Sure, Kur'an'-ı Azîm'in ayetlerini dinledikleri zaman
Allah Tealâ'ya secde eden ve O'nu teşbih eden müminlerin bu vasıflarım ihtiva
etmesi sebebiyle "Secde suresi" olarak adlandırılmıştır: "Bizim
ayetlerimize ancak kendilerine ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman secdeye
kapananlar, büyüklük taslamadan Rablerine hamd ile teşbih edenler inanır."
(Secde, 32/15).
Buhari ve Müslim, Ebu Hüreyre'den naklediyorlar:
Peygamberimiz (s.a.) Cuma günü Sabah namazında "Elif, Lâm, Mim.
Tenzil" (Secde suresi) ile "Hel etâ ale'l-insan"ı (İnsan
suresini) okuyordu.
İmam Ahmed, Cabir (r.a.)'den rivayet ediyor ki:
Peygamberimiz (s.a.) "Elif, Lâm, Tenzil... (Secde)" ile ve
"Tebarakellezî biyedihi'l-mülk"ü (Mülk suresini) okumadan uyumazdı.
[1]
Bu surenin bir önceki sure "Lokman suresi"
ile ilişkisi her iki surenin de akidenin ilk temel esası olan "Allah'ın
birliği"nin delillerini ihtiva etmiş olması açısından açıkça ortaya
çıkmaktadır.
Allah Tealâ önceki surede ikinci temel esas olan haşr
veya yeniden dirilişi zikrettikten ve sureyi bu iki temel esasla bitirdikten
sonra, bu sureye üçüncü temel esas olan risalet veya nübüvvet konusuyla başladı
ve şöyle buyurdu: "Elif, Lâm, Mim. Kendisinde asla şüphe bulunmayan bu
kitabın indirilişi âlemlerin Rabbi olan Allah tarafındandır." (Secde,
32/1).
Aynı şekilde bu surenin bazı ayetleri bir önceki
surenin şerhi ve açıklaması sayılabilir. Cenab-ı Hakk'ın bu suredeki:
"...Sonra o işlerin neticesi sizin saydığınız yıllarla bin yıl eden bir
günde O'na yükselip arzedilir." (Secde, 32/5) ayeti bir önceki suredeki
gayb anahtarlarını, "kıyametin ilmi Allah'ın nezdindedir." (Lokman,
31/24) ayetini açıklamaktadır.
Bu suredeki "Kuru toprağı sulayıp onunla
hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri bitkileri çıkardığımızı görmezler
mi?" (Secde, 32/27) ayeti, bir önceki suredeki "O, yağmuru
indirir." (Lokman, 31/24) ayetinin tafsilatıdır.
Bu suredeki "Her şeyi en güzel şekilde yaratan
O'dur." (Secde, 32/7) ayeti, bir önceki suredeki "O, rahimlerde olanı
bilir." (Lokman, 31/24) ayetinin açıklamasıdır.
Bu suredeki "Gökten yeryüzüne inen emirleriyle
bütün işleri idare edip yürüten O'dur." (Secde, 32/5) ayeti, bir önceki
suredeki "Hiçbir nefis yarın ne elde edeceğini bilmez." (Lokman,
31/24) ayetinin açıklamasıdır.
Bu suredeki "Biz toprağa karışıp kaybolduktan
sonra mı yeniden yaratılacağız? derler" (Secde, 32/5) ayetinden "De
ki: Canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra da
Rabbinize döndürüleceksiniz." (Secde, 32/11) ayetine kadar devam eden
ayetler "Hiçbir canlı hangi yerde öleceğini bilmez." (Lokman, 31/24)
ayetinin açıklamasıdır.
[2]
Bu surenin konusu diğer Mekkî surelerin konuları gibi
inanç esaslarını "Allah'a, ahiret gününe, kitaplara, peygamberlere ve
cezaya iman etmeyi" isbat etmekten ibarettir. Sözün mihveri müşriklerin
ve maddecilerin inkâr ettikleri ve Peygamberimiz (s.a.)'i yalanlama sebebi
olarak gördükleri, öldükten sonraki dirilişi isbat etmektir.
[3]
Sure Kur'an-ı Azîm'in en küçük bir şüphe olmaksızın
Allah'ın, Rasulü'ne indirilmiş kitabı olduğunun tesbit edilmesi, Peygamber
(s.a.) risaletinin isbatı, müşriklerin Kur'an'ı Peygamber'in kendisinin
uydurduğuna ve kendilerine bundan önce bunun gibi bir peygamberin gelmediğine
dair iddiaların çürütülmesi ile başladı.
Sure daha sonra Allah'ın kâinatı idare etmesi, insanı
yaratması ve insanın geçirdiği bütün merhalelerde onu gözetmesi, sonra da
mahlûkatı, mikdarı saydığınız yıllarla bin yıl olan bir gün için tekrar
diriltmesi şeklindeki Allah'ın birliğinin ve kudretinin delillerini
müşriklerin dirilişi inkâr etmelerini reddeden bir üslûpla ortaya koymaktadır.
Zira müşrikler sağa-sola saçılmış zerreler haline gelerek dağılan insanın daha
sonra biraraya toplanmasını ve yeni bir yaratık haline iade edilmesini
acizliklerinden dolayı imkânsız zannediyorlardı.
Sure daha sonra kâfir mücrimlerin durumlarıyla
Allah'a itaat eden müminlerin durumlarını anlatmıştır. Kâfirler ziHet
içerisinde ve horlanmış olarak salih amel işlemek için dünyaya dönmeyi temenni
etmekte ve acıklı bir azabı tatmaktadırlar. Müminler ise dünyada gece-gündüz
Allah'a itaatten ayrılmayıp Rablerine korku ile ümid arasında dua ettikleri,
mallarını Allah rızası uğrunda harcadıkları için, onlara ahirette amellerinin
karşılığı
olarak bol sevap, gözlerinin nuru olacak büyük lütuf,
barınak, istikrar ve ebediyet cennetleri vardır.
Sure bu iki grubun durumunu ve aralarında eşitlik
bulunmasının çok uzak olduğunu beyan etti. İsyankârların karşılığı elbette
itaatkârların karşılığı gibi olmayacaktır.
Sure başladığı konuyu isbat ederek sona ermektedir.
Burada risaleti zikretmekte, Hz. Musa'ya Tevrat'ın indirilmesinin hedefini
beyan etmekte, Hz. Muhammed (s.a.)'in risaleti ile Hz. Musa (a.s.)'ın risaleti
arasındaki benzerlik yönüne dikkat çekmek için bu hedefin
"İsrailoğulları'na hidayeti arzetmek" olduğunu açıklamaktadır.
Sure daha sonra tevhid ve ilâhî kudreti zikretmekte,
geçmişteki zalim ümmetlerin helak edilmesini bu iki hususa delil olarak ortaya
koymakta ve son olarak da kâfirlerin meydana gelişini imkânsız saydıkları
haşrin mutlaka meydana geleceğini tekid etmektedir.
Böylece surenin başlangıcı, muhtevası ve sonu akide
esaslarının isbatı olmaktadır. Bu esaslar da daha önce zikrettiğim gibi tevhid,
risalet ve öldükten sonra dirilme esaslarıdır.
[4]
1- Elif,
lâm, mim.
2-
Kendisinde asla şüphe olmayan bu Kitab'ın indirilişi âlemlerin Rabbindendir.
3- Yoksa
onlar: "Onu Muhammed uydurdu" mu diyorlar? Hayır, O uyarıcı gönderilmemiş
bir toplulu uyarması için sana Rabbin
tarafından indirilmiş hak kitaptır. Belki böylece doğru yolu bulup hidayete
ererler.
"Elif, lâm, mim." Bu mukattaa harfleri daha
önce de açıklandığı gibi Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek ve müşrik
Araplara meydan okumak için getirilmiştir.
"Kendisinde asla şüphe olmayan", hiçbir
kuşku bulunmayan "bu kitabın" Kur'an'ın "indirilişi âlemlerin
Rabbindendir." Allah tarafındandır.
"Yoksa onlar" müşrikler, bunun âlemlerin
Rabbi tarafından geldiğini inkâr ederek "onu, Muhammed" kendiliğinden
"uydurdu mu diyorlar? Hayır o Rabbinden" Onun tarafından indirilmiş,
değişmez, "Hak kitaptır. Belki böylece" senin uyarman vesilesiyle
"doğru yolu bulup hidayete ererler."
Keşşaf tefsiri sahibi, Beyzavî'nin özetlediği
ifadesine göre şöyle demektedir: Allah Tealâ önce Kur'an'ın mucize olduğuna
işaret etti. Sonra da buna binaen onun indirilmesinin, âlemlerin Rabbi
tarafından olduğunu ve bundan şüphe duyulmaması gerektiğini bildirdi. Sonra da
bunu bırakarak, müşriklerin Kur'an hakkında, bu gerçeğe aykırı olarak
söylediklerini yadırgayan ve hayret eden bir tavırla onların sözlerine intikal
etti.
Cenab-ı Hak daha sonra müşriklerin bu sözünü bırakarak
Kur'an'ın Allah tarafından indirilmiş mutlak hakikat olduğunun isbatına intikal
etti ve onun indirilmesinin amacını beyan etmek üzere şöyle buyurdu: "...
senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmeyen bir topluluğu uyarman
için". Zira onlar fetret ehli idiler. Belki de böylece senin kendilerini
uyarman vesilesiyle hidayeti bulurlar.
[5]
"Elif, lam, nüm. Kendisinde asla şüphe olmayan
bu kitabın indirilişi âlemlerin Rabbindendir."
Sure Kur'an'm mucize oluşunu ve azametini beyan etmek
için, onun Allah tarafından indirildiğini inkâr eden ve Peygamberimiz (s.a.)'in
risaletini yalanlayan müşriklere cevap vermek için genellikle Mekkî surelerde
olduğu gibi bu harflerle başlamıştır.
Bu Kur'an-ı Azîm'in Allah nezdinden Hz. Muhammed
(s.a.)'in kalbine indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur. O ne sihirdir, ne
şiirdir, ne de bir kâhinin seçili sözleridir. O insan ve cin, bütün âlemlerin
Rabbinin kelâmın-dandır.
Bu ayet müşriklerin "Kur'an öncekilerin
efsaneleridir. Muhammed onu başkalarına yazdırmış da, sabah-akşam kendisine
tekrarlanıp okunuyor." (Furkan, 25/5) şeklindeki sözlerine bir cevap
niteliğindedir.
"Yoksa onu Muhammed uydurdu mu, diyorlar? Hayır,
o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gönderilmemiş bir topluluğu uyarman
için, sana Rabbin tarafından indirilmiş hak kitaptır. Belki böylece doğru yolu
bulup hidayete ererler." Yani onlar, "Bunu Muhammed kendiliğinden
uydurdu, icat etti." derken, doğrusu yalan ve iftirada bulunmaktadırlar.
Allah onlara şöyle cevap vermiştir: Bilakis o değişmez hakikattir. O, Rabbi
Allah'tan gelen bir hak kitaptır. Kureyş ve benzeri bir kavmi; küfredip isyan
ederlerse, Allah'ın cezası ve azabına karşı korkutup uyarman için bu kitabı
sana indirmiştir. Şunu da bil ki onlara senden önce hiçbir uyarıcı
gelmemiştir. O halde onlara hidayet yolunu beyan edeceksin. Belki de böylece
onlar senin kendilerini uyarman vesilesiyle hak yolu bulurlar.
Bu ayet Hz. Muhammed (s.a.)'in risaletinin isbatı,
onun doğruluğunun açık bir burhanı olup müşriklerin şu sözlerine cevap
niteliğindedir: "Bu Kur'an Muhammed'in uydurduğu bir iftiradan başka
birşey değildir. Başka bir topluluk da kendisine yardım etmiştir,
dediler." (Furkan, 25/4)
[6]
Bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, Kur'an-ı Kerim,
Allah tarafından olduğunda asla şüphe bulunmayan Allah'ın kelâmıdır. Ne sihir,
ne şiirdir. Ne kâhinlik, ne de iftiracı putperest müşriklerin ve geçmiş bir
dine taassupla bağlı olan kâfirlerin iddia ettikleri gibi öncekilerin
efsaneleridir.
Allah Tealâ onun âlemlerin Rabbi tarafından
indirilmiş olduğunu ve bunda hiçbir şüphe bulunmadığını isbat ettikten sonra
Yoksa onu Maham-med uydurdu mu, diyorlar?" ayetiyle onların bu
"uydurmacılık" iddialarını
yalanladı.
Cenab-ı Hak daha sonra Kuranın ve Hz. Peygamber
(s.a.)'in asıl görevini beyan etti. Bu, kâfirleri ve bu arada Kureyşlileri-
Allah'ın azabına karşı uyarma görevi idi.
Ayette geçen "kavmen" ifadesi hakkında
Katâde diyor ki: Bununla Ku-reyş'i kastetmektedir. Zira onlar ümmî bir topluluk
olup Hz. Muhammed (s.a.)'den önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemişti.
[7]
4- Gökleri, yeri ve aralarında bulunanları altı
günde yaratan ve sonra arşı hakimiyeti altına alan Allah'tır. Sizin O'ndan
başka hiçbir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Siz hiç düşünmez misiniz?
5- Gökten yeryüzüne inen emirleriyle bütün işleri
idare edip yürüten O'dur. Sonra o işlerin neticesi sizin saydığınız yıllarla
bin yıl eden bir günde O'na yükselip arzedilir.
6- İşte O, görünmeyenleri de, görünenleri de
bilendir. O Azîz'dir (her şeyden üstündür), Rahîm'dir (çok çok merhametlidir).
7- O her şeyi en güzel şekilde yaratandır. İnsanı
önce balçıktan var etmiştir.
8- Sonra insan soyunu değersiz bir suyun özünden
yaratmıştır.
9- Sonra da ona düzgün bir şekil vermiş, ona kendi
ruhundan üfle-miştir. Size kulaklar, gözler ve gönüller vermiştir. Siz pek az
şükredersiniz.
"el-gayb ve'ş-şehadeh" kelimeleri arasında
tezat sanatı vardır.
9. ayetteki "Ve ceale leküm: sizin için,
size"de 3. şahıstan 2. şahsa geçiş (iltifat sanatı) vardır. Aslında
"Ve ceale lehu: onun için, ona" denilmeliydi. Zürriyetiyle birlikte
kendisine ruhun üflenmesi sebebiyle canlı hale gelen insanoğluna hitap edildiği
gözönüne alınarak iîıüfred zamir yerine, cemi zamirine geçilmiştir.
[8]
"Gökleri, yeri ve aralarında bulunanları altı
günde" Pazar ile Cuma günü arasında "yaratan," demek olup,
"Eyyam" kelimesi "yevm" kelimesinin çoğuludur. Yevm ise
haftanın bir parçasıdır. Lügatte bu kelimeyle "vakit" murad edilir,
"ve sonra arşı hakimiyeti altına alan Allah'tır." Arş, varlıkların
en büyüğüdür. Bu, lügatte melikin tahtı anlamındadır. Arşın üzerine istiva,
hiçbir hasr, keyfiyet ve belirli bir cihetle tahdit olmaksızın Allah'a layık
olan şeydir. "Sizin" ey kâfirler, ey diğer insanlar "O'ndan
başka" O'nun dışında "dostunuz" yardımcınız, sizden azabı
gidermek için size şefaat edecek "hiçbir şefaatçiniz yoktur." Ayetin
manası: Sizin Allah'tan başka ne yardımcınız, ne de şefaatçiniz vardır. Bilakis
sizin faydanıza olacak hususları üstlenen ve yardım edilecek yerlerde size
yardım eden Odur. "Siz" Allah'ın öğütlerini "hiç düşünmez
misiniz?" ki O'na iman edesiniz.
"Gökten yeryüzüne inen emirleriyle bütün işleri
idare edip yürüten O'dur." O dünya ayakta kaldığı müddetçe dünyanın
işlerini idare eder. Gökyüzünden başlayıp yeryüzüne varıncaya kadar dünyanın
işlerini, dünyada varolan durumları kapsamlı bir şekilde tanzim ve tedvir
eder. "Sonra o işlerin neticesi" Ona döner ve Onun ilminde sabit
olur. "sizin" dünyada "saydığınız yıllarla bin yıl eden bir
günde O'na yükselip arzedilir." Yani kıyamet günü denilen uzun bir zaman
diliminde Ona çıkar. Bu günün takdiri sahih hadiste geldiği şekliyle korkunç
olaylar sebebiyle kâfire nisbetle bin yıl kadardır. Mümine gelince, bu gün onun
için dünyada kıldığı bir farz namaz süresinden daha hafif olur.
"İşte O, görünmeyenleri de, görünenleri de
bilendir." İşte bu her şeyi idare eden yaratıcı, kâinatı hikmete uygun
olarak ve mahlûkattan uzak olan, olmayan her şeyi kuşatan sonsuz ilmine uygun
olarak yaratır. O mülkünde engellenemez bir güç sahibidir. Emrinde en üstün
olandır. Kendine itaat edenlere karşı ve kullarının işlerini idare etmede son
derece merhametlidir. Beyzavî diyor ki: Burada Allah Tealâ'nm insanların
işlerini bir lütuf ve ihsan olarak gözettiği ima edilmektedir.
"O herşeyi en güzel şekilde yaratandır."
Yani yarattığı şeyi en mükemmel şekilde, onun muhtaç olduğu her şeyi hikmet ve
maslahata uygun bir surette temin ederek yaratandır. "İnsanı" yani
ilk insan Hz. Âdem'i "önce balçıktan varetmiştir."
"Sonra insan soyunu" zürriyetini
"değersiz bir suyun özünden yaratmıştır. " İnsan soyuna
"nesil" denmiştir. Zira insan nesli ondan türemekte, ondan
ayrılmaktadır. "Mâin mehîn" Değersiz pis, güçsüz bir su olup buna
nutfe denmektedir. "Sülâle" ise kan pıhtısı demektir.
"Sonra da ona düzgün bir şekil vermiş,"
insanın azalarını gerektiği gibi biçimlendirmek suretiyle ona muntazam bir
şekil vermiş ve onu kâmil bir tarzda yaratmıştır, "ona ruhundan
üflemiştir." Cenab-ı Hak insana değer vermek ve onun gayet hayret verici
bir yaratık olduğuna ve onun şanına işaret etmek üzere kendi ruhundan
manasında (min ruhihi) ifadesini kullanmıştır. Ayetin manası şudur: İnsan
cansız bir nutfe iken Allah onu hassas bir canlı kılmıştır. "Size",
insan zürriyetine "kulaklar, gözler ve gönüller vermiştir".
İşitmeniz, görmeniz ve düşünmeniz için bu duyu organlarını tahsis etmiştir.
"Siz pek az şükredersiniz." "Mâ", azlığı tekid eden zaide
bir kelimedir.
[9]
Allah Tealâ risâletin doğruluğunu isbat ettikten
sonra Rasulün üzerine vacip olan Allah'ın birliğine davet görevini zikretti.
Bu görevini başarması için onu ihtiyaç duyacağı delil ve burhanlarla donattı.
[10]
"Gökleri, yeri ve aralarında bulunanları altı
günde yaratan," yani Allah Tealâ her şeyin yaratıcısıdır. O gökleri, yeri
ve aralarında bulunanları eşsiz bir şekilde, daha önce hiçbir örneği
bulunmaksızın, altı günde, yani altı zaman diliminde yarattı. Bu altı gün
bilinen günler değildir. Çünkü bunların yaratılmasından önce ne gece, ne de
gündüz vardı.
Hasan-ı Basrî bu altı gün hakkında: Dünya günlerinden
altı gün, demiştir. Allah dileseydi, bu varlıkları bir göz kırpma müddetinde
yaratırdı. Ama O, kullarına işlerinde teenni ile davranmayı öğretmek istedi.
"sonra arşı hakimiyeti altına alan
Allah'tır." Yani mülkünü ihata etmiştir. Onun işlerini idare etmekte ve
mülkünde hükmetmektedir. Ya da yaratılmış varlıkların en büyüğü olan arş
üzerinde hiçbir benzetme ve temsil olmaksızın celâl ve azametine layık bir
şekilde istiva etmektedir. Onu hiçbir zaman ve mekân sınırlayamaz. Gözler onu
kuşatamaz, kapsayamaz ve idrak edemez. O, gözleri idrak eder. O son derece
latiftir, her şeyden haberdardır.
"Sizin O'ndan başka hiçbir dostunuz ve
şefaatçiniz yoktur." Ey insanlar ve özellikle ey kâfirler! Sizden onun
azabını giderecek ve işlerinizi üstlenecek hiçbir yardımcınız yoktur. O'nun
izni olmaksızın, O'nun yanında size şefaat edebilecek hiçbir şefaatçi yoktur.
Bilakis O, her şeyin mutlak sahibidir. Dolayısıyla kullarının maslahatı bulunan
işleri yürütür, bütün işleri hiçbir kimsenin müdahalesi olmaksızın ve hiçbir
kimseye muhtaç olmaksızın idare eder. Zira her şeye kadir olan, her şeye hakim
olan sadece O'dur.
"Siz hiç düşünmez misiniz?" Siz hiç düşünüp
ibret almaz mısınız? Tek olan, hiçbir ortağı olmayan, hiçbir benzeri ve
yardımcısı, hiçbir dengi bulunmayan, kendisinden başka ilah olmayan,
kendisinden başka hiçbir Rab olmayan Allah'a iman etmez misiniz?
Bundan murad: İnsanları sadece kendisine ibadet
edilen, kendi zatına itaat edilen ilah ve Rab olarak Allah'a imana teşvik
etmektir. Her işte kendisinden yardım istenen, kötülüğe engel olan, hayır ve
fayda temin eden, hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmadan kamu menfaatini
gerçekleştiren tek varlık O'dur. Bunun için Cenab-ı Hak yaratıcılık vasfından
sonra emir ve hakimiyet hakkını beyan etmek üzere şöyle buyurdu: "İyi
bilin ki yaratma ve emir verme hakkı yalnız O'nundur." (A'raf, 7/54).
"Gökten yeryüzüne inen emirleriyle bütün işleri
idare edip yürüten O'dur. Sonra o işlerin neticesi," ulvî ve süfli
âlemdeki bütün işleri O idare eder. Sonra her işin neticesi ve melekler
vasıtasıyla tenfîz edilmesi Ona yükseltilir.
Bu ifade Allah'ın azametini ve bütün yaratıkların
O'nun muradına ve idaresine tâbi olduğunu temsille anlatmaktadır. Tıpkı emirlerini
veren, sonra da elemanlarından bu emirlerin tenfiz edildiğine delâlet eden
neticeleri alan mutlak hüküm sahibi bir sultan gibi...
"sizin saydığınız yıllarla bin yıl eden bir
günde O'na yükselip arzedilir." Yani dünyada meydana gelen küçük büyük bütün
işler, aralarında kesin karar verilmesi ve hakkında hüküm verilmesi için Allah
Tealâ'ya arzedilir. Kıyamet gününün miktarı bu hayatta saydığımız dünya
günleriy-le bin yıl etmektedir.
Bir başka ayette Allah Tealâ bu günün miktarını
50.000 yıl ile tavsif etmektedir. "Miktarı elli bin yıl olan bir
günde..." (Maaric, 70/4).
Kurtubî diyor ki: Ayetin manası şudur: Allah Tealâ bu
günün, kâfirlere olan zorluğu sebebiyle onlara, bu günü, elli bin yıl gibi
kılmıştır. Bunu İbni Abbas söylemiştir. Araplar kötü günleri uzunlukla,
sevinçli günleri kısalıkla tavsif ederler.
Bir başka görüşe göre: Kıyamet gününde miktarı bin
yıl olan gün de, miktarı elli bin yıl olan gün de bulunmaktadır.
[11]
"işte O, görünmeyenleri de, görünenleri de
bilendir. O Azîz'dir, Rahim'dir." Yani bu işleri idare eden, her şeyi
bilendir. Gözlerden gaib olan, gönlün derinliklerinde dolaşan, mücerret
"insan gözünün idrak edemeyeceği şeyleri de bilir, gözlerin gördüğü
görünebilen şeyleri de bilir. O herşeyden üstün olan, her şeyi ezme kudretine sahip
ve her şeye galip olan, kulların ve boyunların kendisi için eğildiği, çok çok
güçlü olan, kendisini inkâr edenlere ve kendisine başkalarını ortak koşanlara,
peygamberini yalanlayanlara karşı intikamında şiddetli olandır.
O itaatkâr, niyazkâr ve tevbekâr olan, salih amel
işleyen mümin kullarına çok merhamet edendir. O dünyada, onların işlerini
idare eder ve ahirette onlara yardım eder.
Allah Tealâ vahdaniyetin (birliğinin) göklerin ve
yerin yaratılması şeklinde dış dünyadan deliller getirerek isbat edilmesinden
sonra buna delâlet eden nefîslerdeki delili zikrederek şöyle buyurdu:
"O her şeyi en güzel şekilde yaratandır. İnsanı
önce balçıktan var etmiştir."
Bu her şeyi idare eden, her şeyi gayet iyi bilen, her
şeyden haberdar olan, son derece güçlü ve çok merhametli olan Allah eşyayı en
güzel şekilde, en sağlam ve en kuvvetli şekilde yaratandır. O, insanlığın
babası Adem'i yaratmaya çamurdan başladı. Çamur ise su ve topraktan meydana
gelmiştir.
Aynı şekilde insan oluşumunda ve hayatını devam
ettirmede toprağa dayanır. Çünkü meni gıdadan meydana gelir. Gıda ise ya
hayvandan, ya da bitkilerdendir. Her ikisi de toprak olan yerin çıkardığı
şeylerden gıda alır.
"Sonra insan soyunu değersiz bir suyun özünden
yaratmıştır." Yani erkeğin nutfesi ile; içinde erkeğin nutfesiyle
dölleşen yumurtacıkların bulunduğu kadının rahim suyunun birleşmesinden insan
zürriyetinin çoğalmasını temin etmiştir. Böylece doğum, tenasül ve insan
cinsinin devamı genellikle horlanan zayıf bir suyun özüyle -meni ile- mümkün
olmaktadır.
"Sonra da ona düzgün şekil vermiş, ona kendi
ruhundan üflemiştir. Size kulaklar, gözler ve gönüller vermiştir." Yani
onu topraktan yarattıktan sonra, onu gayet düzgün olarak yaratmış, azalarını
düzgün kılmış ve tam olarak yaratmış ve ona Allah'ın emrinden olan ve
hakikatini hiçbir insanın bilmediği ruhu üflemiş ve dolayısıyla insan hareket
etmeye ve gelişmeye başlamıştır.
O size bilgi anahtarları ve emniyet sübabları olan
duyu organlarınızı ihsan etti. Size sesleri işiteceğiniz kulaklar,
görülebilecek şeyleri gören gözler, düşünebilmeniz, hayırla şerri, hakla
batılı birbirinden ayırdedebilmeniz için akıl verdi.
Böylece yaradılışta ve insanın merhalelerinde
tedricîlik görülmektedir. İnsan önce balçık şeklindeki maddeden meydana
gelmektedir. Sonra bu madde ceninin meydana gelmesine sebep olacak canlı ifrazı
olan madde haline gelmektedir. Daha sonra bu madde Hak Tealâ'dan olan ruhla
hareket etmekte ve en güzel şekilde yaratılmış düzgün yeni bir yaratık
olmaktadır. Yaratıcıların en güzeli Allah ne yücedir!
"Siz pek az şükredersiniz." Yani ey
insanlar siz bu nimetleri kadirbilirlik, vefa, şükür ve minnettarlıkla
karşılamıyorsunuz. Siz, Allah Tealâ'nın size nzık olarak verdiği bu nimetlere
karşı verilen bu duyu organlarını Allah'a taatte ve O'nun rızasına tâbi
olmakta kullanmamakla Rabbinize pek az şükrediyorsunuz.
[12]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1-
Kur'an'ı duyan ve düşünen kimseler için Allah'ın birliğine ve mükemmel
kudretine delâlet eden pek çok deliller vardır.
Bunlardan biri gökleri ve yeri hiçbir şey değilken
yokluktan, miktarını Allah'ın bildiği bir zaman diliminde eşsiz bir şekilde
varetmesidir. Cenab-ı Hak bu zaman dilimini bizim aklımıza yaklaştırdı ve bunun
uzunluğunu "altı günde" kelimesiyle ifade etti.
Müfessirler bu altı günün tefsiri hakkında ihtilaf
etmişlerdir. İbni Abbas: Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günlerden her bir
günün miktarı dünya senelerinden 1000 sene kadardır, demiştir.
Dahhak ise: Altı bin yıl yani ahiret günlerinden altı
günlük müddet, demiştir.
2-
"Arş üzerinde istiva" hiçbir tahdit ve kayıt olmaksızın Allah'ın celâline
ve kemâline layık istiva demektir. Bu, en sahih olan görüştür. Bir başka
görüşe göre gökleri ve yeri yaratmakla birlikte hasıl olan yaratılmış kâinat üzerinde
hakimiyet ve sulta kurma demektir. 4. ayette geçen "sümme" kelimesi
sıralama için olmayıp "vav" (ve) manasmdadır.
3- Allah
Tealâ müminlerin yararını üstlenen dostu, yardımcısı ve destekçisidir.
İnsanlar O'nun rızasını aşarlarsa kendileri için hiçbir dost, kendilerine
yardım edecek hiçbir yardımcı, ya da şefaat edecek hiçbir kimse bulamazlar.
Kâfirlerin kendilerinden azabı engelleyecek hiçbir yardımcıları, ya da
kendilerine aracılık edip de cezayı kaldıracak hiçbir şefaatçi yoktur.
Allah'ın kudretinde ve mahlûkatmda düşünüp ibret alacak
kimseler yok mudur?
4-
Allah'ın azametine delâlet etmek için yaratmadan sonra emir gelmektedir. Zira
kâinatta Allah'ın emrinin nüfuz edici olması, Onun azametine delildir. Bu
sebeple kâinatta emir ve idare, kaza ve kaderin indirilmesi ve bu idarenin
nüfuz sahibi olması Allah Tealâ'nın azametinin tecellilerindendir. Bütün bu
nüfuz edici emirlerin tamamı kıyamet günü Allah'a racidir.
"Sonra Ona yükselir." Bu emir ve idare dünyanın sona ermesinden sonra "sizin saydığınız yıllarla bin yıl eden bir günde" yani kıyamet gününde O'na raci olur. Bu gün, korkunç hadiseler sebebiyle ve bazı insanların durumuna göre miktarı elli bin yıl olan bir müddet de olabilir. Nitekim Ce-nab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Melekler ve Cibril Allah'ın emrinin indiği yere elli bin dünya yılının karşılığı olan bir günde çıkarlar." (Maaric, 70/4).
Zemahşerî'nin Keşşaftaki görüşü ise, ayette geçen "emr"den murad emrolunan taat ve salih ameller olup Allah bunu gökyüzünden yeryüzüne indirmektedir. Sonra da bu emrolunan husus Allah için çalışanların, halis kullarının ve semaya çıkan amellerin azlığı sebebiyle, uzun bir müddet zarfında halis olarak kendisine çıkmaktadır. Zira bu semaya çıkış, ancak "halis" vasfıyla tavsif edilebilir. Sonra bu yükselen emir sabitleşir ve her vakit Allah'a ulaşır. Nihayet bu müddet Allah'ın günlerinden olan kıyamet gününde sonuna ulaşır. Allah'ın günü bin yıl gibidir. Sonra Cenab-ı Hak bu emri bir başka güne tahsis eder, kıyamet kopuncaya kadar böyle devam eder. [13]
5- Allah Tealâ yaratması, idaresi ve dünyanın işlerini ahiretle sona erdirmesi hususunda mahlûkat için "gayb" olan ve onların göremedikleri şeyleri gayet iyi bilir. Hiçbir maslahat ondan uzak kalamaz. Mahlukatın amellerinden hiçbir şey O'na gizli kalamaz.
Bu ifadede tehdit ve vaîd (korkutma) manası olup bununla, davranışlarınızı ve sözlerinizi ihlasla yerine getirin; çünkü ben bunların karşılığını vereceğim, denilmek isteniyor.
6- Allah'ın, azameti ve sınırları tavsif edilemeyecek kadar sonsuz kudreti vardır. Allah insanın aslını çamurdan yaratmıştır. Sonra insan zürriyetini aynı şekilde değesiz kabul edilen zayıf bir sudan çoğalır kılmıştır. Sonra da insanı kâmil, tam ve düzgün olarak yaratmış ve ona ruhu üflemiştir. İnsanda bilgi araçları olan kulak, göz ve akıl duygularını, Hakk'ı ve hidayeti idrak etme vasıtalarını yaratmıştır. Bütün bunlar şükretmeyi ve iyiliğe vefakâr olmayı gerektiren en büyük nimetlerdir. Fakat insanların çoğu nankör olup şükretmezler. Kullarından gerçekten şükredenler azdır.
Dikkat edilirse "kulaklar, gözler ve kalpler" ifadesindeki sıralama hikmetin gereğidir. Zira insan bir şeyi önce işitir ve anlar, sonra görür. İşitme ve görmeden sonra tam idrak ve kâmil zihin meydana gelir. Duyduğu ve gördüğü şeylerden netice çıkarır.
"Sem"' işitme organının masdar olarak, göz ve kalplerin isim olarak zikredilmesinin; göz ve kalplerin çoğul olması, kulak (sem') kelimesinin çoğul olmamasının sebebi şu hikmete mebnidir: İnsan aynı zamanda iki sözü tam anlamıyla hafızasına kaydedecek şekilde işitemez. İşitme mahalli olan kulağın tercih hakkı yoktur. Ama gözüyle iki veya daha fazla şekli aynı anda idrak edebilir, kavrayabilir ve kalben ayırdedebilir. Görme mahalli olan gözün bir dereceye kadar seçme hakkı vardır. Zira göz, görülen şey tarafına doğru hareket eder. İdrak mahalli olan kalbin de bir parça seçme hakkı vardır. Dolayısıyla sem' (işitme duyusu) hakkında güç anlamındaki masdar zikredilmekte, gözler ve kalpler hakkında ise bu gücün mahalli olan organın ismi zikredilmektedir. [14]
10- Müşrikler: "Biz toprakta kaybolduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" derler. Doğrusu onlar Rab-lerine kavuşmayı da inkâr ederler.
11- De ki: "Canınızı almakla görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz."
12- Günahkârların Rableri huzurunda başlarını eğerek: "Ey Rabbi-miz! Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de salih ameller işleyelim. Biz artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!
13- Eğer biz dileseydik mutlaka herkese hidayet verirdik. Fakat cehennemi tamamen cinler ve insanlarla dolduracağım, sözü benden hak söz olarak çıkmıştır.
14- O halde bu gününüze kavuşmayı unutmanızın karşılığını tadın bakalım. Biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızın karşılığı olarak ebedî azabı tadın.
"Biz toprakta kaybolduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" alay kas-dıyla yapılan inkârî istifhamdır.
"Ey Rabbimiz! Gördük, işittik." cümlesinde izmar vardır. Yani, ey Rabbimiz, gördük, işittik, "derler".
"İlâ rabbiküm turceûn: Ancak Rabbinize döndürüleceksiniz." ayetinde "ilâ rabbiküm", ihtisas ifade etmek için takdim edilmiştir. Yani kıyamet günü dönüşünüz başkasına değil, O'nadır, demektir.
"Günahkârların Rableri huzurunda başlarını eğerek ... bir görsen!" ayetinde dehşet ifade etmek için "Lev"in cevabı hazfedilmiştir. Yani, bunu görseydin, pek korkunç bir şey görmüş olurdun, demektir.
"Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanızın cezasını tadın bakalım. Biz de sizi unuttuk." ayetinde "nesiytüm: unuttunuz" ve "nesiynaküm: sizi unuttuk" kelimeleri arasında müşakele sanatı (aynı lafızlarla farklı anlamlar kastedilmesi) yapılmıştır. Bu, manada ayrılık olmakla birlikte lafızda ittifak olmasıdır. Zira Allah Tealâ unutmaz. Ayetten murad edilen mana: Unutulan şeyin terkedilmesi gibi sizi azap içinde terkedeceğiz.[15]
Dirilişi inkâr edenler: "Biz toprakta kaybolduktan", çürüyüp ve helak olduktan, yeryüzündeki toprakla karışan ve ondan ayrılmayan toprak parçası olduktan "sonra yeniden mi yaratılacağız? derler." Yeniden mi dirileceğiz? Ya da yaradılışımız mı yenilenecek? Bu sözü söyleyen Übeyy b. Halef idi. Bu sözün hepsine isnad edilmesi, hepsi buna razı olduğu içindi. Buradaki istifham, inkâr istifhamı olup amaç alay etmektir. "Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı da inkâr ederler." Bilakis onlar öldükten sonra dirilmeye inanmamaktadırlar.
Onlara "De ki: Canınızı almakla görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak," ölüm meleği ruhlarınızı alacak, nihayet sizden hiçbir kimse kalmayacak, "sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." Hesap görülmesi ve ceza verilmesi için diri olarak Ona döneceksiniz. Rabbiniz de amellerinizin karşılığını verecek.
"Günahkârların" kâfirlerin "Rableri huzurunda" utançtan ve rezil-rüsvay olmaktan dolayı "başlarını eğerek: Ey Rabbimiz!" Biz bize vaad ettiğin dirilişi "gördük", yalanladığımız peygamberlerin doğru söylemiş olduklarını senden "işittik. Bizi" salih amel işlemek için tekrar dünyaya "geri gönder de salih amel işleyelim. Biz artık, "şimdi "kesin olarak iman ettik." Bizim gördüğümüz şeyden hiçbir şüphemiz kalmadı, "dediklerini bir görsen!" Fakat bu onlara fayda vermeyecek, onlar geri dönmeyeceklerdir. "Lev terâ: eğer görseydin" ayetinin cevabı mahzuf olup takdiri; feci ve korkunç bir şey görürdün şeklindedir.
"Eğer biz dileseydik, mutlaka herkese hidayet verirdik." Yani imana ve gönülden tercih etmeye muvaffak kılmak suretiyle iman ve salih amele iletirdik. "Fakat cehennemi tamamen cinler ve insanlarla dolduracağım, sözü benden hak söz olarak çıkmıştır." Bu konuda takdirim sabit olmuş, ezelde geçmiştir.
Onlar -müşrikler- cehenneme girdiklerinde cehennem bekçileri onlara şöyle der: "O halde bu gününüze kavuşmayı unutmanızın karşılığını tadın bakalım." Ahiret gününe iman etmeyi terketmeniz sebebiyle azabı tadın. Bu, azabın sebebidir. "Biz de sizi unuttuk." Unutulan kimsenin terk edilmesi şeklinde sizi azap içinde terkettik. Küfür ve peygamberleri yalanlama gibi 'Yaptıklarınızın karşılığı olarak ebedî azabı" sürekli cehennem azabını "tadın." Bu emir tekid için tekrar edilmiştir. Yalanlama ve masiyet gibi kötü fiiller ile ahiret meselesi hakkında düşünmeme şeklindeki iki hususun sebep olarak zikredilmesi, bu ikisinden her birinin bunu gerekli kıldığına delildir. [16]
Cenab-ı Hak "Gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan ... Allah'tır." (Secde, 32/4) ayetiyle Allah'ın birliğini ve delilini beyan ettikten ve "O, senden önce kendilerine peygamber gönderilmemiş olan bir milleti uyarman için" (Secde, 32/2) ayetiyle risaleti ve risaletin burhanını beyan ettikten sonra, dirilişi inkar eden müşriklere cevap vermek için dirilişi ve onun isbat yolunu bildirdi. Bu Kur'an'ın normal âdeti olup Kur'an her ne zaman itikadın üç ana esasından ikisini zikretse ardından üçüncü esası zikretmektedir: Bu üçüncü esas burada "Müşrikler: Biz toprakta kaybolduktan sonra yeniden mi yaratılacağız? derler." ayetiyle anlatılan haşr konusudur. [17]
Açıklaması:
"Müşrikler: "Biz toprakta kaybolduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" derler." Müşrikler: Biz yeryüzünde toprak haline gelmiş cisimler olunca, bu halden sonra yeni bir yaratık haline tekrar dönmemiz mümkün müdür? diyorlardı. Bu uzak gördükleri şey sadece onların takdiri ve kıyasları olup onlar Allah'ın kudretini kendi kudretleriyle mukayese etmişler ve onların kendi âciz kudretlerine göre öldükten sonra diriltmenin uzak olduğunu görmüşlerdir. Halbuki bu durum, kendilerini ilk defa yoktan varedip yaratan bir şeyi murad ettiği zaman "Ol deyince dediği oluveren" yaratıcı ilâhın kudretine göre hiç de uzak değildir.
Bunun için Allah Tealâ onların kıyaslarını ve görüşlerini reddederek şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu onlar Rablerine kavuşmayı inkâr ederler." Yani bu müşrikler sadece Allah'ın dilediği şeylere kadir olduğunu inkâr etmekle kalmadılar, daha da ileri giderek öldükten sonra dirilişi inkâr ettiler. Onlar kıyamet günü hesap görme ve ceza için Rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr ederler.
Allah onlara şu ayetle cevap verdi.
"De ki: Canınızı almakla görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz." Ey Muhammedi Müşriklere de ki: Ruhları almakla görevli ölüm meleği, vaadinin bitmesiyle tahdit edilen va-kitte ruhlarınızı alacak. Sonra da dünyanın sonunda, ölümden önceki gibi canlı olarak döneceksiniz. Bu, kabirlerden kalktıktan sonra hesap verme ve amellerin karşılığını görme için ahiret günüdür. O gün iyi amel işleyen, iyi amelinin; kötü amel işleyen, kötülüğünün karşılığını bulacaktır.
Bu ayet tehdit ve korkutma ile birlikte dirilişi isbat etmekte ve insanları ilk defa yaratmaya kadir olanın onları ikinci defa diriltmeye de kadir olacağını beyan etmektedir.
Allah Tealâ kıyamet günü diriliş ve hesabı görme anında müşriklerin durumunu şöyle haber verdi:
"Günahkârların Rablerinin huzurunda başlarını eğerek: "Ey Rabbi-mizl Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de salih ameller işleyelim. Biz artık kesin olarak iman ettik." dediklerini bir görsen!" Yani ey Rasulüm! O müşrikleri Rablerinin huzurunda utançtan, rezil ve rüsvay olmaktan dolayı başlarını eğdikleri halde görsen, gerçekten acaip ve feci bir durum görmüş olurdun. Onların şöyle dediklerini görürdün:
Ey Rabbimiz! Biz şu anda senin sözünü duyuyor ve emrine itaat ediyoruz. Biz haşri gördük ve kendilerini yalanladığımız hususlarda peygamberleri tasdik ettiğini duyduk. Bizi tekrar dünya yurduna gönder de, seni razı kılacak salih itikat, söz ve ameli işleyelim.
Onlar cehenneme girme anında kendilerini ayıplıyorlardı. Bu durumu Allah Tealâ bir başka ayette şöyle haber vermektedir: "Onlar şöyle derler: Biz dinleseydik ya da aklımızı kullansaydık, şu çılgın cehennem halkı içinde olmazdık." (Mülk, 67/10)
Zeccac "Günahkârları bir görsen..." ayeti hakkında şöyle diyor: Peygamberimiz (s.a.)'e hitap, ümmetine yapılmış hitaptır.
Biz şimdi senin bir olduğuna, başkasının değil senin ibadete layık olduğuna kesin olarak inandık. Senin öldükten sonra diriltme vaadinin gerçek olduğunu ve senin huzuruna çıkacağımızın gerçek olduğunu, senin öldürme ve diriltmeye kadir olduğunu yakînen anladık.
Fakat Allah gayet iyi biliyor ki eğer onları tekrar dünyaya iade etse, dünyada eskiden olduğu gibi yine kâfir olacak, Allah'ın ayetlerini yalanlayacak, peygamberlerine karşı geleceklerdir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar ateşin karşısında durdurulup da: "Ah biz ne olurdu, dünyaya geri döndü-rülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalan saymasaydık, iman edenlerden olsaydık. " dedikleri zaman onları bir görseydin!" (En'am, 6/27-28).
Allah Tealâ burada şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz dileseydik mutlaka herkese hidayet verirdik." Yani biz herkesi muvaffak kılmak, iman ve salih amele irşad etme ilhamında bulunmak isteseydik, bunu yapardık.
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunan herkes iman ederdi." (Yunus, 10/99).
Fakat hikmetimiz, iman ve salih amel meselesinde hiçbir zorlama ve mecburiyet olmaksızın istidat ve tercihlere bırakılmasını gerektirmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Fakat cehennemi tamamen cinler ve insanlarla dolduracağım, sözü benden hak söz olarak çıkmıştır." Yani benim değişmez kazam ve ezelî takdirime göre istidatları ve kötü tercihleri, fahiş inanç ve amellerine göre cehennem ehli olan insan ve cin sınıflarıyla cehenem mutlaka doldurulacak. Bunlar kendi nefislerine zulmeden kimselerdir. Allah bunların yaratılmasından önce ezelde bunların varacakları yerin cehennem olacağını gayet iyi bilmekte, dolayısıyla vaîd hak olmakta ve ceza gerçek olmaktadır.
Bunun için bunlar azarlamaya müstehak olmakta ve Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"O halde bu gününüze kavuşmayı unutmanızın karşılığını (azabı) tadın bakalım. Biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınızın karşılığı olarak ebedî azabı tadın." Yani cehennem ehline azarlama ve tehdit yolunda şöyle denilir: Kıyamet gününü yalanlamanız ve kıyametin kopacağını imkânsız görmeniz, bunu unutur gibi davranmanız ve bunu unutan kimsenin tavrı gibi tavır takınmanız sebebiyle bu azabı tadın. Bunun için biz size unutan kimsenin muamelesiyle muamele edeceğiz. Çünkü Allah hiçbir şeyi unutmaz. Ondan hiçbir şey uzak kalmaz.
Bu mukabele veya müşakele üslûbu olarak isimlendirilen üslûp olup şu ayet gibidir: "Sizin bugününüzle karşılaşmayı unutmanız gibi biz de sizi unuttuk..." (Casiye, 45/34) ve yine şöyle bir ayet vardır: "Kötü amelin cezası onun benzeri bir kötülüktür." (Şura, 42/40).
Yine onlara tekid yoluyla şöyle denilir: Küfrünüz, yalanlamanız ve kötü amelleriniz sebebiyle içinde ebedî kalacağınız daimî cehennem azabını tadın.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmayacaklar. Amellerine uygun bir ceza olarak, sade bir kaynar su, bir de irin içecekler. Çünkü onlar hiçbir hesap görme ummuyorlardı. Onlar bizim ayetlerimizi alabildiklerine yalan sayıyorlardı. Biz ise her şeyi yazıp tesbit etmişizdir. (Onlara şöyle denilir:) Tadın bakalım. Artık size azabı artırmaktan başka bir şey yapmayacağız." (Nebe, 78/24-30). [18]
Bu ayetlerden şu noktalar çıkarılmıştır:
1- Müşrikler öldükten sonra dirilişi inkâr etmektedirler. Çünkü onlar yaratıcı Allah'ın kudretiyle aciz mahlûk olan kulun kudretini mukayese etmişler ve "Biz toprak olup helak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" demişlerdir.
2- Gerçek şudur ki, müşrikler Allah'ın diriltme kudretini inkâr etmemektedirler. Çünkü onlar O'nun kudretini ifade ediyorlar, fakat kendilerinin hesaba çekilmeyecekleri ve Allah'ın huzuruna çıkmayacakları inancını taşıyorlardı.
3- Allah'ın kudretinin tecellilerinden biri O'nun öldüren, canları alan ve vadeleri bittiği anda ruhları kabzeden olmasıdır. İsmi, "Allah'ın kulu" manasında, Azrail olan ölüm meleği bütün tasarrufunu Allah Tealâ'nm emri, yaratması ve icadıyla yapar. Allah onun eliyle ruhların alınmasını yaratır.
İbni Atıyye; "Bütün hayvanatın ruhlarını ölüm meleği değil, Allah alır." şeklinde bir hadis zikretmiştir. Sanki ölüm meleği onların hayatını yokedendir. Âdemoğullarında da durum böyledir. Gerçekte bunu yapan Allah'tır. Melek ise vasıta ve vekildir.
Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah ölümleri zamanında nefislerin canlarını alır." (Zümer, 39/42); "O ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk, 67/2); "O diriltir ve öldürür." (Âl-i Imran, 3/156). Ölüm meleği kabzeder, Allah Tealâ ruhu çıkarır. Fakat ölüm meleği bu görevi aracı olarak ve bizzat üstlendiğine göre can alma ona nisbet edilmiştir, tıpkı yaratmanın meleğe nisbet edilmesi gibi.
Rivayet edildiğine göre Allah Tealâ ölüm meleğini ruhları almakla görevlendirdiği zaman ölüm meleği şöyle demişti: "Ey Rabbim! Beni kötülükle anılır kıldın. Âdemoğullan beni ayıplıyorlar." Bunun üzerine Cenab-ı Hak ona şöyle dedi: "Ben ölüm için hastalık ve dertler gibi bir takım illet ve sebepler kılacağım. Onlar ölümü bu sebeplere nisbet edecekler. Dolayısıyla hiçbir kimse seni hayırdan başka bir şeyle anmayacaktır."
4- Bazı âlimler ruhları kabzetmekte "seni vekil kıldı" ayetini, vekâletin caiz olduğuna delil olarak saymışlardı.
5- Kıyamet günü müşriklerin durumu hayrete sebep olmaktadır. Rablerine hesap verme ve amellerinin karşılığını görme anında utanç, pişmanlık, rezil ve rüsvay olma, gam ve üzüntü sebebiyle onların başlan önlerineeğilmiştir.
Müşrikler şöyle derler: Ey Rabbimiz! Yalanladığımız şeyi -gerçek olarak- gördük. İnkâr ettiğimiz şeyi -gerçek olarak- işittik. Şimdi bizi tekrar dünyaya geri gönder de seni razı kılacak salih amel işleyelim. Biz öldükten sonra dirilişi ve Muhammed (s.a.)'in getirdiği şeyin hak olduğunu tasdik ediyoruz.
Süfyan-ı Sevrî diyor ki; Allah onları yalanlayıp şöyle buyurdu: "Eğer onları geri döndürülselerdi, yasaklanan şeylere tekrar dönerlerdi. Doğrusu onlar yalancıdırlar." (En'am, 6/28).
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî diyor ki; "Müşrikler: "Ey Rabbimiz! Gördük, işittik. Bizi tekrar dünyaya gönder de, salih ameller işleyelim. Biz artık kesin olarak iman ettik." dedikleri zaman kendilerine şu ayetle cevap verildi: "Eğer biz dileseydik, mutlaka herkese hidayet verirdik." Yani ben di-leseydim, bütün insanları hidayete erdirirdim. Dolayısıyla onlardan hiçbir kimse ayrılamazdı. "Fakat cehennemi tamamen cinler ve insanlarla dolduracağım, sözü benden hak söz olarak çıkmıştır." Yani bana isyan edenlere cehennem ateşi ile azab edeceğim sözü hak olmuştur. Allah Tealâ onları geri gönderirse, tekrar aynı şeyi yapacaklarını gayet iyi bilmektedir.
Hidayet'in manası kalbde marifetin yaratılmasıdır. Mu'tezile'nin tevili ise şu şekildedir: Biz dileseydik, müthiş kudret ayetlerini ortaya koymak suretiyle onları hidayete zorlardık. Fakat onu işlemesi güzel olmaz. Zira bu kendisini görevlendirmek suretiyle icra edilen amaca, yani sevap almaya zıt değildir. Sevab, ancak mükellefin kendi tercihiyle yaptığı amele mukabil verilir.
İmamiyye mezhebi ise bu ayetin tevilinde şöyle demektedir: Cenab-ı Hak ahirette nefse cennet yolunu irşad edeceğini ve hiçbir kimseyi cezalandırmayacağını murad etmiş olabilir. Ancak Onun cehennemi dolduracağı vaadi hak olmuştur. O halde bize göre Allah Tealâ'nın herkesi hidayete erdirmesi vacip değildir. Dediler ki: Bilakis masum olanları hidayete erdirmek, vaciptir. Günahı olanlara gelince, davranışlarının cezası olarak günahkârın cehenneme sevkedilmesi caizdir. Bunun caiz oluşunda engel vardır. Zira onlar ayetten muradın imana sevketmek olduğu, kesin kanaatini taşımaktadırlar.
İmamiyye'nin bir başka cevabı da vardır. Bu cevap şudur: Allah'ın zorlama, cebir ve baskı yoluyla hidayete erdirmesi mümkün değildir. Bununla anlatılmak istenen mana, mükellefiyetin sahih olması için mükellefin kendi tercihiyle iman ve itaate sevkedilmesi demektir. Allah kime dilerse; o kimse zorla değil, kendi isteğiyle iman ve itaat edecektir. Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "İçinden istikamet üzere olmayı isteyen kimseler için..." (Tekvir, 81/28); "Kim dilerse, Rabbine giden yol edinsin." (Dehr, 76/29). Bu ayetin ardından şu ayet getirilmiştir: "Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (Dehr, 76/30). Dolayısıyla müminlerin imanı kendi iradeleriyle meydana gelmektedir, ama Allah dilemedikçe bunların dilemeleri reddedilmiştir.
Ehl-i Sünnet orta yolu izleyerek ne Cebriye gibi zorlamayı, ne de Ka-deriyye gibi mutlak iradeyi kabul etmiştir. Bütün işlerin en hayırlısı ortasıdır. Ehl-i Sünnet diyor ki: Biz iradî olmayan içgüdü hareketiyle, iradî hareketi ayırdettiğimiz gibi mecbur kaldığımız davranışlarla bizzat tercih ettiğimiz tavırları birbirinden ayırıyoruz. Bu orta mertebeye "kesb" denilmektedir. Ehl-i Sünnet bu ismi Allah'ın kitabındaki şu ayetten almıştır: "Herkesin elde ettiği hayır kendi faydasına, elde ettiği şer kendi zararınadır." (Bakara, 2/286).
6- Kıyamet günü günahkârlara azarlama ve ihtar yoluyla şöyle denilecektir: Allah'ın peygamberlerini yalanlamanız, öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeniz ve bunu unutan kimseler gibi bunun için çalışmayı terketme-niz sebebiyle azabı tadın bakalım. Allah size unutan ve unutulan kimselerin muamelesiyle muamele edecektir. Zira ceza amelin cinsinden verilir. Dünyadaki isyankâr amelleriniz sebebiyle cehennemdeki ebedî -yani hiç kesilmeyecek sürekli devam edecek olan- azabı tadın bakalım. [19]
15- Bizim ayetlerimize ancak kendilerine ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyük- lük taslamadan Rablerini hamd ile
tesbİh edenler gerçekten iman ederler.
16- Rablerine korku ve ümitle dua ederek (çok ibadet etmekten) yanla- " (vücutları) yataklardan uzak kax. Onlar kendilerine verdiğimiz rızıardan da harcarlar.
17- Hiçbir kimse onlar için yaptıklarının karşılığı olarak gözlerin nuru olacak nimetlerin neler olduğunu bilemez.
"Korku ve ümitle" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Yanları yataklarından uzak kalır." geceleyin çok ibadet etmekten kinayedir. [20]
"Bizim ayetlerimize" Kur'an'a, "ancak kendilerine ayetlerimiz hatırlatıldığı" öğüt verildiği "zaman secdeye kapananlar", Allah'ın azabından korkarak secdeye düşenler, kibirle ısrar eden kimselerin yaptıkları gibi iman ve taate karşı "büyüklük taslamadan Rablerini hamd ile teşbih edenler" Allah'ın azabından korkarak O'na hamd ederek muvaffak kıldığı, İslâm'a ve verdiği hidayete karşı şükrederek diriltmekten âciz olmak gibi kendisine yakışmayan sıfatlardan O'nu tenzih edenler, "Sübhanallahi ve bi-hamdihi" derler, "gerçekten iman ederler."
"Rablerine" O'nun gazabından ve cezasından "korku" içerisinde ve O'nun rahmetinden "ümitle dua ederek", yalvararak "yanları" yani vücutları "yataklardan uzak kalır."
Peygamberimiz (s.a.) bu ayeti kulun geceleyin namaz kılması olarak tefsir etmiştir. "Onlar kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar." sadaka verirler. Hayır yollarına sarfederler.
"Hiçbir kimse onlar için, yaptıklarının karşılığı olarak saklanan," gizlenen, hazırlanan "gözlerin nuru olacak" onların gözlerini aydın kılacak ve onları memnun edecek "nimetlerin neler olduğunu bilemez." [21]
"Rablerine korku ve ümit ile dua ederek..." ayetinin (16. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Bezzar, Bilâl'den naklediyor: Biz mescidde oturuyorduk. Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından bir grup ise akşam namazından sonra yatsıya kadar namaz kılıyorlardı. Bunun üzerine 16. ayet nazil oldu: "Rablerine korku ve ümitle dua ederek (çok ibadet etmekten dolayı) yanları (vücutları) yataklarından uzak kalır." Fakat bu rivayetin isnadında zayıflık vardır.
Vahidî en-Neysabûrî Malik b. Dinar'dan naklediyor: Enes b. Malik'e bu ayetin kimin hakkında nazil olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi: Rasu-lullah (s.a.)'in ashabından bazıları akşam namazından sonra yatsı namazına kadar namaz kılıyorlardı. Bunun üzerine Allah Tealâ onlar hakkında bu ayeti indirdi. Bu, Katade ve İkrime'den rivayet edilmiştir.
Muaz b. Cebel, Peygamberimiz (s.a.)'in "Onların vücutları yataklarından ayrılır." ayeti hakkında: "Bu kulun gecenin başında namaz kılmasıdır." dediğini rivayet etmektedir.
Hasan-ı Basrî, Mücahid, İmam Malik ve Evzaî şöyle diyor: Bu ayet geceleyin teheccüd namazı kılanlar hakkında inmiştir.
İmam Ahmed, Tirmizî, Neseî ve İbni Mace, İbni Cerir, Hakim ve İbni Merdüveyh'in Muaz b. Cebel'den naklettikleri şu hadis-i şerif bu nüzul sebebinin doğru olduğuna delâlet etmektedir:
Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir yolculukta[22] Peygamberimiz (s.a.) ile beraberdim. Bir gün ona yakın bir yerde bulunuyordum. O sırada yürüyorduk. Ben Efendimize:
- Ey Allah'ın Nebisi! Bana beni cennete sokacak ve beni cehennemden uzaklaştıracak şeyi haber ver, dedim. Efendimiz (s.a.):
- Sen büyük bir şey sordun. Bu Allah Tealâ'nın kolay kıldığı kimseler için kolaydır: Allah 'a hiçbir şeyi şirk koşmadan kulluk edeceksin. Namazı dosdoğru kılacaksın. Zekâtı vereceksin. Ramazan orucunu tutacaksın. Bey-tullahı haccedeceksin, dedi ve şöyle devam etti: Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç kalkandır. Sadaka günahı söndürür. Bir de gecenin ortasında kişinin kıldığı namaz... Sonra da "Onların vücutları yataklarından uzak kalır." ayetiyle ondan sonraki ayeti okudu.
Peygamberimiz (s.a.) sonra şöyle buyurdu: Sana işin başını, direğini ve en yüce noktasını haber vereyim mi?
- Evet ey Allah'ın Rasulü! dedim. Efendimiz:
- İşin başı İslâm'dır. Direği namazdır. En yüce noktası ise cihaddır, dedi. Sonra da:
- Sana bütün bunların hepsine nasıl sahip olacağını söyleyeyim mi? dedi. Ben de:
- Evet ey Allah'ın Rasulü! dedim. Efendimiz eliyle dilini tuttu ve:
- Dilini tut, buyurdu. Ben:
- Ey Allah'ın Rasulü! Biz konuştuklarımızdan dolayı da hesaba çekilecek miyiz? dedim. Efendimiz:
- Ey Muaz! Annen seni kaybetsin. İnsanlar cehenneme yüzüstü -veya bir başka rivayete göre: göğüsleri üstü- dillerinin işlediği kusurlardan başka bir şey sebebiyle mi düşüyorlar sanıyorsun?
Kâfirlerin kıyamet günü hesap makamındaki zillet, rezil olma ve utanç durumlarını ve onların uğrayacakları şiddetli ebedî azabı beyan ettikten sonra, Cenab-ı Hak dünyadaki iman ehlinin Rablerine itaatte bulunma, O'nu ta'zim etme, O'na hamdetme ve nafilelerle O'na yaklaşma hallerini ve amellerinin mükafatı olarak Allah'ın kendileri için hazırladığı nimetleri ve sevinci beyan etti. [23]
"Bizim ayetlerimize ancak kendilerine ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamadan Rablerini hamd ile teşbih edenler gerçekten iman ederler."
Kur'an ayetlerini, kevnî ayetleri ve gönderilen peygamberleri gerçekten tasdik edecek olanlar sadece kendilerine ayetlerle öğüt verildiği ve kendilerine Kur'an ayetleri okunduğunda, bu ayetleri dinledikleri zaman âzâ-ları ve alınlarıyla huşu içinde boyun eğerek ve kulluğu ikrar ederek Allah için secdeye kapananlar; secdelerinde Allah'ın eş, evlâd ve ortak edinmesi v.b. şirk lekeleri gibi O'na layık olmayan şeylerden O'nu tenzih edenler, Rablerinin lütuf ve nimetlerine hamd edenler, yani "Sübhanallahi ve bi-hamdihi, Sübhane Rabbiyel-a'la" diyerek teşbih ile hamdi birleştiren kimselerdir.
Bu kimseler, kalpleri imanla mamur oldukları için Rablerine itaat etme, ayetlere uyma ve boyun eğmeye karşı büyüklük taslamazlar. Nitekim bilgisiz, facir kâfirler büyüklük taslayarak yüzçevirirler. Onlar için acıklı bir azap vardır. Bir ayet-i kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bana ibadet etmekten büyüklük taslayanlar hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (Gafir, 40/60).
Bunlar müminlerin vasıflarıdır: Kulluk, hamdle birlikte Allah'ı ve ayetlerini tasdik etmek, itaatte bulunmak, boyun eğmek.
Cenab-ı Hak daha sonra onların diğer vasıflarını zikretti. Bu vasıflar teheccüd ya da gece namazı kılmak, Allah'a halisane dua etmek ve hayır cihetlerine infakta bulunmak: "Rablerine korku ve ümitle dua ederek, onların yanları (vücutları) yataklardan uzak kalır. Onlar kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar."
Bol sevap ve rahmet ümid ederek, cezadan korkarak, kabul edileceği inancını taşıyarak halisane dua ile Rablerine dua ederek, vicdanları ibadetle rahat bulduğu, gözleri aydın olduğu halde Rablerine yakarmak suretiyle gönülleri huzur duyarak gece namazına kalkmak üzere yanları (vücutları) uyku ve rahattan uzak kalır. Onlar bazı mallarını hayır, iyilik ve Allah rızası yolunda harcarlar. Böylece şahsî ibadet ve içtimaî taatleri birleştirmiş olurlar.
İmam Ahmed ve Ebu Davud, İbni Mes'uddan Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet etmektedirler: "Rabbimiz şu iki adama hayret etmiştir: Biri; benim nezdimdeki rahmeti arzu ederek ve nezdimdeki azaptan korkarak sevdikleri ve ailesi arasında iken yatağını, yorganını bırakarak namaza koşan adam... Diğeri ise, Allah Tealâ yolunda çarpışan, ordusu yenilgiye uğrayan, savaştan kaçmanın sorumluluğunu ve savaşa dönmenin sevabını bilen, benim nezdimdeki rahmeti arzu ederek ve benim nezdimdeki azaptan korkarak savaş meydanına dönüp kanı akıtılan adam... Bunun üzerine Allah meleklerine şöyle der: Şu kuluma bakın. Benim nezdimdeki rahmeti arzu ederek ve benim nezdimdeki azaptan korkarak savaş yerine döndü ve nihayet kanı döküldü."
Sa'lebî, Esma bt. Yezid'den merfû olarak Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Allah önceki ve sonrakileri birarada topladığı zaman bir münadî gelir. Bütün mahlûkatın işiteceği bir sesle nida eder: Bugün burada toplananlar kimlerin ikrama daha layık olduklarını gayet iyi bileceklerdir. Sonra tekrar döner ve nida eder: Vücutları yataklardan uzak kalanlar kalksınlar, der. Onlar da kalkarlar. Onlar azdırlar. Sonra döner ve nida eder: İyilik ve sıkıntı içinde her hal üzerine Allah'a ham-dedenler kalksınlar, der. Onlar da kalkarlar. Onlar da azdırlar. Hepsi topluca cennete gönderilirler. Sonra diğer insanların hesabı görülür."
Cenab-ı Hak daha sonra, daha önce geçen özelliklerle tavsif edilen müminlerin mükâfatını zikreder:
"Hiçbir kimse onlar için, yaptıklarının karşılığı olarak saklanan, gözlerin nuru olacak nimetlerin neler olduğunu bilemez."
Meleklerden ve peygemberlerden hiçbir kimse, müminlerin gizleyip insanlara gösteriş olarak sunmadıkları salih amellerine karşılık tam mükâfat olarak Allah'ın kendileri için sevaplarını, gizlediği cennetlerdeki daimî nimetlerin ve hiçbir kimsenin benzerlerine muttali olmadığı lezzetlerin büyüklüğünü mutlak olarak hiçbir kimse bilemez.
Buhari, Müslim ve Tirmizî, Ebu Hüreyre (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer kalbine doğmayan nimetler hazırladım." Ebu Hüreyre diyor ki: Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Hiçbir kimse onlar için, yaptıklarının karşılığı olarak saklanan, gözlerin nuru olacak nimetlerin neler olduğunu bilemez." [24]
Bu ayetler şu noktalara işaret etmektedir:
1- Müminlerin sıfatlarından biri olarak müminler ayetlerini tazim ederek, Onun ceza ve azabından kokarak yüzleri üzerine secdeye kapanırlar. Onlar hamdle birlikte teşbih, yani tenzih ederler. Secdelerinde "Sübhanallahi ve bihamdihi, Sübhane Rabbiye'1-A'lâ ve bihamdihi" yani müşriklerin sözlerinden Allah Tealâ münezzehtir, derler.
Onlar aynı zamanda Rablerinin emrine boyun eğerler, Mekke halkının ve kendilerinden sonraki benzerlerinin Allah Tealâ'ya secde etmekten büyüklük tasladıkları gibi O'na ibadet etmekten büyüklük taslamazlar.
2- Yine müminlerin sıfatlarından biri gece namazına -yani gecenin son üçte birinde kılınacak teheccüd namazına- devam etmektir.
Katade ve İkrime'den nakledilen görüşe göre; ayetin manası, akşam ile yatsı arası nafile namaz kılmaktır. Onlar vücutlarının yataklardan uzak kalmasına rağmen, aynı zamanda azaptan korkarak ve sevabı arzulayarak gece ve gündüz Rablerine dua ederler. Onlar mallarının fazlasını sadaka olarak verirler. Bu sadakalar farz kılman zekâtı eda ettikten sonra verilen nafile sadakalardır.
Gece namazının fazileti hakkında zikredilen pek çok hadis varid olmuştur.
3- Bu müminlerin mükâfatı gayet açık ve çok büyüktür. Bunun gereğini Allah'tan başka hiçbir kimse bilmez. Kendilerine ait nimetleri ne bir insan ne de bir melek, hiçbir kimse bilemez.
Bu ikram, cennet ehli içinde mertebesi en yüksek olana mahsus idi. Nitekim bu durum açıkça Sahih-i Müslim'de, Mugire b. Şu'be'den merfû olarak Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifinde anlatılmaktadır:
"Hz. Musa (a.s.) Rabbinden şöyle niyazda bulundu: Ya Rabbi! Cennet ehli arasında derecesi en düşük olan kimdir? dedi. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
- Bu kişi bütün cennet ehli cennete girdikten sonra getirilir. Kendisine:
- Cennete gir, denilir. O kişi:
- Ya Rabbi! Herkes köşklerine girdiği ve alacaklarını aldığı halde bu nasıl olur? der. Ona:
- Senin dünya krallarından bir kralın mülkü gibi mülkün olmasına razı olur musun? denilir. O da:
- Razı oldum ya Rabbi, der. Cenab-ı Hak:
- Bu, bunun bir misli, bir misli daha, onun bir misli, onun da bir misli ve onun da bir misli senin olsun, der. Beşincisinde o kişi:
- Razı oldum ya Rabbi, der. O kişiye:
- Bu ve bunun on misli senin olsun.
Gönlünün arzu ettiği her şey, gözlerinin görüp de beğendiği her şey, senin olsun, denilir. O kişi:
- Razı oldum ya Rabbi, der. Hz. Musa (a.s):
- Peki, cennet ehlinin en üstün mertebede olanı? diye sordu. Cenab-ı Hak:
- Bu ifade ettiğin kimselerin ikramını bizzat kudret elimle diktim ve üzerini mühürledim. Bu ikramı hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve bu ikram hiçbir beşer kalbine doğmamıştır."
Ravi diyor ki: Bunun Allah'ın kitabından delili şu ayet-i kerimedir: "Hiçbir kimse onlar için yaptıklarının karşılığı olarak saklanan, gözlerin nuru olacak nimetlerin neler olduğunu bilemez." [25]
18- Hiç mümin olan kimse, fasık gibi olur mu? Elbette eşit olamazlar.
19- İman edip de salih ameller işleyenler için yaptıklarına karşılık, konak olarak Me'vâ cennetleri vardır.
20- Fasık olanların barınakları ise ateştir. Onlar ne zaman oradan çıkmak isterlerse, oraya döndürülürler. Onlara: "Dünyada yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın." denilir.
21- Biz bundan dönsünler diye ahi-retteki o büyük azaptan önce mutlaka onlara dünyadaki yakın azabı tattıracağız.
22- Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da onlardan yüzçeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Biz günahkârlardan mutlaka intikam alacağız.
"İman edip de salih ameller işleyenler için... Me'vâ cennetleri vardır." ayetiyle "Fasık olanların barınakları ise ateştir." ayeti arasında mukabele adı verilen edebî sanat vardır.
"Büyük azap" ile "yakın azap" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Zira büyük azap uzak azaptır. [26]
"Hiç mümin olan" Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanıp tasdik eden "kimse, fasık" iman, taat ve dinin hükümleri dışında kalan, kâfir olan "kimse gibi olur mu?" Fasık kelimesi kâfir kelimesinden daha genel bir ifadedir. Bazan şu ayette olduğu gibi fasık ve kâfir kelimeleri aynı anlamda kullanılmaktadır: "Kim bundan sonra küfre düşerse, bunlar fasık kimselerdir." (Nur, 24/55). Fasıkhğın aslı çıkış demektir. Meyve kabuğundan çıktığı zaman "Fesekatü's-semerâtü" denilir. Müminlerle fasıklar şeref ve sevapta "Elbette eşi olamazlar." Mümin ve fasık kelimelerinden sonra gelen fiil manaya hamledilerek çoğul olarak kullanılmıştır.
"İman edip de salih ameller işleyenler için yaptıklarına karşılık" yani amelleri sebebiyle, ya da amelleri üzerine "konak olarak Me'vâ cennetleri" yani hakikî mesken cennetleri "vardır." Dünya meskenlerine gelince, oradan göçüş olacaktır.
İnkâr ve peygamberleri yalanlamak sebebiyle "Fasık olanların barınakları ise ateştir. Onlar ne zaman oradan çıkmak isterlerse oraya döndürülürler." Bununla orada ebedî kalmaları murad edilmektedir. "Onlara" küçümsemek ve kinlerini artırmak için: "Dünyada yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın, denilir."
"Biz bundan dönsünler, diye" belki de bunlardan geri kalanlar küfürden tevbe etsinler, diye "ahiretteki o büyük azaptan" ahiret azabından "önce mutlaka onlara dünyadaki yakın azabı", yani ilk veya az azabı yani yedi yıl kuraklık, öldürülme, esaret ve hastalıklar şeklinde maruz kaldıkları dünya azabını "tattıracağız."
"Kendisine Rabbinin ayetleri" Kur'an ayetleri ve kevnî ayetler "hatırlatılıp da onlardan yüzçeviren", dolayısıyla bu konuda düşünmeyen "kimseden daha zalim kim olabilir?"
"Biz günahkârlardan", müşriklerden "mutlaka intikam alacağız." [27]
"Hiç mümin olan kimse..." ayetinin (18. ayet) nüzul sebebi ile ilgili Vahidî ve İbni Asakir, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt, (Bedir günü) Hz. Ali'ye şöyle demişti:
— Benim kılıcım senin kılıcından daha keskin, benim elim senin elinden daha uzundur. Benim askeri birliğim, senin birliğinden daha güçlüdür.
Hz. Ali ona şu cevabı verdi:
— Sus, sen sadece bir fasıksm.
Bunun üzerine 18. ayet nazil oldu: "Hiç mümin olan kimse fasık gibi olur mu? Elbette eşit olamazlar." Ayet "mümin" kelimesiyle Hz. Ali'yi, "fasık" kelimesiyle Velid b. Ukbe'yi kastetmektedir. [28]
Cenab-ı Hak mücrim ve müminin durumunu beyan ettikten sonra:
— Bu ikisi eşit olur mu? diyerek akıl sahiplerine soruyor. Bu soruya eşit olmayacakları şeklinde cevap verdikten, ya da beyanda bulunduktan sonra Allah Tealâ adaletinin ve ikramının gereği olarak kıyamet günü mertebe ve hüküm açısından bu iki grubun farklı olacağını zikretmektedir. [29]
"Hiç mümin olan kimse, fasık gibi olur mu? Elbette eşit olamazlar." Yani Allah ve Rasulü'ne iman eden, O'nun emir ve nehyine itaat eden kimse ile Rabbine itaatin dışına çıkan, Allah'ın kendilerine gönderdiği elçileri yalanlayan kâfir eşit olur mu? Bunun cevabı: Kıyamet günü Allah katında müminlerle fasıklar eşit olamazlar.
Bu ayetin benzeri şu ayetler vardır: 'Yoksa kötülükleri işleyenler kendilerini iman edip de iyi amel işleyenler gibi mi yapacağız? Hayatları ve ölümleri bir mi olacak sandılar? Hükmettikleri şey ne kötüdür!" (Casiye, 40/21); "Yoksa biz iman edip de güzel amel edenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah'tan korkanları doğru yoldan sapanlar gibi mi sayacağız?" (Sad, 38/28); "Cehennemliklerle cennetlikler eşit olamazlar. Cennetlikler gerçekten muratlarına erenlerdir." (Haşr, 59/20).
Allah Tealâ daha sonra bu iki grubun ahirette görecekleri karşılığı zikrederek şöyle buyurdu:
1- "İman edip de salih ameller işleyenler için yaptıklarına karşılık, konak olarak Me'vâ cennetleri vardır." Yani kalpleri Allah'ın ayetlerini ve O'nun peygamberlerini tasdik eden ve salih ameller işleyenler için dünyada işledikleri güzel ameller ve iyi davranışlarına bir karşılık ve ikram olmak üzere içinde meskenler, evler ve yüksek köşkler bulunan "Me'vâ cennetleri" vardır.
Ayette müminler hakkında temlik lamıyla "felehüm" denilmesi, fazlasıyla değer vemek içindir.
2- "Fasık olanların barınakları ise ateştir." Yani Allah'ı inkâr eden, itaatin dışına çıkan ve kötü ameller işleyenlerin karar alacakları ve varacakları barınakları cehennem ateşidir.
Daha sonra Cenab-ı Hak onların kötü durumlarını zikrederek şöyle buyurdu:
"Onlar ne zaman oradan çıkmak isterlerse, her defasında oraya döndürülürler. " Yani her ne zaman azabın ve işkencelerin şiddetinden dolayı cehennemden çıkmaya azmetseler, tekrar oraya iade edilir, oraya yuvarlanırlar. Yani onlar orada ebedî kalacaklardır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onlar bir üzüntü sebebiyle her ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya iade edilirler." (Hac, 22/12).
Fudayl b. Iyad diyor ki: "Allah'a yemin olsun ki eller kelepçelidir. Ayaklan bağlıdır. Alev onları kaldırmaktadır. Melekler ise onların başına vurmaktadır."
Azarlama, ihtar ve tehdit olmak üzere "Onlara şöyle denilir: Dünyada yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın." Yani dünyada yalanladığınız cehennem azabını tadın ve çekin bakalım. Zira Allah onu kendisine şirk koşanlar için hazırlamıştır.
Bundan önce bir başka azab da vardır:
"Biz bundan dönsünler, diye ahiretteki o büyük azaptan önce mutlaka onlara dünyadaki yakın azabı tattıracağız." Yani biz onların sapıklıklarından hidayete ve hakka dönmeleri, küfrü terketmeleri, Rablerine iman etmeleri ve peygamberleri tasdik etmeleri için daha şiddetli ve daha büyük olan kıyamet azabı meydana gelmeden önce mutlaka kâfirlere ve isyankârlara yakın ve basit azap olan dünya azabından; yani açlık, öldürülme ve esirlik gibi musibet ve âfetlerden tattıracağız.
"Leallehüm yerciûn" ayetindeki "umulur ki" manası Allah Tealâ için imkânsızdır. Bununla bu olayın sebebi olarak Allah'a dönüş murad edilmektedir. Bunun misali: Falan, kâr elde etmek için ticarete atıldı, denilme-sidir. Ya da bunun manası şudur: Biz onlara ümit edenlere tattırdığımızı tattıracağız. Ya da öyle bir şey tattıracağız ki bazıları: Belki onlar bu sebeple Allah'a dönecekler, diyeceklerdir.
Cenab-ı Hak daha sonra ceza için umumî bir sebep olarak insanlara zulmetmeyi zikrederek şöyle buyurdu:
"Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatılıp da onlardan yüzçeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Biz günahkârlardan mutlaka intikam alacağız. " Yani Allah'ın kendisine Kur'an ayetlerini ve Peygamberlerinin mucizelerini hatırlattığı ve bunları kendisine açıkladığı halde bunları inkâr edip terkeden, bunlardan yüzçeviren ve sanki bunları hiç bilmiyormuş gibi, tamamını unutmuş gibi davranan kimseden daha zalim hiçbir kimse yoktur. Çünkü biz Allah'ı inkâr eden masiyet ve münkerleri işleyen kâfirlerden en şiddetli intikamla intikam alacağız.
İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim, Muaz b. Cebel'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu işittiğini rivayet etmişlerdir: Üç şey vardır ki, kim bunları yaparsa cürüm işlemiş olur. Kim haksız yere bir sancak açarsa, ya da ana-babasına isyan ederse, ya da bir zalimle birlikte yürür, o zalime yardım ederse cürüm işlemiş olur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Biz mücrimlerden mutlaka intikam alacağız." [30]
Bu ayetlerden şu hususlar çıkmaktadır:
1- Ne Allah'ın hükmü ve adaletinde, ne de selim akıl terazisinde kıyamet gününde sevap ve karşılık hususunda müminle fasık birbirine eşit sayılamaz.
2- Müminle kâfirin eşit sayılmaması -Hanefiler dışındaki cumhurun görüşüne göre- aralarında kısas yapılmamasını gerektirir. Zira kısasın farz olmasının şartlarından biri katille maktulün eşit olmalarıdır.
İmam Ebu Hanife ise bir zimmîyi öldüren müslümanın öldürülmesi gerektiği görüşündedir. Ona göre burada eşitliğin kaldırılması ahirette sevap konusunda, dünyada ise adalet hususunda eşit sayılmamaları anlamındadır. Cumhur bu ayeti genel anlamda anlamışlardır. Zira bunu tahsis edecek hiçbir delil yoktur.
3- Ahirette sevap ve mükâfat açısından müminlerin yeri "Me'vâ cennetleridir." Yani onlar cennetlere sığınırlar. Cennetleri Me'vâ'ya izafet etmiştir. Zira bu yer, cennetleri ihtiva etmektedir.
İmandan çıkıp küfre giren fasıklann makamı cehennemdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
Cehennem alevi onları ne zaman yukarıya atsa, yine oradaki yerlerine iade edilirler. Çünkü onlar oradan çıkma arzusundadırlar.
Cehennem bekçileri -ya da Cenab-ı Hak- onlara şöyle der: Yalanlayıp durduğunuz ateş azabını maddî-manevî olarak tadın.
Allah Tealâ'nın "iman edip salih amel işleyenler" ayetinden anlaşılmaktadır ki salih amelin imanla birlikte tesiri olacaktır. İnkâra gelince bu varsa, işlenen amellere iltifat edilmez. Bunun için Allah Tealâ: "Fasık olanlara gelince ..." buyurmuş, "kötü amel işleyenler" dememiştir. Zira "fesekû" kelimesinden murad "keferû: inkâr edenler" demektir.
4- Kâfirlere dünyada başka bir azap daha vardır. Bu, kulların tevbe etmeleri için uğradıkları dünya musibetleri ve hastalıklardır. Onları büyük azap, yani kıyamet günü azabı beklemektedir. Bu azap bir uyandır. Böylece onlardan geri kalanlar hidayet ve hak yola döner. Zira dünya azabı ahiret azabıyla karşılaştırılamaz. Dünya azabı sonunda ölümle sonuçlanacağı için şiddetli ve uzun diye nitelendirilemez. Asıl şiddetli ve uzun olan ahiret azabıdır.
5- Kendisine Rabbinin ayetleri, yani hüccetleri ve alâmetleri hatırlatılıp da sonradan onlardan yüzçeviren ve bu ayetleri kabul etmeyen kimseden daha çok nefsine zulmeden bir kimse yoktur. Zira Allah müşriklerin yalanlamaları ve yüzçevirmelerinden dolayı onlardan şiddetli intikam alacaktır. [31]
23- Andolsun ki biz Musa'ya o kita- bı vermiştik. Sen O'na kavuşmak- tan sakın şüpheye düşme. Biz onu İsrailoğulları'na bir hidayet rehberi kılmıştık.
24- Biz içlerinde de sabrettikleri müddetçe emrimizle doğru yola sevkedecek rehberler tayin etmiştik. Bunlar ayetlerimize yakînen iman etmişlerdi.
25- ŞuPnesiz ki ihtilafa düştükleri hususlarda, kıyamet günü, aralarında sadece Rabbin hükmedecektir.
Sana kitap verdiğimiz gibi "Andolsun ki biz Musa'ya o kitabı vermiştik. " Ya Muhammed "Sera ona" kitaba "kavuşmaktan sakın şüpheye düşme." Nitekim bir başka ayette şöyle buyurulmuştur: "Sen Kur'an'a kavuşacaksın." (Nemi, 27/6). Zira biz ona kitap verdiğimiz gibi sana da kitap verdik. Bu hiç olmamış yeni bir şey değildir ki şüphe etmene sebep olsun. Ayetin; Musa'nın kitaba kavuşmasından şüphe etme; ya da sen Musa'ya kavuşmaktan şüphe etme, şeklinde anlaşılması ihtimali de bulunmaktadır. Peygamberimiz (s.a.) ile Hz. Musa İsrâ Gecesi görüşmüşlerdi. "Biz onu" yani Musa'ya indirilen kitabı "İsrailoğulları'na bir hidayet rehberi", hidayete sevkedici "kılmıştık."
"Biz içlerinde de" dinlerine itaat etme hususunda ve dünyadaki belaya "sabrettikleri müddetçe" onlara verdiğimiz "emrimizle" ya da onları muvaffak kılmamızla insanlar içinde hikmetler ve hükümler bulunan "doğru yola sevkedecek rehberler tayin etmiştik. Bunlar" bu rehberler, kudretimize ve birliğimize delâlet eden "ayetlerimize yakînen iman etmişlerdi." Bu ayetleri gayet iyi incelemeleri sebebiyle tasdik etmişlerdi.
"Şüphesiz ki" din hakkında "ihtilafa düştükleri hususlarda, kıyamet günü, aralarında sadece Rabbin hükmedecektir." Hakkı batıldan, haklıyı haksızdan ayırdedecektir. [32]
Surenin başında üç temel akîde esasının -tevhid, diriliş ve risâletin-ifade edilmesinden sonra surenin sonunda üçüncü temel esas olan ve ilk olarak "Senden önce kendilerine peygamber gönderilmemiş bir milleti uyarman için..." (Secde, 32/3) ayetiyle zikredilen risâlet esasına tekrar dönülmüştür.
Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.)'e yakınlığı ve onun dininde olan kimselerin varlığı ve onların ilzam edilmesi sebebiyle Hz. Musa'dan sözetmeyi tercih etti. Yahudilerin Hz. İsa'nın peygamberliğini kabul etmemeleri sebebiyle Hz. İsa'yı sözkonusu etmedi. Halbuki Hristiyanlar Hz. Musa'nın peygamberliğini itiraf etmişlerdi. Dolayısıyla ittifak edilen husus zikredilmiş oldu. [33]
"Andolsun ki biz Musa'ya o kitabı vermiştik. (Ey Muhammed!) Sen ona kavuşmaktan sakın şüpheye düşme. Biz onu îsrailoğulları'na bir hidayet rehberi kılmıştık."
Allah Tealâ kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.)'e Musa aleyhisselâma Tevrat'ı verdiğini haber vermektedir. Ya Muhammed! Kitapla karşılaşmaktan şüphe içinde olma. Biz Musa'ya Tevrat'ı verdiğimiz gibi sana da Kur'an'ı verdik. Cenab-ı Hakk'm: "De ki: Ben peygamberlerden ilk ortaya çıkan biri değilim." (Ahkaf, 46/9) buyurduğu gibi, sen de peygamberlerin ilki değilsin.
İki risâlet arasındaki irtibat açıktır. Vazife aynıdır. Sen ümmetin için mürşid olduğun gibi Tevrat da İsrailoğulları için hidayet rehberi ve irşad edici kılınmıştır. Nitekim bir başka ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz Musa'ya kitabı verdik. Ve o kitabı, Benden başka hiçbir vekil tutmayın, diye İsrailoğulları için bir hidayet rehberi kıldık." (İsra, 17/2).
Ayetten maksat Yahudileri Hz. Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmeye sevketmek, müşrikleri ve başkalarını bu risaleti tasdike teşvik etmektir. Zira iki risâlet arasında benzerlik mevcut olup vazife aynıdır. Ayrıca kavminin Peygamberimiz'in risaletinden yüzçevirmeleri sebebiyle Peygamberimiz (s.a.)'in şiddetli üzüntüsüne karşılık teselli edilmesi sözkonu-sudur. Zira Hz. Musa (a.s.) kavminden işkenceler ve çeşitli eziyetler görmüştü. Kavmi ona: "Bize açıkça Allah'ı göster." (Nisa, 4/153) demişlerdi. Yine: "Sen ve Rabbin gidin ve savaşın." (Maide, 5/24) demişlerdi. Buzağıyı ilâh edinmişlerdi.
"Biz içlerinde de sabrettikleri müddetçe emrimizle doğru yola sevkede-cek rehberler tayin etmiştik. Bunlar ayetlerimize yakînen iman etmişlerdi."
Yani biz İsrailoğulları'ndan bizim iznimizle, muvaffak kılmamızla ve kendilerine yardım etmemizle, hayır ve imana davet eden rehberler tayin etmiştik. Çünkü onlar dinlerine itaat, peygamberlerini tasdik etme ve onlara tâbi olma üzerinde ve dünyada maruz kaldıkları Firavun'un kendilerine eziyet etmesi ve onları köleleştirmesi gibi belâlara karşı sabrediyorlardı. Bu rehberler Allah'ın birliğine ve kudretine delâlet eden ayetlerimizi ya-kînî olarak tasdik ediyorlardı.
Bu ifade Kur'an'ın da Tevrat gibi insanlar için hidayet rehberi olduğuna ve ona tâbi olanların ihlaslı mürşidler olduğuna dair bir ikinci işarettir. Bu ayet sabrı ve Allah'ın vaadinin hak olduğuna imanı emretmektedir.
"Şüphesiz ki ihtilafa düştükleri hususlarda, kıyamet günü, aralarında sadece Rabbin hükmedecektir." Yani Rabbin kıyamet günü kulları arasında, ihtilaf ettikleri itikad, din, hesap görme, sevap, ceza ve ameller gibi konularda hüküm verecek, itaatkâr olanı cennetle mükâfatlandıracak, isyankâr olanı cehennemle cezalandıracaktır.
Bu ayet sıhhatli bir iman ve salih amel işlemeye ikinci bir teşvik, Tevrat'ın kaybolmasından ve İncil'in asıl nüshasının yokolmasından sonra Kur'an'la temsil edilen Allah'ın hidayetinden yüzçeviren kimseler için dolaylı bir tehdittir. [34]
Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:
1- Allah, Hz. Musa'ya Tevrat'ı indirdiği gibi Hz. Muhammed (s.a.)'e de Kur'an'ı indirdi. Bu iki kitaba iman etmek ve bu kitapların hükümleriyle amel etmek vaciptir. Ancak Tevrat'ın kaybolması Kur'an'la amel edilmesini gerçek yönüyle şart kılmıştır. Ayrıca kendisine Kur'an indirilen peygamber, peygamberlerin sonuncusudur. Kur'an'ın açık nassı ve hükmüyle onun ri-saleti geçmiş bütün risaletleri, hatta bu risaletlerden sahih, doğru bir şey kalmış olsa bile tamamen ortadan kaldırmıştır.
2- Hz. Muhammed (s.a.)'e tâbi olanlar Allah'ın dinine ve şeriatine davet edenlerdir. Nitekim Hz. Musa'ya tâbi olanlar da dinde kendilerine uyulan, insanlara Tevrat ve İncil'in sahih, asıl nüshalarına iman etme, Allah'ın emrettiği şeylere itaat etme, nehyettiği ve yasakladığı şeyleri terket-me çağrısında bulunuyorlardı. Bütün bunlar da Allah'ın izni ve muvaffak kılmasıyla oluyordu. Zira Allah Hz. Musa'nın kitabını hidayet rehberi kılmış, kavminin içinden hak yola davet eden rehberler, önderler çıkarmıştı. Aynı şekilde Hz. Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur'an'ı da hidayet kitabı olarak tayin etmiş, onun ümmetinden Hak yola davet eden sahabîler çıkarmıştır.
3- İnsanların bir kısmının önder ve rehber edinilmesinin sebebi dine itaatte, Allah'ın emirlerine razı olmakta, Allah'ın adını yüceltmekte sebat etmek, Allah yolunda belâ ve sıkıntılara karşı sabretmektir. Zira önderlerin hidayet rehberleri olmaları, ancak sabır ve sebatla mümkün olmaktadır. Bu da sabırlı olmayı ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğuna iman etmeyi emretmektedir.
4- Allah Tealâ müminlerle kâfirler arasında hakkıyla mutlak hükme-dici ve âdil hakimdir. Herkese layık olduğu karşılığı verecek, ümmetlerden ihtilafa düşenler arasında kesin hüküm vereceği gibi aynı ümmetten olup da yine ihtilafa düşenler arasında da kesin hükmünü verecektir. [35]
26- Şimdi yurtlarında dolaştıkları kendilerinden öneki nice nesilleri helak etmiş olmamız onları hidayete getirmiyor mu? Şüphesiz bunda bir çok ibretler vardır. Onlar hic işitmezler mi?
27-Suyu kuru toprağa sevkedip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikı bitkileri çıkardığımzı görmezler mi? Onlar hâlâ görmeveceklermi?
28- Onlar: "Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz, o fetih ne zaman?"
29- De ki: "Fetih gününde kâfirlere iman etmeleri hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlara mühlet de verilmeyecektir."
30- Sen onlardan yüzçevir ve bekle. Onlar da bekliyorlar.
Ayetlerin son kelimelerinin son harfleri ve harekeleri aynı olup seci yapılmıştır. [36]
"Şimdi yurtlarında dolaştıkları", Mekkelilerin Şam'a ve diğer beldelere yaptıkları yolculuklarda ve ticaret kervanlarında uğradıkları "kendilerinden önceki nesilleri helak etmiş olmamız onları hidayete getirmiyor mu?" Yani Mekke kâfirleri inkarcılıkları sebebiyle helak ettiğimiz nesillerin -geçmiş ümmetlerin-çokluğunu açıkça idrak etmiyorlar mı? Şüphesiz ki bunda pek çok ibretler" kudretimize deliller "vardır. Onlar" düşünüp öğüt alma şeklinde "hiç işitmezler mi?"
"Suyu kupkuru toprağa" yani çorak olmayan, ama yağmursuzluk sebebiyle bitki yeşermeyen kuru yere "sevkedip" yağmur yağdırıp "onunla" o yağmurla "hayvanlarının" yediği saman ve yaprak gibi "ve kendilerinin yedikleri" tahıl ve meyve gibi "bitkileri çıkardığımızı görmezler mi? Onlar hâlâ" bunları "görmeyecekler mi?" Ve bunları O'nun mükemmel kudreti ve lütfuna delil olarak kabul etmeyecekler ve bizim onları tekrar diriltmeye kadir olduğumuzu bilmeyecekler mi?
"Onlar" müminlere: "Eğer siz" vaadinizde "doğru sözlü kimseler iseniz, o fetih" zafer ya da kesin karar yani bizimle sizin aranızdaki kesin hüküm "ne zaman? diyorlar."
"De ki:" Kıyamet günü kendilerine azabın inmesi şeklindeki "fetih gününde kâfirlere iman etmeleri hiçbir fayda sağlamayacaktır." Çünkü o gün müminlerin kâfirlere karşı zafer ve aralarında kesin hüküm verilmesi günüdür. Bir başka görüşe göre, buradaki fetih günü Bedir günüdür, ya da Mekke fethi günüdür. "Onlara" tevbe etmeleri veya mazeret ileri sürmeleri için "mühlet" ek süre "verilmeyecektir."
"Sen onlardan yüzçevir", onların yalanlamalarına aldırış etme. Onların aleyhine zaferin gerçekleşmesini, ya da onlara azabın indirilmesini "bekle. Onlar da" sana galip gelmeyi; yahut ölümü veyahut öldürülmeyi "bekliyorlar." [37]
"De ki fetih gününde kâfirlere iman etmeleri..." ayetinin (29. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir Katade'den şöyle naklediyor: Sahabe,
- Bizim için pek yakında istirahata kavuşacağımız ve nimete ulaşacağımız bir gün olacak, dediler. Bunun üzerine müşrikler:
- Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz bu fetih ne zaman? dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [38]
Surenin sonunda daha önce zikredilen üç temel akîde esası olan risa-let (peygamberlik), tevhid (Allah'ın birliği) ve diriliş esaslarına önemleri dolayısıyla tekrar dönülmüştür.
Allah Tealâ "Andolsun ki biz Musa'ya o kitabı verdik" ayetiyle Hz. Mu-hammed (s.a.)'in peygamberliğini isbat ettikten ve "kendilerine uyarıcı hiçbir peygamber gelmemiş bir toplumu uyarman için" (Secde, 32/2) ayetinde geçen hakikati tekrar açıkladıktan sonra "Şimdi yurtlarında dolaştıkları kendilerinden önceki nice nesilleri helak etmiş olmamız onları hidayete getirmiyor mu?" ve "Suyu kuru toprağa sevkedip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri bitkileri çıkardığımızı görmezler mi?" ayetiyle tevhid ve tevhidin burhanını ve ilâhî kudretin müşahhas delillerle isbatını tekrar beyan etti.
Daha sonra "Onlar: Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz o fetih ne zaman? diyorlar." ayeti ve devamıyla haşr konusu ve bunun isbatını tekrar etti. [39]
"Şimdi yurtlarında dolaştıkları kendilerinden önceki nice nesilleri helak etmiş olmamız onları hidayete getirmiyor mu?"
Peygamberleri yalanlayan o kimseler, peygamberleri yalanlamaları ve onlara muhalefet etmeleri sebebiyle geçmiş ümmetlerden helak ettiğimiz kimselerin çokluğunu açıkça görmüyorlar mı? Peygamberleri yalanlayan bu kimseler yolculukları esnasında bu eski ümmetlerin yurtlarına ve meskenlerine uğramakta, Âd, Semud ve Lut kavmi gibi kavimlerin helak olduklarına dair eserleri müşahede etmektedirler. Artık bunlardan hiçbir kalıntı ve iz kalmamıştır.
Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Şimdi onlardan hiçbirini hissediyor, ya da onların hafif bir sesini işitiyor musun?" (Meryem, 19/98); "Sanki orada hiç oturmamış gibiydiler." (Hud, 11/68); "İşte zulmetmeleri sebebiyle çökmüş olan evleri!" (Nemi, 27/52); "Nice beldeler vardı ki zulümde devam ederken biz onları helak ettik. Şimdi duvarlar tavanlarının üstünde çökmüştür. Nice kullanılmaz halde kuyular ve yüksek saraylar bomboş kalmıştır." (Hac, 22/45).
"Şüphesiz ki bunda birçok ibretler vardır. Onlar hiç işitmezler mi?" Yani peygamberleri yalanlamaları sebebiyle bu kavimlerin helak olmasında ve peygamberlere iman eden kimselerin kurtulmasında kudretimize delâlet eden deliller, ibret ve öğüt olacakları dersler vardır. Peki onlar bizim öğütlerimizi duyup ibret almaz ve tefekkür etmezler, bizim hatırlatmalarımızı hiç düşünmezler mi?
Kısaca: Helak edilenlerin yurtları onların durumuna delâlet etmektedir.
Cenab-ı Hak helak etmeye muktedir olduğunu beyan ettikten sonra diriltmeye muktedir olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Suyu kuru toprağa sevkedip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri bitkileri çıkardığımızı görmezler mi? Hâlâ görmeyecekler mi?" Öldükten sonra dirilişi yalanlayan bu kimseler bizim diriltmeye kadir olduğumuzu, gökyüzünden suyu -ya da selleri- hiçbir bitki bulunmayan kuru toprağa sevkettiğimizi, bu su ile onların hayvanlarının yediği saman, arpa ve ot gibi bitkilerle kendilerinin gıdalandığı ve bedenlerinin güçlendiği yeşil bitkileri çıkarırız. Onlar bunu gözleriyle görmüyorlar, ölümünden sonra toprağa can verdiğimiz gibi insanları da öldükten sonra diriltmeye kadir olduğumuzu bilmiyorlar mı?
Allah Tealâ daha sonra müşriklerin diriliş ve haşir günü hakkındaki sorularını zikrederek şöyle buyurdu:
"Onlar: "Eğer siz doğru sözlü kimseler iseniz o fetih ne zaman1?" diyorlar." Yani bu kâfirler Allah'ın gücünü ve kendilerine azapta bulunmasını imkânsız görerek, yalanlayarak ve inatçılık ederek bunun meydana geleceği vakti soruyorlar ve diyorlar ki: Ya Muhammedi Bize ne zaman galip geleceksin? Allah senin lehine bizden ne zaman intikam alacak? Biz seni ve ashabını gizlenmiş, korkak ve zelil olarak görüyoruz. Siz küfür ve putperestliğe karşı tehdit ve vaîdinizde sadık kimseler iseniz...
Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları azarlayarak şu cevabı verdi:
"De ki: Fetih gününde kâfirlere iman etmeleri hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlara mühlet de verilmeyecektir." Yani ey Peygamber! Senin risale-tini yalanlayan o kimselere şöyle de: Kesin olarak hakkı ayıran ve derhal nafiz olan hüküm ve karar günü, kâfirin imanının ve tevbe etmesinin hiçbir yararının olmayacağı kıyamet günüdür. O gün onlara tevbe etmeleri, iman etmeleri ve amellerini ıslah etmeleri için tekrar dünyaya dönme şeklinde kendilerine mühlet verilmeyecektir. Zira makbul iman dünya hayatındaki imandır. O halde hiç acele davranmayın. Bu vaad mutlaka gerçekleşecektir.
"Sen onlardan yüzçevir ve bekle. Onlar da bekliyorlar." Ey Rasulüm! Bu müşriklerden yüzçevir ve onların yalanlamalarına aldırma. Sana Rabbinden indirilen şeyi tebliğ etmeye devam et. Allah'ın sana vaad ettiği zaferi bekle. Çünkü Allah sana vaad ettiği şeyi gerçekleştirecek, sana muhalefet eden kimselere karşı seni muzaffer kılacaktır. Zira O, vaadinden dönmez.
Sen Allah'ın yardımını bekliyorsun. Onlar ise sana galip gelmeyi, ölümü ve öldürülmeyi bekliyorlar.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: "O bir şairdir, biz onun zamanın felâketleriyle çarpılmasını bekliyoruz. " mu diyorlar?" (Tur, 52/30).
Sen de onlara karşı ve Rabbinin risaletini yerine getirme hususunda sabırlı olmanın neticesini göreceksin. Onlar senin hakkında Allah'ın kendilerine ceza vermesi, dünya ve ahirette kendilerine azap etmesi şeklinde bekledikleri şeyin ne kadar kötü olduğunu göreceklerdir. Onlar Allah'ın seni, kendilerine karşı koruyacağını ve yardımıyla sana destek vereceğini bilmiyorlar. [40]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Zalim ve azgın ümmetlerin helak edilmesi Allah'ın kudretine ve birliğine delildir. Bunda anlayabilen kimseler için ibretler vardır. Yokolma ve helak olma eserlerini müşahede eden müşrikler Allah'ın ayetlerini ve öğütlerini dinleyip ibret almazlar. Zira onlarda ne bir şeyi işitip anlayan ilim talibinin yüksekliği, ne nefislerinde idrak gücü, ne de akıllarıyla olaylardan netice çıkarma kabiliyeti vardır.
2- Allah'ın kudretiyle suyun üzerinde bitki bulunmayan kuru toprağa, yeşil bitkiler ve olgun ekinlerle can vermek için sevkedilmesi, Allah'ın diriltmeye ve beşeriyete yeniden can vermeye muktedir olduğuna ikinci bir delildir. Fakat kâfirler bunu basiret gözüyle incelememekte ve hakkıyla görmemekte, böylece Allah'ın haşre ve insanları kıyamet günü tekrar diriltmeye kadir olduğunu bilememektedirler.
Helak etme ve öldürme ile can verme ve yeniden diriltme şeklindeki bu iki delil zarar verme ile fayda sağlamanın Allah Tealâ'nm elinde olduğuna işarettir.
3- Müşriklerin ahmaklığı onları kıyamet günündeki azap ve cezayı derhal talep etmelerine sevketmektedir.
Rivayet edildiğine göre müminler:
- Kıyamet günü Allah bizim aramızda hükmedecek, iyi amel işleyenlere sevap verecek, kötü amel işleyenleri cezalandıracak, demişler. Bunun üzerine müşrikler alay ve istihza yoluyla:
- Fetih günü -yani hüküm verme günü- ne zaman? demişlerdir.
4- Bu ahmaklara verilen kesin cevap, müminlerle kâfirler arasındaki fetih, hüküm ve kesin karar günü hiç şüphesiz ve mutlaka kesin olarak gerçekleşecektir, şeklindedir. Fakat o zaman orada imanın faydası olmayacaktır. Çünkü makbul iman dünya hayatında olan imandır. Aynı şekilde dünyaya tekrar iade edilmek için geciktirilmezler ve tevbe etmeleri için kendilerine mühlet verilmez.
5- İstenen netice şudur: Tekrar edilen beyanlar ve peşpeşe zikredilen burhanlardan sonra Kur'an'ı ve Peygamberi yalanlayanlardan yüzçevirmek vaciptir.
Allah'ın Nebisi ve müminler fetih gününü ve Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü, zaferin gerçekleşmesini beklesin. Hakkı yalanlayan kâfirlere, Peygamber (s.a.)'e ve ona tâbi olanlara zamanın olaylarını beklemek asla fayda vermeyecektir. Zira Allah onu insanlardan koruyacak ve onun mümin ordusuna yardım edecektir. O zaman parola: Sen onların azabını bekle. Onlar da senin helak olacağını bekleyedursunlar. Hiç şüphesiz onlar helak olacaklardır. [41]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/189.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/189-190.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/190.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/190-191.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/192.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/193.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/193-194.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/195.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/195-197.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/197.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/197-200.
[13] Zemahşerî, 11/522-523.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/200-202.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/203-204.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/204-205.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/205.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/205-207.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/208-210.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/211.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/211-212.
[22] Tebük Gazvesinde.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/212-213.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/213-215.
[25] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/215-216.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/217.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/217-218.
[28] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/218.
[29] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/218-219.
[30] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/219-220.
[31] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/221.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/222.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/223.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/223-224.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/224-225.
[36] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/226.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/226-227.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/227.
[39] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/227-228.
[40] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/228-229.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/230-231.