Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
İnkarcılarla Münafıklara Uyulmaması
Her Hususta Allah'a Güvenip Dayanmak
Bir Adamın İçinde İki Kalp Yaratılmaması
Başkasına Ait Çocuğu Evlât Edinmek Doğru Mudur?
Peygamberin (A.S.) Zevceleri, Mü'minlerin Anneleridir
Yakın Dostlara Vasiyette Bulunmak
Peygamberlerden Alınan Kesin Söz
Peygamberi Doğrulayanlar Ve Yalanlayanlar
Sınavı Kaybedenler Ve Kazananlar
Savaştan Kaçmıyacaklarına Söz Veren Yalancılar
Savaştan Kaçmak Veya Katılmamak Yaşamayı Güven Altina Almaz
Allah'ın Koyduğu Düzeni, Hazırladığı Plânı Kim Değiştirebilir?
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Her Yönüyle Örnek İnsandır
Kur'ân-I Kerîm'in Verdiği Ölçü
Savaş, Mü1 Mini Münafıktan Ayıran Mihenktir
Ahzâb Savaşı Ve Doğurduğu Olumlu Sonuçlar
Ahzâb Savaşının Ve Beni Kurayza Olayının Sonuçları
Ahzâb Ve Uhûd Savaşı Anlatılırken Mü'minlere Verilen Mesajlar
Ailede Kavga Yok, Barış Ve Anlaşma Söz Konusudur
Peygamber (A.S.) Efendimizin Zevcelerinin Özellikleri
Câhiliye Devrinde Kadinlarin Sokağa Çıkış Tarzı
Kadınların Evde Oturmasının Anlamı
Cenâb-I Hak Aileden Murdarlığı Gidermek İstiyor
Fazîletlerin Tamamını Kendinde Toplayan On Özellik
Zeyd B. Harise İle Zeyneb Bint Cahş'in Evlenmesi
Fıkhî Yönü Evlilikte Kefaetin Ölçüsü
Evlâtlık, Öz Evlât Kabul Edilebilir Mi?
Mü'minlerin Ölürken Ve Allah'a Kavuşurken Göreceği İltifat
Peygamber (A.S.) Efendimizin Beş Vasfı
Hz. Muhammed (A.S.) Sözü Edilen Beş Sıfatla Şu İki Hizmeti Sürdürmüştür
Aile Hukukuyla İlgili Beş Mesele
Kadını, Makul Bir Sebeple Boşamak
Peygamber (A.S.) Efendimiz'e Nikâhı Helâl Kılınan Kadınlar
Peygamber (A.S.)Iım Mevcut Zevcelerinden Tercîh Edip Yanında Alıkoyması
Hakkındaki Hüküm
Peygamber (A.S.) Efendimizin Halk İle Olan Günlük İlişkileri
Peygamber'in (A.S.) Eşleriyle Evlenmek Haramdır
Peygamber (A.S.) Efendimize Salât-Ü Selâm
Allah'a Ve Peygamberine Eziyet Edenler
Hz. Muhammed'in (A.S.) Birden Fazla Kadınla Evlenmesi
İslâm'a Göre Kadın Nedir, Ne Değildir?
Münafıklarla Yahudilere Son Uyarı
Allah'ın Uygulanagelen Sünneti
İleri Gelenlerin Halka Kötü Örnek Olması
Davanın Büyüklüğü Bela Fırtınasını Şiddetlendirir
Mü'minin Saadeti İki Maddede Özetlenmiştir
Emânetin Göklere Ve Yere Sunulması
Emâneti Yüklenmenin Sorumluluğu
Sûrenin tamamı
Medine'de inmiştir." Daha çok münafıkları konu edinmektedir.
Yirminci âyetinde
düşmanın müttefik kuvvetlerinden ve İslâm'a karşı birleşip cephe almalarından
söz edilerek onlar hakkında «ahzâb» tabiri kullanılmış ve dolayısıyla bu kelime
sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı :
73
Kelime » : 1280
Harf » : 5796 [1]
1— Allah'tan korkup inkâr ve sapıklıktan
sakınılması ve kâfirlere itaat edilmemesi konu ediliyor.
2— İnen vahye aynen uyulması emredilerek
birtakım misaller veriliyor.
3— Cahiliye devrinin âdetlerinden biri sayılan,
başkasına ait çocuğu evlât edinme konusu üzerinde duruluyor; neslin birbirine
karışmasını sonuçlandıran bu gibi âdetlerin hükümsüz bırakıldığı açıklanıyor.
4— Mîras hukukunun ana esaslarından birine yer
verilerek mü'min-ler aydınlatılıyor.
5— Hendek Savaşı'nda Allah'ın mü'minlerden yana
oian yardım ve iûtfu hatırlatılıyor.
6— Peygamber (A.S.) Efendimiz'in zevcelerine,
evliliklerini devam et-tirmeleriyie, boşanma talebinde bulunabilecekleri
arasında bir teraîh yapabilecekleri haber veriliyor.
7— Peygamber
(A.S.) Efendimizin zevcelerinin
faraza bir hayasız-
lıkta bulunmaları
halinde kendilerine verilecek uhrevî azabın kat kat olacağına dikkatler
çekiliyor.
8— Zeyneb
bint Cahş {R.A.) kıssası, hikmet ve esrarıyla anlatılıyor.
9— Bundan böyle Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
evlenmesinin yasaklandığı belirtiliyor.
10— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in evine bir iş, ya da
yemek için gelen mü'minlerin Peygamber'e (A.S.) eziyet verecek, O'nu incitecek
söz ve davranışlardan kaçınmaları emredilerek Peygamber'le (A.S.) görüşme ve
yanında oturma, evine girme kuralları öğretiliyor.
11— Kadınların örtünmeleri emrediliyor.
12— Münafıklar ve imânı zayıf olanlar uyarılıyor.
13— İnkarcı sapık putperestlerin kıyamet olayının ne zaman
meydana geleoeği hakkındaki sorulan üzerinde duruluyor.
14— İsrail oğullarının Musa (A.S.)
peygambere eziyet ettikleri gibi, mü'minlerin de Hz. Muhammed'e (A.S.)
eziyette bulunmamaları, O'nu incitmemeleri tenbîh ediliyor ve böyle bir
davranışın elim azaba yol açacağına işarette bulunuluyor. [2]
1— Ey Peygamber! Allah'tan korkmaya devam et ve
sakın kâfirlere ve münafıklara uyma. Şüphesiz ki Allah bilendir, hikmet
sahibidir.
2— Rabbından sana vahyolunana uy! Şüphesiz ki
Allah, yaptıklarınızdan haberlidir.
3— Allah'a güvenip dayan; vekîi olarak Allah
yeter.
Mekke'nin ileri
gelenlerinden Ebû Süfyan b. Harb, İkrime b. Ebî Cehl ve Ebû'l Â'ver, Uhûd
Savaşı'ndan sonra Medine'ye gelip Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den güven alarak münafıkların
başı Abdullah b. Ubey ile görüştüler ve sonra Peygamber (A.S.) Efendimiz'e
gelip şöyle bir öneride bulundular: «Sen bizim tanrılarımıza dokunma ve
onların kendilerine tapanlara şefaatçi olacaklarını söyle; biz de senin
Rabbine dil uzatmayalım, sizi kendi halinize bırakalım.»
Onların bu küstahça
önerilerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz üzüldü. Orada hazır bulunan Hz. Ömer
(R.A.) dayanamayıp kalktı ve, «İzin ver de ey Allah'ın Resulü, bu melunların
boynunu vurayım» dedi. Hz. Peygamber {A.S.) ona izin vermedi ve şöyle buyurdu:
«Ya Ömer! onlara güven vermiş bulunuyorum, dokunma.»
Bu sebeple yukarıdaki âyetler
indi. [3]
Ey peygamber!
Allah'tan korkmaya devam et ve sakın kâfirlere ve münafıklara uyma. Şüphesiz ki
Allah bilendir ve hikmet sahibidir.»
Hakk'i red ve inkâr
edenler, Kur'ân ve Peygamber hakkında birtakım olumsuz yönde şüpheler taşıyan
ikiyüzlü dönekler, kendi içlerinde kopan inkâr ve nifak fırtınasını
dindiremedikleri; toplumdan yana güven telkîn edemedikleri ve hemen her zaman
kararsızlık içinde bocaladıkları için ne sözlerine inanılır, ne ahidlerine ve
dostluklarına güvenilir; ne vaadlerine itir bar edilip kulak verilir, ne de
ciddi bir konu hakkında onlarla istişarede bulunulur. O bakımdan gerçek mü'minler
bu hususlara dikkat edip meselelerini kendi aralarında istişare, dayanışma ve
güvenme ölçüleri içinde çözmelidirler.
Verilen sözü bozmak
konusunda çok etraflı düşünmek ve karşı taraf hıyanette bulunmadıkça Allah'tan
korkup sadık kalmak gerekir. Çünkü mü'min verdiği sözü Allah adına verir ve
O'nun adına sadık kalır. O bakımdan mü'min gadretmez, ahdini bozmaz.
Bunun için ünlü
velîlerden ve ilim adamlarından Talk b. Habîb diyor ki:
«Takva: Allah'tan
gelen bir nur üzere Allah'a itaat doğrultusunda amel etmen ve yine Allah'tan
gelen bir nur üzere Allah'ın azabından korkarak günahları terketmendir.» [4]
Şüphesiz Allah'ın emirlerine
uymak hayatımızda en güvenli ve sağlıklı yoldur. Zira Cenâb-ı Hak olup biten,
kafa ve kalplerden geçen her şeyi lâyıkıyla ve kemâliyle bilir; tesbitinde hatâ
yapmaz, teşhisinde yanılmaz. Her şeyi önceden belirlediği bir plân ve programa
göre yürütür. O hiçbir zaman kötülüğü emretmez ve o hususta tavsiye ve telkinde
bulunmaz; ancak faydalı olanı, doğruyu, mutluluk getireni, rahmet havası
estireni; ruha gıda vereni ve tek kelimeyle dünya ve âhiret hayatını saadete
çevireni emreder. Çünkü O Alîm ve Hakîm'dir. [5]
«Allah'a güvenip
dayan; vekîl olarak Allah yeter.»
Mü'minin, karşısına
çıkan olaylarda, başladığı amelde, işlediği işte; söz ve davranışlarında en
iyisini, en doğrusunu düşünüp ilâhî rızaya uygun olanı belirledikten ve imkân
nisbetinde bütün sebep ve vasıtaları harekete geçirdikten sonra Allah'a
güvenip dayanması gerekir. Çünkü kul imkân ve irâde sınırına gelince, kendi
mevcut imkânlarını ortaya koymuş; başarılı olmak için Allah'ın yardımını dileme
çizgisine gelip dayanmıştır. Bu durumda Allah'ın yardımı tecelli eder ve
sünnetullahın da gereği budur.
İlgili âyetle, başta Hz.
Peygamber (A.S.) olmak üzere ümmetinin her ferdinin meşru yolda yürürken
Allah'a tevekkül etmelerinin emredilmesi-nin mana ve hikmeti işte budur. Zira
âyete dikkat ettiğimizde sözünü ettiğimiz emir, «Rabbından sana vahyolunana
uy» emrinden sonra geliyor. Böylece önce ilâhî buyruklara uymanın, sonra da
O'na güvenip dayanmanın gereği belirtilmiş oluyor. Şüphesiz koruyucu, gözetip
yönlendirici ve işleri düzene koymada yeterli olan ancak Allah'tır. O bakımdan
vekîl olarak, mü'minlere yeter. [6]
Yukarıdaki âyetlerle,
kâfirlere ve münafıklara uymamamız; onlara güvenmememiz emredildi. Allah'a
güvenip dayanmamız tavsiye edilerek gereken bilgi verildi. -
Aşağıdaki âyetlerle evlâtlık
edinme, zihar gibi konular üzerinde duruluyor ve bu hususta nasıl bir yol
izlenmesi gerektiği belirtilerek mü'minler aydınlatılıyor. [7]
Allah bir adamın
içinde iki kalp yaratmamış; zihârda bulunduğunuz eşlerinizi de anneleriniz
(gibi) kılmamıştır. Evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız yapmamıştır. Bunlar
ağızlarınızda dolaşan (hüküm ifade etmiyen) sözlerinizdir. Allah hakkt söyler
ve doğru yolu gösterir.
5—
Evlâtlıkları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah yanında daha âdil, daha
doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar, dinde kardeşleriniz ve
yakın dostlannızdır. Bu hususta işlediğiniz hatâdan dolayı size bir vebal
yoktur. Ama kalplerinizin kasdettiği şeylerde vebal vardır. Allah çok bağışlayan
ve çok merhamet edendir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz namaz kıldırırken hafif bîr ayak hareketi gösterip elini ileriye
doğru uzatıp çekti. Bunun üzerine arkasında namaz kılmakta olan münafıklar;
«Görmüyor musunuz, Muhammed'in biri bizimle, biri de onlarla (cinler veya
meleklerle) ilgili bulunan iki kalbi vardır» diye fısıldaştılar. O sebeple
yukarıdaki âyetler indi. [8]
Küçük yaşta Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in himayesine alınıp O'nun terbiyesinde yetişip büyüyen Zeyd b.
Hâris'e için «Muhammed'in (A.S.) oğlu» deniliyordu. Bunun üzerine dördüncü âyet
indi. [9]
«Kim bildiği halde
kendini babasından başkasına nisbet ederse, cennet ona haram olur.» [10]
«Kim babasından
başkasının evlâdı olduğunu iddia eder veya efendisinden başkasına kendini
nisbet ederse, Allah'ın kıyamete kadar peşpeşe devam eden laneti onadır.» [11]
Buharî'nîn tesbitine
göre : Abdullah b. Ömer (R.A.) şöyle demiştir:
«Doğrusu Harise oğlu Zeyd,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in azatlı kölesi idi; ama {Ud'uhum li-abâihim..)
âyeti ininceye kadar biz onu, (Muhammed'in oğlu Zeyd) diye çağırırdık.»[12]
«Allah bir adamın
içinde iki kalp yaratmamış..»
İlim adamları ve ünlü
tefsîrciler bu âyetin delâlet ettiği mana ve hüküm üzerinde farklı yorumlarda
bulunmuşlardır. Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz :
a) Bir adamın kalbinde hem Allah'a imân, hem de
inkâr birleşemez.
b) Bir adamın kalbinde hem Allah ve Peygamber
sevgisi, hem de Allah ve din düşmanlarının sevgisi biraraya gelemez.
c) Bazı istisnalarla her kişinin içinde bir kalp
yaratılmıştır; iki kalp değil.
Bu yorumlardan birinci ve
ikincisi âyetin delâlet ve hikmetine daha uygun kabul edilmiştir. [13]
«Zihârda bulunduğunuz eşlerinizi
de anneleriniz (gibi) kılmamıştır..»
Câhiliye devrinde adam
kendi karısına kızıp «sen bana anamın sırtı gibisin» der ve bu yüzden karısı
bir bakıma anası gibi olur, bir daha aralarında karı-koca ilişkisi kalmaz ve
kadın o sebeple perişan olurdu,
Cenâb-ı Hak yukarıdaki
âyetle bu çirkin âdeti kaldırıp daha insanî ve âdil hükümler koydu. O türlü bir
söz sarfetmekten dolayı erkeğin kendi eşine dönmesinde bir sakınca olmadığını,
ancak bunun için keffaret vermesi gerektiğini belirterek kadının vakar ve
kişiliğinin zedelenmesini veya çiğnenip ilgisizliğe itilmesini önledi.
Zihâr, böylece
İslâm'da fıkhî bir terim olarak yer aldı ve şu anlamda kullanılarak
yaygınlaştırıldı: «Adamın kendi karısını, nikâhı kendisine ebediyen haram olan
bir kadına (annesine veya kızkardeşine..) veya o kadının bakılması caiz olmayan
bir organına benzetmesidir.»
Zihârın hükmü :
Zihârda bulunan
kimsenin, keffaret verinceye kadar eşiyle cinsel temasta bulunması veya cinsel
temasa yol açan davranışlarla yaklaşması haramdır. Keffaret vermeden temasta
bulunursa, büyük günah işlemiş olur. Bu durumda hem tevbe ve istiğfarda
bulunması, hem de belirlenen keffare-ti vermesi gerekir.
Zihârdan dolayı
keffaret üç kademeden biriyle gerçekleşir: m-;
1- Malî
imkânı ve gücü bulunduğu takdirde bir köle azat eder..
2- Buna malî
imkânı yetmezse, iki ay üstüste oruç tutar. „
3- Buna yaşı
ve sağlığı müsait olmadığında altmış fakiri doyurur.
Görüldüğü gibi, İslâm Dini,
cahiliyet âdetini değiştirirken iki zayıf unsuru birden korumayı planlamıştır:
Kadının vakar ve kişiliğini çiğnenmekten koruyup kurtarmak ve toplum içindeki
fakirleri himaye ederek yardım sağlamak. [14]
«Evlâtlıklarınızı da
öz oğullarınız yapmamıştır. Bunlar ağızlarınızda dolaşan (hüküm ifade etmi-yen)
sözlerinizdir,.»
Yine cahiliye devrinde
yetimleri, kimsesizleri, esir çocukları evlâtlık edinirler ve birbirlerine
vâris olurlardı. O yüzden gerçek vâris olan hısımlar mirastan mahrum edilirdi.
Bu sebeple de yakınlar arasında soğuk bir hava eser ve ciddi bir kaynaşma
olmazdı. İslâm Dini gelince kademeli şekilde ve pedagojik bîr metod
uygulayarak cahiliye devrinin kötü âdetlerini yavaş yavaş kaldırdı; yerine,
fert, aile, toplum, genel ahlâk ve faziletten yana yeni hükümler koydu.
Onlardan biri de
şüphesiz «evlâtlık edinme» âdetidir. Araplar buna «tebennî» derlerdi. İlgili
âyetle himayeye alınan yetimlerin ve kimsesiz çocukların baba ve annelerinin
kimler olduğunun kendilerine bildirilmesi emrediliyor. Dil alışkanlığı dışında
onlara «oğlum», «kızım» denilmesi caiz görülmüyor.
İslâmiyet neden bu
âdeti yasaklamıştır?
Yukarıda kısmen
değindiğimiz gibi, bunun birtakım sebep ve hikmetleri söz konusudur:
a) Gerçek mirasçıların hakkını başkalarına
vermemek,
b) Hısımlık haklarını en âdil düzeyde tutmak,
c) Neslin
karışmasını, hısımların tanınmaz hale gelmesini önlemek,
d) Her insanı öz babasına ve anasına nisbet edip
onun kişiliğine ve soyuna saygı göstermek,
e) Baba ve anası belirsiz olanlara «piç»,
«veled-i zina», «neseb-i gayri sahih» gibi isimler takmamak, onlara «kardeşim,
dostum» gibi onur verici sıfatlar kullanmak,.
Ana-babasi bilindiği
halde bunu çocuktan gizler de kendini ona öz babası, eşini de öz anası olarak
tanıtırsa, adam bu tutumuyla ileride telafisi çok zor problemlerin doğmasına
sebep olur. Zira evlâtlık edindiği erkek çocuk, bir gün gelir de farkına
varmadan kendi kızkardeşiyle veya nikâhı kendisine müebbeden haram olan bir
kadınla evlenebilir.
Bunun için Cenâb-ı Hak
mü'minleri bu konuda hem uyararak, hem de aydınlatarak şöyle buyurmaktadır:
«Evlâtlıklarınızı babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah yanında daha âdil,
daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, artık onlar dinde kardeşleriniz
ve yakın dostlarınızdır. Bu hususta işlediğiniz hatâdan dolayı size bir vebal
yoktur. Ama kalplerinizin kas-dettiği şeylerde vebal vardır. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.» [15]
Yukarıdaki âyetlerle,
zihâr ve evlâtlık edinme gibi aile hukukunu yakından ilgilendiren konulara yer
verilerek ilâhî hükümler açıklandı.
Aşağıdaki âyetle,
Peygamber'in (A.S.) mü'minlere çok yakın olduğu, kalbinin onlardan yana
merhamet ve şefkatla dolup taştığı belirtiliyor. Sonra da Peygamber (A.S.)ın
zevcelerinin mü'minlerin anaları sayıldıklarına dikkatler çekilerek aradaki
münasebetin ölçüsü belirleniyor ve arkasından miras hukukunda hısımların
haklarının korunması üzerinde duruluyor. [16]
6—
Peygamber, mü'minlere kendi nefislerinden daha yakın, daha yeğdir. O'nun
eşleri de onların analarıdır. Hısımlar ise (mîras hususunda) Allah'ın Kitabında
mü'minlerden ve Muhacirlerden birbirine daha yakın ve daha lâyıktırlar. Ancak
yakın dostlarınıza uygun şekilde yapacağınız (bir vasiyyet) müstesna. Bu,
Kitap'ta yazılıdır.
«Hiçbir mü'min yoktur
ki, ben ona dünyada da, âhirette de diğer insanlardan daha yakın ve daha yeğ
olmayayım. İsterseniz «En-Nebiyyü evlâ bi'l-mü'minîne..» âyetini okuyun.» [17]
«Canımı kudret elinde
tutan Allah'a and olsun ki, sizden biriniz, ben kendisine canından, malından,
çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (gerçekten) imân etmiş
sayılmaz.» [18]
Hz. Ömer (R.A.) diyor
ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'a yemin ederim
ki sen bana canım dışında her şeyden daha sevgilisin.
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) ona şöyle buyurdu:
— Hayır ya Ömer! senin canından da sana sevgili
olmadıkça... Bu uyan üzerine Hz. Ömer (R.A.) şöyle dedi:
— Ey Allah'ın Resûfü! vallahi şu andan itibaren
sen bana nefsim dahil, herşeyden daha sevgilisin.
Hz. Peygamber (A.S.)
ona :
— işte şimdi (oldu) ya Ömer! buyurdu. [19]
«Ben her mü'mine canından
daha yakın ve daha yeğim. Herhangi bir adam ölür de borç bırakırsa, o bana
rücû' eder, (yani onu ben öderim). Kim de geriye mal bırakırsa, o, onun
vârislerine aittir.» [20]
«Peygamber, mü'miniere
kendi nefislerinden daha yakın, daha yeğdir.»
Allah'tan sonra
mü'minlerin en yakın dostu ve en sıcak gönüldaşı şüphesiz ki Hz. Muhammed
(A.S.)dır. Bunun sebebi açıktır. Şöyle ki:
a) Aziz ömrünün her gününü insanlığın, özellikle
de mü'minlerin sağlık, selâmet, huzur, refah ve güveni için harcamıştır.
b) Mü'miniere bir anne şefkatinin çok üstünde
ilgi duymuş, onlar üzerine titremiş ve şehit düşenler için göz yaşı dökmüş, el
kaldırıp bağışlanma ve ebedî mutluluk dilemiştir.
c) Kendisine sunulan bir avuç hurmayı, bir çanak
sütü bile, aç olmasına rağmen yememiş, içmemiş, önce aç olan din kardeşlerini
doyurmaya çalışmıştır.
d) Savaşlarda sıkışan ve büyük bir tehlikeyle
karşılaşan mü'minler O'nun kanadı altına sığınmak suretiyle kendilerini güvende
hissedebilmiş-lerdir.
e) Yaşadığı süre içinde hem insanların doğru
yola eriştirilmesi, hem de ümmetinden günahkâr olanların bağışlanması için sık
sık duâ etmiş; gecenin bir bölümünde nemli gözleriyle bu dileğini dile
getirmiştir.
f) Kıyamet gününde insanların kabrinden ilk
kalkanı O olacak ve ilk öğrenmek istediği de «Ümmetim ne durumdadır?» sorusunun
cevabı olacaktır.
g) Hesap alanında O şefaatçi olacak.
h) Sırat
köprüsünün bir yanında durup ümmeti için «Allahım, selâmet ver» diye duâ
edecek.. [21]
«O'nun eşleri de
onların (mü'minlerin) analarıdır..»
Mü'minlerin Allah'tan
sonra en yakın ve sıcak dostu Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz olduğuna göre,
O'nun eşleri de mü'minlerin manevî anneleri sayılırlar. Bu açıdan hareketle,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'den sonra herhangi bir kimsenin O'nun eşleriyle
evlenmesi haram kılınmış ve bir evlât duygusuyla onlara saygı gösterilmesi
emredilmiştir. Bununla beraber hiçbir mü'min erkeğin, Peygamber'in (A.S.)
eşleriyle yalnız başına birarada kalmasına, onlara başka bir gözle bakmasına
asla cevaz verilmemiştir.
Böylece ResÛIüllah'ın (A.S.)
aile yuvasının iffet, saygınlık, vakar, ciddiyet, edep ve terbiyesi her
bakımdan korunmuş ve kendisinden sonra da o haneye bir leke ve şaibe
dokunmasına imkân verilmemiştir. Zira kıyamete kadar onlar mü'minler için
hemen her konuda en güzel misâldir. [22]
Hısımlar ise, (miras
hususunda) Allah'ın Kitabı'nda mü'm inlerden ve muhacirlerden birbirine daha
yakın ve daha lâyıktırlar..»
İslâm'dan önce Arap
Yarımadası'nda birçok kimseler güvendikleri, sevip saygı duydukları, samimi
dostluk kurdukları kişileri kardeş edinirler ve o sebeple taraflardan biri
ölünce diğeri ona vâris olur; asıl varisler ve hak sahiplerine birşey
verilmezdi.
Müslümanlar Medine'ye
hicret ettiklerinde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz muhacirlerle ansan
birbirlerine kardeş yaparak İslâm birliğini, din kardeşliğini sağlam temellere
oturtup iyice pekiştirmişti. Mü'minler bu kardeşliği o kadar ileri götürdüler
ki, birbirlerine vâris olmayı kararlaştırdılar ve böylece hısımları miras dışı
bıraktılar.
Bunun üzerine yukarıdaki âyet
indirilerek cahiliyet devrinden kalan ve hısımların hakkını ve akrabalık bağını
zedeleyen, hattâ koparan bu âdeti kaldırdı; din kardeşliği bütün sıcaklığıyla
devam ederken mîras hakkının sadece hısımlara verilmesini hükme bağladı. [23]
«Ancak yakın
dostlarınıza uygun şekilde yapacağınız (bir vasiyet) müstesna..»
İslâm Dini, taşıdığı
yüksek ve ebedi anlamdaki ilâhî hükümlerle, «Vârise vasiyet yoktur» sahîh
hadîsle, vârise vasiyeti kaldırdığı gibi, asıl hak sahibi hısımları bırakıp da
mal ve serveti, başkasını mirasçı kılmak üzere vasiyette bulunmayı da âyet ile
yasaklamıştır. Şüphesiz bunda,sayısız yararlar vardır. Her şeyden önce
insanları birbirine yaklaştıran, ısındıran ve kaynaştıran feyizli bir hikmeti
taşımaktadır. Hısımlık bağlarını kuvvetlendirmeyi, yakınların birbirlerine
sahip çıkıp sıcak ilgilerini devam ettirmeyi de amaçlamakta ve bu nedenle
akraba arasında soğuk bir havanın esmesine imkân vermemektedir.
Ancak murîs, malından bir
kısmını, yani en çok servetinin üçte birini ölüm sonrası kendi hayrına ve bazı
dostlarına verilmek üzere vasiyette bulunabilir. Bu da sosyal adalete,
dostluğun unutulmaz hatırasına, muhtaçları koruyup yüzlerini güldürmeye
yönelik güzel bir davranıştır. Altıncı âyetin son cümlesiyle bu hususa ruhsat
verildiği özellikle açıklanmakta ve yanlış bir uygulamaya gidilmesi
önlenmektedir. O bakımdan cümleye şu sözler eklenmiştir: «Bu, kitapta
yazılıdır.» Yani Allah'ın beyân buyurduğu bu hüküm, hem Levh-i Mahfuz'da, hem
Kur'ân'da ve bir yoruma göre, hem de Tevrat'ta yazılıdır. Artık değiştirilmesi
söz konusu değildir. [24]
Yukarıdaki âyetle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in mü'minlere kendi nefislerinden çok daha yakın
ve lâyık olduğu belirtildi. Zevcelerinin de mü'-min erkeklerin anaları
sayıldığına dikkatler çekilerek, Resûlüllah'ın (A.S.) vefatından sonra hiçbir
erkeğin onlarla evlenmesinin caiz olmayacağı bildirildi. Ayrıca mîras
konusunda hak sahibi olan hısımların bu konudaki haklarının korunması
açıklanarak yanlış bir uygulamaya gidilmemesi ten-bîh edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
peygamberden alınan kesin sözden bahsedilmekte ve doğrulardan sadakatlerinir
ölçüsünün sorulması konu edilmektedir. [25]
7— Hani bir vakit peygamberlerden kesin anlamda
anda dayalı söz almıştık; senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu
İsa'dan da, evet bunlardan sağlam-kesin söz almıştık.
8— Doğrulara sadakatlerini sormak; kâfirlere de
elem verici bir azap hazırlamak için (böyie yapmıştık).
«Ben, yaratılışta
peygamberlerin ilkiyim. İnsanlara gönderilmekte ise, peygamberlerin sonuncusuyum.
Onun için Cenâb-ı Hak (yedinci) âyette onlardan önce benden kesin söz aldığını
belirterek (konuya giriş yapıp) başlamıştır.» [26]
«Âdemoğlunun seçkinleri beş
tanedir: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Mu-hammed. (Salât-ü selâm hepsine olsun).
Bunların en hayırlısı ise Muham-med (A.S.)dır.» [27]
«Hani bir vakit
peygamberlerden kesin anlamda anda dayalı söz almıştık..»
Bu, ruhlar âleminde
alınan kesin bir söze işaret olabileceği gibi, daha çok kendilerine
peygamberlik gibi yüksek ve o nisbette sorumluluk taşıyan bir hizmet payesi
verildiğinde, peygamber kılınan zattan alınan kesin seze de işaret olabilir.
Âyette özellikle he-m «Resul», hem de «Ulû'î-azm» yani yüksek azim ve irâde
sahibi kabul edilen beş peygamberden ismen bahsedilmesi, onların büyük
kitlelere hitap ettiğine ve unutulmaz hatıralar, misaller bıraktıklarına
dikkatleri çekmek içindir. Yoksa her peygamberden kesinlik arzeden anda dayalı
söz alındığı muhakkaktır.
Peygamberlerden alınan
kesin sözün beş madde olduğu üzerinde durulmuş ve Kur'ân'da peygamberlerle
ilgili âyetlerin tamamından bu beş maddenin anlaşıldığı ifade edilmiştir. Şöyle
ki:
1— Allah'ın insanlardan yana indirdiği hak dini
bütün tazeliğiyle ayakta tutmaya özen göstererek çalışması,
2— Allah'ın emirlerini noksansız tebliğ etmesi,
3— Aynı dönemde gönderilen peygamberlerin
birbirine yardımcı ve destek olması hususuna bağlı kalınması,
4— Her peygamberin kendinden önce gelip geçen
peygamberleri tanıyıp saygıda kusur etmemesi ve onların kadrini yücelterek
tanıtması,
Kendinden sonra gelecek
peygamberi ve indirilecek kitabı haber vermesi.. [28]
«Doğrulara
sadakatlerini sormak, kâfirlere de elem verici bir azap hazırlamak için (böyle
yapmıştık).»
Peygamberler (salât-ü
selâm hepsine olsun), risâlet görevini yüklenirken Allah'a verdikleri kesin
söze bağlı kalarak hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Cenâb-ı Hak da bununla,
birçok yeteneklerle donattığı insanları sınavdan geçirmekte; taneyi bir tarafa,
samanı diğer tarafa ayırıp doğru olanı, yalancı olandan, mü'mini kâfirden ayırt
etmektedir.
Peygamberlerin yüksek
kişiliği, sergiledikleri hikmetler, hükümler ve güzel ahlâkî kurallar bütünüyle
insan ruhunun azizliği ve yüceliğiyle eşdeğerdedir ve tamamıyla insan
saadetiyle ilgilidir. Aynı zamanda sağlam akıl, selîm duygu, gelişmiş vicdanla
bağdaşır ölçü ve muhtevadadır.
O halde aklını, duygu ve
düşüncesini, vicdan ve idrâkini iyice kullanıp peygambere uyan ve ona sadakatle
bağlanan mü'minlerle, nefsinin ve duygusunun esiri olup İblîs'in fısıltı ve
dürtüşlerinin tesiri altında kalıp açıktan inkâra sapanlar veya nifak
fırtınasına yakalanıp imânla küfür arasında bocalayanlar arasında kesin ayrım
yapılması mutlaka söz konusudur. Kıyamet gününde herkes bu kıstasa göre
yargılanacak ve karşılık görecektir. Çünkü Peygamberler, akla ışık tutma,
düşünce ufkunu genişletme, Hakk'ın rahmet sesini duyurma ve âhirette meydana
geleceğinde şüphe olmayan safhaları bir bir haber verme hususunda gereken
teblîğ ve irşadı kusursuz yapmış, rîsâletin gerektirdiği hizmeti ortaya
koymuşlardır. Gerisini ise, insanların anlayış ve irfanlarına bırakmışlar ve
herkesin kendi niyet ve amelinden sorumlu tutulacağını bildirmek suretiyle
insan irâdesinin yerini ve önemini belirtmişlerdir. [29]
Yukarıdaki âyetlerle,
peygamberlerden bazı önemli hususlar hakkında alınan kesin söz konu edildi.
Sonra da peygamberleri doğrulayanlarla, onları yalanlayanların mutlaka bu
doğrultudaki niyet ve amellerinin karşılığının verileceği üzerinde duruldu ve
sorumluluklarının kendilerini nasıl önemli sınavlarla karşılaştırdığına
dikkatleri çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hendek
Savaşı'nın mü'minte münafığı birbirinden ayırt eden çetin bir sınav olduğu
üzerinde duruluyor ve bu düzeyde sözü edilen iki grubun tavırlarına dikkatler
çekilerek birtakım ölçüler veriliyor. [30]
Ey imân edenler!
Allah'ın size olan nimetini hatırlayın, hani size doğru ordular gelmişti de
onların üzerine bir rüzgâr, bir de görmediğiniz askerler göndermiştik. Allah
yaptıklarınızı görendir.
10— Hani onlar (düşman orduları) üst tarafınızdan
ve alt tarafınızdan (hücuma geçip) üzerinize gelmişlerdi ve hani gözler de
kaymış, yürekler gırtlaklara gelip dayanmıştı. Allah'a karşı da türlü türlü
zanlarda bulunuyordunuz.
11— İşte orada mü'minler çetin bir deneme
geçirmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğradıkça uğramışlardı.
12— Ve hani münafıklar ve kalplerinde hastalık
bulunanlar, «Allah ve Peygamberi bize ancak aldatıcı bir va'dde bulunmuşlardır»
diyorlardı.
13— Ve hani onlardan (münafıklardan) bir topluluk
da «Ey Yesrîb (Medine) halkı! artık sizin burada yeriniz yok, dönünüz» diyordu.
Bir topluluk da peygamberden izin istiyorlar, «evlerimiz herhalde (ortada
sahipsiz) açıktır» diyorlardı. Halbuki evleri açık değildi. Onlar ancak
(savaştan) kaçmayı istiyorlardı.
14— Eğer üzerlerine (şehrin) etrafından gîrilse
ve sonra da fitne çıkarmaları istense, vakit kaybetmeden onu hemen yapar ve
yurtlarında pek az bir süre eyleşirlerdi.
15— Oysa bunlar, and olsun ki, daha önce arka
çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a kesin söz vermişlerdi. Allah'a verilen
kesin söz ise (sorumluluk gerektirdiğinden) elbette sorulacaktır.
16— De ki; Eğer ölümden veya öldürülmekten
kaçıyorsanız, kaçmanız asla size fayda vermîyecektir. O takdirde (dünya'da)
pek az bir süre ancak geçinip yararlanabilirsiniz.
17— De ki: Eğer Allah (faraza) size bir kötülük
dilese, kim sizi Allah'tan koruyabilir? Veya size rahmet elini uzatsa, (kim
O'na engel olabilir?). Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulabilirler.
«(Ahzâb günü) sabâ rüzgârı
(gün doğusundan esen hafif ve tatlı yel) ile yardıma mazhar kılındım. Âd Kavmi
ise debûr rüzgârı (bati rüzgârı) ile yok edildi.»[31]
En sahîh tesbitlere
göre, hicretin beşinci yılı şevval ayında, İslâmiye-tin giderek güçlü bir
devlet haline geleceğini ve biraz daha ihmal edildiği takdirde karşı
konulamıyacak bir kuvvet oluşturacağını hesaba katan Me-dineii yahudilerle,
Mekkeli putperest araplar, Müslümanlara en son, fakat en kesin sonuçlu darbeyi
indirmeyi plânladılar. Tarihçilerin tesbit ve rivayetlerine göre, Mekke'de
büyük nüfuza sahip olan Kureyş Kabilesi, Medine'de Benî Nadîr ve Benî Kurayza
yahudileri ile çevredeki Gatafan, Mür-re, Süleym, Esad, Sa'd, Eşca', Fezare
kabileleri müttefik bir kuvvet meydana getirmişlerdi ki, bunun 10, 12 veya 18
bin arasında olduğu söylenir. Müslümanların ise, 700 ilâ 3000 arasında bir
sayıya ulaştığı sanılmaktadır.
Gelen müttefik
kuvvetleri şehrin dışında karşılayıp vuruşmak isteyenler olmakla beraber,
şehrin hemen önünde savunma durumuna geçmeyi önerenler de eksik değildi.
Sonunda Medine'nin doğu kesiminde hendek kazma fikri ortaya atıldı. Selman
el-Fârisî'nin bu görüşü uygun karşılandı ve ekseriyet tarafından tasvip gördü;
o bakımdan süratle hendek kazmaya başlandı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de
elinde kazma olduğu halde çalışanlar arasında bulunuyordu. Bu arada ashab-i
kirâm'ın parçalayama-dığı büyükçe bir kayayı bizzat Resûlüllah (A.S.) elindeki
kazma veya balyozla üç defa ardarda vurmak suretiyle parçaladı ve her defasında
şimşek gibi parıldayan kıvılcımlar meydana geldi. Bu, İran'ın, Arap
Yarımadasi'nın ve İstanbul'un fethedileceğine işaretti. Öyle ki tam o esnada bu
yerlerin fethedileceği birer tablo halinde Resûlüllah'ın (A.S.) gözleri önüne
serilmiş ve İslâm'ın geleceğinin başarılarla dolu olduğu gösterilmişti. [32]
Kuşatma uzun sürdü.
Kur'ân'in tabiriyle, Müslümanların gözleri kaymış, yürekleri gırtlaklarına
gelip dayanmıştı. Münafıklar ise, Allah hakkında türlü zanlarda
bulunuyorlardı.
Böylece güçlü ve
kararlı olan müttefik kuvvetler karşısında sayıları çok az olan mü'minler
sarsıldıkça sarsılmışlardı.
İbn Kesîre göre ;
Kuşatma bir aya yakın devam etmiştir. Sabır ve teslimiyet havası içinde Hakk'a
güvenip dayanan mü'minlere Allah iki ayrı yardımda bulundu. Birincisi:
Mü'minlerin imânını ve moralini yükseltecek anlamda yardımcı olarak melekleri
göndermesi oldu. İkincisi: Düşman ordusunu tarumar edecek şiddetli bir rüzgârı
fırtına şeklinde estirip düşmanın çadırlarını yerinden sökmesi, deve ve
atlarını şaşkına çevirip etrafa kaçıp dağılmalarını ve düşmanın ikmal
malzemelerini havada uçurtup darmadağın etmesi ile gerçekleşti.
Cenâb-ı Hakk'ın yüksek
kudreti karşısında perişan olan düşman askerleri can kaygısına düşüp kısa
zamanda dağılıp tarumar oldular.
Böylece tarihe «Hendek
Günü» ve «Ahzâb Savaşı» adıyla geçen bu kuşatma belâsı geri çevrildi. Düşman
umduğunu elde edemeden ilâhî uyarıyla karşılaşarak geri çekildi.
Allah'ın mü'minlere
yardımda bulunmasının sebep ve hikmeti:
Bilindiği gibi, Cenâb-ı Hak,
kullarının kuvvet ve imkânının yetmediğini kendisi yapar; yettiğini ise onlara
bırakır. Burada mü'minler bütün imkânlarını seferber edip ortaya koydukları
halde, kendilerinden on, onbeş kat fazla askere ve teçhizata sahip olan
düşmanın müttefik kuvvetlerini püskürtüp hezimete uğratma gücüne sahip
bulunmuyordu. O bakımdan bütün tedbirleri aldıktan sonra Allah'a güvenip
dayanan mü'minlere yardımda bulunmak sünnetullahın gereği idi. Meleklerin
gönderilmesi, fırtınanın düşman tarafına esip ortalığı alabora etmesi, sözü
edilen sünnetin tecelli ve tezahürü olarak gerçekleşmiştir. [33]
İçlerinde nifak tohumu
taşiyanlar iyice sıkıntıya düşüp ölüm korkusuyla burun buruna gelince şöyle
fısıldaştılar: «Muhammed bize Kisrâ ve Kayser'in hazinelerini va'dediyordu.
Oysa bugün bırakın hazineleri, tabii ihtiyacımızı gidermeye bile fırsat
bulamıyoruz ve evlerimiz yağma edilmek üzere bulunuyor.»
Bozguncu münafıklar ise,
«bugün Muhammed ile arkadaşlarının kökleri kazınacağa benziyor» diyorlar ve
için için seviniyorlardı.
Sadık mü'minlere
gelince : Onlar her şeye rağmen, «Allah ve Peygamberi bize neyi va'dettilerse,
o haktır; mutlaka gerçekleşecektir» diyerek imânlarını artırıyor ve
bağlılıklarını gösteriyorlardı.
Nitekim Ebû Saîd
(R.A.) anlatıyor:
— Hendek Günü, Hz.
Muhammed'e (A.S.) sorduk, dedik ki: «Ya Re-sûlellah! yüreklerimiz
gırtlaklarımıza geldi; duâ edeceğimiz bir söz yok mudur?» O bize şu cevabı
verdi: «Vardır.. Deyin ki: Ailahım! namus, şeref ve itibarımızı koru,
kusurlarımızı ört, korku ve endişelerimizi güvene çevir.[34]
İkiyüzlü döneklerden
bir topluluk da, «Allah ve Peygamberi bizi aldatır anlamda birtakım vaadlerde
bulundular!» diyorlardı.
Onlar bu sözleriyle,
Allah ve Peygamberi hem cehaletle ve yalancılıkla suçluyorlar, hem de onları
zan altında tutup hafife alıyorlardı.
Başka bir grup da :
«Ey Medineli'ler, artık yolun sonuna geldiniz; yapabileceğiniz bir şey
kalmamıştır; o bakımdan hemen evlerinize dönünüz. Şu anda Muhammed'in yanında
savunmada beklemenizin hiçbir faydası yoktur» diyerek moral bozmaya
çalışıyorlardı.
İrâdesi zayıf olup
öldürülmekten korkan bir grup ise, o günün dehşetinden uzak kalmak için,
«evlerimiz açık ve sahipsiz kaldı» diyerek evlerine dönmenin yollarını
arıyorlardı.
Oysa bunların hepsi de
daha önce Allah adına, gelecek olan düşmana sırt çevirmiyeceklerine söz vermiş
ve and inmişlerdi. Cihan Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) bütün bu olumsuz ve
zor şartlara rağmen yüksek irâdesini, üstün kumandanlığını, sarsılmak bilmeyen
imân gücünü ve ileri görüşlülüğünü, sarsılmayan azmini, dayanma gücünü ortaya
koymak suretiyle zaferin yakın olduğunu biliyor ve inanıyordu.
İşte o büyük
peygamberi ve O'na inanan sadık mü'minlerin bağlılığının ölçüsünü öğrenmek
isteyenler, Hendek Günü'ndeki bütün olumsuz ortam ve şartları göz önüne getirip
sonuç çıkarmaya çalışsınlar; görecekler
ki, ortaya konulan
celâdet ve cesareti, geleceğe ümitle bakmayı ancak peygamber olan bir zat izhar
edebilirdi.
Kur'ân-i Kerîm burada
ikiyüzlü döneklerin asıl karakterini ve bağlılık ölçülerini teşhîr ederek diyor
ki: «Eğer üzerlerine (şehrin) etrafından gi-rilse ve sonra da fitne çıkarmaları
istense, vakit kaybetmeden onu hemen yapar ve yurtlarında pek az bir süre eyleşirlerdi,»
Bu âyetle Cenâb-ı Hak,
münafıkların içinden geçen şu kötü düşünceyi şöyle tasvir ediyor: «Dağılıp
perişan olan müttefik düşman kuvvetlen yeniden toparlanıp üzerlerine gelse ve
Medine'yi işgal etse, münafıklar buna sevinecekler ve düşmanın mü'minlere
yapacağı zulmü izlemek için Medine'nin dışına çıkıp karargâh kuracaklar.» [35]
Oysa bunlar, and olsun
ki,daha önce arka çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a kesin söz vermişlerdi.
Allah'a verilen kesin söz ise (sorumluluk gerektirdiğinden) elbette
sorulacaktır.»
Daha önce Bedir
Savaşı'na katılmayıp mü'minlerin yenilgiye uğrayacağına muhakkak nazarıyla
bakan zayıf iradeliler ve münafıklar; Tevhîd Ordusu'nun şanlı zaferini görünce
kendi kendilerini kınamış ve «bir daha savaş olursa, Allah adına söz veriyoruz,
savaşa mutlaka katılacağız» diye yemin etmişlerdi. Ne var ki onlar Uhud
Savaşı'nda da birtakım dönekliler yapmışlardı. Hendek Günü, yani Ahzâb
Savaşı'nda ise, yukarıdaki âyette açıklandığı gibi, renklerini iyice belli
etmiş ve Allah'a verdikleri sözü yerine getirmemişlerdi. Zaten İslâm'ın bu
ikiyüzlü dönek parazitlerden temizlenmesi gerekiyordu. O bakımdan savaş her
yönüyle tabii elemeyi sonuçlandırdı; sadık olanlarla olmayanlar birbirinden
iyice belli olup ayrıldı.
Çünkü İslâm'ın
cihanşümul (evrensel) dâvası, ancak Cenâb-ı Hakk'a samimiyetle teslim olup
imanında sebat gösteren sadık mü'minlerle yürütülebilirdi. O bakımdan Ahzâb
Savaşı ilâhî sınav mahiyetinde meydana gelmiş bulunuyordu.
Şüphesiz sınavı kaybeden
ikiyüzlü dönekler, Allah'a verdikleri sözü yerine getirmemek gibi ilâhî gazabı
gerektiren bir sorumluluk altına girmişlerdi. Tabii bunun daha çok hesabı
âhiret gününde görülecektir. [36]
«De ki: Eğer ölümden
veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanız asla size fayda ver-miyeoektir. O
takdirde (dünyada) pek az bir süre ancak geçinip yararlanabilirsiniz.»
Savaş, İslâm'a göre ;
Küfrü, azgınlığı, zulmü, haklara tecavüzü önlemeye; aynı zamanda milletler
arasında bozulan dengeyi düzeltmeye, kutsal değerlerin hatırlanmasını
sağlamaya; dünya ile âhiret arasında kesintiye uğrayan irtibatı veya kopan
köprüyü yeniden kurmaya yönelik sosyal bir olaydır.
Bu olay ortaya çıkınca, ölüm
endişesiyle katılmamak, daha beter bir ölümü; daha elemli, ıstıraplı günleri
getirir. İlgili âyetle bu inceliğe işaret edilmekte; insan ömrünün kısalığına
dikkatler çekilerek esaret ve zillet altında bir kaç gün yaşamanın mâkul bir
yanı olmadığı işlenmektedir. [37]
«De ki : Eğer Allah (faraza)
size bir kötülük dilese, kim sizi Allah'tan koruyabilir? Veya size rahmet elini
uzatsa, (kim O'na engel olabilir?)..»
Herkes ilâhî düzende yerini
almak zorundadır, Zira ilâhî düzen ve bağlı bulunduğu plân hem değişmez, hem
kimselere uymaz; ama herkes ona uymaya muhtaçtır. Sünnetullah ise, şaşmadan,
aksamadan hedefine doğru ilerler. O bakımdan bu sünnete uyanlar ilâhî rahmete
lâyık görülerek mutlu olurlar; uymayanlar ise, o rahmetten uzak kalıp
geleceklerini karanlığa boğmuş olurlar. Hiç bir kuvvet Allah'ın süregelen
sünnetinin hükmünü durduramaz ve ona engel koyamaz. Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm
bütünüyle bu sünneti ve ilâhî düzeni ve onlara uyma yol ve yöntemini
öğretmektedir. [38]
Yukarıdaki âyetlerle,
sadık mü'minlerle ikiyüzlü dönek münafıkları birbirinden ayıran Hendek Savaşı
konu edildi ve birtakım kıstaslar verilerek mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, yine
Hendek Savaşı'nda mü'minlerle münafıkların birtakım tutum ve davranışlarına
dikkatler çekiliyor. Hz. Peygamber'in (A.S.) savaş dışında da, savaşta da her
bakımdan mü'minler için en gü-zei örnekler sergilediğine değinilerek O'nun
izinde yürümemizde mutlak kurtuluş ve saadet bulunduğuna işaret ediliyor. [39]
18— Allah gerçekten içinizden (başkalarını)
alıkoyup ağır davrananları ve kardeşlerine, «kalkın bize gelin!» diyenleri
bilir. Zaten onlardan ancak pek azı savaşın sıkıntı ve şiddetine (göğüs gerip)
gelirler,
19— (Gelseler bile) size karşı oldukça kıskanç ve
cimridirler. Korku geldiği zaman ölüm baygınlığı geçiren kimse gibi gözleri
döner bir halde sana bakıp durduklarını görürsün. Korku gidince hayra karşı pek
kıskanç ve cimrice bir tavır içinde sivri dilleriyle sizi incitir şekilde atıp
tutarlar. Bunlar (hakikatte) imân etmemişlerdir. Bu sebeple Allah amellerini
boşa çıkarmıştır; bu da Allah'a göre çok kolaydır.
20— Münafıklar, müttefik düşman birliklerinin gitmediğini
sanıyorlardı. Müttefik düşman birlikleri bir daha gelecek olsa, onlar
çölde Bedeviler arasında bulunup da sizin haberlerinizi sormayı çok arzu
ederlerdi. İçinizde bulunsalar pek az savaşırlardı.
21— And olsun ki, sizin için, sizden Allah'a ve
âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça ananlar için Resûlüllah'da
güzel örnekler vardır.
22— Mü'minler ise, müttefik düşman birliklerini
görünce, «işte bu, Allah ve
Peygamberinin bize va'dettiğidir. Allah ve Peygamberi doğru söylemiştir»
dediler. Bu (olay) onların ancak imân ve teslimiyetlerini artırmıştır.
«Allah gerçekten
içinizden (başkalarını) alıkoyup ağır davrananları... bilir..»
Müttefik kuvvetler
kuşatmayı artırıp öldürücü darbeyi indirmeyi tasarlayarak bunun hazırlıklarını
sürdürürken, münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selûl, Medineli mü'minleri
bir yandan korkutuyor, bir yandan da yurtdaşlarını korur gibi tavırlar
takınıyor ve onların büyük bir sıkıntı içinde olduklarını görünce de hemen savaşı
bırakıp evlerine dönmelerini telkine çalışıyordu. İslâm ordusunun moralini
bozmak için savaşa katılan, içten kâfir, dıştan müslüman görünen bir grup da
fırsatı kaçırmadan Abdullah b. Ubey'i tasdik ediyor ve mü'minlerin moralini
bozmaya yönelik birtakım entrikalar çeviriyorlardı. Bazı istisnalar dışında,
imân zevkini ruhunun derinliğine indirip hücrelerine kadar sızdıran gerçek
mü'minler ise, her şeye rağmen Allah ve Peygamberinin yolunda savaşacaklarını
söylüyorlar ve ölümden korkmadıklarını ilân ediyorlardı.
Görülüyor ki,
münafıklar savaş gününde daha çok şu taktiği kutlanmışlardır: Bir kısmı sudan
sebepler göstererek savaşa katılmayıp evlerinde oturuyorlar ve katılanlar için
hayıflanarak, bile bile kendilerini ölüme sürüklediklerini söylüyorlardı. Bir
kısmı da mü'minlerin moralini bozmak için hem sinsice yalanlar uyduruyor, hem
de diğer yandan mü'minler galip gelirse, elde edilen ganimetten pay almayı
tasarlıyorlardı. Diğer bir kısmı ise, her vesileyle ortalığı birbirine katmak,
fitne ve fesat çıkartmak için savaşa katılmış bulunuyordu. Cenâb-ı Hak onları
şöyle tasvîr etmektedir:
a) Savaşın
sıkıntı ve şiddetine göğüs geremezler.
b) Mü'minlerin
başarısına tahammülleri yoktur. Elde edilen ganimetten mü'minlerin
yararlanmasını hiç çekemezler.
c) Korkulu anlarda baygınlık geçirirler.
d) Korku durumu geçince mü'minleri dilleriyle
iğnelemeye devam ederler.
Bunlar iç yapıları
itibariyle kâfir, dış görünüşleri itibariyle müsiüman-dırlar. Amelleri ne
olursa olsun, Allah yanında hiçbir değer taşımaz; bütünüyle boş ve
neticesizdir. Çünkü ancak imân temeli üzerinde yükselen iyi amellerin Allah
yanında kıymeti ve mükâfatı vardır. [40]
«And 0|sun ki sizin
için, sizden Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça
ananlar için Resûlüllah'da güzel örnekler vardır.»
Cenâb-ı Hak bu âyetle
mü'minlere; münafıkları ve içinde küfür mayası taşıyanları değil, her bakımdan
Resülüllah'ı (A.S.) örnek edinmelerini, Onu izlemelerini, Ona uymalarını
emrediyor. Zira Hz. Muhammed (A.S.) imânın doruğunda, cesaretin son çizgisinde,
kahramanlığın erişilmesi âdeta, mümkün olmayan noktasında, güzel ahlâkın en
üst derecesinde, insan sevgisinin en güvenilir düzeyinde, adalet ve faziletin
en ön şaftında bulunuyordu. Ne yaparsa Allah için yapar, ne konuşursa O'nun
için konuşurdu. O bakımdan Allah'a ve âhiret saadetine selîm bir kalp, güven
dolu bir duygu ile kavuşmayı arzu.edenler için şüphesiz ki tek örnek ve misal
Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'dir. O, savaşta da örnektir, barışta da örnektir.
Nitekim Resûlüllah'ı
(A.S.) örnek ve misal edinenler, düşmanın müttefik kuvvetlerini görünce
ferahlık duydular; Allah ve Peygamberinin va'det-tiği büyük mükâfatın hak
olduğunu görür gibi oldular ve tam teslimiyet göstererek Allah'ın
düşmanlarıyla savaşmakta tereddüt etmediler; kararlı davranıp yanıltıcı
telkinlere kulak vermediler. [41]
Kur'ân.bu tarihî
olayın önemli safhalarını anlatırken, kıyamete kadar gelecek olan samimi ve
sadık mü'minlere şu mesajı veriyor: İslâm'ın iki büyük düşmanı vardır. Biri,
maddeci inkarcılardır; diğeri, menfaatçi münafıklardır. İkinciler
birincilerden çok daha tehlikelidir ve bunlar her dönemde sahnede kendilerini
gösterirler. [42]
Yukarıdaki âyetlerle,
Hendek Savaşı'nda bir sürü entrika çeviren münafıklar üzerinde durularak
mü'minlere birtakım mesajlar verildi. Sonra da her konuda Resûlüllah'ın (A.S.)
değişmeyen örnek ve misal olduğu belirtilerek, mü'minlerin sadece
Resûlüllah'ın izinde yürüdükleri takdirde dünya ve âhiret kurtuluşuna
erişebileceklerine işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
cesaretini imânıyla birleştirip onu Allah ve peygamber sevgisiyle
bütünleştiren mü'minier övülüyor ve Allah düşmanlarının uğradığı hezimete
değinilerek mü'minlere bu konuda sağlam bir ölçü veriliyor. [43]
23— Mü'minlerden öyle erler (yiğit kahramanlar)
vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini isbat ettiler.
Onlardan kimi ahde vefa, söze bağlılık edip canını verdi; kimi de (canını
vermek için) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmediler (ikiyüzlüler
gibi döneklik yapmadılar).
24— Allah bu sebeple doğruları doğruluklarına
karşılık mükâfatlandıracak; münafıkları da dilerse azaba uğratacak veya tevbe
nasîb edip tev-belerini kabul edecek. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir.
25— Allah, o küfredenleri öfke ve kinlerîyle geri
çevirdi de hiç bir hayra eremediler. Allah savaşta (yardımcı olarak) mü'minlere
yetti. Allah çok güçlüdür, çok üstündür.
26— Allah, Kitap Ehli'nden düşmanlara arka çıkıp
yardım edenleri kalelerinden indirdi de kalplerine korku saldı. Onlardan kimini
öldürüyordunuz, kimini de esir ediyordunuz.
27— Sizi, onların arazisine, yurtlarına,
mallarına ve bir de henüz ayak basmadığınız bîr yere vâris kıldı. Allah'ın
kudreti her şeye yeter.
Enes b. Mâlik
(R.A.)den yapılan rivayete göre, bu âyetler, kahraman mücahitlerden Enes b.
Nadr (R.A.) hakkında inmiştir. Hz. Enes b. Nadr (R.A.) Bedir Savaşı'na
katılamadığı için çok üzülmüş ve «eğer Allah bana bundan sonra Hz. Peygamber'le
birlikte bir savaşta bulunmamı nasip ederse neler yapacağımı Rabbım sizlere
gösterecektir» demişti. Nitekim öyle oldu; Uhud Savaşı'na katıldı. Ölmeden
önce, «vallahi cennetin kokusunu alıyorum» diyerek ön safta savaşa atıldı.
Üstün yararlıklar ve kahramanlıklar gösterdikten sonra şehîd edildi. Seksenden
fazla yara aldığından tanınmaz hale gelmişti; ancak kızkardeşi onu
parmaklarındaki birtakım belirtilerden tanıyabildi. [44]
Enes misali kahraman
mücahitler Allah yolunda can vermek üzere âdeta sıra bekliyorlardı. Ahzâb
Savaşı onlar için bir bakıma bayram sayıldı. [45]
«Hz. Peygamber (A.S.)
Uhud Savaşı günü, savaştan sonra meydanda şehitleri bulmaya çalışırken Mus'âb
b. Umeyr'in (R.A.) cesedine rastladı ve oraoıkta durdu, dua ettikten sonra
konumuzu oluşturan âyeti okudu ve arkasından şöyle buyurdu :
«Ben şehadet ediyorum
ki, bunlar kıyamet gününde de Allah yanında şehittirler. Geliniz ziyaret ediniz.
Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki kıyamete kadar bunlara kim
selâm verirse, mutlaka onun selâmı alınıp karşılık görür.» [46]
«Talha da savaşta geri
çekilmemek üzere verdiği sözü yerine getirenterdendir.» [47]
«Allah'tan başka ilâh
yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Askerini üstün kılmıştır; kuluna yardım
etmiştir. Yalnız başına düşman birliklerini hezimete uğratmıştır. Artık O'ndan
öteye bir şey yoktur.» [48]
Uhud Savaşı meydana
gelmeden önce Müslümanların Bedir Sava-şı'nda elde ettikleri zafer ve başarıyı
dikkate alanlar, ikinci bir savaş olursa düşmana karşı çıkacaklarını, hiç bir
suretle arka çevirmiyeceklerini yeminle ifade etmişlerdi. Uhud Savaşı patlak
verince Müslümanlar galip durumdayken okçuların yanlış bir kararı yüzünden
savaşın kaderi değişiverdi, derken mü'minler mağlup duruma düştüler. Bu
sıkıntılı ve tehlikeli anlarda gerçek mü'minler sabr-u sebat gösterirken,
münafıklar paniğe kapılıp canlarını kurtarma kaygısına düştüler ve o sebeple savaş
alanını bırakıp geriye çekildiler; hattâ bir kısmı kaçmakta bile bir sakınca
görmedi. Böylece Cenâb-ı Hak bu olayla doğruları yalancılardan, mü'minleri münafıklardan
ayırt edip, bundan böyle Hz. Peygamber'in (A.S.) kimlere güvenebileceği
hakkında sağlam bir kıstas ortaya koydu. [49]
Ahzâb, «hizb»in
çoğuludur. Putperestlerle yahudilerden bir kısmı birleşerek Medine'yi
kuşattılar. Tarihte buna «Hendek Savaşı» da denilmektedir. Günlerce bu kuşatma
devam etmişti. Sonunda Cenâb-ı Hak şiddetli bir rüzgâr estirip müşriklerin,
yahudilerin çadırlarını söktürerek darmadağın etmiş; binek ve diğer
hayvanlarının kaçıp etrafa yayılmasını sağlamış ve Allah'ın nurunu söndürmek
isteyen inkarcıların gözlerini, ağız ve burunlarını kumla doldurup etrafı
göremez hale getirmişti. Bunun üzerine düşman kuvvetleri perişan olup
geldikleri yere dönmek zorunda kalmışlardı. Böylece kuşatma sona ermiş; Hz.
Peygamber ve mü'minler evlerine dönüp zırh ve kılıçlarını çıkarmaya başlamışlardı
ki, anlaşmayı bozup düşmanla işbirliği yapan yahudilerden Benî Kurayza'nin
işini bitirmek ve bu iç pürüzü kaldırmak gerekiyordu. O yüzden moral veren
melekler manevî silahlarını bırakmamışlardı. Hz. Peygamber (A.S.) silahını
çözüp bırakmaktan vaz geçti ve «Allah, Benî Kurayza üzerine yürümemizi
emrediyor, ben de onlara doğru gidiyorum» buyurarak savaşın henüz bitmediğini
ve İslâm'a karşı tam ihanet içinde olan bu yahudi kabilesine gereken dersi vermenin
zamanı geldiğini arkadaşlarına bildirdi. Böylece geceleyin yürüyüp Beni Kurayza
kalesini kuşattılar. Başka çare bulamayan bu yahudi kabilesi, ölümden
kurtulmak için başka bir ülkeye göç etmeyi kabul etti ve Hz. Peygamber (A.S.)
Medine'yi bu fesat yuvasından temizlemiş oldu.
İlgili âyetle
yahudilerin dönekliği ve her fırsatta İslâmiyet aleyhine faaliyet
gösterdikleri, verdikleri söze, yaptıkları andlaşmaya bağlı ve sadık
kalmadıkları; o yüzden ilâhî lanet ve gazaba uğratıldıkları belirtilmektedir.
Böylece İslâm
ülkesinde vatandaş olarak bulunan ve mevcut yasalarla hakları korunan gayr-i
müslim azınlıklar, verdikleri söze ve yapılan anlaşma ve andlaşmaya bağlı
kaldıkları sürece hakları mahfuzdur ve devletin himayesi altındadırlar.
İslâmiyet aleyhine gizli-acik faaliyette bulunmaya başladıkları; fitne ve
fesat çıkartmak için türlü entrikalar çevirmeye yöneldikleri gün, ülkeden
çıkarılmaları vaciptir. [50]
İslâm, şehir
devletinin temelini atmış,- yazılı anayasasını hazırlayıp ortaya koymuş;
Mekkeli müşrikleri yenilgiye uğratmış; çevre yahudileri tesirsiz hale getirmiş
ve Kurayza Oğulları'nı kalelerinden söküp başka bir ülkeye sürmüş bulunuyordu.
Artık Arap Yarımadası'nda İslâm'ın varlığı ve tesiri iyice hissedilir bir
düzeye gelmiş; baş kaldırmak isteyen bazı kabileler sindirilmişti. İslâm
düşmanları bundan böyle çok dikkatli olmak zorundaydılar. Çoğu ise, İslâm
Devleti'ne baş eğmekten başka çare bulamamıştı.
Böylece Arap
Yarımadası inkarcı azgınlara her yandan daralıyor; her geçen gün İslâm yeni zaferler
sağlıyordu. Mü'minlerin sarsılmayan azmi, gayreti tazeliğine tazelik katıyor,
«gelecek İslâm'ındır» diyordu. [51]
1- Allah'a dosdoğru imân edenlerle birlikte
savaşa çıkmak,
2- İç düşman
sayılan ikiyüzlü dönek münafıkların oyununa gelmemek,
3- Mümkün
olduğu nisbette içi küfürle dolup taşan, dıştan müslü-man görünen kimseleri
savaşa götürmemek,
4- Anlaşma,
andiaşma ve yasalan bozup çiğneyen ve İslâm'a karşı fitne ve fesat çıkartmaya
yönelen gayr-i müslim azınlıkları vatandaşlıktan çıkarıp ülke dışına sürmek.
5- Savaşa
nasıl başlanacağı, ne gibi taktikler uygulanacağı hakkında tecrübeli, bilgili
askerlerin ve güngörmüş kişilerin görüşüne baş vurmak; istişarede bulunmak,
6- Düşmana
karşı her türlü önlemi aldıktan sonra Allah'a güvenip dayanmak bu cümledendir. [52]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'a ve Peygamberine verdiği sözü tutup yerine getiren kahraman mücahitler
övülüyor ve Uhud Savaşs ile Ahzâb Savaşı, aynı zamanda Beni Kurayza olayı konu
ediliyor. Böylece sözlerine sadık kalanlarla, döneklik yapanlar hakkında
aydınlatıcı bilgiler veriliyor.
Aşağıdaki âyetlerle,
ardarda savaşların sürmesi neticesi, ev halkıyla sıkı temas kuramadığına
işaretle,-Resûlüllah'in (A.S.) zevcelerinden bir kısmının daha fazla dünyalık
edinme hevesine kapıldıkları konu ediliyor. Bu durumda eriştikleri manevî
saadet ve zenginliği istemiyenler varsa, arzu ettikleri takdirde Hz.
Peygamber'in (A.S.) onları boşayabileceğine dikkatler çekiliyor. Sonra da
ezvac-i tahirattan açık bir hayasızlıkta bulunacak biri çıkarsa, mutlaka ona
iki kat azap verileceği bildirilerek, Allah'ın kendilerine lütfettiği o yüksek
nîmete sahip olmaları tenbîh ediliyor. [53]
28— Ey Peygamber! Eşlerine de ki: Eğer siz dünya
hayatını, onun süs ve şatafatını istiyorsanız, gelin de size yararlanacağınız
(boşanma) hakkınızı vereyim de sizi güzellikle salıvereyim.
29— Yok eğer Allah'ı, Peygamberini ve Âhiret
yurdunu arzu ediyorsanız, (bilin kf) Allah, sizden iyiliği-güzellîği huy
edinenlere büyük mükâfatlar hazırlamıştır.
30— Ey Peygamber kadınları! Sizden kim açık bir
hayasızlık, ahlâk dışı davranışta bulunursa azap onun için iki kat olur. Bu da
Allah'a göre çok kolaydır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in zevcelerinden bir kısmı, dünyalıktan fazla şeyler istemeye
başladılar. Oysa Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in mal ve dünyalıkla meşgul olacak
hem vakti yoktu, hem de kendisi ticaretle iştigal etmiyordu. Dünya tarihinde yapacağı
en büyük ve en kalıcı inkılabı gerçekleştirmek için gecesini gündüzüne katıyor,
durmadan tebliğ ve irşat görevini sürdürüyordu. O kıt kanaat geçinmesini
bilen, fakat kendini en yüksek amaca vakfeden Allah'ın son peygamberi olarak
bulunuyordu. Zevceleri Onun görevinin ağırlığını, işlerinin çokluğunu
bildikleri halde böyle bir yola, kadınlık halet-i ruhiyesiyie yönelmiş
bulunuyorlardı.
Şüphesiz onların bu
tarz düşünce ve davranışı hem Hz. Peygamberi (A.S.) üzdü, hem de ilâhî kınamaya
sebep oldu. O nedenle yukarıdaki âyetler indi. [54]
İbn Cerîr'in tesbitine
göre: Hz. Aişe (R.A.) diğer zevceler adına Resû-lüllah'tan dünyalıktan bir
şeyler istedi ve nafakalarının/artırılmasını talep etti. O sebeple Resûlüllah
(A.S.) bir ay süreyle eşlerinden uzak kalıp onları kendi hallerine
bırakıverdi. [55] Bu sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [56]
Ashab-ı Kiröm'dan
Câbir b. Abdullah (R.A.) anlatıyor:
— Ebû Bekir (R.A.),
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in yanına girmeyi diledi ve bunun için izin istedi.
Bu sırada garip bir manzarayla karşılaştı: Kapının önünde içeri girmek için
izin isteyen ve fakat izin verilmediğinden dolayı bekleyen birkaç kişi
bulunuyordu. Bununla beraber Ebû Bekir'e (R.A.) İzin verildi. O içeri girdikten
sonra Hz. Ömer (R.A.) gelip izin istedi. Ona da izin verildi. İçeri girince,
çevresinde zevceleri bulunduğu halde Hz. Peygamber'in (A.S.) oturduğunu gördü,
ancak hiç kimsenin konuşmadığını müşahede etti. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A):
«Şimdi Peygamberi (A.S.) güldürecek bir söz söyleyeceğim» dedi ve söze şöyle
başladı: «Ya Resûlellah! Eğer eşim Hârice kızı benden nafaka talebinde bulunmuş
olsaydı, herhalde kalkıp onun boynunu sıkıp bükerdim.» O sebeple Peygamber
(A.S.) tebessüm etti ve : «İşte gördüğün gibi, onlar çevremde oturmuşlar
benden nafaka istiyorlar!» buyurdu.
Bunun üzerine Ebû
Bekir (R.A.) kalkıp Hz. Aişe'nîn (R.A.) boynunu, Hz. Ömer (R.A.) de kendi kızı
Hafsa'nın boynunu burkmak istedi. Peygamber (A.S.) engel oldu. Onlar da kendi
kızlarını kınayarak dediler ki: «Siz, Peygamber (A.S.) da bulunmayan şeyi
istiyorsunuz, öyle mi?» Onlar da; «Hayır, vallahi biz şu meclisten sonra
Peygamberde bulunmayan bir şey istem i yor uz» diye cevap verdiler.
Bu olay üzerine Hz.
Peygamber (A.S.) bir ay veya kamerî ay hesabıyla 29 gün eşlerinden uzak kaldı.
Sonra da ilgili âyetler indi. [57]
İbn Cerîr'in tesbitine
göre: Bu olay meydana geldiği zaman Resûlül-lah'ın (A.S.) nikâhı altında dokuz
zevcesi bulunuyordu: Aişe, Hafsa, Ümmu Habîbe bint Ebî Süfyan, Şevde bint
Zam'a, Ümmu Seleme bint Ebî Ümeyye, Zeyneb bint Cahş, Meymune bint Hars,
Cüveyriye bint Hars, Safiye bint Hay b. Ahtab.. İbn Arabi'ye göre, sadece dört
zevcesi bulunuyordu.
Yukarıdaki âyetler
inince Peygamber (A.S.) bunları çağırdı ve tercihlerini yapmalarını önerdi.
Önce Hz. Aişe'ye öneride bulundu. O, hiç tereddüt etmeden Allah ve Resulünü
seçip tercîh ettiğini söyleyince diğer zevceler onu izledi ve böylece
Resûlüllah'ın (A.S.) yüzünde ferahlık ve neşe görüldü.. [58]
Kadın psikolojisi
oldukça renklidir ve karakter yapısı daha başkadır. Çevrenin tesirinde çarçabuk
kalabilirler. Süse, konfora, lükse karşı hevesleri, isteklerj fazladır. Mevcut
ile pek yetinmek istemezler; her gün yeni yeni şeyleri görmeye çok
eğilimlidirler.. Şüphesiz kadınların bu tür istek ve arzulan meşru sınırlar
içinde olduğu, aile bütçesini sarsmadığı ve lükse kaçmadığı takdirde mubahtır,
olumlu karşılanabilir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in zevceleri ilk günlerinde O'na eş olma arzusuyla yaşıyorlardı. Bu
yüksek şerefe nail olduktan bir süre sonra çevrelerindeki bazı kadınların
günlük yaşayışından etkilenerek Peygamber (A.S.) Efendimiz'de bulunmayan
şeyleri istemeye başladılar. Bu, deniz kenarında oturup serinlemek için
üzerinde dolaşan bulut parçasından yağmur bekleyen kimseye benzer. Cihan Peygamberi
Hz. Muhammed (A.S.) yanlarında dururken, başka bir şey istemek, şunun bunun
süsüne özenmek çok ölçüsüz ve anlamsız sayılır. Ne var ki, zevcelerinden çoğu
böyle bir gaflete dalıp Hz. Peygamberi (A.S.) üzmüşlerdi. O bakımdan mutlak
saadet vaadeden o büyük nimetin kıymetini bilmeyenden, onu geri almak
gerekiyordu. İlgili âyetler inip onları Allah'a ve Peygamberine itaatle dünyalık
arasında bir teroîh yapmaları hususunda serbest bıraktı. Nitekim Resûlüllah'ın
terbiyesini alan zevceleri hemen kendilerini toparladılar ve imân ile
irfanlarını akıllarıyla birleştirip en güzel tercîhi yaptılar: Allah ve Peygamberini
arzu ettikerini söylediler.. [59]
Tahyîr-i Talâk -
Tefvîz-i Talâk :
İlâhî emir gereği,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, zevcelerini boşanıp boşanmama hususunda serbest
bırakması, aile hukukunda önemli bir meselenin ortaya çıkmasına neden oldu ve
böylece fakihler bu konu üzerinde durup ona geniş yer vermiş bulunuyorlar. Biz
onların tesbitinin bir özetini vermekle yetiniyoruz. Şöyle ki:
Zevcin, talâkı
zevcesine havale etmesi veya boşanma işini vekiline, ya da elçisine veya
karısının velîsine bırakmasına «Tefvîz-i Talâk» denir.
İslâm Aile Hukuku'nda
kadına birtakım haklar verilirken boşanma yetkisinin de verilmesine imkân
sağlanmıştır. Böylece «Tefvîz-i Talâk» üç kısım olarak belirlenmiştir:
1- Tefvîz-i
mutlak,
2- Tefvîz-i
mukayyed,
3- Tefvîz-i
amm..
Birincisi herhangi bir
vakit ile bağlı bulunmayan tefvizdir. Meselâ kocanın kendi eşine hitaben
«kendini boşa» diye yetki vermesi bu cümledendir. İkincisi, bir zaman ile
bağlı bulunan tefvizdir. Meselâ kocanın kendi eşine hitaben «bugün veya yarın
kendini boşat» diye yetki vermesi gibi. Üçüncüsü, bütün vakitleri kapsar
şekilde bir ifade kullanarak «ne zaman istersen kendini boşatabilirsin» demesi
gibi. [60]
İslâm Dinî, bu
âyetlerin ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in örnek hayatının ışığı altında,
aile bünyesinde ortaya çıkan bazı üzücü olayları, ölçüsüz istek ve
davranışları kavgayla, kırıcı hareketlerle, incitici sözlerle değil; karşılıklı
anlaşma, asgari müşterekte birleşme ve karşılıklı sevgi ve saygı izhar etme
atmosferinde çözmeyi emreder. Zira kusursuz insan yoktur. Allah, yalnız
peygamberleri günah ve isyandan korumuştur.
Karı-kocanın
anlaşamadığı ve birarada geçinme imkânlarının kalmadığı zaman bile, kırıcı ve
onur zedeleyici tavırlarla değil, hoşgörüyle ayrılmaya karar vermeleri çok daha
uygun ve isabetli olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, dünyalıktan yana fazla istekte
bulunan Peygamber (A.S.) Efendimiz'in zevcelerini, anlaşma ve yaklaşma
yollarını açarak iki husustan birini tercih etmekte serbest bırakmıştır.
Şüphesiz bu şekil bir öneride yumuşaklık, saygı ve rahmet mevcuttur.
Ayrıca karı-koea
ayrılmaya karar verdikleri takdirde, erkeğe gereken odur ki, kendi malî
imkânları ölçüsünde kadına birşeyler verme.k suretiyle onu memnun bir şekilde
boşamalı ve kalbini kırmamalıdır.
Bunun için de Cenâb-ı
Hak, yukarıda geçen âyetlerle Hz. Peygamber'in (A.S.) aile hayatını ve
aralarındaki anlaşmazlığın nasıl giderildiğini misal vermekte ve her konuda
olduğu gibi, bu konuda da insaf, adalet ve saygılı olmayı elden bırakmamamızı
ilham etmektedir., [61]
Yukarıdaki âyetlerle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in zevcelerinden bir kısmının çevrenin tesiri
altında kalarak Peygamber'den (A.S.) birtakım şeyler talebinde bulundukları
konu edildi ve aydınlatıcı, yönlendirici bilgiler verilerek aile bünyesinde
meydana gelecek anlaşmazlığın çözüm yollarına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle.
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in zevcelerinin hâiz bulundukları şeref ve devletin
çok anlamlı olduğuna dikkatler çekiliyor. Kendilerini başka kadınlarla kıyas
edip hatalı bir sonuç çıkarmalarının çok yakışıksız olacağına işaretle,
bulundukları kutsal evin yüksek anlamını düşünmeleri hatırlatılıyor. [62]
31— Sizden kim Allah'a ve Peygamberine boyun eğip
itaat eder, iyi-yararlı amelde bulunursa, onun mükâfatını iki defa veririz ve
biz ona kadri yüce şerefli bir rızık da hazırlamışızdır.
32— Ey Peygamber kadınları! Sizler, kadınlardan
herhangi biri gibi değilsiniz; Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklere
karşı) kırıtarak konuşmayın, sonra kalbinde (şehvetten arız) hastalık bulunan
kimsede arzu uyanabilir. Güzel, ölçülü (ağır başlı) söz söyleyin.
33— Evlerinizde vakarla oturun; eski cahîliyet günlerindeki
gibi kırıtarak (sokaklarda) süs ve güzelliklerinizi dışarı atmayın; namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Peygamberine itaat edin. Ey Ehl-i beyt
(Peygamberin ev halkı)! Allah, elbette sizden her türlü çirkinliği, murdarlığı
gidermek ve sizi tertemiz (pâk ve nezîh) yapmak ister.
34—
Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmetini hatırlayın; şüphesiz ki
Allah her şeyin inceliğini, esrar ve hikmetini bilir, her şeyden haberlidir.
«Allah'ın cariyelerini
Allah'ın mescidlerine girmekten alıkoymayın.»[63]
Açıklama :
Bu hadîsle, kadının
açılıp saçılarak sokaklarda gezip tozması men'-edilirken onun ibâdet adabına
uygun ve tesettüre riâyet ederek camilere gidip kendine ayrılan yerde ibâdet
etmesinde bir sakınca bulunmadığı belirtilmekte ve böylece kadının cami
kültürüyle yetiştirilmesine işaret edilmektedir,
«Şüphesiz ki kadın
avrettir. Dışarı çıkınca şeytan onu gözleyip bekler. O bakımdan kadının ilâhî
rahmete en yakın olduğu zaman, evinin köşesinde bulunduğu vakitlerdir.» [64]
Açıklama :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bu hadîsiyle, kadının anne olmasını, daha çok evine bağlı kalıp
kocasıyla çocuklarına yönelmesini, ev işleriyle uğraşıp aile yuvasına çeki
düzen vermesini tavsiye etmektedir.
Hz. Enes (R.A.)
anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz altı ay devamlı sabah namazını kıldırmak üzere dışarı çıktığında
kızı Hz. Fatıma'nın (R.A.) kapısına uğrar ve «Ey Ehl-i Beyt, namaza.. Şüphesiz
ki Allah sizden murdarlığı gidermeyi ve sizi tertemiz yapmayı diler.» [65]
«Sizden kim Allah'a ve
Peygamberine boyun eğip itaat eder, iyi yararlı amelde bulunursa, onun
mükâfatını iki defa veririz ve biz ona kadri yüce, şerefli bir rızık da
hazırlamışızdır.»
Resûlüllah {A.S.)
Efendimiz'in evi, vahyin zaman zaman tecelli ettiği kutsal bir yerdir. Aynı
zamanda bir ilim, irfan, ahlâk, terbiye ve Allah sevgisinin aşılandığı bir
yuva olarak bulunuyordu. Resûlüllah'ın (A.S.) bu düzeyde günlük hayatı,
kıyamete kadar gelecek olan insanlara en güzel örnek ve en kusursuz misal
özelliğini taşımaktadır.
Arap Yarımadası'nda o
çağda kadın bir aiım-satım metâ'i, bir şehvet aracı ve erkeklerin oyuncağı
durumundaydı. Arapların kesif cehalet, kabalık, hırçınlık ve tatminsizlik
içinde bocalayıp bir ömür tüketmelerinin başlıca sebeplerinden biri, kadının
içine düştüğü bataklıktı. Çünkü nesli yönlendiren şüphesiz ki annelerdir. Anne
iffet ve namusunu, vakar ve kişiliğini, edep ve terbiyesini kaybedince geriye
ahlâk ve faziletten yana bir şey kalmaz.
Kadını, sözü edilen
bataklıktan herhalde, mutlaka kurtarmak ve kapısının önüne dikilen iffetsizlik
flamasını yırtıp atmak gerekiyordu. Hz. Mu-hammed (A.S.) toplumu eğitirken bir
yandan da kadını eğitmeye ağırlık verdi ve kimsesiz kalan perişan, fakat
fedakâr mü'mine kadınlarla evlenmeyi teşvik etti. Böylece ahlâklı, imanlı,
faziletli annelerin kucağında yepyeni nesiller yetiştirmeyi plânladı. Bu arada
kendisinin 12 kadar kadınla evlenmesinin, bunun da ötesinde birtakım politik,
psikolojik, sosyal nedenleri söz konusu idi.
Nitekim öyle oldu;
evlenen ve yuva kuran her mü'min Peygamber'in (A.S.) aile yuvasını örnek aldı;
anne olan her kadın Hz. Peygamber'in eşlerini ve kızlarını kendilerine misal
ve rehber seçtiler. Böylece çeyrek asırda akıllara durgunluk verecek bir başarı
tablosu ortaya çıktı; kadın annelik vakarını takındı, saygınlığını korumasını
öğrendi. Aynı zamanda çocuğunu hayırlı bir evlât yetiştirme şuur ve becerisini
kazandı.
O bakımdan
Resûlüllah'ın (A.S.) zevcelerinden birinin yanlış bir tutum ve davranışı, diğer
hanımlara tesir edeceğinden ve misal olacağından iki kat azabı gerektireceği
bildirildi ve günlük yaşayışları üzerinde titizlikle durularak kötü örnek
olacak her davranıştan kaçınmaları sağlandı. Bunun için ilâhî emir ve
tavsiyeler birbirini izledi ve evin, ailenin kutsal havası ve ölçüsü korundu.
O bakımdan diyebiliriz
ki, Resûlüllah'ın (A.S.) zevceleri, aile yuvasının medenî mimarları; soylu ve
ahlâklı nesil yetiştirmenin en güvenilir elleri; evin efendisine sevgi ve
saygı; ilgi ve itaat göstermenin en seviyeli kıstasları; aza kanaat edip
mutluluğu zînet eşyasında değil, Allah ve Peygamberine itaatte arayanların
öncüleri idiler.
Şüphesiz onlardan
birinin bu çizgiden sapması, müslüman aileleri ters yönde etkileyen kötü misâl
sayılırdı.
Aynı zamanda ilâhî
kelâmın indiği, Melek Cebrail'in şereflendirdiği bir evde bulunuyorlardı.
Gördüklerini, duyduklarını dikkatle hafızalarına alıp kusursuz şekilde ümmete
aktarmaları gerekiyordu. Bu hikmete dayalı olarak, Hz. Âişe (R.A.)nın İslâm
Hukukuna, özellikle aile hukukuna ve kadın halleriyle ilgili meselelere yaptığı
hizmeti hiçbir hukukçu inkâr edemez. Diğer eşlerinin de az-çok bu konularda
katkılarını unutmamak lâzımdır. [66]
Ey Peygamber
kadınları! Sizler, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz; Allah'tan
korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) kırıtarak konuşmayın; sonra kalbinde
(şehvetten arız) hastalık bulunan kimsede arzu uyanabilir. Güzel, ölçülü (ağır
başlı) söz söyleyin.»
Kadının ağır başlılığı,
ciddiyeti, söz ve davranışlarındaki ölçülülüğü çok önemlidir. Çevresindeki
insanlara hürmet telkin etmesinin başlıca sebeplerinden bir kısmının bunlar
olduğunu söyleyebiliriz.
Cenâb-ı Hak yukarıdaki
âyetle, önce bütün müslüman hanımlara örnek düzeyinde bulunan Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in zevcelerine, sonra da dolayısıyla bütün mü'mine kadınlara
seslenmekte; yabancı erkeklerle günlük işlerinde şüphe uyandıracak her türlü
söz ve davranıştan kaçınmalarını emretmektedir. Şüphesiz bu emir vücubu gerektirmekte
ve Peygamber (A.S.)ın sünnetini yansıtmaktadır.
cümlesi o bakımdan çok önemli bir uyarıdır.
Onu Türkçemize şu sözlerle çevirmemiz mümkündür:
a) Yabancı erkeklere karşı kırıtarak konuşmayın,
b) Yılışıklık ifade eden davranış içinde söz
söylemeyin,
c) Gülerek, işvelenerek konuşmayın,
d) Naz ve cilve yaparak hitap etmeyin..
Zira bir hanımın bu
şekilde konuşması, kalplerinde şehvetten arız olan hastalık bulunan erkeklerde
arzu ve ilgi uyandırabilir. Böylece kötü niyetin ilk adımı atılmış, kötü
düşünmenin tohumuna vasat hazırlanmış olur. O bakımdan kadının kırıtarak,
işvelenerek, cilve yaparak konuşması haram kılınıp yasaklanmıştır. [67]
«Evlerinizde vakarla
oturun; eski cahiliyet günlerindeki gibi kırıtarak (sokaklarda) süs ve güzelliklerinizi
dışarı atmayın..»
Eski cahiliyet devri,
fetret dönemi olmakla beraber, her asırda cahili-yetin ayrı bir kılıkla ortaya
çıktığı unutulmamalıdır. Ardarda gönderilen peygamberler hemen her devirde ve
her yerde cehaleti gidermeye, kötü ve çirkin âdetleri kaldırmaya ve onların
yerine ilâhî düzen ve medeniyeti getirmeye çalışmıştır.
Cahiliyet devri
kadınlarının çoğu birbirine benzerdi; ancak değişik kılıkta gezip
tozmuşlardır. Hak dinin medeniyet havasını teneffüs etme imkânına erişenler
ise, bu genellemenin her zaman dışında kalmış ve örnek olma düzeyinde
bulunmuşlardır.
Cahiliyet devrinde
kadınların ölçü tanımaz davranışlarını müfessirle-rimiz şöyle tesbtt edip
özetlemişlerdir:
a) Baş açık, saçlar bazan dağınık, bazan
süslenmiş; gerdan ve göğüsler yarı açık bir halde sokağa çıkarlardı.
b) Giyindikleri entari iki yandan yırtmaçlı
olur; yürüdükleri zaman bacak ve baldırları görünürdü.
c)
Kırıtarak, cilvelenerek, güzel kokular sürünerek gezip dolaşırlar ve her vesileyle
erkeklerin dikkatini kendilerine çekerlerdi.
Anlaşıldığı gibi,
yirminci asrın çahiliyeti de belirtilen konuda o dönemden geri kalmamakla
beraber, daha da ileri bir safhada kendini yer yer, ülke ülke
hissettirmektedir.
İslâm Dini bu şekil
sokağa çıkışları yasaklarken, önoe kadının namus ve iffetini korumayı, sonra da
onun annelik vakar ve şerefini'güvence altına almayı; her türlü kötü nazardan
onu uzak tutmayı ve toplum içinde ona saygınlık kazandırmayı amaçlamıştır. Aynı
zamanda aile yuvasını kutsal bir düzeyde tutmayı, kem gözlerden sakındırmayi;
komşular arasında namus ve iffet perdesine güven damgasını vurmayı hedeflemiş
ve sağlam karakterli, dürüst ve faziletli, imanlı ve ahlâklı nesillerin ana
kucağında, baba ocağında eğitilip yetiştirilmesini plânlayıp bunun için gerekli
bütün müfredatı belirlemiştir.
Şüphesiz kadının
cahiliyet devri yaşantısına özenti duyması veya o havaya girmesi bütün bu amaç
ve plânları yıkar. Birbirine kardeşçe yaklaşmayan, güvenmeyen şehvet
mübtelâlarının çoğalmasını hızlandırır. [68]
«Evlerinizde vakarla
oturun..»
Âyette emir ölçüsünde
geçen «karne» kelimesini cumhur «kırne»; Âsim ise, «karne» şeklinde okumuştur.
Birinci şekildeki kıraat «vakar» anlamına; ikinci şekildeki kıraat «evde karar
kılıp ev işleriyle meşgul olmaya» delâlet etmektedir.
Şüphesiz her iki
kıraatin delâlet ettiği mana ve emir, kadının annelik vakarına uygun düşmekte
ve ona saygınlık kazandırmaktadır.
«Evlerinizde vakarla
oturun» emriyle, her ne kadar Peygamber (A.S.) Efendimiz'in zevcelerine hitap
edilmekteyse de, umum ifade eder; yani hitap hastır, emir umumîdir.
Cenâb-t Hak bu emirle,
kadının devamlı dört duvar arasında ömür tüketmesini irâde etmemiştir. Emirden
sonra gelen «eski cahiliyet günlerindeki gibi kırıtarak (sokaklarda) süs ve
güzelliklerinizi dışarı atmayın» cümlesi onun hikmet ve yorumuna işaret
etmekte ve bize yol göstermektedir. Şöyle ki: Kadının günlük hayatı şu iki
özelliği yansıtmalıdır; Birincisi, evinde bulunduğu sürece, vakar ve ciddiyetini
koruyarak çocuklarına en güzel örnek olmaya çalışacak, komşularına da iyiye ve
fazîlete yönelik misâl olacaktır. Sokağa çıkması gerektiğinde, açılıp
saçılmayacak, tesettüre mutlaka riâyet edip tam bir İslâm hanımı olarak
çevresine hürmet telkin edecek; cahiliyet devrindeki kadınlar gibi, kırıtarak,
süs ve güzelliğini teş-hîr ederek dolaşmıyacak; vakar ve iffetine leke
dokundurmayacaktır.
Sonra «Evlerinizde
vakarla oturun» emri, kadınları işsiz güçsüz ve anlamsız bir hayata itme
anlamına alınmamalıdır. Zira İslâmiyete göre, hayat hareketten ibarettir,
ancak her hareket ışığını ilimden almalı ve imânın desteğinde hedef ve amacını
belirlemelidir.
Kur'ân âyetlerini
dikkatle okuduğumuzda, her cümlenin, hattâ kelimenin bir önceki cümlesine ve
bir sonraki cümlesine bakmamızın gerekli olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Aksi
halde çok yanlış ve fahiş yorumlara sebep oluruz. O bakımdan Cenâb-ı Hak
kadınlara evlerinde vakarla oturmayı emrederken, şu üç ayrı şey ile amel
etmelerini istemekte ve böylece kadının günlük hayatını verimliliğin doruğuna
yükseltmektedir:
1— Namaz kılmak,
2— Zekât vermek,
3— Allah'a ve Peygamberine itaat etmek..
Birincisi, hem evde,
hem de evle cami arasında bedenî ve ruhî hareket sağlar. İkincisi, kadının
evde kendine has bazı el işleriyle uğraşıp para kazanmasını, aile bütçesine
katkıda bulunmasını; zengin olup fakir ve muhtaçlara, yakınlarına yardım
etmesini gerektirir. Böylece İslâmiyet kadını sadece bir tüketici olarak
görmemekte, onu aynı zamanda üretici kabul etmekte ve o sebeple zekât
vermesini emretmektedir. Şüphesiz ki, zekâtı ancak zengin olan kişiler verir
ve onlar bu konuda yükümlüdürler. Üçüncüsü, kocasına, çocuklarına bakmasını;
kocasının malını, namus ve şerefini korumasını gerçekleştirir. Böylece kadın
aileye huzur, güven, neşe ve hareket kazandırır. [69]
«Ey Ehl-i Beyt (Peygamberin
ev halkı)! Allah, elbette sizden her türlü çirkinliği, murdarlığı gidermek ve
sizi tertemiz (pak ve nezîh) yapmak ister.»
Burada da hitap «Ehl-i
beyt»e, yani ResûJüllah'ın (A.S.) ev halkına yö-nelse de, dolayısıyla bütün
mü'minlerin ev halkını kapsamakta ve aynı hükmün içine almaktadır. Zira bütün
mü'minlere örnek düzeyde bulunan «Ehl-i Beyt»e yapılan bir tavsiye veya verilen
bir emir, dolayısıyla mü'minlerin ev halkına yöneliktir.
«Rics» kapsamlı bir
kavramdır; maddî ve manevî murdarlık anlamına geldiği gibi, şeref ve itibarı
zedeleyen, aileye leke süren her türlü kötülük, ölçüsüzlük ve çirkinlik
manalarına da delâlet eder. Aynı zamanda aileyi ekonomik yönden çökertecek
israf, ölçüsüz harcama gibi huzur bozucu ortama da işaret anlamını taşır.
İslâm, Kur'ân'ın bu
tavsiyesinin ışığı altında, aileyi her türlü şüphe ve hayasızlık damgasından
temizlemek için gereken hüküm ve kuralları koymuştur. Kadına ölçülü, seviyeli
bir hayat ve hareket sahası hazırlamış ve onu süs eşyası olmaktan kurtarmıştır. [70]
«Şüphesiz ki Allah her
şeyin inceliğini, esrar ve hikmetini bilir; her şeyden haberlidir.»
Müslümanın evi
Kur'ân'la, ibâdetle, sâlih amellerle feyizli ve bereketlidir; nuranî ve
rahmanidir. O bakımdan içinde Kur'ân okunan, namaz kı-iman, iyilik işlenen bir
evde mutlak anlamda rahmet havası hâkimdir. Eşler bu havanın kutsallığını
düşünerek onu birtakım kişisel ihtirasları, nefsanî arzuları ile
kirletmemelidirler. Aksine bir davranış hoş kokulu, nefis görünümlü, gönül
açıcı bir bahçeyi lağım suyuyla kirletmeye ve kokutmaya benzer.
Cenâb-ı Hak Ehl-i
Beyt'te okunan Kur'ân'ı ve inen hikmeti hatırlatırken, dolayısıyla bütün
mü'minlerin evlerini benzeri feyiz ve rahmete maz-har düzeye getirmelerine
işarette bulunmakta ve bu konuda eşlerin çok duyarlı bulunmalarını tenbîh
etmektedir.
Bu açıklamadan sonra
ilgili âyetin sonunda Cenâb-ı Hakk'ın iki sıfatı anılmakta ve böyleoe
kadınlarla ve aile yuvasıyla ilgili konu noktalanmaktadır.
Birinci sıfat
inceliği, zerafeti, nezaketi, ince düşünmeyi, dikkatli davranmayı; ikinci
sıfat, her şeyi lâyıkı veçhile bilmeyi; her söz ve davranışın nasıl bir sonuç
doğuracağını önoeden düşünüp hesaplamayı ilham etmektedir. Allah'ın «Latîf»
olması ve «Habîr» bulunması, biz insanlara bu iki sıfatın yönlendirici,
aydınlatıcı telkinlerini yapmakta ve yol göstermektedir.
Böylece bu iki sıfatın
ışığj altında kadın kendi yerini, değerini, inceliğini, zerafet ve nezaketini
korumalı; duyarlı bir düzeyde bulunduğunu unutmamalıdır. [71]
Yukarıdaki âyetlerde,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in zevcelerine yer verildi. Bulundukları çok
şerefli ve örnek düzeyde nasıl davranmaları gerektiği belirtilerek, bütün
inanmış kadınlara aydınlatıcı ve yönlendirici bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetle
kendilerinde on kadar vasıf ve özellik bulunan erkek ve kadınlara mü[de
verilmekte ve Allah'a inanan erkek ve kadınların kendilerini bu on sıfatla
donatmaları istenmektedir. [72]
35— Elbette
Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar; mü'min erkekler ve mü'min kadınlar;
kendilerini ibâdet ve taâte veren erkekler ve kadınlar; (niyet ve
davranışlarında) doğru ve samimi olan erkekler ve kadınlar; sabreden erkekler
ve kadınlar; (Allah'tan) saygı ile korkan erkekler ve kadınlar; sadaka veren
erkekler ve kadınlar; oruç tutan erkekler ve kadınlar; iffet ve namuslarını
koruyan erkekler ve kadınlar; Allah'ı çokça anan erkekler ve kadınlar (var ya),
işte Allah onlara mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.
Âyetin iniş sebebiyle
ilgili dört ayri rivayet vardır:
1— Peygamber
(A.S.) Efendimizin zevceleri bir konu hakkında aydınlanmak isteyerek dediler
ki : «Ya Resûlellah! Kur'ân'da daha çok erkekler hayır ile anılmaktadır; yoksa
biz kadınların hayır, ibâdet ve taatimiz kabul edilmiyecek mj?» Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indirildi.[73]
2— Ansar'dan Ümmu Ammare (R.A.) anlatıyor:
— Peygamber (A.S.) Efendimiz'e uğradım ve şöyle
dedim: «Görüyorum ki hep erkeklerden söz ediliyor; onların sâlih amelleri
anlatılıyor. Kadınlardan ise pek söz edilmiyor, onların anıldığım pek
göremiyorum!» Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [74]
3— Ebû Ümeyye kızı Ümmu Seleme (R.A.) ile Kâb
kızı Enîse (R.A.) diyorlar ki:
— Peygamber (A.S.) Efendimiz'e gittik ve dedik
ki: «Ya Resûlellah! neden Cenâb-ı Hak kendi kitabında hep erkekleri anmakta,
kadınlardan pek söz etmemektedir?» Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [75]
4— ümeys kızı Esma (R.A.), kocası Cafer b. Ebî
Tâlib'le (R.A.) birlikte Habeşistan'dan döndüklerinde Peygamber (A.S.)
Efendimizin zevcelerine uğradılar ve şöyle dediler: «Biz kadınlarla ilgiii bir
şeyler indi mi?» Onlar da cevap olarak, «şimdilik hayır..» dediler. Bunun
üzerine Hz. Esma (R.A.) oradan kalkıp doğruca Peygamber'e (A.S.) gitti ve şöyle
dedi: «Ya Resûlellah! Şüphesiz ki kadınlar zararda kaldı.» Peygamber (A.S.) ona : «Neden?..» diye
sorunca, o şu cevabı verdi: «Kur'ân'da erkekler hayırla anıldığı kadar kadınlar
anılmamaktadır.»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi. [76]
«Allah'ı görür gibi
ibâdet et; eğer sen O'nu göremiyorsan, mutlaka O seni görmektedir.» [77]
«Su, ateşi söndürdüğü
gibi, sadaka da hatâyı (ondan doğacak cehennem azabını) öylece söndürür.» [78]
«Sadaka kötülükten
yetmiş kapı kapatır.» [79]
«Oruç bedenin
zekâtıdır.[80]
«Adam geceleyin eşini
uyandırır da iki rekât namaz kılarlarsa, ikisi de
o gece, Allah'ı çokça
ananlardan olurlar.» [81]
«Elbette Müslüman
erkekler ve Müslüman kadınlar..»
Cenâb-ı Hak kadınlarla
ve dolayısıyla aile yuvasıyla ilgili aydınlatıcı ve yönlendirici emir ve
tavsiyelerde bulunduktan, uyulması lüzumlu birtakım kuralları açıkladıktan
sonra, hayata gözlerini açan her insanın, hem dünyasını, hem de âhiretini mutluluğa
eriştirmesi için şu on vasfı, diğer bir anlatımla, on özelliği kendinde
taşımasını konu edinerek en doğru yolu göstermektedir:
1— İslâm
İslâmiyet Cenâb-ı
Hakk'a inanarak teslim olmak, baş eğip itaat etmektir. Bu manayla, diğer dokuz
özelliği kendinde taşıyan kişiye, gerçek anlamda «Müslüman» denir.
Hakk'a teslimiyet,
gösterip baş eğen kimse, çevresindeki insanlara da güven ve huzur verir; herkes
onun elinden ve dilinden emin olur. Zira dinin özü ve mayası, «Tevhîd İnancı»
doğrultusunda Cenâb-ı Hakk'a kayıtsız, şartsız baş eğip teslimiyet-göstermek
ve selâmet yolunu tutup çevreye güven ve huzur vermektir.
2— İmân
İmân, şartlara uygun
olarak di! ile ikrar, kalp ile tasdîkten ibarettir. Kendini bu düzeye getiren
kimseye «mü'min» sıfatı lâyık görülür. İslâm, bir bakıma zahirî bir teslimiyeti
andırdığından, «müslüman» sıfatından hemen sonra «mü'min» sıfatı
getirilmiştir.
3— Kanıt
İman ve teslimiyet
havasında Hakk'a ibâdetle O'nun yüce huzurunda boyun eğip sadakatte bulunmak
anlamına delâlet eden «kanıt» çok yönlü bir kavramdır. Edeple durmak, duâ
etmek, baş eğmek, namazda uzun süre ayakta durmak gibi mânalara da delâlet
eder.
Böylece İslâm ve îmân,
sadakatle kulluğu gerektirdiğinden, o iki sıfattan sonra bu sıfat anılmıştır.
4— Sadakat
Sözünde, özünde,
davranışında doğru olup, aleyhine bile olsa doğruluktan ayrılmayan kimseye
«sadık» denir. Her şeyin başında. Kelimemi Şe-hadet'i söyleyen müslüman mü'min,
iki şehadetin gerektirdiği hususları yerine getirme konusunda Rabbına söz
vermiş olur ve bu sözüne sadık kalması gerekir, İşte Cenâb-ı Hak, yüce
huzurunda boyun eğip itaat üzere ibâdet eden kulunu «sadık» sıfatiyle
anmaktadır.
5— Sabır
İman ve İslâm'ın
gereğini yerine getirirken dayanma gücünü ortaya koyan, karşılaştığı üzücü
olaylara göğüs geren, başa gelen dert ve musibetlere katlanıp kazaya rıza
gösteren; ibâdet meşru iş, ilim ve hayırlı konulara yönelirken azimle devam
eden kimseye «sâbir» denilir.
O bakımdan sabır,
kısaca olaylar ve işler karşısında sebat gösterme gücünü taşımanın tezahürü
olarak tarif edilmiştir. Sabrın en belirgin olanı, ilk sadamede kendini
gösterenidir, yani ilk sademede dayanma gücünü ortaya koymak, sabrın en açık ve
en önemli olanıdır.
6— Huşu'
Allah'ın huzurunda
sükûnet, gönül yatışkanhğı, sevgi, tevazu' ve saygı ile durup edep ölçüleri
içinde korkmak anlamına gelen «huşu'» da geniş kapsamlı bir kavramdır. Kendini
kulluğun bu çizgisine getiren mü'mine «Hâşi'» denir.
İslâm'ın va'dettiği
selâmet yolunda sadakat ve sabrını ortaya koyan mü'mine yakışan güzel vasıflardan
biri de, şüphesiz ki «huşü'»dür. O bakımdan sadakat ve sabırdan sonra bu
sıfata yer verilmiştir.
7— Sadaka
Sadaka, «sıdk»
kökünden türetilmiştir. Gelir kaynağı ve yeterli işi olmayan, kazanma imkânı
çok sınırlı bulunan fakir ve muhtaçlara; dost ve yakınlara Allah için yardım
etmek suretiyle sadakatini ortaya koyan mü'mine «mutasaddık» sıfatı verilir.
Böylece mü'min bedenî ibâdetin yanında malî ibâdette de bulunmak suretiyle
doğruluğunu tazelemiş olur.
Sadaka, çok yönlü bir
yardımı ifade eder. Şöyle ki, yolda müslüman-lara eziyet veren bir şeyi
gidermekten tutun da, kişinin kendi eşinin ve çocuklarının ağzına koyduğu bir
lokmaya ve insanlara karşı güler yüz, tatlı dii izhar etmesine kadar yapılan
her iyilik bu kelimenin kapsamına girer.
Şüphesiz Allah'tan
saygı ile korkup O'na teslimiyet gösteren mü'min, mal ve servetin amaç değil,
gerçek amaca erişmek için araç olduğunu bilir ve kazandığı nimetleri yalnız
kendi inhisarı altında tutmaz, fazlasını muhtaç durumda olan din kardeşlerine
vermek suretiyle yalnız kendisi için yaşamadığını ve kendisi için kazanmadığını
ortaya koyarak toplumdan kopmaz bir parça olduğunu her vesileyle isbatlar.
8— Oruç
Oruç, daha çok bedenî
bir ibâdettir. Hayvanî sıfatı zayıflatıp melekî sıfatı kuvvetlendirmek; nefse
karşı hâkimiyet sağlayıp irâdeyi en iyi şekilde kullanmak demektir. Mü'min
sadaka vermek suretiyle malını, oruç tutmak suretiyle de bedenini temizler.
9— İffet ve namusu korumak
Bu da oruç ibâdeti
gibi, nefsanî arzulara karşı üstünlük sağlamayı; her şeye rağmen meşru'
sınırları aşmamayı gerektiren bir sıfattır.
İnsanı kemal
derecesine yükselten hasletlerden biri de, şüphesiz ki, namus ve iffeti,
emredildiği şekilde korumak; şehevî duyguyu meşru olan yana çevirip kanalize
etmektir. O bakımdan oruç ibâdetinden hemen sonra iffet ve namusu koruma
anılmıştır.
10— Allah'ı çokça anmak
Yukarıda sıralanan
dokuz vasfı kendinde toplayan mü'minler nefis ikliminden uzaklaşır, İblîs'e
sırt çevirerek rahmânî aydınlığa doğru yönelirler. Böyle olunea da her gün
Allah'a biraz daha yakın olma bahtiyarlığına kavuşurlar. Artık kalpleri daha
çok Allah ile dolup taşar, O'nun sevgi ve korkusuyla süslenir de oradan dile
taşarak kalbî zikirle birlikte dil ile zikretmeye yönelirler. Bundan derunî
zevk duydukları için gece ve gündüz Allah'ı anmayı unutmazlar; işe başlarken,
evden çıkarken, oturup kalkarken hep O'nu hatırlarlar.
İşte dünya uğrağına
gelip ebediyet yolculuğuna devam eden mü'min erkeklerle mü'mine kadınlar bu on
sıfatla kendilerini donatıp yönlendirme basîretine eriştiklerinden dolayı Allah
onlara mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.
Diyebiliriz ki,
dengeli, düzenli bir toplum ve aile için İdeal sıfatlar bunlardır. Yetişmekte
olan kuşakların ruh ve dimağlarına, bu son dereoe faydalı hasletleri işlemek
ciddi bir eğitim meselesidir. O bakımdan Cenâb-ı Hak bu sıfatları sıralarken
hem erkeklerden, hem de kadınlardan söz ederek dinde, ahlâk ve fazilette eşit
durumda mükâfatlara sahip olduklarına işarette bulunmuştur. [82]
Yukarıdaki âyetle,
kendilerinde on vasıf ve özeliik bulunduran erkek ve kadınlar ilâhî mağfiret ve
mükâfatla müjdelendi ve böylece kâmil insan olmanın ölçü ve özelliği ortaya
konuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
bir konu hakkında Allah ve Peygamberinin koyduğu hüküm varsa, artık onda
mü'minler için başka seçeneğin söz konusu olamıyacağı üzerinde duruluyor.
Sonra da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'-in çok evliliği konu edilerek, onları
kendiliğinden karar verip yapmadığı, ilâhî takdîr ve emirle yerine getirdiği
belirtiliyor. Arkasından Hz. Muham-med'in (A.S.) peygamberlerin sonuncusu, o
zincirin son halkası olduğu açıklanarak mü'minler aydınlatılıyor. [83]
36— Allah ve Peygamberi bir iş, bir mesele
hakkında hüküm verdiğinde, artık hiç bir mü'min erkeğe ve kadına kendi iş ve
meselelerinde istediklerini seçmek uygun olmaz. Kim Allah ve Peygamberine
karşı gelirse, gerçekten o, açık bir sapıklıkla sapıtmış olur.
37— Hani sen, Allah'ın nîmetlendirdiği ve senin
de nîmet verip beslediğin kimseye, «eşini nikâhında tut; Allah'tan korkup
(yanlış bir karar vermekten} sakın!» diyordun da Allah'ın açığa vuracağı şeyi
içinde gizliyordun; insanlardan (onların dedikodusundan) endişe ediyordun.
Halbuki Allah, kendisinden korkup sakınmana daha lâyıktır. Zeyd o eşiyle
ilişkisini kestiğinde, biz onu seninle evlendirdik; tâki oğullukları eşleriyle
ilişkilerini kesince, onlarla evlenme hususunda mü'minler üzerine bir vebal ve
sakınca olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.
38— Peygamber üzerinde, Allah'ın onun için takdîr
edip gerekli kıldığı şeyde bir vebal ve sakınca yoktur. Bu daha önce gelip
geçenler hakkında da Allah'ın câri bir sünnetidir (ki uygulanır). Allah'ın
emri elbette yerini bulan bir kaderdir.
39— Onlar (Peygamberler), Allah'ın
gönderdiklerini tebliğ ederler, Allah'tan saygı ile korkarlar; Allah'tan başka
hiç kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak da Allah yeter.
40— Muhammed, sizin adamlarınızdan hiç birinin
babası değildir; fakat O, Allah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.
Allah, her şeyi lâyıkıyla bilendir.
İbn Abbas (R.A.),
Katade ve Mücahid'e göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, hâlâsı kızı Zeyneb'i
azatlı kölesi Zeyd'le evlendirmeyi düşündü ve bunun için Zeyneb'in evine gitti.
Zeyneb (R.A.) Kureyş'in soylu ailelerinden birine mensup olduğundan gönlünden
hep Hz. Muhammed'e (A.S.) eş olmayı geçiriyor ve ancak Onunla evlenmeyi
kendisine uygun görüyordu. O bakımdan Hz. Muhammed'in (A.S.) geldiğini görünce
önce çok sevindi. Sonra da Zeyd'e istenildiğini öğrenince bozuldu, üzüldü ve
onunla evlene-miyeceğini söyledi. Kardeşi Abdullah da böyle bir evliliğe pek
taraftar değildi.
Yukarıdaki 36. âyet
onları, sonra da bütün mü'minleri uyarır mahiyette indi. [84]
Nitekim Hz. Zeyneb
(R.A.) Allah'ın bu açık beyânı karşısında ister istemez Zeyd ile evlenmeye
razı oldu. [85]
«Canımı kudret elinde
bulunduran Cenâb-ı Hakk'a yemin ederim ki, sizden birinizin hava ve hevesi
benim getirdiğim dine uymadıkça imân etmiş olmaz.» [86]
Allah ve Peygamberi
bir iş, bir mesele hakkında hüküm verdiğinde, artık hiçbir mü'min erkeğe ve
kadına kendi iş ve meselelerinde istediklerini seçmek uygun olmaz..»
Bilindiği gibi, Zeyd
b. Harise (R.A.), Benî Ma'n Kabilesi'nden idi. Anası onu yanına alıp kendi
kabilesini ziyarete gidince, orada başka bir kabile tarafından baskına
uğramışlar ve Zeyd bu arada esir edilip götürülmüştü. Bir süre sonra onu Ukaz
Panayır'ında esirler arasında satışa arzetmişler ve-Hakim b. Huzam'a tarafından
satın alınmıştı. Hakîm bu çocuğu zeki ve becerikli görünce onu hâlâsı Hz.
Hatice'ye hediye etmişti. O da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'le evlenince, Zeyd'i
Ona hediye etmişti,
Zeyd'i aylarca arayıp
nihayet onu Mekke'de bulan babası Harise ile anası veya babası ile amcası Hz.
Muhammed'e (A.S.) baş vurup Zeyd'i almaya geldiklerini bildirmişlerdi. Bunun
üzerine Hz. Muhammed (A.S.), onların önerisini yerinde görmüş ve Zeyd'i
huzuruna çağırarak ona şöyle demisti: «Ya Zeyd! İşte baban ve annen (veya baban
ve amcan), dilersen benim yanımda kalmayı, dilersen babanla birlikte kendi
kabilene gitmeyi seç, bu hususta seni serbest bırakıyorum.» Resûlüllah'ın
(A.S.) bu hoşgörü ve şefkatli sözleri gelenlerin de son derece hoşuna gitti,
Zeyd ise hiç tereddüt etmeden: «Ya ResûlellahlSen benim hem babam, hem de her
şeyimsin. Elbette senin yanında kalmayı istiyorum» diyerek tercihini yaptı. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz onu alıp Kabe'nin yanına götürdü ve şöyle buyurdu: «Şahit
olun ki, Zeyd benim oğlumdur ve vârisimdir.»
Bu çok sıcak ilgi
karşısında Zeyd'in babası müsterih olarak ayrıldı. Tabii sonra bu hüküm Ahzâb
Sûresi 5. ve 40. âyetlerle kaldırılmış oldu. Yani başkasına ait bir çocuğu
evlât edinip onu vâris kılma hükmü kaldırıldı.
Böylece Zeyd
hürriyetine kavuşturulmuş ve Hz. Peygamber'in (A.S.) tensibiyle Cahş kızı
Zeyneb (R.A.) ile evlenmeleri sağlanmıştı. Ne var ki, Zeyneb (R.A.) hiçbir
zaman bu evlilikten memnun ve mutlu olamamış ve her fırsatta Zeyd'i küçümsemiş;
kendi soyluluğunun ve güzelliğini verdiği gururla ayrılmayı düşünmeye devam
etmişti. Çünkü o öteden beri hep büyük soylu bir kişiyle evlenmeyi hayal edip
durmaktaydı. Zeyd ile evlenmeye rıza göstermesinin tek sebebi, 36. âyette
açıklandığı üzere, Allah ve Peygamberine muhalefet etme durumuna düşmemesi
içindi.
Kişiliğinin
zedelenmesini istemiyen Zeyd, bu durumda evliliğinin devamını imkânsız görmüş
ve her vesileyle onu boşamayı düşündüğünü Hz. Peygamber'e (A.S,) bildirmiş ve
her defasında Peygamber (A.S.) ona sabrı tavsiye etmişti. Zira kendi eliyle
kurduğu bir yuvanın bozulmasına gönlü hiçbir zaman razı değildi. Ama Zeyneb'in
(A.S.) içinde yankı yapan bir ilham vardı: Hz. Peygamber'e (A.S.) eş olmak ve
bu şerefe bir an önce erişmek.. Zamanla bu duygu Hz. Peygamber'in (A.S.)
içinde de doğmuştu. Cenâb-ı Hakk'ın muradı da bu doğrultuda tecelli etti. 37.
âyetle açıklandığı gibi, Zeyd kararını verdi ve Zeyneb'i boşadı. Şer'î bekleme
süresi sona erince, Zeyneb'in kırılan kalbini tamir etmek, öteden beri hayal
ettiği şerefe onu kavuşturmak için Resûlüllah (A.S.), -aldığı ilâhî emre
uyarak- onunla evlendi.
Öteden beri İslâm
düşmanlarının Hz. Peygamber (A.S.) aleyhine istismar edip belge olarak
gösterdikleri Zeyneb olayının içyüzü işte budur.
Şüphesiz tarihî bir
olayın gerçek yüzünü tesbit edip ortaya çıkarabilmek için, o olayı tarih
felsefesi ve perspektifi doğrultusunda inceleyip değerlendirmek gerekir. Aksi
halde çok yanlış sonuçlar ve hatalı hükümler çıkarılmış olur. [87]
Evlilikte kefaet
konusuna Nûr Sûresi 26. âyette geniş yer vermiş bulunuyoruz. Burada önemine
binaen bir özetini vermeyi uygun görüyoruz.
Zeyd ile Zeyneb'in
(Aliah ikisinden de razı olsun) evliliğine dikkatle bakıp incelediğimizde,
çiftler arasında soyluluk ve ekonomik yönlerden kefaet olmadığını, yani bu iki
hususta aralarında denklik bulunmadığını görürüz. Sadece bu evlilikte
dindarlığın bir ölçü düşünüldüğü anlaşılıyor. Yalnız bu cihetle denkliğin
bağlayıcı ve uyum sağlayıcı olmadığı da Zeyd ile Zeyneb'in boşanmasıyla ortaya
çıkmış bulunuyor. O bakımdan çiftler arasında kefaetin aynı zamanda soyluluk
ve malî kudrette de dikkate alınması, özellikle erkeğin ekonomik yönden biraz
daha güçlü olması söz konu-' sudur. Oysa Hz. Zeyd'in dünyalıktan yana kayda
değer bir malı ve imkânı yok gibiydi.
Bu ve benzeri
olayların ışığında konuyu hukukî acıdan değerlendiren İmam Şafiî, İmam Mâlik ve
Sahnun da belirtilen iki hususta da kefaet aranmasının lüzumu üzerinde
durmuşlar ve birtakım hükümler koymuşlardır. [88]
«Zeyd o eşiyle
ilişkisini kestiğinde, biz onu seninle evlendirdik; tâ ki oğullukları
eşleriyle ilişkilerini kesince onlarla evlenme hususunda mü'minler üzerine bir
vebal ve sakınca olmasın..»
Sûrenin beşinci
âyetinin tefsirinde «evlât edinme» konusunu yeterince açıklamış bulunuyoruz.
Yukarıdaki âyetle bu hususta bir diğer hüküm hatırlatılıyor. Şöyle ki : Adamın
yanına alarak evlât gibi besleyip büyüttüğü bir kimsenin ölümü veya boşaması
üzerine, onun eşiyle evlenmesinde bir sakınca yoktur. Nitekim Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, evlât gibi büyütüp beslediği Zeyd'in boşadığı Zeyneb ile
evlenmiştir.
Mevcut dört mezhebe
göre de, evlâtlık öz evlât olmadığından böyle bir evlilik caizdir. Zira
yukarıdaki âyetin bununla ilgili hükmü cok açık ve kesindir, onu nesheden, yani
hükmünü kaldıran başka bir hüküm de indiril-memiştir. [89]
«Muhammed sizin adamlarınızdan
hiç birinin babası değildir; fakat O, Allah'ın Resulü ve Peygamberlerin
sonuncusudur. Allah, her şeyi lâyıkıyla bilendir.»
Kıraat âlimlerinden
Âsim «htm» maddesinden oluşan kelimeyi (t) harfinin üstünüyle okumuştur.
Elimizdeki mushaflarda da bu kıraate göre yazılıdır. O halde kelimeyi «hâtem»
şeklinde okuduğumuza göre, şu mana karşımıza çıkar: Peygamberlik Hz. Muhammed
(A.S.) ile son bulup O'nun-la mühürlenmiştir. Diğer bir yorumla : Peygamberler
zinciri bir yüzük oluşturmuştur; Hz. Muhammed (A.S.) o yüzüğün taşı olmuş,
yüzük O'nunla tamamlanıp kemâlini bulmuştur. Ayrıca bu kıraate göre «hâtem»
ism-i alettir, mühür anlamına getir. Böylece Peygamberlik Hz. Muhammed (A.S.)
ile mühürlenmiştir, demektir.
Cumhur ise kelimedeki
(t) harfini esreyle okumuştur. Bu kıraate göre : Peygamberlik Muhammed (A.S.)
Efendimiz'le son bulmuş; en son peygamber olarak O gelmiştir; peygamberlik
zinciri O'nunla hitam bulmuştur,
Bahaîler ise, bu
kelimeyi kendi iddialarına delil göstermek için sadece «yüzük taşı» veya yüzük
üzerindeki süs manasına yorumlayıp Hz. Muham-med'in (A.S.) son peygamber
olmadığını, O'ndan sonra peygamberler gönderileceğini; nitekim Bahaullah ile
Abdülbaha'nın O'ndan sonra gönderilen birer peygamber olduğunu iddia
etmektedirler.
Oysa yukarıdaki âyeti
açıklayan sahîh hadîslerde, Hz. Muhammed (A.S.)dan sonra peygamber
gönderilmeyeceği, O'nun son peygamber olduğu şüphe kabul etmez bir açıklık ve
netlikle belirtilmektedir.
Bu konuda rivayet
edilen sahîh hadîsler:
«Ben Muhammed'im, ben
Ahmed'im. Ben o kökünden kesip atanım ki, Allah benimle küfrün kökünü kesip
attı. Ben o toplayıcıyım ki (kıyamet gününde) insanlar toplanıp benim önümde
biraraya getirilirler. Ben o son takip ediciyim ki, benden sonra peygamber
yoktur.» [90]
«Ben Muhammed'İm, ümmî
peygamberim. Benden sonra peygamber yoktur. Bana sözlerin anahtarları ve az
kelimeyle cok mâna ifade etme yeteneği verildi; ayrıca bana sözlerin (yüksek anlamda
ve yararda) sonu, (gerçekleri) biraraya getirerek bağlamada (en) süsleyicisi
verildi. Cehennem'in ne kadar bekçisi ve Arş'i kaldıran meleklerin kaç tane
olduğu bana öğretildi.
Bana da ümmetime de
afiyet (ruh güzelliği, huzuru ve sağlığı) verildi. Aranızda bulunduğum sürece
beni dinleyiniz ve bana itaat ediniz. Aranızdan ayrıldığım zaman Allah'ın
kitabına gerekli olunuz; onun helâl kıldığını helâl kabul ediniz; haram
kıldığını haram kabul ediniz.» [91]
«Benim peygamberler
arasındaki durumum ve misalim, güzel bir bina yapıp onu tamamlayan ve sadece
bir kerpiç yerini açık bırakan adamın durum ve misaline benzer. O binayı
ziyarete gelip tavaf edenler (etrafında gezip dolaşanlar) onu beğenip
hayretlerini ifade ederler ve «Keşke şu bir kerpiç yeri açık kalmasaydı!»
derler. İşte ben de peygamberler yapısında açık kalan o kerpicin yeriyimdir
(orayı ben doldurdum).» [92]
«Şüphesiz ki risâlet
de, nübüvvet de artık kesildi, son buldu; sadece tebşirat yani sâlih rüyalar
(ve ilhamlar) vardır.»[93]
«Altı hasletle diğer
peygamberlerden üstün kılındım:
1— Bana az kelimeyle çok manalar ve hikmetler
ifade eden sözler verîldî-
2— Düşmanıma korku salmakla zafer buldum.
3—
Ganimetler bana helâl kılındı.
4—
Yeryüzünün her yanı bana mescid ve temiz kılındı.
5— Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim.
6— Peygamberlik benimle son bulup mühürlendi.» [94]
«Şüphesiz ki Âdem
henüz çamuru içinde beklerken ben Allah yanında peygamberlerin sonuncusu idim.»
[95]
«Ben Muhammed'im, ben
Ahmed'im; ben ümmi peygamberim. Benden sonra artık hiçbir peygamber yoktur.» [96]
Böylece Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'den sonra peygamber gönderilmeyeceği açıklanarak her türlü
şüphe, yanlış yorum, maksatlı iddia giderilip reddedilmiş oluyor. Kur'ân da
Allah'ın kıyamete kadar gelecek olan insanlara en son mesajı olarak
indirilmiştir. Artık Hz. Muhammed (A.S.)dan sonra peygamber gönderilmiyeceği
gibi, kitap da indirilmiyecektir. [97]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın ve Peygamberinin bir konu hakkında kesin emirleri varsa, o konuda
mü'minler için başka bir tercîh hakkı olmadığı belirtildi. Sonra da Resûlüllah
{A.S.) Efendimiz'in çok evliliği konu edildi ve evlâtlık edinilen çocuğun
hiçbir zaman öz evlât olamıyacağı ve kendisini himaye edene vâris
kılınarruyacağı üzerinde durularak mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minlerin Allah'ı çokça anması ve sabah-akşam tesbîhte bulunması
emredilmekte; bununla beş vakit namazın lüzumu belirtilerek faydalarına işaret
edilmektedir. Dünyada ilâhî gufran ve rahmete lâyık olma düzeyine kendini
getiren mü'minlerin âhiret yurdunda Allah'a kavuşacakları zaman dirlik ve
esenlik dileklerinin «selâm» olacağı müjde-lenmekte ve Allah'ın mü'minlerden
yana çok merhametli olduğuna dikkatler çekilmektedir. [98]
41— Ey imân edenler! Allah'ı çokça anın.
42— Sabah ve akşam O'nu teşbih edin.
43— O Allah
ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, O da, melekleri de üzerinize
rahmet ve gufran indirir. O, mü'minlere oldukça merhametlidir.
44— O'na
kavuşacakları gün sağlık ve esenlik dilekleri, «Selâm»dır. Allah onlara çok
şerefli, göz-gönül doldurucu mükâfat hazırlamıştır.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
— «Şüphesiz Allah ve
melekleri Peygamber'i rahmet ve bereketle anar; Ona rahmet ve bereket
indirirler» mealindeki âyet inince, ashab-ı kiramdan bir kısmı kendilerinin de
böyle bir rahmet ve berekete mazhar olmalarını temenni ettiler. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [99]
«Size, o yegâne
hükümdarınız (olan Allah) yanında amellerinizin en hayırlısını, en nezih ve
kabule lâyık olanını; derecelerinizi en çok yükseltenini; en çok altın ve
gümüş verilmekten size daha hayırlı olanını; düşman ile karşılaşıp onların
boynunu vurmanızdan daha hayırlı bulunanını haber vereyim mî?»
Bunun üzerine ashab-ı
kiram:
«Evet, ya Resûlellah!»
deyince şöyle buyurdu :
«Azız ve Celîl olan
Allah'ı anmak...» [100]
«Allahım, beni sana en
çok ta'zimle şükreden; öğüdüne en çok kulak verip uyan; zikrini en çok yapan;
tavsiyeni en çok tutan eyle..» [101]
«Ashab-ı Kirâm'dan
biri sordu:
— Ya Resûlellah! insanlardan hangisi
daha hayırlıdır? Resûlüilah (A.S.) ona şu cevabı verdi:
— Ömrü uzun, omeli güzel olan kimse...»[102]
Bir başkası sordu :
— Ya Resûlellah! İslâmî hükümler ve tavsiyeler
çoğaldı. Bana bir şey ile emret ki, ona yönelip devam edeyim? Resûlüilah (A.S.)
ona şöyle buyurdu :
— Dilin Allah'ı anmakla hep ıslak bulunsun.. [103]
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz, çocuğunu göğsüne basıp emziren esir bir kadın gördü. Ashabına:
— Ne dersiniz, bu kadın gücü yettiği halde
çocuğunu ateşe atar mı? Onlar da :
— Hayır, atmaz, dîye cevap verdiler. Bunun
üzerine Resûlüilah (A.S.) şöyle buyurdu :
— Allah'a and olsun ki, Cenâb-ı Hak kullarına
bu kadının çocuğuna olan merhametinden çok daha merhametlidir. [104]
«Ey imân edenler!
Allah'ı çokça anın..»
""* Zikir:
Sözlük olarak, anmak, övgü mahiyetinde dile getirilen söz mânasına geldiği
gibi, şeref manasına da delâlet eder. (z) harfinin ötresiyle düşünmek manasına
kullanılır.
Terim olarak : Allah'ı
hatırlayıp ya kalp, ya da dil ile anmak anlamında yaygındır.
Zikrin dindeki yeri,
hem cok geniş, hem de çok önemlidir. Zira içinde zikir bulunmayan bir ibâdet
yoktur. O bakımdan diyebiliriz ki, zikir ibâdetin tuzu ve mayasıdır.
Nitekim İbn Abbas
(R.A.) diyor ki:
— Cenâb-ı Hak kullarına ne kadar bir vecibeyi
emretmişse, mutlaka ona bir sınır da koymuş ve özür sahiplerine gerektiğinde o
vecibeyi bir süre bırakma ruhsatı da tanımıştır. Ancak zikir bu genellemenin
dışındadır; ona ne bir sınır koymuş, ne de özür sahiplerine o hususta ruhsat
verilmiştir. Meğer ki kişi cinnet getirmiş ola.
İşte Cenâb-ı Hakk'in,
«çokça zikredin» emri bunu yansıtmakta, insan hayatının her bölümünün zikirle
süslü olmasını istemekte ve zikrin insanı en iyiye, en doğruya yönlendirici rol
oynayacağını Nhâm etmektedir.
Nitekim Âl-i İmrân
Sûresi 191. âyette bu inceliğe değinilerek şöyle bu-yurulmaktadır: «O akıl
sahipleri ki, ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı
anarlar..» Bu durumda
Allah da, melekleri de o kullarını rahmet ve gufranla, feyiz ve bereketle
anarlar. Öyle ki, Allah, insanı küfür ve şüphe karanlığından uzaklaştırıp imân
ve irfan aydınlığına kavuşturur; zikrin nuruyla onun içini ve dışını mânevi
ışığa kavuşturur. [105]
«O'na kavuşacakları
gün sağlık ve esenlik dilekleri «selâm»dır. Allah onlara çok şerefli, göz gönül
doldurucu mükâfat hazırlamıştır.»
Ashab-ı Kirâm'dan
Bera' b. Âzib (R.A.) diyor ki; «Âyette gecen (selâm) dan maksat, meleklerin
mü'minlerin ruhunu alırken (selâm size olsun) demeleridir.
İbn Mes'ûd (R.A.) da
diyor ki: «Ölüm meleği mü'minin ruhunu almaya geldiğinde, ona : (Rabbın sana
selâm ediyor) der.»
İlim adamlarından bir
kısmına göre : Mü'minler kabirlerinden kalkıp mahşer alanına sevk edilecekleri
zaman melekler onlara güven telkîn etmek amacıyla selâm verirler.
İster ölüm anında,
ister ruhunu teslim ederken, isterse kabirden kaldırılırken meleğin mü'mine
selâm vermesi, mutluluk ve kurtuluşun işareti, ilâhî selâmete kavuşmanın
beşareti sayılır. Nitekim âyetin son kısmında buna işaretle, «Allah onlara çok
şerefli, göz gönül doldurucu mükâfat hazırlamıştır» müjdesi yer almakta ve
selâmın neye kapı açacağına atıf yapılmaktadır. [106]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı anmanın önemi ve yararı üzerinde duruldu. Bu düzeyde hayatını
yönlendiren mü'minlerin ölüm anında veya kabirlerinden kalktıklarında
meleklerin selâmına mazhar olacakları haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in insanlardan yana beş özellikle gönderildiği konu
edilmekte ve bu açıdan mü'minler müjde-lenmektedir. Arkasından mü'minlerin birbirlerine
dost ve destek olmalarına işaret edilmekte, kâfir ve münafıklara uymamaları
tenbîh edilerek yol gösterilmekte ve öylece Allah'a güvenip dayanmaları
istenmektedir. [107]
45-46— Ey
Peygamber! Şüphesiz ki biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı; Allah'ın izniyle O'nun
(yoluna) çağrıcı ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.
47— Mü'minleri, Allah'tan kendilerine büyük
sevaplar ve üstünlüklerle müjdele.
48— Sakın kâfirlere ve münafıklara uyma;
eziyetlerine aldırış etme. Allah'a güvenip dayan. Vekîl olarak Allah yeter.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki :
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) ile Muâz b. Ce-bel'i (R.A.) Yemen'e emîr ve
kadı olarak gönderdiğinde onlara yapmış olduğu tavsiyeler arasında şu hususu
da özellikle belirtti: «Yemen'e gidiniz; müjdeleyiniz, nefret ve bıkkınlık
vermeyiniz; kolaylaşırınız, zorlaştırmayı-nız. Çünkü bana şu âyet indirilmiş
bulunuyor: (Ey Peygamber! şüphesiz ki biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı;
Allah'ın izniyle O'nun yoluna çağrıcı ve aydınlatıcı bir kandil olarak
gönderdik)» [108]
«EV Peygamber!
Şüphesiz ki biz seni şahit, müjdeci, uyarıcı, çağrıcı ve aydınlatıcı., olarak
gönderdik..»
Yukarıdaki âyette
anılan beş sıfat, hem Cenâb-ı Hakk'ın insanlara olan geniş iltifat ve
rahmetini, hem peygamberlik görevinin ana çizgilerini, hem de halkı irşat
etmenin metod ve yöntemini yansıtmaktadır. Şöyle ki:
1— Şahit
Bu, Hz. Peygamber'in
(A.S.) aldığı ilâhî buyrukları Allah'ın kullarına teblîğ edip onların bunu nasıl
karşıladıklarına ve önce gelip geçen peygamberlerin de kendi kavim ve
ümmetlerine teblîğ ve irşatta bulunduklarına dair Hz. Muhammed'in (A.S.) şahit
gösterilmesi ve âhirette bunun için şehadette bulunması anlamına gelir.
O halde insanlara
ilâhî buyrukları teblîğ eden mürşitlerin de az-çok bu tebliğleriyle görevlerini
yerine getirdikleri ve irşat etmeye çalıştıkları insanların onlara karşı tutum
ve davranışlarının ne olduğu da şahitlenecek ve böylece Peygamber (A.S.)
Efendimiz'in izinde yürüyenlere de şahitlik makamı lâyık görülecektir.
2— Mübeşşir
Bu daha çok inanan
kişileri ilâhî rahmet, gufran, mutluluk, sonsuz saadet ile müjdeleme anlamına
gelir.
O halde Peygamber
yolunda olan mürşitlerin teblîğ ve irşat görevlerini sürdürürken «tebşir» yani
müjdeleme çizgisinden başlamaları, insanlara zaman zaman ümit ışığı tutmaları;
her vesileyle ibâdete, zikre, itaate heveslendirmeleri gerekmektedir. Zira
dini bir korku ve tehdit aracı olarak değil, rahmet, sevgi ve umut ışığı olarak
tanımakta sayısız yararlar bulunduğunu unutmamak lâzımdır.
3— Nezîr
Bu, Hakk'a baş
kaldırıp ilâhî buyrukları tanımayanları; ömür sermayesini havaî yollarda
kullanıp tüketmeye çalışanları; inkâr, sapıklık, azgınlık ve dengesizlik içinde
bulunanları ilâhî adaletin tecelli edeceğiyle uyarmak; nankörlük içinde
hayatını berbat edenleri âhiret azâbıyla korkutmak, fakat bunun için sistemli,
kademeli bir yönlendirme ve eğitme metodu uygulamak suretiyle netice almaya
gayret etmek anlamına gelmektedir.
4— Dâî
Bu, Allah'ın varlığını
ve birliğini kabule, yani Tevhîd İnancı'na yönelmeye, yaratıldığı amaca ve
hikmete ters düşmemeye davet etmek anlamına delâlet eden bir sıfattır.
Ancak uygulanacak
metodun çok dikkatle üzerinde durulmalı ve Hakk'a çağrılacak insanların bilgi,
kültür seviyesi; sosyal ve ekonomik yapısı; hangi ekole bağlı bulunduğu
önceden tesbit edilmelidir. Şöyle ki:
a) İlim adamlarını, her olay ve her şeyde
Allah'ın kudret damgasının yer aldığını, gelişigüzel hiç bir olay ve sistemin
vücut bulmadığını misaller vermek suretiyle Hakk'a çağırmak,
b) İnkarcı sapıkları, akıl ve vicdanlarını
harekete geçirecek misallerle davet etmek ve kâinatta hâkim mutlak bir düzenin
bulunduğunu anlatmak suretiyle düşünce ufuklarını genişletmek,
c) Halk tabakasını güzel öğütlerle, vicdanlarını
serinletecek, gönüllerinde ümit ışığı doğuracak çekici sözlerle davet etmek.. [109]
Ancak bütün bu
çağrıları ilâhî buyruk çerçevesinde yürütmeye çalışmak şarttır; aksi halde
anlamını kaybeder, amacından saptırılmış olur. Konumuzu oluşturan âyette geçen
«bi-iznihi» sözü bu hikmeti ve inceliği yansıtmaktadır.
5— Aydınlatıcı kandil olmak
Bu, dinin esas ve
prensiplerini, gerçeği bulan ve sonuç sağlayan ilimle birleştirip, güzel
çekici öğütlerle süsleyerek sunmayı yansıtmaktadır. Hz. Muhammed'in (A.S.)
elindeki ilâhî kitap, dilinde tecelli eden hadîsler, kalbinden kaynayıp
fışkıran irfan pınarı bu üç ana temayı birleştirip bütünlük içinde
işlemektedir. O bakımdan Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz kalp ve kafaları aydınlatan
bir kandil olarak tanıtılmaktadır. Şüphesiz bu kandilin yakıtı ilâhî vahiydir;
fitili Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbidir; muhafazası ise O'nun irfanıdır. [110]
«Mü'minleri, Allah'tan
kendilerine büyük sevaplar ve üstünlüklerle müjdele..»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in beş ana vasfı açıklandıktan sonra bu vasıfların gereği olarak daha
çok şu iki hizmeti sürdürmekle yükümlü tutulduğu anlaşılıyor:
1— Dosdoğru
imân edenleri büyük bir ümit havasıyla ilâhî cömertliğin sonsuzluğuna ve
sınırsızlığına irşad edip ebedî mutlulukla müjdelemek,
2— İnkarcı
sapıkları, azgın müşrikleri ve ikiyüzlü dönekleri uyarıp mutlak tehlikeye
uzanan yolda yürümelerinin sakıncalarını haber vermek..
Bu kutsal hizmeti
yerine getirirken, inkarcıların heveslerine uymamak, din adına taviz vermemek,
muhataplardan gelen eza ve cefaya göğüs gerip hizmeti aksatmamak ve her
hususta Allah'a güvenip dayanmak şarttır. Zira Cenâb-ı Hak her türlü hayrın ve
fazîletin kaynağıdır. O'na gönülden güvenip bağlanmak bu kaynağı harekete
geçirir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hayatı boyunca bu çizgiden
sapmamış ve tek güven kaynağı Cenâb-ı Hak olmuştur. Şüphesiz vekîl olarak
Allah yeter. Plân ve program, güç ve enerji hep O'ndandır. Koruyup başarılı
kılan, doğru yola eriştiren hep O'dur, [111]
Yukarıdaki âyetlerle,
Hz. Muhammed'in (A.S.) insanlardan yana beş sıfatla donatılarak gönderildiği
açıklandı ve hizmetinin daha çok ana temasını iki maddenin oluşturduğu
belirtilerek mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
inanmış bir neslin yetişmesinde önemli rolü olan kadın haklarından söz
edilerek, kadın kendisiyle cinsel temasta bulunulmadan boşandığı takdirde
iddete (şer'î bekleme süresine) gerek olmadığı bildiriliyor ve boşamanın
nezaket ölçülerine göre olması tavsiye edilerek kadından yana cömert ve
hoşgörülü davranmamız isteniliyor. [112]
49— Ey imân
edenler! İmân eden kadınları nikahladıktan sonra kendilerine henüz dokunmadan
(cinsel yaklaşma ve ona itici bir davranışta bulunmadan) boşayacak olursanız,
artık sizin için onlar hakkında sayacağınız iddet (şer'î bekleme süresi)
yoktur. Onları geçimlikle yararlandırın ve güzel bir şekilde salıverin.
Âyet-i Kerîme, cinsel
temas, boşama, mehir ve boşanan kadına faydalanacağı şekilde yardımda bulunma
ve nikâh gibi beş önemli meseleye de-lâiet etmekte, yani kadın haklarıyla
ilgili beş hüküm taşımaktadır.
«Nikâh» sözü herhangi
bir kayıtla kayıtlanmadığında şu üç manaya delâlet eder: a) Evlenme akdi, b)
sadece cinse! temas, c) hem evlenme akdi, hem de cinsel temas,. Yukarıdaki
âyette ise, nikâh kavramından sadece evlenme akdi kasdedilmiştir. [113]
Ayrıca, evlenme akdi
yapılıp cinsel temasta bulunmadan kadını makul bir nedenle boşamanın caiz
olduğu da delâlet yoluyla anlaşılmaktadır.
Bu durumda boşanan
kadına fayda sağlayacak bir şeyler verme hususunu İbn Abbas (R.A.) şöyle
yorumlamıştır; «Daha önce, yani nikâh akdi yapılırken mehir belirlenmediği
takdirde, ona yardım ojsun diye bir şeyler verilir. Mehir belirlenmişse, onun
yarısı verilir ve bu, durumda artık ayrıca yararlanması için bir şey vermeğe
gerek yoktur.»
Hanefî Mezhebi'ne
göre: Kendisiyle cinsel temasta bulunulmadan bosanan kadına, «halvet-i sahîha»
yani erkeğin onunla tenha bir yerde, bir odada başbaşa kalması vuku' bulmuşsa,
meKri tam olarak verilir; vuku' : bulmamışsa, mehrin yarısı verilir. [114]
Âyetin açık
delâletinden, boşamanın ancak nikâh akdi yapıldıktan sonra olabileceği
anlaşılıyorsa da, müctehit imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve görüşleri
farklıdır:
a) İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel'e göre,
akid yapılmadan boşamak sahîh sayılmaz, yani şer'î bir hüküm ifade etmez. Bir
adamın henüz hiçbir kadınla evlenme akdi yapmadan, «evleneceğim her kadın
benden boş» demesi, dinen bir hüküm ifade etmez.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, nikâh akdinden
önceki talâk (boşama) hüküm ifade eder. Şöyle ki: Bir adam henüz hiçbir kadınla
nikâh akdi yapmadan, «evleneceğim her kadın benden boştur» veya «evleneceğim
her kadının nikâhı hükümsüzdür, boştur» dedikten sonra bir kadınla nikâh akdi
yaparsa, kadın derhal boş düşer, yani boşanmış kabul edilir.
c) İmâm Mâlik'e göre, akidden önceki talâk
(boşama) şu şartla hüküm ifade eder: «Evleneceğim şu kadın» diye belirlerse,
evlendikten sonra o kadın boş düşer, yani talâk vaki sayılır.
İmam Şafiî ile İmam
Ahmed, âyeti yorumlarken şu iki hadîse dayanmışlardır:
«Âdemoğluna henüz
mâlik olamadığı kadın hakkında hiçbir talâk hakkı yoktur.» [115]
«Nikâhtan önce talâk
(boşama) söz konusu değildir.» [116]
İslâm Dini, kitabıyla,
sünnetiyle kadın haklarını korumuş; onlara karşı âdil davranılmasını emretmiş;
kaba ve kırıcı bir yol tutmayı yasaklamıştır. Konumuzu oluşturan âyet, İslâm'ın
bu prensibini bütünüyle yansıtmaktadır. Nitekim nikâh akdinden sonra adam
kadınla cinsel temasta bulunmadan boşarsa, o takdirde kadına geçimlikte, aynî
veya nakdî yardımda bulunur; şüphesiz bu, bir emr-i ilâhîdir. Diğer bir husus
da, onları güzellikle kırmadan, incitmeden salıvermek; kişiliğini zedelemeden
evliliğe son vermek de tavsiye anlamında emredilmiş bulunuyor. Öyle ki:
evliliğin devamında huzur, güven, uyum ve anlaşma ortamı kalmadığında, boşama
cihetine belirtilen ölçüler içinde gidilmesine cevaz verilmiş, aksi halde
helâlin Allah yanında en çok sevilmiyenin boşama olduğu açıklanarak keyfî
boşama takbih edilmiştir.
Cinsel temas meydana
gelmeden boşama olayı gerçekleşirse, kadına iddet (şer'î bekleme süresi)
gerekmez. Bu da kadının yeni bir evliliğe yönelmesine engel koymamaya, hemen
evlenebilme imkânı tanınmasına yönelik bir hükümdür. Çünkü bu durumda kadının
hâmile olduğu düşünülemez. [117]
Yukarıdaki âyetle,
kendisiyle cinsel temasta bulunulmadan boşanan kadın hakkında uygulanacak
hükümler açıklandı ve böylece kadın haklarından bir kısmına değinilerek
mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in evliliği konusu üzerinde duruluyor,- kimlerle
evlenebileceği açıklanarak birtakım sınırlar konuluyor ve arkasından âyetin
indiği tarihten itibaren Peygamber (A.S.) Efendimiz'in evlenmesine oevaz
verilmiyeceği belirtilerek O'nun aile hayatıyla ilgili bazı durumlarına
değinilerek bilgi veriliyor. [118]
50— Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz, mehirlerini
verdiğin eşlerini ve Allah'ın savaş ganimetinden elinin altına verdiği
cariyeleri; seninle beraber hicret eden amcan kızlarını, halâların kızlarını,
dayın kızlarını, teyzelerin kızlarım sana helâl kıldık. Ayrıca mü'min bir kadın
(mehirsiz olarak) kendini peygambere bağışlar, Peygamber de onunla evlenmeyi
arzu ederse, onu, mü'minlere değil de sadece sana has bir hüküm olarak helâl
kıldık. Biz, mü'minlere eşleri ve cariyeleri hakkında neleri farz kıldığımızı
biliriz. Bu (hüküm) sana bir sıkıntı ve sakınca olmamak içindir. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
51— (Ey Peygamber! Giyim-kuşam hususunda seni
üzen) eşlerinden dilediğini uzaklaştırır, dilediğini yanına alıp barındırırsın.
Ayrılıp uzak kaldığın eşlerinden de dilediğini almanda sana bîr sakınca
yoktur. Bu tutum, onların gözlerinin aydın olması, üzülmeyip hepsine verdiğine
karşılık hoşnut kalmalarına en uygun, en yakın (çare) olanıdır. Allah kalplerinizde
olanı bilir. Allah bilendir ve Halîm'dir (her şeyi sabır ve rahmetinin yumuşaklığı
ve lûtfunun inceliğiyle yürütendir).
52— (Ey Peygamber!) bundan böyle kadın almak sana
helâl olmaz. Onlardan birini başka eşlerle -güzellikleri senin hoşuna gitse
bile- değiştirmen de helâl değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler müstesna.
Allah her şeyi görüp gözetendir.
Sehl b. Sa'd es-Sâidî (R.A.) anlatıyor:
— Bir kadın, Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e gelerek, «Ya Resûlellah! kendimi sana bağışladım» dedi ve
uzun bir süre durup bekledi. Bunun üzerine orada hazır bulunanlardan bir adam
cesaret bulup şöyle dedi: «Ya Resûlellah! Eğer bu kadına ihtiyacınız yoksa, onu
bana nikahlayın.» Bunun üzerine Peygamber (A.S.) o adama, «iyi ama, bu kadına
mehir olarak vereceğin bir şeyin var mıdır?» diye sordu. O da, «benim şu
entariden başka bir nesnem yoktur» diye cevap verdi. Peygamber (A.S.),
«entarini ona verecek olursan kendin çıplak kalırsın. O bakımdan başka bir şey
bulmaya çalış» buyurdu. Adam, «bir şey bulamıyorum» deyince, Resûlüllah
(A.S.), «isterse madenî bir yüzük olsun, o da yok mudur?» diye sordu. Adam «onu
da bulamıyorum» diye cevap verdi. Peygamber (A.S.) ona: «Kur'ân'dan bildiğin
şeyler var mıdır?» diye sordu. O da «şu ve şu sûreleri bilirim» dedi. Peygamber
(A.S.) ona: «O halde kadına bildiğin sûreleri öğretmen karşılığında onu sana
nikâh ettim» buyurdu. [119]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, zevceleri arasında âdil bir taksimat yapıp belirlenen sıraya göre
onların odalarında kalır ve şöyle buyururdu; «Allahım, bu benim sahip olduğum
davranışımdır. Senin sahip olduğun, ama benim olamadığım hususta beni kınama!» [120]
<Ev Pevgamber!
şüphe-siz ki biz mehirlerini verdiğin eşlerini sana helâl kıldık..»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz de bir insandır;,her insan gibi o da yemek yer, uyur, evlenir, aile
reisi olur, çarşı pazara çıkar ve meşru birçok konularla meşgul olurdu.
Konumuzu oluşturan âyet-i kerîme ile O'nun aile hayatına değinilmekte ve hangi
kadınlarla evlenmesinin helâl olduğu açıklanmaktadır. Cümlenin siyak ve sibakı
itibariyle O'nun evlenebileceği kadınlar üc grup olarak gösterilmektedir:
1— Mehirlerini verip nikahladığı mü'mine
kadınlar,
2— Savaşta esîr edilip ganimetler arasında
bulunan cariyeler,
3— Peygamber (A.S.) Efendimizle birlikte
Medine'ye hicret eden amca, teyze, halâ ve dayı kızları..
Bilindiği gibi,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de nikahladığı kadınlara me-hir verirdi. Sahîh
tesbitlere göre, Peygamberin (A.S.) 12 okiyye, yaklaşık 500 dirhem mehir
verdiği kesindir. Ancak Ebû Süfyan kızı Ümmu Habî-be'yle evlenirken onun
mehrini Habeş kralı Necaşi 400 dînar olarak vermiştir. Bir de Hayber'in
fethinde elde edilen Safiye'yi azat edip öylece onunla evlenmiş ve cariyeyi
azat etmeyi mehir saymıştır.
Ayrıca kendini
mehirsiz olarak Peygambere (A.S.) hibe eden hanımlar vardı. Peygamberimiz
(A.S.) onların çoğunu bekâr erkeklerle evlendirmiş-tir. Böylece mehirsiz
evlenme hükmü sadece Peygamber (A.S.) Efendi-miz'den yana bir ruhsat olarak
kalmış, ümmetine teşmil edilmemiştir. Zira âyetin delâlet ettiği hüküm çok açık
ve nettir, başka bir yoruma tahammülü söz konusu değildir. [121]
Peygamber! Giyim kuşam
hususunda seni üzen) eşlerinden dilediğini uzaklaştırır, dilediğini yanına
alıp barındırırsın. Ayrılıp uzak kaldığın eşlerinden de dilediğini almanda sana
bir sakınca yoktur..»
Peygamber (A.S.)
Efendimİz'in hayatta olan mevcut zevceleri, bazı üzücü sürtüşmelerden, yersiz
isteklerden sonra Allah'ı, Peygamberini ve âhiret saadetini dünyalığa tercîh
edip mevcut imkânlarla yetinmeye razı olduklarını söyledikleri zaman, Cenâb-i
Hak onlara mükâfat olmak üzere, Peygamber'in (A.S.) bundan böyle evlenmesini
yasakladı. Zaten O da eşlerini, sırf İslâm'a hizmetlerinden dolayı mükâfat
olsun diye nikahlamış ve onlara «mü'minlerin annesi» unvanını kazandırma
şerefini bahsetmişti. Çoğu yaşlı kadınlardı. Bu arada kendini Peygamber'e
(A.S.) hibe etmek isteyen kadınların da ardı arkası kesilmiyordu. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz hem onlara saygı duyuyor, hem de nezaket ve terbiyesi gereği
onları dinliyor, sonra da bekâr mü'minlerle evlenmelerini sağlıyordu. Ne var
ki bu arada peygamber (A.S.) tarafından zevceliğe kabul edilmeyenlerden hayli
üzülenler de bulunuyordu. Cenâb-ı Hak ilgili âyetle bu kapıyı kapadı. Nitekim
ünlü bilgin Muhammed b. Kâb el-Kurezî bu âyetin aynı doğrultuda ayrıca altı
değişik yorumunu daha yapmış bulunuyorsa da, biz onları tefsirimize nakletmeye
gerek görmedik.
Şüphesiz her konuda ve
olayda murakabacı olarak Allah yeter. O, bizim içimizi, dışımızı, niyetimizi
ve düşüncelerimizi cok daha iyi bilmektedir. Önemli olan, O'nun koyduğu
hükümler çerçevesinde meşru yoldan yürümek suretiyle feyizli bir ömür sürmek
ve âhiret azığını yeterince hazırlamaktır. Evlenmek, çocuk sahibi olmak, dünya
hayatıyla ilgili ihtiyaçlardır ve nesli devam ettirme kanunuyla içiçedir. [122]
Yukarıdaki âyetlerle,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin evlilik ve aile hayatıyla ilgili birtakım
hükümler üzerinde duruldu ve Peygamber'e (A.S.) has olup ümmetine teşmil
edilemiyecek bazı özel hükümlere yer verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Peygamber (A.S.) Efendimİz'in evine girme adabı üzerinde duruluyor ve O'nun
vefatından sonra hiç kimseye, ezvac-ı tahirat ile evlenmenin helâl ve caiz
olamiyacağı belirtilerek; hane-i saadetin, eriştiği kutsallık havası içinde
kalmasının gereğine işaret ediliyor. Sonra da yakınlardan kimlerin Peygamber
(A.S.) Efendimiz'in eşlerinin yanına girebileceği açıklanıyor. [123]
53— Ey imân edenler! Peygamberin evlerine, yemeğe
izin verilmeksizin, vaktine de bakılmaksızın girmeyin. Ancak davet
edildiğinizde girin, yemek yediğinizden hemen sonra dağılın. Söz ve sohbette
bulunmak için de izinsiz girmeyin. Şüphesiz ki bu gibi davranışlarınız
Peygamberi üzüyor; sizden utanıp bir şey de demiyor. Ama Allah, hakkı
söylemekten çekinmez. Peygamberin eşlerinden işe yarar bir şey sormak
istediğiniz zaman perde arkasından kendilerinden sorun; bu ölçüde hareket
etmeniz hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz, daha
nezihtir. Allah'ın Peygamberini incitmeniz ve kendisinden sonra O'nun
eşleriyle evlenmeniz size asla helâl değildir. Böyle bir şey yapmanız Allah
yanında çok büyük (bir günah)tır.
54— Bir şeyi açıklar veya gizlerseniz, (bilin ki)
Allah her şeyi bilendir.
55— (Peygamberin eşlerine ve diğer Müslüman)
kadınlara, babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğullan,
kızkardeşlerinin oğulları, Müslüman kadınları ve sahip oldukları cariyeleri
hakkında bir sakınca ve vebal yoktur.
Ey kadınlar! Allah'tan
korkup (iffetinizi ve vakarınızı) sakının. Şüphesiz ki Allah her şeye
(yeterince) şahittir.
.! Bir gün Hz. Ömer
(R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek şöyle bir öneride bulundu: «Ya
Resûlellah! Bildiğiniz gibi evinize, iyi ya da kötü birçok kimseler girip
çıkmaktadırlar. Eşlerinizi onların nazarından uzak tutup araya bir perde
gerseniz olmaz mı?» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [124]
İbn Abbas (R.A.) da
diyor ki:
— Müslümanlardan bazı
kimseler sık sık yemekten az önce Peygam-ber'in (A.S.) evine girip otururlar,
hazırlanan yemeği yedikten sonra bir süre daha eyleşirlerdi. Şüphesiz ki bu
durum Hz. Peygamberi (A.S.) sıkmakta ve üzmekteydi. Kendisi çok nezîh ve
terbiyeli olduğundan onlara bir şey diyemiyordu. O sebeple yukarıdaki âyet
indi. [125]
Ey imân edenler!
Peygamberin evlerine, yemeğe izin verilmeksizin, vaktine de bakmaksızın
girmeyin. Ancak davet edildiğinizde girin..»
Bilindiği gibi,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bütün kavim ve milletlere ışık tutacak, örnek
olacak, kıyamete kadar yol gösterecek esas ve prensipleri; ahlâkî ve sosyal
konulan teblîğ edip yaymakla; günlük yaşantısında bunların model ve misâlini
vermekle görevliydi. Ayrıca kalbi ve ruhu yüce âlemle meşgul olup, zaman zaman
mâsivadan elini eteğini çekerek kendini bütünüyle füyuzat-i ilâhiyenin
havasına verirdi. O bakımdan boş vakti yok gibiydi. Ancak örnek bir aile reisi
olarak eşlerini, çocuklarım ihmal etmez, günün belli vakitlerinde onlarla da
oturup bir süre sohbette bulunur, ihtiyaçlarını tesbite çalışırdı.
Araplara gelince, çoğu
pek adâb-ı muaşeretten anlamaz ve nezaket kurallarını bilmezdi. O kadar ki bir
kısmı tam bir vurdum duymazlık içinde hareket eder; sık sık Resûlüllah'ın
(A.S.) evine uğrar, saatlerce oturup ev halkını ve Peygamber'i meşgul ederdi.
Öyle ki, sofranın konulmasını bekler, yemek yedikten sonra yine ayrılmayıp
otururdu. Şüphesiz ki, iyi niyetle olan bu tür ziyaretler Hz. Peygamberi
(A,S.) lüzumundan fazla meşgul eder ve üzerdi. Evdeki hanımların ve çocukların
hareket alanı iyice daralır ve sıkıcı bir durum meydana gelirdi.
Oysa Nûr Sûresi 27.
âyetle, «Ey imân edenler! kendi evlerinizden başka evlere-sahipferiyle
alışkanlık sağlayıp izin almadıkça ve onlara selâm vermedikçe girmeyin» emri
verilmiş bulunuyordu, Peygamber (A.S.) Efen-dimiz'in evi de bu genellemeye
girmekteydi. Ne var ki mü'minler, Peygamber'i (A.S.) kendi nefislerinden daha
yakın bildikleri, eşlerini de kendilerine anne kabul ettikleri için, yukarıda
belirtilen hükmün kapsamı dışında kaldığını sanıyorlardi. Yukarıdaki âyetle,
onların yanlış yorumda bulunduklan, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in evi dahil
olmak üzere başkasına ait hiçbir eve izinsiz girmelerinin doğru olmadığı
bildirilerek her türlü şüphe ve yanlış yoruma son verildi. [126]
Hz. Peygamber'in
{A.S.) eşlerinden her biri için yaptırdığı hücre fazla büyük değildi. Uzun süre
misafir ağırlamaya, sohbetlerde bulunmaya elverişli değildi de. O bakımdan
aileyi rahatsız etmemek gerekiyordu. Allah, mü'minlere Peygamber (A.S.)ın evine
girmenin adabını beş madde halinde açıklayarak, onları bu hususta aydınlatmış
oldu:
1— İzin almadan girmemek,
2— Ziyaret vaktini seçip öylece izin istemek,
3— Yemek vakti, yemeğe çağrılmadıkça içeri
girmemek,
4— Yemeğe
davet edildiğinde belirlenen vakitte girip yemeği yedikten sonra ayrılmak,
5— İzin alıp
girdikten sonra eşlerinden bir şey sormak gerektiğinde perde arkasında durup
istemek..
İlim adamlarından
çoğuna göre, bu kuralların uygulanması Peygamber'in (A.S.) evi hakkında bir
özellik arzetmekte olduğundan, diğer evlere teşmil edilemez. Ancak Nûr
Sûresi'nde belirtilen kurallar uygulanır. [127]
«Allah'ın peygamberini
incitmeniz ve kendisinden sonra O'nun eşleriyle evlenmeniz size asla helâl
değildir. Böyle bir şey yapmanız Allah yanında çok büyük (bir günah)tır.»
Peygamber (A.S.)
Efendimiz nasıl bütün mü'minlerin en yakın dostu İse, eşleri de bütün
mü'minlerin anneleridir. Onlardan her biri Peygamber mektebinde eğitilip
yetiştirilen örnek hanımlardır. Hayatlarının her cephesi diğer kadınlara ışık
tutacak özelliktedir. O bakımdan Peygamber (A.S.) Efendimiz'in vefatından sonra
hayatta kalan eşleriyle herhangi bir mü'mi-nin evlenmesi kesinlikle yasaklanıp
en büyük günahlardan sayılmıştır.
Artık bu konuda
-kalbinde bir şeyler gizleyenler de uyarılıyor ve daha nezih düşünmeleri, daha
saygılı olmaları isteniliyor.
Hicap, yani
Resûlüllah'm (A.S.) eşlerinin yabancı erkeklerle perde arkasında durup
konuşmaları ile ilgili emirden sonra yedi kimsenin onlarla yüzyüze konuşup
görüşmesine, istisna mahiyetinde ruhsat verilmiştir. Onlar sırasıyla
şunlardır:
1—
Babaları,
2— Oğullan
(isterse başka kocalarından olsun),
3— Oz
kardeşleri,
4— Kız kardeşlerinin oğulları,
5— Müslüman kadınları,
6— Sahip oldukları köle ve cariyeler,
7— Erkek kardeşlerinin oğulları..
Cenâb-ı Hak isimleri
gecen yedi kimseyi istisna saydıktan sonra. Peygamber (A.S.)ın aile yuvasının
kutsallığını, şeref ve itibarını, nezahet ve saygınlığını hatırlatarak
ezvac-i-tahiratin bu konuda çok duyarlı olup Allah'tan korkup sakınmalarını;
çünkü Allah'ın gizli açık her şeye şahit olduğunun bilinmesini açıklayarak
onlara emir ve tavsiyede bulunuyor. [128]
Yukarıdaki âyetlerle,
Resûlülîah (A.S.) Efendimiz'in evine gitme ve içeri girme adabı üzerinde
durularak mü'minler aydınlatıldı. Ezvac-ı tahirat ile perde arkasından
görüşülmesi emredilerek hicabın lüzumu belirtildi ve Resûlüllah'ın (A.S.)
vefatından sonra herhangi bir kimsenin O'nun eşleriyle evlenmesinin kesinlikle
haram kılındığı bildirilerek hane-i saadet her türlü kötü ve şüpheli nazardan
uzak tutuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın ve meleklerinin Hz. Muhammed'i (A.S.) salât ve selâmla andıkları
belirtilerek, mü'minlerin de bu sevgi ve saygı havasına girerek Peygambere
salât-ü selâm getirmeleri emrediliyor. Sonra da Peygamber'e ve mü'minlere
eziyette bulunanların ilâhî lanete çarpılacakları haber verilerek mü'minlerin
bu konuda çok dikkatli olmaları ten-bîh ediliyor. [129]
56— Muhakkak Allah ve melekleri Peygamber'e salât
ederler. Ey imân edenler! Siz de O'na çokça salât-u selâm getirin.
57— Onlar ki Allah'a ve Peygamberine eziyet
ederler, Allah Dünya'-da da, Âhiret'te de onlara lanet etmiş ve onlar için
aşağılayıcı, horlayıcı bir azap hazırlamıştır.
58— Mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara,
işlemedikleri bir suç ve günah sebebiyle eziyet edenler ise, cidden iftira ve
açık bir günah yüklenmişlerdir.
«Kim bana bir defa
salât getirirse Allah onu on rahmet ile anar.» [130]
«Kıyamet gününde bana
en yakın olan kimse, bana en çok salâvat getiren olacaktır.» [131]
Abdurrahman b. Ebî
Leylâ anlatıyor: «Ashab-ı Kirâm'dan Kâb b. Ucre (R.A.) ile karşılaştım. Bana
dedi ki: Sana bir hediye vereyim mi? Resûlülîah (A.S.) Efendimiz yanımıza
geldiğinde kendisine şöyle dedik: Ya Resûlellah! Sana nasıl selâm vereceğimizi
biliyoruz, ancak nasıl salâvat getireceğiz, onu bilmiyoruz. Bunun üzerine
şöyle dememizi tavsiye etti:
Abdurrahman b. Avf
(R.A.) anlatıyor: [132]
— Peygamber (A.S.)
kıbleye yönelip secde etti; bunu o kadar uzattı ki vefat ettiğini sandım.
Yanına yaklaştığımda başını secdeden kaldırdı ve «yanımda duran kimdir?» diye
sordu. «Abdurrahman b. Avf» diye cevap verdim. «Neyin var senin?» diye sordu.
Ben de «Ya Resûlelfah! Öyle bir secde ettiniz ki Cenâb-ı Hakk'ın senin ruhunu
aldığını sandım» dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: «Şüphesiz Cebrail bana
gelip şu müjdeyi verdi: Allah (c.c.) buyuruyor ki: Kim sana bir salâvat
getirirse, onu rahmetle anarım. Kim de sana selâm verirse, onu da selâmetle
anarım. Bunun üzerine şükür olsun diye Allah'a secde ettim.» [133]
«Muhakkak kî Allah ve
melekleri Peygamber'e salöt ederler. Ey iman edenler, siz de O'na çokça salât-ü
selâm getirin.»
Salât, kök mana
olarak, eğri bir ağacı ateşe tutup doğrultmak anlamına gelir. Aynı zamanda duâ
ve namaza da çok yaygın şekilde delâlet etmektedir. Gerek duâ, gerekse namaz
insanı hakkın yoluna doğrulttuğu, içindeki eğriliği düzelttiği, hayatını düzene
soktuğu için kök mânaya yakınlık arzetmektedir.
Salât, Allah'tan ise,
rahmet ve ridvandır. Meleklerden ise duâ ve bağışlanma dileğiyle mü'minlerden
yana iiâhî rahmet ve gufranın tecellisini istemektir. Mü'minlerden ise, edep
makamında duâ ve ta'zîmdir.
Selâm, sözlükte, ayıp
ve kusurdan arınmak demektir. Ayrıca bir şeye saygı, edep ve ta'zimle dokunmak
anlamına da gelir. Terim olarak, Allah'tan dünya ve âhiret selâmeti ve
güvenliğidir. [134]
«onlar ki Allah'a ve
peygamberine eziyet ederler, Allah dünyada da, âhirette de onlara lanet
etmiş...»
Bu âyetin taşıdığı
mana hayli geniş ve kapsamlı olmakla beraber şu kutsî hadîs konuyu özetleyip
açıklamaktadır:
«Âdemoğlu asra
(zamana) sövüp bana eziyet eder. Oysa asrı (zamanı) düzenleyip koyan benim;
onun gece ve gündüzünü döndürüp durmaktayım.» [135]
O halde kâinat plânını
inkâr eden; eşyanın bağlı bulunduğu kanunları görmeyen; varlık âleminde mutlak
hükümrân olan ilâhî kudreti idrâk etmiyen kimseler, gerçek anlamda Allah'a
eziyet etmiş oluyorlar. O'nun indirdiği kitabı, gönderdiği peygamberi red ve
inkâr edenler de öyle..
Allah'a eziyet, zahirî
manasıyla değildir; O'nun gazabını çekmek, azabının inmesini istemek demektir.
Oysa Cenâb-ı Hak kullarına hep rahmet ve inayet kapısını açık tutmakta; gazap
etmek istememektedir. O'nun gazabına sebep olan bir söz veya davranış mecazi
manayla O'na eziyettir,
Hz. Peygamber'e (A.S.)
eziyete gelince, O'nun çağrısına kulak vermeyen, sünnetiyle yaşamayan,
getirdiği kitapla amel etmeyen ve üstelik başkasının inanıp amel etmesine engel
olan, sonra da nefis ve iblisin peşine takılıp din ile alay eden kimseler,
gerçekte Allah'a isyanla kalmayıp Hz. Peygamber'e (A.S.) eziyet etmektedirler.
Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir;
insanların doğru yolu bulup seçmesi onu sevindirir, yanlış yolda yürümeleri
O'nu üzer.
Mü'min erkeklere ve
mü'min kadınlara, işlemedikleri bir suçu ve günahı yüklemeye çalışmak, hem
onlarfn hakkına tecavüzdür, hem de eziyette bulunmak suretiyle toplumun birlik
ve beraberliğini bozmaktır. Şüphesiz bu gibi haksız suçlamalar ve tecavüzler
Allah yanında büyük bir vebal ve günah sayılır. Sahibi tevbe ve istiğfar edip
suçladığı kimseye kendini af-fettirmedikçe, yüklendiği vebalden kurtulması söz
konusu değildir. [136]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e -az yukarıda da değindiğimiz gibi- eziyete gelince: Gerek inkarcı
putperestler, gerek kitap ehli sayılan Yahudi ve Hıristiyanlar, gerekse
İslâm'ın bünyesine sızan ikiyüzlü dönek münafıklar durmadan İslâm'a, Kur'ân'a
ve Peygamber'e dil uzatıp eziyet etmekteydiler. Hâlâ da aynı tiynette olanlar
eziyetlerine devam etmektedirler.
Politik, psikolojik,
sosyal ve ekonomik sebeplerden dolayı birden fazla kadınla evlenen Hz.
Muhammed'in (A.S.) bu hususta güttüğü amaç ve hikmeti bilmeyen veya öğrenmek
istemiyen garazkârlarla zayıf imanlılar, durmadan O'nu bu konuda eleştirip
tenkîd etmekte ve tenkîd etmek için vesîle aramaktalar. Münafıklar ve maddeyi
temel kabul eden sapıklar bu yüzden O'nu şehvetperestlikle suçlamakta ve
birtakım zayıf ve uydurma rivayetleri toplayıp malzeme olarak kullanmaktalar.
Oysa Hz. Âişe ve Hz. Zeyneb dışında kalan zevceleri bir iki kocadan dul kalıp
yaşını başını almış hanımlardı. Arap Yanmadası'nda geniş yankı uyandıran, aynı
zamanda sağlam temele dayalı büyük bir inkılap yapıp İslâm Devleti'nin bir
daha yıkflmamasıya temelini atan ve yarımadada huzur ve güveni kuran Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimize karşı düşman kabileler bile ister istemez hayranlık
duyuyorlardı. Çoğu O'nunla yakınlık kurmaya can atıyor; imân eden kabileler ise
her on O'nunla yakın ilişki içinde bulunmayı ve aralarında sihriyet bağı
kurmayı arzu ediyorlardı. Mekke ve Medine dönemlerinde kocalarını kaybeden
cefakâr hanımlar, ellerinden geldikçe İslâmiyete hizmete koşmuş, bu uğurda öz
yurtlarını, yakınlarını terkedecek kadar üstün fedakârlık örneğini
sergilemişlerdi. Onları yalnız başlarına kaderleriyle başbaşa bırakmaya
Resûlüllah'ın (A.S.) gönlü hiçbir zaman razı değildi. Taltife, övgüye ve
mükâfatlandırılmaya çok daha lâyık olan bu hanımlara başlarını sokacak bir yuva
bulmak elbette ki başta Resûlüllah (A.S.) olmak üzere aklı eren her mü'minin
göreviydi. O bakımdan Melek Cebrail'in işareti üzerine kimsesiz kalan dul
kadınlarla evlenmeyi tercîh eden Hz. Muhammed (A.S.) arkadaşlarını da bu
hususta teşvik ve tahrik etmiş oldu.
Hiç şüphesiz
Resûlüllah (A.S.) sözü edilen cefakâr dul kadınlarla evlenmeyi plânlarken
yukarıda belirttiğimiz sebeple birlikte şunları da tasarlıyordu :
a) İslâmiyete hizmet edip kocasını Allah
yolunda şehîd veren asil kadınları «mü'minlere anne» kılmak suretiyle taltif
ve teselli etmek,
b) Bağlı bulunduğu kabileyi İslâm'a
yaklaştırmak, arada sihriyet bağı kurarak bu yaklaşmayı çabuklaştırmak,
c) Çok dağınık ve düşman kabileler arasında bu
sebeple uzlaştırıcı bir bağ oluşturmak,
d) Ardarda devam eden savaşlarda erkeklerin
süratle azalmasıyla kadınların çoğalması gibi bir dengesizliği kısa zamanda
gidermek,
e) Kendini İslâmiyete vakfetmiş bir hanımla
evlenmenin ilâhî rızaya çok daha uygun olduğunu misâl olmak suretiyle anlatmak,
f) İslâmiyeti koruyup yaşatabilmenin yollarından
biri olarak, kısa zamanda nüfusun artması konusunda âcil tedbirler almak bu
cümledendir.
O günkü sosyal hayatı,
ekonomik sıkıntıyı, kadınla erkek arasında sayısal dengesizliği; Arapların
sıhriyete çok önem verdiklerini bilmeyen, ya da araştırma zahmetine katlanmayan
yarım aydınlar, Hz. Muhammed'i (A.S.) çok evlilikten dolayı küçük düşürmeye
yeltenmektedirler. Bu, Kur'ân'ın tabiriyle Allah'a ve Peygamberine eziyettir
ve gerçeği görmemek veya inkâr etmektir. [137]
Yukarıdaki âyetlerle
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâm vermenin önemi üzerinde duruldu.
Sonra da Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere eziyet edenler konu edilerek
mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'min kadınlara saygınlık, iffet ve vakar kazandıran örtünme konu ediliyor.
Mü'minler aleyhine olmadık yalan ve iftirada bulunanlar tehdit ediliyor ve
İslâm'a karşı fitne ve fesatla çıkanların öldürülmeleri emredilerek artık
İslâm'ın vurucu bir güce sahip olduğu ilân ediliyor. [138]
59— Ey Peygamber! Kendi eşlerine, kızlarına ve
Müslüman kadınlarına de ki: Dış elbiselerini (sokak kıyafetlerini) üzerlerine
alıp örtünsünler. Bu onların (iffetli) tanınmalarına, eziyet edilmemelerine
daha uygun olanıdır. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
60— Münafıklar, kalplerinde (fitne ve fesat gibi)
hastalık bulunanlar ve Medine'de olmadık fena haberleri yayanlar, eğer bu
huylarından vazgeçmezlerse, and olsun ki, seni üzerlerine caydırıcı olarak
göndeririz, sonra da Medine'de senin komşuluğunda pek az bir süre
kalabilirler.
61— Lanete uğramışlardır. Nerede bulunurlarsa
yakalanıp öldürülürler de öldürülürler.
62— (Bu), Allah'ın daha önceleri de gelip
geçenler hakkında uygula-nagelen sünnetidir, Ve sen, elbette Allah'ın Sünneti'nde
bir değişiklik bulamazsın.
Asr-ı Saadet'in ilk
yıllarında Arap kadınları pek örtünmezlerdi. Kimi gerdanını açık tutar, kimi
yandan yırtmaçlı entari giyerek bacak ve baldırını teşhir ederdi. Kadının
annelik vakarını koruyan ciddi tesettür yok gibiydi.
Aynı zamanda helalar
evlerden uzak yerlerde bulundurulurdu; o bakımdan kadınlar akşam karanlığı
çökünce tabii ihtiyaçlarını gidermek üzere helaya yönelirlerdi. Dışarı çıkan
kadınların hür ve câriye olduğu tefrik edilmediğinden yolda sarkıntılık
yapanlar eksik olmaz; o yüzden birtakım çirkin olaylar meydana gelirdi.
Nûr Sûresi 31. âyetle
kadınların boyun ve gerdanlarını, kulak ve saçlarını kaplayıp örtecek şekilde
başörtüsü kullanmaları emredilirken, konumuzu oluşturan âyette, «cilbab»
denilen ve hür kadını cariyeden ayıran sokak kıyafeti giyinmeleri emredildi.
Böylece İslâmî anlamda tesettürün ölçü ve kapsamı belirlenmiş oldu. [139]
«Ey Peygamber! Kendi
eşlerine, kızlarına ve Müslüman kadınlarına de ki: Dış elbiselerini (sokak
kıyafetlerini) üzerlerine alıp örtünsünler..»
Kur'ân-ı Kerîm'de
kadınların örtünmesiyle ilgili iki ayrı kavram üzerinde durulmuştur: hımar ve
cilbab..
Hımar: Başörtüsü
demektir. Cenâb-i Hak bunun örtünme şekil ve kapsamını da belirlemiş bulunuyor.
Şöyle ki: «Mü'min kadınlara de ki: (Bakılması haram olan şeylerden) gözlerini
sakınsınlar; iffet ve namuslarını korusunlar; süs yerlerini -görünen kısımlar
dışında- açmasınlar; başörtülerini yakaları üzerine (gelecek şekilde) örtünüp
salıversinler..»
Müfessir Kurtubî'nin
de sahih tesbitine göre : Bu âyet inmeden önce Müslüman kadınlar başörtülerini
sadece başlarını ve enselerini örtecek şekilde örtünür; kulaklarını, boğaz ve
gerdanlarını açık tutarlardı. 31. âyet inince artık bu saydıklarımız yerlerini
de örtecek şekilde başörtülerini örtündüler.
Böylece «hımar»
kelimesi, sözlük anlamını aşarak âyette ifadesini bulduğu şekilde başörtüsü
anlamında bir terim hüviyetine girdi.
Cilbab : Baş
örtüsünden daha büyük, bedenin önemli kısmını kaplar şekilde dış kıyafettir.
İbn Abbas'a ve İbn Mes'ûd'a (Allah ikisinden de razı olsun) göre, Rıda', yani
ferace demektir. Ferace, bilindiği gibi kadınların sokakta giydikleri çarşaf
veya pelerine benzer bol ve yakasının arka kısmı çok defa eteklere kadar
uzanan üst giysidir. Kına' ise, daha çok başı ve omuzları örten büyükçe bir
örtüdür. Kurtubî bu konuda en sahîh yorum olarak «cilbab» yüz ve eller dışında
bedenin tamamını örten bir sokak eibisesidir, diyerek ilim adamlarının görüşünü
belirtmiştir.
Hz. Âişe (R.A.) Validemiz
ise, bu konuda şu bilgiyi vermiştir: «Sözü edilen cilbab âyeti inince Allah
rahmet etsin Ansar kadınları futalarını yarıp onunla başlarını örterek Hz.
Peygamber'in (A.S.) arkasında öylece namaz kıldılar. O durumda sanki
başlarının üstünde kargalar tünemiş gibiydi.»
Bu bakımdan
diyebiliriz ki, İslâm Dini cihanşümul esas ve prensipleri doğrultusunda ve
ahlâkî kuralları çerçevesinde kadınlarla ilgili kendine has örtünme ve kıyafet
sistemi getirmek suretiyle cahiliye devrinin bu husustaki bütün kötü âdet ve
geleneklerini kökünden yıkmıştır. [140]
Kadının belirtilen
ölçü ve şekilde örtünmesine «tesettür» denilmektedir. Gerek Nûr Sûresi 31.
âyette «başörtülerini yakalan üzerine (gelecek şekilde) örtünüp salıversinler»
emri; gerekse konumuzu oluşturan Ahzâb Sûresi 59. âyette «dış elbiselerini
üzerlerine alıp örtünsünler» emri vücup mu, yoksa tavsiye ve nedb mi ifade
ediyor? Usûl âlimlerinin birtakım farklı görüşleri olmuşsa da, her iki âyeti
sahîh hadîslerle ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile dört halîfesi devrindeki
uygulamayla karşılaştırıp tefsîr ettiğimizde vücup, yani farziyet ifade ettiği
rahatlıkla anlaşılmaktadır. [141]
Kur'ân-i Kerîm
örtünmeyi emrederken, günün şartlarına göre bunun yarar ve hikmetini de kısmen
açıklamakta ve öylece bize bu konuda bir kıstas vermektedir:
a) İffetsiz, ahlâksız kadınlardan seçilip
toplumda saygı görmelerini sağlamak,
b) Sokaklarda, yollarda kırıtıp dolaşan
seviyesiz kadınlara sarkıntılık yapanların sataşma ve incitmelerinden güvende
kalmalarına yardımcı olmak ve çıkacak birtakım kötülükleri önlemek,
c) Kadının
hiçbir zaman süs eşyası olmadığını göstermek,.
Hz. Peygamber (A.S.)ın
risâlet göreviyle işe başladığı asırda Arap kadınlarının çoğu örtünmediği,
mahrem yerlerini teşhîr ettikleri, cadde ve sokaklarda kırıtarak yürüdükleri
için peşlerine takılan gençlerin sarkıntılığına uğrarlardı. İslâm Dini, hem
toplumda otokontrolü sağlamaya yöneldi, hem de kadının iffet ve namusunu, vakar
ve saygınlığını kötü nazarlardan, kirli emellerden ve niyetlerden korumayı
plânladı ve kısa zamanda her iki konuda da istenilen olumlu sonucu elde ederek
topluma huzur ve güven getirdi.
Diğer yandan İslâmiyet
yepyeni bir sistem olarak sahneye çıkarken birçok konularını eğitim yoluyla
çözmüş ve irşat ile teblîğe ağırlık vererek toplumu yönlendirmiştir.
Günümüzde süs
yerlerini, mahrem taraflarını açıp sokak ve eaddeler-de kırıtarak gezip dolaşan
kadınların çoğu saygınlığını kaybetmiştir. Aynı zamanda kötü nazarlara hedef
olmaktan da kurtulamamıştır. [142]
Önce kadının ne
olduğunu belirtmek, sonra da ona yakışanı emretmek gerekir. Kadın bir süs
eşyası mıdır, yoksa erkeklerin gönül eğienoesi midir? Şüphesiz kadına bu
nazarla bakmak, en hafif tabiriyle ona hakarettir ve saygısızlıktır. Aklı
başında, ileriyi gören, toplumdaki yerini ve saygınlığını bilen hiçbir kadın
kendini belirtilen çizgiye getirerek alçaltmaz, şunun bunun seks oyuncağı
olmaktan nefret edip anneliğine yakışanı yapar.
Kadın, toplumun kopmaz
bir parçası, ailenin temel yapısı; huzur, sükûn ve güvenin değişmeyen kaynağı;
edep ve terbiyenin, nezaket ve ne-zahetin simgesidir.
İşte İslâm Dini kadını
böyle tanır ve tanıtır; onu bu düzeyde tutmanın en ölçülü kurallarını taşır. [143]
«Münafıklar,
kalplerinde (fitne ve fesat gibi) hastalık bulunanlar ve Medine'de olmadık fena
haberleri yayanlar, eğer bu huylarından vazgeçmezlerse, and olsun ki, seni
üzerlerine caydırıcı olarak göndeririz, sonra da Medine'de senin komşuluğunda
pek az bir süre kalabilirler.»
Medine'de bir yandan
Yahudiler, diğer yandan münafıklar her olayı İslâm ve Hz. Muhammed (A.S.)
aleyhine çevirip yorumluyor; durmadan şehirde kötü haberler, üzücü yalanlar
yayıyor ve bir sürü entrikalar çevirip ortalığı karıştırıyorlardı. Kur'ân-ı
Kerîm onları üç grupta toplayıp tanıtmaktadır:
1— İçi dışına uymayan ikiyüzlü dönek münafıklar,
2— Kalplerinde İslâm'a karşı besledikleri kin ve
intikam duygusunun tedavisi zor bir hastalık halini almasıyla kendilerini İslâm
aleyhine frenle-yemiyen nankörler,
3— Medine çevresinde ortalığı velveleye vermek
için olmadık haberleri uydurup yayan ve Mekke müşrikleriyle gizli görüşmeler
yapan Yahudiler..
İkrime'ye göre,
kalplerinde hastalık bulunanlar, şehvetperest zina-kârlardır. Olmadık haberleri
uydurup yayanlar ise, İslâm'a baş kaldıran kabileleri tenkile gönderilen
müfrezelerin hezimete uğradığını veya öldürüldüklerini uyduran münafıklardır.
Kur'ân-ı Kerîm bu üç
gruptan, daha çok İslâm için büyük bir tehlike oluşturacak olan ve her gün
birtakım sinsi faaliyetler içinde bulunan Yahudilere dikkatleri çekmekte ve
tutumlarından vazgeçmedikleri takdirde yurtlarından kovulaçakları tehdidinde
bulunmaktadır. Şüphesiz ki Kur'ân1-ın bu tehdidi, onlara karşı son bir
ültimatom anlamında idi. Nitekim Yahudiler buna rağmen uslanmadılar ve o
yüzden yurtlarından çıkartılıp kovuldular. [144]
«<Bu'>
Allah>ın daha önceleri de gelip
geçenler hakkında uygulanagefen sünnetidir. Ve sen elbette Allah'ın Sünneti'nde
bir değişiklik bulamazsın.»
İslâmiyetin
gelişmesine engei olmaya çalışan iç düşmanların ve özellikle Medine ve
çevresinde yaşayan Yahudilerin hakka karşı bu nankörlükleri ve mü'minleri
rahatsız eden tutumları sebebiyle Allah'ın lanetine çarpıldıkları; o yüzden
dönüş yapmadıkları takdirde öldürülmelerinin mubah sayılacağı açıklandıktan
sonra, böyle bir hükmün vakti saati gelince-sünnetullah gereği- mutlaka ineceği
haber verilmektedir.
Şüphesiz hakka karşı
cephe alıp hem ondan yana görünen, hem de onu içinden çökertmeye yönelik
olmadık haberler uyduran, entrikalar çeviren ve bu suretle mü'minleri tedirgin
edip kargaşalığa iten iç düşmanlar, uslanmadıkları takdirde, haktan yana olan
mü'minlerin onları yurtlarından çıkarıp sürmeleri, değilse imhaları cihetine
gitmeleri Allah'ın uygulana-gelen sünnetlerinden biridir. O'nun sünneti ve o
sünnetin gereği olan hükmü zamanı gelinoe gerçekleşir. Nitekim Peygamber
(A.S.) bir gün geldi Medine ve çevresindeki Yahudileri yurt dışına sürmek ve
Allah'ın sünne-' tini yerine getirmek zorunda kaldı.
Unutmamak gerekir ki,
sünnetullah'ın uygulanma vakti gelince oluşan sebepler de son kertesine gelip
dayanmış olur ve ortam buna hazır duruma gelmiş bulunur. Ahzâb Savaşı'ndan
sonra Yahudiler aleyhine oluşan sebepler öylece son kertesine gelmiş
bulunuyordu. [145]
Yukarıdaki âyetlerle,
mü'min kadınların dış kıyafeti ve örtünmeleri ko-îiu edildi. Sonra da
mü'minleri durmadan rahatsız edip fitne ve fesat çıkarmaya çalışan, olmadık
haberler yayan münafıklarla, yerli Yahudiler üzerinde durularak, İslâmiyet
aleyhine serptikleri fitne ve yalan tohumlarına son vermedikleri takdirde ya
yurtlarından kovulaçakları, ya da imha edilecekleri haber verilerek ilâhî
sünnetin gereği bir ültimatom mahiyetinde ilân edilmiş oldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
sık sık âhiret azâbıyla tehdît edilen inkarcı sapıkların kıyamet olayının ne
zaman meydana geleceğinden sormaları konu ediliyor. Sonra da ilâhî lanete
çarpılan o inkarcı sapıklar için âhirette hazırlanan azap tablosundan bir bölüm
tasvîr edilerek ilâhî uyarı yapılıyor. [146]
63— İnsanlar, sana Kıyâmet'in kopuş saatinden
soruyorlar. De ki: Ona ait bilgi ancak Allah'ın yanındadır. Ne bilirsin, belki
de onun kopuş saati yakın olabilir.
64— Şüphesiz ki Allah, kâfirleri lanetlemiş ve
onlara çılgın alevli bir ateş hazırlamıştır.
65— Orada ebedî kalıcılardır; ne bir dost ve
sahip, ne de bir yardımcı bulabilirler,
66— Bir günde kî, yüzleri ateşe çevrilir de, «Ah
keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere uysaydık!» derler.
67— Ve dediler ki: «Ey Rabbımiz! doğrusu biz
efendilerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi şaşırtıp yolumuzu
saptırdılar.
68— Ey Rabbımız! onlara azaptan iki kat ver de
onları büyük bir lo-net ile lanetle.»
Kur'ân âyetlerinde ve
Peygamber (A.S.)ın sünnetinde inkarcı azgın lar, kâh gelecek azapla, kâh
kıyametin dehşetiyle tehdit edilmekteydiler Ne var ki onlar bu tehdidin altında
yatan hikmeti ve rahmeti anlayamıyor lardı. O yüzden ikiyüzlü dönekler ve
inkarcı sapıklar sırf alay olsun diye sapık yahudiler de sırf Peygamber'i
(A.S.) acze düşürmek niyetiyle kıya metin kopuş saatini sorup duruyorlar ve bir
an önce kıyamet olayının mey^ dana gelmesini istiyorlardı. İlgili âyet bu
sebeple inmiştir. [147]
«İnsanlar, sana kıyametin
kopuş saatinden soruyorlar. De ki: Ona ait bilgi ancak Allah'ın yanındadır. Ne
bilirsin, belki de onun kopuş saati yakın olabilir.»
Dünya'nın üç, dört
milyar yıllık ömrüne bakılırsa, kıyametin elbette yakın olduğu kendiliğinden
anlaşılır. Üstelik Hz. Muhammed'e (A.S.) «Âhir zaman peygamberi» denilmektedir.
Yerkürenin üstünde ve içinde olan nimetlere erişilmiş; birçok icad ve keşifler
yapılmış; ilâhî kudretin her şeyde geçerli olduğu, her varlığın o kudretin
damgasını taşıdığı az-çok anlaşılmıştır. Birçok konularda zirveye çıkılmış;
beşer ilmi hayli mesafe kat'et-miştir. Bilindiği gibi, bir şey, bir olay kemâle
erince arkasından zevale yüz-tutar; tamam denilince de baş aşağı gelmeye
başlar. Her yokuşun bir inişi vardır. Kâinat düzenini kurup onu belli bir
plâna göre yürüten; başı boş anlamsız hiç bir şey yaratmayan Cenâb-i Hak,
kıyametten önce birtakım belirtiler koymuş, plânda onlara gereken yeri ayırmış
ve peygamberinin diliyle o belirtileri bize haber vermiştir. Sağlıklı
tesbitlere göre, belirtilerin çoğu çıkmış durumdadır. O halde vakti gelince,
yani ruhlar âleminde insanî ruh kalmayınca kâinat plânı değişikliğe
uğratılacak ve o yüzden mevcut düzen alt-üst olup bozulacak ve yerine yepyeni
kalıcı bir düzen getirilecektir. Şüphesiz bu müthiş olay Cenâb-ı Hakk'ın bir
va'didır ki mutlaka yerine gelecektir. Çünkü O va'dinden dönmez.
İlgili âyetle
kıyametin yakın olduğu ifade edilirken belirttiğimiz hususlara işaret
edilmektedir.
Diğer önemli bir husus
ta şudur: Cenâb-ı Hak hiçbir kuluna kıyametin ne zaman kopacağını
bildirmemiştir. Bu, «muğayyabat-i hamse» denilen beş bilinmeyen gayble ilgili
olaylardan biridir. [148]
«Ve dediler ki: Ey
Rabb.m.z! doğrusu biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi
şaşırtıp yolumuzu saptırdılar.»
Kitleler psikolojisi
ayrı bir konudur. Halk tabakası daha çok liderlerin ve ileri gelenlerin tesir
alanında bulunur. O bakımdan her ülkede idareci kadro ile refah içindeki tabaka
çok önemlidir. Bunların iyi ve kötü davranışları taklide her zaman açık ve
müsaittir, yani taklit ortamını süratle oluşurmakta hayli etkilidir. Tarihte
bunun sayısız örnekleri vardır. Lâle Devri, ülkede bu hevesi yani lâle
yetiştirme arzusunu uyandırmış ve kamçılamıştır. Kürk modası saraydan servet
sahiplerine, onlardan halk kesimine yayılma isti'dadı göstermiş ve birçok
aileler dişinden tırnağından artırdığını kürke ayırma ihtiyacını duymuştur.
Bunun gibi, Allah'ı
inkâr eden kadronun imansızlığın revaç bulmasına; «din afyondur» diyen
liderlerin genç kuşaklan maddenin kucağına atmasına sebep olduğu bilinen
olaylardandır.
Anoak unutmamak
gerekir ki, kökleşmiş, umumileşmiş inanç ve duygulara uymayan her hareket, her
ideoloji ve her düşünce, halkı bir süre ifsat etse bile ömrü uzun sürmez; tıpkı
mecrası değiştirilmiş ırmak gibi, eninde sonunda yine kendi yatağına dönüp
akışına devam eder. Zayıf inançlılar, karakter yapısı bozuk olanlar
kapıldıklarrakıntıda şekillenirler. Şüphesiz onların bu durumu bir istisna
teşkil eder, umumî kaideyi bozmaz.
Köklü inancı, sağlam
örf ve âdeti olmayan kitleler her zaman şekil değiştirmeye müsaittirler.
Böyleleri ilk mecralarına ya zor dönebilirler, ya da hiç dönemezler.
İlgili âyetle bilhassa
bu ikinei tür kitlelere işaret edilmektedir. Konumuzu oluşturan âyetten bize
verilen mesaj şudur:
Allah'a inanmada köklü
imâna, sağlam örf ve âdete sahip olan bir millet er-geç başındaki inançsız
kadroyu eritir. Temeli bozuk, inançsız bir millet ise, idareci kadronun ve
refah içinde yüzen şımarık varlıklıların kurbanı olur.
Âhirette bunun farkına
varan halk tabakasının feryad-u figanı hiçbir anlam ifade etmez ve
kendilerinden yana merhamet kapılarını açtırmaz. Çünkü dünya hayatında bu
gerçekleri düşünüp anlayacak kadar hem akıllan, hem vakitleri vardı. Onu
değerlendirememenin meydana getirdiği kopukluğu telâfi edecek bir şey kalmamış
sayılır. Zira âhiret âlemi bütünüyle hesap, ceza ve mükâfat dönemidir.
O bakımdan dünyada
şunun bunun tesiri altına girip haktan uzak kalan inkarcı halk tabakası,
kendilerini bu duruma düşürmeye sebep olan kadro için âhirette şöyle dilekte
bulunacaklar: «Ey Rabbımız! onlara azaptan iki kat ver de onları büyük bir
lanet ile lanetle..» [149]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyametin kopuş saati hakkındaki bilginin Allah yanında mahfuz tutulduğu,
kimselere bildirilmediği konu edildi. Arkasından bütün imkânlara, nimetlere ve
yeteneklere rağmen hakka sırt çeviren inkarcı azgınlar için âhirette hazırlanan
azap tablosundan bir bölüm tas-vîr edilerek ilâhı uyarı yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
mü'minlere üç öğüt verilmekte ve ilâhî emaneti insanoğlunun yüklendiği
hatırlatılmakta ve bunun hikmeti açıklanmaktadır. [150]
69— Ey imân edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi
olmayın; Allah, Musa'yı onların dediklerinden temiz tutup uzaklaştırdı. O,
Allah katında değerli ve itibarlı idi.
70— Ey imân edenler! Allah'tan korkun (Peygamberi
incitmekten) sakının ve hep doğru söz söyleyin ki,
71— Allah işlerinizi sizin için düzeltip yararlı
duruma getirsin; günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat
ederse, gerçekten o, büyük bir kurtuluşa ermiştir.
72— Şüphesiz ki biz emâneti göklere, yere ve
dağlara sunduk, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korkup titrediler; insan onu
yüklendi; şüphesiz ki o, çok zâlim ve çok câhildir.
73— Şunun
için ki, Allah, ikiyüzlü dönek erkeklerle, ikiyüzlü dönek kadınlara; Allah'a
ortak koşan erkeklere, Allah'a ortak koşan kadınlara azap edecek ve imân eden
erkeklerin, imân eden kadınların tevbesini kabul edecek. Allah, çok
bağışlayan, çok merhamet edendir.
Münafıklar ile
Yahudiler durmadan Hz. Muhammed'in (A.S.) yaşayış tarzını, aile hayatını, evine
bizzat öte beri alıp taşımasmı tenkîd ediyor; gizli-açık, dolaylı dolaysız ona
eziyet ediyorlardı. Cenâb-ı Hak, içinde kin ve haset, nifak ve şikak hastalığı
bulunanların tarih boyunca gönderilen peygamberlerin karşısına çıkıp eziyette
bulunduklarını hatırlatarak, Musa Pey-gamber'e {A.S.) yapılan eziyeti buna
misâl göstermekte ve böylece yahudi milletinin karakter yapısı hakkında bilgi
vermektedir. [151]
«Doğrusu Musa (A.S.)
edepli, terbiyeli, vücudunu örten, utanıp haya duyduğu İçin de teninden bir yer
açık tutmayan bir kimse idi. O yüzden İsrail oğulları'ndan bir kısmı, «Musa'nın
kendini bu kadar örtmesi, sırf te-nindeki alacalıktan veya debelikten, ya da
bir dertten dolayıdır» diyerek ona eziyet ediyorlardı.» [152]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir gün ganimet malını taksim etmiş bulunuyordu ki, imânı zayıf olan
bir adam, «bu taksimde Allah rızası göze-tilmemiştir» diyerek Hz. Peygamberi
gayr-i âdil olarak suçlamış oldu. Onun bu ölçüsüz sözünü işiten bir sahabi, «ey
Allah düşmanı, senin bu sözünü mutlaka Hz. Peygamber'e haber vereceğim» diyerek
gelip durumu Resulü Han'a (A.S.) arzetti. Resûlüllah (A.S.)ın yüzü kızardı ve
şöyle buyurdu:
«Allah, Musa'ya rahmet
eylesin; o bundan daha çok eziyete uğradı da sabretti.» [153]
Ebû Musa el-Eş'ârî
(R.A.) anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz öğle namazını kıldırdıktan sonra eliyle işaret edip oturmamızı
emretti ve şöyle buyurdu: «Şüphesiz ki Rabbım bana, Allah'tan saygı ile
korkmanızı ve doğru söz söylemenizi emretmemi buyurdu.» Sonra kalkıp
zevcelerine uğrayarak onlara da: «Rabbım bana, Allah'tan saygı ile korkmanızı
ve doğru söz söylemenizi emretmemi buyurdu» diyerek tebliğde bulundu. [154]
«En şiddetli belâ
(sıkıcı, üzücü sınav) peygamberler üzerinedir; sonra derece derece sürüp gider;
adam dinine bağlı bulunduğu ölçüde belâ ile karşılaşır. Dinine çok bağlı ise
belâsı o nisbette şiddetli olun az bağlı ise ona göre belâ başına gelir. O
kadar ki, kul yeryüzünde hatasız (günahsız) yürüyünceye kadar belâ onun peşini
bırakmaz.» [155]
«İnsanlardan en
şiddetli belâya uğrayan peygamberlerdir, sonra sâ-lihler, sonra da derece
derece farklı olanlardır.» [156]
imân edenler! Musa'ya
eziyet edenler gibi olmayın; Allah, Musa'yı onların dediklerinden temiz tutup
uzaklaştırdı. O, Allah katında değerli ve itibarlı idi.»
Bilindiği gibî büyük
davalar, yüce amaçlar üstün himmetlerle, büyük fedakârlıklarla gerçekleşebilir.
Ebedî saadet, ilâhî hoşnutluk pısırıkların, uyuşukların, nemelazımcıların,
sadece nefsiyle meşgul olup dinine hizmete yanaşmıyaniarın yüzüne gülmez ve
onlardan yana tecelli etmez. Hem üstün v« yüksek nimetler, büyük külfetleri
gerektirir.
Mekke'de ve Arap
Yarımadası'nda yaşayan kabileler iyice soysuzlaş-mış, canileşmiş ve katı
putperest olmuş kimselerden oluşuyorlardı. Merkezî bir otorite yoktu. O yüzden
saldırılar, yağmacılıklar, adam öldürmeler, kadın ve kızları esir edinip
pazarlarda davar gibi satmalar birbirini kovalıyordu. Böyle bir ortamda
sahneye çıkan Hz. Muhammed (A.S.) Efendimizin karşılaşacağı sıkıntı, üzüntü ve
belâyı bir düşünelim..
Her peygamber kendi
derecesine, hitap ettiği muhite ve insanlara göre aynı şeylerle karşılaşmıştır.
İsrail oğullarını Fir'avn'ın esaretinden kurtaran Musa Peygamber (A.S.) bile
onların dilinden, ölçüsüz söz ve davranışlarından kurtulamamış, hayli
sıkıntılar çekmiş, üzüntüler duymuştur.
Musa Peygamber
yaratılışı ve yüklendiği kutsal görevi gereği, çok terbiyeli, edepli, iffetli
ve hayâlı idi. O bakımdan vücudunu iyice örter, teninir görünmesine imkân
vermezdi. Onun bu hayasını kötüye yorumlayanlar, onu alacatenli veya debe, ya
da eş cinsellikle suçluyor ve durmadan ona bu gibi kusurları yakıştırmaya
çalışıyorlardı. O bir gün tenha bir yerde yıkanırken şiddetli esen rüzgâr
elbiselerini insanların bulunduğu tarafa sürükleyip götürdü. O da elbisesini
kurtarmaya çalışırken o arada vücudunu görenler oldu. Herhangi bir arıza veya
kusuru bulunmadığı anlaşıldı, ama yıllarca bunun dedikodusuna katlanmasından
sonra..
Musa (A.S.)ın «vecîh»
olduğu bildiriliyor. Bu sıfat Arapça bir kelimedir ve daha çok şu manalara
delâlet eder:
a) Kadri yüce idi,
b) Çok şerefli ve itibarlı idi,
c) Makam ve mertebesi çok yüksekti,
d) Terbiyeli, iffetli ve vakarlı idî.. [157]
«Ey imân edenler!
Allah'tan korkun (Peygamberi incitmekten) sakının ve hep doğru söz söyleyin
ki..»
Kur'ân-ı Kerîm ilâhî
beyânın yüksek anlatımıyla, mü'minin dünya ve âhiret mutluluk ve huzurunu iki
madde halinde özetlemektedir:
a) Allah'tan saygı ile korkup
fenalıklardan, peygamberi incitmekten
sakınmak,
b) Her hâl-ü kârda doğru söz söylemek..
Diyebiliriz ki bu iki
madde İslâm ahlâkını bütünüyle içine almakta; iyi, yararlı ve erdemli olmanın
mayasını oluşturmakta ve insanın kaderini çizmektedir. Zira saadete açılan iki
kapı vardır; Birincisi, işlerin ilâhî emirler doğrultusunda düzene
sokulmasıdır. İkincisi ise, işlenen günah ve kusurların ağırlığını bu çerçeve
içinde hissedip pişmanlık duyarak Allah'a yönelmek; tevbe ve istiğfarda
bulunarak bağışlanma mutluluğuna erişmektir.
Bütün bunlar, yani
Allah korkusunu içimizde taşımak, doğru söz söylemek, işleri düzene sokmak ve
ilâhî mağfirete erişmek mutlak anlamda Allah'a ve Peygamberine itaatle
gerçekleşir. O halde faziletin kaynağı, doğruluğun menbaı, düzenli hayatın
sırrı ve hikmeti mutlak itaattir. Taâtin temeli ise, şüpheden uzak sağlam
imândır.
O bakımdan Cenâb-i
Hak, konumuzu oluşturan 70. âyete, «Ey imân edenler!» sözüyle başlamıştır. [158]
«Şüphesiz ki biz
emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan
korkup titrediler; insan onu yüklendi..»
Göklere, yere ve
dağlara sunulan, fakat onların taşımaya güç getire-miyerek taşımaktan korkup
kaçındıkları «emanet» ne olabilir? Bu konuda ashab-ı kiram ve tabiînden birçok
ilim adamlarından farklı yorumlar rivayet edildiğini görüyoruz. Önce şunu
belirtelim ki, Kur'ân âyetlerinin delâlet ettiği mana ve hikmeti en iyi anlayan
ve bilen, şüphesiz ki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'dir. O bakımdan bizi
aydınlatan bir hadîsin İmam Tirmizî tarafından tesbit edilerek nakledildiğini
müşahede etmekteyiz. Hadîs meâlen şöyledir :
«Şanı Yüce Allah,
Âdem'e: «Ya Âdem! Şüphesiz ki ben emaneti göklere ve yere arzettim, onlar buna
takat getiremediler. Sen ise, emâneti taşıdığı şey (sorumluluk)Ia kaldırmaya
güç getirir misin?» diye sordu. Âdem: «Ya Rab, ondaki şey nedir?» diyerek o
şeyi öğrenmek istedi. Allah ona : «Emaneti taşıyabilirsen mükâfatlanırsın;
zayi' edersen gazaba uğratılırsın» buyurdu. Bunun üzerine Âdem emaneti,
içindeki şey (sorumluluk)la birlikte yüklendi; o yüzden. Cennet'te ancak sabah
namazıyla ikindi namazı arasındaki süre kadar kalabildi; Şeytan onu (aldatıp) oradan
çıkardı (çıkarılmasına sebep oldu).»
Böylece insana
yükletilen «emânet» dinî vazifelerin tamamıyla ilgili bulunan sorumluluktur.
Onu, yaratıldığımız amaca yönelik anlamda koruduğumuz takdirde bizi mutlu
eder; koruyamadığımız takdirde mutsuz eder.
Bunun için cumhur-i
ulemâ, burada geçen «emâneti», dinî vazifelerin tamamı olarak yorumlamıştır.
Diğer yandan sözü
edilen cumhura ışık tutan ve bu konuda malzeme veren ilim adamlarının az farklı
yorumları ise şöyledir:
a) İbn
Abbas'a (R.A.) göre : Allah'ın kullarına farz kıldığı şeylerin tamamıdır.
b) İbn Mes'ûd'a (R.A.) göre : Kişiye emaneten
bırakılan söz, mal ve can olabileceği gibi, namaz, zekât, oruç, hac, doğru söz,
borcu ödeme, ölçü ve tartıyı tam kullanma ve adaletle iş görme de olabilir.
c) Ubey b. Kâb'e (R.A.) göre : Adamın
nikahladığı eşi ve çocuklarıdır.
d) Ebû Derdâ'ye (R.A.) göre : Cünüplükten dolayı
yıkanmaktır.
e) Abdullah b. Amr'e (R.A.) göre : Bedenimizdeki
organlarırmzdır.
f) Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden
belgelerdir. Allah bunları göklere ve yere, aynı zamanda dağlara sundu, onlar
kabul edip hepsini yüklenip izhar ettiler.
Bu son yoruma göre,
âyette geçen «arz» kelimesi, «izhar» anlamında kullanılmıştır.
İnsanoğlu ise, bu
delil ve belgeleri gizleyip izhar etmediğinden kendi kendine zulmedip cehlini
ortaya koymuştur. Bundan dolayıdır ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
«Dört şey sende
bulunduğu takdirde artık dünyadan, dünyalıktan yana kaçırdığın diğer şeylerden
dolayı sana bir şey gerekmez: Emâneti korumak, doğru sözlü olmak, güzel ahlâk
üzere bulunmak, helâl ve temiz bir lokma yemek.» [159]
Bilindiği gibi, varlık
âlemi her şeyiyle hareket halindedir. Her şey yaratıldığı kanuna ve ilâhî
plândaki çizgisine bağlı kalıp amacına yönelik olarak hareketini ve hizmetini
sürdürmektedir. Ancak onların ilâhî buyruğa mutlak anlamda itaati, gayr-i
şuurîdir; diğer bir anlatımla, irâde dışı ve bir bakıma mihanikidir. Sunulan
emanet ise, akıl, idrâk ve şuurdur ki bunlar bütünüyle sorumluluk gerektiren
ilâhî emânetlerdir. Her biri yerinde ve amacında kullanılmadığı takdirde
kişiyi yaratıldığı hilkat kanununa ve plândaki yerine ters düşürür de o yüzden
o, bedbahtlar sınıfında yerini almış olur.
Gökler ile yere
sunulması ise, takdirî ve temsîiidir. Öyle ki, emânetin ve ona bağlı
sorumluluğun ilâhî haklarla ve insan hukukuyla içice olduğunu, bunun da çok
büyük mesuliyetleri beraberinde getirdiğini tasvîr için nefis bir benzetme
yapılmıştır. Buna ilim dilinde «temsîlî istiare» denir. [160]
Kur'ân, emânetle
ilgili sunuş tarzının ve onunla ilgili sorumluluğun sebep ve hikmetini iki
noktada özetlemektedir:
1— Aklını,
idrâkini ve diğer yeteneklerini sünnetullah doğrultusunda yaratıldıkları amaca
uygun kullanmayanların, ruhlarındaki paslanmayı ortaya çıkarmak ve bu yüzden
çeşitli vesilelerle Allah'a ortak koşmaları, ikiyüzlülük ve döneklik yapmaları
sebebiyle onları cezalandırmak,
2— Emâneti yerinde, gayesine uygun kullanan
mü'minlerin ruhlarındaki cevheri ortaya çıkarmak ve bu arada zaman zaman
sünnetullah çizgisinden az-çok kaydıklarını idrâk edip pişmanlık duymak
suretiyle dönüş yapanları, tevbe ve istiğfarda bulunanları bağışlayıp mutlu
kılmak..
İşte insan ruhundaki
cevheri ortaya çıkaran bu emânettir ki tlünya hayatına, ölüm olayına ve âhiret
âlemine anlam kazandırmakta; birinin diğerini tamamladığını bütün hikmet ve
felsefesiyle yansıtmaktadır.
Şüphesiz Allah, inkâr
ve sapıklığı bırakıp hakka yönelen ve imân düzeyinde sâlih amellerde bulunan
kullarından yana hep merhametlidir ve hep bağışlayandır. Yetmiş üçüncü âyetin
«Allah gafur ve rahimdir» cümlesiyle noktalanması, mü'minlere müjde vermekte,
inkarcı sapıkları uyarıp hakka ve geniş rahmete davet etmektedir.
Ahzâb Sûresi'ne,
Allah'tan korkup her türlü inkâr ve kötülükten sakınmamız ve kâfirlerle
münafıklara uymamamız emredilerek başlandı; bu emre uymayan münafık ve
müşriklere azap edileceği hatırlatılarak, uyan mü'minlerin tevbelerinin kabul
edileceği ve o sebeple ilâhî rahmet ve gufrana mazhar kılınacakları
müjdelenerek bitirildi.
Bu sûrenin de
tefsirini bize kolaylaştıran Cenâ'b-ı Hakk'a hamd-u senalar; her vesileyle
yolumuzu aydınlatan, kalbimize ışık tutan Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü
selâmlar olsun. [161]
[1] Tefsîr-i Nisâbûrî : 21/78
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4812.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4812-4813.
[3] Lübabu't-te'vll: 3/450- Esbab-ı Nüzûl/Nisabûrî: 236
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4814-4815.
[4] Tefsîr-i îbn Kesîr :
3/465
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4815-4816.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4816.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4816.
[8] Ahmed b. Hanbel: İbn Abbas (R.AJdan
[9] Tefsir-i İbn Kesir :
3/466
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4817-4818.
[10] Buhari/menakıb: 5, ferâiz : 29- Müslim/imân: 112, 114,
115, ıtık : 21, va-saya: 5, velâ' : 3-
Daremî/siyer: 82, ferâiz : 2- Ahmed:
2/118, 5/38, 46
[11] Buharî/menakıb : 5, ferâiz: 29- Müslim/imân: 112, 114, 115, ıtık : 21, va-saya: 5, velâ' : 3- Daremî/siyer ; 82, ferâiz
: 2- Ahmed : 2/118. 5/38, 46
[12] Buharı
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4818.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4818-4819.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4819.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4820-4821.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4821.
[17] Buharî/istikraz :
11, tefsir: 33- Ahmed: 2/343, 335
[18] Buharî/imân : 8, eymân : 3- Müslim/imân : 69, 70-
Nesâi/imân: 19- İbn Mâce/mukaddeme: 9-
Ahmed: 3/177, 207, 275, 278- 4/336
[19] Müsned-i Ahmed - Ebû Dâvud : Câbir b. Abdullah
(R.A.)den
[20] Buharı/kefalet: 5, nefekat: 15, ferâiz: 4, 15-
Müslim/cumuâ: 43, ferâiz: 14, 16- Ebû Dâvud/büyû' : 9, cenâiz : 67- İbn
Mâce/mukaddeme : 11- Ahmed : 2/318,
335, 464- 4/281-5/347
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4822.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4822-4823.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4823.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4824.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4824-4825.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4825.
[26] İbn Ebî Hatim - Bağavî : Katâde'den; ayrıca İbn Sa'd
de Katade'den rivayet etmiştir. İmam Süyutî hadîsin mürsel ve sahîh olduğunu
belirtmiştir: Câ-miussağîr: 2/97
[27] Hafız Ebû Bekir Bezzar : Ebû Hüreyre (R.A.)den, Hadîs
sahihtir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4826.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4826-4827.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4827.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4827-4828.
[31] Buharî/istiska': 26, bed-i halk: 5, enbiyâ: 6, meğâzî
: 29- Müslim/istis-ka' : 17- Ahmed :
1/222, 228, 324, 341, 355, 372
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4830.
[32] Reşehatü Ayni'l-Hayat/Herevî: 11
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4830-4831.
[34] îbn Ebî Hatim
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4831-4833.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4833.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4834.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4834.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4834-4835.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4836-4837.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4837-4838.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4838.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4838.
[44] Müslim - Tirmizî - Tefsîr-i Kurtubî - Tefsîr-i îbn
Cerîr et-Taberî - Tef-sîr-i îbn Kesir
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4840.
[46] Tefsîr-i Kurtubî:
14/159
[47] Tirmizî/menakıb: 21- îbn Mâce/mukaddeme: 11
[48] Buharî/meğâzî:
29- Müslim/zikir : 77-
Ahmed: 2/307, 341, 494
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4840-4841.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4841.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4841-4842.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4842.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4842-4843.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4843.
[54] Lübabu't-te'vîl: 3/465
[55] Bilgi için bak : Câmiu'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân:
21/99
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4844-4845.
[57] Bu hadîs farklı anlatım ve değişik lafızlarla birkaç
tarikten rivayet edilmiştir. Bilgi için bak: Müslim/talâk: 29- Müsned-i Ahmed:
3/228, 342- İbn Kesir: 3/481,
[58] Câmiu'l-beyân Fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 21/100
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4845-4846.
[59] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4846-4847.
[60] Geniş bilgi için bak : Kaynaklarıyla îslâm Fıkhı/Celâl
Yıldırım: 3/65-76
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4847.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4847-4848.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4848.
[63] Buharî/cumua:
13- Müslim/salât : 136- Ebû Dâvud/salât: 52- Dâremî/ salât: 57- Taberânî/kıble: 12-
Ahmed: 2/16, 151, 438, 475, 528- 5/192, 193- 6/169
[64] Hafız Bezzar
[65]Müsned-i Ahmed : Enes b. Mâlik (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4850.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4850-4852.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4852-4853.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4853-4854.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4854-4855.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4855.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4856.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4856.
[73] Lübabu't-te'vü : 3/468 - Câmiu'l-beyân Pi
Tefsîri'l-Kur'ân : 22/8
[74] Tirmizî :
Hadîsim garibün
[75] Lübabu't-te'vü :
3/468 - Tefsîr-i îbn Kesîr : 3/487
[76] »
» » »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4857-4858.
[77] Buharî/imân :37,tefsir:31-Müslim/imân: 1- Ebû
Dâvud/sÜnnet:6-Tirmizî/imân : 5,6
[78] Taberânî
[79] Taberânî
[80] İbn Mâce
[81] Ebû Dâvud - Nesâî - Ibn Mâce
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4858-4859.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4859-4861.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4862.
[84] Lübabû't-te'vîl : 3/469
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4863-4864.
[86] İbn Kesîr : 3/490
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4864.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4864-4865.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4866.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4866.
[90] Buharî/menakıb: 17, tefsir: 61- Tirraizî/edeb: 67-
Taberânî/esmâ-i Nebi : 1- Ahmed: 4/80
[91] Müsned-i Ahmed:
27172, 212
[92] Buhari/menakib:
18- Müslim/fezâil: 20, 23-
Ahmed: 2/257, 412
[93] Tirmizî/rüya: 2- Ahmed: 3/267
[94] Müslim/mesâcid:
5- Tirmizî/siyer: 5- Ahmed: 2/412
[95] Müsned-i Ahraed : 4/127, 128
[96] »
» : 4/81, 84
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4867-4868.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4869.
[99] Esbab-ı Nüzul Li-Nisabürî
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4870.
[100] Tirmizî/zühd : 14, daavat: 4, 20, 113- İbn Mâce/edeb:
53, zühd: 3
[101] Tirmizi/daavat: 113- Ahmed: 2/317, 477
[102] Tirmizî/zühd: 21, 22r- Dâremî/rikak : 30- Ahmed:
4/188- 5/40, 43, 44, 47, 48, 49, 50
[103] Tirmizî/daâvat: 4- ibn Mâce/edeb: 53
[104] Buharî/edeb: 18-MüsIim/tevbe: 22- îbn Mâce/zühd: 35
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4870-4871.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4871-4872.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4872.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4872.
[108] İbn Ebî Hatim - İbn Kesir: 3/497
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4873.
[109] Bu konuda geniş bilgi için bak : Nahl Sûresi 125.
âyetin tefsîri
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4874-4875.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4875-4876.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4876.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4877.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4877-4878.
[115] Ebû Dâvud/talâk:
7- îbn Mâce/talâk: 17-
Dâremî/talâk: 3- Ahmed: 2/110,
189. 190, 207
[116] yararlanabileceği ölçüde örfe uygun bir
Buharî/talâk: 9- İbn Mâce/talâk: 17- Dâremî/talâk: 3
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4878.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4878-4879.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4879.
[119] Buharî/vekâlet:
9, nikâh: 40- Ebû
Dâvud/nikâh: 22- Nesâî/nikâh: 1-Taberânî/nikâh: 8- Ahmed:
5/336
[120] Nesâî/aşaretü'n-nisâ:
2/îton Mâce/nikâh: 47-
Dâremî/nikâh: 25
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4881-4882.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4882.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4883.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4883-4884.
[124] Lübabu't-te'vîl : 3/476 - Tefsîr-i İbn Kesir : 3/503
[125] Lübabu't-te'vîl : 3/476
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4885-4886.
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4886-4887.
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4887.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4887-4888.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4888.
[130] Ahmed :
3/102, 261-2/172, 187-
Ebû Dâvud/vitir: 26- Dâremî/rikak: 58
[131] Tirmizî: îbn Mes'ud (Ifc.A.)den
[132] Buharî/enbiyâ :
10- Müslim/salât: 66,
67- Nesaî/sehv: 51-
İbn Mâce/ ikamet: 25-
Dâremî/salât; 85
[133] Müslim/salât:
197, tevbe: 53- Tirmizî/siyer:
24, salât: 1- Ahmed: 1/105, 147, 191
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4889-4890.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4890-4891.
[135] Buharî/tefsîr:
45, tevhîd: 35, edeb: 101- Müslim/elfaz: 1, 2, 5, 6 - Ebû Dâvud/edeb: 169- Ahmed: 2/238, 272, 395
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4891.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4892-4893.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4893.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4895.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4895-4896.
[141] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4896.
[142] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4896-4897.
[143] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4897.
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4897-4898.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4898-4899.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4899.
[147] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4901.
[148] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4901.
[149] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4902-4903.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4903.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4905.
[152] Tirmizî/tefsîr: 33- Buharî/enbiyâ: 28- Ahmed: 2/315,
515
[153] Buharî/humus: 19, enbiyâ: 27, meğâzî: 56, edeb: 53,
71, isti'zan: 47, zekât: 140, 141- Tirmizî/menakıb: 63- Ahmed: 1/380, 396, 411,
436, 441, 453
[154] tbn Ebî Hatim - Müsned-i Ahmed: 4/391, 413
[155] Dâremî/rikak: 67
[156] Tirmizî/zühd: 57- îbn Mâce/fiten: 23
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4905-4906.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4906-4907.
[158] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4907-4908.
[159] Müsned-i Ahmed : 2/177
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4908-4909.
[160] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4909.
[161] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 9/4910.