Bir İskelette İki Kalbin Yaratılması
Herkesi Babasının İsmiyle Çağırmak Gerekir
Yanılmak Sorumluluğu Gerektirmez
Hz. Peygamber Müminler İçin Öz Nefislerinden Daha Evladır
Peygamberin Hanımları Annelerimizdir
Ölünün Terekesi Hususunda Rahim Sahipleri Kimlerdir?
Peygamberlerden Alınan Gizli Misaktan Maksat Nedir?
Medine'yi Saran Müşrik Orduları
Allah (C.C.) Münafığı Affeder Mî?
Beni-Kureyza Yahudilerinin İmhası
Peygamber Hanımlarına-Muhayyerlik Verilmesi
Peygamberden Ayrılmayı Tercih Eden Hanımı
Peygamber Hanımları Diğer Hanımlar Gibi Değiller
Peygamber Zevcelerini Evde Oturmaya Davet Eden Ayet
Rasûlullah'ın Ehli-Beyti Kimlerdir?
Burada Hikmet Hadisi Şerif Demektir
Zeyneb1 Zeydle Evlendirilmesine Karşı Çıkışı
Zeyneb Validemizin Evliliği Hususunda Gelen Uydurma
Rivayetler
Rasûlullah Ümmetin Manevi Babasıdır
Hz. Muhammed Enbiya Ve Rasûllerin Sonuncusudur
Kadın İddeti Hangi Halde Çeker?
Eşlere Verilen Ücretten Maksat Mehirdir
Rasûlüllah'jn Yakınlarıyla Evlenmesi Hicret Etmelerine
Bağlıdır
Rasûlullah'a Hangi Noktadan Sonra Evlenmek Yasaklandı?
Rasûldan Sonra Hanımlarıyla Evlenmek Ebediyen Haramdır
Amca Ve Dayılara Görünme Meselesi
Allah Ve Meleklerin Salavat Getirmeleri
Allah Ve Rasûlüne Eziyet Etmek
Medine Dönemi'nde nazil olmuştur. 73 ayettir.
Beyhaki Delail'de îbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: «Bu sure Medenîdir, hicretten sonra nazil olmuştur.» (îbn Merduveyh, İbn Zübeyr'den bunun benzerini rivayet etmiştir).
Bu sure 73 ayettir. Tabersi «73 ayet olduğunda ittifak vardır» diyor. Aynı şekilde Ed-Dani de «Yetmişüç ayet olduğunda ittifak edilmiştir» der.
Bu surenin kelime sayısı 1280, harf sayısı 1790'dir. Bu surenin Secde Suresi'yle bitişik gelmesinin nedeni, bu surenin başlangıcı iie Secde Suresi'nin son -ayetlerinin birbirine benzemesidir. Çünkü Secde Suresi'nin sonuncu ayetinde Peygamber'e kâfirlerden yüz çevirmesi, onlara gelecek azabı beklemesi emredilmiştir. Bu surenin başında da Peygamber'e, takva, kâfir ve münafıklara itaat etmemesi, kendisine vahyediîene tâbi olması ve Allah'a tevekkülde bulunması emredilmektedir. [1]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Kuşkusuz Allah bilendir ve hikmet sahibidir.
2- Rabbinden sana vahyedilene tâbi ol. Hiç şüphesiz Allah sizin yaptıklarınızı bilendir.
3- (Ey Rasûl!) Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah kâfidir.
4- Allah bir adamın içinde iki kalp kılmadı. Kendilerinde zihar yaptığınız hanımlarınızı da analarınız kilmamıştır. Evlâtlıklarınızı da oğullarınız yapmamıştır. Bunlar ancak sizin ağızlarınızda (söylediğiniz) sözlerinizdir. Allah hakkı söyler ve O (Allah) doğru yola hidayet eder.
5- Onları babalarının adlarıyla çağırın. Bu Allah'ın nez-dinde daha makbuldür. Eğer babalarım bilmiyorsanız zaten onlar din kardeşleriniz ve yardımcılarınızda. Eğer bir yanlışlık yaparsanız üzerinize bir vebal yoktur. Fakat kalpleriniz kasıtla hareket ederse (vebal altına girersiniz). Allah bağışlayan ve acıyandır.
6- O peygamber müminlere kendi nefislerinden daha dosttur. Onun hanımları müminlerin anneleridir. Allah'ın Kitabı'n-da (miras bakımından) akrabalar birbirine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza uygun bir vasiyyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap "ta yazılı bulunmaktadır. [2]
(1-6) «Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Ey Nebi! Allah'tan ittika et». Dikkat edilirse Cenab-ı Hak bu ayette Hz. Muhammed'e «Ey Nebi!» şeklinde hitap etmektedir.
Bu onun şeref ve faziletini iş'ar içindir. Haber olarak gelen cümlelerde «Muhammed Allah'ın Rasûlüdür», «Muhammed ancak bir Rasûldür» tarzında Rasûl-ü Ekrem'den bahsedilmektedir. Bu, insanlara onun Rasûl olduğunu öğretmek, ona peygamber demelerini telkin etmek içindir. O zaman nida ile ihbar arasında herhangi bir tefavut yoktur.
Fakat Keşşafın bu görüşüne şu şekilde itiraz edilmiştir: «Mu* hammed'in üzerine inene iman edin» ayetinde böyle bir şey bahis konusu olamaz. Diğer peygamberlere de kitaplarında «Ey Rasûl!», «Ey Nebi!» diye nida edilmiştir. Peygamberin Özel isminin az gelmesi sadece onun şanının yüceliğine delâlet eder.
Fakat bu itiraza da itiraz edilmiştir. Et-Tayyibi, «Rasûlullah'm burada bu tarzda zikredilmesi, «Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin» şeklindeki hitaplardan, emir ve nehiylerden doğan vehmin ortadan kaldırılması (ihtiras) içindir» diyor. Gelecek siyaktan anlaşılıyor ki takva emriyle kastedilen, Rasûl-ü Ekrem'in ümmeti değildir. Çünkü burada takvanın devamı ve daimi olarak takva üzerinde durmak kastedilmiştir. Veya takvanın daha fazlası kendisinden istenmiştir. Çünkü takvanın geniş ve ariz bir sının vardır ki insan onun son noktasına kolay kolay varamaz.
«Kafirlere», yani açıkça küfürlerini belirtenlere, «Münafıklara», yani küfrü kalbinde gizleyenlere itaat etme.
Sa'îebî ile Vahidî'nin senetsiz olarak rivayet ettiklerine göre, Ebu Süfyan bin Harb, İkrime bin Ebi Cehil, Ebu'l-Avar'us-Selmi, Rasûlullah'a onunla kavmi arasında sulh aktedildiği bir zamanda, Medine'ye geldiler. Beraberlerinde Abdullah bin TTbey, Muhted bin Kuşeyr, Cid bin Kays da vardı. Allah'ın Rasûlü'ne: «Bizim mabud-tartmışa kötü söz söyleme. «Onlar şefaat ederler, şefaatları da yarar sağlar» de, bizde sevi ve Rabbini serbest bırakalım. Aksi takdirde yakanızı bırakmayız» dediler. Bu teklif Rasûlullah'a ve müminlere ağır geldi. Onları öldürmek istediler. Bu ayet o zaman nazil oldu.
Takvadan sonra itaatin zikredilmesi takva üzerinde sebat kılınması içindir. Veyahut tekid kabüindendir. Veya takva ayrı bir hususta, itaat ayrı bir husustadır.
«Kesinlikle Allah sizin yaptıklarınızı bilendir». Buradaki hitap Allah'ın Rasûlü'nedir. Fakat «Ta'melune» fiilinin çoğul getirilmesi tazim içindir. Sanki peygamber bir cemaattir. Onun kadrini tazim etmek kastedilmiştir.
Ebu'1-Veka «Peygamber ve sahabeler kastedilmiştir» diyor. «Gaib olan kâfir ve münafıklara iltifat yoluyla hitaptır» diyen tefsir pek mergub değildir.
Tağlib kabilinden olarak hepsine de hitap olabilir. Durum ne olursa olsun, bu cümle daha önceki emrin nedenini teşkil etmekte ve onun gereğini tekid etmektedir. Sanki birinci yoruma binaen şöyle denilmiştir: «Allah senin yaptığını bilir. Seni salahın olduğu şeye irşad edecektir. Muhakkak vahye tâbi ol ve vahye göre kesinlikle, ayrilmaksızın amel et!»
îkinci yoruma göre, muhakkak ki Allah kâfir ve münafıkların yapmakta oldukları hile ve mekirleri biliyor. Allah sana onu defetmeni emrediyor. Mutlaka o emrin gereği sana gelen vahye tâbi ol!
Üçüncü yoruma binaen mânâ şöyledir: Kesinlikle Allah senin, kâfirlerin ve münafıkların yaptıklarını biliyor. Senin halini ıslah edici ve seni münafıkların hilelerine muttali edici yola irşad ediyor ve onu defetmeni sana emrediyor. Muhakkak O'na, O'nun vahyine tâbi ol ve mucibiyle amel et. [3]
«Allah bir erkeğin boşluğunda iki kalp yaratmadı» cümlesine ait olarak İmam Ahmed, Tirmiai, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, İbn Ebi Hatim, Hakim, İbn Merduveyh ve Ziya, El-Muhtare'sinde İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: RasûUl Ekrem bir gün namaz kılmaya kalkmıştı. Rasûlullah'ın istemeyerek ağzından bir lâf çıktı. Peygamberle beraber namaz kılmakta olan münafıklar: «Görmez misiniz ,onun iki kalbi var. Biri sizinle biri de onlarla beraberdir» dediler ve bu ayet bunun üzerine nazil oldu.»
Yine İbn Abbas'tan gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: «Rasûl-ü Ekrem namaz kılıyordu. Namaz içinde şehvetti. Rasûlul-lah'tan bir kelime çıktı. Münafıklar onu işittiler ve bunu çoğaltarak «Kesinlikle onun iki kalbi vardır, onun sözüne bakmaz mısınız? Namaz içindeki sözüne dikkat etmez misiniz? Kesinlikle onun sizinle bir kalbi, ashabıyla beraber olan ikinci bir kalbi vardır» dediler, işte bu ayet o zaman nazil oldu.»
Mukatil ayetin tefsirinde İsmail bin Ebi Ziyad eş-Şami'den şöyle rivayet ediyor: «Bu ayet Ebu Ma'mer eUFehri hakkında nazil oldu. Zira hıfzının kuvvetinden ötürü Mekke'lilet kendisine «iki kalpli» diyorlardı.»
Araplar «Her edibin gerçek olarak iki kalbi vardır» kanaatinde idiler. Böyle bir iddiaları vardı. Ebu Ma'mer Mekke ehli arasında «İki kalpli Ebu Ma'mer» diye şöhret bulmuştu.
Hasan Basri «Bu ayet bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Onlardan kimi «Benim nefsim bana şunu emrediyor», kimi de «Benim nefsim bana şunu yasaklıyor» derdi» der. [4]
«Ve zîhar yaptığınız eşlerinizi sizin anneleriniz yapmadı.»
Zihar, kişinin, hanımına «Sen bana annemin sırtı gibisin» de-mesidir. Cahiliye döneminde bu lâf hangi kadına söylenirse o kadın artık söyleyenin annesi mesabesinde olurdu. Zihar kelimesi mastardır ve zehr kökünden gelir. Değişik mânâlarda kullanılmıştır.
Zihar, şer'an hanımını ebediyyen ve ittifakla kendisine nikâhı haram kılınan annesinin bedenine veya beden yerine şayi bir şekilde kullanılan herhangi bir parçasına benzetmektir. İsterse bu mahremiyet sütle veya dünürlükle sabit olsun. Ziharın kadın hakkında şartı, onun evli olmasıdır. Kişi hakkındaki şartı, keffa-ret ehlinden olmasıdır. Rüknü, bu teşbihi kapsayan lâfızdır. Hükmü ise, o hanımla cinsi ilişki ve cinsi ilişkiye yol açan şeyler haram olur. Tâ ki kefaret verilinceye kadar. Zihann tafsilatı fıkıh kitaplarında yer almaktadır. «Evlâtlıklarınızı da sizin oğullarınız kılmadı» cümlesi cahiliyetteki bir hükmü iptal ediyor. Hatta bu hüküm İslâm'ın başlangıcında da vardı. Yani insanın evlâtlık edindiği kimse onun Öz evlâdı muamelesi görüyordu. Allah'ın Rasûlü peygamberlikten önce Zeyd bin Haris'i evlâtlık edinmişti. Ebu Hu-zeyfe de azadlısı Salimi evlât edinmişti. Bunun gibi birçok evlât edinmeler mevcuttu.
İbn Ebi Şeybe ve İbn'ul-Munzir, Mücahid'den şöyle rivayet ediyorlar: «Bu ayet Zeyd bin Harise hakkında nazil olmuştur.» [5]
«Onları babalarına msbet edin ve onları babalarının ismiyle çağırın.»
Müslim, Buhari, Tirmizi ve Nesei, ,İbn Ömer'den şunları rivayet ediyorlar: «Rasûlullah'ın azatlısı Zeyd'i Muhammed'in oğlu Zeyd diye çağırıyorduk. Ta ki Kutan inindye kadar. O zaman RasûUl Ekrem «Sen artık Haris bin Şurahbil'in oğlu Zeyd'sin» dedi,»
Ayet metnindeki Mevall» kelimesi yardımcılar demektir^ «Dinde sizin kardeşleriniz ve yardımcüarınızdırlar» mânâsını kazandırır.
Bu mânâdan ötürü Salinve «Huzeyfe'nin oğlu» denilmemiş «mevlâsı» denilmiştir.
Bazılarına göre mevali, amcaoğullan demektir. Bazıları da «Azad edilmiş köleler» demiştir. Onlara «Kardeşlerimiz ve mevtalarımı?» şeklinde çağırmak, kalplerinin hoş edilmesi içindir. Bunun için Cenab-ı Hak «Onları sadece isimleriyle çağırın» buyur muştur. [6]
«Yanılarak yaptığınızda size bir günah yok. Fakat kalplerinizin bile bile yaptığında günah vardır.»
Bu cümle, müslümanlann yanlışlıkla yaptıklarından mesul olmadıklarını, ancak bile bile yaptıklarında sorumluluk bulunduğunu ifade eder. Allah Tealâ bile bile yapmayı kalplere nisbet etmiştir. Tıpkı başka bir ayette (Kesinlikle günahkârdır onun kalbi) günahın kalbe nisbet edilmesi gibi. Yani hataen yaptıklarınızda, yasaktan önce işlediklerinizde günah yoktur. Ama nehy geldikten sonra yaptıklarınızda günah vardır. Bu yorum, Eİ-Feryadi, Ibn Ebi Şeybe, Îbn'ul-Munzir, îbn Cerir, İbn Hatim ve Mücahid'den rivayet edilmiştir.
Bazıları ayeti «Bu iki şeyde nehyden sonra kasten yaptıklarınızda günah vardır, yanilarak yaptıklarınızda yoktur» şeklimde yorumlamışlardır. Yani başkasının çocuğuna yanlışlıkla «Ey oğlum» şeklinde hitap ederseniz sorumlu değilsiniz. Fakat bunu kasten yaparsanız sorumlu olursunuz. İbn Cerir, İbn'ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim, Katade'den bu ayet hakkında şöyle rivayet ediyorlar: «Eğer bir kişiyi babasına değil de başkasına nisbet ederek çağırırsan ve sen de bu zatın onun babası olduğu kanaatinde isen bunda bir beis yoktur. Fakat bunu kasten yaparsan haram işlemiş, kazfte bulunmuş olursun.»
Başta da söylediğimiz gibi bazı müfessirlere göre, bu hüküm sadece buradaki mesele ile ilgili değildir, geneldir. Nitekim Hz. Aişe, Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: «Ben yanlışlıkla yaptıklarınızdan korkmuyorum. Ben sizin için, kasten yaptıklarınızdan korkarım.»
Ayetin zahirinden anlaşıldığına göre bir insanı babasına değil de başka bir kimseye nisbet ederek çağırmak haramdır. Elbette bu cahiliye dönemindeki çağırmalara benzer bir çağırma olduğunda böyledir. Eğer böyle bir çağırma kastedilmiyorsa o zaman haram-lık bahis konusu olmaz. Nitekim yaşlı bir kimse küçük bir insana şefkat yoluyla «Ey oğlum,» der. Bu çoğu kez de varid olur ve haram değildir.
Müslim, Buhari ve Ebu Davud, Sa'd bin Ebi Vakkas'tan şöyle rivayet ederler:
«Kim babasını bırakıp kendisini başka bir kimseye nisbet ederse ve o şahsın babası olmadığını da biliyorsa cennet o kimseye haramdır.»
Müslim ve Buhari şöyle rivayet ediyorlar:
«Kim babasının değil de başkasının oğlu olduğunu iddia ederse veya mevlâlarından başkasına kendyisini nisbet ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah ondan ne farz ve ne de nafile ibadeti kabul eder.» [7]
«Peygamber müminler için kendi nefislerinden daha evlâdır.» Yani daha yakındır, daha şefkatlidir veya daha fazla yardım eder. Çünkü Rasûl-ü Ekrem müminlere ancak yararlarına olan şeyleri emreder. Onlardan çıkan fullerden ancak yararlarına olduğu takdirde razı olur. Kurtuluşlarına vesile olana razı olur. Ama nefisler öyle değildir. Çünkü nefis daima kötülüğü emreder.
Veya nefis bazı maslahatları bilmez. Bazı yararlar nefis için kapalı olur. Yani peygamber, bütün emirlerde mümin insan için müminin nefsinden daha evladır. Madem ki müminler için kend daha evlâ- nefislerinden daha evlâdır, öyleyse bütün insanlardan dır.
Buharı, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyor:
«Hiçbir mümin yoktur ki ben onun için dünya ve Ahiret'te insanların hepsinden daha yakın olmayayım.»
Ayetin sebebi nüzulü olarak rivayet edildiğine göre Basûlıü-lah, Tebûk Savaşı'na gitme hazırlıklarında bulundu ve halka savaşa çıkmalarını emretti. Bazı kimseler «Biz babalarımızdan ve anne-lerimizden izin isteyeceğiz» dediler. Bu ayet bunun üzerine nazil oldu. Madem ki Rasûlullah onlara nefislerinden daha yakındır, o halde babalarından da annelerinden de daha yakındır. [8]
«Peygamber'in hanımları müminlerin anneleridirler.»
Yani müminlerin anneleri mertebesindedirler. Annelerini nikâh edemedikleri gibi, onları da nikah edemezler. Annelerine hürmet göstermek mecburiyetinde oldukları gibi onlara da hürmet göstermelidirler. Fakat peygamber zevcelerine bakamazlar, onlarla tek başlarına bir yerde duramazlar. Onlara mirasçı olamazlar. Çünkü onlar bu noktada diğer kadınlar gibidir.
El-Mevahib'de «Acaba Rasûlullafı'ın hanımlarına bakılabilir mi? Bunun helal olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. En meşhuru haram olduğudur» denilmektedir. Hz. Aişe, kendisine «Ey anne» diye hitap eden bir kadına: «Ben erkeklerinizin annesiyim, kadınlarınızın değil» demiştir. Hadisi İbn Sa'd rivayet etmiştir. Îbn'ul-Munzir ve Beyhaki de sünenZerinde aynı hadisi nakletmektedirler. Ama onların kadınlar tarafından tazimleri farzdır.
İbn Sa'd, Ümmü Seleme'den şunları rivayet ediyor: «Ben hem erkeklerinizin hem de kadınlarınızın annesiyim. Erkeklerinizin annesiyim; çünkü beni nikâh edemezler, bana karşı hürmetsizlikte bulunamazlar. Kadınlarınızın da annesiyim; çünkü bana hürmetsizlik gösteremezler, hürmet göstermeleri farzdır» demiştir.
Zahirden anlaşılıyor ki peygamberin zevcelerinden maksat, Peygamber zevcesi şeklinde isim alanlardır. Peygamber ister bilahare onu boşasm, isterse boşamasın. Bunu Ebi Hatim MukatiT den rivayet etmektedir. Demek ki peygamberin boşadığı hanımlarına da bu hüküm şamildir. îmam Şafii de bunun böyle olduğunu tasrih etmiştir. [9]
«Rahim sahipleri»yle, asabeleri kapsayan akrabalar kastedilmektedir. Mirasta ve diğer mali yararlanmalarda birbirlerine müminlerden ve muhacirlerden daha yalandırlar.
«Allah'ın Kitabımdan, maksat, ya Levh'il-Mahfuz veya Kur'an'-da indirilen miras ayetidir. Yahut bu ayet veya Cenab-ı Hakk'in yazdığı, farz kıldığı, hükmettiği demektir.
Rahim sahipleri akrabalık hakkından ötürü her menfaatta veya mirasta din hakkıyla müminlerden, hicret hakkıyla muhacirlerden daha evlâdırlar. Zemahşeri «Min edatı beyanıdır» diyor. Yani müminlerden ve muhacirlerden olan akrabalar birbirlerine mirasçı olmak hususunda yabancılardan daha evlâdırlar. Fakat birinci yorum daha açıktır.
Medine'de hicret sebebiyle veya dindeki yardımlaşmadan ötürü miras alma vardır. Bu hüküm ya bu ayetle veya inen son ayetle neshedil mistir.
«Ancak velilerinize bir iyilik yapmanız hariç...»
Bu cümledeki «evliya» kelimesi dostlar, yardımcılar demektir. Sanki ayette şöyle denilmektedir: Yakın olan, mümin ve muhacirlerden olan yabancıdan daha evladır. Her menfaat, ister miras, sadaka veya ister hediye olsun, kendi hususunda daha evlâdır. Ancak vasiyet müstesnadır. Çünkü maruftan maksat vasiyettir. Yabancı vasiyet hususunda mirasçı olan yakından daha evlâdır. Çünkü mirasçı olan yakınına vasiyet etmek sahih değildir.
Veya sanki şöyle denilmektedir: Rahim sahiplerinden başka kimseyi mirasçı kılmayın. Fakat soyca sizden uzak olan, müminler ve muhacirlerden olan dostlarınıza vasiyet etmeniz caizdir. Bu vasiyetle o mal kendilerine verilir mirasla değil..
«Evliya» kelimesini «Müminlerden ve muhacirlerden olanlara la tefsir etmek siyakın iktiza ettiği bir durumdur. İbn Cerir'in Mücahid'den rivayet ettiğine göre o, bu kelimeyi Rasûlullah tarafından birbirlerine dost ve kardeş kılınan muhacir ve ensara ham-letmiştir.
İbn'ul-Munzir, îbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Muhammed bin Hanefiyye'den şöyle rivayet ediyorlar: «Bu ayet müslüman bir kişinin yahudiye veya hıristiyana vasiyet etmesinin caiz olduğu hususunda inmiştir,»
İmamîlere göre vasiyet, bazı kâfir akrabalara yapılabilir. Bunlar anne, baba ve çocuklardır. Bunlardan başkasına yapılamaz.
«Kâfirleri dost edinmeyin» yasağı onlara vasiyet etmeyin, onlara ikramda bulunmayın anlamına gelmez. [10]
7- (Ey Peygamber! Hatırlat o zamanı) ki biz peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa'dan da. Biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık.
8- Allah bu misakı doğrulara doğruluklarından sormak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.
9- Ey iman edenler! Allah'ın size verdiği nimetini hatırlayın. Hatırlayın o zamanı ki size ordular gelmişti. Biz de onların üzerine kasırga ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi görmektedir.
10- Hatırlayın o zamanı ki onlar hem üstünüzden hem de altınızdan size saldırmışlardı. O zaman gözler yılmış, yürekler boğazlara dayanmıştı. Ve sizler Allah'ın hakkında türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz.
11- İşte orada müminler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.
12- Hatırlat o zamanı ki münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar «Allah ve Rasûlü bize aldatmacadan başka bir vaadde bulunmadı» diyorlardı.
13- Onlardan bir grup, «Ey Yesrib (Medine) ahalisi! Sizin için artık burada durmak yok. Hemen (yurdunuza) dönün» demişti. Onlardan bir kısım da (Rasûlullah'a gelip) «Kesinlikle evlerimiz açık» diyorlar ve peygamberden izin İstiyorlardı. Halbuki onlar (m evleri) açık değildi. Onlar kaçmaktan başka bir şey arzu etmiyorlardı.
14- Eğer (Medine'nin) her yanından üzerlerine girilseydi de kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi onu mutlaka yaparlardı. Ve orada ancak az bir zaman dururlardı.
15- Andolsun ki onlar daha önce sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözü (terkeden-Ier) sorumludurlar. [11]
(7-15) «(Ey Peygamber! Hatırlat o zamanı) ki biz...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Yedinci ayetin başındaki «İz» edatı mukadder bir fiilin me fulüdür. Yani zikreyle, hatırlat o zamanı ki peygamberlerden mi saklarını aldık.
Daha önceki ayet Allah'ın kanunlâştırdığı birtakım hükümleri içerdiğinden ve orada cahiliyetten bazı şeyler bulunduğundan, bazı şeyler de İslâm'da olanlardan olduğundan o iptal ve neshe-dildi. Cenab-ı Hak onun hemen arkasından tebliğe teşvik etti: {(Hatırlat o zamanı ki peygamberlerin tamamından peygamberliği, Allah'ın şeriatım, Allah'ın hak dinine çağırmayı ahd olarak almışızdır.»
Zeccac'm dediğine göre bu ahd beşerin Adem sulbünden darı danesi gibi çıkarıldığı zaman alınmıştır. İbn Cerir ve İbn Edi Hatim, Katade'den rivayet ederler ki Cenab-ı Hak, peygamberlerden birbirlerine tâbi olmaları, birbirlerini tasdik etmeleri suretiyle ahdlerini almıştır.
Bu ayette Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed zikredilmiştir. Halbuki onlar peygamberler kapsamına girmektedirler. Onların vaziyetlerini belirtmek, faziletlerini sergilemek için Cenab-ı Hak ikinci kez onların isimlerini zikretmiş, özelliklerinden bahsetmiştir. Onlann UIu'I-Azm peygamberler oldukları da şöhret bulmuştur. Bezzar, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ediyor: «Bu zatlar, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed Adem evlâtlarının en hayırlılarıdır.»
Ayet önce Rasûl-ü Ekrem'den bahsediyor. Halbuki peygamberlik yönünden onlann hepsinden daha sonra gelmiştir. Bu işaret eder ki onun şanı daha yücedir veya o yaradılış bakımından daha öncedir.
İbn'ul Munzir, «Rasûlullah'ın bu ayette takdiminin sırrı şudur: Rasûlullah ayetin muhatabıdır ve ayet ona inmiştir. O halde takdim onun hakkıdır» demiştir. Fakat İbn'ul-Munzir'in bu görüşünde nazar vardır. [12]
Peygamberlerden alman galiz misaktan maksat nedir? Ondan maksat, Allah ile yemin etmektir. Cenab-ı Hak onlardan peygamberliği tebliğ edeceklerine, insanları hakka davet edeceklerine dair söz aldıktan sonra Allah ile yemin etmek suretiyle bu sözü pekiştirdi. Binaenaleyh misak ile yemin zat bakımından ayrıdırlar.
«Doğrulardan doğruluklarını sorsun» cümlesi geçmiş hükmün nedenini açıklamaktadır. Yani Cenab-ı Hak bu işi yaptı ki doğrulardan doğrulukları sorulsun. «Doğrular»ûan maksat peygamberlerdir. Cenab-ı Hak onlara «doğru» demiştir, çünkü onlara sorulanların cevabında doğru olduklarını ilk adımda belirtmek istemiştir.
Sual bir hikmet içindir. Yani Cenab-ı Hak Kıyamet Günü'nde vaadlerini yerine getiren, doğruluk gösteren peygamberlerden, olann kavimlerine söylemiş olduklar^ doğru sözleri soracaktır. Veya kavimlerinin onları tasdik edip etmediğini onlara sormaları için böyle yapmıştır. İster şu ister bu olsun, onların bu suali onları yalanlayan kâfirleri susturmak içindir. Veya, doğrulardan maksat, peygamberleri tasdik eden kimselerdir. O vakit ayetin mânâsı şöyle olur: Bunu yaptı ki peygamberi tasdik edenlerden peygamberleri tasdik edişlerini «Siz peygamberleri tasdik ettiniz mi?» diye sorsun.
«Kâfirler için ise elem verici bir asap hazırlamıştır.»
Bu cümle mukadder bir fiil üzerine atıftır. Sanki şöyle denilmiştir: Müminlere sevap, kâfirlere ise elem verici bir azap hazırlamıştır. Bazıları «Bu cümle «ahazna» üzerine atıftır. Manevi bir atıf sayılır. Sanki şöyle denilmiştir: Allah peygamberlere dinine davet etmeyi pekiştirdi. Çünkü müminler sevaba, kâfirler de elem verici bir azaba duçar olsunlar» demişlerdir.
«Ey iman edenler...»
Bu ayet Ahzab kıssasına başlangıçtır. Ahzab «Hizb»in çoğuludur. Hizb ise topluluk anlamına gelir. Bazen de insanların vird yaptığı dua demetleri anlamında kullanılır. Kur'an'da bir cüzün dörtte biri mânâsmdadir.
Bu surede müslümanlara karşı savaşmak üzere birleşen kabileler savaşma değinilmektedir. Bu savaş Hendek Savaşı'dır. İbn İshak'ın rivayetine göre hicretin 5, senesinin Şevval ayında, Ma-lik'in rivayetinde ise 4. senede meydana gelmiştir. Ayetteki nimetten maksat, Allah'ın, kâfirlerin şerrini müslümanlardan defetme-sidir. [13]
«Cunud» kelimesi «Cund» kelimesinin çoğuludur ve asker demektir. Hiziblerin askerlerinden maksat şu kabilelerdir: Kureyş, kumandanları Ebu Süfyan; Benu Esed, kumandanlar: Tuleyha; Gatefan, kumandanlan Uyeyne; Beni Amr, kumandanları Amr bin Tufeyl; Beni Selim, kumandanları Ebu'l Aver'is-Selemi; Beni Nadr (ya-hudi kabilesidir) Önderleri Huyey bin Ahtab ve Ebu'l-Hakik'in iki oğlu; Beni Kureyza (yahudi feabilesidir), önderleri Kâb bin Esed idi. Beni Kureyza ile Peygamber arasında sözleşme vardı. Onlar Huyey bin Ahtab'm tahrikiyle bu sözleşmeyi nakzettiler.
Bir rivayete göre Ahzab askerlerinin yekûnu onbin kişi, başka bir rivayete göre ise 15 bin kişiydi. Bazıları da bunların oniki-bin kişiye yakın bir grup olduğunu söylemiştir. Allah Rasûlü onların gelişini haber alınca Hendek'i Medine'ye yakın ve Medine'yi kapsayıcı bir şekilde kazmaya başlamıştır. Bunu Selmani Farisi' nin işareti neticesinde yapmıştı. Her kırk kişiye on ziralık bir yer vermişti. Sonra Rasûl-ü Ekrem müslümanlardan üçbin kişiyle savaş merkezine çıktı, ordugâhını kurdu. Hendek onunla düşmanları arasındaydı. Çoluk çocuk ve kadınların da kalelere sığınma-sim ve tepelere yerleştirilmesini emretti. Korku son derece şiddetlenmişti. Müslümanlar her zanna kapılmışlardı. Münafıklığın yıldızı doğmuştu. Bir aya yakın bir zaman geçmesine rağmen iki grup arasında herhangi bir savaş olmamıştı. Ancak birbirlerine hendek arkasından ok ve taş atıyorlardı. Fakat Kureyş'ten bazı süvariler, (ki aralarında Amr bin Abd'i-Ved vardı ve bu zat bin kişiye bedel bir kahraman olarak tanınıyordu; ayrıca îkrime bin Ebi Cehil, Derar bin Hattab, Hubeyre bin Ebi Veheb, Nevfel bin Abdullah) atlarına binerek Hendek'e doğru geldi. Orada dar bir yer bularak oraya at sürdüler ve onu aştılar. Hendek ile Selh Dağı'nın arasındaki kumsalda at koşturmaya başladılar. Hz. Ali müslümanlardan birkaç kişiyle beraber onlara karşı çıktı. O derbendi ikinci kez geçemesinler diye tuttu. Hz. Ali meşhur bir kıssada geçtiği gibi Amr bin Abd-i-Ved'i öldürdü. Onun atı koştu, Hendek'e vurdu. Amr'la beraber Münebbih bin Osman bin Abd'u-Dar, Nevfel bin Abdul-Uzza da Öldürüldü. Bazı rivayetlere göre Nevfel Hen-dek'de bulundu. Müslümanlar ona taşlarla vuruyordu. Müslümanlara şöyle dedi: «Beni daha güzel bir şekilde öldürün .Sizden biri aşağı insin de onunla savaşayım,)} Bunun üzerine Hz. Zübeyr hendeğe inerek onu öldürdü.
«Biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz bir ordu gönderdik.)}
«Müslümanların görmediği ordundan maksat meleklerdir. Rivayete göre bin melek gelmişti. Yine rivayete göre Cenab-ı Hak soğuk bir gecede, soğuk bir sabah rüzgârı estirdi. Onları kasıp kavurdu, yüzlerini ve gözlerini toprakla doldurdu. Meleklerine emir verdi, onlar da onların çadır kazıklarım kaldırdılar, İplerini kestiler. Ateşleri söndürüldü. Ateş üzerindeki çanaklar temamen döküldü. Atlar birbirine girdi. Cenab-i Hak o müşriklerin kalbine korku attı. Melekler müşrik ordularının her tarafında tekbir getiriyorlardı. Tuleyha bin Huveylid şöyle dedi:
«Muhammed'e gelince, o size büyü yapmaya başladı. Tam seher zamanı. Kurtulunuz, kurtulunuz». Onlar, bunun üzerine kaçtılar.
Huzeyfe şöyle diyor:
«Onların haberini Rasûlullah'a götürmek üzere casus olarak gitmiştim. Onların ordugâhına yaklaştığımda bir ateşin ışığında onlara baktım. Ateş yanıyordu. Esmer, iri yarı bir kişi elini ateşin üzerine tutmuş, böğrünü ovalıyor ve şöyle bağırıyordu: «Göç-edin, göçedin! Artık sizin burada duracak bir yeriniz yok.»
Baktım ki o kişi askerinin içinde onların askerinden bir karış ancak ilerdeydi. Allah'a yemin ederim, onların göçlerinin arasında, yataklarında taş sesleri işitiyordum. Rüzgâr onlara vuruyordu. Sonra çıktım, Rasûlulîah'a doğru geldim. Yolun ortasında baktım yirmi kadar süvari sarıklarını bağlamış duruyorlardı. Bana dediler ki: «Arkadaşınıza (Rasûlulîah'a) haber ver. Cenaba Hak onu bu kavmin şerrinden emin kıldı.»
«Zikret o zamanı ki onlar üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi.»
Üstten gelenler şark tarafından gelmişlerdi. Onlar Beni Gata-fan ve onlarla beraber gelen Necidliler'di. Beni Kureyza ve Beni Nadirdi. Alttan gelenler ise Kureyş ve onlarla beraber gelen Ha-beşliler'di. Beni Kinane, Tahame ehli idiler.
Bazıları «Beni Kureyza da alttan gelmişti» demiştir. Kureyş'in altında ise Esed, Gatafan ve Selim kabileleri bulunuyordu. Muhtemeldir ki alttan ve üstten tabirleri her taraftan geldiler anlamındadır. Sanki şöyle denilmektedir: «Hatırla ki onlar sizi ihata edici bir şekilde her taraftan gelmişlerdi.»
Nitekim «Azap onları üstlerinden ve ayaklarının altından sarar» ayetinde üst ve alt tabirleri her taraftan sarmak mânâsına kullanılmıştır.
Gözler yollarından kaymıştı. Hayret ve dehşetten dolayı şaşı-laşmıştı. Kalpler boğazlara gelip dayanmıştı. Yani çok dehşetli bir şekilde korkuyordu halk. Yoksa kalpleri yerlerinden kopmuş değildi.
«Siz Allah hakkında her türlü zanlarda bulunuyordunuz» ayetin deki muhataplar mutlak şekilde «İman ettim» diyen kimselerdir. Ayet metnindeki «Zunun» kelimesi zannın çoğuludur, mastardır, aza da çoğa da denilir. Buna rağmen çoğullaştırılmış, cem olarak getirilmiştir ki 2annın bütün çeşitlerini kapsasın. Şiirlerde de böyle kullanılmıştır. Yani siz değişik zanlar ile Allah hakkında zanda bulunuyordunuz.
îbn Cerir ve îbn Ebi Hatim, Hasan'dah şöyle rivayet ediyorlar:
«Ayetin yorumunda şunları söylüyorlardı: Onlar değişik zan-larda bulundular. Münafıklar; «Rasûl-ü Ekrem ve ashabı tamamen öldürülecek, kılıçtan geçirilecek» zannında idiler. Müminler ise «Allah'ın ve Rasûl'ün vaadi haktır. Din galip gelecektir» zannında bulunmuşlardı. Bu ayetteki hitap müminleri de içerir. Onların değişik zanlan ise bazen Cenab-ı Hakk'in kafirlere karşı kendilerine yardım edeceği, onların kendilerini istilâ edemeyecekleri şeklindeydi. Bazen ele kâfirler önce kendilerini istilâ edecekler, Medine' yi ele geçirecekler, sonra Allah kâfirlere karşı onlara yardım edecek zannederlerdi. Bazen de kâfirler müslümanlara gaap gelecek ve cahiliyet geri gelecek zannederlerdi. Veya bazıları böyle bazıları da başka şekilde zan taşırlardı. Bazıları da değişik zanlarda bulunurlardı.»
«Orada müminler Allah tarafından denendiler.» Bu kelâm temsil kabilindencür. Çünkü Cenab-ı Hak zaten onları biliyordu. Yani denenen bir insanın muamelesine onları tabi tuttu. İhlas sahibi münafıktan, imam sabit olanlar da sarsıntı geçirenden ayrıldılar. Allah onları açlığa veya muhasaranın şiddetine veya iman üzerindeki sabra müptelâ kıldı, denedi. Onlar korkunun şiddetinden ve düşmanın çokluğundan dolayı şiddetli bir şekilde sarsıldılar. [14]
«Kalplerinde hastalık olanlar» münafıklardan olmayan bir kavimdi. Bazt müfessirler «Onlar öyle bir kavimdi ki münafıklar onların kalbine daima şüphe sokmaya çalışırlardı» demişlerdir. Bazıları da «Yeni müslüman olan, İslâm'la yeni tanışan bir grup idiler» derler.
«Gurur»d&n maksat bâtıl bir söz, aldatıcı bir vaad, insanı güç ve takat yetiremediği felâketlere sokan bir söz demektir.
Münafıklar peygamberin peygamberliğine, sözlerinin Allah katından geldiğine inanmadıkları halde, Allah ve Allah'ın Rasûlü tabirini kullanmışlardır. Bunlar ya istihza kabilindendir veya bu tabir zahiri idare etmek için kullanılmıştır. Eğer münafıklardan başkası da bu tabiri kullanmış ise o da münafıklara tabi olmak sebebiyle bu tabiri kullanmıştır. [15]
«Yesrib», Medine'nin ismidir Ebu übeyde «Medine'de bir yerin ismiydi, fakat bütün Medine'ye ıtlak olunmuştur» diyor. Bazıları «Bir arazinin ismidir ki Medine o arazi üzerinde kurulmuştur» demektedir. Medine'ye Yesrib ismini vermek uygun değildir.
Ahmed, İbn Ebi Hatim ve İbn Merduveyh, Berra bin Azib'ten şunları rivayet ediyorlar: Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdular: «Kim Medine'ye Yesrib derse o, Allah'tan af talebinde bulunsun. (Çünkü Yesrib zarar vermek, hastalık vermek mânâsını taşır). O tay yibtir (güzeldir, hoştur), o tayyibtir, o tayyibtir.»
İbn Merduveyh'in İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber: «Sakın Medine'ye Yesrib demeyin. O tayyibedir (güzeldir). Kim Yesrib derse o üç defa Allah'tan af talebinde bulunsun» dedi ve şöyle tekrarladı: «O tayyibedir, o tayyibedir, o tayyibedir»
(Zira Yesrib tayyibenin ifade ettiği güzelliğin tam karşıtı anlamındadır).»
«Sizin için makam yoktur», yani ikamet yeri yoktur. Veya bundan böyle* Medine'de durmamalısınız.
«Medine'deki evlerinize dönün ki siz ölümden kurtulmuş olasınız» veya «Bu gelenler, bunlar harp sahasını terkettiler diye size dokunmasınlar» veya «Sizin Muhammed'in dininde artık yeriniz yoktur. Daha Önceki şirke dönün» veya «Muhammed'e yapmış olduğunuz biattan cayın,-onu düşmana teslim edin». Veya «Düşman galip geleceği için bugünden itibaren ne Yesrib'de ne de etrafında sizin yeriniz yoktur. Artık kâfir olun ki siz Medine'ye girebile-siniz. Çünkü kâfir olursanız düşmanlık ortadan kalkar,»
Veya dünyada sizin ikamet edecek yeriniz yoktur, elbette İslâm'dan dönmezseniz. Çünkü Muhammşd ve arkadaşları Kılıçtan geçirilecektir. Siz de onlarla beraber öleceksiniz.
Tüm bu yorumlar içerisinde birincisi en açık olanı ve ayetin siyak ve sibakına en uygunudur. Bu yorumların bir kısmı ise çok uzaktır.
Allah Rasûlü'nden izin isteyen grup, İbn Abbas ve Cabir bin Abdullah'tan gelen rivayete göre Beni Haris idi. Onlar kendilerinden olan Evs bin Kayza'yı izin için gönderdiler. Süddi, «Evs bin Kayşa ile Ebu Arabe bin Evs adlı iki kişi isin için geldiler» dî-yor.
Bazı müfessirler «İzin isteyen Beni Harise ve Beni Selime kabileleri idi» demişlerdir. Bunlar münafıkların daha önceki sözlerini yerine getirmek için izin istiyorlardı. Fakat «Bizim evlerimiz avrettir» dediler. Yani duvarları kıymetsizdir, oralara hırsız girebilir. Kelbi, «Başıboştu, erkekler evde yoktu demektir» diyor.
«Aktar» kelimesi «Taraf» mânâsına gelen «Katr» kelimesinin çoğuludur. Yani bütün taraflardan demektir. Faraza Medine tamamen istila edilirse.
Ayetten maksat, eğer senden (hitap Hz. Peygamber'edir) başkası onlardan savaşa katılmalarım istese, onlar da en perişan bir durumda, en sıkıntılı bir halde olsalar yine de kesinlikle bu emri yerine getirmek için acele edeceklerdi. «Evlerimiz tenha yerUedir, civarımız iyi değildir, çoluk-çocuğumuz yalnızdır» şeklinde herhangi bir mazeret ileri sürmeyeceklerdir. Hulâsa onların izin istemeleri, evlerinin perişan olacağı endişesi değildir. Onlar münafık olmuşlardı, sana yardım etmeyi hoş görmediklerinden dolayı bu izni istiyorlardı.
İbn Atiyye, «Eğer düşman her taraftan Medine'ye girerse ve hakiki savaş da en şiddetli şekilde devam ederse, sonra onlardan Hz, Muhammed'e karşı savaşmaları istenilirse derhal o savaşa katılacaklardır. Evlerini korumak için hiç de geri kalmayacaklardır. Ancak silahlarım alabilecek kadar evlerinde durabileceklerdir» diyor.
Hasan Basri, Mücahid ve Katade «Fitneden maksat şirktir» demişlerdir. Bazıları «Fitneden maksat, irtidad ve küfrün izharu na dönüş yapmaktır» demişlerdir. Yani eğer düşman onları istila ettikten sonra şirke dönmelerini isterse kesinlikle şirke kayacaklar, ancak çok az bir zaman gecikme gösterebileceklerdir. Oysa arkalarına dönüp kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi.
Burada «Söz verenler», müfessirlerin çoğunun nezdinde Beni Harise kabilesidir. Bazı müfessirler «Beni Selâme kabilesidir» demişlerdir. Bunlar Uhud günü korktular, sonra tevbe ettiler. Hendek gününden evvel kaçmayacaklarına dair Allah'a söz verdiler. [16]
16- (Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: «Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız hiç kaçmayın. Size bu kaçışın asla bir faydası olmaz. Aksi takdirde bile yaşatılacağınız zaman çok azdır.»
17- (Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: «Eğer Allah hakkınızda bir kötülük irade etmişse veya rahmet etmeyi dilemişse sizi ondan koruyacak kim vardır? Onlar Allah'tan başka kendileri için ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulurlar.»
18- Allah sizden (savaşta) alıkoyanları ve arkadaşlarına «Haydi, bize katılın» diyenleri kesinlikle biliyor. Onlardan pek azı savaşa gelir.
19- (Savaşa katıldıkları takdirde) size karşı pek cimri davranırlar. Fakat korku kendilerine gelince üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kişi gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince mala karşı olan düşkünlüklerinden Ötürü sizi keskin dilleriyle incitirler. Onlar iman etmemişlerdir. Allah onların amellerini yakmıştır. Bu işi yapmak Allah'a pek kolaydır.
20- (Münafıklar) düşman birliklerinin gitmediğini sanıyorlardı. Eğer düşman birlikleri (tekrar) gelseler isterler ki çÖI-de göçebeler arasında bulunsunlar da sizin haberlerinizi uzaktan sorsunlar. Onlar sizin içinizde olsalar dahi çok azı müstesna savaşamazlar.
21- Andolsun ki Allah'ın Rasûlü'nde sizin için, Allah'a ve Ahiret Günü'ne kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır.
22- Müminler (düşman) birlikleri (ni) gördüklerinde «İşte bu, Allah'ın ve Rasûlü'nün bize vaadettiğidir. Allah da, Rasûlü de doğru söyledi» dediler. Bu durum onların iman ve teslimiyetlerini artırmıştır. [17]
(16-22) «(Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: Eğer...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Ey Rasûlüm! Onlara de ki: Kaçmak size hiçbir yarar sağlamaz,..», yani kaçmak, ölümü veya öldürülmeyi sizden uzaklastır-maz. Ezelde sizin için yazılan neyse ona mâni olamazsınız. Çünkü takdir edilen kesinlikle yerine gelecektir. Eğer kaçmak si*,e yarar sağlasaydı ezelde yazılanı sizden uzâklaştırsaydi dahi sizin kaçmaktan sonra alacağınız hayat lezzeti yine az bir lezzet olacak ve bu az bir zamana tekabül edecekti.
Bu cümle farzı muhal kabilindendir. «Farzedelim böyle olsaydı» demektir. Yani Cenab-ı Hak burada «Kaçmak size ille bir fayda verecektir» demek istemiyor. Ancak kaçtığınız takdirde dahi takdir edileni, farz-ı muhal geri döndürse bile sizin hayatınızın günleri uzun da olsa kısa sayılır. Çünkü sayılı şeyler az sayılır. Dakikaların yediği hayat ne kadar çok olursa olsun azdır.
«De ki: Size bir kötülük veya rahmet dilerse sizi Allah'tan kim korur...»
Bu istifhama «İstijham-ı inkârı» denilmektedir. Olumsuzluk mânâsı ifade eder. Yani sizi hiç kimse ister hayr, ister şer olsun Cenab-ı Hakk'ın takdirinden koruyamaz. Dikkat edilecek bir nokta vardır: Cenab-ı Hak burada rahmeti korumakta kötülüğe eşit kılmıştır. Halbuki konuna ancak kötülükte olur. Çünkü korumakta men mânâsı vardır. Kelâmda bir takdirin olması da mümkündür. Yani «De ki: Eğer Allah size bir kötülük irade ederse sizi Al lahtan koruyacak kim vardır? Eğer Allah size bir rahmet irade ederse onu sizden uzaklaştıracak kim vardır?»
İbn Said «On sekizinci ayet Abdullah bin Ubey, Muhtad bin Kuşeyr ve. Hendek Savaşı'ndan Dönüp Medine'ye giden münafıklar hakkında nazil olmuştur» diyor. Bunların yanına diğer bir münafık geldiğinde ona «Azab olasıca, yanımızda otur ve çıkma» derlerdi. Böylece islam ordusunda bulunan diğer münafıklar arkadaşlarına da «Gelin, sizi bekliyoruz» şeklînde yazılar yazarlardı.
Katade «Bu ayet münafıklar hakkında nazil olmuştur. Onlar Medine'de oturan ve ensardan olan münafık arkadaşlarına «Mu-hammed ile arkadaşları kolay yutulabilir bir lokmadır ve kesinlikle Ebu Süfyan ve adamları onları yutacaklardır. Onları terkedin» şeklinde haber gönderiyorlar di» demektedir.
Bazı müfessirlere göre «Bize gelin bizimle beraber olun» sözünü yahudiler Medineliler'e söylemişlerdir. Bu takdirde Medine ehlinden olan münafıklar, yani nifakları yahudiler nezcünde kesin olan kimseler kastedilmiş olur.
«El-Ba's» ile kastedilen savaştır. Ama esas mânâsı şiddet demektir. Onlar savaşa ancak az bir zaman geldiler. Zira münafıklar ordugâha gelmiyorlar di. Ancak mecbur kaldıkça geliyor, halka kendilerini gösteriyorlar, halk meşgul olduğu zamanda da gizlice sıvışıp gidiyorlardı.
19. ayetin başnıdaki «Eşihhaten» kelimesi «Sahih» kelimesinin çoğuludur ve «Cimri idiler» demektir. Yani sizin için cimrilik gösterirler, nafaka vermezler, yardım etmezler. Veya kendilerini sizden esirgerler. Veya taksim anında ganimeti sizden esirgemek isterler. Bu kelime terkibinde «Gelirler» mânâsını ifade eden «Ya'-tüne» fiilinin faili hâl düşer. Yani cimri oldukları halde size gelmeyi terkettüer.
Ayet metnindeki «Selekukum» fiili, konuşmalarıyla size eziyet verirler, keskin dilleriyle sizinle mücadele ederler anlamına gelir. Bu yorum Ferra'dan gelmiştir. Katade'nin yorumuna göre, ganimet taksim olduğu zaman dillerini sizin hakkınızda yaydıkça yayarlar ve «Bize verin, bize verin. Siz onu almakta bizden daha müstehak değilsiniz» derler.
Yezid bin Ruman «Size eziyet vermek, size küfretmek hususunda dillerini yaydıkça yaydılar demektir» der. Sizin üzerinizde bulunduğunuz dini meseleler hakkında sizi eksik gösterdikçe gösterdiler.
«Hayr üzerinde cimridirler» tabirinden maksat, ganimet mallarını toplamakta çok cimri davranıyorlar anlamıdır. Veya infak ettikleri mallarda çok cimri davranıyorlar.
CÜbbai, «Hayırh bir konuşma yapmak hususunda cimri davranıyorlar demektir,., diyor. Ebu Hayyan, «Bütün hayr konularında cimridirler demektir» der. İşte bu kötü sıfatlara sahip olanlar ihlas ile iman etmemişlerdir. Çünkü onlar münafıktırlar. İmanlarım açığa vururlar, fakat kalplerinde küfür vardır. Allah da onların bâtıl olduğunu ortaya koydu. Çünkü amelin sahih olması imana, ünan da ihlasa bağlıdır. Onlar ise içlerinde küfrü gizlemektedirler.
El-Bahr'da «Allah onların amellerini yaktı» ifadesinden maksadın, amellerini kabul etmediği olduğu belirtilmiştir. Kabul edilmeyince yakılmış amel gibi olur. İki yorumda da amellerden maksat, emredilen ibadetlerdir. Onların riya ve nifak ile işlemiş oldukları bütün amelleri de kastedilmiş olabilir. Allah onların nifakını iptal etmiştir. Onlar bu riyakârlıklanyla dünya menfaatlerini elde edemediler.
«Onlar ahzdbtn (birliklerin orduların) gitmediğini sanıyorlar, di», yani kapıldıkları dehşet ve korkularından dolayı Allah'ın ah-zabı kaçırtmasına rağmen, onların gitmediklerini sanıyorlardı. Yani bu kimseler korkularından dolayı ahzabın kaçmadığını sanıyorlardı. Halbuki Ahzab Hendek'i bırakıp gitmiş ve askerler Medine' ye dönmüşlerdi,
Eğer ahzab ikinci kez gelirse onlar çöle çıkarak bedevilerle beraber olmayı temenni ediyorlardı. Onlar Medine tarafından gelen herkesten sizin haberlerinizi soruyorlardı: «Ahzab sizin başınıza ne getirdi?»
Sizin haberlerinizi, sormak suretiyle elde etmeye çalışırlar müşahede suretiyle değil. Çünkü korkuyorlardı. Ve göçebeler içinde yaşamayı korkulan sebebiyle istiyorlardı.
Eğer onlar farzedilen ikinci gelişte sizinle beraber olsaydılar kesinlikle çok az savaşacaklardı. Bunu da riya ve gösteriş için, ayıplanırlar korkusu nedeniyle yapacaklardı. [18]
«Andolsun ki Rasûlullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır.,.»
Bu hitap halis müminleredir. îsve (veya usve)) kelimesi güzel bir haslet demektir. Ragıb, «Bu kelime insanın üzerinde bulunduğu hâl demektir» der. Yani kendi nefsinde Rasûlullah sizin için güzel bir muktedabihtir. Ona iktida edin, ona tâbi olun!
Bu ayet her ne kadar savaşta sebat göstermek hususunda Ra-sûlullah'a uyulması için gelmişse de umumu ifade eder. Yani bütün fiillerinde Hz. Peygamber'e ona has olmadığını bildiğiniz takdirde uyun. Meselâ dört kadından fazlasını nikâh etmek onun özelliğidir, bu hususta kendisine uyamazsımz. Ona has olmayan genel fiillerinde uymak isteyenler için o en güzel örnektir.
Müslim ve Buharı şöyle rivayet ederler: «tbn Abbas; «Kişi hanımım kendisine haram ederse bu yemindir, kefaret vermelidir» dedikten sonra «Andolsun, sizin için Rasûlullah'ta güzel bir örnek vardır» ayetini okudu.»
«Allah'ı çokça zikreden», yani çok zikirle zikreden. Çünkü zikrin çokluğuna sabır göstermek, insanı taate yapışmaya götürür. Böylece Rasûlullah'a uyma tahakkuk eder. Burada bilinmesi gereken bir nokta vardır: İmam Nevevi gibi bazı büyük alimler açık' ça «Allah'ın şer'an muteber zikri, ifade veren bir cümle zımnında olan bir zikirdir» demişlerdir. Meselâ «Subhanallah» gibi. Bu şöyle bir mânâ ifade eder: Allah ortaktan münezzehtir. «Elhamdülillah» da böyledir. Bu da şöyle bir mânâ ifade eder. Hamd Allah'a mahsustur. Mânâ ifade etmeyen bir şey ise şer'an zikir sayılmaz. Meselâ kişinin sadece Allah veya kadir demesi böyledir. Eğer kişi burada lâfzın kelâm olması için bir şey takdir etmezse bunlarla zikrolunmaz. Meselâ Allah dediği zaman «Ekber» kelimesini takdir etmelidir. Yani öyle bir şey takdir etmelidir ki bu bir kelâm olmalı ve lâfızdan çıkmalıdır. Fakat maalesef insanlar bundan gafildirler. Bir de şu noktaya dikkat edilmelidir: Manâsıyla kulluk yapmak istenilen zikri yapan kişi, o mânâyı kalbinde hazır etmezse sevap alamaz. Meselâ «Subhanallah» diyen bir insan bunu
sadece diliyle söyler ve kalbinde Allah'ın ortaktan, münezzeh olduğu şeklinde bir mânâ olmazsa, sevap alamaz.[19]
«Müminler ahzabı gördükleri zaman «Bu, Allah'ın ve Rasûlü' nün bize vaadettiği şeydir» derler...»
Bu ayet durumların karmakarışık olduğu, zanlann birbirine karıştığı bir anda halis müslümanlardan sadır olan mânâları ortaya koymaktadır. «Hazâ» (bu) kelimesiyle onların gördükleri kastedilmektedir. İşte bu gördükleriniz Allah ile Rasûlünün vaadettik-leridir.
îbn Abbas'ın rivayetine göre Hz. Peygamber, ashabına «Ahzab size dokuz veya on gün sonra veya ayın dokuz veya on gecesinin sonunda veya aybaşından bu kadar sonra geleceklerdir» demiştir. Onlar da ahzabı görünce «îşte bu, Allah ve Rasylü'nün bize vaadet-ligidir» demişlerdir.
îbn Hacer, «Böyle bir hadisin hadis kitaplarında mevcut olmadığını» söylemiştir. [20]
«Onların gördükleri, iman ve teslimiyetlerini artırdı.» Allah'a ve onun vaadlerine imanlarını, Allah'ın emirlerine teslimiyetlerini artırdı. Allah'ın herşeye kadir olduğu hususundaki imanlarını artırdı. Bu ayetle imanın fazlalık ve eksikliği hususunda- delil getirilmiştir, «îman fazlalık ve eksiklik kabul etmez» diyenler, «Buradaki artıştan maksat, ke-ndisine iman edilendeki artıştır. Yoksa imanın kendisinde değildir» demişlerdir. Bu mesele kelâm kitaplarında uzun uaadıya tartışma konusu olmuştur. [21]
23- O müminler içinde Allah'a verdikleri sözünde sadakat gösteren nice erkekler vardır. İşte onlardan bazıları adadığını yerine getirdi. Bazıları da bekliyor. Onlar sözlerini hiç mi hiç değiştirmediler.
24- Ki Allah doğruluk gösterenleri sadakalarından ötürü mükâfatlandırsın. Münafıklara gelince (Allah dilerse) onlara azap eder, dilerse tevbelerini kabul eder. Kuşkusuz ki Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
25- Allah küfre kayanları kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir hayra eremediler. Allah savaş hususunda müminlere yetti. Allah kavı ve her şeye galip olandır.
26- (Allah) kitap ehlinden, onlara (müşriklere) arka çıkanları kalelerinden indirdi ve kalplerine korku attı. Onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.
27- (Allah) onların arazisine, yurduna, mallarına ve halen ayak basmadığınız bir araziye sizi mirasçı kıldı. Allah her şeye kadirdir.
28- Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma karşılığını vereyim ve sizi güzellikle salayım.
29- Eğer siz Allah'ı, O'nun peygamberini ve Ahiret yurdunu istiyorsanız (bilmiş olun ki) Allah içinizde güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
30- Ey peygamberin hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa onun azabı iki katına çıkarılır. Bu, Allah'a göre kolaydır. [22]
(23-30) «O müminler içinde Allah'a...» Bu Ayetlerin Tefsin
«Allah'a verdikleri sözlerinde duran müminler»den maksat Rasûlullah ile beraber sebat eden ve düşmanla çarpışan sahabiler-dir. Veya Allah'a verdikleri taat sözünde sebat gösterenlerdir. Bu ayetin sebebi nüzulü hususunda İmam Ahmed, Tirmizi, Nesei ve Cemaa Enes'ten şöyle rivayet ediyorlar:
«Amcam Enes bin Nadr,/Bedir Savaşı'nda bulurmadı ve bu durum kendisine çok ağır gekli. »Nasıl olur da Rasûlullah ile be raber ilk yapılan savaşta bulunmam? Allah'a yemin ederim, eğer Cenabı Hak, Rasûlullah ile beraber savaşmayı bana nasip ederse Allah benim ne yaptığımı görecektir» dedi. Ve Uhud gününde hazır bulundu. Sa'd bin Muaz'la karşılaştı. Sa'd: «Ey Eba Amrl Nereye gidiyorsun?» dedi. Enes: «Cennet kokusuna bak. Ben onu Uhud tarafından duyuyorum» dedi. Böylece şehit düşünceye kadar savaştı. Şehit düştükten sonra bedeninde seksen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası sayılmıştır. İşte bu ayet o zaman nazil olmuştur.
Sahabiler, bu ayetin Enes bin Nadr ve arkadaşları hakkında nazil olduğunu söylerlerdi.
Keşşafta ayetin sebebi
nüzulü şöyle izah ediliyor: Sahabilerden bazı kimseler şöyle adamışlardı: «Eğer
Rasûlulîah ile bir savaşta hazır bulunursak sebat göstereceğiz, şehit oluncaya
kadar savaşacağız.»
Bunlar Hz. Osman, Hz. Talha, Said bin Zeyd bin Amr ve başkaları idi.
Kelbi ve Mukatil'den gelen rivayete göre bunlar Akabe (biat) ehli olan yetmiş kişilik bir gruptu.
Ayetin metnindeki «Nehab» kelimesi nezrefcmek demektir. Ebu Hayyan «Nehab, insana yapılması gereken bir şeyi nezr etmektir» demiştir. Fakat Arapça'da «Falan nehabını yerine getirdi, yani vefat etti» şeklinde kullanılması da yaygındır. Ayetten, nezr mânâsı da ölüm mânâsı da kastedilebilir. Fakat bazı haberlerin zahirinden anlaşıldığına göre «Nehab» kelimesi burada nezir demektir..
Mücahid, «Nehab burada hakiki mânâsında (nezr mânâsında) kullanılmıştır» demiştir. Bunlardan bazıları nezrini yerine getirmişler, bazıları da bir gün bekliyorlar ki o günde cihad olacak, onlar da nezirlerini yerine getireceklerdir.
Cemaaya göre İbn Abbas bu lâfzı ölümle tefsir etmiştir. Benzeri İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. Bu takdirde ecelini yerine getirenler Enes İbn Nadr, Musab bin Umeyr gibi zatlardır.
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Hz. Aişe'den şu hadisi rivayet ediyor: «Kim yeryüzünde yürüyen bir şehide bakmak istiyorsa —ki o şehit ecelini yerine getirmiştir— Talha'ya baksın.»
Bunlar Allah'a verdikleri sözü hiçbir şekilde değiştirmediler. Ne aslını ne vasfım. Bu cümle münafıklara tariz etmektedir. Çünkü onlar sırtlarını çevirip kaçtılar. Oysa daha önce Allah'a ve Rasûlü'ne kaçmayacaklarına dair söz vermişlerdi. Yani onlar münafıklar gibi sözlerini hiçbir şekilde değiştirmediler. [23]
24. ayette «Allah dilerse münafıklara azap eder, dilerse tevbe-lerini kabul eder (veya tevbeyi kendilerine nasip eder)» buyurul-muştur. Cümlenin zahirinden anlaşılıyor ki Kıyamet Günü'nde münafıklar için rahmet de azap da muhtemeldir. Velev ki nifak üzere Ölsünler. Bu, Allah'ın meşiyetine bağlıdır. Fakat «Nifak küfürden daha çirkindir» diyen Bakara Suresi'ndeki ayete göre bu mesele müşkül sayılır. Zira Cenab-ı Hak kâfirleri kesinlikle ve mutlaka azaba duçar edecektir. Talik burada nasıl olur? Cevap olarak deriz ki: Allah'ın üzerine hiçbir şey vacip değildir. Talik ise bunun içindir. Cenab-ı Hak isterse münafığa azap eder isterse onu affe-der. Lâkin kesin olarak tahakkuk eden şudur: Cenabı Hak münafığın azabım istemiş, rahmetini istememiştir. Sanki şöyle denil-mektedir: Allah isterse münafığa Ahiret'te azap eder. Fakat Cenab-ı Hak onun azaba duçar olmasını istemiştir. İsterse onun tev-besini kabul eder. Fakat tevbesini istememiştir.
Allah'ın kullan üzerine tevbe etmesinin mânâsı, onların tev-belerini kabul etmesidir. Veya onları tevbe etmeye muvaffak kılması demektir.
Cenab-ı Hak hiziplere yardımcı olan kitap ehlini kalelerinden indirdi. Cumhura göre kitap ehli, Beni Kurayza yahudüeridir. Hasan Basri'ye göre Beni Nadr yahudileridir. Fakat birinci görüş iti-mad edilen bir görüştür.
Ayet metnindeki «Seyasi» kelimesi «Sisiye»rûn çoğuludur ve kale demektir. İnsanın korunmak için sığındığı yer bu kelime ile adlandırılır. [24]
«Onların kalbine Allah korku atmıştır». Kendilerini ölüme ter-kettiler. Çoluk çocuklarını, aile fertlerini de esarete.., Nitekim Ce-nab-ı Hak «Bir grubu öldürüyor, bir grubu da esir ediyordunuz» buyurmuştur. Yani kendilerinden bir hareket dahi sadır olmadı. Esasen onları kalelerinden indirten şey kalplerindeki korkuydu. Kıssanın tafsilatı kısaca şöyle idi:
Düşman ordularının kaçıp gittiği günün sabahında ve aynı günün öğlesinde Rasûl-ü Ekrem, Hendek'teki ordugâhından Medine'ye döndü. Müslümanlar da Medine'ye geldiler. Cebrail, İsteb-rak'tan yapılmış bir sarık sarmış ve bir katıra binmişti. Sırtında Rasûlullah'ın dibacından olan bir kadife vardı. Hz. Peygamber de aynı anda Zeyneb Binti Cahş'ın yanındaydı ve mübarek başını yıkıyordu. Hatta başının yansını Zeyneb yıkamıştı. Cebrail Rasûl-ü Ekrem'e «Sen silahı bıraktın, ey Allah'ın Rasûlül» dedi. Hz. Peygamber «Evet, bıraktım» diye cevap verdi.
Cebrail «Allah seni affetsin. Melekler daha silahı bırakmamıştır. Ben düşman ordularının arkasından şimdi döndüm. Allah sana Beni Kureyza kabilesine gitmeni emretti. İşte ben onlara gidiyorum. Kalelerini başlarına yıkacağım» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir tellâla emretti. Tellâl da şöyle bağırdı: «Kim dinliyor ve peygambere itaat ediyorsa ikindi namazını ancak Beni Kureyza kabilesinde kılsın.»
Rasûl-ü Ekrem, Medine'ye İbn Ümmi Mektum'u vali tayin etti. Hz. Ali, Rasûlullah'ın bayrağını alarak öne geçti-. Ve halk sancağın arkasına düştü. Hz. Ali kalelere yaklaşmcaya kadar ilerledi. Rasûl-ü Ekrem'e onların çirkin sözler söylediklerim duydu. Hz. Ali dönüp Rasûlullah'a mülâki olunca, «Ey Allah'ın Rasûlü; Bu pis heriflerin hedeflerine yakın olmasan daha iyi, dedi. RasûUü Ekrem, «Niçin? Zannedersem sen onlardan benim hakkımda kötü sözler duymuşsun» dedi. Hz. Ali de «Evet, ya Rasûlullah» dedi. Rasûlul-lah: «Onlar beni gördüklerinde artık hiçbir şey söyleyemeyecekler» buyurdu. Hz. Peygamber onların kalelerine yaklaşınca, «Ey maymunun kardeşleri! Allah sizi rezil etti mi, size azabını indirdi mi?» dedi. Onlar da «Ey Eba'l-Kasım! Sen cahil bir kimse değilsin. Fahiş kelimeler konuşmazsın» dediler. Rasûl-ü Ekrem onlara varmazdan evvel, bazı arkadaşlarının yanından geçti. Onlara: «Benden önce hiç kimse geçti mi?» diye sordu. Dedüer ki: «Ey Allah'ın Rasûlü! Senden önce Dihye bin Halife el-Kelbi beyaz bir katırın sırtında, üstünde dibaceden bir kadife olduğu halde, geçti.»
Rasûl-ü Ekrem, «İşte o Cebrail'dir. Allah'ın emriyle Beni Kureyza kabilesine gönderilmiştir. Onların kalelerini sarsacak, kendilerine ok atacaktır» buyurdu.
Hz. Peygamber onlara geldiğinde onların mallarının tarafında bulunan kuyulardan birisinin yanında konakladı. Orau böylece Rasûlullah'a yetişti. Bazı kimseler son yatsı namazında geldiler, halâ ikindiyi kılmamışlardı. Çünkü Rasûlullah «Herkes ikindi namazını Beni Kureyza'da kılsın» buyurmuştu. Savaş için hazırlayacakları tedarik onları Kureyza kabilesine varmaktan alıkoymuştu. Böylece onlar yatsı namazından sonra ikindiyi kıldılar. Allah, kitabında bu hususta onları ayıplamadı. Rasûlullah da onlara buğ-zetmedi. Hz. Peygamber yirmibeş gün (veya yirmibir gün veya on-beş gün) onlan muhasara etti. Muhasara onlara çok ağır geldi. Çok korktular. Huyey bin Ahtab onlarla beraber kalelerine girmişti. Onlar Hz. Peygamber'in kesinlikle kendilerini serbest bırakıp gitmeyeceğini anlayınca, Kâb onlara, «Ey yahudiler! Başınıza geleni görüyorsunuz. Size üç şey teklif edeceğim. Hangisini tercih ederseniz siz bilirsiniz» dedi. Onlar da bunların ne olduğunu sordular. Kâb, «Biz bu kişiye tâbi olalım. Onu tasdik edelim. Allah'a yemin ederim, size de açıkça belirmiştir ki kendisi bir peygamberdir. Ve kitabınızda gördüğünüz de budur. Böylece hem kanlarınızdan, mallarınızdan, hem de çocuk ve kadınlarınızdan emin olmuş olursunuz» dedi. Onlar, «Biz Tevrat'ın hükmünden ebediye yen ayrılmayız, Tevrat'ı bırakarak başka bir kitap edinemeyiz» dediler. Kâb, «O halde madem bunu yapmıyorsunuz, gelin, çocukları ve kadınları öldürelim. Sonra Muhammed'e çıkalım. Kılıçlarını kınlarından çekmiş erkekler gibi. Artık arkamızda herhangi bir ağırlık kalmamış olur. Allah bizimle onun arasında hükmedinceye kadar çarpışalım.Eğer ölürsek arkamızda bir nesil olmadığı halde ölelim ki onlar hakkında korkumuz olmasın. Eğer biz muzaffer olursak hayatımla yemin ederim, kesinlikle kadın da buluruz, çocuk da ediniriz» dedi. Yahudiler, «Biz bu garibanları niçin öldürelim? Onları öldürdükten sonra yaşamanın ne mânâsı var?» dediler. Kâb, «Madem bunu da yapmıyorsunuz bu gece cumartesi gecesidir. Muhammed ve arkadaşları bu gece bizden emindirler. Gelin, kalelerimizden inelim. Mümkündür ki bir fırsat bularak onlara vururuz» dedi. Yahudiler, «Biz bunu da yapmayız. Çünkü bizden Öncekiler ancak senin bildiklerinin haricinde kimse için cumartesi gecelerini ifsad etmemişlerdir. İşte onlara da, senin de malûmun olduğu halde, Cenab-ı Hak mesir cezası vermiştir» dediler. Kât), onlara hitaben, {(Annesinden doğduğu günden bugüne kadar sizden herhangi bir kişi zamanının bir tek gecesinde böyle gecelememiştir» dedi. Sonra Rasûlullah'a, «Beni Amr bin Avf'ın kabilesinden olan Ebu Lubabe'yi bize gönder, onunla konuşalım», diye haber gönderdiler.
Beni Kureyza kabilesi Evs'in müttefikiydi. Bu yüzden onunla istişare etmeye karar verdiler. Rasûlullah, Ebu Lubabe'yi gönderdi. Onlar Ebu Lubabe'yi gördüklerinde erkekler onu karşılamaya kalktılar. Kadınlar ve çocuklar da kendisini ağlayarak karşıladılar. Ebu Lubabe de onlara acıdı. Onlar Ebu Lubabe'ye «Ya Ebu Lubabe! Biz Muhammed'in hükmü üzerine inelim mi?» diye sorunca Ebu Lubabe eliyle boğazına işaret ederek bu sizin için intihardır demek istedi. Ve derhal anladı ki böyle yapmakla Allah'a ve Rasûlü'ne de ihanet etmiş oldu. Artık Rasûlullah'ın yanına dönmedi. Oradan ayrılarak doğru Medine'ye gitti. Kendisini Peygamher Mescidi'ndeki bir direğe bağladı. Ta ki Cenab-ı Hak onun tev-besini kabul ederek hükmünü indirinceye kadar. Sonra Hz. Peygamber onlan kalelerinden indirdi. Evs kabilesi ayağa kalkarak «Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar bizim mevalilerimiz (dostlarımız, müttefiklerimiz)dir. Hazrec'in müttefikleri değildirler. Sen daha Önce Hazrec'in müttefikleri olan yahudiler hakkında ne yaptığını biliyorsun» dediler. Hz. Peygamber daha önce Beni Kureyza'yı muhasara etmezden Önce Hazrec'in taraftan olan Beni Kaynuka Kabilesini Abdullah bin Ubey bin Selul'un şefaat etmesi yüzünden affetmiş ve onlar geçip gitmişlerdi. Evs de Rasûl-ü Ekrem'le bu konuyu konuştuklarında onlara şöyle dedi: «Ey Evs kabilesi! Sizden olan bir kişinin bunlar hakkında vereceği hükme razı olur musunuz?» Evsliler, «Evet, razı oluruz» dediler. Hz. Peygamber «İşte onların hükmünü sizden olan Sa'd bin Muaz'a havale ediyorum» dedi. Rasûl-ü Ekrem, Sa'd bin Muaz'ı Eşlem Kabilesinden Refide isimli bir kadının çadırında yatırmıştı. Kadın, Peygamber Mesci-di'nde duruyor ve yaralıları tedavi ediyordu. Hizmetle müslüman-lara iyilik yapmayı kastediyordu. Sa'd bin Muaz'a da Hendek gününde Kureyş'ten olan İbn Arefe'den gelen bir ok isabet etmişti. Damarını kesmişti. Cenab-ı Hakk'a şöyle dua etmişti: «Yarab! Gözüm Beni Kureyza kabilesinden ötürü aydınlanıncaya kadar beni öldürme.»
Bazı rivayetlere göre Sa'd'ın hükmüne razı olan, Beni Kurey-za'nın kendisidir. Rasûlullah da böylece razı oldu. Evs kabilesi Sa'd'a geldi. O, Peygamber Mescidi'ndeydi. Kendisini merkebe bindirdiler. Merkep üzerinde deriden yapılmış yastıklara dayadılar. Kendisi cüsseli bir kişiydi, insan güzeliydi. Sonra onu Rasûlullah'a getirdiler. Yolda kendisine; «Ey Eba Amr! Dostların hakkında iyi davran. Çünkü Hz. Peygamber sen onlar hakkında iyi davranasın &ye sana bu vazifeyi vermiştir» diyorlardı. Onlar yolculuk esnasında bu sözü çokça tekrarladıklarından Sa'd; «Sa'd için Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına kulak vermeme zamanı gelmiştir» dedi. Böylece Sa'd'la beraber olan kabilesinin bir kısmı Beni Eş'el kabilesinin yurduna döndüler ve Beni Kureyza erkeklerinin matemini tuttular. Sa'd Allah'ın Rasûlü'ne vardığında Hz. Peygamber «Efendinizin yanına gidin» dedi. Muhacirler «Peygamber bu sözüyle ensan kastediyor» dediler. Ensar da «Rasûl-ü Ekrem bu sözü genel olarak söyledi» dediler. Böylece Sa'd'ı karşıladılar ve kendisine; «Ey Eba Amr! Allah'ın Rasûlü şarta bu görevi verdi ki onlar hakkında hükmedesin» dediler. Sa'd; «Allah'ın ahdi ve misakı sizin üzerinize olsun. Eğer onlar hakkında ben hükmedersem bu hükmüme itirazınız olmamalıdır» dedi. Onlar «Evet,» dediler. Sonra yüzünü öbür tarafa çevirdi. O tarafta Basûlullah vardı ve Rasûlullah'ı kastederek yine bu sözü tekrar etti. Hz. Peygamber «Evet,» dedi. Bunun üzerine Sa'd «Ben bunlar hakkında erkeklerinin öldürülmesine, mallarının taksim edilmesine, çocuk ve kadınlarının esir edilmesine hükmediyorum» dedi. Bunu işiten Hz. Peygamber tekbir getirerek şöyle buyurdu: «Sen onlar hakkında, Allah'ın yedi kat göğün üstündeki hükmüyle hükmettin.»
Böylece Hz. Peygamber onları Beni Neccar'dan olan Bint'ul-Hars isimli bir kadının evine hapsetti, ardından Medine çarşısına çıktı. Orada hendekler açtırdı. Sonra onları getirterek o hendeklerde boyunlarını vurdurdu. Onlar grup grup getirtiyorlardı. Huyey bin Ahtata onların liderleriydi. Onlar altıyüz - yediyüz kişiydiler. Daha fazladır diyenler sekizyüz ile dokuzyüz arasında olduklarını söylemişlerdir. Onları Easûlullah'a getirdiklerinde Kâb'a şöyle dediler: «Ey Kâbl Acaba peygamber bizim hakkımızda ne yapacak* tır?». Kâb; «Siz akıl erdiremeyecek misiniz? Görmez misiniz ça* ğıran bırakmaz, sizden giden geri gelmez. O Allah'a yemin edenleridir. Böylece hepsi öldürülünceye kadar getirildiler. Sonunda Allah düşmanı Huyey bin Ahtab getirildi. Sırtında tuhaf bir huU le bulunuyordu. Onu kimseye bırakmasın diye her taraftan bir parmak kadar ince ince yırtrmştı. Elleri ensesine bağlanmıştı.» Allah'ın Rasûlü'ne baktığında şöyle dedi: «Dikkat et! Allah'a yemin ederim, senin düşmanlığın hususunda nefsimi kınamadım. Fakat Allah kimi perişan ederse o perişan olur.» Sonra sahabilere dönerek, «Ey insanlar! Allah'ın emrinde herhangi bir beis yoktur. Bu bir savaştır. İsrailoğulları üzerine bu yazılmıştır» dedikten sonra oturdu ve boynu vuruldu.
Rivayete göre Sabit bin Kays bin Şemmas, Rasûlullah'tan Zu-beyr bin Bata eUKurayzî'yi bana bağışla» diye istekte bulundu. Çünkü Zübeyr, Buas Savaşı'nda Sabit'e yardım etmişti. Hz. Peygamber; «Onu sana bağışladım» dedi. Sabit, Zübeyr'in yanma geldi ve, «Senin kanın bana bağışlandı, ben de onu sana veriyorum» dedi. Zübeyr; «Yaşlı bir ihtiyar hayatı ne yapacaktır? Ne çoluk çocuğu, ne evlâdı var» dedi. Bunun üzerine Sabit, Rasûlullah'a gelerek; «Babam ve anam sana kurban olsun, ey Allah'ın Rasûlü! Onun çocuğunu da hanımını da hibe et» dedi. «Onlar da senin olsun» deyince Zübeyr'in yanına gelerek; «Rasûlullah çoluk çocuğunu ve ^ hanımını da bana hibe etti, ben de sana veriyorum» dec'i. Zübeyr; «Bir aile efradı ki Hicaz bölgesinde bulunuyorlar ve malları yok. Onların böyle durmasında ne fayda var» dedi. Bunun üzerine Sa- <| bit, Rasûlullah'a gelerek onların mallarını da istedi. Hz. Peygam- M ber malını da verdi. Sabit; «Ey Zübeyr! Rasûlullah senin malını | da verdi. O da senindir» dedi. Zübeyr; «Ey Sabit! Acaba yüzü sini bir ayna gibi olan, yüzünde kabilenin bekâr kızlarının şekillerini gören Kâb'a ne oldu?» diye sordu. Sabit, «Öldürüldü» diye cevap verdi. Zübeyr, «Biz hücum ettiğimizde önümüzde bulunan, kaçtığımızda arkamızı koruyan Azzal bin Şemval ne oldu?» dedi. 'Sabit, «Öldürüldü!» dedi. Zübeyr, «İki meclis (.Beni Kâb bin Kureyz ve Beni Amr bin Kureyz) ne oldu?» diye sordu. Sabit, «Öldürüldüler.» dedi. Zübeyr, «Ey Sabit! Senin katındaki iyiliğimin hakkı için senden dilekte bulunuyorum. Beni kavmime ilhak eyle. Allah'a yemin ederim, bundan sonra yaşamakta artık bir hayır yoktur. Ben sabredemem. Allah rızası için nasihatçı bir kişinin Ölümü şeklinde beni öldür ki dostlarıma yetişeyim» dedi. Böylece Sabit onu getirdi ve boynu vuruldu. Hz. Ebubekir'e «Ki dostlarıma yetişeyim» sözünü ilettiklerinde o, «Allah'a yemin ederim, cehennemde ebedî kaldıkları halde onlara yetişecektir» dedi.
SeLma binti Kays, Munzir'in annesi, Selik bin Hays'm kızkar-deşi ve Rasûlullah'ın da süt halalarından birisiydi. Rasûlullah ile beraber iki kıbleye namaz kılmıştı. Kadınların biat ettiği şekilde Rasûlullah'a biat etmişti. O da Rifaa bin Şemval el-KUrayzî'yi Rasûlullah'tan istedi ve şöyle dedi «Babam ve anam sana feda olsun ya Rasûlellah! Bana Rifaa'yı hibe et. O «Ben namaz kılacağım ve deve eti yiyeceğim» diyor.» Bunun üzerine Hz. Peygamber Rifaa' yi hibe etti ve o da Rifaa'yı ölümden kurtardı.
Beni Kureyza'dan olan ve kaslarında tüyler biten erkeklerin tamamı Öldürüldü. Kadınlara gelince bir kadından başkası öldürülmedi. Onun da ismi Lebabe idi ve El-Hatem'ul-Karezi'nin hanımıydı. O, Hallak-bin Suveyd'i, üzerine bir el değirmeni taşını atarak öldürmüştü. Bundan dolayı Öldürüldü.
Sonra Allah'ın Rasûlü Beni Kureyza'nın mallarını, kadınlarını ve çocuklarını müslümanlara taksim etti. O günde atlılara iki, yayalara iki pay verildi ve o ganimetten humus da çıkarıldı. Ata iki pay, süvariye de bir pay veriliyordu. O savaşta altı adet at vardı. İlk defa ata iki pay verilen ganimet malı budur. İbn İshak'ın dediğine göre bundan humus (beşte bir) de çıkarılmıştı. Sonra Allah'ın Rasûlü, Sa'd bin Zeyd'ü-Ensari'yi —ki Beni Abdul-Eşel'-di— onların esirlerinden bir kısmıyla beraber gönderdi. Onların esirleri de yediyüzelli taneydi. Onları Necd'e gönderdi. Sonra onları at ve silahla değiştirdiler.
Rasûl-ü Ekrem kendisi için onların kadınlarından Reyhane binti Amr'ı ayırmıştı. Ve ölünceye kadar bu cariye onun mülkünde idi. Hz. Peygamber onunla evlenmeyi ve perde arkasına almayi arzetti. Fakat o kabul etmedi. O da: «Ey Allah'ın Rasûlü! Beni mülkünde cariye olarak bırakman, benim için de senin için de daha hayırlıdır» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu cariye olarak aldı. Esir edildiğinde yahudi dininden dönmek istemedi.
Hz. Peygamber, Beni Kureyza'nın işini bitirdikten sonra Sa'd bin Muaz'm yarası deşildi. O da şehit olarak vefat etti. Melekler onun ruhuyla müjdelendiler. Allah'ın arşı onun için sallandı. En* sar'dan biri onun hakkında; «Allah'ın arşı ancak Ebu Amr Sa'd bin Muaz için sallanmıştır» dedi. [25]
«Ey Peygamber! Eşlerine söyle...»
Bu ayetteki «Dünya hayatımdan maksat, zenginliğe ve çeşitli nimetlere varmakdır. «Dünya hayatının süsü»nden maksat da onun aldatıcı parlaklıklarıdır.
Metindeki «Tealeyn» fiili ise «Kendi iradenizle yönelip gelin, Allah ve Ahiret yurduna rast olun» anlamında kullanılmıştır.
«Boşanma mut'ası» boşanma bedeli demektir. Bu bedel ken dişiyle cinsi ilişki kurulmayan ve akidde de kendisine herhangi bir mehr belirtilmeyen kadınlar için, Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre vaciptir. Diğer boşanan kadınlar için ise müstehabtır. Zühri «İki muta vardır. Birincisi, sultan onunla hükmeder. Onu vermek mecburiyeti vardır. Tabii bu da kadına herhangi bir şey takdir edilmezden ve kadınla cinsi ilişki kurulmazdan önce boşanırsa böyledir. İkincisi muttakilen üzerine haktır. Kim mehri belirttikten ve kadınla cinsi ilişki kurduktan sonra onu boşarsa ona muta vermek kendisine hak olur» demektedir. Bir kadın meşhur Kadı Şureyh'e muta hususunda müracaat etti. Kadı Şureyh de onu bo-şayan kişiye «Eğer muttakilerdensen ona muta ver» dedi. Onu zorlamadı (yani zorla vereceksin demedi).
Bu ayetin sebebi nüzulü şu idi: Allah Rasûlü'nün hanımları peygamberden ziynet ve fazla nafaka istediler. Nitekim İmam Ah-med, Müslim, Nesei, İbn Merduveyh've Ebu Zubeyr tankıyla, Ca-bir'den meselenin böyle olduğuna dair rivayette bulunmuşlardır.
İbn Cerir ve Ukbe İbn Ebi Hatim'in Katade ve Hasan'dan rivayet ettikleri habere göre tahyir ayeti indiği zaman Rasûlullah' m nikâhı altında dokuz hanım vardı. Evvelâ Aişe'den başladılar. Hz. Aişe Allah Ve Rasûlü'nü, Ahiret Günü'nü seçtiğinde Rasûlullah' in yüzünde sevinç belirdi. Bütün kadınlar bu hususta Hz. Aişe'ye uydular. Rasûlullah onları muhayyer bıraktığında, onlar da Allah ve Rasûlü'nü Ahiret yurdunu seçtiklerinde, Allah bu hususta onlara takdir kabilinden şu ayeti indirdi: «Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek veya bunları başka eşlerle değiştirmek helâl değildir .İsterse güzellikleri çok hoşuna gitsin. Artık başka kadınlar alamazsın. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç. Allah her şeyi gözetleyicidir.» (Ahzab : 52) [26]
İbn Sa'd, Amr bin Said'den, o babasından o da dedesinden şöyle rivayet ediyor: «Rasûl-ü Ekrem kadınlarım muhayyer kıldı. Onlar da Allah ve Rasûlü'nü seçtiler. Ancak el-Amiriyye kabilesinden olan hanım, boşanmayı ve kavmini tercih etti. Bu hanım Ra-sûlullah'ın vefatından sonra «Ben şaki bir kadınım» derdi. Koyun fışkılarım toplar, satardı. Rasûlullah'in. hücrelerine girmek istediği zaman «Ben o şaki kadınım» derdi.»
İbn Cennah'tan da rivayet edildiğine göre, Amiriyye hariç diğer kadınların hepsi Allah Rasûlü'nü ve Ahiret yurdunu tercih et tiler. O ise bu hadiseden sonra aklını kaybetti ve ölünceye kadar deli kaldı.
Bazı rivayetlerde, İbn Cübeyr'den «Himyeriye'den başkası Peygamber'i seçtiler» denilmiştir ki Himyeriye'den maksat da yine Beni Amr'dan olan o kadındır. Hz. Aişe ve Ebu Cafer'den gelen rivayete göre bu tahyir, Rasûlullah hanımlarını yirmidokuz gün (yani bir aylık bir zaman) için terkettikten sonra meydana gelmiştir.
İmam Fahreddin Razi bu ayet üzerine birçok mesele saymaktadır:
1- Rasûlullah'tan sadır olan tahyir, Rasûlullah'a vaciptir. Çünkü bu, peygamberliği tebliğ etmekdir. Manen de «Emir vü-cubu gerektirir» dediğimiz takdirde yine vaciptir. Bu vacibi yerine getirmesi lâzımdır.
2- Eğer Rasûlullah'ın bütün hanımları veya onlardan biri dünyayı seçerse, zahire göre Hz. Peygamber'in onu boşaması vacip olur. Çünkü Hz. Peygamber'in sözünde hulfetmesi caiz değildir.
3- Zahire göre dünyayı seçen kadın peygamberden boşandıktan sonra peygamberden başkasına haram olmaz. Başkasıyla evlenebilir.
4- Zahire göre bu hanımlardan Allah'ı ve Allah'ın Rasûlü' nü seçeni ve Ahiret yurdunu tercih edeni, Hz. Peygamber'in boşanması haramdır. Çünkü bu, peygamberliğin yüksek mertebesine uy-
düşmez.
«Ey Peygamberdin kadınları!..»
Bu hitap zevcatı tahiratadır. Onların şanının yüceliğini belirtmek, onlara yapılan nasihata önem vermek içindir. Burada ve da-ha sonra gelen ayetlerde Rasûlullah'a izafe edilmelerinin nedeni, ahkâmın bu nokta üzerinde cereyan etmesinden ileri gelmektedir.
Ebu Hayyan'a göre «Açık fahişenden zina kastedilemez. Çünkü Hz. Peygamber'in hanımlarının zina etmesinden, Peygamber masumdur. «Fahişe» kelimesi burada açıklıkla vasıflandırılmıştır. Oysa zina gizlidir.
Mukatil'e göre Kıyamet'te azabı katmerli olacaktır. Katade' ye göre ise hem dünyada hem de Ahiret'te. Meselâ o günahı başka bir kadın işler ve bir gün ateşte kalırsa, Peygamber zevcelerinden birisi işlediği takdirde iki gün kalacaktır. Başka bir kadın işler ve ona bir had düşerse, peygamber kadınlarından birisi işlediği takdirde iki had düşer.
Azabın katmerleşmesinin sebebi, onlardan sadır olan günahın daha fazla çirkin olmasından üeri gelmektedir. Çünkü günah işleyenin fazileti ve ona verilen nimet ne kadar fazla ise, günah da o nisbette artar. Peygamber zevcelerinin faziletleri ve onlara peygamberin hanedanında durma nimeti herkesin malûmudur. Bundan dolayı hür bir insanın haddi, köle bir insanın haddinin iki mislidir. Peygamberlerin, diğer insanların işledikleri takdirde kı-nanamayacakları bir işi işlemeleri halinde kınanmaları da bundan ileri gelir. Alimin işlediği bir şeyden aldığı cezayı, aynı şeyi işleyen cahil almaz. Çünkü bilen, bilmeyen gibi değildir. [27]
31- Sizden kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder ve yararlı iş yaparsa, ona da mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz ona bol bir rızık hazırlamışizdır.
32- Ey Peygamberin hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız sözü yumuşak söylemeyin. Ki kalbinde hastalık bulunan kimse yanlış bir umuda kapılmasın. Güzel ve münasip sözler söyleyin.
33- (Ey Peygamber hanımları!) Evlerinizde (vakar ile) oturun! Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp-saçılıp, ziynet yerlerini göstererek yürüdükleri gibi yürümeyin! Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Ey ehli bey t! Allah sizden şek ve şüpheyi gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.
34- (Ey Peygamberin hanımları!) Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah (her şeyin iç yüzünü) bilendir ve (her şeyden) haberdar olandır.
35- Şüphesiz ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar,
mümin erkekler ve mümin kadınlar, taatte bulunan erkekler ve taatte bulunan
kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar,
sabreden erkekler ve sabreden
kadınlar, Allah'tan korkan erkekler ve Allah'tan
korkan kadınlar, sadaka
veren erkekler ve sadaka veren
kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan
erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar,
Allah'ı çokça zikreden erkekler ve
Allah'ı çokça zikreden kadınlar; İşte Allah bunlara büyük
bir mağfiret ve mükâfat hazırlamıştır.
(31-35) “Sizden kim
Allah’a ve Rasulü’ne…”
Bu ayetlerin Tefsiri
“Yeknut” fiili korkmak
demektir. “Salihen” kelimesi de namaz, oruç, hac, zekat gibi salih ameller
demektir. Bazıları “Yeknut” fiilini taat ile tefsir etmişlerdir. O zaman mana
“Kim Allah’ın Rasulü’ne itaat eder ve Allah için salih amelde bulunursa, ona
ecrini iki defa veririz.” şeklinde olur.
Allah’ın burada
zikredilmesi, peygamberleri tazim içindir. Yani peygambere yapılan taat
Allah’ın taatından ayrılmaz.
Onlara ecirlerinin
katmerli olarak verilmesinin nedeni, Allah katındaki şereflerinin yüksek
oluşundan ileri gelir. Bu şeref insanların en hayırlısı olan Hz. Muhammed’e
nisbet edildiklerinden neşet etmiştir.
Ayetin zahirinden
anlaşılıyor ki sadece Rasulullah’ın hayatındaki salih amellerinden dolayı değil
de peygamberden sonra işledikleri amellerden dolayı da katmerli mükafat
alacaklardır. Bazı müddekkikler, “Bu iki ecrin biri taaten dolayı, diğeri de
kanaat etmek, güzel muaşeret yapmak suretiyle peygamberin rızasını kabul
ettiklerinden veya taleplerinden dolayıdır.” Demiştir. El-Bahr’da “Ecrin
katmerleşmesinin sebebi budur.” Deniliyor. Bu yoruma bakılırsa onların
Rasulullah'ın vefatından sonra işledikleri amel-lerden dolayı iki ecir
almayacakları anlaşılmaktadır.
[28]
«Ey Nebinin hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsv niz», yani sizin herhangi biriniz kadınlardan herhangi bir şahıs gibi değildir. Yani sizden herhangi biriniz kadınların herhangi bir ferdinden daha üstündür. Çünkü siz Peygamber'e zevce olmak şerefini elde etmişsiniz. Müminlere anne olmak şerefine nail olmuşsunuz. Veya siz kadın cemaatlerinden herhangi bir cemaat gibi değilsiniz. Yani kadınlar cemaat cemaat sayılsa onların içinde fazilette size eşit olan bir cemaat bulunmaz. Mânâ böyledir. Zira «Ehad» kelimesi bazen «Müteaddit» mânâsında da kullanılır. Mânâ Rasulullah'ın hanımlarının başkasının hanımlarından üstün olmasıdır. Yoksa her hanımı diğer kadınların her ferdinden üstündür demek değildir. Çünkü siyaktan bu kastedilmediği gibi lâfzın zahiri de buna imkân vermemektedir.
Bazıları da birinci yoruma şu şekilde itiraz etmişlerdir: Eğer Rasulullah'ın her hanımı diğer hanımların her ferdinden üstün olursa onların Hz. Fatma'dan da üstün olmaları gerekir. Halbuki durum böyle değildir.
Bu itiraza şu şekilde cevap verilmiştir: Rasulullah'ın hanımlarının müminlerin anneleri ve Rasulullah'ın zevceleri olmak haysiyetiyle Hz. Fatma'dan üstün olmaları, Hz. Fatma'nın diğer özelliklerinde onlardan üstün olmasına ters düşmemektedir Meselâ RasûluUah'tan bir parça olmak haysiyetiyle Hz. Fatma hem zev-catu tahirattan hem de dört halifeden üstündür.
«Eğer saTcırtırsamz» cümlesi onların diğer hanımlardan üstün solmalarının şartıdır. Eğer Allah'ın hükmüne muhalefet etmekten, Rasûlullah'in rızasına ters düşmekten sakınırsanız o zaman âlemdeki Kadınlardan üstünsünüz. Yani bu şekilde sakınmak suretiyle ancak bu mertebeyi elde etmiş olursunuz.
Bu ayet, zevcatı tahiratı diğer kadınların meylettiklerine meyletmeyi bırakmaya tehyic etmek içindir. Veya bu cümle şarttır, cevabı da «Sakın sözü yumuşak söylemeyin» cümlesidir. O zaman ittika şer'i mânâ ifade eder. El-Bahr'da «Bu takdirde ittika, istikbal mânâsını ifade eder» denilmektedir. Yani siz herhangi bir kimse ile karşı karşıya geldiğinizde sakın sözü yumuşak söylemeyin! Ayeti bu şekilde tefsir etmek daha beliğ bir mânâ ifade eder. Çünkü Cenab-ı Hak bu takdirde onların fazüetli olmalarını takvaya ve onların yumuşak konuşmalarına bağlamıyor. Yani onlar haddi zatında takva sahibidirler. Eğer Allah onların faziletini, üstünJ'ik-lerini takvaya bağlasaydı, insanın zihnine ayetin zahirinden «Onlar esasen takva sahibi değildirler» gibi bir vehm gelebilir. Fakat takvayı istikbal etmek mânâsına kullanmak her ne kadar lügat bakımından doğru ve Kur'an'da da birçok ayette varid olmuş ise de bu ayete uygun değildir. Çünkü takvanın bu mânâda kullanılması ancak korunmada kullanılan bağlaçla beraber kullanılır. Meselâ yüzüyle, eliyle korudu gibi. Burada böyle bir şey yoktur. Ze-mahşeri, «Eğer sakınırsanız cümlesi şarttır. Sakın yumuşak söz söylemeyin cümlesi de onun cezasıdır» demiştir. Yani siz takvayı murad ediyorsanız veya muttaki kimseler iseniz, size sual soranlara şüpheli ve namus dairesinden çıkmış kadınlar tarzında kadı-nımsı ve yumuşak sözünüzle cevap vermeyin. Yabancı kimselerle konuşmanız yumuşak ve ince olmasın. Hz. Feygamber'in zevcelerinin Peygamber'den sonra ümmete nikâh edilmeleri haram olmasına rağmen bu onlardan istenmektedir.
Peygamber'in zevcelerinden rivayet ettiklerine göre onlar, erkeklerle konuştukları zaman ellerini ağızlarına koyar, seslerini değiştirirlerdi. Sesin yumuşak ve gönül alıcı bir şekilde çıkmasından korkarlardı.
Kocası hariç, kadının yabancılarla kalın bir sesle konuşması İslâmiyet'te de cahiliyette de kadınların güzel davranışlarından biri olarak kabul edilmiştir. Nitekim onların mal hususundaki cimrilikleri de korkaklıkları da özelliklerinden sayılmıştır.
«Kalpteki hastalık»tan maksat, fücur ve zinadır. İbn Abbas ayeti bu şekilde tefsir etmiş ve ona dair A'şa'nm şiirini delil getirmiştir. Yani kalbinde şehvet, zina şehveti veya zina niyeti olan bir kimseyle yumuşak konuşursanız, o tamah sahibi olabilir, fikrini bozabilir.
Katade «Hastalık» kelimesini münafıklıkla tefsir etmiştir. Yani siz yumuşak konuşursanız kalbinde nifak olan kimse ümitlenebilir.
Îbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim, Zeyd ibn Ali'den şöyle rivayet ederler: «Buradaki hastalık iki kısımdır. Biri zina hastalığı, diğeri nifak hastalığı.»
«Maruf bir söz söyleyin», yani güzel, şekten-şüpheden uzak, hiç kimseye ümit vermeyen bir söz söyleyin. [29]
«Evlerinizde oturun» ayetinde Cenab-ı Hak, Peygamber hanımlarına evlerine kapanmalarını, zaruret olmaksızın ayrılmamalarını emretmektedir. Bu, bütün kadınlardan istenen ilâhi bir emirdir. Tirmizi, Bezzar, îbn Mesud'dan şöyle rivayet ederler. Allah'ın Ra-sûlü şöyle buyurdu: «Kadın avrettir. Evinden çıktığı zaman şeytanlar onu gözetir. Rabbinin rahmetine en yakın olduğu zamanı evinin içinde bulunduğu zamandır.»
Bazı kadınların evlerinden çıkmaları haram olur. Fitne büyüdüğü zaman kadınların kabir ziyareti için çıkışları da böyledir. Koku sürdükleri, süslendikleri zamanki çıkışları gibi çıkışlar büyük günahtır. Tabu fitne mutlak ise durum böyledir. Ama fitne zan-nedilirse çıkış haramdır, fakat büyük günah değildir. Hacca git inek, anne ve babasını, hastayı ziyaret etmek, akraba ve velilerin taziyesine gitmek caiz olan çıkışlar bazı şartlara bağlıdır. Bu şartlar fıkıh kitaplarında zikredilmiştir.
Cenab-ı Hak bu ayette «Evler» mânâsına gelen «Buyut» kelimesini Rasûlullah'ın hanımlarının zamiri olan «Kunne» zamirine izafe etmektedir. Çünkü o evler onların mülküdür. Bu durumu hafız Muhammed el-Eslemi, EtTuhfe el-İsna Aşeriyye adlı kitabında açıkça belirtmiştir.
«İlk cahitiyye çağının kadınları gibi açılıp saçılmayınız». Bu ayetteki «Teberruc» Mücahid ve Katade'nin rivayetlerine göre gururlu, kınta kınta, sallana sallana yürümek demektir.
Mukatil «Teberruc'un mânâsı şudur: Kadın başörtüsünü bağ-lamaksizın başına atar, böylece gerdanlığı, kulaklarındaki küpeler ve boynu görünür. Bütün bunlar ortaya çıkar» diyor.
Müberrid «Örtünmesi gereken güzelliklerini ortaya dökmek demektir» demektedir. Leys ise, «Kadın, yüzündeki, vücudundaki güzel yerlerini ortaya çıkarırsa bu teberruc olur» demiştir.
Bazıları «Büyükçe ve güzel göz», bazıları da «Köşk ve kasr mânasına gelir» demiştir. Kadının teberruc etmesi, köşkünden, kasrından dışarı çıkması demektir.
Cahiliye çağındaki kadınlar gibi açılıp saçılmayın demektir. İlk cahiliyetten maksat, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Hakim, İbn Merduveyh ve Beyhaki'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre Hz. Nuh ile Hz. İdris arasıdır. Bin senelik bir zamandır.
«Önce» demek olan «üîâ» kelimesi burada kullanılmıştır. Çünkü tekaddüm vardır. Rasûl-ü Ekrem'in ümmetinden öncedirler.
Zemahşeri «İlk cahiliyyetten, İslâm'dan önceki küfür cahili-yeti de kastedilmiş olabilir» diyor. Diğer cahiliyet ise İslâm'daki fısku fücur cahiliyetidir. İbn Atiyye «Bana görünen şudur: Önce-ki cahiliyetten maksat, peygamber zevcelerinin özelliği olan cahi-liyetleriydi. Allah onlara bu cahiliyet dönemlerindeki ahlâklarından vazgeçmelerini istiyor» demektedir.
Müslim, Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi şöyle rivayet ediyorlar:
«Allah'ın Rasûlü bir sahabiyi Arap olmayan annesinden ötürü kınayan Ebuzer'e «Ey Eba Zer! Sen kendisinde cahiliyet olan bir kimsesin» demiştir.»
İbn'ul-Esir «Bu cahiliyetten maksat İslâm'dan önceki Arapların hasletleridir» diyor. [30]
«Rasûlullah'm Ehli»nden kimin kastedildiği hususunda ihtilaf edilmiştir. Sa'lebi «Rasûlullah'ın ehli ile, Beni Haşim'in bütün erkek ve kadınları kastedilmektedir» demiştir. Fakat zahire göre burada Beni Haşim'in müminleri kastedilmektedir. Hanefiler nez-dinde «âl» kelimesinden kasıt mümin yakınlardır.
Şafü'lerden bazıları «Ehli beytten maksat, Rasûlullah'ın mümin olan Beni Haşim ve Beni Mustalik'teki akrabalarıdır» demişlerdir. Ragıb'a göre ehli beyt mutlak olarak peygamberin ailesi hakkında şöhret bulmuştur. Kişinin ailesi, Kamus'ta geçtiği gibi kavmi, en yakın kabilesidir. Ragıb başka bir yerde «Ehl-i beyt peygamberin âlinde şöhret bulmuştur» der. Zeyd bin Erkam'm Müslim tarafından rivayet edilen sözünde bildirildiğine göre kendisine «Acaba Peygamberdin hanımları ehli beytinden midir?». O da «Hayır! Allah'a yemin ederim, değildirler. Çünkü kadın, kişiyle bir zaman durur. Sonra kişi kadını bosar, kadın babasının veya kavminin hanesine gider. Peygamber'in ehli beyti onun aslı ve yakın akrabalarıdır. O akrabalar ki onlara sadaka (zekât) Peygam-ber'den sonra haram kılınmıştır» diye cevap verir.
Şiilerden bazıları «Ehli beyt ile istek taş ve topraktan yapılmış hane kastedilsin, ister akrabalık hanesi kastedilsin, âmrr.'dır» derler. Eğer soy evi kastedilirse umum olması zaten açıktır. Eğer taş, toprak ve odundan yapılmış ev kastedilirse cariyeler ve hizmetkârlar da ehli beyte dahil olurlar, zira böyle bir evde onlar da otururlar.
Tirmizi, Hakim, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir, İbn Merduveyh ve Beyhaki Sünen'inde birçok tankla Ümmü Seleme'den şöyle rivayet ediyorlar. Ümmü Seleme diyor ki: «Bu ayet benim evimde nazil oldu. Benim evimde o zaman Hz. Fatma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vardı. Rasûl-ü Ekrem onların üzerlerini bir aba ile kapatmıştı. Sonra: Bunlar benim ehli beytimdir, onlardan ricsi gider onlart tertemiz kıl» diye dua etti.»
Rasûlullah'ın Hz. Ali, Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i abası altına soktuğuna ve Hz. Peygamber'in «Yarab! Bunlar benim ehli beytimdir» demesi, onlara dua etmesi ve Ümmü Seleme' yi abanın altına sokmamasına dair gelen haberler sayılamayacak kadar çoktur. Bu haberler ehli beytin umumunu tahsis etmektedir. Beyt, ister çamur ve ağaçlardan yapılmış ev, isterse soy evi olsun. «Ehli beyt»ten maksat abanın altına girenlerdir. Onlara Peygamber zevceleri girmez. Şiilerden Abdullah el-Meşhedi de onların girmediğini söylüyor. «O Beyt»ten maksat peygamber beytidir. Şüphe yok ki ehli beyt lûgatta kadınları ve hizmetçileri de kapsamaktadır. Fakat bu lûgavi mânâ, bu genişlik kastedilme-mektedir. Binaenaleyh ehli beytten maksat âl-i abadır. Onlar aba hadisi kendilerini tahsis etmiş kimselerdir.
«Buyut» kelimesinin «Buyutikunne» lâfzında çoğal, ehli beyt-teki «Buyut» kelimesinin ise tekil getirilmesi, evlerin o evin gayrisi olduğuna delâlet eder.
Bazıları «Beytten maksat hem mesken olan beyttir, hem de soy beytidir. Bunun ehli ise hem soy hanesinden olanlar hem de çamur ve odundan yapılan haneden olanlardır. Bu yorumda hakikat ve mecaz biraraya getirilmiştir. Binaenaleyh zayıftır» demektedirler.
İbn Hacer, «Değişik rivayetlerin bir kısmı sahih olduğu takdirde bu ayetin iki defa nazil olmasına hamledilmesi gerekir» diyor. Bazen Rasûi-ü Ekrem kendisi ile arasında nesebi akrabalık olmayan kimseleri de ehli beyte dahil etmiştir. Meselâ Selman-i Farisi gibi. Rasûl-ü Ekrem, «Selman bizdendir, ehli beyttendir» buyurmuştur.
Sahih bir rivayete göre Vasile; «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben de senin ehlinden miyim?» dediğinde Hz. Peygamber: «Sen de benim ehlimdensin!» dedi. Vasile bunun üzerine; «Rasûlullah'ın bu sözü benim kuvvetli ümidimdir» demiştir.
İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Tabarani, Said el-Hudri'den şöyle rivayet etmektedirler: «Rasûl-ti Ekrem, «Bu ayet beş kişi hak* kında nazil olmuştur. Benim, Ali'nin, Fatma'nın. Hasan'ın ve HUseyin'in» buyurdu.» Bu hadiste ehli beytin bu beş kişi olduğu hususunda mutlak bir hasr yoktur. Sayıya gelince, onun mefhumu muhalifi yoktur. Yani beş kişiye bir altıncı kişinin girmeyeceğine dair bir şey yoktur. Umulur ki Rasûl-ü Ekrem'in sadece bu beş kişiyi sayması, onların bu genel mânâya girenlerin en üstünleri öluslarındandır. Eğer hadis sahih ise durum böyledir: Zannıma göre hadis sahih değildir. Çünkü esbabı nüzul hakkında tetkik et-tiğim sahih hadislerde bu ayetler hakkında Rasûlullah'ın böyle bir şey söylediğini görmedim. Ehl-i beyt tefsirini daha fazla bilenler bu şekilde yorumlamışlarsa El-Meşhedi'nin daha önce «Hizmetçiler, köleler ve cariyeler de ehli beyte giriyorlar» demesi bertaraf edilmiş olur. Çünkü onlar daima tebeddül ve tahavvul mahrecindedir-ler. Birisinin mülkünden başkasına, hibe etmek, satmak suretiyle geçebilirler. Evin mesalihlerini yerine getirmek, emirlerine itmam vermek onlar için vazife değildir. Ancak onlara emredilirse bunu yaparlar. Onları Peygamber zevcelerinin safına sokmak, hepsinin beyte nisbetinin eşit olduğunu söylemek herhangi bir insaf sahibi tarafından kabul edilebilecek bir durum değildir. Ancak bir insan zoraki olarak bunu kabullenebilir.
Ehli sünnetten bazıları «İrade burada muhabbet mânâsında» dır. Çünkü eğer iradeden hakiki irade --ki onun tahakkuku yanında fiil tahakkuk eder— kastedilirse, ehli beytten olan herkesin Kıyamet'e kadar her günahtan mahfuz olması gerekir. Halbuki görünen bunun hilafıdır.«.E7ıZi beyt sadece abanın altına girenlerdir» veya «On iki imamdır» şeklinde sözler herhangi bir delile istinad etmemekte, dayanmamaktadır.
Bazı alimler, ehli abanın bu ayetin nüzulüne girmediğini, ancak Hz. Peygamberdin onları şerefli duasıyla bu gruba dahil ettiğini iddia etmişlerdir. Fakat bu iddia da zayıftır.
Alusî şöyle der: «Bana göre ehli beytten maksat, Rasûlullah ile fazla ilgisi olan kimselerdir. Kuvvetli ve yakın bir ilgi ile Peygamber'e bağlı olanlardır. Öyle ki Peygamberle biraraya gelme, leri, Peygamberle birlikte aynı evde oturmaları Örfen çirkin sayılmayan kimselerdir. Öyleyse Rasûlullah'tn hanımları da, Hz. Fatma, Hz. Ali ve iki oğlu da buraya girerler. Bir de Hz. Ali, Rasûl-ü Ekrem'in akrobasiydi, evinde ve himayesi altında yetişmişti. Hiçbir zaman Hz. Peygamber'den ayrılmamıştı. Hz. Peygamber ona küçükken evlâdı gibi, büyüdükten sonra da damadı ve kardeşi gibi muamele etmiştir. Bu takdirde irade hakiki mânâsında kullanılmıştır. Onun peşinde hemen irade edilen fiil meydana gelir. Ayet ehli beytin masum olduğuna delâlet etmez. İster ayet indiği za-mandakiler, isterse onlardan sonrakiler olsun. Onların günahlar, dan mahfuz olduklarına da delâlet etmez. Çünkü emir, nehy ve benzerleri, ricsi silmek ve tertemiz yapmak için tevcih edilebilir. Yalnız bu ayet onların amellerinin makbul olmasına, o amellerin arkasında büyük eserlerin oluştuğuna kesinlikle delâlet eder. Bu ehli beytin özelliğidir ve diğerlerinde olmayan üstünlükleridir. Çünkü ehli beytten olmayan zatlar, hesaplardan çekildikleri, emirleri yerine getirdikleri zaman amelleri makbuldür, bir kesinlik elde edemezler. İşte bunun için biz ehli beytten olan abidlerin fiilen abidlerden hâl bakımından daha üstün olduğunu, ahlâk bakımından daha güzel, nefis bakımından daha tertemiz olduğunu görüyo. ruz!» [31]
«Allah'ın ayetlerinden ve hikmetlerinden sizin evlerinizde okunanı hatırlayın»; yani mev'ize yoluyla insanlara zikredin. Veya onu daima tekrar edin ve evlerinizde okunanı unutmayın! Allah'ın ayetlerinden maksat, Kur'an, hikmetten maksat ise sünneti seniyye-dir. Nitekim İbn Cerir ve başka müfessirler Katade'nin hikmeti «Peygamber nasihati» şeklinde tefsir ettiğini rivayet ediyorlar. Ata İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Mushafta hikmet yerine simu net kelimesi vardı. Allah'ın ayetlerinden ve sünnetten evinizde okunanı hatırlayın veya hatırlatın. (Bunu Muhammed bin AbduL kerim Şehristani, Mefatih'uUEsrar isimli tefsirinin bağlangıcında zikretmektedir).» Bir grup «Ayetlerden maksat, Kur'an olduğu gibi, hikmetten de maksat Kur'an'dır» demiştir. Hikmetten maksadın Kur'an olması «Yutla (okunan)» tabirine daha uygun düşmektedir. Yani Allah'ın, peygamberlerin doğruluğuna delâlet eden açık ayetleri ile bütün ilimler ve sistemlerin fenlerini kapsayan Kur'an'ı, Kur'an'dan okunanı hatırlayın veya hatırlatın. Cenab-ı Hak burada onu okuyanın kim olduğunu belirtmiyor ki Cebrail' in, Hz. Peygamber'in, hanımlarının ve başkalarının da Öğretmek ve öğrenmek bakımından okumasını da kapsasın.
Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar (yani Allah'ın hükmüne boyun eğenler veya emirlerini Allah'a tevfiz eden erkek ve kadınlar) iman eden erkekler ve iman eden kadınlar (yani tasdik edilmesi gerekeni tasdik eden erkek ve kadınlar, taatlere devam eden erkekler ve doğru olan kadınlar, (veya söz ve amellerinde doğru olan erkeklerle doğru olan kadınlar veya İbn Ebi Hatim'in îbn Cübeyr'den rivayet ettiği gibi imanlarında doğru olan erkekler ve doğru olan kadınlar) şiddetli emirleri ve ibadetleri yerine getirmekte, isyanlardan kaçmakta sabır gösteren erkekler ve kadınlar, Allah'a kalpleri ve azalarıyla tevazu gösteren erkeklerle tevazu gösteren kadınlar (veya namazda iken sağlarında ve sollarında kimin olduğunu bilmeyen, kendilerini tamamen namaza kaptıran erkekler ve kadınlar). Farz veya nafile sadakayı veren erkekler ve kadınlar. Farz veya nafile oruç tutan erkekler ve kadınlar. Allah'ın razı olmadığı şeylerden iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar. Allah'ı dil ye kalpleriyle çokça zikreden erkekler ve ka-duüar... Allah onlara bahsi geçen sıfatlan kazamp elde ettiklerin. den dolayı küçük günahlarını affetmek şeklinde mağfiret hazırlamıştır. Çünkü salih amellerle küçük günahlar affolunur. Ve büyük bir ecir; taatlerin üzerinde oldukları, amel ettikleri için onlara büyük bir ecir hazırlamıştır.
Bu ayet hem Rasûlullah'ın pak zevcelerine, hem de bu sıfatlara sahip olan diğer hanımlara bir müjdedir.
Abdurrezzak, Said bin Mensur, Abd bin Humeyd, İbn'ul-Mun-zir ve İbn Ebi Hatim, Mücahid'den şöyle rivayet ediyorlar:
«Kişi Allah'ı ayakta iken, otururken, yatarken zifiretmedikçe Allah'ı çokça zikredenlerden olmaz.»
Ebu Davud, Nesei ve İbn Mace, Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler: «Rasûl-ü Ekrem şöyle buyurdular: «Kişi hanımını geceleyin uyandırır ve ikisi kalkıp iki rekât namaz kılarlarsa, o gece onlar Allah'ı çokça zikreden erkekler ve çokça zikreden kadınlardan olurlar.»
Bazıları «Allah'ı zikretmekten maksat, onun nimetlerini hatırlamak ve hatırlatmaktır» der. Bu, îkrime'den rivayet edilmiştir.
îmam Ahmed ve Nesei, Ümmü Seîeme'den şunları rivayet ediyorlar: «Ümmü Seleme validemiz şöyle buyurdular: Rasûl-ü Ek-rem'e «Biz kadınlara ne oluyor ki bahsimiz hiç Kur'an'da geçmiyor? Erkeklerin bahsi geçtiği gibi hiç bizden bahsedilmiyor?» diye sordum. Fakat Rasûl-ü Ekrem'den herhangi bir cevap almadım. Ancak bir gün minber üzerinde bu ayeti okuduğunu işittim^
Bazı rivayetlere göre bu suali soran Ümmü Seleme değil Ümmü Ammare el-Ensariye'dir. Bu hanım Rasûlullah'a vardı ve «Ne oluyor ki her şeyi erkekler için görüyorum? Hiçbir sıfatla, hiçbir şeyle kadınların Kur'an'da zikredildiğini görmüyorum?» dedi ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.Bizi hiçbir şeyle rine ayet nazil oldu.» [32]
36- Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdikleri zaman mümin erkekle mümin kadın için kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve peygamberin hükmüne aykırı olanı seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse şüphesiz o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır.
37- (Ey Rasûlüm!) Hatırla o zamanı ki sen Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de kendisine ihsanda bulunduğun kimseye «Eşini (Zeyneb'i) nikâhında tut ve Allah'tan kork» diyordun. Nefsinde ise Allah'ın açığa vuracağı şeyi saklıyordun. İnsanların (dedikodusundan) korkuyordun. Oysa Allah kendisinden korkmana daha lâyıktır. Şimdi madem ki Zeyd o kadından (Zeyneb'ten) ilişkisini kesti, ve biz de onu sana eş olarak verdik ki oğullarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri eşler, müminler üzerine günah olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.
38- Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyde peygambere bir günah yoktur. Bundan önce de geçen peygamberler hakkında Allah'ın sünneti (adeti) böyledir. Allah'ın emri her halükârda yerini bulan bir kaderdir.
39- O peygamberler ki Allah'ın indirdiklerini tebliğ ederler. Ondan korkarlar. Ve Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah kâfidir.
40- (Ey müslümanlar) Muhammed erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. O, Allah'ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.
41- Ey iman edenler! Allah'ı çokça anın!
42- Sabah ve akşam O'nu teşbih edip yüceltin!
43- O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size rahmet etmekte, melekleri de (size dua etmektedirler). O müminler için çok esirgeyicidir. [33]
(36-43) «Allah ve Rasûlü bir işe hüküm...» Bu Ayetlerin Tefsiri
«Allah ve Rasûlullah'ın hüküm vermesi»nden maksat, Rasû-lullah'm hüküm vermesidir Allah kelimesi tazim için zikredilmiş-tir. Bu işaret eder ki Hz. Peygamber, Allah yerine kaimdir. Zira onun emirleri Allah'ın emirleri sayılır. Veya bu işaret eder ki Ra-sûlullah'm her yaptığı ancak Allah'ın emriyle olur. Zira Rasûlul-lah nevasından konuşmaz.
«El-Hiyeretu» kelimesi seçmek mânâsını ifade eder. Yani Allah'ın Rasûlü bir meselede hükmettikten sonra artık mümin erkeklerle mümin kadınlar dilediklerini ihtiyar edemezler. Onlara vacip olan Allah Rasûlü'nün emrini yerine getirmektir.
«Hiyeretu» kelimesi mastardır, tahyir kökünden gelir. Yani müminler için herhangi bir durumda Allah ve Rasûlü hüküm verdikten sonra onun hilafını seçmek imkânı ortadan kalkar. Aksine Allah ve Rasûlü'nün seçtiğini kabul etmek mecburiyeti vardır. Herhangi bir işte Allah'a ve Rasûlü'ne isyan edip, kendi görüşüyle hareket eden bir kimse, hak yolu kaybetmiştir. Tabii bu, hakkında hüküm verilen işler hususundadır. Ayet, İbn Abbas, Katade ve Mücahid'den gelen rivayete göre Rasûlullah'ın halası ve Ab-dulmuttalib'in kızı Emine'nin Cahş'tan olan kızı Zeyneb ve karde şi Abdullah hakkında nazil olmuştur. Allah'ın Rasûlü, Zeyneb'i, azâdlısı Zeyd bin Harise için istemiş ve şöyle demiştir: «Seni Zeyd bin Harise ile evlendirmek istiyorum. Ben onu senin için seçmiş bulunuyorum.» [34]
Zeyneb buna karşı çıkarak; «Ey Allah'ın Rasûlü! Ben onu kendime uygun görmüyorum. Ben kavmimin hür kadınıyım. Senin halanın kızıyım. Bunu yapamam» dedi. Bir rivayette «Ben ondan soy bakımından daha hayırlıyım» dedi ve kardeşi Abdullah da Zeyneb'e katıldı. Bu ayet nazil olduğu zaman hem Zeyneb hem de Abdullah, Zeyneb'in Zeyd'le evlenmesine razı oldular. Rasûlullah böylece Zeyneb'i Zeyd'e nikahladı. Zeyneb vekâletini Rasûlullah'a vermiş olduğu için Rasûl-ü Ekrem ona mehir olarak on dinar, altmış dirhem, bir kısrak, bir başörtüsü, bir yorgan, bir fistan, bir izar ve elli müdd yenilecek, otuz tane de sade hurma verdi.
İbn Ebi Hatim, İbn Zeyd'den şöyle rivayet eder:
«Bu ayet Ümmü Külsüm binti Ukbe b. Ebi Muayt hakkında nazil olmuştur. Bu kadın ilk hicret eden kadındı. Kendisini Hz. Peygamber'e hibe etti, Rasûl-ü Ekrem de onu Zeyd bin Harise ile evlendirdi. Hem o, hem de kardeşi hata ederek şöyle dediler: «Rasûlullah benimle evlenecek diye ben kendimi ona hibe ettim. O ise bizi kölesiyle evlendirdi.»
Fakat birinci rivayet daha kuvvetli ve daha sıhhatlidir. Zeyd bin Harise Hz. Peygamber'e varıp; «Ey Allah'ın Rasûlü! Zeyneb, bana diliyle çok şiddetli saldırıyor. Ben onu boşamak istiyorum» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona; «Hanımından ayrılma, Allah'tan kork. Onun işi hakkında Allah'ı gözet. Onun sana karşı böbürlenmesini, şiddetli dil kullanmasını ve hücum etmesini bahane edip de onu boşamak suretiyle Zeyneb'i zarara uğratma» dedi. Rasûlullah bunu söylediği zaman Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve bundan sonra da Allah tarafından Zeyneb'in kendisine zevce olarak verileceğini biliyordu. Fakat buna rağmen halkın itirazından korkarak ve «Muhammed oğlunun hanımıyla evlendi» demelerinden utanarak ona «Hanımını boşama» dedi.
«Nas» kelimesinden maksat, bütün insanlar ve münafıklardır. Fakat Allah kendisinden korkmana daha lâyıktır. Yani doğru olan, senin Allah'tan korkmandır. Her hususta Allah'ın sana mubah kıldığını işlemeli, sana izin verdiği hususlarda yürümelisin.
Bu kınama, «Hanımını boşama» dediği için Hz. Peygamber'e tevcih edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber Zeyd'in onu boşayacağını ve kendisinin de Allah tarafından onunla evlendirileceğim" biliyordu. Yani evlâyı terkettiğinden dolayı Cenab-ı Hak burada peygamberi kınamaktadır. Çünkü evlâ olanı bu meselede Rasûlullah' m sükut etmesi veya durumu Zeyd'in reyine bırakmasıydı.
Cemaa, Katade'den şöyle rivayet ediyor:
«Zeyd'in Zeyneb'i bırakmasını irade ediyordu. Fakat «Oğluna hanımını bırak diye emretti» denilerek kınanmasından korkuyordu. Onun için «Hanımını boşama, Allah'tan kork» dedi. Halbuki onu boşamasını istiyordu. İşte Cenab-ı Hak, kalbindekinin tam ak-sini açığa vurmasından dolayı onu kınamıştır.»
Kadı İyad, Katade'nin bu rivayetini «Eş-Şifa» isimli eserinde reddetmiş ve devamla şöyle demiştir: «Sakın, Rasûlullah Zeyd'e hanımım boşama dediği kaman aslında onu boşamasını istiyordu şeklindeki görüşe katılma. Rasûlullah böyle bir şeyden münezzeh' tir. Bunu söyleyen müfessirlerin çok olmasına da aldırma.»
Bazıları «Hz. Peygamber Zeyd'i Zeyneb'ten ayırmak istediğini bildikten sonra onun kalbine Zeyd'in Zeyneb'i boşama sevgisi hutur etmiştir» diyorlar. Yoksa RasûUi Ekrem'in Zeyneb'ten Ötürü Hz*, Zeyd'e herhangi bir hasedi bahis konusu değildir ve böyle bir huturda da herhangi bir mahzur yoktur. Fakat en sağlam görüş Hekim-i Tirmizi'nin Ali bin Hüseyin Zeynelabidin'den rivayet ettiği şu haberdir: «Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber'e Hz. Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını veya Zeyneb'i kendisiyle evlendireceğini vah-yetmiştir. Fakat RasûUü Ekrem bu durumu gizledi. İşte kınama bu durumdan ötürüdür.»
Zühri, Bekir bin Âla, Kuşeyri, Kadı Ebu Bekir bin Arabi ve diğer ehli tahkik olan müfessirler bu görüştedirler. Kınanmanın hulâsası şudur: «Sere Zeyneb'in senin hanımlarından olacağını biU diğin halde niçin Zeyd'e hanımını boşama dedin?» [35]
1- İbn Sa'd, Hakim ve Muhammed bin Yahya bin Hibban şöyle rivayet ediyorlar:
«Allah'ın Rasûlü, Zeyd'in evine geldi. Zeyd'i bulamadı. Zey-neb, Rasûlullah'a eve girmesini teklif etti. Hz. Peygamber eve girmedi ve dönüp giderken Zeyneb'in anlamadığı bir konuşma mırıldandı. Ancak Zeyneb, «Subhanallahilazim ,Subhanallahi musarrif ul. Kutub» (Yüce olan Allah ortaktan münezzehtir. Kalpleri evi-rip-çeviren Allah ortaktan münezzehtir) cümlesini duymuştu. Zeyd
Kıssacılarm bu kıssa hakkında iltifat edilmeyecek, kabul gözüyle bakılmayacak derecede çirkin, düşük, peygamberlik yoluna yakışmayan ve uydurma rivayetlerle dolu kıssaları vardır ki bunlara iltifat edilmez. Bunlardan iki tanesini berayi malûmat olmak kabilinden zikredelim:
eve döndüğünde Zeyneb kocasına olayı anlattı. Zeyd, Allah'ın Ra-sûlü'ne gelerek: «Ey Allah'ın Rasûlü! Kulağıma geldiğine göre sen evime gelmişsin. Niçin içeri girmedin? Acaba Zeyneb hoşuna mı gitti? Ondan ayrılayım mı?» dedi. Hz. Peygamber: {{Hanımını bo-şama. Allah'tan kork» dedi. Artık bu hadiseden sonra Zeyd, Zeyneb ile cinsi ilişkiye muktedir olamadı ve ondan ayrıldı.»
Bu tamamen uydurma bir rivayettir. Allah risalet mertebesine aykırı bu tür rivayetlerden imanımızı muhafaza eylesin.
2- Bunlardan birisi de Ali bin İbrahim'in tef şirindeki şu rivayettedir:
«Rasûlullah, Zeyd'in evine geldi. Zeyneb'in hücre ortasmda oturduğunu gördü. Zeyneb kendi değirmeniyle güzel bir koku hazırlıyordu. Rasûlullah, Zeyneb'e baktığında, «Subhane Halık'un-Nur ve Barekallahu Ahsen'ul-Halikin (Nuru yaratan Allah ortaktan münezzehtir, yaratanların en güzeli olan Cenab-ı Hak yücedir)» dedi ve dönüp gitti, Zeyd geldiğinde Zeyneb ona bu haberi iletti. Zeyd, Zeyneb'e: «Galiba sen Rasûlullah'ın kalbine girmiş oldun. Seni boşamamı ve Rasûlullah'ın seninle evlenmesini ister misin?» dedi. Zeyneb: «Korkarım ki beni boşadzktan sonra Rasûlullah benimle evlenmez» dedi. Bunun üzerine Zeyd, Rasûlullah'a varıp, «Zeyneb'i boşamak istiyorum» dedi. Rasûlullah Zeyd'e Cenab-ı Haklan bize Kura'n'da bildirdiği şu sözleri söyledi: {(Hanımını boşama. Allah'tan kork!»
Bu da uydurma rivayetlerden biridir. Bu konuda gerekli tahkiki yapanlar, bunların aslı astan olmadığını anlayacaktır.
Şerh'ul-Mevakıf'ta şöyle denilir: «Bu kıssa Rasûlullah'ın kendisinden uzak tutulması, korunması gereken kıssalardan biridir. Şayet bu kıssa sıhhatli ve doğru ise kalbin meyletmesi insanın kudreti dahilinde değildir. Bununla beraber Cenab-ı Hak hem Zeyneb'i hem de Zeyd'i veya hem Zeyd'i hem Rasûlullah'ı bu kıssalarla deniyordu. Zahir şudur: Cenab-ı Hak, o dönem meriyette olan evlât edinenlerin, evlâtlıklarının hanımlanyla evlenmelerinin haram "olması geleneğini ortadan kaldırmak istediğinde Rasûlü'ne, Zeyd Zeyneb'i boşadıktan sonra onunla evlenmesini emretti. Fakat Hz. Peygamber düşmanın kınamasından korkarak Cenab-ı Hak'kın bu emrini süratle yerine getirmedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Rabbimiz tarafından kınandı.»
Beyzavi haşiyesinde Şihab «Bu güzel bir yorumdur» dedikten sonra şöyle devam eder: «Bu kıssa Hz. Davud'un (Hititli) Urya'nın hanımıyla evlenmesi kıssasına benziyor. Kadından ayrılmak, kadını boşamak, hicretin başlangıcında Rasûlullah'ın içinde bulunduğu toplumda normal karşılanan bir durumdu. Bunda herhangi bir sakınca yoktu.»
37. ayetin metnindeki «Vetaran» kelimesi Ragıb'a göre «Mühim'ihtiyaç» demektir. Ebu Ubeyde «Edeb gibidir. Edeb de şiddetli ve ancak planlı şekilde elde edilen ihtiyaç demektir» diyor. Bu kelime bazen ihtiyaç mânâsında, bazen de ihtiyaç olması dahi planlı bir şekilde işi elde etme manâsında kullanılır.
Müberrid, «Şehvet, sevgi demektir» diyor. Yani Zeyd, Zey-neb'den şehvet ve sevgisini elde ettikten sonra onu boşadı. İbn Abbas ise «Cima mânâsındadır» demiştir. Yani Zeyd Zeyneb ile cinsi ilişki ihtiyacı kalmadıktan sonra onu boşadı. Nitekim El-Bahr adlı tefsirde bazı müfessirler «Zeyd, Hz. Zeyneb'le cinsi ilişki kurmaktan alıkonulmuş bir haldeydi» demişlerdir. Ebu İsmet Nuh bin Ebi Meryem, Hz. Zeyneb'e refedilen bir senedle şöyle nvayet ediyor: «Ben Zeyd'den kendimi esirgemiyordum. Ancak Cenab-ı Hak, Zeyd'i benimle cinsi ilişki kurmaktan menetmişti.»
Burada «Veter» lâfzının boşanmaktan kinaye olması daha gü-sel bir yorumdur. Yani Zeyd onu boşadıktan, iddeti bittikten, Zeyd'in kalbinde ona karşı herhangi bir meyi kalmadıktan ve ondan ay. rılmak kendisini üzmedikten sonra onu seninle evlendirdik. Yani aslî veya vekâlet yoluyla akid olmaksızın onu sana zevce kıldık. Zira Buhari ve Tirmizi hadisinden anlaşılıyor ki Hz. Zeyneb, Ra-sûlullah'ın diğer hanımlarına karşı iftiharla şunu söylüyordu: «Si. zi Rasûlvllah ile aileniz evlendirmiştir. Beni ise yedi kat göğün üzerinde onunla Allah evlendirmiştir.»
Taberani, Beyhaki ve İbn Asakir'in İbn Zeyd'ul-Esedi tarîkıy. la Zeyneb'in velisinden rivayet ettiklerine göre, Zeyneb; «Zeyd be. ni üç talâkla boşadı. İddetim bittikten sonra ansızın Hz. Peygam* ber'in odama girdiğini gördüm. Saçlarım dışarıdaydı: «Ey Allah'ın Rasûlü! Sen gökten emir mi aldın ki benim yanıma giriyorsun» deyince Hz. Peygamber; «Allah seni benimle evlendirdi. Cebrail de şahittir» dedi» demektedir. Fakat bu rivayet diğerlerine muhaliftir. Güvenilir olanı ise diğerleridir.
Bazı müfessirlere göre «Onu seninle evlendirdik» ifadesinden maksat, sana onunla evlenme emri verdik demektir.
«Haraç» kelimesi «Darlık» demektir. Bazılarına göre ise «Günah» anlamındadır.
«Ed'iyau», insanların oğul edindikleri kimselerdir. Meselâ Ea-sûl-ü Ekrem'in ed'iyası Zeyd'dir. «Hüküm»den maksat, burada evlâtlıkların boşanmış veya dul kalmış kadınlarıyla babalıkların evlenebileceğidir. Allah'ın emri, Allah'ın yapılmasını irade ettiği veya «Kum» kelimesiyle meydana gelen emirlerdir.
38. ayetin metnindeki «Sünnetellahi» kelimesi mukadder bir fiilin mefulüdür. Yani Allah'ın sünnetine sanl! Allah'ın peygamberine farz kaldığından maksat, ona helâl ettiği şeylerdir. (Katade böyle rivayet etmiştir). Hasan Basri'nin rivayetine göre Cenab-ı Hak mehirsiz evlenmeyi peygamberine mahsus kılmıştır. Dahhak «Dört kadından fazlasıyla evlenmek demektir» demiştir.
- «Daha önce geçenler»den maksat, peygamberimizden önce geçen peygamberlerdir. Çünkü Cenab-ı Hak onlara helâl kıldığı hususlarda kendilerine bir darlık getirmemiştir. Gerek evlenmek hususunda gerekse başka helâl meselelerde onlara genişlik verdi. Onların elinin altında mehir sahibi hür kadınlar da, cariyeler de vardı.
Bu ayetin sebebi nüzulü olarak şunlar rivayet ediliyor:
Yahudiler Hz. Peygamberi dokuz kadınla evlendiği için ayıpladılar. Cenab-ı Hak onlara bir reddiye olmak üzere Rasûlullah'tan önceki peygamberlere de bu hususta genişlik verildiğini beyan etmiştir.
Bazıları «Daha önce geçenlerden maksat, Hz. Davud'un Urya' nm karısıyla evlenmesine işarettir» demişlerdir. Fakat bu kıssa muhakkik ve mudekkik alimler nezdinde asılsız görülmüştür.
«Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir» cümlesindeki kaderden maksat, e2eli iradedir ki eşyaya, eşyanın üzerinde bulunduğu keyfiyet üzerinde taalluk etmiştir. Bu mânâ aynı zamanda kazanın da mânâsıdır. Kaderin, meşhur mânâsında kullanılmış olması da mümkündür. O da nasihat vecihlerinden muayyen bir ke-miyyet, eşyayı özel bir kader üzerinde icad etmektir. Fakat birinci mânâ daha açıktır. [36]
«Kaza» ve «Kader» bazen aynı mânâda kullanılırlar. «Allah'ın emri», emirlerinden biridir. Bundan maksat, peygamberlere nazil olan Allah'ın emrine tâbi olmak, onun mucibince amel etmektir. Haddi zatında buna hükmedilmiştir.
Fahreddin Razi, kaza ile kader arasında fark görerek şöyle demiştir: «Kasa, asılda Cenab-ı Hak'kın maksadı ve hedefi olan şey, kader ise tâbi olan nesnedir. Hayrın tamamı kaza iledir. Âlem. de bulunan zarar, zina, kati gibi nesneler de kaderdir.»
Cenab-ı Hak daha önce geçen peygamberleri Allah'ın emirlerini tebliğ etmekle, sadece Allah'tan korkmakla ve Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmamakla vasıflandırmaktadır.
Bazı müfessirler «Bu ayet, hâl ve durumlar ne olursa olsun, peygamber için takiyye kullanmanın caiz olmadığının delilidir)) diyorlar.
Şiilerden bazıları «Bu sadece peygamberlik tebliğinde böyle-dir. Zeyneb hadisesinde Rasûlullah'tan sadır olan, caiz olan takiy-yedendir. Çünkü burada peygamberlik tebliği bahis konusu değildir» demişlerdir.
Şiilerin daha Önce de bahsettiğimiz gibi «Takiyye» hususunda uzun sözleri vardır. Onların kitaplarını tetkik eden insan, ifrat ve tefrite girdiklerini, doğru ile yanlışlıklar irtikab ettiklerini görür. Ehli sünnet burada orta yolu seçmiştir ve en emin yol da orta yoldur. İfrada. gelince, Şiiler az bir korku veya az bir tamaha karşılık takiyye olarak küfrün izharını bile caiz görmüşler, hatta vacip kılmışlardır. Tefrit'e gelince, Hariciler ve Zeydiler «Din karşılığında namus ve nefis asla gözetilmemelidir» diyerek tefrit ederler. Hariciler için bu hususta garip tesbitler vardır. Allah Easûlü'nün sahabelerinden birisi olan Bureydetu'l-Eslemi'yi hem soydular, hem de öldürdüler. Çünkü atının kaçmasından korktuğu için namazda atın yularını elinde tutuyordu.
Cenab-ı Hak görüldüğü gibi geçmiş peygamberleri «Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar)} şeklinde vasıflandırıyor. Halbuki Cenabo Hak, Hz. Musa'dan haber verirken onun korktuğunu sözkonüsu etmiştir. Firavun'un saldırmasından korkmak, Allah'tan başkasından korkmaktır. Acaba bu iki ayet nasıl telif edilebilir? Cevap olarak deriz ki: Haşyet havftan daha özeldir ve aralarında fark vardır.
Ragıb, «Haşyet, tazimle karışık bir korkudur ve çoğu kez kişinin korktuğu şeyi bilmesinden ileri gelir» diyor. Bu ayet de bu kabildendir. Özeli nefyetmek genelin nefyini gerektirmez. Çünkü genelin nefyi bazen özelin ispatıyla beraber biraraya gelebilir.
Bazıları «Haşyet havftan daha özeldir. Çünkü haşyet şiddetli korkudur. Ayette nefyedilen şiddetli korkudur. Yoksa Hz. Musa için mevcut olan mutlak havf değildir» demektedirler.
«Muhammed sizin erkeklerinizden herhangi bir kimsenin babası değildir» cümlesi, Rasûlullah'm insanlardan korkusunun menşeini —ki o korkudan dolayı Easûlullah kınanmıştır— açıklamaktadır. Bu korku «Muhammed, oğlu Zeyd'in hammıyla evlendi» demelerinden kaynaklanmaktadır. Yani bu korkunun çıkış noktası «Hantmıyla evlenmek Hz. Muhammed'e haramdır diye iddia edilen Zeyd, Hz. Muhammed'in oğlu değildir» şeklindeki tespitle açıkça reddedilmiştir.
«Rieal» kelimesi «Erkek» mânâsına gelen «Racul» kelimesinin çoğuludur. Racul, ergenlik, gençlik çağına yetişmiş kişi demektir. Erkek bir insana anasından doğduğu gün racul denilir. Ayetlerin ve hadislerin bazı zahiri mânâlarında bu iki mânâ da teyid edilmektedir. Meselâ Cenab-ı Hak «Anne ile babanın ve akrabaların miras bıraktıklarında erkekler için pay vardır» buyurmuştur. Buradaki rical tabiri küçük çocuktan yüz yaşma gelmiş insana kadar her erkeği kapsar.
Birinci mânâyı «Rical, nisa ve vüdandan zayıf olanlar» şeklindeki ayet desteklemektedir. Çünkü bu ayette «Rical» kelimesi baliğ erkekler için kullanılmıştır. Zira küçük erkek çocuklar için «Vildan» kelimesi kullanılmıştır. Lûgatta derin bir bilgiye, ulum'u-Arabi'de yed'i tûla sahip olan Zemahşeri «Keşşaf»ta,, «Racul, baliğ olan erkek demektir» diyor. Hangi mânâ, kastedilirse edilsin, ricalin muhataplar zamirine izafesi, doğurmak itibarıyladır. Eğer ricalden baliğ erkekler kastedilirse, ayetin mânâsı; «Ey baliğ erkek-ler! Muhammed sizin doğurup dünyaya getirdiğiniz çocuklarınız, dan hiçbirinin babası değildir» şeklindedir. Eğer rical kelimesi ile mutlak erkek kastedilirse o zaman ayetin mânâsı şöyle olur: «Muhammed, sizin doğurup dünyaya getirdiğiniz erkek çocuklarınızdan —ister büyük ister küçük olsun— hiçbirinin babası değildir.» [37]
Rasulullah hakiki baba olarak ümmetin erkeklerinden hiçbirisinin babası olmadığına göre, Zeyd'in babası da değildir. Çünkü Zeyd bu ümmetin erkeklerinden biridir. Zeyd'in dünyaya gelmesi yönünden Rasûlullah'ın oğlu olmadığı apaçıktır. Onun ricale baba olması da bunun gibidir. Onun oğul edinmek suretiyle de babası değildir. Halbuki bu tahakkuk da etmişti. Çünkü burada yok sayılan babalık şer'i ve hakiki babalıktır. Yani Muhammed şer'an ve hakiki olarak erkeklerinizden herhangi birinin babası değildir. Oğul edinmek suretiyle olan babalık ise buna tâbi olamaz. Çünkü o şer'an şu türden bazı şartlara bağlıdır: Oğul edinilen kimsenin nesebi meçhul olacaktır. Bu işe Zeyd'de yoktu. Zira Zeyd'in nesebi belliydi. Babası Haris'in Zeyd'i götürmek için Rasûlullah'a geldiği de bilinmektedir.
Cenab-ı Hak «Rical» kelimesini doğurmak itibarıyla muhatap zamirine izafe etmiş olmakla bu olumsuzluktan meydana gelen müşkülü defediyor. Şöyle ki: Easûlü Ekrem'in birkaç tane erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. O halde nasıl olur da «Rasûlullah sizin erkeklerinizden birinin babası değildir?» denilebilir. Çünkü bu doğan çocuklar muhataplara dahil değil, Rasûlullah'a muzaftırlar. Çünkü doğmaları itibarıyla Rasûlullah'ın evlâtlarıdırlar. Ondan doğup dünyaya geldikleri için kendisine izafe edilmişlerdir.
«Rical, baliğ erkeklerdir» diyenlerin görüşüne göre zaten bu umum nakzedüemez. Zira Peygamber'in dünyaya gelen çocukları küçükKen vefat etmişlerdir.
Ayrıca ayetin nazil olduğu devrede Rasûlullah'ın oğlu yoktu. Çünkü sure Medeni'ctir. Hicretten sonra, beşinci senede (Tarıh-i Karnü'de lon JSsir'ın belirttiği gibi) nazil olmuştur. Rasûl-ü Ekrem o senede Zeyneb'le evlenmiştir. Oğlu İbrahim hariç, Peygamberden dünyaya gelen çocuklar hicretten önce doğmuş ve veîat etmişlerdir, ibrahim her ne kadar Medine'de dünyaya gelmişse de onun doğumu hicretin sekizinci senesindedir. Ayet nazil olduğunda o henüz doğmamıştı. Daha sonra dünyaya gelmiştir.
«Lâkin o Allah'ın Rasûlüdür» cümlesi istidraki (daha önce kaçırılan bir mânâyı yakalamak için getirilen) bir cümledir. Daha önce «Rasûlullah sizin erkeklerinizden herhangi birinin babası de. ğildir» denildiğinde insan onun hiçbir yönden baba olmadığını sanabilir. Cenab-ı Hak «Lâkin o Allah'ın Rasûlüdür» demek suretiyle «Şer'i ve hakiki babalık yok, fakat mecazi babalık vardır» demek istemektedir. Yani tazim hususunda, ümmetin her ferdinin babası gibidir. Şefkatin ve nasihatin gerekliliği hususunda onların babası gibidir. Çünkü her peygamber bu hususlarda ümmetinin babasıdır. Yani burada hakiki babalık nefyediliyor, mecazi ve lûgavi babalık ispat ediliyor ki bu da Peygamber'in şanına yakışan bir mânâdır. Bu, müslümanlar tarafından Peygamberi tazim ve tevkir etmeyi, Peygamber tarafından da müslümanlara şefkat ve nasihat-ta bulunmayı gerektirir. [38]
«Ve peygamberlerin sonuncusudur.})
Bu tabir, Rasûlullah'ın nasihatinin kemâline, şefkatinin zirvede olduğuna işaret etsin diye getirilmiştir. Bu Rasûlullah'ın ümmet için babalığının diğer peygamberlerin ümmetlerine olan babalıklarından üstün olduğunu gösterir. Zira kendisinden sonra peygamber olan bir peygamber, şefkatin ve nasihatin son noktasına varamaz. Çünkü ondan sonra gelen bunu ikmal edecektir. Hakiki Daba gibi çocuğunu kendisinden sonra eğitecek birisinin olduğunu bildiğinde buna pek hassasiyet göstermez olur.
«Hatem» kelimesi mühür demektir. «Peygamberlerin hatemi» dir, yani peygamberler defteri onunla mühürlenmiş, sonuçlanmıştır. O peygamberlerin sonudur.
Müberrid, kelimeyi «Hateme» şeklinde fiil olarak okumuştur. Yani peygamberlerin sonuncusu oldu.
İbn Mesud'un Sahife'sinde bu kelime Hateme şeklinde okunmuştur. Yani peygamberleri mühürleyen (sonuçlandıran) bir peygamberdir. Ondan sonra peygamber yoktur.
«Nebhden «Rasûl» lâfzını da kapsayan bir mânâ kastedilmektedir. Rasûlullah'ın, nebilerin hatemi olması rasûllerin de hatemi olmasını gerektirir. Hz. Peygamber'in onların hatemi olmasından maksat, Peygamber'in nübüvvet vasfıyla vasıflandınlmasından sonra artık bu vasfın insan ve cinlerin hiçbirisinde meydana gelmeyecek olmasıdır. Ümmetin icmaıyla ve manevi tevatür halini alan haberlerle ahir zamanda inecek olan Hz. İsa ile bu mesele nakzedilmemektedir. Çünkü Hz. îsa peygamberlik vasfıyla bu dünyada vasıflanmazdan Önce gelmiş ve vasıflandırılmıştır.
Bu cevap, eğer Hızır peygamber ise ve hayatta ise onun hakkında da geçerli olur. Hz. İsa eski peygamberliği üzerinde olduğu halde inecektir. Peygamberlik ondan alınmayacaktır. Fakat nes-hedildiğinden dolayı artık İsa'nın diniyle değil de Hz. Muhammed' in şeriatıyla, ahkâmıyla mükellef kılınacaktır. Ona herhangi bir vahy gelmeyecektir, ahkâm da inmeyecektir. Allah Rasûlü Hz. Mu-hammed'in halifesi ve onun ümmetinden olan hakimlerden bir hakim olacaktır. Cenab-ı Hak önce göklerde ona Hz. Muhammed'in şeriatını öğretmiştir. Veya Kur'an ve sünnete bakarak içtihadını, yapacaktır.
Haçı kırması, domuzu öldürmesi, haracı kaldırması gibi hareketlerinin doğruluğu daha Önce Rasûlullahın şu hadisinde belirtilmiştir: «İsa, kesinlikle adil bir hâkim olduğu halde inecektir. Haçı kıracak, domuzu öldürecek ve haracı kaldıracaktır.»
Binaenaleyh Hz. İsa'nın inişi, kâfirlerin haç üzerinde durmaları, domuzu yemeleri için haraç verip yaşamalarına son vermesi ve onlardan İslâmı veya Ölümü kabul etmesi demektir. Yoksa bu hükümleri neshetmek demek değildir.
Ahmed, Buharı, Müslim, Nesei ve îbn Merduveyh, Ebu Hu-reyre'den şunları rivayet ediyorlar; «Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: «Benim misalimle benden önceki peygamberlerin misali güzel bir ev inşa edip de, bir köşesinde bir kerpicin yerini boş bırakan bir kişinin misaline benzer. Halk o evi ziyaret eder, hoşlanır. Fakat «Bu kerpiç niçin konulmamıştır?» diye sorarlar. İşte ben o kerpicim ve peygamberlerin sonuncusuyum.» [39]
«Çok zikir»den maksat, vakitlerin çoğunda yapılan zikirdir. İbn Abbas «Çok zikirden maksat, Allah'ın unutulmamasıdır» demistir. Mücahid de bu yoruma katılmıştır. Bazıları «Çok sikirden maksat, Allah'ın yüce sıfat ve isimleriyle Allah'ın şanım uygun olmayan şeylerden tenzih etmektir» demişlerdir.
«Günün evvelinde ve ahirinde Allah'ı teşbih etmenim) özellikle belirtilmesi, teşbihin sadece bu zamanlarda yapılması gerektiği, diğer zamanda yapılmayacağı anlamına gelmez. Bunların diğer vakitlerden üstün olması için Cenab-i Hak bunları betahsis zikrediyor. Çünkü gece ve gündüz melekleri sabah ve akşam da mülakat ederler, adeta birbirlerine nöbet teslim ederler.
İbn Abbas «Bu vakitlerde teşbih etmekten maksat, 'namaz kılmaktır» demiş ve «Sabah teşbihinden maksat, sabah namazı, akşam teşbihinden maksat ta yatsı namazıdır» diye ilâve etmiştir.
Katade, İbn Abbas'ın rivayetine benzer bir rivayeti naklettikten sonra «Bu iki vakitte sabah ve yatsı namazına işaret vardır» demiştir. Katade'den gelen bu rivayet îbn Abbas'tan gelen rivayetten daha meşhurdur,
43. ayetin sebebi nüzulü Abd bin Humeyd ve îbn ul Munzir'e göre şöyledir: «Kesinlikle Allah ve Allah'ın melekleri peygambere salat ederler» ayeti indiğinde Hz. Ebubekir, Rasûl-ü Ekrem'e: «Allah senin üzerine herhangi bir hayrı indirdiğinde bizi de ortak kılıyordu. Burada bize herhangi bir ortaklık yok» dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: «Allah O zatı kibriyadır ki sizin üzerinize salâtı getirdi, O'nun melekleri de size salâtı getirir ki sizi karanlıklardan nura çıkarsın (yani günahların karanlıklarından taatın nuruna çıkarsın)» buyurdu.
Tabersi, «Sizi, Allah'ı bilmemekten Allah'ın marifetine (bilgisine) çıkarsınlar demektir» diyor. Zira karanlığa en fazla benzeyen şey cehalettir. Nura en fazla benzeyen şey de ilimdir.
MuKatil «Sizi müraen imona çfiarm» Bazüan «CeHennemden cennete çtkanr» «fcmtfenhr. iTverdi'ye aittir. Bazdan «Kabirlerden mre s*»n» dir. Bu görüşü Kbu Hayyan rivayet etmiştir. [40]
44- O'na (Allah'a) kavuşacakları gün (Allah tarafından) müminlere yapılacak iltifat «selâm»dır. (Allah) onlar için çok iyi bir ecir hazırlamıştır.
45- Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz seni şahid, müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik.
46- ve izniyle insanları Allah'a davet eden ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).
47- (Ey Rasûlüm!) Müminlere (şu) müjde(yi) ver: «Gerçekten onlar için Allah katından gelen büyük bir lütuf vardır.»
48- Sakın kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah kâfidir.
49- Ey müminler! Mümin kadınları nikahlayıp da onlara dokunmadan boyadığınız zaman sizin için onlar üzerine sayacağınız bir iddet yoktur. Artık bu takdirde onlara hemen nikâh haklarını verip kendilerini güzel bir şekilde boşayin.
50- Ey Peygamber! Biz, mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden sahip bulunduğun cariyelerini, amcanın ve halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber hicret eden kızlarım sana helâl kıldık. Bir de kendini peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini (nikâh suretiyl) almak istediği mümin kadını (sana helâl kıldık). Bu hüküm diğer müminlere değil ancak sana mahsustur. Biz kendi eşleri ve cariyeleri hususunda onlar (müminler) üzerine neyi farz kıldığımızı bildirmiştik ki senin için hiçbir güçlük olmasın. Allah çokça bağışlayıcıdır. Çok merhametlidir. [41]
(44-50) «O'na (Allah'a) kavuşacakları gün...»Bu Ayetlerin Tefsiri
«Onların Allah'a mülâki oldukları gün, tahiyyeleri selamdır.»
«Tahiyye», bir kişiye «Cenab-ı Hak sana hayat versin» demektir. Bu, esasında bir duadır. Tahiyye, hayat kökünden gelir, sonra hayat duasında kullanılmıştır.
Ayetten maksat, Cenab-i Hak'kın onlara vermiş olduğu tahiy-yedir, selâmdır. Allah ile mülâki oldukları ve cennete gönderildikleri günde Cenab-ı Hak onlara selâm verir. Bu ayete göre Cenab-ı Hak; «Ey kullarım! Selâm sizin üzerinize olsun. Ben sizden razıyım. Acaba siz de benden razı mısınız?» diye sorar. Onların hepsi birden «Ey Rabbimiz! Biz senden tamamen razıyız» derler.
Cenab-ı Hak'kın, «Selâm üzerinize olsun. Ey mümin kullarım! Merhaba. O kullarım ki benim emrime tâbi olmak suretiyle dünyada beni memnun ettiler» dediği varid olmuştur.
Bazıları «Bu tahiyye melekler tarafından ehli cennete verilir» demişlerdir. Yani onlar cennete girdiklerinde melekler kendilerine selâm verirler. Nitekim başka bir ayette «Melekler her kapıdan onların üzerlerine girerler ve «Selâm sizin üzerinize olsun» derler» denilmiştir.
Bazıları da «Bu tahiyye onlar kabirlerinden çıktıkları zaman onlara verilir. Melekler onlara selâm verirler ve cennetle müjdelerler», bazıları da «Bu ölüm anında olur» demişlerdir.
îbn Mesud'dan gelen bir rivayete göre Melek'ul-Mevt, müminin ruhunu kabzetmek için geldiğinde ona «Rabbim sana selâm okuyordu» der.
Fahreddin Razi «Allah'ın mülakatından maksat, Cenab-ı Hak'kın kullara tamamen yönelmesidir» demiştir. Ragıb, «Allah'ın mü-lâkatı Kıyametten ve Allah'ın huzurunda toplanmaktan ibarettir» derken, Tabersi «Allah'ın mülakatından maksat, onun sevabıyla mülâki olmaktır» demiştir.
«Ey Nebi! (Rasûl) Seni (ümmetine) şahit olarak gönderdik», yani onların ahvalini murakabe eder, amellerini görürsün, Yalanlama veya doğrulamadan hangisi onlardan sadır olursa onun hakkındaki şehadeti yüklenir, onların hidayet ve dalâletlerine şahit olursun. Bu şehadeti Kıyamet Günü'nde aleyhlerinde ve lehlerinde olmak üzere eda edeceksin.
Rasûl-ü Ekrem'in, asımdaki insanların amellerine muttali olup şahitlik yapması asil bir durumdur. Fakat kendisinden sonra gelen hainler hakkında şahitlik etmesine gelince, bu husus müş-kildir. Çünkü rivayetlerden anlaşıldığına göre Rasûl-ü Ekrem kendisinden sonra gelenlerin amellerini aynen bilemez. Bu hususta Ebubekir Sıddık, Enes, Huzeyfe, Semur ve Ebu'd-Derda, Rasûlul-lah'tan şu hadisi rivayet etmişlerdir: «Ashabımdan bazı kimseler I havz üzerinde benim yanıma geleceklerdir. Onları görüp tanıyaj bilmem için yaklaşacaklardır. Orada durdurulacaklardır. Ben, «Ey Rabbim! Bunlar benim ashabımdır, benim ashabımdır» diyeceğimi. O zaman bana; «Sen, senden sonra onların ne yaptıklarını bilmiyorsun» denilir.»
Bazılarına göre ayetten, Rasûl-ü Ekrem'in Kıyamet Günü'nde bütün ümmetler hakkında şahit olması kastedilmektedir ki peygamberleri onlara peygamberlik vazifelerini tebliğ etmek suretiyle onları Allah'a davet etmişlerdir. Hz. Peygamber'in bu şekilde şahit olduğu hususu Kur'an'dan anlaşılmaktadır.
Korkutmanın umumi, müjde vermenin de özel olması için, müjdeyi ifade eden siga mübalağa sigası olarak kullanılmıştır. Korkutmayı ifade eden «Naziren» kelimesi de mübalağasız olarak kullanılmıştır. Halbuki «Naziren» kelimesinin «Mübeşşiren» lâfzının üzerine atfedilmesi onun da mübalağalı kullanılmasını gerektirir.
Müjdelenenlerin şerefleri için müjde meselesi öne alınmıştır. Ayrıca burada müjde kastedilmektedir. Zira Rasûl-ü Ekrem «Âlemlere rahmet olarak» gönderilmiştir.
«Allah'a çağırır», yani Allah'ın varlığını, birliğini ikrar etmeye, iman edilmesi gereken sıfat ve fiillerinin delillerine inanmaya çağırır.
«Si iznihi» lâfzı, «Daiyen» kelimesinin bağlaçlanndandır. Yani davet ancak O'nun kolaylaştırması üe mümkün olabilir. Bu davet gayet zor bir iştir. Ancak Cenab-ı HakTcın yardımı olursa insan bu daveti yapabilir. Zira davet demek, bazı insanları alışkanlıklarından çevirmek, boyunlarına taktıkları gerdanlığı çıkarıp yeni gerdanlık takmaktır. Bu ise, dünyanın en zor işidir.
«Ve onu nur saçan bir kandil kılmıştır», yani cehaletin ve dalâletin karanlıklarında bulunan sapıklar onun nurundan iktibas ederek hidayeti bulurlar. [42]
«Müminlere müjde ver» cümlesi mukadder bir cümle üzerine atıftır."Sanki şöyle denilmektedir: Halkın ahvalini murakabe et ve müminlere müjde ver. O müjde «Allah tarafından onlar için çok büyük bir lütuf vardır» şeklindedir. Hasan Basri ve Katade'den gelen rivayetlere göre bu lütufdan maksat cennettir. Cennet de müminlere verilen nimetlerdir.
Cenab-ı Hak'kın «îman edip salih amellerde bulunanlar cennetlerin baîıçelerindedirler. Onlar için Rablerinin katında diledikleri vardır. İşte bu büyük lütufdur» ayeti de bunu teyid etmektedir.
Bazılarına göre «Fazl» ile rütbe ve şerefte diğer -immetler-den üstün olmak veya amellerine karşılık kazandıklarından daha fazla ecir verilmesi kastedilmektedir.
İbn Cerir ve îkrime, Hasan Basri'den şöyle rivayet ediyorlar:
«Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarım affetsin» ayeti nazil olduğu zaman sahabeler RasûluUah'a «Ey AVah'ın Rasûlü! İşte bu ayet sayesinde Cenab-ı Hak'kın sana ne gibi bir muamele yapacağını anladık. Acaba bizim hakkımızdaki muamelesi nasıl olacaktır?» diye sordular. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
«Sakın kâfirlere ve münafıklara itaat etme» yani tebliğ meselesinde, davet işinde onlara yumuşaklık gösterme. Bazıları «Bu nehy, teyid mânâsindadır» demişlerdir. Zira Rasûl-ü Ekrem onlara hiçbir zaman itaat etmemiştir ki nehy vaki olsun. Fakat Cenab-ı Hak sanki vaki olmuş gibi peygamberi teşvik etmiştir.
Bazıları da «Seni kastediyorum ama ey komşum sen dinle kabilindendir» demişlerdir. Yani Peygamber'e hitap ediyor, ama ümmet kastedilmektedir.
«Onların eziyetlerine aldırma» yani eziyetlerine perva etme. Peygamberlikten ve inzardan ötürü sana eziyet etmelerine karşı sabır göster.
Yaptığında ve bıraktığında Allah'a tevekkül et. Allah vekil olarak kafidir. Yani başka bir vekile ihtiyaç yoktur. Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'in beş vasfım zikrettikten sonra ona uygun düşsün diye herbirine karşılık olarak bir hitap getirmiştir. Meselâ «Nezir» karşılığında kâfir ve münafıklarla mudara etme yasağım, onları korkutmakta müsamaha göstermemeyi getirdi. Allah'ın izniyle çağıncı olmak karşılığında Allah'a tevekkülü getirdi. Bu tevekkül Allah'tan imdat beklemek ve yardım dilemek demektir. Nur saçıcı lâmba olması karşılığında Cenab-ı Hak'la iktifa etmesini getirdi. Çünkü Cenab-ı Hak kimi teyid ederse, aksi kuvvetle onu peygamberlik için aday gösterirse onu apaçık burhan kılar, halkı onunla fesat zulmetinin karanlıklarından reşadet nuruna getirir. Böyle bir kimseye, herkesi bırakarak sadece Allah ile iktifa etmek uygun gelir.
49. ayette kadınlarla ilgili hükümlere yeniden dönülmüştür. Bu ayetteki nikâh kelimesi bütün müfessirlerin ittifakıyla kan-koca arasında yapılan akiddir. Fakat lûgatta nikâh kelimesinin hangi mânâda kullanıldığı konusunda ihtilaf edlimiştir. Bazılarına göre cinsî ilişki için de, akid için de kullanılır. Bazıları «Akidde hakiki olarak, cinsi ilişkide de mecazi olarak kullanılır» demişlerdir. Bazıları da bunun tam tersini söylemiştir. Bazuan «Bu kelime, akid ile cinsi ilişki arasında manevi bir iştirakla müşterek olarak kullanılır. Onun hakiki mânası ise yapıştırmak, biraraya getirmek demektir» demişlerdir. Zemahşeri «Nikâh aslında cinsi ilişki demektir. Akde nikâh denilmesi ise ilişkileri ve birbirleriyle bağlan-Uları olmasından dolayıdır. Çünkü akid cinsi ilişkinin yoludur.
Cinsi ilişkiye o yoldan gidilir. Allah'ın Kitabı'nda nikâh lâfzı sadece akid mânâsına gelmiştir. Çünkü akdi, cinsi ilişki hususunda kullanmak, açıkça onu ifade etmek olur. Oysa Kur'an'ın adabı cinsi ilişkiyi mülamese, mümasese, kurban, tağaşi, Uyan şeklinde kinaye ile ifade etmektir» diyor. Zemahşeri lûgavi mânâyı tamamen nikâh kelimesine has kılmıştır. Sonra da şer'i ve hakiki atf ondan irade edilmiştir. Fakat Zemahşeri'nin «Nikâh lâfzı Allah'ın Kita-bfnda sadece akd mânâsında kullanılmıştır» şeklindeki sözü şu ayetle nakzedilmiş tir: «Esas kocasından başka bir koca ile nikâh-laşıncaya kadar.» Burada «Tenkihu» kelimesi, cinsi ilişki mânâsını ifade eder. Bu kelimenin bu mânâya geldiği hususu, cumhurun görüşüdür. İbn Müseyyib burada cumhura muhalefet etmiştir.
«Mess» kelimesi, esasında malûm bir kelimedir ve elle dokunmak anlamındadır. Fakat burada cinsi ilişkiden kinayedir. İd-det, sayılan şey demektir. Kadının iddetinden maksat, geçişiyle kadının başka bir kocaya helâl olduğu günlerdir. Yani evlenmesi ve başka çocuklar yapması helâl olur. Yani, Ey iman edenler! Mümin kadınlarla akd yaptığınız (evlendiğiniz), sonra cinsi ilişki kurmadan onları boşadığınız takdirde sizin onlar üzerinde çekilmesi gereken bir iddetiniz yoktur. Onlar o iddet zamanında kendilerini evlenmekten alıkoymak mecburiyetinde değildirler.
Cenab-ı Hak bu ayette mümin kadınları zikrediyor. Oysa ehli kitap olan kadınlar hakkındaki hüküm de böyledir. Mümin bir kişinin, tohumu için mümin bir kadını seçmesinin (mümin bir kadınla evlenmesinin) yerinde olacağına işaret etmektedir. Yani en uygunu, mümin bir erkek için, mümin bir kadınla evlenmektir. [43]
Ayetin hükmü, sadece kadınla halvete girmekle iddetin vacib olmamasını iktiza etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette «Böyle bir durumda iddet yoktur» diyor. Yani cinsi ilişki kurnıazdan evvel kadın boşanırsa iddet yoktur. Halvete girmek, Hanefiler'e göre cinsi ilişki sayılmamıştır. Cinsi ilişkinin vacib kıldığı iddet, halvette yoktur. Ancak iddet halvette de ihtiyaten çekilirse daha iyi olur. Çünkü kadın tam olarak kendini kocasına teslim etmiştir. Onun rahmini meşgul edecek bir iş olmuş olabilir. Hatta bütün hükümlerde «Halvet, cinsi ilişki gibidir» demişlerdir. Onların sözünden anlaşılıyor ki halvette iddetin vacip olması dinen böyledir. Hüküm bakımından değildir. Bu meselenin tafsilatı fıkıh kitaplarında mevcuttur.
«Onlara mut'a veriniz.» Mut'a, meşhur görüşe göre iç gömlektir, başörtüsüdür, tepeden tırnağa kadar kadım örten çarşafımsı izardır. El-Bedayi'de «Bunlar kadının evden çıktığı zamanki asgari giyimidir» denilmektedir. Bazı alimlerin sözünden anlaşıldığına göre her memleketin örfüne göre giyimlik tayin edilir. Temas ve halvetten Önce veya temastan önce kadın için mut'a vaciptir. Mut'a, mehrin yansından fazla, beş dirhemden de az olmaz. Eğer kadına mut'anın kıymeti para olarak verilirse, kadın bu parayı kabul etmek mecburiyetindedir. Temastan önce kadın boşandığında kadına farz olan, mehrin yansıdır. Mut'a, el-Mebsut ve el-Muhit'te belirtildiğine göre müstehaptır. İmam Şafü'nin kavli kadiminde mut'a vaciptir. Said bin Müseyyeb ve Abd bin Humeyd'in rivayetine göre, bu ayetin Bakara ayetiyle neshedildiği iddia edilmiştir. Bakara Suresi'ndeki ayet şöyledir: «Eğer kadınları, onlarla temas etmezden önce boşarsanız ve onlar için farz olan bir mal da tayin etmişseniz farz olanın yarısını onlara verin».»
Said bin Müseyyeb diyor ki: «Mehrin yarısı verilir. Mut'a yoktur». Fakat Hasan Basri ile Ebu'l-Aliye «Nesh yoktur» demişlerdir.
«Onları serbest bırakın», çünkü onların çekeceği bir iddet yoktur. Onlan çıkarıp temas etmezden önce boşarsanız velisinin evine gönderirsiniz. Fakat bu çıkarma güzel olmalıdır. Yani güzel bir konuşma ile olmalıdır. Eziyyet olmamalı, vacip olan hakkını menetmemek suretiyle gerçekleşmelidir.
Bazılan «Güzel çıkarmadan maksat, onlara verdiklerinizi geri istememenizdir» demişlerdir. Cübbai buna «Sünni talâk demiştir. [44]
«Ey peygamber! Biz ücretlerini verdiğin eşlerini... sana helâl kıldık». Buradaki ücretten maksat, mehirdir. (Bu yorum Mücahid1 den gelmiştir). Mehirlere ücret denilmesi, Kadının tenasül uzvundan ve diğer helâl olan bedeninden istifade etmek karşılığında verilen bir para olması nedeniyledir.
«Verdiğin» mânâsını ifade eden «Ateyte» fiili, Rasûlullah'ın hanımlarının ancak mehirlerini muaccilen verdiği takdirde kendisine helâl olacağı mânâsını ifade ediyorsa da gerçekte böyle değildir. Çünkü o kadınlarla cinsi ilişki kurmanın helâl olması buna bağlı değildir. Böyle yapması en üstün şekli seçmesi demektir. Çünkü böyle yapması Rasûlullah'ın zimmetini bir an evvel mehir-den beraet etmesi ve kadının da nefsinin hoş olması demektir. Onun için bu, selef-i salihinin sünnetidir. "Yani selef mehri vermezden önce hanımlanyla biraraya gelmezlerdi. Nikâh aktedildiğinde mehrin belirtilmesi bazı müçtehidlere göre esastır. Onsuz nikâh olmaz. Ebu Hanife'ye göre mehir olmaksızın nikâh olur. Nikâh olduktan sonra ise mihri misi gerekir» şeklinde bir rivayet gelmiştir. Fakat bu rivayet zahirin hilafıdır.
«Bir de sahip olduğun cariyelerin helâldir». Zira pazarlardan satın alınan cariyelerin ilk durumları kesin olarak bilinmemektedir. Zira mümkündür ki o cariyenin cariye edinilmesi, hakkıyla değil zulümle olmuştur. Onun için bazı muttaki müslümanlar cariyeleri satın aldıktan sonra ancak akidle onları nikâh altına alırlardı. Halbuki cariyeler üzerinde akdin sıhhatli olmayışı da varid-dir. Bu mesele Rasûlullah'ın Kıpti olan Mariye binti Şem'un adlı cariyesiyle müşkülleşir. Çünkü Rasûl-ü Ekrem bu kadını savaşta elde etmemiştir, iskenderiye ve Mısır Kralı Cüreyc bin Nina onu Rasûlullah'a hediye göndermiştir.
Cevap olarak şöyle denilmiştir: «Bu varid değildir. Çünkü harp ehlinin imama gönderdiği hediyeler de ganimet hükmünde-dirler.»
Ayrıca denilir ki bu mesele Hz. Peygamber'e hanımı Zeyneb binti Cahş tarafından hediye edilmiş bir cariye meselesiyle de müşkülleşir. Hz. Peygamber, Zeyneb'i Safiye binti Huyey meselesinden dolayı Zilhicce, Muharrem ve Safer aylarında terketmiştir. Re-biulevvel ayı geldiğinde —ki Rasûl-ü Ekrem bu ayda vefat etmiştir— Zeyneb'ten razı oldu ve onunla biraraya geldi. Zeyneb; «Ey Allah'ın Rasûlüf Bu iyiliğine karşı sana ne mükâfat vereceğimi bilemiyorum» dedikten sonra cariyeyi Rasûlullah'a hibe etti. Siyer ehli bu kadını, Rasûlullah'ın cariyeleri arasında saymışlardır. Burada harp ehlinin Peygamber'e imama gönderdiği hediyenin ganimet hükmünde olduğunu söylemek geçerli değildir. Umulur ki cevap şu oîsun: Hz. Peygamber onu cariye edinmiştir. Çünkü böyle bir cariye edinmenin helâl olduğunu beyan etmek istemiştir. Rasûl-ü Ekrem'in bu cariyenin bidayetini bilmesi ve onun başından geçenlere vakıf olması uzak bir ihtimal değildir. Sanki Hz. Peygamber onu savaş alanından bilfiil esir alınırken görmüştür. [45]
Rasûlullah'ın yakınlarıyla evlenmeleri hicret etmelerine bağlıdır: «Amcanın, halalarının, dayının ve teyzelerinin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Hicret edenlerle veya bu akrabalarının kızlarıyla evlenmen, hicret etmeyen veya yabancı olanlarla evlenmenden daha iyidir.»
Ayetin metnindeki «Mea» kelimesi hicrette ortak olmalarını iktiza eder. El- Maverdi «Hicret, Rasûlullah'ın diğer hanımlarının da helâl olmasının şartıdır» demiştir. Fakat bu göniş zayıftır.
El-Maverdi başka bir görüşü naklediyor. Bu görüş Rasûlullah'ın ancak akrabalarından hicret edenlerle evlenebileceği şek IS İmdedir. Yani hicret etmeleri şarttır. Bu görüşün delili olarak şu hadis rivayet edilmiştir: İbn Sa'd, Abd bin Humeyd, Tirmizi, İbn Cerir, İbn Ebı Hatim, Hakim, İbn Merduveyh ve Beyhaki, Ummu Hani'den şöyle rivayet ediyorlar: «Rasûl-ü Ekrem beni daha önce istedi. Kendisine özür beyan ettim. O da beni mazur gördü. Cenab ı Hak o zaman bu ayeti indirdi.»
Ümmühani «Ben Rasûlullah'a helâl olmam. Çünkü onunla beraber hicret etmedim ve azad edilen Mekkeliler'denim» dedi.
Cevap olarak şöyle deriz: Hicret etmediği için Ümmühani'nin helâl olmaması ancak Ümmühani'nin sözünden anlaşılmıştır. Bu sözü Ümmühani'nin kendi anlayışına göre söylemiş olması mümkündür. Yani ayetten bunu anlamıştır kavli bizim için delil olmaz. Ancak bu hususta Rasûlullah'tan bir rivayet gelirse delil olur.
Bazüarı «Hicret etmeyen yakınlarıyla Rasûlü Ekrem'in evlenmesi haramdı. Fakat sonra bu hüküm neshedildi» demişlerdir.
Katade «Seninle beraber hicret eden kadınlar ibaresinden maksat, seninle beraber müslüman olan kadınlardır» der. Bu yo-ruma göre Rasûl-ü Ekrem'e ancak kâfir olan akrabaları haram olur. Fakat bu yorum uzak bir yorumdur.
Zahir şudur ki Rasûlullah'ın mehir verdiği kadınlardan maksat, onun nikâhı altındaki hanımlarıdır. Hafsa, Aişe, Şevde gibi.
«Sahip olduğun» ibaresinden maksat da Cenab-ı Hak'ın ona vermiş olduğu Reyhane ve benzeri cariyelerdir.
Rasûlullah'ın amca ve hala kızlarından maksat, erkek-kadın Kureyşîiler'in, çocuklarıdır. Zira, Peygamber'e ister yakın isterse uzak olsun, Peygamber'in soyundan olan Kureyşliler'e «Peygamber amcaları», kadınlara da «Peygamber halaları» denir.
«...Ve teyzelerinin kızlan»nd&n maksat, Beni Zühre Kabile-si'ndeki erkek ve kadınlardır. Tabersi, Mecma'ul-Beyan'da bu yorumu seçmiştir.
İnsanın baba tarafından gelen akrabalarına «Amca» ve «Hala», anne tarafından gelenlere de «Dayı» ve «Teyze» denilmesi yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Rasûlullah'ın nikâh edip de cinsi ilişkide bulunduğu Kureyşli hanımlar altı tanedir. Bir kısmını bu ayet inmezden önce nikâh etmiştir. Bir kısmının nikâhı da belki bu ayetten evvel, belki de sonradır. Rasûl-ü Ekrem'in annesi tarafından akrabası olan Beni Zühre'den herhangi bir kadını nikâh ettiğine vakıf olunamamıştır. Demek ki onların Rasûlullah'a helâl edilmesi, sadece onlarla evlenmesinin caiz olduğunu ilân içindir. Mutlaka onlarla evlendiği anlamına gelmez.
Bu ayette «Amca» manâsına gelen «Ammi» ve «Dayı» mânâsına gelen «Hal» kelimeleri tekil getirilirken «Hâlâ ve Teyze mânâsına gelen «Ammât» ve «Halat» kelimeleri çoğul getirilmiştir. Bunun sebebi ile ilgili olarak Beyzavi haşiyesinde Şihab, «Bu husus* ta çok zayıf yorumlar gördüm» diyor. Zayıf yorumlardan biri de Razi'nin şu görüşüdür: Amca ile dayı mânâsına gelen kelimeler mastar veznindedirler ve bu vezinden olduklarından dolayı da çoğul getirilmişlerdir. Çünkü mastarda müfred, tesniye ve cem'i eşittir. Ama hala ve teyze mânâsına gelen kelimeler mastar vezninde değildirler.
Şihab şöyle devam ediyor: Bu hususta söylenilenlerin en güzeli şudur: «Rasûlullah'ın amcaları Abbas ve Haraza, O'nun aynı zamanda Peygamber'in süt kardeşleridir. Onların kızları Hz. Peygamber'e helâl değildir. Ebu Talib'in kızı Ümmühani ise hicret etmediğinden dolayı Rasûl-ü Ekrem'e helâl değildir.»
Ayetin metnindeki «îmraeten mümineten» lâfzı daha önce geçen «Ehlelna» fiilinin mefulune atfedilir. Yani «Ey Peygamber! Biz sana ücretlerini verdiğin hanımlarını ve cariyelerini... helâl kıldık ve İmanlı bir kadın da eğer nefsini peygambere hibe ederse onu da helâl kıldık.» Peygamber de onu nikâh etmek talebinde bulunursa böyledir.
«Nefsini peygambere hibe etmesi», nefsinden peygamberin istifade etmesine izin vermesi demektir. Peygamber onu hangi ibare ile alırsa alsın mehirsiz alabilir. Eğer Peygamber onun nefsinden hangi ibare ile olursa olsun istifade etmek istiyorsa istifade edebilir. İkinci şart birinci şartın şartıdır. Bu kadının helâl olması Peygamber'in iradesine bağlıdır. Sadece nefsini Peygamber'e hibe etmesi onu Peygamber'e helâl kılmaz, ancak Peygamber'in de onun nikâhını irade etmesi gerekir. Bu irade, hibeyi kabul etmek yerine geçmiş olur.
Ibn Kemal «Bu iradeden maksat, kabuldür» der. Bazı alimler «Nikâh talebini irade etmek onu kabul etmekten kinayedir» demişlerdir.
Alimlerin çoğu «Nefsini RasûluUah'a hibe eden kadınların» mevcut olduğunu savunmuşlardır. Fakat hangi kadınların nefsini Peygamber'e hibe ettiği konusunda ihtilâf vardır. İbn Abbas, Ka-tade ve îkrime «Nefsini RasûluUah'a hibe eden, Hilâliye kabilesinden Mars'ın kızı Meymune'dir» der. El-Mevahibul-Ledunniye'de deniliyor ki «Meymune nefsini Peygamber'e hibe etti ve bu şöyle oldu: Onun kulağına Rasûlullah'm kendisine talip olduğu haberi geldi. Bu haberi işittiği saman devenin sırtındaydı ve şöyle dedi: «Deve ve devenin üstünde bulunan (kendisini kastediyor) Allah ve Ra~ sûlü'nündür». Yani nefsini Hz. Peygamber'e hibe etmiş oldu.»
Bu hadise Hayber Gazve'sinden sonra hicretin 7. senesinde meydana geldi. Rasûlullah, Mekke'ye 10 mil uzakta bulunan Se-raf'ta onunla gerdeğe girdi. Böylece nikâhın iradesi hibeden Önce olmuştur.
Dahhak ve Mukatü'den gelen bir rivayete göre nefsini Peygamber'e hibe eden Ümmü Serik'tir.
Es-Safra adlı kitapta şöyle denilmiştir: «Alimlerin çoğu, nefsini Peygamber'e hibe eden kadının Ümmü Şerik olduğunu söyler. Fakat Hz. Peygamber onu kabul etmedi. O da Peygamber'den sonra ölünceye kadar artık evlenmedi.»
Bazıları «Nefsini RasûluUah'a hibe eden kadınların sayısı çok olabilir)} der. Nitekim Müslim ve Buhari, Urve bin Zübeyr'den şöyle rivayet etmektedirler: «Hakim'in kızı Havle, nefsini RasûluUah'a hibe eden kadınlardan biridir». İşte bu rivayetten anlaşılıyor ki nefsini hibe eden kadınlar birkaç tanedir.
Bunun üzerine Hz. Aişe «Acaba o kadın utanmaz mı ki nefsini bir erkeğe hibe ediyor?» dedi ve bunun üzerine 51. ayet indi. Sonra Hz. Aişe: «Ey Allah'ın Rasûlü! Rabbini senin isteğine süratle icabet eder görüyorum» demiştir.
Bazıları «Nefsini Peygamber'e hibe etmek hadisesi vâki olmamıştır» demiş ve delil olarak «Eğer hibe ederse» mânâsını ifade eden. şart lâfzını göstermişlerdir. Çünkü bu lâfız hibenin vaki olmadığına işaret eder. Bu farazi bir emirdir. Herhangi bir kadın mânâsına gelen «İmraeten» kelimesi de buna işaret eder. Yani böyle bir durum olursa RasûluUah'a bu teklifte bulunan kadın me-hirsiz helâl olur. Fakat olmamıştır. Bazıları «Hibe olmuş, fakat Peygamber kabul etmemiştir» derler.
îbn Cerir, İbn Ebi Hatim, Taberani, İbn Merduveyh ve Bey-haki'nin Süneni'nde İbn Abbas'tan «Rasûlullah'ın katında nefsini RasûluUah'a hibe eden hiçbir kadın yoktur» rivayetine gelince, bu rivayet, Rasûlullah nefsini kendisine hibe edenlerin hibesini kabul etmemiştir mânâsını ifade ettiği gibi, böyle bir hibe vuku bulmamıştır mânâsını da ifade edebilir.
Hz. Peygamber'in iki ayette de peygamberlik unvanıyla zikredilmesi şeref içindir. Ve nefsini hibe eden kadınların peygamberlik makamı için hibe ettiklerine işaret eder. Bu sadece Rasûl-ü Ekrem'e mahsustur. Çünkü Cenab-ı Hak «Haliseten leke» diyor Yani müminler için böyle bir şey yok, bu sadece senin içindir. Bu cümlenin zımnında işaret vardır ki nefsini hibe eden kadınlar erkeklere ihtiyaçları sebebiyle veya şehvetlerini teskin gayesine yönelik olarak bunu yapmamışlardır. Peygamber hizmetinde bulunmak şerefini elde etmek, fazilet madeninde bulunmak isteğidir. Hz. Aişe'nin Nefsini bir erkeğe hibe eden kadında hayır yoktur» sözü de, onun daha Önceki itirazı da şiddetli kıskançlığından ileri gelmiştir. Bunda ayıplanacak herhangi bir durum da yoktur. Çünkü seven sevilene karşı daima kıskançtır.
«Haliseten» kelimesi meftun (üstün) okunur ve mastardır. Daha önceki cümleyi tekid içindir. Yani dünya ve Ahiret'te senden başka bir kimse için helâl olmayan bu durum, nefsini bir kadının
hibe etmesi ve senin de istersen onu kabul etmen, yalnız sana helâl edilmiştir.
«Biz eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliyoruz», yani Cenab-ı Hak hikmet yönünden kadınlar ve cariyeler hakkında mümin erkeklere neyi farz kılmasının uygun olacağını, hangi hudut ve hangi sıfat üzerinde olmalarının uygun olduğunu bilmiştir. Ve böylece de farz kılmıştır.
İbn Atiye, «Likeyla» kelimesindeki «lâm» bir mahzufa taalluk eder» diyor. Yani üzerinde bir sıkıntı ve darlık olmasın ve yaptığının Rabbinin katında günah olduğuna dair bir zanda bulunma-yasin diye bir açıklamada bulunduk. Binaenaleyh buna herhangi bir itiraz yoktur. [46]
51- (Ey Rasûlüm) onlardan (eşlerinden) dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanma alabilirsin. Ayrıldıklarından istediğini geri alman hususunda senin için bir sakınca yoktur. Onların gözlerinin aydınlanıp üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine razı olmalarına en uygun olan da budur. Allah sizin kalbinizde olanı bilir. Allah bilen ve halim (hemen ceza vermeyen) -dır.
52- Bundan sonra artık sana başka kadınlar ve bu eşlerini başka eşlerle değiştirmek helâl değildir. İsterse güzellikleri çok hoşuna gitsin. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç. Allah her şeyi gözetleyicidir.
53- Ey iman edenler! (Bundan böyle) yemeğe davet olunmaksızın ve vaktine de bakmaksızın Peygamberdin evlerine girmeyin. Fakat davet olunduğunuz zaman girin. Yemeği yedikten sonra hemen dağılın. Herhangi bir sohbet için de (evlerine) girmeyin. Çünkü böyle yapmanız Peygamber'e eziyet veriyor. O sizden sıkılıyor. Allah ise hakkı açıklamaktan çekinmez. Onlardan (Peygamber'in eşlerinden) bir şey istediğinizde perde arkasından isteyin. Böyle yapmanız hem sizin kalpleriniz için, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Allah'ın Peygamberi'ne eziyet etmeniz doğru olmaz. Arkasından (ölümünden) sonra onun eşlerini nikâh etmeniz de hiçbir zaman caiz olmaz. Kuşkusuz ki böyle yapmanız Allah katında büyük bir günahtır.
54- Bir şeyi açığa vursanız da gizli tutsanız da (birdir); çünkü Allah her şeyi bilendir. [47]
(51-54) «(Ey Rasûlüm!) Onlardan (eşlerinden) dilediğini...»Bu Ayetlerin Tefsiri
«Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini yeri alırsın.»
Bu cümlenin yorumunda Katade, «Hanımlarından dilediğini geri bırakır, onunla cinsi ilişkiyi terkedebilirsin. Dilediğini de yanına alarak kendisiyle cinsi ilişki kurabilirsin» demiştir.
tbn Abbas ve Hasan Basri ayeti, «Onlardan dilediğini boşayabi-lir, dilediğini tutabilirsin» şeklinde yorumlamışlardır.
Bazı alimlere göre, geri bırakmak ve yanma almak kelimeleri mutlak zikredildiklerinden dolayı, iki temsili birden kapsamaktadırlar. Çünkü bu temsil kabilindendir. Bu yorum güzellikten uzak değildir.
Hasan Basri'den gelen diğer bir yoruma göre «Onlardan» mânâsını ifade eden «Min hunne» zamiri ümmetin hanımlarına raci-dir. Yani ayetin mânâsı, ümmetinin hanımlarından dilediğinin nikâhını terkeder, dilediğini de nikâh edebilirsin demektir. Zira Hz. Peygamber bir hanıma talip olduğunda, Hz Peygamber onu ter-ketmedikçe başkası o hanımı isteyemez.
Zeyd bin Eşlem ve Taberi; «Bu zamir, nefsini Peygamber'e hibe eden kadınlara racidir» derler. Yani o hibe edenlerden dilediğini bırakırsın, dilediğini kabul eder, yanına alırsın. Sabi de bu yoruma katılmıştır. Nitekim ît>n Sa'd ve Beyhaki Şabi'den şöyle rivayet ediyorlar:
«Bu zamirin raci olduğu bazı kadınlar nefislerini Rasûlullah'a hibe etmişlerdi. Rasûlullah onların bir kısmıyla evlenmiş, bir kısmıyla da evlenmemişti. Hz. Peygamber vefat edinceye kadar bunlar Hz. Peygamber'e yaklaşmamışlar ve Peygamber'den sonra da herhangi bir kimse ile evlenmemişlerdir. Onlardan biri Ümmü Şe> rik'tir.»
Zamirin, Hz. Peygamber'in kendi hanımlarına raci olduğuna dair delil, İbn Cerir, Îbn'ul-Munzir ve İbn Ebi Hatim'in İbn Ve-zin'den rivayet ettikleri şu rivayettir: «Tahyir ayeti nazil olduğu zaman hanımları Rasûlullah'ın kendilerini bırakacağından korktular. Ve «Malından ve nefsinden bize dilediğini kıl ve bizi boşama.» dediler.»
Böylece Rasûl-ü Ekrem onlardan bir kısmını boşamadan tak-simattan çıkardı ve bir kısmını da yanma aldı. Yanına aldıkları Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Zeyneb'ti. Onların aralarında eşit bir şekilde taksimat yapardı. Onlardan beş tanesini geri plâna aidi. Yani onlar taksimat dışında kaldılar. Bunlar Ümmü Habibe, Meymune, Şevde, Cuveyriye ve Safiyye validelerimizdir. Dilediği kadar bunlara vakit ayırıyordu.
İbn Abbas, ayetin mânâsının, onlardan dilediğini boşar dilediğini de nikâhının altına tutarsm demek olduğunu ifade ediyor. Hasan Basri, «Onlardan dilediğinin nikâhını terkeder, dilediğinin nikâhını tutarsın» demiştir.
Beyzavi ayeti «Boşadığın kadınlardan dilediğini yatağına alabilirsin. Burada senin için herhangi bir günah bahis konusu değildir» şeklinde yorumlar.
Kurtubi, «Alimler bu ayetin tevilinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bu ayet hakkında söylenen en sıhhatli görüş şudur: Bu, kadınlar arasındaki taksimat konusunda Hz. Peygamber'e bir genişliktir. Hz. Peygamber için kadınlar arasında taksimat vacip değildir. İşte daha Önceki ahkâma en uygunu bu mânâdır. Ve Sahih'de Hz. Aişe validemizden gelen şu hadis de bunu tasdik etmektedir: «Nefsini Peygamber'e hibe eden kadınları kıskanıyordum. Diyordum ki acaba kadın nefsini nasıl olur da bir erkeğe hibe edebilir? Cenab-ı Hak bu ayeti indirdikten sonra dedim ki: Allah'a yemin ederim, Rabbinin senin isteğini sürratle yerine getirdiğini görüyorum» demektedir.
îbn Arabi «Sahih'te sabit olan budur ve buna güvenmek gerekir. Burada irade edilen mânâ şudur: Rasûl-ü Ekrem hanımları hususunda muhayyerdir. İsterse onlara taksimat yapar (yani bir gün bir gece ayırır) isterse taksimatı terkeder, dilediği hanımının odasında yatar. Bu husus Rasûlullah'a mahsustur» demektedir.
Bazıları «Evvelâ taksimat Peygamber için vacipti. Sonra bu ayetle vücubu kalktı» diyorlar. Ebu Rezin, «Hz. Peygamber bazı hanımlarını boşamak istedi. Hanımlar -ona «Dilediğin şekilde bize taksimat yap» dedikten sonra Aişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Zey-neb'i yanına aldı. Onların taksimatı eşitti. Şevde, Cuveyriye, Ümmü Habibe, Meymune ve Safiyye'yi de taksimat dışı bıraktı. Dilediği zaman onlara taksimat yapardı» demiştir.
«Onların gözlerinin aydınlanıp üzülmemelerine ve razı olmalamnna en yakını budur». «Budur» şeklinde tefsir ettiğimiz «Zalike» kelimesi Katade'ye göre Rasûl-ü Ekrem'i onların sohbetlerinde muhayyer kılmasıdır. Yani böyle olması onların rızalarına daha yakındır. Çünkü bu Allah katından gelmiştir. Gözleri aydınlanır, ona razı olurlar. [48]
«Bundan sonra artık başka kadınlar ile evlenmek, bunları başka eşlerle değiştirmek helâl değildir.»
Bu ayetin tevilinde alimler ihtilaf etmişlerdir. Bu ayetin sünnetle neshedildiğini söyleyenler de vardır. Bu ayeti neshettiği söylenen hadis, Hz. Aişe'nin «Rasûl-ü Ekrem, kadınlar kendisine helâl olmadıktan önce ölmedi» sözüdür. İkincisi bu ayet başka bir ayetle mensuhtur. Tahavi, Ümmü Seleme'den şöyle rivayet eder: «Ra-sûlullah, Allah tarafından dilediği kadar kadınla evlenmenin helâl olduğu hükmünü almadıkça vefat etmedi. Ancak mahremlerimle evlenmezdi. Bu, şu ayetin mânâsıdır: «Onlardan dilediğini geri bırakırsın, dilediğini kendine (yanına) alırsın». Yani bu ayetle 52. ayet neshedilmiştir.
Muaz, «Bu ayet hakkında söylenenlerin en güzeli budur» der.
Bununla beraber bu sözü Hz. Ali, İbn Abbas, Ali bin Hüseyin ve Dahhak da söylemişlerdir. Kûfeli bazı fakihler buna karşı çıkmışlardır. «Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alır. sın» ayetinin «Bundan sonra artık sana başka kadınlar helâl değildir» ayetini neshetmesi muhaldir. Çünkü nasih olan ayet mushaf-ta daha önce, mensuh ise daha sonra yazılmıştır.
«Sünnetle neshedilmiştir» diyenin sözü ise tevil edilmiştir.
Üçüncü görüş, Hz. Peygamber'in bu hanımlar üzerine evlenmekten sakındırılmış olmasıdır. Çünkü bu kadınlar Allah ve Rasûlü'nü, Ahiret yurdunu tercih etmişlerdir. Bu, Hasan Basri, İbn Şirin ve Ebubekir bin Abdurrahman'ın görüşüdür.
İbn Abbas, «Bu sözün böyle olması mümkündür. Fakat sonradan neshedilmiştir» der.
Dördüncü görüş, madem ki Rasûl-ü Ekrem'e, bu kadınların kendisinden sonra başka erkeklerle evlenmeleri haram kıUnmıştır, Rasûlullah'a da bunlardan başka bir kadınla evlenmesi haram kılınmıştır fikridir. Bu görüş Ebu Umame'nin görüşüdür.
Beşinci görüş, belirtilen gruptaki kadınlardan başka kadınlar sana helâl değildir şeklindedir. Bunu Ubey bin Kâb, îkrime ve Ebu Rezin söylemişlerdir. Muhammed bin Cerir'in de görüşü budur.
Mücahid, «Kâfir kadın Rasûlullah'a helâl değildir. Çünkü kâfir bir kadın müminlere helâl olmaz» der. Bu söz de uzaktır. Çünkü Mücahid, «Min ba'di müslimat» (müslüman kadınlardan sonra)» tabirini takdir ediyor. Halbuki «MüslimaUnn bahsi geçmemiştir.
«Onların yerine tebdil de edemezsin.» Yani bir müslüman kadını bırakarak, onun yerine ehli kitap bir kadın getiremezsin!
«İsterse güzellikleri çok hoşuna gitsin» ayeti, İbn Abbas'a göre Esma binti Umeys hakkında nazü olmuştur. Cafer bin Ebi Ta-lib vefat ettikten sonra Esma'nın güzelliği Rasûlullah'm çok hoşuna gitti. Onunla evlenmek istedi ve bu ayet indi. Fakat İbn Arabi bu hadisin zayıf olduğunu ifade etmektedir. Bu ayet kişinin evlenmek istediği kadına bakmasının caiz olduğuna delildir. Zira Rasûl-ü Ekrem evlenmek istediği bu hanıma bakmıştır.
«Ancak elinin altındaki müstesnadır» cümlesine gelince, alimler «Rasûluİlah kâfir bir cariye ile evlenebilir mi?» konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları «Helâldir, çünkü bu ayet geneldir» demişlerdir. Bazıları da «Bundan sonra sana kadınlar helâl değildir», yani müslüman olan kadınlar helâl değildir demişlerdir. Yahudi, hıristiyan ve müşrik kadınların hepsi senin için haramdır. Yani tüm kâfirlerle evlenmek senin için helâl değildir. Ancak cariye olarak edinebilirsin.
İkinci görüş, kâfir bir cariye Rasûl-ü Ekrem'e helâl değildir. Çünkü kâfir bir kadınla mübaşereti uygun değildir şeklindedir.
«Ey iman edenler!» diye başlayan 53. ayet şu iki kıssayı kapsamaktadır:
Yemek ve oturmak adabı Hicab ve örtünme emri.
Ammad bin Zeyd şöyle diyor: «Bu ayet Rasûlullah'a ağırlık verenler hakkında nazil olmuştur». Birinci kıssa şöyledir: Bu ayetin iniş sebebi, Allah'ın Peygamberi Zeyneb binti Cahş'ı nikâhı al-tına aldıktan sonra halkı yemeğe davet etti. Halk yemek yedikten sonra bir grup oturup peygamberin hanımının hanesinde —ki hanımının da. yüzü duvara dönüktü— sohbete daldılar. Onlar peygambere ağırlık çöktürdüler.
Enes diyor ki: «Bilmem ben mi Rasûlullah'a bu kavim elden çıktı diye haber verdim veyahut Peygamber mi bana sordu?» Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem gidip,evine girdi. Ben de onunla bera. ber girdim. Onunla kendisi arasında perdeyi sarkıttı. Kavme nasi-hatlarını yaptı ve Cenab-ı Hak da bu ayeti o zaman indirdi.» (Bu-hari) Katade ve Mukatil derler ki: «Bu ayetin sebebi nüzulü Üm-mü Seleme'nin hanesinde cereyan eden hadisedir.» Fakat birincisi daha sahihtir. Çünkü Buhari tarafından rivayet edilmiştir.
İbn Abbas: «Bu ayet Rasûlullah'ın yemeğini gözeten, yemek pişmeden önce Peygamberin huzuruna giren bazı müminler hakkında nazil olmuştur. Onlar yemek pişinceye kadar otururlardı, Sonra yer ve çıkarlardı» diyor.
İsmail bin Ebi'l-Hakim «Bu bir edeptir. Cenab-ı Hak peygambere ağırlık verenleri bununla edeplendirmiştir» der.
«Yemek yedikten sonra dağıtın» cümlesi peygamber hanelerine izinsiz girmenin haram olduğunu, bunun ancak yemek için evlere girmenin helâl buyurulcLuğunu, yemek bittikten sonra helal edici sebebin ortadan kalktığını, haramlığın tekrar geri geldiğini ifade etmektedir. Ayrıca bu ayet «Misafir ancak ev sahibinin mülkü üzerinde yer, kendi nefsinin mülkü üzerinde değil» demektir. Yani gelen yemekte ancak yiyeceği kadar tasarruf edebilir. Kendisinden başkasına götüremez.
Konuşmaya dalmak suretiyle Hz. Zeyneb'in velimesi anında sahabilerin yaptığı gibi yapmayın. Çünkü sizin böyle yapmanız Peygamber'e eziyet verir. Hz. Peygamber bunu size açıklamaktan çekiniyor. Fakat Allah bunu açıklamaktan, izah etmekten çekinmez. [49]
«Allah haktan haya etmez», yani onu beyan etmekten, açığa vurmaktan* imtina etmez!
«Eğer peygamber hanımlarından bir meta isterseniz perde arkasında durarak isteyiniz». Meta'dan maksat, çıplakların giydiği nesnedir. Bazılan«/e£tja» bazıları da «Kur'an sahif ele fidir» demişlerdir. Fakat doğrusu onlardan istenen din ve dünya ihtiyaçlarının hepsini kapsamasıdır. Bu ayetten anlaşılır ki perde arkasından Hz.
Peygamber hanımlarından bir şey istemek veya bir fetva sormak caizdir. Mânâ bakımından veya şeriatın esaslarını içerdiğinden Ötürü bütün kadınlar bu hükme dahildir. Zira esaslara göre kadının, tamamı, bedeni de sesi de avrettir. Bedenini ancak şahit olacağı bir hadisede olduğu gibi ihtiyaçtan dolayı gösterebilir veya tedavi maksadıyla ihtiyaç hissedildiği kadarıyla gösterebilir. Veya onun malumu olan bir hadiseyi ondan sormak maksadıyla bedenini açabilir. Böyle yapmak, yani onlarla perde arkasından konuşmak sizin kalpleriniz için de onların kalpleri için de daha temizdir. Yani erkeklerin kadınlar hakkında, kadınların da erkekler hakkında kalplerine gelen hatıratlar hususunda daha temizdir. Yani şüpheyi daha fazla giderici, töhmeti uzaklaştırıcı ve korunmak hususunda daha kuvvetli bir durumdur.
Bu ayet delâlet eder ki bir kimse için nefsine güvenerek hal-vette kendisine helâl olmayan mahremleriyle tek basma kalması uvaun deeildir. Çünkü bundan kaçınmak, kişinin nefsinin ve namu-[50]
«Rasûlullah'in hammlanm onun vefatından sonra nikâh etmeniz size ebediyyen caiz değildir». Bu cümle hakkında İsmail bin îshak, Muhammed bin Ubeyd'den, o da Muhammed bin Sevr'den, o da Mamer'den, O da Katade'den şöyle rivayet ediyor:
«Bir kişi «Eğer Rasûî-ü Ekrem vefat ederse ben Aişe ile evleneceğim» demişti. Cenab-ı Hak o zaman bu ayeti indirdi.»
Kuşeyri Ebu Nasr Abdurrahman der ki:
îbn Abbas'm naklettiğine göre Kureyş'in ileri gelenlerinden ve Rasûlullah ile beraber Hira Dağı'nda bulunan on kişiden biri kendi içinden «Eğer Rasûlullah vefat ederse Aişe ile evlenirim. O benim amcamın kızıdır» demiştir.
Mukatil diyor ki: «Bu zat Talha bin Ubeydullah idi». İbn Ab-bas «Bu kişi nefsinde meydana gelen bu fikrinden pişman oldu ve bunun keffareti olarak Medine'den Mekke'ye yayan gitti. Gazilere Allah yolunda on at verdi. Bir köle azad etti. Cenab-ı Hak da onun günahını affetti» demiştir.
îbn Atiyye der ki: «Bu ayet sahabilerden bazılarının «Eğer Ra-sûl-ü Ekrem vefat ederse Aişe ile evleneceğim» demesine binaen nazil oldu. Bu söz Rasûlullah'ın kulağına geldiğinde Rasûlullah çok rahatsız oldu».
İbn Abbas da «Bu sözü sahabilerden bazıları söyledi» diyor!
Mekki'nin Mamer'den rivayetle «O, Talha bin Ubeydullah'tır»_ demesi, Nuhas'm yine Ma'mer'den rivayetle «O Talha'dır» demesi sahih değildir.
İbn Atiyye «Allah İbn Abbas'tan razı olsun. Bu rivayet benim nezdimde de Talha bin Ubeydullah hakkında sahih değildir» demiştir.
İmam Ebu'l Abbas der ki: «Bu kavil bazı sahabe büyüklerinden hikâye edilmiş, fakat sahabiler böyle şeyden uzaktırlar.» Yalan o rivayetin metnindedir. Böyle bir düşünce veya söz ancak cahil münafıkların işidir. Nitekim rivayete göre münafıklardan biri, Rasûl-ü Ekrem Ebu Seleme'nin vefatından sonra Ümmu Seleme ile, Huneyz bin Huzafe'den sonra da Hafsa ile evlendiğinde şöyle dedi: «Muhammed'e ne oluyor ki bizim dul kadırûarımızla evleniyor? Allah'a yemin ederim, eğer Muhammed ölürse onun hanım-lan üzerinde ok atmak suretiyle paylaşma yaparız» dedi. Bunun üzerine bu ayet indi ve Cenab-ı Hak Rasûl-ü Ekrem'in ölümünden sonra hanımlarını müslümanlara haram kıldı. Ve onları müslü-manlann annelerinin hükmüne sahip kıldı. Bu, Rasûl-ü Ekrem'in özelliklerindendir. Onun şerefinin ayırd edilmesine ve mertebesinin yükselmesine dikkati çekmek içindir.
Bazıları, «Rasûlullah'în vefatından sonra hanımlarıyla evlenmenin yasak kılınmasının hikmeti şudur: O'nun hanımları cennet te yine onun hanımlarıdır. Ve kadın da cennette en son kocası kimse onun hanımı olur» demişlerdir.
Huzeyfe, hanımına: «Cenab-ı Hak bizi cennette biraraya getirdiğinde cennette benimle beraber olman hoşuna giderse sakın benden sonra evlenme. Çünkü kadın, en son kocası kimse cennette ona verilir» demiştir.
«Muhakkak ki O Allah katında büyüktür» cümlesindeki «o» zamiri ya Rasûlullah'a verilen eziyettir veya onun hanımlarını kendisine nikâh etmektir. Bu kebairler cümlesindendir ve dünyada bundan daha büyük günah yoktur.
Hicab'ın nüzul sebebinde Enes hadisine göre Hz. Ömer'in sözü vardır. Hz. Ömer evden çıktığında uzun boylu bir kadın olduğundan dolayı «Ey Şevde! Biz seni gördük» diyordu. Bunu da hi-cab ayeti insin diye yapıyordu. Nitekim Cenab-ı Hak bunun üzerine hicab ayetini indirdi. Yani bütün bunların hicab ayetinin inişine sebep olmaları muhtemeldir.
«Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de muhakkak ki Allah her şeyi gayet iyi bilmektedir» cümlesi tamamen Cenab-ı Hak'kın medhu senâsıdır. Burada maksat kınama ve tehdiddir. Yani daha önceki ayetlerde Rasûlullah'm mübarek hanımlarına karşı kotu niyet besleyenleri kınamak ve tehdit etmek sözkonusudur. Yanı sizin bu husustaki inançlarınızı, kalbinize gelen kötü vesveseleri Cenab-ı Hak bilir. Eğer bunlardan tam manasıyla tevbe ederek vazgeçmezseniz sizi buna göre cezalandıracaktır. [51]
55- Onlar için babalarına, oğullarına, kardeşlerine, kardeş-oğullanna, kizkardeşoğullarına ve kendilerinden olan (mümin) kadınlara, köle ve cariyelerine görünmelerinde herhangi bir günah yoktur. (Ey mü s lü man kadınlar) Allah'tan sakının! Şüphe yok ki Allah her şeye şahittir.
56 - Allah ve melekleri peygambere salât ederler (Allah rahmet yağdırır, melekler af talebinde bulunurlar). Ey iman edenler! (Siz de O'na salât edin ve O'na (peygambere) tam bir teslimiyetle selam verin.
57- Allah'a ve Rasûlü'ne eziyyet verenlere, Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için rezil edici bir azap hazırlamıştır.
58- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara birşey yapmadıkları halde eziyyet verenler gerçekten bir iftira ve apaçık bir günah işlemişlerdir.
59- Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin eşlerine söyle ki (tepeden tırnağa Örten) cilbablarım üzerlerine salsınlar. Böyle yapmaları tanınıp da eziyyet edilmemelerine daha uygundur. Allah gafur (çok bağışlayıcı) ve rahim (çok merhametli) dir.
60- An dol sun eğer münafıklar, kalplerinde hastalık olanlar, şehirde (Medine'de) fena haber yayanlar (bu yaptıklarından) vazgeçmezlerse kesinlikle seni onlara musallat kıları/. Bundan sonra o şehirde seninle birlikte fazla kalamazlar.
61- Lanetlenmiş oiduklan halde nerede bulunurlarsa yakalanır ve öldürülürler.
62- İşte bundan önce geçenler hakkında Allah'ın sünneti (âdeti) böyledir. Allah'ın sünnetini değiştirmeye asla imkân bulamazsın. [52]
(55-62) «Onlar için babalarına, oğullarına...a Bu Ayetlerin Tefsiri
Hicab ayeti indiği zaman RasûluIIah'm hanımlarının babalan, çocukları ve akrabaları «Biz de mi onlarla perdeler arkasında ko~ nuşacağız?» diye sordular. Bunun üzerine Cenab-i'Hak 55. ayeti indirdi. Bu ayet bir kadının hangi erkeklere görünebileceğini beyan etmektedir. Bu ayette amca ile dayı zikredilmemiştir. Çünkü onlar anne ile baba yerine geçerler. Bazen amcaya «Baba» denilmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an'da Yakub oğullarının «Biz senin mabuduna, ataların olan İbrahim, İsmail ve İshak'ın mabuduna ibadet edeceğiz» dediklerini hikâye etmektedir. Halbuki İsmail atalarından değil amcalarmdandı. [53]
Zeccac; «Amca ile dayıya da görünmemek gerekir. Çünkü onlar kadım gördükten sonra gidip çocuklarına onun açıklarını söyleyebilir ve bundan fitne doğabilir. Zira kadın amcasının ve da* yısımn oğluna helâldir. Bundan dolayı onlara görünmek kadın için mekruh olmuştur» der. Nitekim Şâbi ve îkrime, kadının amcasının veya dayısının yanına başörtüsüz çıkmasını mekruh görmüşlerdir. Bu ayette mahremlerin bazıları zikredilmiştir. Mahremlerin tamamı Nur Suresi'nde zikredilmiştir. Bu, o ayetin bir parçasıdır. [54]
«Allah ve melekleri Peygamber'e salât etmektedirler.» Bu ayetle Cenab-ı Hak, Rasûlü'nü hayatında da ölümünde de şereflendi rmektedir. Onun kendi katındaki mertebesini göstermektedir.
Allah'ın salât etmesi, rahmet göndermesi ve razı olması demektir. Meleklerin salât etmesi, dua etmeleri, hak talebinde bulunmalarıdır. Ümmetin salât etmesi ise dua etmesi ve onun emrini tazim etmesi demektir.
Alimler «Salât ettiler» mânâsını ifade eden «Yusallûne» fiilin-deki zamirin Allah ile meleklere raci olduğunu söylemişlerdir. Bu, Cenab-ı Hak'kuı meleklerini şereflendirmek içindir.
Bir grup da «Ayette hazf vardır. Yani Allah salât etmekte ve Allah'ın melekleri de salât etmektedirler, şeklindedir» demiştir. Zamirde Allah ile melekler biraraya getirilmemiştir.
Bu ayetten, hayatta bir defa Rasûl-ü Ekrem'e salât ve selâm getirmenin farz olduğu anlaşılmaktadır. Müekked sünnetlerin gerekliliği, salât'ın getirilmesi de gerekli olanlardandır. Öyle vaciplerdendir ki onu ancak kendisinde hayr olmayan bir kimse unutur veya bırakır. Zemahşeri, «Eğer Rasûlullah'a salât ve selâm getirmek vachp midir yoksa mendub mudur? diye sorarsan cevap olarak vaciptir derim. Fakat ne zaman vacip olur? İşte bunda ihtilaf vardır» diyor. Bazıları «Peygamberdin bahsi geçtikçe salât-u selâm getirmek vaciptir» demiştir. Hadiste «Ben kimin vamnda anilırsam, ismim geçerse ve o kimse benim üzerime saîât getirmezse o ateşe dahil olur. Allah onu uzaklaştırır» denilmektedir.
Bazı alimler «Her mecliste, birkaç defa tekrarlansa dahi» bir defa salât getirmek vaciptir.» demişlerdir. Nitekim secde ayeti ve aksiran bir insana verilen cevap da böyledir.
Bazıları da «Hayatta bir defa vaciptir» demişlerdir. İki kelimeyi (şebadeti) açıkça getirmek de hayatta bir defa vaciptir. Fakat ihtiyatın iktiza ettiği şudur: Peygamber'i her andıkça ona salât getirmek gerekir. Çünkü bu hususta çok hadis varid olmuştur. Salâtm nasıl getirileceği hususunda da ihtilaf edilmiştir.
Salât'in fazileti hakkında birçok hadis vardır. Bunlardan biri şudur:
«Kim benim üzerime bir salât getirirse Allah o salâttan ötürü ona on defa salât getirir.»
«İçtenlikle ona selâm verin» cümlesi hakkında Kadı Ebube-kir bin Bufeyre şöyle demiştir: «Bu ayet Rasûlullah hakkında nazil oldu. Allah, peygamberin ashabına, onun kabrinin yanında hazır bulunduklarında veya ismi geçtiğinde selâm vermelerini emretti .Onlardan sonra gelenlere de selâm vermelerini emretti.»
Muhammed bin Abdurrahman şöyle rivayet ediyor: «Sizden herhangi bir kimse ölümümden sonra bana selâm verirse onun selâmı Cebrail'le beraber bana gelir. Cebrail, «Ey Muhammed! Bu, filân oğlu filânın sana selâmıdır» der. Ben de «Onun benzerinde selâm ve Allah'ın rahmeti ona getirilsin derim».
Nesei, Abdullah'tan şöyle rivayet ediyor. Allah'ın RasûlÜ buyurdular: «AUah'ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmım bana tebliğ ederler.» [55]
«Allah'a ve Rasûlü'ne eziyet edenler...»
Alimler Allah'a eziyet vermenin keyfiyetinde ihtilaf etmişlerdir. Cumhur ulema «Bunun mânâsı: Kâfirlikle, O'na zevce nisbet etmekle (meselâ Meryem O'nun hanımıdır demekle), İsa O'nun oğludur, demekle, O'na ortak koşmakla veya O'nun şanına yakışmayan sıfatlan O'na yakıştırmakla O'na eziyet verirler. Meselâ ya^ hudiler (Allah'ın laneti onların üzerine olsun), «Allah'ın eli bağlıdır», hıristiyanlar «Mesih, Allah'ın oğludur» derler. Müşrikler «Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar da onun ortaklarıdır» derler.
Sahih-i Buhari'de rivayet edilen bir hadisi kudside Allah şöyle buyuruyor: «Ademoğlu beni yalanladı. Halbuki böyle bir yetkisi yoktur. Bana küfretti. Halbuki böyle bir yetkisi yoktur...»
tkrime, «Allah'a eziyet etmek, Allah'ı resimle suretlendirmek-tir» demiştir.
Bir grup da «Ayette muzaf takdir edilmiştir. Allah'a eziyet verenler, yani Allah'ın dostlarına eziyet verenler» demişlerdir.
Rasûlullah'a eziyet vermek ise, Peygamber'e eziyet veren sözler ve fiillerdir. Meselâ onlar Peygamber'e sahir, kâhin, şair, mecnun derlerdi. Fiille eziyetleri ise şöyleydi: Meselâ Uhud'da vurarak Peygamber'in dişlerini kırmaları, yüzünü yaralamalarıdır. Mekke'de Rasûl-ü Ekrem namaz kılarken içi dolu işkembe getirip sırtına koymaları ve bunlara benzer hareketleridir.
Ibn Abbas şöyle der: «Bu ayet Hz. Peygamber Huyey kızı Sa-Pyye'yi nikâhına aldığında kendisine hücum edenler hakkında nazil olmuştur.»
Cenab-ı Hak bu ayette Allah ve Rasûlü'ne eziyeti mutlak olarak zikretmiştir. Mümin erkek ve mümin kadınlara yapılan eziyeti de kayıtlı olarak zikretmiştir. Çünkü Allah ve Rasûlü'ne yapılan eziyet mutlaka daimi bir şekilde haksızlıktır. Müminlere eziyet ise bazen hakla bazen haksız olabilir.
«Allah onlara lanet etti» cümlesinin mânâsı her hayırdan uzaklaştırıldılar demektir. Çünkü lanet lûgatta uzaklaştırmak demektir. [56]
«Mümin erkeklere ve mümin kadınlara bir şey yapmadıkları halde eziyet edenler...»
Bu ayetin nüzul sebebi hakkında şunlar söyleniyor:
Hz. ömer ensardan bir cariyeyi gördü ve suçu olmadığı halde onu dövdü. Çünkü üstündeki süsleri hoşuna gitmemişti. Sahipleri (aile efradı) çıkarak dilleriyle Hz. Ömer'e eziyet verdiler. Ce-nab-ı Hak o zaman bu ayeti indirdi.
Bazıları «Bu ayet Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Çünkü münafıklar ona eziyet verirler, aleyhinde yalanlar uydururlardı» der.
Rivayet ediliyor ki Hz. Ömer, Ubey bin Kâb'a; «Dün akşam bu ayeti okudum. Bundan korktum. Allah'a yemin ederim, ben müslümanlara vuruyor, onları korkutuyorum» der. Ubey; «Ey müminlerin emiri! Sen bunlardan değilsin. Çünkü sen muallimsin ve işi düzelticisin» diye cevap verir. [57]
«Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına...»
Rasûlullah'ın eşlerinin fazileti daha önce sözkonusu edilmişti. Katade «Rasûlullah vefat ettiğinde dokuz eşi hayattaydı. Şu beş tanesi Kureyştendi: Aışe, Hafsa, Ümmü Habibe, Şevde, Ümmü Seleme; şu üçü de diğer Araplardandı: Meymune, Zeyneb binti Cahş ve Cüveyriye. Birisi de Beni Harun'dandı ve o da Safiyye'ydi. Evlât olarak erkek ve kızları vardı. Erkeklerden biri Kasım'dı. Annesi Hz. Hatice'dir. RasûUü Ekrem onunla «Ebu'UKasım» diye künyelenir. İlk ölen evlâdı Kasım'dır. İki sene yaşamıştır» diyor.
Ebu Bekir Berki «Tahir ile Tayyib aynı kişidirler ve adları Abdullah'tır» der. İbrahim'in annesi Mariye el- Kıptıye'dir. İbrahim hicretin sekizinci senesinin zilhiccesinde dünyaya gelmiştir. Ve onalti ay yaşadıktan sonra vefat etmiştir. Bazıları «Onsekiz ay sonra vefat etti» demişlerdir, Baki'a'da defnedilmiş tir. Rasûl-ü Ekrem, «İbrahim'in bir sütannesi vardı. Onun süt emmesini cennette tamamlayacaktır» demiştir.
Hz. Peygamber'in, İbrahim müstesna, bütün evlâtları Hz. Hatice validemizden doğmuşlardı. Ve hepsi de peygamberin hayatında ölmüşler, ancak kızı Hz. Fatma babasmdan altı ay sonra vefat etmiştir. Peygamber'in kızlarına gelince, Fatımatüz-Zehra peygamberlikten beş sene önce, Kureyşliler Kabe'yi inşa ettikleri günlerde dünyaya gelmiştir. Peygamber'in en küçük kızıdır. Hicretin ikinci senesi Ramazan ayında Hz. Ali ile evlenmiş ve zilhicce ayında onunla gerdeğe girmiştir. Bazıları «Receb'de onunla gerdeğe girdi» diyorlar. Rasûlullah'tan az bir zaman sonra vefat etmiştir. Kızlarından biri de Zeyneb'tir. Zeyneb, teyzesinin oğlu Ebu'l-As bin Re-bia ile evlenmiştir. Ebu'l-As'ın asıl ismi Vakit'tir. Bazıları Haşim veya Hüseyin olduğunu söylemişlerdir.
Zeyneb, Hz. Peygamber'in en büyük kızıydı. Hicret'in 8. senesinde vefat etti ve onu kabrine bizzat Rasûl-ü Ekrem koydu.
Diğer kızı da Rukiyye'dir. Annesi Hz. Hatice'dir. Rukiyye ile evvelâ risaletten önce Utbe bin Ebi Leheb evlendi. Rasûl-ü Ekrem peygamber olunca ve «Tebbet» Suresi inince Ebu Leheb oğluna: {{Eğer Muhammed'in hızım boşamazsan benim başım da senin başına haram olur» dedi. O da Rukiyye'den ayrıldı. Zaten gerdeğe de girmemişlerdi. Rukiyye, annesi Hatice müslüman olduğu zaman müslüman oldu. Rukiyye diğer kizkardeşleriyle beraber kadınlar Peygamber'e biat ettiklerinde biatta bulundu. Onunla Hz. Osman evlendi. Kureyş kadınları o zaman insanların gördüğü «En güzel iki kişi» olarak Rukiye ve kocası Hz. Osman'ı kastederlerdi. Hz. Osman'la befaber Habeşistan'a hicret etti. Hz. Osman'dan bir düşük yapmıştı. Ondan sonra Hz. Osman'ın oğlu Abdullah'ı dünyaya getirdi. İslâm'da Hz. Osman'ın künyesi Ebu Abdullah'dır. Abdullah altı yaşına geldikten sonra horoz yüzünü-gözünü gagaladığı için öldü. Hz. Rukiyye bundan sonra çocuk doğurmadı. Medine'ye hicret etti, orada hastalandı. Hz. Peygamber Bedir'e gitmek üzere iken Hz. Osman'ı ona bakması için Medine'de bıraktı. Rasûlullah daha Bedir'deyken hicretin 17. ayında kızı vefat etti. Zeyd bin Harise Bedir müjdesini Medine'ye getirdiği zaman bir cemaatin Hz. Rukiyye'nin mezarının toprağını düzelttiklerini gördü. Peygamber onun defninde bulunamadı.
Kızlarından biri de Ümmü Gülsüm'dür. Annesi Hatice'dir. Şeybe bin Ebi Leheb'le evlenmişti. Peygamberlikten önce Ebu Leheb bu oğlunun da Ümmü Gülsüm'den ayrılmasını istedi. Ebu Le-heb'in bu oğlu da daha henüz zifafa girmemişti. Rasûlullah ile beraber Mekke'deydi. Annesi müslüman olduğunda müslüman olmuştu. Rasûlullah'a kadınlarla beraber biatta bulundu. Peygam-ber'le birlikte Medine'ye hicret etti. Rukiyye vefat ettikten sonra onu da Hz. Osman üe evlendirdi. Bundan dolayı Hz. Osman'a «iki nur sahibi» manâsına gelen «Zınnureyn» lakabı verilmiştir.
Rasûlullah'in hayatında hicretin dokuzuncu senesinin Şaban ayın-da vefat etti. Hz. Peygamber onun kabri üzerinde durdu. Mezara indi. Onunla birlikte Hz. Ali, Fadl ve Usame de indiler.
Zübeyr bin Bekar şöyle der: «Rasûlullah'ın en büyük çocuğu Kasım'dı. Sonra Zeyneb, sonra Abdullah'tır. Abdullah'a Tayyib ve Tahir de deniliyordu. Peygamberlikten sonra doğup küçükken vefat etmiştir. Sonra Ümmü Gülsüm, sonra Fatma sonra da Rukiyye' dır. Kasım Mekke'de öldükten sonra onun ardından da Abdullah öldü.»
Arap kadınları açılıp saçılmaktaydılar. Cariyeler gibi yüzleri açıktı. Bu da erkeklerin onlara bakmasına sebep oluyordu. Allah, Rasûlü'ne onlara örtülerini üstlerine salmalarını emretmesini söyledi. Tabii bu da ihtiyaçları için dışarı çıktıkları zaman böyleydi. O zaman kadınlar tuvalet teşkilatı olmadığından dolayı tabii ihtiyaçları için çöle çıkarlardı. Böylece örtünme, kadınlar ile cariyeler arasında tefrik unsuruydu. Azad olan veya genç olan kişiler de örtünmelerinden ötürü onlara herhangi bir tarizde bulunmazlardı. Fakat bu ayet inmezden önce bazı facirler cariye zannederek hür kadınlara da taarruzda bulunurlardı. Kadınlar mecbur kalarak bağırır ve böylece uzaklaşırlardı. Bu durum Allah Rasûlü'ne şikayet edildi ve bu şikayet üzerine de bu ayet indi.
Ayetin metnindeki «Celabib» kelimesi ciibab kelimesinin çoğuludur. Cilbab, himar denilen baş örtüsünden daha büyük bir elbisedir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre kadının abası, yani elbiseleri üzerine giydiği abadır. Bu rivayet aynı zamanda tbn Me-sud'dan da gelmiştir. Bazıları «Cilbab'dan maksat başörtüsüdür» demişlerdir. Fakat doğru olanı şudur ki cilbab, çarşaf ve izar gibi bütün bedeni örten bir elbisedir.
Cilbab'ın beden üzerinde salınması konusunda ihtilaf vardır, ibn Abbas ve Ubeyde es-Selmani; «Kadın onu kendi bedenine öyle saracak ki İcadının sadece bir tek gözü dışarıda kalsın ve onunla yolunu bulsun» demişlerdir.
Cenab-i Hak bu ayette bütün kadınların örtünmesini emretti. Bu ancak kadının tenini dışarıya göstermeyecek bir elbise ile olur. .-Ancak kocasıyla beraber oturduğunda istediği elbiseyi giyebilir. Çünkü kocası istediği şekilde ondan lezzetlenebilir. Tabii bu da meşru yollarla olacaktır.
Hz. Ömer «Müslüman bir kadının ihtiyacı varsa kendi eski elbiseleriyle veya komşusunun eski elbisesine bürünerek çıkmasında onu meneden ne vardır? Öyle çıksın ki evine dönünce hiç kimse onu bilmesin.» demiştir.
«İşte bu onların tanınması ve incitilmemesi için en uygun ola-ntdtr»
Hür kadınların gezmeleri, cariyelerle karıştırılmasınlar diye, bu şekilde olmalıdır. Onlar tanındıktan sonra herhangi bir tarizle karşı karşıya gelmezler ve hürriyet rütbesi gözetilir. Böylece halkın onlardan tamâları kesilir. Yoksa ayetin mânâsı kadın tanınsın da kim olduğu bilinsin demek değildir. Hz. Ömer bir cariyenin hür kadınlar gibi başını Örttüğünü görünce hür kadınların kisvesini muhafaza etmek için onu kamçılıyordu.
Bazıları «Şu samanda ister hür, ister cariye olsun, bütün kadınlar için kapanmak, başörtmek vaciptir» demişlerdir. Bu tıpkı Hz. Feygamber'in «Allah'ın kadın kullarım camilerden menetme-yin» demesine rağmen Hz. Peygamber'den sonra ashabın kadınları camilerden menetmeleri gibidir. Hatta Aişe validemiz «Eğer UasüUü Ekrem bu vakte kadar yaşasaydı kesinlikle kadınları camilere gitmek üzere evlerinden çıkartrnazdı. Tıpkı İsrailoğulları'mn kadınlarının menedilişi gibi» demiştir. [58]
İkiyüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kötü haberleri yayanlar»u\ hepsi bir tek kişinin, yani münafıkların vasfıdır. Nitekim Süfyan bin Said Mansur'dan, o da Ebu Rezin'den şöyle rivayet ediyor: «Bu üç vasıf aynı şeydir ve münafıklar bu üç vasfı kendilerinde bulundurmuşlardır. Hem ikiyüzlülük yaparlar, hem kalplerinde küfür hastalığı vardır, hem de şehirde yani Me-dine-i Münevvere'de kötü haberler yayıyorlardı.»
Bazı müfessirler; «Onlardan bir grup vardı ki kötü haber ya~ yarlardı. Bir grup vardı ki şüpheler saçmak için kadınların peşine düşerlerdi. Bir grup da müslümanları daima şüpheye sokma, ya çalışırlardı» demiştir.
İkrime ve Şehr bin Havşab, «Kalplerinde hastalık olanlardan maksat, kalplerinde zina hevesi olanlardın) demektedirler.
Tavus, «Bu ayet kadınlar hakkında nazil oldu» demiştir. Seleme bin Fuheyl, «Bu ayet fahiş hareket edenler hakkında nazil oldu» diyor. Fakat bütün bu mânâlar birbirine yakın yorumlardır.
Bazıları da «Münafıklar ve kalplerinde hastalık olanlar aynı şeydir. Cenab-ı Hak iki lâfızla onları tavsif kılmıştır. Şehirde kötü haber yayanlar da müslümanlara düşmanlarından hoşlarına gitmeyen haberleri nakledenlerdir» demişlerdir. Onlar Rasûlullah'm akıncıları çıkıp gittikten sonra, «Akıncılar hezimete uğradılar, düşman size yaklaşmaktadır» şeklinde kötü haberler yayarlardı. (Bu yorumu Katade rivayet etmiştir.)
Bazıları «Müslümanlardan bir grup fitne için durmadan yalan haberleri konuşurlardı» diyor. İfk hadisesinde müslüman bir grup vardı. Bunlar fitne sevgisi için bu hadiseye daldıkça daldılar.
îbn Abbas «ircaf fitneyi aramak demektir» der. Yalan ve bâtılı iş'ar etmektir. Bundan maksat ise üzüntü meydana getirmektir. Bazıları «İrcaf, kalpleri sarsmak demektir» derler. Bu ayet yalan haberleri yaymak suretiyle müslümanlara eziyet edilmesinin haram olduğuna delâlet etmektedir .
«Eğer onlar bundan vazgeçmezlerse seni onlara musallat kılacağız. Onları öldürmek suretiyle köklerini keseceksin.»
îbn Abbas ayeti «Onlar kadınlara eziyet vermekten vazgeçmediler ve Cenab-ı Hak da peygamberi onlara musallat kıldı» şeklinde tefsir etmiştir.
Bazıları «RasûLü Ekrem'in onlara lanet etmesi bu ayetle em rediliyor» demiştir. Musallat kılma meselesi budur.
Muhammed bin Yezid şöyle der: «61. ayette Cenab-ı Hak Ra~ sûlü'nü onlara musallat kılmıştır. Onlar nerede rastlanırlarsa yakalanır, öldürülür ve lânetlenirlerdi. İşte bu ayet onları öldürmek ve yakalamak emrini getirir» diyor. Yani nifak ve kötü haberleri yaymakta ısrar ettikleri zaman onların hükmü budur.
«Sonra orada senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler». Yani Medine'de az bir zaman kalabilirler. Veya az bir zaman se ninle komşuluk yapabilirler. Sonra helak olacaklardır.
Bazılarına göre ayetin mânâsı şöyledir: Eğer onlar nifak üzere ısrar ederlerse onların Medine'de duracak yerleri artık yok tur. Ancak kovularak, lanetlenerek durabilirler. Onların basına aym şeyler gelecektir. Çünkü Beraet Sûresi nazil olduğunda hepsi toplattırıldı ve Hz. Peygamber; «Ey filan adam! Kalk. Kesinlikle sen münafıksın. Ey fltanl Kalk» dedi. Böylece müslümanlardan olan arkadaşları veya kardeşleri kalkıp onları mescidden çıkarmaya çalıştılar.
62 ayetin başındaki «Sünnete» kelimesi mukadder bir fiilin mefulü mutlağıdır. Yani peygamberler hakkında kötü haber yayanlar, nifakını izhar edenler yakalanır ve öldürülürler. Bu, Allah' m eskiden beri devam eden bir âdet-i ilâhîsidir. [59]
«Allah'ın sünnetinde tebdil göremezsin», yani Allah'ın sünneti bozulmaz, nasılsa aynı şekilde devam eder. Bunu Nakkaş rivayet etmektedir. Süddi ise, «Hakettiği zaman öldürülen bir kimse. nin katiline diyet düşmez» demektedir. [60]
63- Ey Rasûlüm!) Sana Kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: «Onun ilmi ancak Allah katandadır». Sen ne bilirsin? Belki de Kıyamet pek yakındır.
64- Şüphesiz ki Allah kâfirlere lanet etmiş ve onlar için şiddetli bir ateş hazırlamıştır.
65- Orada sonsuz kalıcılar olarak, hiçbir dost ve hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.
66- (Hatırlat o günü) ki yüzleri ateşte o yana bu yana çe-virilirken «Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik. Keşke Pey-gamber'e itaat etseydik» diyeceklerdir.
67- Derler ki: «Ey Rabbimiz! Doğrusu biz reislerimize, büyüklerimize itaatta bulunduk. Böylece onlar da bizi yoldan saptırdılar.»
68- Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve onlara büyük bir lanet ile lanet et.»
69- Ey iman edenler! Sakın Musa'ya eziyet verenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, onların söylediklerinden beri tutmuştur. O, Allah'ın katında değerli bir kişiydi.
70- Ey iman edenler! Allah'tan (azabından) sakının ve doğru söz söyleyin.
71- (Bunu dediğinizde) Allah sizin işlerinizi düzeltir (sizi muvaffak kılar) ve günahlarınızı da bağışlar. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse kesinlikle o büyük bir zafer elde etmiştir.
72- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik. Onlar o emaneti yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. O emaneti insanoğlu yüklendi. Kuşkusuz ki insan çok zalim ve çok cahildir.
73- Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap verecek, mümin erkekler ve mümin kadınların da tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet sahibidir. [61]
(63-73) «(Ey Rasûlüm!) Sana Kıyamet'in ne zaman...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Allah Rasûlü'nden Kıyamet'in kopma tarihini soranlar üç gruptur. Müşrikler Rasûlullah ile istihza ve alay ederler, Peygam-ber'den acele olarak Kıyametin kopmasını sorarlardı. Münafıklar taannud ederek, yahudiler ise imtihan kastıyla sorarlardı. Çünkü onlar Kıyamet'in kopuş zamanının hiç kimseye bildirilmemiş olduğunu Tevrat'tan öğrenmişlerdi. Rasûl-ü Ekrem'in vahy alıp almadığını imtihan etmek maksadıyla bu suali sorarlardı.
Kurtubi; «Rasülullah'a eziyet verenler tehdid edildikleri için, Peygamber'den bu tehdidin uzak ve yalan oluşu bakımından Ku yamet'in kopma zamanını sordular» demiştir.
«(Ey habibim!) De ki: Onun ilmi Allah'ın katındadır. Allah ne mukarreb bir meleği ne de herhangi bir peygamberi ona mut-tali kılmaz. Hangi şeydir Kıyamet'in kopma vaktini sana bildiren?», yani sen onu hiçbir şekilde öğrenemezsin. Belki de "Kıyamet'in kopması yakın bir zamandadır.
Allah'ın Rasûlü şehadet parmağıyla ortanca parmağını işaret ederek «Ben ve Kıyamet bunların ikisi gibi gönderildik» demiştir. (Hadisi sahih hadis ehli rivayet etmiştir).
Allah'ın lanet ettiği kâfirlerden bütün kâfirler kastedilmektedir. Yani onları rahmetinden uzaklaştırmış olur. Onlar için ateşi hazırlamıştır. Onlar ateşte ebedidirler. Onları Allah'ın azabından (ateşte ebedî kalmaktan) kurtaracak ne bir yardımcıları vardır ne de bir dostları!..
Onlarm ateşte yüzlerinin çevrilmesinden maksat, ateş üzerinde pişirilen et gibi yüzlerinin evrilip çevrilmesidir. Veya yüzleri bir renkten başka bir renge girer. Yüzlerinde çeşitli çirkinlikler peydan olur. Cenab-ı Hak burada sadece yüzü zikrediyor. Yüz, insanoğlunun en şerefli azasıdır ve o ateşe girdikten sonra diğer azalan zaten girer. Yüzdeki acı tüm azalardakî acıdan daha kuvvetlidir. Yüzün, bütün bedenden kinaye olması mümkündür. Yani cüzün zikri ile küll kastedilmiştir.
«Sadadlar» dan maksat, kral ve idarecilerdir. «Kübera» ile maksat ise serde onlara Önder olanlardır. Kötü idarecilere ve kötü Önderlere siyadet ve büyüklük unvanını vermelerinin nedeni, özürlerinin kuvvet bulması içindir. Aksi takdirde makam tazim makamı değil de tahkir ve ihanet makamıdır. İdarecilerin itaatini diğer önderlerin itaatmdan önce zikretmişlerdir. Çünkü idareciler itaat edilmediği takdirde ceza verebilirler.
Bazı müfessirler «İki kelime de aynı mânâyı ifade eder ve maksat da kâfirlere küfrü telkin eden ve süslü gösteren alimlerdir» demişlerdir.
Katade, «Şer ve şirk koşmak meselesinde onlara önderlik yapanlar kastedilmektedir» demiştir.
Alusi, «Kebiren kelimesi şiddetli ve büyük mânâsını ifade eder» diyor. Yani onlara şiddetli ve korkunç bir lanetle lanet eyledi. [62]
«Ey iman edenler! Musa'ya eziyet verenler gibi olmayın» ayeti bir görüşe göre Zeyneb binti Cahş hadisesinde konuşanlar hakkında nazil olmuştur. Onların konuşmaları Allah Rasûlü'ne eziyet veriyordu. Cenab-ı Hak, Musa'yı onların sözünden veya onların dediklerinden tebrie etti. Onları, Hz. Musa'ya isnad ettiklerinde yalancı çıkardı. Hz. Zeyneb hususunda Rasûlullah'a nisbet edilen durumlarda o nisbeti yapanları yalancı çıkardı.
Kurtubi şöyle der: «Cenab-ı Hak münafıklar ve Rasûlullah ile müminlere eziyet veren kâfirlerden bahsettikten sonra Rasûlullah'a eziyet vermekten bizleri sakındırdı. Peygamberleri Hz. Musa'ya eziyet verdikleri hususlarda Beni İsrail'e benzememelerini emretti.»
Allah Rasûlü'ne ve Musa'ya yapılan eziyetler hususunda ihtilaf vardır. Nakkaş, «Hz. Muhammed'e yapılan eziyet, Zeyd Mu-, hammed'in oğludur demeleriydi» der. Ebu Vail «Rasûlullah'a yap-tıkları eziyetten maksat Peygamber'in bir ganimet malım taksim esnasında ensardan birisinin, bu taksimatta Allah'ın rızası kastedilmedi demesidir. Bu durum Hz. Peygamberce söylenildi. Hz. Peygamber «Allah Musa'ya merhamet etsin. O'na bundan daha fazla eziyet edildiği halde o sabretti» demiştir.
Hz. Musa'ya yapılan eziyete gelince, bu Ebu Hureyre'nin Ra-sûlullah'tan rivayet ettiği şu hadiste belirtilmiştir: «İsrailoğulları çıplak olarak yıkanıyorlardı. Hz. Musa da çok utangaç olduğundan dolayı bedenini örter, gizlerdi. Bir grup «Hz. Musa'nın yumurtalıklarında şiş vardır» dedi. Bir grup «Bedeninde alacalık vardır», bir grup «Başka bir hastalık var ki kendisini bu kadar koruyor» dediler. Bir gün Hz. Musa, Şam arazisinde bulunan bir çeşmede yıkanmak üzere gitti. Elbisesini bir taş üzerine koydu. Taş onun elbisesini kaçırdı. Musa çıplak olarak taşın arkasına düşerek «Ey taş, benim elbisemi var, ey taş, benim elbisemi ver!» diye bağırdı. Taş, İsrailoğulları'ndan bir cemaatin huzuruna kadar gelip durdu. Onlar Hz. Musa'nın bedenine baktılar ki o, yaradılış bakımından insanların en güzellerinden ve suret bakımından da insanların en mutedilidir. Onda söylenen hastalıklardan hiçbiri yoktur. İşte Cenab-ı Hak «Allah onu dediklerinden tebrie etti» buyuruyor».»
Hadisi Buhari ve Müslim bilmânâ rivayet etmişlerdir.
Ayet metnindeki «Vecih» kelimesi büyük demektir. Araplar bu lâfzı büyük ve derecesi yüksek olan kimseler için kullanırlar. Rivayete göre Hz. Musa, Cenab-ı Hak'tan bir şey istediğinde Allah onu verirdi. [63]
«Sedid olan söz» cümlesinden maksat, gerçek ve hak olan söz demektir. îbn Abbas «Doğru söz», Katade ve Mukatil, «Hz. Zeyneb ile Hz. Zeyd hususundaki sözleriniz gerçek ve hak olsun. Ra-sûUü Ekrem'e helâl olmayan şeyleri nisbet etmeyin demektir» de^ diler. İkrime ve Îbn Abbas ise, «Kavli-Sedid ifadesinden maksat, LâilâheilJallahtır» demişlerdir. [64]
72. ayetteki «Emanet» kelimesinin tefsiri konusunda şu görüşler belirtilmiştir:
1- Emanet, taattır. Emanetin sahibine iadesi lâzım geldiği gibi Allah'a taat da lâzımdır.
2 - Emanet, farz ibadetler ve vazifelerdir. (Bunu İbn Abbas ve Said bin Cübeyr rivayet etmişlerdir).
3- Emanet, namazdır. Çünkü Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre namaz vakti gelince yüzü sapsarı kesilirdi. Niçin böyle olduğu sorulunca da cevap olarak «Bu, göklere, yere ve dağlara arzedi. lip de onların kabul etmediği emanetin (namazın) zamanıdır», dedi.
4- Emanet, cünüplükten arınmak için yıkanmaktır.
5- Emanet, namaz, oruç ve gusül'dtir. Zira Abdurrezzak, Abd bin Humeyd ve Zeyd b. Eşlem, Allah'ın Rasûlü'nden şu hadisi rivayet etmişlerdir: «Emanet üç şeydir: Namaz, oruç ve cünüplükten arınmak için yıkanmak.»
6- Emanet, insanlar arasında bilinen ve yerine getirilmesi gereken şeylerdir.
7- Emanet, hiçbir mümine hile yapmamaktır.
8- Emanet, tevhid kelimesidir. Çünkü şer'i tekliflerin temelini o teşkü etmektedir.
9- Ebu Hayyan «Emanet insanoğlunun kendisi için emin bulunduğu emir ve yasaklardır. Dünya meselelerinden hangisi olursa olsun» demiştir.
10- Emanet, bizim bildiğimiz emanettir. Onu göklere, yerlere dağlara arzetmekten ve onların da kabul etmemesinden maksat, o da ancak bizim bildiğimiz şekildedir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak göklere, yere ve dağlara ayırd edici bir anlayış verdi. Onları yüklenip yüklenmeyecekleri konusunda muhayyer kıldı. Onlar da yüknmesinden kaçındılar. (Bu yorum İbn Abbas'tan rivayet edilmişletir).
11- Emanetten maksat, ister ihtiyari ister tabii olsun, in-kıyad ve itaat etmektir.
12- Emanetten maksat, tekliftir. Emaneti yerler, gökler vs dağlara arzetmekten maksat, onlarda bu arzı anlayacak istidadı yaratmasıdır. Onların çekinmesinden maksat da liyakatlarının bu işte yokluğudur. İnsanoğlunun bunu kabul etmesinden maksat, ona müstaid olmasıdır. «Çokça zalim ve çokça cahil olmast»ndan maksat, onu zulme iteleyen gazabî kuvvet cehalete iteleyenin de şehveti kuvvetin onda galip olması demektir.
Emanetin en makbul tefsiri bütün dini vazifeleri ister sözlü ister fiilî) kapsayan vazife demektir. Cumhur bu görüştedir. Kelâmcılardan bazıları «Emaneti arzetmekten maksatetmek, belirtmek ve ortaya koymaktır» demişlerdir. Ne zaman biz İP emaneti ve emanetin zayi edilmesini göklerin ve yenn ehline, meleklere, cinlere ve insanlara arzettiysek, onlar onun günahını hamletmekten kaçındılar. Onların arasında insan onu hamletti. Hasan Basri «Bu insandan maksat, münafık ve kâfirdir» diyor. İnsan, kesinlikle nefsine çok zulmedici ve Rabbi hakkında da çok cahildir.
Battal, «Emaneti arzetmekten maksat bir darb-ı meseldir. Yani gökler ve yer, cürümlerinin büyüklüğüne rağmen eğer bu emanet onlara teklif edilseydi onlara mutlaka ağır gelecekti. Çünkü bu emanetin içinde sevap ve ikab vardır. Bu teklif öyle bir emirdir ki gökler, yer ve dağların dahi onu tahammül etmeye güçleri yet-vnez. Ama buna rağmen insanoğlu, o teklifle karşı karşıya gelmemiştir. Eğer insanoğlu düşünürse çok zalim ve çok cahil» diyor.
Bu ayet tıpkı «Şu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik» ayeti gibidir. Bu ayetin sonunda Cenab-ı Hak «İşte bu misalleri biz insanlar için izah ediyoruz. Umulur ki insanlar bunların sayesinde tefekkür ederler» buyuruyor.
Bir grup tefsirci «Ayet mecazdandır» demiştir. Yani biz emanetin ağırlığını gökler, yer ve dağların kuvvetiyle mukayese ettik. Baktık ki onlar onu yüklenecek takatta değildir. Eğer bu gökler, yer ve dağlar konuşabilseydi «Biz kabul etmeyiz, almayız, bundan korkarız» diyeceklerdi.
Bu hususta gelen rivayetlerin bir kısmından, insanın kendiliğinden emaneti kaldırmış, ona tahammül etmiş olduğu anlaşılmaktadır. Onun için Cenab-ı Hak «Nefsine çokça zalim, emanetin içinde olan hakkında da çokça cahildir» demiştir.
Bazıları da «Cenab-ı Hak onu insanlara yüklemiştir» demektedirler.
Zeccac; «Ayet kâfir, münafık ve asiler Hakkında inmiştir)} derken, tbn Abbas ve talebeleri ile Vehhab ve başkası «İnsandan maksat Hz. Adem'dir. Emaneti yüklendi ve bir gün geçmeden cennette işlediği zelleyi işledi. Cenab-ı Hak onu cennetten çıkardı» diyor.
«Allah münafık erkeklerle münafık kadınlara azap versin» diye başlayan cümle «Hamele» fiiline taalluk eder. Yani insanoğlu bunu hamletti ki asi azap görsün, itaat eden de sevap elde etsin. Buradaki lâm, talil lamıdır. Çünkü azap emaneti yüklenmenin neticesidir.
Bazıları «Bu lâm, «arzettik» mânâsını ifade eden «aredna» fiiline taalluk eder» demiştir. Yani biz emaneti hepsi üzerine hamlettik, sonra bir gerdanlık gibi onu insanın boynuna taktık ki müşrikin şirki, münafıkm nifakı ortaya çıksın ve Allah da onlara azap
in. Müminin imanı da meydana çıksın ve Allah onlara sevap
etsin versin
«Allah müminler üzerinde her halükârda tevbeyi yapar», yani onların tevbelerini kabul eder. [65]
AHZAB SURESİ'NİN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/142.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/144.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/145-147.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/147-148.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/148-149.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/149.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/150-151.
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/151-152.
[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/152-153.
[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/153-154.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/156.
[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/157-158.
[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/158-159.
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/160-163.
[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/163-164.
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/164-166.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/168.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/169-172.
[19] Alusl, Ruh'ul-Meanî, cilt: 21, sh: 168-169
[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/172-174.
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/174.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/176.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/177-179.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/179.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/180-187.
[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/187-188.
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/188-190.
[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/192.
[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/194-196.
[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/196-198.
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/198-202.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/202-205.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/207.
[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/208-209.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/209-211.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/211-215.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/215-218.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/218-219.
[39] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/220-221.
[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/221-223.
[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/225.
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/226-228.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/229-231.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/231-233.
[45] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/233-234.
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/235-240.
[47] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/242.
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/243-246.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/246-249.
[50] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/249-250.
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/250-253.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/255.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/256.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/256-257.
[55] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/257-258.
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/259-260.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/260.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/261-264.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/265-267.
[60] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/267.
[61] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/269.
[62] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/270-271.
[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/272-273.
[64] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/273.
[65] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
13/273-277.