştır.

Siyahtan maksat, hazırlanan çamurda kara toprağın çoğunlukta ol­duğuna işarettir. Sertleşip tuğlalaşması, killi yağlı topraktan meydana gel­diğini gösterir. [21]

Sahîh hadîsten de anlaşıldığı üzere, Cenâb-ı Hak ilk insan Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır. Bu anlatımdan maksat, Allah'a suret, şekil nis-bet etmek değil, O'nun ilk insanı yaratmayı irâde ettiğinde, ezelde prog­ramladığı sureti vücuda getirmek için bir defa tecellide bulunmasıdır. Bu suret şekillenen balçığın sözü edilen programa uygun olan biçimidir; öyle *ki ilâhî kudret yaratma iradesiyle bu surete tecellide bulunarak hazırladığı maddeye ruhu yerleştirip ona canlılık bahsetmiştir. Şüphesiz ki biz ne bu tecellinin mahiyetini, ne de bağlı bulunduğu hilkat kanununun içyüzünü bi­lebiliriz. O, bütünüyle «kün» yani «ol» emriyle gerçekleşmiştir. [22]

 

Âdem'in Neslinin Süzülmüş Bayağı Bir Sudan Yaratılması

 

«Sonra onun neslini bayağı bir su­yun süzülen (sperma haline gelen)inden meydana getirdi.»

Âdem'in yaratılması hakkında tecelli eden ilâhî kudret ve o kudrete bağ­lı hilkat kanunu, ikinci ve değişik bir tecelliyle Âdem'in neslinin meydana gelmesini sağlamıştır. «Kün emri», bu ikinci tecelliyle, biyolojik kanunları harekete geçirerek yine ezelde takdîr edilen ölçü ve anlamda kıyamete ka­dar devam edecek insan neslinin vücut bulmasını sağlamıştır.

Ayette «bayağı bir suyun süzüleninden» şeklinde bir anlatıma yer ve­rilmesi, belsuyunun içihde oluşan ve o suyun özünü taşıyan spermaya işa­rettir. Bu, daha çok biyologlara ışık tutup ana fikir vermeye yönelik bir ifade tarzıdır. [23]

 

Hazırlanan Şekle İnsanî Ruhun Üflenmesi

 

«Sonra da düzeltip biçimine soktu ve kendi ruhundan ona üfledi..»

Hem ilk insan, hem de ondan üreyen nesli için daha önce ruhlar âle­minde yaratılan ve sayısı dondurulan insanî ruhlar, sırası geldikçe ana rahminde şekillenen ve hayvan? ruhla ceninlik vasfını alan insana üflenir. Şüphesiz bu anlatım şekli, bizim anlamamızı kolaylaştırmak içindir. Zira ruh için bir engel söz konusu olmadığı gibi, bedene yerleşmesi de ilâhî emirle gerçekleşmektedir. Kendi âleminden melek refakatinde iner ve o âleme ait bilgiler kendisinden geri alınır da öylece kendine ait bedene gi­rip yerleşir.

Hayvan? ruha gelince : O ilk önce belsuyunda oluşan spermada tezahür eder. Nitekim mikroskopun icadıyla bu sır çözülmüş ve menideki bin­lerce, milyonlarca spermanın canlı olduğu görülmüştür. [24]

 

Allah, Kendi Ruhundan Âdem'e Üflemiştir

 

Burada ruhun Allah'a nisbet edilmesi, «beytullah», «nakatüllah» gibi, teşrif içindir; aynı zamanda ruhun Allah'ın bilgisine has bir varlık olduğu­na, insanlarca mahiyetinin bilinemiyeceğine işarettir. Nitekim Kur'ân'da, «Sana ruhtan soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbımın emrindendir. Size ilimden pek az şey verilmiştir» mealindeki İsrâ Sûresi 85. âyetle bu incelik açık­lanmakta, ruhun «ilâhî emir»den olduğu, madde ötesinden geldiği, manevî bir anlam ve hüküm ifade ettiği belirtilmektedir.

Bunun için ilim adamlarının, varlık âlemini, biri «âlem-i emr», diğeri «âlem-i halk» diye iki kısma ayırdıklarını görüyoruz. Birincisi, fizik-kimya kanunlarının üstünde ve ötesinde ilâhî buyruğa bağlı ve ancak pna has bir tecelliyle var kılınan âlemdir. İkincisi, belli sebeplere ve bilinen kanun­lara bağlı olup ilâhî irade ve kudretle vücut bulan âlemdir. Dünyamızda doğup büyüyen, ölüp şekil değiştiren canlılar âlemi bu cümledendir. [25]

 

Kulak-Göz Ve Gönül

 

Ve (böylece) size işi­ten kulaklar, gören gözler, anlayan kalpler var kıldı. Buna rağmen ne de az şükrediyorsunuz.»

İnsanı tamamlayan, eşya ile ilgisini sağlayan ve onu diğer canlılar­dan ayıran üç önemli organa dikkatler çekiliyor. İşitmeyi sağlayan kulak, görmeyi sağlayan göz, işitilen ve görülen şeyleri anlayıp değerlendiren kalp, gönül ve beyin. Zira burada «fuad»ın çoğulu olan «efide»den maksat, kulağa, göze ve diğer bütün organlara kumanda eden, işitilen ve görülen şeyleri sesiyle, rengiyle, biçimiyle alıp arşivleyen ve birçok merkezleri bir-arada taşıyan beyin merkezleri ve ona bağlı olan kalp irfanı olması kuv­vetle muhtemeldir.

İnsana verilen birçok nîmetler dizisinde şüphesiz ki bu üç organın ve sağladıkları faydaların yeri çok büyüktür, Kör, sağır, kalpsiz ve şuursuz tabiatın ya da tesadüflerin bu kadar mükemmel, akıllara durgunluk vere­cek özellikte bir varlığı ve bu varlıkta bulunması mutlaka lüzumlu olan bu üç organı meydana getirdiği elbette düşünülemez. Zira ortada çok mükem­mel bir cihaz ve o oihazı yaratıp varlık alanına getiren çok mükemmel bir kudret ve sınırsız bir ilim söz konusudur.

Buna rağmen insanların çoğu bu üstün kudret ve sınırsız ilmi inkâr edip kâinatta şaşmayan mükemmel plân ve düzeni, plân ve düzenden bü­tünüyle habersiz tabiata ya da tesadüfe bağlayarak nankörlük ve isyan ederler, [26]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

CenâbHakk'ın kurduğu mükemmel düzene değinildi. Doğruyu araş­tırıp bulması için insan aklına ışık tutuldu, malzeme verildi. Sonra da Al­lah'ın kudret elinden çıkan her şeyin en güzel şekilde yaratıldığına dikkat­ler çekilerek, eşyada O'nun damgasını görmemiz istenildi. Arkasından Âdem ve soyunun yaratılma konusu üzerinde durularak hareket noktası belirlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, öldükten sonra dirilip kalkmayı inkâr edenlere dü­şündürücü anlamda cevap veriliyor ve kıyamet gününde suçlu günahkâr müşriklerin durumu tasvîr edilerek uyarıda bulunuluyor. [27]

 

Meali:   

 

10—  Dediler ki: yeryüzünde toprağa karışıp belirsiz hale geldiğimiz­de mi yeniden yaratılacağız? Hayır, (onlar buna inanmamakla) Rablarffia kavuşmayı inkâr ediyorlar.

11—  De ki: Sizin (ruhunuzu almaya) görevli kılınan Ölüm Meleği ca­nınızı alır, sonra da Rabbınıza döndürülürsünüz,

12—  Suçlu günahkârları, Rablarınin huzurunda başlarını eğerek: «Ey Rabbımız! artık gördük ve işittik, bizi (Dünya'ya) ge" çevir de iyi-yararh amelde bulunalım; çünkü biz artık kesinlikle inanıp anlamış bulunuyoruz» dedikleri vakit görsen.

13—  Biz dileseydîk herkesi doğru yola iletirdik; ama şanıma yemin olsun ki, Cehennem'i cinlerle, insanlarla olduğu gibi dolduracağım diye benden hak bir söz çıkmıştır.

14—  O halde bugüne kavuşmayı unutup kulak ardına atmanız sebe­biyle tadın tadacağınızı. Şüphesiz ki, biz de sizi unuttuk (rahmetimizden sizi uzak tuttuk). Artık yapageldiğiniz işlere karşılık sonsuz azabı tadın!

 

Rablarına Kavuşmayı İnkâr Edenler

 

«Hayır (onlar buna inanmamakla) Rablanna kavuşmayı inkâr ediyorlar.»

Şüphesiz Allah'ın varlığına, birliğine ve kemal sıfatlarına dosdoğru imân, âhirete de imânı gerektirir. Varlık âleminde yer alan eşyada ilâhî sa­natın izlerini görmeyen ve,eşyanın teşbihini anlamayan körler ve anlayış­sızlar, elbette Allah'ın varlığını anlayamazlar.

Ayrıca dünya hayatıyla ilgili hikmet ve amacı idrâk de, ikinci hayatın gerçekleşeceğini anlayıp kabule delâlet eder. Bu iki ayn âlem birbirini ta­mamlamakta, biri diğersiz anlamsız ve hikmetsiz kalmaktadır. Aynı zaman­da biz kendi isteğimizle dünyaya gelmedik, bir başkasının istek ve if-âdesiyle yoktan var kılınıp dünya denilen aşağı âleme getirildik. Böylece in­sanın kendi kendini yaratan bir kudret olmadığı kesindir. Onu birçok ye­teneklerle donatan bir kudret söz konusudur. Bunun aksini varsaydığımız zaman, o takdirde herkes kendi arzu ve hevesine göre kendini yaratır; o sebeple de çok değişik, birbirine birçok yönleriyle benzemeyen antropolo­jik tipler ve biçimler ortaya çıkardı.

O halde insanı yaratan, insandan kıyas kapsamına girmiyecek anlam­da çok üstün bir kudretin mevcudiyetine inanmak gerekir. O kudret sevip yarattığı ve kâinattaki birçok şeyleri hizmetine sevkettiği insanı öldürüp tamamen belirsiz hale getirmek istemez. Bilâkis onu ebedî kılıp daha geniş nimetlere gark eder.

İşte ilgili onuncu âyetle bu inceliklere işaretle çok etraflı düşünmemiz ilham edilmektedir. [28]

 

Ölüm Meleği

 

«De ki: Sizin(ruhunuzu almaya) görevli kılınan ölüm meleği canınızı alır. Sonra da Rab­bınıza döndürülürsünüz.»

Kâinatta her olay mutlak surette önceden hazırlanmış bir plân ve prog­rama göre meydana gelir. Plân ve programı denetleyen ve uygulayan gö­revli melekler vardır. Böylece bu düzenleme hiç aksamadan, şaşmadan, yanlışlık yapılmadan sürüp gider. Çünkü nurdan yaratılıp ilâhî kudrete ge­niş çapta mazhar kılınan meleklerde unutma, yanılma, ihmal ve hatâ söz konusu olamaz. Zira bu saydığımız ârizî noksanlıklar nefse has sıfatlardır; meleklerde ise nefis yoktur,

Görevli melekler nasıl vakti saati gelince ruhlar alemindeki insanî ruh­ları yeryüzüne indirip anarahminde oluşan cenine üflüyorlarsa, öylece ru­hun bedeni terketme vakti ve saati gelince yine onu bir yanlışlık yapmadan alıp Berzah Âlemi'ne götürürler ve lâyık olduğu bölüme yerleştirirler. On birinci âyetle bu hususun ana teması işleniyor ve «teveffi» kelimesi kulla­nılıyor ki bu, görevli meleğin, bedenini terkedecek çizgiye gelen ruhu ol­duğu gibi alıp yükseltmesi demektir.

Yine âyetin açık delâletinden, insanların ruhunu alan meleklerin özel­likle bu iş için görevlendirildikleri, yani onlara yüklenilen programın bu ol­duğu anlaşılıyor.

Ölüm meleği bir tane midir, yoksa birden fazla sayısı belirsiz kadar çok mudur? Âyet ve hadîslerin açık delâletinden şunu öğreniyoruz: Ölüm meleği bir tane değil, sayısı bizce belirsiz denilecek kadar çoktur. Onların başında, işi organize edip yürüten büyük bir melek vardır ki ona «Azrail» deniliyor.

Sonra ilâhî plân ve program gereği mevcut düzen bozulup, yani ruh­lar alemindeki insanî ruhların tamamı yeryüzüne inip kıyamet olayı mey­dana gelince ve yeni düzen kurulunca, insanlar için takdîr edilen ikinci hayata kalkış başlar ve böylece dönüş Allah'ın adalet terazisinin yer aldığı huzura olur. [29]

 

Âhiret Günündeki Pişmanlığın  Hiçbir Yararı Olmaz

 

«Suçlu günahkârlar, Rablarının huzurunda başlarını eğerek

«Ey Rabbımız, artık gördük ve işittik; bizi (dünyaya) geri çevir de iyi ya­rarlı amelde bulunalım. Çünkü biz artık kesinlikle inanıp anlamış bulunu­yoruz» dedikleri vakit bir görsen.»

Cenâb-ı Hak âhiret gününde meydana gelecek önemli bir olayı tasvir ederek, inkarcıları ve şüphe içinde çırpınan kararsızları uyarıyor; ölmeden önce hakikati anlamaya ve hakka yönelip niçin yaratıldığımızın hik­met ve anlamını idrâka çalışın; aksi.halde dönüşü mümkün olmayan bir çizgiye gelirsiniz de pişmanlığın hiçbir yararı olmaz, şeklinde tavsiyede bu­lunuyor.

İşte tasavvufta «ölmeden önce ölmek sırrına erişme» bir bakıma bu gerçeği yansıtıyor. Zira bütün bunları öğrenip anlayacak, inanıp kavraya­cak yetenekler insana verilmiş ve üstelik yardımcı olarak da kitap indiril­miş, peygamber gönderilmiştir. [30]

 

Allah Dileseydi Herkesi Doğru Yola İletirdi

 

«Biz dileseydik herkesi doğru yola iletirdik..»

Cenâb-i Hak dileseydi insanları da nefis denilen ve kötülüğü çokça telkîn edip insanı o istikamete iten âmilden uzak tutar, melek tabiatlı kılar ve her haliyle Hakk'a itaat eden bir varlık düzeyine getirebilirdi veya meleklerin devamlı ilhamıyla, kendi kudretinin o yönde tecellisiyle insan ruhu­nu çok üstün duruma getirir, nefsin kötü arzularını tamamen tesirsiz kıla­rak bir bakıma insanı melekleştirebilirdi. Neden böyle yaratmadı, yaratmış olsaydı neler olurdu, ne gibi sakıncalar doğardı?

Bilindiği gibi ilâhî kudret kemal derecesindedir; yani sınırı ve sonu yoktur. O bakımdan dilediğini yapmaya muktedirdir. O'nun için zorluk, sıkıntı, engel gibi söz ve kavramlar söz konusu değildir. Noksan sıfatlardan pak ve yücedir. Ancak insan denilen canlıyı «ahsen-i takvim» üzere yarat­mayı irâde ederken, eşyayı onun için, onu da Rabbını bilip ibâdet etmesi için var kılmış ve ne melek, ne de hayvan türünden olmayıp ikisi arasında ona bir özellik vererek hem dünya, hem de âhiret hayatını yaşamasını di­lemiştir. Gerçek bu olunca, bu iki hayat birbirini tamamlamakta ve biri di­ğeriyle hikmet ve amacının ne olduğunu yansıtmaktadır.

Dünya hayatı bütünüyle hareket, mücadele, didinme, çalışma ve ihti­yaçları karşılama dönemidir. Bunların sağlanması için insanda nefis ve ona bağlı istek, arzu, ihtiras ve emel gibi duygular meydana getirilmiştir. Ancak bu duyguları meşru sınırda tutabilmemiz için de kitap indirilmiş ve peygamber gönderilmiştir.

İnsan melek gibi yaratılsaydı, mevcut düzene lüzum kalmaz; aslında dünyaya getirilmesine hem gerek kalmaz, hem de ilâhî hikmete uygun düş­mezdi.

İşte bu ve benzeri sebep ve hikmetlerden dolayı Cenâb-ı Hak insanı melek veya melek gibi yaratmamış; ancak onu hem hayvanî, hem de mele-kî sıfatlarla teçhiz edip plândaki yerine oturtmuş; sonra da iyiliklerin ve kötülüklerin yollarını bildirerek, fayda ve zararlarını açıklayarak onu ser­best bırakmıştır. O bakımdan insanı, şu dünya hayatında yapacağı her şey­den sorumlu tutmuş ve ikinci hayatta ciddi bir hesaba tabi' tutulacağını haber vermiştir. [31]

 

Ezeli İlim İnsan Hayatının Seyrini Ve Neticesini Tesbit Etmiştir

 

«Ama şanıma yemin olsun ki, Cehennemi cinlerle, insanlarla olduğu gibi dolduracağım diye benden hak bir söz çıkmıştır»

Allah'tan sadır olan hak söz, ezelî ilmiyle, mevcut imkân ve ortamlar düzeyinde insanların nasıl bir ömür süreceklerini, akil ve idrâklerini hakikate çevirip çevirmiyeceklerini, eşyada ilâhî damgayı görüp görmeyecek­lerini, ilâhî sanatın izlerini tesbit edip etmiyeceklerini; hakkı bırakıp bâtılın peşine takılıp takılmiyacaklarını: nefislerine mağlup olup akıllarını nefisle­rinin emrine verip vermiyeceklerini; peygamberin irşat ve tebliğinden ya­rarlanıp yararianmıyacaklarını tesbit etmesine bağlı bir hükümdür. O'nun ilmi yanılmayacağina göre, ona bağlı hükmü de değişmiyecektir.

İşte Cehennem'i cinlerle ve insanlarla dolduracağına yemin etmesinin anlamı budur. Yoksa Cenâb-ı Hak, sorumlu ve mükellef tutulan bu iki ayrı varlığı hiçbir amellerini ve iradî temayüllerini dikkate almadan cehennem­lik kılmış değildir. Zira o takdirde teklîf anlamsız, ibâdet hikmetsiz; iyilik ve kötülük aldatmaca olurdu. Cenâb-t Hakk'ı böyle bir düzen kurmaktan tenzih ederiz.

Âyetin açık anlatımından, cinlerin de insanlar gibi ilâhî tekliflerle yü­kümlü tutuldukları anlaşılıyor. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.) Efendi­miz için «Resûlü's-sakaleyn» denilmiştir ki, bu O'nun insanla cinlerin, dün­ya ile âhiretin peygamberi olduğunu ifade eder. [32]

Nitekim Zâriyat Sûresi 56. âyetle Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: «Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.» [33]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ikinci hayatı bir türlü akıl ve havsalalarına sığ-dıramıyan inkarcılar uyarıldı ve düşünce ufuklarını genişletmek için âhi-rette meydana gelecek önemli bir tablo tasvir edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın âyetlerine kimlerin dosdoğru inanacağı konu ediliyor ve onların bazı özellikleri üzerinde durularak mü'minlere ubu­diyetin en zevkli yanlarından biri misal veriliyor. Sonra da ilâhî düzene uyanlarla, uymayıp bozgunculuk yapanlar ve helâl-haram sınırlarını birbi­rine karıştıranlara dikkatler çekilerek, âhirette onlar için hazırlanan ceza ve mükâfatlar haber veriliyor. Sonra da belki dönerler diye inkarcı sapık­lara, bozguncu azgınlara azap verileceği hatırlatılarak ölmeden önce piş­manlık duymaları isteniliyor. [34]

 

Meali:

 

15__Âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine âyet­lerimiz hatırlatıldığı vakit secdeye kapanırlar; Rablarına hamd ile teşbih edip (kulluk görevlerini yerine getirirken) büyüklük taslamazlar.

16—  Onların yanları   döşeklerinden    aralanıp,    Rablarına   korkarak, umutlanarak duâ eder, yalvarırlar ve kendilerine rizık olarak verdiklerimiz­den (Allah rızası için) harcarlar.

17—  Hiç kimse işledikleri (iyi-yararlı) amellerine karşılık gözlerin ay­dınlığı olarak nelerin saklandığını bilmez.

18—  Mü'min olan kimse, fâsık (yozmuş ahlâksız) gibi midir? Bunlar eşit olamazlar.

19—  İmân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlara gelince: Onlar için yaptıklarına karşılık konukluk olarak Me'vâ Cennetleri vardır.

20—  Yozmuş ahlâksızlara gelince: Onların eyleşecekleri yer, ateştir. Oradan ne kadar çıkmak isteseler hemen geri çevirilirler ve onlara, «ya­lanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın!» denilir.

21—  And olsun ki biz onlara -belki dönerler diye- o en büyük azâpdan önce yakın azabı da mutlaka tattıracağız.

 

İlgili Hadisler

 

İbn Ömer (R.A.) diyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, içinde secde âyeti bulunan bu sûreyi okuyunca secde eder, Ona bakarak Ashab-ı Kiram da secde ederlerdi. O kadar ki namaz vaktinin dışında başımızı secdeye koyacak yer bulamazdık.» [35]

«Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde ettiği zaman, şeytan oradan ağlayarak uzaklaşır ve der ki: «Ah yazıklar olsun bana! Âdemoğlu secdey­le emrolundu, secde ettiği için kendisine cennet verilecektir. Ben secdeyle emrolundum, emre uymadığım için bana da cehennem vardır.» [36]

«Eğer mü'minler yatsı ile sabah namazındaki fazilet ve hikmeti bilmiş olsalardı, emekliyerek bile olsa bu iki namazı kılmak için gelirlerdi.» [37]

Muâz b. Cebel (R.A.) anlatıyor:

«Bir seferinde Resûlüllah (A.S.) ile beraber bulunuyordum. Bir sabah o yol alırken kendisine yakın yerde bulundum. Aramızda şu konuşma geç­ti :

  Ya Resûlellah! beni cennete sokacak, cehennemden uzaklaştıra­cak bir amelden haber ver, diye istekte bulundum. Buyurdu ki:

  Sen büyük bir şeyden sordun ve o Allah'ın kolaylaştırdığı kimseye göre kolaydır: Allah'a ibâdet edersin, hiç bir şeyi O'na ortak koşmazsın; namazı vaktinde kılar, zekâtı verirsin; ramazan orucunu tutar ve Allah'ın evine haccedersin.

Sonra devamla buyurdu ki:

  Seni hayrın kapılarına irşat edeyim mi? Oruç bir kalkandır; sadaka hatâları temizler ve bir de adamın gece ortasında kalkıp kıldığı namaz..

Resûlüllah bunları söyledikten sonra «Tetecafâ» ile başlayan âyeti, «cezâen bimâ kânû ya'melûn»a kadar okudu ve şöyle ilâve etti:

— Sana işin başını, direğini, doruğunu haber vereyim mi?

— Evet, Ya Resûlellah! dedim. Buyurdu ki:

  İşin başı İslâm'dır; direği namazdır, doruğu ise (Allah yolunda) ci-haddır.

Sonra konuşmasına devamla buyurdu ki:

  Bütün bunları dimdik ayakta tutan şeyden sana haber vereyim mi?

  Evet, Ya Resûlellah! dedim. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz dilini tutup şöyle buyurdu :

  Bunu kendi aleyhine kullanma, buna sahip ol! Bunun üzerine dedim ki:

  Bizler mutlaka konuştuklarımızdan dolayı sorumlu tutulacak mı­yız?

Buyurdu ki:

  Anan seni yitirsin ya Muâz! İnsanların cehenneme yüzükoyun, ya da burunları üstüne atılması sadece dillerinin söyledikleri ve onların ürün­leri sebebiyledir.» [38]

«Ramazan ayından sonra orucun en üstünü, Muharrem Ayı'nın orucu­dur. Farz namazlardan sonra namazın en üstünü, gece namazıdır.»

Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz diyor ki: «Şanı Yüce Allah şöyle bu­yurdu: «Salih kullarıma, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir İnsanın kalbin­den geçmediği şeyleri hazırladım.» Sonra Resûliillah (A.S.) şöyle buyurdu: «İsterseniz (FELA TA'LEMU NEFSÜN MÂ UHFİYE LEHÜM..) âyetini oku­yun.» [39]

 

Allah'ın Âyetlerine İnananların Vasıfları Ve Özellikleri

 

«Âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine âyetlerimiz hatırlatıldığı vakit secdeye kapanırlar..»

İlgili âyetle hem Allah'ın indirdiği ve varlık âlemine koyduğu âyetlerine ve belgelerine, hem Kur'ân âyetlerine, hem de mü'minlerin birtakım vasıf­larına ve özelliklerine dikkatler çekiliyor ve gerçek mü'min olmanın yol ve yöntemi üzerinde duruluyor. Şöyle ki:

1—  Allah'ın âyetleri kendilerine hatırlatılınca,   saygı  ve  teslimiyetle secde ederler.

2—  Rablarını hamd (en güzel övgü) ile tesbîh ederler.

3—  Kulluk ve ibâdet görevlerini yerine getirirlerken büyüklük tasla­mazlar; mahviyetkâr bir gönül ile eğilirler.

4— Gece saatlerinde yataklarından kalkıp ibâdet ederler. Aynı za­manda Rablarından hem saygı ile korkarlar, hem de O'na ümit bağlarlar.

5— Kendilerine verilen nziktan Allah rızası için harcarlar.

Birinci sıfat veya özellik, imânın kalpte kök saldığını; ikinci sıfat, Al­lah'ı her şeyden fazla sevip saydıklarını; üçüncü sıfat, Allah'ın kadrinin yüceliğini, kendilerinin de acizliğini ve her on O Yüce Kudrete muhtaç bu­lunduklarını; dördüncü sıfat, imân nuruyla ve ilâhî maarifle gelişen ruh­larının ibâdetten devamlı zevk alıp cilâlandığmi; beşinci sıfat, dünyayı ve nimetlerini gerçek amaca erişebilmenin aracı saydıklarını göstermektedir.

Bu beş özel sıfatla kendini donatan mü'minler, şüphesiz ki «kâmil in­san» derecesine yükselirler.

İlâhî âyet ve belgeleri görüp anlamak, O'na hamd etmeyi, O'nun kadrini yüceltip her türlü beşerî ve noksan sıfatlardan O'nu tenzihi gerektirir. Bu iki dereceye yükselen bir kul ibâdete kendini verip ondan derin zevk almaya başlar. Böyle olunca da ilâhî sevgi ve yakınlığa mazhar olma duy­gusunu geliştirir; derken geceleri kalkıp ilâhî huzurda kemâl-i edeple dur­manın tarifi mümkün olmayan zevkine erişir. Kul sözü edilen dördüncü dereceye yükselince, yalnız kendisi için var olmadığını, yalnız kendisi için çalışmadığını anlar ve Allah'ın lütfettiği helâl rızıktan Allah'ın muhtaç kul­larına gönül rahatlığıyla harcamada bulunur. Böylece kalbi, bedenî ve malî ibâdeti birleştirip bütünleştirir. [40]

 

Güzel Amellere Karşılık Nelerin Hazırlandığını Bilmek Mümkün Müdür?

 

«Hiç kimse işledikleri (iyi yararlı) amellerine karşılık, gözlerin aydınlığı olarak nelerin saklandı­ğını bilmez.»

Dünyadaki nîmetler insanın hıfkatındaki özelliklerine, içinde bulundu­ğu şartlara ve bağlı bulunduğu hayat kanunlarına göre düzenlenmiştir. Öy­le ki, bu nîmetlere erişebilmenin yollarına, onların değer ölçülerine göre birtakım külfetler konulmuştur. Cenâb-ı Hak insan gücünün yetmediğini kendisi yaratıp yararlanma düzeyinde hazırlamış; onun gücünün yetece­ğini ona bırakmıştır. Mevcut yeraltı ve yerüstü kaynakları vücuda getir­mek insan takatini aşmaktadır. O bakımdan Cenâb-ı Hak onları belli plân ve programa göre sınırlı bir nisbette yaratıp işlenecek düzeye getirmiştir. Onları arayıp bulmayı, işletip yararlanmayı insanın akıl, zekâ ve azmine terketmiştir. Aynı zamanda insanı ölünceye kadar bu nîmetlere muhtaç kılmış ve hayatına renk, hareket ve canlılık kazandırmak için de benliğine istek, arzu, ihtiras ve amel gibi duyguları yerleştirmiştir.

Âhirette ise, aynı şeylerin tekrarı söz konusu değildir. Ne birbirini iz­leyen gece ile gündüzün tekrarı, ne ayların, mevsimlerin ve yılların birbi­rini kovalaması vardır. Sonsuz bir hayat, sonsuz ve sınırsız nîmetlerle dop­dolu kılınmış, insanların ardı arkası gelmeyen arzularına cevap verecek bollukta ve çeşitlilikte var kılınarak istifade düzeyine getirilmiştir. O âlem­de insana verilen ikinci beden, yıpranmıyacak, yaşlanmayacak bir özellik­tedir. Ancak onu tanımlamamız ve birtakım misallerle açıklamamız müm­kün değildir. Zira hem o âlemin, hem de içindeki şartların ve nîmetlerin mi­sâli yoktur. Aynı zamanda oradaki hayat kanunlarını da bilmiyoruz.

Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili 17. âyetle bu hususa değinilerek bize ön bilgi verilmekte, «Hiç kimse işledikleri (iyi yararlı) amellerine karşılık gözlerin aydınlığı olarak nelerin saklandığını bilmez» buyurularak o nimetlerin dün­ya nîmetlerine benzemediğine ve modellerinin bulunmadığına işaret edil­mektedir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bu âyeti açıklarken şöyle bilgi vermiştir: «Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiç­bir kalbin düşünemediği nimetler hazırlanmıştır.» [41]

 

Mü'minle Fâsık Bir Midir?                      

 

«Mü'min olan kimse, fâsık (yozmuş ahlâksız) gibi midir? Bunlar eşit olamazlar.»

İmân, Allah'a uzanan manevî yolda bir ışıktır. İlâhî sınırları aşıp ah­lâksızlığı şiar edinmek ise, insan nefsine dönük bir karanlıktır.

İmân, iyilik ve faziletin kaynağıdır. Sapıklık ve ahlâksızlık ise, kötülük, güvensizlik ve rezîletin menbaıdır.

İman, dünyaya gelişin gayesi; sapıklık geliş gayesinden uzaklaşma­nın bozuk meyvasıdır.

İmân, kalp huzurunun, ruh afiyetinin ana gıdası; sapıklık ve ahlâksız­lık iç fırtınanın dışa vuran rengidir.

İman, ebedî saadetin değişmeyen yolu; sapıklık ve ahlâksızlık husrâ-na uğramanın açık belirtisidir.

İman, kulu Allah'a yaklaştıran en sağlam vasıta; sapıklık Allah'tan uzaklaştıran kalp körlüğü ve vicdan sağırlığıdır,

Bunun için Kur'ân-ı Kerîm mü'minle fâsıkin eşit olamıyacaklarına de­ğinmekte ve bunun anlam ve hikmetini yine aynı âyetten bir önceki ve bir sonraki âyetlerde görmemizi ilham etmektedir. Sonra da bu birbirine zıt iki insanın âhirette karşılaşacağı tablonun kısa bir görüntüsünü tasvîr et­mekte ve böylece gerçek mü'minlerin dünyada iç huzuruna, vicdan rahat­lığına ve gönül yatışkanlığına mazhar kılındıkları gibi, âhirette bunun en güzel mükâfatının da, bütünüyle huzur ve güven, neşe ve mutluluk kayna­ğı olan Me'vâ Cennet'i olacağını müjdelemekte; inkarcı sapıkların, ilâhî sı­nırları çiğneyen ahlâksızların ise, dünyada inkâr ve şüpheleri sebebiyle içlerinde vücuda gelen kararsızlık, güvensizlik ve tedirginliğin âhirette açığa çıkacağını ve onların bu ameline karşılık yakıcı bir azapla lâyık oldukları ce­zayı göreceklerini haber vererek, cezanın amelin cinsinden olacağına işa­rette bulunmaktadır. [42]

 

Yakın Ve Uzak Azap

 

«And olsun ki biz onlara -belki dönerler diye- en büyük azaptan önce yakın azabı mut­laka tattıracağız.»

Sapık inkarcı şaşkınları ve hakkı reddedip ona sırt çevirenleri, aynı zamanda nankör vicdansızları uyarmak, kalp ve kafalarına neşter vurmak; vicdanlarına seslenmek ve iyice düşünmelerini sağlamak için kıyamet aza­bından önce dünyada birtakım sıkıntılar ve huzursuzluklarla yüzyüze ge­tirilecekleri haber veriliyor. Şüphesiz bu tür uyarılar da ilâhî rahmetin insan­lardan yana ayrı bir tecellisi ve O'nun sonsuz lûtfunun bir başka tezahü­rüdür. Hani derler ya ; «Bir musibet bin nasihattan yeğdir.» İşte onun gibi bir hikmete mebni inkarcı azgınlara dönüş yaparlar diye birtakım musibet­ler indirilir.

Kur'ân-ı Kerîm 21. âyetle, önce Mekkeii müşrikleri, sonra da kıyamete kadar o yolda yürüyen inkarcıları uyarmakta; gelecek azaba hazır olma­larını ve belki de bu sayede hakka dönmelerinin kolaylaşacağını hatırlat­makta ve uyarı sinyalini vermektedir.

Nitekim gerek İbn Abbas'ın (R.A.), gerekse İbn Mes'ûd'ün (R.A.) bu konudaki yorumlarını dikkate alırsak, Mekkeli'lerin hakka dönmeleri için önce kıtlık ve sıkıntı azabı baş gösteriyor ve birkaç yıl devam ediyor. Ar­kasından Bedir Savaşı patlak verip onların güvenip bağlandıkları, sözle­rini emir kabul edip peşlerine takıldıkları iieri gelenlerinden önemli birkaç kişinin savaş meydanında can vermesi bunu izliyor ve arkasından azap fırtınaları birbirini izleyerek Mekke'nin fethiyle takdir çizgisine ulaşmış olu­yor.

Böylece sağ kalanlarının çoğu bâtılı bırakıp hakka yöneliyor; azı ise küfür ve tuğyanında ısrar edip hüsrana uğrayanlardan oluyor.

İşte bu, sünnetullahtır ki, milletlerin hayatında hükmünü yürütmekte ve sırası gelince kendini göstermektedir. O'bakımdan savaşlar, millî felâ­ketler çoğu zaman hem bir seleksiyon ameliyesinde bulunur, hem de sağ kalanların inkâr ve azgınlıktan kısmen olsun uzaklaşmasına yardımcı olur. [43]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın âyetlerine imân edenlerin bazı önemli sıfatlan ve özellikleri konu edildi. Sonra da mü'minle fâsikın bir olarmya-cağı belirtilerek âhirette bu iki zıt inanç ve ahlâka sahip olanlara verilecek karşılığa dikkatler çekilerek gereken uyarılar yapıldı. İnkarcı sapıklara, âhi-retteki azaptan önce, dönüş yaparlar diye, dünyada da birtakım uyarıcı azapların verileceği üzerinde durularak ilâhî rahmetin hep insanlardan ya­na tecelli etmekte olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, her şeye rağmen Allah'ın âyetlerinden yüz çevi­renlerin büyük bir haksızlıkta bulundukları ve o gibilerinden mutlaka inti­kam alınacağı ihtar ediliyor ve çok geçmeden İslâm'ın Mekke dahil, birçok ülkeleri fethedeceği kapalı bir anlatımla haber veriliyor. [44]

 

Meali:

 

22—  Kendisine Rabbınin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten son­ra ondan yüzçevirenden daha haksız kim vardır? Şüphesiz ki biz, suçlu günahkârlardan intikam alıcılarız.

23—  And olsun ki Musa'ya kitap verdik. Sakın sen ona kavuşmakta şüphe etme. Biz onu (kendisine verdiğimiz kitabı) İsrail oğulları'na doğru yolu gösteren rehber kıldık.

24—  Onlardan bir kısmını sabrettikleri ve âyetlerimize kesinlikle inan­dıkları için emrimizle doğru yola irşâd eden önderler yaptık.

25—  Şüphesiz ki Rabbın onların ihtilâf ettikleri şeyler hakkında Kıya­met günü aralarında hükmedip (haklıyı haksızdan) ayırt edecektir.

26—  Kendilerinden önce yok ettiğimiz nice nesillerin yurtlarında ge­zip dolaşmaları onları doğru yola irşâd etmiyor mu? Doğrusu bunda öğüt­ler ve ibretler vardır. Hâlâ işitmiyorlar mı?

27—  Görmediler mi ki, biz suyu kupkuru yere sevkedip onunla davar­larının ve kendilerinin yediği ekini (ürünü) çıkarıyoruz. Hâlâ görmüyorlar mı?

28—  Ve diyorlar ki, «eğer doğru sözlülerden iseniz, o (bahsettiğiniz) felih günü ne zaman?»

29—  De ki: «Fetih günü, küfredenlere, inanmaları artık fayda vermez ve onlara mühlet de verilmez.

30—  Artık sen onlardan yüzçevir ve bekle; onlar da beklemekteler.»

 

İlgili Hadîsler

 

«Bana (Mi'rac olayında) gece yolculuğu yaptırıldığında Musa'yı gör­düm; buğday rengine yakın esmer, uzun boylu, kıvırcık saçlı, uzak bir ül­kenin adamına benzer bir durumu vardı.» [45]

«Mi'rac gecesi bana gece yolculuğu yaptırıldığı zaman, Musa'ya rast­ladım; kızıl bir tepe üzerinde kabrinde ayakta namaz kılıyordu.» [46]

 

Kur'âım-I Kerîm Akla Ve Sağduyuya Hitap Eder

 

«Kendisine Rabbının âyetleri ha­tırlatılarak öğüt verildikten sonra ondan yüz çevirenden daha haksız kim vardır?..»

Kur'ân-ı Kerîm'in nazmı, yani kelime konumu ve dizisi, onun kıraati ve bu ikisindeki ilâhî ahengi, bir yandan duyguya seslenip ona manevî gı­da verirken, bir yandan da manasıyla birleşip akla, mantığa ve sağduyuya hitap etmesi müstesna bir tesir meydana getirmekte ve aklını kullanan kimseleri ilâhî beyânın havasına çekmektedir.

Bu açıdan da bakıldığında Kur'ân'ın bütünüyle Allah sözü olduğu, ya­ni ilâhî kelâm sıfatının tecellisi bulunduğu görülür. Şüphesiz Kur'ân'da in­san kafasının ürünü ve insan muhayyilesinin dizisi sayılacak bir cümle ol­sun yoktur. Her âyet konulduğu yerden bütün güzelliğiyle, hikmetiyle ilâ­hî damgayı yansıtır. Taşıdığı yüksek anlamdaki hükümler, kıssalar, haber­ler, emirler, yasaklar, misaller, uyarılar ve müjdeler insan kudretini aşıp çok yüksek bir kudretin eseri olduğunu kalp ve dimağlara işler.

O halde aklı, vicdanı, idrâki, muhakeme kabiliyeti ve sağlam man­tığı olan bir insanın, eğer Arapça biliyorsa, eğer Kur'ân'ın ne dediğini de-rinliğiyle anlıyorsa, hikmetiyle kavrayabiliyorsa, onun Allah kelâmı oldu­ğuna inanmaktan başka bir şey düşünmeyeceği kesindir. Nitekim İslâm'ın ilk yıllarında Arap Yarımadası'nda haklı üne sahip olan bazı edip ve şâir­ler bu gerçeği anlamakta gecikmemişler ve Kur'ân'ın ilâhî üslûp ve üstün­lüğü karşısında insafa gelip onun beşer sözü olamıyacağını belirtmişler­dir. Şair Tufayl, Hasan, Abdullah b. Revana onlardan bir kaçıdır.

Bunun aksine Kur'ân'a, şartlanmış bir kafa, yıkanmış bir beyin, kilit­lenmiş bir vicdan ve düğümlenmiş bir kin ile bakıp, aklını ve idrâkini nef­sinin emrine verenler ise, onu dinlemekle ancak inkâr ve azgınlıklarını artı­rırlar.

İlgili âyetle böyleieri uyarılmakta, akıllarını kullanmaları hatırlatılarak dönüş yapmaları istenmektedir. Aksi halde büyük bir haksızlık içinde zâ­lim olarak haşredilecekleri ve ona göre bir ceza görecekleri haber veril­mektedir. [47]

 

Musa Peygamber'e (A.S.) Uyanlar Misâl Veriliyor

 

«A"d olsun ki Musa'ya kitap verdik. Sakın sen ona kavuşmakta şüphe etme. Biz onu (kendisine verdiğimiz kitabı) İsrail oğulları'na doğru yolu gösteren rehber kıldık..»

Hakk'ın nurunu bütün haşmet ve parlaklığıyla taşıyan Kur'ân'a karşı kör ve sağır kalan Mekkeli putperestlerin büyük bir nîmeti elden kaçırmak üzere bulunduklarına işaret edilerek Musa Peygamber'e (A.S.) İsrail oğul-lan'ndan dosdoğru imân edenlerin önderler ve liderler kılındıkları, ilâhî lût-fa lâyık görüldükleri misal veriliyor. Süleyman ve Davud Peygamber zama­nında imân edip Tevrat ile amel eden İsrail oğulları altın çağlarını yaşa­madılar mı? O çizgiden ayrıldıkları çağlarda ise güçlerini kaybedip boyun­duruk altına girdiklerini tarihler, önemli safhalanyla yazmaktadır.

Cenâb-ı Hak ibret dolu tarihî misali verirken yakın gelecekte Hz. Mu-hammed'in (A.S.) üstün başarılar sağlayacağını, Araplara altın çağı yaşa­tacağını; bunun aksine ona imân etmeyip küfür ve azgınlıkta ısrar edenle­rin çok geçmeden aşağılanıp rüsvay edileceklerini dolaylı şekilde haber vermektedir. Nitekim Allah'ın bu vaadi en parlak şekilde yerine geldi ve Hz. Muhammed (A.S.) dünya tarihinde bir benzeri daha görülmemiş en büyük, fakat en kalıcı inkılâbı yaptı. [48]

 

Hz. Muhammed'in (A.S.) Musa Peygamber'e Kavuşacağı Haberi

 

Mekke'de inen bu âyetler hem Hz. Muhammed'i (A.S.) taselli mahiye­tindedir; hem de Yahudilerle putperestleri insafa davet etmektedir. Aynı za­manda İslâm'ın kısa sürede yüce âlemden geldiği gibi yüceleceği haber verilmekte; Fir'avn ve yandaşlarıyla çetin mücadele edip İsrail oğullan'nı Allah'ın izniyle kurtaran ve öylece yüce âlemden indirilen Tevrat'a mazhar olan Musa Peygamber ile Hz. Muhammed (A.S.) arasında bazı yönlerden benzerlik bulunduğuna işaret edilmekte ve kısa bir süre sonra Hz. Mu-hammed'in (A.S.) Musa'yla (A.S.) görüşeceği bildirilmektedir. Bunun için mü'minlerin biraz daha dişlerini sıkıp sabretmeleri istenmektedir.

23. âyetle verilen haber, Mi'rac Gecesi gerçekleşmiş; Hz. Muhammed (A.S.) altıncı gökte Musa Peygamber'in (A.S.) ruhuyla mülakat yapıp gö­rüşmüştür. Konuyla alâkalı hadîslerde ise bu mülakat geniş şekilde açık­lanmış ve Allah'ın vaadi çok geçmeden gerçekleşmiştir. [49]

 

İsrail Oğullarl'nın Ahdi Bozması

 

«Şüphesiz ki Rabbın onların ihtilâf ettikleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükme­dip (haklıyı haksızdan) ayırt edecektir.»

Tevrat ve taşıdığı hükümler hakkında görüş ayrılığına düşen İsrail oğulları, dinde aşırı taassup göstermekten bir türlü kendilerini kurtarama­dılar. Kelimeleri yerinden oynatıp kendi iddiaları doğrultusunda değiş­tirmeler ve yorumlarda bulundular. O yüzden «Tevhîd İnancı»nın yansıttığı birlik ve beraberlik çizgisinden saptılar ve saltanatlarını kaybettiler. Altın çağları çok gerilerde kalıp bir masal oldu sanki. Buna rağmen uyanma­dılar ve son olarak da Tevrat'ta Hz. Muhammed'le (A.S.) ilgili ilâhî haber­leri yanlış bir yoruma tabi tutup asıl ölçüsünden uzaklaştırdılar, Kur'ân'a inanmadılar; ondaki beyânları red ve inkâr ettiler. Tevrat'ta meydana ge­len tahrifatı tashîh eden âyetlere kulaklarını tıkadılar. Böylece kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğunu belirleyecek zahirî hakem olmayınca, Ce-nâb-ı Hak kıyamet gününde onlar arasında hükmedeceğini, haklıyı hak­sızdan, mü'mini nankörden ayırt edeceğini haber vererek yahudilerle sür­tüşüp tartışmanın yarar sağlamıyacağına işarette bulundu.

Bu, aynı zamanda mü'minleri uyarmaya, onlara doğruyu göstermeye yöneliktir ve gelecekte nasıl hareket etmeleri gerektiğine dair bilgi verme­yi amaçlamaktadır. Çünkü İsrail oğullan'nin yanlış tutumu ve o yüzden başlarına gelen sayısız felâketler en ibretli misali teşkil etmekte ve onlar gibi ilâhî kelâmı tahrîfe kalkıştıkları takdirde tarihin tekerrür edeceği ha­tırlatılmaktadır. [50]

 

Mekkeli Putperestlere Ve Diğer İnkarcılara Öneri

 

«Kendilerinden önce yok ettiğimiz nice nesillerin yurtlarında gezip dolaşmaları onları doğru yola irşat etmiyor mu?.»

Hakkı inkâr ve peygamberliği red etmeleri sebebiyle Hicaz bölgesinde yok edilen millet ve kavimlerin yurtlarında gezip dolaşan putperestlerin ve sapık inkarcıların, o yerlerdeki kalıntılara, tarihi harabelere bakıp öğüt ve ibret almaları gerekirken, küfrün kesif perdesi gözlerinin önüne öyle­sine gerilmişti ki, o incelikleri, ibretli bakışları görüp anlayacak durumda değillerdi. Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyetle, onların önce sözü edilen perde­yi yırtmalarını, sonra da kalıntılara ibret gözüyle bakmalarını öneriyor. Böylece ilâhî rahmetten bir esinti olan bu uyarı ve öneriden yükselen sesi işitmeleri gerekmiyor muydu? Ne yazık ki çoğu işitemedi, kör ve sağır olarak ilâhî rahmete arka çevirip en büyük hazineden nasiplerini alma­dan ayrılıp gittiler, âhirete göçüp dönüşü mümkün olmayan bir sınıra ulaş­tılar. [51]

 

Yeşermekte Olan Bitkiler

 

«Görmediler mi ki, biz suyu, kupkuru yere sevkedip onunla davarlarının ve kendilerinin yediği ekini (ürünü) çıkarıyoruz. Hâlâ görmüyorlar mı?!»

Kur'ân, yukarıdaki âyetle, sapık inkarcılara, inen yağmur sebebiyle yeşeren bitkileri misal veriyor. Yaratıcı kudret, hazırladığı plânı, koyduğu kanunları harekete geçirip ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarmakta; kup­kuru toprağı kabartıp içindeki bitki tohum ve köklerini ölü döneminden sonra nasıl diriltmekte olduğunu gözler önüne sermektedir.

Bitkiler hakkında nasıl câri bir sünnet varsa, insanların öldürülmesi ve tekrar diriltilmesi hakkında da câri sünnetullah vardır. Aradaki fark; Bitkilerin öldükten sonra dirilmesi kısa zamanda ve bildiğimiz sebeplerle gerçekleşmekte; insanların dirilmesi ise, ezelde belirlenmiş bir vakte bıra­kıldığından hemen gerçekleşmemektedir. Aslında CenâbHakk'a göre, bitkileri yeniden yeşertmek ne ise, öldükten sonra insanı diriltmek te odur. Ne var ki birini gözlerimizle görüp sebeplerini araştırmak suretiyle tesbit edebilmekteyiz; diğerini henüz görmediğimiz ve sebeplerini, yani bağlı bu­lunduğu kanunları bilimsel olarak bilmediğimiz için tesbit edememekteyiz. Birincisini diriltip vücuda getiren kudretin, elbette ki ikincisini de vücu­da getirmeye gücü yeter. Bundan şüphe etmeye ne gerek var? Zira sünne-tullah kâinat düzeninde planlandığı ölçüde ve programlandığı şekilde ve zamanda mutlaka tecelli eder ve asla şaşmaz.

Elverir ki, bu hakikati görebilen, imân ve akıl nuruyla aydınlanan göz­ler bulunsun.. [52]

 

Fetih Gününün Hemen Gelmesini Acele İsteyenler

 

«Ve diyorlar ki: «Eğer doğ­ru sözlülerden iseniz, o (bahsettiğiniz) fetih günü ne zaman?»

Mekke ve çevresindeki müşrikler, Kur'ân'da sık sık sapık inkarcıların, şaşkın putperestlerin yakın ve uzak azap ile tehdit edilmesini ciddiye al­madıkları için ara sıra «canım nerede sizin o tehdit edip durduğunuz ilâ­hî azap? Neden hemen indirilmiyor? Doğru sözlülerden iseniz sözünü etti­ğiniz fetih günü ne zaman?» gibi isteklerle Peygamberi (A.S.) ve mü'min-leri alaya alıp müşkil duruma sokmaya çalışırlardı.

Cenâb-i Hak, fetih gününün mutlaka geleceğini, inanmak istemedik­leri o önemli olayın gerçekleşeceğini ve o günde kâfirlere inanmalarının bir yarar sağlamayacağını haber veriyor.

Ancak âyette sözü edilen «fetih günü»nden maksat nedir ve hangi olaya işarettir? Müfessirlerin bu konuyla ilgili farklı yorumları olmuştur. Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz :

a)  İnsanlar arasında hükmedilip haklıyı haksızdan, mü'mini kâfirden, samimi müslümanı münafıktan ayırt edecek ilâhî hükmün tecelli edeceği kıyamet günü.

Nitekim AshabKirâm'ın, sapık putperestlere: «Allah'ın takdir ettiği bir günümüz vardır; o gün gelince O, aramızda hükmedecek ve öylece biz­ler ebedî nimetlerle mükâfatlandırılırken sizler elîm ve kalıcı bir azaba uğ­ratılacaksınız!» dedikleri rivayet yoluyla sabit olmuştur.

b)  Mekke ve arkasından Arap Yarımadası'nın fethedileceği gün.Zira gerek Kur'ân âyetlerinin, gerekse Hz. Muhammed (A.S.)in, yakın gelecekte İslâmiyetin başarıya erişeceğine, zaferden zafere koşacağına ve inkarcı azgınların saltanatının sona erip baş aşağı geleceğine zaman za­man işarette bulundukları oluyordu. İlgili âyetle bu husus bir defa daha ha­tırlatılıyor ve o günler gelmeden İslâm'ın nurlu havasına girmeleri istenili­yor.

c) Yakın gelecekte mü'minlerle kâfirler arasında bir savaşın çıkacağı ve mü'minlerin mutlaka üstün geleceği, müşriklerin hezimete uğrayacağı gün.

Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber'in (A.S.) ye Kur'ân-ı Kerîm'in beyânın­dan aldıkları ilhamla o günlerin pek yakın olduğuna inanıyor ve bunu sıra­sı gelince söylüyorlardı. Nitekim hicretten sonra Bedir Savaşi'nın mey­dana-gelmesi mü'minlerin iddiasını veya inandıkları günün doğruluğunu ortaya koydu.

Ancak bu üc yorumdan en sıhhatlisi birincisidir. Çünkü fetih günü kâ­firlere inanmaları fayda vermiyecektir. Teklif döneminin çok gerilerde kal­dığı, hesap ve ceza gününün başladığı bir dönemde gerçeği görüp anla­manın, Hakk'a teslim olup inanmanın hiçbir yararı olmaz. O gün CenâbHakk'ın adalet ve hakkaniyetle tecelli edeceği, kulları arasında hükmede­ceği bir gündür.

Dünya'da ise, ölümün gelip çattığı an dışında inkarcı günahkâr piş­manlık duyar da CenâbHakk'a yönelerek imân ederse, şüphesiz ki Al­lah onu kabul eder ve o kimse İslâm'a göre müslüman ve mü'mindir. Ni­tekim Bedir Savaşı'nda Mekkeli'lerden bir grup meydanda katledilirken, müşriklerden bir kısmı gerçeği anlayarak İslâm'a girmeyi tercih etmiş ve «sizin tevbeniz kabul edilmez, imânınız fayda vermez» diye bir uyarıyla karşılaşmamışlardır, Mekke'nin fethinde ise, belde halkının çoğu İslâm'a girmiş ve hepsinin de dönüşü kabul edilerek geçmişlerinin üzerine sünger çekilmiştir.

Gerek öldükten sonra, gerekse kıyamet gününde hakikati ayan beyan görüp, o sebeple yanlış yolda yürüdüğünü anlayarak pişmanlık duyma­nın gerçekten hiçbir faydası söz konusu olamaz. O bakımdan birinci yo­rum âyetin delâlet ve hikmetine daha uygun düşmektedir.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm o günün mutlaka geleceğini bildirerek kâfir­leri uyarmakta, mü'minlere sabırlı olmayı tavsiye etmektedir. Bunun için Cenâb-ı Hak otuzuncu âyette şu emri vermektedir: «Artık sen onlardan yüz çevir ve bekle; onlar da beklemekteler.»

Secde sûresine, âlemlerin Rabbından, O'nun terbiye edip kemâle eriş-tirici vasfından; indirilen kitapta hiçbir şüphenin bulunmadığından, bütü­nüyle Hakk'ın sözü olduğundan söz edilerek başlandı ve kâfirlerin azgın­lık ve taşkınlıklarına sabırla karşı konulması tavsiye edilerek ilâhî hükmün eninde-sonunda tecelli edeceği müjdelenerek sûre noktalandı.

Bu sûrenin de tefsirini bize kolaylaştıran Yüce ftabbrmıza hamd-u se­nalar; sünnetiyle bize ışık tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü se­lâmlar olsun. [53]

 

 



[1] el-Câmi'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân:   14/84

[2] Lübabu't-te'vîl :   3/445

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4778.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4778-4779.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4780.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4781.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/47814782.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4782.

[8] Müslim/münafıkun: 27- Müsned-i Ahmed: 2/327

[9] Buharî/isti'zan: I, enbiyâ: 1- Müslim/Cennet: 15, 16, 28- îbn Mâce/zühd: 39

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4784.

[10] Bilgi için bak : A'raf Sûresi: 54, Yunus Sûresi: 3, Hûd Sûresi: 7, Furkan Sûresi : 59 Kaf Sûresi : 38, Hadîd Sûresi.: 4. âyetin tefsiri

[11] Tevrat/Tekvîn :  1-2/31-17

[12] Kamus Tercümesi: Yevm maddesi     .

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4784-4785.

[14] Bilgi için bak : A'raf Sûresi : 54, Tevbe Sûresi: 129, Yunus Sûresi: 3, Yu­suf Sûresi: 100, Ra'd Sûresi: 2, Tâ-Hâ Sûresi : 5, Furkan Sûresi: 59, Hadîd Sû­resi: 4. âyetin tefsiri

[15] Bilgi için bak: Mü'min Sûresi : 7, 8. âyetin tefsiri

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4786.

[17] Bilgi için bak: Meâric Sûresi: 4. âyetin tefsîri

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4786-4787.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4788.

[20] Âl-i îmrân Sûresi: 59, En'âm Sûresi: 2, A'raf Sûresi: 12, Mü'minûn Sû­resi: 12, Rahman Sûresi:  14, Saffat Sûresi: 11, Hicir Sûresi: 26, 28, 33

[21] Geniş bilgi için bak: Hicir Sûresi : 26, 28, 33. âyetlerin tefsîri

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4788-4789.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4789.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4789-4790.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4790.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4790-4791.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4791.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4792-4793.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4793-4794.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4794.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4794-4795.

[32] Bilgi için bak:  Zâriyat Sûresi:  56, Cinn Sûresi:   1, En'âm Sûresi:   130, A'raf Sûresi: 130, Ahkaf Sûresi: 29. âyetin tefsîri

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4795-4796.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4796.

[35] Müslim/mesacid:   103, 111- Buharî/sücûd:  3, 9, 12

[36] Müslim/imân:  133- tbn Mâce/ikaamet:  70- Ahmed:  2/443

[37] Buhari/ezan: 9, 32, 93, mevakiyt-i salât: 20, şahadat: 30- Müslira/salât: 129- Nesâî/mevakiyt: 22, ezan:  31- Taberânî/cemaat: 6, nida- 3- Ahmed- 2/278 303, 375, 533- 6/80

[38] İbn Mâce/fiten:  12- Ahmed:  5/221, 227, 245

[39] Buharî/tevhîd: 35, bed'-i halk: 8, tefsir: 32- Müslim/İmân: 312, cennet: 5- Tirmizî/cennet: 15, tefsir: 32, 56- İbn Mâce/zühd: 39- Dâremî/rikak: 98, 105-Ahmed: 2/313, 370- 5/334

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4798-4800.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4800-4801.

[41] Bilgi için bak: Buharî/bed'i-halk: 8, tefsir:  32, tevhîd:  35- Müslim/cen­net: 2, 5- Tirmizî/tefsîr: 32, 56- Ibn Mâce/zühd: 39- Ahmed: 5/334

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4801-4802.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4802-4803.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4803.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4804.

[45] Buharî/enbiyâ:  24, 48, bed-i halk :  7, libas:  68- Müslim/iman:  266, 267, 270- Ahmed:   1/243, 257, 259, 277, 342, 374

[46] Müslim/fezâil:  164, '.kıyamulleyl:  15- Ahmed:  3/148, 248

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4806.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4806-4807.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4807.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4807-4808.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4808.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4809.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4809-4810.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4810-4811.