Bu, ittifakla Medeni
bir sûre olup, yetmişüç ayettir.
"Ey Peygamber,
Allah'tan ittikâ et. Kâfirlere ve münafıklara İtaat etme. Şüphesiz ki Allah
alîm ve hakîmdir"
(AhzAb, 1).
Bu ayetin tefsiri ite
ilgili birkaç mesele vardır.
[1]
Bu mesele, veya gibi
ifadelerdeki nida
ve
münâdâ arasındaki fark hakkındadır. Bu
hususta söylenenler
söylenmiştir. Fakat biz diyoruz ki (Ey
adam) şeklindeki söz,
nidaya delâlet eder. (Ey o adam) şeklindeki söz de, nidaya delalet ettiği gibi,
ya nida edilene hitabın önemli olduğunu, yahut nida edilenin işin farkında
olmayışını ifade eder. İkinci husus, diğer yerlerde bahsolunmustur. Birincisine
gelince, ^ k sözü, nida edileni, ilk önce malum olmayan biri kılmaktadır.
Böylece her işiten kimse, nida edene yönetir. Binâenaleyh o, bunlardan birisini
nidasına tahsis edince, bu hadisede, biraz Önce nidayı duyanların hepsi ona
dönüp baktıkları için, herkesin o haberi duyma gayesi gözetilir. Fakat bunun
yerine, doğrudan doğruya: "Ya Zeyd, Ya Recûl" demiş olsaydı, nida
edene, sadece bunlar dönüp bakarlardı. Bunun böyle olduğu anlaşıldığına göre,
ayetteki, ifadesinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir gaflet içinde oluşu manasına
alınması caiz değildir. Çünkü ayetteki "nebî" sözü, gaflette olmaya
ters düşer. Zira "nebî", haberdardır. Dolayısıyla gafil olamaz.
Dolayısıyla buradaki nidanın, "hitabın önemli oluşu" manasına
alınması gerekir.
[2]
Birşeyi emretmek,
ancak emredilen şahsın, o emredildiği
şeyle meşgul olmaması durumunda söz konusudur. Çünkü
zaten oturmakta olana, "otur",
susmuş kimseye "sus"
denilmesi uygun düşmez. Hz. Peygamber (s.a.s) ise, zaten
ittikâ etmektedir. Binâenaleyh ona,
"Allah'dan ittikâ et" denilmesini nasıl izah ederiz?
Cevap: Bu hususta şu
iki izah vardır:
Birincisi,
nakle dayanmaktadır. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, ittikâyı sürdürmesinin
bir emir oluşudur. Çünkü mesela birisinin, oturmakta olan birisine, "Ben
gelinceye kadar burada otur", yine susmakta olan birisine, "Doğru
yapıyorsun. Sus, kurtulursun" demesi yerinde olup, "üzerinde olduğun
bu hâli devam ettir" manasınadır.
İkincisi,
aklî bir izah olup, çok hoştur. Buna göre, padişahtan korkan kullar, üç
kısımdır: Bir kısmı, onun cezasından korkar. Bir kısmı, onun mükâfaatlarını
kesmesinden korkar. Üçüncüler de, padişah ile aralarına bir engelin girip,
(ondan uzakta kalma) endişesini duyarlar. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s), ne
birinci, ne de ikinci manada takvayla emrolunmuştur. Üçüncüsüne gelince,
ihlaslı kimse, dünyada yaşadığı müddetçe, bu endişeden kendini emin hissedemez.
Nasıl böyle olmasın ki, çünkü dünyevî işler hep insanı meşgul eder. İnsan
(kalbi), dünyada bazan Allah ile beraber olur. Bazan da, her nekadar Allah
onunla beraber olsa da, insan mutlaka yapılması gereken şeylere yönelmiş olur.
İşte bu hususu, Hz. peygamber "Ben ancak, kendisine vahyolunan bir
beşerim"{Fussiietej yani, "Benim için, vahiy esnasında perde
kaldırılır. Daha sonra sizin gibi olurum" diyerek işaret etmiştir. O
halde, Allah Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e takvayı emredişi, Peygamber
(s.a.s)'in ilâhî huzurda bulunuşunu devam ettirmeyi istemesi manasınadır.
Bir diğer izah da
şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s)'in her an ve her lahzada, ilmi ve derecesi
artmaktadır. Öyle ki onun geçmişteki hâli, o anda içinde bulunduğu hale
nisbetle, daha iyi olanı (efdali) terk gibi olur. Böylece o her an yeni bir
takva (ittikâ) içinde olmuş olur. Buna göre Allah Teâlâ'nın, "Allah'dan
ittikâ et (kork)" omri, Peygamber (s.a.s)'e, içinde bulunmadığı bir hali
emretmek otur ki, iste buna Hz. Peygamber (s.a.s), "Kimin iki günü
birbirine denk olursa, o aldanmıştır (zarardadır)" hadisi ile işaret
etmiştir.
Bir de, Hz. Peygamber
(s.a.s), Rabbinden, O'nun kendisine emriyle, ilmini artırmasını istemiştir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, "De ki: "Ey Rabbim, ilmimi artır"(ru*, m)
diye emretmiştir. Yine bu hususa, Hz. Peygamber (s.a.s) "Hiç şüphesiz,
(bazan) kalbim gölgelenir. Bundan dolayı her gün, Allah'a yetmiş kere istiğfar
ederim"[3] buyurarak işaret etmiştir.
Bu, "Pegamber için, kendisinin, "yaptığım şükür ve ibadetler de
hiçbirşey değilmiş" dediği bir makam, her an onun için meydana gelir"
demektir. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben
ancak, kendisine vahyolunan bir beşerim" (Fusilet 6) sözü
gereği, kâfir ve münafıkların dillerinden
ve ellerinden kaynaklanan bir korkuya düştüğü anlaşılmaktadır ki, bunun delili,
"İnsanlardan korkuyorsun. Halbuki Allah, kendisinden korkmaya daha
layıktır" (Ahab, 37} ayetidir. Böylece Allah Teâlâ, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, kendisine insanları unutturacak, sadece hakkı düşündürecek ve bu
sayede de derecesinin artırılacağı bir biçimde, o anda üzerinde olduğu takvanın
korkunun) üstünde bir başka takvayı emretmiştir.
Binâenaleyh, Hz.
Peygamber (s.a.s) için, "Ey Peygamber" ifadesinde, bir müjde
/atmaktadır, yani, "Senin, diğer fertlerden ve putlardan korkman, ittikâ
etmen gibi : - takva mertebesinde kalmana Allah razı olmaz. Aksine O, seni sana
unutturacak >r takvandan razı olur" demektir. Baksana insan, bir
malının elden çıkması korkusunu duyup, o esnada kendisine, kendisini öldürmeye
niyetli bir câhil hücum edecek olsa, -nalını mülkünü unutur, hepsini orada
bırakıp kaçar. Hz. Peygamber {s.a.s) de böylesi >r takvayla emrolunmuştur.
Bu takva ile, artık Hz. Peygamber (s.a.s.)'de, Allah'dan başka hiç kimseden
korkma kalmamıştır. Bu söz tıpkı, Zeyd veya Amr'dan korkan ûrisine,
"Amr'den kork. Çünkü, Amr seninle beraber olursa, Zeyd sana birşey
yapamaz" denmesi gibidir. Bu, o kimseye Amr'dan korkmasını emretme
manasına galmez. Çünkü o zaten ondan korkuyor. Aksine bu, Amr'dan alabildiğine
korkmayı amrin zımnında, Zeyd'i ona unutturacak bir biçimde, Zeyd'den
korkmaktan nehiy ^anasına gelir. Hak Teflla'ntn, "Kâfirlere ve münafıklara
taat etme" hitabı, bizim İzahımızı desteklemektedir ve "Allah'dan,
seni başkasına aaatten alıkoyacak bir biçimde ittikâ et, kork" demektir.
[4]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, Allah'dan başka hiç kimseye itaat etmemesi gerekirken, niçin bu
ayette sadece kâfir ve münafıklara itaat etmemesi gerektiği belirtilmiştir?
Cevap: Diyoruz ki: Bunun şu iki sebebi vardır:
1)
Başkalarını belirtmeye gerek yok. Çünkü bu iki zümrenin dışında kalanlar, Hz.
»aygamber (s.a.s)'in, kendilerine uymasını zaten istemiyorlar.
Peygamberin,
İllerinin itaat eder
hale gelmesini de beklememektedir. Aksine kendileri O'na olmayı isterler, onu
muta (İtaat olunan merci) kabul ederler.
2) Hak
Teâlâ, "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme" Duyurunca, Hz. Peygamber
)'i, herkese itaattan menetmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendisine
aaatmı isteyen herkes,
kâfir veya münafıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'e, «pmaması halinde,
kendisine haklı olarak azab edeceğine inanarak, birşeyi emreden ■* olmuş
olur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
tıpkı kendisinde sadece kendisinden korkup celâdet hissedecek şekilde, kendinde
bir şecaat gören kimsenin yaptığı gibi, takvanın kalbin derinliklerinden
gelmesi ve kişinin nefsinde Allah'dan başka hiçbir şeye karşı bir korkunun
kalmaması şeklinde olması gerektiğine bir işaret olsun diye, "Şüphesiz ki
Allah alîm ve hakSrndir" buyurmuştur. Çünkü Allah için olan takvayı, Allah
hakkıyla bilir. Ayetteki "hakim" ifadesi, "Allah birşey
söyleyip, peygamberin akrabaları olmalarına rağmen bütün o kâfir ve münafıklar
da başka birşey söyleyip, bu
söylediklerinde bir maslahatın bulunduğunu iddia edip, aklî bir izah
yapsalar, o zaman onlara tabî olmak, bir maslahat olmuş olur" şeklindeki
bir vehmi gidermeye bir işarettir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Allah
hakimdir. Maslahat (ve hikmet) ise, ancak hakîm olanın sözündedir. Dolayısıyla
Allah sana birşey emrettiğinde, bütün herkes seni ondan menetmeye çalışsalar
bile, Allah'ın emrine uy" demek istemiştir.
[5]
"Sana Rabbinden
ne vahyolunuyorsa ona uy. Muhakkak ki Allah ne
yaparsanız, hakkıyla haberdârdır. Allah'a güvenip
dayan. Vekil olarak Allah
yeter.
Allah hiç bir adamın içinde iki kalb yaratmadı. Kendilerinden zıhar
yaptığınız
karılarınızı o (Allah), sizin analarınız saymadığı gibi, evlatlıklarınızı da
oğullarınız gibi kabul etmez. Bu, sizin ağzınızdaki laftandır. Allah hakkı
söyler ve O, doğru yola iletir"
(Afızab. 2-4).
Bu ifadeler de, biraz
önce bahsettiğimiz gibi, Allah'ın hakîm olduğunu, O'na ittibâ etmenin şart ve
vacib olduğunu göstermektedir. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Muhakkak ki Allah
ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır"buyurmuştur. O, kendisinin, kullarının
kalblerindekileri hakkıyla bildiğini söyleyince, sizin amellerinizden de
bihakkın haberdar olduğunu beyan etmiştir. O halde kafblerinizi düzeltin,
amellerinizi ıslâh edin.
Allah Teâlâ daha
sonra, "Allah'a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter" yani
"Allah'dan kork. Eğer bir kimseden ötürü bir vehme, bir korkuya
kapılırsan, Allah'a tevekkül et. Çünkü koruyucu ve müdafaa edici olarak O yeter.
O, fayda verendir. O olunca, sana hiçbirşsy zarar vermez. Ama O zarar verirse,
O'na karşı sana hiçbirşey fayda vermez" buyurmuştur.
[6]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah hiçbir adamın içinde iki kalb yaratmadı" buyurmuştur. Bazı
müfessirler. bu ayetin, "Benim iki kalbim
vardır. Bunlardan sadece biriyle bile, Muhammed
(s.a.s)'in anladıklarından daha çok anlar ve bilirim" diyen, Ebu Ma'mer
hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ bu ifadesiyle, onun bu
sözünü reddetmiştir. Zemahşerî "Allah Teâlâ "Kendilerine zıhar
yaptığınız kanlarınızı, o (Allah), sizin analannız saymadığı gibi..."
buyurmuştur ki bu, "O, bir adama iki ana, bir oğula iki baba kılmadığı
gibi, bir adam (insan) için iki kalb de kıimamıştır" demektir"
şeklinde bir izah yapmıştır. Bu izah zayıftır.
Doğrusu, şöyle
demektir: Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Ey Peygamber Allah'tan
ittikâ et" ayetiyle, ittikâyı emredince, bu onun için, üzerinde dahası
bulunmayan bir takvayı emir olur. Binâenaleyh kim böylesine ittikâ eder ve
korkarsa, onun kalbine başka birşey giremez. Baksana, alabildiğine korkan
kimse, o korku esnasında bütün işlerini unutur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak,
"Ey Peygamber, Allah'tan, korkulması gerektiği gibi kork" demiş olur.
Bu şekilde korkmanın hakkı ise, kalbinde, Allah'tan başkasının korku ve
endişesinin yer almamasıdır. Çünkü kişinin iki kalbi yoktur ki, bunlardan
birisiyle Allah'tan, diğeriyle başkalarından korkabilsin. Eğer bir kimse
Allah'tan başkasından korkuyorsa, bu iş ancak, o kimsenin kalbini, Allah'tan
başka yöne çevirmesiyle olur ki bu da, Allah'tan gerçek manada korktuğunu iddia
eden müttakînin haline uygun düşmez.
[7]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, hiç kimseden korkmaması -çekinmemesi, Zeyd'in
hanımı Zeyneb'in ktssasındaki duyduğu endişe gibi bir korkuya düşmemesi
gerektiğini hatırlatmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlardan korkuyorsun.
Halbuki Allah kendisinden korkmana daha çok layıktır" (Ahzab. 37) yani
"Böylesi bir korkunun senin kalbinde yer almaması gerekir"
buyurmuştur. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu durumu hatırlatınca, ondan
kötülükleri defedecek şeyi de zikredip, "Evlatlıklarınızı da oğullarınız
gibi kabul etmedi" buyurmuştur. Yani, Allah kişinin evladlığını, öz oğlu
saymamıştır.
Daha sonra O, bundan
önce, bu çirkinliği defetme hususunda daha kuvvetli bir delil getirmişti. Bu
da, "Kendilerine zıhar yaptığınız kanlarınızı, o (Allah) sizin analarınız
saymadı" ifadesidir. Yani "Sizler, hanımlarınıza, "Sen bana
anamın sırtı (zahrı) gibisin" demesi halinde, hanımı, herkesin ittifakıyla
kendisinin annesi olmuş olmaz. İslâmiyet döneminde bunun böyle olmaması, bunun
vat'ı (kişinin hanımıyla cinsî münasebetini) haram kılmayan bir
"zıhar" oluşundan Ötürüdür. Câhiliyye döneminde ise, bu bir talâk kabul
ediliyor ve kocası onunla yeniden nikahlanıyordu. Binâenaleyh bir kimsenin,
kendi hanımına, "Sen benim anam gibisin, yahut anamın sırtı gibisin"
demesi halinde, bu o hanımın anne olmaya dönüşmesini gerektirmediği gibi, yine
bir kimsenin evlatlığına, "Sen benim oğlumsun" şeklindeki sözü de,
onun Öz oğlu olmasını gerektirmez. Dolayısıyla da o evlatlığının hanımı, öz
oğlunun zevcesi (gelini) haline dönüşmez ve bu sebeple de hiç kimsenin bu
hususta hiçbirşey deme hakkı doğmaz. Binâenaleyh senin insanlardan çekinmene
gerek yoktur. Nasıl otsun ki? Eğer bu korkulması gereken bir İş olmuş olsaydı,
Allah'tan başkasından korkman
caiz olmazdı. Yahut da senin iki kalbin yoktur. Kalbin, Allah
ittikasıyla dopdolu ve O'nunla meşguldür. Dolayısıyla hiç bir kimseden korkman
gerekmez.
[8]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bu, sizin ağzmızdaki lafmızdır" buyurmuştur. Bunda şöyle bir
incelik vardır: Nazar-ı dikkate alınan sözler ikiye ayrılır:
a) Olmuş bitmiş bir şey hakkındaki sözler.
Bunlar olduğu gibi söylenir.
b) Söylenen bir söz olup, o sözün söylenildiği
gibi olmasıdır. Birincisi, olanı söyleyen sâdıkların sözüdür. Diğeri ise,
birşey söylediklerinde, Allah'ın o şeyi, onlann söylediği gibi kıldığı
sıddîklerin sözüdür. Bu iki söz de kalbten çıkar. Sadece ağızdan söylenen
sözler ise, tıpkı eşeğin anırması ve köpeğin havlaması gibidir. Çünkü muteber
söz, kendisine güvenilen sözdür. Kalbten çıkmayan ve samimi olmayan sözlere
güvenilmez. Allah Teâlâ, insanları kerîm kılıp, onu diğer canlılara üstün
kıldığına göre, insanın diğer canlıların huylarını kapmaktan sakınması gerekir.
Buna göre bir kimsenin, onun öz oğlu olmadığı halde, "Bu falancanın
oğludur" şeklindeki sözü, gerçek bir söz olmaz. Çünkü gerçek söz, kalbten
gelen ve kalpte olandır. Bu ise sadece ağızda olan ve ağızla söylenen bir
sözdür. Böyle olmasındaki incelik de şudur: Allah Teâlâ burada, "Bu, sizin
ağzmızdaki lafmızdir" buyurmuş, bir başka ayetinde ise, "Hristiyanlar, "Mesîh, Allah'ın
oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarındaki sözleridir" rr«vbe,30)
buyurmuştur. Yani bir şahsı, esas babasının dışında birisine nisbet edip, onun
oğlu olduğunu söylemek, hakikati olmayan, kalbten çıkmamış olan ve kalbe
girmeyen bir sözdür. O halde bu, tıpkı hayvanların sesleri gibi, sadece ağızla
söylenmiş bir sözdür.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Allah hakkı söyler" buyurmuştur. Bu da şöyle ince bir manaya
işarettir: İnsanın sözünün, ya akıldan veya şeriattan kaynaklanması gerekir.
Binâenaleyh insan, "Falan oğlu filan..." dediği zaman, bunun gerçek
olması gerekir. Yahut gerçek olduğunu bilmiyorsa, bunun şer'an onun oğlu
sayılması suretiyle, şeriatten kaynaklanan bir söz olması gerekir. Meselâ bir
kimse bir kadınla evlense, o kadın altı ayda çocuk doğursa ve daha önce bir
başka şahsın hanımı olmuş olsa, bu çocuğun o önceki kocadan olması muhtemeldir.
Biz onu, "yatak" bulunduğu için, ikinci kocaya ait sayarız ve onun
oğlu olduğunu söyleriz. Halbuki bu evlât oluşta, ne hakikat tahakkuk etmiştir,
ne de şeriat bunu gerektirmiştir. Çünkü şeriat hakkı söyler. Bu ise, hakkın
aksine bir durumdur. Çünkü onun gerçek babası ortadadır ve herkesçe
bilinmektedir.
Bu hususta diğer bir
izah da şöyledir: O müşrikler, "Bu (Zeyneb), onun oğlunun hanımıdır.
Binâenaleyh onunla evlenmesi haramdır" demişlerdir. Allah Teâlâ ise,
"Bu senin için helaldir" buyurmuştur. Müşriklerin sözü nazar-ı
dikkate alınmaz. Çünkü bu onların ağızlarından çıkan bir söz olup, tıpkı
hayvanların sesleri gibidir. Allah'ın sözü ise haktır. Binâenaleyh ona uyulması
gerekir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "O, doğru yola iletir" ifadesi,
"Allah hakkı söyler" ifadesini te'kid etmekte olup, "Hak ve hâdî
olduğu için O'na ittibâ etmek gerekir" demektir.
Allah Teâlâ, "Bu
sizin ağzınızdaki lafzmızdır. Allah hakkı söyler" buyurmuştur. Bu ifadede
şöyle bir incelik vardır: Sadece ağızla söylenen söz, kalbten kaynaklanmayan
hayvan seslerine benzer. Kalbten söylenen söz de, bazan hak-doğru, bazan bâtıl
olur. Çünkü birşeyi inanarak söyleyenin bu sözü, bazan gerçeğe uygun olur,
böylece hak; bazan da uygun olmaz, böylece de bâtıl olur. O halde, sizin
sözlerinizden nazar-ı dikkate alınabilecek, kalbten söylediğiniz sözler de,
bazan hak, bazan bâtıl olur. Çünkü söylediğiniz söz, o şeyin var
olup-olmamasına bağlıdır. Allah'ın sözü ise mutlak olarak haktır. Zira varlık o
söze tâbidir. Çünkü Allah Teâlâ, ya olmuş-bitmiş birşeyden bahsetmektedir,
yahut da bahsetmiştir ve bahsettiği şey o şekilde olmuştur. O halde Allah'ın
sözü, sizin kalblerinizden kaynaklanan sözlerinizden daha hayırlıdır. Ya
Allah'ın sözü, sizin ağızlarınızla söylediğiniz sözlere kıyaslanırsa, durum
nice olur? Binâenaleyh sizin yalan ve boş sözlerinizi alıp, Allah'ın gerçek
sözlerini bırakmak caiz değildir. Bu sebeple kim, "Peygamber (s.a.s)'in
Zeyneb (r.anhâ) ile evlenmesi güzel olmadı" derse, Allah'ın gerçek sözünü
bırakıp, sırf ağızdan çıkan sözlere tutunmuş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Allah'ın indirdiğine uymanın, başkasının sözüne itibar etmekten daha
hayırlı olduğuna bir işaret olsun diye, "O, doğru yola iletir"
buyurmuştur.
[9]
Daha sonra o
hidayetinin ne olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Onları babalarına nisbetle çağırın.
Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer
babalannm kim olduğunu bilmiyorsanız da onlar, esasen
dinde kardeşleriniz
ve dostlannızdır. Hata
ettiğinizde ise, size bir vebal yoktur. Fakat kalblerinizin
kasten yaptığında vebal vardır. Allah
gafur ve rahîmdir"[10]
(Ahzab, 5).
Hak Teâlâ'nın,
"Onlan babalarına nisbetle çağırın" ifadesi, en doğru davranış, 'Bu
Allah indinde daha doğrudur" ifadesi de, "Daha âdil ve uygun olan
davranış" demektir. Çünkü bu birşeyi, yerli yerine koymak demektir. Bu
ifade hakkında şu iki izah yapılabilir:
1) Umûmî
manaya gelsin diye, izafetin terkedilmiş olması olup, aslında ifadenin takdiri,
"Bütün sözlerden daha doğru" şeklindedir ki, bu tıpkı bir kimsenin,
"Allahu Ekber" (Allah mutlak surette büyüktür) demesi gibidir.
a) Daha önce
söylenilen sözün, kafada niyetlenmiş olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Bu, sizin, "O falanın oğludur" şeklindeki sözünüzden daha
doğrudur" demek istemiştir.
Cenâb-ı Hak, bu
doğruya iletme işini tamamlamış ve "Eğer babalarının kim olduğunu
bilmiyorsanız da onlar, esasen dînde kardeşleriniz ve (köleleriniz),
dostlannızdır' buyurmuştur. Bu, "Onlara, "kardeşlerimiz" yahut
"Falancanın kardeşleri" deyiniz. Eğer onlar köle iseler, "Bu
falancanın kölesidir" deyiniz" demektir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Hata ettiklerinizde ise, size bfr vebal yoktur" buyurmuştur. Bu,
"Bir kimsenin, bir başkasına şefkat üslubuyla, "Evladım!" veya
saygı için, "Babacığım" demesi de hata gibidir. Baksana, yeminlerdeki
"lağv" de, "bir hata ve sürc-ü lisan gibidir" demektir.
Binâenaleyh bir kimsenin, "Oğlum" ifadesindeki sürç-ü lisanı ile,
nesebi isbata niyetli olmaksızın, "oğlum" şeklindeki sözündeki hatası
eşittir.
"Fakat
kalblerinizin kasten yaptığında (vebal vardır)" cümlesi, daha önce geçen
ifadelerin haberine delâlet ettiği için, haberi hazfedilmiş bir mübtedadır. Bu
haber de, günah (bir vebal) yoktur ifadesidir. Bu, "Kalbinizin kasten
yaptığı şey ise günahtır" demektir.
[11]
Cenâb-ı Allah,
"Allah gafur ve râhîmdir" yani, "Allah günahları bağışlar,
günahkâra merhamet eder" buyurmuştur. Mağfiret ve rahmet hakkında, daha
Önce birkaç yerde yeterli izah yapmıştık. Burada o izahlardan bir parçasını
yeniden ele alıp şöyle diyoruz: Mağfiret, kadir bir zâtın, kudreti
altındakilerden sâdır olan çirkin bir şeyi görmemezlikten gelmesidir. Meselâ
köle, efendisinin cezasından korktuğu için, efendisinin kusurunu görmemezlikten
geldiğinde, "O ona mağfiret etti" denilmez. Rahmet ise, kendisine
merhamet edilenin âciz oluşundan Ötürü, bir karşılığı olmaksızın, rahmet edenin
ona lütufla yönelmesi, muamele etmesi demektir. Çünkü meselâ, hükümdar gibi
kudretli birisine, bir insan lütufla yönelse, ona bir iyilik yapsa, "O, o
(hükümdara) rahmet etti" denilmez. Aynen bunun gibi, başkasının iyiliğini
umarak, yahut da geçmişte ondan kaynaklanan bir iyiliğe karşılık vermek için
iyilik yapan kimse için de, "O, ona rahmet etti" denilmez. Bunun
böyle olduğu bilindiğine göre, eğer mağfiret, rahmetten önce zikredilrrse, onun
manası "O onun ayıbını sakladı, sonra da onu âciz-müflis birisi olarak
görüp, hem de merhamet edip, ona yetecek kadar şey verdi" şeklinde; ama
mağfiret, rahmetten sonra zikredilirse -ki bu kullanılış çok azdır- o zaman
bunun manası, "O, ona âciz olduğu için lütfetti, onu cezalandırmadı. Hatta
dahasını yapıp, günahlarını bağışladı" şeklinde olur.
[12]
"Peygamber,
mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır. Zevceleri ise
(mü'minlerin) analarıdır. Akraba da,
Allah'ın kitabında, birbirine diğer
müzminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Fakat
bu, dostlarınız için
herhangi
bir ihsanda bulunmanıza mani değildir. Bu, kitapta yazılıdır"
(Ahzâb, 6).
Bu ayet, Hz. Muhammed
(s.a.s)'İn, Zeyneb'le evlenmesi hususunun doğruluğunu ifade eden bir açıklama
olup, sanki, şöyle bir sorunun cevabıdır: Bu da birisinin 'Farzedelim ki,
evlâtlık, senin de söylediğin gibi, öz oğullar gibi olmasın. Ne var ki bir
kimse onu, kendi oğlu diye adlandırsa ve oğlu diye adlandırdığı evlatlığının da
güzel bir şeyi olsa, onu oğlu diye adlandıran kimsenin kişilik ve mürüvvetine,
o güzel şeyi ondan alması uygun düşmez ve bu hareket tarzı örfen tenkid
edilir..." şeklinde sormasıdır. İşte Cenâb-ı Hak, bu sorunun cevabı olmak
üzere, "Peygamber, mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır"
buyurmuştur ki bu, şöyle izah edilebilir: İhtiyaçları gidermek, derece
derecedir. Meselâ yabancıların ihtiyacını gidermek; neseb cihetinden
yakınların, akrabaların ihtiyacını gidermek; usûl ve fürûun ihtiyacını gidermek
ve kişinin, kendi ihtiyacını gidermek. Birincisi örfen, ikincisinden
aşağıdadır. Şer'an da böyledir. Çünkü "âkile-katilin diyetini veren
yakınları ve akrabaları", birbirlerinden dolayı diyeti üstlenirler, fakat
o diyeti, yabancı kimseler sebebiyle üstlenip vermezler. İkincisi de
üçüncüsünden aşağıdır ki, bu, nafaka vermeyi gerektiren delilden dolayı açık ve
zahir olan bir şeydir. Üçüncüsü de dördüncüsünden sonra gelir. Çünkü kişinin
nefsinin, başkasına karşı önceliği vardır ki, işte bu hususa da, Hz. Peygamber
(s.a.s), "İşe, önce kendinden başla; sonra da bakımını üstlendiğin
kimselerden"[13]
hadisiyle işaret etmiştir. Bunu iyice kavradığına göre, bir insanın yanında iki
ayağından birisi, veyahut da, bedeninin iki kısmından birisini örtüp, böylece
de ihtiyacını giderecek bir şey bulunması halinde o adam, bunların birinden o
örtüyü alsa ve öbürünü örtse, bu durumda hiç kimse, "Ne kötü yaptın!"
demesi şöyle dursun, ona, "Niçin böyle yaptın?" dahi diyemez. Meğer
ki, meselâ insanın gözünü, eliyle koruması, duyu organlarının merkezi
durumunda olan başından da soğuğu
savuşturup, ayağını, böylece üşümeye maruz bırakması durumu gibi, -ki yapılması
gerekti olan hareket tarzı da aklen budur- iki uzuvdan birisi diğerinden daha
kıymetli olsun. Binâenaleyh, işte bu durumda kim bunun aksini yaparsa ona,
"Niye böyle yaptın?" dinilir. Bunun böyle olduğu ortada olup, Hz.
Peygamber (s.a.s) de, mü'min kimseye, onun kendi nefsinden daha kıymetli
olunca, kalksa, o mü'min peygamberin ihtiyacını değil de kendisinin ihtiyacını
giderse, bunun durumu tıpkı, saçlarını düzenlemek kastıyla, aşın bir soğukta
saclarını yağlayan ve başını açan, fakat bu durumun, saçların kendisinde
bittiği o başa eziyet ve zarar verdiğini bilmeyen kimsenin durumu gibidir.
Kişinin, ibadetin nasıl yapılacağının ancak, Hz. Peygamber (s.a.s)'den
öğrenileceğini bilmeden, kendisini bütünüyle ibadete vermek için nefsinin
ihtiyacını gidermesi de buna benzer. Binâenaleyh, şayet insan, ihtiyacını,
ibadet amacı olmaksızın giderse, bu, ihtiyacı giderme olmaz. Çünkü ihtiyacı
gidermek, maslahatı elde etmenin üstünde olan bir şeydir. Bu ise, ihtiyacı
olması şöyle dursun, kendisinde hiçbir maslahat bulunmayan bir şeydir.
Binâenaleyh, bu ihtiyacı giderme işi, ibadet kasdıyla olduğu zaman, bu kimse,
ibâdetin nasıl yapılacağı peygamberini bir ihtiyaç içinde bırakmış ve başının
durumunu ihmal etmesine mukabil saçlarını düzeltme kabilinden, kendi nefsinin
ihtiyacını gidermiş olur. Böylece, çok açık bir hikmetle, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, bir şey istediğinde, ümmetinin o şeye ilişmesi ve sataşmasının
ümmete haram olduğu, net bir biçimde ortaya çıkmış olur.
[14]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Zevceleri, (mü'minlerin) analarıdır" buyurmuştur ki, bu da, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in Zeyneb ile evlenişinin doğruluğunun, diğer bir biçimde
ortaya konuluşudur. Çünkü Allah Teâlâ, peygamberin hanımlarını, ümmetinin
bakışlarını peygamberin maksadının kendisine iliştiği şeylerden (hanımlardan)
kesmek için, anne hükmünde kabul etmiştir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s)
İmdi eğer birisi,
"Cenâb-ı Hak, daha önce çocuğu doğurandan başkasının, hiçbir surette anne
olamayacağı hususuna bir işaret olsun diye "Kendilerinden "nhSr"
yaptığınız kanlarınızı o, sizin analarınız (yerinde) tutmadı" (Ahzab, 4)
buyurmuş ve işte bundan dolayı da, bir başka yerde, "Anaları kendilerini
doğuranlardan başkası değildir" (Mücâdele, 2) buyurmuşken, daha nasıl,
"Zevceleri, (mü'minlerin) analarıdır" buyurmuştur?" derse, biz
deriz ki: Bunun cevabı, Cenâb-ı Hakk'ın az önceki ayetindeki, "Allah hakkı
söyler ve O, (doğru) yolu gösterir" <Ahzab, 4) beyanı olup, bu,
"Şeriat, hakikat gibidir. İşte bundan dolayı, hakikati nazar-ı dikkate
almak imkânsızlaştığında insan, o zaman şeriata başvurur. Bu meselâ, tek bir
çocuğun kendilerine ait olduğunu iddia eden, fakat ikisinin de buna dair delili
bulunmayan; ama ne var ki, çocuğun kendisine ait olduğuna dair birisi yemin
eden iki kadının durumu gibidir ki, her ne kadar, yemin eden kadının bulûğ
yaşından küçük olduğu veya bakire olduğu bir delil ile sabit otsa bile, şeriat
bu çocuğu, daha Önce yemin
etmeyene değil de, yemin edene verir ve onun lehine hükmeder. Böylece,
hakikate muttali olunamadığı durumlarda şeriata müracaat edileceği anlaşılmış
olur. Bu bir yana, hatta, nadirattan dahi olsa, bazı durumlarda şeriat (bilinse
dahi), hakikate gâlib gelir. Çünkü, (şeriat) zina eden kimseyi, o zinadan doğan
çocuğun babası kabul etmez. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, bu demektir
ki hüküm, kanun koyucuya aittir. O halde bir kimsenin, (annesi olmayan
birisine), "Bu, annemdir" demesi, hakikatten kaynaklanmayan ve
kendisine de hiçbir hakikatin dayanmadığı, manası anlaşılan bir sözdür. Şâri'in
(kanun koyucunun) sözü ise, hak olan sözdür. Bu hususun şâriin, hakikatlerin
onun gayesinde hakikat olabildiği ve o hakikatlerde, mutlak manada tasarruf
sahibi olması da teyid eder. Baksana anne, ancak Cenâb-ı Hakk'ın o çocuğu onun
rahminde yaratması sayesinde anne olabilmiştir. Binâenaleyh şayet o çocuğu,
başkasının rahminde yaratmış olsaydı, o zaman anne, o başkası olmuş olurdu.
Binâenaleyh, gerçek anneyi anne yapan Allah olunca, O'nun herhangi bir kadına
anne deme ve ona, annelik hükmünü verme yetkisi vardır.
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in hanımlarının, annelerimiz olarak addedilmesi hususunun aklî izahı da
şudur: Allah Teâlâ, babanın hanımını, oğuta haram kılmıştır. Çünkü hanım,
kişinin kıskançlık göstereceği ve hakkında çekişmeye girişeceği bir mahaldir.
Ziraoğulun, babasının nikâhı altında bulunan kadınlarla evlenmesi, sıla-i rahmi
ve ana-babaya ait olan hakları keserek sona erdirme sonucuna götürür. Fakat
şurası muhakkak ki, Hz. Peygamber (s.a.s), babadan daha kıymetli; derece
itibariyle daha üstün ve razî ve memnun edilmeye daha layıktır. Çünkü baba,
evladını sadece dünya hususunda eğitir. Hz. Peygamber (s.a.s) İse, hem dünya
hem de ahiret hususlarında eğitir. Binâenaleyh O'nun hanımlarının, tıpkı
babalarımızın hanımları gibi olmast gerekir.
Buna göre şayet
Çirişi, "o halde Cenâb-ı Hak daha niçin, aynı manayı ifâde ettiği halde,
"Nebî, babamzdır" veya, "Onun hanımları, babanızın hanımları
(gibi)dir" dememiştir?" derse, biz deriz ki, bu sözleri bir hikmetten
dolayıdır: Biz, biraz önce, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, ümmetinden herhangi
birisinin hanımıyla evlenmek istediğinde, Peygamber onunla evlensin diye, o
kimsenin hanımım boşamasının vâcib olduğunu beyân ettik. Binâenaleyh, şayet
Cenâb-ı Hak, "Sen onların babasısın" demiş olsaydı, o zaman, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, mü'minlehn hanımları ebediyyen haram olurdu. Bir de Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i mü'minlere, kendi nefislerinden daha üstün kılmıştır.
Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "İşe, önce kendinden başla. Sonra da
bakımını üstlendiğin kimselerden" ifadesinden dolayı, kişinin kendi nefsi,
babadan önce gelir. İşte bundan dolayı, azığa muhtaç olan bir kimsenin, o azığı
babasına vermesi vâcib olmadığı halde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e vermesi
vâcibtir. Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hanımları için, bir kimsenin
babasının hanımlarının hükmü söz konusudur. Ta ki onun evlatları, kızkardeşleri
ve anneleri mü'minlere haram olmasın. Her ne kadar bunların hepsi, gerçek ya da
süt anneler hakkında haram olsa dahi.
[15]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, miras hakkına işaret olsun diye,
"Akrabalar, Allah'ın kitabında, birbirine diğer
mü'minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Fakat bu, dostlarınız için
ihsanda bulunmanıza mani değildt. Bu, kitapta yazılıdır" buyurmuştur. Bu
son cümle, vasiyyete bir işarettir. Yani, "vasiyyet ederseniz, varis
olanların dışındakiler evlâdır. Eğer vasiyyet etmezseniz, sizin bıraktığınız
şeylere, mirasınıza, varisler daha evlâ olur" demektir.
İmdi şayet,
"Yaptığınız bu izaha binâen, miras ve vasiyyetin, sizin bu söylediğiniz şeyle
ne ilgisi vardır?" denilirse, biz deriz ki, burada, ancak Allah'ın kendi
nuruyla hidayet ettiği kimseler hariç, gözükmeyen, gizli ve çok kuvvetli olan
bir münasebet vardır ki, bu da şudur: Hz. Peygamber (s.a.s)'den başka hiçbir
insana başkasının malını almak mubah olmaz; öldükten sonra da, bu kimsenin
malı, sadece varislerine mubah olur. Halbuki Hz. Peygamber (s.a.s), hayatta
iken, isterse, başkasının malı onun olur; Peygamberin kendi malt ise,
vefatından sonra varisleri için olmaz. Böylece Cenâb-ı Hak sanki Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, kendi kudretiyle onun mirasını varislere vermemesine mukabil,
hayattayken başkasının malına onu mâlik kılmayı hükmetmiş; buna karşılık
mü'minlere de, varislerinin, ölümünü müteakip onun malına müracaat etmeleri
hükmünü ve karşılığını vermiştir. Böylece de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
mü'minlerden herhangi birisinden birşey istediğinde, o şeyin, Peygamberin malı
haline dönüşmesi; vefatından sonra da bütün mü'minlere miras olmak üzere, o
şahıslara rücû etmemesini anlama hususunda bir ukde ve bir sıkıntı kalmamış
olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Akrabada, birbirine daha
yakındırlar" buyurmuştur ki, bu, "Sizin, kendi aranızda mirasçı olma
hakkınız vardı. Böylece sizden birisinin malı, veraset yoluyla başkasına geçmiş
olur. Hz. Peygamber (s.a.s) ile akrabaları arasında, bir veraset söz konusu
değildir. Binâenaleyh, buna mukabil, onun, kendisi hayatta iken, sizin elinizde
bulunan şeylere daha layık ve daha fazla hak sahibi olması gerekir"
demektir.
Bu husustaki ikinci
bir izah da şudur: Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, mü'minlere
kendilerinden daha yakın olduğuna dair bir delil zikretmiştir ki, bu da, O'nun,
''Akrabalar da, birbirine daha yakın ve evlâdır" şeklindeki ifadesidir.
Daha sonra bir kimse, bir dostuna ihsanda bulunmak ister de, ona bir şey
vasiyyet ederse, bu durumda da bu kimse, o kimsenin akrabasından daha evlâ
olmuş olur. Böylece bu kimse, vasiyyetiyle veraset zincirini adeta kesmiş ve,
"Bu, benim malımdır. Bu maJ benden ancak, benim istediğim kimselere geçebilir..."
demiştir. İşte aynen bunun gibi Allah Teâlâ, dünyada, dostu Peygamber için,
onun istediği her şeyi vermiş; daha sonra ondan (peygamberden) geri kalan
şeyleri ise, başkaları için kılmıştır.
Cenâb-ı Hak, "Bu
kitapta yazılıdır" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Buradaki
"kitap"tan maksat Kur'ân olup, yazılan bu şeyler, miras ve vasiyyet
ayetidir...
b) Buradaki
“kitap” sözüyle, Levh-i Mahfuz kastedilmiştir.
[16]
"Hani bir zaman,
biz peygamberlerden misaklannı almıştık. Senden, Nuh'tan, ibrahim'den, Musa'dan
ve Meryem'in oğlu isa'dan, evet biz onlardan, öyle
sapasağlam bir misâk aldık"
(Ahzâb, 7).
Bu ayetin kendinden
öncekilerle münasebeti şöyledir: Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Ey
Nebi, Allah'tan kork"(Ahzâb. 1) ifadesiyle ittikâyı emredip, txj hususu, o
konuda O'ndan başka hiçkimseden çekinmemesi için, hakkında insanlardan
endişelendiği o malum (Zeyneb binti Cahş) kıssa ile tekîd edip "Peygamber,
mü'minlere öz nefislerinden daha yakındır" (Ahzâb, 6) ayetiyle, Peygamberinin
korkuyu iktizâ ettiği bir şeyi irtikâp etmediğini beyan buyurunca, bu hususu
başka bir izah ile tekid ederek "Hani bir zaman biz peygamberlerden mîsak
almıştık" buyurmuştur. Buna göre O sanki, "Yalnız - ah'dan kork. Hiç
kimseden çekinme ve benim risaletimi tebliğ edecekleri ve buna -içbir korku ile
herhangi bir şey elde etme ümidinin mani olamayacağı hususunda benim,
peygamberden almış olduğum mîsakı hatırla!" buyurmuş olup, bu hususta :
'Kaç mesele vardır:
[17]
Peygamberlerden alınan
"mîsak" ile, onların peygamber olarak gönderilmeleri ve onlara
tebliğin emredilmiş olması
kastedilmiştir.
[18]
Cenâb-ı Hak
burada özellikle dört
peygamberden bahsetmiştir ki,
bunlar Nuh, İbrahim, Musa ve İsa
(a.s)'lardır. Zira
Musa ve İsa (a.s)'ların, bizim peygamberine zamanında da yaşayan birtakım
cemaat ve ümmetleri vardı. Böylece Cenâb-ı bu ikisini, kavimlerine karşı bir
hüccet olsun diye zikretmiştir. İbrahim (a.s)'i Arapların, onun faziletini
kabul etmeleri ve dinin korunmasını emrettiği bazı şeyler mda ona ittibâ
etmelerinden dolayı zikretmiştir. Nuh (a.s)'a gelince bu da, ılığın ikinci
aslı, yani atası olmasından dolayı zikredilmiştir. Çünkü, Tûfan'dan sonraki
insanlar Nuh (a.s)'dan başlarlar.
Bu İzaha göre şayet
birisi, "O halde, Nuh (a.s)'dan ziyade Adem (a.s)'in zikredilmesi daha
uygun düşerdi" diyecek olursa, biz deriz ki: Hz. Adem (a.s)'in yaratılışı,
(dünyayı) mamur edip şenlendirmek içindir. Peygamberliği ise, soyunu ve
evlatlarını irşâd içindir. İşte bundan ötürü, onun zamanında, hiçbir kavim
helak olmamış, hiçbir kavme de azab olunmamıştır. Nuh (a.s)'a gelince o,
nübüvvet için yaratılmış, inzâr için, nebî olarak gönderilmiştir. İşte bundan
dolayı da onun kavmi imha edilmiş ve sularda boğulmuştur.
[19]
Cenâb-ı Hak, babası
olmadığına bir işaret olsun diye, pekçok yerde, "Meryem oğlu İsa; Meryem
oğlu Mestti" tabirlerini kullanmıştı. Çünkü, şayet babası olmuş olsaydı,
Hz. İsa (a.s) o zaman, babasına nisbetle tanıtılırdı.
Cenâb-ı Hak, "Biz
onlardan öyle sapasağlam bir misâk aldık..." buyurmuştur. Misâkın,
"böylesine sapasağlam" olması, onların, peygamberler olarak
gönderilmeleri hususunda yaptıkları şeyler hususunda sorumlu tutulmalarıdır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Elbette biz, peygamberlere soracağız"(Arat.6)
buyurmuştur. Bu böyledir, zira hükümdar bir elçi gönderip, ona birşey emredip,
bu elçi de bu emri kabul ettiğinde bu "mîsak" olur. Ama, hükümdar
ona, yaptığı işler ve söylediği sözler hususundaki durumundan da kendisini
sorgulayacağını bildirdiğinde, bu, bu misakın ona ağırlaştırılması olur.
Böylece de elçi, elçilik hususunda, ne eksik ne fazla yapamaz. Buna göre
Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılıp karıldınız.
Onlar sizden kuvvetli teminat da aldılar" (Nisa, 2i) ayetinde kastedilenin,
onların, yani kocaların bu mîsak ve teminattan mesul tutulacaklarını haber
vermek olduğu söylenebilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Hepiniz çobansınız ve hepiniz
sorumlusunuz" buyurmuştur. Allah Teâtâ erkekleri kadınlara
"kavvâm-âmir ve hükümrân" kıldığı gibi, peygamberleri de ümmetlerinin
işlerini deruhte eden ve onları doğru yola sevkeden kimseler olarak kabul
etmiştir.
"Ta ki (Allah), o
sadıklara, sadâkatlerini sorsun. O kâfirler için de (O), pek
acıklı bir azâb hazırladı"
{Ahzâb, 8).
Yani, "Allah
peygamberler gönderdi. Mükelleflerin akibeti de, ya güzellikle hesaba
çekilmedir, ya da azâbtır. Çünkü "sâdık" olan kimse hesaba
çekilirken, kâfir de azaba uğratılır, ki bu tıpkı, Hz. Ali (r.a)'nin
"Dünyanın helâli hesap, haramı ise azâbtır" sözü gibidir. Bu ayet,
herkesin korkmamasını gerektiren hususları kapsar ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey
Nebi, Allah'tan kork" (Ahzto, t) şeklindeki ayeti de bunu te'kid eder.
[20]
Ey iman edenler,
Allah'ın üzerinizdeki bunca nimetlerini hatırlayın. O zaman ki size, düşman orduları saldırmıştı da, biz
onlara karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, ne
yaparsanız hepsini hakkıyla
îdir. O vakit onlar, hem üstünüzden hem de altınızdan size gelmişlerdi,
zaman gözler yılmış, yürekler el-Haklara dayanmıştı ve siz, Allah hakkında
türlü türlü zanlarda bulunuyordunuz"
(Ahzflb, 9-10).
Ayetin bu ifadesi,
daha önce geçmiş olan takva emrinin, Allah'ın yanısıra, karşı kalmayacak bir
biçimde olması gerektiğini ortaya koymak içindir, böyledir, zira o hiziplerin,
grupların bir araya gelmeleri hâdisesinin altında, bu ashaba çok ağır gelmesi
meselesi yatmaktadır. Çünkü, hem müşrikler hem de r, tamamiyle ve eksiksiz
olarak bir araya gelmişler ve Medine'ye inmişlerdir. Peygamber (s.a.s) de, tedbir
olarak hendekler kazdırdı. İş, şiddetin doruk fesma varmış, korku da zirveye
çıkmıştı. İşte bu noktada Allah, o topluluğu btan, savaş yapılmaksızın
savuşturmuş; ashabı böylece, korktuklarından emin pr. Binâenaleyh kulun,
Rabbinden başka kimseden korkmaması gerekir. Zira ıı_r bütün işleri hususunda
ona yeter ve hiçkimse O'nun mekrinden, cezasından ■ini emin hissedemez.
Çünkü O, her türlü mümkinâta kadirdir. Binâenaleyh x. kâfirleri saltanat ve
kuvvetlerine rağmen mü'minlerin kahredip ezdiği gibi, •Anlarına rağmen
müslümanlan da kahretmeye kadirdir.
[21]
İfadesi, O'nun o
kâfirlere, bir kış gecesinde, üzerine soğuk bir rüzgâr göndermesi, melekleri
onlara salıvermesi, gecenin atların çıkardığı (seslerden) kaynaklanan korkudan
dolayı birbirlerine bir hale gelmeleri... gibi onların kalblerine korku atması
vb. şeylere bir '. Kaldı ki bu kıssa, meşhurdur.
Cenab-ı Hakk'ın, ifadesi de, Allah Teâlâ'nın, onların iltica
edip sığındıklarına, lütfunu umduklarına, böylece de bir saldırı düşmanlarının
aleyhine onlara yardım etmiş olduğuna bir işaret olup, bu 'dan korkmanın farz
olup, Allah'dan başkasından ise korkmamanın gerekli ortaya koyan bir husustur.
Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onlara karşı bir
rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular
göndermiştik" hitabı, "Allah, siz görmediğiniz halde, sizin
ihtiyaçlarınızı karşılar. Eğer sizin için bir emniyet vesilesi zuhur etmezse,
onun size zuhur etmemesine aldırmayınız. Çünkü sizler, herşeyi göremezsiniz.
Öyleyse, Allah'dan başkasından korkmayın. Allah, ne yaparsanız, hepsini
hakkıyla görendir. Sakın, "Biz bir şey yaparız, O onu nasıl görecek?"
demeyiniz. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla görendir" manasındadır.
İfadesi, işin
şiddetini ve korkunun doruk noktasını beyan etmektedir. Ayetteki,
"üstünüzden" tabirinin "doğu tarafından";
"altınızdan" ifadesinin de, "batı tarafından" manalarına
geldiği; bu gelenlerin ise Mekkeliler olduğu da ileri sürülmüştür. Ayetteki
"gözler yılmış" tabiri de, "normal düzen ve ölçüsünden sapmış,
böylece de çokluğundan dolayı düşmana dönüp bakamaz hale gelmişti"
anlamındadır. ,
"Yürekler
gırtlaklara dayanmıştır" ifadesi, O sıkıntının doruk noktasına çıkmış
olmasından kinayedir. Bu böyledir, zira kalb öfke anında, kabarır; korku
anında, büzülür ve böylece de boğazı tıkar. Bazan da nefes borusunu tıkayacak
bir hal alır, böylece kişi hava teneffüs edemez de, o zaman korkudan ölür. O
halde bu cümlenin anlamı, "Can boğaza geldiğinde" şeklinde olur.
"Ve siz, Allah
hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz"
ifadesindeki elif-lâm, daha ileri bir mana ifade etsin diye,
"istiğrak-şümûl" manasına olması mümkün olup, "Sizler, türlü
türlü zanlara başvurdunuz" demektir. Çünkü, herkes, büyük bir musibet ve
sıkıntı, büyük bir şey esnasında, hertürlü zanda bulunabilir. Ayetin bu ifadesiyle,
onlardan malûm ve makûd olan zanlarının kastedilmiş olması da mümkündür. (Yani,
elif-lâm "akd" ifade eder). Çünkü, mü'minden alışılagelen ve malum
olan şey, Allah hakkında, hayır ve güzel zanda bulunmasıdır. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s), "Allah hakkında hüsnü zanda bulunun" buyurmuştur.
Kâfirden beklenen ve vaki olan ise, onun kötü zanda bulunuşudur. Nitekim
Cenâb-ı Hak "Bu, o küfredenlerin zannıdır"(Sad,27) ve "Onlar
zandan başkasına tâbi olmazlar" (Necm, 28) buyurmuştur.
[22]
Eğer birisi:
"Masdar çoğul yapılmaz. O halde ayetin bu ifadesindeki kelimesinin çoğul
olarak getirilmesinin hikmeti nedir?" derse, biz deriz ki: Bu kelimenin,
mef'ûlü mutlak olarak mansûb olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki isim de
"Onu, kamçılarla dövdüm" ve "Onu, defalarca tedib ettim,
düzelttim" denilmesi gibi, bazan masdar kabul edilebilir. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Sizler zan üstüne zanda bulundunuz" demiştir ki
bu da, "Sizler, bir zanda da sebat etmediniz!" anlamına gelir. O
halde, ayetin bu ifadesindeki incelik şudur: Şayet Allah Teâlâ, "Bir zanda
bulunuyorsunuz" demiş olsaydı, o zaman onların, isabetli oldukları akla
gelebilirdi, ama "zanlar" denilince o zaman onların içinde, yalan ve
doğru olmayanların bulunduğu da anlaşılmış olur. Çünkü zanlann, aynı konuda
olmaları halinde, bazan hepsi, bazan da bir kısmı yalan
olabilir. Bunu şöyle bir misalle
açıklayabiliriz: Bir topluluk, uzakta bir karaltı, bir cisim görse, sonra da
onlann bir kısmı, bunun Zeyd; diğer bir kısmt Amr, üçüncü bir kısmı da bunun
Bekir olduğunu zannetseler, o görülen şeyin, meselâ ağaç veya taş olması gibi
gerçeğin ne olduğu onlar tarafından anlaşılsa, o zaman hepsi de hata etmiş
olurlar. Bazan onlann birisi isabet edeceği gibi, hepsinin isabet edememesi de
mümkün ve muhtemeldir. O halde ayetteki tabirini, onların içlerinde, o
zanlarında hata edenlerin bulunduğunu ifade eder. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak
şayet, "Allah hakkında birzanda bulunuyordunuz" demiş olsaydı, bu,
bir önceki anlamı ifade
etmezdi.
[23]
"İşte orada mü'minler
imtihana uğratılmıştı. Şiddetli bir sarsıntı ile
sarsılmışlardı"
(Ahzab, 11).
Bu, "İşte o
zaman, Allah mü'minleri denedi. Böylece de, sâdık olanlar, münafık olanlardan
seçilip ayrılmış oldu" demektir. Allah'ın imtihan etmesi, kendisinin o
işin nasıl olduğunu anlaması ve ortaya çıkarması İçin olmayıp, tam aksine şöyle
bir hikmetten dolayıdır: Allah Teâlâ, mahlûkatın hangi hal üzere olduğunu
bilmektedir. Ancak ne var ki O, o işi, melekler ve peygamberler gibi, kendisi
dışında kalanlara da göstermeyi irâde etmiştir. Bu tıpkı, efendisinin,
kölesinin kendisine muhalefet ettiğini bilip, onun muhalefeti sebebiyle onu
cezalandırmayı da aklına koyup, yanında diğer köleler ve başka kimseler
bulunduğu zaman, muhalefet eden o köleye, muhalefet edeceğini bile bile bir
şeyi emretmiş olması haline benzer. Böylece bu iş, oradakiler tarafından da
görülür ve böylece de bu ceza, en güzel bir biçimde tahakkuk etmiş olur. Çünkü
artık hiçkimse, bunun bir zulüm, yahut da efendisinin sabrının azlığından
kaynaklandığı kanaatini taşımaz.
Ayetteki,
"sarsıldılar, sıkıştırıldılar" demektir. Binâenaleyh, onlardan orada
sebat eden kimseler, Allah anıldığında, kalbleri tir tir titreyen ve Allah'ın
zikriyle, olbleri İtminan bulan kimselerden olmuş olurlar ki, işte pekçok
mü'min bunlardır.
[24]
"O vakit
münafıklarla kalblerinde bir maraz bulunanlar, "Allah ve Rasulü,
bize, bir aldanıştan başka bir şey
vaadetmemiştir" diyorlardı. O zaman
onlardan bir güruh, "Ey Yesrib ahalisi, sizin
için burada durmak yok; hemen
dönün!" demişlerdi. Onlardan birkısmı da, "Hakikaten,
evlerimiz sahipsizdir"
diyorlar ve (böylece) Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki onların
evleri sahipsiz değildi.
Onlar kaçmaktan başka bir şey arzu etmiyorlardı"
{Ahzab, 12-13).
Cenâb-ı Hak, bu
ayetlerle biraz önce geçmiş olan ayetinde beyan buyurduğu onların o zanlarını,
tefsir edip açıklamıştır. Böylece o münafıklar, Allah ve Resulünün
söylediklerinin yalan; vaadlerinin de, bir aldatmaca olduğu zannına
kapılmışlardı. Çünkü onlar, galibiyetin karşı tarafta, (kâfirler tarafında)
olduğuna kesinkes inanıyorlardı. Ayetteki tabirinin anlamı, "Sizin,
Muhammed'le, beraber kalmanızın sebebi ve manası yoktur" şeklinde olup,
tıpkı "Bir manası ve bir sebebi yoktur" anlamında, "Zillette ve
aşağılama içinde durup beklemenin bir manast yoktur" denilmesi gibidir.
Ayetteki Yesrib Kelimesi bir bölgenin adıdır ki, bu da Medine'dir. Yine
ayetteki, "hemen dönün" ifâdesinin manası, "Muhammed'den
vazgeçip o gruplarla ittifak ediniz. Böylece de o hüzün ve kederlerden
kurtulunuz" şeklindedir. Daha sonra bu sözü duyanlar ondan vazgeçmeyi
kafalarına koydular, böylece de ondan izin talebinde bulundular ve
"Evleriniz avrettir" yani, orada gedik ve yıkık vardır. Bu tür evleri
olanlar, eşyalarından dolayı hırsızdan, meskene tecavüzden, çocuklarından
ötürü, düşmandan emin olamaz, kendilerini güvencede hissedemezler bahanesini
uydurdular. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, "Halbuki onîann evleri avret
değildir" ifadesiyle onların yalanlarını ortaya koymuş, maksatlarının ve
kalblerinin sakladığı şeyin ne olduğunu beyan etmiştir ki, bu da, bu korku
sebebiyle, oradan kaçıp orada durmamaktır.
[25]
"Eğer
(Medine'nin) etrafından, üzerlerine girilmiş olup, sonra kendilerinden
fitne çıkarmaları istenseydi, muhakkak ki
bunu hemen yaparlardı. Bunu
yapmaktan ancak pek azı geri dururlardı"
(Ahzâb, 14).
Ayet, o firar ve
dönüşün, evlerini korumak için olmadığına bir işarettir. Çünkü herhangi bir
maksaddan ötürü bir iş yapan kimse, o maksadı elde edemeyip kaçırdığında, artık
o işi yapmaz. Meselâ evi elinden alınmasın diye malını (parasını) veren, ama
evi alındığında malını vermesine gerek kalmayan kimsenin durumu gibi... İşte bu
sebeple Allah Teâlâ, "Onlar, "Bizim senden ayrılışımız evlerimizi
korumak içindir" dediler. Eğer o gruplar, Medine'ye girse, Medine'yi
onlardan alsalardı, onlar yine de oraya döneceklerdi. Onlann senden ayrüıp
dönüşleri, kâfir olmaları ve fitneyi arzu etmeleri sebebiyledir"
buyurmuştur.
Ayetteki, ifadesinin
nâib-i faili "Medine" olabileceği gibi, "evleri" kelimesi
de olabilir. Yine ayetteki, ifadesindeki "ha" (bunu) zamiri ile,
fitnenin kastedilmiş olması muhtemeldir. Bu "O fitneyi yapma hususunda pek
az beklerler (duraklarlar)" demektir. Çünkü fitne yok olacak, netice yine
müttakilerin olacaktır. Bu zamir ile, Medine'nin veya onların evlerinin
kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Onlar Medine'de (veya
evlerinde) pek az kalacaklar. Çünkü mü'minler onları oralardan sürüp
çıkaracaktır" şeklinde olur.
[26]
"Celalim hakkı
için onlar, arkalanna dönmeyeceklerine dair daha evvel
Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen
sözü bozanlar, mesuldürler. De ki:
"Eğer ölmekten, yahut öldürülmekten kaçmıyorsanız
(bilin ki), firarınız size
asla fayda vermez. O
takdirde bile, ancak, pek az bir zaman faydalanırsınız"
(Ahzâb, 15-16).
Bu ayetler, onların
sevinçlerinin bozulacağını, Allah'a verdikleri sözü (ahdi) bozdukları için,
gidişatlarının çirkinliğini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar, bundan önce
savaştan geri kalmış, bunun için bir özür ve pişmanlık ortaya koymuşlar, artık
bundan sonra savaştan geri durmayacaklarını iteri sürmüşlerdi.
Allah Teâlâ daha sonra
onları, "Allah'a verilen sözü bozanlar mesuldür" ifadesiyle tehdid
etmiştir.
Hak Teâlâ'nın, 'Ve ki:
"Eğer ölmekten yahut öldürülmekten kaçmıyorsanız, (bilin ki), firarınız
size asla fayda vermez" buyruğu, işlerin mukadder olup, Allah'ın karar
vermiş olduğu şeyden kaçmanın mümkün olmadığına, Allah'ın takdir ettiği
şeylerin mutlaka olacağına, binâenaleyh kendisine emredilen şeye muhalefet eden
kimsenin, âhirette azab içinde kalacağına, dünyada da, muhalefeti sebebiyle
hiçbirşey elde edemeyeceğine bir işarettir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O takdirde bile, ancak pek az bir zaman faydalanırsınız"
buyurmuştur. Allah Teâlâ bu ifade ile sanki, "Sürdürdüğünüz (bu halden) ötürü
mümkün olmamasına rağmen, bugün bundan firar etseniz bile, ancak pek az
faydanız olur. Öyleyse aklı olan, çok şeyi bırakıp aza talip olmaz. Dolayısıyla
firar etmemeniz gerekir. Firar etseniz bile, bu firarınızdan sonra pek az
faydalanacaksınız" demek istemiştir.
[27]
"De ki:
"Size bir fenalık dilerse, Allah'dan sizi koruyacak; yahut size bir
rahmet dilerse, buna mâni olabilecek
kimdir? Onlar, kendileri için Allah'dan
başka hiçbir yar ve hiçbir yardıma bulamazlar"
(Ahzâb. 17)
Bu ayet de, biraz önce
geçen, "Firarınız size asla fayda vermeyecek" cümlesindeki hususu
beyân etmektedir. Ayetteki, "Onlar, kendileri için Allah'dan başka hiçbir
yar ve hiçbir yardımcı bulamazlar" cümlesi de, yine aynı ayetteki,
"Allah'dan sizi koruyacak ... kimdir?" ifadesini tefsir etmektedir,
yani, "Sizin, sizi sevdiği için size şefaat edecek bir dostunuz ve
başınıza gelip çattığında kötülükleri defedip, size yardım edecek bir
yardımcınız yoktur" demektir.
[28]
"Allah, sizden
geri bırakanları ve kardeşlerine, "bize gelin" diyenleri şüphesiz
bilir. Bunların ancak pek azı harbe gelirler. Sizlere karşı da pek
cimridirler"
{Ahzâb, 18).
Bu, "Allah
müslümanları alıkoyan ve "Bize gelin, bize katılın. Muhammed'in yanında,
onun safında savaşmayın" diyenleri bilir" demektir. Bu hususta şu iki
izah yapılmıştır:
1) Böyle
diyenler, Ensâr'a "Savaşmayın, Muhammedi Kureyş'e teslim edin" diyen
münafıklardır.
2) Bunlar,
Medine'lilere, "Bize gelin, bize katılın" diyen yahudilerdir.
Ayetteki helümme, ya
"gelin", ya "hazır olun (bulunun)" manalarına gelip,
Micazlıların lehçesine göre, cemî olarak kullanılmaz, fakat başka lehçelerde
cemî şeklinde de kullanılır. Mesela erkekler için, kadınlar için de şekli
Kullanılır.
Ayetteki,
"Bunların ancak pek azı harbe gelirler" cümlesi, Dtrinci izahı, yani
böyle diyenlerin münafıklar olduğu şeklindeki izahı desteklemektedir. Bu da şu
iki manaya gelebilir:
a) Bu,
"Onlar sizden ayrılırlar, sizinle beraber savaşa çıkmazlar"
manasınadır. Bu durumda ayetteki, ifadesi, "Onlar size karşı son derece
cimridirler. Çünkü onlar Allah yolunda hiçbirşey infâk etmezler" demek
olur.
b) Bu,
"Onlar sizinle beraber savaşmazlar, sizinle birlikte bulunmaları gerektiği
zaman da, savaşa katılmamak için olmadık bahaneler ileri sürerler"
demektir. Buna göre, ifadesi, "Onlar, canlarını ve bedenlerini bu yola
koymada cimridirler" demek olur.
[29]
"Hele kendilerine
korku gelip çattı mı, onların, ölümden üstüne baygınlık
çökmüş kimse gibi, gözleri dönmüş olarak
sana baktıklarını görürsün. O
korku gidince ise, hayra karşı cimri adamlar tavn ile, sizi keskin
dilleriyle
incitirler. Onlar
gerçekte iman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah onların
amellerini hiçe İndirmiştir. Bu, Allah'a
pek kolaydır"
(Ahzab, 19).
Bu ayet de, onların
alabildiklerine Korktukları ve tir tir titrediklerini göstermektedir. Bil ki,
cimrilikle korkaklık birbirinin kardeşidir. Binâenaleyh Allah Teâlâ cimrilikten
bahsedince, bunun sebebi olan korkaklıktan da bahsetmiştir. Bunun delili şudur:
Korkak, malı hususunda çok cimri davranıp, onu Allah yolunda infâk etmez. Çünkü
bu, gâlibiyyete hiç ihtimal vermediği için, ganimeti ummazlar. Böylece de,
"Bu, karşılığı alınmayacak bir harcamadır" diyerek, eli bir türlü
İnfâka varmaz. Fakat cesur kimse, hem zaferin, hem zafer neticesinde ganimet
elde etmenin kesin olduğuna inanır. Böylece de kat kat fazlasıyla alacağını
umduğu için, cihâd uğrunda malını vermesi ona çok kolay gelir. Kişinin canı ve
bedeni ile ilgili düşüncesi de böyledir. Korkak, eşinden, emsalinden, denginden
de korkar. Hep ordularının bozulup dağılacağını düşünür. Böylece de korkuya
kapılıp savaştan uzak durur. Ama cesur kimse, galip geleceğine ve ilahî
yardımın (zaferin) kendisiyle beraber olduğuna inanır ve savaşa katılır.
[30]
Ayetteki, "O
korku gidince ise sizi incitirler" ifadesi, "Korku zail olunca, size
dilleriyle baskın çıkarlar, "Savaşanlar bizdik. Bizim sayemizde zafer elde
ettiniz, düşmanı kırıp geçirdiniz" diyerek size eziyet ederler. Böylece de
onlar sizden ganimetin büyük payını kendilerine vermenizi isterler. Halbuki
daha önce onlar, ganimet elde etmemeyi göze alarak, dönüp kaçmaya razı idiler.
Buradaki, "Hayra
karşı cimri" tabirindeki "hayır"ın mal manasına geldiği ileri
sürülmüştür. Fakat bu ifadenin, "Onlar her İki halde de hayırları az, her
iki vakitte de serleri çok olan kimselerdir. Hem birincisi, hem ikincisi
hususunda cimri davranırlar" manasında olması da mümkündür.
[31]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Onlar gerçekte iman etmemişlerdir. Bundan dolayı Allah onların amellerini
hiçe indirmiştir. Bu, Allah'a pek kolaydır" yani, "Onlar her nekadar
dilleriyle (zahiren) iman eniklerini söyleseler de, gerçekte iman
etmemişlerdir. Binâenaleyh Allah, onların müslümanlarla birlikte yapmış
oldukları amellerini de boşa çıkarır" buyurmuştur. Ayetteki, "Bu, o
Allah'a pek kolaydır" ifadesi, (bunları) görüp anlayabilenlerin
nazarındaki duruma bir işarettir. Nitekim Cenâb-ı Hak, liBu, O (Allah'a)
kolaydır" (Rum, 27) buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü "ihbât" (amelleri
boşa çıkarma), yok etme, heder etme, boşa çıkarmadır. Maddeleri yok etme ise,
bakıp düşünen düşündüğünde, "Maddenin yok edilmesi parçalarının
darmadağınık edilmesiyle olur" der. Çünkü birisi birşeyi yaksa, o şeyden
külü kalır. O külü rüzgâr dağıtıp
götürse bile, yine onun orada zerreleri kalır. Bu, bazı insanların görüşüdür.
Halbuki gerçek olan, Allah'ın cisimleri tamamen yok edip, onlardan istediğini
yeniden yarattığını kabul etmektir. Amellere gelince, bunlar gözle görülen
şeyler değildir. Eğer bunlardan birşey kalmışsa, onun hükmü ve eserleri itibarı
ile kalmıştır. Binâenaleyh bunların bir faydası ve değeri olmadığına göre,
bunlar hem gerçekte, hem hükmen yok demektir. Amellere itibar edilmediğinde,
cismin hilâfına, o gerçekte yok demektir.
[32]
"Bunlar, "(düşman)
kıtaları (Mekke'den) gitmediler" sanıyorlardı. Eğer o
kıt'alar bir daha gelirse, çöllerde
bedeviler içinde bulunup, size âit haberleri
sormayı temenni ederler. Eğer içinizde bulunurlarsa,
çok değil, ancak pek az
dövüşürler.
Andolsun ki Resûlullah'da sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü
umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için,
güzel bir örnek vardır"
(Ahzâb, 20-21).
Yani "Son derece
korkak olduklarından, düşman kuvvetleri çekip gittiklerinde bile onların
gittiğine inanmaz, korkuları devam eder; geldiklerinde ise bedeviler gibi çölde
bulunup da savaşanlar arasında yer almamayı öyle temenni ederler ki... Aranızda
bulunsalar, âdeta yok sayılırlar, zira savaşa girişmezler." manasındadır.
Nitekim Cenâb-ı Hak,."£ger içinizde bulunurlarsa, çok değil, ancak pek az
dövüşürler" buyurmuştur.
[33]
"Mü'minler,
(düşman) ordularım görünce, "İşte bu Allah'ın ve Resulünün vaadettiği
şeydir. Allah ve Peygamberi doğru söylemiş" dediler. Bu, onların
imanlarını ve teslimiyetlerini artırmaktan başka birşey yapmadı"
(Ahzab, 22).
Allah Teâlâ,
münafıkların durumunu anlatınca, mü'minlerin haline de değinmiştir. Bu da
onların, "İşte bu, Allah'ın bizi imtihan edeceği hususundaki bize olan
vaadidir" demeleridir. Daha sonra onlar, o münafıkların, "Allah ve
Resulü bize bir aldatıştan başka bir şey vaadetmemişür" (AhzAb, 12)
şeklindeki sözlerine mukabil, "Allah ve Peygamberi doğru söylemiş"
demişlerdir. Mü'minlerin bu sözleri, o anda meydana gelen hâdise (ve
hâdiselere) bir işaret değildir. Çünkü onlar, o şeyler meydana gelmezden önce
de Allah'ın doğru söylemiş olduğunu biliyor, buna inanıyorlardı. Binâenaleyh bu
söz bir müjdeye işaret olup, bu da onların, "İşte bu Allah'ın ve Resulünün
bize vaadettiği şeyler. Bu vaad aynen vuku buldu. Allah her vaadinde doğrudur.
O halde, Mekke'nin, Rum'un (Anadolu'nun) ve Fars'ın (İran'ın) fethine dair
bütün vaadler de tahakkuk edecektir" şeklindeki sözleridir. Bu, bu işin
meydana geleceğine olan imanlarını artırdı, meydana gelince de teslimiyetlerini
fazlalaştırdı.
[34]
"Mü'minler için,
Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice adamlar var.
İşte onlardan kimi, adadığını ödedi. Kimi
de bunu bekliyor. Onlar hiçbir
suretle, ahidlerini değiştirmediler. Çünkü Allah sâdık olanlan,
sadâkatian
sebebiyle
mükâfaatiandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak, yahut
onlara tevbe nasib edecektir. Şüphe yok
ki Allah gafur ve rahîmdir. Allah okâfirleri hiç bir hayra erememiş vaziyette,
öfkeleriyle geri çevirdi. Allah
mü'minlerin
savaşmalarına ihtiyaç bırakmadı. Allah kavîdir, azizdir"[35]
(AhzAb, 23-25).
Bu ayetler, onların
Allah'a, ölmeleri durumu müstesna, peygamberini terketmeyecekleri hususunda
verdikleri sözlerini bihakkın yerine getireceklerine bir işarettir. cümlesi,
"Onlardan birkısmı savaştı ve şehid edildi. Böylece de adağınt yerine
getirdi" demektir. Çünkü "nahb", adak manasınadır. Onlardan
birkısmı da hâlâ savaşta, ahidlerini yerine getirmek için, şahadet şerbetini
meyi gözetiyorlar. Onlar da ahidlerini bozmadılar. Münafıklar ise böyle değildir.
Çünkü münafıklar da, "Biz sırtımızı dönüp, savaştan kaçmayacağız"
diye söz /ermişlerdi. Ama sözlerini değiştirip, gerisin geri döndüler.
Cenâb-ı Hak,
"Çünkü Allah sâdık olanları, sadâkatleri sebebiyle
mükâfaatlandıracaktir" buyurmuştur. Bu, "Onlar vaadlerinde sâdık
oklukları gibi, Allah onları, onlara dünya ve ahiret hususunda vaadettiği
şeyleri birer birer gerçekleştirmek suretiyle mükâfaatlandırmıştır"
demektir, ifadesi, Yalan söyleyen ve vaadlerinde durmayan münafıkları Allah
azablandırır" demektir. "Eğer dilerse", yani "azabetmeyi
dilerse, onların imân etmelerine Tânî olur""Yahut onlara tevbe nasib
eder", yani "İsterse de böyle yapar." Cenâb-ı Hak bunu bu
şekilde beyan etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber s.a.spn henüz onların iman
edeceklerine olan ümidi devam ediyordu. Bundan sonra solardan birtakım kimseler
iman etmiştir.
Allah Teâlâ,
"Allah, onların günahlarını örtüp bağışladığı jpn gafur, onlara merhamet
edip, iman nasib ettiği için de rahîmdır" buyurmuştur. Binâenaleyh
ayetteki bu ifade, daha sonra iman eden kimseler hakkında olmuş olur. Yahut
şöyle de denebilir: Allah Teâlâ, gafur ve rahim olmasına rağmen, günahları ;ok,
suçları büyük olduğu için münafıklara azabetmiştir. Eğer suçlan daha az
olsaydı, şüphesiz onları da bağışlardı.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, mü'minlerin sadâkatlanna karşılık, onlara mükâfaat Diarak vereceği
şeylerin birkısmını açıklayarak, Allah o kafirleri öfkeleriyle geri
çevirdi" buyurmuştur. Bu, "Onların Öfkeleri teskin olmadan ve hiçbir
muradlarına nail olamamış vaziyette, Allah onları geri çevirdi" demektir.
"Allah mü'minlerin savaşmasına ihtiyaç bırakmadı" manasınadır
"Allah kavidir", yani mü'minlerin savaşmasına muhtaç değildir;
"azizdir", yani kâfirlerin kökünü kazımaya ve onları zelil etmeye
kadirdir.
[36]
"Allah Ehİ-i
Kitap olup o (münafıklara) destek olanları da, yüreklerine korku
düşürerek, kalelerinden indirdi. Siz
onların birkısmmı öldürüyordunuz,
bir kısmmı da esir ediyordunuz"
(Ahzâb, 26).
Ayetteki, "Ehl-i
Kitap'tan onlara yardım edenler" demek olup, bunlar yahudî Kureyza
kabllesidlr. Allah onları "sayâsîlerinden" yani kalelerinden indirdi,
kalplerine korku saldı. Böylece de onlar, kendileri öldürülmeye,
çoluk-çocukları da esir edilmeye mahkûm oldular. Siz (hani) onlardan birkısmmı,
yani erkeklerini öldürüyor, birkısmını da, yani çocuklarını ve kadınlarını esir
alıyordunuz.
Eğer, "Cenâb-ı
Hak, dediği için, mef'ûlü önce almasında, dediği için de mef'ûlü sonraya
bırakmasında bir hikmet var mıdır?" denilirse, derim ki: Daha önce de izah
ettiğimiz gibi, Kur'ân'da olan herşeyin, her özelliğin mutlaka bir fayda ve
hikmeti vardır. Bunlardan bir kısmı açıktır, biz onları görebiliriz. Bir kısmı
ise açık değildir. Allah Teâlâ en iyisini bilir ya, şu anda içime doğan şudur:
Konuşan kişi, önce en mühim şeyi söyler, sonra daha az mühim olanı söyler. Yine
konuşan, işe en tanınmışı zikrederek başlar, sonra derece derece daha az
tanınan ve bilineni zikreder. Yine konuşan, Önce en yakın olandan başlar ve
sonra derece derece uzakta olanlara doğru giderek, onları zikreder. Ayette
bahsedilen bu kimseler meşhur idiler. Dolayısıyla meydanda, herkesin bildiği
kimselerdiler. Böylece öldürme işi bunların başına geldi. Esir olanlar ise,
bunların kadınları ve çocukları olup, pek meşhur değildiler. Halbuki esir
alınma, öldürülmeden daha açık bir iştir. Çünkü esir alınan, hayatta kalır.
Böylece de herkesçe, onun esir olduğu görülür, bilinir. İşte bu sebeple Cenâb-ı
Hak, ayetteki iki yerden meşhur olanını kendisiyle kâim olan fiile; iki fiilden
meşhur olanını da daha kapalı olana takdim etmiştir.
İstersek, bu meseleyi
nahiv kaidelerine uygun bir ifade ile şöyle de açıklayabiliriz: Ayetteki,
ifadesi, fiil ve mefûlden ibarettir. Fiil cümlesinde asıl olan ise, fiilin
mef'Ûl ve failinden önce getirilmesidir. Bu ifadenin bir fiil cümlesi olması
hususunu şöyle ispat ederiz: Eğer bu bir isim cümlesi olsaydı, baştaki
"Ferik" kelimesinin merfû olması ve denilmesi gerekirdi. Bu kelime
mansub olduğuna göre, bu mansub oluş, takdirinde, zahirdeki fiilin tefsir
ettiği mukadder bir fiilden ötürüdür. Sözün bu şekilde söylenmesine sevkeden
sebeb ise, mef'ûlün beyân edilmesine aşırı itinâ gösterilmesidir. İşte ayetteki
durum da budur. Çünkü Cenâb-ı Hak, onlara yardım edenlerin durumundan bahsedip,
onların kalelerine korku saldığını bildirirken, eğer Cenâb-ı Hak demiş olsaydı,
bunu duyan kimse, bunun mef'ûlünü duyuncaya kadar, ya aradan zaman geçerdi,
yahut da onu söylemeye bir manî çtkar, böylece o da onu söyleyemezdi, böylece
de onların öldürülmüş oldukları bilinemezdi. Fakat daha önce onların kalblerine
korkunun salındığını da duydukları için, Allah, söze "ferîkan" diye
başlayınca, bunlar sözün tamamını duymak için kulak kesileceklerdir. Eğer
birincisi fiil ve mef'ûl olursa, mef'ûl astında olduğu gibi, ikinci cümlenin o
cümleye atfedilmesi faydasından ötürü, öne
alınır. Binâenaleyh fiilin öne alınmayışı, onu öne
almayı gerektiren bir hususun olmayışından ötürüdür. Onların hali bilindiğinde,
ondan sonra gelen şeyler de, onlara
havale edilmiş olur.Dolayısıyla eğer Cenab-ı Hak,
bundan sonra da, aynı şekilde demiş olsaydı, bu “ferikan”ı duynlar, ya çoğu kez
onların içinde salıverilenler olduğunu, yahut da onların yakalanamadıklarını
sanırlardı.Binaenaleyh bu ikinci
ifadede, fiilin önce zikredilmesi evla olmuştur.Durum hem hem de cümleleri için
aynıdır.Çünkü korkunun kalblere salınması, kalelerden indirmeden öncedir.Çünkü
korku, o indirmenin (inişin)
sebebidir.Fakat onların kalelerinen indirilmelerinden duyulucak sevinç daha çok
olduğu için, Hak Teala bu işi, onların kalblerine korku salmadan önce
zikretmiştir.Allah en iyi bilendir.
[37]
"(Allah) onların
yerlerine, yurtlarına, mallanna ve henüz ayak basmamış olduğunuz diğer
arazilere sizi mirasçı yaptı, Allah herşeye hakkıyla kadirdir"
(Ahzab, 27).
Burada olan hâdiseye
göre bir sıra takibedilmiştir. Çünkü mü'minler onların topraklarından
(kalelerinden) indirilmeleri ve kendilerinin oralara hakim olmaları sebebiyle,
önce onların arazilerine, sonra onlar içinde iken oralara girmeleri ve
valelerini almaları sebebiyle yurtlarına, daha sonra da evlerindeki mallarına
sahip olmuşlardır.
Ayetteki, "Henüz
ayak basmamış olduğunuz diğer araziler" ifadesi ile, kalelerin
kastedildiği söylendiği gibi, Rumların ve Farsların arazilerinin kastedilmiş
olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, mü'minlerce Kıyamete kadar alınacak
toprakların tamamı "anasına geldiği de söylenmiştir.
"Allah herşeye
hakkıyla kadirdir" ifadesi de, "Henüz ayak basmamış olduğunuz ciğer
araziler" ifadesinden kastedilen şeyin, Kurayza kabilesinin arazilerinden
sonra fethedilecek yerlerin olduğunu söyleyenlerin görüşünü destekler. Bunun
izahı »öyledir: Allah Teâlâ onları bu beldelere sahip kılıp, onlara daha nice
beldeler «aadedince, Allah'a güvenleri güçlü olmayanların bunu akıldan uzak
görmeleri zannını oefetmek için, "Sizi buralara mâlik kılan Allah değil
midir? O halde Allah, bunun damdaki yerlere de malik kılabilecek ve herşeye
kadir olan bir zattır" demiştir.
[38]
"Ey peygamber,
hanımlarına de ki: "Eğer dünya hayatını ve onun zinetini,
İhtişamını arzu ediyorsanız, gelin size
boşama bedellerini verip, hepinizi
güzellikle salayım. Yok eğer Allah'ı, peygamberini ve
âhiret yurdunu
diliyorsanız,
şüphe yok ki Allah, sizden iyi hareket eden kadınlar için büyük
bir mükâfaat hazırlamıştır"
(Ahzâb, 28-29).
Bu ayetin, daha
öncekilerle münasebeti şöyledir: Güzel ahlâk, iki şeye, yani Allah'ın
emirlerine saygı duymaya ve Allah'ın yarattıklarına şefkatli olmaya
hasredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) buna, "Namaza (devam) ve elinizin
altında olanlara (yani kölelere şefkat)..." hadisiyle işaret etmiştir.
Allah Teâlâ,
peygamberini, daha önce, "Ey Peygamber Allah'dan ittikâ et" (Ahzâb,
i) emriyle, Allah'a saygı tarafıyla ilgili olan kısma sevkedince, şefkat
tarafıyla ilgili olan şeylerden de bahsedip, buna önce hanımlarından başlamıştır.
Çünkü onlar, insanların şefkat edilmeye en layık ve muhtaç olanlarıdır. İşte
bundan Ötürü Cenâb-ı Hak, nafaka konusunda da hanımları önce zikretmiştir. Bu
ayette birtakım fıkhi meseleler var:
[39]
1) Muhayyer
(bu iki şeyden birini seçmede serbest) bırakma işi, peygambere vâcib midir,
değil midir? Diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onlara sözlü olarak muhayyer
olduklarını söylemesi, şüphesiz vâcib (farz)dır. Çünkü bu, risâleti (verilen
ilahî emri) tebliğdir. Çünkü Allah Teâiâ Peygamber (s.a.s)'e, "Onlara ...
de" diye emredince, bu artık peygamberliğin gereği olmuş oiur. Fakat mana
(hüküm) olarak muhayyer bırakma işi, emrin vücûb ifade edip etmemesine
bağlıdır. Zahir olan, emrin vücûb (farziyyet) ifade edişidir.
2) Onlardan
birisi eğer, peygamberden boşanmayı tercih ederse, onun bu tercihi, dinen bir
boşanma (ayrılık) sayılır mı? Zahir olan, bunun bir ayrılık sayılmamasıdır. O
kadın, kendisini (boşanmasını) tercih etmesi ile, hemen bâin (boşanmış) olmaz.
Ancak bu boşama işi, Peygamber (s.a.s) tarafından yapılırsa olur. Çünkü Allah
Teâlâ, "Gelin size boşama bedellerinizi verip, hepinizi güzellikle
salayım" buyurmuştur.
3) Onlardan
birisi, eğer kendisini tercih etseydi, ki biz bunun ancak Peygamber i i s
tarafından, bâin talakla boşanması hâlinde, bâin talakla boşanmış olacağını
söylemiştik. Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
onun için talâk vermesi vâcib olur muydu? Sürünen odur ki, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in makamına nisbetle, bu vâcibtir. Çünkü paşgamberin vaadinden dönmesi
caiz değildir. Fakat bizden birisi böyle değildir, böylesi durumda, dediğini tutmak, o kişiden şer'an
matlup değildir.
4) Bâin
talaktan sonra kendisini tercih etmiş peygamber hanımı, başkasına haram sur
rnuydu, olmaz mıydı? Zahir olan, onun haram olmayacağıdır. Aksi halde, onun
haneksin i (boşanmayı) tercih etmesi halinde, dünya zinetlerinden istifade
etmesi mümkün olmazdı.
5) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in Allah'ı ve Resûlullah'ı tercih eden kadınını boşaması
naram o\ut muyüu, o\maz mvycltt Hı. Peygamber (s.a.syin makamı itibarıyla,
zahir olan, haram olduğudur. Bu, "Hz. Peygamber bu işe teşebbüs edemezdi,
etmesi nalinde Allah tarafından cezalandırılır veya itab edilirdi"
manasına gelir.
[40]
Ayette birtakım lafzı
incelikler vardır:
1) Dünyanın
tercih edilmesinin öncelikle söylenmesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kadınlarına
çok fazla düşkün olmadığına bir işarettir. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü o.
Rabbine ibadette meşguldür.
2) Ayetteki,
"Hepinizi güzellikle salayım" ifadesi de, biraz önce bahsettiğimiz
nususa işarettir. Çünkü güzellikle salma işi, örfen çok fazla duyulacak bir
acıyla birlikte olamaz. Böylece Hz. Peygamber (s.a.s)'in güzel salıvermenin
kendi tarafından olmasının delaletiyle, hanımlarının
ondan ayrılmayı tercih
etmelerinden etkilenmeyeceği anlaşılır.
3) Ayetteki,
"Yok eğer Allah) ... diliyorsanız" ifadesinde, onların, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i tercih etmelerinde, hem Allah'ı, hem Resulünü, hem de ahireti
tercihin yattığını bildirme vardır. Zaten din de bu demektir.
Cenâb-ı Hak,
"(Allah), sizden iyi hareket eden kadınlar için yani sizden sâlih amelde
bulunanlar, büyük bir mükâfaat hazırlamıştır" buyurmuştur. "Yok eğer
Allah'ı, peygamberi ve âhiret yurdunu diliyorsanız..," ifadesinde, iman
manası; "Muhsinler (iyi hareket edenler) için" ifadesinde de, önceki
ifâdenin o -nanada olabilmesi için, ihsan manası vardır. Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifadeleri tıpkı, "Kim, muhsin olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim
ederse..."(Lokman, 22); "Kim imân eder ve salih amel işlerse..."
(Furkan, 70) ve "îman edip, salih ameller işleyenler..." (Asr, 3)
ayetleri gibidir.
Ayetteki, "büyük
mükâfaat", her zaman zâtı açısından büyük, sıfatları (özelikleri)
bakımından güzel olan demektir. Çünkü maddeler hakkında kullanılan azim (büyük)
kelimesi, ancak uzunluk, en ve derinlik bakımından büyük olan şeyler için
kullanılır. Eğer birşeyin sadece uzunluğu fazla olsa, ona "uzun";
sadece eni fazla olsa ona
"enli"
kelimeleri kullanılır. Derinlik de böyledir. Binâenaleyh bir şeyde ancak her üç
özellik birlikte bulunursa, ancak onun hakkında "azîm" kelimesi
kullanılır. Meselâ yüksek ve her tarafa doğru uzanmış-yayılmış dağ için,
"azîm bir dağ" ifadesi kullanılır. Ama her tarafa uzamamış (sıradağ
olmayan), sadece sivri (yüksek) olursa, buna "yüksek dağ" denilir.
Bunun böyle olduğunu anladığına göre, şimdi diyebiliriz ki: Aslında dünyanın
ücreti zâtı itibarıyla az, özellikleri bakımından da birtakım çirkinlikler
(zararlar) taşımaktadır. Zira onlardan yenilecek olanlarında, zarar ve ağırlık
da vardır. İçilecek olanlar ve diğer lezzetleri de böyledir. Hem sonra bunlar
sonludur. Ahiret mükâfaatlan ise hem çoktur, hem de çirkin (ve zararlı) olma
Özelliklerinden uzaktır. Ayrıca süreklidir. O halde onlar azîmdir.
[41]
"Ey peygamber
hanımları "Sizden kim açık bir terbiyesizlik yaparsa, onun azabı iki kat
artırılır. Bu, Allah'a pek kolaydır"
{Ahzâb, 30).
Hz. Peygamber (s.a.s)
hanımlarını bu hususta serbest bırakıp, onlar da Allah'ı ve Resûluilah'ı tercih
edince, Cenâb-ı Hakk, hanımının yapabileceği en ağır şey olan zina olup
Resûluilah'ı en çok üzen ve kendileri için en çirkin fiil olan bu günahtan
kendilerini korumaları konusunda uyarıp, eğer böyle yaparlarsa, onlara iki
misli azab verileceği ile kendilerini tehdit etti. Burada şöyle iki hikmet
vardır:
1) Başkalarının hanımları, zinanın zarar ve
kötülüğünden dolayı, zina ettikleri zaman cezalandırılırlar. Peygamber
(s.a.s)'in hanımları, faraza böyle bir şey yaparlarsa, hem bundan dolayı, hem
peygamberin kalbini kırmaları, hem de onun makamına önem vermemeleri sebebiyle
cezalandırılırlar. Peygamberin kızları da böyledir. Bir de bir kadın, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in nikâhı altında olup, zina ederse, Peygamber (s.a.s)'den
başkasını tercih etmiş olur ve o başkası, bu kadına göre, peygamberden daha iyi
ve daha hayırlı olmluş olur. Halbuki peygamber ona göre, başkasından da evla
olan kendi nefsinden bile ona daha yakındır. Böylece o kadın, peygamberin
makamını iki kat aşağı indirmiş olur. Dolayısıyla da iki misli azabla
cezalandırılır.
2) Bu, onların
şerefli oluşlarına bir işarettir. Çünkü hür bir kadının cezası, şerefini
göstermek İçin, cariyenin cezasının
iki mislidir. Peygamber (s.a.s)'in, diğer
mü'minlere şeref bakımından nisbeti de, efendinin
Kölesine nisbeti gibidir. Çünkü Peygamber (s.a.s), mü'minlere kendilerinden
daha kıymetli ve evlâdır. Mü'minlerin anneleri durumunda olan hanımları ve
akrabaları da böyledir. Bir şahsın annesi de, o şahsa hakim olan ve o şahsın
itaat etmesi gereken bir kadındır. Hanımı ise, o şahsın hükmü ve emri altındadır
ve o şahsa itaat etmek mecburiyetindedir. Böylece başkasının hanımları,
Peygamber (s.a.s)'in hanımlarına nisbetle, cariyenin hür kadına n sbeti gibi
olur.
Bil ki "Sizden
kim bunu yaparsa ..." sözü, "Eğer şirk koşarsan, amellerin boşa
^der"(Zümer.65) ifadesi gibidir. Çünkü bu, ilk nazarda olması mümkün olan
bir şeydir. -albuki mümkün olan iş, bazan kesinlikle meydana gelmez, bazan da
kesin olarak -eydana gelir, "ölen kurtulur."[42]
Bazan ise, dinleyen, bu iki ifade hususunda tereddüt eder. Binâenaleyh ayetteki,
"Sizden kim açık bir terbiyesizlik yaparsa.." ^adesi, bize göre,
birinci kısma giren (yani kesinlikle meydana gelmeyecek olan • sma) girer.
Çünkü Allah Teâlâ, peygamberinin hanımlarını böylesi şeylerden korumuştur.
Ayetteki, "Bu, Allah'a pek kolaydır" ifadesi,
"Sizin peygamber hanımları olmanız ve kıymetli, soylu olmanız, ilâhî azabı
sizden savuşturmaz. Allah'ın işi, insanların işi gibi değildir ki, dostlarının,
yardımcılarının, şefaatçilerinin ve kardeşlerinin çokluğu ile, kuvvetli ve
soylu olan kimseleri azablandıramasın" demektir.
[43]
''Sizden kim de
Allah'a ve Resulüne itaat eder, sâlih amel işlerse, ona da mükâfaatını iki kere
veririz. Hem de onun için, çok şerefli bir rızık hazırladık"
(Ahzâb. 31).
Bu ifade, onların cezalarının
kat kat olması gibi, mükâfaatlarının da kat kat olacağını açıklamaktadır. O
halde ayetteki, "Ona da mükâfaatım iki kere veririz" cümlesi, şöyle
bir inceliğin yanısıra, "Onun azabı iki kat artırılır" cümlesinin
mukabilidir: Allah Teâlâ, mükâfaat vermeden bahsederken, o ödülü verecek olanı
da zikretmiştir ki o, kendisidir. Azabtan bahsederken ise, azab edecek olanı
açıkça ifade etmemiş ve
tıpkı, canlı bir cömert zatın, faydalı olduğu zaman, kendini ve işini açıkça
ifade edip, zarar verdiğinde ise, kendisinden hiç bahsetmeyişi gibi, rahmet ve
kereminin mükemmel oluşuna bir işaret olsun diye, "İki kat artırılır"
buyurmuştur.
Allah Teâlâ, "Hem
de onun için, çok şerefli bir nzık hazırladık" buyurarak, şöyle bir ince
manaya işaret olsun diye, aslında "kerîm" (şerefli) ifadesi, ancak o
rızkı verenin sıfatı olduğu halde, ahiret rızkını "kerim" (şerefli)
diye vasfetmiştir: Dünyadaki rızıklar, insanların çalışıp çabalamalarına göre
verilir. Mesela tacir, pazarlardan ve alış-veriş yapanlardan rızkını elde
etmeye çalışır. İşçiler iş verenlerden, sanatkârlar sipariş edenlerden
rızıklarını elde etmeye çalışırlar. Padişahlar idare ettiklerinden idare
edilenler de onlardan birşeyler elde etmeye çalışırlar. Binâenaleyh dünyada
nzık kendiliğinden gelmez. Bu, başkasının elindedir. İsterse o rızkı tutar,
isterse salar. Ahirette ise, görünürde o rızkın ne bir tutanı, ne salanı
olmayıp, kendiliğinden gelir. İşte bundan ötürü, dünyada ancak, gerçek rezzâk
olan Allah Teâlâ, "kerim" diye nitelenmiştir. Ahirette ise, rızkın
kendisi böyle nitelenmiştir.[44]
"Ey peygamber
kadınları, siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz. Eğer
Allah'dan korkuyorsanız, size yabana
(mahrem) erkeklere, yumuşak (cilveli)
konuşmayın ki sonra kalbinde bîr maraz bulunanlar, bir
arzuya düşerler.
Sözü,
maruf veçhile (ağırbaşlı) olarak söyleyin"
(Ahzâb, 32).
Allah Teâlâ, peygamber
hanımlarının cezasının, başka mü'min hanımların cezasının iki katı,
mükâfaatlarının da, diğer kadınların ücretlerinin iki katı olacağını beyan
buyurunca, onlar tıpkı cariyeye nisbetle hür kadınlar gibi olmuş olurlar. İşte
bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz"
buyurmuştur. Bu tıpkı birisinin, "Falanca, herhangi bir kimse gibi
değildir" şeklindeki sözü manasında olup, "Onda sadece insan oluş
özelliği yok. Ayrıca onda âlim, ilmiyle âmil, soylu ve şerefli olması gibi özel
vasıflar vardır. Çünkü daha özel vasıf varken, o kişi daha genel ifadeyle
tanıtılamaz. Çünkü birisini tanıyıp, onun insan oluşu dışında başka bir
özelliğini bilmeyen kimse, "Ben bir adam gördüm" der. Eğer onu
tanırsa, "Ben Zeyd'i", veya "Amr"ı gördüm" der. İşte
Hak Teâlâ'nın, "Siz diğer kadınlardan biri gibi değilsiniz" ifadesi
de aynen böyle olup, "Sizlerde, diğer kadınlarda
bulunmayan özellikler var. Meselâ siz,
bütün mü'minlerin annelerisiniz ve seyyam beri erin en hayırlısının
hanımlarısınız" demektir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Ben sizden
biriniz gibi değilim" buyurarak ifade ettiği gibi, Hz. Peygamber sas)'in
herhangi bir mü'min gibi olmayışı şeklinde, tıpkı onunla şeref bulan =-
-abaları da, başkaları gibi değildir. 6u çiftler arasında, bir tür denklik
(kefâet) söz «c-usudur.
Daha sonra Cenab-ı Hak
"Eğer Allah'dan korkuyorsanız, me yabana erkeklere, yumuşak
konuşmayın" buyurmuştur. Bu ifade şu iki manaya
a) Bu,
kendinden öncekilerle ilgili bir ifade olup, "Eğer ittikâ ederseniz,
sizler herhangi Kimse gibi olmazsınız.
Çünkü Allah katında, en iyi ve en şerefti olan, en müttakî
sandır" demektir.
b) Bu ifade sonraki kısımla ilgili olup,
"Eğer ittikâ ediyorsanız, siz yabancı îklere yumuşak konuşmayın. Çünkü
Allah, çirkin bir iş olan zinadan menedince,
götüren öncü şeylerden de menetmektedir. Bu
da, kadınların erkeklerle îması ve konuşma şeklinde fâsık erkeğe uymaktır"
demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Sonra kalbinde bir maraz, i fısk (namussuzluk, kötü niyet)
bulunanlar, bir arzuya düşerler" sözü maruf şekilde söyleyin. Yani,
"Allah'ı zikir veya lüzumu kadar konuşma kabilinden söz îyin"
demektir.
Yüce Allah,
"Yumuşak (işveli-cilveli) konuşmayın" buyurunca, bundan sonra, maruf veçhile söyleyin" buyurmuştur ki
bu, bunun bir kısım eziyet ve münker olmayıp, makul söz söyleme emridir. Çünkü
İhtiyaç halinde söylenmesi matlub da sadece budur.
[45]
Vakar ile evlerinizde
oturun. Evvelki câhiliyyet yürüyüşü gibi yürümeyin.
Samazı dosdoğru kılın. Zekâtı verin.
Allah ve Resulüne itaat edin. Ey Ehi-i
Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi
tertemiz yapmak diler"
(Ahzâb, 33).
Ayetteki kelimesi,
"karâr" masdarmdan olup, muzaaf harflerinden biri düşürülmüştür.
Nitekim Cenâb-ı Hak (vakıa, 65) buyurmuştur. Bu kelimenin "vakar"
masdarmdan olduğu da ileri sürülmüştür. (Buna göre şeklinde okunur.) Nitekim
Arapça'da, denilir.
Allah Teâlâ
"Evvelki câhiliyyet yürüyüşü gibi yürümeyin" buyurmuştur. Bunun, "Kınla
döküle, kırıtarak yürümeyin" manasına olduğu söylenmiştir. Yine bundan
muradın, "Süslerinizi ortaya koymayın, göstermeyin" manası olması da
muhtemeldir.
[46]
Ayetteki,
"Evvelki câhiliyye"n\n manası hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bununla,
Nûh (a.s) zamanında olanlar, sonraki cahiliyye ile de, ondan sonrakiler
kastedilmiştir.
b) Bu, bir diğerinin olmasını gerektiren bir
"ewel"lik değildir. Aksine bunun manası tıpkı bir kimsenin,
"Nerede o ilk (evvelki) zorba kisrâlar?" demesi gibi, "Evvelki
(eski) cahiliyye yürüyüşü gibi yürümeyin" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Namazı dosdoğru küm, zekâtı verin. Allah ve Resulüne itaat
edin" yani "Mükellefiyet sadece nehiylerde değildir ki "Yumuşak
konuşmayın", "Cahiliyye yürüyüşü gibi yürümeyin" ifadeleriyle
elde edilmiş olsun. Tam aksine mükellefiyet hem nehiy, hem emirler
hususundadır. O halde kendini büyük gören zorbalara benzememe demek olan
namazınızı kılın, kerîm ve rahîm olana benzemek demek olan zekâtınızı verin ve
Allah'a itaat edin" buyurmuştur. "Mükellefiyet sadece bu
bahsedilenlere mahsus değildir. Binâenaleyh Allah'ın emrettiği herşeyi hakkıyla
yerine getiriniz ve Allah'ın nehyettiği herşeyderv de son derece
kaçınınız."
[47]
Daha sonra Allah Teâlâ
"Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak
diler" yani "Size verilen mükellefiyetlerden istifâde edecek olan
Allah değildir. Allah yaptıklarınızdan faydalanmaz. Bunun faydası size aittir.
Allah'ın bu şeyleri size emretmesi, sizin menfaatiniz içindir"
buyurmuştur. Bu ifadede şöyle bir incelik vardır: Bazan kirin-pisliğin bizzat
kendisi ortadan kalkar, giderilir, ama o yeri tam temizlenmiş olmaz. O halde
"Allah sizden ancak kiri gidermek ... diler" ifadesi, "Günahlarınfzı
silip, giderir" manasına; "Sizi tertemiz yapmak diler" ifadesi
de, "Size keramet (şeref) elbiselerini giydirir" manasınadır.
[48]
Daha sonra Allah
Teâlâ, bu ifadenin muhtevasına, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ailesinin (Ehl-i
Beytinin) hem kadınları, hem de erkekleri girsin diye, kadınlara hitabı
bırakıp, "Sizden (anküm) diyerek, erkeklere hitab etmiştir. Ehl-i Beyt'in
kimler olduğu hususunda değişik
görüşler ileri sürülmüştür. Evlâ olan, bunların, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
çocukları ile hanımları olduğunun söylenmesidir. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz.
Ali de onlardandır. Çünkü Hz. Alt, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kızı ile evliliği
ve Hz. Peygamber (s.a.s)'den ayrılmayışı sebebi ile ehl-i beytten olmuştur.
[49]
"Allah'ın
evlerinizde okunup duran ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah
herşeyin içyüzünü bilendir ve herşeyden hakkıyla haberdardır"
(Ahzâb, 34).
Buradaki
"Allah'ın ... ayetleri" ile Kur'ân, "hikmet" ile de, Hz.
Peygamber ■s.a.s)'in sözleri (hadisleri) kastedilmiştir. Bu da, biraz Önce
bahsettiğimiz gibi, mükellefiyetlerin sadece namaz ve zekata münhasır
olmadığına bir işarettir. Allah Teâlâ, bu ayette de yine mükellefiyetlerden
bahsederek, "Okunup duran ayetleri hatırlayın" buyurmuştur ki bu,
"Bütün farzları ve vâcibleri öğrenip, hepsini hakkıyla yerine getirin;
bütün haramları öğrenip, onlardan da sakının" demektir.
Allah Teâlâ'nın,
"Şüphesiz ki Allah latiftir; habirdir" ifadesi de, Cenâb-ı Hakk'ın
içleri (bâtınları) bilen bir habîr ve bir latîf olduğuna işarettir. Binâenaleyh
O'nun ilmi herşeye ulaşır. Dar deliklerden giren ve tıkanmış yollardan
çıkabilen manasına olan "latîf", bu manaya gelir.
[50]
"Şüphesiz ki
müslüman erkeklerle, müslüman kadınlar, mü'min erkeklerle,
mü'min kadınlar, İtaatkâr erkeklerle itaatkâr
kadınlar, doğru erkeklerle doğru
kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar,
mütevazı erkeklerle mütevâzî
olan kadınlar, sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar, oruç
tutan erkeklerle, oruç
tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle kadınlar,
Allah'ı çok zikreden erkeklerle kadınlar
(yok mu), işte bunlar için Allah bir
mağfiret ve büyük bir mükâfaat hazırlamıştır"
(Ahzab, 35).
Allah Teâlâ onlara
emirler verip, yasaklar koyup, onlar için gerekli şeyleri beyan edince, o
kadınlar için şu on mertebeyi zikretmiştir: Birincisi, müslüman olmak ve
Allah'ın emrine boyun eğmek; İkincisi, sayesinde Allah'ın emirlerinin geldiği
(öğrenildiği) şeye, yani Kur'ân'a imandır. Çünkü mükellef önce, "O'nun
dediği herşeyi kabul ediyorum" der. İşte bu İslâm'dır. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak birşey söyleyip, mükellef de onu kabul ettiğinde, Allah'ın o sözünü tasdik
etmiş ve inancının doğruluğunu ortaya koymuştur. Bu da imandır. Sonra onun bu
inancı, kendisini güzel işler yapmaya ve amel-i sâlihe sevkeder. Böylece de o
itaatkar olur ve ibadet eder. İşte bu, Ayetteki "itaatkâr erkeklerle
itaatkâr kadınlar" (kânitîn-kânitât) ifadesi ile belirtilen üçüncü
mertebedir. Daha sonra mükellef iman edip, şalin amelde bulunduğu zaman kendisi
kâmil (olgun) olmuş olur ve başkalarını kemâle erdirmeye çalışır, emri ma'rûfta
bulunup, kardeşlerine nasihat eder. Böylece de nasihati hususunda tasdik
edilmiş (doğrulanmış) olur ki ayetteki, "Doğru erkeklerle doğru
kadınlar" (sâdıkîn-aâdikat) tabiriyle kastedilen budur. Daha sonra bu kimse,
iyiliği emredip, kötülükten nehyederken karşısına birtakım sıkıntılar çıkar. O
da buna sabreder. İşte Cenâb-ı Hak bunu da, "Sabreden erkeklerle sabreden
kadınlar" tabiri ile belirtmiştir. Sonra bu mükellef kemâle erip,
başkalarını kemâle erdirdiğinde, kendini beğenmeye ve yaptığı ibadetlerden
dolayı "ucb"e başlar. Cenâb-ı Hak onu bu halinden, "Mütevâzî
erkeklerle, mütevazı olan kadınlar" (Haşiîn-Hâşiât) ifadesiyle men
etmiştir.
Yahut şöyle de
diyebiliriz: Cenâb-ı Hak, bu güzel ve iyi sıfatlardan bahsedince, bunlara manî
hallere de işaret etmiştir. Bu da ya gözle görülecek şeylerden olan makam ve
mal sevgisidir, yahut da gözle görülemeyen şeylerden olan şehvettir. Gazab da
bu iki hususa dahildir. Çünkü gazab (öfke), ya makam noksanlığı, yahut bir mal
elde edememe, yahut da arzu edilen birşeyden engellenme gibi sebeblerden dolayı
ortaya çıkar. O halde ayetteki, "Hâşiîn ve Haşlat" ifadesi,
"Makam ve mansıbların kendilerini ibadetten alıkoyamadığı mütevâzi
kimseler" manasınadır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Sadaka veren
erkeklerle, sadaka veren kadınlar" buyurmuştur. Bu da, "Çok
sevdikleri için mal biriktirme özelliğinde olmayıp, mallarını infâk
edenler" demektir. Allah Teâlâ daha sonra, bâtınî arzu ve isteklerin,
kendilerini Allah'a ibadetten alıkoyamadığı kimselere işaret olarak da,
"Oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar..." (Sâimîn-Sâlmât)
buyurmuştur. Hak Teâlâ, "Namuslarını koruyan erkeklerle kadınlar..."
buyurmuştur. Bu da, "Cinsî arzuların kendilerini Allah'a İbadetten
alıkoyamadığı kimseler" demektir. Daha sonra Hak Teâlâ, "Allah'ı çok
zikreden erkeklerle kadınlar" buyurmuştur. Yani, "Onlar bütün
hallerinde, her
halükârda,
her zaman Allah'ı anarlar (hatırlarlar). Müslümanlıkları, imanları, taatları,
sadâkatleri, sabırları, tevazûları, sadakaları ve oruçları, hâlis bir niyyetle,
Allah için olur.
Bil ki Allah Teâlâ,
bir çok ayette "zikir"den bahsettiği zaman, onunla birlikte
"çok"luk vasfını da getirmiştir. Mesela daha sonra gelecek olan,
"Ey iman edenler Allah'ı çokça zikredin"(Ahzto,«) ayetinde ve bundan önce
geçmiş olan, "Allah'ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çok zikredenler
için"{»0X0.2^ ayetinde böyledir. Çünkü bedenle yapılan fiilleri (amelleri)
çok yapmak, ya mümkün değildir, ya zordur. Meselâ İnsan yerken, içerken ve
yiyeceğini-içeceğini elde etmeye çalışırken, bütün bunlar onun devamlı namaz
kılmasına manîdirler. Fakat insanın yerken, içerken, yürürken, alırken,
satarken, Allah'ı zikretmesine bir mân? yoktur. İşte bu hususa Hak Teâlâ,
"Ayakta iken, otururken ve yanlan üstü (yatarken) Allah'ı zikredenler.."
(Aı-ı imran. 191) ifadesiyle işaret etmiştir. Bir de bütün amellerin sıhhati,
Allah'ı zikir (anma) İle olur. İşte bu da niyettir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "İşte bunlar için Allah (günahlarını silen) bir mağfiret ve büyük bir
mükâfaat hazırlamıştır" buyurmuştur. Bu büyük mükâfaattan daha Önce
bahsetmiştik.
[51]
"Allah ve
peygamberi bir işe hükmettiği zaman, gerek mü'min erkek, gerek
mü'min bir kadın için, ona aykırı olacak
işlerinde, onlar için muhayyerlik
(seçme hakkı) yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan
ederse, muhakkak ki o
apaçık
bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır"
(Ahzâb, 36).
Bu ayetin, Hz. Zeyneb
binti Cahş (r.anha) annemiz hakkında nazil olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) onu, daha önce Hz. Zeyd b. Harise (r.a) ile evlendirmek
istediğinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dışında, hem Hz. Zeyneb, hem de kardeşi
buna karşı çıkmıştı. İşte bunun üzerine bu ayet nazil olunca, her ikisi de bu
evliliğe razı olmuşlardı. Bunu şöyle izah ederiz: Allah Teâlâ, Peygamberine,
hanımlarına kendisinden ayrılıp ayrılmama hususunda muhayyer olduklarını
söylemesini emredince, bu emirden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in başkalarına zarar
vermeyi istemediği anlaşılmıştır. Binâenaleyh herhangi bir şeye meyli olana,
Hz. Peygamber (s.a.s) bu imkânı vermiş, başkasının arzu ve isteklerinden ötürü,
kendi nefsinin hakkından vazgeçmiştir.
Binâenaleyh bu ayette,
kimsenin, âmirinin kendi nefsi olmayıp, iradenin kendi elinde olduğu zannına
kapılmamasını söylemiştir. Nitekim zevceler hakkında durum böyledir. Hatta,
Allah ve ResÛlullah'ın hükmü olan meselede, mü'min kadın ve erkeğin başka bir
seçim hakkı olmadığını, uyulması gerekenin, Allah'ın emri, hak olanın Resulün
bildirdiği olduğunu, onlara muhalefet edenin saptığını bildirmiştir. Zira maksat,
Allah'dır. Resûlullah ise ona ulaştıran rehberdir. Maksadı terkeden, rehberi
dinlemeyen, kesinlikle sapıktır.
[52]
"(Habibim)
hatırla o zamanı ki, Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de kendisine
iütufta bulunduğun o kimseye, ''Eşini uhdende (nikahında) tut. Allah'dan
kork" diyordun ve Allah'ın açığa çıkaracak olduğu şeyi içinde
gizliyor, insanların (dedikodusundan)
korkuyordun. Halbuki Allah
kendisinden korkmana daha çok lâyıktır. Şimdi madem ki Zeyd o kadından
ilişiğini kesti. Biz onu sana zevce
yaptık. Tâ ki evlatlıklarının kendilerinden
ilişiklerini kestikleri zevcelerini de almakta
mü'minlere bir sıkıntı olmasın.
Allah'ın emri yerine getirilir"
(Ahzab, 37).
Allah'ın kendisine
İslâm nimetini verdiği ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in, azâd ederek hürriyetine
kavuşturmak suretiyle lütfettiği kimse, Hz. Zeyd (r.a)'dir. Zeyd (r.a), Zeyneb
(r.anhâ)'i boşamak istedi. Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Onu nikahında tut,
boşama, Allah'dan kork" dedi. "Allah'dan kork (ittikâ et)"
ifadesinin ne hakkında ve niçin söylendiği noktasından şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, onu boşama hususundadır.
b) Bu,
Zeyneb'ten şikayet etme hususundadır. Çünkü Zeyd (r.a), Zeyneb (r.anhâ)
hakkında, "O, soylu oluşunu ve aramızda denklik bulunmayışını söyleyerek,
bana karşı kibirleniyor" diye şikayetlenmişti. Ey Nebî sen ise, Allah'ın
ileride, Zeyneb ile evlenmeyi istediğine dair açığa vuracağı niyetini içinde
saklıyordun ve insanların, "Başkasının veya oğlunun hanımını aldı"
demelerinden korkuyordun. Halbuki Allah, kendisinden korkulmaya daha
lâyıktır." Cenâb-ı Hakk'ın bu son ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'İn
insanlardan korkup, Allah'dan korkmadığına bir işaret değildir.
Aksine mana, "Korkulmaya lâyık olan
sadece Allah'dır. Binâenaleyh O'nun yanısıra hiç kimseden korkma. Sen ise hem
O'ndan korkuyor, hem insanlardan çekiniyorsun. Öyle ise korkuyu sırf Allah'a
hasret" şeklinde otup, tıpkı, "O peygamberler, Allah'ın risâletlerini
tebliğ edip, O'ndan korkan ve O Allah'dan başka hiçbir şeyden
korkmayanlardır" (Ahz&b, 39) ayetinin anlattığı gibidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şimdi madem ki Zeyd o kadınla ilişiğini kesti, biz onu sana zevce
yaptık" buyurmuştur. Bu, "Zeyd onu boşayıp, onun iddeti sona
erdiğinde, onu sana zevce yaptık" demektir. Çünkü kadın, kocasının nikâhı
altında olduğu sürece, kocasının ihtiyaçlarını giderir ve kocası ona muhtaçtır.
Binâenaleyh kocası ondan ilişiğini tamamen kesmemiş ve ondan müstağni
olmamıştır. Kadın, kocasının iddetinde olduğu zaman, rahminin meşgul
olabileceği için (hâmile olma ihtimalinden dolayı), kocanın onunla ilgisi hâlâ
devam etmekte sayılır. Dolayısıyla henüz o kadından ilişiğini kesmemiş sayılır.
Ama kocası onu boşayıp, kadının iddeti bitince, artık kocası ondan tamamen
ilişiği kesilmiş olur. Şeriata uygun olan da budur. Çünkü başkasının hanımı
ile, yahut başkasının iddetini beklemekte olan kadınla evlenmek caiz değildir.
İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Şimdi madem ki Zeyd o kadından ilişiğini
kesti..." buyurmuştur. "Tâ ki evlatlıklarının, kendilerinden
ilişiklerini kestikleri zevcelerini..." ayeti de böyledir, yani
"boşayıp, iddetlerini tamamlamış olan zevcelerini..." demektir. Bunda
Hz. Peygamber (s.a.s)'in evlenmesinin, şehevî duygularını tatmin için değil,
aksine şeriatı bizzat tatbik ederek anlatmak için olduğuna bir işaret vardır.
Çünkü şeriat peygamberin fiilleri ile anlaşılır.
Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın emri yerine getirilir" buyurmuştur. Bu, "Onun hükmü
yerine getirilir, vuku bulur" demektir.
[53]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, fiillerinin birtakım fâideleri (hikmetleri)
ihtiva eden şeriata mebnî olmasının yanısıra, Hz. Zeyneb'le evlenmesinin, her
türlü mahzurdan uzak ve berî olduğunu beyân etmek üzere şöyle buyurdu:
"Peygambere,
Allah'ın farz kıldığı herhangi bir şeyi (yapmada) hiçbir vebal olmaz. Daha
evvel geçmiş olanlarda da Allah'ın âdeti budur. Allah'ın emri, takdir edilmiş
bir kaderdir"
(Ahzâb. 36).
Daha önce geçenlerin
şeriatı da böyle idi. Yani geçmiş peygamberler, pek çok bakire ile ve
başkalarının boşandığı kadınlarla evlenmişlerdir. "Allah'ın emri, takdir
edilmiş, bir kaderdir" yani, "herşey kaza ve kader iledir. Kader,
takdir (ölçüp-biçme, hesaplama) demektir.
Geçen iki ayetin
sonlarındaki, "mef'ûl" ve "mekdûr" kelimeleri arasında,
tıpkı kaza ve kader arasında bulunduğu söylenmiş olan bir fark vardır. O halde
kaza, asıl olarak kastedilen, kader ise, ona tabî olan (onun peşisıra gelen)
şey demektir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse bir şehre
gitmeye niyetlense de, o şehre giden yolda bir han veya köyde konaklasa, bu
köye gelip girmiş olsa bile bu durumda, "Bu köye niçin geldin?"
diyene cevaben, örfen, "Ben buraya gelmedim. Esas gayem, falanca şehre
gitmek. Fakat bu köy, yol üzerinde rastladı" demesi doğru olur. Bunu iyice
anladığında, bil ki, ne kadar iyi ve güzel şeyler varsa, hepsi kaza; bütün
zararlar da kader İledir. Binâenaleyh Allah Teâlâ, mükellefi, aklı ve dini
kendilerine hâkim kılma hususunda gayret göstermesine karşılık en güzel bir
şekilde mükâfaatlandırılsın diye, bazı şeylere arzu duyan ve öfkelenen bir
varlık olarak yaratmıştır. Binâenaleyh bu yaratılışı, bazan onu zinaya veya
katilliğe sevkedebilir. Halbuki, ondaki bu iki özelliği, (şehvet ve öfkeyi),
her nekadar Allah'ın kaderiyle olsa bile, ondan katillik ve zina meydana gelsin
diye yaratmamıştır. Bunu da iyice kavradığına göre, Hak Teâlâ'nın, Önce
"Allah'ın emrî yerine getirilir" buyurmasında, sonra da
"Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir" buyurmasında şöyle bir
incelik var: Allah Teâlâ, "Biz onu sana zevce yaptık" buyurunca,
bunun peşisıra, "Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir" demiştir
ki, bu "Zeyneb'i sana zevce yapmamız, hükmolunmuş, takdir edilmiş ve
yapılması gözetilmiş olan bir kazadır" manasına gelir.
Allah Teâlâ, Üryanın
hanımı ile imtihan edilmiş olan Hz. Dâvud (a.s)'un kıssasına işaret olarak,
"Daha evvel geçmiş olanlarda da Allah'ın sünneti budur" buyurunca,
burada da "Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir" buyurmuştur ki
bu, "Bu, İkinci derece bir durumdur, hükümdür, yani kaderdir" demektir.
Eğer birisi, "Bu,
ya Mu'tezlle'nin dediği gibi, sebepler zinciri, yahut da felsefecilerin, ateşin
tabiî olarak yakma özelliğine sahip olduğunu söylemeleri gibi, eşyanın birtakım
Özellikler üzere oluşunun neticesi olduğu manasına gelir. Çünkü felsefeciler
şöyle derler: "Allah eşyayı pişi rece k-olgunlaştıracak birşey yaratmak
istedi. Halbuki o, zaten yakıcı vasfına sahipti. Böylece istifade edilsin diye
ateşi yarattı. Ama ateşin yaratılmasıyla Zeyd'in veya Amr'in (yani insanların)
evinin yanmasına sebep olan, birtakım ârizî durumlar ortaya çıktı?" derse,
şöyle cevap verilir: Biz, Allah'ın, fiilleri hususunda hür ve irâde sahibi
olmadığını, yahut O'nun iradesi dışında birşeyin meydana gelebileceğini
söylemekten Allah'a sığınırız. Fakat ehl-i sünnet: "Allah sünnetini
(âdetini) bu şekilde yürütmektedir" demişlerdir. Bu, "O, eti
pişirmeye ihtiyaç duyulduğu zaman ateşi, onu pişirecek bir biçimde; âciz bir
kimsenin elbisesi üzerine düştüğünde ise onu yakmayacak bir biçimde
yaratabilir. Baksana ateş, onca kuvvetine ve çokluğuna rağmen Hz. İbrahim
(a.s)'i yakmamıştır. Fakat Cenâb-ı Hak, ya sırf iradesi, yahut da gizli bir
hikmetinden ötürü ateşi, bu şekilde yaratmıştır. Çünkü O, yaptıklarından mes'ÛI
değildir.
Allah'ın âdetinde,
insan aklının idrâk edebileceği şekilde cereyan eden şeylerin kaza ile, kısa
akılların "Niçin böyle oldu veya niçin şöyle olmadı?" diyebileceği
şekilde meydana gelen şeylerin ise, kader ile olduğunu söyleriz.
[54]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o geçmiş ümmetlerin durumunu da şu beyanı ile açıklamıştır:
"O peygamberler,
Allah'ın risâletlerini tebliğ eden, O'ndan korkan ve O Allah'dan başka hiç
kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah
eter"
(Ahzâb, 39).
Bu, "Onlar da
senin gibi peygamber idiler" demektir. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
onların Allah'a karşı korkularına başka korku katmadıklarını "Allah'dan
başka hiç kimseden korkmayanlardır" ifadesiyle hatırlatmıştır. Bu tıpkı,
"Onların hidayetlerine (yollarına) uy" (En'am, 90) ayeti gibi olur.
Ayetteki
"hasîb" ya "hesap soran" manasındadır. Buna göre,
"Sen, O'ndan başkasından korkma" demek olur. Yahut da, "hesap
edilen" manasındadır. Bu durumda da, "O'ndan başkasını önemseme ve
başkasını hesaba katma" demektir.
[55]
"Muhammed,
erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi hakkıyla bilendir"
(Ahzâb, 40).
Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, Hz. Zeyneb ile evlenmesindeki hikmetleri beyan edince,
bunun her türlü kötü durumdan uzak olduğunu da bildirmiştir. Çünkü bu hususta
akla gelebilecek kötülük, Hz. Peygamber (s.a.s)'in oğulunun hanımıyla evlenmiş
olması hususuyla ilgilidir. Halbuki oğlun hanımıyla evlenmek caiz değildir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Zeyd onun oğlu değildir. Hatta
erkeklerinizden
hiçbiri
onun oğlu değildir" buyurdu. Eğer birisi, "Hz. Peygamber (s.a.s),
aslında bir erkeğin babası idi. Çünkü racûl, insanların erkeğine verilen addır.
Nitekim Cenâb-ı Hak* "Eğer onlar, erkek ve kadın (dişi) kardeşler
olurlarsa..." (Nisa, 176) buyurmuştur, Erkek çocuk için de, "racûl"
kelimesi kullanılabilir?" derse, biz deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap
verilebilir:
a) Racûl kelimesi kullanıldığında, buna akıl
baliğ olmuş erkekler girer. Hz. Peygamber (s.a.s)'in ise, bu şekilde kendisine
"racûl" denecek (kadar yaşamış) bir oğlu yoktu.
b) Allah Teâlâ,
muhatab zamiri ile, "erkeklerinizden" buyurmuştur. Bu hitabın
yapıldığı zaman, Hz. Peygamber (s.a.s)'in henüz erkek evlâdı yoktur
Cenâb-ı Allah, onun
erkeklerin babası olmadığını bildirince, bunun peşinden, bazı bakımlardan
hükmen baba sayılabileceği özelliklerin onda olduğunu gösteren ifadeyi
getirerek, "Fakat Alîah'ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur"
buyurmuştur. Çünkü Allah Resulü, ümmetine şefkatli olma ve ümmetinden saygı
görme bakımından, tıpkı bir baba gibidir, hatta daha ileridir. Çünkü peygamber,
mü'minlere canlarından ileridir. Halbuki baba böyle değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından daha fazla şefkati, ümmeti tarafından da
daha fazla saygıyı gerektirecek hususu da, "Peygamberlerin sonuncusu"
ifadesi ile ortaya koymuştur. Çünkü kendinden sonra bir nebi gelecek olan bir
peygamber, eğer nasihat ve gerekli açıklama hususunda birşey bırakmtşsa, sonra
gelecek olan nebi onu telâfi eder. Ama artık kendisinden sonra hiç başka
peygamber gelmeyecek olan nebî ise, ümmeti üzerine daha fazla titrer, daha
fazla hidayete erdirmeye uğraşır ve daha fazla faydalı olur. Çünkü bu
peygamber, babasından başka kimsesi olmayan bir çocuğun babası gibidir.
Allah Teâlâ,
"Allah herşeyi hakkıyla bilendir" O'nun herşeyi bilmesi hususuna, artık
Hz. Muhammed (s.a.s)'den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği hususu da
girmektedir. Böylece O, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, evlatlığının boşanmış hanımıyla
evlendirmek suretiyle, onun şeriatını tamamlayışının bir hikmet gereği olduğunu
bildirmiştir. Bu böyledir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s)'in sözü de şeriat ifade
etmekle birlikte, o bu işten imtina edince, bazılarının akıllarında, o işe
karşı bir nefret doğabilir. Baksana, Hz. Peygamber (s.a.s), kelerin helâl
olduğunun anlaşıldığı bir söz söylemiş olmasına rağmen, kendisi ondan yemediği
için, gönüllerde bu hususta bir uhde kalmıştır. Ama devenin etini yemiş olduğu
için, bazı milletlerin yememesine rağmen, onu yemek güzel ve hoş görülmüştür.
Tavşan da böyledir.
[56]
"Ey iman edenler,
Allah'ı çok zikredin1'
(Ahzab, 41).
Bu ayetin daha
öncekilerle münasebeti şu şekilde izah edilebilir. Bu sûrenin temeli, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i eğitme üzerine kurulmuştur. Daha önce Cenâb-ı Hakk'ın işe,
peyamberinin nasıl kendisiyle beraber olması gerektiğini belirterek oaştadığını
söylemiştik ki bu takvadır. Yine o, "Ey Peygamber, ... hanımlarına
de..." emriyle, onun aile ve akrabalarına karşı davranışını da
belirtmiştir. Allah Teâlâ, mü'min Kullarına da, nebî ve resullerine emrettiği
şeyleri emretmiş, peygamberini eğittiği gibi, Dnları da irşâd etmiş ve işe
yeniden mü'minleri ilgilendiren hususla başlamış, peygamberine, "£y
peygamber, Allah'dan kork" dediği gibi, mü'minlere de, "Ey iman
edenler, Allah'ı çok zikredin" demiştir.
Ayrıca burada şöyle
bir incelik vardır: Mü'min bazan, Allah'ı zikretmeyi unutabilir. Dolayısıyla,
zikrine devam etme emri verilmiştir. Peygambere gelince, o -nukarreblerden
olduğu için, unutmaz. Ancak ne var ki, hükümdara yakın olan kimse oe ona
yaklaştığı için bazan aldanır da, böylece korkusu azalır. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, "Ey Nebi, Allah'dan ittikâ et" buyurmuştur. Çünkü
ihlaslı kimse, büyük zır tehlike üzerinde bulunur. Zira, evliya için
"hasene" sayılan, peygambere göre “ seyyie" olabilir.
Allah Teâlâ "Çok
zikir.,." buyurmuştur. Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'tn şekçok yerde
"zikr"den bahsettiğinde, onu çoklukla tavsif ettiğini açıklamıştık.
Çünkü daha önce de izah ettiğimiz gibi, kişinin her zaman (isterse) zikirde
bulunmasına mâni yoktur.
[57]
“Onu sabah akşam
teşbih ve tenzih edin”
(Ahzâb. 42).
Yani, "O'nu
zikrettiğinizde, sizin O'nu zikretmenizin bir ta'zîm ve onu noksanlardan tenzih
etmek tarzında olması gerekir" demek olup, bu ayetteki "teşbih"
kelimesiyle kastedilen de budur. Buradaki, "teşbih" sözüyle namazın kastedildiği
de ileri sürülmüştür. Yine, "Namaz için, o kimsenin sabah akşam yapacağı
teşbihi, bunu devamlı yapmasına bir işarettir" denilmiştir. Bu böyledir,
zira sözün umumî .5 genel olmasını isteyen kimse, iki uçtan bahseder, bu iki
uçtan o ikisinin ortası sa anlaşılmış olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s),
"...Şayet sizin evveliniz ve sonunuz..." buyurmuş, "Sizin
ortanız..." dememiştir. İşte böyle olan sözler, umumîliği •*■ neri
bir tarzda ifade ederler.
[58]
"O, sizi,
karanlıklardan ışığa çıkarmak için, üzerinize, melekleriyle beraber rahmetini
gönderen ve dökendir. O, size karşı pek merhametlidir"
(Ahzâb. 43).
Yani, "O, siz
O'nu zikretmeseniz dahi, O, size merhamet eder, acır" demektir. Böylece
mü'minleri zikre ve teşbihe teşvik için kendisinin "salâf'ından, yar.i
"rahmef'inden" bahsetmiştir.
"Sizi rahmetiyle
hidayete erdirmesi için" demektir. Allah'dan olan "salât"
rahmet, meleklerden olan ise, "istiğfar ve mağfiret talep etmek"
anlamlarına gelir. İşte bu sebeple, "Müşterek bir lafzın, aynı anda iki
manasında da kullanılabileceği ileri sürülmüştür" ki, bir lafızda hakikat
ve mecazin birleştirilmesinin caiz olması da böyledir. Bu görüş, Şafiî
(r.ah)'ye nisbet edilir W., akıldan uzak bir görüş değildir. Fakat herkesin
anlayacağı tarzda akla yaklaştırıl ması İstenirse deriz ki: Rahmet ve istiğfar,
o rahmet ve istiğfara konu olanların durumlarına ihtimam gösterilmesi hususunda
müşterektirler. İşte murad olan da bu kadr-i müşterek (müşterek olan
miktardır). Böylece buradaki delalet, delâlet-i tazammuniyye nev'inden olur.
Zira o ihtimam, o rahmet ve istiğfardan bir cüzdür. Cenâb-ı Hakk'ın "O
mü'minlere karşı pek merhametlidir" buyruğu, bütün mü'minler için bir
beşaret ve yine bütün mü'minler için bir müjde, bir de O'nun, "Üzerinize
... rahmetini gönderendir" beyanının vahiy zamanında bu sözü dinleyenlere
mahsus olmadığına bir işarettir.
"Kendisine
kavuşacakları gün onlara yapacağı, iyi dilek selâmdır. (Allah) onlar için çok
şerefli mükâfaat da hazırlamıştır"
(Ahzâb. 44).
Allah Teâlâ,
mü'minlere dünya hususunda olan inayetini beyân edince, ahiret hususundaki
itinâ ve önemini de beyan etmiş ve; selâmın dan bahsetmiştir. Çünkü
bu selâm, bütün hayırların delil ve
kılavuzudur. Zira, başkasıyla karşı karşıya gelip re ona selâm veren kimsenin
hareketi, o ikisi arasında bulunan samimi bir dostluğa : e âlet eder. Eğer
selâm vermezse, bu da, aralarındaki bir zıtlığa delâlet eder.
Kıyamet günüdür. Çünkü
insan, dünyada iken Allah'a tamamiyle yönelemez. Nasıt böyle olmasın ki? İnsan,
uyurken, Allah'dan gafildir. Vakitlerinin zoğunda da, rızkını elde etmekle
meşguldür. Ahirette ise, kişiyi, Allah'ın zikrinden = soyacak hiçbir şey
yoktur. O halde, hakiki anlamdaki kavuşma budur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah onlar için çok
şerefli mükâfaat hazırlamıştır" buyurmuştur.
[59]
İmdi eğer birisi,
"Hazırlık yapmak, ancak o şeye ihtiyaç duyduğunda o anda onu «İde
edemeyecek kimselerden sudur eder. Allah Teâlâ ise, O'nun ne herhangi birşeye
rtıyacı vardır, ne de herhangi birşeyden acizdir. Çünkü kul O'nunla
karşılaştığında Z ona, onu memnun edecek şeyi fazlasıyla verir. O halde, daha
önceden hazırlamış :--ranın anlamı nedir?" derse, biz deriz ki:
Hazırlamak, ihtiyaçtan kaynaklanan bir şey olmayıp, sırf ikram için olan bir
şeydir. Bu tıpkı, bir hükümdara, "Falanca gelecek" aentlip, o da ona
ikramda bulunmak istediğinde, ona bir ev ve çeşitli ikramlar ■az rlaytp,
"O geldiğinde, hazinenin kapılarını açar ve ona, onu memnun edecek şevleri
veririz" demesi gibidir. İşte Allah da, ikrâm-ı mükemmel olduğu için, kendisini
rftrodıp ananlara, kerîm, şerefli bir mükâfaat hazırlar. "KerîrrTin, ne
demek olduğnu, ~z<" kelimesinin bu sıfatla nitelendiği (Ahzâb, 3)
ayette açıklamıştık. Ki, bu, "Allah ana. kişinin talebi ve çalışıp
çabalaması olmaksızın, kendisine gelen bir mükâfaat hsartamışttr"
demektir. Dünya ise, böyle değildir; çünkü kişi dünyada, bin defa rızık
-aeoinde bulunur da, o rızık ona yine de, belli miktar ile gelir.. Ölçülüdür.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendisine kavuşacakları gün onlara yapacağı, iyi dilek
■Hindir" ifadesi, onların hallerine uygundur. Çünkü onlar, dünyada
iken, Allah'ı zuredip anınca, onlar için Allah hakkında bir marifet ve ilim
tahakkuk eder. Onlar D "u teşbih ve takdiste bulununca da, onlar O'nu,
celâl sıfatları ve kemâl vasıflarıyla muttasıf olarak lâyıkı veçhile tanıdıkları
için, bu daha önce elde edilmiş olan -anfetullah kuvvetlenir ve pekişir. Allah
Teâlâ da, onların dünyadaki bu hallerini bilir x -ahmeti ile, onlara lütufta
bulunur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O... özerinize rahmetini ger.derendir"
(Ahzto, 43) ve "O, mü'minlere karşı pek merhametlidir" (Ahzâb, 43)
rv.unnuştur. Birbirini tanıyan iki kişi, birbiriyle karşılaşıp, bunlardan
birisi diğerine
alabildiğine müşfik, beriki de öbürüne son derece saygılı
olursa, bu ikisi arasında, ve çeşitli
ikramlar tahakkuk eder.
[60]
"Ey peygamber,
biz seni, hakikaten bir şahit, bir müjdeci, bir uyarıcı ve Allah'a O'nun emri
ile çağıran bir tebliğci ve nûr saçan bir kandil olarak
gönderdik"
(Ahzâb, 45-46).
Biz, daha önce bu
sûrede, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Rabbi tarafından eğitilmesinin konu edildiğini
zikretmiştik. O hatde Cenâb-ı Hakk'ın, bu sûrenin başındaki, "Ey Nebî,
Allah'tan ittikâ ^"(Ahzab, -i) emri, Peygamberinin, Rabbine karşı nasıl
davranması gerektiğine; O'nun, "Ey Nebi, hanımlarına söyle" (Ahzâb.
28) emri, Hz. Peygamber (s.a.s)'in aile fertlerine karşı nasıl davranması
gerektiğine ve Cenâb-ı Allah'ın, "Ey Peygamber, biz seni, ...
gönderdik" beyanı, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bütün mahlûkata karşı nasıl
davranması gerektiğine bir işarettir.
[61]
Bu ayetteki şâhld
kelimesi şu anlamlara gelebilir:
a) O,
Kıyamet gününde, bütün canlılar üzerinde bir şahiddir. Nitekim Cenâb-ı Hak
"Peygamber de bize şahid olsun" (Bakara, 143) buyurmuştur. Buna göre,
Hz. Peygamber (s.a.s) şâhid olarak yani, "Şahadet taşıyan olarak
gönderilmiştir. Ahirette ise, insanlara şahîd, yani üstlendiği bu şehâdeti
yerine getirici, edâ edici olur..." demektir.
b) "O,
Allah'tan başka ilâh olmadığına şahittir" demektir. Bu manaya göre de,
şöyle bir incelik söz konusudur: Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i,
Kendisinin birliğine şâhid tutmuştur.
Şâhid ise, "Müddeî-davacı" durumunda
olamaz. Binâenaleyh Allah, vahdaniyeti hususunda, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i, o birliği iddia eden, savunan bir kimse durumunda kalmamıştır.
Çünkü, iddiada bulunan kimse, zahirin hilâfına olan bir şey söylemektedir.
Vahdaniyyet ise, güneşten daha açık ve parlaktır. Hz. Peygamber (s.a.s) ise,
nübüvvet iddiasında bulunmuş; Allah Teâlâ da, peygamberin kendisinin
vahdaniyyetine şâhid, delil oluşunu mükâfaatlandırmak için, Peygamberin bu
nübüvvet iddiasında kendisini bu hususa şâhid kılmış ve "Allah, şehâdet
eder ki, sen, O'nun Resulüsün" (Munaiikûn, i) buyurmuştur.
c) "O
dünyada cennet, cehennem, nizâm, sırat gibi, ahiretle İlgili hallerin; ahirette
de, taât, masiyet, iyilik ve fesâd gibi, dünya ile ilgili hallerin
şahididir.." demektir.
[62]
Cenâb-ı Hak, müjdeci,
bir korkutucu ve bir davetçi..." buvurmustur. Burada aüzel bir tertip
vardır. Zira, Hz. peygamber (s.a.s), Allah'tan
başka ilâh olmadığına bir şahid olmak için, Peygamber
olarak gönderilmiştir. Dolayısıyla O, bu hususta müjdeleme arzusunu duymuştur.
Eğer bu yetmezse, inzâr ite korkutma yolunu tutmuştur. Daha sonra o,
mü'minlerin, "Allah'dan başka ilâh yoktur.." demeleriyle yetinmemiş,
onları, Allah'ın yoluna da davet etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbimin
yoluna davet et"(Nahi, 125) buyurmuştur.
Ayetteki, "Nûr
saçan bir kandil..." tabirine gelince bu, "Dediğini, aklî delillerle
isbât eden; onu, en açık delillerle inzâr eden" demektir ki bu da,
Allah'ın Rabbinin yoluna hikmetle ve
güzel öğütle davet et..." (Natıi, 125) emriyle kastedilendir.
[63]
Bazı İncelikler
Bu hususta da şu
incelikler bulunur:
1)Cenâb-ı
Hak, "O'nun emri ile Allah'a çağıran birtebüğci" buyurmuş,
"izniyle şâhid ve müjdeleyici" buyurmam ıştır. Halbuki, dine davet
ederken, "O'nun emri ile, bir davetçi" buyurmuştur. Çünkü bir
hükümdar hakkında, dünyanın yegâne ~ Jkümdarının o olduğunu söyleyen kimse, bu
hususta ondan müsaade almaya ihtiyaç duymaz. Çünkü bu kimse o hükümdarı, onda
bulunan şeylerle tavsif etmektedir. Yine Du kimse, "O'na itaat eden, mesut
ve bahtiyar olur. İsyan eden de, şakî ve bedbaht aur" dediğinde, bu
hususta da o hükümdardan izin almaya ihtiyaç duymadan, bir -ûjdeleyici ve bir
nezîr, uyarıcı olur. Fakat bu kimse, "O'nun, çeşitli yemek ve .yeceklerle
donatılmış sofrasına gelin, o sofrada hazır bulunun..." dediğinde, o
hususta o padişahın iznine gerek duyar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
"O'nun emri ie. Allah'a çağıran bir tebliğci" buyurmuştur.
Bu hususta
yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Hz. Peygamber (s.a.s),"Ben AMah'a
davet ediyorum. Velî (dost) Allah'a davet eder" demektedir. Birincisinde,
bu hususta herhangi bir izin almaya ihtiyaç yoktur. İkincisi ise, Hz. Peygamber
(s.a.s) tarafından izinlidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (birinci durum hakkında),
"De ki; işte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a, bir basiret üzere davet
ediyorum. Ben de, bana tâbi olanlar da (böyle yaparız)" ty »sut, 10e)
buyurmuştur. İkincisi (hakkında da) Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah, benim
sözümü dinleyip de, o sözümü dinlediği gibi yerine getiren kula merhamet
etsin" Duyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s), Cenâb-ı Hakk'a, vasıtasız
olarak davet etme ■ -»usunda, Allah tarafından izinlidir.
[64]
2) Cenâb-ı
Hak, şu faydalardan dolayı, kandilden daha nurlu olmasına rağmen, Hz. Peygamber
(s.a.s) hakkında, "o, bir kandildir" buyurmuş, fakat, "o, bir
güneştir" buyurmamıştır. Çünkü, güneşin nurundan alınamaz. Kandilden ise,
pekçok nurlar afcnp, (başkaları tutuşturulur). Binâenaleyh, birinci kandil
söndüğünde, geriye ondan Muşturulanlar kalır. Kaybolduğunda da böyledir. Hz.
Peygamber (s.a.s) de işte gibidir. Çünkü bir sahabî hidayet nurunu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den almıştır.
[65]
Nitekim Hz. Peygamber,
"Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız, hidayete ermiş
olursunuz" W[66]buyurmuştur.
Her ne kadar tefsirden sayılmasa bile, ancak ne var ki, söz sözü açar nev'inden
olmak üzere, bu hadiste de şöyle bir incelik bulunur: Hz. Peygamber (s.a.s) de,
ashabını kandil gibi addetmemiş, onları yıldızlar gibi kabul etmiştir. Çünkü,
yıldızdan da nûr alınmaz. Tam aksine onun kendisinde bir nûr vardır. O nûr
kaybolduğunda, o artık kendisinden istifâde edilen bir nûr olarak kalmaz.
Sahabî de böyledir; Öldüğünde, tabiîn Hz. Peygamber (s.a.s)'in nuruyla
nûrlanır. Sahabîden, ancak Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözlerini ve fiillerini
alır. Bütün müçtehidlerin nurları da, Hz. Peygamber (s.a.s)'dendtr.
Binâenaleyh, şayet Hz. Peygamber (s.a.s), kendisinin kandil olmasının yanısıra,
ashabı da kandil gibi kabul etmiş olsaydı, o zaman müçtehid olan kimsenin,
bunlardan dilediğiyle aydınlanma ve tercih ettiği kimsenin nurundan alma hakkı
doğardı. Halbuki durum böyle değildir, çünkü (aynı konuda) peygamberden gelen
nass varken, şahabının sözüyle amel edilmez. Dolayısıyla nûr, sahabîden değil,
peygamber'den alınır.
[67]
Bu sebeple, Hz.
Peygamber (s.a.s) sahabîyi bir kandil gibi addetmemiştir, ki bu da,
"Ümmetin kandili..." şeklinde başlayan bu hadiste bir zayıflığı
gerektirir ki, muhaddisler böyle söylemişlerdir.
Ayetteki sirâc
kelimesinin tefsiri hususunda bir başka izah da şöyledir: Ayetin bu ifadesiyle,
(Hz. Peygamber (s.a.s) değil), Kur'ân kastedilmiş olup, ayetin takdiri, kâfin
mahalline atıf düşürülerek, "Biz peygamber olarak seni ve aydınlatıcı
olarak da bir sirâç (yani Kur'ân) gönderdik..." şeklindedir. Yani,
"Biz, ayrıca aydınlatıcı bir kandil, yani Kur'ân gönderdik" demektir.
Bizim, yukarda yaptığımız izaha göre bu kelime, (kâfin mahalline değil),
kelimesine atfedilmiş olup, manası, "Biz seni müjdeieyici, uyarıcı ve
kandil sahibi olarak gönderdik" şeklinde olur. Zira, "hâl",
ancak ya failin, ya da mef'ûlün vasfı olar. "Sirâcân" kelimesi ise,
bir vasıf değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), hakiki anlamda kandil değildir
veyahut da bu ifade tıpkı bir kimsenin, "Falancayı şecaatli gördüm"
anlamında "Onu, bir aslan gördüm" demesi gibi olur. O halde Cenâb-ı
Hakk'ın, bu ayetteki sirâcen kelimesi, tıpkı bir kandilin yolu göstermesi ve
durumu ortaya koyması gibi, "Seni açıklayıcı bir hidâyete erdiren olarak
gönderdik" anlamını ifade eder.
[68]
"Allah'tan
kendilerine cidden büyük bir fazi ve kerem olduğunu mü'minlere
müjdele"(Ahzâb, 47).
Bu ayet, önceki
ayetlerden anlaşılan bir manaya atfedilmiş olup, takdiri, "Biz seni bir
şâhid ve müjdeleyici olarak gönderdik. O halde, şâhid ol ve müjdele"
şeklindedir. Cenâb-ı Hak lüzum kalmadığı için, "şahid ol.."
kelimesini zikretmemiştir. Müjdeleme"ye, (müjdele demesine) gelince, bu
müjde, kerem ve lütfü ortaya koymak için zikredilmiştir. Birde, bu emrin
olmaması halinde, müjdelemenin vâcib olmadığı içindir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah'dan kendilerine cidden büyük bir fazi u kerem olduğunu..."
ifadesi, tıpkı, "(Allah) onlar için çok şerefli mükâfaat
hazırlamıştır" (Ahzab, 44) ifadesi gibidir. O halde bu demektir ki,
"azîm" ile "kebîr" ■ manaca) birbirine yakın iki
kelimedir. Bunun Allah'tan oluşu, "kebîr"dir, büyüktür. Artık, bunun
yanında, başka bir büyüklük de bulunursa kimbilir nasıl olur?!
[69]
"Kâfirlere de,
münafıklara da itaat etme. Onların ezalarına (şimdilik) aldırış etme. Allah'a
güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter"
(Ahzâb, 48).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
emri de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir inzârda bulunması gerektiğine bir işaret
olup, "Onlara muhalefet et ve onları reddet.." demektir. Bu izaha
göre, emri, "Onları, Allah'a bırak, çünkü o, onlara, sizin dteriniz ve
ateş ile azâb edecektir" demek olup; O'nun, 'Allah'a güvenip dayan.
Koruyucu olarak Allah yeter" emri de, bunun böyle olduğunu ortaya koyar.
Yani, "Allah, kuluna yeter, kâfidir" demektir. Mu'tezile'den Dazdan,
"Atiah'ı vekil ismiyle adlandırmak caiz değildir. Çünkü vekîl,
müvekkil'den aaha aşağı mertebededir" demişlerdir. Halbuki Allah Teâlâ'nın
"Koruyucu olarak ASah yeter" ifadesi böyle diyenlerin aleyhine bir
delil olup, bunların ortaya artıkları şüpheleri de tutarsız ve zayıftır. Çünkü
"vekîl" bazan, üstünlükten dolayı tutulur, nazan da acizlikten
dolayı. Allah Teâlâ, kullarının, tasarruftan aciz olmaları sebebiyle, onların
vekîlidir. "Koruyucu olarak Allah yeter" ifadesi, hakkında diyeceğiz
ki: Bazı durumlar vardır ki, iyice düşünecek olursak, bir tek vekilin
yetmeyeceğini anlarsın. Bunlardan birisi o kimsenin, meselâ, -meşguliyeti çok
olan bir hükümdar gibi- bütün çterini yerine getirmekten aciz olması sebebiyle,
vekillere muhtaç olması gibi, o işi •ek başına yapamamasıdır. İkincisi, o kimsenin, vekâlete konu olan
hususu bilmemesidir. Bir
diğeri de, bu kimsenin kendi kendine o işin üstesinden gelememesidir. Halbuki
Allah Teâlâ, alîmdir, kadirdir ve muhtaç değildir. O halde vekîl olarak yeter,
kâfidir.
[70]
"Ey iman edenler,
mü'min kadınları nikahlayıp da, sonra kendilerine dokunmadan onları boşadığınız
zaman, sizin için, onlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur. O halde, onlan
faydalandırıp kendilerini güzel bir şekilde,
salıverin"
(Ahzâb, 49).
Bu ayetin daha
öncekilerle münasebetinin izahı şu şekilde yapılabilir: Allah Teâlâ bu sûrede
güzel ahlâktan bahsetmiş, daha evvel de söylediğimiz gibi, nebîsini eğitmiştir.
Lakin Hak Teâlâ, mü'min kullarına da, resulüne emretmiş olduğu şeyleri
emretmiştir. Binâenaleyh, her ne zaman nebîsine bir güzel ahlâktan, edebten
bahsetmişse, mü'minlere de, o peygambere öğrettiği ve önerdiği şeylere uygun
husustan öğretmiştir. Cenâb-ı Hak, Peygamber (s.a.s)'i terbiye etmek ve eğitmek
hususunda, "Ey Nebî, Allah'tan kork!" ifadesi ile ise, ilk önce,
Allah tarafını alâkadar eden şeyle başlayıp, daha sonra, "Ey Nebt,
hanımlarına söyle... "(Ahzâb. 28) emri ile ikinci olarak eli altındaki
hanımlarını alâkadar eden hususlar ile; ve "Ey Nebî, biz seni hakikaten
bir şahid olarak gönderdik" (Ahzâb, 45) ifadesiyle de üçüncü olarak bütün
toplumu alâkadar eden şeye başlamışsa, aynen bunun gibi, mü'minleri irşâd
hususunda da işe yine, ilk önce Allah tarafını alakadar eden hususlarla
başlamış ve, "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin" (Muit, 41)
buyurmuştur. Daha sonra, ikinci sırada, "Ey iman edenler, mü'min kadınları
nikahlayıp da (Ahzab, 49) ifadesiyle, mü'minlerin elleri altında bulunan
zevcelerin durumunu alâkadar eden şeyle başlamış, daha sonra da Hz. Peygamber
(s.a.s)'i eğitme hususunda, üçüncü olarak ümmetini alâkadar eden hususları ele
aldığı gibi mü'minler hakkında da, nebilerinin tarafını alâkadar eden hususu
Üçüncü olarak ele almış ve biraz sonra da geleceği gibi, "Ey iman edenler,
peygamberin evlerine ... girmeyin"(Ahzâb,53> ve, "Ey iman edenler,
siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin" (Ahzâb, 56)
buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[71]
Bu ayetteki durum,
senin bahsettiğine göre, erkeklerle ilgili meselelere[72]
mahsus olunca burada, zifaftan Önce boşanan kadınlara niçin yer verilmiştir?
Cevap: Biz diyoruz ki
bu, aşağı mertebede olanların anlaşılmasına vesile olsun diye güzel huyların en
yükseğine bir irşâddır ki, bunu şu şekilde izah edebiliriz: Kadın kendisine
dokunulmadan Önce boşandığında, o ikisi arasında, kuvvetli ve tam bir
tanışıklık, birbirlerini tanıma meydana gelmez. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
karı-koca olmadan dolayı kendileriyle cinsî temasta bulunulmuş kadınlar
hakkında, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız. Onlar
sizden kuvvetli teminat da aldılar" (Nisa, 21) buyurmuştur. Binâenaleyh,
Cenâb-ı Hak, aralarında henüz bir sevgi ve muhabbetin oluşmadığı kimseye mut'â
verme ve ihsanda bulunmayı emrettiğine göre, aralarında cinsî münasebette
bulunmak sebebiyle, bir sevgi ve muhabbet meydana gelmiş olan kimse ite, bu
muhabbet ve sevginin, kendilerinden dünyaya gelen bir çocuk sebebiyle pekiştiği
kadın hakkında bu iyiliği ne derecede isteyeceğini var düşün! Kur'ân, hacimce
küçüktür. Ancak ne var ki, sen onun manalarını bulup çıkarıp ortaya koyabilecek
olsan bunları kalemler hakkıyla yerine getiremez, yapraklar da kifayet etmez.
Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakın onlara "üf'büe deme"[\att,23)
ayetinde olduğu gibidir. Şayet Cenâb-ı Hak bu ifade yerine, "Onları dövme,
onları sözle incitme" demiş olsaydı, kişi, bunun dövmeye veya sözle
incitmeye mahsus bir manadan dolayı haram olduğu zannına kapılabilirdi. Ama
Cenâb-ı Allah, "Onlara, üf bile deme" buyurunca bundan pekçok mana
anlaşılmış olur. işte bu ayette de böyledir. Cenâb-ı Hak, kocaya, henüz bir
sempati ve muhabbetin oluşmadığı kadına karşı ihsanda bulunmayı emredince,
bundan, kendileriyle zifaf edilmiş, henüz boşanmamış ve çocuk doğurmuş olan
kadınlara yapılacak ihsan ve lütufların miktarı daha iyi anlaşılmış olur.
cümlesinde özellikle,
"mü'min kadınlar"a yer verilmesi, bir erkeğin, mü'mine bir kadınla
evlenmesinin uygun olacağına bir irşâd bulunur. Çünkü böylesi kadın, o erkeğin
dinini daha fazla muhafaza eder.
cümlesine gelince:
Talâk'ın, nikâha ta'lîk edilmesinin doğru olmayacağı hususunda, bu ifadeye
sarılmak mümkündür. Çünkü, bu durumda boşama işi, ancak nikâhtan sonra olmakta
(görülmektedir). Zira Allah Teâlâ boşama ifadesinin başına p (sümme) kelimesini
getirmiştir ki, bu kelime "terahî-sonralık" ifade eder.
Cenâb-ı Hak
"Sizin onlar hakkında sayacağınız bir iddet yoktur" buyurmuş,
kendisinde Hakkullah da bulunduğu ve yer aldığı için, her ne kadar kocanın
düşürmesiyle düşmüyor ise de, kadının iddet beklemesinde kocanın hakkının
baskın olduğuna işaret buyurmuştur. \&j&& "sayacağınız"
yani, "sayısını tamamlayacağınız" demektir.[73]
emri, mufavvada yani,
mehri tayin edilmemiş olup da zifaftan önce boşanan kadına müt'a[74]
vermeyi farz kılan bir cümledir. Bu ifadenin genel olduğu da ileri sürülmüştür.
Bu her iki izaha göre de bu demektir ki, buradaki emir, ya "vücub"
veya "nedb" ifade etmektedir. Bu hususta ulemâ ihtilaf etmiştir. Bu
sebeple kimileri, emrin vücûb ifade ettiğini; mihrin yarısı ile birlikte,
müt'a'nın da verilmesinin vacib olduğunu söylerken, kimileri de buradaki emrin,
"istihbâb" (nedb) ifade ettiğini, dolayısıyla, mihrin yarısıyla
beraber o kadına herhangi bir şeyi mut'a olarak vermenin müstehap olduğunu
söylemişlerdir.
Cenâb-ı Hak,
"Kendilerini güzel bir şekilde salıverin" buyurmuştur ki,
salıvermedeki "güzellik", erkeğin o kadına verdiği şeyleri (geri)
istememesidir.
[75]
"Ey peygamber,
mehirlerini verdiğin zevceleri ve Allah'ın sana ganimet olaraknasib
ettiklerinden elinin altındaki kadınları, seninle beraber hicret eden
amcanın kızlarını, halanın kızlarını,
dayının kızlarını, teyzenin kızlarını, bir de,
eğer mümin bir kadın kendisini peygamber bağışlayıp
da, eğer peygamberde nikâhla almak isterse, onu -diğer mü'minlere değil,
yalnızca sana has
olmak
üzere- senin için helâl kıldık. Öbür müzminlerin zevceleri ve ellerinin
altındaki cariyeleri hakkında uhdelerine
neyi farz kılmış olduğumuzu bildirdik.Senin için hiçbir darlık olmaması içindir
(bu). Allah gafurdur, rahimdir"
(Ahzâb. 50).
Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygamber (s.a.s) için, en evlâ olanı zikretmiştir. Çünkü, mehri verilen kadın,
kalben, verilmeyenden daha memnundur. Kişinin bizzat kendisinin esir aldığı
cariyesi, satın aldığı cariyeden daha temizdir. Çünkü kişi, satın aldığı
cariyenin durumunu bilmez. Peygamber (s.a.s)'in akrabalarından kendisiyle
beraber hicret eden, etmeyenden daha kıymetlidir. Bazı kimseler, "Hz.
Peygamber (s.a.s)'e mehir vermesi vacib midir, değil midir?" diye
sormuşlardır. Zira kadının, mehrini alıncaya kadar karşı koyma, (kendisini
teslim etmeme) hakkı vardır. Peygamber (s.a.s), henüz kendisine vâcib olmayan
şeyi, tastamam vermemiştir. Halbuki, mehir verilmeden önce cinsî münasebette
bulunma, hak edilmiş bir şey değildir. Eğer bu, bizim için helâl olursa, ya Hz.
Peygamber (s.a.s) bir şey istediğinde, istenilen o şeyden imtina etmek haram
olduğunda durum nasıl olur? Görünen odur ki, ilk defa talip olan, kadının hayasından
dolayı, ancak erkektir. Binâenaleyh, Hz. Peygamber (s.a.s), o kadından,
■nehirden önce kendisine, ona yaklaşma imkânı vermesini istediğinde,
bunun ya vâcib olması ya da olmaması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Bizden
hiçkimse de böyle değildir. Bu görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de
eğer mümin bir kadın kendisini peygambere bağışlayıp da..." ifadesi de
bunu tekîd eder. Yani, bu durumda o kadın için mehir denen bir şey kalmamış
demektir. Böylece bu kadın, mehrini tastamam almış gibi olur" demişlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer peygamber de nikâhla almak isterse..." kaydı, o kadının
kendisini hibe etmesinin yanısıra, mutlaka bir kabulün olması gerektiğine bir
işarettir.
"Diğer mü'minlere
değil, yalnızca sana has olmak özere" cümlesini Şafiî (r.h), "Hibe
ile vat'ın (cinsî münasebette bulunmanın mubah olması ve kadının bizzat sözlü
ifadesi ile bir evliliğin meydana gelmesi, ancak sana mahsus olan
hallerdendir" manasını verirken, Ebu Hantfe (r.h), "O kadın, sırf
senin için zevce ve mü'minlerin de anne'erinden olmuştur. Dolayısıyla, senden
başka artık hiçkimseye helâl olmaz" manasını vermiştir. Şöyle denilerek
bir tercihte bulunmak mümkündür Buna göre, ayetin hükmünü kendisini bağışlayan
kadına tahsis etmenin bir faydası yoktur. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bütün
hanımları ona mahsustur, ancak ona hastır. Halbuki bizim (Şafiî (r.h)'nin)
verdiği manaya göre, tahsisin bir faydası ortaya çıkmaktadır.
Ayetteki kısmı: "Bizim bu bahsettiğimiz şey,
karıların hakkında sana farz kıldığımız ve sana ait olan hükümdür. Ama, senin
ümmetinin hükmüne gelince, onun ilmi bizim katımızdadır ve onu onlara
açıklayacağız" demektir. Cenâb-ı Hak, mü'minlerden hiçbiri, kendisini Hz.
Peygamber (s.a.s)'e mahsus olan şeylere yakıştırmasın diye bunu bu şekilde
zikretmiştir. Çünkü evlilik hususunda, başkası için caiz olmayan, ancak
Peygambere mahsus olan haller vardır. Cariyeler hakkındaki hüküm de böyledir.
cümlesi: "Sen, iş
hususunda genişliğe sahipsin. Böylece, kalbinde bir meşguliyet kalmaz ve bu
sayede de, Rûhu'l-emîn, Cebrail, ilahî ayetleri senin boş olan o kalbine
indirilecektir. Sen de böylece, Rabbinin mesajlannı ciddiyet ve tam bir gayret
içinde tebliğ edersin" demektir.
ise: "Allah,
bütün günahları bağışlar ve kuluna merhamet eder" demektir.
[76]
"Onlardan kimi
dilersen, (sıralarından) geri bırakırsın. Kimi de dilersen, yanma alabilirsin. (Sırasından) geri
bıraktıklarından kimi istersen, yanmaalmakta da sana güçlük yoktur. Gözleri
aydın olup tasalanmamalarına ve
kendilerine
verdiğinle, hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur.
Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah,
her şeyi hakkıyla bilendir ve cezada acele
etmeyendir"
(Ahzâb, 51).
Cenâb-ı Hak, biraz
önce de bahsettiğimiz gibi, kendisine helâl olan eşleri beyan edince,
Peygamberine, onlarla beraber olmanın ve beraber yaşamanın çeşitli yönlerini de
helâl kıldığını; istediği zaman nebîsinin onlarla bir araya gelebileceğini;
hanımlarının sıralarına riâyet etmesinin kendisine farz olmadığını beyan
buyurmuştur. Bu böyledir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s) ümmetine nisbetle, tıpkı,
kendisine itaat edilen bir seyyid, önder gibidir. İnsan, peygamber olmasa dahi,
onun hanımı, onun nikâhında ve nikâh da o kadının üzerinde otduğu sürece bir
köle gibidir adetâ. O halde, ya peygamberin hanımları peygambere nisbetle nasıl
olur, varın düşünün? Binâenaleyh, bu durumda peygamberin hanımları da, onun
köleleri gibidirler. Halbuki, memlûkeler arasında taksimatta bulunmak, onları
sıraya koymak farz değildir. "İscfl* ", geri bırakmak, tehir etmek;
"îvâ' " ise yanına almak, bağrına basmak demektir.
[77]
ise; "Sen, bıraktıklarından kimi
dilersen, sana bu hususta bir zorluk yoktur" demektir. Bu ayetin anlaşılan
(mefhum) manaya nisbetie zayıf olmasına rağmen, Peygamberin hanımları arasında
sırayı gözetmesinin farz olduğunu söyleyenler, ifadesinden kastedilen,
"Sen, o kadınları istediğin zaman ertelersin; çünkü başlangıçta, onlan
sıraya koyman vâcib değildi. Kocanın, onlardan herhangi birisi yanında yatma
hakkı vardır. Bıraktıklarından kimi istersen, sana bir günah yoktur. O halde,
dilediğinle işe başla ve devri tamamla, (sırayı gözet).." manasıdır"
demişlerdir. Ama, birinci izah daha güçlü ve kuvvetlidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Gözleri aydın olup tasalanmamalarına ve kendilerine verdiğinle, hepsinin
hoşnut olmalarına en elverişli olan budur" buyurmuştur ki, bu "Sana,
sırayı gözetmen vacib olmaz ve sen de sırayı gözetirsen, onların arasını müsavi
tuttuğun için, gözleri aydın ve mutlu olur, tasalanmazlar. Ama, şayet bu sırayı
gözetme işi sana farz olmuş olsaydı da, sen de meselâ bir gece onlardan birisi
yanında kalsaydın, yanında kaldığın o birisi, "Bu bana, kalbinden
kaynaklanan bir sevgiden dolayı gelmedi. Bu ancak, Allah'ın emrinden ve
Allah'ın bunu ona farz kılmasından dolayı geldi.." demesi durumu böyle
değildir. "Kendilerine verdiğinle, hepsinin hoşnut olmalarına.."
demek, "Geri bırakman ve yanına alman hususunda yaptığın şeylerle...
hoşnut olmalarına..." demektir. Çünkü, onların senin üzerinde herhangi bir
hakları yoktur ki, razı olmasınlar..."
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, 'Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah herşeyi hakkıyla bilendir ve
cezada acele etmeyendir" Duyurmuştur. Yani, "Eğer o kadınlar, ortaya
attıkları şeyin aksini kalblerinde saklıyorlarsa, Allah kalblerin içindekileri
bilir. Çünkü O, herşeyi hakkıyla bilendir. Binâenaleyh, şayet o, onları o anda
kınamıyorsa, onlar buna aldanmasınlar; çünkü o, acele etmeyen halîm bir
zâttır" demektir.
[78]
"Bundan sonra
kadınları (alman) ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen,
güzellikleri hoşuna gitse de, sana helâl
olmaz, elinin altındaki cariyeler
müstesna. Allah herşeyi hakkıyla görüp
gözetendir"
(Ahzâb. 52).
Allah Teâlâ, nebîsine,
hanımk arasında sırayı gözetmesini farz kılmayıp, ona, Hanımlarını muhayyer
bırakmasını emredip, oniar da böylece, Allah ve Resulünü tercih edince, O,
onlar hakkında artık bir başka kadınla evlenmeyi peygambere haram tatmak ve
"ve bunları herhangi zevcelerle değiştirmen.." ifadesiyle de nebîyi
onları ooşamaktan men etme gibi, onları mükâfaatlandırdığı şeyi zikretmiştir.
Bu ifadeyle igili birkaç mesele vardır:
[79]
Cenâb-ı Hak,
"Bundan sonra kadınları
(alman)... sana helâl olmaz..." buyurmuştur. Müfessirler,
bu ayetteki, ba'dü
kelimesine, "Bu zevcelerden sonra..."
anlamını vermişlerdir. Ama, evlâ olanı şöyle
denilmesiclir: "Onlar, Allah ve Resulünü tercih edip, Allah'ın kendilerine
verdiği vuslat, ayrılık, noksan ve mahrum olma gibi şeylere razı olmalarından
sonra, artık sana başka kadınlar helâl olmaz."
[80]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Ve bunları
herhangi
zevcelerle değiştirmen.." ayeti, onları boşamanın
haram oluşunu ifade eder. Çünkü şayet
caiz olsaydı, o
zaman
hepsini boşaması da caiz olurdu. Bunlardan sonra
da Peygamber, ya başkalarıyla evlenirdi veya
evlenmezdi. Eğer evlenmezse, bekârlar
sınıfına girmiş olur. Halbuki evlilik, peygamberin
terkedemeyeceği bir fazilettir. Nasıl
olmasın ki, "Evlenmek benim sünnetimdir..."
buyurmuş olan da
kendisidir.
Yok eğer, başkalarıyla evlenirse, o zaman da onları başka kadınlarla
değiştirmiş olurdu ki, Peygamber
değiştirmekten men edilmiştir.
[81]
Bazı müfessirler
şöyle demişlerdir: Bu
ayette ne
Peygamberin başkasıyla evlenmesinin haram
olması, ne
de mevcut hanımlarını
boşamaktan men edilmesi söz
konusudur. Tam aksine mana, "Sana amcan, halan, dayın ve teyzen
kızları gibi, hicret eden mü'min kadınlardan başka kadınlar helâl olmaz.
Bunların dışında kalan kitabî olan (eht-i kitab) kadınlara gelince, senin
bunlarla evlenmen de helâl değildir. Ayetteki, "Ve bunları herhangi
zevcelerle değiştirmen..." ifadesi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'i câhiliyye
adetlerinden men etmek içindir. Çünkü cahiliyyedekiler, hanımlarını bir başka
kadınla değiştiriyorlardı. Meselâ onlardan biri kendi hanımını terkediyor,
dostunun hanımını alıyor; ona da kendi hanımını veriyordu..." şeklindedir.
Her iki tefsire göre de, ihtilaf şu iki meselede bulunmaktadır:
a) Peygamberin, hanımlarını boşamasının haram
oluşu.
b)
Peygamberin, ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmesinin haram oluşu. Binâenaleyh,
kim bu ayeti birincisine göre tefsir ederse, talâk, boşamak haram olmuş olur;
bu ikincisine göre tefsir ederse, Peygamberin, ehl-i kitabın hammlarıyla
evlenmesi haram olmuş olur.
[82]
cümlesi "O
kadınların güzelliği senin
hoşuna gitse dahi" demektir. Zemahşerî şöyle der: "Bu
cümledeki ifâdesi, hâl manasındadır.
Zîlhalin (hal sahibi olan kelimenin)
ayetteki olması caiz değildir. Çünkü bu kelime, alabildiğine belirsizdir, bir
de zîlhalin nekire olması uygun düşmez. O halde zîlhâl olan kelime, Hz.
Peygamber (s.a.s)'dir. Buna göre mana, "Sana, (diğer) kadınlar helâl
olmaz. Ve sen, güzellikleri sebebiyle hoşuna gitseler dahi, bunları başka
zevcelerle değiştirmen caiz değildir" şeklinde olur.
[83]
Ulemâ, başka
kadınların peygambere haram kılınmasının,
nesh edilip edilmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Bu cümleden olarak,
meselâ Şafiî (r.h),
neshedildiğini
söylemiştir.
Halbuki, Hz. Aİşe (r.anha) ise, "Peygamber ölünceye kadar, diğer
kadınlarla evlenmesi kendisine helâl idi.."
buyurmuştur. Şimdi buna göre, bu hükmü nesheden, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey
Peygamber, mehirlerini verdiğin zevceleri... helâl kıldık.." (Ahzâb, 50)
ifadesidir. Bu, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmesinin caiz olmadığını
söyleyenlere göredir. Çünkü nâsih, eğer haber-i vâhid ise, mütevâtir değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sağ elinin malik olduğu cariyeler müstesna..." buyurmuştur. Ki,
"Peygambere, cariyeler haram kılınmamıştır. Çünkü, cariyeler sebebiyle bir
eziyyet etme söz konusu olmaz. İşte bundan dolayı, bir kimsenin, aralarında
eşitlik bulunduğu ve birbirlerine düşman olabilme söz konusu olduğu için, iki
kumayı aynı odada bulundurması caiz değildir. Ama, aralarında eşitlik olmadığı
için, kişinin, tek bir zevcesi ile, birden fazla cariyeyi bir arada
bulundurması caizdir. İşte bundan dolayı cariyeler hususunda, hiç kimseye sıra
gözetmesi farz değildir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah herşeyi hakkıyla görüp gözetendir.." buyurmuştur ki bu,
"Allah, herşeyi bilen ve herşeye kadir olan bir nigehbandır. Çünkü, görüp
gözetme işi, ancak bu ikisi sayesinde tahakkuk eder" demektir.
[84]
"Ey iman edenler,
(bundan sonra) peygamberin evlerine, -yemeğe davet olunmaksızın, vaktini de
gözetmeksizin- girmeyin"
(Ahzab, 53).
Cenâb-ı Hak,
Peygamberin, genel olarak ümmetine karşı tutumunun ne olacağını beyân için,
üçüncü hitâbta, "Ey Nebi, biz seni bir şâhid olarak gönderdik"(Ahzâb,
451 buyurunca, bu nidada da mü'minlere, onları hakka ulaştırmak ve onların,
peygambere •çarşı olan durumlarını, takınacakları saygıyı beyan etmek için,
"Peygamberin evlerine girmeyin" buyurmuştur.
Ümmetin, Peygamberine
karşı tutum ve davranışı şu iki şekilde olur:
a) Kimsenin bulunmadığı bir mahalde. Burada o mü'mine düşen görev, Peygamberini
rahatsız etmemesidir ki, bu hususu Cenâb-ı Hak, "Peygamberin evlerine izin
verilmedikçe (...) girmeyin" ifadesiyle beyan etmiştir.
b) Toplum
içinde. Burada da kişiye düşen, Peygamberine karşı duyduğu saygıyı ortaya
koymaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam
bir teslimiyetle de selâm verin "(Ahzâb, 56) buyurmuştur.
kısmı: "Size
müsaade edilme durumu müstesna, yemek yeme için peygamberin evlerine
girmeyin.." demektir.
[85]
"Fakat, davet
olunduğunuz zaman girin. Yemeği yediğiniz zaman, dağılırı.Söz dinlemek veya
sohbet etmek için de, izinsiz girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eziyyet vermekte,
o, sizden utanmaktadır. Allah ise, hakkı
açıklamaktan çekinmez.
Bir de onun zevcelerinden lüzumlu birsey istediğiniz
zaman, perde ardından isteyin. Bu, hem
sizin kalbleriniz, hem onların kalbleri
için daha nezîh bir davranış olur. Sizin, Allah'ın
Peygamberine ezâ vermeniz
doğru
olmadığı gibi, kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da, ebedî
caiz değildir. Bu, Allah nezdinde çok
büyük bir günahtır"
(Ahzâb, 53).
Cenâb-ı Hak, "Ve
Allah'a bir davetçi..."(«ızAb,«) ifadesiyle, Peygamberinin durumunu,
Allah'a davet eden birisi olduğunu beyân edince, burada da, "çağırılmanız
müstesna, Peygamberin evlerine girmeyin" buyurmuştur ki bu, "Siz, bu dine
nasıl ki, onun çağrısı ile girdiniz; aynen bunun gibi, onun yanına da, ancak o
çağırdıktan sonra giriniz" demektir.
Ayetteki,
"Vaktini de gözetmeksizin..." ifadesi, hâl olarak, mansûbdur.
Bu hâlin âmili ise,
Zemahserî'nin dediği gibi, ayetteki, ''girmeyiniz" ifadesi olup, ayetin
takdiri, "Peygamberin evlerine, ancak müsaade edilmiş olarak ve yemek
vaktini de gözlemeyerek giriniz..." şeklindedir. Bu ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[86]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Yemeğe davet
olunmaksızın..."
ifadesinde bir takdim ve bir tehir söz
konusu olup, bunun takdiri, "Size izin verilmiş
olması durumu müstesna,
yemeğe girmeyiniz..." şeklinde olur ki
böylece bu ifade, yemek vaktinin dışında, izinsiz
olarak girmeyi men eden bir ifâde
olmamış olur. Yahut da bu ifadede, herhangi bir takdim
-tehir söz konusu değildir.
Buna göre ifadenin manası, "Size, yemeğe müsaade edilme durumu
müstesna, Peygamberin evlerine girmeyin" şeklinde olur ki, bu durumda da
müsaade işi, bu müsaadenin yemek için olması şartına bağlanmış olur.
Binâenaleyh, "Şayet size, yemeğe müsaade edilmezse, girmeniz caiz olmaz.
Bu sebeple de şayet birine, "Yemek yemek için değil de, söz dinlemek
için" müsaade edilecek olsa, bu yine caiz olmaz. Biz diyoruz ki: Bu girme
yasağı, daha umumî ve kapsamlı olsun diye, bu ayetten kastedilen mana, ikinci
manadır.
Bu manayı verenin,
"Peygamberin evlerine ancak, yemek yemeğe verilen izin ile
girilir..." şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Zemahşerî şöyle
demektedir: "Buradaki hitap, Peygamberin evlerine yemek yenildiği zaman
gelen ve izinsiz giren kimselerdir. Böylece bunlar yemek zamanı izinsiz içeri
girmekten men edilmiş oldular." Evlâ olan, bu ayette bahsedilenin, ikinci
mana oluşudur. Birinci manayı elde edebilmek için ayette yapılan takdim tehirler,
aslolanın hilâfına ve aksine bir harekettir.
Ayetteki "ilâ
tefimin" kelimesi, özellikle zikredilen ifadelerden olup, bu, kendisi
dışında kalanların nefyine, yokluğuna delâlet etmez. Özellikle, onun dışında
kalanların da onun gibi olduğu bilindiğinde.. Çünkü yemeğe müsaade edildiği
için, onun evine girmesi caiz olan kimsenin, yine onun müsaadesiyle, yemekten
başka birşey için de girebilir. Zira, yemekten başka şeyin de, yemekle birlikte
bulunması daima mümkündür. Çünkü, kişinin, yemeğe çağrıldığı zaman, (yemeğin
dışında) onunla onuşması, o kimsenin onun ihtiyaçlarını karşılaması ve
yedirmenin yanısıra, ona, ■ endisindeki ilimden birşeyler Öğretmesi
mümkündür. Binâenaleyh o, bütün bunların tamamına razı olunca, bir kısmına razı
olması tahakkuk etmeye daha uygun ve »akındır. Böylece de bu ifade,
"Onlara üf bile deme"(isrâ, 23) kabilinden olmuş olur.
Ayetteki, kaydı,
"Sizler, yemek vaktini gözetmeyiniz. Çünkü yemek, :-azan hazır
olmayabilir" demektir.
[87]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat, davet olunduğunuz zaman girin..." emrinde şöyle bir incelik
vardır: Örfte, başkasının evine izinsiz
girmeyi alışkanlık - sı ne getirmiş olan kimseye, "Sen oraya izinsiz
girme!" denildiğinde, o gücenir ve Cm iş, o oraya çağrılsa bile, bundan
sonra asla girmeme tavrı ile sonuçlanır. = -âenaleyh Cenâb-ı Hak, "Sizler,
geri durup istinkâf eden kimselerin yaptığı gibi .apmayın. Tam aksine, itaatkâr
ve sözü kabul edenler olunuz. Size, "girmeyiniz" sendiğinde,
girmeyiniz; "giriniz" dendiğinde de giriniz" demek istemiştir.
Ayetteki *? kelimesinin, "yemeğin vakti" anlamına geldiği ileri
sürüldüğü gibi, "yemeğin tvn pişmesi" manasına geldiği de ileri
sürülmüştür. Ayetteki "Yemeğe davet :.'-jnmaksızın" kaydı cevaz;
"Fakat, davet olunduğunuz zaman, girin" emri de, vücûb ifade eder. O
halde bu ikinci ifâde, bir te'kîd değil, tam aksine yeni bir mana İade eden bir
cümledir.
[88]
İznin, açıkça
söylenmesi şartı yoktur. Tam aksine, razı
olunduğuna dâir bir bilgi tahakkuk ettiğinde, girmek
caiz
olur. İşte
bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, faili beyân
etmeksizin, meçhul sigasıyla, "size müsaade
edilmesi durumu müstesna.." buyurmuştur. Binâenaleyh, müsaade eden, şayet
Allah veya Peygamber veyahut da delil ile desteklenmiş akıl olursa, (girmek)
caiz olur. Nakil de buna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-J Hak, bahsettiğimiz
sebepten dolayı, kelimeyi müfret getirerek, "sadîkikum" yahut da
"sadık dostunuzun (evlerinde) yemenizde..." (Nûr.ei) buyurmuştur.
Meselâ, Hz. Ebu Bekir (r.a) gelse, Peygamberin evlerinde Hz. Aİşe (r.anha)'nin
evinde, o mahrem yerlerinin açık bulunması veya onun yanında mahrem olmayan
birisinin bulunması gibi, herhangi bir engelin bulunmadığını anlasa, veyahut da
o evde kimsenin bulunmadığını, yahut o evde çıkan bir yangının söndürülmesi
gerektiğini ya da başka herhangi bir şeyi anlasa, bu durumda içeri girmesi caiz
olur.
[89]
Cenâb-ı Hak,
"Yemeği yediğiniz zaman, DÖRDÜNCÜ MESELE
dağihn" buyurmuştur. Sahabeden birisi, Hz. Zeyneb'in
düğününde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
verdiği düğün
yemeğinde fazlaca
kalmış, Hz. Peygamber (s.a.s) ise, ona birşey dememişti. İşte bu sebeple bu
ayet, birtakım edeb ve düsturları ihtiva etmek üzere gelmiştir ki bunlardan
birisi, başkasının evinde uzun süre kalmayı men etmektir. "£v"
VeVımesmm manasvnûa, toşmvn, 'ya \bâöe\ eVmeV. \çm, yafo\ft öa hethangS bw işle
meşgul olmak için seçtiği, "oturulmasında mahzur olmayan bir yer
manası" bulunduğu halde, birisinin ona gelip, orada uzun süre kalma durumu
olabilir.
ifadesî hakkında
Zemahşerî, bu kelimenin, mecrûr olarak kelimesine atfedilmiş olduğunu söyler.
Bu kelimenin, manaya atfedilen mansûb bir kelime olması da muhtemeldir. Çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygamberin evlerine yemeğe davet olunmaksızın...
girmeyin" buyruğunun anlamı, "O evlere hücum ederek girmeyiniz"
şeklindedir. Böylece kelimesi, bir
önceki ifadede zımnen bulunan hâclmîne sözüne atıftır.
[90]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bunun bir edeb, peygamberin de sabırlı olduğunu, j "Çünkü bu,
peygambere eziyyet vermekte; o,
sizden utanmaktadır. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez" diyerek beyan
buyurmuştur ki, bu, bunun hem bir hak, hem de bir edeb olduğuna işarettir.
Ayetteki kâne lafzı, peygamberin buna katlandığına bir işarettir.
[91]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, başka bir davranış kuralına yer vermiştir ki, bu da O'nun, "Bir de
onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz zaman, perde arkasından isteyin
onlardan..." ayetinin ifade ettiği husustur. Cenâb-ı Hak, insanları Hz.
Peygamber (s.a.s)'in evlerine girmekten men edip, bunda da, insanların,
Peygamberin evlerindeki kap -kaçak, âlet ve edevata..ulaşma imkansızlığı söz
konusu olunca, Cenab-ı Hak bu şeylerin o kimseden men edilmediğini, perde
arkasından istenip talep edilebileceğini beyan etmiştir.
[92]
Cenâb-ı Hak, "Bu,
hem sizin kalbleriniz, hem de onların kalbîeri için daha temizdir"
buyurmuştur. Yani göz, kalbin penceresidir. Binâenaleyh göz görmezse, kalb arzu
duymaz. Ama göz görürse, kalb bazan arzu duyar, bazan duymaz. O halde kalb, göz
görmediği zaman daha temizdir. Bu durumda herhangi bir fitnenin bulunmayışı,
daha açık ve barizdir.
[93]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, mü'minlere bu kuralları öğretince, bunları, o mü'minleri
bunları muhafaza etmeye
sevkedecek'şeylerle te'kîd ederek Sizin, Allah'ın Resulüne ezâ vermeniz doğru
olmaz" buyurmuştur. "Size menedilen herşey Resûlullah'a eziyet verir,
öyleyse siz de ondan kaçının" demektir.
[94]
Cenâb-ı Hak,
"Kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da, ebedîcaiz değildir"^
buyurmuştur. Bu ayetin sebeb-i nüzulünün, nsanlardan birisinin -ki bunun Talha
İbn Ubeydillah olduğu ileri sürülmüştür-, "Şayet Muhammed'den geri
kalırsam, mutlaka Ayşe ile evleneceğim" demesi olduğu ileri sürülmüştür.
Halbuki, biz, genel bir ifâdenin manasını, sebeb-i nüzulün değiştiremeyeceğini
söylemiştik. Çünkü kastedilen, Hz. Peygamber (s.a.s)'e eziyyet vermenin haram
oluşudur. Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta iken, onun hanımlarına sataşmak da bir
eziyyet vermedir. Binâenaleyh, caiz olmaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Hayır, bu
mutlak manada caiz olmaz" buyurmuş, bunu da, Bu, Allah nezdinde çok büyük
bir günahtır". Maksad, "Peygambere eziyyet .*rme" işidir"
ayetiyle ifade etmiştir.
"Eğer birşeyi
açıklar veya onu gizlerseniz, şüphe yok ki Allah, her şeyi
hakkıyla bilicidir"
(Ahzâb. 54).
Yani, "Ona
hayatta iken eziyyet etmez ve fakat, ona ileride eziyyet vermeyi *eyahut da
ondan sonra hanımlarıyla evlenmeyi içinizden kurarsanız, bilin ki Allah,
ji^Cıslerde olanı bihakkın bilendir" demektir.
[95]
Cenâb-ı Hak, hicâb
ayetini indirince,
"Onlar
için, ne babalan, ne oğulları, ne biraderleri, ne biraderlerinin oğullan,
ne kızkardeşlerinin oğullan, ne kendi
kadınları, ne de ellerinin altında olan
(cariyeler) hakkında hiçbir vebal yoktur. Allah'tan
korkun, çünkü Allah
herşeyin
üstünde hakiki bir şahittir"
(Ahzâb, 55)
buyurarak mahremleri
istisna etmiştir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[96]
Hicâb hususunda,
erkeklere, perde arkasından istemelerini
vâcib kılmıştır. Öyleyse niçin Cenâb-ı Hak, erkekleri
günahtan istisna edip
de, "Onların babalarına günah yoktur!" dememiş "o kadınlara
(...) günah yoktur" demiştir? Biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın,
"onlardan perde arkasından isteyin"(Ahzâb,53) emri, onların
örtünmelerini isteyen bir emirdir. Bu ise, ancak onların örtünmüş ve mesture
olmalarıyla mümkündür. Böylece örtünmek, onlara vâcib olmuş olur. Daha sonra
erkeklere de, onları bu şekilde bırakmalarını emretmiş, böylece erkekler o
kadınların örtülerini açmaktan nehyedilmislerdir. Böylece o kadınların babaları
ve oğullarının yanındaki durum, bu hükümden istisna edilmiştir. Burada şöyle
bir İncelik vardır: örtünme esnasında, Allah, erkeğe perde arkasından
istemesini ve sormasını istemiştir. Bundan, kadının, erkekten dolayı örtünmesi
gerektiği evleviyetle anlaşılır. Cenâb-ı Hak, hükmü istisna ederken,
"Onlar için örtülerini çıkarmada vebal yoktur" buyurmuştur. Şu halde,
bu erkekler için (bakmada) vebal olmaması, haydi haydi geçerlidir.
[97]
Cenâb-ı Hak bu ayette,
önce babalardan başlamıştır.
Çünkü babaların, kızlarını görmesi daha çoktur. Nasıl böyle
olmasın ki?
Onlar, küçük iken,
kızlarının bedeninin
tamamını görmüşlerdir. Daha sonra,
"oğullar ve kardeşler"
buyurmuştur ki, bu açıktır. Sözümüz, erkek kardeşin
oğulları hakkındadır. Zira Allah
Teâlâ, erkek kardeşlerin oğullarını, kızkardeşin
oğullarından önce zikretmiştir. Çünkü,
kızkardeşin oğullarının babaları, mahrem değillerdir.
Çünkü onlar, oğullarının
teyzelerinin
kocalarıdırlar. Erkek kardeşin oğullarının babaları da mahremdir.
Binâenaleyh, kızkardeşlerin oğulları
hakkında, bir çeşit mefsedet sözkonusudur. Bu fesat da, o oğlanın, çoğukez
teyzesinden babasının yanında bahsetmesidir. Halbuki, babası mahrem olmayıp
nâmahremdir. Oysa ki, erkek kardeşin oğulları böyle değildir.
[98]
Allah Teâlâ, amcaları
ve dayıları, mahremler zincirinde saymamış, böylece de şu iki sebepten dolayı,
amcaları, dayıları dememiştir.
1) Bu
hükmün, erkek kardeşlerin
ve kızkardeşlerin
oğullarının hükmünden
anlaşılmasıdır. Çünkü, kardeşin oğullarının, halalar için mahrem olduğunu bilen
kimse, kardeşin kızlarının, amcalar için mahrem olduğunu bilmiş olur. Durum,
dayı hususunda da aynıdır.
2) Amcalar,
çoğu kez kendi oğullarının yanında, kardeşinin kızlarından bahsederler. Halbuki
oğulları, mahrem değillerdir (nikâh düşer). Durum, dayı oğlu hakkında da
aynıdır.
[99]
Cenâb-ı Hak, mü'mine
kadınlara râci olacak zamir ile,
buyurmuştur ki, böylece de mü'mine bir kadının. kâfir bir kadının yanında
açılıp saçılması kesinlikle caiz olmaz.
[100]
En sonra 'Ve de
ellerinin altındaki cariyeler",
buyurulmuştur. Çünkü, onların
açılıp saçılmalarından fesat aşikârdır. Bu tabir ile, buluğ yaşından
aşağıda olanların kastedildiğini söyleyenler de vardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk'ın "Memlûkeler hakkında Allah'dan korkun" emri, o kadınların,
köleler yanında açılmalarının emniyet şartına ve bir sakıncanın olmadığını
bilmeye bağlı olduğunun bir delilidir.
"Çünkü Allah, her
şeyin üstünde hakiki bir şahittir" ifadesi, burada, son derece güzel ve
yerindedir. Bu böyledir, zira önceki ifadeler, o kadınların, sayılan erkekler
yanında açılmalarının ve onlarla yalnız kalmalarının cevazına bir işarettir.
İşte bu sebeple O, "Allah, sizin birbirinizle başbaşa kalmanız durumuna
şahittir. Bu sebeple Allah'ın şehâdeti açısından, sizin birbirinizle başbaşa
kalmanız, tıpkı bir toplum halinde olmanız gibidir. Öyleyse, Allah'tan
korkun" buyurmuştur.
[101]
"Şüphesiz ki
Affah ve melekten, o peygambere çok saiât eder/er. Ey iman edenler, sız de ona
salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin"
(Ahzab, 56).
Cenâb-ı Hak,
mü'minlere, izin istemelerini emredip, saygı göstermek maksadıyla, peygamberin
hanımlarının yüzüne bakmamalarını da belirtince, bu saygının izahını tam
yapmıştır. Zira, peygamberin durumu şu iki şeye münhasırdır:
a) Peygamberin yalnız olması hali. Ki Cenâb-ı
Hak, bu durumda iken, ona duyulacak saygıyı, "Peygamberin evlerine
girmeyin"'(Ahzab, 53) hitabtyla belirtmiştir.
b) Peygamberin
bir toplum içinde olması durumu. Bu toplum, ya en üst düzeyde bir toplum olur,
yahut da aşağı düzeyde bir toplum olur. Peygamber, Mele-i A'lâ'da muhteremdir,
kendisine saygı duyulur. Çünkü Allah, "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o
peygambere çok salât ederler" buyurmuştur. Aşağı düzeydeki toplumda
(Mele-i Ednâ'da) ona saygı duymak farzdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ey İman
edenler, siz de ona saiât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[102]
Salât, duâ etmek
demektir. Arapça'da, "Ona duâ etti"
manasında, deyimi kullanılır. Bu mana, Allah
hakkında düşünülemez. Çünkü Allah ona, duâ
etmez. Zira duâ, bir başkası
için, bir üçüncüsünden bir fayda talep etmek demektir. İşte bu sebeple Şafiî
(r.h), bu lafzın pekçok manaya kullanıldığını söylemiştir ki, bu husus, (Ahzab,
43) ayetinin tefsirinde geçmişti. Bizim burada ilâve edeceğimiz husus şudur:
Allah Teâlâ orada, (Ahzâb,43) buyurmuş, böylece "salât" kendisine
nisbet etmiş, "melekler" ifadesini de "Allah" lafzına
atfetmiştir. Burada ise, kendisini ve meleklerini birlikte zikretmiş,
"salât" kelimesini hem kendisine hem de meleklere isnâd ederek
buyurmuştur. Bu ifadede, Peygamber (s.a.s)'e saygıda bulunma söz konusudur.
Zira, birisini tek başına zikredip, başkasını ona atfetme işi, tek olarak
zikredilenin, atfedilene üstün olmasını gerektirir. Bu tıpkı, bir hükümdarın,
"Falanca girsin. Falanca da..." dediğinde, bundan şayet,
"Falanca ve falanca girsinler.." demiş olsaydı, o zaman anlaşılmayacak
olan bir takdîm ve öne geçirme anlaşılır. Bunu iyice kavradığına göre, O da Hz.
Peygamber (s.a.s) hakkında onların salât ettiğini beyan ettiğine göre, burada
ResÛlullah hakkındaki salâtta bütünün asıl durumunda olduğu
[103]
anlaşılır. Halbuki, mü'minlere "salât" hususunda ise, (önce) Allah
onlara merhamet ediyor, daha sonra melekler de (bu hususta) Allah'a uyuyorlar.
O halde bu demektir ki melekler, Peygambere "salât" getirme
hususunda, Allah Peygamber'e ister "salât" etsin isterse etmesin,
kesintisiz olarak "salât" getirirler ki, bu onlara sanki ya vâcibtir
ya da mendûb. Halbuki, mü'minler hakkında durum böyle değildir.
[104]
Ayetin bu ifadesi,
Şafiî'nin görüşüne bir delildir. Çünkü, emir vücûb ifade eder. O halde, salât-ü
selâm getirmek vâcibtir demektir. Halbuki, teşekkürü dışından salât-ü selâm
getirmek farz değildir. Binâenaleyh, bu teşehhüdde farz olur.
[105]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'e "Ya Resûlallah, biz sana nasıl salât-ü selâm getireceğiz?"
denildi de, o da bunun üzerine
"Allah'ım,
ibrahim'e ve İbrahim'in âline salât, merhamet ettiğin gibi Muhammed'e ve
Muhammed'in âline de merhamet, salât-ü selâm et ve İbrahim'e
ve ibrahim'in âlini
mübarek kıldığın gibi,
Muhammed'i ve Muhammed'in âlini
de mübarek kıl. Çünkü sen hamîdsin, yani her zaman hamde lâyıksın; mecîdsin,
yani her zaman övgüye lâyıksın.." deyiniz!"
[106]buyurdu.
[107]
Allah ve melekleri,
peygambere salât-ü selâm ettiğine göre, bizim salât-ü selâmımıza ne gerek var?
Cevap: Biz diyoruz ki,
peygambere yapılan salât, peygam-
berin o salata olan
ihtiyacından dolayı değildir. Aksi halde, peygambere Allah salât-ü selâm
edince, meleklerin de salâtına hacet kalmazdı. Bu ancak, ona duyulan saygıyı
izhâr etmek içindir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, hiç ihtiyacı olmadığı halde, bize,
Kendisini zikretmemizi farz kılmıştır. Bu ancak, Cenâb-ı Hakk'ın bundan dolayı
bize mükâfaat vermesi için ve de bize bir şefkat ve merhamet olsun diye,
tarafımızdan peygambere duyulan saygıyı ortaya koymak içindir. İşte bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim bana tek bir defa salât-u selâm
getirirse, Allah Teâlâ da ona on defa salât (merhamet) eder"
[108]
buyurmuştur.
[109]
Allah, Peygamber
(s.a.s)'ini, ümmetinin kendisine getirmiş olduğu salât-ü selâmın minneti
altında bırakmamıştır.
Çünkü buna bedel,
peygamberin de ümmetine salâtta 'duada) bulunmasını emrederek, mukabelede
bulunmasını sağlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlara salât, duâ et. Çünkü
senin salât'ın, duan onlar için sükûnettir" (Tevbe, 103) buyurmuştur.
[110]
'Tam bir teslimiyetle
de selâm verin" ifadesi bir emirdir. Binâenaleyh bu, vâcibtir. Halbuki bu,
namazın dışında vâcib, yani farz değildir. O -a'de bu, namazda farzdır, ki bu
da bizim teşehhüddeki, "es-selâmun aleyke eyyühennebiyyü - Selâm sana ey
Peygamber..." şeklindeki sözümüzdür. Bu, selâmın vâcib olmadığını
söyleyenlerin aleyhine bir delildir. Cenâb-ı Hak, Peygamber s.a.s)'e verilen
selâmın, mükemmelliğini ifade etsin diye, te'kîd için de (ayrıca)
masdan getirmiştir. Halbuki,
"salât"ı bu şekilde te'kid etmemişti. Çünkü "saiât" da,
Cenâb-t Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, o peygambere çok salât
(ve tekrimde) bulunurlar" ifadesiyle te'kid olunmuştur.
[111]
"Gerçekten, Allah
ve Resulüne ezâ edenler (yok mu?), Allah onları dünyada da ahirette de
rahmetinden kovmuş, onlara horlayıcı bir azâb da
hazırlamıştır"
(Ahzftb, 57).
Cenâb-ı Hak, eşyayı
bazı zttlarını açıklamak suretiyle birbirinden ayırdetmiştir. İşte böylece de,
peygambere salât-ü selâm getirenin faziletini ortaya koymak için, peygambere
eziyyet verenin halini beyan etmiştir. "Lanet", sakınılacak şeylerin
en şiddetlisi ve önemltsidir. Çünkü, Allah'tan uzaklaşmakla beraber, artık
bundan sonra hiçbir hayır umulamaz. Ama, ateş vb. şeylerle azâb etmek böyle
değildir. Baksana hükümdar, tebaasına karşı değiştiğinde, eğer o tebaasından,
herhangi birisinin kendisine yaptığı eziyyet çok değilse, o bunu sadece
azarlar. Onu kovmaz. Şayet bir suçlu, son derece azametli ve kerem sahibi bir
hükümdarın huzurunda, dövülmesi ile kovulması arasında muhayyer bırakılacak
olsa, o dövülmeyi kovulmaya tercih eder. Hele de, dünyada kendi efendisinden
başka bir hükümdar yoksa!
ifadesi, artık bir
daha yakın olmanın umulamayacağı bir uzaklığa işarettir. Çünkü, dünyada iken Allah'tan
uzaklaştırılan kimse, ahirette (belki) yaklaşmayı ümit eder. Binâenaleyh,
ahirette de uzaklaştırılınca, muhakkak ki tamamiyle kaybetti ve hüsrana uğradı
demektir. Çünkü Allah'ın uzaklaştırıp sürgün ettiği kimseyi, Kıyamet gününde
O'na yaklaştıracak kimse yoktur.
Hem sonra Cenâb-ı Hak,
bu cezayı sadece uzaklaştırmaya hasretmemiş, tam aksine "Onlara höriayıcı
bir azâb da hazırlamıştır" ifadesiyle, onu bir de azâb ile tehdit
etmiştir. Burada birkaç mesele vardır:
[112]
Allah, hem kendisine
hem de peygamberine yapılan eziyyetten bahsetmiş, bunun peşinden de lanet etme
ve
azâblandırma gibi iki
şeyi getirmiştir: O halde lanet, Allah'a karşı yapılan suçun cezasıdır. Çünkü,
hükümdara eziyyet eden kimseyi, hükümdar, eğer ona azâb edilmesini emretmemişse,
onu kapısından kovar. Azâb etme ise, Peygambere yapılan eziyyetin karşılığıdır.
Çünkü hükümdar, güçlü bir kimse tebaasından birine eziyyet ettiğinde, onun
hakkını o kimseden eksiksiz alır. Buna
göre, "Allah'a eziyyet edip de peygamberine
eziyyet etmeyen kimselere azâb edilmez..." denilemez. Çünkü biz, bu
manada, Allah ile Resulünün birbirinden ayrı düşünülmesinin imkânsız olduğunu
söylemekteyiz. Çünkü Allah'a eziyyet eden, peygamberine de eziyyet etmiş olur.
Diğer manaya göre -ki bu, meselâ şirk koşmadan isyan eden veya irtidâd etmeden
fısk u fücura dalmış olan kimseler gibi-, peygambere eziyyet edip de Allah'a
eziyyet etmeme hususuna gelince, böyle bir kimse, bir defa peygambere eziyyet
etmiştir. Ne var ki Allah, çok sabırlı, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Bu kimseye, azabı ile ceza verir, fakat onu kapısından kovmak suretiyle lanet
etmez.
[113]
Cenâb-ı Hak, burada
bahsedilen azabı, "korkunç" olmakla te'kîd etmiştir. Çünkü
kölelerinden biri tarafından eziyet görüp de, onun hapsedilmesini ve
dövülmesini emreden bir efendi düşünelim. Sen bak; eğer o onun ayrı bir yerde
hapsedilmesini yahut da, yaşlı bir adama onu dövmesini emretmişse, bu, durumun
kolay olduğunu gösterir. Yok eğer, onun, bir toplum huzurunda dövülmesini ve
müfsidler arasına hapsedilmesini emretmişse, bu da işin çok çetin olduğunu
anlatır. Binâenaleyh kim, Allah'a ve Resulüne eziyyette bulunursa, o,
cehennemde uzun süre kalanlardan olur ve Allah, o kimseye, hor ve hakîr kılıcı
bir azâbla azâb eder. ifadesi de te'kîd bildirir. Çünkü efendi, Öfkelendiği
için, herhangi bir hazırlık yapmadan kölesine azâbetmek istediğinde bu, onun
için ipler, bukağılar, kelepçeler hazırlandığında yapmış olduğu azâbtan daha
hafif olur. Çünkü birincisi hakkında, "Bu, öfkesinin eseridir. Binâenaleyh,
Öfkesi yatıştığında bu da sona erer" denilebilir. Halbuki İkincisi DÖyle
değildir.
[114]
'Erkek mü'minlerle
kadın mü'minlere, işlemedikleri (bir günah) yüzünden ezâ edenler de, muhakkak
ki bir yalan ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir"
(Ahzâb, 58).
Cenâb-ı Hak, nebisine
salâtta bulununca, kendisine yapılan eziyet, peygamberine .-aoılan eziyetten
ayrılmamış ve ayrı düşünülmemiştir. Çünkü Allah'a eziyette bulunan, usûlüne
eziyet etmiş olur. Böylece Cenâb-ı Hak, mü'minlere, "Sizler, size
emrettiklerimi yerine getirir ve tıpkı benim yaptığım gibi, peygambere salâtta
Duiunursanız, size yapılan eziyet, resulüne yapılan eziyetten ayrılmaz ve ayrı
>ması gibi, size
eziyet etme de peygamber'e eziyet olduğu için, size eziyette bulunan günahkâr olur"
şeklinde açıklamada bulunmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki,
"salât", Allah'dan, meleklerden, resulden ve mü'minlerden sudur
eden birşey olunca, tıpkı sadık dostların sadâkat hususundaki halleri gibi,
nerdeyse onlardan birine yapılan eziyet, diğerine yapılandan ayrılmaz ve ayrı
düşünülmez bir hal almıştır.
"işlemedikleri
(bir günah) yüzünden" ifadesi, emr-i ma'ruf yaparken, şiddet ve aşırılık
göstermeme gerektiğini ifade eder. Çünkü, içki içmesinden dolayı yüz değnek
vuran veya tavla oynamasından dolayı kırk değnek had uygulayan kimse de,
işlemediği bir suçtan dolayı, (o başkasına) eziyet etmiş olur. Halbuki, zinadan
dolayı değnek vuran veya içki içmeden dolayı had tatbik eden kimse,
işlenilmeyen bir suçtan dolayı eziyet etmemiştir. Şöyle de denilebilir. Bu
kimse hiç eziyet etmemiştir, çünkü bu uygulama, dövülen kimsenin durumunu ıslâh
etmedir.
Cenâb-ı Hak,
"Muhakkak ki bir yalan ... yüklenmişlerdir" buyurmuştur.
"Buhtân" iftira demektir. Bu ise, ancak sözle otur. Eziyet etmek ise,
bazan sözün dışındaki başka bir şeyle de olur. Binâenaleyh bir mü'mine, dövmek
veya malını almak suretiyle, eziyet eden kimse, bir bühtanda bulunmuş olmaz. Ne
dersin?
Cevap: Bununla,
mü'minlere, sözle eziyet edenler kastedilmiştir. Bu böyledir, zira Allah Teâlâ,
mü'minlerin kıymetini izhâr etmek istemiştir. Binâenaleyh O, Allah ve Resulüne
eziyet edenin lanetleneceğinden bahsedip, Allah'a eziyet etmek de, ya
varlığının delilleri bilindikten sonra, varlığının inkâr edilmesi; yahut,
görmeyen duymayan, yahut hiçbir şeye kadir olmayan ve bilmeyen, veyahut da
varlığı hususunda bir yaratıcıya muhtaç olan varlıkların O'na ortak koşulması
suretiyle olunca, ki bu, mü'minlere sözle eziyet etmek için söylenmiş bir
sözdür, işte bundan dolayı daha umumî ve daha mükemmel olduğu için, Cenâb-ı
Hak, özellikle Peygambere sözle yapılan eziyetten bahsetmiştir. Bu böyledir,
zira insan, O'nu dövmek veyahut da kendisine ihtiyacı olduğu şeyi almak
suretiyle Allah'a elem verecek şeylerle, Allah'a eziyette bulunamaz. O'na ancak
sözle eziyet edebilir. Bir de, orada bulunmayan fakir kimseye, bilfiil eziyet
etmek mümkün değildir. Ona, kendisine ulaştığında eziyet duyacağı şeyi, onun
hakkında, onun bulunmadığı bir yerde söylemek suretiyle eziyet etmek mümkündür.
Buna verilecek cevap hususundaki ikinci izah da şudur: Müteakiben gelen
"ve apaçık bir günah...." kısmı, bir istidrâk ifadesidir. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Bu eziyet eğer sözle yapılan bir eziyet ise, o kimse
bir bühtanı ve eziyet nasıl olursa olsun, kişi de hangi durumda bulunursa
bulunsun, apaçık bir günahı yüklenmiştir" demek istemiştir. Çünkü Allah,
biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, daha genel ve daha tam olduğu için,
hususiyle sözlü eziyet etmeden bahsetmiştir. Çünkü söz, kişinin kalbine sirayet
eder. Çünkü söz, kalbten çıkar; dil ise onun sözcüsüdür. Yi ne kalbe girer,
kulak da onun yoludur.
[115]
"Ey Peygamber!
hanımlarına, kılarına ve mü'minlerin kadınlarına, dış
elbiselerini üstlerine giymelerini söyle.
Bu, onların tanınıp, ezâ edilmemelerini
daha fazla temin eder, Allah gafurdur, rahimdir"[116]
(Ahzâb, 59).
Allah Teâlâ,
mü'minlere eziyet eden kimsenin, bir bühtanı (iftirayı) üstlendiğini belirtip,
bu ifadede, mükellefi mü'minlere eziyet etmekten men etme manası yatınca,
eziyet sahibi olacak olan töhmet yerlerinden kaçınmasını mü'mine emretmiştir.
Böylece, men edilen eziyet verme işinin ortaya çıkmasını önlemek istemiştir.
Yine Cenâb-ı Hak, özellikle, sözlü eziyetlerden bahsedince, bilhassa sözlü
eziyetin sebebi olan şeyden de bahsetmiştir. O da kadınlardır. Çünkü kadınları
kötülükle yâd etmek, hem erkeklere, hem de kadınlara eziyet verir. Fakat
erkekler böyle değildir. Çünkü bir kadını bir kimse kötülükle yâd ettiğinde, o
kadın bundan eziyet duyduğu gibi, akrabaları, o kadının duyduğundan daha fazla
eziyet duyar. Fakat bir kimse bir erkeği Kötü olarak yâd etse, sadece o erkek
eziyet hisseder, ama kadınları bundan eziyet Hissetmezler. Câhiliyyede hem hür
kadınlar, hem de cariyeler, açık-saçık olarak dışarı çıkarlardı. Bundan dolayı
zinaya düşkün kimseler onları takib ederler ve böylece de : ' töhmet doğardı.
Bu sebepten dolayı Allah Teâlâ, hür kadınlara örtünmelerini emretmiştir.
Cenâb-ı Allah,
"Bu, onların tanınıp, ezâ edilmemelerini daha fazla temin eder"
buyurmuştur. Bu ayetin manasının, "Onlar hür olarak tanınırlar, böylece de
peşlerine kimse takılmaz" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür. Şöyle de
denilebilir: "Böylece onların zinâkâr olmadıkları anlaşılır." Çünkü
"avret" (kapatılması gereken yer) olmadığı halde yüzünü de kapatan
kadının örtülmesi gereken yerlerini açabileceği düşünülemez. Böylece de bu
kadınların, tandilerine zina teklifi imkânsız, birer mesture oldukları
anlaşılır.
Cenâb-ı Hak,
"Allah gafurdur, rahimdir" buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Allah sizin için,
daha önce yapmış olduğunuz şeyleri bağışlar ve size, merhamet edici olarak,
yaptığınız (iyiliklere) karşılık mükâfaat verir" demektir.
[117]
"Eğer münafıklar
ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar ve şehirde fena haber
yayanlar, bu
hallerinden vazgeçmezlerse, mutlaka ve mutlaka seni onlara musallat ederiz.
Böylece sonra orada seninle ancak pek az komşu olabilirler"
(Ahzâb, 60).
Allah Teâlâ, Allah'a
ve Resûlullah'a eziyet eden müşriklerin halinden ve mü'minlere eziyet eden,
fışkını ortaya koymuş kimselerden bahsedince, hakkı ortaya koyup, kalbinde
bâtılı saklayıp, gerçek durumunu göstermeyenlerden de bahsetmiştir. Bunlar,
münafıklardır. Daha önce bahsedilenler üç şey bakımından üç kısım olunca, yani
Allah'a, Resûlullah'a ve mü'minlere eziyet eden üç kısım olunca, Cenâb-t Hak,
(bir başka) üç şey bakımından, gerçek durumunu göstermeyen üç grup insandan
bahsetmiştir:
a) Allah'a
gizlice eziyet eden münafık,
b)
Mü'minlerin hanımlarının peşine takılmak suretiyle, mü'minlere eziyet veren,
kalbi hasta kimse, ve:
c) Meselâ
"Muhammed mağlub oldu. Medine'den sürülecek. O ve ashabı esir edildi"
gibi, asılsız haberler ortaya atmak suretiyle, Peygamber (s.a.s)'e eziyet eden,
yalancı haberciler. Bunlar aslında tek bir toplum iseler de, bunlar için, bu üç
husus söz konusudur. Bu da, Hak Teâlâ'nın, "Müslüman erkekler ve müslüman
kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar" (Ahz&b, 35) ayeti
gibidir. Çünkü Cenâb-ı Allah, o ayetinde, on çeşitten bahsetmiştir. Aslında
bunların hepsi de tek bir kimsede bulunur. O halde bunlar, şahıs itibarıyla
tek, fakat değerlendirme (sıfat) açısından çoktur.
Allah Teâlâ,
"Mutlaka ve mutlaka seni onlara musallat ederiz" buyurmuştur. Bu,
"Biz seni onlara musallat eder, senin elinle onları Medine'den çıkarırız.
Böylece artık sana komşu olamazlar. Medine, ya ölümleri, ya oradan çıkarılmaları
suretiyle onlardan kurtulur" demektir.
Bunun manasının,
"Biz seni onlara musallat kılarız. Seni musallat kılınca da, artık sana
komşu olamazlar, çekip giderler" şeklinde olması da muhtemeldir. Bu
açıklamalardan birincisi, tıpkı bir kimsenin iki hususa işaret olsun diye,
"Falanca çıkar ve okur" demesi; ikincisi de, "Falanca çıkar ve
çarşıya gider" demesi gibidir. O halde birincisinde, o kişi çıkmadan da
okuyabilir. İkincisinde ise, o kimse evden çıkmadan, çarşıya gidemez. Buradaki
istisnada şöyle bir incelik var: Bu da Allah Teâlâ'nın, peygamberine, onun
şevketini ve kuvvetini ortaya koymak için, düşmanlarını
Medine'den çıkarıp, onun eliyle onları
oradan süreceği vaadinde bulunmuş olmasıdır. Binâenaleyh eğer, sürgün işi
Peygamber (s.a.s) vasıta kılınmaksızın, direkt Allah'ın iradesiyle olsaydı, Hak
Teâlâ Medine'yi onlardan, sırf "Ol" deyip, o işin hemen olması ile
anında temizlerdi. Fakat Cenâb-ı Hak, peygamberin eliyle olmasını isteyince, bu
iş kısa da olsa bir zamana bağlı olarak meydana gelecektir. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Allah, "Böylece, sonra orada seninle ancak pek az komşu
olabilirler" buyurmuştur. Bu "az" zaman da, onların çıkmak için
hazırlık yapmaları için tanınan müddettir.
"Hepsi de
Allah'ın rahmetinden koğulmuş olarak (giderler). Nerede bulunurlarsa, yakalanır
ve öldürülür de, öldürülürler"
(Ahzâb, 61).
Bu, "Onlar, hem
senin, hem Allah'ın kapısından koğulmuş, mel'ûn kimseler olarak sana işte bu
kadarcık bir müddet içerisinde komşu olurlar. Oradan çıktıkları zaman da,
zilletten kurtulamazlar. Bir sığmak da bulamazlar. Aksine nerede olurlarsa
peşlerine düşülür, yakalanır ve Öldürülürler" demektir.
[118]
"Daha evvel
geçmiş ümmetler hakkında, Allah'ın sünneti budur. Allah'ın sünnetini
değiştirmeye asla imkân bulamazsın"
(Ahzâb, 62).
"Bu, ilk defa
size yapılan, size uygulanan bir durum değil. Aksine bu, Allah'ı i anlamış olan
bütün geçmiş kavimlere yapılan, hâlen devam etmekte olan ve sürüp 5<ten
ilahî bir tutumdur ve "Allah 'm sünnetini değiştirmeye asla imkân
bulamazsın", •ani, bu sünnet (kânun, âdet, tutum) değiştirilen ve
neshedilen hükümler gibi değildir, ü nesh hükümlerde olur. Fiillere ve
haberlere gelince, bunlar neshedilmezler."
[119]
"İnsanlar sana,
Kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki: "Onun bilgisi, ancak
Allah'ın elindedir." Ne biliyorsun, belki de o Kıyamet yakın bir
zamanda
olacaktır"
(Ahzâb, 63).
Allah Teâlâ, onların
dünyadaki durumlarının, lanetlenme, hor ve hakir kılınma ve öldürülme olduğunu
beyân edince, âhiretteki durumlarını da ortaya koymak istemiş ve böylece de
onlara Kıyameti ve Kıyamette başlarına gelecek şeyleri hatırlatarak,
"İnsanlar, sana o Kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar. De ki:
"Onun bilgisi, ancak Allah'ın elindedir." Size açıklanmaz. Çünkü Allah
onu, mükellefin suç işlemekten kaçınması ve Kıyametten her an korkması
hikmetinden ötürü gizlemiştir.
Daha sonra Allah
Teâlâ, insanları böylece korkutmak istediğine bir işaret olarak, "Ne
biliyorsun, belki de o Kıyamet yakın bir zamanda olacaktır" buyurmuştur.
Bu böyledir, çünkü bir kimsenin, "Allah falanca işin ne zaman olacağını
bilir" seklindeki sözü, o şeyin sonraya bırakıldığını anlatır. Baksana,
alacaklı olduğu birisinin peşinde gezen bir kimseden, borçlu olan taraf,
alacaklıdan bir veya iki ay mühlet tanımasını istese, çoğu kez o buna
sabredebilir. Ama borçlu, "Falanca yolculuğundan dönünceye kadar
sabret" dese, alacaklı, "O falancanın ne zaman geleceğini Allah
bilir. Belki de o, bu müddetten önce gelebilir" der. İşte bu ayette de
Cenâb-ı Hak, "Ne biliyorsun, belki de o Kıyamet, yakın bir zamanda
olacaktır" buyurmuştur ki bu, "Kıyametin ne zaman kopacağını Allah
bilir. Onun geç olacağını sanmayın. Belki çok yakın bir zamanda da, o
kopabilir" demektir. Ayetteki, "karîb", müzekker ve müennesi
aynı olan, "fa*îl" vezninde bir kelimedir. Allah Teâlâ,
"Allah'ın rahmeti müminlere yakındır" (A'râf, 56) buyurmuş (burada
normalde beklenen şekilde, dememiştir). Aynen bunun gibi, bu ayette de,
dememiştir.
[120]
"Şüphesiz ki
Allah, kâfirleri rahmetinden uzaklaştırmış ve onlara çılgın bir ate§
hazırlamıştır. Onlar, ne bir dost, ne bir yardımcı bulamayacaklardır"
(Ahzâb, 64-65).
Yani onlar, sizin
yanınızda, dünyada mel'un kabul edildikleri gibi, Allah katında da
mel'undurlar. Allah onlara çılgın bir cehennem hazırlamıştır. Bu tıpkı, Hak
Teâlâ'nın, "Allah onlan dünyada da, âhirette de rahmetinden kovmuştur.
Onlara rezil-rüsvay eden bir azab hazırlamıştır" (tozâb,s7) ayeti gibidir.
"Onlar orada ebedî kalıcılar olarak", yani çok uzun süre kalıcılar ve
çıkışları için bir son olmaksızın devamlı kalıcılar olarak, oraya girerler.
Allah, "Onlar ne bir dost, ne bir yardımcı bulamayacaklardır"
buyurmuştur. Allah onların orada ebedî kalacaklarından bahsedince, işin
içyüzünü de beyan etmiştir. Çünkü azaba düçâr edilmiş olanı, bundan ancak
kendisine şefaat edecek bir dost, yahut ondan o azabı savuşturacak bir yardımcı
kurtarabilir. Onların ise ne böyle şefaat edecek dostları, ne de azabı
defedecek bir yardımcıları vardır.
[121]
"O gün yüzleri
ateşe evrilip-çevrilirken, "Eyvah bize! Keşke Allah'a itaatetseydik,
Peygambere itaat etseydik!" diyeceklerdir. (Onlara tâbi olanlar da) o
gün, "Ey Rabbimiz, doğrusu biz
başkanlarımıza ve büyüklerimize uyduk.
Onlar da bizi yoldan saptırdılar" diyeceklerdir.
(Yine) "Ey Rabbimiz, onlara
azabı iki kat ver. Onları büyük bir lanetle
rahmetinden kov" (diyecekler)"
(Ahzâb, 66-68).
Allah Teâlâ, onların
kendilerinden o azabı savuşturacak hiçbir şefaatçileri olmadığını beyân edince,
dünyadaki azabın aksine, birkısım uzuvlarının da diğer uzuvlarından o azabı def
edemeyeceğini bildirmiştir. Çünkü insan dünyada İken, bendini korumak için
eliyle yüzünü müdafaa eder. Zira başına ve yüzüne vurmaya caJışan kimse,
karşısındakinin yüzüne değmesin diye, elini bir kalkan gibi kullandığını, •
anut başını eğdiğini görür. Âhirette ise, "Onların yüzleri ateşte
evrilip-çevrilir. O -aide, dünyada yüzü korumak İçin kalkan gibi kullanılan
diğer uzuvların durumunun ne olacağını bir düşün! Onlar, "Eyvah bize!
Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere itaat etseydik!" diyecekler. Ama
azabtan ancak itaatkârların kurtulacaklarını bildikleri için, pişmanlığın,
hayıflanmanın, yazıklanmanın, artık kendilerine fayda vermediği bir yerde
pişmanlık duyarlar. Sonra bunlar, "Ey Rabbimiz, biz başkanlarımıza ve
büyüklerimize uyduk" yani, "Allah'a itaat yerine başkanlarımıza,
peygambere itaat yerine de büyüklerimize itaat ettik. Efendilerin
efendisi, büyüklerin en büyüğü Allah'a
itaati terkettik. Böylece de hayrı verip yerine şerri aldık. Şüphesiz bundan
dolayı da, cennetlarin en hayırlısını kaçırdık ve bize ona karşılık,
cehennemlerin en şerlisi verildi" derler.
Daha sonra onlar
saptıranlara Allah'ın azabetmesi sayesinde öfkelerinden kurtulup, bir tür
rahatlama istemişler ve "Ey Rabbimiz, onlara azabı iki kat ver" yani,
"Sapmaları ve saptırmaları sebebiyle, onlara iki kat azab ver"
demişlerdir. Ayetteki, "azabı iki kat ver" ve "Onları büyük bir
lanetle rahmetinden kov" ifadesinde şöyle bir ince mana var: "Dua,
ancak, istenilen şey ortada olmadığı zaman olur. Halbuki o anda hem azab, hem lanet
onlar için mevcuttur. Binâenaleyh onlar, mevcut olmayan birşey istemişlerdir.
Bu da, "iki kat" ifadesiyle azabın artırılması, "büyük bir
lanetle" ifadesiyle de lanetin artırılmasıdır."
[122]
"Ey iman edenler,
siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Allah onu, dedikleri şeyden temize
çıkardı. O, Allah indinde de yüzü olan (itibarlı) bir zattı"
(Ahzâb. 69).
Allah Teâlâ, Allah'a
ve Resulüne eziyette bulunanların lanetleneceğini ve azab edileceğini beyân
edip, bu da küfür olan bir eziyet edişe işaret olunca, Allah mü'minleri bundan
daha hatif eziyetlerden de kaçınmaya sevketmiştir. Bu tür eziyetler küfrü
doğurmaz. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in taksimatına ve fey'i (ganimeti)
bazılarına vermeye hükmetmesi gibi şeylere razı olmayanların eziyeti gibi..
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
"Ey iman edenler, siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın"
buyurmuştur.
[123]
Bu ayette, Hz. Musa
(a.s)'ya yapıldığı belirtilen eziyetin ne olduğu hususu ihtilaflıdır: Bazıları,
"Bu, onların, ona bedeninde bir ayıp olduğu iftirasında bulunmaları
sebebiyle yapmış oldukları eziyettir" derken, bazıları şöyle demişlerdir:
"Kârûn, bir fahişe ile bir plan yaptı. Böylece kadın, İsrâiloğullarının
yanında Hz. Musa (a.s)'nın kendisiyle zina ettiğini söyleyecekti. Karun,
kavmini topladığında, Allah orada bulunan bu kadının kalbine doğru söyleme
fikrini verdi ve böylece kadın, kendisine telkin edilmiş olan o şeyi
söylemedi." Velhasıl Kur'ân'da bahsedilen "eziyet" İfadesi
yeterlidir. Bu da, İsrâiloğullarımn Hz. Musa (a.s)'ya, "Sen ve Rabbin
gidiniz ve savaşınız"(MM*. 24), "Biz, Allah'ı apaçık görmedikçe sana
iman etmeyeceğiz"(Bakan, 55) ve "Biz, bir çeşit yemeğe
sabredemeyiz" (Bakara, 61) şeklindeki sözleridir.
[124]
Böylece Cenâb-ı Hak
mû'minlere, "Siz de onlar gibi olmayın. Peygamberiniz, sizden savaşa
gitmenizi istediğinde, "Sen ve Rabbin gidin ve savaşın" demeyin.
Müsâade edilmediğiniz şeyleri sorup istemeyin. Peygamber size birşey
emrettiğinde, onu gücünüz yettiğince yapınız" demek istemiştir.
Ayetteki, "Allah,
onu dedikleri şeyden temize çıkardı" cümlesinin manası, eziyetin ne olduğu
konusunda söylenen ilk görüşe göre mâna açıktır: Çünkü Cenâb-ı Hak, Hz. Musa
(a.s)'nin bedenini kavmine açıkça gösterdi, böylece onlar inandıkları, düşündükleri
şeyin yanlış olduğunu anladılar. O kadın da doğruyu söyledi. Cenâb-ı Hak
meleklere emretti, böylece melekler, Harun'u onların yanına getirdiler. Onlar,
onun yaralanmamış olduğunu gördüler. Böylece de, Hz. Musa (a.s)'nın Harun'u
öldürdüğü şeklinde yapılmış olan iftiradan berî olduğu da anlaşıldı. Bizim
yaptığımız toplayıcı izaha göre bu ayetin manası şudur: "Allah onu,
kavminin istedikleri şeyin mesuliyetinden kurtardı." Bunu da,
istediklerinin bazısını vermek, bazılarının ise verilmesinin mümkün ve caiz
olmadığını izhar etmekle yaptı. Velhasıl Allah Teâlâ, onların bahanelerini
ortadan kaldırdı. Sonra onlara zillet ve meskenet damgası vurup, onlara gazab
etti.
cümlesi: "O,
itibarlı ve tanınır bir zattı" demektir. "Vecih", kendisi için,
hayırla tanınan bir vasfı bulunan kimse demektir. Her nekadar herkes Allah'ça
bilinen ise de, itibarlı olmak için, sadece tanınma yetmez. Çünkü kendisine
hizmet ettiği için, yahut yanında ücret karşılığı çalıştığı için, birisini
tanıyan kimse için, "O, falancanın yanında vecîh (itibarlı)'dır"
denilmez. Vecih, ancak tanınmak ve yadırganmamakla birlikte, kendisinde
birtakım güzel hasletler de bulunan kimsedir. Hz. Musa (a.s) İşte böyle idi.[125]
"Ey iman edenler,
Allah'tan korkun, sözü doğru söyleyin ki Allah işlerinizi
iyiye götürsün ve günahlarınızı
bağışlasın. Kim Allah'a ve Resulüne itaat
ederse, muhakkak ki o, en büyük kurtuluşla
kurtulmuştur
(Ahzfib, 70-71).
Allah onları
kendilerinden sâdır olması uygun fiil ve sözlere teşvik ve irşâd etmektedir. Bu
fiiller hayır, sözler ise haktır. Çünkü hayrı yapıp, şerri terkeden, Allah'tan
korkmuştur. Doğruyu söyleyen de, doğru söylemiş olur.
Cenâb-ı Hak, daha
sonra bu kimselere bu iki emrine karşılık şu iki vaadde bulunmuştur:
Mü'minlerin hayır ve güzel olan işlerine karşılık, işlerinin iyiye
götürülmesi... Çünkü kişi Allah'tan ittikâ ettiği için, amellerini düzeltir.
Amel-i sâlih de göğe kaldırılır ve orada muhafaza edilir. Böylece de amel-i
sâlih yapan, cennette ebedî bırakılır. Kişinin doğru söylemesine karşılık da
günahlarının bağışlanması vaadedilmiştir.
Daha sonra Cenâb-t
Allah, "Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, muhakkak ki o, en büyük
kurtuluşla kurtulmuştur" buyurmuştur. O halde Allah'a itaat, peygambere
itaat demektir. Fakat Cenâb-ı Hak, bu iki itaati, itaat edenin fiilinin çok
kıymetli olduğunu göstermek için birlikte zikretmiştir. Çünkü bu kimse, bu tek
hareketiyle, Allah katında bir ahd, Resul katında da bir "el"
edinmiştir.
Allah Teâlâ,
"Muhakkak ki o, en büyük kurtuluşla kurtulmuştur" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak bu kurtuluşu şu iki sebebten dolayı "büyük" olarak
nitelemiştir:
a) Bu, büyük bir azabtan kurtuluştur. Azabtan
kurtulma ise, azabın büyüklüğü nisbetinde büyük olur. Öyle ki bir kimse
birisine bir kamçı vurmak istese ve o birisi bundan kurtulsa, bu hususta,
"O, büyük bir kurtuluşa erdi" denilmez. Çünkü onun kurtulduğu bu
azab, tahakkuk edecek olsaydı da, durum pek fazla farklı olmayacaktı.
b) Bu kimse
büyük bir mükâfaata ulaşmıştır. Bu da, ebedî olan bir mükâfaattır.
[126]
"Biz, emaneti
göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik. Ama onlar bunu
yüklenmekten çekindiler ve bundan
endişeye düştüler, insana gelince, o
bunu yüklendi. Gerçekten o, çok zulümkâr ve çok
câhildir"
(Ahzftb, 72).
Allah Teâlâ mü'minleri
güzel ahlâka teşvik edip, peygamberini de, en güzel edeblerle terbiye edince,
Allah'ın insana yönelttiği mükellefiyetin çok büyük birşey olduğunu beyan
ederek buyurarak emanet meselesine geçmiştir. Teklif, insana tabiatında olanın
aksini emretmektir. Bil ki bu çeşit teklif (mükellefiyet), ne gökler, ne de
yerler için sözkonusudur. Çünkü yerler, dağlar ve gökler, yaratıldıkları tabiat
üzeredirler. Meselâ dağdan hareket etmesi, yerden yukarı çıkması, gökten de
aşağı inmesi istenmemiştir. Bu tür bir mükellefiyet meleklerde de yoktur. Çünkü
melekler, her nekadar bazı emir ve nehiylerin muhatabı iseler de, onlarda,
meselâ biz insanlardaki gibi
yeme-içme diye birşey yoktur. Melekler, tıpkı insanın, yaratılışına uygun
birseyte meşgul olması gibi, gece ve gündüz, ara vermeden devamlı tesbihatta
bulunurlar.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:
[127]
Ayette geçen,
"emanet'le ilgili pek çok görüşler var.
Kimileri, "Bu, mükellefiyyettir. Buna, kendisinde
kusur
eden kimsenin,
tazminde (kusurunu telâfide) bulunması
gerektiği ve hakkıyla yerine getirene de ikramda
bulunmak gerektiği için,
"emânet" denilmiştir" derken, kimileri de, "emanet"
kişinin "Lâ ilahe
âllah"
demesidir" demişlerdir. Bu ikincisi, akıldan uzak bir görüştür. Çünkü
gökler, yerler ve dağlar,
lisan-ı halleriyle zaten Allah'ın bir olduğunu, Allah'tan başka ilah
olmadığını söylemektedirler. Yine
kimileri, "Bu emanet ile, uzuvlar kastedilmiştir.
Meselâ göz bir emânettir, muhafaza
edilmesi gerekir. Kutak da, el de, ayak da, dil
de, kişinin avret mahalli de böyledir" derken;
kimileri de, "marifetullah (Allah'ı bilme)
ile onun kapsamına giren herşeydir" demişlerdir.
Allah en iyi bilendir.
[128]
Bu da, ayette geçen
"arzetme" ile ilgilidir. Bu hususta da
çeşitli izahlar
yapılmıştır: Kimileri bununla,
"Bizzat
"arzetme"
manası kastedilmiştir"; kimileri, "Bununla,
"haşr" kastedilmiştir";
kimileri de, "Bununla, karşısına
«oyma manası
kastedilmiştir" demişlerdir. Bu sonuncusuna göre mana, "Biz, emaneti
göklerin karşısına çıkardık. Derken
emanet (gökiere) değil de, göklerle yerdekileri
tercih etti" şeklinde olur.
[129]
Bu mesele de, ayetteki
gökler ve yer hakkındadır. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu
tabirlerle, bizzat kendileri kastedilmiştir.
b) Bunlarla,
oradakiler kastedilmiştir. Bu ikinci manaya göre, "Biz emaneti, göklerde
ve yerde bulunanlara arzettik" şeklinde bir takdir (mana) /ardır.
[130]
Cenâb-ı Hak,
"Bunu yüklenmekten çekindiler" buyurmuştur. Göklerin ve yerin
çekinmeleri, karşı koymaları şu iki bakımdan, Hak Teâlâ'nın "O (iblis),
secde edenlerle birlikte secde etmekten imtina etti" (Hicr, at) ayetinde
ransettiği İblisin diretişi gibi değildir:
1) Orada
secde farzdı. Burada ise "emanet" arz ve teklif edilmiştir.
2)
Oradaki diretiş kibirden kaynaklanmıştır,
buradaki ise alçak gönüllülükten kaynaklanmıştır. Çünkü gökler ve yerler,
kendilerini küçük görmüşlerdir. Bunun delili se. ayetteki, "Bundan
endişeye düştüler" tabiridir.
[131]
Ayetteki bu
"endişe" (ve korkunun) sebebi nedir?
Cevap: Deriz ki:
"Emanet, şu sebeplerden ötürü kolay kolay kabul edilmez:
a) Onun,
meselâ çok kıymetli ve hemen kırıtabilecek
kıymetti taşlardan yapılmış kap-kacak gibi muhafazası
zor olan, çok kıymetli birşey olması... İnsan, bunu kabule yanaşmaz. Eğer bu
emanet, altın ve gümüşten yapılmış olsaydı, bunu kabul ederdi. O emanet, camdan
yapılmış olsaydı, yine kabul ederdi. Çünkü o altın ve gümüşten yapılmış olan
emanet hususunda, insan bunun kırılmayacağına güvenir. Camdan yapılanda ise,
bunun her zaman bulunması mümkün olmasından ötürü, kolayca kabul eder,
"teklif" de böyledir.
b) Emanetin
vaktinin, kıtlık ve yağmaların olduğu bir zaman olması. Bu durumda da yine
insan, bu vakitte de emanetleri kabul etmez. Ayetteki "emânef'in durumu da
böyledir. Çünkü şeytan ve ordusu, mükellefiyetlere kastetme içindedirler. Zira
"arz" işi, Âdem (a.s)'in cennetten çıkarılmasından sonradır.
c)
Emanetlere riayet etmek ve onları gerektiği
gibi, yerine iade etmek. Meselâ, alafa, suya ve hayvanlara uygun husûsi yerlere
muhtaç hayvanların emanet bırakılması gibi. Çünkü insan böylesi emaneti de
kabul etmekten çekinir. Fakat bir sandığın içine konulabilecek, yahut evin
tavanına asılıp muhafaza edilebilecek şeyler böyle değildir. İşte
"teklif" de böyledir. Çünkü bu da eğitilmeye ve artırılmaya
muhtaçtır.
[132]
Gökler ve yerler bu
şeyleri yüklenmezken, insan niçin bunu üzerine
almıştır? Bu hususta
şu iki cevap
verilebilir:
1) Emanet
verilecek bu şeyin ne olduğunu gökler ve yer bilmiş, ama insan bitmemiştir.
İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, insan hakkında, "Gerçekten o, çok zulümkâr
ve çok câhildir" buyurmuştur.
2) Bunlar,
kendilerine bakıp, zayıf ve âciz olduklarını gördüler, bu sebeple emaneti
üstlenmekten kaçındılar. İnsan ise, (kendisini değil) teklifte bulunan, nazar-ı
itibara alıp,'' Emanet bırakan, âlim ve kadir bir zattır. Emaneti ancak ehline
verir. O, emanet bıraktığında, öylece bırakmaz. Aksine onu bizzat kendisi korur"
diye düşündü ve emaneti kabul edip, "Ancak Sana ibadet eder ve ancak
senden yardım dileriz"
(Fatiha, 4) dedi.
[133]
Ayetteki,
"Gerçekten o, çok zulümkâr ve çok câhildir" ifadesi hususunda da şu
izahlar yapılmıştır:
1) Bununla,
Hz. Âdem (a.s)'in emre muhalefet etmesi
suretiyle kendisine
zulmetmesi ve cennetten çıkarılma gibi bir cezanın kendisine verilebileceğini
kestirememesi kastedilmiştir.
2) İnsanın
çeşitli günahlara dalarak, kendisine zulmetmesi ve yaptıklarından ötürü kendisine
verilecek cezayı bilememesi kastedilmiştir.
3) Bu ifade,
"İnsanın işi zulüm ve cehalettir" manasınadır. Nitekim aynı manada
olmak üzere "direten at" "gemi azıya almış hayvan" ve
"temiz mal" denilir. İnsan da böyledir. Çünkü onun da işi, zulüm ve
cehalettir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak o emaneti tevdi edince, insanların
birkısmı, olduğu gibi kaldı; birkısmı ise, zulmü terketti. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"İman edip de imanlarına zulmü karıştırmamış olan" <En'am, 82) ve
de, "Cehaleti terkedenler yok mu?"
buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Hz. Adem (a.s)
nakkında, "Âdem'e, bütün isimleri öğretti" (Banara, w, bütün
mü'minler hakkında da, 'İlimde rüsûh sahibi olanlar, "Ona iman ettik"
derler"'<ah Imrân, 7) ve "Allah'tan, hakkıyla ancak âlim olanlar
korkar" (Fâtır. 2e) buyurmuştur.
4) İnsan,
meleklerin zannına göre, "çok zulümkâr ve çok câhil" idi. Çünkü
onlar, "Orada bozgunculuk edecek... kimseyi mi yaratacaksın?" (Bakan,
M) demişlerdi. Cenâb-ı Hak da, (Âdem (a.s)'in), ilminin ne olduğunu, o
meleklerin bizzat yanında açıklamış ve ortaya koymuştu. Bu amaçla o, "...
bunları adlarıyla bana haber verin.."
(Bakara, 31}
buyurmuştur.
Kimileri de bu ayetin
tefsiri hakkında şöyle demişlerdi: Mahlûkat, idrâk edebilen ve edemeyen diye
ikiye ayrılır. İdrak edenler de, meselâ insanoğlu gibi, hem kültiyyâtı hem de
cüz'iyyâtı idrâk eden ve hayvanlar gibi sadece cüziyyâtı idrâk edenler diye,
ikiye ayrılır. Çünkü hayvan, yediği arpayı idrâk eder, fakat işlerin nereye
varacağı hususunda tefekkür edemez ve deliller'e ve burhanlara derinliğine
bakamaz. Yine, melekler gibi, külliyyâtı idrâk edip de cüziyyâtı idrâk
edemeyenler de vardır. Melek, külliyyâtı idrâk eder, meselâ cima ve yemek gibi
şeylerin lezzetini idrâk edemez. Bu görüşte olanlar sözlerine devamla şöyle
demişlerdir: İşte bu hususa Cenâb-ı Hak, "Sonra onlar, meleklere gösterip,
"... bunları adlarıyla bana haber verin" dedi" (Bakara. 3i)
ifadesiyle işaret etmiştir. Böylece melekler, o cüziyyâtı bilmediklerini itiraf
etmişlerdir. Teklif, ancak her iki şeyi (cüziyyâtı ve külliyyâtı) idrâk
edenlere yapılır. Çünkü, böylesi bir idrâk sahibinin cüz'î şeylerden duyduğu
lezzetler bulunmaktadır. Böylece, böylesi bir idrâk sahibi, tıpkı meleklerin
Allah'a ibadet edip de, O'nu ikrar etmeleri sayesinde duydukları lezzet gibi,
hakiki lezzeti elde etsin diye, bu cüz'î lezzetten uzak tutulmak istenmiştir.
Bu iki şeyi idrak edebilenden başkası, eğer mükellef tutulmuşsa, kendisinde
birtakım külfet ve sıkıntıların bulunduğu bir şeyin kendilerine emredilmiş
olduğu anlamında değil de, tam aksine bir hitaba mazhar kılınma manasında
mükellef tutulmuştur. Çünkü muhataba da mükellef adı verilir. Zira mükellef
kendisine hitab olunmuş kimse demektir. O halde, hitâb edilen kimseye mükellef
denilebilir.
[134]
Ayette söyleşi birkaç
incelik sözkonusudur:
1) Emanet
Âdem (a.s)'e arzolunmuş, o da onu kabul etmiştir. Böylece ön Âdem (a.s), o
emanet hususunda emin, güvenilir birisi olmuştur. Söz (hüküm), emin olan
kimsenin sözüdür. O halde bu demektir ki, Adem (a.s) kurtulmuştur. Geriye ise
ondan meydana gelenler kalmıştır. Onun soyundan gelenler de, o emâneti ondan
devralmışlardır. Fakat, emîn kimseden olan kimse, mü'temen (güvenilir) bir
insan olmadı. İşte bundan dolayı, mudi, yani emanet bırakana vâris olanın, bu
husustaki sözü geçerli değildir. Mutlaka onun, antlaşmayı ve güvenilirlik
akdini yenilemesi gerekir. Binâenaleyh, mü'min, Allah katından bir ahd almış,
söz vermiştir. Böylece de, Allah tarafından emîn, kendisine güvenilir kimse
kılınmıştır. Bu sebeple, bu husustaki söz, onun sözü kabul edilmiştir. Dolayısıyla
da, Âdem (a.s) için söz konusu olan kurtuluş, o mü'min için de sözkonusudur.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah
... erkek mü'minierle kadm mü'minlerin de tevbelerini
kabul edecektir"(Auzâb,73) buyurmuştur. Yani bu, tıpkı "O da
tevbesini kabul etti" (Bakara, 37) ayetinde olduğu gibi, Âdem (a.s)'in
tevbesini kabul etmesi gibidir. Kâfir de, emânet bırakan kimseden emaneti
devralmıştır. Böylece de, o emanet onun damânında (uhdesinde) kalıvermiştir.
Sonra mü'min kimsenin elindeki emanete, Allah'ın kaza ve kaderi ile birşey
geldiğinde, bu, mü'minden kaynaklanan bir kusurdan dolayı olmuş olmaz. Emîn
kimse ise, kendi kusuru olmaksızın, elinden kaçan şeyleri tazmin etmez. Kâfir
kimsenin, elindeki emanete ise böyle birşey geldiğinde, her ne kadar bu Allah'ın
kaza ve kaderi ile olsa dahi, o bunu tazmin eder. Çünkü kâfir, her ne kadar bu
iş kendi kusuru ile olmasa dahi (emîn olmadığı için) elinden kaçan şeyleri
tazmin eder.
2) Cenâb-ı Hak, varlıkların en muhkemi ve
ağırlıkları taşımaya en elverişlileri oldukları için, ayette özellikle üç
şeyden bahsetmiştir. Göklerin böyle olmasına gelince, bu, "Üstünüze sağlam
yedi (gök) bina ettik" {Net», 12) ayetinden ötürüdür. Yerin, dağların
muhkem ve sert olduğu da, kapalı bir şey değildir. Bunların böylesi bir vasfı
haiz olmalarından dolayı, Allah, emaneti önce bunlara arzetti ve onların muhkem
ve sağlam oluşlarıyla iktifa etti. Ama bunlar kaçındılar, imtina ettiler.
Çünkü, bunlar her ne kadar güçlü ve kuvvetli idi iseler de, ne var ki Cenâb-ı
Hakk'ın emaneti bunların takatinin çok çok üstündeydi. Ama Cenâb-ı Hakk'ın,
kendisi hakkında "insan zayıf yaratıldı"(ti\sa, 2a) buyurduğu varlık,
zayıf olmasına rağmen, bu emaneti o yüklendi. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak, o
emaneti muhafaza etmesi hususunda, "Kim Allah'a güvenip dayanırsa O,
kendisine kâfi gelir" (Ahzâb, 3) ifadesiyle, bu varlığa yardım edeceğini
vaadetmiştir.
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hak, kendisine yardım edeceği varlığa, nasıt azâb edebilir? O
halde daha niçin, kâfire azâb edecektir?" denilirse, biz cevaben deriz ki:
Cenâb-ı Hak, "Ben, benden yardım isteyene ve bana tevekkül edene yardım
edeceğim" buyurmuştur. Kâfir kimse ise, Allah'a müracaat etmemiştir.
Böylece de, Cenâb-ı Hak o kâfiri kendi başına bırakmıştır. Derken kâfir,
emanetin sorumluluğu altında kalakalmıştır.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ama onlar bunu yüklenmekten çekindiler" ifadesiyle, "O
bunu yüklendi" ifadesi bunda bir güçlüğün yattığına bir işarettir. Ama
Cenâb-ı Hak şayet "Onlar onu kabul etmekten imtina ettiler; insan ise onu
kabul etti" demiş olsaydı, böyle bir mana anlaşılmazdı. Çünkü bir kimse
bir başkasına, "Şunu yap!" demiş olsa, eğer o işte, bir (ücrete
değecek bir yorgunluk ve meşakkat sözkonusu değilse, kişi de onu yapmışsa, kişi
bunu yapmaktan dolayı bir ücrete müstehak olmaz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
insanın, emaneti sırf üstlenmesinden dolayı bir ücrete müstehak olacağına
işaret olsun diye, "O ise bunu yüklendi" buyurmuştur. Ama, insanın o
emanete gerektiği gibi riayet etmesi durumunda ise, daha fazla ücrete müstehak
olur.
İmdi şayet, "Hepsi
de emaneti yüklenmiştir; yani kâfir de emaneti yüklenmiş, ama bundan başka
birşey yapmamıştır. Binâenaleyh, kâfirin de sırf üstlenmesinden dolayı
rnükâfaata müstehak olması gerekir" denirse, biz deriz ki: Yapılan iş,
âmir, mâlik tarafından verilen izne uygun olarak yapılmışsa, onu yapan kimse, o
zaman mükâfaata müstahak
otur. Baksana bir kimse, birisine şayet, "Bu malı, kuzey tarafındaki
mallara doğru götür, onlara kat" dese, o da onu yüklenip, güneydeki
mallara doğru götürse... o zaman o ücrete müstehak olmaz ve bu kimsenin, o
malı, daha önceden bulunduğu yere geri götürmesi gerekir. Kâfir de böyledir,
çünkü o, o emâneti müsaade edildiği tarzda üstlenmem iştir. Dolayısıyla,
tazminde bulunur ve bu sebepten dolayı yapmış olduğu iyilikler boşa gider, yok olur.
[135]
"Bunun akıbeti
şudur: Allah, erkek münafıklarla kadın münafıkları; erkek müşriklerle kadın
müşrikleri azaba uğratacak, erkek mü'minlerle, kadın mü'minlerin de tevbelerini
kabul edecektir, Allah, çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edicidir"
(Ahzâb. 73).
Bu, "İnsan o
emaneti, münafık ve müşriğin azabının tahakkuk etmesi için üstlenmiştir"
demektir. Buna göre şayet birisi, "Cenâb-ı Hak, (bu ayetinde) azâb etme
sini niçin tevbeleri kabulden önce zikretmiştir?" derse, biz deriz ki:
Allah, mükellefiyete "emânet" adını verip, emânetin ayrılmaz vasfı ve
hükmü de, "Hiyânet eden tazmin eder" şeklinde olup, onun ayrılmaz
hükmü ve vasfı, "Bütün gayretini sarfeden emin kimse, ücret alır"
şeklinde olmayınca, hıyanetten dolayı azâb etme şi bir zaruret olmuş,
muhafazaya mukabil alınan karşılık ise, bir ihsan olmuştur. -albuki adalet,
ihsandan önce gelir. Bu hususta iki mesele vardır:
[136]
Cenâb-ı Hak, niçin,
"müşrikler" ifâdesini "münafıklar" ifadesine
atfetmiş;"; Lafza-i Celâl'i tekrarlamamış
ve şeklinde
buyurmamıştır! Halbuki, ivvbeyie alâkalı ifadesinde ise, ismini tekrar ederek,
buyurmuştur. Şayet o, "Mü'minlerin tevbesini kabul eder" demiş
olsaydı, mana doğru olmuş olurdu. Niçin?
Cevap: Biz
diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, mü'minin münafıktan üstün olduğunu göstermek istemiş
ve böylece, ikinci ifadeyi, "müste'nef" (yeni) bir kelâm gibi
addetmiştir, ki bu durumda, failin yeniden zikredilmesi gerekir. İşte bu
sebeple buyurmuştur ki, yaptığımız bu izahı, şeklinde okuyan kimsenin taraati
de te'kid eder.
[137]
Cenâb-ı Hak, insan
hakkında, onun zâlim ve câhit olma gibi vasıflarından bahsetmiş, ,kendi
vasıflarından da iki vasıf zikrederek, "Allah, çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edicidir" buyurmuştur ki bu, "O, çok zalim olanı çokça bağışlayan;
câhil olana karşı da çok merhametli olandır" demektir. 8u böyledir, çünkü
Allah, kullarına (tevt>e etmemesi halinde), en büyük zulüm olan şirk hariç,
bütün günahlannı bağışlayacağı vaadinde bulunmuştur. Keza Cenâb-ı Hak,
"Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür"(Lokman. 13} buyurmuştur. Bütün
günahtan bağışlayacağı vaadinin delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ki
Allah, kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği
kimseler için bağışlar" (Nisa, «) ifadesidir. Cenâb-ı Hakk'ın, cehalete
karşı merhametli olmasına gelince, çünkü cehalet, merhametin beklendiği bir
durumdur. İşte bundan dolayı, hata eden kimse, "Bitemedim..." diyerek
mazeret beyan eder.
Burada da şöyle bir
incelik vardır: Allah Teâlâ, kuluna, kendisinin gafur ve rahîm olduğunu
bildirmiş ve kulun kendisini kendisine göstermiş, böylece kul da, kendisinin
çok zalim ve çok cahil olduğunu görmüş. Daha sonra Cenâb-ı Hak, kuluna emaneti
teklif etmiş, kulu da, o emaneti, bu zulmü ve cehline rağmen Hak Teâlâ' n m, o
emaneti gufran ve rahmet vasıflarıyla onaracağını bildiği için üstlenmiştir.
Allah en iyi bilendir. Hamd, âlemlerin Rabbine'dir. Salât-ü Selâm, ümmî
Peygamber Hz. Muhammeö (s.a.s)'e ve âline olsun!
[138]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/227
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/227
[3] Müslim. Zikir. 41. (4/2075).
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/228-229
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/229-230
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/230
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/230-231
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/231-232
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/232-233
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/233
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/233-234
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/234
[13]
Müslim, zekat, 95-97 (2/717)
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/235-236
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/236-237
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/238
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/239
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/239
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/239
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/240
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/241
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/241-242
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/242-243
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/243
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/244
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/244-245
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/245-246
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/246
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/246-247
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/247-248
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/248
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/248-249
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/249
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/249-250
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/250
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/251
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/251-253
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/253
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/254
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/254-255
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/255-256
[42]
Bu darb-ı mesel, yersiz görülse de metinde vardır. (Ç.)
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/256-257
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/257-258
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/258-259
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/259--260
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/260
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/260
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/260-261
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/261
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/261-263
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/263-264
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/264-265
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/265-267
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/267
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/267-268
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/268-269
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/269
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/270-271
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/271
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/272
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/272
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/272-273
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/273
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/273
[66] Keşfu’l-Hafa,
(1/132)
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/274
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/274
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/274-275
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/275-276
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/276
[72] Metindeki cümlesinde yerine Fatih /308 nüsha» vardır. Trc. buna göre yapıldı (Ç.).
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/277
[74]Mut'a:
Ortalaması başörtüsü entari ve üstlük olmak üzere üç giysi olup günün
şartlarına göre ayarlanan bir haktır (Ç.).
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/278
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/278-280
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/280
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/280-281
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/281
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/281-282
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/282
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/282
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/282
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/282-283
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/283-284
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/284
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/284-285
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/285
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/285-286
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/286
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/286
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/286
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/287
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/287
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/287288
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/288
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/288-289
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/289
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/289
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/289
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/289-290
[103] Metindeki cümle
şöyledirfakat yazmalara müracaat edince burada dan hemen önce son derece önemli
olan kelimesinin unutulduğunu gördük
(Esad Ef. 141 ve Fatih 308). Tercüme buna göredir (Ç).
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/290
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/291
[106]Buhari, tefsir sûre 10, 33; Müslim, sal at, 65-69
(1/305).
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/291
[108] Darimi, rikak, 58 (2/317)
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/291
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/291
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/291-292
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/292
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/292-293
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/293
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/293-294
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/295
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/295
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/296-297
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/297
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/298
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/298-299
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/299-300
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/300
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/300
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/301
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/301-302
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/302-303
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/303
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/303
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/303
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/303
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/303-304
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/304
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/304-305
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/305-307
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/307
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/307
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/308