AHZAB SURESİ 4

Surenin İsmi: 4

Önceki Sure ile İlişkisi: 4

Surenin Konusu: 4

Surenin Muhtevası: 4

Allah'tan Korkmanın, Vahye Tabi Olmanın Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi: 4

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi: 5

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 6

Birden Fazla Kalp Taşıma, Zıhar Ve Evlât Edinme: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi: 7

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 8

Siyer-i Nebî'de Zeyd b. Harise Kıssası: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 11

Hz. Peygamber (S.A.)'in Makamı, Vazifesi Ve Mirasın Akrabalık Sebebiyle Meşru Kılınması: 12

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 15

Ahzab -Veya Hendek- Gazvesi, Kureyzaoğulları Gazvesi: 17

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi: 20

Ayetler Arası İlişki: 20

Siyerden Ahzab (Hendek) Gazvesine Dair Notlar: 21

Açıklaması: 22

1- Gazvenin Özelliklerinin Bildirilmesi: 22

2- Yahudilerin ve Münafıkların Müslümanlara Karşı Tutumları: 23

3- Müminlerin Tutumu: 25

4- Savaşın Sonu: 27

5- Kureyzaoğulları Kuşatması: 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 28

Hz. Peygamber (S.A.)'in Hanımlarının Dünya Ve Ahiret Arasında Muhayyer Kılınmaları, Onların Sevaplarının Ve Cezalarının Miktarı: 31

Belagat: 31

Kelime ve İbareler: 32

Nüzul Sebebi: 32

Ayetler Arası İlişki: 32

Açıklaması: 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 34

Hz. Peygamberin Ehl-i Beytinin Özellikleri: 36

Belagat: 36

Kelime ve İbareler: 36

Ayetler Arası İlişki: 37

Açıklaması: 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 39

Ahiret Sevabı Hususunda Erkeklerle Kadınlar Arasındaki Eşitlik: 40

Kelime ve İbareler: 40

Nüzul Sebebi: 41

Ayetler Arası İlişki: 41

Açıklaması: 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 43

Zeyd b. Harise Ve Zeyneb bt. Cahş Kıssası: 43

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 44

Nüzul Sebebi: 45

Ayetler Arası İlişki: 46

Açıklaması: 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 48

Zikirler Ve Çok Teşbihlerle Allah Teala'ya Ta'zim Ve Hürmet: 51

Belagat: 51

Kelime ve ibareler: 51

Nüzul Sebebi: 51

Ayetler Arası İlişki: 51

Açıklaması: 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 52

Hz. Peygamber (S.A.)'in Davetinin Önemi: 53

Belagat: 53

Kelime ve İbareler: 53

Nüzul Sebebi: 54

Ayetler Arası İlişki: 54

Açıklaması: 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 56

Allah'ın Hz. Peygamber (S.A.)'le Evlenmelerini Helâl Kıldığı Hanımlar. 59

Belagat: 60

Kelime ve İbareler: 60

Nüzul Sebebi 60

Ayetler Arası İlişki 61

Açıklaması 61

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 63

Hz. Peygamberin Evine Giriş Edepleri Ve Hz. Peygamberin Hanımlarının Perde Kullanmaları 68

Belagat: 69

Kelime ve İbareler: 69

Nüzul Sebebi 69

Ayetler Arası İlişki 70

Açıklaması 71

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 72

Peygamberimiz (S.A.)'e Son Derece Saygılı Olma; Ona Ve Müminlere Eziyette Bulunmanın Cezası 74

Kelime ve İbareler: 75

Nüzul Sebebi 75

Ayetler Arası İlişki 75

Açıklaması 75

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Kapatılması Gerekli Yerlerin Örtülmesi İçin Kadınların "Cilbab" Ayeti 79

Kelime ve İbareler: 79

Nüzul Sebebi 80

Ayetler Arası İlişki 80

Açıklaması 80

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 81

Münafıkların Tehdit Edilmeleri Ve Cezaları 81

Belagat: 81

Kelime ve İbareler: 82

Ayetler Arası İlişki 82

Açıklaması 82

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 83

Kâfirlerin Kıyametin Yakın Olmasıyla Tehdit Edilmeleri Ve Cezalarının Cinsinin Beyan Edilmesi 83

Belagat: 83

Kelime ve İbareler: 83

Ayetler Arası İlişki 84

Açıklaması 84

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 85

Müminlere Eziyetin Haram Kılınması Ve Takvanın Emredilmesi 86

Belagat: 86

Kelime ve İbareler: 86

Ayetler Arası İlişki. 86

Açıklaması 87

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 87

Yükümlülükler Ve Bunlarla Sorumlu İnsanların Sınıflandırılması 88

Belagat: 88

Kelime ve İbareler: 88

Ayetler Arası İlişki 89

Açıklaması 89

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 90

 


AHZAB SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Sure müslümanlarla savaşmak ve onları tamamen yok etmek gayesiy­le münafıklar ve Kureyzaoğulları Yahudileriyle anlaşarak Medine etrafın­da toplanan Kureyş ve Gatafan müşriklerinden ibaret gruplar (yani Ah-zab) savaşı ya da diğer ismiyle Hendek Savaşı'yla ilgili kelâm-ı ilâhîyi ihti­va ettiği için 'Ahzab suresi" diye isimlendirilmiştir.

Ayrıca münafıkların rezilliğini ortaya koyduğu ve onların Rasulullah (s.a.)'in hanımlarına dil uzattıklarını ve bu savaşta ona karşı düşmanlık beslediklerini açıkladığı için "Fâdıha" şeklinde adlandırılmıştır. [1]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin bir önceki Secde süresiyle olan ilişkisi bu surenin başlan­gıcıyla bir önceki surenin sonu arasındaki benzerlikte açıkça ortaya çık­maktadır.

Önceki sure Peygamberimiz (s.a.)'e kâfirlerden yüzçevirme ve onların azabını bekleme emriyle sona ermişti. Bu sure ise Peygamberimiz (s.a.)'e takva ve kâfirlerle münafıklara itaat etmeme, kendisine Rabbinden vahye-dilenlere tâbi olma ve Allah'a tevekkül etme emriyle başlamaktadır. [2]

 

Surenin Konusu:

 

Bu surenin konusu; ümmetin yönüne önem veren Medenî surelerin konuları ve özellikle Peygamberimiz'in aile hayatının tanzimi, evlât edin­me, zıhar, insanın iki kalbinin bulunduğu inancı gibi bazı cahiliye âdet­lerinin iptal edilmesi, duhûlden önce boşanmış kadına iddet beklemenin vacip olmaması, Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına ve müminlerin hanımlarına örtünmenin farz kılınması ve mükellefiyet emanetinin önemi­nin beyan edilmesi gibi konulardır. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure bazı içtimaî âdab, şer'î hükümler ve siyerde yer alan Ahzab ve Kureyzaoğulları Gazvesi ve münafıklar hakkındaki bazı haberleri ihtiva etmektedir.

İçtimaî âdaba gelince bunların en önemlileri: Düğün yemeklerine da­vet etme âdabı, örtünme, açık saçıklığın yasaklanması, Hz. Peygamber (s.a.)'in evinde insanlara karşı tazim edilmesi ve doğru konuşma idi.

Şer'î hükümlere gelince, bunlar pek çok olup bir kısmı şunlardır: Al­lah'tan korkmanın, kâfir ve münafıklara itaat edilmemesinin emredilmesi, vahye uymanın vacip olması, ziharın hükmü, evlât edinme âdetinin, hılf ve hicret sebebiyle mirasçı kılma âdetinin ortadan kaldırılması, rahim ve ak­rabalığın mirasın esası olarak kabul edilmesi, mahremlerin ve Peygambe­rimiz (s.a.)'in hanımlarının bir bir sayılması, Peygamberimiz (s.a.)'e sale-vatta bulunma, şer'î hicabın farz kılınması, toplumun açık-saçıklık şeklin­deki cahiliye görüntülerinden temizlenmesi, duhûlden önce boşanmış kadı­nın iddet beklemek zorunda bırakılmaması, Peygamberimiz (s.a.)'in ha­nımlarının ayrılık ile onunla birlikte kalma arasında muhayyer bırakılma­sı, onun hanımlarının itaat durumunda kat kat sevaba ve hususî ecre nail olmaları, Allah'a, Rasulullah (s.a.)'e ve müminlere dil uzatmanın haram kı­lınması, mükellefiyet emânetinin önemi, kötü amel işleyenin cezalandırıl­ması ve iyi amel işleyenin mükâfatlandırılmasın

Siyer haberlerine gelince: Bu surede Ahzab Gazvesi (ya da diğer is­miyle Hendek Gazvesi) ve Benî Kureyza Gazvesi hakkında geniş açıklama, Benî Kureyza'nın Peygamberimiz (s.a.) ile olan ahidlerini bozmaları, mü­nafıkların rezil davranışlarının açığa çıkarılması ve onların hilelerinden sakmdırılması, müminlerin Medine'den kovulmak ve işkence edilmekle tehdit edilmeleri, müminlere Allah'ın Hendek Harbi'nde üzerlerindeki teh­likenin çoğalmasından sonra ihsan ettiği nimetlerin hatırlatılması, melek­ler ve Cebrail ile düşmanların tuzaklarını kaldırmak, nihayet bunun olağa­nüstü bir mucize olması, Peygamberimiz (s.a.)'in azatlı kölesi Zeyd b. Hari-se'nin ve Peygamberimiz (s.a.)'in hanımı Zeyneb bt. Cahş'ın kıssasının be­yan edilmesi... [4]

 

Allah'tan Korkmanın, Vahye Tabi Olmanın Ve Allah'a Tevekkül Etmenin Emredilmesi:

 

1- Ey Peygamber! Allah'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat et­me. Şüphesiz ki Allah her şeyi ga­yet iyi bilir, son derece hikmet sa­hibidir.

2- Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah yaptıkları­nızdan haberdardır.

3- Allah'a güvenip dayan. Koruyu­cu olarak Allah yeter.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey peygamber! Allah'tan kork." Yani O'ndan korkmaya devam et. Mü­minler de Allah'tan korksunlar. Bu, yüksek olan -yani Peygamber- vasıta­sıyla düşük olana -yani müminlere- uyarıda bulunma amacı güdülen bir üslûptur. Zira Allah Tealâ, Rasulü'ne takvayı emrettiğine göre müminler bu emre muhatap olmaya daha lâyıktır. Ya da bu sebat etmek ve takva üzerine devam etmek amacı gözetilen bir emirdir. Rabbinin emirlerine ay­kırı hususlarda "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir," her şeyi varolmadan önce bilir, "son derece hikmet sahi­bidir. " yarattığı şeylerde hikmet sahibidir.

"Rabbinden sana vahyolunana" Kur'an'a "uy."

"Allah'a güvenip dayan." İşini O'nun tedbirine havale et. "Koruyucu olarak", vekil olarak, her işin havale edildiği varlık olarak "Allah yeter." Ümmeti bütün zikredilen hususlarda ona -Peygamber'e- tâbidir. [5]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey peygamber! Allah'tan kork!" ayetinin (1. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir, İbni Abbas (r.a.)'den şöyle naklediyor. İçlerinde Ve-lid b. Mugire'nin ve Şeyb b. Rabia'nm bulunduğu Mekke halkı Peygamberi­miz (s.a.)'i mallarının yansını kendisine verme şartıyla davasından dönme çağrısında bulundular. Medine'deki münafık ve kâfirler de davasından dönmezse, onu öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Vahidî Esbabu 'n-Nüzûl kitabında diyor ki: Bu ayetler Ebû Süfyan, İk-rime b. Ebî Cehil ve Ebu'l-A'ver es-Sülemî hakkında nazil oldu. Bu kişiler Uhud Savaşı'ndan sonra Medine'ye gelmişler, münafıkların lideri Abdullah b. Übeyy'e misafir olmuşlardı. Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle konuşmala­rı için onlara eman (güvence) vermişti. Onlarla birlikte bulunan Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh ve Tu'me b. Ubeyrık ayağa kalkarak Hz. Ömer'in de bu­lunduğu bir sırada Peygamberimiz (s.a.)'e:

-  Bizim tanrılarımız olan Lat, Uzza ve Menafi -kötü bir dille- zikret­meyi terket. Bunların kendilerine tapanlara şefaatleri ve faydası vardır, de ki biz de seni Rabbinle başbaşa bırakalım, dediler.

Onların sözleri Peygamberimiz (s.a.)'e ağır gelmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

- Ya Rasulallah, bize onları öldürme hususunda izin ver, dedi. Pey­gamberimiz (s.a.):

- Ben onlara eman verdim, buyurdu. Hz. Ömer (r.a.):

- Allah'ın laneti ve gazabıyla çıkın, dedi. Rasulullah (s.a.) onları Medi­ne'den çıkarmasını emretti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. [6]

 

Açıklaması:

 

"Ey Peygamber! Allah 'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, son derece hikmet sahibidir."

Ey Rasulüm! Allah'tan korkmaya devam et. O'nun emirlerine itaat edip haramlarından sakınmak suretiyle O'nun cezasından sakın. Kâfir ve münafıkları dinleme. Hiçbir şeyde onlarla istişare etme. Onlardan sakın. Bazı meclisleri ve bazı vakitleri onlara tahsis edip de zayıfları kovmak su­retiyle onların arzularına uyma. Şüphesiz ki Allah işlerin neticelerini ga­yet iyi bilir. Sözlerinde ve davranışlarında son derece hikmet sahibidir. O emirlerine tâbi olmaya ve itaat edilmeye en layık olandır. Zira o kâfirler, senin helak olmanı isteyen düşmanlarındır.

"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme." ifadesi geçen emrin muhtevasını tekid eden bir nehiydir. Yani Allah'tan onlara itaat etmene engel olacak bir takva ile kork.

Rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Medine'ye gelince Yahudiler­den bir grup münafıklık yaparak ona tâbi oldular. Peygamberimiz (s.a.) on­lara yumuşaklıkla davranıyordu. Onlar da Peygamberimiz (s.a.)'e karşı onu kandırmak için saygılı davranıyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Peygamberimiz (s.a.)'in onlardan sakınmasını emretti. Onların düşmanlık­larına dikkat çekti.

Talk b. Habib diyor ki: Takva Allah'a itaat etmek suretiyle Allah'ın se­vabını umarak Allah tarafından bir nûr üzerinde amel etmen, Allah'ın aza­bından korkarak Allah tarafından bir nur üzerinde Allah'a isyanı terket-mendir.

Cenab-ı Hak daha sonra Allah'ın emirlerine uymanın vacip olduğunu tekid ederek şöyle buyurdu:

"Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Rabbinden sana indirilen Kur'an ve sünnet şeklindeki vahyin gereğiyle amel et. Çünkü Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O her şeyin dışını ve içini gayet dikkatle bilir. Sonra buna karşı sizi mükâfatlandırır.

"İnnallahe kâne..." cümlesi vahye tâbi olma emrinin illetidir ve takva­nın kalbin derinliğinden olması gerektiğine işarettir. Gönlünde Allah'tan başkasının korkusunu gizleme.

Daha sonra Cenab-ı Hak emirlere uymasından sonra bütün işlerin sa­dece Allah'a havale etmesini emrederek şöyle buyurdu.

"Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter." Yani bütün işle­rini ve durumlarını Allah'a havale et. Kendisine güvenen ve yönelen kimse için Allah vekil olarak yeter. Allah seni korur ve sana yeter. Sana fayda te­min edecek olan ve senden zararı giderecek olan sadece O'dur. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Takvanın vacip olması, buna devam edilmesi ve Allah'a itaate de­vam edilmesi umumî bir emir olup ister nebiler, rasuller ve melekler olsun, isterse başkaları olsun bütün herkes için farzdır. Ancak masiyetten masum olan peygamberler ve melekler başkalarını talim ve irşad etmek suretiyle ve üstün olanlara verilen emirle alt mertebede olanların dikkati çekilmek suretiyle takva ile emrolunmuşlardır.

Dikkat edilmelidir ki Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'in şanını yü­celtmek, makamını ifade etmek ve bize ona karşı edebli olmayı öğretmek için Allah Tealâ ona ismiyle hitap etmemiş ya "Ya eyyühe'n-nebî" veya "Ya eyyühe'r-Rasulü" şeklinde nübüvvet ve risalet lafzıyla hitap etmiştir. Hal­buki Cenab-ı Hak diğer peygamberlere isimleriyle hitap etmiş, meselâ şöy­le buyurmuştur:

"Ey Nûh! Bizden selâm ile in." (Hud, 11/48); "Ey İbrahim! Rüyanı tas­dik ettin." (Saffat, 37/104-105); "Ey Musa! Ben ilahî mesajlarım ve kelâ­mımla seni diğer insanlara karşı tercih ettim." (A'raf, 7/144).

2- Bir şeyi emretmek onun zıddını nehyetmektir. Bunun için Allah, nehyettiği hususlarda Mekke halkı ve diğer kâfirlere Medine halkı ve ben­zeri münafıklara itaat etmeyi menetti ve onlara meyletmekten sakındırdı.

Zira Allah onların küfür ve nifaklarını gayet iyi bilir. Yaptığı şeylerde son derece hikmet sahibidir. Bundan maksat onların komplolarından, tu­zaklarından ve sinsi planlarından sakındırmaktır.

Mekke halkından olan kâfirlerden murad: Ebu Süfyan, Ebu'l-A'ver ve İkrime'dir. Medine halkından olan münafıklardan murad Abdullah b. Übeyy, Turne b. Ubeynk ve Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh'tir.

3- Kur'an ve sünnet şeklindeki vahye tâbi olmak da vaciptir. Bu hu­susta cahiliye merasimlerine uymak nehyedilmekte, onlarla mücadele et­mek ve onları reddetmek emredilmektedir.

Burada nassın bulunduğu durumda şahsî görüşlere uyulmamasına delil vardır. Dolayısıyla nassın varid olduğu konuda içtihada izin yoktur. Hitap Peygamberimiz (s.a.) ve ümmetinedir.

4- Mümin, sebeplere ve vesilelere sarıldıktan sonra bütün durumlarda Allah'a dayanmalıdır. Fayda veren ve engelleyen O'dur. O'nunla beraber ol­duktan sonra beşerden her hangi birinin karşı çıkması veya muhalefeti za­rar vermez. Bütün işlerde ve durumlarda koruyucu olarak Allah yeter.

Kısaca; Allah Tealâ bu ayetlerle müslümanların gönlüne izzet ve itiba­rı, kendine güveni, düşmanlara iltifat etmemeyi murad etmektedir.

Bu gayeleri gerçekleştirmek için ayetler bu hükümleri kararlaştırmış­tır. Buna göre Allah yararlı ve doğru olanı en iyi bilendir. Sonsuz hikmet sahibidir. O hikmete ve doğruluğa uygun olarak emir ve nehiyde bulunur.

O halde birinci görev: Emre uymak ve nehyi uygulamaktır. İkinci gö­rev: Allah'ın vahyine uymaktır. Zira Allah kullarının işlerini ıslah edecek şeylerden haberdardır. Üçüncü görev: Allah'a hakkıyla tevekkül etmek. Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter ve ona kâfidir. Vekil olarak Allah yeter. [8]

 

Birden Fazla Kalp Taşıma, Zıhar Ve Evlât Edinme:

 

4- Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı. Kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin ana­larınız kılmadı. Evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız saymadı. Bu sizin ağızlarınızdaki (boş) lafınızdır. Al­lah hakkı söyler ve O doğru yolu gösterir.

5- Onları (evlâtlıkları) babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah nezdin-de daha doğrudur. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde dinde kardeşleriniz ve dostlarınız-dır. Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat kalple­rinizin bilerek kastettiği şeylerde vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

 

Belagat:

 

"Hata ettiğiniz" ve "kalplerinizin bilerek kastettiği" cümleleri arasında tezat sanatı yapılmıştır. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." Bu ayet kâfirlerden iki kalbi olduğunu ve bu iki kalpten her biriyle kendisinin Muhammed (s.a.)'in aklından daha üstün düşündüğünü iddia edenlere cevap niteliğinde delildir.

"Kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin analarınız" ha-ramlık hususunda anneleriniz gibi "kılmadı". Zıhar; kişinin hanımına "sen bana anamın sırtı gibisin.", ya da "Sen bana mahremlerimden birinin sırtı gibisin."; yani haramlık hususunda bana anamın ya da diğer mahremler­den biri gibisin, demektir. Zıhar cahiliyede talak (boşama) manasındadır. İslâm'a gelince zıhar yapılmışsa, cinsî münasebetten önce kefaret vermek vaciptir.

"Allah evlâtlıklarınızı da" gerçekteki "oğullarınız saymadı." "Ed'ıya" kelimesi "deıyy" kelimesinin çoğulu olup evlâtlık edinilen ve babasından başkasının oğlu olarak çağrılan kimsedir. Evlâtlık, cahiliye devrinde ve İs­lâm'ın ilk devrinde evlât hükmündeydi. Gerçekte ise o başkasının oğlu idi. Bundan murad şudur: Allah Tealâ eş olma ve anneliği kadında, iddia ve evlâtlığı erkekte toplamadı. Nitekim Allah çelişkiye düşürür diye bir kişi­nin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır. Zira bu durumda iki kalbin herbiri, bütün güçleri için asıl olan ve olmayan şeklinde nitelendirilir. Al­lah kadınla aralarında doğum ilişkisi olmayan evlâtlık arasında, araların­da doğum ilişkisi bulunan anne ile öz evlâdı arasındaki irtibat gibi irtibat kılmadı.

"Bu, sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." "Zaliküm" kelimesi bütün zikredilen hususlara işarettir, "sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." yani sadece bir laftan ibarettir. Gerçekte ise bunun hakikati yoktur. "Allah hak­kı söyler." Yani gerçeğe uygun olan, hakikat olan şeyi söyler. "O doğru yo­lu", hak yolu "gösterir." Bundan murad bir kimsede iki kalbin bulunmama­sı, kendisine zıhar yapılan kadının anne sayılmaması ve evlâtlık edinilen çocuğun evlât sayılmamasıdır.

"Onları" evlâtlıkları "bababalarına nisbetle çağırın." Yani babalarına nisbet edin. "Bu, Allah nezdinde daha doğrudur." Bu cümle önceki ifadele­rin sebebini beyan etmektedir. "Eksatu" kelimesi ism-i tafdil olup bununla mutlak ziyade kastedilmiştir ki manası, doğruluğun son derecesindedir, de­mektir. [10]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmaz..." ayetinin (4. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Tirmizî'nin "hasendir" diyerek İbni Abbas'dan riva­yet ettiği hadis-i şerife göre İbni Abbas şöyle diyor: Bir gün Peygamberimiz (s.a.) namaz kılmak üzere kalktı. Bunun üzerine onunla birlikte olan mü­nafıklar:

- Görmüyor musunuz, onun iki kalbi var, bir kalbi sizinle beraber, di­ğer kalbi de onunla birliktedir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Allah bir kişi­nin içinde iki kalp yaratmadı." mealindeki 4. ayeti indirdi.

İbni Ebî Hatim, Said b. Cübeyr, Mücahid ve İkrime'den şöyle dedikle­rini naklediyor: "İki kalpli" diye çağrılan bir adam vardı. Bir görüşe göre onun ismi Ebu Ma'mer, bir başka görüşe göre Cemil b. Esed el-Fihrî idi. Kendisinden zıhar yapılan hanım anne gibiydi. Adamın evlâtlığı ise oğlu sayılıyordu.

İbni Cerir, Hasen el-Basrî'den İbni Ebî Hatim'in rivayet ettiği misali nakledip şöyle ilave etti: Hasen el-Basrî şöyle diyordu: Benim bana emre­den bir nefsim, bana nehyde bulunan bir ikinci nefsim vardır.

Ynfte İbni Cerir, Mücahid'in şu sözünü nakletmektir: Bu ayet Fihroğul-lan'ndan bir adam hakkında nazil olmuştu. Bu adam şöyle diyordu: Benim içimde iki aklım olup bu akıllarımdan her biriyle Muhammed (s.a.)'in ak­lından daha üstün düşünürüm.

İbni Ebi Hatim'in Süddî'den naklettiğine göre bu ayet Kureyş'in kolla­rından Cumahoğulları'ndan Cümeyl b. Ma'mer el-Fihrî adı verilen bir adam hakkında nazil olmuştur. Cümeyl akıllı bir adam olup işittiğini der­hal ezberleyen bir kimse idi. Kureyşliler bu adam hakkında şöyle diyordu: İki kalbi olan kişiden başkası bu kadar şeyi ezberleyemez. Bu kişi şöyle di­yordu: Benim içimde iki aklım olup bu akıllarımdan her biriyle Muham­med (s.a.)'in aklından daha üstün düşünürüm. Bedir günü olunca, içlerinde Cümeyl b. Ma'mer'in de bulunduğu müşrikler yenilgiye uğradılar. Ebu Yu­suf, Cümeyl'in ayakkabısının biri elinde diğeri ayağında olduğu halde Cü-meyl'le karşılaşmış ve ona:

- Ya Ebâ Ma'mer! Halkın durumu ne? diye sordu. Cümeyl:

- Mağlup oldular, dedi. Ebu Yusuf:

- Neyin var? Niçin ayakkabının biri elinde diğeri ayağında? diye sor­du. Cümeyl:

-  Ben her ikisinin ayaklarımda olduğunu hissediyordum, dedi. Halk o zaman, onun iki kalbi olsaydı ayakkabısını elinde unutmayacağını anlamış oldular.[11]

5. ayet Zeyd b. Harise hakkında nazil olmuştu. Zeyd, Peygamberimiz (s.a.)'in yanında idi. Peygamberimiz (s.a.) onu azad etmiş ve vahiyden önce onu evlâtlık edinmişti. Peygamberimiz daha önce Zeyd bin Harise'nin nika­hı altında olan Zeyneb bt. Cahş ile evlenince Yahudi ve münafıklar:

-  Muhammed (s.a.) kendisi başkalarını, oğullarının hanımlarıyla ev­lenmekten nehyederken oğlunun hanımıyla evlendi, diyorlardı. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.[12]

Buhari, Müslim, Tirmizî ve Neseî, İbni Ömer'den rivayet ediyorlar: Biz Zeyd b. Harise'yi Zeyd b. Muhammed diye çağırıyorduk. Nihayet Kur'an'da şu ayet indi: "Evlatlıkları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah nezdinde daha doğrudur." Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'e hita­ben: "Sen Zeyd b. Harise b. Şerahil" dedi. [13]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

 Allah Tealâ kendisinden korkulmasını, kendisine itaat edilmesini emrettikten; kâfirlere itaat etmekten ve onlardan korkmaktan nehyettikten sonra insanda birden fazla kalp bulunmasını reddetti. Zıhar ve evlâtlık edinmeyi ortadan kaldırdı.

İnsanın kalbinde Allah korkusuyla başkasından korkmak birleşeme-yeceğine göre, insanın biriyle itaat edip diğeriyle isyan edeceği iki kalbi ol­maz. Hem eş, hem de anne olmak bir kadında birleşmez. Hem hükmen ev­lâtlık, hem de hakiki evlât olma bir erkekte birleşmez. Ayetlerde maddi birşeyle iki manevi vasıf bir arada zikredilmiştir. [14]

 

Açıklaması:

 

"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." Yani insanlık özü ve orga­nik oluşum birimi her insanda aynıdır. Hak hiçbir kimse için iki kalp yarat­mamıştır. Dolayısıyla hiçbir kişinin göğsünde iki kalp yoktur, sadece bir kalp vardır. Zira kalp yönelme, irade ve azmin merkezidir. Dolayısıyla insan Allah'a ve Rasulü'ne iman etmiş ise asla kâfir veya münafık olamaz. Yani bir kalpte iki inanç birleşmez; biri emreden, diğeri ise öbürünün isteğinin zıddı ile nehiyde bulunan birbirine zıt iki yöneliş bir arada toplanmaz.

Ayet, nüzul sebebinde açıklandığı gibi zeki ve akıllı bir kişinin iki kal­bi olduğunu iddia eden eski Araplara cevap niteliğindedir. Anlaşılan odur ki bu kişi hafızasının kuvvetli olması sebebiyle Mekkeliler arasında "iki kalpli" diye meşhur olan Ebu Ma'mer el-Fihrî Cümeyl b. Ma'mer'dir.

Ayette "cevf' kelimesinin zikredilmesi "Göğüslerde olan kalpler" (Hacc, 22/46) ayetindeki "sadr" kelimesi gibi dinleyenin daha ziyade tasavvur ede­bilmesi ve derhal inkâr anlamındadır.

"(Allah) kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin anaları­nız kılmadı." Yani Cenab-ı Hak kişinin hanımına: "Sen bana anamın sırtı gibisin" demek suretiyle kendilerinden zıhar yaptığı hanımları, haram ol­ma hususunda, anne gibi kabul etmedi. Bu cezayı gerektiren bir yalandır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "O hanımlar onların anneleri değildir. Onların anneleri sadece kendilerini doğuran ka­dınlardır. Onlar pek çirkin ve yalan söz söylemektedirler." (Mücadile, 58/2).

Cahiliye devrinde zıhar'ın hükmü ebedî haramlığı ifade eden boşama idi. İslâm ise Allah'ın helâl kıldığının haram kılınmaması için Mücadile su­resinin başlarında geldiği gibi bu haramlığı kefaretle (köle azad etmek, peş peşe iki ay oruç tutmak ya da cimadan önce altmış fakiri doyurmak sure­tiyle) ortadan kalkan geçici bir haram kıldı.

"(Allah) evlâtlıklarınızı da oğullarınız saymadı." Yani Allah evlât edinme sebebiyle evlât oldukları iddia edilenleri gerçek evlâtlar kabul et­medi. Onlar hakiki babalarının evlâtlarıdır. Evlât edinme ise haramdır.

Bu ayette Arapların cahiliyede ve İslâm'ın başında evlât edinme yo­luyla edinilen çocuğun nesep yoluyla edilen hakiki evlât gibi sayılması şek­lindeki âdetlerini iptal etmiştir.

Peygamberimiz (s.a.), kölesi Zeyd b. Harise'yi peygamberlikten önce evlât edinmişti. Bu sebeple Zeyd'e "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniyordu. Ayrıca Hattab, Amir b. Rabia'yı; Ebu Huzeyfe, Salim'i ve pek çok kimse başkasının oğlunu evlât edinmişti.

Kısaca, tefsir âlimleri bu ayetin Zeyd b. Harise hakkında nazil oldu­ğunda ittifak etmişlerdir.

Cenab-ı Hak bu ayetle ve yine bu surede daha sonra gelecek olan "Mu-hammed sizin adamlarınızdan birinin babası değildir." (Ahzab, 33/40) aye-tiyle bu hayalî ilhakı ve bu sahte nesebi iptal etmiştir.

İşte ayetteki nehiyden maksat budur. Allah bundan önce bilinen mad­dî birşeyi (bir insanda iki kalp bulunabileceği iddiasını) reddetti. Sonra da bunun ardından iki manevi meseleyi:

- Hanımlara zıhar yapılmasını,

-  Evlât edinmenin neseble bir sayılmasını reddetti. Dolayısıyla bu üç husus da batıldır, hiçbir gerçek ve geçerli yönü yoktur.

Bunun için Cenab-ı Hak bu reddi vurgulayarak şöyle buyurdu:

Bu, sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." Yani bütün bu üç cümlede zik­redilen hususlar bir göğüste iki kalbin bulunması iddiası, zıharla birlikte evliliğin birleşmesi, evlât edinmenin neseble birlikte bir arada bulunması gerçekle hiçbir irtibatı bulunmayan sadece dille söylenen bir sözden ibaret­tir. Hanım zıhar sebebiyle anne, evlât edinilen kimse de gerçek evlât olmaz.

Cenab-ı Hakk'ın ayetteki "ağızlarınızdaki: fi efvahihim" ifadesi bunun gerçekte hiçbir hakikati olmayan, sadece ağızlardan sadır olan bir laf oldu­ğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim ayette geçen "fi cevfihi: O'nun karın boşluğundaki" ifadesi inkârı vurgulamak ve bunun gönüllerde daha iyi ta­savvur edilmesini temin etmek içindir.

"Allah hakkı söyler. O doğru yolu gösterir." Yani doğruluğu ve adaleti hakim kılan, gerçeği söyleyen, en sağlam olan yola, doğru yola ileten Al­lah'tır. O halde siz kendi sözünüzü terkedin, Allah kelâmını alın.

Cenâb-ı Hak daha sonra ayette asıl kastedilen hakkı tafsilatıyla açık­layarak şöyle buyurdu:

"Onları babalarına nisbetle çağırın." Yani evlât edindiğiniz ve neseble-rini kendi üzerinize geçirdiğiniz evlâtlıklarınızı hakiki babalarına nisbet edin. Bu, Allah'ın hükmü olup daha adildir, çocuğun babasından başkasına nisbet edilmesinden daha isabetlidir.

"Eksatu" kelimesi ism-i tafdil olup kendi babında kullanılmamıştır. Yani bununla iki şey arasındaki üstünlük murad edilmemiş, bilakis mut­lak ziyadelik kastedilmiştir. Bu, asıl babından alay manasında kullanılmış da olabilir.

"Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde onlar dinde kardeşleri­niz ve dostlarınızdır." Yani bu evlâtlıkların babaları bilinmiyorsa, müslüman oldukları takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlar eğer azad edilmiş hür köleler iseler, onlar sizin dostlarınız ve yardımcılannızdır. Buna göre on­lardan birine kardeşim veya mevlâm diye hitap edebilirsin. Bu sebeple bu ayetin inmesinden sonra Salim'e "Huzeyfe'nin mevlâsı" denilmiştir.

İmam Ahmed ile Buhari ve Müslim'in Ebu Zer'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Asıl durumu bildiği halde babasından başkasına nispet edilen kimse kâfir olur."

İbni Kesir diyor ki: Bu belirli bir nesebten beri olduğunu ilan etme hu­susunda bir benzetme, tehdit ve şiddetli bir vaîddir.

"Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bi­lerek kastettiği şeylerde vebal vardır." Yani bazılarının bu yasaklama gel­meden önce nisbet edilmeleri, ya da bu nehyden sonra unutkanlıkla yahud dil sürçmesiyle, ya da ictihad ve bütün gayret sarfedildikten sonra nisbet edilmeleri sebebiyle sizin üzerinize hiçbir günah yoktur. Çünkü Allah hata­lı işlerde vebali kaldırmış ve bunu günah saymamıştır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Unutursak ya da hata edersek, bizi sorumlu tutma!" (Bakara, 2/286).

Müslim'in Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: Bu dua üzerine Cenab-ı Hakk: "Sizi sorumlu tutmadım" buyurdu.

Buhari'nin Sahih'inde Amr b. Âs (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Hakim ictihad edip de isabet ederse, onun için iki ecir vardır. İctihad edip de hata ederse, bir ecir vardır."

İbni Mâce'nin Ebu Zer'den rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Allah Tealâ benim için benim ümmetimden hata, unutma ve zorlanma (suretiyle yapılan amellerin) vebalini kaldırmıştır."

Hatada hiçbir günah yoktur. Fakat günah, batılı kastededen kimse üzerinedir. Dolayısıyla çocuğun ya da kızın bilinen babasından başkasına nisbet edilmesi cezayı gerektiren bir masiyettir. Mikdad b. Amr için olduğu gibi evlâtlık isminin asıl isminden daha çok kullanılmasında hiçbir günah veya haramlılık yoktur. Zira Mikdad için evlâtlık ismi daha çok kullanılmakta, ona Mikdad b. Esved denilmektedir. Esved b. Abdi-Yegüs Mikdad'm babalığı olup cahiliyede Mikdad'ı evlât edinmişti. Bu ayet inince Mikdad, ben Amr'ın oğluyum, dedi. Buna rağmen eski kullanılış (Mikdad b. Esved) devam etti.

İbni Cerir ve İbni Münzir Katade'nin bu ayet hakkında şöyle dediğini naklediyorlar: "Sen bir adama babası zannederek birine nisbetle hitapta bulunursan, sana hiçbir mahzur yoktur. Ancak bilirek veya kastederek ba­basından başkasına nisbet edersen hariç..."

İmam Ahmed, Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözünü naklediyor: "Allah Tealâ Hz. Muhammed (s.a.)'i hakla gönderdi. Onunla beraber kitabı indirdi. Ona indirdiği ayetler içinde "Recm ayeti" de vardı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) recm yaptı. Ondan sonra biz de recm yaptık."

Hz. Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Biz Kur'an'da şöyle bir ayet okuyorduk: "Asıl babalarınızdan yüzçevirmeyin. Çünkü babanızdan yüzçe-virmeniz küfürdür."

Peygameberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Meryem oğlu isa'nın aşı­rı övüldüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin. Ben sadece Allah'ın kuluyum. Benim için: Allah 'm kulu ve Rasulü deyin." Hadisi rivayet eden Ma'mer bir rivayette şöyle dedi: "Hristiyanların Meryem oğlunu aşırı derecede övdüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin."

İmam Ahmed bir başka hadisi şöyle rivayet ediyor: "İnsanlar içerisin­de şu üç şey küfürdür: Neseb hususunda tenkitte bulunmak, ölüye saç-baş yolarak ağıt yakmak ve yıldızlardan yağmur beklemek."

"Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." Allah hatalı davranan kim­senin günahını ve tövbe etmesi şartıyla bilerek günah işleyen kimsenin gü­nahını örtücüdür. Bunlara çok merhametlidir. Dolayısıyla bunlara ceza vermez. Rahmetinin gereği olarak O, hata eden kimsenin günahını kaldı­rır. Bilerek günah işleyen kimsenin tövbesini kabul eder. [15]

 

Siyer-i Nebî'de Zeyd b. Harise Kıssası:

 

Buhari, Müslim, Tirmizî, Neseî ve başka âlimlerin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre: "Evlâtlıkları babalarına nisbetle çağırın." şeklindeki Kur'an ayeti ininceye kadar Peygamberimiz (s.a.)'in azatlı köle­si Zeyd b. Harise'yi Zeyd b. Muhammed (Muhammed oğlu Zeyd) diye çağı­rıyorduk. Bu ayet inince Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'e: Sen Zeyd b. Harise b. Şerahil'sin, demişti. Zeyd küçük çocuk iken kabilesi olan Kelboğluları'ndan esir alınmıştı.

Zeyd'in durumu ile ilgili olarak İbni Merdüveyh, İbni Abbas'dan şu hadisi naklediyor: Zeyd dayıları okn (Tay kabilesinden Sual sülalesinden) Ma'noğulları arasında bulunuyordu. Tay kabilesine yapılan bir soygunda esir alınıp Ukaz panayırına getirildi. Hakim b. Hizam b. Huveylid alışveriş yapmak üzere Ukaz panayırına gidiyordu. Halası Hz. Hadice kendisine, bulabilirse gayet iyi bir uşak satın almasını tavsiye etti. Hakîm, panayırda Zeyd'in satıldığını gördü. Zeyd'in zerafeti hoşuna gitti ve onu satın alıp Hz. Hadice'ye getirdi ve ona: Ben sana pek zarif bir Arap uşağı satın aldım. Hoşuna giderse onu al, aksi takdirde bırak. Zira bu benim hoşuma gitti, dedi. Hz. Hadice Zeyd'i görünce beğenip aldı.

Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice ile evlendiğinde Zeyd onun yanında idi. Zeyd'in zerafeti Peygamberimiz (s.a.)'in hoşuna gitmiş, Zeyd'i kendisine hibe etmesini istemişti. Hz. Hadice:

-  Onu sana hibe edeyim. Eğer onu azad etmek istersen velâsı benim­dir, dedi.

Peygamberimiz (s.a.) bunu kabul etmeyince Hz. Hadice, dilerse azad etmek, dilerse elinde tutmak üzere Zeyd'i Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etti.

İbni Abbas sözüne devam etti: Zeyd Peygamberimiz (s.a.) yanında ye­tişti. Sonra Ebû Talib'e ait develerle Şam diyarına gitti. Oraya giderken kavminin diyarına uğradı. Amcası onu tanımıştı. Ayağa kalktı. Zeyd'e hita­ben:

- Delikanlı sen kimsin? deki. Zeyd:

- Mekke halkından bir uşak, dedi. Amcası:

- Mekkelilerin bizzat kendilerinden mi? diye sordu. Zeyd:

- Hayır, dedi. Amcası:

- Sen hür müsün, köle misin? dedi. Zeyd:

- Hayır, köleyim, dedi. Amcası:

- Kimin kölesisin? dedi. Zeyd:

- Muhammed b. Abdülmuttalib'in kölesiyim, dedi. Amcası:

- Sen Arap mısın, Acem mi? dedi. Zeyd:

- Arabım, dedi. Amcası:

- Aslın kimlerdendir? dedi. Zeyd:

- Kelb kabilesinden, dedi. Amcası:

- Kelb'in hangi kolundan? dedi. Zeyd:

- Abdi Vüdd oğullarından, dedi. Amcası:

- Yazık, sen kimin oğlusun? dedi. Zeyd.

- Şerahil oğlu Harise'nin oğluyum, dedi. Amcası:

- Nerede esir alındın? diye sordu. Zeyd:

- Dayılarım arasında, dedi. Amcası:

- Senin dayıların kim? dedi. Zeyd:

- Tayyoğulları, dedi. Amcası:

- Annenin adı nedir? dedi. Zeyd:

- Sadî, diye cevap verdi. Bunun üzerine amcası onu kucakladı ve:

- Harise'nin oğlu! dedi.

Amcası Zeyd'in babasını çağırdı. Ona:

-  Ya Harise! Bu senin oğlun, dedi. Harise oğlunun yanına geldi. Ona bakınca tanıdı. Zeyd'e:

- Efendin sana nasıl muamele etti? dedi. Zeyd:

- O beni kendi ailesi ve evlâdına karşı tercih ediyor, dedi.

Zeyd'le birlikte babası, amcası ve kadeşi de Mekke'ye geldiler. Pey­gamberimiz (s.a.) ile buluştular. Harise ona:

- Ya Muhammed! Sizler Allah'ın hareminin sakinleri, komşularısınız, Onun beytinin civarındasınız, sıkıntıda olanları kurtarıyorsunuz, esirleri doyuruyorsunuz. Oğlum senin yanındadır. Bize iyilikte bulun, onun fidye­sini kabul etmek suretiyle bize ihsan eyle. Zira sen kavminin reisinin oğlu­sun. Biz sana arzu ettiğin fidyeyi vereceğiz, dedi. Rasulullah (s.a.):

- Sana bundan daha hayırlısını vereyim, dedi. Zeyd'in yakınları:

- Bu nedir? dediler.

-  Onu serbest bırakıyorum. Eğer o sizi tercih ederse, fidyesiz olarak onu alın. Eğer beni tercih ederse, ondan vazgeçin, dedi. Zeyd'in yakınları:

-  Allah sana mükâfat versin. Sen gerçekten ihsanda bulundun, dedi­ler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) Zeyd'i çağırdı. Ona:

- Ya Zeyd! Bunları tanıyor musun? dedi. Zeyd:

- Evet, bunlar benim babam, amcam ve kadreşimdir, dedi. Peygambe­rimiz (s.a.):

- Bunlar senin tanıdığın kimselerdir. Sen onları tercih edersen, onlarla birlikte git. Ama beni tercih edersen, ben de senin tanıdığın kimseyim, de­di. Zeyd:

-  Ben sana karşı asla hiçbir kimseyi tercih edemem. Sen bana karşı baba ve amca yerindesin, dedi. Babası ve amcası Zeyd'e:

- Ya Zeyd! Köleliği mi tercih ediyorsun, dediler. Zeyd:

- Ben bu adamdan ayrılamam, dedi. Rasulullah (s.a.) Zeyd'in kendisi­ne olan bağlılığını görünce Zeyd'in yakınlarına:

-  Siz şahid olun ki o hürdür. O benim oğlumdur. O bana mirasçı ola­cak, ben de ona mirasçı olacağım, buyurdu.

Bunun üzerine babası ve amcası Zeyd'in onun nezdindeki değerini görmelerinden dolayı memnun olmuştu. Cahiliyede ona Zeyd b. Muham-med deniliyordu. Nihayet "Onları babalarına nisbetle çağırın" ayeti indi. Bunun üzerine Zeyd b. Harise diye anılmaya başladı. [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah, hiçbir kimsenin iki kalbi olmadığını, sadece tek kalbi olduğu­nu bildirdi. Bu kalpte ya iman, ya da küfür olur. Küfürle iman, hidayetle sapıklık, Allah'a yönelme ve ısrar bir kalpte birleşmez.

Burada Mekke halkından: Benim içimde iki kalbim var. Ben bu iki kalpten her biriyle Hz. Muhammed (s.a.)'in aklından daha iyi düşünürüm, diyen kimseye cevaptır.

Bu ifade imanla küfrün ortasındaki münafıklık derecesinde olan mü­nafıklara da bir cevaptır. Zira herkeste, içinde iman ya da küfür bulunan tek kalpten başka bir kalp yoktur.

2- Allah Tealâ bu ayette cahiliyedeki "zıhar" hükmünü iptal etti. Zı-har; kişinin hanımına "Sen bana anamın sırtı gibisin." demesi ve bu kadı­nın kendisine ebediyyen haram olmasıdır. İslâm'da ise bu haramlık geçici olup kefaretle son bulur.

3- İslâm'da evlât edinmek haramdır. Çünkü bu gerçekle çatışmakta­dır. En iyisi ve en doğrusu kişinin asıl babasına nisbet edilmesidir. Cahili­yede olduğu gibi insanın bilerek babasında başkasına baba diye hitap et­mesi haramdır. Eğer bu şekilde olmazsa, büyüğün küçüğe nezaketle, sevgi ve şefkatle: "Evlâdım, yavrum" demesi gibi durumlarda haram olmadığı tercih edilir. Fakat bazı âlimler kâfirlere benzeme kapısını kapatmak için bunun mekruh olduğu fetvasını vermişlerdir.

4- İnsanın kendisini evlât edinen kemseye babası olarak nisbet edil­mesi hata olup, hiçbir kasıt olmaksızın dil sürçmesiyle söylenmesinde gü­nah ve sorumluluk yoktur. Bunun delili: "Yanlışlıkla babalarından başka birinin adıyla çağırmanız halinde size bir günah yoktur. Ancak bunu kasten yaparsanız, müstesna." (Ahzab, 33/5).

Aynı şekilde aslında evlât edinme yoluyla birine nisbet edilen ve böy­lece tanınarak kullanılan bir kişinin bu nisbetinde Mikdad b. Amr'da oldu­ğu gibi günah yoktur. Zira Mikdad için evlât edinme nesebi daha çok kulla­nılmış, çoğunlukla Mikdad b. Esved diye tanınmıştı. Zira Esved b. Abdi-Ye-gûs cahiliye devrinde Mikdad'ı evlât edinmiş ve Mikdad bu şekilde tanın­mıştı. Ayet inince de Mikdad: Ben Mikdad b. Amr'ım demiş, buna rağmen bu kullanılış devam etmişti. Hiçbir kimse onu bu isimle çağıran kimsenin günahkâr olduğuna hükmetmemişti. Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim de aynı şekilde Ebu Huzeyfe'nin oğlu diye çağırılıyordu.

Zeyd b. Harise'nin durumu bunlardan çok farklı idi. Zira onun için: Zeyd b. Muhammed denmesi caiz değildir. Zira evlât edinmenin yasaklanıp haram kılınmasından sonra bununla meşhur olmadı. Kim bunu bilerek söylerse, "Fakat bunu kasden yaparsanız, müstesna." ayetine göre günah­kâr olur.

5- Evlât edinme haram olduğu gibi bir kişinin babasından başkasına onun babası olmadığını bile bile nisbet edilmesi de haramdır. Hatta bu cahi­liye şekli üzerine olursa, büyük günahlardandır. Cahiliye devrinde kişi ken­di babasından başkasına ve kendi kabilesinden başkasına nisbet edilirdi.

Sünnet'te buna karşı şiddetli tehdit yer almaktadır. Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un Sa'd b. Ebî Vakkas ve Ebu Bekrî'den rivayet ettikleri ha-dis-i şerife göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim babası ol­madığını bildiği halde babasından başka birinin oğlu olduğunu iddia eder­se, cennet ona haramdır."

Yine Buhari ve Müslim rivayet ediyor: "Kim babasından başka birinin oğlu olduğunu iddia ederse, ya da mevlâlarından başka birine mensup olursa; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah, onun ne farz, ne de nafile hiçbir ibadetini kabul etmez."

Buhari ve Müslim, Ebu Zerr'in Peygamberimiz (s.a.)'den şu hadisi işit­tiğini nakletmektedir: "Bilerek babasından başkasının babası olduğunu id­dia eden hiçbir kişi yoktur ki küfre girmiş olmasın."

Küfür, bunun mubah olduğuna inandığı zamandır. Bunun mubah ol­duğuna inanmazsa, onun küfrünün manası şudur: Onun bu fiili cahiliye ehli olan kâfirlerin fiiline benzer, ya da bu kimse Allah'ın üzerindeki nime­tine ve İslâm'a karşı nankördür.

6- Şer'an yasaklanmış olan tebennî (başkasının çocuğunu evlât edin­me) ile İslâm'ın mubah kıldığı istilhak (başkasının çocuğu zannedilen ken­di evlâdına sahip olma) arasında fark vardır. Evlât edinme, çocuğun kesin-likle kendi çocuğu olmadığını bildiği halde onun kendi çocuğu olduğunu id­dia etmektir.

Meşru olan istilhak ise bunu yapan kimsenin ilân edilmeyen eski bir evlilik sebebiyle üzerine geçirdiği çocuğun evlâdı olduğunu kesin olarak bilmesi ya da kuvvetli bir zanla evlâdı olduğunu zannetmesi (ve bu çocu­ğun kendi çocuğu olduğunu ilân etmesi) halidir. Çocuk zinadan ise, istilhak caiz değildir.

7- Bir kimse, babası bilinmeyen kimseyi çağırırken; din kardeşliği ve­ya dindeki yakınlığı kastederse ve takva sahibi ise "Ey kardeşim!" veya "Ey dostum!" demesi mubahtır. Eğer bu kimse fasık ise bu şekilde çağrıl­maz. Bu haram olur. Çünkü biz fasık kimseye hürmet etmekten nehyolun­duk.

8- "Allah hakkı söyler." ayeti insanın sözünün, ya selim akıl sahibinin, ya da sabit olan şer'î bir hükmün kabul edeceği bir gerçek olması gerektiği­ne işaret etmektedir.

Kim bir kadınla evlenir de bu kadın altı ayda, bir çocuk dünyaya geti­rirse ve kadın daha önce çocuğun kendisinden olma ihtimali bulunan bir şahsın hanımı ise biz bu çocuğu arada evlilik bağı bulunması sebebiyle ikinci kocaya ait kılarız.

9- "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." ayeti Cenab-ı Hakk'ın mağfiret dileyen kimsenin günahlarını affedeceğine ve tevbe eden günah­kâra rahmetle muamele edeceğine delildir. [17]

Hz. Peygamber (S.A.)'in Makamı, Vazifesi Ve Mirasın Akrabalık Sebebiyle Meşru Kılınması:

 

6- Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır. Onun hanımları da müminlerin anneleridir. Allah'ın kitabında akraba olan (miras hususunda) birbirlerine  (diğer) müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak  dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır. Bu hüküm kitapta  yazılıdır.

7- Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim’den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz almıştık.

 8- Allah doğru olanlara samimiyet­lerinden sormak için böyle yaptı. O, kâfirlere acıklı bir azap hazırla­mıştır.[18]

 

Belagat:

 

"Onun hanımları da müminlerin anneleridir." ifadesi beliğ teşbihdir. Burada benzetme edatı ile benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani onun ha­nımları haramhk ve saygıda müminlerin kendi anneleri gibidir.

"Birbirlerine daha yakındırlar." ifadesinde hazif yoluyla mecaz yapıl­mıştır. Yahut birbirlerinin mirasına daha yakındırlar, demektir.

"Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan ... söz almıştık." Şe­reflerini beyan etmek ve şanlarını ifade etmek için "peygamberler" kelimesinin anlamına dahil olmakla birlikte Hz. Muhammed, Nuh, İbra­him, Musa ve İsa (a.s.)'ın isimleri zikredilmiştir.

"Sert söz" ifadesi istiaredir. Maddî cisimlerdeki sertlik manevî bir şey için kullanılmıştır. Bu ifade ile verilen sözün yerine getirilmesi için bu ah­din hürmeti, değeri ve büyüklüğü beyan edilmektedir.

"Doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için" ifadesi müşrikleri susturmak ve onların davranışlarının çirkinliğini ifade etmek için birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş, "iltifat" sanatı yapılmıştır. [19]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Peygamber müminlere" din ve dünyadaki bütün işlerde "kendi öz nefis­lerinden daha yakındır." Zira o müminlere sadece müminlerin salahı ve kurtuluşu bulunan şeyleri emreder. Onların ancak bu hususları yerine ge­tirmelerinden razı olur. O müminlere, davet ettiği şeylerde kendi öz nefisle­rinin davet ettiği şeylerden daha merhametli ve daha şefkatlidir. Zira o kur­tuluşa davet etmekte, onların nefisleri ise kendilerini helak olmaya çağır­maktadır.

"Onun hanımları da müminlerin anneleridir." Yani Peygamberin hanım­ları kendileriyle evlenmelerinin haram oluşu ve tazime layık olma hususun­da anne mertebesindedirler. Bunun dışında ise yabancı kadınlar gibidirler.

"Allah'ın kitabında" Allah Tealâ'nın farz kıldığı ve meşru saydığı hü­kümler içinde ya da Levh-i Mahfuz'da "akraba olanlar" yakınlık sahipleri mirasçı olma hususunda hılf (ittifak) ve muâhat (kardeşlik) yoluyla mirasçı olmaktan farklı olarak "birbirlerine" diğer "müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar." Bu ifade rahim yoluyla akraba olanlar için bir açıklama­dır. Ya da "evlâ" kelimesinin sılasıdır. Yani zevi'l-erham olan akraba, akra­balık hakkıyla miras hususunda din hakkı olan diğer müminlerden, hicret hakkı olan muhacirlerden mirasçı olmaya daha layıktır. Diğer bir ifadeyle: Rahim akrabalığı yoluyla mirasçı olmak İslâm'ın ilk devrinde geçerli olan ve sonra neshedilen iman ve hicret sebebiyle mirasçı olmaya takdim edil­mektedir.

"Bu" iki ayette zikredilen "hüküm kitapta" Levh-i Mahfuz'da ya da Kur'an da "yazılıdır." sabittir.

"Bir zaman " hatırla "biz peygaberlerden" risaleti tebliğ etme ve sağ­lam dine davet etme şeklinde verdikleri "sözlerini" ahitlerini " almıştık." Misak: Te'kidle yapılan bir ahid, kesin söz demektir.

"Senden, Nuh'tan , İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'­dan" Allah'a ibadet etmeleri ve O'na kulluğa davet etmeleri hususunda "söz almıştık." Bu beş peygamber şeriat sahibi ve ulü'1-azm resullerdir. Peygamberimiz (s.a.) ta'zim için ilk olarak zikredilmiştir. "Onlardan" Rab-lerinden kendilerine indirilen hususları tebliğ etme vazifesini yerine getir­me konusunda değeri büyük, çok kesin "söz almıştık." Bir başka görüşe gö­re; yeminle tekid edilen söz anlamındadır.

"Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı." Ya­ni bizim bu davranışımız, kıyamet günü ahidlerinde sadık olan bu kimselere risaleti tebliğ etme ve kavimlerine söyledikleri şeylerdeki samimiyetleri ortaya çıksın diyedir. [20]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ özel evlât edinme hükmünü ve Hz. Muhammed (s.a.)'in Zeyd b. Harise'nin babası olması hükmünü kaldırdıktan sonra, Hz. Mu­hammed (s.a.)'in yakınlığının bütün ümmet için umumî olduğunu beyan etmektedir. Onun hanımları erkekler için annelerin mahremiyeti hükmün­dedir. Bu, nesep babalığından daha şereflidir. Çünkü bu helak olmaktan ebedî kurtuluştur. Mücahid diyor ki: Her peygamber ümmetinin babasıdır.

Cenab-ı Hak bunun ardından daha önce Hz. Peygamber (s.a.)'den ve diğer peygamberlerden aldığı misak (kesin ahit) üzerinde durmak için Al­lah'ın davetini tebliğ etmek şeklindeki Hz. Peygamber (s.a.)'in ulvî merte­besini beyan etti. [21]

 

Açıklaması:

 

"Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hz. Pey­gamber (s.a.) ümmetinden mümin cemaate kendi öz nefislerinden daha merhametli ve daha şefkatlidir. Zira o kurtuluşa davet etmekte, nefisleri ise onları helâka çağırmaktadır.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben ateşe düşmeyesi-niz diye sizin kemerinizden tutuyorum. Siz ise yatağa girer gibi ateşe giri­yorsunuz".[22]

Zira Hz. Peygamber (s.a.) ümmet için baba mertebesindedir. Nefis ba-zan kötülüğü emredebilir, Hz. Muhammed (s.a.)'e gelince; o sadece hayrı emreder ve sadece vahyi konuşur.

Zeyd Muhammed'in oğlu diye anılmakla dünya ve ahirette büyük bir makam kazandığı için iftihar ederse, bütün müminler kendileri için umu­mi olan Hz. Muhammed (s.a.)'in babalığı ile iftihar etmektedirler. Ayet, Zeyd'i teselli etmek için ve Zeyd'e ait hususi babalıktan umumi babalığa geçişi ve bütün müslümanları kapsayan şefkati beyan etmek için nazil ol­du. Burada sulbden gelen oğul ile diğeri arasında fark yoktur. Peygamberi­miz (s.a.) müminleri gözetmekte ve onlara doğru yolu göstermektedir.

Veli olma dini-dünyevî bütün işleri içine alması için mutlak kılınmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.) nefislerden daha evla ise, o bütün insanlara el­bette daha evlâdır. Onun hükmü onların kendi nefislerini tercih etmekten önce gelir. Onun sevgisi, insanın içindeki nefsi sevmekten önce gelir. Nite­kim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, asla, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında geçen problemlerde seni hakem kılmadıkça, sonra da senin verdiğin hükme karşı gönüllerinde bir sıkıntı duydukça ve tam mana­sıyla teslim olmadıkça gerçek mümin olamazlar." (Nisa, 4/64).

Buhari'nin Sahih'inde ve diğer eserlerdeki sahih hadiste buyruluyor ki: "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz beni kendi nefsinden, malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedik­çe gerçek mümin olamaz."

Buhari'nin Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadiste Peygam­berimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Hiçbir mümin yoktur ki ben ona dünya ve ahi-rette insanların en yakını olmayayım. Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Peygam­ber, müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hangi mümin bir mal bırakırsa, onun asebesi kim olursa olsun ona mirasçı olsunlar. Kim de borç veya çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin ben onun mevlâsıyım."

Yine Sahih'te Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ediliyor. Hz. Ömer:

- Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki sen bana herşeyden daha se­vimlisin. Ancak nefsim hariç. Peygamberimiz (s.a.):

-  Hayır, ya Ömer! Ben sana kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça gerçek mümin olamazsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer:

- Ya Rasulallah! Sen bana herşeyden, hatta kendi nefsimden de daha sevimlisin, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):

- Şimdi tamam, ya Ömer! buyurdu.

Bunun sebebi Allah Tealâ'nm bildirdiği gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in ümmetine tam anlamıyla şefkatli, iyiliksever oluşu ve peygamberini mü­minlere kendi nefislerinden daha yakın kılmış olmasıdır.

"Onun hanımları mümiminlerin anneleridir." Yani Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları haramlık ve saygı hususunda, yani Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra kendileriyle evlenilmesinin haram olması, ikram, ta'zim ve saygıya layık olmaları hususunda anne mertebesinde kılınmışlardır. Bu­nun dışında Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları yabancı kadınlar gibidirler. Onların kızlarına müminlerin kızkardeşleri denilmez ve kızları müminlere mahrem olmazlar. Onlara bakmak, ya da onlarla halvette bulunmak ve on­lara mirasçı olmak v.s. helâl olmaz.

Bu durum erkekler açısındandır. Onlar erkeklerin anneleridir gibidir. Mümin kadınlara gelince, bazılarına göre onlara: Mümine kadınların an­neleri denilmez. Bunun için Hz. Âişe (r.a.): Kendine "Anneceğim" diyen bir kadına:

- Ben sizin erkeklerinizin annesiyim. Sizin anneniz (kadınların anne­si) değilim, demişti. Bu konudaki ihtilaf gelecektir.

Bu vasıf Hz. Peygamber (s.a.)'in bütün hanımları, hatta boşamış oldu­ğu hanımları için de sabittir. Fakat İmamü'l-Haremeyn ve başkaları ha­ram olmayı sadece duhûl vâki olan hanımlara tahsis etmenin doğru oldu­ğunu beyan etmiştir. Razî ve Gazzalî ise aşağıda gelecek tahyir ayetinin (Ahzab, 33/29) inmesinden sonra Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından olup dünyayı tercih eden kadınların mahrem olmayacağı görüşünü tercih etmişlerdir.

Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in müminlere olan vela­yeti ile müminlerin birbirlerine olan velayet arasındaki farkı açıklamak üzere, "ulü'l-erham" (rahim yoluyla akraba olanlar) ifadesiyle mirasın hük­münü "Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." ifadesiyle vasiyetin hükmünü beyan etti. Hz. Peygamber (s.a.) miras bırakmaz. Onun umumi velayeti sebebiyle onunla akrabaları arasında miras ilişkisi yoktur. Müminler ise yakın akraba iseler birbirlerine mirasçı olurlar. Onlar miras v.b. konularda birbirlerine daha yakındırlar. Ancak arkadaşa veya muhtaç olana vasiyet etme durumu hariçtir. Bu durumda o yakın akrabasından da­ha evlâ olmaktadır. Vasiyet, mirası kaldırmaktadır.

Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın kitabında akra­ba olanlar (miras hususunda) birbirlerine (diğer) müminlerden ve muhacir­lerden daha yakındırlar." Mutlak manada akrabalar ister ashab-ı ferâiz (miras hisseleri önceden belli), ister asabe (ikinci derecede hisse sahipleri), isterse zevi'l-erhâm (rahim yoluyla akraba) olsunlar birbirlerine miras ve diğer konularda fayda vermede, din hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacirlerden ve ensardan daha evlâdır. Bu, Allah'ın farzı, şeri­atı ve kullarına yazdığı, Kur'an'da ya da Levh-i Mahfuz'daki hükümdür.

"Müminlerden ve muhacirlerden" ifadesi Zemahşerî'nin belirttiği gibi ulü'l-erhama raci olan bir açıklama olup mümin ve muhacirlerden birbirle­rine akraba olanlar birbirlerine faydalı olma ya da miras hususunda ya­bancılardan daha evlâdır, manasındadır. Yahud buradaki "min", başlangıç anlamında olup zevi'l-erham akrabalık hakkı sebebiyle miras hususunda dinde velayet hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacir­lerden daha evlâdır.[23]

Bu meşhur ikinci manaya göre ayet İslâm'ın ilk devrinde bulunan hılf (kabile ittifakı) ve müslümanlar arası kardeşlik sebebiyle mirasçı olmayı kaldırmaktadır. İslâm'ın ilk devrinde Rasulullah (s.a.)'in muhacirlerle en-sar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik sebebiyle muhacir kendi akrabaları ve zevi'l-erhamdan ayrı olarak ensarî kardeşine mirasçı oluyordu. Hz. Ebu-bekir (r.a.) ile Harice b. Zeyd kardeş olmuştu. Hz. Ömer (r.a.) ile bir başka­sı kardeş olmuştu. Hz. Osman (r.a.) ile Züreykoğulları'ndan bir kişi kardeş olmuştu. Zübeyr ile Ka'b b. Malik kardeş olmuştu.[24]

Peygamberimiz (s.a.)'in Buhari ve Müslim'in İbni Abbas'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şerif bu manayı tekid etmektedir: "Fetihten sonra hicret yoktur. Sadece hicret ve niyet vardır." Bundan murad şudur: Hicret hükmü batıl olmuş, hicret sebebiyle mirasçı olma gibi bundan doğan hükümler de ortadan kalkmıştır.

"Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." Yani kardeş­lik ilanı sebebiyle mirasçı olma kaldırılmış; vasiyette bulunma, destek ol­ma, iyilik, ziyaret ve ihsanda bulunma hükmü devam etmiştir. Yani ancak müminlerden ve muhacirlerden dost saydığınız ve sevdiğiniz arkadaşları­nıza vasiyet etmeniz bundan müstesnadır. Burada geçen maruf (iyilik) ke­limesi vasiyet manasmdadır. Bilindiği gibi borç ve vasiyet şer'an mirastan önce gelir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Miras), yapılan vasiyetten veya borçtan sonradır..." (Nisa, 4/12).

Ayetin manası şöyledir: Siz vasiyette bulunmuşsanız, varis olmayan­lar daha evlâdır. Vasiyette bulunmamışsanız, varisler geride bıraktığınız mallara ve mirasınıza daha evlâdır.

"Bu kitapta yazılıdır." Yani bu hüküm (zevi'l-erhamın birbirlerine da­ha evlâ oldukları hükmü) Allah tarafından takdir edilen ve değiştirilmeyen ve bozulmayan ilk kitapta yazılan bir hükümdür.

Allah Tealâ geçici bir maslahatla ve sonsuz hikmetle herhangi bir vakit­te bunun hilafını ortaya koymuştur. Halbuki O bunu değiştirerek ezelî kade­rinde ve takdir ettiği teşri esasında câri olan hükmü gerçekleştirecektir.

Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in müminler arasındaki durumunu beyan ettikten sonra peygamberlerin Allah'ın risaletini tebliğ etmeleri hu­susunda verdikleri sözün gereğini yerine getirmek üzere bu görevin yerine getirilmesi, Allah'ın dinine ve Rabbinin risaletine davet etme ve şeriatlerin tebliğ edilmesi hususunda Hz. Peygamberin ulvî mertebesini ve yüce göre­vini beyan etti.

Allah Tealâ surenin başlangıcından buraya kadar ümmetine öğretmek için Peygamberine sanki şöyle buyuruyordu: Allah'tan kork, başka hiç kimse­den korkma. Allah'ın peygamberlerden dini tebliğ etmek hususunda söz aldı­ğım, hiçbir korku ve ümidin bu hususta onlara engel olmayacağını zikret.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz almıştık." Yani ey Rasul şunu zikret: Biz bütün peygamberlerden ve özellikle ulü'1-azm peygamberlerden yani ayette adı geçen beş peygamberden Allah'ın ilâhî mesajını kavimlerine tebliğ etmele­ri, Allah Tealâ'mn dinini hakim kılmaları hususunda ve bazılarının kendi­lerinden önceki peygamberin risaletini tamamlamak suretiyle aralarında yardımlaşmaları ve birbirlerine destek olmaları hususunda kesin ahit ve söz aldık.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:

"Hani Allah peygamberlerden: Size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdimizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz, diye söz almış ve "Kabul ettiniz mi?" dediğinde "Kabul ettik." cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde siz şahit olun, ben de sizinle birlikte şahidlik edenlerdenim." buyurmuştur." (Âl-i İmran, 3/81).

Yani Cenab-ı Hak onlardan Muhammed (s.a.)'in Allah'ın rasulü oldu­ğunu, Muhammed (s.a.)'in de kendisinden sonra hiçbir peygamber olmadı­ğını ilan etmesi sözünü almıştır.

Allah Tealâ daha sonra bizzat bu sözü tekid etmektedir. Bu ahid ve sö­zün hürmeti, azameti ve sorumluluğunun ağırlığı hususunda mübalâğa yapmak üzere şiddet ve sağlamlıkla tavsif etti. Buna göre mana şudur: Biz onlardan bu söz ile kesin sağlam bir söz aldık. İkinci misak, birinci misakla aynı olup yeminle tekid edilmiştir. Ya da birinci misakın vasfını beyan et­mek için tekrar edilmiştir. Bu misakın hürmetini, büyüklüğünü ve önemini mübalâğa ile beyan etmek için maddi cisimlerin sıfatı olan "sertlik" keli­mesi manevi şeyler için kullanılarak "istiare" yapılmıştır.

Cenab-ı Hak özelin genele atfedilmesi babında bütün peygamberler­den sonra ulü'1-azm olan beş peygamberin değerlerini ifade etmek, risalet-lerinin önemini beyan etmek üzere bu peygamberleri özellikle zikretti. Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sonra vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mu­sa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı." (Şûra, 42/13).

Allah Tealâ daha sonra peygamberlere tebliğ etmelerinden, müminleri icabet etmelerinden, hakkı yalanlayanları yalanlamalarından dolayı sorgu­ya çekeceğini bildirerek şöyle buyurdu:

"Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı. O kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır."

"Li-yes'ele" kelimesindeki lâm bir görüşe göre "lâm-ı sayrûref'tir. Yani O peygamberlerden nitecede yaptıklarından sorulmak üzere söz almıştır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberleri mutlaka sorguya çekeceğiz." (A'raf, 7/6).

Razî diyor ki: Yani O, rasulleri gönderdi. Mükelleflerin akıbeti ise ya hesap, ya da azap görmedir. Çünkü sadık olan hesap görecek, kâfir ise azap görecektir.[25]

Tercih edilen görüş Ebu Hayyan'm dediği gibi bu lam "ta'lîl lamı, lâm-ı key'dir. Yani rasulleri gönderdik ve Allah'ın mahlûkatını iki gruba ayırma­sı için tebliğ hususunda rasullerden söz aldık.

Bu iki gruptan biri hüccet ikame etme manasında Allah'ın kendilerini samimiyetleri konusunda sorgulayacağı grup. Bu grup kendilerinin iman etmeleri ve bütün fiillerinde Allah'a sadık kaldıkları şeklinde cevap vere­cek, Allah da bu amellerine karşı bu gruba mükâfat verecektir.

Küfre düşen ikinci grup ise Allah'ın kendileri için hazırladığı şeye ma­ruz kalacaklar.

Bu manaya göre sorguya tâbi olacak "sadık kimseler" müminlerdir. "Sıdkıhim" kelimesindeki zamir onlara racidir. Bununla peygamberlere sormak için, yahut onlardan aldığı söze olan vefakârlıkları hakkında sor­mak için, yahut peygamberlere risaleti kavimlererine tebliğ etmelerinden sormak için manasının murad edilmesi de caizdir.[26]

 Buna göre mana şöy­ledir: Biz Allah'ın dinine daveti tebliğ etme hususunda peygamberlere teb­liğ görevini yerine getirip getirmediklerini sormak, ümmetlerinin kendile­rine ne şekilde icabet ettiklerini bilmek, müminlere iman ve samimiyet hu­susunda ecir vermek ve bu peygamberlerin ümmetlerinden kendilerini ya­lanlayan kâfirlere Allah'ın hazırladığı şiddetli, acıklı, elem verici cehen­nem azabıyla kâfirleri cezalandırmak için, peygamberlerden söz aldık.

"O, kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır." ayeti "Peygamberlerden ... söz aldık" ayetine atfedilmiştir. [27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu noktalar anlaşılmaktadır:

1- Hz. Peygamber (s.a.) müminlere kendi öz nefislerinden daha mer-

hametli ve daha şefkatlidir. Zira o, müminleri kurtuluşa davet ederken ne­fisleri onları helake çağırmaktadır.

2- "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." ayetiyle Cenab-ı Hak İslâm'ın ilk devirlerinde bulunan bazı hükümleri orta­dan kaldırdı.

Bu kaldırılan hükümlerden biri şu idi: Peygamberimiz (s.a.) üzerinde borç bulunan ölünün cenaze namazını kıldırmazdı. Allah kendisine fetihler ihsan edince -Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde rivayet edildiği gibi- Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben müminlere kendi öz nefislerinden daha yakınım. Kim üzerinde borç olduğu halde vefat ederse, o borcu öde­mek benim üzerimedir. Kim mal bırakırsa, bu mal mirasçılarına aittir."

"Day'a"' kelimesi "dâ'a" kelimesinin masdandır. Daha sonra zayi olma­ya maruz kalan, kefili olmayan çoluk-çocuk ile idarecisi olmayan mala bu isim verilmiştir. Araziye de "day'a" ismi verilmiştir. Zira arazi zayi olmaya maruzdur. "Day'a" kelimesinin çoğulu "dıya"' şeklindedir.

Bazı âlimler diyor ki: Devlet reisinin Peygamberimiz (s.a.)'e uyarak fa­kirlerin borcunu beytülmalden ödemesi vaciptir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bunun kendi üzerine vacip olduğunu açıkça belirterek şöyle buyurmuştur: "Onu ödemek benim üzerime borçtur."

3- Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları ta'zim, itaat ve hürmet edilmele­ri, erkeklerle evlenmelerinin haram oluşu, erkeklerin kendilerine bakma­larının haram oluşu ve erkeklere karşı tesettüre riayet etmeleri hususunda annelerimizden farklı kılınmıştır. Bu annelik asıl annelik gibi mirası vacip kılmaz. Bu annelerimizin kızlarıyla evlenmek caiz olur. Kızkardeşleri mü­minlerin teyzeleri, kardeşleri müminlerin dayıları olmaz. Zira Zübeyr (r.a.) müminlerin annesi Hz. Aişe'nin kızkardeşi olan Esma bt. Ebîbekir ile ev­lendi. Esma müminlerin teyzesidir, demedi. Muaviye ve benzerlerine de müminlerin dayısı denilmez.

Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları bir görüşe göre hem erkeklerin, hem kadınların anneleri değil, sadece erkeklerin anneleridir. Hz. Âişe'den riva­yet edildiğine göre bir kadın ona, "Ey anneciğim." demişti. Hz. Aişe o kadı­na: "Ben senin annen değilim. Ben sadece erkeklerinizin annesiyim." dedi. İbnü'l-Arabî: "Doğru olan budur." Demektedir.[28]

Kurtubî diyor ki: Ayetteki hasrın mubah kılınma noktasında erkeklere tahsis edilip kadınlara ait olmamasında hiçbir yarar yoktur. Benim kana­atime göre Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları erkekler ve kadınlar üzerin­deki haklarına hürmeten hem erkeklerin, hem de kadınların anneleridir.

Ayetin "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." şek­lindeki ilk cümlesi buna delâlet etmektedir. Bu ifade zarurî olarak hem er­kekleri, hem de kadınları içine almaktadır. Böylece "Onun hanımları mü­minlerin anneleridir." ifadesi hepsine raci olmaktadır.[29]

4- "Allah'ın kitabında akraba olanlar birbirlerine müminlerden ve mu­hacirlerden daha yakındırlar." ayeti hılf (ittifak) yoluyla, din kardeşliği yo­luyla mirasçı olma ile hicret yoluyla mirasçı olmayı sonuçları ile birlikte ortadan kaldırmaktadır.

Zira "ulü'l-erham"dan murad cinsi ne olursa olsun mutlak olarak ak­rabalardır. Müminlerden murad ensar, muhacirlerden murad Kureyş'tir. İmam Şafiî (r.a.) ayeti böyle tefsir etmiştir. Hanelilerden Ebubekir el-Ces-sas da bu konuda ona tâbi olmuştur. Ancak Cessas bu ayetten, bu çeşit mi­rasçılar murad edildiği için değil, ayetin akrabanın başkalarından daha ev­lâ olduğunu beyan etmesi sebebiyle, ayeti zevi'l-erhamın mirasçı olması hususunda Hanefîler lehine bir delil olarak görmektedir.

Bu durum zevi'l-erhamın beytülmalden daha evlâ olduğunu gerekli kılmaktadır. Böylece ayet beytülmali akrabalara tercih edene karşı hüccet olmaktadır.

Ayetin zahiri manası, zevi'l-erhamın köleyi azad etme yoluyla meyda­na gelen "mevlâ"dan daha yakın olduğuna delâlet etmektedir.

Bazı âlimler ise azad etme yoluyla meydana gelen "mevlâ "nın zevi'1-er-hamdan önce geldiği görüşündedir. Bu reddetmekten daha evlâdır. Çünkü bu asabedendir. Asabe ise miras hususunda başkalarından daha evlâdır.

Rivayet edildiğine göre Hz. Hamza'nın kızı bir köleyi azad etmişti. Kö­le vefat edince mirasçı olarak bir kız bırakmıştı. Bu durumda Peygamberi­miz (s.a.) mirasının yarısını kölenin kızına, diğer yansını da onu azad eden Hz. Hamza'nın kızına verdi. Ancak bu hadis-i şerifin tam bir delil olabil­mesi için; raviler bize ölünün zevi'l-erhamı bulunup bulunmadığını bildir­meliydiler, diye tartışılmıştır.

Peygamberimiz (s.a.) Hakim ve Beyhakî'nin İbni Ömer'den rivayet et­tikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Velâ nesebden meydana gelen et gibi bir et parçasıdır."

Bu hadis-i şerifde yine benzetme, mutlak hak kazanma manasını gerektirir. Fakat bunun başkasına takdim edileceğine delâlet etmez.

5- Bir grup âlim ise söyle demişlerdir: "Muhammed sizin adamlarınız­dan birinin babası olmadı." ayeti sebebiyle Peygamberimiz (s.a.)'in "baba" olarak adlandırılması caiz değildir. Ancak müminler için baba gibidir, denilebilir. Nitekim Ebu Davud'un rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben sizin için bir baba makamındayım. Size (İslâm'ı) öğretiyorum."

Kurtubî diyor ki: Doğru olan; o müminler için babadır, denilmesinin caiz oluşudur. Yani nesebde değil, hürmette babadır. Cenab-ı Hakkın: "Muhammed sizin adamlarınızdan birinin babası olmadı." ayeti neseb hususundadır. İbni Abbas bu ayeti "Min enfüsihim ve hüve ebün lehüm ve ezvacühü ümmehâtühüm (Muhammed onların içinden birinin babası ol­madı. O onların hepsinin babasıdır. Hanımları da onların anneleridir.)" şeklinde okudu. Bu kıraat Übeyy'in mushafında vardır.

6- Mirasçılardan başkalarına, hayatta iken ihsanda bulunmaya ve ölüm anında vasiyette bulunmaya bir engel yoktur. Bunun delili: "Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." ayet-i kerimesidir.

Muhammed b. Hanefiyye diyor ki: Bu ayet müslümanın Yahudi ve Hristiyana vasiyette bulunmasının caiz olduğu hususunda nazil olmuştur.[30]

Yani kâfir olsa bile yakın akraba ve velîye vasiyette bulunmak caizdir. Çünkü kâfir, dinde velî (yakın dost) olmasa da nesebde velî (yakın) olabilir. Dolayısıyla ona vasiyette bulunulabilir. Buna göre ayetin manası şöyle ol­maktadır: Müminlerden ve muhacirlerden zevi'l-erham (akraba) olanlar mirasta birbirlerine daha layıktırlar. Ancak sizin bunlardan başka veliler (yakınlarınız) varsa, onlara vasiyette bulunmanız caizdir.

7- Peygamberlerin risaletleri itikad ve ahlak esasları gibi genel esas­larda birdir. Peygamberler kendi aralarında birbirlerinize destek vermekte ve yardımlaşmaktadırlar. Birbirlerinin risaletlerini tamamlamaktadırlar. Bunun delili: "Bir zaman biz peygamberlerden... söz almıştık." ayetidir.

Yani biz kendilerine vahyedilen şeyleri yerine getirme, birbirlerine müjde vermeleri ve birbirlerini doğrulamaları hususunda peygamberlerden ahid aldık. Bu, Allah'ın olacak şeyleri yazdığı zaman, Allah Tealâ peygam­berlerden misak aldığı zaman satırlara geçirilmiş ezelî bir hükümdür. Bu onların risaleti tebliğ etme ve birbirlerini tasdik etmelerine dair verdikleri sözü yerine getirme hususunda büyük ve sağlam bir ahiddir.

Cenab-ı Hak üstünlüklerine binaen beş peygamberi (Hz. Muhammed, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa aleyhimüsselâmı) özellikle zikretti. Zira bu peygamberler ulü'1-azm peygamberler ve ümmetlerin önderleri, şeriat ve ilâhî kitap sahipleridir. Burada Hz. Muhammed (s.a.) ilk olarak zikredildi.

Bunun sebebi İbni Ebî Hatim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadiste bildirilmiştir: Rasulullah (s.a.)'e "Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan... söz almıştık" ayeti sorulunca şöyle buyurdu: "Ben bu peygamber­lerden önce yaratıldım. Onlardan en son diriltilecek olanım. Bundan dolayı onlardan önce beni zikretti.[31]

8- Cenab-ı Hakk'ın "Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı" ayetinde dört görüş vardır.[32]

Birincisi: Allah, peygamberlere risaleti kavimlerine tebliğ etmelerin­den soracaktır. Burada bir uyarı yapılmaktadır: Yani peygamberler sor­guya tâbi olurlarsa, onların dışındakilerin durumu nasıl olur?

İkincisi: Allah, peygamberlere kavimlerinin kendilerini nasıl icabet et­tiklerini soracaktır.

Üçüncüsü: Allah peygamberlere kendilerinden aldığı sözü yerine getirip-getirmediklerinden soracaktır.

Dördüncüsü: Allah doğru sözlü olanlara samimi kalplerden soracaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz ken­dilerine peygamber gönderilenleri mutlaka sorguya tâbi tutacağız. Peygam­berleri de sorguya tâbi tutacağız." (A'raf, 7/6).

Peygamberlere soru sorulmasının faydası kâfirlerin azarlanmasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak Hz. İsa'ya şöyle hitap etti: "İnsanlara sen mi şöyle söyledin?" (Maide, 5/116). [33]

 

Ahzab -Veya Hendek- Gazvesi, Kureyzaoğulları Gazvesi:

 

9- Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldır­mıştı da biz onların üzerine bir rüz­gâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.

10- O vakit onlar size yukarı ve  aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O 2aman gözier kavmı  yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hakkında  türlü zanlarda bulunuyordunuz.

11- İşte orada müminler, imtihan  edümişler ve şiddetli bir sarsıntı ile  sarsılmışlardı.

12- O vakit münafıklar ve kalplerin- de hastalık bulunanlar: "Allah ve  peygamberi bize ancak aldatıcı bir  vaadde bulundu" diyorlardı.

13- Hani o zaman münafıklardan bir  topluluk: "Ey Medineliler! Burası  sizin için durulacak bir yer değildir.

 Hemen Seri dönün." demişti.  Münafıklardan başka bir topluluk da  Peygamber'den izin isteyerek: "Ev- lerimiz (düşman tehlikesine) açıktır."  demi§lerdi- Halbuki evleri (düşman  tehlikesine) açık değildi. Sadece  savastan kaçmak istiyorlardı. 

14-Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve o münafıklardan fitne çıkarmaları is-tenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi.

15- Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap so­rulacaktır.

16- De ki: "Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaç­mak size hiçbir fayda sağlamaya­caktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman yaşatılırsınız."

17- De ki: "Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet (iyilik) dilerse, O'nun rah­metine   (iyiliğine)   kim   engel olabilecektir?" Onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirler.

18- Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve kardeş­lerine: "Bize gelin." diyenleri çok iyi bilir. Zaten onlar savaşa çok az gelirler.

19- Yardımlarını sizden esirgerler. Kalplerine düşman korkusu düş­tüğü zaman, üzerine ölüm baygın­lığı çökmüş bir insan gibi gözleri­ni döndürerek sana baktıklarını görürsün. Korku gittiğinde ise, mala düşkün olarak iğneli dilleriy­le sizi tenkit ederler. İşte bunlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır.

20- Münafıklar düşman orduları­nın çekilmediklerini sanıyorlardı. Eğer düşman orduları tekrar saldı­rıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup haber­lerinizi oradan sormak isterlerdi. Şayet aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı.

21- Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır.

22- Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve Rasu-lü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler.Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.

23- Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. On­lardan kimi bu uğurda canlarını feda etmiş, kimi de beklemektedir-

dakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise dilerse azap ver­mesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu.) Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edici ve çok merha­metlidir.

25- Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde ede­mediler. Savaşta müminlere Allah yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir.

26- Allah, Kitap Ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları) kale­lerinden indirmiş ve kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir kıs­mını öldürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz.

27- Allah onların yerlerini, yurtları­nı, mallarını ve henüz ayak basma­dığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah herşeye kadirdir.

 

Belagat:

 

"Sizin üzerinizde" ve "sizin altınızda" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi gözlerini döndürerek baktıklarını görürsün." temsilî teşbihtir. Çünkü benzetme yönü belli somut bir unsur değildir.

"Yürekler" korkudan "ağızlara gelmişti." ifadesindeki temsilde mübalâğa vardır. Kalplerin hafakanı ve titremesi sebebiyle sanki kalpler ağızlara ulaşmış gibidir.

"Arkalarına dönmeyecekler..." ayeti savaştan kaçmaktan kinayedir.

"İğneli dilleriyle sizi tenkit ederler." ifadesi kapalı istiaredir. Dil çekil­miş kılıca benzetilmiş, kendisine benzetilen hazfedilmiştir. Buna levazımından olan bir şey -yani dövme- ile istiare yoluyla işaret edildi. "Hıdad: iğneli" ifadesi "terşih"tir.

"Mesturan, basîran, gurûran, firâran, yesîran, kesîran" kelimelerinin son harflerinde telaffuz bakımından uygunluk (seci) vardır.

"İşte Allah'ın ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." ifadesinde ta'zim ve şeref beyanı için Allah'ın ve Rasulul-lah (s.a.)'in isminin tekrar edilmesi suretiyle itnab yapılmıştır.

"Münafıklara ise dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi" ayetindeki "dilerse" ifadesi azab ve rahmetin Allah Tealâ'nm dilemesiyle olduğuna delâlet eden bir ara cümledir. [34]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani bir zaman size düşman ordular saldırmıştı." Kureyş, Gatafan, Esedoğulları, Amirogulları, Beni Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri size karşı birleşmişlerdi. Bu grupların toplam sayısı onbine ulaşmıştı, yahut oniki bin civarında idi. "Biz onların üzerine bir rüzgâr" Saba rüzgârı "ve sizin görmediğiniz ordular" melekler "göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." "Ya'lemûn" şeklindeki kırâete göre Allah müşriklerin grup­lara ayrılmasını ve onlarla savaşılmasını gayet iyi görür, gayet iyi bilir; tamamen muttalidir.

"O vakit onlar size yukarı" vadinin üst tarafından, doğu cihetinden "ve aşağı tarafınızdan", vadinin alt tarafından, batı cihetinden "gelmişti. O zaman gözler kaymışt" bakış seviyesinden meyletmişti. Sadece düşman­larına gayret ve dehşetle bakmıştı. "Yürekler ağızlara gelmişti." Bundan murad yürekler şiddetle korkmuşlardır. Bunun tasviri şudur: Akciğer şid­detli korku sebebiyle şişer ve boğazın başına doğru yükselir.

"Sizler Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz." Yani zafer ve şiddet gibi çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İhlaslı müminler durumları hakkında endişeye düşüyorlardı. Münafıklar ve kalpleri hasta olanlar Al­lah'ın vaadini yalanlıyorlar, bu konuda şüpheye düşüyor ve bunun asılsız olduğunu ilan ediyorlardı. "İşte orada müminler imtihan edilmişlerdi." Denenmişler ve tecrübe edilmişler, böylece ihlash olan, münafıktan; sebatkâr olan, sarsıntıya uğ­rayandan ayrılmıştı. Müminler "Şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı." Şiddetli korku ve düşman çokluğundan dolayı çok tedirgin olmuşlardı.

"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık" inanç zayıflığı "olanlar" yani İslâm'a yeni girmeleri sebebiyle münafıkların kandırma yoluyla ve kalplerinde şüphe tohumları ekme suretiyle kendi taraflarına çekmek is­tedikleri kimseler: "Allah ve Peygamberi bize" yardım, zafer ve dinin yücel­mesi şeklinde "aldatıcı vaadle", yani hakikati olmayan batıl ya da kandır­maca vaadde "bulundu, diyorlardı."

"Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir." Sizin için burada ikamet imkânı yok­tur. "Hemen geri dönün", kaçarak Medine'deki evlerinize dönün, demişler­di. Bu sözü Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte Medine dışında savaş yapılan dağ olan "Sel"' dağı tarafına çıktıktan sonra söylemişlerdir. "Münafıklar­dan (başka) bir topluluk da Peygamber'den" dönüş hususunda "izin is­teyerek: Evlerimiz açıktır." Uzak ve korumasızdır, düşman tarafından işgal edilmesinden korkulur. "Halbuki evleri açık" korumasız "değildi. Onlar sadece savaştan" müminlerle beraber çarpışmaktan "kaçmak istiyorlardı."

"Eğer ordular onların üzerine" Medine'nin "çeşitli taraflarından içeri girseydi ve kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi," içeri giren bu düş­manlar bu münafıklardan şirk koşmalarını, dinden dönmelerini ve müs-lümanlarla savaşmalarını isteselerdi "hemen ona girişirlerdi." Bu fitneyi işlerlerdi. Ayet bir kıraette "Le-etevhâ" şeklinde okunmuştur. Buna göre manası, "Ona gelirlerdi." demektir. "Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi." Bunu ertelemezlerdi, pek az bir zaman sonra fitne çıkarırlardı.

"Halbuki onlar daha önce geri dönmeyeceklerine" savaştan kaç­mayacaklarına "dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden" yerine getirilip getirilmediği şeklinde "mutlaka hesap sorulacaktır." Karşılığı da verilecektir. Bu söz verenler, Hariseoğulları olup Uhud günü dağıldıkların­da söz vermişler, sonra da bir daha böyle bir şeyi yapmayacaklarına dair pişmanlık arzetmişlerdi.

"Kaçsanız bile, ancak az bir zaman yaşatılırsınız." Kaçmanızdan sonra dünyada fazla hayat süremezsiniz. "Az bir zaman" ifadesi bu hayat sürme; az bir zaman, ya da az istifade etme şeklinde olacaktır, manasındadır.

"De ki: Allah size bir kötülük" helak etme ve mağlubiyet "yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir?" Kim engelleyebilecek ve kim size yardımcı olabilecektir, "veya size bir rahmet" hayır "dilerse, O'nun rah­metine kim engel olabilecektir? Onlar kendilerine Allah'tan başka" O'nun

dışında kendilerine faydalı olabilecek "ne bir dost, ne de" kendilerinden sıkıntıyı kaldırabilecek bir "yardımcı bulabilirler."

"Allah içinizden müminleri savaştan alıkoyanları" Rasulullah (s.a.)'den geri bıraktıran münafıkları "ve kardeşlerine" Medine'de oturan­lara: "Bize gelin" bize yönelin ve kendinizi bize yaklaştırın "diyenleri çok iyi bilir." Zaten "Onlar savaşa çok az gelirler." Onlar savaş ve çarpışmaya gös­teriş ve şöhret için, pek az bir zaman katılırlar.

"Size yardımlarını esirgerler." Size fayda temin edecek şeylerde yardım etme ve Allah yolunda harcama hususunda size karşı cimridirler. "Eşıh-hatün" kelimesi "şahıyh" kelimesinin çoğuludur. Onlar hayırda cimridirler, ganimet malına karşı hırslı ve açgözlüdürler. "Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi" korku sebebiyle ölüm sarhoşluğundan bayılan kimsenin bakışı veya gözlerinin dönmesi gibi "gözleri dönerek", gözlerinin yuvalarını döndürerek "sana bak­tıklarını görürsün. Korku gittiğinde" korku hali ortadan kalkınca ve ganimetlere erişilince de "mala düşkün olarak iğneli dilleriyle" ganimet is­teyerek, demir gibi kesici, iğneliyici ve tenkitçi dillerle "sizi tenkit ederler."

"İşte bunlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da amellerini boşa çıkarmıştır." Amellerinin meyvesini iptal etmiştir. "Bu, Allah'a çok kolay­dır. " Bu iptal etme, Allah'ın iradesi açısından gayet basit ve kolaydır. O bir şey dilediği zaman olur. Hiçbir kimse O'na engel olamaz.

"Münafıklar", düşmanlardan korktukları için kâfir "düşman ordularının" Mekke'ye gitmediklerini "çekilmediklerini sanıyorlardı." Münafıklar, müşrikler yenilgiye uğradıkları halde, yenilgiye uğramadık­larını zannediyorlardı. Bu sebeple Medine'nin içine doğru kaçmışlardı. "Eğer düşman orduları" ikinci defa "tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup" bedevilerle birlikte olmayı, kâfirlerle birlikte geçen haberlerinizi ve sizin başınızdan geçenlerle ilgili "haber­lerinizi oradan sormak isterlerdi." bunu temenni ederlerdi. "Şayet" bu defa "aranızda olsalardı," ve Medine'ye dönmeselerdi, "ancak pek az savaşırlar­dı." Yani onların çarpışmaları gösteriş yaparak ve ayıplanmaktan kor­karak, pek az, göstermelik bir şekilde çarpışırlardı.

"Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü ar­zulayanlar" Allah'ın sevabını ya da Allah'a kavuşmayı ahiret nimetini ar­zulayanlar "ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune" savaşta sebat etmek ve sıkıntılara katlanmak gibi takip edilecek eşsiz bir örnek "vardır." Cenab-ı Hak Allah'ı ve ahiret gününü arzulama ile taate devam etmeye sebep olan Allah'ı çok zikretmeyi birlikte zikretti. Zira Rasulullah (s.a.)'i örnek alan kimse, başkasından farklı olarak durumu bu şekilde olan kimsedir.

"Müminler" Hz. Peygamber (s.a.)'le savaşmak ve O'nu yoketmek için toplanan kâfir "düşman ordularını görünce: İşte Allah'ın" : "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannet­tiniz? Onlar zorluk ve darlığa uğramışlar ve sarsılmışlardı..." (Bakara, 2/214) ayetiyle "ve Rasulü'nün": "Onlar dokuz veya on yıl sonra sizin üzerinize yürüyecekler. Düşman gruplarının sizin aleyhinize toplanmaları sebebiyle durum şiddetlenecek ve hayırlı netice sizin olacaktır." hadis-i şerifiyle "vaadettiği budur. Allah ve Rasulü" vaad ve imtihan hususunda "doğru söylemiş, dediler." Müminlerin gördükleri "bu" mesele ya da bu belâ "ancak onların imanını" Allah'ın vaadini tasdik etmelerini "ve teslimiyet­lerini" Allah'ın emrine ve O'nun takdirine teslim oluşlarını "artırdı."

"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları" Rasulullah (s.a.) ile birlikte sebat etmek ve dini yüceltmek için çarpış­makta "ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etmiş" veya Hamza, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Nadr gibi Allah yolunda öldürülmüş ve adağında vefakârlık göstermiştir. Ayette geçen "nahb", ahit manasında olup ölümden kinaye olarak kullanılmıştır.

"Kimi de" Hz. Osman ve Hz. Talha gibi şehid olmayı "beklemektedirler. Onlar" Allah'a "verdikleri sözü asla" münafıklar gibi "değiştirmediler." ve bozmadılar.

"Allah'ın sözünde duranları sadakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için..." ifadesi ihlaslı müminler şeklinde ifade edilen mantûk (açıkça zikredilen kimseler) için ve ta'riz yoluyla belirtilen münafıklar için sebep beyanıdır. Sanki münafıklar verdikleri sözü değiştirmek suretiyle kötü sonuca ulaş­mayı arzu etmişler, ihlaslı müminler sebatkârlık ve vefakârlık ile güzel sonucu arzuladıkları gibi, sanki münafıklar da verdikleri sözü değiştirmek suretiyle kötü sonuca ulaşma amacını gütmüşlerdir. Ancak münafıkların tevbelerinin kabulü, tevbe etmeleri şartına bağlıdır. Bundan murad tev-beye muvaffak kılınmalarıdır. "Şüphesiz ki Allah" tevbe eden kimse için "çok mağfiret edici ve çok merhametlidir."

"Allah kâfirleri", düşman ordularını "öfkeleriyle" yani öfkeli oldukları halde "geri çevirdi. Onlar" zafere eremedikleri gibi "hiçbir şey elde edemediler." Rüzgâr ve melekler göndermek suretiyle "Savaşta müminlere Allah yardım etti. Allah" dilediği şeyi varetme hususunda "çok güçlüdür, herşeye galiptir."

"Allah Kitap Ehlinden" Kureyzaoğulları'ndan "kâfirlere" düşman or­dularına "yardım edenleri" sığındıkları "kalelerinden indirmiş". "Sayâsî" kelimesi "sıysa" kelimesinin çoğuludur. "Sıysa", kale olarak kullanılan herşeydir.

Allah onların "ve kalplerine" şiddetli "korku salmıştı. Siz onların bir kısmını" yani Kureyzaoğulları'ndan savaşanları "öldürüyor, bir kısmını" yani kadınlarını ve çocuklarını "ise esir alıyordunuz."

Henüz "ayak basmadığınız bir toprağı" Kureyza'dan sonra alınan Hayber'i, Allah "size miras olarak verdi." [35]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın..." ayetinin (9. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Beyhakî Delâil'de Huzeyfe'den rivayet ediyor: Ahzab gecesi kendimizi görüyorum. Biz oturduğumuz halde saf tut­muştuk. Ebu Süfyan ve onunla beraber bulunan hizipler bizim yukarımızda, Kureyza kabilesi ise alt tarafımızda idi. Çoluk-çocuğumuz için korkuyorduk. Bize bu geceden daha karanlık, bu geceden daha fırtınalı bir gece gelmedi. Münafıklar, evleri açık ve kimsesiz olmadığı halde, ev­lerimiz açık, diyerek Hz. Peygamber (s.a.)'den izin istemeye başladılar. On­lardan kim izin istemiş ise kendisine izin verilmişti. Bunun üzerine onlar da sıyrılıp gidiyorlardı. Derken Peygamberimiz (s.a.) herkesle birer birer görüşmüş, nihayet sıra bana gelmişti. Peygamberimiz (s.a.) bana:

- Düşmanın haberini getir, dedi. Ben de gittim. Bir de ne göreyim. Rüzgâr onların askerini kuşatmış, askerleri bir karış bile ilerleyememişti. Allah'a yemin olsun ki, ben onların bineklerinde ve yataklarında savrulan taşların sesini işitiyordum. Rüzgâr onları dövüyordu. Onlar:

- Yolculuk! Yolculuk! diyorlardı. Bunun üzerine gelip Peygamberimiz (s.a.)'e düşman odularının haberini verdim. Cenab-ı Hak: "Ey iman eden­ler! Allah'ın üzerinizdeki (sayısız) nimetini hatırlayın. Hani size düşman orduları saldırmıştı da biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz or­dular göndermiştik." (Ahzab, 33/9) ayetini indirmişti.

"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar..." ayetinin (12. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim ve Beyhakî Delâil'de Amr el-Müzenî'den naklediyor: Rasulullah (s.a.) Ahzab yılında hendek kaz-dırmıştı. Allah bu hendeğin içinden yuvarlak beyaz bir kaya çıkarmıştı. Rasulullah (s.a.) kazmayı eline alıp bu kayaya bir defa vurup kayayı sarstı. Kayadan Medine'nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getir­diler. Sonra ikinci bir defa vurdu. Yine kayayı sarstı. Kayadan yine Medine'nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Pey­gamberimiz (s.a.) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Daha sonra üçünoü defa vurdu. Kayayı parçaladı. Yine kayadan Medine'nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Efindimiz (s.a.) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Peygamberimiz (s.a.)'e bu  durum sorulunca şöyle buyurdu:

- Birinci darbeyi vurdum, bana Kisra'nm Medain sarayı ile Hîre sarayı gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oralara hakim olacağını bildirdi. Son­ra ikinci defa vurdum. Bunun üzerine Rum diyarının kırmızı sarayları bana gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oralara da hakim olacağın bil­dirdi. Sonra üçüncü vuruşumda bana San'a sarayları gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oraya da hakim olacağını bildirdi.

Bunu duyan münafıklar:

- Hayret etmiyor musunuz? Size neler anlatıyor, size kuruntular veri­yor? Boş vaadlerde bulunuyor. Size Yesrib'den Kisra'nın Medain sarayla-nyla Hîre saraylarını gördüğünü, oraların sizin tarafınızdan fethedileceği­ni söylüyor. Halbuki siz korkudan hendek kazıyorsunuz. Ortaya çıkamıyor-sunuz, dediler.

Bunun üzerine ayet indi: "O zaman, münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar Allah ve Rasulü bize bir aldatıştan başka bir şey vaad etmemiş, diyorlardı." (Ahzab, 33/12).

"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki..." ayetinin (23. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Müslim, Tirmizî ve başkaları Enes'den rivayet ediyorlar: Amcam Enes b. Nadr Bedir'de bulunamadı. Bu durum ona ağır geldi. Bunun üzerine amcam şöyle dedi:

-  Rasulullah (s.a.)'in katıldığı ilk gazve olan Bedir'de bulunamadım. Allah bana Rasulullah (s.a.) ile beraber katılacağım bir gazveyi gösterirse, Allah ne yapacağımı görecektir.

Amcam Uhud savaşında bulundu. Şehid oluncaya kadar çarpıştı. Onun cesedinde kılıç, mızrak ve ok darbesi olarak seksen küsur darbe bulundu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu: "Müminler içinde Allah'a ver­dikleri sözde sadakat gösteren nice erler var..." (Ahzab, 33/23). [36]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ takvayı emredip müminin gönlünde hiçbir kimseden kor­ku kalmaması gerektiğini emrettikten sonra Ahzab olayından gerçek bir örnek verdi. Kureyşli müşriklerle, onlara yardım eden Yahudi ve Habeş-liler on bin kişi olup Hz. Peygamber (s.a.) ve onun ashabını yoketmek mak­sadıyla Medine etrafında toplanmışlardı. Bunun üzerine Allah, düşmanları çarpışma olmaksızın müminlerden uzaklaştırdı ve onları korkudan emin kıldı. Bu, kulun Rabbinden başka hiç kimseden korkmaması gerektiğine delâlet etmektedir. Zira O, mümkün olan herşeye kadirdir, O'nun emri herşeye yeterlidir. [37]

 

Siyerden Ahzab (Hendek) Gazvesine Dair Notlar:

 

Hicretin beşinci yılı Şevval ayında Medine etrafında Hz. Peygamber (s.a.)'i yoketmek için putperest kâfirler ve Ehl-i Kitap'tan on bin, yahut on iki bin, veyahut on beş bin kişi toplandı.

Kureyşli ve Habeşistanlı müşrikler Ebu Süfyan'ın komutasında dört bin kişiydiler. Esedoğulları Tuleyha'nın komutasında, altı bin kişilik Gatafan da Uyeyne b. Hısn liderliğinde idi. Âmiroğulları'na Âmir b. Tufeyl komuta ediyordu. Süleymanoğulları'na ise Ebu'l-A'ved komuta ediyordu. Benî Nadir Yahudileri Huyeyy b. Ahtab ile Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunun başkanlığında idiler. Benî Kureyza Yahudilerinin reisi Ka'b b. Esed olup onunla Rasulullah (s.a.) arasında ahid vardı. Huyey b. Ahtab'ın gayretiyle Ka'b bu ahdi bozdu.

Bu savaşın sebebi Yahudiler idi. Nadir ve Kureyzaoğulları'ndan bir grub yola çıkıp Mekke'de Kureyşlilere gelmişler, onları Rasulullah (s.a.) ile savaşa davet etmişler ve Kureyşlilere:

-  Sizin dininiz onun dininden daha üstündür, demişlerdi. Sonra da Gatafan, Kay, Aylan, Mürre ve Eşca'oğullan'na gidip onları da Medine'de savaşa davet etmişlerdi. Bunun üzerine biri putperest, diğeri kitabî olan her iki grup Ebu Süfyan komutasında birleşmiş bir ordu meydana getir­mekte anlaşmışlar ve Medine önlerinde karargâh kurmuşlardı.

Rasulullah (s.a.) ve müminler üç bin kişi halinde savaşa çıkmışlar ve Sel' sırtlarında karargâh kurmuşlardı.

Rasulullah (s.a.) Ahzab gruplarının hareketini duyunca Selman-ı Farisî'nin görüşüne uyarak Medine etrafında hendek kazılmasını emretti. Medine'nin kuzey batısında düşen meydandaki hendeğin kazılmasında biz­zat Peygamberimiz (s.a.) müminlerle beraber çalıştılar. Bu taraf düşmanın girmesinden korkulduğu önü açık taraf idi. Diğer taraflar ise dağlarla korunmuştu. Hendeğin uzunluğu yaklaşık olarak beş bin zira' (3000 m.), derinliği 7-10 zira' (4-6 m.), genişliği 9 zira' (5,5 m.)'den fazla idi.

Müşrikler ve beraberindeki gruplar hendeği görünce:

- Allah'a yemin olsun ki, bu Arapların daha önce bilmediği bir tuzak­tır, dediler.

Karşılıklı çarpışmalar oldu. Bazı müşrikler hendeği geçmeye çalıştılar. Bunlara taş atıldı. Bazıları da atlarıyla hendeği geçip ya helak oldular, ya da öldürüldüler. Bunlardan biri de meşhur süvari Amr b. Vüdd el-Âmiri idi. Amr, Hz. Ali ile mübareze etti. Hz. Ali onu öldürdü. Amr'ın iki arkadaşı İkrime b. Ebî Cehil ile Dırar b. Hattab kaçtı. Yine onların süvarilerinden Nevfel b. Mugîre de hendeği geçenlerden biriydi. Sa'd b. Muaz (r.a.) Benî

Kureyza Gazvesinde şehid oldu.

Daha sonra düşman grupları arasında sağlam bir komplo hazırlandı. Rasulullah (s.a.) ve ashabı şiddetli bir korku içindeyken Nuaym b. Mes'ud el-Gatafanî Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek:

-  Ya Rasulullah! Ben müslüman oldum. Kavmim benim müslüman olduğumu bilmiyorlar. Bana dilediğin şeyi emret, dedi. Rasulullah (s.a.):

-  Sen içimizde sadece bir kişisin. Gücün yeterse, bizim adımıza bir plan kur. Zira harp hiledir, buyurdu.

Nuaym, Benî Kureyza'ya gelerek onlara:

- Kureyş ve Gatafan'ın eşrafından bazılarını rehin olarak almadan ve sizinle birlikte Muhammed'le savaşmaları için bu rehin kimseleri elinizde tutmadan Kureyş ve Gatafan'la beraber savaşmayın. Çünkü onlar Muham­med'le savaşmaktan usandılar, geri dönecekler. Siz ise yalnız başınıza on­lara karşı muktedir olamazsınız, dedi. Bunun üzerine Kureyzaoğulları:

- Sen iyi bir görüşe işaret ettin, dediler.

Nuaym daha sonra Kureyş ve Gatafanlılara gelip onlara:

- Yahudiler Muhammed'e verip, boyunlarını vurması için sizden rehin almak istiyorlar. Sizinle savaşmak üzere onunla birleşiyorlar. Zira Yahudil­er onunla yaptıkları ahdi bozduklarına pişman oldular, dedi.

Ebu Süfyan ile Gatafan liderleri müslümanlarla kesin bir çarpışmaya girmek istediklerinde Yahudiler ağır davrandılar ve onların adamlarından rehin istediler. Kureyş ve Gatafanlılar bunu kabul etmediler ve Nuaym b. Mesud'un sözünü doğruladılar. Yahudiler de Nuaym'ın sözünün doğ­ruluğundan emin oldular. Böylece Yahudilerle müşrikler birbirine düştüler ve birlik dağıldı.

Düşman grupları içinde zafiyet başgösterdi. Cenab-ı Hakk'ın onların üzerine bir kış gecesi çok soğuk bir rüzgâr göndermek suretiyle endişe ve korkularını artırdı. Rüzgâr onların kazanlarını dökmüş ve kaplarını sağa-sola dağıtmıştı.

Ebu Süfyan Kureyş'le birlikte beldelerine döndü. Bunu Gatafan izledi. Rasulullah (s.a.) haberlerini getirmek üzere Huzeyfe b. Yeman'ı gönderdi. Peygamberimiz (s.a.) namaza durarak bekledi. Huzeyfe dönünceye kadar Allah'a dua edip yakardı. Ellerini kaldırarak şöyle dua etmişti: "Ey sıkın­tıya düşenlerin imdadına koşan, ey zorluk içinde olanlara icabet eden (Al-lahım)! Endişemi, üzüntümü ve sıkıntımı kaldır. Sen benim durumumu ve ashabımın durumunu görüyorsun."

Cebrail indi ve şöyle dedi: "Allah, duanı işitti. Düşman korkusuna karşı, O sana kâfidir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) dizleri üzerine çöktü, el­lerini açtı, gözlerini indirdi. Şöyle diyordu: "Şükürler olsun. Şükürler olsun. Bana da rahmetle muamele ettin. Ashabıma da rahmetle muamele ettin."

Cenab-ı Hak şu ayetiyle ne doğru söylemiştir: "Ey iman edenler! Al­lah 'm size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." (Ahzab, 33/9); "Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemediler. Savaşta Allah müminlere yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir." (Ahzab, 33/25).

Böylece müslümanlarla müşrikler arasındaki savaş sona erdi. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kureyş bu yıldan sonra size savaş aça­maz. Fakat siz onlara savaş açarsınız."

Hendek günü müslümanlardan yedi kişi şehid oldu. Müşriklerden ise dört kişi öldürüldü. [38]

 

Açıklaması:

 

Bu ayetler Allah'ın müslümanları Hendek Gazvesinde muzaffer kıl­mak suretiyle Allah'ın nimetini ve mümin kullarına ihsanını hatırlatma hususunda beş konuyu ihtiva etmektedir:

- Gazvenin özelliklerinin bildirilmesi (9-11- ayet),

- Münafıkların ve Yahudilerin müslümanlara karşı tutumları (12-21-ayet)

- Müminlerin kendilerini feda etmeleri (22-24. ayet),

- Müminlerin zaferi ve kâfirlerin yenilgiye uğramaları (25. ayet),

- Benî Kureyza Yahudilerinin cezalandırılmaları (26-27. ayet). [39]

 

1- Gazvenin Özelliklerinin Bildirilmesi:

 

"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür."

Ey Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler! Sizi yoketmek ve gücünüzü kökünden söküp atmak ve varlığınızı sona erdirmek için sizin üzerinize gelen Kureyş, Gatafan ve Yahudilerden meydana gelen büyük orduların ve muazzam kalabalıkların kuşatması altında kaldığınızda Allah'ın size ihsan ettiği nimetleri hamd ve şükürle hatırlayın. Biz onların üzerine bir kış gecesi soğuk bir rüzgâr, düşmanları sarsan, kalplerine korku veren, kazan-

larını döken, çadırlarını ve eşyalarını ters yüz eden hatta her kabile reisinin kabilesine:

- Ey falanoğulları! Kendinizi kurtarın. Kendinizi kurtarın, diye duyu­ruda bulunmasına sebep olan sizin görmediğiniz melek orduları gönderdik.

Tuleyha b. Huveylid el-Esedî:

- Muhammed size yeni bir sihirbazlık yapmaya başladı. Kendinizi kur­tarın, kendinizi kurtarın, diyordu.

Ebu Süfyan ise:

- Ey Kureyş topluluğu! Allah'a yemin olsun ki siz artık kalınamayacak bir yerdesiniz. Atlar, develer helak oldu. Benî Kureyza bize verdiği sözden caydı. Onlardan hoşumuza gitmeyecek haberler bize ulaştı. Bu rüzgârdan da, gördüğünüz manzara ile karşılaştık. Vallahi ne kazanımız yerinde durabiliyor, ne ateşimiz yanıyor, ne de çadırlarımız ayakta kalabiliyor. Haydi buradan ayrılalım. Ben buradan ayrılıyorum, dedi. Sonra devesine doğru yürüdü. Devesi bağlı idi. Devesinin üzerine oturdu. Sonra deveye vurdu. Deve ile üç defa sıçradı. Devenin bağlarım ayakta iken çözdü.

Allah hendeğin kazılması, zorluklarla karşılaşılması, savaşa hazırlık ve düşmandan sakınma gibi sizin bütün amellerinize muttali olup gayet iyi bilir. O buna karşılık size mükâfat verecek ve bu mükâfattan hiçbir şeyi eksiltmeyecektir.

Cenab-ı Hak daha sonra düşman gruplarının kuşatmalarının sağlam­lığını belirterek şöyle buyurdu:

"O vakit onlar size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi." Yani düş­man grupları size vadinin üst tarafından doğu cihetinden ve vadinin alt tarafından batı cihetinden saldırdıkları vakti hatırlayın. Huzeyfe'nin zikrettiğine göre ilk grup Kureyş, Habeşliler, Kinaneoğulları ve Tihame halkı idi. Diğerleri ise Benî Kureyza idi. Bir başka görüşe göre ilk zik­redilenler: Necid halkı ile Esedoğulları ve Nasroğullan idiler. Diğerleri Kureyşliler idi. Benî Kureyza Yahudileri ise hendek tarafında idi.

"O zaman gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hak­kında türlü zanlarda bulunuyordunuz." Yani o zaman gözler yerinden fır­lamıştı, düşmanın çokluğu sebebiyle düşmana yönelmiyordu. -Korku ve en­dişeden kinaye olarak- yürekler ağızlara gelmişti. Sizler Allah hakkında çeşitli zanlar ileri sürüyordunuz. İçinizden kimileri Allah'ın yardımına ve vaadine güvenen, tavrında asla sarsılmayan, imanı sabit müminler idi. Kimi de Muhammed ve ashabının tamamen yokolacağını, müşriklerin zafere ulaşacaklarını ve Medine'ye hakim olacaklarını zanneden inancı zayıf münafık kimseler idi.

Hasan-ı Basrî diyor ki: Münafıklar müslümanlann tamamen helak olacaklarım zannediyorlar, müminler ise zafere eriştirileceklerini bekliyor­lardı.

"İşte orada müminler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sar­sılmışlardı. " O zaman Allah müminleri tecrübe etti. İhlash olan, münafık­tan ayrıldı. Korkudan ve düşmanın tehdidinden dolayı müminler şiddetli bir şekilde sarsıldılar. İçlerinden sebatkâr olanlar gerçek mümindirler. Kendilerinde köklü endişe bulunanlar da münafıktırlar.

Allah tarafından yapılan imtihan durumun kendisi açısından ortaya çıkması için değil, bilakis bir başka hikmete binâen idi. Bu da şudur: Allah onların içinde bulunduğu durumu gayet iyi bilmektedir. Fakat O, bu duru­mu diğer peygamberlere ve meleklere göstermeyi murad etmektedir. [40]

 

2- Yahudilerin ve Münafıkların Müslümanlara Karşı Tutumları:

 

Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların ve onları destekleyenlerin durumunu ilan ederek şöyle buyurdu:

"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve pey­gamberi bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu, diyorlardı." Yani dış görünüşleriyle İslâm'ı kabul eden, ama kalpleri iman etmemiş olan münafıklar ile İslâm'ı henüz yeni kabul etmeleri sebebiyle inançları zayıf olanlar: Allah ve Rasulü'nün düşmana karşı muzaffer olma şeklinde bize vaad ettiği şey, hiçbir varlığı ve hakikati olmayan boş bir vaattir, dedikleri zamanı hatırla.

Bunu diyenler: Yahudilerden ve münafıklardan Muattib b. Kuşeyr ve Tu'me b. Ubeyrık gibi 70 kişi idiler. Muattib ittifak gruplarını görünce:

- Muhammed bize İran'ın ve Rum diyarının fethedileceği vaadinde bulunuyor. Halbuki bizden biri korkudan abdest bozmaya gidemiyor. Bu sadece bir aldatıcı gruptan ibarettir.[41]

İnancı hasta olanlara gelince, onların hastalığı olan iman zayıflığı, içinde bulunduğu şiddetli darlık sebebiyle gönlünün yaptığı vesveseden dolayı meydana gelir.

"Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir. Hemen geri dönün, demişti."

Yine şunu hatırlayın: Hani münafıklardan Evs b. Kayzî ile onun görüşünü destekleyen bir grup ya da Abdullah b. Übeyy ile arkadaşları şöyle demişlerdi: Ey Medine halkı! Sizin Muhammed ve askerleriyle birlik­te ikamet etmenizin hiçbir sebebi yoktur. Bu zillet ve horlanma durumunu  normal gösterecek hiçbir neden yoktur. Burada sizin için hiçbir istikrar im­kânı ya da ikamet edeceğiniz hiçbir mekân yoktur. Öldürülmekten ve helak olmaktan kurtulmak için hemen evinize ve yurtlarınıza dönün. Yes-rib, belde ismi olup Medine, Taybe ya da Tabe şeklinde adlandırılmıştır. Taife, bir veya daha fazla kişi için kullanılır.

"Münafıklardan başka bir topluluk da Peygamber'den izin isteyerek: Evlerimiz (düşman tehlikesine) açıktır, demişlerdi. Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi. Sadece savaştan kaçmak istiyorladı." Yani fitne çıkarma ve zaafiyet ruhunu yayma sebebiyle Harise b. Haris oğullarından olan münafıklar grubu dönmeye teşebbüs ettiler ve Peygamberimiz (s.a.)'den evlerine dönme ve savaşı terketme hususunda izin isteyerek şöy­le dediler: Bizim evlerimiz terkedilmiş, zayi edilmiş durumda olup koruma altında değildir. Yani evlerimizde açıklık bulunup buradan eşya almak ve kadınlarla çocukları tedirgin etmek için hırsızın ve düşmanın girmesinden korkulur. "Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi" yani bu evlerde hiçbir açıklık ve gedik yoktu. Bilakis evleri korunma altında olup iddia et­tikleri gibi değildir. Onların amaçları sadece korku sebebiyle kaçmak ve sadık müminler ordusuyla birlikte hareket etmekten uzaklaşmaktır.

Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların kalplerindeki imanın zaafiyet derecesini ve basitliğini ve bu kaçışın evlerini korumak için olmadığını beyan ederek şöyle buyurdu:

"Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve o münafıklardan fitne çıkarmaları istenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi."

Yani düşman orduları Medine'nin her tarafından münafıkların üzer­ine gelselerdi; sonra da onlardan dinden vazgeçmeleri, ya da açıkça küfre dönmeleri ve müslümanlarla savaşmaları istense, buna girişirler, bunu kendi gönülleriyle kabul ederler ve bunu derhal yaparlardı. İmanı korumazlar ve imana sarılmazlardı. İcabet ederken ve kendilerinden is­tenilen şeyi verirken pek az korku ve endişe taşıdıklarından fazla bek­lemezlerdi. Bu da duraklamaksızın soru ve cevabın meydana geldiği zaman miktarıdır. Yahut onlar küfrü kabul ettikten sonra Medine'de pek az beklerler, nihayet helak olurlardı.

Bu durum, münafıkların gönüllerindeki imanın zayıflığına açık bir delildir. Dolayısıyla onların savaştan sıyrılmaya ve geri dönmeye teşebbüs etmelerinde şaşılacak bir durum yoktur. Bu, karşı koyma ve yiğitlerle kar­şılaşma sahnelerinden kaçmaya alışmış korkak ve mütereddit kimselerin özelliğidir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

"Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır."

O münafıklar -Hariseoğulları- bu korkudan önce Uhud günü ar­kalarım dönmeyeceklerine ve savaştan kaçmayacaklarına dair söz vermiş­lerdi. Onlar tevbe etmişler ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi.

Cenab-ı Hak daha sonra onları şu ayetle tehdit edip uyardı: "Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır." Yani Alah bu ahidden ve kıyamet günü bunu yerine getirmekten dolayı onlara soru soracak, bu ahdi bozmaktan ve Rasulullah (s.a.)'e ihanetten dolayı onları cezalandıracaktır. Bu mutlaka meydana gelecek bir durumdur. "Mes'ulen" kelimesinin manası, yerine getirilmesi gerekli, yapılması istenen şey, demektir.

Allah Tealâ daha sonra onların yaptıklarının faydasız olduğunu beyan edip onları azarlamak üzere şöyle buyurdu:

"De ki : Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman yaşatılırsınız."

Ey Rasulüm! Bu kaçışlarının kendilerinin ecellerini tehir et­meyeceğini ve ömürlerini uzatmayacağını dolayısıyla ölümle buluşmaktan ya da savaş meydanında öldürülmekten kaçmanın kendilerine hiçbir fayda vermeyeceğini bildir. Zira takdir edilen şey hiç şüphesiz olacaktır. Belki de onların kaçışı, onların ansızın cezalandırılmasına sebep olacaktır. Sağ kal­salar, kaçmak onlara fayda verse ve zannettikleri gibi ölümden kurtulsalar bile, bu kaçışlarından ve uzaklaşmalarından sonra bu gecikme sebebiyle dünya nimetlerinden yararlanmaları pek az bir miktar, ya da pek az bir zaman yararlanmadır. "De ki: Dünya zevki azdır. Âhiret ise gerçekten Al­lah'tan korkanlar için daha hayırlıdır." (Nisa, 44/77).  _

Rabi b. Hayseme diyor ki: Şartın cevabı önceki cümlenin delâleti sebebiyle mahzufdur. Yani siz ölümden veya öldürülmekten kaçarsanız, bu kaçma size fayda sağlamayacaktır. Zira ecelin gelişi muhakaktır.

Allah Tealâ daha sonra onların üzerlerindeki mükemmel kudretini bil­dirmek için daha önce geçen hususları beyan ederek şöyle buyurdu:

"De ki: Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet dilese, O'nun rahmetine kim engel olabilecektir?" Yani ey Rasulüm! Allah'ın size olan muradına engel olabile­cek veya Allah takdir etmişse kötülüğü sizden giderebilecek, yahut Allah dilemişse sizin için fayda ve hayrı gerçekleştirebilecek hiçbir kimse yoktur.

'Yahut size bir rahmet dilese" ifadesinin manası: Size bir rahmet dile­se, size kim kötülük yapabilecektir? demektir. Yani cümle kısa kesilmiştir. "Sûen" kötülük, helak olmak demektir. "Rahmeten" kelimesi de zafer, hayır ve afiyet demektir.

Cenab-ı Hak bu manayı şu ifade ile tekid etmektedir: "Onlar kendileri için Allah 'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler." Yani bu münafıklar ve onları destekleyen inancı zayıf kişiler ve diğerleri, ken­dilerine yardım edecek bir yardımcı ve onlara şefaat edecek bir koruyucu ve destekleyici bulamazlar.

Allah Tealâ sonra da hainleri daima iyi bildiğini ifade ederek ve onları uyararak şöyle buyurdu:

"Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri çok iyi bilir." Buradaki "kad" azlık için değil, tahkik içindir. Ayetin manası şudur: Şüphesiz ki Allah küçümseyerek ve münafık­lık yaparak müslümanları savaşta bulunmaktan alıkoyanları gayet geniş ve her şeyi kapsayan ilimle gayet iyi bilir. Cenab-ı Hak Medinelilerden ar­kadaşları ve dostlarına: Bizimle birlikte gölgeler ve meyveler altında otur­maya gelin. Kendinizi bize yaklaştırın. Muhammed'i ve onunla birlikte savaşmayı terkedin, diyenleri gayet iyi bilir.

"Helümme" kelimesi Hicazlıların lügatidir. Hicazlılar bu kelimeyi hem tek kişi, hem de topluluk için eşit olarak kullanmaktadırlar. Temim kabile­si ise müfred müzekker için "helümme", cemi müzekker için "helümmü", cemi müennes için "helümmenne" şeklinde kullanmaktadırlar. Nahiv-cilerin ittifakına göre "helümme" ses değildir, terkibinin aslında farklı görüşler bulunan mürekkep bir kelimedir. Bir görüşe göre "helümme" ten-bih edatı olan "hâ" ile "lem" kelimesinden birleşmiştir. Bu, Basralıların görüşüdür. Bir başka görüşe göre ise "hel" ve "ümm" kelimelerinden birleş­miştir. Hem müteaddi, hem lazımdır. Müteaddi olan, şu ayetteki gibidir: "De ki : Şahitlerinizi getirin." (En'am, 6/150). Lazım olan da şu ayetteki gibidir: "Bize gelin." (Ahzap, 33/18).

"Kardeşlerine......diyenler"

a) Ya müslümanlara Muhammed ve ashabı küçük bir gruptur. O ve onunla birlikte olanlar helak olacaklardır. O halde bize gelin, diyen münafıklardır.

b) Ya da Benî Kureyza Yahudileri olup münafık kardeşlerine: Bize gelin. Muhammed'den ayrılın. Zira o helak olacaktır. Ebu Süfyan zafer elde ederse, sizden hiçbir kimseyi geri bırakmayacaktır, demişlerdir.

c) Yahut Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından bir adam olup öz kar­deşine savaşın ortasında: Bana gel. Sen ve arkadaşın takip olunmakta. Sen ve arkadaşın kuşatılmıştır, demiştir.

"Zaten onlar savaşa az gelirler." Yani münafıklar savaşa az bir zaman, ya da mecbur kalırlarsa, ölümden korktukları için bir parça katılırlar. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar pek az savaşırlar." (Ahzap, 33/20).

Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların diğer sıfatlarını zikrederek şöy­le buyurdu:

a) "Size yardımlarını esirgerler." Bu cimrilik vasfıdır. Yani onlar kendi nefislerine, kendi durumlarına ve mallarına karşı cimridirler. Onlar savaş­ta size ne can, ne mal, ne sevgi ne de şefkatle destek verirler. Aynı şekilde ganimet taksiminde de cimridirler. "Eşihha" kelimesi "şahıyh" kelimesinin gayri kıyasî çoğuludur. Kıyasî çoğulu "eşıhhâü" şeklindedir. Tıpkı "halîl" ve "ehıllâü" kelimeleri gibi. Doğrusu münafıkların cimriliği müminlerin yararına olan her şeyi kaplamaktadır.

b)  "Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman üzerine ölüm baygın­lığı çökmüş insan gibi gözlerini döndürerek sana baktıklarını görürsün."

Bu korkaklık sıfatıdır. Cimrilik korkaklığın benzeridir. Cimirilik zikredildiği zaman onun sebebi olan korkaklık da belirtilir.

Ayetin manası savaşın ve çarpışmanın başlamasıyla birlikte korku meydana gelmeye başladığında onların sana -ey Peygamber- bu durumda endişe, düşkünlük ve zayıflık içinde ölüm sarhoşluğunu yaşamaktan dolayı baygın olan kimsenin baktığı gibi baktıklarını görürsün. Savaştan korkan bu kimselerin korkusu da aynı şekildedir.

c) "Korku gittiğinde ise mala düşkün olarak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler." Bu münafıkların iğneli dil sahibi olma, sözle rahatsız etme ve yalancı övünme sıfatlarıdır.

Ayetin manası: Güvenlik gerçekleştiği zaman size dille galip gelirler ve size sözle eziyet ederler. Kendilerinin yardım ve cesaret ehli oldukları şeklinde böbürlenirler. Onlar bu konuda yalancıdırlar.

Bu sıfatın sebebi ise Cenab-ı Hakkın buyurduğu şekildedir: "Mala karşı aşırı düşkünlük ..." Yani bununla birlikte bu kimselerde hayır yoktur. Bu kimseler korkaklık, yalancılık ve hayırsızlık vasıflarını birarada top­ladılar. Onlar her iki durumda da hayrı az, şerri çok kimselerdir. Onlar başta ve sonda cimrilik yaparlar. Yani onlar şiddet durumunda korkak, ganimet zamanında cimri kimselerdir.

Katade diyor ki: Münafıklar ganimet anında toplumun en aç gözlüleri ve paylaşmaları en kötü kimseler olup, "Bize verin, bize verin. Biz de sizin­le birlikte savaşta bulunduk", derler. Şiddet anında ise onlar toplumun en korkakları ve hakka karşı en düşük kimselerdir.

Allah Tealâ münafıkların hastalıklarının ve bütün kötü vasıflarının sebebinin Allah'a duyulan güvenin zayıflaması olduğunu zikretti:

"Onlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır." Yani bunlar Allah ve Rasulü'nü tas­dik eden kimseler değildirler. Onlar lafzan imanı ortaya koysalar da, hakikaten iman etmemişlerdir. Allah da onların müslümanlarla birlikte yapmış oldukları amellerini iptal etmiştir. Bu iptal etme Allah'ın adale­tinin ve hikmetinin gereği olarak Allah'ın nezdinde gayet basit ve kolaydır.

Zemahşerî şöyle bir soru ortaya koydu: "Münafığın sabit bir ameli var mıdır ki, iptale uğrasın?" Daha sonra şu cevabı verdi: "Hayır, fakat bu ifade kalp iştirak etmese de, dille iman etmenin iman olduğunu, münafığın işlediği amellerden dolayı mükâfat göreceğini zanneden kimseye bir ders niteliğinde olup Cenab-ı Hak münafığın imanının iman olmadığını ve onda bulunan her amelin batıl olduğunu beyan etmiştir.[42]

Allah Tealâ münafıkların korkaklık, cimrilik ve düşman korkusu gibi çirkin sıfatların onların devamlı sıfatları olduğunu; geçici, arızî, mücerret bir durum olmadığını zikretmektedir.

"Münafıklar düşman ordularının gitmediklerini zannediyorlardı." Yani onlar korku ve endişelerinin şiddetinden dolayı Kureyş, Gatafan ve Kureyzaoğulları'ndan meydana gelen küfür topluluklarının çekilmedik­lerini ve mağlup olmadıklarını ve onların kuşatma ve savaşa döneceklerini sanıyorlardı. Düşman ordularının çekilmelerine, yenilgiye uğramalarına ve kesinlikle dönmeyecekleri gerçeğine rağmen münafıklar savaşta bulunduk­ları halde savaş meydanından uzakta dururlar. Zira onlar orada savaş-mayacaklardır.

"Eğer düşman orduları tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi oradan sormak isterlerdi."

Yani düşman grupları tekrar sizinle çarpışmaya dönerlerse, onlar sizinle Medine'de ve savaşçılar arasında birlikte bulunmayı temenni eder­lerdi. Hatta çölde bedeviler arasında bulunmayı ve sizin üzüntünüzden dolayı sevinmek, size kötülük dokunmasını beklemek, korkaklık ve azimet-lerdeki zafiyet sebebiyle sizin haberlerinizi sormak isterlerdi.

"Şayet onlar aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı." Yani o münafıklar savaş meydanında sizinle beraber olsalardı, kendilerini kor­kaklık ve zafiyetin kuşatması sebebiyle az bir çarpışma ile ya da az bir zaman çarpışırlardı.

Cenab-ı Hak daha sonra üstün lider Rasulullah (s.a.)'e tâbi olmanın zaruri olduğuna, onların ve başkalarının dikkatini çekerek şöyle buyurdu:

"Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır."

Bu, Allah Tealâ tarafından Ahzab savaşında ve diğer zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri, davranışları, durumları, sabrı, tahammülü, cihadı ve Rabbinden yardım beklemesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.)'i örnek alma emridir.

Ayetin manası şudur: Ey müminler! Sizin için güzel bir nümûne ve izinden gidilecek üstün örnek vardır. Haydi ona uyun, onun şemailini iz­leyin. Allah'ı sevme, O'na tazim gösterme, Onun cezasından korkma, O'nun sevabını ve mükâfatını arzu etme sebebiyle siz Allah'ın sevabını ve lütfunu istiyorsanız, Allah'tan ve Onun hesabından korkuyorsanız, gece-gündüz Onu çok zikrederseniz; Rasulullah (s.a.) kahramanlık, atılganlık, sabır ve tahammül hususunda üstün bir örnektir. Zira Allah'ı zikretme, O'na itaat etmeye ve Rasulü'nü örnek almaya sevketmektedir.

Bu, savaştan geri kalanlar için bir ihtar. Bütün insanları rahatlık ve darlıkta, şiddet anında kahramanlarla buluşma ve yiğitlerle karşılaşma zamanında Rasulullah (s.a.)'e uymayı irşad etmektedir. [43]

 

3- Müminlerin Tutumu:

 

Allah Tealâ münafıkların durumunu beyan ettikten sonra müminlerin düşmanlarla karşılaşma anındaki durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler. Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı."

Allah'ın kendilerine yaptığı vaadi tasdik eden, söz ve amelinde ihlaslı olan müminler Medine etrafında toplanan düşman gruplarını gördüklerin­de: imtihan edilme, düşmanlarla karşılaşma denemesine tâbi tutulma ve yakın zafer şeklinde Allah ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur." dediler.

Allah ve Rasulü zafer vaadinde sadık kaldı. Düşmanların biraraya gelmeleri, bu sıkıntı ve darlık durumu onların Allah'a imanlarını, Rasulul­lah (s.a.)'i tasdik etmelerini, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyetlerini, O'nun emirlerine boyun eğmelerini, Rasulü (s.a.)'e itaat etmelerini ve kul­ların sebeplere sarılmaları, savaşa hazırlanmaları ve gerçekten çarpış­malarından sonra zaferin Allah Tealâ nezdinde olduğuna dair kesin iman­larını artırdı. Zira cihad Allah tarafından kullarına bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğü yok kabul etmek bir masiyettir. Kulların hiçbir çalışma yap­maksızın sadece Allah'ın kudretine ve Onun yardım ve destekle imdada erişeceğine dayanmak kötü bir anlayış, bilgisizlik ve aldatıcı şeytan temen­nileridir.

Bu hatalı anlayışlara karşı dikkat çekme, Kur'an'da tekrar tekrar belirtilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Pey­gamber ve onunla beraber olan müminler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı elbette yakındır." (Bakara, 2/214). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki biz kendilerinden öncekileri denemişken, in­sanlar inandık demekle, denenmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebût, 29/2).

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) ashabına: "Düşman kabileler dokuz-on gün içinde yani dokuz veya on gün sonunda üzerinize gelecekler." buyurdu. Yine Peygamberimiz (s.a.): "Düşman kabilelerin sizin aleyhinize toplanmaları ile durum şiddetlenecek. Hayırlı sonuç sizin lehinize, onların aleyhine olacak."

Ayette Allah'ın ve Rasulü'nün vaadine güvenmenin vacip olduğuna delil vardır. Allah Tealâ'nm "Bu ancak onların imanlarını ve teslimiyet­lerini artırdı." kavli iman artar ve eksilir diyen imamların ekseriyetinin ifade ettikleri gibi imanın insanların durumlarına göre artacağına ve güç­leneceğine delildir.

Cenab-ı Hak, münafıkların savaştan kaçmayacaklarına dair Allah'a verdikleri sözü bozdukları şeklinde durumlarını belirttikten sonra, ahid ve misakları üzerinde devam eden, Allah'ın peygamberinden ancak ölümle ay­rılacaklarına dair Allah'a verdikleri sözde vefakârlık gösteren müminlerin durumunu tavsif ederek şöyle buyurdu:

"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda etmiş, kimi de (bu şerefi) beklemektedirler. Onlar (Allah'a) verdikleri sözü asla değiştirmediler." Yani münafıkların karşısında ihlaslı ve sadık müminler­den bir grup vardır. Onlar Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Sıkıntı ve darlık durumunda sabredecekleri şeklinde verdikleri sözde vefakârlık gös­terdiler. Onlardan kimi eceli sona eren, Bedir ve Uhud günündeki gibi şehid olan kimselerdir. Kimi de ahde vefakârlık gösterek şehitliği ve Al­lah'ın kaderini beklemektedirler. Biz savaştan kaçmayacağız, deyip de bu sözlerini değiştiren, savaştan kaçan münafıklardan farklı olarak müminler ahidlerini bozmadılar, değiştirmediler. "Adağını yerine getirdi." ifadesinin manası çarpıştı ve adak olan canını feda etti, demektir. "Nahb", adak demektir.

Buhari, Enes b. Malik (r.a.)'den naklediyor: "Biz, "Müminler içinde öy­le yiğitler vardır ki..." ayetinin Enes b. Nadr hakkında nazil olduğu görüşünde idik."

İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve Neseî, Enes b. Malik'ten rivayet ediyor: Amcam Enes b. Nadr Bedir'de bulunamadı. Bu durum ona ağır gel­di. Şöyle dedi:

-  "Rasulullah (s.a.)'in katıldığı ilk gazvede bulunamadım. Allah bana bundan sonra Rasulullah (s.a.) ile beraber bir gazvede bulunmayı gösterir­se, Allah, ne yapacağımı mutlaka görecektir."

Enes b. Malik anlatmaya devam etti: Başka bir şey söylemeyi büyük­lük saydı. Sonra da Uhud günü Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa katıldı. Sa'd b. Muaz'la karşılaştı. Amcam Enes b. Nadr, Sa'd'e:

- Ya Eba Amr nereye? Ah cennetin kokusu! Ben onu Uhud'un hemen ardından duyuyorum, demiş, sonra da şehid oluncaya kadar çarpışmıştı. Savaş sonunda vücudunda seksen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası bulun­muştu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir."

Keşşaf tefsirinde zikredildiğine göre sahabeden bazı kimseler Rasulul­lah (s.a.) ile birlikte bir savaşta bulunurlarsa, sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışma adağında bulundular. Bunlar Osman b. Affan, Talha b. Ubeydillah, Said b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Mus'ab b. Umeyr ve başkaları idi.

Allah Tealâ daha sonra müminlerin ve başkalarının belâya uğ­ramalarının ve savaşta acı çekmelerinin sebebini zikrederek şöyle buyur­du:

"Allah'ın sözünde duranları, sadakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise, dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu)."

Yani Allah kirli olanı temizden ayırması için kullarını korku ve düş­manla karşılaşmakla imtihan eder ve bu iki grubu açıkça ortaya çıkarır. Allah'a verdikleri ahidlerinde sabretmek, bu ahidlerini yerine getirmek ve bunları korumak suretiyle imanlarında sadık olanları mükâfatlandırır.

Onlar vaadlerinde sadık olduğu gibi Allah da dünya ve ahirette onlara verdiği vaadinde sadıktır. Ayrıca Hakk'ı yalanlayan, ahdi bozan, Allah'ın emirlerinden yüzçeviren; böylece Allah'ın cezasına ve azabına müstahak olan münafıklara azab edecektir.

Herşey dünyada Allah'ın iradesi altındadır. O dilerse onlar aynı durumda kalır, nihayet Allah'a kavuşurlar. Allah da onlara azab eder. O dilerse onları nifaktan vazgeçip imana, fısk ve isyandan sonra salih amele irşad etmek suretiyle onların tevbelerini kabul eder. Yani iman ve tevbe yolunu bulabilmek Allah'ın muradı ve iradesiyledir.

Allah'ın mahlûkatına şefkat ve rahmeti gazabına galip geldiğine göre Cenab-ı Hak şöyle buyaracaktır:

"Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edicidir ve çok merhametlidir." Zira onların günahlarını örtmüş, onlara rahmetiyle muamele etmiş, onları imanla nzıklandırmış ve tevbeye muvaffak kılmıştır. Tevbeden sonra geçen şeylerden dolayı onları cezalandırmamıştır. Bu ifade vakit geçirmeden iman ve tevbeye özendirme ifadesidir.

Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan iki ayet şunlardır: "Yemin ol­sun ki sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz." (Muhammed, 47/31); "Allah (siz) müminleri, içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Nihayet kirli olanı temizden ayırcaktır." (Al-i Imran, 3/179). [44]

 

4- Savaşın Sonu:

 

"Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemedil­er. Savaşta müminlere Allah'ın yardımı yetti. Allah çok güçlüdür, herşeye galiptir."

Allah Tealâ bu düşman gruplarını Medine'den uzaklaştırdı. Onları öf­keleriyle perişan ve eli boş olarak geri çevirdi. Onlar hiçbir gönüle şifa veremediler. Hiçbir şey gerçekleştiremediler. Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği soğuk rüzgâr ve ilâhî ordular sebebiyle ganimet, esir ya da kesin zafer gibi hiçbir hayır elde edemediler. Onların toplulukları dağıldı, grupları par­çalandı. Kendileri için ne dünyada zafer ve ganimet, ne de ahirette hiçbir hayır gerçekleştiremediler. Sadece Rasulullah (s.a.)'e düşmanlıklarını ilân etmek, ona karşı çıkmak ve onu öldürmeye, onun cemaatini ve ordusunu kökünden kazımaya yönelme günahını aldılar. Kim birşeye yönelir ve bu amacını gerçekten uygulamaya başlarsa, bu hakikatte o şeyi yapan kimse gibidir.

Allah savaşta müminlere yetti. Yani onları savaşma ve karşılaşıp düş­manları ülkelerinden kovmaya bırakmadı. Bilakis onların serlerine, yalnız Allah karşı koydu. Kuluna yardım etti. Ordusuna izzet verdi. Bizzat ken­disi düşman gruplarını mağlup etti. Bunun için -Buhari ve Müslim'in rivayetine göre- Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur. O vaadinde durdu. Kuluna yardım etti. Ordusunu aziz kıldı. Düş­manları mağlup etti. Ondan sonra hiçbir şey yoktur." Yine Buhari ve Müs­lim'in Sa/ıi/ı'lerinde Abdullah b. Ebî Evfa'dan naklediliyor ki: Rasulullah (s.a.) düşman kabilelere beddua ederek şöyle buyurdu:

"Ey kitabı indiren, hesap görmesi süratli olan, Allahım! Bu kabileleri yenilgiye uğrat. Allahım! Onları yenilgiye uğrat ve onları sarsıntıya uğrat."

Muhammed b. İshak diyor ki: Hendek başında toplananlar oradan ay­rılınca -bize ulaşan haberlere göre- Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:

"Bu yıldan sonra Kureyş sizinle savaşmaya kalkışmayacak. Siz onlarla savaşmaya teşebbüs edeceksiniz." Gerçekten Kureyş bundan sonra savaşa kalkışmadı. Rasulullah (s.a.) onlara savaş açtı. Nihayet Allah Mekke'nin fethini ihsan etti.

Allah çok güçlü ve hükmünde son derece üstündür. Yani onlarla çar­pışmaya muhtaç değildir. Kâfirleri kökten yoketmeye ve onları zelil et­meye, gücü ve kuvvetiyle onları hiçbir fayda elde etmeden eli boş olarak geri çevirmeye, İslâm'ı ve müslümanları izzetli kılmaya kadirdir. [45]

 

5- Kureyzaoğulları Kuşatması:

 

"Allah kitap ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları) kalelerin­den indirmişti."

Allah Ehl-i Kitap'tan olan ve düşman gruplarına yardım eden Benî Kureyza Yahudilerini kalelerinden indirdi. Zira onlar Nadîroğulları'ndan Huyeyy b. Ahtab'ın gayretiyle kendileriyle Rasulullah (s.a.) arasındaki ahitlerini bozmuşlardı. Zira Huyeyy, Kureyzaoğulları reisi Ka'b b. Esed'den ayrılmamış, nihayet Ka'b ahdi bozmuştu. Huyeyy, Ka'b'a:

- Yazık, ben sana zamanın en şereflilerini getirdim. Kureyş ve civar kabileleri, Gatafan ve ona tâbi olan kabileleri getirdim. Onlar şurada Muhammed ve ashabını tamamen yokedinceye kadar yerleşecekler, dedi. Ka'b ise:

- Hayır, Allah'a yemin olsun ki sen zamanın zilletini getirdin. Yazık sana ya Huyeyy! Sen uğursuzsun. Bizden uzak dur, dedi.

Huyeyy onu kandırmaya devam etti. Nihayet Ka'b onun sözünü kabul etti. Huyeyy, Ka'b'a toplanan kabileler giderse ve onların gayretleri boşa çıkarsa, Ka'b'ın da kendileriyle beraber kaleye girmesi ve böylece ken­dilerine örnek olmasını şart koştu.

Allah Tealâ Rasulü'nü ve müslümanları teyid ettiği, düşmanlarını boz­guna uğratıp onları en büyük zararla eli boş geri çevirdiği ve müslüman-ların da Medine'ye döndükleri sırada Cebrail aleyhisselâmı gönderdi ve Rasulü (s.a.)'e şunu vahyetti:

- Allah sana Kureyzaoğulları üzerine gitmeni emrediyor.

Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) derhal kalktı ve halka Kureyzaoğul-ları'nın üstüne yürümelerini emretti. Kureyzaoğulları Medine'ye birkaç mil mesafede idiler. Bu emir öğleden sonra verilmişti.

Buhari ve Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.): "Sizden hiçbiriniz ikindi namazını Kureyzaoğulları'ndan başka bir yerde kıl­masın. " dedi. Halk yürüdü. İkindi vakti onlara yolda erişti. Bazıları yolda namazı kıldılar. Bunlar:

-  Rasulullah (s.a.) bizden sadece acele olarak yola çıkmamızı istedi, dediler. Diğerleri de:

-  Biz ikindi namazını Kureyzaoğulları diyarında kılacağız, dediler. Peygamberimiz (s.a.) bu iki gruptan hiçbirine sert davranmadı.

Rasulullah (s.a.) müslümanların peşinden gitti. Medine'ye vekil olarak İbni Ümmi Mektum'u bıraktı. Sancağı Hz. Ali'ye verdi. Peygamberimiz (s.a.) daha sonra onları kaleden inmeye davet etti. Onları 25 gece kuşatma altında tuttu. Bu durum uzayınca kendileri hakkında Evs kabilesi reisi Sa'd b. Muaz'ın hüküm vermesi şartıyla kaleden indiler. Zira Evs kabilesi cahiliyyede Kureyzaoğulları'mn müttefiki idi.

Sa'd gelince Peygamberimiz (s.a.):

-  Büyüğünüze ayağa kalkın, buyurdu. Müslümanlar Sa'd'ın Kurey­zaoğulları hakkındaki hükmünün geçerli olması için onun hüküm mevkiin­de, ona hürmeten ve değer vererek ayağa kalktılar.

Peygamberimiz (s.a.) işaret ederek:

- Şunlar senin hükmüne razı oldular. Onlar hakkında dilediğin şekilde hüküm ver, buyurdu.

Sa'd (r.a.):

-  Benim hükmüm onlar üzerinde geçerli olacak mı? dedi. Peygam­berimiz (s.a.):

- Evet, dedi. Sa'd (r.a.):

- Peki, bu çadırda olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Peygam­berimiz (s.a.):

-  Evet, dedi. Sa'd (r.a.) Rasulullah (s.a.)'in de içinde bulunduğu tarafı işaret ederek:

-  Burada olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Bu sırada Rasulullah (s.a.)'e hürmet etmek, değer vermek ve büyüklüğünü ifade et­mek için Rasulullah (s.a.)'den yüzünü çevirmişti. Peygamberimiz (s.a.):

- Evet, buyurdu. Sa'd (r.a.):

-  Ben Yahudilerin savaşçılarının öldürülmesi, çoluk-çocuklarına ve mallarına el konulması hükmünü veriyorum, dedi. Rasulullah (s.a.):

-  Yedi kat semanın üzerinden Allah Tealâ'nm verdiği hükümle hükmettin. Ya da onlar hakkında Allah Tealâ'nm hükmü ve Rasulu nün hük­mü ile hüküm verdin, buyurdu.

Rasulullah (s.a.) daha sonra çukurlar kazılmasını emretti. Yerde çukurlar kazıldı. Yahudiler elleri omuzlarına bağlı getirildiler. Boğazları vuruldu. Sayıları 700 ila 800 arasında idi. Bunların hanımları, malları ve çocukları esir alındı.

"Allah onların kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir kısmını öl­dürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz." Yani Hz. Peygamberle savaşmak hususunda müşrikleri kışkırtmaları, müslümanları korkutmaları ve öldür­me maksadı taşımaları sebebiyle Allah onların gönüllerine şiddetli korku verdi. Durum onların beklediklerinin aksi oldu. Kendilerini, ölüme, çocuk­larını ve kadınların esirliğe teslim ettiler. Siz onlardan bir kısmını yani savaşan erkekleri öldürüyordunuz. Diğer bir kısmını yani kadınlarını ve çocuklarını esir alıyordunuz.

"Allah onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayak bas­madığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah her şeye kadirdir."

Yani Allah size onların ekili arazilerini, mamur evlerini, biriktirilen mallarını ve ayrıca henüz ayaklarınızın basmadığı, gelecekte Kureyzaoğul-ları'ndan sonra fethedeceğiniz Hayber, Mekke, Fars ve Rum diyarı gibi başka toprakları size miras olarak verdi.

Allah herşeyde mutlak kudret sahibidir. O Kureyzaoğulları'nın top­raklarına sizi varis kıldığı ve onlara karşı sizi muzaffer kıldığı gibi başka yerlere de sizi varis kılmaya ve başka kavimlere karşı sizi muzaffer kıl­maya kadirdir.[46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hüküm ve prensiplere işaret etmektedir:

1- Hendek (veya Ahzab) Gazvesi'nde müslümanların müşriklere ve ahidlerini bozan Benî Kureyza Yahudilerine karşı kazandıkları kesin zafer, Allah Tealâ'ya şükür ve hamdi gerektiren büyük bir nimettir. Çünkü her zafer Allah Tealâ'nm rüzgâr ve melekleri göndermek suretiyle tedbir ettiği bir zaferdir. Bu savaşta müminlerin savaşa girme ve İslâm'ın başşehri olan Medine'lerini savunma azimleri doğrulandı.

2- Sultan, savaş hakkında ashabı ve yakınlarıyla istişare eder. Zira Rasulullah (s.a.) düşman gruplarının toplanması ve Medine'ye doğru yola çıkmaları sebebiyle ashabıyla istişare etti. Selman-ı Farisî ona hendek kazılmasını teklif etti. Peygamberimiz onun görüşünü kabul etti. Muhacir­ler:

- Selman bizdendir, dediler. Ensar:

- Selman bizdendir, dediler. Peygamberimiz (s.a.)

- Selman bizdendir, Ehl-i Beyit'tendir, buyurdu.

Hendek Savaşı, Selman'm Rasulullah (s.a.) ile birlikte katıldığı ilk savaş idi. Selman o sırada hür idi. Peygamberimiz (s.a.)'e:

- Ya Rasulallah! Biz Fars diyarında iken kuşatıldığımız zaman hendek kazardık, dedi. Bunun üzerine müslümanlar gayretle hendek kazmaya başladılar.

Bu haberde düşmana karşı mümkün olan bütün vesilelerle korun­manın vacip oluşu anlaşılmaktadır. Yine burada hendek kazmanın insan­lara taksim edildiği anlatılmaktadır. Buna göre kim işini bitirirse, işini bitirmeyene yardım edecektir. Müslümanlar kendileri dışındaki kimselere karşı tek yumruk olmalıdır.

Buhari ve Müslim, Bera b. Azib'den naklediyor: Hendek günü olduğu ve Rasulullah da hendek kazdığı zaman Rasulullah (s.a.)'i hendeğin top­rağını dışarı atarken gördüm. Toz toprak, çok kıllı olan karnının cildini ört­müştü. Onun İbni Ravaha'nın şu kelimelerini söylediğini işittim:

Allahım! Sen olmasaydın, biz doğru yolu bulamazdık. Ne sadaka verir, ne de namaz kılardık. Bizim üzerimize huzur ve sükûneti indir. Düşmanla karşılaşırsak ayaklarımızı sabit kıl.

3- Zikri geçen siret haberleri ve Neseî'nin Bera'dan rivayeti delâlet ediyor ki Rasulullah (s.a.) hendek kazma esnasında bir kayaya üç defa vur­du. Birinci vuruş Kisra'nın şehirlerini ve etrafını aydınlattı. İkinci vuruş Kayser'in şehirlerim ve etrafını aydınlattı. Üçüncü vuruş Habeşistan şehir­lerini ve etrafını ortaya koydu. Selman bu manzaraları gözleriyle gördü.

Bu, Rasulullah (s.a.)'in bir mucizesi olup böylece Rasulullah (s.a.)'e bu ülkelerin fethi müjdelenmektedir. Peygamberimiz (s.a.) -İmam Malik'in rivayetine göre- bu esnada şöyle buyurdu: "Habeşliler sizi serbest bıraktık­ları müddetçe siz de onları serbest bırakın. Türkler sizi terkettikleri müd­detçe siz de onları terkedin."

4- Kureyzaoğulları; Kureyş ve Gatafan kabilelerinden meydana gelen ahzabla gizlice anlaşmaları sebebiyle Rasulullah (s.a.) ile yaptıkları ahdi bozduklarını ilan ettiler. Rasulullah (s.a.) onlara şöyle dedi:

"Ey maymunların kardeşleri! Siz ahdi bozdunuz. Allah sizi rezil-rüs-vay etsin. Size belâsını indirsin."

Rasulullah (s.a.) onları yirmi küsur gece kuşattı. Nihayet onlar Sa'd b. Muaz m hükmünü kabul etti. Sa'd ise onların savaşçılarının öldürülmesi, mallarına el konulması ve çoluk-çocuğunun esir edilmesi hükmünü verdi. Kureyza'nın fethi hicretin beşinci yılı Zilka'de ayının sonu ve Zilhiccenin ilk günlerinde idi.

5- Ahzabın (düşman gruplarının) Medine etrafında toplanmaları ve Medine'yi kuşatmaları endişe ve telaşlanma sebebi, belâ, sıkıntı ve korku nedeni olup münafıklara vesvese ve kuruntu verdi. Münafıklar içlerinde gizledikleri pekçok şeyi açığa vurdular. Onlardan bir kısmı: "Evlerimiz teh­likeye açık. Evlerimize gidelim. Biz evlerimiz için endişeliyiz." diyorlardı. Evs b. Kayzî bunlardan biriydi. Münafıklardan bazıları da: "Muhammed bize Kisra ve Kayser'in hazinelerinin fethedileceği vaadinde bulunuyor. Halbuki bugün hiçbirimiz abdest bozmaya giderken kendi nefsinden emin değil." diyorlardı. Amr b. Avf oğullarından Muattib b. Kuşeyr bunlardan biriydi.

Müşrikler Medine kuşatmasına yaklaşık bir ay devam ettiler. Onlarla müslümanlar arasında ok ve taş atmaktan başka bir şey olmadı. Rasulul­lah (s.a.) bu belânın müslümanlar üzerindeki şiddetini ve sıkıntısını görün­ce Gatafan kabilesinin reisleri olan Uyeyne b. Hısn el-Fezarî ile Haris b. Amr el-Mürrî'ye elçi gönderdi. Medine'nin meyvelerinin üçte biri kar­şılığında yanlarında bulunan Gatafanlılarla birlikte Medine önünden ayrıl­malarını, Kureyş'i yalnız bırakmalarını ve kabilelerine dönmelerini teklif etti. Bu bir görüşme olup henüz akid yapılmamıştı.

Bu ikisi kabul edince Peygamberimiz (s.a.) Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade ile istişare etti. Sa'd b. Muaz şöyle dedi:

-  Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki, biz ve şu düşmanımızla Al­lah'a şirk koşma ve puta tapma konusunda beraberdik. Allah'a ibadet et­miyor ve O'nu tanımıyorduk. Onlar bizden hiçbir meyve, ya da ikrama ulaşmayı arzu etmediler. Allah bize İslâm'ı lütfedip bize İslâm'ı gösterdiği ve seninle bize şeref verdiği zaman mı mallarımızı onlara verceğiz? Allah'a yemin olsun ki Allah bizimle onlar arasında kesin hüküm verinceye kadar onlara kılıçtan başka bir şey vermeyeceğiz. Peygamberimiz (s.a.) bundan memnun oldu ve "Siz bilirsiniz." dedi.

Sa'd b. Muaz, Uyeyne ve Haris'e hitaben:

- Buradan ayrılın. Sizin için bizim yanımızda sadece kılıç vardır, dedi. Sa'd bu sahifeyi eline aldı ve yırttı. Bu eahifede kelime-i şehadet yoktu.

6- Hendeğin geçilmesi: Kureyş atlılarından birkaçı hendeği geçtiler. Bunların arasında Amir b. Lüeyy oğullarından Amr b. Vüdd el-Amirî, İk-rime b. Ebî Cehil, Hübeyre b. Ebî Vehb, Dırar b. Hattab el-Fihrî bulunuyordu. Bu süvariler Hendek-Sel' tepesi arasında biraraya gelince karşılarına bir grup müslümanla birlikte Hz. Ali çıktı. Nihayet girdikleri geçidi tuttular. Atlılar bunlara karşı yöneldiler. Amr yüksek sesle bağırdı:

- Benimle kim karşılaşacak? dedi. Hz. Ali ona karşı çıktı ve:

-  Ey Amr! Bize ulaştığına göre sen Allah'a ahidde bulunmuşsun. İki hasletten birine davet edildiğin zaman birini tutacağına söz vermişsin, dedi. Amr:

- Evet, dedi. Hz. Ali:

- Seni Allah'a ve İslâm'a davet ediyorum, dedi. Amr:

- Benim buna ihtiyacım yoktur, dedi. Hz. Ali:

- Sana teke tek çarpışmayı teklif ediyorum, dedi. Amr:

-  Ey kardeşimin oğlu! Allah'a yemin olsun ki benimle senin baban arasındaki dostluk sebebiyle seni öldürmeyi arzu etmiyorum, dedi.

Hz. Ali ise:

- Allah'a yemin olsun ki, ben seni öldürmek istiyorum, dedi. Amr kız­dı, atından inip ayaklarını kesti. Hz. Ali'ye doğru yürüdü. Karşılıklı vuruş­tular ve boğuştular. Nihayet Hz. Ali Amr'ın göğsü üzerinde onun başını keserken göründü. Amr'ın arkadaşları Hz. Ali'nin onu öldürdüğünü görün­ce atlarıyla geçidi atlayarak mağlup halde kaçtı.

O gün Sa'd b. Muaz okla yaralandı. Kolunun daman kesildi. Kurey-zaoğulları Gazvesinde şehid olarak ruhunu teslim etti. Sa'd, Peygam­berimiz (s.a.)'in, hakkında: "Onun ölümüyle Rahman'ın arşı titredi." buyur­duğu şahsiyettir. Yani onun ruhunun gelişiyle arşın sakini olan melekler sevindiler ve titrediler demektir.

7- Savaşta hilenin meşru oluşu: Nuaym b. Mes'ud b. Amir el-Eşceî dehası ve hilesiyle müşrik Araplarla Yahudiler arasında ayrılık tohum­larını ekmeye çalışmış ve daha önce açıklandığı gibi planında başarılı ol­muştu.

8- Müctehid isabet etse de, hata etse de, ictihadda bulunmak caizdir: Peygamberimiz (s.a.)'in "Sakın hiçbir kimse ikindiyi Benî Kureyza'dan baş­ka bir yerde kılmasın." nehyi ile amel ederek ikindi namazını Benî Kurey-za'ya giderken yolda kılan grup ile namazı tehir edip vakti geçtikten sonra kılan grubun her ikisinin görüşünü Peygamberimiz (s.a.) kabul etmişti.

Bu iki gruptan birincisi vakti geçirmekten korkup namazı Benî Kurey-za'ya varmadan kılmış, diğer grup ise; "Biz namaz vakti geçse de, namazı Rasulullah (s.a.)'in emrettiği yerden başka yerde kılmayız." dediler. Rasulullah (s.a.) bu iki gruptan hiçbirine sert davranmadı. Bu olayda, fıkıh kaidelerinden olan, farklı görüşte olan müctehidlerin doğru davrandığı kaidesi anlaşılmaktadır.

9- Rasulullah (s.a.) Kureyzaoğulları'nın mallarını mücahidler arasın­da taksim etti. Süvarilere üç hisse, piyadelere bir hisse verdi. Bir görüşe göre: Bu ganimet süvari ve piyadeye taksim edilen ilk ganimettir. İlk defa hums (beşte bir ) hissesinin ayrıldığı ilk ganimettir. Bir başka görüşe göre: Bu ilk defa Abdullah b. Cahş seriyyesinde taksim edilmişti. İbni Abdilberr ise bu iki görüşü birleştirerek: Kureyza'dan alınan ganimetin "iyi bilin ki bir şeyden aldığınız ganimetin beşte biri Allah'a ve Rasule aittir." (Enfal, 8/41) ayetinin inmesinden sonra ilk defa beşte bir hissenin ayrıldığı ilk ganimettir, demiştir. Abdullah b. Cahş bundan önce beşte biri, seriyesinde dağıtmıştı. Daha sonra Kur1 an onun yaptığı şekilde nazil oldu ve bu durum Abdullah b. Cahş'ın faziletli özelliklerinden oldu. (Allah'ın rahmeti üzerine olsun.)

10-  Allah Hendek günü ahzaba (düşman ordularına) saba rüzgârını gönderdi. Rüzgâr onların kazanlarını attı, çadırlarını söktü. Cenab-ı Hak kalabalıkları dağıtmak için melekleri indirdi. O gün çarpışma olmamıştı.

Said b. Cübeyr, İbni Abbas'dan rivayet ediyor: İmam Ahmed, Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben saba rüzgârıyla zafere eriştirildim. Ad kabilesi Debûr ile helak edildi." Bu fırtına Hz. Peygamber (s.a.)'in bir mucizesi idi. Müs­lümanlar bu fırtınaya yakın idiler. Kendileriyle bu fırtına arasında sadece geniş hendek vardı. Bu fırtınadan uzak idiler. Bu fırtınadan haberleri bile yoktu.

Müfessirler diyorlar ki: Allah Tealâ melekleri gönderdi. Çadır direk­leri söküldü. Çadırların bağlantıları kesildi, ateşler söndü. Kazanlar dev­rildi. Atlar birbirleriyle boğuştu. Allah onlara korku gönderdi. Ordu içinde meleklerin tekbiri çoğaldı. Nihayet her obanın reisi: Ey falan oğulları top­lanın, demeye başladı. Hepsi toplanınca da Allah'ın kendilerine verdiği korku sebebiyle: Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın, demeye başladı.

11- Tedbir takdire asla engel olamaz. Kimin eceli gelirse ölür veya öl­dürülür. Kaçmanın kendisine faydası olmaz. Kaçtıktan sonra eceli sona erinceye kadar dünyada yararlanması az bir zaman olur. Gelecek olan her şey yakındır.

12- Münafıkların birtakım sosyal ve şahsî çirkin ve kötü hasletleri vardır. Onlar umumî menfaati gerçekleştirecek şeylerde müslümanlara karşı cimridirler. Nefisleri kendi durumları ve mallarında da cimridir. Kor­kaktırlar; cesur kimselerle karşılaşmaktan korkarlar. Dilleri iğnelidir; söz­leriyle başkalarına eziyet verirler. Yalan ve iftira olan şeylerle gururlanır­lar. Gerçekte onlar inkarcıdırlar. Dış görünüşleri İslâm olsa da kalpleriyle

iman etmemişlerdir. Bunun için Cenab-ı Hak "Onlar iman etmediler." ayetinde onları küfürle tavsif etmiştir. Onların da diğer kâfirler gibi dünya ve ahirette amelleri boşa gitmiştir. Onlar için hiçbir sevap yoktur. Zira on­lar bu amelleriyle Allah'ın rızasını gözetmemişlerdir. Onların amellerinin boşa çıkarılması, Allah'a basit ve kolaydır.

Münafıklar korkaklıkları sebebiyle, düşman grupları -Medine önün­den- ayrıldıkları halde onlar düşmanların ayrılmadıklarını zannederler. Düşmanlar savaşmak için tekrar kendilerine dönerlerse, öldürülmekten sakınmak için bedevî Araplarla birlikte olmayı temenni ederler. Kötülüğün ve helakin müslümanları kuşatmasını bekleyerek kendi kendilerine şöyle sorarlar: Muhammed ve ashabı hâlâ helak olmadı mı? Ebu Süfyan ve beraberindeki gruplar galip gelmedi mi?

Onlar savaş meydanında olsaydılar, sadece gösteriş, şan ve şöhret için çarpışacaklardı.

13- "Allah'ın Rasulü'nde sizin için güzel bir nümûne vardır." ayeti, savaştan geri kalanlara bir ihtardır. Bunun manası: Sizin için Hz. Peygam­ber (s.a.)'de örnek vardır. Zira O Hendek Savaşı'na çıkarak Allah'ın dinine yardım etmek için nefsini ortaya koydu. Yine ahiret gününde Allah'ın sevabını ümid eden, Allah'a imanıyla kavuşmayı arzulayan, davranışların karşılığının görüleceği dirilişi tasdik eden, Allah'ın cezasından korkarak ve sevabını arzulayarak Allah'ı çok çok zikreden kimseler için izinden gidile­cek bir nümûne vardır.

Rasulullah (s.a.)'e uymak vacip mi, yoksa müstehap mıdır? Bu konuda iki görüş vardır:

Birincisi: Müstehap olduğuna dair delil ortaya konulmadıkça vaciptir.

İkincisi: Vacip olduğuna dair delil ortaya konulmadıkça müstehaptır.

Kurtubî diyor ki: Dinî meselelerde vacip olduğu, dünyevî meselelerde müstehap olduğu şeklinde anlaşılması da ihtimal dahilindedir.

14- Müminlerin tavrı münafıkların tavrının zıddıdır. Müminler Al­lah'ın ve Rasulü'nün vaadine güvenmekte ve bunu tasdik etmektedirler. Bu mihnet ve sıkıntılar, toplanan düşman gruplarına bakmak, onların Al­lah'a imanını ve kazaya teslimiyetini artırmıştır.

15- Düşmanların aleyhine casusluk yapmak (onların durumlarını araştırmak) şer'an caiz olan bir durumdur. Peygamberimiz (s.a.) Huzeyfe b. Yeman'a ahzabın (düşman gruplarının) haberlerini ve Medine'den ay­rılışlarını öğrenmesini emrederek şöyle buyurdu: "Düşmanın içine girin­ceye kadar yürümeye devam et. Onların sözlerini işiteceksin ve haberlerini bana getireceksin. Allahım! Onu bana iade edinceye kadar önünden, arkasından, sağından ve solundan koru. Yürü, bana gelinceye kadar hiçbir şey konuşma."

Hangi vakitte ve hangi sebeple olursa olsun ve özellikle sıkıntı vaktin­de Allah Tealâ'ya dua edilmesi talep edilen bir husustur. Huzeyfe, silahıyla yola çıktı. Rasulullah (s.a.) de ellerini kaldırarak şöyle dua etti: "Ey sıkın­tıya düşenlerin imdadına koşan, ey zorluk içinde olanlara icabet eden (Allahım!) Endişemi, üzüntümü ve sıkıntımı kaldır. Sen benim durumumu ve ashabımın durumunu görüyorsun."

Cebrail indi ve şöyle dedi: "Allah duanı işitti. Düşman korkusuna kar­şı O sana kâfidir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) dizleri üzerine çöktü, el­lerini açtı, gözlerini indirdi. Şöyle diyordu: "Şükürler olsun. Şükürler ol­sun. Bana da rahmetle muamele ettin. Ashabıma da rahmetle muamele et­tin." Cebrail, Rasulullah (s.a.)'e Allah'ın düşman üzerine kasırga gön­dereceğini bildirdi. Rasulullah (s.a.) de ashabına bunu müjdeledi.

16- Allah yolunda cihad kervanında şehidler kafilesi ardarda ve peş-peşe gelecektir. Onlardan bir kısmı çarpışmada şehid olacak, bir kısmı da bir başka çarpışmada ecelini bekleyecektir. Bu hayır işaretidir ve nesilden nesile mücadelenin ve İhlasın devam ettiğine delildir.

17- Allah sâdık olanları ahirette sadakatlarıyla mükâfatlandırmak, münafıklara azap vermek için cihadı emretti. Bu durum Allah'ın takdiriy-ledir. Eğer münafıklara azap etmeyi dilerse, onları tevbeye muvaffak kıl­maz. Onlara azapta bulunmayı dilemezse, ölümden önce onların tev-belerini kabul eder.

18- Hendek Savaşı'nda korkunç yenilgiye düşen, Ahzab adı verilen çeşitli kabilelerden toplanan düşman orduları idi. Zira Allah bu kâfirleri yurtlarına döndürmüştü. Ebu Süfyan Tihame'ye, Uyeyne b. Bedir de Necd'e döndü. Cenab-ı Hak iman ordusunu ise büyük bir çarpışma olmak­sızın düşman ordularına, rüzgâr ve gizli ordular göndermek suretiyle yar­dım etti. Nihayet düşman orduları geri döndüler. Kureyzaoğulları da kalelerine döndüler. Kureyza'nın işi korku verilmekle halledildi. Allah em­ri son derece kuvvetli olandır, asla yenilmeyen üstün güç sahibidir.

19- Kureyzaoğulları kabilelerden toplanan düşman gruplarına (Ah-zab'a) yani Kureyş ve Gatafan'a yardım ettikten sonra perişan bir yenil­giye uğradılar, kalelerinden indirildiler. Aralarında telaş ve tedirginlik yayıldı. Erkeklerinin öldürülmeleri, kadınlarının ve çocuklarının esir alın­ması, müslümanların arazilerine, bahçelarine, evlerine ve biriktirilen mal­larına mirasçı olmaları onların akıbetleri oldu.

Allah müminlere Fars ve Rum diyarına, kıyamete kadar fethedilecek her araziye mirasçı olma müjdesini verdi. Allah kaleler ve kasabaları fethetme muradına kadirdir. Kullarına azap etme ve affetme muradına kadir­dir. O'nun kudreti geri çevrilemez. O'na acizlik gelmesi asla caiz değildir. [47]

 

Hz. Peygamber (S.A.)'in Hanımlarının Dünya Ve Ahiret Arasında Muhayyer Kılınmaları, Onların Sevaplarının Ve Cezalarının Miktarı:

 

28- Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve hepinizi güzellikle salıvereyim.

29- Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu işitiyorsanız, iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

30- Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu, Allah'a çok kolaydır.

 

Belagat:

 

"Eğer siz dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız", "Eğer Allah'ı, pey­gamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız" cümleleri arasında mukabele veya tezat sanatı yapılmıştır. [48]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de:" Hz. Peygamber (s.a.)'in dokuz hanımı kendisinden onun sahip olmadığı dünya ziynetini talep etmişlerdir. "Eğer siz dünya hayatını" zenginlik ve dünyada nimet içinde yaşamayı "ve süsünü istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim." Mut'a: boşan­ma bedeli olup boşanan kadına verilen maldır, "ve hepinizi güzellikle salıvereyim." Size zarar vermeden ve bid'ata düşmeden sizi boşayayım. Teşrih: Boşama, demektir.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları ondan ziy­net eşyası ve fazla nafaka istemişler, bunun üzerine bu ayet inmişti. Pey­gamberimiz (s.a.) önce Âişe ile başlamış, ona tercihte bulunmasını söy­lemiş, o da Allah ve Rasulü'nü tercih etmişti. Daha sonra diğer an­nelerimiz de tercihlerini yaptılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları takdir etti ve Ahzab suresi 52. ayeti nazil oldu.

Salıverilmenin Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının dünyayı tercih etmelerine bağlanması, muhayyer kılınan kadının kocasını tercih ettiği zaman -Hz. Ali'nin bir rivayetine muhalif olarak- boşanmayacağına delil­dir. Hz. Âişe'nin: "Rasulullah (s.a.) bizi muhayyer kıldı. Biz de onu tercih ettik. Peygamberimiz bunu boşanma saymadı." sözü bu manayı teyid et­mektedir. Bu durumdaki kadın kendi nefsini tercih ederse, bu Şafiîlere göre ric'î talak, Hanefilere göre bâin talaktır. Boşanma bedelinin serbest bırakılmadan önce zikredilmesi, iyilikseverlik ve güzel ahlak gereğidir.

"Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu" cenneti "istiyorsanız, (iyi bilin ki) Allah içinizden" ahireti istemek suretiyle "iyilikte bulunanlar için" yanında dünyanın basit kalacağı "büyük bir ecir", cennet "hazırlamış­tır. " "Minkünne" kelimesindeki "min" tebyîn içindir. Zira Hz. Peygamber'in hanımlarının tamamı iyilikte bulunan kimseler idi.

"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlık", geçim­sizlik gibi çirkinliği açık büyük bir terbiyesizlik "işlerse, azabı iki kat ar­tırılır." Yani başkasının azabının iki misli verilir. Zira Hz. Peygamber'in hanımlarına sevap iki defa verildiği gibi günahları da iki kattır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz ona ecrini iki defa veririz." (Ahzab, 33/31); "Bu Allah'a çok kolaydır." Onların Peygamber hanımları olması Cenab-ı Hakk'ın onlara kat kat ecir vermesine engel değildir. [49]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Ey peygamber! Hanımlarına şöyle de: ..." ayetinin (28. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İmam Ahmed, Müslim ve Neseî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Ebubekir (r.a.), Peygamberimiz (s.a.)'den izin istedi, ama kendisine izin verilmedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.) gelip izin istedi. Ona da izin verilmedi. Daha sonra her ikisine de izin verildi. Bunun üzer­ine ikisi içeri girdiler. O sırada Peygamberimiz (s.a.) çevresinde hanımlar olduğu halde suskun oturuyordu. Hz. Ömer (r.a.): Ben, Peygamberimizle konuşacağım, belki o güler, dedi. Peygamberimiz (s.a.)'e hitaben:

- Ya Rasulullah! Zeyd'in kızını -Ömer'in hanımını- bir görseydin. Ben­den biraz önce nafaka talep etti. Ben de, onun boynunu acıttım, dedi.

Peygamberimiz (s.a.) yan dişeri görününceye kadar güldü ve şöyle buyurdu:

- İşte onlar etrafımdadır, benden nafaka istiyorlar.

Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Aişe'ye vurmak için, Hz. Ömer de Hafsa'ya vurmak için ayağa kalktı. Her ikisi de şöyle diyorlardı:

- Siz Peygamber (s.a.)'den elinde bulunmayan bir şeyi mi istiyor­sunuz?

Cenab-ı Hak muhayyerlik ayetini indirdi. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Âişe'den başlayarak ona şöyle dedi:

- Ben, ana-babanın görüşünü almadan acele etmeni arzu etmediğim bir şeyi sana zikredeceğim. Hz. Âişe (r.a.):

- Bu nedir? dedi. Peygamberimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de..." (Ahzab, 33/28).

Hz. Âişe:

- Ben senin hakkında mı ana-babama danışacağım. Bilakis ben Allah'ı ve Rasulü'nü tercih ediyorum ve senden hanımlarından hiçbirine benim yaptığım bu tercihimi söylememeni istiyorum, dedi.

Peygamberimiz (s.a.):

-  Allah Tealâ beni şiddetle davranan biri olarak göndermedi. Beni kolaylaştırıcı, bir eğitici olarak gönderdi. Hanımlarımdan biri bana senin tercih ettiğin şeyi sorarsa, mutlaka ona bunu bildiririm. [50]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah, Nebî'sine yardım edip toplanan düşman gruplarını dağıttığı ve kendisine Kureyza ve Nadîr kabilelerinin fethini ihsan ettiğinde Hz. Pey­gamber (s.a.)'in hanımları onun Yahudilerin nefis mallarını elde ettiğini zannettiler ve onun etrafında oturarak:

-  Ya Rasulullah! Kisra'nın ve Kayser'in hanımları takılar, süslü el­biseler, cariyeler ve hizmetçilere sahip. Biz de gördüğün fakirlik ve darlık içerisindeyiz, dediler. Efendimizden mal zenginliği talebinde bulunmaları ve kendilerine kral ve büyüklerin hanımlarına muamele ettikleri gibi muamele beklemeleri sebebiyle onu üzdüler. Bunun üzerine Allah Tealâ, Peygamberine kendileri hakkında nazil olan ayetleri okumasını emretti.

O sırada Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları dokuz tane idi: Beşi (Âişe bt. Ebîbekr, Hafsa bt. Ömer, Ümm Habibe bt. Ebî Süfyan, Şevde bt. Zem'a ve Ümm Seleme bt. Ebî Ümeyye) Kureyşli diğer dördü ise Kureyş dışından idiler. Bunlar Meymûne bt. Haris el-Hüâliyye, Zeyneb bt. Cahş el-Esediy-ye, Cüveyriye bt. Haris el-Mustalikıyye ve Safiyye bt. Huyeyy b. Ahtab el-Hayberiyye'dir.

Peygamberimiz (s.a.) onları muhayyer kıldığı zaman hepsi Allah'ı ve Rasulullah (s.a.)'i tercih etmişlerdir. Bu ayetlerin önceki ayetlerle ilgili yönü budur.

Bu ayetlerin sure ile olan ilişkisine gelince, güzel ahlakın iki şeyde toplandığını görüyoruz:

1- Allah Tealâ'yı ta'zim etmek,

2- Allah Tealâ'nın yarattıklarına şefkat etmek.

Peygamberimiz (s.a.)'in Bezzar'ın Ebû Rafi'den rivayet ettiği: "Namaza ve elinizin altında bulunanların hakkına riayet edin." hadis-i şerifiyle işaret ettiği budur.

Cenab-ı Hak "Ey Peygamber! Allah'tan kork." (Ahzab, 33/1) ayetiyle Allah'ı ta'zim etme yönüyle ilgili olarak Nebî'sini irşad ettikten sonra şef­kat cihetiyle ilgili hususları zikretti ve hanımlarından başladı. Zira onlar insanlar arasında şefkate en layık olanlardır. Bunun için onların nafakasını temin etme gereği ile söze başladı. [51]

 

Açıklaması:

 

"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve' süsünü istiyorsanız, gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim."

Allah Tealâ, Rasulü'ne hanımlarından dünya mülkü ile ahiret nimet­leri arasında tercihte bulunmalarını istemesini emretti.

Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Hanımlarına de ki: Kendi nefis­leriniz için şu iki durumdan birini tercih edin:

Şayet sizin en büyük dileğiniz dünya hayatının lezzetlerine, ziynetine, malına ve nimetlerine dalmak ise ayrılığı tercih edin. O takdirde size layık olduğunuz boşanma bedellerini vereyim. Bu boşanma bedeli, boşanan hanımın hatırını hoş tutmak için hediye edilen maldır. O zaman hiçbir zarar ve bid'at bulunmayan boşama ile boşayayım.

- Yahut benim nezdimdeki darlık durumuna sabredin. Gelecek ayette zikredilen husus budur.

Boşanma bedeli: Kocanın zenginlik-fakirlik durumuna göre -boşadığı hanımına vereceği- elbise, hediye veya maldır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Onlara boşanma bedellerini verin. Zengin, duru­muna göre vermelidir. Eli darda olan da durumuna göre vermelidir. Bu örfe uygun bir ikramdır. İyilikseverlerin üzerine borçtur." (Bakara, 2/236).

Hiçbir zararın ve bid'atin bulunmadığı boşanmaya gelince, bu çeşit boşama, iddetin başlamasıyla birlikte hayız halinde olmayıp temizlik halinde verilen boşamadır. Bunun dedili: "Kadınları boşadığınız zaman id-detini gözeterek boşayın." (Talak, 65/1).

"Eğer siz Allah'ı peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır."

Yani siz şayet Allah'ın rızasını, Rasulü'nü ve ahiret sevabını -yani cen­neti- arzu ederseniz; şüphesiz ki Allah içinizden iyiliksever olan hanımlar için, yanında dünya zinetini küçümseyeceğiniz kadar büyük bir sevap hazırlamıştır. Bu ifade Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu isteyen kim­senin salih ve iyiliksever olduğuna delildir. "Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız." ifadesinde iman manası vardır.

Rasulullah (s.a.) hanımlarını dünya ve ahiret arasında muhayyer bırakınca, hepsi ahireti tercih ettiler. Rasulullah (s.a.) bundan memnun ol­dular. Allah da güzel tercihlerinden dolayı onları takdir etti, onlara değer verdi ve şöyle buyurdu: "Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç güzellikleri hoşuna gitse bile, bun­ların yerine başka hanımlar alman, sana helâl değildir." (Ahzab, 33/52); "Sizin Allah'ın Rasulü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız, asla caiz olmaz." (Ahzab, 33/53).

Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları onikidir. Bunlar müminlerin an­neleridir. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Âişe'den başka bakire bir kızla evlen­medi. Onun diğer hanımlarıyla evliliği kalpleri İslâm'a ısındırmak, İslâm davetini yaymak, devleti kurmak ve birliği temin etmek için yapılmıştı.

Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları şunlardı:

1- Hadice bt. Huveylid: Efendimiz'in ilk hanımıdır. Peygamberimiz (s.a.) onunla Mekke'de evlendi. Hz. Hadice Peygamberimiz (s.a.) ile birlik­te; peygamberlik öncesi 15 yıl, peygamberlik sonrası yedi yıl yaşadı. Pey­gamberimiz 54 yaşında iken Hz. Hadice vefat edinceye kadar başkasıyla evlenmedi. Hz. Hadice kadınlardan ilk iman eden kişidir. Peygamberimiz (s.a.)'in İbrahim dışındaki bütün çocukları Hz. Hadice'dendir.

2- Şevde bt. Zem'a bt. Abdişems el-Âmiriyye: Peygamberimiz (s.a.) Şev­de ile Mekke'de zifafa girdi. Şevde, Medine'de vefat etti.

3- Âişe bt. Ebîbekir es-Sıddîk: Sıddîk kızı Sıddîka olup Peygamberimiz (s.a.)'den çok hadis rivayet eden âlime ve fakîhe bir hanım idi. Peygam­berimiz (s.a.) kendisiyle Medine'de henüz dokuz yaşında iken evlendi. Hz. Âişe Efendimizle birlikte dokuz yıl kaldı. Hz. Âişe (r.a.) onsekiz yaşında iken Rasulullah (s.a.) vefat etti. Rasulullah (s.a.) ondan başka bakire ile evlenmedi.

4- Hafsa bt. Ömer b. Hattab el-Kuraşiyye el-Adeviyye: Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle evlendi, daha sonra onu boşadı. Bunun üzerine Cebrail: "Allah sana Hafsa'ya dönmeni emrediyor. Zira o çok oruç tutan ve çok namaz kılan bir hanımdır." dedi. Efendimiz de tekrar ona döndü.

5-  Ümmü Seleme: Sahih olan görüşe göre Rasulullah (s.a.) onu oğlu Seleme'den isteyerek nikahladı. İsmi Hind bt. Ebî Ümeyye el-Mahzumiy-ye'dir.

6- Ümmü Habibe Remle bt. Ebî Süfyan: Rasulullah (s.a.) onunla, kocası vefat edince, hicretin yedinci yılında evlendi. Hicretin sekizinci yılında onunla zifafa girdi. Onunla evliliğinde Peygamberimiz (s.a.)'in vek­ili Anır b. Ümeyye ed-Damrî idi. Necaşi, Rasulullah (s.a.) namına Ümmü Habibe'ye 400 dinar irihir verdi.

7- Zeyneb bt. Cahş: Rasulullah (s.a.) evlâd edinmeyi ve etkilerini or­tadan kaldırmak için, kocası Zeyd b. Harise'den boşandıktan sonra Allah'ın emriyle onunla evlendi. İsmi Berre idi, Rasulullah (s.a.) ona Zeyneb ismini verdi.

8- Zeyneb bt. Huzeyme b. Haris: Peygamberimiz (s.a.) onunla evlendik­ten sekiz ay sonra, Zeyneb vefat etti. Zeyneb cahiliye devrinde yoksullara yemek yedirdiği için "Ümmü'l-Mesakîn" (Yoksulların Annesi) diye adlan­dırılırdı.

9- Safiyye bt. Huyeyy b. Ahtab el-Harûniyye: Peygamberimiz (s.a.) azad ettikten sonra onunla evlendi. Safiyye, Hayber esirlerindendi. Rasulullah (s.a.) onu yedi baş karşılığında Dıhyetü'l-Kelbî'den satın almıştı.

10- Rayhane bt. Zeyd: Rasulullah (s.a.) onunla hicretin 6. yılında ev­lendi. Rayhane veda haccı ardından vefat etti. Kocası savaşta öldürülmüş, Peygamberimiz (s.a.) ona ve evlâdına ikramda bulunmak için onunla ev­lenmişti.

11- Cüveyriye bt. Haris b. Ebî Dırar el-Mustalikıyye el-Huzaıyye: Mus-talıkoğulları esirlerindendir. Peygamberimiz (s.a.) onunla hicretin altıncı yılı Şaban ayında evlendi. İsmi Berre idi, Peygamberimiz (s.a.) kendisine Cüveyriye adını verdi.

12- Meymune bt. Haris el-Hüâliyye: Peygamberimiz (s.a.)'in en son ev­lendiği hanımıdır.

Bunlar Peygamberimiz (s.a.)'in kendileriyle zifafa girdiği meşhur hanımlarıdır.

Peygamberimiz (s.a.)'in evlenip de kendileriyle zifafa girmediği hanımları da vardır.

- İsmi Fatıma ya da Amre olan Kilâbiyye diye bilinen hanım. Peygam­berimiz (s.a.)'den istiâze eden hanım budur.

- Esma bt. Nu'man b. Cevn

- Kuteyle bt. Kays (Eş'As b. Kays'm kızkardeşidir.)

Bunların sayılan on tanedir, Peygamberimiz (s.a.)'in iki cariyesi vardı: Bunlar Mariye el-Kıbtıyye ve Reyhane'dir. Peygamberimiz (s.a.)'in nişan­layıp da henüz nikahlamadığı ve kendi nefsini Peygamberimiz (s.a.)'e hibe eden kadınlar dokuz tanedir. Bunlardan biri Ümmü Hani bt. Ebî Talib'tir.

Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını muhayyer kılıp da onlar da Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu tercih ettiklerinde Allah on­lara öğütte bulundu ve onları masiyete karşı kat kat azapla tehdit ederek şöyle buyurdu:

"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu Allah'a çok kolaydır."

Ey Peygamber'in hanımları! Ey müminlerin anneleri! İçinizden kim geçimsizlik, kocaya isyan ve kötü ahlak gibi çirkinliği açık büyük bir masiyet işlerse mertebelerinizin şerefli, derecelerinizin faziletli oluşu ve diğer kadınların önüne geçmeniz sebebiyle ceza iki kat olmaktadır. Zira siz Peygamberin aile halkısınız.

Azabın onlara kat kat verilmesi bir kimsenin hatırı için diğer kimseye farklı muamele yapmayan Allah'a çok basit ve çok kolaydır.

Ebu Hayyan diyor ki: Rasulullah (s.a.)'in ismeti sebebiyle, "fahişe: hayasızlık" denilince zina anlaşılmaz. Ayrıca Allah Tealâ hayasızlığı açıkça vasfıyla nitelendirmiştir. Zina ise gizli ve örtülü hayasızlıktır. Buradaki hayasızlık kocaya isyan ve kötü geçim manasına alınmalıdır. Bu hanım­ların yeri emir ve nehiy şeklindeki vahyin indiği yer olunca bu sebeple ve Rasulullah (s.a.)'in nikâhı altında olmaları sebebiyle başkaları için gerekli olan şeylerden daha fazlası bu hanımlar için gerekli olmaktadır. Dolayısıy­la onlara verilecek ecir ve azab kat kat olmaktadır. [52]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- Bu ayetler, insanlar içerisine Hz. Peygamber (s.a.)'e yakın kimse ol­sa bile ona eziyette bulunmama ve ona sıkıntı vermeme hususunda açık bir teşviktir. Burada peygamberliğin nezih ailesi için yüksek bir edep, pey­gamberlerin seviyesine yükselme, dünyanın basit çer-çöpünden uzaklaşma, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını zühd, iffet ve yüce ahlakla terbiye et­me, Allah ve Rasulü'nün ta'zimi manaları da vardır.

Âlimler diyor ki: "Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle söyle..." ayeti bazı hanımlarından rahatsız olan Hz. Peygamber (s.a.)'i, rahatsız etmeme şek­linde daha önce geçen ayetle irtibatlıdır.

İmam Şafiî diyor ki: Kimin bir hanımı varsa, onu muhayyer bırakma görevi yoktur. Peygamberimiz (s.a.)'e hanımlarını muhayyer bırakması emredildi. Hanımları da onu tercih ettiler. Bu cümleden olmak üzere Allah Tealâ Peygamberini dünya hazinelerinin anahtarları arzedilen mülk sahibi peygamber olmakla, yoksul bir peygamber olma arasında muhayyer bırak­tı. Peygamberimiz (s.a.) Cebrail ile istişare etti. Cebrail ona yoksulluğu işeret etti. Peygamberimiz (s.a.) de yoksulluğu tercih etti. Peygamberimiz (s.a.) bu iki mertebeden üstün olanını tercih edince Allah Tealâ ona hanım­larını muhayyer bırakmasını emretti. Belki de onların içinde sıkıntı dolayısıyla onunla birlikte kalmaktan hoşlanmayacak kimse bulunabilir.

2- Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını muhayyer kılma şekli hususun­daki en doğru görüş şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Allah'ın izniyle hanım­larını eş olarak kalma veya boşanma arasında muhayyer bıraktı. Onlar da birlikte kalmayı tercih ettiler. Bunun delili Hz. Aişe'nin hanımını muhayyer bırakan adam hakkında soru sorulduğu zaman söylediği şu sözdür: Rasulul-lah (s.a.) bizi muhayyer bıraktı. Biz de onu tercih ettik. Bunu boşnama say­madı. Rasulullah (s.a.)'den hanımlarının yanında kalmaları ve boşanma arasında tercihte bulunmaktan başka bir muhayyerlik sabit olmadı.

Bir rivayete göre: Peygamberimiz (s.a.) hanımlarını dünya ile ahiret arasında muhayyer bıraktı. Dünyayı tercih ederlerse, hanımlarından ay­rılacağını; kocalarının en yüksek mertebede olması gibi kendilerinin de en yüksek mertebede olmaları için ahireti tercih ederlerse, hanımlarını tuta­cağını bildirdi. Onları talak hususunda muhayyer bırakmadı.

3- Âlimler muhayyer bırakılıp da kocasını tercih eden kadın hakkında ihtilaf etmişlerdir.

a) Âlimlerin cumhuru şöyle diyor: Buna ne bir, ne de daha fazla talak gerekmez. Bunun delili Buhari ve Müslim'in naklettiği Hz. Aişe'nin şu sözüdür: Rasulullah (s.a.) bizi muhayyer bıraktı. Biz de onu tercih ettik. Bunu bizim için talâk (boşanma) saymadı.

b) Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre kadın kocasını tercih ettiği zaman bu bir ric'î talâk sayılır. Bu "garib" bir rivayettir.

c) Hz. Ali'den gelen -Hanefîlerin görüşü olan- bir başka rivayete göre: Muhayyer bırakılan kadın kendi nefsini tercih ederse, bir bâin talak sayılır. Çünkü erkeğin "Beni tercih et" sözü talakın vaki olmasından kinayedir. Bunu hanıma izafe ederse, bir talak vaki olur. Tıpkı "Enti bâin" sözü gibi.

d) Zeyd b. Sabit'ten rivayete göre kadın kendi nefsini tercih ederse bu üç talak sayılır.

c) Medineli âlimlerden bir grup, temlik (talak hakkını kadına havale etmek) ile tahyir (kadını muhayyer kılmak) birbirine eşittir, görüşünü ileri sürmüşlerdir. İmam Malik'in mezhebinin meşhur görüşüne göre aralarında fark var­dır. Temlik, İmam Malik'e göre kişinin hanımına: Seni sana malik kıldım; yani Allah'ın bana verdiği boşama hakkından bir, iki veya üç talak hakkını sana verdim, demesidir. Hanımına bunun bir kısmını temlik etmesi caiz olup bunu iddia ederse itibar edilecek söz yeminiyle birlikte onun sözüdür. Muhayyer bırakılan kadın zifafa girmiş ise, kendi nefsini tercih ettiğinde bu tamamen talak olup kocanın inkâr etmesine hiç itibar edilmez. Çünkü tahyirin manası serbest bırakılmasıdır. Serbest bırakılma ise ayrılıktır.

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Talâk iki defadır. Üçüncüsü ya iyilikle tutma, ya da güzellikle bırakmadır." (Bakara, 2/229). Yine Cenab-ı Hak tahyir ayetinde şöyle buyurdu: "Gelin, size boşanma bedellerinizi vereyim ve hepinizi güzellikle salıvereyim." (Ahzab, 33/28). Güzellikle salıverme: Üçüncü talaktır. Tahyirin manası ise salıverme demektir. Buna göre muhayyer bırakılan kadının talakı İmam Malik'e göre üç talak sayılır.

Muhayyerlik zamanının tahdit edilmesi, fakihlerin çoğunluğuna göre, kadının muhayyerlik hakkının oluşudur. Kadın ayağa kalkmadan önce ve yüz çevirdiğine delâlet eden bir şeyle meşgul olmadan önce aynı mecliste devam ettiği müddetçe kadının muhayyerlik hakkı vardır. Kadın tercihte bulunmazsa ve birşey ödemez de nihayet karı-koca bulundukları meclisten ayrılırlarsa, kadına havale edilen bu hak batıl olur.

Başka âlimlere göre, kadına temlik edilen boşama hakkı kocanın elin­de baki kaldığı gibi kadının elinde de baki kalır. Malikîlerin bu görüşü Buhari ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Aişe'ye söylediği şu hadis-i şerifin delaletiyle sahih bir görüştür: "Ben sana birşey zikredeceğim. Sen bu konuda ana-babanla danışmadan acele etmemelisin." Bu hadis-i şerif tahyirin devam ettiğine delildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye ana-babasına danışıncaya kadar tahyir hakkını verdi. Hz. Âişe'nin bulunduğu meclisten kalkmasını bu işten vazgeçme olarak kabul etmedi.

Anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in Allah ve Rasulü'nü tercih eden kimseyi boşaması helâl değildir. Yani yüksek makamı ve yüce ahlakıyla amel ederek, o, asla buna teşebbüs etmeyecektir.

4- Allah buradaki "Allah ona azabı iki kat verecektir." ayetiyle bundan sonraki "Ona ecrini iki defa vereceğiz." ayetinin delaletiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının itaat sevabını ve masiyetlerinin cezasını başkaların­dan daha fazla kılmıştır.

Allah Tealâ bundan sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından kim bir hayasızlık işlerse -İfk hadisesinde geçtiği gibi, Allah, Rasulü'nü bundan koruyacaktır- bu hanımların mertebelerinin şerefli olması, derecelerinin

faziletli olması ve diğer bütün hanımların önünde olmaları sebebiyle (farzı muhal) bu hayasızlığı işleyen hanımlara azap iki kat olarak verilecektir.

Şeriat pek çok yerde, haramlar kat kat olup çiğnenirse cezaların da kat kat olacağını beyan etmiştir. Bunun için hür kimsenin had cezası, kölenin cezasının iki katı; dul kadının had cezası, bekârın cezasından kat kat fazlası olarak verilmektedir.

Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları vahyin beşiğinde, Allah'ın emir­lerinin ve nehiylerinin merkezinde olunca onların aleyhindeki emir güçlü olmuş ve makamları sebebiyle kendilerine başkalarından daha farklı muamele gerekli olmuş, onlara verilecek ecir ve azap kat kat olmuştur.

"Dı'f bir şeyin mislidir. "Dı'feyn" iki misli veya iki defa demektir. Şayet Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından birinden had cezasını gerek­tirecek bir şeyin meydana gelmesi farzedilse -Allah onları bundan korum­uştur- bunu işleyen hanıma değerinin büyüklüğü sebebiyle çift ceza verilir. Tıpkı hür kadının had cezasının cariyeye göre fazla olması gibi. Buradaki (azab) had cezası anlamındadır. Zira Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Zina edenlerin azabına -yani onlara verilecek cezaya- müminlerden bir grup şahid olsun." (Nur, 24/2); "Biz onlara ecirlerini iki defa vereceğiz." ayeti de buna delâlet etmektedir. [53]

 

Hz. Peygamberin Ehl-i Beytinin Özellikleri:

 

31- Sizden   kim   de   Allah'a   ve Rasulüne itaat etmeye devam eder ve salih amel işlerse, ona da mükâ­fatını iki kat veririz. Ayrıca biz böy­le kimseler için değerli bir rızık ha­zırladık.

32- Ey Peygamber'in hanımları! Siz­ler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle konuşurken) çekici bir eda ile ko­nuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin.

33- Evlerinizde oturun. Önceki ca­hiliye devri kadınlarının açılıp sa­çılması gibi açılıp saçılmayın. Na­maz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin. Ey Pey­gamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister.

34- Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir (herşeyin inceliğini bilir), Habîr'dir (herşeyden haberdardır).

 

Belagat:

 

"Cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın." teşbih-i beliğdir. Cahiliye ehlinin açılıp-saçılması gibi demektir. Benzetme edatı ile benzetme yönü hazfedilmiştir.

"Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin." ifadesi "Namaz kılın, zekât ve­rin." ifadesinden sonra umumi olanın özel olana atfıdır. Zira taat, bütün emir ve nehiyleri ihtiva etmektedir.

"Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister." ifadesi istiaredir. "Rics: kirlilik" kelimesi günahlar ve masiyetler için, "tuhr: temizlik" kelimesi takva için kullanıldı. Zira isyankârın arzı kirli, takva sahibinin arzı temiz elbise gibi tertemizdir. [54]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizden" Peygamber hanımlarından "kim Allah'a ve Rasulüne itaat et­meye devam ederse" huşu duyar, boyun eğer ve taat üzere devam ederse, "ve salih amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat" diğer kadınların sevabı­nın iki mislini "veririz." Peygamber hanımlarına bir defa taat sebebiyle, bir defa da kanaat ve güzel geçim suretiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in rızasını ta­lep etmek sebebiyle iki kat ecir veririz. "Ayrıca biz böyle kimseler için" bü­tün ayıplardan ve âfetlerden salim olarak bu kimselerin ecirlerine ilâve olarak cennette "değerli bir rızık hazırladık."

"Ey Peygamberin hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi de­ğilsiniz." Faziletli olma konusunda kadın topluluklarından herhangi bir topluluk gibi değilsiniz. Üstün meziyetler hususunda kadınlar topluluğu içinde sizin benzeriniz yoktur. "Ehad" kelimesinin aslı "vahid: bir" mana-sındaki "vahad" kelimesidir. Sonra genel olumsuzluk için, hiçbir veya tek bir manasında kullanılır oldu. Olumsuzlukta müzekker, müennes, müfred, tesniye ve cemi için aynı şekilde ve eşit olarak kullanılır. "Siz takva sahibi olursanız," Allah'tan hakkıyla korkarsanız, dolayısıyla O'nun hükmüne ay­kırı davranmazsanız ve Rasulünü razı ederseniz yabancı erkeklerle konu­şurken hayasızlık şüphesi veren kadınlar gibi "çekici bir eda ile konuşma­yın. Yoksa kalbinde hastalık", fasıkhk, hayasızlık ve şüpheli şeyler arzusu "bulunan kimse tamaha düşer. Siz ciddi söz söyleyin." Hiçbir kimseyi kötü arzulara düşürmeksizin, kuşkulu tavırlardan uzak, çekici bir eda olmaksı­zın normal, iyi ve ciddi konuşun.

"Evlerinizde oturun." "Karne" kelimesinin aslı "akrarne'dir. Yani evle­rinizden ayrılmayın, demektir. Bu kelime, oturdu manasmdadır. "Ve-lâ te-berracne: Lâ teteberracne" demektir. Teberrüc; kadının güzelliklerinden ör­tülmesi gereken yerleri yabancı erkeklere göstermesi, demektir. "Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın." Kadın­ların erkeklere güzelliklerini göstermesi gibi İslâm'dan önceki cehalet dev­rindeki gibi açılıp saçılmayın. Bütün emir ve nehiylerde "Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Ey Peygamber ailesi!" Ey Peygamber'in hanımları "Şüphesiz Allah sizi kirlerden" günah, hata ve ırzı lekeleyen noksanlıklar­dan "arındırıp" sizi masiyetlerden "tertemiz kılmak ister." Beyzavî diyor ki: Şia'nın Ehl-i Beyti sadece Hz. Fatıma ve Hz. Ali ile oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'e tahsis edip bu ayeti onların masum olduklarına delil sayma­ları ve onların icmaımn hüccet olduğunu söylemeleri zayıf bir görüştür. Zi­ra Ehl-i Beyt ifadesinin onlara tahsis edilmesi ayetin öncesi ve sonrası ile uyuşmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Fatıma, Hz. Ali ve çocukları­nı bir örtünün içine alması ile ilgili hadis-i şerif onların Ehl-i Beyt'ten olduklarını ifade eder, başkalarının Ehl-i Beyt'e dahil olmadığını ifade etmez.

"Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." Yani ka­dınlara okunan ayetlerle öğüt verin ve sizi Peygamber'in ehl-i beyti kılma­sı, sizi vahyin beşiğinde kılması gibi imanın kuvvetli olmasını ve ibadete karşı daha çok gayretli olmayı gerektiren Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Ayetteki "hikmet" Muhammed Mustafa (s.a.)'in hadis-i şerifleri­dir. "Şüphesiz ki Allah Latiftir," Allah dostlarına ve kendisine itaatte bulu­nanlara yumuşak davranır. "Habir'dir." Bütün mahlukatmdan gayet haber­dardır, gayet iyi bilir, dinimizi ve dünyamızı ıslah edecek şeyleri emreder. [55]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah'ın adaleti ve rahmeti fazla ceza gibi fazla sevap bulunmasını da gerekli kılmaktadır. Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının ha­yasızlık işlemeleri durumunda kendilerine kat kat azap verileceğini zikret­tikten sonra onların bazı özelliklerini zikretti. Bunlardan,

Birincisi: Salih amel işlemeleri durumunda kat kat sevap verilmesi, cennette kendileri için değerli rızıkların hazırlanması.

İkincisi: Hz. Peygamber'in hanımlarının diğer bütün kadınlardan farklı oluşları,

Üçüncüsü: Kendilerine güçlü söz söylemelerinin ve yabancı erkeklere yumuşak konuşmamalarının emredilmesi,

Dördüncüsü: Evlerinde oturmalarının emredilmesi, açılıp saçılmaları­nın yasaklanması,

Beşincisi: Namaz kılma, zekât verme, emrettiği ve nehyettiği husus­larda Allah'a ve Rasulüne (s.a.) itaat etme suretiyle taata devam etmeleri­nin istenmesi,

Altıncısı: Günahlardan ve masiyetten ırz ve şerefi korumanın, takva ile süslenmenin gerçekleştirilmesi,

Yedincisi: Başkalarına Kur'an'ı ve Sünnet-i Nebeviyye'yi öğretmeleri­nin emredilmesi ve Allah Tealâ'nm üzerlerindeki nimetlerini hatırlamala­rının emredilmesi. [56]

 

Açıklaması:

 

1- Kat kat sevap verilmesi: "Sizden kim Allah'a ve Rasulüne itaat et­meye devam eder ve salih amel işlerse ona mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz böyle kimseler için değerli bir rızık hazırladık."

Yani içinizden kim Allah ve Rasulüne itaat eder, bütün azaları Allah için ürperir, Rabbinin emrine icabet eder, salih amel işlerse; Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden ve hane halkından olması sebebiyle ecir ve sevabı iki defa

veririz. Buna ilâve olarak böyle kimseler için ayıplar, noksanlıklar bulunan dünya rızıklarının aksine ahirette ve cennette hiçbir aybı ve kusuru olma­yan, hiçbir kimsenin minneti olmayan ve kendi kendine gelen değerli bir rızık vardır. Bundan dolayı dünyada "kerîm: çok ikram sever" vasfı ile ha­kiki ve mükemmel bir vasıf olarak sadece Rezzak olan Cenab-ı Hak tavsif olunabilir. Ahirette de rızkın bizzat kendisi "kerîm: değerli" vasfıyla tavsif olunmaktadır.

Dikkat edilirse Cenab-ı Hak ecir verilmesi durumunda bu ecri verenin (Allah'ın) açıkça ifade edilmesi için "nü'tihî: veririz" ifadesi kullanılmıştır. Bir önceki ayette azap verilmesi durumunda mükemmel rahmete ve kere­me işaret olması için azap veren, açıkça ifade edilmemiş "yüdâaf' kelimesi kullanılmıştır. Çünkü kerîm: iyikliksever kimse fayda verme durumunda kendisini ve fiilini ortaya koyar. Sıkıntı ve zarar verme durumunda kendi­sini zikretmez.[57]

2- Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının diğer bütün hanımlardan farklı oluşu: "Ey Peygamberin hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz."

Ey Peygamber'in eşleri! Sizin bütün müminlerin anneleri olmanız, peygamberlerden en hayırlısının eşleri olmanız, sizin evinizde ve sizin hak­kınızda Kur'an'm inmesi sebebiyle fazilet, mertebe, şeref ve itibar konusun­da kadınlar topluluğu içinde sizin hiçbir benzeriniz yoktur. Bu ifade aynen Arapların, falan, insanlardan (sıradan) biri gibi değildir, sözüne benzemek­tedir. Bunun manası bu kimsede başkasında bulunmayan daha hususî bir vasıf, meziyet ve fazilet vardır, demektir. Hz. Peygamber'in hanımları da böyledir. Onların şerefi Buhari-Müslim hadisinde: "Ben onlardan biri gibi değilim." diyen Hz. Peygamber (s.a.)'in yüce mertebesinden kaynaklan­maktadır.

3- Yumuşak söz söylemelerinin yasaklanması: "Eğer takva sahibi ol­mak istiyorsanız, çekici bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bu­lunan kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin."

Yani siz takvayı isterseniz, yahut Allah'ın hükmüne ve Rasulünün (s.a.) rızasına aykırı davranmaktan sakınan kimseler iseniz[58] erkeklerle konuşurken yumuşak ve ince konuşmayın. Sözleriniz ciddi, ihtiyatlı ve güçlü olsun. Böylece kalbinde kuşkuya, fasıklığa ve hayasızlığa meyil olan kimse ihaneti arzu etmemiş olur. Siz sesinde eğme bükülme olmayan, kuş­kudan uzak kocalarınıza hitap ettiğinizden farklı olarak normal, alışılage­len ciddi söz söyleyin.

Bu yasaklama Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları için böyle bir duru­mun ihtimal dahilinde olduğu manasına gelmez. Bundan murad onların en yüce faziletlere ve bu faziletli amelleri uygulamaya teşvik etmektir.

Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını hayasızlıktan, yani çirkin fiillerden menedince bunun ilk adımı olan, kalbinde hayasızlık, fa-sıklık ve münafıklığa meyil olan kimsenin kötü anlayışına sebep olacak şe­kilde kuşkulu ve karşı tarafa arzu verici tarzda yabancı erkeklerle konuş­maktan da menetti.

Ümmetin hanımları Allah Tealâ'nın emrettiği bu edeplerde Hz. Pey­gamber (s.a.)'in hanımlarına tabidirler. Kısaca; kadın yabancı erkeklerle kocasıyla konuşur gibi konuşmayacaktır.

"Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız" ifadesi,

a) Ya "Siz gerçekten Allah'tan korkuyorsanız, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz" manasında bu cümleden önceki cümleye bağlıdır. Zira Allah katında en üstün olanlar Allah'tan en çok korkanlardır.

b) Yahut "Gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle ko­nuşurken) çekici bir eda ile konuşmayın" manasında kendisinden sonraki cümleye bağlıdır.

c) "İn ittekaytünne" kelimesinin "yabancı erkeklerden biriyle karşılaş­tığınız zaman" manasında olması da doğrudur. Zira "itteka" kelimesinin karşılaştı manasında kullanılması Arap dilinde bilinen bir kullanış tarzıdır.

Ebu Hayyan şöyle diyor: Bu mana Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını medhetme hususunda daha beliğdir. Zira bu durumda onların ne faziletli oluşları, ne de yabancı erkeklerle çekici eda ile konuşmalarının yasaklan­ması takvaya bağlanmamaktadır. Çünkü onlar kendi nefislerinde gerçek­ten Allah'tan korkan (müttekî) hanımlardır. Yapılan nehyin takvaya bağlanması zahiri itibariyle kendilerinin takva ile muttasıf olmamalarını gerektirmektedir.[59]

"Maraz: hastalık" kelimesiyle anlatılmak istenen husus hayasızlık ar­zusu veya meyli demektir. Bu da fasıklık ve kötü sözdür. En doğru olan mana da budur. Bu ayette münafıklığın yeri ve ilgisi yoktur.

4- Evlerde oturmanın emredilmesi ve açık-saçıklığın yasaklanması: "Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp-saçılması gi­bi açılıp-saçılmayın."

Yani evlerinizden ayrılmayın. İhtiyaç olmaksızın dışarı çıkmayın. Tir-mizî ve Bezzar'ın Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri bir hadis-i şerif­te Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kadın avrettir. Evinden dı­şarı çıktığı zaman şeytan onu izler. Rabbinin rahmetine en yakın olduğu yer evinin dip köşesidir."

Yine Ebu Davud'un naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)

şöyle buyurmuştur: "Kadının gizli bir yerde kıldığı namazı, özel odasında kıldığı namazından daha efdaldir. Özel odasında kıldığı namazı, evinde açıktan kıldığı namazından daha efdaldir."

Kadınların mescidlere çıkması genç kızlar için caiz olmasa da yaşlı ka­dınlar için caizdir. Bunun delili İmam Ahmed ve Müslim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden alıkoymayın. Kadınlar -mescide giderken- tanınmayacak şekilde çıksınlar."

İslâm'dan önceki eski cahiliye dönemindeki kadınların açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın. Cahiliye: İslâm'dan önceki kâfirlerin yoludur. Teber-rüc: Kadının başındaki başörtüsünü bağlamadan atması, boynunu, küpelerini ve gerdanlıklarını ortaya koymak suretiyle göğüs ve gerdan gibi vücudunun güzel yerlerini ve ziynetlerini yabancı erkeklerin bakışına sun­masıdır.

5- Allah ve Rasulüne taatın devam etmesi: "Namaz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin."

Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına ciddi söz (hayırlı, alışılagelen güzel iyi söz) söylemelerini emrettikten sonra evlerinde otur­maları gibi kadınlara uygun davranışları beyan etti. Cenab-ı Hak daha sonra şerli davranışları yasakladı. Onlara namazı dosdoğru kılmalarını (namazı huşu içerisinde, rükün ve şartlarını tam anlamıyla yerine getir­mek suretiyle şer'an istenen şekilde eda etmelerini), zekât vermelerini (şer'an farz olan miktarda -zenginlerden fakirlere- yapılan iyilik şeklindeki bu emri yerine getirmelerini), emrettiği ve nehyettiği her konuda Allah'a ve Rasulüne itaat etmelerini emretti.

Allah Tealâ namaz ve zekâtın önemi, değeri ve büyük sonuçları sebe­biyle bu iki ibadeti özellikle zikretti. Birincisi, gönül temizliği ve dinin dire­ğidir. İkincisi, mal temizliği ve fakirliğe karşı koyma yoludur. Bu iki ibadet bedeni ve malî taatin temel iki direğidir.

"Allah'a ve Rasulüne itaat edin." ifadesi umumi olanın hususî olana atfı babındandır. Zira mükellefiyet sadece namaz ve zekâta ait değildir. Mükellefiyet Allah Tealâ'nın emrettiği ve nehyettiği her şeyi içine almakta­dır. Allah'ın emriyle Rasulünün emri birdir.

6- Yüksek itibarın gerçekleşmesi: "Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Al­lah, sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister."

Yani bu emir, nehiy ve öğütlerin sebebi sadece sizden günahı gider­mek, sizi masiyet ve günahların kirinden arındırmak için kalplerinizi iman nuruyla imar etmektir.

Ayetteki "rics: kirlilik" kelimesi günahlar için, "tuhr: temizlik" kelimesi takva içindir. Zira masiyetleri işleyenin benliği, kişiliği, kalbi bu masiyetlerle, maddî pisliklerle bedenin pislendiği gibi kirlenmekte, bu taatlerle bir­likte de temiz elbise gibi tertemiz olarak kalmaktadır. Bu istiarede Allah'ın nehyettiği şeylerden nefret ettirme, Allah'ın emrettiği şeylere teşvik etme vardır. "Rics: kirlilik" kelimesi günah, azab, necaset ve noksanlıklar için kullanılmaktadır. Allah bütün bunları Ehl-i Beyt'ten gidermektedir.

Ehl-i Beyit: Hz. Peygamber (s.a.)'le sıkı irtibat içinde bulunan eşler ve akrabaların tamamıdır. Emirlerin bunlara tevcih edilmesi, bunların üm­metin önderleri olması dolayısıyladır. İmam Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den naklettiğine göre Rasulullah (s.a.) altı ay boyunca sabah namazına çıktığı zaman Hz. Fatıma (r.a.)'mn kapısına uğrar ve şöyle derdi: "Namaz ey Ehl-i Beyti Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındı­rıp tertemiz kılmak ister."

7- Kur'an ve sünnetin öğretilmesinin emredilmesi ve nimetlerin hatır­latılması: "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir, Habîr'dir."

Yani evlerinizin vahiy beşiği kılınması gibi Allah'ın üzerinizdeki ni­metlerini hatırlayın. Burada okunan Allah'ın Kur'an'ındaki ayetlerini ve Rasulullah (s.a.)'e inen sonsuz hikmet, hükümler, ilimler ve şer'î esasları sakın unutmayın. Bununla amel edin ve bunu öğretin. Şüphesiz ki O La­tiftir (her şeyin inceliğini bilir). Size faydalı olan ve sizin dininizde size ya­rarlı olacak şeylerden gayet haberdardır. Bunu sizin üzerinize indirdi. Ayetleri ve şer'î esasları sizin evlerinizde kıldı. Sizi Rasulullah (s.a.)'in ha­nımları olarak seçti. Onun, fiili gayet hassas ve ince olup bilgisi her şeye ulaşır.

Burada taatte bulunmaya ve şer'î mükellefiyetlere sarılmaya teşvik etme; isyanda bulunmak, aykırı davranmak ve masiyetleri işlemekten nef­ret ettirme amacı bulunmaktadır. [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu edebî esaslar Allah Tealâ'nm Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına emrettiği yedi esastır. Ümmetin hanımları bu esaslarda büyük çoğunlukla Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına tâbidir.

1- Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının Allah ve Rasulüne itaat etme­leri ve salih amel işlemelerine kat kat sevap ve değerli rızık -yani cennet-verilir.

2- Allah'ın kendilerine lütfettiği Rasulullah (s.a.) ile beraberlik, kendi haklarında Kur'an ayetleri inmesi şeklindeki yüksek derece sebebiyle; Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları diğer bütün kadın topluluklarından farklı olarak mertebe, fazilet ve şerefe sahiptirler. Ancak bu fazilet, takva şartına bağlıdır. Aynı şekilde ümmetin hanımları diğer kadınlardan takva ve ameli salih ile ayrılmaktadırlar. Fakat onların dereceleri, gayet tabii olarak mü­minlerin anneleri olan Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına nisbetle alt de­recedir.

3- Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının konuşmaları ciddi ve sözleri kesin olmalı, eski Arap kadınlarının yabancı erkeklerle cazip ve yumuşak konuştukları şekilde kuşku veren kötü yoldaki kadınların konuşmaları gibi hayasızları çekecek bir şekilde yumuşak olmamalıdır.

Bu yasaklama Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına has değildir. Bu, müminlerin hanımlarını da içine almaktadır. Buna göre kadın alçak sesle konuşmakla emrolunmaktadır. Kadın yabancı erkeklerle -bu arada kızkar-deşin kocası, enişte gibi hısımlık yoluyla kendileriyle evlenmeleri haram olan erkeklerle- konuşma durumunda sesini yükseltmeksizin kararlı bir tavırla konuşmalıdır.

Kısaca ayette geçen "kavlen maruf en" dinin ve insanların yadırgama­dığı doğru, ciddi söz demektir.

4- Allah Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına evlerinde oturma­larını emretti ve teberrücü (açılıp saçılmayı) yasakladı. Teberrüc; örtülmesi daha güzel olacak yerlerin gösterilmesidir.

Ayette hitap her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına olsa da başkaları da mana açısından bu ifadeye dahil olmaktadır. Zira dinimiz ayette kadınların evlerinde oturmaları ve zaruret olmaksızın evden dışarı çıkmamaları emrini tekrarlamaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.)'in ha­nımlarının şerefini beyan etmek için ve tertemiz, namuslu ve iffetli olmala­rı konusunda ümmetin hanımlarına örnek oldukları için burada Hz. Pey­gamber (s.a.)'in hanımlarına hitap edilmiştir.

Hz. Aişe (r.a.)'ın Hz. Ali ile Hz. Talha ve Zübeyir taraftarları arasında­ki Cemel Vak'ası'nda bulunması savaş için değildi. Ancak halkın büyük fit­neden kendisine şikâyetleri arttı. Onun bulunmasından bereket umdular. Çarpışan toplulukların kendisinden utanacaklarını düşündüler.

Bunun üzerine Hz. Âişe (r.a.) insanların arasını ıslah etmek amacıyla bu olaya katıldı. "Ancak sadaka vermeyi, yahut iyilik yapmayı ve insanla­rın arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna. Onların gizli toplantıla­rının çoğunda hayır yoktur." (Nisa, 4/114) ayet-i kerimesine ve "Eğer mü­minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını düzeltiniz." (Hu-curat, 49/9) ayet-i kerimesine uyarak Hz. Aişe çıkmaya karar verdiği hac yolculuğu yerine bu olayda bulunmayı tercih etti.

İnsanların arasını ıslah etme emrine kadın-erkek bütün insanlar mu­hataptır. Ancak Allah Tealâ geçmiş takdiri ve hükmünün nafiz olmasıyla sulhun meydana gelmesini murad etmedi. Dolayısıyla savaş durumu mey­dana geldi ve çarpışma şiddetlendi. Hz. Aişe'nin devesi isabet aldı, bazıları devesini yaraladı. Bunun üzerine Muhammed b. Ebîbekr onu Basra'ya gö­türdü. Sonra da Hz. Ali (r.a.) onu deveye bindirerek 30 kadın arasında Me­dine'ye gönderdi. Hz. Âişe içtihadıyla yaptığı te'vilde isabetli ve sevap ka­zanan, yaptığı davranışta ecir kazanan müctehid, mütteki ve emre itaat­kâr bir hanım olarak Medine'ye ulaştı. Zira hükümlerde ictihad eden her kimse isabetlidir.

5- Namazın dosdoğru kılınmasının, zekâtın verilmesinin, emrettiği ve nehyettiği her şeyde Allah ve Rasulüne itaat etmenin emredilmesi.

6- Bütün bu emirler ve edepler Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'inin, masiyetlerin kirliliğinden ve münkerlerin çirkinliğinden arındırılması ve Peygamberimizin hanımlarının namus ve iffette Allah ve Rasulüne itaatte bütün hanımların öncüleri olarak kabul edilmesi amacıyladır.

Peygamberimiz (s.a.)'in Ehl-i Beyt'i, hanımları ve yakınları, amcaları ve amcaoğullarıdır. Razî diyor ki: Evlâ olan şöyle denilmesidir: Bunlar, Peygamberimiz (s.a.)'in çocukları ve hanımlarıdır. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali bunlardandır. Zira Hz. Ali (r.a.) Peygamberimizin kızıyla birlik­te yaşaması ve Peygamberimiz (s.a.)'e olan yakınlığı sebebiyle Ehl-i Beyt'tendir.[61] Bu, ayetin lafızlarından ve siyakından anlaşılmaktadır. Ayetlerin başındaki ve sonundaki hitap Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları­na yöneliktir.

Fakat Kurtubî diyor ki: Ayetten anlaşılan şudur: Ayet Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları ve bütün Ehl-i Beyt hakkında umumidir. Ancak "sizi arındırır" buyurdu. Zira Rasulullah (s.a.), Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüse­yin onlara dahildir. Müzekkerle müennes bir arada toplandıklarında tağlib yoluyla müzekker zamir kullanılır. Dolayısıyla ayet Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının Ehl-i Beyt'ten olmasını gerekli kılmaktadır. Zira ayet onlar hakkındadır. Hitap onlaradır. Sözün gelişi de buna delâlet etmektedir.[62]

Tirmizî'nin ve başkalarının Ümmü Seleme'den rivayet ettiği hadis-i şerife gelince, bu Tirmizî'nin dediği gibi "garib" -yani pek kuvvetli olmayan ve ravilerin sayısı fazla olmayan- bir hadistir. Hadisin metni şu şekildedir:

Ümmü Seleme (r.a.) diyor ki: Bu ayet benim evimde nazil oldu. Rasu­lullah (s.a.) Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırttı. Onlarla birlikte bir Hayber örtüsünün altına girdi ve "Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir." dedi ve ayeti okudu, şöyle dua etti: "Allahım! Onlardan kirliliği kaldır. Onları tam manasıyla arındır." Ümmü Seleme diyor ki:

- Ben de onlarla beraber miyim, ya Rasulallah? dedim. Peygamberimiz

(s.a.):

-  "Sen yerinde kal. Sen hayır üzerinesin." dedi.

Kuşeyrî diyor ki: Ümmü Seleme dedi ki: Ben başımı bu örtü içerisine soktum. Ben de onlardan mıyım ya Rasulallah? dedim. Peygamberimiz

(s.a.)

- Evet, dedi.

7- Peygamber'in hanımlarına verilen Allah'ın nimetinin hatırlatılma­sı: Zira Allah onları içinde Kur'an okunan ve hikmet -Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri- konuşulan evlerde yaşatmıştır.

Ayrıca ayetleri düşünmenin emredilmesi, Allah Tealâ'nm öğütlerinden ibret alınması, güzel fiillerin işlenilmesi, Allah Tealâ'nm emir ve nehiyleri-nin korunması, insanların uygulamaları ve uymaları için bu emirlerin in­sanlara haber verilip tebliğ edilmesi.

Bu ayet din hususunda kadın ve erkeklerden gelecek haber-i vahidin kabulünün caiz olduğuna delâlet etmektedir.

İbnü'l-Arabî şöyle demiştir: Bu ayette gayet nazik bir mesele bulun­maktadır. Bu mesele şudur: Allah Tealâ, Peygamber'ine, kendisine indiri­len Kur'an'ı tebliğ etmesini ve kendisine öğretilen dinî emirlerin öğretilme­sini emretti. Hz. Peygamber Kur'an'ı bir kişiye veya kimlere rast gelirse okuduğu zaman bu farz kendisinden düşmektedir. Bunu duyan kimsenin de bunu başkalarına duyurması gerekir. Hz. Peygamber'in bunu bütün sa­habeye zikretmesi gerekmiyordu. Yahut bu ayetleri hanımlarına öğrettiği zaman insanların huzuruna çıkıp onlara: Bu ayet indi veya bu meydana geldi, demesi ve bunları erkeklere bildirmesi gerekmiyordu.[63]

 

Ahiret Sevabı Hususunda Erkeklerle Kadınlar Arasındaki Eşitlik:

 

35- Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mümin erkeklerle mü­min kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden ka­dınlara, sadık erkeklerle sadık ka­dınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla kor­kan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren er­keklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan er­keklerle iffetlerini koruyan kadın­lara, Allah'ı çok zikreden erkekler­le (Allah'ı) çok zikreden kadınlara şüphesiz ki Allah mağfiret ve bü­yük bir mükâfat hazırlamıştır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar," İslâm'a dahil olanlar, Al­lah'ın hükmüne boyun eğenler, İslâm'ın şartlarını yerine getirenler. "İs­lâm", teslim olma ve Allah'ın emrine boyun eğmedir, "mümin erkeklerle mümin kadınlar," imanın şartlarını tasdik edenler. "İman", Allah tarafın­dan gelen emir ve nehyi tasdik etmektir, "ibadet eden erkeklerle ibadet eden kadınlar," Allah'a boyun eğen ve taatlere devam edenler. "Kunût", hu­zur içerisinde taat etmek, demektir, "sadık erkeklerle sadık kadınlar," söz ve davranışlarında sadık olanlar, "sabreden erkeklerle sabreden kadınlar," taatlerde ve günahlardan uzak kalmada sebat edenler. Sabır, zorluklara rağmen meşakkatlere ve ibadetlere tahammül etmek ve masiyetlerden uzaklaşmaktır. "Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle kadınlar," kalpleri ve vücut azalarıyla Allah'a boyun eğenler. "Huşu", sükûnet ve gönül rahatlığı­dır, "sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar," mallarında vacip olan hakkı ayıranlar, "oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar," Ramazan'da farz olan oruç ile diğer adak, yemin keffareti, hata ile adam öldürme sebe­biyle tutulan oruç ibadetini yerine getirenler, "iffetlerini" haramdan "koru­yan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlar," kalpleriyle ve dilleriyle "Allah'ıçok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar için şüphesiz ki Allah" günahlarını, yani işledikleri küçük günahları silecek "mağfiret" ve taatleri-ne karşı "büyük bir mükâfat" yani ahiret nimeti "hazırlamıştır".[64]

 

Nüzul Sebebi:

 

Tirmizî -hasendir, diyerek- Ümmü Umare el-Ensarî'den naklediyor: Ümmü Umare Peygamberimiz (s.a.)'e gelip "Herşeyin erkeklere ait olduğu­nu görüyorum. Kadınların ise hiçbir şeyde zikredildiğini görmüyorum." de­di. Bunun üzerine "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar ..." (Ahzab, 33/35) ayeti nazil oldu.

Taberanî hasen senedle İbni Abbas'tan naklediyor: Kadınlar,

- Ya Rasulallah! Cenab-ı Hak mümin erkekleri zikrediyor da niçin mü­min hanımları zikretmiyor? dediler. Bunun üzerine "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar..." ayeti nazil oldu.

İbni Sa'd, Katade'den naklediyor: Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları zikrettiği zaman kadınlar:

-  Bizde hayır olsaydı, bizi de zikrederdi, dediler. Bunun üzerine Ce­nab-ı Hak "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar..." ayetini indirdi.

İmam Ahmed, Neseî ve İbni Cerir, Abdurrahman b. Şeybe'den nakle­diyorlar: Peygamberimiz (s.a.)'in hanımı Ümmü Seleme (r.a.)'ın şöyle dedi­ğini işittim:

- Peygamberimiz (s.a.)'e dedim ki: Niçin erkeklerin zikredildikleri gibi biz de Kur'an'da zikredilmiyoruz? Ümmü Seleme (r.a.) anlatmaya devam etti: Peygamberimiz (s.a.)'in minberdeki o günkü hutbesi kadar onun hiçbir sözü hiçbir gün bana heybetli gelmemişti. O sırada saçlarımı tarıyordum. Saçlarımı topladım. Sonra evimin odasına çıktım. Kulağımı pencereye ver­dim. Bir de ne göreyim, Efendimiz (s.a.) minberde şöyle diyordu:

- Ey insanlar! Allah Teala şöyle buyuruyor: "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar..." ayetini sonuna kadar okudu. [65]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına geçen emir ve nehiy-leri verdikten ve onların elde edecekleri sevabı beyan ettikten sonra müs­lüman erkek ve kadınlara hazırladığı mağfiret ve ahiretteki büyük sevabı açıkladı. [66]

 

Açıklaması:

 

Bu ayet taat üzere bulunan ve bu hasletlere sahip olan erkek ve kadınlara bir vaaddir. Allah Tealâ burada Peygamber hanımlarının onunla olan beraberliklerine, onunla olan sıkı irtibatlarına, ona olan yakınlıkları­na güvenmeden bütün erkek ve kadınların taşımaları gereken sıfatlara işaret etmek üzere on ayrı mertebeyi zikretti:

1- Allah'ın emrine boyun eğip teslim olmak (İslâm) ve dinin hükümle­rine uygun söz ve davranışta bulunmak,

2- Allah tarafından gelen dinî esaslar, hükümler ve edepleri tam ma­nasıyla tasdik edip inanmak (iman). Bu, imanın İslâm'dan farklı olduğuna, birincisinin -yani imanın- ikinciden -İslâm'dan- daha hususî bir ifade oldu­ğuna delildir.

İman salih amel işlemekle beraber kâmil bir tasdik ve inançtır. İslâm ise hem söz, hem de bilfiil amel işlemektir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bedevi Araplar, biz iman ettik, derler. De ki: Siz iman etmediniz. Sadece müslüman olduk, deyin. İman he­nüz sizin kalplerinize girmedi." (Hucurat, 49/14)

Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde buyuruluyor ki: "Zina eden zina et­tiğinde mümin olarak zina etmez." Zina fiili ondan imanı soyar alır. Bütün müslümanların icmaı ile bu fiilden dolayı kâfir olması gerekmez. Dolayı­sıyla bu, imanın İslâm'dan daha hususî olduğuna delâlet etmektedir.

3- Kunût: Salih amele devam etmek, huzur ve sükûnet içerisinde taat-te bulunmaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin sec­de ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten korkan, Rabbinin rah­metini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu?" (Zümer, 39/9); "Gök­lerde ve yerde olan herşey onundur. Hepsi ona boyun eğmiştir." (Rum, 30/26); "Ey Meryem! Rabbine boyun eğ, secde et ve rükû edenlerle birlikte rukûda bulun." (Âl-i İmran, 3/43).

Bu mertebeler arasında derece derece ilerleme görülmektedir. Zira İs­lâm kelime-i şehadeti söyleme, namazı dosdoğru kılma, zekât verme, Ra­mazan orucu tutma, yol bulmaya gücü yetenin Beytullah'ı haccetmesi şek­linde dış görünüş itibariyle İslâm'ın yaşanmasıdır.

Sonra bir üst mertebe olan "iman" mertebesi gelmektedir ki, iman Al­lah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayrına ve şerrine inanma şeklinde kalpte bulunan, içten tasdik ve tesli­miyetten ibarettir.

Daha sonra da bunların toplamından taatte ve ibadeti eda etmede sü­kûnet ve gönül huzuru meydana gelir.

4- Söz ve davranışlarda sâdık olmak. Bu övülen bir haslettir ve ima­nın alâmetidir. Nitekim yalancılık da münafıklığın bir emaresidir. Dolayı­sıyla kim sadık, doğru sözlü olursa kurtulur.

İmam Ahmed, Buhari (el-Edebü'l-Müfred kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri "sahih" hadis-i şerifte şöyle buyu-ruluyor: "Doğru sözlülüğe sarılın. Çünkü doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de cennete iletir. Kişi doğru konuşmaya ve doğruluğu izlemeye devam ede ede nihayet Allah nezdinde "sıddîk" (son derece sâdık) olarak yazılır. Yalan söy­lemekten sakının. Zira yalan söz fücura (açıktan günah işlemeye), o da ce­henneme iletir. Kişi yalan söylemeye, yalancılığı izlemeye devam ede ede ni­hayet Allah katında yalancı olarak yazılır."

Bu sebeple bazı sahabiler -Allah kendilerinden razı olsun- ne cahiliye-de, ne de İslâm'da bir defa olsun yalan söylemeyi denememişlerdir.

Bu mertebe (sadık olma), kunût (gönülden huzurla taatte bulunma) mertebesinden sonra gelir. Kim iman eder, salih amel işlerse, kâmil olur, sonra da başkalarını kemale erdirir, iyiliği emreder ve kardeşine doğruluk­la nasihatte bulunur.

5- Musibetlere karşı sabretmek, ibadetleri eda etmede ve masiyetleri terketmede sıkıntılara katlanmak, takdir edilen şeyin hiç şüphesiz olacağı­nı bilmek ve bunu sabır ve sebatla karşılamak.

Sabır ancak ilk darbe anındadır. Yani sabrın en zorlu ve en gerekli ola­nı hadisenin ilk anında olan sabırdır. Sabır güvenilir ve derin âlimlerin se-ciyesidir. Sabır, geçen dört mertebeden sonra gelir. Zira iyiliği emredip kö­tülüğe engel olan kimse eziyete maruz kalacak, o da buna sabredecektir.

6- Huşu (Allah için gönülden ürperme), Allah Tealâ'nm cezasından korkarak, O'nu düşünerek, kalben ve davranışlarla Allah Tealâ'ya karşı al­çakgönüllü olmak; huzur, itminan, olgunluk ve ağırbaşlılıktır. Tıpkı Müs­lim'in Hz. Ömer (r.a.)'den naklettiği "sahih" hadiste olduğu gibi "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyor­san da, O seni görüyor."

Bu mertebe, güzel amellere karşı bir murakabe (kontrol) mesabesinde gelir. Zira insan güzel amel işleyince, nefsiyle böbürlenebilir ve ibadetiyle gururlanabilir. Allah Tealâ da alçakgönüllü olmayı emrediyor ki nefsî arzu­lar ve nefsî şehvetler onu esir alıp da kendisini alçaltacak durumlara dü­şürmesin. Kendisinden sadır olan bütün bu amellerin meyvelerini esip sa­vurmasın.

7- Mal ile tasaddukta bulunmak. Bu kendilerinin kazancı veya bakıcı­sı olmayan muhtaç ve güçsüz kimselere ihsanda bulunmak, demektir. Bu çeşit kimselere Allah'a itaat ve yarattıklarına iyilik olmak üzere farz veya nafile olarak sadaka verilir.

Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan hadis-i şerifte buyurulu-yor ki: 'Yedi grup insan vardır ki Allah hiçbir gölgenin bulunmadığı o gün­de bu yedi grubu arşının gölgesinde gölgelendirecektir... Bu yedi gruptan bi­ri; bir sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek derecede sa­dakayı gizleyen kimsedir."

Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Ateşin suyu sön­dürdüğü gibi sadaka günahı söndürür."

Bu mertebe, bundan önceki mertebelerin pratik bir ifadesidir. Çünkü malı (Allah yolunda) harcamak, nefsin ona duyduğu sevgi sebebiyle nefse ağır gelir. Bu insanın kardeşini sevmesinin delili olup, kardeşini fakirlik ve yoksulluk âfetlerinden korumak için yardım eder. Ayrıca sadaka temizle­mektedir ve kirlerden arındırma vesilesidir.

8- Farz veya nafile olarak oruç tutmak. Oruçta maddî şeylere bağlılık­tan uzaklaşıp ruhî bir yüceliş ve Allah'a kulluğa yöneliş vardır. Oruç şeh­vetin hiddetini kırmaya en çok yardımcı olan ibadetlerdendir.

Nitekim Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilen Buhari-Müslim'in sa­hih hadisinde Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Zira evlilik gözü daha fazla (haramdan) saklar, iffeti daha çok korur. Kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun. Çünkü oruç ona kalkandır."

Oruç ayrıca vücut temizliğidir. İbni Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.): "Oruç bedenin temizliğidir." buyurmuştur. Ya­ni bedeni, gerek tabiat açısından gerekse şer1 an seviyesiz sayılan davranış­lardan uzak tutar, vücudu manevi kirlerden arındırır, temizler.

Nitekim Said b. Cübeyr şöyle demektedir: "Kim Ramazan orucunu tu­tar, ayrıca her ay üç gün oruç tutarsa, ayette geçen "oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar" ifadesi içine girer."

9- İffetli olmak, namusu (mubah şeyler dışında) haramlardan ve gü­nahlardan korumak. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Zira bun­lar kınanmazlar. Bu sınırları aşmak isteyenler aşırı gidenlerin ta kendileri­dir. " (Müminûn, 23/5-6).

Kim mahrem yerlerin hürmetini çiğneyip zina ederse, bütün haramla­rı çiğnemek ona basit gelir. Kim mahrem yerini haramdan korur ve nefsi­nin iffetini muhafaza ederse, Allah Tealâ'nm rızasına lâyık olan temiz ve saf kimselerden olur.

Dikkat edilirse son iki mertebe arasında uyum bulunmaktadır. Oruçlu olanlarla yeme-içme şehvetinin kendilerini Allah'a ibadetten alıkoymayan kimselere işaret edilmiştir. Mahrem yerlerini koruyan iffetli kimselerle, cin­sî şehvetin kendilerini ibadetten alıkoymadığı kimselere işaret edilmiştir.

10- Allah Tealâ'yı çok zikretme: Bu kalpte Allah Tealâ'nın azametini düşünmek, O'nu dille bütün noksanlıklardan tenzih etmek, Allah için sa­dık bir niyetle bütün durumlarda tam bir kemalle muttasıf olduğunu ifade etmektir.

Görülüyor ki insanın ayakta, oturarak ve yatarak zikre devam etmedikçe zikreden kimse olamayacağına işaret etmek için -ki bu Mücahid'den rivayet edilmiştir- Allah Tealâ "zikir" konusunu ifade ettiği pek çok yerde "çok"lukla beraber zikretti. İnsan geceleyin teheccüd namazı kılmakla da zikir erbabı olabilir. Nitekim Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kişi geceleyin hanımını uyandırıp da iki rekat namaz kı­larlarsa, bu gece Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlardan olurlar."

Zikir aynı zamanda namazda, yemek yerken, su içerken, yürürken, alış veriş ederken, binerken ve inerken bunlar dışında pis yerler dışındaki her yerde olur. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurdu: "Onlar Allah 'ı ayak­ta, otururken ve yanları üzerinde iken (yatarken) Allah'ı zikrederler." (Al-i İmran, 3/191).

Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin ve O'nu sabah-akşam teşbih edin." (Ahzab, 33/41-42).

Ayette geçen bu edepler "zikir" ile sona erdi. Zira İslâm, iman, kunût, sıdk, sabır, huşu, sadaka ve oruç gibi bütün dini amellerin sıhhati Allah Tealâ'nın zikrine -yani niyete- bağlıdır.

İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir:

- Tevhid ehli olanlar öne geçti. Ashab-ı kiram:

- Tevhid ehli olanlar kimlerdir? diye sordular. Peygamberimiz (s.a.):

-Allah'ı çok zikreden erkeklerle çok zikreden kadınlar, buyurdu. Yine İmam Ahmed, Muaz el-Cühenî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Bir zat Peygamberimiz (s.a.)'e:

-  Mücahidlerin hangisi daha büyük ecre sahiptir ya Rasulallah? diye sordu. Rasulullah (s.a.):

- Allah Tealâ'yi daha çok zikredenler, dedi. Aynı zat:

- Peki, oruçluların hangisi daha çok ecre sahiptir? diye sordu. Peygam­berimiz (s.a.):

- Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Aynı şahıs namaz, zekât, hac ve sadakayı zikretti. Bütün bunlara Rasulullah (s.a.):

-Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.):

- Zikredenler bütün hayırları alıp götürdüler, dedi. Efendimiz (s.a.) de:

- Evet, dedi.

Allah Tealâ daha sonra hepsinin mükâfatını zikrederek şöyle buyurdu: "Allah (onlar için) mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."

Yani Allah Tealâ onlara günahlarım silecek mağfiret ve büyük bir mükâfat, yani cennet hazırlamıştır. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayet, tefsirinde açıklandığı gibi Allah Tealâ'nın emrettiği, on edebi ih­tiva etmektedir. Bu ayet İslâm'ın sâdık niyet, Allah'a ihlâsla bağlılık ve Al­lah'ı çok zikretme çerçevesinde inanç, ibadet, ahlâk, sülük ve yapıcı sosyal çalışma konularındaki İslâmî esasları birarada toplamaktadır.

Allah Tealâ bu ayete, imanı ve azalarla amel etmeyi ihtiva eden İs­lâm'ı zikrederek başladı. Sonra İslâm'ın temel esası olduğu uyarısında bu­lunarak imanı zikretti. Bunun ardından kanit olan itaat eden kulu, sonra da sadık yani ahdettiği şeyde vefakârlık gösteren kimseyi, şehvetleri terke-den, rahat ve sıkıntı zamanında taatler üzerinde sebat edip sabreden kim­seyi, Allah'tan huşu duyup ürperen, farz ve nafile sadaka veren, farz ve na­file oruç tutan, mahrem yerini zina ve benzeri helâl olmayan şeylerden ko­ruyan iffetli kimseyi, namazların ardından sabah-akşam, yataklarında ve uykudan uyanınca Allah'ı çok zikreden kimseyi zikretti.

Zikirde pek çok faydalar olup bunların başında müminin bütün halle­rinde Allah Tealâ ile irtibatlı olması gelir.

Mücahid diyor ki: Kişi ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı zikretme-dikçe, Allah Tealâ'yı çok zikredenlerden olamaz. Ebu Said el-Hudrî diyor ki: Kim ailesini geceleyin uyandırır ve ikisi dörder rekat namaz kılarlarsa, Al­lah'ı çok zikreden erkek ve çok zikreden kadınlar arasında yazılırlar. [68]

 

Zeyd b. Harise Ve Zeyneb bt. Cahş Kıssası:

 

36- Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mü­min erkeğin ve mümin kadının ar­tık işlerinde başka yolu seçme hakkı   yoktur.   Kim  Allah'a   ve Rasulüne isyan ederse şüphesiz ki o açıkça sapıklığa düşmüş olur.

37- Hani bir zaman Allah'ın kendisi­ne lütufta bulunduğu, senin de ken­disine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork." diyordun. Fakat Allah'ın açığa vu­racağı şeyi içinde saklıyor, insan­lardan korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyık­tı. Zeyd hanımından ilişiğini kesin­ce, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri mut­laka yerine gelecektir.

38- Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim

daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir.

39- Onlar Allah'ın emirlerini insan­lara tebliğ ederler. Allah'tan kor­karlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter.

40- Muhammed adamlarınızdan hiç­birinin babası değildir. O sadece Al­lah'ın Rasulü ve peygamberlerin so­nuncusudur. Allah her şeyi çok iyi bilir.

 

Belagat:

 

"Mümin bir erkeğin ve mümin bir kadının artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur." mealindeki ayetteki "Limüminin" ve "müminetin" ke­limelerindeki nekre, umûm ifade etmek içindir. Çünkü nekre nefy siyakın­da umum ifade eder. Yani hiçbir mümin erkeğin veya mümin bir kadının Allah ve Rasulünün murad ettiği şeylerden başka bir şey arzu etme hakkı yoktur.

"Onlar Allah'tan korkarlar" ve "O'ndan başka kimseden korkmazlar­dı. " ifadeleri arasında tezat sanatı (tıbak-ı selb) yapılmıştır. [69]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman" yani Al­lah'ın Rasulü hükmettiği zaman demektir. Ayette "Allah"ın adının zikredil­mesi Hz. Peygamberin hükmünün yüceliğini ifade etmek ve onun hükmü­nün Allah'ın hükmü olacağını ifade etmek içindir. Bunun sebebi ise, bu ayetin Peygamberimiz (s.a.)'in halası Ümeyme bt. Abdilmuttalib'in kızı (Zeyneb bt. Cahş) hakkında nazil olmasıdır. Rasulullah (s.a.) Zeyneb'i Zeyd b. Harise için istemiş, Zeyneb ve kardeşi Abdullah bu seçimi kabul etme­mişlerdi. Halbuki onların kendi tercihlerini Allah ve Rasulünün seçimine tâbi kılmaları gerekiyordu. "Mümin bir erkeğin ve mümin bir kadının artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur." Bu onlar için doğru değildir ve bu uygun değildir. "Kim Allah 'a ve Rasulüne isyan ederse, şüphesiz ki o açık­ça" doğruluktan saptığı gayet açık, bariz "sapıklığa düşmüş olur."

"Hani bir zaman Allah'ın kendisine" İslâm'la "lutûfta bulunduğu, se­nin" azad etmek ve hürriyete kavuşturmakla "kendisine lütufta bulundu­ğun" kimse ki bu Zeyd b. Harise olup cahiliye esirlerinden idi. Rasulullah (s.a.) peygamberlikten önce onu satın almıştı. Daha doğrusu Hz. Hadice (r.a.) Zeyd'i kendisine hibe etmiş, sonra da Rasulullah (s.a.) Zeyd'i azad edip evlât edinmişti. Zeyd'in kıssası daha önce anlatılmıştı. Sen bu "kimse­ye: Hanımını" Zeyneb'i "bırakma." Onu boşama konusunda "Allah'tan kork," onu zarara uğratarak boşama "diyordun. Fakat Allah 'in açığa vura­cağı şeyi içinde saklıyordun." Gönlünde Allah'ın ortaya çıkaracağı şeyi yani Zeyneb'in kocasından boşandıktan sonra Allah'ın onunla evlenmen emrini gizliyordun.[70] "İnsanlardan korkuyordun." Onlardan utanıyordun, onların evlât edindiği çocuğunun boşadığı hanımıyla evlendi, deyip seni ayıplama­larından korkuyordun. "Halbuki Allah kendisinden" her hususta "korkma­na daha lâyıktı." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) insanların sözüne aldır­madan Zeyneb'le evlendi. Beyzavî diyor ki: Kınama sadece gizlemeye değil­dir. Zira gizleme yalnız başına güzeldir. Asıl insanların sözlerinden korktu­ğunu gizleme kınanmaktadır. Zira bu gibi şeylerde evlâ olan susmak, ya da işi Rabbine havale etmektir. 'Zeyd hanımından ilişiğini" nikâh irtibatını "kesince" yani onu boşayınca "biz onu sana nihâhladık", onu sana eş kıldık ve sana onunla evlenmeni emrettik. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) Al­lah'ın izninden sonra hiçbir beşerin izni olmaksızın Zeyneb'in yanına girdi. Müslümanlara et ve ekmek yedirdi. Bu, beşerî bir akit vasıtası olmaksızın meydana gelen bir nikâhtır. Bunun delili Hz. Zeyneb'in, Peygamberimiz (s.a.)'in diğer hanımlarına:

- Benim nikâhlanmamı Allah üstlendi. Sizleri ise velileriniz evlendir­di, demesidir.

"Ki böylece" evlât diye iddia ettikleri "evlâtlıkların" ilişiklerini kestik­leri "eşleriyle evlenmekte bir güçlük", bir mahzur ve daimî bir sıkıntı "olma­sın." Hz. Zeyneb'in Peygamberimizle evlenmesinde olduğu gibi "Allah'ın emri", Allah'ın takdiri hiç şüphesiz "yerine gelecektir." gerçekleşecektir, mutlaka meydana gelecektir.

Ayetteki "Li-key lâ ..." cümlesi evlendirmenin sebebini bildirmektedir. Bu ifade, bir delil tahsis etmediği müddetçe, Peygamber'in hükmü ile üm­metin hükmünün aynı olduğuna delildir.

"Allah'ın kendisine takdir ettiği", taksim ettiği, belirlediği ve hükmet­tiği "bir şeyi yerine getirmede Peygamber'e hiçbir güçlük yoktur. Nitekim daha önce geçmiş peygamberlere de bu kanunu koymuştu." Daha önce ge­çen peygamberlere de bu konuda ve Allah'ın mubah kıldığı hususlarda hiç bir güçlük ve vebal olmadığı esasını ortaya koymuştu. "Allah'ın emri tak­dir edilmiş bir kaderdir." Allah'ın fiili, kesinleşmiş bir kader, mutlaka mey­dana gelecek bir hükümdür. "Onlar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve ondan başka kimseden korkmazlardı." Yani o peygamberler Allah'ın kendilerine helâl kıldığı hususlarda insanların sö­zünden çekinmezlerdi. Bu apaçık ifadeden sonra yapılan bir ta'rizdir. "He­sap görücü olarak" mahlukatmm amellerini ve muhasebelerini tespit edici olarak "Allah yeter." Dolayısıyla kendisinden korkulacak olan sadece Al­lah'tır.

"Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin" gerçekte "babası değildir." ki böylece evlâtlık almaktan kaynaklanan yakın akrabalık haramlığı sabit ol­sun. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.) evlâtlığı olan Zeyd'in babası değil­dir. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.)'e Zeyd'in boşadığı hanımıyla evlen­mesi haram değildir.

"O sadece Allah'ın Rasulü" Her rasul ümmetinin babasıdır. Ama mut­lak olarak babası değil, ümmetine karşı şefkatli ve merhametlidir. Onlar için iyilikseverdir, müminlerin kendisine saygı duymaları ve itaat etmeleri gereklidir. Zeyd de diğer müminler gibidir, onlardan biridir, "ve peygamber­lerin sonuncusudur." "Hatim" kelimesi "htm" fiilinin ism-i failidir. Yani kendisinden sonra peygamber olacak bir erkek çocuk bulunamaz. "Hatem" şeklindeki kıraate göre "hatm" âleti olan "hatem" mühür anlamındadır. Peygamberleri mühürleyen son kişidir, ya da peygamberler onunla mühür­lendiler. "Allah her şeyi çok iyi bilir." Peygamberleri kendisiyle sona erdir­meye kimin lâyık olduğunu, O gayet iyi bilir. Yine peygamberin durumu­nun nasıl olması gerektiğini, en iyi O bilir.

Peygamberimiz (s.a.)'in Tahir, Tayyib, Kasım ve İbrahim'in babası ol­ması ayete aykırı değildir. Çünkü bunlar ayetteki "Min ricaliküm: Sizin adamlarınızdan" ifadesiyle nefy hükmünün dışında bırakılmışlardır. Zira bu çocuklar henüz adam derecesine ulaşmadan vefat etmişlerdir. Ayrıca "rical" kelimesi ümmete nisbet edilmiştir. Bu çocuklar ise ümmetin değil, Hz. Muhammed (s.a.)'in adamlarıdır.

Hz. İsa'nın âhir zamanda inecek olması "peygamberlerin sonuncusu" ifadesiyle çelişki teşkil etmemektedir. Zira ayetin manası şudur: Hz. Mu­hammed (s.a.)'den sonra yeni başlayan bir peygamberlik olamaz, ondan sonra hiçbir kimse peygamber olamaz. Hz. İsa, Hz. Muhammed (s.a.)'den önce gönderilen peygamberlerden olup -yeryüzüne tekrar- indiğinde Hz. Muhammed (s.a.)'in şeriatıyla hükmedecek, onun ümmetinden biri gibi onun kıblesine doğru namaz kılacaktır. [71]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman..." ayetinin (36. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Taberanî'nin "sahih" sened-le Katade'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Zeyneb'i Zeyd'e nikahlamak istemişti. Hz. Zeyneb ise Peygamberimiz (s.a.)'in, kendisini kendisi için istediğini zannetmişti. Ama daha sonra kendisini Hz. Zeyd için istediğini öğrenince bunu kabul etmedi. Bunun üzerine "Allah ve Peygam-ber'i bir şeye hükmettiği zaman hiçbir mümin erkek ve mümin kadının ar­tık işlerinde başka yolu tercih etme hakkı yoktur." (Ahzab, 33/36) ayeti nazil oldu.

İbni Cerir'in İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre; Rasulullah (s.a.) Zeyneb bt. Cahş'ı Zeyd b. Harise için istemişti. Hz. Zeyneb bunu kabul et­memiş,

- Ben soyca ondan daha üstünüm, demişti. Bunun üzerine de "Allah ve peygamberi bir şeye hükmettiği zaman hiçbir mümin erkek ve mümin ka­dın..." (Ahzab, 33/36) ayeti indi.

İbni Ebî Hatim Üsame b. Zeyd'den naklediyor: Bu ayet Ümmü Gül­süm bt. Ukbe b. Ebî Muayt hakkında nazil olmuştur. Ümmü Gülsüm ka­dınlardan ilk hicret eden idi. Kendini Hz. Peygamber'e hibe etmiş, Hz. Pey­gamber (s.a.) de onu Zeyd b. Harise'ye nikahlamıştı. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm ve kardeşi öfkelenmişler ve :

- Biz Rasulullah (s.a.)'i murad ettik. O da bizi kölesiyle nikahladı, de­mişlerdi.

Bu görüş önceki görüşlerden daha zayıftır. Dolayısıyla tercih edilen görüş Katade, İbni Abbas ve Mücahid'in bu ayetin nüzul sebebi hakkında zikrettikleri şu görüştür: Rasulullah (s.a.), Zeyneb bt. Cahş'ı istemeye gitti. Zeyneb, Rasulullah (s.a.)'in halasının kızıydı. Zeyneb, Rasulullah (s.a.)'in bu talebi kendisi için yaptığını zannetti. Onun kendisini Zeyd için istediği anlaşılınca bu durumdan hoşlanmadı, bunu kabul etmeyip reddetti. Bunun üzerine bu ayet indi.

"Hani bir zaman Allah'ın kendisine..." ayetinin (37. ayet) nüzul sebe­biyle ilgili olarak Buhari'nin Hz. Enes'den naklettiğine göre Zeyneb bt. Cahş ve Zeyd b. Harise hakkında nazil oldu.

Hakim, Enes'den naklediyor: Zeyd b. Harise Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek hanımı Zeyneb bt. Cahş'dan şikâyet etti. Peygamberimiz ona:

- Hanımını tut, dedi. Bunun üzerine "Allah 'm açığa vuracağı şeyi gön­lünde gizliyorsun." ayeti nazil oldu.

Müslim, Ahmed ve Neseî rivayet ediyorlar: Zeyneb'in iddeti bittiği za­man Rasulullah (s.a.) Zeyd'e:

-  Git, ona benden bahset, dedi. Zeyd de gidip bunu Zeyneb'e bildirdi. Zeyneb:

-  Ben Rabbimle istişare etmeden hiçbir şey yapamam, dedi. Namaza kalktı ve Kur'an okudu. Peygamberimiz (s.a.) gelip izin istemeden Zey­neb'in yanma girdi.

Zeyd anlatıyor: Rasulullah'ın huzuruna girdiğimizde Hz. Zeyneb'in ni­kâhı için bize et ve ekmek yedirdi. Yemekten sonra davetliler dışarı çıktı. Bazı kimseler de oturarak konuşmaya devam ettiler. Rasulullah (s.a.) dışa­rı çıktı. Ben de onu takip ettim. Rasulullah (s.a.) hanımlarının odalarını dolaşıyordu. Kendisine davetlilerin hepsinin çıktığını bildirdim. Gelip eve girdi. Ben de onunla beraber içeri girmek üzere kalktım. Benimle arasına perde indirdi ve hicap emri nazil oldu.

Zeyd devam ediyor: Peygamberimiz (s.a.) müslümanlara inen şu ayet­le öğütte bulundu: "Size izin verilmedikçe Peygamber'in evlerine girmeyin." (Ahzab, 33/53).

"Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir." ayetinin (40.ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Tirmizî, Hz. Aişe'den naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.) -Zeyneb bt. Cahş ile- evlenince bazıları:

- Oğlunun (yani evlâtlığının) eski hanımı ile evlendi, dediler. Bunun üzerine: "Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir." ayeti na­zil oldu. [72]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ, Rasulullah (s.a.)'in başkasına zarar vermek istediği zan­nedilmesin, diye Peygamber (s.a.) hanımlarını yanında kalmaları ile güzel bir şekilde salıverme arasında muhayyer bırakmayı emrettikten sonra; bu­rada hanımların işinde olduğu gibi bütün işlerde tercih hakkının insanın elinde olmadığını, hiçbir kimsenin tercih hakkının olmadığı -Allah'ın hü­küm verdiği hususlar gibi- bazı şeylerin bulunduğunu zikretti. Buna göre Allah'ın emrettiği herşey uyulacak olandır. Peygamber (s.a.)'in murad etti­ği hususlar da hakkın ta kendisidir. Kim bu ikisine muhalefet ederse, apa­çık bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur. Zira Allah asıl gayedir. Peygamber de hidayet yolunu gösteren, hidayet yoluna ulaştırandır.

Allah Tealâ daha sonra Allah'ın emrini uygulamak, faydalı plan esas­ları ihtiva eden, zararlı şeylerden uzak olan, son derece sağlam ve sürekli olan dinin emrini ortaya koymak üzere Hz. Peygamber (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlenme kıssasını anlattı. Rasulullah (s.a.)'in Allah'ın kendisine mu­bah kıldığı hanımlarla evlenme hususunda peygamberlerin ilki olmadığını, kendisinin Rablerinin risaletlerini tebliğ eden ve Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmayan değerli peygamberlerden biri olduğunu zikretti.

Peygamberimiz (s.a.) Hz. Zeyneb'le evlenmesi hakkında "Zeyd hanı­mından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkileri­ni kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." (Ahzab, 33/37) ayetinde buyurduğu gibi; sonra da "Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab, 33/40) ayetiyle te'kid ettiği, cahiliye ehlinin evlât edinme yoluyla oğul saydıkları evlâtlığın hanımıyla evlenmenin haram sayılması şeklindeki uygulamayı bilfiil iptal etmiş olmaktadır. [73]

 

Açıklaması:

 

"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mümin erkek ve mümin kadına artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur."

Herhangi bir mümin erkek veya mümin kadın Allah ve Rasulü bir ko­nuda hüküm verdiği zaman başka bir şeyi seçemezler. Onların üzerine düşen Allah ve Rasulünün emrine uymak ve ona isyan etmekten kaçınmak­tır. Bu emri tebliğ eden Rasulullah (s.a.)'dir. Ayette "Allah"ın adının zikre­dilmesi Rasulünün emrinin büyüklüğünü ifade etmek içindir. Böylece Al­lah'ın ve Rasulünün hükmü olmaktadır. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) bir hususta hüküm verdiği zaman hiçbir beşerin başka bir şeyi tercih etme hakkı yoktur. Bu ayet "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha ya­kındır. " (Ahzab, 33/6) ayet-i kerimesi muhtevasına dahildir.

Allah Tealâ daha sonra bu emre isyan etmekten sakındırarak şöyle buyurdu:

"Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, şüphesiz o açıkça sapıklığa düşmüş olur." Yani kim Allah'ın emrine, ya da Rasulünün emrine aykırı davranırsa, ya da nehyettikleri şeylerde başkaldırırlarsa hidayet yolundan sapmış, hak ve hayırlı yoldan uzak olan, faydalı şeyleri kaybetmeye ve kö­tülüklere dalmaya sebep olan apaçık sapıklık uçurumlarına düşmüş olur. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine aykı­rı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nur, 24/63).

Bu kesin ilahî hüküm üzerine ve isyandan sakındınlması karşısında kendisi sebebiyle ayetin indiği Zeyneb bt. Cahş Kureyş'in en seçkinlerin­den ve kavmin şereflilerinden olduğu, Peygamberimiz (s.a.)'in halası Ümeyme bt. Abdilmuttalib'in kızı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.)'in azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile evliliği kabul etme emrine uyarak:

-  "O halde ben Rasulullah (s.a.)'e isyan etmiyorum. Oysa ben kendimi ona nikahlamak istemiştim." dedi. Halbuki Zeyneb, önce Zeyd'le nikâhlan-mayı kabul etmemiş ve:

-  "Ben soy bakımından ondan daha üstünüm." demişti. Zira Zeyneb hiddetli bir kadındı.

Zeyneb'in Zeyd ile evlenmesinde gayet önemli bir hikmet vardır. Bu hikmet ise insanlar arasında eşitliğin ilan edilmesi ve aralarındaki haseb-neseb farklarının ortadan kaldırılması idi. İslâm şemsiyesi tek olarak de­vam ettiği müddetçe herkes bu şemsiye altında eşit idi. Bu konudaki üs­tünlük ancak takva ve amel-i salih ile mümkündü.

Ancak bu evliliğe zahiren muvafakat etmesine rağmen Zeyneb'deki gizli psikolojik problemler ve sıkıntılar devam etti. Zeyneb, Zeyd'e karşı büyüklük taslayarak ondan hoşlanmamaya devam etti. Zeyd ise bu duru­mu Rasulullah (s.a.)'e defalarca şikâyette bulundu. Peygamberimiz (s.a.) ise Zeyd'e nasihatte bulunarak:

-  Hammını bırakma, Allah'tan kork, diyordu. Nihayet Allah'ın hükmü gerçekleşti ve boşanma meydana geldi. Aşağıdaki ayetin de ifade ettiği bu idi:

"Hani bir zaman Allah 'in kendisine lütufta bulunduğu, senin de kendişine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork." diyordun."

Yani Ey Muhammedi Allah'ın kendisine İslâm'la lütufta bulunduğu, senin de azad etmek, hürriyete kavuşturmak, terbiye etmek ve kendine ya­kın kılmak suretiyle kendisine lütufta bulunduğun kimseye:

- Zeyneb'le olan evliliğin üzerine devam et. Onun tabiatına ve ahlakı­na karşı sabret. Onun durumu hakkında ve onu boşama hususunda Al­lah'tan kork. Onun büyüklenmesi, yükseklik ve şereflilik hissetmesi sebe­biyle onu boşama, diyordun. Bu tenzih, ta'lim ve terbiye şeklinde nehiy olup haram kılma ve yasaklama manasında nehiy değildir. Zira her du­rumda evlâ olan Zeyneb'i boşamamasıdır.

"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan korkuyor­dun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı." Ey Rasulüm! Sen Allah'ın ortaya çıkaracağı hükmü gönlünde gizliyordun. Allah sana Zeyd'in Zeynep'i boşayacağını ve senin onu nikahlayacağını sana bildirdi. Sen in­sanların ayıplamalarından, tenkit etmelerinden ve cahiliye mantığından kaynaklanan itirazlarından korkuyordun. Allah sana cahiliye örflerini ve geleneklerini düzelten, ya da bunları ortadan kaldıran vahyini sana indir­dikten sonra kendisinden korkmaya, emrine uymaya, başkasının şeriatle-rine aldırış etmeksizin onun hükmünü gerçekleştirmeye sadece kendisi lâyıktır.

Cenab-ı Hakkın "Allah'tan kork" ifadesi Zeyneb'i boşamak hususunda Allah'tan kork yani onu boşama, demektir. Bununla tenzih manasında nehy murad edilmiştir, haram kılma manasında nehy murad edilmemiştir. Zira evlâ olan boşamamaktır.

Hz. Âişe (r.a.)'den, şu söz nakledilmektedir: "Rasulullah (s.a.) eğer kendisine vahyedilen bir şeyi gizlemiş olsaydı, bu ayeti gizlerdi."

Peygamberimiz (s.a.)'e yapılan bu yöneltmeden murad edilen mana Zeyd kendisine,

-  Ben hanımımdan ayrılmak istiyorum, dediği zaman susmasıdır. Ya­hut gizli yönlerinin açık yönleriyle çelişki teşkil etmemesi için, peygamber­lerin içiyle dışının aynı olması için, hakkında ilahî vahiy inen ciddi mesele­ler hakkında ısrarlı olma meselesinin açıkça ortaya çıkması için Peygam­berimiz (s.a.)'in Zeyd'e:

- Sen işini daha iyi bilirsin, demesidir.

Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Zeyneb'in boşanıp iddeti bittikten sonra Allah'ın Nebisi (s.a.) ile evlenmesinin hükmünü duyurarak şöyle buyurdu:

"Zeyd hanımından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlât­lıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük ol­masın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." Yani Zeyd, Zeyneb'i boşa-yıp hanımının da iddeti bitince; müminler cahiliyede âdet edindikleri, son­ra da İslâm'ın bütün izlerini ortadan kaldırdığı, bütün neticelerini tasfiye ettiği evlât edinme esasına göre evlâtlıkların boşadıkları hammlarıyla ev­lenmek istedikleri zaman müminler arasında mahzur ve sıkıntıyı kaldır­mak için; biz evlâtlığının hanımını sana zevce kıldık. Allah'ın kaza ve ka­deri hiç şüphesiz geçerli olacak ve meydana gelecektir. Onun hükmü her zaman yürürlükte olacak ve şeriatı daimî kalacaktır. Allah'ın ezelî ilminde-ki hükümlerinden biri Zeyneb'in Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımı olacağı gerçeğidir.

Burada Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'le evlenmesi şehveti tatmin et­mek için değil, bilakis Peygamberimiz (s.a.)'in fiiliyle şeriatı beyan etmek içindir. Zira fiil te'kidlidir. Şer'î hüküm Peygamberimiz (s.a.)'in fiilinden kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bu evlilikten, çocuklarıyla hanımları arasında evlilik ilişkisi sona er­dikten sonra, çocuklarının hanımlarının kendilerine haram olmasından farklı olarak, evlâtlıkların hammlarıyla evlenmelerinin kendilerine haram olmadığı esası murad edilmektedir.

Buhari ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Zeyneb bt. Cahş Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına karşı kendi durumuyla ifti­har ederek:

- Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise Allah Tealâ yedi kat sema üzerin­den evlendirdi, diyordu.

Muhammed b. Abdillah b. Cahş diyorki: Hz. Zeyneb ve Hz. Âişe (r.a.) birbirlerine karşı iftiharla konuştular. Hz. Zeyneb:

- Ben evliliği semadan inen ayetle yapılan kişiyim, dedi. Hz. Âişe:

-  Ben mazereti semadan inen ayetle takdim edilen kişiyim, dedi. Hz. Zeyneb de bunu kabul etti.

İbni Cerir, Şa'bî'den naklediyor: Zeyneb (r.a.) Peygamberimiz (s.a.)'e:

-  Sana üç şeyde nazlanmaya hakkım vardır ki hanımlarından hiç biri bu özelliklere sahip değildir:

Benim dedemle senin deden birdir. Beni sana Allah semadan nikahla­dı. Bu konuda elçi, Cebrail (a.s.) idi.

Daha sonra Cenab-ı Hak, rasul ve nebiler hakkındaki sünneti ve hük­münü bildirerek şöyle buyurdu:

"Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir." Yani Allah'ın kendisine helâl kıldığı ve emrettiği, eskiden evlât edindiği evlâtlığı Zeyd b. Harise'nin boşadığı hanımı Zeyneb'le evlenmesi hususunda Peygamber'e herhangi bir güçlük ve kusur yoktur. Bu, Allah Tealâ'nm ondan önceki pey­gamberler hakkındaki hükmüdür. Onlara emrettiği hiçbir şeyde kendileri­ne güçlük ve sıkıntı olan herhangi bir şey yoktur. Allah'ın takdir ettiği em­ri hiç şüphesiz meydana gelecek, kaçınılması mümkün olmayan bir gerçek olacaktır. Onun dilediği şey olur ve dilemediği şey olmaz.

Bu ayet Rasulullah (s.a.)'in evlât edindiği azatlı kölesi ve evlâtlığı Zey-d'in boşadığı hanımı ile evlenmesini ayıplayan münafıklara bir cevaptır. Aynı zamanda çok hanımla evlenmesini ayıplayan Yahudilere de bir cevap­tır. Zira Davud ve Süleyman (a.s.)'m da pek çok hanımları vardı.

Cenab-ı Hak daha sonra peygamberlerini överek şöyle buyurdu: "On­lar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve O'n-dan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter."

Allah'ın kendilerine helâl kıldığı hususlarda kendilerinden güçlüğü kaldırdığı ve sonuncuları Hz. Muhammed (s.a.) olan rasullerin görevleri Allah'ın emirlerini ve şer'î hükümlerini insanlara tebliğ etmek ve bunu emanetle eda etmektir. Onlar vahiyden bir şeyi tebliğ etmemek hususunda sadece Allah'tan korkarlar, O'ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Hiç­bir kimsenin gücü veya tenkidi onların Allah Tealâ'nın ilâhî mesajlarını tebliğ etmelerine engel olamaz. Yardımcı ve destekleyici olarak kullarının amellerini tesbit edici ve bundan dolayı kullarının hesabını görmek üzere Allah yeter.

Allah Tealâ sonra da "Muhammed oğlunun hanımıyla evlendi" diyen­lere cevap vermek üzere şöyle buyurdu:

"Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece Al­lah 'in Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi çok iyi bilir."

Bilfiil nesebden meydana gelen evlâdın hanımıyla evlenmek caiz de­ğildir. Ama sun'î evlâtlık edinme yoluyla meydana gelen evlâtlığın hanı­mıyla evlenmek cahiliye usulüne aykırı olarak İslâm'da caizdir. Zira her ne kadar Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'i evlât edinmiş olsa da, Zeyd Hz. Muham­med (s.a.)'in gerçekte oğlu değildir. O gerçekten hiçbir adamın babası değil­dir. O sadece Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek için Allah'ın elçisidir. O Allah'ın nebilerinin ve rasullerinin kendisiyle mühürlendiği kişidir. Allah herşeye muttali olan, herşeyi gayet iyi bilen idi, böyle olmaya devam et­mektedir. O peygamberliğin kendisiyle başladığı kimseyi de, peygamberli­ğin kendisiyle noktalanacağı kimseyi de gayet iyi bilir. O sadece en faydalı olanı yapar. O sadece en lâyık olanı tercih eder. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilen­dir." (En1am, 6/124).

Hz. Muhammed (s.a.) ile insanlardan herhangi biri arasında kendisine yakın akrabayla evlilik yasağını gerekecek şer'î bir babalık yoktur. Ancak o kendisine saygı ve hürmet gösterilmesi gereken, müminlere son derece şefkatli olan, bütün müminlerin manevi babasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır." (Ahzab, 33/6). Bu daha toplu ve daha umumi bir emirdir.

Peygamberimiz (s.a.)'in hususî manada babalığına gelince, o dört er­kek ve dört kız babasıdır. Onun Hz. Hadice (r.a.)'den Kasım, Tayyib ve Ta-hir adında üç çocuğu dünyaya gelmiş, sonra küçük yaşta ölmüşlerdi. Ayrıca Mariye el-Kıbtıyye'den İbrahim adında bir çocuğu dünyaya gelmiş, henüz süt emme çağında iken ölmüştü. Efendimizin Hz. Hadice'den Zeynep, Ru-kayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adında dört kızı vardı. Bunlardan ilk üçü Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken vefat etmiş, Hz. Fatıma da kendisinden altı ay sonra vefat etmişti

Bu ayet Allah'ın Nebisi Muhammed (s.a.)'den sonra hiçbir nebi ve hiç­bir rasul gelmeyeceği hususunda gayet açık bir beyandır. Zira nübüvvet ri-saletten daha umumidir. Risalet, nübüvvet makamından daha hususidir. Çünkü her rasul nebidir, ama aksi doğru değildir. Ayetin açık ifadesiyle ar­tık "nebi"nin gelmeyeceği bildirilince "rasul"ün de gelmeyeceği bildirilmiş olur. [74]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler şu hususlara delalet etmektedir:

1- Rasulullah (s.a.) bir şeyde hüküm verdiği zaman, mümin erkeğin ve mümin hanımın bir başka şeyi seçmesi menedilmekte ve yasaklanmaktadır.

Zira "mâ-kâne" ve "mâ-yenbeğî" lafızları burada menetme ve yasakla­ma manasmdadır. Dolayısıyla bu ayette olduğu gibi bir şeyi yasaklama ve olmayacağına hükmetme manasına gelmektedir. Bazan bu şey aklen im­kânsız olabilir. Meselâ: "Sizin onun ağacını yetiştirmeniz mümkün değil­dir. " (Nemi, 27/60). Bazan da onun imkânsız olduğu şer'an bilinir. Meselâ: "Allah'ın kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği hiçbir beşer şunu söyleyemez..." (Al-i İmran, 3/79). Yine "Hiçbir beşerin Allah ile vahiy ve perde arkası dı­şında konuşması mümkün değildir." (Şura, 42/51) ayetinde olduğu gibi. Ba­zan da mendub şeylerde olur. Meselâ: Ey falan, senin nafileleri terketmen uygun değildir, demek gibi.

2- Bu ayet cumhura muhalif olarak "Denklik, nesebde değil, din konu­sunda itibara alınır." diyen Malikîlerin delilidir. Çünkü azadlı köleler Ku-reyşlilerle evlenmişlerdir. Zeyd, Zeynep bt. Cahş ile; Mikdad b. Esved, Du-bâa bt. Zübeyr ile; Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, Fatıma bt. Velid b. Utbe ile; Bilâl, Abdurrahman b. Avf in kız kardeşiyle evlenmişti.

Cenab-ı Hak Zeyneb'in Zeyd'le evlenme imtihanı ile cahiliye taassubu­nu, tabaka ve ırk ayrımcılığını yoketmeyi ve üstünlük esası olarak İslâm ve takvayı ortaya koymayı murad etmişti.

3- Allah'ın ve Rasulünün emrine uymak vaciptir. Zira Allah kendisine ve Rasulüne karşı isyan edenin hidayet yolundan sapmış olacağını haber vermektedir.

Kurtubî diyor ki: Bu, fakîh âlimlerimizin büyük çoğunluğunun, İmam Şafiî ashabından fakihlerin ve bazı usul âlimlerinin ileri sürdükleri emir sîgasınm asıl konuluş itibariyle "vacip" manası taşıdığı şeklindeki görüşün en açık delilidir. Çünkü Cenab-ı Hak mükellefin Allah'ın ve Rasulünün em­rini duyunca seçim hakkı olamayacağını bildirdi. Sonra da emir sadır ol­duktan sonra tercih ortaya koyanların masiyet işleyeceğini bildirdi. Daha sonra da bu masiyeti sapıklığa bağladı. Dolayısıyla emrin vacip manasında anlaşılması şarttır.*

4- Allah Tealâ "Hani bir zaman Allah'ın kendisine lütufta bulundu­ğu.." (Ahzab, 33/37) ayetindeki ihtar ile ilâhi hükümleri beyan ederken peygamberlerin ısrarlı olmalarını ve içleriyle dışlarının aynı olmasını mu-rad etti. Zira Allah Tealâ, Peygamber'ine Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve kendisine nikahlayacağını bildirmiştir. O halde Peygamber'in Zeyd'e nasi­hatte bulunup, "Hanımı bırakma, Allah'tan kork!" demesine sebep nedir?

Peygamberimiz (s.a.) Allah'ın kendisine, Zeyneb'in boşanacağı ve ken­disinin Zeyneb'le evleneceği şeklinde verdiği haberi gizledi. Yoksa Katade, İbni Zeyd ve Taberî gibi bazı müfessirlerin dedikleri gibi Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'den hoşlanması, onu sevmesi ve Zeyd'in Zeyneb'i boşaması­nı arzu etmesini gizlemiş değildir. Bu, ne peygamberlik makamına lâyıktır, ne de gerçekle bağdaşmaktadır. Zira Peygamberimiz (s.a.) Zeyneb'le bakire iken evlenebilirdi, onu tanıyordu. Zira o halası Ümeyme bt. Abdilmutta-lib'in kızı idi.

Kısaca: Bu sözü söyleyen -eğer kasden söylemişse- Peygamberimiz (s.a.)'in bu gibi şeylerden masum olduğunu bilmemekte, ya da onun hür­metini hafife almaktadır.

Bundan daha çirkini Mukatil'in söylediği şu sözdür: Peygamberimiz (s.a.) Zeyneb bt. Cahş'ı Zeyd'le evlendirmiş, Zeyneb bir müddet Zeyd'in ya­nında kalmıştı. Sonra Peygamberimiz (s.a.) bir gün Zeyd'i görmek için gel­miş, o sırada Zeyneb'i ayakta görmüştü. Zeyneb, Kureyş hanımlarının en güzellerinden biri idi. Peygamberimiz (s.a.) ona âşık oldu ve "Kalpleri de­ğiştiren Allah'ı tenzih ederim." dedi. Zeyneb bu teşbihi işitmişti. Bunu Zey­d'e anlattı. Zeyd derhal durumu anlamıştı. Peygamberimiz (s.a.)'e:

- Ya Rasulallah! Zeyneb'i boşamama izin ver. Çünkü onda kibir vardır. Bana karşı büyükleniyor ve diliyle beni kırıyor, dedi. Bunun üzerine Pey­gamberimiz (s.a.):

- Hanımını bırakma, Allah'tan kork, buyurdu.[75]

Bu ayetin tefsiri hakkında söylenen, müfessirler ve mütehassıs âlim­lerden Zührî, Irak kadısı Bekr b. Alâ el-Kuşeyrî el-Fakih el-Malikî, Kadı Ebubekr İbnü'l-Arabî gibi tahkik ehli âlimlerin de kabul ettikleri en güzel görüş Ali b. Hüseyn'den rivayet edilen şu görüştür:

Cenab-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.)'e Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve Zeyneb'le kendisinin evleneceğini vahyetmişti. Zeyd Peygamberimiz (s.a.)'e Zeyneb'in ahlakından şikayet edip kendisine itaat etmediğini söyleyince ve Zeyneb'i boşayacağını bildirince Rasulullah (s.a.) ona edeb ve tavsiye ba­bından:

-  Sözlerinde Allah'tan kork ve hanımını tut, dedi. Halbuki Rasulullah (s.a.) Zeyd'in hanımından ayrılacağını ve onunla kendisinin evleneceğini biliyordu. Rasulullah (s.a.) Zeyd'e hanımını boşamayı emredip de Zeyd'den sonra Zeyneb'le evlenmesi hususunda halkın "Zeyd onun azadlı kölesi idi. Zeyd'e hanımını boşamasını o emretti." şeklindeki sözlerinin Zeyd'e ulaş­masından çekiniyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Allah'ın kendisine mubah kıldığı bir şeyde, Rasulünün Zeyd'in hanımını boşayacağını bildiği halde "Bırakma" diyecek, insanlardan bu kadar bile çekinmesinden dolayı Rasulüne ihtarda bulundu. Ona Alah'm her durumda korkulmaya daha lâyık olduğunu bildirdi.

Peygamberimiz (s.a.)'in bu evlilikten çekinmesi örf ve âdetlerin top­lumda ve fertlerin hayatında büyük tesiri olduğuna delâlet etmektedir.

5- Siyerde Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlenmesi olayı bazı şer'î hükümleri beraberinde getirmiştir. Bunlardan biri: Önemli işlerde, Cenab-ı Hak'tan o işin hayırlı olmasını talep etmektir (istihare).

Zeyd, Zeyneb'e gelip ona Peygamberimiz (s.a.) için talepte bulununca Zeyneb sevindi ve:

- Ben Rabbimle istişarede bulunmadıkça hiçbir şey yapmam, dedi. Na­maza kalktı. Bunun üzerine ayet indi.

Bu şer'î hükümlerden bir diğeri: Evlilik yemeği (velîme) verilmesinin mendup oluşudur. Müslim'in rivayetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.)'in hanımlarından hiçbiri için Hz. Zeyneb için verdiği velî­me gibi velîme verdiğini görmedim. Zira Hz. Zeyneb için koyun kesmişti.

6- Peygamberimiz (s.a.)'in Allah tarafından evlendirilen tek kişi olması:

Zeyneb, işinde Allah'ı vekil edip bu konuyu Allah'a havale edince Al­lah da onun nikâhını üstlendi. Allah, Rasulüne bunu bildirince Rasulullah (s.a.) akit yenilemeksizin ve mehir tesbit etmeksizin ve bizim nikahları­mızda şart olan şeylerden hiçbiri bulunmaksızın ve izin almaksızın Zey­neb'in yanına girdi.

Bunun için Hz. Zeyneb, Peygamberimiz (s.a.)'in diğer hanımlarına karşı bununla övünüyordu.

Neseî, Enes b. Malik'ten naklediyor: Hz. Zeyneb, Peygamberimiz (s.a.)'in diğer hanımlarına karşı övünüyor: "Beni Allah semadan nikahla­dı." diyordu. Hicab (örtünme) ayeti de Hz. Zeyneb hakkında nazil olmuştu.

7- Bu ayette kendisine lütufta bulunulan kimse Zeyd b. Harise'dir. Zi­ra Zeyd, babası ve amcasına karşı Peygamberimiz (s.a.)'i tercih edip onunla birlikte kalmayı arzu edince Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'i azad etmiş ve:

- Siz şahid olun ben ona, o da bana mirasçı olacaktır, demişti. Bunun üzerine Zeyd'e (Muhammed'in oğlu Zeyd) denilmeye başladı.

Nihayet Cenab-ı Hakk'ın "Onları -hakiki- babalarıyla çağırın." ve "Mu­hammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir." ayetleri nazil oldu.

8- İmam Ebu'l-Kasım Abdurrahman es-Süheylî (r.a.) diyor ki: Zeyd'e "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniyordu. Nihayet "Onları -hakiki- babalarıyla çağırın." ayeti indi. Bunun üzerine Zeyd:

-  Ben Harise'nin oğlu Zeyd'im, dedi. Zira kendisinin, "Ben, Muham­med'in oğlu Zeyd'im" demesi haram kılınmıştı.

Zeyd'den bu şeref ve bu iftihar vesilesi alınınca Cenab-ı Hak onun kendisine has durumunu bildiği için kendisine Peygamberimiz (s.a.)'in as­habından hiçbirine verilmeyen bir meziyetle şeref verdi. Bu meziyet Ce­nab-ı Hakkın "Zeyd ondan ilişiğini kesince" (Ahzab, 33/37) buyurarak Kur'an'da onun adını zikretmiş olmasıdır.

Allah Tealâ'nın ismini Kur'an-ı Hakim'de zikredip de ismi mihraplar­da okunan Kur'an'dan bir parça olan kimse son derece şerefle anılmış ol­maktadır. Burada kendisine bir iltifat ve Hz. Muhammed (s.a.)'in kendisi­nin babası olmakla iftihar etme yerine verilen bir itibar söz konusudur.

Bu ayet müminlerin dillerinde devamlı okunmakta ve âlemlerin Rabbi huzurunda özellikle zikredilmeye devam edilmektedir. Zira Kur'an Allah'ın ezelî kelâmıdır. Kur'an bakidir, yok olmaz. Bu değerli, şerefli ve tertemiz sayfalardaki "Zeyd" ismini Cenab-ı Hakk'ın değerli, itaatkâr, elçi melekleri tilâvet esnasında zikretmektedirler. Peygamberlerden bir peygamber dışın­da müminlerin isimlerinden hiçbir isme bu şeref verilmemiştir. Bu Zeyd b. Harise'ye kendisinden çekilip alınan şey yerine Allah Tealâ tarafından ve­rilen bir şereftir.

Buna ilâveten ayette: "Hani bir zaman Allah'ın kendisine -imanla-lütufta bulunduğu kimse ..." buyurulmuştur. Bu ifade Zeyd'in cennet ehli olduğuna delâlet etmektedir. Zeyd ölmeden önce bunu öğrenmiştir. Bu da ikinci bir fazilettir.

9- Cenab-ı Hakk'ın: "Sana onu -Zeyneb'i- nikahladık" ifadesi nikâhta velinin bulunması gerektiğine bir delildir.

10- Allah bütün ümmete, Hz. Muhammed (s.a.) için de nikâh hususun­da Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi geçmiş peygamberlerin âdeti olan çok evlilik esası getirmiştir. Hz. Davud'un 100 hanımı ve 300 cariyesi vardı. Hz. Süleyman'ın ise 300 hanımı ve 700 cariyesi vardı.

11- "Muhammed adamlarınızdan birinin babası değildir." Hz. Mu-hammed (s.a.)'in Zeyd'in şer'î babası değildir. Zeyd de onun oğlu değildir ki Zeyd'in hanımı Peygamberimiz (s.a.)'e haram olsun. Fakat o hürmet ve ta'zimde ümmetinin babasıdır ve hanımları da ümmetine haramdır. Allah da bu ayetle münafıkların gönüllerinde meydana gelen düşünceyi ve "Pey­gamber, oğlunun hanımıyla evlendi." diyerek yaptıkları itirazı giderdi ve Muhammed'in kendisine muasır olan adamlardan herhangi birinin gerçek­ten babası olmadığını bildirdi.

Bu ayetle Peygamberimiz (s.a.)'in hiç çocuğu olmadığı kastedilmemiş-tir. Zira daha önce de geçtiği gibi onun İbrahim, Kasım, Tayyib ve Mutah-her isimlerinde erkek çocukları vardı. Fakat onun hiçbir çocuğu yetişkinlik yaşına gelmedi.

12- Gerçekten Muhammed, Allah'ın Rasulü ve nebilerin sonuncusu­dur. "Hatem" kelimesi nebilerin kendisiyle mühürlendiği kişi demektir. Ra-sulullah (s.a.) peygamberler için bir mühür ve damga gibidir. "Hatim" şek­lindeki kıraate göre manası, o onları sona erdirmiştir, yani onların sonun­cusu olarak gelmiştir, demektir.

Bu ifade Rasulullah (s.a.)'den sonra hiçbir nebi ve rasul olmadığına kesin bir delildir. Bu konuda sahabe-i kiramdan bir grubun rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in mütevatir hadisleri varid olmuştur.

Bu hadislerden biri, İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Cabir'den rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadisidir: "Benimle diğer pey­gamberlerin durumu; bir bina yapıp, bu binayı tam ve mükemmel inşa edip, sadece bir tuğla yeri boş bırakan, insanlar o binaya girip de hayret et­tikleri zaman: Keşke şu tuğla yeri boş olmasa, dedikleri misal gibidir. İşte ben bu tuğlayım. Geldim ve peygamberleri mühürledim (noktaladım)."

Bu hadisin benzeri Ebu Hureyre'den nakledilmiş, ancak bu rivayette "Ben tuğlayım. Ben peygamberlerin mührüyüm." denilmiştir.

Bir diğer hadis, Buhari ve Müslim'in Cübeyr b. Mut'un (r.a.)'den riva­yet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadisidir: "Benim birkaç ismim var­dır: Ben Muhammed'im. Ben Ahmed'im. Ben Allah Tealâ'nın kendisiyle küfrü sildiği kimse (mâhî)yim. Ben insanların ayakları dibinde haşrolacağı kimse (Haşir)im. Ben kendisinden sonra peygamber bulunmayan kimse (Âkıb)ım."

İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ettikleri­ne göre Peygamberimiz (s.a.): "Risalet ve nübüvvet kesildi. Artık benden sonra hiçbir rasul ve nebi yoktur." buyurmuştu. Bu durum sahabeye ağır geldi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):

- Sadece bazı müjdeleyici şeyler vardır, dedi. Sahabe:

-Ya Rasulallah! Müjdeleyici şeyler nelerdir? diye sordular. Peygambe­rimiz (s.a.):

-  Müslümanın rüyasıdır. Bu, nübüvvetin parçalarından bir parçadır, buyurdu.

Yine Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Benden sonra nübüvvet yoktur. Ancak Allah'ın dilediği şeyler vardır." İbni Abdilberr diyor ki: Allah en iyisini bilir. Bununla nübüvvetten bir parça olan rüyayı kastetmektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Benden sonra nübüvvetten sadece salih rüya kalır."

Nübüvveti tamamlamak, ahlâkı tamamlamaya benzemektedir. Pey­gamberimiz (s.a.) Hakim'in Ebu Hureyre'den riyavet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben yüce ahlâkı tamamlamak için gönderildim."

Bütün bunlar Yemen'deki Esved el-Ansî, Yemame'deki Müseylemetü'l-Kezzab ve Secah gibi peygamberlik iddia eden yalancı peygamberlere kesin bir reddiyedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Şeytanların kimin üzerine indirileceğini size haber vereyim mi? Şey­tanlar, her iftiracı günahkâr kişi üzerine iner." (Şuara, 26/221-222). [76]

 

Zikirler Ve Çok Teşbihlerle Allah Teala'ya Ta'zim Ve Hürmet:

 

41- Ey iman edenler! Allah'ı çok zik­redin.

42- O'nu sabah-akşam teşbih edin.

43- Sizi karanlıklardan aydınlığa çı­karmak için Allah size rahmet bah­şeder. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir.

44- Onların Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm" şeklin­dedir. Allah onlara güzel bir mükâ­fat hazırlamıştır.

 

Belagat:

 

"Bükraten ve esıylâ: Sabah-akşam" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır. [77]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin." Vakitlerin çoğunda Allah'ı zik­redin. Zikr ifadesi takdis, temcid, tehlil ve tahmid çeşitlerinin hepsini ihti­va eder.

"O'nu sabah-akşam" günün başında ve sonunda "teşbih edin." Zikir için sabah-akşamın özellikle belirtilmesi, bu iki vakitte gece ve gündüz me­lekleri hazır bulunduğundan diğer vakitlere olan üstünlüğünü belirtmek içindir.

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için", sizi küfür ve masiyet ka­ranlıklarından iman ve taat nuruna çıkarmaya devam etmek için "Allah size rahmet bahşeder. Melekler de" sizin için istiğfar ile size faydalı olacak şeylere ihtimam göstererek "dua eder." Allah ile melekleri arasında ortak olarak kul­lanılan "salât" kelimesinden murad sizin işinizin düzgün olmasına itina gös­terilmesi, şeref ve şanınızın yüceliğinin ortaya konulmasıdır. "Allah, mümin­lere çok merhametlidir." Yani Allah mümin kullarına merhametli idi ve mer­hametli olmaya devam etmektedir. Cenab-ı Hak onların durumlarının düz­gün olmasına ve derecelerinin yükselmesine itina göstermektedir. Bu, ayet­teki "salât" kelimesinin rahmet manasında olduğuna delildir.

"Onların, Allah'a kavuştukları gün" yani ölüm anında, yahut kabirden

çıktıkları esnada, veyahut cennete girdikleri zaman Allah'a kavuştukları gün "selamlaşmaları" yani Allah'ın, meleklerin diliyle müminlere verdiği selâm, "selâm şeklindedir". Bu ifade masdarın mef ule izafe edilmesi babın-dandır, "selâm' şeklindedir. Selam her türlü kötülük ve âfetten selâmette olduğunu bildirmektir. "Allah onlara güzel bir mükâfat" yani cennet "ha­zırlamıştır. "[78]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için..." ayetinin (43. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Abd b. Humeyd Mücahid'den naklediyor: "Şüp­hesiz ki Allah ve melekleri, Peygambere rahmet eder." (Ahzab, 33/56) ayeti nazil olunca Hz. Ebubekr (r.a.):

- Ya Rasulallah! Cenab-ı Hak sana hiç bir hayır indirmedi ki bizi ona katmasın! dedi. Bunun üzerine "Sizin karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua eder..." (Ahzab, 33/43) aye­ti nazil oldu. [79]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Hz. Peygamber (s.a.)'in Allah'a karşı takva ve ihlâs sahibi olması em­rini beyan ettikten ve "Ey Peygamber! Hanımlarına söyle..." ayetiyle ailesi ve akrabasına karşı taşıması gereken aile hürriyeti ve istikrarını gerçek­leştirme vasıflarını beyan ettikten sonra; Allah Tealâ "Ey iman edenler! Al­lah'ı çok zikredin." ayetiyle müminlere bol sevap vermek ve onları küfrün karanlıklarından iman nuruna çıkartmak için pek çok vakitte Allah'ı zik­retmek ve teşbih etmek suretiyle, ayrıca çeşitli taat şekilleriyle O'na ta'zim ve hürmette bulunma şeklinde peygamberlere verdiği emrini mümin kulla­rına da teşmil etti. [80]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ müminlerin bol sevaba ve güzel neticeye nail olmaları için kendilerine çeşitli nimetlerle lütufta bulunan Rablerini çok zikretmelerini müminlere emrederek şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin. O'nu sabah-akşam teşbih edin."

Ey Allah ve Rasulünü tasdik edip yakinen iman edenler! Allah'ı dille­rinizle ve kalplerinizle bütün hissiyatınızı dolduracak ve gönlünüzde Rab-binizin korkusunu gerçekleştirecek şekilde bütün durumlarınızda çok zik­redin. O'nu gündüzün başında ve sonunda (yani bir şeyin başlangıcı ve so­nu aynı zamanda devamlılık hükmüyle ortasını da ihtiva ettiği için vakitlerin çoğunda) Allah'ı kendisine lâyık olmayan her şeyden tenzih edin.

Zemahşerî, "bükraten ve esıylâ'yı, bütün vakitlerde diye tefsir etmek­tedir. Bu iki vakit, gece ve gündüz meleklerinin hazır bulundukları vakit­ler olduğu için özellikle zikredilmiştir.

Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Allah'ın zikri her müslümanın ağzındadır." Bir başka rivayete göre "Her müslümanın kalbindedir."

Katade'den rivayet ediliyor ki Peygamberimiz (s.a.): "Sübhanallah vel-hamdülillah ve lâilâhe illallah vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l-aliyy i'l-azîm. deyin ".buyurmuştur.

İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu'd-Derdâ'dan rivayetlerin­de Peygamberimiz (s.a.):

- Size amellerinizin en hayırlısını ve melikiniz nezdinde en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, sizin için altın ve gümüş vermekten daha ha­yırlı olanı, sizin için düşmanlarınızla karşılaşıp onların boyunlarını vur­manızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmalarından daha hayırlı olanı size haber vereyim mi? dedi. Sahabe-i kiram:

- Bu nedir, ya Rasulallah? dediler. Peygamberimiz:

- Allah'ı zikretmektir, buyurdu.

Müminlerin vasfını beyan etmede bu ayetin bir benzeri şudur: "Onlar Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (yatarak) zikrederler." (Âl-i İm-ran, 3/191).

Teşbihin zikirle birlikte manası şudur: Allah Tealâ'yı zikrettiğiniz za­man bu zikriniz O'nu her kötü şeyden tenzih etme ve ta'zimde bulunma şeklinde olmalıdır. Teşbihten murad budur.

Cenab-ı Hak daha sonra zikir ve teşbihe teşvik etti ve bunun sebebini bildirdi:

"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşe­der. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir."

Zikrettiğiniz ve teşbih ettiğiniz Rabbiniz size rahmetle muamele eden Allah'tır. Melekleri de sizin için istiğfar ederler. O bu rahmetle sizin hida­yette devam etmenizi, sizi küfür, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hak, hidayet ve iman nuruna çıkmanızı murad eder. Rabbinizin mümin kulları­na dünya ve ahirette rahmeti tamdır, çok merhametlidir. Dünyada O, baş­kalarının bilemediği hakka onları iletti. Müminlerin dışındaki küfür ve bid'at davetçileriyle onlara tâbi olanların bulamadıkları hak yolu müminle­re gösterdi. Ahirette ise müminleri büyük korkudan emin kıldı. Melekleri­ne, müminleri cenneti kazandıkları ve cehennemden kurtuldukları şeklin­de müjde ile karşılamalarını emretti. Bu sadece müminlere olan sevgisin­den ve onlara karşı şefkatinden dolayıdır.

Allah Tealâ'nın rahmetinin tecellilerinden biri İmam Buhari'nin Sa­hihinde müminlerin emiri Hz. Ömer (r.a.)'den nakledilen şu hadis-i şerifte yer alan husustur: Rasulullah (s.a.) esirlerden bir kadının çocuğunu alıp onu göğsüne iyice yapıştırıp emzirdiğini gördü. Peygamberimiz (s.a.) ashaba:

- Zorlansa, darda kalsa bile bu kadın çocuğunu ateşe atar mı, ne dersi­niz? Ashab:

- Hayır, dediler. Peygamberimiz (s.a.):

- Allah'a yemin olsun ki, Allah kullarına bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha merhametlidir.

Cenab-ı Hak daha sonra dünyadaki itinasını beyan ettikten sonra ahiretteki sonsuz rahmetinin delilini zikretmek üzere şöyle buyurdu:

"Onların, Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm" şeklinde­dir. Allah onlara güzel bir mükâfat hazırlanmıştır." Yani onların ahirette Allah Tealâ tarafından melekleri vasıtasıyla selâmlanmaları "selâm" şek­lindedir. Nitekim bu selâm bir başka âyette şöyle ifade edilmiştir: "Rahim olan Rablerinden onlara söz olarak "Selâm" vardır." (Yasin, 36/58).

"Melekler her kapıdan onların yanlarına girecekler ve "Sabretmenizin karşılığı olarak selâm size! Ahiretin en güzel mükâfatı ne hoştur!" diyecek­lerdir." (Ra d, 13/23-24).

Cenab-ı Hak ahirette güzel sevap yani cennet ve cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın kalbine doğmayan yi­yecekler, içecekler, giyecekler, meskenler, lezzetler ve manzaralar hazırladı.[81]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:

1- Allah'ı zikretme, O'nun nimetlerine şükretme, bütün hallerde bu işin kula kolay gelmesi ve bu hususta büyük ecir kazanmak için belirli bir mik­tar takdir etmeksizin, bir şeyle tahdit etmeksizin bütün hallerde teşbih, teh-lil, tahmid ve tekbir etmek suretiyle Allah'ı tenzih etmeye teşvik etme.

İmam Ahmed, Ebu Ya'la ve başkalarının Ebu Said el-Hudrî'den riva­yet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "in­sanlar mecnun deyinceye kadar Allah'ı çok zikredin."

2- Müminlere ilâhî rahmetin bolca verilmesi ve müminlerin hidayet bulmaları, küfür ve cehaletin karanlığından hidayet ve yakîn nuruna çı­kartılmaları için istiğfar etmek üzere meleklerin müminlerin hizmetine tahsis edilmesi:

"Salat" Allah tarafından kul için kullanılırsa, Allah'ın kula rahmette bulunması ve ona bereket ihsan etmesidir. Meleklerin "salât" etmeleri, mü­minlere dua etmeleri ve onlara istiğfar etmeleri manasındadır. Nitekim

Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar iman edenlere istiğfar ederler." TGafir, 40/7).

İbni Abbas diyor ki: "Allah ve melekleri Peygamberlerine salât ederler." (Ahzab, 33/56) âyeti inince muhacirler ve ensar:

- Bu özel olarak sana hastır. Bu hususta bizim için hiçbir şey yoktur, dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayeti yani "Sizi karanlıklardan ay­dınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua eder..." (Ahzab, 33/43) ayetini indirdi.

Kurtubî diyor ki: Bu Allah Tealâ tarafından bu ümmete verilen en bü­yük nimetlerden bir nimettir ve bu ümmetin diğer ümmetlerden daha üs­tün olduğuna delildir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Siz insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran, 3/110).

Nehhas şöyle bir hadis zikretmektedir: İsrailoğulları Hz. Musa'ya:

- Rabbin salât eder mi? diye sormuşlardı. Bu, Hz. Musa'ya ağır geldi. Bunun üzerine Allah (c.c.) şunu vahyetti: "Benim salâtım, rahmetimin ga­zabımı geçmesidir."

3- "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için", yani sapıklıktan hi­dayete çıkarmak için demektir. Hidayetin manası, hidayet üzerine sabit kılmak demektir. Çünkü onlar hitap vakti, zaten hidayet üzerine idiler.

"Allah müminlere çok merhametlidir." ifadesi Allah Tealâ'nın mümin­lere olan rahmetini haber vermektedir. O müminleri hak yola hidayet et­mek suretiyle dünyada onlara rahmetle muamele eder ve kıyamet günü Al­lah'ın azabından onları emin kılar. Kıyamet günü cennete girdikten sonra Allah'ın kendilerini selâmlaması "selâm", yani Allah'ın azabından selâmet­te olun şeklindedir. Bir başka görüşe göre: Ölüm anında ve ruhun kabzedil-mesi esnasında selâmlanırlar.

İbni Kesir diyor ki: Bundan murad, -Allah en iyisini bilir- onların se-lâmlanmaları, Allah Tealâ tarafından Allah'a kavuştukları zaman kendile­rine "selâm" denilmesidir, yani o gün Allah kendilerini selamlayacaktır. Ni­tekim Cenab-ı Hak bu selâm hakkında şöyle buyurmaktadır: "Rahim olan Rablerinden onlara söz olarak "selâm" vardır." (Yasin, 36/58). Katade, bun­dan murad edilen mananın, onların ahiret yurdunda Allah'la kavuştukları gün birbirlerine selâm vermeleri olduğunu söylemiş, İbni Cerir de bu görü­şü tercih etmiştir. Kurtubî de aynı şekilde: "Onların selâmlamaları", bir­birlerini selâmlamaları manasındadır, demiştir. Cenab-ı Hakk'ın: "Onların orada duaları: Ey Allahımız! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, şeklin­dedir. Oradaki selamlaşmaları da "selâm" sözüdür. Dualarının sonu ise: Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun." (Yunus, 10/10) ayeti bu manayı te'yid etmektedir. [82]

 

Hz. Peygamber (S.A.)'in Davetinin Önemi:

 

45- Ey Peygamber! Biz seni bir şa­hit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ola­rak gönderdik.

46- Allah'ın izniyle Allah'a davet eden (bir davetçi) ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).

47- Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu mümin­lere müjdele.

48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Al­lah yeter.

49- Ey iman edenler! Mümin kadın nikahlarsanız, sonra da kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet say­ma hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle salıverin.

 

Belagat:

 

"nur saçan bir kandil" ifadesinde teşbih-i beliğ yapılmıştır. Bu teşbih­te benzetme yönü ve benzetme edatı hazfedilmiştir. Yani, sen ey Muha-mammed! Hidayet ve irşad hususunda ışık veren bir kandil gibisin.

"Nezîra", "Münîra" ve "Kebîra" kelimelerinin sonları telâffuzda bir­birine uyum içindedir. Aynı zamanda "vekîlâ" ve "cemîlâ" kelimeleri de ay­nı şekildedir. [83]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey Peygamber! Biz seni" kendilerine gönderildiğin kimselerin tasdik etmeleri ve yalanlamaları hususunda "bir şahit", seni tasdik eden ve sana itaat edenleri cennetle "müjdeleyici", seni yalanlayan ve sana isyan edenle­ri cehennemle "uyarıcı olarak gönderdik."

"Allah'ın izniyle" Onun emri ve yardımıyla "Allah'a", Onun birliğini ve iman edilmesi gereken sıfatlarını ikrar etmeye ve Allah'a itaat etmeye

"davet eden (bir davetçi) ve nur saçan bir kandil olarak" hidayet hususun­da etrafını aydınlatan bir kandil gibi gönderdik.

"Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf, dünyada diğer ümmetlere bir üstünlük ve amellerine karşılık naîm cennetlerinde bol ecir verilecek "ol­duğunu müminlere müjdele."

Dine muhalif olan hususlarda "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme." Bundan murad Rasulullah (s.a.)'in içinde bulunduğu durum üzere devam ve sebat etmesi için onu manevî açıdan desteklemektir.

'Allah'a tevekkül et." İşini Ona havale et. O sana yeter. Her durumda "Vekil olarak Allah yeter."

"Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlarsanız," burada nikâh akit manasındadır, "sonra da kendilerine dokunmadan" onlarla ilişkiye girme­den "boşarsanız"; Kur'an'da edebe riayet edilerek "cima" konusu dokunma, temas etme, yaklaşma, üzerine düşme ve yanına gelme ifadeleriyle anlatıl­maktadır, "artık sizin onların üzerinde iddet saymaya hakkınız yoktur." Ya­ni onların sayısını tamamlayacakları ve dolmadan başkalarıyla evlenmele­ri mümkün olmayan günleri bekleme mecburiyeti yoktur. İddet, sayılan şey demektir. "Derhal onlara boşanma bedellerini verin." Onlara yararla­nacakları bir bedel verin. Mut'a (boşanma bedeli) kendisi için mehir takdir edilen kadın için sünnettir, kendisi için mehir takdir edilmeyen kadın (mu-favvada) için Hanbelî ve Hanefîlere göre vaciptir. Cumhura göre sadece mufavvada dışındakiler için sünnettir. Şafiîlere göre, ancak kendisi için mehir tesmiye edilen ve duhûlden önce boşanan kadın hariç boşanmış her kadın için boşanma bedeli verilmesi vaciptir. Zira kendisi için mehir belir­lenen ve duhûlden önce boşanan kadına sadece yarım mehir vermekle yeti-nilir. Böyle bir kadın için boşanma bedeli (müt'a) sünnettir, müstahaptır. Boşanma bedeli ya tam bir elbise, ya da 30 dirhemdir.

"Onları güzellikle salıverin." Yani boşayacağınız kadınlara hiçbir zarar ve eziyet vermeksizin yolunu şerbet bırakın. Zira bu kadınların iddet bek­leme mecburiyeti yoktur. [84]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf olduğunu müjdele." ayetinin (47. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir, İkrime ve Hasan el-Bas-rî'den naklediyor: "Senin geçmiş ve gelecek günahını mağfiret etmek için" (Fetih, 48/2) ayeti nazil olduğu zaman müminlerden bazı kimseler:

- Seni tebrik ederiz ya Rasulallah! Sana ne şekilde muamele edileceği­ni öğrendik. Peki, bize ne yapılacak? dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Mümin erkekleri ve mümin hanımları cennetlere sokmak için..." (Fetih, 48/5) ayetini ve "Allah 'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu

müminlere müjdele." (Ahzab, 33/47) ayetini indirdi.

Beyhaki Delâilü'n-Nübüvve adlı kitabında Rabi b. Enes'den rivayet ediyor: "Bana veya size ne yapılacağını bilmiyorum." (Ahkaf, 46/9) ayeti inince bundan sonra "Senin geçmiş ve gelecek günahının mağrifet olması için..." (Fetih, 48/2) ayeti indi. Bunun üzerine sahabe-i kiram:

- Ya Rasulallah! Sana ne şekilde muamele edileceğini öğrendik. Peki, bize ne yapılacak? dediler. Bunun üzerine "Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu müminlere müjdele." mealindeki 47. ayet nazil oldu. Dedi ki: Büyük lütuf cennettir. Bu hadisi aynı zamanda İbni Cerir, Ikrime ve Hasan el-Basrî'den rivayet etmektedir. [85]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Surenin konusu Peygamberimiz (s.a.)'in âdabı ile ilgilidir. Allah Tealâ "Ey Peygamber! Allah'tan kork." (Ahzab, 33/1) ayetiyle Peygamber'inin Rabbine karşı takınması gereken tavrı ve "Ey Peygamber! Hanımlarına söyle..." (Ahzab, 33/28) ayetiyle Peygamber'inin hanımlarına karşı takın­ması gereken tavrı emrettikten sonra; "Ey Peygamber! Biz seni bir şahid... olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45) ayetiyle Peygamber'inin bütün mahluka-ta karşı takınması gereken tavrı emretti.

Allah Tealâ, Peygamber'ine ait bir edep veya ikramı her zikrettiğinde müminler için de buna uygun olan vasıflan zikretti. Peygamberin (s.a.) takva ile emrolunmasına karşılık müminlere zikir emrolundu: "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin." Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına ait âda­ba mukabil müminlerin hanımlarıyla ilgili hususlar zikredildi. Bundan sonraki ayetlerde Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'in görevlerinin karşılı­ğında "Ey iman edenler! Peygamberin evlerine izinsiz girmeyin." (Ahzab, 33/53); "Ey iman edenler! Ona salat edin." ayetleriyle müminlerin Hz. Pey­gamber (s.a.)'e karşı edebini zikretti. [86]

 

Açıklaması:

 

Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.)'in yedi önemli görevini beyan etti.

1, 2, 3- "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik."

Ey kendisine vahiy indirilen Rasul! Kendilerine gönderildiğin kimsele­rin seni tasdik edip etmediklerine, senin hidayetine tâbi olup olmadıkları­na bir şahit olarak, yani dünyada şahitliği taşıyan bir kimse olarak ahiret-te Rabbinin huzurunda taşıdığın bu görevi eda etmek üzere biz seni gön­derdik. Seni, sana itaat edeni cennetle müjdelemek ve sana isyan edeni ce­hennemle uyarmak için gönderdik. Bu üç görev bütün insanlığa duyurul-masıyla mükellef olunan davet görevlerindendir. Şahitlik hususunda bu ayetin benzeri Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Böylece biz sizin insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamber'in de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143).

İmam Ahmed, Buhari ve İbni Ebî Hatim, Ata b. Yesar'dan naklediyor: Abdullah b. Amr. b. Âs (r.a.) ile karşılaştım.

- Bana Rasulullah (s.a.)'in Tevrat'taki sıfatını bildir, dedim. Abdullah b. Amr b. Âs:

- Peki, Allah'a yemin olsun ki o Tevrat'ta Kur'an'daki sıfatlarından ba­zılarıyla tavsif olunmuştur: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik, ümmîlere koruma vesilesi olsun diye gön­derdik. Sen benim kulum ve Rasulümsün. Seni mütevekkil (Allah'a güve­nip dayanan) olarak adlandırdım. Sert, katı kalpli, çarşılarda bağıran, kö­tülüğü kötülükle gideren değil; affeden, müsamaha gösteren ve bağışlayan kimsedir. Allah eğri milleti La ilahe illallah demeleri suretiyle kendisiyle doğrultmadıkça Onun ruhunu almayacak. O, kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri La ilahe illallah ile açacaktır."

4, 5- "Allah'ın izniyle Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik."

Yani insanları Rablerine kulluk etmeye, O'na taatte bulunmaya, gizli ve açık O'nun murakabesi altında olduğunu bilmeye, O'nu ikrar etmeye ve O'nun için vacip olan kemal sıfatlarına iman etmeye davet eden bir davetçi olarak seni gönderdik. İnsanların seninle hidayet bulmaları için, dünya ve ahiret saadetini gerçekleştirme hususunda senin dininle aydınlanmaları için seni nurlu kandil sahibi olarak, ya da karanlıklarda kendisiyle aydın­lanan ışık saçan bir kandil gibi kıldık.

Cenab-ı Hakk'ın "O'nun izniyle" ifadesinin manası, O'nun sana emret-mesiyle ve bunu vaktinde ve zamanında takdir etmesiyle, demektir.

"Bir kandil olarak" kelimesinin manası, nur sahibi olarak demektir. Ya da bir kimsenin "onu arslan olarak gördüm" demesi gibidir. Bunun ma­nası kahraman olarak gördüm, demektir. Buna göre "sirâcen" kelimesi, kandil gibi apaçık beyan eden, yolu gösteren, durumu açıklayan, insanları Hakk'a ve doğru yola ileten, demektir.

Peygamberimiz (s.a.)'in kandile benzetilmesinin gereği olarak onun di­ni ya da emri hiçbir kapalılık veya eğrilik olmayan, hiçbir gizlilik ve perde bulunmayan, hücceti açık, burhanı zahir bir dindir.

Peygamberimiz (s.a.) kandilden çok fazla ışık veren güneşe değil de, kandile benzetilmiştir. Çünkü güneş ışığı gözü kamaştırır, kandil ışığı göz­lere rahatsızlık vermez. Kandil nur vermekle tavsif edilmiştir. Zira bazı kandiller zayıflığı ve fitilinin inceliği sebebiyle ışık vermez.

6- "Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf verilecek olduğunu müminle­re müjdele."

Risaletine iman eden ve şeriatına itaat eden herkese kendilerinin di­ğer ümmetlerden daha büyük bir üstünlüğe sahip oldukları, ahiret yur­dunda, tavsif edilemeyecek ölçüde büyük bir ecre sahip oldukları müjdesini ilan et. Müjdeden sonra uyarı geldi ve Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

7- "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." Yani senin risaletini inkâr eden, ya da nifak çıkaran; içinde küfrü gizleyen, ama dışında müslüman görünen bu kimselere itaat etme. Davet meselesinde onlardan hiçbir itiraz ve tenkit dinleme. Onlara aldırış etme. Rabbinin risaletini bütün insanlara tebliğ et. Onların eziyetlerine aldırma, onlara müsamaha ile davran. Onla­rın günahlarından vazgeç. Rabbinin sana emrettiği şeyi yerine getir. İşledi­ğin ve terkettigin her şeyde işini Allah Tealâ'ya havale et ve O'na güven. Zira O, onlara karşı sana yeter. O seni korur ve gözetir. Kuluna vekil ola­rak Allah yeter. Vekil: Bir işi üstlenen, koruyan kimsedir. Bu güçlü sözde zafer vaadi vardır.

Hz. Peygamber (s.a.)'in vazifelerini beyan ettikten sonra söz hanımla­rın meselelerine geldi. Cenab-ı Hak Zeyd ve Zeyneb'in kıssasını ve Zeyd'in Zeyneb'i boşamasını zikretti. Zeyneb evlilik tam anlamıyla gerçekleştiği için iddet bekledi. İddeti sona erdikten sonra Zeyneb'i Peygamberimiz (s.a.) talep etmişti. Cenab-ı Hak bundan sonra duhûlden önce boşanan hanımın durumunu ve bu hanımın iddet beklememesi gerektiğini beyan etmek üze­re şöyle buyurdu:

"Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlarsanız, sonra da kendileri­ne dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet sayma hak­kınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle sa­lıverin. "

Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Mümin hanımlara nikâh akdi yaptığınız, sonra da kendilerini duhûlden önce boşadığınız zaman sizin on­ların üzerinde tamamlayacağınız günlerle iddet sayma hakkınız yoktur. Ancak boşadıktan sonra onların hatırlarını hoş tutmak için kendilerine müt'a (boşanma bedeli) takdim edin. Boşanma bedeli zaman ve yere göre size ve boşadığınız kadınlara lâyık elbise şeklindedir. Hanımları zarar bu­lunmayan boşama ile boşayın. Zira sizin onların üzerinde iddet sayma hak­kınız yoktur. Salıvermekteki güzellik, erkeğin hanımına verdiği bir şeyi ge­ri istememesidir.

Ayette mümin hanımların özellikle zikredilmesi mümin erkeğin mü­min hanımı nikahlaması gerektiğine irşad edilmektedir. Zira mümin ha­nım erkeğin dinini daha çok koruyucudur.

"Onlara boşanma bedellerini verin." ifadesine gelince: Bir görüşe göre boşanma bedeli, duhûlden önce boşandığı zaman mehir belirlenmeyen (mu-favvada) kadına has olup, vaciptir. Bir başka görüşe göre boşanma bedeli verilmesi mufavvada olan olmayan her kadın için genel bir hükümdür. Bu­radaki emir âlimlerin ihtilaflarına göre ya vacip, ya da mendup bir emirdir. Alimlerden bir kısmı vacip olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehrin yarısıyla birlikte aynı zamanda boşanma bedeli vaciptir. Diğer bir kısım âlimler ise müstehap olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehirle birlikte bir miktar boşanma bedeli verilmesi de müstehaptır. [87]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümleri ihtiva etmektedir:

1- Hz. Peygamber (s.a.)'in yedi sıfat veya isimle tavsif edilmesi. Hz. Peygamber (s.a.) yaptığı tebliğde ümmetine karşı, peygamberlerin ümmet­lerine yaptığı tebliğ hususunda diğer ümmetlere karşı şahittir. O müminle­re Allah'ın rahmeti ve cennetle müjdeleyecidir. İsyankârları ve Hakk'ı ya­lanlayanları cehennemden ve ebedî azaptan uyarıcıdır. Allah'ın birliğini tebliğ etmek, tevhidi benimsemek ve kâfirlerle mücadele etmek suretiyle Allah'a davet eden bir davetçidir. O, Allah'ın gönderdiği şeriatıyla nurlan-dıran bir kandildir. O, müminlere Allah tarafından verilen büyük lütufu müjdeleyendir. O, kâfirlerin işaret ettikleri şekilde din konusunda taviz vermek ve kâfirleri desteklemek hususlarında kâfirlere itaat etmemesi is­tenen müstakil bir din sahibidir. Fakat o aynı zamanda kâfirlerin kendisi­ne eziyette bulunmalarına karşılık onlara eziyet etmemekle ve onları ceza-landırmamakla; dinine yardım etmesi, koruması, desteklemesi ve kendisi­ni insanlardan koruması hususundan sadece Allah'a güvenerek kâfirlerin hatalarını görmezlikten gelmekle emrolunmuştur.

İbni Ebî Hatim ve Taberanî, İbni Abbas'dan rivayet ediyorlar: "Ey Pey­gamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak Allah'ın izniy­le Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) Hz. Ali ile Muaz'ı çağırdı.

- İkiniz gidin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin2 kolaylaştırın, zorlaştırma-yın. Zira bugün bana: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahid (cennetle) müjdele­yici ve (cehennemden) uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a davet edici nur saçan bir kandil olarak gönderdik." ayetleri nazil oldu, buyurdu.

2- Kurtubî diyor ki[88]: Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.)'e ve müminlere ünsiyet verme ve hepsini şereflendirme manası vardır. Bu ayet Peygambe­rimiz (s.a.)'in isimlerinden altı ismi ihtiva etmektedir. Peygamberimiz (s.a.)'in Kitap ve sünnette, geçmiş kitaplarda zikri geçen pek çok isimleri ve değerli özellikleri vardır. Cenab-ı Hak kitabında onu "Muhammed" ve "Ahmed" ismiyle zikretmiştir.

Peygamberimiz (s.a.), Taberanî'nin sika ve udûl (güvenilir) raviler ka­nalıyla Cabir'den rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed'im. Ahmed'im. Allah'ın küfrü kendisiyle sildiği kimseyim (Mahî). Ben insanların ayakları önünde haşr olacağı kimseyim (Haşir). Ben en sonuncu peygamberim (Âkıb)."

Sahih-i Müslim'de Cüeyr b. Mut'im'in hadisinde: Allah O'na (Rauf) ve (Rahıym) isimlerini vermiştir, denilmektedir. Yine aynı kitapta Ebû Musa el-Eş'arî'den naklediliyor: Rasulullah (s.a.) kendisini bazı isimlerle adlan­dırıyor ve şöyle buyuruyordu: Ben Muhammed ve Ahmed'im. Peygamberle­rin sonuncusu, kafîyesiyim (Mukaffa), Haşir, Nebiyyü't-Tevbe (Tevbe Pey­gamberi) ve Nebiyyü'r-Rahme'yim (Rahmet Peygamberiyim).

Kadı İbnü'l-Arabî Ahkâmında[89] bu ayet münasebetiyle Hz. Peygam­ber (s.a.)'in altmış yedi ismini zikretmektedir. Bu isimler şunlardır:

Rasul, Mürsel, Nebî, Ümmî, Şehid, Musaddik, Nur, Müslim, Beşîr, Mü-beşşir, Nezir, Münzir, Mübîn, Emin, Abd, Dâî, Sirâc, Münîr, İmam, Zikr, Müzekkir, Hâdî, Muhacir, Amil, Mübarek, Rahmet, Amir, Nâhî, Tayyib, Ke­rîm, Muhallil, Muharrim, Vadi', Rafi', Muhbir, Hâtemü'n-Nebiyyîn, Sa-ni'sneyn, Mansûr, Üzünü Hayr, Mustafa, Emîn, Me'mûn, Kasım, Nakîb, Müzzemmil, Müddessir, Aliyy, Hakîm, Mümin, Müsaddak, Rauf, Rahîm, Sahib, Şefiy, Müşeffa, Mütevekkil, Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir, Mu­kaffa, Akıb, Nebiyyü't-Tevbe, Nebiyyü'r-Rahme, Nebiyyü'l-Melhame, Abdul­lah, Nebiyyü'l-Haremeyn. Bunu Mâveraünnehir âlimleri zikretmişlerdir.

"Rasul", Allah tarafından kendisine peşpeşe haber gelen kimsedir. O Rabbinden gönderilen, "MürseV'dir. Şer'î hükümleri insanlara sözlü olarak tebliğ etmek için başkalarını gönderen "Mürsil"dir.

Hemzeli olan "en-Nebîü" kelimesi önemli haber manasındaki nebe' ke­limesinden, hemzeli olmayan "en-Nebiyyü" kelimesi ise yüksekçe yer ma­nasındaki nebve kelimesinden alınmıştır. O Allah tarafından kendisine ha­ber verilen, Allah katında değeri yüce olan kimsedir.

Rasulullah (s.a.) "Ümmî"; okuma ve yazma bilmeyen kimsedir. Dünya ve ahirette halka şehadette bulunması sebebiyle şahid mânasında "Şe-hîd" dir.

Kendisinden önceki bütün peygamberleri tasdik eden, Rabbini sözüyle tasdik eden, sözünü ameliyle tasdik eden kimse "Musaddik "dır.

"Münevver", Allah'ın kendisiyle kalpleri iman ve ilimle nurlandırdığı, küfür ve cehalet karanlıklarını dağıttığı kimsedir. "Müslim", müslümanlann en hayırlısı ve ilkidir. "Beşir" ve "Münzir", korkulan ve sakınılan şeyleri bildiren kimsedir.

"Mübîn", Rabbinden gelen vahyi ve dini açıklayan, ayetleri ve mucize­leri ortaya koyan kimsedir. "Emin" kendisine vahyedilen şeyleri ve görev­lendirildiği hususları koruyan kimsedir. "Abd" yaratılma ve kullukta bu­lunma hususunda Allah'a boyun eğen kimsedir. "Dâî", insanları Hakk'a ve dalâleti terketmeye çağıran kimsedir. "Sirâc", halkın kendisiyle doğru yolu gördüğü nurdur.

"Münir", nurlandıran; "İmam", kendisine uyulan, söz ve fiiline müra­caat edilen; "Zikr", kendi nefsinde şerefli, başkasına da şeref veren demek­tir. "Müzekkir", Allah'ın ellerinde zikri yarattığı kimse, yani Allah'ı hatırla­tan kimse; "Hadi", iki ana yol yani hayır ve şer yollarım gösteren kimsedir. "Muhacir'dir. Zira Allah'ın nehyettiği şeyleri, ailesini ve vatanını terket-miştir.

"Âmil", Rabbine taati yerine getiren, fiili söz ve inancına uygun olan kimsedir. "Mübarek", Allah'ın kendi durumunda fazla sevap veren, ashabı­nın halinde amellerini faziletli kıldığı, ümmetini sayı fazlasıyla diğer üm­metlerden üstün kıldığı kimsedir.

"Rahmet", Allah'ın dünyada kendisi sebebiyle bütün âlemleri umumi azaptan korumak ve ahirette hesabın derhal görülmesi suretiyle rahmette bulunduğu kimsedir.

"Âmir" ve "Nâhî" emir ve nehyi tebliğ eden kimsedir. "Tayyib", kalp kirliliği, söz kirliliği ve fiil kirliliğinden uzak olması sebebiyle kendisinden daha iyisi bulunmayan kimsedir.

"Kerim" tam ve mükemmel manada cömert; "Muhallü" ve "Muharrim" helâl ve haramı beyan eden demektir. 'Vadi'" ve "Rafi"' Allah'ın kendisiyle bir kavmi yücelttiği ve yine -kendisine uymayan- başka bir kavmi alçalttığı kimsedir. "Muhbir", haber verendir.

"Hatemü'n-Nebiyyîn" Peygamberlerin sonuncusudur. "Sani'sneyn" Sevr dağındaki mağarada iki kişiden biridir, diğeri Hz. Ebubekir'dir. "Man-sur" Allah tarafından izzet verilmek ve düşmanlara karşı galip kılınmak suretiyle yardım olunan kimsedir. "Üzünü Hayr", seslerden sadece hayırlı olanı kavrayan ve sadece en güzeli duyan kimsedir.

"Mustafa", kendisinin mahlukatın seçilmişi olduğu bildirilen kimsedir. "Emin" manası daha önce geçtiği gibi kendisine güvenilen kimsedir.

"Me'mûn", kendi cihetinden şer gelmesinden korkulmayan kimsedir. "Kasım" zekâtları, humusları ve diğer mallan insanlar arasında dağıtan kimsedir.

"Nakîb", işleri üstlenir, haberleri korur. Peygamberimiz (s.a.) Ensar'a kendisini böyle tavsif ederek şöyle buyurdu: "Ben sizin nakîbinizim." "Müzzemmil", elbisesine bürünen; "Müddessir", elbisesine sarılan kimsedir. "Aliyy" değeri ve yeri yüksek olan, şanı şerefli olan kimsedir. "Hakim" bil-diğiyle amel eden; "Mümin" Rabbini itikad ve fiiliyle tasdik eden kimsedir.

"Rauf ve "Rahîm" Allah'ın kendisine verdiği insanlara şefkat sebebiy­le çok şefkatli ve çok merhametlidir. "Sahib" kendisine tâbi olanlara karşı muamelesi güzel olan, çok vefakâr olan kimsedir. "Şefi"' ve "Muşeffâ" mah-lukatm durumu hakkında hesabın acil olarak verilmesi, azabın düşürül­mesi ve hafifletilmesi şeklinde Allah'a talepte bulunandır.

"Mütevekkil", işlerin neticesini ilim ve amel açısından Allah'a havale edendir. "Mukaffa" ibadet edendir. "Nebiyyü't-Teube", ümmetinin söz ve inançla yaptığı tevbeyi Allah'ın kabul etmesi sebebiyle Tevbe Peygamberi denilmiştir.

"Nebiyyü'r-Rahme", insanlara şefkatli, Rahmet Peygamberidir. "Ne-biyyü'l-Melhame", düşmanlarla savaşmak ve onlara karşı zafer elde etmek üzere gönderilen peygamber demektir.

3- Mücahid, "Onlara eziyet etmeyi bırak." ayetindeki kâfirleri affetme ve onlara dokunmama emrinin "seyf=kılıç" ayetiyle mensuh olduğu görü­şündedir.

4- "Mümin hanımları nikahladığınız zaman" ayetinde pekçok hüküm­ler bulunmaktadır. Bunların bir kısmı şunlardır:

a) Duhûlden (cinsel ilişkiden) önce boşanan kadının Kitab'm açık nas-sı ve ümmetin icmaı ile iddet bekleme mecburiyeti yoktur. Eğer duhûl vaki olmuşsa boşanmış kadının icma ile iddet bekleme mecburiyeti vardır.

Fıkıh âlimlerince meşhur olan görüş, iddetin sadece kul hakkı ile ilgili olmayıp; hem Allah'ın hakkı, hem de kul hakkı ile ilgili olduğudur. Zira ne-seblerin karıştırılması suretiyle meydana gelecek fesadın engellenmesi şe­riat koyucunun da hakkıdır. Boşayan iddeti kaldırdığı zaman, iddet sakıt olmayacaktır. Zira şeriat bunu isbat etmiştir. İddet şer'an; boşanan kadının rahminin hamilelikten uzak olduğunu bilmek için, ya da Allah'a kulluk et­mek için, yahut ölen kocaya ağıt yakmak için boşanan kadının beklediği müddettir.

b) "Nikâh" kelimesinin sadece nikâh akdi için kullanılması: Bu husus­ta Kur'an'da bu ayetten daha açık bir ayet yoktur. Âlimler burada nikâh­tan muradın nikâh akdi olduğunda ittifak etmişlerdir. Allah'ın kitabında "nikâh" lafzı sadece nikâh akdi manasında kullanılmıştır. Nikâhın hakiki manası aslında cinsî münâsebettir. Fakat Kur'an'ın edebî esaslarından biri cinsi münasebet ve cimaın mülâmese (dokunmak), mümasse (temas et­mek), kurban (yaklaşmak), tegaşşî (kaplamak), ityan (gelmek) lafızlarıyla kinaye olarak belirtilmesidir. İçkinin günah işlemeye sebep olduğu için "günah" diye adlandırılması gibi nikâha giden yol olduğu için nikâh akdi nikâh diye adlandırılmıştır.

c) Duhûlden önce kadını boşamanın mubah oluşu: Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın "Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç hayız müddeti beklerler." (Bakara, 2/228) ayetini ve "Âdetten kesilen kadınlarınızın iddetinde şüphe ederseniz bilin ki onların iddeti üç aydır." (Talak, 65/4) ayetini tahsis et­mektedir.

d) Cenab-ı Hakk'ın "el-Mü'minat" ifadesi müminlerin genellikle mü­min hanımlarla evlendikleri için kullanılmıştır. Ancak evlenmenin ittifakla mubah olması konusunda mümine ve Ehl-i Kitap kadın arasında hüküm hususunda hiçbir fark yoktur.

e) İçlerinde İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in de bulunduğu âlimlerin cumhuru "Mümin hanımlarla evlenip de sonra onları boşadığınız zaman" ayetini, (sümme) kelimesi kullanılması sebebiyle boşamanın ancak nikâh­tan sonra olacağına, nikâhtan önce boşama olmayacağına delil olarak ge­tirmişlerdir.

Kim kadını ismini belirterek de olsa nikâhtan önce boşarsa, boşama gerçekleşmez. Dolayısıyla kim: "Evleneceğim her kadın boş olsun" derse, ya da "Ben falan kadınla evlenirsem, o boş olsun" derse, bu ifade boşama sayılmaz. Bu kadınla evlenirse, o takdirde ister tahsis etsin, isterse umumi ifade kullansın, ister kesin, isterse ta'lik ifadesiyle kullansın hanımı kendi­sinden boş olmaz.

İbni Abbas'a bu durum sorulduğunda İbni Abbas:

- Bu hiçbir şey değildir, dedi. İbni Abbas'a:

-  İbni Mes'ud: Kişi nikahlamadığı kişiyi boşarsa bu caizdir, diyordu, denildi. Bunun üzerine İbni Abbas:

-  Allah Ebu Abdirrahman'a rahmet eylesin. Durum onun dediği gibi olsa, Cenab-ı Hak "Ey iman edenler! Mümin hanımları boşadığınız, sonra da kendileriyle evlendiğiniz zaman" derdi. Halbuki Cenab-ı Hak "Mümin hanımları nikahladığınız, sonra da kendileri, boşadığınız zaman" dedi.

İbni Mace, Hz. Ali ve Misver b. Mahreme (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in "Nikâhtan önce boşama yoktur." buyurduğunu rivayet etmektedir.

İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbni Mace'nin Abdullah b. Amr'-dan rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ade-moğlunun malik olmadığı şeyde boşama yoktur."

İmam Ebu Hanife (r.a.) şöyle demiştir: İfadesinde tahsiste bulunan kimse ile umumi ifade kullanan kimse arasında fark yoktur. Zira boşama malik olunan bir kadın hakkında vaki olur. Eğer umumi ifade kullanıp "Evleneceğim her kadın boş olsun" derse, kadın ondan boş olur. Bu, malik olduğu şeyde boşama için yapılmış manevî bir ta'liktir. "Falan kadınla ev­lenirsem, o boş olsun" şeklindeki lafzî ta'lik de bunun gibidir.[90]

Yabancı kadına verilen talâk-ı naçiz vaki olmaz. Zira malik olunma­yan kadın için verilen talak-ı naçiz, ittifakla vaki olmaz.

İmam Malik (r.a.) diyor ki: İfade umumi olursa, talak vaki olmaz. Zira o böylece kendisine evlilik çeşitlerini daraltmış olur. Bir şey darahnca da genişlik bulunur. Erkek bizzat bir kadını ya da kabilesini belirtirse, yahut belirli bir beldedeki kadını kastederse, talak vaki olur.

f) Duhûlden önceki halvet (bir erkeğin bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalması) cima mesabesinde midir?

İmam Şafiî ve Ahmed halvetin cima gibi olmadığı görüşündedirler. Zi­ra "o kadınlara dokunmadan önce" ayet-i kerimesinde dokunmama şeklin­de konulan kaydın zahiri halvetle cima arasındaki farka delildir. Dokunma -daha önce beyan ettiğimiz gibi- cimadan kinayedir. Halvet ise cima sebe­biyle gerekli olan boşamadan sonraki iddeti gerekli (vacip) kılmaz.

Hanefiler ve Malikîler sahih (şartlan gerçekleşen) halvetin tıpkı cima gibi iddeti gerektiği görüşündedirler. Bunun delili Darakutnî ve Cessas'ın Ahkâmü'l-Kur'andaki şu rivayetleridir: "Kim kadının başörtüsünü açar ve ona bakarsa duhûl vaki olsun, olmasın mehir vacip olur."

Zürâre b. Evfa'dan naklediliyor: Hidayet üzerindeki raşid halifeler perdeler indirilip kapı kapanınca erkeğin kamil mehir ödemesi mecburiyeti vardır, duhul vaki olsa da, olmasa da boşanma olursa, kadının iddet bekle­me mecburiyeti vardır, demişlerdir.

Hanefîlere göre halvetten sonra iddet hem kazaen, hem de diyaneten vaciptir. Dolayısıyla bu durumda birinci erkekle olan halvet -cima olmasa bile- sahih bir halvet olduğu müddetçe kadının iddet beklemeden önce bir başka koca ile evlenmesi helâl değildir. Hanefîlerden bir grup: Erkek ka­dınla münasebette bulunmadığı zaman kadının iddet beklemesi helâl de­ğildir. Kaza hususunda sadece zahire itibar edilir.

g) Davud ez-Zahirî bu ayetin zahiriyle hareket ederek şöyle der: Ric'î talâkla ya da beynûnet-i suğra şeklinde bain talâkla boşanmış kadına ko­cası tekrar müracaat ederse, veya iddeti bitmeden önce bu kadına nikâh akdi yaparsa, sonra da bu kadınla cinsi temas kurmadan önce bu kadını boşarsa, kadının iddet bekleme mecburiyeti yoktur. Zira bu kadın duhûl vaki olmadan önce boşanmıştır. Dolayısıyla bu kadının ikinci talâk için ye­ni bir iddet bekleme zorunluluğu yoktur. Zira bu duhulden önce vaki olan boşamadır. Yine bu kadının birinci iddeti tamamlama mecburiyeti yoktur. Zira ikinci talâk, birinci talâkı iptal etmektedir. Sonra da bu kadının bey-nûne şeklinde "yarım mehir" hakkı vardır.

Ata b. Ebî Rabah ve İmam Şafiî bir kavlinde şöyle diyor: Her iki du­rumda kadının birinci talakın iddetini beklemesi, yeni bir iddet saymaya başlamaması gerekir. Zira ikinci talâkın iddeti yoktur. Ancak o, birinci ta­lâkla vacip olan iddeti ortadan kaldırmaz. Zira bu duhûlden sonraki talak olup bunda iddetin vacip olması konusunda şâriin hikmetinin gözetilmesi vaciptir. Kocanın da -Zahirîlerin dedikleri gibi- beynûne şeklinde "yarım mehir" vermesi gerekir.

Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Sevrî ve Evzaî şöyle demişlerdir: Bu iki du­rumda kadının yeni bir iddet beklemesi gerekir. Zira duhûl vaki olmasa da kadına daha önceden duhûl vaki olmuştur. Beynûne şeklinde kadına duhûl vaki olması sebebiyle tam mehir gerekir.

Malikîler ric'î talâk ile bain talâkı birbirlerinden ayrı kabul etmişler, ric'î talâk ile boşanan kadına yeni kâmil bir iddet beklemesinin vacip oldu­ğunu belirtmişlerdir. Zira bu kadın tekrar müracaattan sonra cima vaki olan kadın hükmündedir. Ancak bain üzerine iddeti vacip saymamışlardır. Zira beynunetten sonra nikâh yeni bir akittir. Ondan sonraki talâka duhûl­den önceki talâk denilmesi doğru olur, dolayısıyla iddet gerekmez. Fakat talâk sebebiyle kadın üzerine beklemesi vacip olan iddetin iptal edilmesi doğru olmaz. Bu sebeple birinci iddeti tamamlamalıdır. Erkekten de "ya­rım mehir" alma hakkı vardır.

h) Hasan el-Basrî ve Ebu'l-Âliye "O kadınlara boşanma bedellerini ve­rin. " ayetinin zahirini, duhulden önce boşanan kadın için mehir belirlense de belirlenmese de, boşanma bedeli (müt'a) verilmesinin vacip olduğuna delil getirmişlerdir. "Boşanan kadınların örfe göre boşanma bedeli alma hakları vardır. Bu takva sahipleri üzerine bir borçtur." (Bakara, 2/241) aye­tinin zahiri de bunu teyid etmektedir.

Bu aynı zamanda Şafiîlerin görüşüdür. Fakat onlar kendisi için mehir belirlenen ve duhûlden önce boşanmış olan kadını bundan istisna etmekte­dirler. Zira onun sadece "yarım mehir" hakkı vardır. Müt'a (boşanma bede­li) sünnettir, müstehaptır. Delilleri Cenab-ı Hakk'ın "Eğer kadınlara mehir takdir ettiğiniz halde onlara dokunmadan boşarsanız takdir ettiğiniz meh-rin yarısı (onların hakkıdır.)" (Bakara, 2/237) ayet-i kelimesidir. Zira bu ayette müt'a (boşanma bedeli) zikredilmemiştir. Said b. Müseyyeb diyor ki: "Bu ayet "Onlara boşanma bedeli verin" şeklindeki Ahzab ayetini neshet-mektedir."

Hanefîler ve Hanbelîler mufavvada (kendisi için mehir takdir edilme­miş) olan boşanmış kadına müt'a verilmesi vaciptir, bunun dışındaki kadın için sünnettir, görüşündedirler. Bunların delili şu ayettir: "Kadınlara yak­laşmadan ve onlara mehir takdir etmeden boşarsanız, sizin için bir sorum­luluk yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre, fakir de kendi im­kânına göre usûlüne uygun bir şekilde olmak üzere boşadığınız kadınlara faydalanacakları bir şeyler verin. Bu iyiliksever kimseler üzerine bir borç­tur." (Bakara, 2/236).

Malikîler mutayı boşanan her kadın için müstehap bir sünnet olarak kabul etmişlerdir. Zira onlar "Usûlüne uygun bir şekilde faydalanacakları bir şeyler verin. Bu iyiliksever kimseler üzerine bir borçtur." (Bakara, 2/236) ayetinin zahirinin delaletiyle müt'a hakkında varid olan emirlerin tamamı­nı mendup ve müstehap manasına almışlardır.

Kısaca, Bakara ayetiyle Ahzab ayeti arasında ilk bakışta çelişki var­mış gibi görünmektedir. Bazı âlimler Bakara ayetinin Ahzab ayetini tahsis ettiği, ya da umumunu neshettiği şeklinde kabul ederek bu çelişkiyi kaldır­mışlardır. Buna göre mana, kendilerine nikâh akdinde mehir takdir edil­meyen kadınlara müt'a (boşanma bedeli) verin, şeklinde olmaktadır. Hane-fîlerin ve Şâfiîlerin görüşü budur.

Alimlerden bazıları da Ahzab ayetindeki müt'ayı mutlak bağış mana­sına almakta, dolayısıyla bu ifade takdir edilen mehrin yarısı ile fıkıhta bi­linen müt'ayı içine almaktadır. Ancak bu şey takdir suretinde nassla tayin edilen mehrin yansı şeklinde takdir olunur. Mehir tayin edilmediği durum­da takdir edilmez. Her iki taraf bir şey üzerine anlaşmışlarsa bu verilir. Aksi takdirde karı-kocanın fakirlik-zenginlik durumuna göre kadı, içtihadı ile bunu takdir eder.

Alimlerden bir kısmı, müt'anın bilinen manada kalmasıyla birlikte "Onlara boşanma bedeli (müt'a) verin" ayetindeki emri vacip ve mendubu içine alan bir izin manasına almaktadırlar. Bu durumda mehrin tayin edil­memiş olması halinde müt'a verilmesi, "Onlara boşanma bedeli (müt'a) ve­rin" ayetinin delaletiyle vacip olur, mehrin sahih bir şekilde tayin edilmesi halinde ise müstehap olur. Zira bu durum "Aranızdaki iyiliği unutmayın." (Bakara, 2/237) ayetinde olduğu gibi genellikle mendup olan iyilik babın-dandır.

ı) Müt'a (boşanma bedeli), tam bir elbisedir. Buhari, Sehl b. Sa'd ve Ebî Üseyd (r.a.)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) Ümeyme bt. Şerahîl ile evlendi. Ümeyme, Rasulullah (s.a.)'in yamna girince Rasulullah (s.a.) ona elini uzattı. Ümeyme bu durumdan pek hoşlanmamıştı. Ebî Üseyd'e Ümey-me'ye iki razikî elbisesi almasını (ve bu şekilde ailesine geri göndermesini) emretti. [91]

 

Allah'ın Hz. Peygamber (S.A.)'le Evlenmelerini Helâl Kıldığı Hanımlar

 

50- Ey Peygamber! Mehirlerini ver­diğin hanımlarını, Allah'ın sana ga­nimet olarak verdiği cariyeleri, se­ninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, da­yının kızlarını, teyzelerinin kızları­nı, sana helâl kıldık. Eğer mümin bir kadın, kendisini Peygamber'e bağışlar ve Peygamber de onu ni­kahlamak isterse, bunu da sana he­lâl kıldık. Bu (hüküm) müminler­den ayrı olarak sadece, sana mah­sustur. Sen sıkıntıya düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında nele­ri farz kıldığımızı bilmekteyiz. Al­lah, Gafûr'dur, Rahim'dir (çok affe­den ve çok bağışlayandır).

51-  Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilir­sin. Kendilerinden uzaklaştıkların­dan birini istemende, sana bir gü­nah yoktur. Bu sevinmeleri, üzül-memeleri ve hepsinin verdiğin şey­lere razı olmaları için en elverişli yoldur. Allah kalplerinizde olanı bi­lir. Allah Alim'dir, Halim'dir.

52- Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir. Gü­zellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen caiz değil­dir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç. Allah her şeyi murakabe et­mektedir.

 

Belagat:

 

"Peygamber de onu nikahlamak isterse", cümlesinde Peygamberimiz'in şanını ifade etmek için "nebî" lafzıyla mükerrer olarak ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş (iltifat) sanatı vardır. [92]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah'ın sana gani­met olarak verdiği" sana iade ettiği Cüveyriye ve Safiye gibi savaşta gani­met alma ve esir alma sebebiyle "cariyeleri" hicret eden kadınlardan farklı olarak Mekke'den Medine'ye "seninle beraber hicret eden amcanın kızları­nı, halalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Eğer mümin bir kadın kendisini Peygambere bağışlar ve Peygamber de onu nikahlamak isterse, bunu sana helâl kıldık." Zira o kadının kendi nefsini hibe etmesi kabul makamında cereyan etmektedir. "Bu (hüküm) müminlerden ayrı olarak sadece sana mahsustur." Nübüvvetinin şerefi ve senin hürmete hak kazanmış olman sebebiyle bu durum sana ait bir özel­liktir. Bu özellik mehir olmaksızın hibe lafzıyla yapılan nikâhtır. Şâfiîler bunu hibe lafzıyla yapılan nikâhın geçerli olmayacağına delil olarak kabul etmişlerdir. Zira lafız manaya tâbidir. Peygamberimiz (s.a.) manen tahsis edildiği gibi, lafzan da tahsis edilmiştir. "Sen sıkıntıya", darlık ve meşakka­te "düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri" hakkında akit şartları, akidde tesmiye edilmeyen mehirin cima sebebiyle vacip olması, hanımlar arasında geceleri taksim etmenin vacip olması, dört kadından fazlasıyla evlenmeme­leri, veli, şahitler ve mehir olmaksızın evlenmemeleri gibi hükümleri; "ve sahip oldukları" köle aslından satın alma ve başka yollarla elde edilen "ca­riyeleri hakkında neleri," cariyenin mecusiyye ve putperestten farklı olarak Ehl-i Kitap gibi sahibine helâl olan kimselerden olması, cima'dan önce bir hayız müddetiyle rahminin temizliğinin ortaya çıkması, gibi hükümleri "farz kıldığımızı bilmekteyiz. Allah" kendisinden sakınılması zor olan hu­suslarda "çok bağışlayıcı" sıkıntı durumlarında genişlik vermek suretiyle "çok merhamet edicidir."

"Hanımlarından dilediğini" nöbet sırasında "geri bırakır". "Türcî" ke­limesi tehir etmek, ertelemek manasındaki "irca" kökündendir. Hemzeli ve hemzesiz okunmuştur. Bu ikisi iki ayrı lügattir. "Erceytü" ve "erce'tü" deni­lir. "Dilediğini yanına alabilirsin." yatağına alırsın. "Kendilerinden uzak­laştıklarından" "Azelte" uzlet masdarındandır. Uzlet izale etmek ve tak­simde kenara atmak demektir. Böyle "birini istemende" talep etmende "sa­na hiçbir günah yoktur." Bu daha önce hanımları arasında taksim yapması vacip iken Peygamberimiz (s.a.)'e gösterilen bir kolaylıktır. "Bu" tercihte bulunma "onların sevinmeleri" memnun olmaları ve rahatlamaları "üzül-memeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı olmaları için en elverişli yoldur. Allah kalplerinizde olanı" kadınların durumunu, bazılarına meyletmenizi gayet iyi "bilir." O halde ihsanda bulunmaya gayret edin. Ey Allah'ın Rasu-lü! Biz dilediğin her şeyde sana kolaylık göstermek için onlar hakkında se­ni muhayyer kıldık. "Allah" yarattıklarını ve gönüllerde olanı "Alimdir, Halimdir." ceza vermede acele etmez. Dolayısıyla O kendisinden korkul­maya en lâyık olandır.

"Artık bundan sonra" seçtiğin dokuz hanımdan sonra -ki bu sayı onun hakkında, bizim hakkımızdaki dört kadın gibidir- yahut bugünden sonra hatta biri ölse bile "senin için başka kadınlar helâl değildir." "Yehıllu" keli­mesi hem ya ile "yehıllü" şeklinde hem de tâ ile "tehıllü" şeklinde okun­muştur. "Ya" şeklindeki kıraate göre cem'in müennesliği hakiki olmaması sebebiyledir.

"Güzellikleri" yani yeni nikahlayacağın hanımın güzelliği "hoşuna git­se de, onları başkalarıyla değiştirmen" tamamını veya bir kısmını boşayıp, boşadığınm yerine başkasıyla evlenmen "caiz değildir. Ancak sahip oldu­ğun cariyeler hariç." Bunlar sana helaldir. Bu hanımları ve cariyeleri içine alan kadınlar (nisa)dan istisnadır. Bir başka görüşe göre bu istisna, mun-katıdır. Peygamberimiz bunlardan sonra Mariye el-Kıbtiyye'yi cariye ola­rak almış, ondan oğlu İbrahim dünyaya gelmiş ve o hayatta iken ölmüştü. "Allah her şeyi murakabe etmektedir." Kontrol edip korumaktadır. O halde O'nun sizin için çizdiği çizgiyi aşmayın. [93]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını..." ayetinin (50. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Tirmizî "hasen", Hâkim "sahih" diyerek İbni Ab-bas tarikiyle Ümmü Hanî bt. Ebî Talib'den naklediyor: Rasulullah (s.a.) bana evlilik talebinde bulundu. Ben mazeret beyan ettim. O da beni mazur gördü. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "İnnâ ahlelnâ leke..." diye başlayan 50. ayeti in­dirdi. Buna göre ben ona helâl olmuyordum. Çünkü ben hicret etmedim.

İbni Ebî Hatim, Ümmü Hanî'den naklediyor: "Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık" ayeti benim hakkımda nazil oldu. Peygamberimiz (s.a.) be­nimle evlenmek istemişti. Bundan nehyolundu. Zira ben hicret etmedim.

Ayette geçen "mümin kadın" kimdir? İbni Sa'd ayetteki "mümin ka­dın" ifadesi hakkında İkrime'nin "Bu Ümmü Şerik ed-Devsiyye hakkında nazil oldu" dediğini nakletmektedir.

Yine İbni Sa'd, Münîr b. Abdillah ed-Düelî'den naklediyor: Ümmü Şe-rîk Gaziyye bt. Cabir b. Hakim ed-Devsiyye Peygamberimiz (s.a.)'e kendisi­ni arzetti. Ümmü Şerîk güzel bir kadındı. Peygamberimiz (s.a.) de bunu kabul etti. Hz. Âişe ona şöyle dedi:

- Bir kadın kendisini bir adama hibe ettiği zaman onda hayır yoktur.

Ümmü Şerik:

-  Ben o kadınım, dedi. Cenab-ı Hak da bu kadını "mümin" olarak ad­landırarak şöyle buyurdu: "Mümin bir kadın kendisini Peygambere bağış­larsa, bunu da sana helâl kıldık." Bunun üzerine Hz. Âişe:

- Allah senin arzunu derhal gerçekleştiriyor, dedi.

"Hanımlarından dilediğini geri bırakır..." ayetinin (51. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Buhari ve Müslim rivayet ediyor. Hz. Âişe:

-  Bir kadın kendisini bağışlamaktan utanmıyor mu? diyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini ya­nına alabilirsin." ayetini indirdi. Hz. Âişe:

- Görüyorum ki Rabbin senin arzunu derhal gerçekleştiriyor, dedi.

İbni Sa'd, Razîn el-Ukaylî'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) hanım­larını boşamak istedi. Hanımları bunu görünce kendileri hakkında diledi­ğini dilediğine karşı tercih etmek üzere onu serbest bıraktılar. Bunun üze­rine Cenab-ı Hak: "İnna ahlelnâ leke..." ayetiyle "Türcî men teşâü..." ayeti­ni indirdi.

"Artık bundan sonra senin için..." ayetinin (52. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Abbas, Mücahid, Dahhak, Katade, İbni Zeyd ve İbni Cerir gibi pekçok âlime göre ayetin kısa açıklamasında geçtiği gibi Rasulullah (s.a.) kendilerini muhayyer kıldığında Allah'ı, Rasulünü ve ahiret yurdunu tercih etmeleri şeklindeki güzel davranışlardan razı olunduğunu bildirmek üzere ve Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına mükâfat olarak bu âyet indi. [94]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Müminlerin nikâhları ve hükümleri hakkında söz geçmişti. Burada ise söz özellikle Hz. Peygamber (s.a.)'in kendisine nikahlaması helâl olan ha­nımları, haram kılınanların özellikle belirtilmesi, hanımlar arasında, dile­diğinin yanında gecelemesi ve dilediğinin yanında gecelememesi suretiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in tercih hakkını kullanması, kendi nefsini Hz. Pey­gamber (s.a.)'e hibe eden ve Peygamberimiz (s.a.) açısından kabul gören kadınla mehirsiz evlenmesi konularına tahsis edildi. Geceleri hanımlar arasında taksim etme vacibinin terk edilmesi ve hibe lafzıyla evlilik Hz. Peygamber (s.a.)'e ait hususiyet olup, diğer müminlere caiz değildir. [95]

 

Açıklaması

 

1- "Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını... sana helâl kıldık."

Allah Tealâ bu ayette peygamberinin kendileriyle evlenmelerini mu­bah kıldığı hanımlardan dört grubu zikretti. Bu dört gruptan ilk grup me-hirleri verilen hanımlardır.

Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Biz ücretlerini -yani mehirlerini-verdiğin hanımları sana helâl kıldık. Mehri verilen kadın, mehrini alma­yan kadından daha üstündür. Bu nassm ilk olarak zikrettiği mükemmel durumdur. En kâmil olan mehrin hiçbir geciktirme olmaksızın tam olarak verilmesidir. İnsanların mehri geciktirmeleri hususuna gelince bu ihtiyat maksadıyla, mehirlerde çok aşın gidilmesi ve mehrin tam olarak ödenme­sinin imkânsızlığı sebebiyle örfte sonradan icad edilen şeylerdendir.

Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına verdiği mehri on iki buçuk ukıy-ye, yani beş yüz dirhem gümüş idi. Ancak Ümmü Habibe bt. Ebî Süfyan bundan müstesna. Çünkü onun mehrini Peygamberimiz (s.a.) adına Necaşî dört yüz dinar olarak verdi. Yine Safiyye bt. Huyeyy bundan müstesnadır. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onu Hayber esirleri arasından seçti, sonra onu azad etti. Onun azad edilmesini, mehri saydı. Ayrıca Cüveyriye bt. Haris el-Mustalikıyye adına mükâtebe hisselerini Peygamberimiz (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmas'a ödedi ve onunla evlendi.

2- "Allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri" sana helâl kıldık: Yani Allah, ganimet mallarından aldığın cariyeleri sana mubah kıldı. Bu, kadınlardan ikinci gruptur. Bunlar memlûk cariyelerdir. Peygamberimiz (s.a.) daha önce beyan ettiğimiz gibi Safiyye, Cüveyriye, Reyhane bt. Şem'ûn en-Nadriyye, İbrahim'in annesi Mariye el-Kıbtiyye'yi memlûk ola­rak aldı. Son iki cariye Peygamberimiz (s.a.)'in normal ilişki kurduğu se-rîreleri idi.

3- "Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızları­nı, dayının kızlarını, teyzelerinin kızlarını" sana helâl kıldık.

Seninle birlikte muhacir olan amca kızları, hala kızları, dayı kızları ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Ancak bunlardan hicret etmeyenler müs­tesna.

Bu üçüncü grup kadının muhacir olmasının şart koşulduğu ve -daha önce geçtiği gibi- Ümmü Hanî gibi muhacir olmayan hanımların helâl ol­madığı müstesna.

Amca ve hala kızlarından murad Kureyşli kadınlardır. Zira uzak ol­sun, yakın olsun Kureyşlilere "Peygamberimiz (s.a.)'in amcaları" ve Ku­reyşli kadınlara "Peygamberimiz (s.a.)'in halaları" denilmektedir. Dayı ve teyze kızlarından murad Benî Zühre kızlarıdır. Peygamberimiz (s.a.)'in ni­kâhı altında altı Kureyşli kadın olup Zühreli hiçbir kadın yoktu.

Ayette "amca" kelimesinin müfret olarak kullanılmasındaki hikmet, Arapların "ibn" ve "bint" kelimelerinin, "el-Amm" kelimesine izafe edilmesi durumunda alışılagelmiş âdetlerine uyulmasıdır, "hâl" kelimesindeki söz de aynı misale göre kullanılmıştır.

4- "Eğer mümin bir kadın kendisini Peygambere bağışlar ve Peygam­ber de onu nikahlamak isterse" bunu da sana helâl kıldık.

Ey Peygamber! Eğer dilersen mehirsiz olarak kendisini nikahlamak üzere sana kendisini bağışlayan mümin kadın sana helâldir.

Bu dördüncü gruptur. Bu gruptaki kadınların Hz. Peygamber (s.a.)'e mubah kılınması iki şarta bağlıdır:

a) Kadının nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe etmesi,

b) Hz. Peygamber (s.a.)'in bu kadını nikâhlamayı arzu etmesi.

Hibe lafzıyla evlilik Hz. Peygamber (s.a.)'in hususiyetlerinden olup di­ğer müminlere caiz değildir. Peygamberimiz (s.a.)'in kendisini hibe eden kadınla mehirsiz, velisiz ve şahidsiz evlenme hakkı vardır.

Allah'ın Peygamber'ine helâl kıldığı dört sınıf: Mehri verilen kadınlar, memlûk cariyeler, akraba kadınlar ve kendilerini mehirsiz hibe eden ka­dınlardır.

"Helâl kılınmak"tan murad umumi nikâh iznidir. Dikkat edilirse İbni Abbas ve Mücahid'in dediği gibi: "Hz. Peygamber (s.a.)'in yanında hibe edilmiş hiçbir kadın yoktu."

Kendi nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden kadın olan Ümm Şerîk ed-Devsiyye, Peygamberimiz (s.a.)'e:

-  Nefsimi sana bağışladım, deyince Peygamberimiz (s.a.) buna karşı sustu. Bunun üzerine bir adam kalktı ve:

- Ya Rasulallah! Senin ona ihtiyacın yoksa, beni onunla evlendir, dedi. (Peygamberimiz de onu ona nikahladı.)

Aynı şekilde kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden diğer kadın­lar da böyle idi. Ancak Peygamberimiz (s.a.)'in yanında kendini ona hibe eden hiçbir kadın yoktu.

İbni Sa'd rivayet ediyor ki: Leyla bt. Hatim kendini Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etmiş, başka kadınlar da kendilerini Peygamberimiz (s.a.)'e hi­be etmişlerdi. Ancak biz Peygamberimiz (s.a.)'in bunlardan herhangi birini kabul ettiğini işitmedik.

Eğer kendisini hibe eden kâfir ise bu kadın Hz. Peygamber (s.a.)'e he­lâl olmaz. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bana göre sahih olan, bu çeşit kadının ona haram olmasıdır. Böylece bizden farklı olmaktadır. Zira fazilet ve ikram açısından onun nasibi daha çoktur. Noksanlık açısından onun bundan uzaklığı açıktır. Bize Kitap Ehli hür kadınları nikahlamak caiz kılındı. Yü­celiği sebebiyle ona mümin hanımlar tahsis edildi. Hicret faziletinin nok­sanlığı sebebiyle hicret etmeyen kadınlar ona helâl olmazsa, küfür vasfı se­bebiyle hür kitabî kadının ona helâl olmaması daha lâyıktır.[96]

Mufavvada bir kadın kendisini Hz. Peygamber (s.a.)'den başka bir adama hibe ederse, duhûl veya ölüm sebebiyle bu kadına mehr-i misil verilmesi vacip olur. Berva' bt. Vasık kendi nefsini ortaya koyup kocası vefat edince Rasulullah (s.a.) bu kadına mehr-i misil verilmesine hükmetti.

Cenab-ı Hak "sana has olarak..." cümlesinin muhtevasını Hz. Peygam­ber (s.a.)'in hükümlerinin bazan müminlerin hükümlerinden farklı olduğu­nu beyan ederek te'kid etti ve şöyle buyurdu:

"Sen sıkıntıya düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri ve sahip oldukla­rı cariyeleri hakkında neleri farz kıldığımızı bilmekteyiz. Allah Gafurdur, Rahim'dir." Yani ey Rasulüm, zikredilen hususlar seninle hanımların hakkındaki hükümdür. Senin ümmetinin hanımlanyla olan hükmüne ge­lince, bunun bilgisi bizim nezdimizde olup hikmet ve maslahat gereğine gö­re bunu kendilerine beyan edeceğiz.

Ayetin manası şudur: Müminlerin sadece dört hür kadınla evlenmele­ri, putperestler ve mecusîler dışında mümine ve kitabî cariyelerden dile-dikleriyle evlenmeleri, bunlarla hibe lafzıyla evlenmelerinin mubah olma­ması; veli, mehir ve şahitlerin şart kılınması şeklinde kendilerinin masla­hatlarının bulunduğu hükümleri ve bu hükümlerde Hz. Peygamber (s.a.)'den farklı kılınması gibi müminlerin hanımları ve cariyelerin durumu hakkında farz kılman hükümler, şartlar ve kayıtları Allah gayet iyi bilir.

Bu, daha önceki durumu te'kid eden ve bunu açıklayan bir ara cümle­dir. Cenab-ı Hak -daha önce geçtiği gibi- bazı hükümlerin Hz. Peygamber (s.a.)'e mahsus olmasının illetini zikretti. Bu illet şudur: Biz senden darlığı ve meşakkati kaldırmamız için, kendini tamamen risaleti tebliğ etmeye vermen için zikredilen kadınları, cariyeleri, akrabaları ve kendi nefsini hi­be eden kadınları sana mubah ve helâl kıldık.

Allah kendisinden sakınılması mümkün olmayan şeylerde seni ve mü­minleri çok mağfiret edicidir; sıkıntıyı ve meşakkati ortadan kaldırmak ve tevbe ettikleri günaha ceza vermemek suretiyle sana ve onlara çok merha­metlidir. Kısaca, "Allah Gafûr'dur, Rahim'dir." ifadesi ile Cenab-ı Hak bü­tün müminlere mağfiret ve rahmetiyle ünsiyet vermektedir.

Allah Tealâ daha sonra Peygamberimizin Hz. Âişe gibi bazı hanımla­rının kendi nefislerini Peygamberimiz'e hibe eden kadınlara duydukları kıskançlıklarına karşı ve onların geceleri hanımlar arasında taksim etme işini Rasulullah (s.a.)'e havale etmelerine karşı cevap vermek üzere şöyle buyurdu:

"Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilirsin." Yani ey Allah'ın Rasulü, hanımların arasında geceleri taksim etme husu­sunda sen mutlak hürriyete sahipsin. Senin hanımlarından dilediğinle yat­mayı erteleme ve dilediğinle beraber geceleme hakkın vardır. Onlar arasın­daki taksimi terketmende senin için hiçbir mahzur yoktur. Bu taksimi yap­mak sana vacip değildir. Bilakis bu mesele sana aittir. Dolayısıyla dilediğin kimseyi takdim eder, dilediğini ertelersin. Bununla birlikte Peygamberimiz (s.a.) hanımları arasında geceleri taksim ederdi.

"Kendilerinden uzaklaştıklarından birini istemende sana bir günah yoktur." Yani ayrıldığın ve kendileriyle birlikte gecelemeyi terkettiğin ha­nımlardan birinin seninle beraber gecelemesini talep etmende senin üzeri­ne hiçbir günah, hiçbir mahzur ve darlık yoktur. Yine onlardan boşadığın kimseye tekrar dönmekte sana hiçbir sorumluluk yoktur.

Allah Tealâ daha sonra geceleme ve tehir etmeyi Rasulullah (s.a.)'e bırakmanın sebebini -bunun hanımlarının maslahatı ve menfaati için oldu­ğunu- beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Bu, sevinmeleri, üzülmemeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı olma­ları için en elverişli yoldur." Yani onlar, Allah'ın senden hanımların arasın­da geceleri taksim etme hususundaki sorumluluğu kaldırdığını, bunun sa­na vacip olmadığını, dilersen eşit şekilde taksim yapabileceğini, dilersen yapmayabileceğim, buna rağmen senin hiçbir zorlama olmaksızın kendi tercihinle hanımların arasında geceleri eşit olarak taksim ettiğini bildikle­ri zaman buna sevinecekler, bundan memnun olacak, senin iyiliğini takdir edecekler. Senin taksim hususunda onlara verdiğin değeri, onların arasın­da eşitlik yapmanı, onlara insaflı olmanı ve adaletle davranmam itiraf ede­cekler, bu yaptığından hiçbir endişe ve kargaşaya düşmeden hepsi mem­nun olacaklardır.

Cenab-ı Hak sonra Hz. Peygamber (s.a.)'e ve hanımlarına tağlib yoluy­la müzekker sîgasını kullanarak şöyle buyurdu:

"Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah, Alîm'dir, Halım'dir." Yani Allah reddedilmesi mümkün olmayan şekilde hiçbir tercih yapmadan kalplerini­zin hanımlarınızdan bazılarına meyledip, bazılarına meyletmediğini tam bir ilimle bilir. Allah gönüllerin gizlediği, vicdanların sakladığı şeyleri ga­yet iyi bilendir, çok yumuşak davranan, bağışlayan günahkârların tevbe edip Allah'a yönelme imkânı bulabilmeleri için onlara ceza vermede acele etmeyen, son derece hilim sahibidir. Burada güzel niyetlere, gönül temizli­ğine ve kıskançlık izlerine hakim olmak için kadınlara güzel muamelede bulunmaya teşvik vardır.

İmam Ahmed ve dört Sünen sahibi, Hz. Aişe (r.a.)'den naklediyorlar: "Rasulullah (s.a.) geceleri hanımları arasında taksim eder, adaletle davra­nırdı. Sonra da:

- "Allahım! Bu benim sahip olduğum şeydeki davranışımdır. Senin sa­hip olup da benim sahip olmadığım şey hususunda beni kınama." diye dua ederdi. Ebu Davud şunu ilave etti: (Rasulullah) kalbi kastetmektedir.

Allah Tealâ daha sonra Allah'ı ve Rasulünü tercih eden Hz. Peygam­ber (s.a.)'in hanımlarının mükâfatlandırıldığını zikretti. Onları boşamayı menetti ve başka hanımları ona haram kıldı ve şöyle buyurdu:

"Artık bundan sonra senin için başka kadınlar helâl değildir." Yani ey Rasulüm! Şu anda senin yanında bulunan şu dokuz hanımın Allah'ı ve Rasulünü tercih etmelerine karşılık olarak bunların dışmdakilerle evlen­mek sana haramdır.

Ebu Davud Nasih kitabında, Merdüveyh ve Beyhakî Sünen'inde Enes'in şu sözünü rivayet etmektedirler: "Rasulullah (s.a.) hanımlarını muhayyer bırakıp da onlar Allah ve Rasulünü tercih edince Cenab-ı Hak Rasulüne sadece onlarla evlenmesini emretti."

Diğer hanımların ona haram kılınması şeklindeki bu hüküm ilk hü­kümdür.

"Güzellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen caiz de­ğildir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç." Hanımların değiştirilmesi ve boşamalarının haram kılınması, şeklindeki bu hüküm ikinci hükümdür.

Yani, ey Rasulüm! Senin ismetinde bulunan bu hanımlardan başkala­rıyla evlenmen ve onlardan birini boşayıp onun yerine başkasıyla evlen­men suretiyle onları güzellikleri hoşuna giden başkalarıyla değiştirmen sa­na helâl değildir. Ancak Mukavkıs'ın Rasulullah (s.a.)'e hediye edip onun cariye olarak aldığı ve ondan henüz emzikli iken vefat eden ibrahim adlı çocuğun dünyaya geldiği Mariye el-Kıbtiyye gibi elinin altında bulunan ca­riyeler hariç.

"Güzellikleri hoşuna gitse de" sözü evlenme talebinde bulunulan kıza bakmanın caiz olduğuna delildir.

Ebu Davud, Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Sizden biriniz bir kadına talip olursa, onunla evlenmeye sebep olacak şeye bakmaya imkân bulursa, bunu yapsın."

Mugîre b. Şu'be anlatıyor: Bir kadına talip oldum. Peygamberimiz (s.a.) bana:

- Ona baktın mı? diye sordu. Ben:

- Hayır, dedim. Peygamberimiz (s.a.):

- Ona bak. Zira bu aranızda sevgi doğması için daha uygundur.

"Allah her şeyi murakabe etmektedir." Allah herşeye muttali olan, her-şeyi bilen, herhangi bir kişiden olan ve kâinatta meydana gelen herşeyi murakabe etmektedir. O halde Onun emirlerine muhalefet etmekten sakı­nın. Zira Allah herkese yaptığının karşılığını verecektir. [97]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:

1- Hz. Peygamber (s.a.)'e genişlik olması ve risaleti tebliğ hususunda kendisine kolaylık olması için dört sınıf kadının ona mubah olması. Bu dört sınıf şunlardır.

a) Mahremler dışında, mehirlerini verdiği bütün kadınlar: Bu âlimle­rin cumhurunun görüşüdür. Bunun delili Tirmizî'nin Atâ'dan naklettiği şu hadistir: Hz. Âişe (r.a.) diyor ki: Allah Tealâ kendisine bütün kadınları he­lâl kılmadan Rasulullah (s.a.) vefat etmedi. İbni Abbas diyor ki: Rasulullah (s.a.) insanlardan dilediği ile evleniyor, bu durum hanımlarına ağır geliyor­du. Bu ayet inip de kadınlardan ayette adı geçenler dışındaki kadınlar ona haram olunca hanımları buna sevindiler.

Kerhî, mehrin "ücret" diye adlandırılmasından nikâhın kiralama/ücret lafzıyla geçerli olduğunun caiz olduğu neticesini çıkarmakta, Hanefîler bu hususta kendisine uymamaktadırlar. Zira kiralama manası nikâh akdiyle çelişmektedir. Çünkü kiralama vakitle tahdit edilen bir akittir. Nikâh ise ebedî bir akit olup vakitle sınırlandırılması onu iptal eder. Ayrıca nikâh temlik akdi olmayıp, mubah kılınma akdidir. Aynı şekilde nikâhtaki mehir bedel olmayıp sadece helâl kılman hanımın değerini ortaya koymak için Allah Tealâ'nm farz kıldığı bir bağıştır.

b) Cariyeler dünyada esir olmanın ya da köle olmanın meşru olduğu bir vakitte hakimiyet ve galibiyet yoluyla alınan harp ganimetlerinden Al­lah'ın Rasulullah (s.a.)'e verdiği cariyelerdir.

c) Rasulullah (s.a.) ile birlikte Mekke'den Medine'ye hicret eden amca, dayı, hala ve teyze kızları gibi yakın akrabaları: Bunlar amcası Abbas'm ve diğer amcası Abdulmuttalib evlâdının kızları, Abdulmuttalib'in kızlarının çocuklarının kızlarıdır. Bu ifade Kureyşli kadınları içine almaktadır. Dayı kızları Abdi Menaf b. Zühre kızlarının çocuklarıdır.

Peygamberimiz (s.a.)'in yanında beş Kureyşli kadın vardı. Onun ya­nında dayı ve teyze çocuklarından hiçbir kimse yoktu.

"Seninle birlikte" kelimesindeki birliktelik hicrete katılmadır, yoksa hicret esnasında onunla beraber olma değildir. Bu kadınlardan hicret eden­ler hicret ettiğinde Rasulullah (s.a.) ile beraber olsun olmasın, ona helâl olurlar.

Allah Tealâ "amm: amca" kelimesini tekil ve "ammât: halalar" kelime­sini çoğul olarak zikretti. "Hâl: dayı" ve "halat: teyzeler" kelimesi de belirt­tiğimiz dışında bir hikmete binaen bu şekilde kullanmıştır. Bu hikmet "amm: amca" ve "hal: dayı" kelimeleri mutlak olarak kullanıldığı zaman "şair" kelimesi gibi cins ismidir. "Amme: hala" ve "hâle: teyze" kelimeleri böyle değildir. Bu bir lügat örfüdür.

d)  Mehirsiz olarak kendi nefislerini Peygamberimiz (s.a.)'e hibe eden kadınlar. Bunlar dört tane idi:

- Meymûne bt. Haris

- Zeyneb bt. Huzeyme Ümmü'l-Mesakin el-Ensariyye

- Ümmü Şerik bt. Cabir

- Havle bt. Hakim

Fakat kendi nefislerini Rasulullah (s.a.)'e hibe eden bu kadınlardan hiçbiri Rasulullah (s.a.)'in yanında değillerdi. Zira Rasulullah (s.a.) onlar­dan hiçbirini kabul etmemişti.

2- Cenab-ı Hakk'ın "mümin bir kadın" ifadesi daha önce beyan ettiği­miz gibi kafir kadının Rasulullah (s.a.)'e helâl olmadığına delildir. Cenab-ı Hakk'ın "Eğer nefsini hibe ederse" ifadesi nikâhın özel sıfatlarıyla bir "ma-âvada akdi" olduğuna delildir.

Cenab-ı Hakk'ın "Eğer Peygamber onu nikahlamak isterse" ifadesi hi­benin ancak Hz. Peygamber (s.a.)'in kabulüyle tamamlanacağına delildir. O kabul ederse, o kadın ona helâl olur. Kabul etmezse bu lüzumlu değildir. Nitekim bir adama bir şeyi hibe ettiğin zaman onu kabul etmesi vacip de­ğildir.

Cenab-ı Hakk'ın "sana mahsus olarak" ifadesi hibe lafzıyla yapılan ni­kâhın geçerli olmasının Hz. Peygamber (s.a.)'in hususiyetlerinden olduğu­na, nikâh hibesinin Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra hiçbir kimseye helâl ol­madığına ve hiçbir kadının nefsini bir adama hibe etmesinin helâl olmadı­ğına delildir. Bu âlimlerin cumhurunun görüşüdür.

Hanefîler ve Malikîler şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.)'den baş­kaları için hibe lafzıyla nikâh geçerlidir. Bu durumda akitte tesmiye edilen mehir kadının hakkıdır, hiçbir şey tesmiye edilmemişse, mehr-i misil kadı­nın hakkıdır. Mufavvada kadının duhûlden önce mehir talep etmesi, du­hûlden sonra mehr-i misil talep etmesi hakkıdır.

İhtilafın kaynağı "Bu (hüküm) müminlerden ayrı olarak sadece sana mahsustur." (Ahzab, 33/50) ayetinin manası konusundadır.

a) Bir grup âlim bu hususiyetin Hz. Peygamber (s.a.) için hibe lafzıyla nikâhın geçerli olması konusunda olduğu görüşüne varmışlardır. Bunun delili Cenab-ı Hakk'ın "Bu müminlerden ayrı olarak senin içindir", "Pey­gamber onu nikahlamak isterse" ve "kadın nefsini Peygamber'e hibe ederse" ayetleridir. Bu, cumhurun görüşüdür.

b) Âlimlerden bir diğer grup, ayette yer alan hususiyetin kendini hibe eden kadının mehirsiz nikâhlanması hakkında olduğu görüşüne varmışlar­dır. Hibe lafzıyla nikâh akdine gelince bu hem Hz. Peygamber (s.a.), hem de ümmetine eşit olarak caiz idi. Yani bu hususiyet lafızda değil, manada­dır. Zira Allah Tealâ "hibe etti" lafzıyla, hibe lafzını kadına izafe etmiş, ni­kahlamanın arzu edilmesini de Hz. Peygamber (s.a.)'e izafe etmiştir. Böyle­ce aradaki farklılık kadın tarafından kullanılan lafzın manasıdır. Bu da hi­be lafzının, bedeli terk etme manasına delâlet etmesidir.

3- İbnü'l-Arabî ve Kurtubî[98] bu hususiyet münasebetiyle Allah Te-alâ'nın Rasulüne tahsis ettiği farz olsun, haram olsun, mubah olsun hiçbir kimsenin kendisiyle paylaşmadığı şeriatteki bazı hükümleri zikretmişler­dir. Başkalarına farz kılınmayan bazı şeyler Hz. Peygamber (s.a.)'e farz kı­lınmış, başkalarına haram olmayan bazı davranışlar ona haram kılınmış, başkalarına mubah olmayan bazı şeyler ona mubah kılınmıştır.

Peygamberimiz (s.a.)'e mahsus farzlar dokuz tanedir:

a) Geceleyin teheccüd namazı kılmak. Bunun delili: "Ey elbisesine bü­rünen adam. Gecenin pek azı müstesna, geceleyin namaz kıl." (Müzzemmil, 73/1) ayetidir. Sahih olan görüşe göre teheccüd namazı önceleri ona vacip idi. Sonra "Geceleyin nafile olarak teheccüd namazı kıl." (İsra, 17/79) aye-tiyle neshedildi.

b) Kuşluk namazı,

c) Kurban,

d) Vitir,

e) Misvak,

f) Borçlu ölen kimsenin borcunu ödeme,

g) Şer'î hükümler dışında fikir sahipleriyle danışma, h) Hanımlarını muhayyer kılması,

ı) Bir amel işlediği zaman o amelde sebat etmesi.

Peygamberimiz (s.a.)'e mahsus haramlar on tanedir:

a) Ona ve Ehl-i Beytine zekâtın haram kılınması,

b) Kendisine verilen nafile sadakayı kabul etmesi. Ehl-i Beyt'in kabul edip etmemesi konusunda ihtilaf vardır.

c)  Kötü niyetle bakmak: İçindeki düşünceden farklı şeyi ortaya koy­ması, ya da vacip olandan ayrılması,

d) Ümmeti için zırhı giydiği zaman, Allah kendisiyle savaştığı kimse­ler arasında hükmetmeden zırhı çıkarması,

e) Bir yere yaslanarak yemek yemesi,

f) Kötü kokulu yiyecekleri yemesi,

g) Hanımlarını değiştirmesi,

h) Beraberliğinden hoşlanmadığı kadını nikahlaması,

ı) Hür kitabî kadını nikahlaması,

j) Cariyeyi nikahlaması.

Cenab-ı Hak başkalarına haram kılmadığı bazı şeyleri Hz. Peygamber (s.a.)'e tenzihen ve onu pak kılmak için ona haram kılmıştır. Allah hüccetini te'kid etmek ve mucizesini beyan etmek için yazı yazmayı, şiir söylemeyi ve öğretmeyi ona haram kılmıştır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sen daha önce hiçbir kitaptan okumuyordun, sağ elinle de yazı yazmıyordun." (Ankebut, 29/48). Meşhur olan husus budur. Nakkaş Peygamberimiz (s.a.)'in ve­fat etmeden yazı yazdığını zikretti.

Cenab-ı Hak insanlara verdiği nimetlere göz dikmesini Rasulüne ha­ram kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Bir kısım kâfirlere kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün kalmasın." (Taha, 20/121).

Cenab-ı Hakk'ın sadece Rasulüne helâl kıldığı şeyler onaltı tanedir:

a) Ganimet hissesi,

b) Beşte bir veya beşte birin beşte biri hissesi,

c) İftar etmeksizin iki gün ardarda oruç tutması (visal),

d) Dört kadından fazlasıyla evlenmesi,

e) Hibe lafzıyla nikâhlanması,

f) Veli olmaksızın nikâhlanması,

g) Mehirsiz nikâhlanması,

h) İhram durumunda nikâhlanması,

ı) Hanımlar arasında geceleri taksim etmenin kendisinden düşmesi,

j) Peygamberimiz (s.a.)'in Safiyye'yi azad edip, onun azad oluşunu mehri olarak kabul etmesi,

k) Mekke'ye ihramsız girişi.

1) Mekke'de çarpışması,

m) Kimsenin kendisine mirasçı olamaması ve mülkünün sadaka sayıl­ması,

n) İrtihalinden sonra da hanımlarının onun zevceleri olarak kabul edilmesi (Başkalarıyla evlenmelerinin haram oluşu).

o) Bir hanımı boşadığı zaman onun hürmetinin devam etmesi, yani kimsenin onu nikâhlayamaması.

Peygamberimiz (s.a.)'in kendi nefislerinin helak olmasından korku bu­lunsa da aç ve susuz kimseden su ve yemek alması mubah sayılmıştır. Bu­nun delili: "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha yakındır." (Ah-zab, 33/6). Müslümanlardan her birinin Hz. Peygamber (s.a.)'i kendi nef-siyle koruma mecburiyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.)'in kendi nefsini ko­ruması mubah kılınmıştır.

Allah ganimetleri helâl kılmakla ona ikramda bulunmuştur. Yeryüzü ona ve ümmetine tertemiz, bir mescit kılınmıştır. Halbuki peygamberler­den bazılarının namazı sadece bildiğimiz mescidlerde sahih oluyordu.

Rasulullah (s.a.) düşmanlarına verilen korku ile desteklenmişti. Düş­man bir aylık mesafeden ondan korkuyordu. O bütün mahlukata peygam­ber olarak gönderilmiştir. Halbuki ondan önceki peygamberlerden her biri sadece bir gruba gönderiliyordu.

Onun mucizeleri kendisinden önceki peygamberlerin mucizeleri gibi idi, hatta daha fazla idi. Hz. Musa'nın mucizesi asası ve suyun kayadan fış­kırması idi. Halbuki Peygamberimiz (s.a.) için ay iki parçaya ayrılmış ve mübarek parmaklarından su fışkırmıştı.

Hz. İsa'nın mucizesi ölüleri diriltmek, körü, alaca hastalığına yakala­nan kimseyi iyileştirmek idi. Halbuki Peygamberimiz (s.a.)'in elinde taşlar teşbih etmiş, hurma kütüğü onun için inlemişti. Bu daha beliğ idi. Allah Kuranı ona mucize kılmak suretiyle kendisine lütufta bulunmuş ve bu mucizesini kıyamet gününe kadar baki kılmıştır. Bunun için onun peygam­berliğini kıyamet gününe kadar ortadan kaldırılmayacak ebedî bir pey­gamberlik kılmıştır.

4- Hanımlar arasında geceleri taksim etmek, bu taksimi terketme hu­susunda kendisine bir genişlik ve bir izin olmak üzere vacip değildi. O, ha­nımları arasında muhayyer idi. Bununla birlikte Peygamberimiz (s.a.) farz olmadığı halde hanımlarının gönüllerini almak için ve onları lâyık olma­dıkları duruma götüren kıskançlıklardan korumak için kendisine farz ol­madığı halde hanımları arasında geceleri taksim ediyordu. Bu, bu ayetten murad edilen manaların en sahihidir.

Deniliyor ki: Taksim Hz. Peygamber (s.a.)'e vacip idi. Sonra bu ayetle bu vücup kendisinden kaldırıldı. Ebu Rezîn diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) hanımlarının bazılarını boşamaya niyet etti. Hanımları:

- Bizim için dilediğin şekilde taksim yap, dediler. Gecelediği kimseler arasında Hz. Aişe, Hafsa, Ümm Seleme ve Zeynep vardı. Onların nasibi nefsi ve malını eşit olarak aralarında taksim etmek idi. Peygamberimiz (s.a.)'in ertelediği kimseler arasında Şevde, Cüveyriye, Ümm Habibe, Mey-mûne ve Safiyye vardı. Peygamberimiz (s.a.) onlar için dilediği şekilde tak­sim yapıyordu.

5- Cenab-ı Hakk'ın: "Bu, (Peygamber'in) hanımlarının gözlerinin ay­dın olması (sevinmeleri) için en elverişli yoldur." ayeti Peygamberimizin ge­celeri taksimde muhayyer kılınmasının hikmetini beyan etmektedir.

Katade ve başkaları diyor ki: Yani senin hanımlarınla beraber bulun­man hususunda seni muhayyer kıldığımız bu tercih hükmü hanımlarının rızasına daha uygundur. Zira bu hüküm bizim nezdimizdendir. Çünkü on­lar bu fiilin Allah tarafından olduğunu bildikleri zaman bununla gözleri aydın olur ve memnun olurlar. Zira kişi bir şeyde kendisinin hiçbir hakkı olmadığını bilirse, kendisine verilen şey az da olsa, buna razı olurlar. Eğer bunda hakkı olduğunu bilirse, kendisine verilen şey onu ikna etmez ve buna karşı kıskançlığı artar ve bu konuda hırsı büyür. Dolayısıyla Cenab-ı Hakkın Rasulünün hanımlarının durumunu kendisine havale etmesi şek­lindeki emri hanımlarının kalplerinin daha fazlasını istemeden, Peygam­berimiz (s.a.)'in kendilerine gösterdiği müsamaha sebebiyle sevinmeleri ba­kımından daha uygundur.

Bununla birlikte Peygamberimiz (s.a.) -daha önce söylediğimiz gibi-hanımlarının gönüllerini hoş tutmak için onların arasında eşitliği gözet­mek hususunda son derece kendini zorluyordu.

Neseî ve Ebu Davud'un Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şe­rifte şöyle buyuruyordu: "Allahım! Bu benim sahip olabildiğim şeydeki kudretimdir. Senin sahip olup da benim sahip olmadığım şeyde -yani kal­bin meyletmesinde- beni ayıplama." Fiillerinin hiçbirinde açıkça ortaya çık­mamakla beraber o, Hz. Âişe (r.a.)'yı tercih ettiği için böyle dua ediyordu.

Peygamberimiz (s.a.) vefat ettiği hastalığında, hanımlarının evlerini, sırtta taşınarak dolaşıyordu. Nihayet onlardan Hz. Aişe'nin evinde kalması için izin istedi.

Buhari Sahih 'inde Hz. Âişe'den naklediyor: Rasulullah (s.a.) ilk defa Meymûne'nin evinde rahatsızlandı. Hanımlarından onun -yani Hz. Ai­şe'nin- evinde yatması için izin istedi. Onlar da ona izin verdiler.

Yine Sahih-i Buhari'de Hz. Âişe'den rivayet ediliyor ki: Peygamberi­miz (s.a.) Hz. Aişe'nin gününü geciktirmek için günleri soruyor:

- Bugün ben neredeyim? Yarın ben neredeyim? diye soruyordu. Hz. Âi­şe diyor ki: Benim günüm olunca, Allah, benim göğsüm ve kucağımda onun ruhunu aldı.

6- Erkek, hanımları arasında herbirine bir gün ve bir gece olmak üze­re adaletli olmak zorundadır. Kadının hastalığı ve hayızlı olması onun hak­kını düşürmez. Erkeğin, kadının günü ve gecesinde onun yanında kalması gerekir. Yine kocanın hanımları arasında sağlığında davrandığı gibi kendi hastalığında da adaletli olması gerekir. Ancak hareketten aciz kalması müstesna. O durumda hastalığın ağırlaştığı yerde kalır. Sağlığa kavuşunca yine taksime başlar. Bu konuda cariye ve hür kadınlar kitabî ve müslüman kadınlar eşittirler. Şeriri (yatak cariyesi) olanlarla hür kadınlar arasında taksim yoktur.

Ebu Davud, Ebu Hureyre'den Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi­ni naklediyor: "İki hanımı olup da birine meyleden kimse, kıyamet günü bir yanı eğik olduğu halde gelir."

Erkek ancak kendi rızasıyla hanımlarını aynı evde biraraya getirebi­lir. Başkasının günü ve gecesinde herhangi bir ihtiyaç olmadan diğerinin yanına giremez. Pekçok âlime göre herhangi bir ihtiyaç ve zaruret sebebiy­le girmesi caizdir.

İmam Malik diyor ki: Hanımlarının durumu normal ise nafaka ve el­bise konusunda hanımları arasında adaletle davranır. Dereceleri, makam­ları farklı olan hanımlar arasında bu gerekli değildir. İmam Malik meyil olmaksızın elbisede birini diğerine tercih etmeyi caiz görmüştür. Sevgi ve buğz konusu irade dışındadır. Dolayısıyla bu iki konuda adaletli olmak şart değildir.

Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları arasındaki taksim hususundaki şu ifadesiyle kastedilen budur: "Allahım! Bu benim elimde olan husustaki tav-rımdır. Senin elinde olup benim elimde olmayan şeyde beni kınama."

Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleriyle buna işaret edilmiştir: "Ne kadar iste­seniz de, kadınlar arasında adaleti sağlayamazsınız." (Nisa, 4/129); "Allah sizin kalplerinizde olanı gayet iyi bilir." (Ahzap, 33/51).

7- "Allah sizin kalplerinizde olanı gayet iyi bilir." ifadesi umumi bir ha­berdir. Bu ifadeye Rasulullah (s.a.)'in kalbinde bulunan bir şahsı sevip di­ğerini sevmeme hususu girmektedir. Bu manaya müminler de dahildirler.

Buhari, Amr b. Âs'dan rivayet ediyor. Peygamberimiz (s.a.) kendisini Zatü's-Selâsil ordusu başında göndermişti. Amr diyor ki; Rasulullah'a gittim:

- İnsanlardan hangisi sana sevgilidir, dedim.

- Aişe, dedi. Ben bu defa:

- Erkeklerden kim? diye sordum. Peygamberimiz:

- Babası, dedi. Bu defa ben:

- Sonra kim? dedim.

- Ömer b. Hattab, dedi ve bazı kimseleri saydı.

8- Hz. Peygamber (s.a.)'e hanımları üzerinde başkalarıyla evlenmesi yasaklanmıştır. Çünkü onun hanımları Allah'ı ve Rasulünü tercih etmiş­lerdir. Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına bir mükafat olarak ve tercihlerini takdir etme olarak Peygamberimiz (s.a.)'e yalnızca bu ha-nımlarıyla evlenme izni sayılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak "O'ndan son­ra artık onun hanımlarını nikahlamanız da caiz olmaz" (Ahzap, 33/52) ayetiyle Peygamber'ine bir ikram olarak bu hanımlar sadece Rasulullah (s.a.)'e tahsis edilmişlerdir.

Bir görüşe göre: Bu ayet sünnetle -yani Hz. Aişe'nin rivayet ettiği: "Rasulullah (s.a.) hanımlar kendisine helal kılınmadan vefat etmedi." şek­lindeki hadisle- neshedilmiştir. İmam Şafiî bu görüştedir.

Bir başka görüşe göre: Bu ayet bir başka ayetle neshedilmiştir, denil­miştir. Tahavî, Ümmü Seleme'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) vefat et­meden, Allah kendisine, mahrem kadınlar hariç dilediği kadınla evlenmeyi helâl kıldı. Bu mana şu ayette anlatılmaktadır: "Onlardan dilediğini geri bırakabilir, dilediğini yanına alabilirsin."

Tercih edilen görüş ayetin mensuh olmayıp muhkem olmasıdır. Zira Hz. Âişe hadisi İbnü'l-Arabî'nin dediği gibi çok zayıf bir hadistir.[99]

Bu ayetin "Türcî men teşaü: Dilediğini geri bırakabilirsin..." ayetiyle neshedilmesine gelince bu konuda bazı Küfe fakihleri şeyle demişlerdir: "Türcî men teşaü" ayetinin "Lâ tehıllü" ayetini neshetmesi imkânsızdır. Zira "Türcî" ayeti müslümanlarm icma ettikleri mushafta diğer ayetten öncedir.

Tilâvetteki sıralama nüzul sıralamasına delil değildir, şeklindeki gö­rüş doğrudur. Fakat nesh gerçekte iki şartı taşımalıdır.

- Nasihin mensuhtan sonra nazil olduğunun sabit olması,

- Aralarında çelişkinin bulunması. Bu iki şart burada gerçekleşmemiştir.

9- "Onları başkalarıyla değiştirmen de caiz değildir." ayetinin zahiri Peygamberimiz (s.a.)'in bir kadın görüp de kadın onun kalbinde bir yer edi­nirse, bu kadın kocasına haram olur ve hanımını boşaması vacip olur, şek­lindeki rivayeti neshetmektedir. Bu ayet Rasulullah (s.a.)'i tercih eden do­kuz hanımının değiştirilmeyeceğine delildir.

İbni Zeyd diyor ki: Bu, Arapların daha önce yaptıkları bir şeydir. Cahi-liye Araplarından biri diğerine "Sen benim hanımımı al. Bana hanımını ver." diyordu.

Fakat Taberî, Nahhas ve başkaları İbni Zeyd'in eski Arapların hanım­larını değiştirdikleri şeklindeki haberini yadırgamışlardır. Taberî: Araplar bunu hiç yapmamışlardır, demiştir.

10- Cenab-ı Hakk'ın: "Güzellikleri hoşuna gitse de..." ifadesi daha önce geçtiği gibi erkeğin evlenmek istediği kadına bakmasının caiz olduğuna de­lildir.

Mugîre b. Şu'be bir kadınla evlenmek istemişti. Beş imamın (İmam Ahmed ile dört Sünen kitabı müellifinin) Mugire'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) Mugîre'ye şöyle buyurdu: "O kadına bak. Zira bu aranızda sıcaklığın meydana gelmesi için lüzumludur."

Buhari Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.)'in birine şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "O kadına bak. Zira ensarın gözlerinde bir şey -yani sı­caklık, ya da mavilik, yahud şaşılık- vardır."

Nikâhı taleb edilen kadına bakmanın emredilmesi sadece maslahata irşad edilmesi cihetiyledir. Zira erkek o kadına baktığı zaman belki o kadın da kendisiyle evlenmeye teşvik eden hususları görecektir. Bunun delili Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi­dir: "Sizden biriniz bir kadına talip olduğu zaman, o kadın da kendisini ni-kâhlamaya sebep olacak şeye bakmaya gücü yeterse, bunu yapsın."

"Gücü yeterse, bunu yapsın." gibi ifadeler vacib olan hususlarda söylenmez. Bu Hanefî, Malikî, Şafiî, Zahirî ve diğer fakihlerin çoğunluğunun görüşüdür.

Alimler kadında bakılması caiz olan yerler hakkında ihtilâf etmişlerdir.

a) İmam Malik diyor ki: Evlenmek isteyen erkek, evleneceği kadının yüzüne ve ellerine bakar. Ancak kadının izni olmadan bakamaz.

b) İmam Şafiî ve Ahmed diyorlar ki: Kadın örtülü olduğu zaman kadı­nın izniyle ve izni olmaksızın bakar.

c) İmam Evzâî diyor ki: Kadına bakar. Kadının açıkta olan el, yüz gibi uzuvlarına bakar.

d) Davud ez-Zahirî, hadisteki lafzın zahirini alarak: Kadının her yeri­ne bakar, sözüne gelince; şeriatın temel esasları yabancı kadına bakmanın haram olduğu için bunu reddetmektedir.

11- Cenab-ı Hakk'm "Ancak sahip olduğun cariyeler hariç" ifadesinin umumu, kâfir cariyenin Hz. Peygamber (s.a.)'e helâl olduğuna delalet et­mektedir. Bu, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ata ve Hakem'in görüşüdür. Doğru olan görüş, kâfir kadınla mübaşerette bulunmaktan Hz. Peygamber'in ma­kamını tenzih etmek için, kâfir kadının Hz. Peygamber (s.a.)'e helâl olma­dığıdır. Zira Cenab-ı Hak "Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın." (Mümtehine, 60/10) buyururken, nasıl Peygamberimiz (s.a.) böyle davrana­bilir?

12- Daha önce geçtiği gibi Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının sayısı dokuz üzerinde istikrar bulmuş olup onun vefatında nikâhlısı olarak bu do­kuz hanım vardı.

Peygamberimiz (s.a.)'in birden fazla evliliği; cinsî ve şehvanî bir mak­satla olmayıp sadece İslâm davetini yaymak, Arap kabilelerini İslâm'a ısındırmak, onların İslâm akidesini kabul etmelerine teşvik gibi yüce bir gaye uğruna yapılmıştı.

Bunun delili Peygamberimiz (s.a.)'in 54 yaşının sonuna kadar tek ha­nımla Hz. Hadice bt. Huveylid'le birlikte yaşamış olmasıdır. Genellikle bu yaşta (54 yaşında) cinsî arzu zayıflamaktadır. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice ile, kendisi 25 yaşında, Hz. Hadice 40 yaşında bir dul olduğu halde evlenmiş, ondan çocukları olmuştu. Hz. Hadice 65 yaşında vefat etmiş, Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice'den sonra Şevde bt. Zem'a ile evlenmişti.

Peygamberimiz (s.a.)'in tek bakire hanımı Hz. Aişe ile babası Hz. Ebu-bekir'in gayretlerini ve fedakârlıklarını takdir etmek üzere evlenmişti.

Hz. Hafsa pek fazla güzel olmadığı halde Peygamberimiz onunla baba­sı Hz. Ömer'e duyduğu sevgiden dolayı ve onun samimiyet ve cihadını tak­dir etmek için evlenmişti.

Peygamberimiz (s.a.)'in çok çocuklu yaşlı bir kadın olan Ümmü Seleme ile evliliği onun önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret eden kocası­nın ölümünden dolayı bir teselli olmak içindi.

Rasulullah (s.a.), Sekran b. Amr'dan dul kalan ihtiyar yaşlı kadın Şev­de bt. Zem'a ile kocasının müşriklerinin eziyetinden kaçarak hicret ettiği Habeşistan'da hakkı savunma yolunda ölmesi sebebiyle kocasına vefakâr­lık olması için evlendi.

Efendimiz (s.a.), Zeyneb bt. Cahş ile -daha önce açıkladığımız gibi- Al­lah'ın kendisini onunla evlendirmesi sebebiyle evlât edinme âdetini iptal etmek ve bunun bütün etkilerini ortadan kaldırmak için evlendi.

Kureyş'in lideri Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe babasından önce müslüman olmuş ve Habeşistan'a hicret etmişti. Ümmü Habibe'ye mehrini Peygamberimiz (s.a.) yerine Necaşi, 400 dinar vermişti. Efendimiz (s.a.), Ümmü Habibe'ye ikramda bulunmak, onun ihlâsım ve doğruluğunu takdir etmek üzere onunla evlendi.

Yahudilerin lideri Huyeyy b. Ahtab'ın kızı Safiyye'nin esir oluşundan sonra ona şefkat duyduğu için Peygamberimiz, Safiyye ile evlenmişti.

Rasulullah (s.a.), Mustalıkoğulları'nın lideri Haris'in kızı Cüveyriye ile esir düşüp de azad edilmesinden sonra evlendi. Cüveyriye'nin yaşı elli civa­rındaydı. Bunun üzerine kabilesi İslâm'ı kabul etti. Cüveyriye meşhur kah­raman Halid b. Velid'in müslüman oluşuna sebeb oldu.

İşte Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarıyla evliliğinin hususi sebepleri bunlardır. Genel sebeplere gelince bunlar şu şekilde özetlenebilir:

Hısım akrabalığı, en güçlü ülfet ve yardımlaşma faktörlerinden biri­dir. İslâm davetini yaymak, başlangıçta yardımcılara muhtaçtır. Müminler Hz. Peygamber'e hısım olmayı ve ona yakınlığı en büyük şeref olarak görü­yorlardı. Ayrıca İslâm'ın kadınlara ait özel hükümlerini bilmek, bu hüküm­leri müslüman kadınlara tebliğ edecek kadınlara ihtiyaç duymaktaydı. Hz. Peygamberin hanımları bu görevi yerine getiriyorlardı.

Hz. Peygamber (s.a.) dışındaki kimseler için birden fazla evlilik sebep­lerinin bazıları şunlardır:

-  Kadının kısırlık veya korkunç, bulaşıcı ve müzmin bir hastalığa ya­kalanması,

- Savaşlar sonunda olduğu gibi bazan erkerlerin toplumda sayıca azal­maları,

- İslâm'ı güçlendirmek için neslin artmasına teşvik edilmesi,

- Bazı erkeklerde cinsî arzunun aşırı derecede fazlalığı. [100]

 

Hz. Peygamberin Evine Giriş Edepleri Ve Hz. Peygamberin Hanımlarının Perde Kullanmaları

 

53-  Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman gi­rin. Yemeği yiyince de hemen dağı-lın. Orada sohbete dalmayın. Çün­kü bu hareketiniz Peygamber'e ezi­yet veriyor, o size birşey söylemek­ten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez. Peygambe­r'in hanımlarından birşey isteyece- zaman perde arkasından iste-Böyle davranmak gerek sizin kalbiniz, gerekse onların kalpleri için daha temizdir. Sizin Peygam­ber'e eziyet etmeniz ve onun ölü­münden sonra hanımlarını nikahla­manız ebediyen caiz değildir. Şüp­hesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır.

54-  Siz birşeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphesiz ki Allah her-

55- Mümin hanımların babalarına,  oğuUanna, kardeşlerine, erkek kar- deşlerinin oğuUanna, kızkardeşle- rinin oğullarına, müminlerin ha- nımlarına ve sahip oldukları cari­yelere görünmelerinde hiçbir gü­nah yoktur. Ey mümin hanımlar! Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir.

 

Belagat:

 

"Girin" ve "yayılın" kelimeleri arasında, aynı şekilde "açığa vursanız da" ve "gizleseniz de" kelimeleri arasında tezad sanatı vardır.

"O size birşey söylemekten utanıyordu." ve "Ama Allah hakkı söylemek­ten çekinmez." cümleleri arasında tezat (tıbak-ı selb) sanatı vardır.

"Şüphesiz ki Allah herşeyi çok iyi bilir." ve "Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir." cümlelerindeki "alîm" ve "şehîd" kelimeleri mübalâğa için kullanı­lan "feîl" veznindedir. [101]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin gi­rip de yemek vaktini beklemeyin." Ancak, içeri girme hususunda size izin verildiği vakit, ya da sadece davetli olduğunuz vakit girin.

"Yemeği yiyince de" sohbete dalmadan, aile halkının konuşmasına ku­lak vermeden, ya da birbirinizle sohbet etmeden "hemen dağdın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz", orada beklemeniz veya eğlenmeniz evin kendisine ve ailesine evin dar gelmesi ve o kimsenin kendisini ilgilendir­meyen şeyle meşgul olması sebebiyle "Peygamber'e eziyet veriyordu. O da size bir şey söylemekten", sizi dışarı çıkarmaktan "utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten" hakkı açıklamaktan, sizin dışarı çıkmanız emrini ver­mekten "çekinmez".

"Peygamber'in hanımlarından", kendisinden yararlanılacak, ihtiyaç duyulan "birşey isteyeceğiniz zaman" bu şeyi "perde arkasından isteyin."

""Böyle davranmak gerek sizin kalbiniz, gerekse onların kalpleri için" kuşkulu, şeytanî vesveselerden "daha temizdir."

"Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz" onun hoşuna gitmeyecek birşeyi yapmanız "ve onun ölümünden sonra hanımlarını nikahlamanız ebediyen caiz değildir. Şüphesiz ki, bu Allah nezdinde büyük bir günahtır."

"Siz " ondan sonra, Hz. Peygamber'in hanımlarıyla evlenme konuşma­sı gibi "birşeyi açığa vursanız da, gizleseniz de, şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilir." Bunu gayet iyi bilir ve size bunun karşılığını verir. Beyzavî di­yor ki: Maksada delil bulunmakla beraber bu genellemede ziyadesiyle kor­kutma ve tehditte mübalâğa vardır.

"Mümin hanımların babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek kar­deşlerinin oğullarına, müminlerin hanımlarına ve sahip oldukları cariyelere" kölelere "görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey mümin ha­nımlar!" Emrolunduğunuz şeylerde "Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeye şahittir." O'na hiçbir şey gizli kalmaz.[102]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey iman edenler! Peygamberin evlerine..." ayetinin (53. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İmam Ahmed, Buhari, Müslim, İbni Cerir, Beyhakî ve İbni Merdüveyh'in Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre; Pey­gamberimiz (s.a.) Zeyneb bt. Cahş ile evlenince ashabı çağırdı. Ashab-ı Ki­ram yemek yediler. Sonra da konuşmaya oturdular. Ayağa kalkar gibi dav-ranmca onlar kalkmadılar. Peygamberimiz (s.a.) bunu görünce kalktı, top­luluktan da bazıları kalktılar. Üç kişi oturdu. Sonra onlar da kalktılar. Ben geldim. Peygamberimiz (s.a.)'e üç kişinin de kalktığını bildirdim. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) gelip içeri girdi. Ben de içeri girmek için git­tim. Benimle onun arasına perde çekildi. Cenab-ı Hak "Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine ... girip de" mealindeki 53. ayeti indirdi.

Tirmizî'nin Enes'den rivayet edip "hasendir" dediği hadis-i şerifte Enes anlatıyor: "Rasulullah (s.a.) ile beraberdim. Zifafa gireceği hanımın kapısına geldi. O anda orada bir grup insan vardı. Bunun üzerine Peygam­berimiz (s.a.) gidip sonra tekrar geldi. Bu grup çıkmıştı. Peygamberimiz içeri girdi. Benimle kendisi arasında perde indirdi. Bu durumu Ebu Tal-ha'ya anlattım. Ebu Talha:

-  Eğer durum senin söylediğin şekilde ise bu konuda mutlaka birşey nazil olacaktır, dedi. Bunun üzerine hicap ayeti nazil oldu.

Taberanî sahih senedle Hz. Aişe'den naklediyor: Ben Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte yemek yiyordum. Hz. Ömer geldi. Peygamberimiz (s.a.) onu yemeğe davet etti. Hz. Ömer yemeğe başladı. Yemekte Ömer'in parmağı parmağıma dokundu. Bunun üzerine Hz. Ömer: Ah sizin hakkınızda benim sözüm dinlense, siz kadınları hiçbir yabancı göremez, dedi. Bunun üzerine hicab ayeti nazil oldu.

Buhari'nin rivayetine göre; Hz. Ömer: "Ya Rasulallah! Senin huzuruna insanların iyisi de, kötüsü de giriyor. Müminlerin annelerine hicabı emret-seniz!." dedi. Bunun üzerine ayet nazil oldu.

İbni Merdüveyh, İbni Abbas'dan naklediyor: Bir adam Peygamberimiz (s.a.)'in huzuruna girdi. Uzun müddet oturdu. Adamın dışarı çıkması için Peygamberimiz (s.a.) üç defa dışarı çıktı. Adam dışarı çıkmadı. Bu sırada Hz. Ömer içeri girdi. Peygamberimiz (s.a.)'in yüzündeki hoşnutsuzluğu gördü. Bunun üzerine adama:

- Sen Peygamberimizi rahatsız etmiş olmalısın, dedi. Peygamberimiz:

- Adamın beni takip edip çıkması için üç defa kalktım. Ama o kalkıp dışarı çıkmadı, dedi.

Hz. Ömer (r.a.):

- Ya Rasulallah! Hicap (perde) kullansan... Zira senin hanımların diğer kadınlar gibi değildir. Bu, onların kalpleri için daha temizdir, dedi. Bunun üzerine hicap ayeti nazil oldu. Bir başka rivayette ise: Üç kişi konuşarak -Hz. Peygamber'in evinde- kaldılar. Sözü uzattılar, ifadesi yeralmaktadır.

Hafız İbni Hacer diyor ki: Bu olay Hz. Zeyneb'in kıssasından önce meydana gelmiştir, şeklinde rivayetlerin arası cem' edilebilir. Bu olayın ya­kınlığı sebebiyle hicap ayetinin nüzulü bu sebebe bağlanmıştır. Sebeplerin birkaç tane olmasına engel yoktur.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Fakat davet edildiğiniz zaman girin. Ye­meği yiyince de dağdın." Beyzavî diyor ki: Ayet Rasulullah (s.a.)'in yemek vaktini gözetleyen, yemeğin gelmesini beklemek üzere içeri girip oturan bir topluluk ve benzerlerine hitap etmektedir. Aksi takdirde hiçbir kimsenin Hz. Peygamber'in evlerine yemek dışında izinle girmesi ve yemekten sonra herhangi bir önemli iş sebebiyle beklemesi caiz olmazdı.

Abd b. Humeyd, Hz. Enes'ten naklediyor: "Onlar vakti gözetiyorlar, sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evine giriyorlar, oturuyorlar ve yemeğe eriş­mek için konuşmaya devam ediyorlardı. Bunun üzerine "Ey iman edenler!" ayeti nazil oldu.

Hz Âişe (r.a.)'den rivayet ediliyor: İnsanlara yük olanlar hakkında Al­lah Tealâ'nın onlara tahammül etmemesi ve "Yemeği yiyince hemen dağı-lın." buyurması sana yeter.

İbni Ebî Hatim, Süleyman b. Erkam'ın şöyle buyurduğunu naklediyor: Bu ayet insanlara yük olanlar hakkında nazil oldu. Bundan dolayı buna, yük olanlar ayeti (ayetü's-sükalâ) denildi.

"Allah'ın Rasulüne eziyette bulunmanız caiz değildir." İbni Zeyd diyor ki: Bir kimsenin, "Hz. Peygamber (s.a.) vefat ederse, ben ondan sonra falan hanımıyla evleneceğim." dediği haberi Peygamberimiz (s.a.)'e ulaştı. Bu­nun üzerine "Allah'ın Rasulüne eziyette bulunmanız ve ölümünden sonra hanımlarını nikahlamanız ebediyen caiz değildir." ayeti nazil oldu.

Yine İbni Zeyd, İbni Abbas'tan naklediyor: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.)'den sonra onun hanımlarından biriyle evlenme arzusunda olan bir adam hakkında nazil oldu. Süfyan diyor ki: Bu hanımın Hz. Âişe olduğu ifade edilmektedir.

İbni Zeyd, Süddî'den naklediyor: Bize ulaşan haberlere göre Talha b. Ubeydillah şöyle demiştir: "Muhammed bizim hanımlarımızla evleniyor da, bizim amcamızın kızlarıyla evlenmemizi mi engelliyor? Eğer ona bir şey olursa, biz ondan sonra mutlaka onun hanımlarıyla evleneceğiz." Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

İbni Sa'd, Ebubekir'den, o da Muhammed b. Amr b. Hazm'den nakledi­yor: Bu ayet Talha b. Ubeydillah hakkında nazil oldu. Zira o, "Rasulullah (s.a.) vefat ettiği zaman Hz. Âişe ile evleneceğim." demişti.

Cüveybir, İbni Abbas'tan naklediyor: Bir adam Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından birine geldi ve onunla konuştu. Bu kişi o hanımın amcası­nın oğlu idi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):

- Bu günden sonra bir daha burada bulunmayacaksın, dedi. Adam:

- Ya Rasulallah! Bu benim amcamın kızıdır. Vallahi ne ben ona çirkin bir söz söyledim, ne de o bana böyle bir söz söyledi, dedi. Peygamberimiz

(s.a.):

-  Bunu biliyorum. Ancak Allah'tan daha kıskanç hiçbir kimse yoktur. Benden de kıskanç hiçbir kimse yoktur, dedi.

Adam gitti. Sonra da:

-  Benim amcamın kızıyla konuşmamı mı engelliyor? Vallahi ondan sonra onunla evleneceğim, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti in­dirdi.

İbni Abbas diyor ki: Bu adam bu sözünden tevbe edip pişmanlık olmak üzere bir köle azad etti. Allah yolunda on deve donattı. Yaya olarak haccetti.

Kısaca; bu ayetlerin nüzul sebebi olarak pek çok rivayetler nakledil­miştir. Ebubekir b. Arabî bu rivayetler hakkında şöyle demiştir: Zikrettiği­miz İmam Ahmed, Buhari, Müslim ve Tirmizî'nin Hz. Enes'ten rivayet et­tikleri hadis ile Hz. Ömer'in: "Ya Rasulallah! Senin hanımlarının yanına iyiler de kötüler de giriyor. Onlara perde çekmelerini emretsen..." deyip de hicap ayetinin nazil olduğunu belirten hadis dışındaki, bütün hadisler za­yıftır.

Yemek âdabının nüzul sebebi, Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlendiği zaman verdiği yemek ile Hz. Zeyneb'in evinde oturup kalmaları sebebiyle hicap ayetinin nazil olmasıdır. [103]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Hak, Peygamber'inin müjdeleyici, uyarıcı, Allah Tealâ'ya da­vet edici vasfıyla ümmetine karşı durumunu açıkladıktan sonra, müminle­rin Hz. Peygamber (s.a.)'e karşı durumlarını beyan etti.

Müminlerin dine girişleri onun davetiyle olduğu gibi aynı şekilde, Hz. Peygamber'e karşı edepli olma, saygılı davranma ve onun evinde rahatını temin etme hususları da, onun evine girme de ancak onun davetiyle ola­caktır. Cenab-ı Hak, bu ayetlerden sonra ona salât ve selâm vermenin em-redilmesi suretiyle insanlar arasında ta'zim edilmesini beyan etti.

Ona karşı edebli olma sadece evine girmekle ilgili değildir. Bilakis bu edeb fetva isteme ve yemek yeme gibi ihtiyacın sona ermesinden sonra ev­den çıkış edebini de içine alır. Bu hem hak, hem edeptir. Cenab-ı Hak daha sonra bir başka edebi zikretti. Bu edep arada hicap, perde ve engel bulun­duğu halde Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından ihtiyaçlarıyla ilgili bir şey talep etmektir.

Bu ayetin bir önceki ayetle irtibatı şudur: Allah insanların Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine girmelerine mani olup da bu durum bazı şeylerin istenmesine engel olunca bunun yasak olmadığını, ancak istek ve soruların perde arkasından isteneceğini beyan etti. [104]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler evlere girip çıkma hususunda umumi edepler, perde konul­ması, kadın ve erkeklerin birbirleriyle karışmamaları, Hz. Peygamber (s.a.)'e eziyet etmenin ve onun vefatından sonra onun hanımlarıyla evlen­menin haram olmasını ihtiva etmektedir.

Bu ayetler Hz. Ömer (r.a.)'in sözünün vahye uygun olduğu ayetlerden­dir. Nitekim Buhari ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözü rivayet edilmektedir: Benim üç konudaki görüşüm Rabbimin buyruklarına uygun düştü:

a)  Ben: Ya Rasulallah! Makam-ı İbrahim'i namaz kılma yeri edinsey-din, dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Makam-ı İbrahim'i namaz kılma yeri edinin." (Bakara, 2/125) ayetini indirdi.

b) Ben: Ya Rasulallah! Senin hanımlarının yanına iyi-kötü herkes giri­yor. Onlara perde koysan! dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak hicab ayetini indirdi.

c) Ben Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları onun aleyhine ittifak ettikle­rinde: "Peygamber sizi boşarsa, umulur ki Rabbi ona sizden daha hayırlı eşler verir." dedim. Ayet de aynı şekilde nazil oldu.

Bu hicap ayeti -Katade ve Vakıdî'nin ifade ettikleri gibi- Zeyneb bt. Cahş ile Rasulullah (s.a.)'in evlendiği sabah nazil oldu. Bu evlilik hicretin beşinci yılı Zilka'de ayında idi. Ayet Hz. Peygamber (s.a.)'in sıkıntısını kal­dıran içtimaî bir edeple başladı.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

1-  "Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin."

Ey Allah'ı Rab olarak, Muhammedi rasul olarak tasdik edenler! Ye­meğe davet edilmek suretiyle izin verilmeksizin her durumda Hz. Peygam­ber (s.a.)'in evlerine girmeyin. Yemeğin pişmesini ve hazırlanmasını bekle­meyin. Yemek pişirilip hazırlık tamamlanınca o zaman içeri girin.

2-  "Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yiyince de hemen da­ğdın. Orada sohbete dalmayın."

Rasullullah sizi davet edince girmeye izin verdiği evine girin. Davet edildiğiniz yemeği yedikten sonra dağılın, çeşitli konuları görüşmek ve dünya işlerini konuşmak için orada beklemeyin.

Bu müminlerin Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz girmemesine, yemeğin pişmesini beklememesine, onu oyalamanın haram olduğuna, bir­birleriyle veya aile halkıyla lüzumsuz konuşma ile meşgul olarak yemek­ten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinde kalmamasına delildir. Bu arzu edilmeyen bir durumdur. Bir çeşit istenmeyen yük olma durumudur. Zira aile halkı kapları temizleme ve yemek hazırlama yorgunluğundan dinlen­meye de ihtiyaç duymaktadır.

Bunun için Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed, Buhari, Müslim ve Tirmizî'nin Ukbe b. Umre'den rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle bu­yurmuştur: "Kadınların yanına girmekten sakının."

Cenab-ı Hak yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinden ayrıl­manın talep edilmesinin sebebini şu ayetle açıklamaktadır:

"Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e eziyet veriyordu. O da size birşey söylemekten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez."

Yani sizin Rasulullah'ın evinde kalıp sözle meşgul olmanız ve yemeğin hazırlanmasından önce eve girmeniz Peygamber'e eziyet oluyordu. Halbuki ona eziyette bulunmak haramdır. Bu durum onun bazı ihtiyaçlarını görme­sine engel olduğu ve aile halkına darlık verdiği için ona ağır geliyordu. Fa­kat Hz. Peygamber (s.a.) son derece haya sahibi olduğu için onları bu du­rumdan nehyetmekten hoşlanmıyordu. Nihayet Allah ona bunu nehyettiğine dair ayetleri indirdi. Allah, hakkı beyan etmekten -onların Hz. Peygamberin evinde kalıp beklememelerini ve evden çıkmalarını emretmekten- çekinmez. Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'e ait özel bir edep olma­yıp bütün müminleri içine alan umumi bir edeptir. Zira ev sahibine eziyet olduğu zaman o evde beklemek haramdır.

Nur suresinin 27-31. ayetleri, müminlerin evlerini; Ahzab suresinin "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle, örtülerine bürünsünler." şeklindeki 59. ayeti müminlerin hanımlarının hi­cabını açıkça anlatmaktadır.

3- "Peygamber'in hanımlarından birşey isteyeceğiniz zaman perde ar­kasından isteyin."

Yani sizi Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz girmekten ve yemekte bulunmak için beklemekten nehy ettiğim gibi aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına bakmaktan da nehyettim. Siz onlardan yiyecek v.b. faydalanılacak bir «şey istediğiniz zaman görmeyi engelleyecek bir engel ve örtecek bir perde gerisinden isteyin.

Bundan nehyedilmesinin ve hicabın emredilmesinin sebebi Allah Te-alâ'nın buyurduğu gibi: "Böyle davranmak gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temizdir."

Bu eve izinle girme, yemekten sonra söze dalmadan hemen çıkma ve perde kullanma gönül için daha temiz ve daha hoştur; şüphe, töhmet ve fitneden daha uzak, kalplerin şeytanî vesvese ve fısıltılarından daha emindir.

Allah müminlere evlere girme edebini, kulağı ve gözü haramdan koru­mayı öğretince bunu koruma çarelerini vurgulayarak şöyle buyurdu:

4- "Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz ve onun ölümünden sonra hanım­larını nikahlamanız ebediyen caiz değildir."

Sizin Rasulullah (s.a.)'in evinde oturup onu oyalamanız, Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmaya sebep olmanız, ya da fiilen onu daraltacak ve onun hoşlanmayacağı bir şeyi yapmanız sizin için doğru değildir, uygun da değildir. Size yasaklanan herşey eziyet vericidir. Bundan sakının. Zira Ra­sulullah (s.a.) sizi mutlu kılacak, dünya ve ahirette sizin hayrınıza olacak şeylere karşı çok itina göstermektedir. Eziyet çeşitlerinin en şiddetlisi ve size haram olan şeylerden biri Rasulullah (s.a.)'in ölümü veya boşanması sebebiyle hanımlarından ayrıldıktan sonra onun hanımlarıyla evlenmek istemenizdir. Çünkü bu hanımlar müminlerin anneleridir.

"Şüphesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır." Yani Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmanız ve onun vefatından sonra hanımlarıyla nikah-lanılması büyük bir günahtır. Bu ayet ile durumun büyüklüğü ortaya ko­nulmuştur. Bu hususta şiddetli ifade ve tehdit yapılmıştır. Sonra açık ve gizli her hususta eziyette bulunmaktan uzak kalma vurgulanmaktadır:

"Siz bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de, şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilir." Yani bu eziyetten bir şeyi ortaya koysanız da gizleseniz de, muhakkak ki Allah herşeyi tam ve hassas bir ilimle gayet iyi bilir. Gönülle­rinizin gizlediği, vicdanlarınızın sakladığı şeyleri bilir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz: "O gözlerinizin hain bakışlarını ve gönüllerinizin gizlediği şeyleri gayet iyi bilir." (Gafir, 40/19). O, her insana bu ilim sebebiyle amellerinin karşılığını verir.

Allah Tealâ daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının yabancı erkeklere görünmemesinden, mahrem akrabalarını, müminlerin hanımla­rını ve köleleri istisna ederek şöyle buyurdu:

"Mümin hanımların babalarına, oğullarına, kardeşlerine, erkek kar­deşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına, müminlerin hanımları­na ve sahip oldukları cariyelere görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey mümin hanımlar! Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir."

Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının nesep yönünden, ya da süt yö­nünden olsun, babaları ve dedeleri, nesep veya süt babaları, özkardeşleri, baba bir ya da ana bir kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşle­rinin oğulları önünde; yahut uzak-yakm mümin hanımların önünde veya­hut köleleri önünde hicabı, örtünmeyi terketme hususunda hizmet sebebiy­le meydana gelecek meşakkat ve sıkıntıyı kaldırmak bakımından hiçbir günah yoktur.

Ayet daha sonra daha fazla ihtiyat ve takva sahibi olma uyarısıyla sona erdi. Cenab-ı Hak -mealen- şöyle buyurdu:

Gizli ve açık herşeyde Allah'tan korkun. O herşeye şahittir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısıyla O'nu gözetin. O hayır-şer her amelin karşılı­ğını verir. Zira O görünen-görünmeyen âlemin ilmini bilir. Bu ifade de emir ve nehiylere muhalefet etmekten sakındırma manası bulunmaktadır.

Müminlerin hanımları bu konuda Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları gibidir. Bunun delili Nur suresinin 31. ayetidir: "Mümin kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süsle­rini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Başörtülerini ya­kalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları veya kayınpe­derleri veya oğulları veya kocalarının oğulları, kardeşleri, erkek kardeşleri­nin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, müslüman kadınları, cariyeleri, er­kekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem yerlerini henüz an­lamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri ziynetlerin bi­linmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Kurtuluşa ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'a dönün."

Bu iki ayette amca ve dayının zikredilmemesinin sebebi İkrime ve Şa'bi'nin zikrettiği gibi gördüklerini çocuklarına anlatabilecek olmaları ve­ya amca ve dayının zaten ana-baba makamında olmaları ve Allah Te-alâ'nın: "Biz senin ilahına ve babaların İbrahim ve İsmail'in babalarına ibadet ederiz." (Bakara, 2/133) ayetinde buyurduğu gibi amcanın bazan "baba" adıyla adlandırılmasıdır. [105]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hükümleri ihtiva etmektedir:

1- Yemek ve oturma konusundaki edep. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.)'in evine izin almadan girmek caiz değildir. Yemek vb. sebepler dışın­da giriş haramdır. Ayetin zahirî ifadesi, ev sahibine eziyet verdiği durumda davetlinin yemek yedikten sonra eğer kalması ev sahibini rahatsız ediyor­sa, beklemesinin haram olduğu şeklindedir.

Bu nehye diğer müminlerin evleri de dahil edildi. Dolayısıyla bu evle­re yemeği beklemek için yemekten önce girmek caiz olmayıp sadece yeme esnasında izin alarak girmek caizdir.

2- 'Yemeği yiyince de, hemen dağdın." ayetine binaen yemek yedikten ve yemekten asıl maksadın gerçekleşmesinden sonra evden çıkıp dağılmak ve Allah'ın arzına yayılmak gerekir. Bu emirden murad edilen mana ye­mekten asıl amacın bitmesi durumunda evden çıkma zorunluluğudur. Bu­nun delili şudur: izinsiz girişin haram olması, bunun sadece yemek için ca­iz olmasıdır. Yemek sona erince bunu mubah kılan sebep ortadan kalkmış olur ve haram kılınma aslına dönmüş olur.

3- Cenab-ı Hakk'ın " Peygamberin evleri" ifadesi, evin erkeğe ait oldu­ğuna delildir. Bu ayetle bu hüküm ortaya konulmaktadır. Zira Allah Tealâ "ev"i mülk nisbetiyle Hz. Peygamber'e, yani erkeğe izafe etti. "Ey Peygam-ber'in hanımları! Evlerinizde okunan Kur'anı zikredin." (Ahzab, 33/34) ayetindeki izafet, mahalle yapılan izafettir. Bunun delili buradaki iznin Hz. Peygamber (s.a.)'e verilmiş olmasıdır. İzin ise sadece ev sahibinin hak­kıdır.

Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının onun hayatında ve ölümünden sonra temlik olmaksızın, onun evlerinde kalmaları, doğru olan görüşe göre bu hanımların hakkıdır. Çünkü bu Rasulullah (s.a.)'in, onlara istisna ola­rak verdiği günlük maişetlerinden sayılır. Nitekim Rasulullah (s.a.); İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şeriflerinde hanımlarının nafakala­rını istisna kılmıştır: "Benim mirasçılarım dinar ve dirhemi paylaşmazlar. Ailemin nafakasından ve memurlarımın maaşlarından sonra bıraktığım mal sadakadır."

Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının evlerini mirasçılarına miras bı­rakmamaları da buna delildir. Bu evler onların mülkleri olsaydı, hiç şüphe­siz mirasçıları onlara varis olurlardı. Mirasçı olmamaları bu evlerin onla­rın mülkü olmadığına delildir. Bu evler sadece hayatları boyunca oturduk­ları yerler olmuştur. Vefat ettikleri zaman da evleri, menfaati bütün müs-lümanlara ait olan Mescid-i Nebevî'ye ilâve edilmiştir. Nitekim Hz. Pey­gamber (s.a.)'in hanımlarına ait nafakalar Rasulullah (s.a.)'in mirasına ka­tıldı. Dolayısıyla bu malın aslına ilâve edildi. Nihayet yararı bütün müslü-manlara ait olan kamu yararına sarfedildi.

4- "Ancak davet edildiğiniz zaman girin." ayeti Hz. Peygamber (s.a.)'in evine giriş vaktini, izinli olmak ve edeble girmekle tahsis etmektedir.

İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu cümlenin takdiri; ancak davet edildiğiniz ve sizin girmenize izin verildiği zaman girin, şeklindedir. Aksi takdirde sade­ce davet olunmak, eve giriş için yeterli izin sayılmaz.[106]

5- 'Yemeği yiyince de dağdın." ayeti, yemeğin bitmesinden sonra evden çıkışın gerekli olduğu dışında, ayrıca misafirin kendi malından yemediği­ne, ev sahibinin malından yediğine delildir. Zira ayet "yemeği yiyince de da­ğdın" demekte, misafire yemekten daha fazla bir hak tanımamakta, yeme­ği ondan başkasına nisbet etmemekte ve böylece mülk asıl sahibinde kal­maktadır.

6- "Orada sohbete dalmayın" ayeti, yemekten sonra sohbet etmek üze­re evde kalmanın hoşlanılmayan bir şey olduğuna ve bunun mutlaka uygu­lanması gerekli bir edeb olduğuna delildir.

7- "Allah hakkı söylemekten çekinmez." Yani hakkı beyan edip ortaya koymaktan çekinmez, ayeti dinin hükümlerinin bilinmesi ve şeriatın beyan edilmesinde hâyâ etmemeye delildir.

Sahih hadiste Ümmü Seleme (r.a.)'den naklediliyor: Ümmü Süleym Peygamberimiz (s.a.)'e gelip:

- Ya Rasulallah! Allah hakkı beyan etmekten utanmaz. Kadın ihtilam olursa, kadına gusletmesi gerekir mi? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):

- Elbisesinde su eseri gördüğü zaman gusül gerekir, buyurdu.

8- "Peygamber'in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman" ayetin-deki "meta" kelimesinin doğru olan manası, Kurtubî'nin dediği gibi, din ve dünya için istenen her türlü araç, malzeme ve eşya hakkında umumi bir ifadedir.

9- "Onlardan perde arkasından isteyin." Bu ayet ortaya çıkan bir ihti­yaç için, ya da kendilerinden fetva istenen bir mesele için Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından talepte bulunmaya Allah Tealâ'nın izin verdiğine delildir. Bu ifadeye, mana itibariyle bütün kadınlar girmektedir. Kadının kendi aleyhine yapılan şahitlik, bedeninde bulunan bir hastalık ya da ka­dının meydana gelen olayı sorması ve cevap anında kadının orada bulun­ma mecburiyeti gibi önemli durumlar haricinde vücudundan herhangi bir yerini açması caiz değildir.

Kadı Iyaz diyor ki: "Kadınlara ait ziynetler hususunda örtünme farz kılındı. Yüz ve ellerin örtülmesi âlimler arasında hiçbir ihtilâf olmaksızın kadınlara farzdır. Kadınların şahitlik ve benzeri hususlarda da yüz ve elle­rini açmaları caiz değildir. Örtülü bile olsalar, kendilerini göstermeleri caiz değildir. Ancak çok çok zarurî durumlar müstesna." (Yüz ve ellerin göster­ilmemesi gereken zînet yerlerinden sayılması mezheplere göre ihtilaflıdır.)

10- Bazı âlimler Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından perde arka­sından eşya almanın caiz oluşunu, âmânın şahitliğinin caiz olduğuna delil olarak kabul ettiler. Ayrıca âmâ erkek, hanımının sesini tanıması sebebiyle hanımıyla münasebette bulunur. Âmânın şahitliğinin kabul edilmesi Mali-kîlerin ve Hanbelîlerin görüşüdür. Hanefî ve Şafiîlerin görüşüne göre âmâ­nın şahitliği kabul edilmez.

11- Örtünme kalbin kötü duygulardan ve masiyet düşüncelerinden te­mizlenmesi hususunda erkekler için de, kadınlar için de çok faydalı bir araçtır. Hicap kuşkuyu ortadan kaldırır, töhmeti uzaklaştırır, haramlardan daha çok korur ve himaye eder. Bu emir hiçbir kimsenin kendisine helâl ol­mayan kimseyle başbaşa yalnız olarak bulunma hususunda kendi nefsine güvenmemesi gerektiğine delildir. Zira böyle bir şeyden kaçınmak onun du­rumu için daha güzel, nefsi için daha koruyucu ve günahlardan korunması için daha iyidir.

12- "Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz caiz değildir." ayeti, hükümlerin illetlerinin beyan edilmesinin caiz olduğuna delildir. Ayrıca illetin beyan edilmesi ve onun tekrar tekrar ortaya konulması şer'î hükümlerin talep edilen hususa delâlet ettiği görüşünü kuvvetlendirir.

Peygamberimiz (s.a.)'in bu ayette "risalet" vasfıyla zikredilmesi gönül­leri kendisine eziyet etme duygusunu taşıyan kimselere azarlama manası­nı ifade etmektedir. Zira bu durum şükredilmesi vacip olan risalet nimeti­ne karşı nankörlük olmaktadır.

13- Hz. Peygamber (s.a.)'in boşanması veya vefatı sebebiyle kendile­rinden ayrıldığı hanımlanyla evlenmek Peygamberimiz (s.a.)'e olan hür­metten dolayı ve ayrıca onun hanımlarının müminlerin anneleri olması do­layısıyla, müslüman da annesiyle evlenemeyeceği için haram kılınmıştır.

Âlimler Hz. Peygamber (s.a.)'in vefatı sebebiyle hanımlarının iddet beklemelerinin vacip olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir:

a) Bir görüşe göre: Onlar iddet beklemelidirler. Çünkü iddet ibadettir.

b) Bir başka görüşe göre: Onlar iddet bekleme zorunda değildirler. Çünkü iddet, evlenmesinin mubah olması için kadının beklediği müddettir.

Kurtubî: Bu (ikinci görüş) doğrudur. Bunun delili ise Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifidir: "Benden sonra bıraktığım şey çoluk-çocuğumun (lyalimin) nafakasıdır." Bir başka rivayet "ehlî (ehlim)" şeklindedir. Bu da evliliğe ait bir isimdir. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.) hanımlarının nafa­kaları ve barınmalarını hayatları müddetince temin etmiştir. Çünkü onlar onun hanımlarıdır ve başkalarına haram kılınmışlardır. İşte nikâhın ay­nen devamının manası budur. Peygamberimiz (s.a.)'in ölümü, başka birinin kayıp olması şeklinde kabul edilmiştir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)'in hanım­ları kesinlikle ahirette onun hanımlarıdır. Diğer insanlar ise böyle değildir. Çünkü kişi ahirette ailesiyle aynı yerde olacağını bilemez. Belki ikisinden biri cennette, diğeri cehennemde olabilir. Böylece Peygamberimiz (s.a.) hakkında sebep devam ederken başkaları hakkında sebep ortadan kalkmış olmaktadır.

Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Benim dünyadaki hanım­larım ahirette de hanımlar imdir." Taberani, Hakim ve Beyhaki'nin Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Her sebep ve nesep kesilir. Ancak benim sebebim ve nese­bim müstesna. Zira bu kıyamet gününe kadar devam edecektir."

Peygamberimiz (s.a.)'in duhûl vaki olmadan ayrıldığı hanımlarına ge­lince doğru olan görüşe göre bu kadınlar başkalarına nikâhlanabilir. Bun­lardan biri, İkrime b. Ebî Cehl'in evlendiği, Kelb kabilesine mensup kadın­dır. Bir başka görüşe göre, bu kadınla Eş'as b. Kays el-Kindî evlenmiştir. Bir diğer görüşe göre, onunla evlenen kişi Muhacir b. Ebî Ümeyye'dir.

14- Rasulullah (s.a.)'e rahatsızlık vermek ya da onun hanımlanyla ev­lenmek büyük günahlardandır. Bundan büyük bir günah da yoktur.

15- Allah Tealâ gizli veya açık herşeyi, olan ve olmayan herşeyi gayet iyi bilir. Geçmişte olup bitenler, ya da gelecekte meydana gelecek olan şey­ler O'na gizli kalmaz. O insanın gizlediği inançları ve kötü düşünceleri ga­yet iyi bilir ve bunun karşılığını verir. Ayetin bu ifadeyle sona ermesi Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına ve müminlerin hanımlarına hitap ederken kötü duygu besleyenlere bir ihtar ve tehdittir.

16- Allah Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına farz kıldığı hicap emrinden nesep veya süt yoluyla mahrem olan akrabalarını -yani babalar, oğullar, erkek kardeşler, erkek kardeşlerin oğullan, kızkardeşlerin oğulları ve mümin hanımları- istisna etti. Bu İbni Abbas ve Mücahid'in görüşüdür. Mümin hanımların Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına nisbet edilmeleri bu hanımların onların dininde olmaları itibariyledir. Bu Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının kâfir hanımlara karşı örtünmesinin delilidir.

Bazılarına göre ise ayetteki "hanımları" ifadesinden murad yakın ak­raba hanımlarıdır. Bu hanımların Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına nis­bet edilmeleri aralarındaki akrabalık ilişkisi sebebiyle, bu hanımların Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlanyla daha fazla irtibat içinde olmalan sebebiy­ledir. Hizmetçi hanımlar da böyledir. Aynı şekilde Peygamber hammlannın sahip olduklan köle ve cariyelerdir.

17- Allah Tealâ örtünme ve mahremlerin istisna edilmesi ayetini tak­va emriyle taçlandırdı. Cenab-ı Hak sanki; bunlarla yetinin, bunlan aşma konusunda Allah'tan korkun, demektedir.

Kadınlann az sakınmalan ve çok serbest davranmalan sebebiyle Ce-nab-ı Hak özel olarak kadınlara bu emri vermiş ve onlan belirlemiştir. Daha sonra da "Allah herşeye şahittir." ayetiyle herşeyi kontrol ettiğini belirterek uyanda bulunmuştur. Yani O şahit olarak, görerek ve kontrol ederek herşeyi gayet iyi bilmektedir ve meydana gelen herşeyin karşılığını verecektir. [107]

 

Peygamberimiz (S.A.)'e Son Derece Saygılı Olma; Ona Ve Müminlere Eziyette Bulunmanın Cezası

 

56- Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.

57- Allah ve Rasulunu incitenlere

Allah dünyada ve ahirette lanet et­miş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.

58- Mümin erkeklere ve mümin ka­dınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklen­mişlerdir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e" Muhammed sallallahu aleyhi veselleme "salât ederler." Onun saygınlığını ortaya koymaya ve şanı­nı yüceltmeye özen gösterirler. "Salât" lügatte dua demektir. "Salla aleyhi" dua etti, anlamındadır. Allah'ın salât etmesi, rahmet ve rızasıdır. Melekle­rin salât etmesi, dua ve istiğfar etmeleridir. Ümmetin salât etmesi, dua et­meleri ve Peygamberimiz (s.a.)'i yüceltmeleridir. "Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." Siz de ona salâtta bulunarak ona özen gösterin. Çünkü siz buna lâyıksınız. Allahümme salli ve sellim alâ Mu­hammed, deyin.

Allah ve Rasulünün hoşlanmadığı küfür ve masiyetleri işleyerek "Allah ve Rasulünü incitenlere" yani Allah'ı çocuk ve ortak gibi münezzeh olduğu şeylerle niteleyen ve Rasulünü yalanlayan kâfirlere "Allah dünya­da ve ahirette lanet etmiş", onları rahmetinden uzaklaştırıp kovmuş "ve on­lar için" acı vermekle birlikte son derece küçümseyici "horlayıcı bir azap" cehennem azabı "hazırlamıştır."

"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı" eziyeti gerektirecek bir suç olmadan "eziyet edenler şüphesiz bir ifti­ra", bir yalan "apaçık bir günah yüklenmişlerdir." [108]

 

Nüzul Sebebi

 

"Allah ve Rasulünü incitenlere..." ayetinin (57. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim "Allah ve Rasulünü incitenler..." mealindeki 57. ayet hakkında İbni Abbas (r.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Bu ayet Safiyye bt. Huyeyy'le evlendiğinde Peygamberimiz (s.a.)'e dil uza­tanlar hakkında nazil olmuştur.

Cüveybir, Dahhak'tan o da İbni Abbas'dan rivayet ediyor: Bu ayet Ab­dullah b. Übeyy ile onunla birlikte Hz. Âişe'ye iftirada bulunanlar hakkın­da nazil oldu. Peygamberimiz (s.a.) hutbe okuyup:

- "Beni inciten ve evinde beni incitenle beraber olan kimse hakkında kim bana mazerette bulunabilir?" dedi ve bunun ardından bu ayet nazil oldu.

Rivayet olunduğuna göre bu ayet Hz. Ali'yi inciten bazı münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bir başka rivayete göre, -daha önce geçtiği gibi-Hz. Âişe'ye iftira edenler hakkında; bir diğer rivayete göre, kadınlar kendi­lerinden hoşlanmadıkları halde bu kadınların peşine düşen bazı zinakâr kişiler hakkında nazil olmuştur.

"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara..." ayetinin (58. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Bu ayet Abdullah b. Übeyy ile onunla beraber Hz. Âişe'ye iftirada bulunan bazı kişiler hakkında nazil oldu.

Bir başka rivayete göre: Hz. Ali'yi tenkit eden münafıklardan bazıları için nazil olmuştur. Bir diğer rivayette: Ensar'dan tesettürlü bir cariyeyi dövdüğü için Hz. Ömer'i tenkit eden kişiler hakkında nazil olmuştur. Bir grup âlim de: Bu ayet ihtiyaçlarını görmek için gece dışarı çıkan bazı ka­dınları Medine yollarında takip eden zinakâr kimseler hakkında nazil ol­muştur, demişlerdir. [109]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah müminlere saygı gereği olarak izin isteme âdabım ve kadınların yüzlerine bakmamayı emrettikten sonra, bunu Peygamberimiz (s.a.)'in Allah katındaki makamını ve dünyada kendisine gerekli olan saygıyı beyan ederek tamamladı. Bunun ardından ihtiramın zıddı olan hususları getirdi. Allah'ın emirlerine muhalefet etmek ve masiyetleri işlemek suretiyle Al­lah'ı incitmekten; Rasulullah'a ve onun Ehl-i Beyt'ine dil uzatmak, ona ayıp ve kusur nisbet etmek suretiyle Rasulullah'ı incitmekten nehyetti. [110]

 

Açıklaması

 

"Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin."

Allah, Peygamber'ine rahmet ve rıza ile salât eder. Melekler de mağfi­ret ve şanının yüceliği için ona dua eder. Bunun için, ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler, siz de: "Allahümme salli ve sellim alâ Muhammed" deyin. Yani, onun için rahmet, daha ziyade şereflilik ve yüksek derece için dua edin.

Bu ayetin "inne" ile te'kidli gelmesi ve süreklilik ifade etmesi için isim cümlesi ile gelmesi bu hükme verilen önemi göstermektedir. Bu cümlenin, başında "innallahe" şeklinde isim cümlesi şeklinde gelip, sonunda "yusallû-ne" şeklinde fiil cümlesi olarak gelmesi, Allah'ın Rasulüne senasının sürek­li olarak yenilendiğini göstermek içindir.

Bu ayet daha önce zikredilen Rasulullah (s.a.)'i incitmemek müminle­rin şanındandır, şeklindeki hükmün sebebi yerindedir. Sanki şöyle denil­mektedir: Onu incitmeniz size yaraşan bir davranış değildir. Zira Allah da, melekler de ona salât eder. Durum böyle olunca o sadece saygı ve ikrama lâyıktır, demektir. Ayet devamlılık ifade etmek için isim cümlesiyle başla­makta, bu ikram ve ta'zimin zamanla birlikte devamlı bir şekilde yenilen­diğine işaret etmek için isim cümlesiyle sona ermektedir.

Ayette anlatılmak istenen mana şudur: Allah Tealâ mukarrabîn me­lekleri nezdinde Peygamber'ine sena ettiğini ve meleklerin de ona salâtta bulunduğunu ifade etmek suretiyle kullarına, kulu ve Peygamber'inin me-le-i a'lâdaki makamını bildirmektedir.

"Salât" daha önce açıkladığımız gibi, Allah tarafından olursa rahmet, meleklerden olursa istiğfar, müminlerden olursa mağfiret ve Hz. Peygam­ber (s.a.)'in şanının yüceltilmesi niyazında bulunmak manasındadır. Bu­nun için Allah Tealâ hem ulvî, hem de süflî her iki âlemde bulunanların onun için yaptıkları senalarının birleşmesi için dünyevî âlemde bulunanla­rın da ona salât ve selâmda bulunmalarını emretti.

Ona salâtta bulunmak mütevatir hadislerle bilinmektedir. Bu hadis­lerden biri; Buhari, Müslim ve Ahmed'in Ka'b b. Ücra (r.a.)'den rivayet et­tikleri şu hadis-i şeriftir: Bir adam:

- Ya Rasulallah! Sana selâm vermeyi öğrendik. Peki, sana salâtta bu­lunmak nasıldır? dedi. Peygamberimiz (s.a.):

-  Şöyle de: Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim. İnneke Hamîdün Mecid. Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema bârekte alâ İbrahim. İnneke Ha­mîdün Mecld." buyurdu.

İmam Malik, Ahmed, Buhari ve Müslim'in Ebu Humeyd es-Sâidî'den rivayet ettiklerine göre sahabe-i kiram:

-  Ya Rasulallah! Sana nasıl salât edelim, diye sordular. Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurdu:

- Şöyle deyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürri-yetihi kemâ salleyte alâ âli İbrahim. Ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ âli İbrahim. İnneke Hamîdün Mecid."

Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerif şöyledir: Biz dedik ki:

- Ya Rasulallah! Biz sana selâm vermeyi öğrendik. Peki sana salâtta bulunmak nasıldır? Peygamberimiz (s.a.):

-  Şöyle deyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin abdike ve rasûlike kemâ salleyte alâ İbrahim. Ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muham-med kemâ bârekte alâ âli İbrahim." buyurdu.

Selâm verme: Es-selâmü aleyke ya Rasulallah, şeklindedir. "Es-selâ-mü aleyke" ifadesinin manası, onun afetlerden ve noksanlıklardan selâ­mette olması için Allah'a niyazda bulunmaktır.

Rasulullah (s.a.)'e salât ve selâm vermenin fazileti hakkında pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan biri İmam Ahmed ve İbni Mace'nin Amir b. Rabia'dan rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifi­dir: "Kim bana salâtta bulunursa, bana salâtta bulunduğu müddetçe me­lekler ona dua etmeye devam ederler. Kul isterse az salât getirsin, isterse çok salât getirsin."

Bir diğeri İmam Ahmed ve Neseî'nin Abdullah b. Ebî Talha'mn baba­sından rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Rasulullah (s.a.) bir gün yüzünde sevinç alâmeti görüldüğü halde geldi. Sahabe-i Kiram:

- Ya Rasulallah! Biz senin yüzünde sevinç alâmeti görüyoruz, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:

- Bana melek geldi ve şöyle dedi: Ya Muhammedi Rabbin buyuruyor ki: Ümmetinden bir kimse sana salat ederse, ben ona on misliyle karşılık veri­rim. Ümmetinden biri sana selâm ederse, ben ona on defa selâm ederim. Rabbinin böyle buyurması seni memnun etmiyor mu? Ben de: Evet, dedim."

Bir diğeri Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Kim bana bir defa salât getirirse Allah ona on misliyle karşılık verir."

Bunun için Şafiî, Rasulullah (s.a.)'e salat getirmeyi "vacib" kabul et­miş, namazın son teşehhüdündeki salâtı "rükün" saymıştır. Şafiî'ye göre bi­rinci teşehhüddeki salât "müstehap"tır.

Âlimler "Sallû aleyhi ve sellimû" ayetindeki emrin vücûb ifade ettiği, kaidesiyle amel ederek Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmda bulunma­nın ömürde bir defa farz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu hususta salât ve selâm kelime-i tevhid gibidir. Çünkü doğru olan görüşe göre emir tekrar ifade etmez. Bu sadece mahiyet içindir. Tekrar etmek kaydından mutlaktır. Onun bir defa meydana gelmesi mücerret mahiyetin gerçekleşti­rilmesi için zarurettir

Peygamberimiz (s.a.)'in adının geçtiği her zaman ya da her mecliste bir defa vacip oluşu yahut sayı ile sınırlamaksızın çokça salevatta bulun­mak, salevat getirmeyi teşvik eden ve salevatı terketmekten sakındıran hadisleri delil olarak kabul etmektir. İyilikte bulunmayı teşvik eden: "Kim bir Kasene getirirse, ona on misliyle karşılık vardır." (En'am, 6/160) ayeti bu delillerden biridir.

Cuma gününde, Peygamberimiz (s.a.)'in kabrini ziyaret etme esnasın­da, namaz için ezan okunduktan sonra ve cenaze namazında Rasulullah (s.a.)'e çokça salât ve selâm getirmek sünnettir.

İmam Ahmed, Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Evs b. Evs es-Seka-fî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmaktadır: "En faziletli günlerinizden biri cuma günüdür: Âdem o gün yaratıldı. O gün ruhunu teslim etti. Sur'a üfürülme o gündür. Bütün insan­ların bayılıp helak olmaları o gündür. O halde o gün bana çok salevat geti­rin. Zira sizin salevatınız bana arzolunur." Sahabe-i Kiram dediler ki:

- Ya Rasulallah! Bizim salevatımız nasıl sana arzolunur? Halbuki sen çürümüş olacaksın. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:

- Şüphesiz ki Allah yeryüzüne, peygamberlerin cesetlerini yemesini ha­ram kıldı.

İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Abdullah b. Amr b. As (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle bu­yurmaktadır: "Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediği gibi söyleyin. Son­ra bana salevat getirin. Zira kim bana salevat getirirse, Allah ona on mis­liyle karşılık verir. Sonra Allah'tan benim için "vesile" isteyin. Çünkü o cen­nette bir makam olup Allah'ın kullarından bir kuldan başkasına ait değil­dir. Ben kendimin o kul olacağını ümid ediyorum. Kim benim için "vesileyi isterse, şefaatim ona helâl olur."

Neseî'nin rivayetinde Ebû Ümame diyor ki: Cenaze namazında sünnet olan; imamın tekbir getirmesi, sonra ilk tekbirin ardından gizlice kendi kendine Fatiha'yı okuması, daha sonra Peygamberimiz (s.a.)'e salevat ge­tirmesi, cenaze için halisane dua etmesi, tekbirlerde hiçbir şey okumaması, sonra da gizlice kendi kendine selâm vermesidir.

Ebu Davud'un Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği Nevevî'nin Ez-kâr'da, bir önceki hadis gibi "sahih" kabul ettiği hadis-i şerifte Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz bana selam verdiğinde Al­lah bana ruhumu iade eder, ben de onun selâmını alırım."

Kuşkusuz Rasulullah (s.a.)'e çok salât ve selâmda bulunmak hayır ve sevap getirir, cennete girmeye sebeptir, endişe ve üzüntüyü giderir, unutkanlığı kaldırır.

Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den riveyet ettiği hadis-i şerifte Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: 'Yanında ismim geçtiği halde bana salevat getirmeyen adamın burnu yerde sürünsün. Ramazan ayı girip de mağfirete nail olmayan adamın burnu yerde sürünsün. Yanında ana-baba-sı yaşlılığa erişip de kendisini cennete sokamayan adamın burnu yerde sü­rünsün. "

Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmın emredilmesinden sonra Al­lah'ın emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini işlemek suretiyle Allah'ı incitmekten; Rasulullah'ı bir ayıp ve kusurla niteleyip incitmekten nehiy konusuna dönüldü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:

"Allah ve Rasulünü incitenlere Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır."

Allah ve Rasulünün razı olmadıkları küfür ve isyanı irtikâp etmek su­retiyle Yahudilerin "Allah'ın eli dardır." (Maide, 5/64) ve "Üzeyir Allah'ın oğludur." (levbe, 9/30) sözü; Hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur" (Tev-be, 9/30) sözü; müşriklerin, "Melekler Allah'ın kızlarıdır. Putlar Allah'ın or­takları olan tanrılardır." şeklindeki sözleriyle, Peygamberimiz (s.a.) hakkın­da: O şairdir, sihirbazdır, kâhindir ve mecnundur, sözleriyle Allah ve Rasulünü incitici ifadeler kullanarak Allah ve Rasulüne eziyette bulunan bu kimseleri Allah dünya ve ahirette rahmetinden kovmuştur, onlar için ce­hennem ateşinde horlayıcı, küçümseyici ve acı verici bir azap hazırlamıştır.

Bu ayet Allah Tealâ'nın, onları ilâhî rahmetten uzaklaştırma şeklinde­ki cezalandırma ile kalmayıp bilakis onları acıklı cehennem azabı ile de tehdit ettiğine delildir. Ayet Peygamberimiz (s.a.)'i herhangi bir şeyle inci­ten herkes için umumi bir ifadedir. İmam Ahmed'in dediği gibi, kim onu in­citirse, Allah'ı incitmiş olur. Nitekim ona itaat eden kimse de Allah'a itaat etmiş olur.

Allah ve Rasulünü incitenlerin durumunu beyan ettikten sonra Allah Tealâ buna uygun olarak müminleri incitenlerin hükmünü beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir."

Kadın ve erkek iman ehlini söz ve fiilden eziyet şekillerinden biriyle -ister bu eziyet ırza yönelik, ister şeref veya mala yönelik olsun- kendileri­nin beri oldukları, yapmadıkları ve işlemedikleri bir şeyi kendilerine nis­pet etmek suretiyle mümine sövmek, onu dövmek veya öldürmek gibi ezi­yette bulunmak gerçekten haksız yere eziyet olup bunu yapanlar katıksız bir yalan ve büyük bir bühtan işlemiş olurlar. Bühtan, kişilere bilmedikleri ve yapmadıkları bir şeyi ayıplama ve küçültme yoluyla nisbet etmektir. Bunlar açık seçik bir günah işlemiş olurlar.

Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim bir hata yapar veya günah işler de, sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o iftira etmiş ve apa­çık bir günah yüklenmiş olur." (Nisa, 4/112).

En kötü eziyet çeşitleri arasında sahabeye dil uzatma, gıybet etmek ve müslümanın ırzına söz ve fiille saldırma bulunmaktadır.

İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Abdullah b. Mugaffel el-Müzenî'den nak­lettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ashabım hakkında Allah'tan korkun. Benden sonra onları hedef saymayın. Kim on­ları severse, beni sevdiği için onları sevmiş olur. Kim onlara buğzederse, ba­na buğzetmiş olur. Kim onları incitirse, beni incitmiş olur. Kim beni incitir­se, Allah'ı incitmiş olur. Kim Allah'ı incitirse, pek yakında Allah onu ceza­landırır. "

Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz'e:

- Ya Rasulallah! Gıybet nedir? diye soruldu. Peygamberimiz,

- Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır, dedi. Denildi ki:

- Ne dersin, eğer kardeşimde söylediğim şey varsa? Peygamberimiz:

- Eğer kardeşinde söylediğin şey varsa, onun gıybetini yapmış olursun. Eğer onda söyledeğin şey yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun, dedi.

İbni Ebî Hatim ve Beyhakî Şuabü'l-İman'da Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.) ashabına:

- Faizin hangi çeşidi Allah nezdinde en kötüsüdür? diye sordu. Ashab-ı Kiram:

- Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Peygamberimiz (s.a.):

- Allah nezdinde faizin en kötüsü müslüman kişinin ırzını helâl say­maktır" dedi ve sonra da şu ayeti (Ahzab, 38/58) okudu: "Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir."

Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri: "Ben in­sanlarla "La ilahe illallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bu­nu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. An­cak hakkıyla verilen ceza müstesna." şeklindeki mütevatir hadis-i şerife gö­re; kısas sebebiyle yapılan eziyet, hırsızlık dolayısıyla elin kesilmesi sebe­biyle yapılan eziyet, çeşitli ta'zirler dolayısıyla yapılan eziyet ve mürtedler-le çarpışma gibi haklı sebeplerle yapılan eziyet ise haram değildir.

Hz. Ebubekir (r.a.) bu hadisten, zekâtın, malın hakkı olduğu manasını anlamış ve zekât vermeyenlere bu sebeple savaş açmıştı. Hz. Ebubekir (r.a.) şöyle demişti: "Allah'a yemin olsun ki Rasulullah (s.a.)'e verdikleri bir oğlağı zekât olarak vermezlerse, onlarla bu sebeple çarpışırım." Buna Hz. Ömer (r.a.) karşı çıkmış ve "Ancak hakkıyla verilen hüküm müstesna." de­mişti. Zekât ise malların hakkıdır. Bunun üzerine Hz. Ebubekir bunu gö­rünce gönlü rahatlamıştı. [111]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:

1- Peygamberimiz (s.a.)'e salevat getirilmesi ayeti, onun dünyada ve vefatından sonraki şerefini beyan etmek, onun yüce mertebesine ve maka­mına işaret etmek içindir. Daha önce de açıkladığımız gibi Allah'ın salât et­mesi, rahmet ve rızasına nail kılmasıdır. Meleklerin salât etmesi, dua ve istiğfar etmeleridir. Ümmetin salât etmesi, dua etmeleri ve onun emrine hürmet etmeleridir.

2- Allah Tealâ kullarına, Peygamber'i Hz. Muhammed (s.a.)'in şerefini ifade etmek üzere diğer peygamberlerden farklı olarak ona salevat getir­melerini emretti. Bu salâtın ömürde bir defa yapılmasının farz olduğunda, müslümanın terketmesinin caiz olmadığı ve her zaman da sünnet-i müekkede olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Bundan ancak hayırsız kimseler gafil olur.

Peygamberimiz (s.a.)'den salât ve selâm getirmenin şeklini öğrenmiş­tik. Bu ise İbrahim'i salât şeklidir. Peygamberimiz (s.a.)'e salât etmenin fa­ziletini beyan etmiştik. Bu da İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Ne-seî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadiste varid olduğu şekildedir: "Kim bana bir defa salevat getirirse, Allah ona on misliyle karşılık verir." Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim bana bir yazıda sale­vat getirirse, ismim o yazıda devam ettiği müddetçe melekler o kimseye dua etmeye devam ederler. "[112]

Sehl b. Abdillah diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.)'e salâtta bulunmak, ibadetlerin en faziletlisidir. Zira bunu bizzat Allah ve melekleri üstlenmiş, sonra da Allah bunu müminlere emretmiştir. Diğer ibadetler ise böyle de­ğildir.

Ebu Süleyman ed-Daranî diyor ki: Kim Allah'tan bir niyazda bulun­mak isterse, duasına Peygamberimiz (s.a.)'e salât ile başlasın. Sonra Al­lah'tan ihtiyaç duyduğu şeyi istesin. Sonra da duasını Peygamberimiz (s.a.)'e salât ile bitirsin. Zira Allah her iki salâtı kabul edecektir. Allah, bu iki salât arasındaki niyazı reddetmeyip en iyi ikramda bulunacaktır.

Namazda Peygamberimiz (s.a.)'e salâtta bulunmaya gelince cumhura göre müstehap bir sünnet olup terkedilirse namaz caizdir. Şafiî'ye göre ise vacip olup terkedilirse namaz iade edilmelidir.

Peygamberlerden başkasına salâtta bulunmaya gelince, "Allahümme salli alâ Muhammedin ve âlihi ve ezvacihi ve zürriyetihi" şeklinde Peygam-ber'e tâbi olarak yapılırsa bu icmâ ile caizdir. Eğer yalnız başlarına zikredi-lirlerse bir grup âlime göre caizdir.

Bunun delilleri ise: "O size salât (rahmet) eder. Melekler de size salât (dua) ederler." (Ahzab, 33/43); "İşte Rablerinin salâtı (mağfireti) ve rahmeti onların üzerinedir." (Bakara, 2/157); "Onlara salât (dua) et." (Tevbe, 9/103) ayetleri ile Buhari ve Müslim'in Abdullah b. Ebî Evfa'dan naklettikleri;" Peygamberimiz (s.a.)'e bir kabile zekâtlarını getirince Peygamberimiz (s.a.): Allahım bunlara salât (rahmet) eyle, diye, dua ederdi. Babam zekâtı­nı getirince de Peygamberimiz (s.a.): Allahım! Ebû Evfa ailesine salât (rah­met) eyle, diye dua etti." şeklindeki hadis-i şerif ile Cabir'in şu hadis-i şeri­fidir: Cabir'in hanımı Rasulullah (s.a.)'e:

-  Ya Rasulallah! Bana ve kocama salât (dua) eyle, dedi. Rasulullah (s.a.) bunun üzerine:

- Allah sana ve kocana salât (rahmet) eylesin, diye dua etti. Âlimlerin cumhuruna göre ise, peygamberlerden başkalarına, yalnız

başına salât getirmek caiz değildir. Çünkü bu ifade peygamberlerin isimle­ri zikredildiği zaman onlara ait özel bir şiar olmuştur, başkaları peygam­berler gibi kabul edilemez. Meselâ, mana doğru olsa da, Ebubekir sallalla-hu aleyh denilemez, ya da Ali sallallahü aleyh, denilemez. Nitekim Pey­gamberimiz (s.a.) aziz ve celîl olduğu halde "Muhammed azze ve celle" de­nilemez. Çünkü bu Allah Tealâ'nın şiarıdır. Kitab ve sünnette bu konuda varid olan "salât" şeklindeki ifadeler dua manasındadır. Bu sebeple salât Ebû Evfa ailesi, Cabir ve ailesi hakkında özel şiar sayılmamıştır.

Doğru olan görüş peygamberler dışındaki kişiler hakında salâtın me-nedilmesi tenzîhen mekruh olmasıdır. Zira bu bid'at ehlinin şiarıdır. Biz ise onların şiarlarından nehyolunduk.

"Selâm" da salât manasında olup gaib kimse hakkında kullanılmaz. Peygamberlerden başkası için tek başına kullanılmaz. Meselâ, Ali aleyhis-selâm, denilmez. Bu dirilerle ölüler arasında müsavidir. Ancak karşılaştı­ğımız kimseye selâmla hitap eder ve "Selâmün aleyk, selâmün aleyküm, ya da es-selâmü aleyk ve es-selâmü aleyküm" diyebiliriz. Bu üzerinde icmâ edilen bir husustur.

İmam Nevevî diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)'e salât edilirken salât ve selâm birlikte zikredilir, yalnız birisi zikredilmez. Meselâ: Sadece "Sallalla-hu aleyh" veya "aleyhisselâm" denilmez. Bunun delili, "Ey iman edenler! Ona salât ve selâm edin." ayetidir.

3- Kim Allah ve Rasulünü incitirse dünya ve ahirette lanete ve Al­lah'ın rahmetinden tard edilmeye lâyık olur. Onun için cehennem ateşinde acıklı ve horlayıcı bir azap vardır. Allah'a eziyet edilmesi, ya da Allah'ın in­citilmesi; inkâr etmek, O'na eş, evlât ve ortak nisbet etmek ve O'nu lâyık olmadığı bir şekilde tavsif etmekle olur. Yahudilerin "Allah'ın eli dardır." (Maide, 5/64); "Üzeyir Allah'ın oğludur." (Tevbe, 9/30) şeklindeki sözleriyle Hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur." (Tevbe, 9/30) ve müşriklerin "Me­lekler Allah'ın kızlarıdır, putlar da O'nun ortaklarıdır." şeklindeki sözleri gibi.

Sahih-i Buharı de Ebu Hureyre'den merfû olarak rivayet edilen bir hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah buyuruyor ki: Âdemoğlu za­mana söverek beni incitir. Halbuki zaman benim. Gece ve gündüzü ben çe­kip çeviriyorum."

Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Âdemoğlu, ey zama­nın kaybı, diyerek beni incitir. Sakın sizden biriniz zamanın kaybı demesin. Zira zaman benim. Onun gecesini ve gündüzünü ben çekip çeviriyorum. Di­lersem onları tutarım, durdururum."

Bu rivayette hadis-i kudsî bu şekilde mevkuf (sahaM sözü) olarak nak­ledilmiştir. Müslim'in bir diğer rivayetinde bir başka lafızla merfû olarak şöyle rivayet edilmiştir: "Âdemoğlu zamana söverek beni incitir. Halbuki zaman benim. Gece ve gündüzü ben çekip çeviriyorum."

İkrime diyor ki: Bu hadis-i kudsînin manası şudur: Bu kimse tasvir et­me ve suret yapmak suretiyle Allah'tan başka hiçbir kimsenin yapamaya­cağı şeyle meşgul olmaktadır. Halbuki Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmakta­dır: "Allah tasvir edenlere lanet etmiştir." Azadlı köle olduğu ve o sıralarda 18 yaşında olması sebebiyle yaşı küçük olduğu için Üsame b. Zeyd'in[113] Mu'te yakınındaki Übnâ köyüne savaşmak için gönderilen askerî birliğe komutan olarak tayin edilmesinin tenkit edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'e bir eziyet niteliğinde idi.

Peygamberimiz (s.a.) bu ordunun Medine dışına çıkışından sonra vefat etmiş, orduyu Peygamberimiz (s.a.)'den sonra Hz. Ebubekir (r.a.) yola koy­muştu.

Buhari'nin Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den naklediliyor: Rasulullah (s.a.) bir askerî birlik göndermiş, başlarına emîr olarak Üsame b. Zeyd'i ta­yin etmişti. Bazıları Üsame'nin emîrliği hususunda ileri-geri sözler söyle­miş bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:

"Sizler bugün onun emirliğine dil uzatıyorsanız, bundan önce de baba­sının emirliğine dil uzatmıştınız. Allah'a yemin olsun ki o (Zeyd) emirliğe gerçekten lâyık idi ve insanların bana en sevgilisi idi. Oğlu Üsame de ondan sonra bana insanların en sevgilisidir."

Bu hadis-i şerif İmamet-i Kübra (Devlet Başkanlığı) dışındaki emirlik­lerde azadlı kölenin ve en üstün derecede olmayanların emirliğinin caiz ol­duğuna delildir. Rasulullah (s.a.)'in Küba'da Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim'i namazda imamete geçirmesi bunu te'kid etmektedir. Salim içlerin­de Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve diğer Kureyş büyüklerinin bulunduğu cema­ate imamlık yapıyordu.

4- Çirkin söz veya davranışlarda haksız yere mümin erkek ve kadınla­ra eziyette bulunmak apaçık bir günah ve iftiradır. Bu eziyet çeşitleri ara­sında kötü bir neseb, kötü bir meslek ya da sahibi duyduğu zaman ağır ge­len bir şeyle ayıplama da bulunmaktadır.

Allah (c.c.) Allah'ı incitme, Rasulullah'ı incitme ve müminleri incitme arasını ayırmış, Allah'ı incitmeyi laneti gerektiren bir küfür, Rasulullah'ı incitmeyi kebîre (büyük günah) olarak saymış, müminleri incitenler hak­kında da "Onlar apaçık bir günah ve iftira yüklenmişlerdir." ifadesini kul­lanmıştır. [114]

 

Kapatılması Gerekli Yerlerin Örtülmesi İçin Kadınların "Cilbab" Ayeti

 

59- Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımları­na söyle. Dış örtülerinden üzerleri­ne alıp örtsünler. Bu, onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

 

Kelime ve İbareler:

 

Dış örtüleri diye çevirdiğimiz "celâbîb" kelimesi kadının normal elbise­lerinin tamamını kaplayan ya da bütün bedeni örten dış elbise (yani çar­şaf, abaye, geniş manto veya bol pardesü) anlamındaki "cilbab" kelimesinin çoğuludur.

"Bu" yani örtülerin örtülmesi "onların ... tanınıp" hür kadın olup ayır-dedilmeleri ve kötülüğe düşmekten uzaklaşmaları, kalplerinde kuşku olan­ların kendilerine sarkıntılık yapıp "rahatsız edilmemeleri için daha uygun­dur. Allah" örtünmeyi terketmek sebebiyle daha önce işledikleri günahları "çok bağışlayan", örtünmeyi ve diğer farzları emretmek suretiyle kulları­nın maslahatlarını gözeterek kullarına "çok merhamet edendir." [115]

 

Nüzul Sebebi

 

Buhari, Hz. Âişe'den naklediyor: Hz. Şevde örtüsüne büründükten sonra ihtiyacı için dışarı çıktı. Hz. Şevde iri yapılı bir kadın olup kendisini tanıyan kimseler için gizlenemeyecek durumda idi. Hz. Ömer (r.a.) kendisi­ni görmüş ve ona:

- Ya Sevde! Vallahi bize karşı kendini gizleyemiyorsun. Nasıl dışarı çı­kacağına dikkat et, dedi.

Hz. Sevde diyor ki: Eve döndüm. O sırada Rasulullah (s.a.) evde idi, akşam yemeği yiyordu. Elinde bir et parçası vardı. İçeri girdim. Peygambe­rimiz (s.a.)'e:

-  Ya Rasulallah! Ben ihtiyacım için dışarı çıktım. Bana Ömer şöyle şöyle dedi, dedim.

Hz. Sevde devam ediyor: Bunun üzerine Allah ona vahiy indirdi. Az sonra vahiy hali kalktı. Et parçası hâlâ elinde idi. Onu yere koymamıştı. Peygamberimiz (s.a.) buyurdu ki:

- Size izin verildi. Ancak ihtiyacınız için dışarı çıkabilirsiniz.

İbni Sa'd Tabakat'ta Ebû Malik'ten naklediyor: Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları geceleri ihtiyaç için dışarı çıkıyorlardı. Münafıklardan bazı kimseler onların peşinden yürüyor, onlar da bundan rahatsız oluyor­lardı. Bunu Peygamberimiz'e şikâyet ettiler. Münafıklara bu durum iletil­di. Münafıklar: Biz sadece cariyelerin peşinden gidiyoruz, dediler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [116]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Mümini inciten kimsenin apaçık bir günah ve iftira yüklendiğini be­yan ettikten sonra Allah Tealâ kadınların dışarıya açık-saçık çıkıp zinakâr-ların kendilerinin peşinden dolaşmaları şeklindeki cahiliye durumundan farklı olarak tesettür ve cilbaba bürünmelerini, mümin hanımlara eziyette bulunmaya ve sarkıntılığa sebep olacak töhmetli yerlerden sakınmalarım emretti. [117]

 

Açıklaması

 

"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler."

Allah, Rasulünden mümin hanımlara ve özellikle hanımlarına ve kız­larına evlerinden çıkarken cariyelerden farklı olarak dış elbiselerini üzer­lerine örtmelerini istedi.

Cilbab, başörtüsünün üzerindeki ridadır. Bu konuda bu tesettürün keyfiyeti hakkında çeşitli rivayetler vardır.

İbni Abbas diyor ki: Allah müminlerin hanımlarına ihtiyaç için evle­rinden dışarı çıktıklarında yüzlerini başlarından itibaren "cilbab" ile ka­patmalarını ve sadece bir gözlerini göstermelerini emretti.

İbni Cerir'in rivayetine göre Muhammed b. Şirin diyor ki: Abîde es-Selmanî'ye "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayetini sordum. Yüzü­nü ve başını örttü, sadece sol gözünü açıkta bıraktı.

Abdürrezzak ve İbni Ebî Hatim, Ümmü Seleme'den rivayet ediyorlar: Bu ayet, "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayeti nazil olunca ensa-rın hanımları sükûnet içerisinde, sanki başlarının üzerinde kargalar var­mış gibi, üzerlerinde giydikleri siyah elbiseler olduğu halde dışarı çıktılar.

Şer'î hükümlerin iyice yerleşmesinden sonra inen bu ayetin gayesi em­redilen tesettürün mutlaka kapanması gerekli yerlere ilâve olarak emredilen dış örtülerdir. Bu emir kadını töhmet ve kuşkudan uzaklaştıran, fasık erkeklerin sarkıntılıklarından koruyan güzel bir edeptir.

Şer'î tesettür, altındakini göstermeyecek şekilde bir elbise ile vücudun tamamını örten dış elbisedir. Kadın evinde kocasının yanında dilediği şe­kilde giyinebilir.

"Bu, onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur." Yani dış elbiseleri giymek ya da tesettür kadınların hür olduklarının, cariye veya zaniye olmadıklarının bilinip de fısk ve fücur eh­linin sarkıntılıklarına uğramamaları için daha uygundur. Allah, o kadın­ların geçmişte yaptıkları tesettürü ihmal etme günahlarını, ayrıca hata ile kasıt olmaksızın tesettürü ihlâl ettiklerinde Allah'ın emrine yönelenleri çok bağışlayandır. Kullarının yararını gözetmek ve onlara bu güzel edebi irşat etmek suretiyle kullarına rahmeti çok geniş olandır.

Cariyelere gelince; şeriat, sıkıntıya girmelerini ve örtüye bürünüp me­şakkate uğramalarını ortadan kaldırmak ve efendilerine hizmet etmelerini kolaylaştırmak için cariyelere tam anlamıyla, bütünüyle tesettürü emret-memiştir. Cumhurun görüşü budur.

Ebu Hayyan diyor ki: "Müminlerin hanımları" ifadesinden ilk anlaşı­lan hür ve cariye kadınların tamamını içine almaktadır. Cariyelerin fitneye sebep olmaları, tasarruflarının çokluğu sebebiyle hür kadınlardan daha çoktur. Dolayısıyla cariyelerin kadınlar ifadesinin genel kavramından çıka­rılması için açık bir delile ihtiyaç duyulmaktadır.[118]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Örtüye bürünme ve tesettür emri genel bir emir olup bütün kadın­ları içine almaktadır. Tesettür, kadının vücut hatlarını belirtmeyecek şekil­de olmalıdır. Ancak kadının kocasıyla beraber olduğu durum bundan müs­tesnadır. Bu durumda kadının dilediği şeyi giyme hakkı vardır.

Örtünme ile emrolunan kadınlar arasında Rasulullah (s.a.)'in hanım­ları ve kızları da yer almaktadır. Rasulullah (s.a.)'in hanımlarına gelince; Katade diyor ki: Rasulullah (s.a.) vefat ettiğinde dokuz hanımı vardı. Beşi Kureyşlidir: Aişe, Hafsa, Ümmü Habibe, Şevde ve Ümrnü Seleme. Üçü ise diğer Arap kabilelerindendir: Meymûne, Zeyneb bt. Cahş ve Cüveyriye. Ge­ri kalan bir hanım, Harunoğullan neslinden olup bu hanım Safiyye'dir. Peygamberimiz (s.a.)'in çocukları ise hem erkek, hem de kızdır. Erkek ço­cukları Kasım, Tahir, Abdullah ve Tayyib, Hz. Hadice'nin çocuklarıdır. Kız­ları ise:

1- Hz. Hadice'nin kızı ve Hz. Ali'nin hanımı Fatımatu z-Zehrâ,

2- Hz. Hadice'nin kızı ve teyzesinin oğlu Ebu'l-Âs'ın hanımı Zeyneb

3-4- Hz. Hadice'nin kızları ve Hz. Osman'ın hanımları Rukayye ve Ümmü Gülsüm.

Dikkat edilirse, davetçi davetine kendi nefsinden ve ailesinden başlar­sa ancak bu durumda davet netice verebilir. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları ve kızlarına hicabın emredilmesi ile başlanılmıştır.

2- Cilbabın (dış örtünün) örtülme şekli: İbni Abbas'm ve Abîde es-Sel-manî'ye göre kadının görmek için ayırdığı bir gözü müstesna bütün bedeni­ni tamamen örtmesidir.

Katade ve İbni Abbas ikinci bir rivayette şöyle diyor: Bu şekil, kadının iki gözü görünse de örtüyü alnının üzerinden geçirip bağlaması, sonra da burnunun üzerinden geçirmesidir. Fakat yüzün büyük bir kısmı ve göğüs örtülecektir. Hasan-ı Basrî diyor ki: Kadın yüzünün yarısını örtecektir.

3- Hür kadınlara tesettürün emredilmesinin hikmeti, bunların cariye­lerle karışmamaları içindir. Hür oldukları bilindikleri zaman hürriyet rüt­besine riayet etmek üzere en küçük bir sarkıntılıkla karşılaşmayacaklardır. Böylece hür kadınlara karşı haram arzu duyulması ortadan kalkacaktır.

4- Cenab-ı Hakk'ın "Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." aye­ti bu meşru emirden önceki tesettürde bulunmamalar konusunda kadınları teselli etme, anlamındadır.

5-  İbni Sa'd'ın et-Tabakatü'l-Kübrâ'da belirttiğine göre: Şafiî fakîhle-rinden Ahmed b. İsa bu ayetten âlimlerin ve bazı şahsiyetlerin değişik elbi­se ve sarık kullanmaları -selef âlimleri böyle bir şey yapmasalar da- güzel bir tavır olup bu usûl onların tanınıp ayırdedilmelerine ve dolayısıyla söz­leriyle amel edilmelerine sebep olacaktır, neticesini çıkarmıştır.

Ayrıca bu ayet kadının yüzünün örtülmesinin gerekli olduğuna delil olarak kabul edilmiştir. Zira İbnü'l-Cevzî, Taberî, İbni Kesîr, Ebu Hayyan, Ebu's-Suud ve Cessas, Razî gibi âlim ve müfessirler "cilbabın örtülmesi" ifadesini, yabancı erkeklere karşı, ya da kadınların ihtiyaç için evden çık­maları anında yüzlerini, saçlarını ve bütün bedenlerini örtmeleri şeklinde tefsir etmişlerdir. [119]

 

Münafıkların Tehdit Edilmeleri Ve Cezaları

 

60- Yemin olsun ki, eğer münafık­lar, kalplerinde hastalık bulunanlar Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden vaz-geçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak çok az bir zaman komşuluk edebilirler. az zaınanda da lanetlenmiş  olarak kalırlar. Nerede bulunurlar- sa bulunsunlar derhal yakalanırlar  ve kıyasıya öldürülürler.

62- Bu, Allah'ın daha önce gelip geç­miş ümmetlerdeki kanunudur. El­bette ki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın.

 

Belagat:

 

"Münafıklar ... Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu halle­rinden vazgeçmezlerse" ayetinde Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldı­ranlar, münafıkların bir kısmıdır. Burada münafıkları daha fazla kötüleme ve kınama için umumi ifadeden sonra hususî ifade getirilmiştir. [120]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Le-in" kelimesindeki lâm, kasem lamıdır. 'Yemin olsun ki, eğer müna­fıklar, kalplerinde hastalık" iman zayıflığı, imanda sebatsızlık, ya da fasık-lık ve isyankârlık "bulunanlar," üzerinize düşman geliyor, müslüman aske­ri birlikler yenilgiye uğramışlar, öldürülmüşler, mağlup olmuşlar... gibi müslümanların tarafını zayıflatma manası ihtiva eden haberleri İslâm or­dusu arasında yayan ve kötü haberleri uydurup yalan ve asılsız şayialarla "Medine'yi ... ayağa kaldıranlar" nifaklarından "vazgeçmezlerse, mutlaka seni onların başlarına musallat ederiz." Onların öldürülmelerini veya Me­dine'den uzaklaştırılmalarını sana emrederiz. "Sonra orada sana ancak çok az bir zaman komşuluk edebilirler." Seninle birlikte uzun süre kalama­yacaklardır.

"O az zamanda da lanetlenmiş olarak kalırlar." Rahmetten uzaklaştı­rılmış olarak sana komşuluk yaparlar. "Nerede bulunurlarsa bulunsunlar derhal yakalanırlar ve kıyasıya öldürülürler." Onların hakkında verilen bu hüküm, emrolunan bir hükümdür.

"Bu Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki kanunudur." Allah geçmiş ümmetlere bu kanunu koymuştur. Bu ilâhî kanun peygamberlere karşı ikiyüzlü davranan, her nerede bulunurlarsa Medine'yi sarsmak sure­tiyle müslümanları zayıflatmaya gayret eden münafıkların öldürülmeleri­dir. "Elbette ki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın." Çün­kü bu ilâhî kanunu Allah değiştirmeyecektir. Yahut bunu değiştirmeye hiç­bir kimse muktedir olamayacaktır. [121]

 

Ayetler Arası İlişki

 

İşte eziyette bulunan üçüncü sınıf şudur: Cenab-ı Hak, Allah ve Rasulünü inciten müşriklerin durumunu ve bunun ardından müminlere açıktan eziyette bulunanların durumunu zikrettikten sonra, batılı gizleyip hakkı açığa vuran münafıkların durumunu zikretti.

Cenab-ı Hak daha sonra eziyette bulunan üç grup -Allah'ı incitenler, Rasulullah'ı incitenler, müminleri incitenler- karşısında üç nifak örneğini -Allah'ı gizlice incitenleri, geceleyin müminlerin hanımlarının peşinden ko­şarak müminleri rahatsız eden kalpleri hastalıklı kimseleri ve "Muham-med mağlup olacak, Medine'den çıkartılacak ve esir alınacak" gibi sözlerle Peygamberimizi yalan haberlerle sarsmak isteyenleri- zikretti.

Bütün bunlar amelî nifakın eserlerindendir. [122]

 

Açıklaması

 

Cenab-ı Hak içlerinde küfrü gizleyip iman ettiklerini söyleyen müna­fıkları uyarıp onlara tehditte bulunarak şöyle buyurdu:

'Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, Me­dine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden vazgeçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak çok az bir zaman komşuluk edebilirler."

Eğer münafıklar, kalplerinde iman zayıflığı, din konusunda şüphe ve kuşku bulunanlar, müslümanlarm tarafını zayıflatmak ve müşriklerin üs­tünlüklerini ve müslümanlara galip geldiklerini ortaya koymak anlamını ihtiva eden yalan ve uydurma haberleri yayarak Medine'yi sarsanlar içle­rinde bulundukları nifak durumundan vazgeçmezlerse, seni onların üzeri­ne musallat ederiz, sana onlarla çarpışmayı ve Medine'den uzaklaştırılma­larım emrederiz. Böylece onlar orada seninle pek az bir zaman birlikte ka­labileceklerdir.

Bu üç özellik -yani ikiyüzlülük, hastalıklı kalplere sahip olma ve yalan haberlerle korkutma- tek şey sebebiyledir. Çünkü iman zayıflığı sebebiyle kalp zayıflığı ve fitne çıkarıp kötü haberleri yayma, ikiyüzlülüğün ayrılmaz özelliklerindendir. Münafıklar bu üç özelliğin hepsini taşımaktadırlar.

İster küfrü gizlemek olsun, isterse fasıklık, isyankârlık ve çirkin söz ve hayasız davranışlarla kadınlara sarkıntılık yapmak ve kadınların görül­meyen yerlerini görebilmek için onların peşinden gitmek olsun, isterse İs­lâm cemaatinin maneviyatını zayıflatacak, yenilgilerine ve düşmanların kendilerine karşı zafer kazanmalarını kolaylaştıracak olan korku ve endişe yayan, maksatlı yalan haberler çıkartmak olsun, bu üç özellikten her biri İslâm toplumu için tehlikelidir.

Cenab-ı Hak onların dünya ve ahiretteki cezalarını beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"O az zamanda da lanetlenmiş olarak kalırlar. Nerede bulunurlarsa bulunsunlar derhal yakalanırlar ve kıyasıya öldürülürler." Yani onlar Me­dine'de kısa bir zaman ikamet etmeleri müddetinde Allah'ın rahmetinden kovulmuş, reddedilmişlerdir. Zillet içinde olmaları ve azlıkları sebebiyle nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine kolayca erişilir, derhal yaka­lanır, en kötü şekilde öldürülürler. Dolayısıyla kendilerini himaye edecek hiçbir kimse bulamazlar, bilakis kendilerine işkence yapılır, esir olarak alı­nır, tamamen yok edilmelerine sebep olacak şekilde şiddetle öldürülürler.

Bu ayet onların esir olarak alınmalarına ve nifak üzerine devam eder­lerse, öldürülmelerinin emredildiğine delildir. Bu ise Rasulullah (s.a.)'in hayatının sonlarında olmuştu.

Allah Tealâ bundan sonra bu cezanın geçmişteki ve gelecekteki bütün münafıklar hakkında genel bir hüküm olduğunu açıklamakta ve şöyle bu­yurmaktadır:

"Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki kanunudur. Elbet-teki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın."

Bu hüküm -yani münafıkların lanete uğramaları, yakalanmaları, öl­dürülmeleri, müminlerin münafıklar üzerine musallat kılınmaları ve ezil­meleri- nifakları ve küfürleri üzerinde devam ettikleri ve içinde bulunduk­ları durumdan dönmedikleri zaman geçmiş bütün devirlerde münafıklar hakkındaki Allah'ın kanunudur, sünnetullahtır. Allah'ın bu husustaki ka­nunu hikmete, maslahata ve ümmetin salahı üzerine kurulduğu için değiş­mez, değişikliğe uğramaz. Bilakis bu ilâhî kanun tarih boyunca bu gibi kimseler hakkında daimî ve sabit bir kanundur. [123]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:

1- Tefsir ehli -daha önce geçtiği zaman- bu üç vasfın -ikiyüzlülük, kalp hastalığı ve insanların gönüllerine korku salmanın- tek bir şeye ait oldu­ğunda ittifak etmişlerdir. Yani münafıklar bu özellikleri kendilerinde top­lamışlardı.

Ayet insanların gönüllerine korku salmanın haram olduğuna ve ya­bancı kadınların görülmesi haram olan yerlerini görmeye çalışmanın mü­nafıklık olduğuna delildir.

2- Münafıklar nifakları üzerinde ısrar ettiklerinde bu münafıkların ce­zası Allah'ın rahmetinden kovulmaları, bunların öldürülüp tamamen helak edilmeleri ve îslâm beldelerinden kovulmaları için hak ve iman ehlinin on­lar üzerine musallat kılınmasıdır. Dolayısıyla münafıklar helak oluncaya kadar, ancak kısa bir müddet, Medine'de Hz. Peygamber (s.a.) ve mümin­lerle birlikte kalabileceklerdir.

3- Bu ceza, Allah'ın, peygamberlere korku vermek isteyen ve ikiyüzlü­lüklerini ortaya koyanlar için koyduğu, derhal yakalanmaları ve öldürül­meleri, şeklindeki ilâhî kanunudur. Allah'ın kanununda ve hükmünde hiç­bir değiştirme ve ortadan kaldırma yoktur. Bu kanunu ne O değiştirir, ne de başkası bunu değiştirebilir.

4-  Fakat bu cezanın uygulanması geciktirilebilir. Bu, derhal verilen bir ceza değildir. Kurtubî diyor ki: Ayet, vaad edilen tehdidi yerine getirme­nin caiz olduğuna delildir. Bunun delili münafıkların Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte onun vefatına kadar cezalandırılmamalarıdır. Lütuf ehlinden beklenen özellik, vaadlerini tamamlamaları ve tehditlerini geciktirmeleridir.[124]

Gerçekten münafıkların cezalandırılmaları Hz. Peygamber (s.a.)'in ha­yatının sonlarına kadar ertelenmişti. Zira Berâe suresi indirilince müna­fıklar biraraya toplanmış, Peygamberimiz (s.a.) "Ey falan! Kalk dışarı çık. Sen münafıksın. Ey falan kalk!" demiş, müslümanlardan bir grup kalkıp bu münafıkları mescidden çıkarmışlardı. [125]

 

Kâfirlerin Kıyametin Yakın Olmasıyla Tehdit Edilmeleri Ve Cezalarının Cinsinin Beyan Edilmesi

 

63- İnsanlar sana kıyameti soruyor­lar. De ki: "Onun bilgisi ancak Al­lah'ın katındadır." Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır.

64-  Şüphesiz ki Allah kâfirleri la­netlemiş ve onlar için alev alev ya­nan bir ateş hazırlamıştır.

65- Onlar orada ebediyyen kalacak­lardır. Kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.

66- Yüzleri ateşte çevrildiği gün on­lar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydikr derler.

67-  Onlar şöyle derler: "Ey Rabbi-miz! Biz efendilerimize ve büyükle­rimize uyduk. Onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar.

68-  Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azab ver. Onlara büyük bir lanetle lanet eyle." derler.

 

Belagat:

 

"Onlar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!" der­ler. " ifadesi temenni yoluyla yapılan acınma ve tahassür ifadesidir.

"Seıyrâ", "Nasıyrâ" ve "Kebiyrâ" kelimelerinin son harfleri arasında tesirli bir uyum vardır (mürââtü'l-fevâsıl). [126]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Peygamber! "İnsanlar sana kıyameti soruyorlar." Yani Mekkeli müşrik halk alaylı bir tarzda, yahut inatçılıkla, ya da imtihan etmek için kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. "De ki: Onun bilgisi ancak Al­lah'ın katındadır." Yani Allah bu bilgiyi hiçbir meleğe veya peygambere vermedi. "Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır." Ya Muhammed! Ne bi­liyorsun, yani sen bile bunu bilemezsin. Peki senden başkaları bunu nasıl bileceklerdir? Belki de kıyamet yakın bir zamanda kopacaktır. Bu ifade aceleci olanlara tehdit, inatçıları susturma niteliğindedir.

"Şüphesiz ki Allah kâfirleri lanetlemiş", onları rahmetinden kovalayıp uzaklaştırmış "ve onlar için alev alev yanan" çok şiddetli yanan "bir ateş hazırlamıştır."

"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." Ebedî kalmaları mukadderdir. "Kendilerine" yardımcı olacak ve kendilerini koruyacak "ne bir dost, ne de" kendilerine yardımcı olacak ve kendilerinden azabı kaldıracak "bir yardım­cı bulabileceklerdir."

"Yüzleri ateşte çevrildiği gün," ateşte kızartılan et gibi bir taraftan di­ğer tarafa döndürüldüğü zaman "onlar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Pey-gamber'e itaat etseydik!" derler."

"Onlar" yani tâbi olanlar "şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz efendilerimi­ze" krallarımıza ve bize küfrü telkin eden liderlerimize "ve büyüklerimize" âlimlerimize "uyduk. Onlar ise" Allah ve Rasulünü inkâr etme şeklindeki süslü sözlerle "bizi doğru yoldan saptırdılar."

"Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver." Bize verdiğin azabın iki misli­ni ver. Çünkü onlar hem sapıklığa düştüler, hem de başkalarını saptırdılar. "Onlara büyük bir lanetle lanet eyle," onlara azap eyle, onları lanetin en şiddetlisi ve en büyüğü ile rahmetten uzak eyle, "derler." [127]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Dünyada üç grubun -Allah ve Rasulünü inciten müşrikler, müminlere açıktan eziyet edenler ve içlerinde batılı gizleyip Hak yolda olduğunu iddia eden münafıkların- durumunu beyan ettikten, bunların lanete uğradıkları­nı, horlanacaklarını ve öldürüleceklerini açıkladıktan sonra bunların ahiretteki durumlarını zikretti, onları kıyamet gününün yaklaşmakta ol­masıyla tehdit etti ve onların ahiretteki azaplarının çeşitlerini beyan etti. [128]

 

Açıklaması

 

"İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır." Yani insanlar çok kere kıyametin kopma vaktini soruşturuyor­lar. Müşrikler bunu basite alarak alaylı bir tarzda soruyorlar. Münafıklar bunu inatçılıkla soruyorlar. Yahudiler ise imtihan etmek için soruyorlar. Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine öğretmesiyle onlara cevap veriyor: Hiç şüphesiz kıyamet hakkındaki bilgi Allah Tealâ'ya aittir. Allah bu bilgi­yi hiçbir meleğe, ya da gönderdiği hiçbir peygambere vermemiştir. Kıyame­tin meydana gelme vaktini bilen yalnız O'dur.

Cenab-ı Hak kendisinden başka hiçbir kimsenin kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini te'kid etmek üzere şöyle buyurdu:

"Ne bilirsin, belki de kıyamet çok yakındır." Onu sana ne bildirebilir? Zira o Allah Tealâ'ya ait gaybî olaylardandır. Belki de yakın bir vakitte meydana gelebilir. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmak­tadır: "Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı." (Kamer, 54/1). Bir diğer ayet de şöyle­dir: "İnsanların hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflette­dirler, aldırmıyorlar." (Enbiya, 21/1); "Şüphesiz ki Allah'ın emri gelmekte­dir. (Alay ederek) onun acele gelmesini istemeyin." (Nahl, 16/1). Peygambe­rimiz (s.a.), Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, şehadet parmağı ile orta parmağını işaret ederek: "Ben kıyametle birlikte bu iki parmak gibi gönderildim." buyurmuştur.

Bu ayette daha önce geçtiği gibi kıyametin derhal gelmesini isteyenle­re tehdit, inatçılara ise azarlama yapılmaktadır.

Allah Tealâ daha sonra kıyamet gününü bekleyen kâfirlerin cezaları­nın cinsini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki Allah kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev yanan bir ateş hazırlamıştır." Yani Allah kâfirleri rahmetinden uzaklaştırıp kovmuş ve onlar için ahirette şiddetle yanan bir ateş hazırlamıştır.

"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir." Yani onlar cehennem ateşindeki bu azap içinde sürekli olarak kalacak, ebedî olarak bulunacaklardır. Onların bu azaptan kurtuluş hususunda hiçbir ümitleri yoktur. Dolayısıyla onlar ken­dilerine yardımcı olacak, içlerinde bulundukları durumdan onları kurtarıp destek olacak hiçbir kimse bulamayacaklardır. Onların kendilerinden aza­bı kaldıracak hiçbir şefaatçileri yoktur.

Cenab-ı Hak sonra da azabın durumunu anlatmak üzere şöyle buyurdu:

'Yüzleri ateşte çevrildiği gün onlar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Pey­gamber'e itaat etseydik!" derler." Yani onlar yüzükoyun ateşte olup, yüzleri cehennemde sürtülür. Ateşte kızartılan et gibi bir taraftan diğer tarafa döndürülürler. İşte o zaman şöyle diyerek temennide bulunurlar: "Keşke dünya hayatında Allah'a itaat eden, Rasulullah (s.a.)'e itaat eden ve onun getirdiğine iman edenlerden olup müminlerin kurtuldukları gibi biz de azaptan kurtulsaydık."

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor: "O gün zalim, pişmanlığından ellerini ısırıp şöyle der: N'olaydı keşke Peygamberle birlik­te hak yolu tutsaydım." (Furkan, 25/27). Yine Cenab-ı Hak onlardan haber vererek şöyle buyuruyor: "Kâfirler kıyamet günü, keşke müslüman olsay­dık, temennisinde bulunurlar." (Hıcr, 15/2).

Sonra da başkalarını taklit ettikleri şeklinde mazeret beyan ederler. Allah Tealâ bu durumu tavsif etmek üzere şöyle buyuruyor:

"Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar."

Kâfirler o gün cehennem azabında iken şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz şirk ve küfürde başkanlarımıza, liderlerimize ve bilginlerimize uyduk, pey­gamberlere karşı çıktık. Onların söyledikleri şeylerde haklı olduklarına inandık. Onlar da bizi doğru yoldan ayırdılar. Allah ve Rasulünü inkâr et­me, Allah'ın birliğini ve Ona ihlâsla taatte bulunmayı reddetme şeklindeki süslü sözleriyle bizi hidayet yolundan saptırdılar.

Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin gönüllerinde kaynayan ve kendileri­ni liderler, emirler ve şerefli kimselere karşı intikam almaya sevkeden kin­lerini tasvir ederek şöyle buyurdu:

"Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver. Onlara büyük bir lanetle lanet eyle, derler." Yani Rabbimiz! Onlara, bize azap ettiğinin iki misliyle, küfür azabı ve bizi sapıklığa düşürme azabı ile iki defa azap et ve onları rahme­tinden çok uzak bir şekilde uzaklaştır.

Bu ayet Buhari ve Müslim'in Abdullah b. Amr'dan naklettikleri şu ha­disin manasındadır. Hz. Ebubekir:

-  Ya Rasulallah! Bana namazımda okuyacağım bir dua öğret, dedi. Peygamberimiz (s.a.):

-  Şöyle de: "Allahım! Ben nefsime çok zulmettim. Günahları senden başkası affedemez. Beni senin nezdinden bir mağfiret ile bağışla. Bana rah­met eyle. Zira çok bağışlayan ve çok merhamet eden sensin."

Hadis-i şerifteki "zulmen kesîra" ifadesi "zulmen kebîra" şeklinde de rivayet edilmekte olup her ikisi aynı manadadır. Bazıları ise dua eden kim­senin duasında her iki lafzı birlikte zikretmesini uygun görmüşlerse de, İbni Kesir şöyle der: Bu görüş tartışmalıdır. Bilakis evlâ olan, dua eden kimsenin bazan bunu, bazan da bunu söylemesidir. Kur'an okuyan kimse de aynı şekilde iki kıraat arasında muhayyerdir. Hangisini okursa güzel­dir. İki kıraati birarada okuma hakkı yoktur.[129]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki konulara işaret etmektedir:

1- Allah, Rasulullah'ı incitenleri azapla tehdit edince onlar da kıyame­tin olmayacağı kanaatlerini ortaya koyarak bunu yalanlamak ve uzak bir ihtimal olarak görmek üzere kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlardı. Cenab-ı Hak da kıyametin bilgisinin Allah katında olduğu şeklinde cevap verdi. Dolayısıyla bunun Rasulünden gizli kalması, onun peygamberliğini ortadan kaldıracak birşey değildir. Allah'ın öğretmesi olmaksızın gaybı bil­mek Peygamberliğin şartı değildir.

2- Kıyametin meydana gelişi pek yakın bir zamandadır. Kulun kıya­mete hazırlıklı olması için kıyametin vakti gizli bırakılmıştır. Bu korkut­maya işarettir.

3- Cenab-ı Hak kâfirleri rahmetinden kovup uzaklaştırmakla ve son derece şiddetle alev alev yanan cehennem ateşine atmakla cezalandıracak­tır. Onlar orada devamlı olarak kalacaklardır. Onları Allah'ın azabından ve o azap içinde ebedî kalmaktan kurtaracak hiçbir şefaatçi yoktur. Onlar alevli ateş içinde etin ateşte kızardığı gibi sağa-sola çevrileceklerdir.

Bu ayet onların dünyada da, Allah katında da lânetli olduklarına ve azaplarının sürekli ve daimi olduğuna, bu azaptan kurtuluş ümitlerinin bulunmadığına delâlet etmektedir.

4- Kâfirler cehennem ateşindeki azap esnasında, keşke Allah'a itaat etmiş, Allah Rasulüne itaat etmiş, hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah'a iman etmiş, O'nun peygamberlerin sonuncusu olan Rasulüne iman etmiş, itaat farzlarını eda etmiş ve amellerinde Allah'a ihlâsla bağlanmış olsay­dık, diye temenni edeceklerdir.

5- Kâfirler üzüntü ile ve faydasız mazeret beyanı yoluyla şöyle derler: Biz Allah Tealâ'ya itaat yerine liderlere, emirlere, soylulara ve bilginlere itaat ettik, hayır yerine şerri benimsedik. Onlar da bizi doğru yoldan, yani Allah Tealâ'nın birliğinden saptırdılar.

6- Kâfirler, sapıklığa teşvik eden bu kişilere iki kat azap -küfür azabı ve saptırma azabı- verilmesini istemek suretiyle intikam ve kin hissiyle is­tekte bulunma mecburiyetini hissediyorlar. Yani, onlara bize verdiğin aza­bın iki mislini ver. Zira onlar hem kendileri sapıklığa düştüler, hem de baş­kalarını sapıklığa düşürdüler.

Hatta onlar bu kimselerin Allah'ın rahmetinden çok ve büyük bir şe­kilde uzaklaştırılması ve kovulmasını da talep ederler. Zira büyük olan ay­nı zamanda çok olacaktır. Bu durum iki talepte de yeni bir mana ihtiva et­mektedir. Zira bunlar kendileri için meydana gelmeyen iki şeyi talep et­mektedirler. Bunlar "iki kat azap" kelimesiyle ifade edilen azabın arttırıl­ması ve büyük bir lanet kelimesiyle ifade edilen lanetin arttırılması talep­leridir. [130]

 

Müminlere Eziyetin Haram Kılınması Ve Takvanın Emredilmesi

 

69- Ey iman edenler! Musa'ya eziyet  edenler gibi olmayın. Allah Musa'yı  onların söylediklerinden temize çı- Allah nezdinde değerli bir

70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söylevin.

71- Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder­se şüphesiz o, en büyük kurtuluşa ermiş olur.

 

Belagat:

 

"Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın." ifadesinde benzetme edatı zik­redilip benzetme yönü hazfedildiği için mürsel ve mücmel teşbih vardır. [131]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey iman edenler!" Peygamberiniz Hz. Muhammed (s.a.)'e karşı "Mu­sa'ya eziyet edenler" Yahudiler "gibi olmayın." Zira Yahudiler: Musa'nın bedeninde bizimle birlikte yıkanmasına engel olan bir kusur vardır, demiş­lerdi. Yahut Hz. Musa'ya iftira edip fuhuşla suçlamışlardı. Allah da Mu­sa'yı onların söylediklerinden aklayıp korumuştu. "Allah Musa'yı onların söylediklerinden", pek çok asılsız töhmetlerden "temize çıkardı." Bu töh­metlerden biri şudur: Hz. Musa yıkanmak için elbisesini bir taş üzerine koydu. Elbise taşla beraber uçtu. Nihayet İsrailoğullan'ndan bir cemaatin önünde yere düştü. Hz. Musa erişip elbisesini aldı ve elbisesiyle örtündü. Dolayısıyla onun bedeninde bir kusur olmadığını gördüler. "O Allah nez-dinde değerli" mevki, makam, yakınlık ve şeref sahibi "bir kuldu."

"Ey iman edenler!" Allah'ın Rasulünü incitecek şeyler bir yana, onun hoşuna gitmeyecek bir şeyi yapma hususunda "Allah'tan korkun ve" hakkı kastederek "doğru söz söyleyin."

"Böylece Allah amellerinizi salih kılsın." salih amellere sizi muvaffak kılsın. Yahut kabul etmek, sevap vermek suretiyle değerlendirsin, "ve gü­nahlarınızı bağışlasın." Günahlarınızı örtsün, söz ve amelde istikamet vermek suretiyle hatalarınızı silsin. "Kim Allah'a ve Rasulüne" emir ve nehiy-lerde "itaat ederse, şüphesiz o en büyük kurtuluşa" dünyada övgüye lâyık, ahirette saadet içinde yaşamak suretiyle istenen gayeye "ermiş olur." [132]

 

Ayetler Arası İlişki.

 

Allah Tealâ, Allah ve Rasulünü inciten kimselerin, Allah ve Rasulünü incitmenin küfür olduğuna delâlet etmek üzere lanete uğrayacaklarını ve azap edileceklerini beyan ettikten sonra Peygamberimiz (s.a.)'in ashabı arasında ganimeti taksim etmesine razı olmamak gibi küfre götürmeyen eziyetleri terketmenin zaruretine işaret etmiştir.

Hz. Musa'nın eziyete uğraması konusuna gelince; bu ihtilaflı bir konu­dur. Bazıları; Yahudilerin Hz. Musa'yı bedenindeki bir ayıp dolayısıyla in­citmeleridir, demişlerdir.

İbni Ebî Şeybe, İbni Cerîr ve İbni Münzir, İbni Abbas'dan rivayet edi­yorlar: Hz. Musa hakkında kavmi, onun husyelerinde şişkinlik vardır, de­mişlerdi. Hz. Musa bir gün yıkanmak için dışarı çıkmış, elbiselerini bir ta­şın üzerine koymuştur. Taş elbiseyle birlikte hareket etti. Musa da çıplak olarak elbisenin peşinden gitti. Nihayet elbise İsrailoğullan'nm meclisinin yanma vardı. Bunun üzerine İsrailoğullan onun husyelerinde şişkinlik ol­madığını gördüler.

Bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Karun bir kadınla, İsrailoğulla-rı'nın yanında, Musa benimle zina etti, demek üzere anlaştı. Karun bu ka­dının da bulunduğu sırada kavmiyle biraraya geldi. Ancak Allah bu kadı­nın kalbine doğru söylemesini ilham etti. Kadın kendisine telkin edilen şe­yi söylemedi.

Razî diyor ki: Kıcaca Yahudilerin Hz. Musa'ya Kur'an'da adı geçen ezi­yette bulunmaları yeterlidir. Bu da Yahudilerin Hz. Musa'ya: "Sen ve Rab-bin gidin, ikiniz savaşın." (Maide, 5/24); "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sa­na asla iman etmeyeceğiz." (Bakara, 2/55); "Bir yemeğe asla sabretmeyiz." (Bakara, 2/62) şeklindeki sözleridir. Cenab-ı Hak müminlere diyor ki: Ra-sulullah (s.a.) sizden savaş talebinde bulunduğu zaman, onlar gibi olma­yın. Yani, sen ve Rabbin gidin, ikiniz savaşın, demeyin. Size izin verilme­yen birşeyi ondan istemeyin. Peygamber size bir şeyi emrederse onu gücü­nüz yettiği kadar yerine getirin.[133].

 

Açıklaması

 

"Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah Musa'yı onların söylediklerinden temize çıkardı. O Allah nezdinde değerli bir kuldu."

Yani ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Rasulullah (s.a.)'e, onun hoşlanmayacağı ve sevmeyeceği bir şekilde söz ve davranışla eziyette bu­lunmayın. Hz. Musa'yı yalan ve iftira ile ayıplamak, Allah'ı açıktan görme­yi istemek gibi onu âciz bırakacak bir talepte bulunmak, onu yalnız başına savaşması için terketmek, yahut ondan çeşitli yiyecekler talep etmek gibi ifadelerle Hz. Musa'ya eziyette bulunanlar gibi olmayın. Allah Musa'yı, on­ların söyledikleri yalan ve iftiralardan temize çıkardı. Hz. Musa, Rabbi nezdinde şerefli, itibarlı ve değerli bir kimse idi. Hasan-ı Basrî diyor ki: Musa, Allah nezdinde duası makbul bir kimse idi. Bir başka selef âlimi ise: O Allah'tan ne istemişse, Allah ona vermiştir. Fakat Allah, dünyada görül­mesi talebini, iradesi gereği reddetmiştir.

Peygamberimiz (s.a.)'i incitme örneklerinden biri Buhari, Müslim ve Ahmed'in Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Rasu­lullah (s.a.) bir gün ganimet taksimi yaptı. Ensardan bir adam:

-  Bu Allah'ın rızasının murad edilmediği bir taksimdir, deyince Pey­gamberimiz (s.a.)'in yüzü kızarmış ve:

- Allah Musa'ya rahmet eylesin. Bundan daha çok eziyete uğramış ve sabretmiştir, demişti.

Ahmed b. Hanbel yine İbni Mes'ud'dan Peygamberimiz (s.a.)'in asha­bına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiçbir kimse, ashabımdan hiçbiri hakkında bana bir şey (onun bir kusurunu, bir ayıbını) bildirmesin. Zira ben sizin yanınıza temiz bir gönülle çıkmayı arzu ederim."

Hz. Musa'ya eziyet edilmesi, onun incitilmesi kanaatimizce bedenin­deki bir kusurla ayıplanması değil, İbni Mes'ud'dan gelen birinci hadisin delaletiyle tasarruflarının tenkid edilmesi sebebiyle idi.

Cenab-ı Hak söz veya davranışla Rasulullah (s.a.)'in incitilmesinden nehyettikten sonra müminlere, kendilerinden beklenilen söz ve davranışla­rı açıkladı. Bu davranışlar "hayırlı davranışlar", bu sözler "doğru sözler" ol­malıydı. Zira hayrı işleyip şerri terkedenler Allah'tan korkmuş olur, doğru konuşan da isabetli konuşmuş olur. Buyuruyor ki:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin." Ey Allah ve Rasulüne inanlar! Allah'a isyan etmekten sakınmak, emirlerine sarılmak, O'na O'nu görür gibi ibadette bulunmak suretiyle bütün işlerinizde Al­lah'tan korkun. Bütün işlerinizde doğru ve hak söz söyleyin. Bu ifade içine "Lailâhe illallah" demek, insanların arasını ıslah etmek girdiği gibi Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb'in durumu hakkında konuşmak da girer. Peygamber'e, helâl olmayan şeyi nispet etmeyin.

Daha sonra bu iki emir, -davranışlarda hayırlılık, sözlerdeki dürüst­lük- için iki vaadde bulundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve günahlarınızı bağışlasın." Yani hayır işlemeye karşılık onlara amelleri salih kılmak -kabul etmek-mükâfatını vaadetti, sahibini ebedi kalacağı cennete lâyık kıldı. Doğru söz için de, geçmiş günahların affedileceği vaadini verdi. Gelecekte kendilerin­den meydana gelecek hata ve günahlar için tevbeyi ilham edecektir.

Allah Tealâ daha sonra da onları itaate teşvik ederek şöyle buyurdu:

"Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse, şüphesiz o en büyük kurtuluşa er­miş olur." Yani kim Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat eder, nehiyler-den kaçınırsa, cehennem ateşinden korunmuş olur. Ebedî nimete lâyık olur. Allah'a itaat Rasulullah (s.a.)'e itaatle aynı olduğu halde Cenab-ı Hak itaat edenin Allah nezdinde ahid, Rasulullah (s.a.) nezdinde de önemli bir yer kazanacağını beyan etmek için her ikisini birarada toplamıştır.[134]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu neticeler çıkarılmaktadır:

1- Kur'an'ın ilgi ve uyarısı insanlardan sadece bir gruba ait olmamış­tır. Allah Tealâ, Rasulullah'a ve müminlere eziyette bulunan kâfirlerle mü­nafıkları zikrettikten sonra müminleri de eziyet etmekten sakındırdı. On­ları peygamberleri Hz. Musa'ya eziyet eden İsrailoğulları'na benzemekten sakındırdı.

Hz. Muhammed ve Hz. Musa'nın eziyete uğrama, incitilme örnekleri ihtilaflı konulardandır. Rivayete göre: Onların Hz. Muhammed (s.a.)'e ezi­yetleri; Muhammed oğlu Zeyd, demeleri yahut Peygamberimiz (s.a.) gani­met taksim ettiğinde Ensar'dan bir adamın "Bu, Allah rızası gözetilmeyen bir taksimdir." demesidir. Zira bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) kızmış ve şöyle demiştir: 'Allah Musa'ya rahmet eylesin. O bundan daha çok eziye­te uğramış, ama sabretmişti."

Hz. Musa'ya eziyet edilmesine gelince İbni Abbas ve bir grup tefsir âli­mine göre daha önce de geçtiği gibi: Onun, husyelerinin şişkinliğiyle suç-lanmasıdır.

Hz. Ali ise şöyle demiştir: İsrailoğulları, Musa Harun'u öldürdü, diye­rek Musa'yı incitmişlerdir. Halbuki Harun, Musa ile birlikte (Tur-ı Sina ya­rımadasının ortasındaki) Tîh çölünden çıktıktan sonra, Sina'daki bir dağda ölmüştü.

Bir başka rivayete göre; Hz. Musa'ya yapılan eziyet İsrailoğulları'nın kendisine sihirbazlık ve cinnet ithamında bulunmalarıdır. Bu konuda baş­ka rivayetler vardır.

Kurtubî diyor ki: Doğru olan birinci görüştür. Bütün bunların hepsini yapmış olmaları da ihtimal dahilindedir. Allah, onu bunların hepsinden te­mize çıkarmıştır.

Hz. Musa'nın yıkanması kıssası, elbisesini taş üzerine koyup insanlar­dan uzak ıssız bir bölgede çıplak olarak suya girmenin caiz oluşuna delil sayılmıştır. Bu cumhurun görüşüdür. İbni Ebî Leylâ -sahih olmayan- bir hadisi delil getirerek bunu reddetmiştir.

2- Hz. Musa (a.s.) Allah nezdinde değerli, itibarlı, şerefli bir kimse idi. Rivayet edildiğine göre, o Allah'tan ne isterse, Allah ona istediği şeyi verir­di.

3- Allah Tealâ bütün davranışlarda hayırla davranmayı, yahut takva sahibi olmayı, sözlerde ise doğruluğu farz kılmıştır. Bu Rasulullah ve mü­minlere karşı yapılması yasaklanan eziyete mukabil getirilmiş bir hüküm­dür.

4- Allah Tealâ doğru söze ve takvaya karşılık olarak amellerin salih ol­ması (kabul edilmesi, bu amelleri işlemeye muvaffak kılmak suretiyle fasit değil, bereketli amel kılınması) ve günahların bağışlanmasıdır. Derece ve yüksek mertebe olarak bu senin için yeter!

5-  Kim emrettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, cehennemden kurtulmuş ve cenneti kazanır, çok sevaba, daimî ve ebedî mükâfata, erişmiş olur. [135]

 

Yükümlülükler Ve Bunlarla Sorumlu İnsanların Sınıflandırılması

 

72- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir.

73- Bunun neticesi olarak Allah mü- nafık erkeklere ve münafık kadınara müşrik erkeklere ve müşrik  kadınlara azap edecek, mümin er- keklerin ve mümin kadınların da  tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

 

Belagat:

 

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik." temsilî istiaredir. Emanet ve emanetin içindeki ağırlık ve sonsuz şiddet göklere, yere ve dağ­lara teklif edilse, bunların taşımaktan kaçınacakları ve korkacakları çok çok ağır bir şeyle temsil edilmiştir.

"Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara ... azap edecek." ayeti ile "Mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir." ayetleri arasında mukabele denilen sanat yapılmıştır.

Surenin "kâfirlere ve münafıklara itaat etme." şeklindeki başlangıcı ile "Allah münafık erkek ve münafık kadınlara ... azap edecek" şeklindeki sonucu ile bedi' ilminde "Reddü'l-acüzi ales-sadr" diye adlandırılan sanat yapılmıştır. Başlangıç, münafıkların kötülenmesi; sonuç, münafıkların kö­tü akıbeti hakkındadır. [136]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz emaneti" yapılmasında sevap ve terkedilmesinde günah olan na­maz gibi şer'i mükellefiyetleri "göklere, yere ve dağlara teklif ettik." Bu yü­kümlülüklerin yerine getirilmesi vacip olduğu için bunlara "emanet" adı verilmiştir. Cenab-ı Hak tabiatta olanlara aykırı olarak bu emaneti önce bu varlıklara teklif etmiştir. "Onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve kork­tular. " Ayetin manası şudur: Bu büyük varlıklar şuur ve idrak sahibi olsalar ve bu emanet bu varlıklara teklif edilmiş olsa, bunu yüklenmekten çe­kinir, bundan korkarlardı. Ama "insan", insanlığın babası Âdem bünyesi­nin zayıflığına ve kuvvetinin yetersizliğine rağmen kendisine bu emanet teklif edilince "bunu", bu emaneti "yüklendi." Eğer bunun haklarını yerine getirirse, her iki dünyanın hayrını kazanacaktır. "Şüphesiz ki insan" bu emanetin haklarını üstlendiği zaman aldığı bu yük sebebiyle kendi nefsine "çok zalim", bunun hakkını bilme hususunda "çok cahildir." Bu son cümle insan cinsinin çoğunluk itibariyle vasfıdır.

Ayetten maksat taatin yüceliğini bildiren az önce geçmiş olan: "Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse, büyük bir kazanç elde etmiş olur." şeklinde­ki vaadi tekrar ortaya koymaktadır.

"Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek," İnsanoğlu azap olun­ması için bu emaneti yüklenmemiştir. Fakat bunu yüklenmiş, neticede mü­nafıklık yapan, şirk koşan ve dolayısıyla emanete ihanet eden, peygamber­leri yalanlayan ve verdiği sözden cayan kimselere azap edilecek, iman edip de yüklendikleri ibadet v.b. emanetleri yerine getirenlerin tevbeleri kabul edilecektir.

Zemahşerî diyor ki: Emaneti yüklenmenin neticesi azaptır. Nitekim "Terbiye etmek için onu dövdüm" cümlesindeki terbiye, dövmenin neticesi­dir. Kurtubî de bu konuda Zemahşerî'ye tâbi olmuştur.

Allah emaneti zayi eden "münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek," Allah emaneti yerine getiren "mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul ede­cektir. " Tevbeyi kabul vaadi, "Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir." ifadesi insan fıtratının durumuna yöneltilmiş bir ifade olduğuna delildir. İnsanoğlu genellikle nefsine karşı çok zulümkâr ve Rabbine karşı çok bilgi­sizdir. "Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Müminlere karşı çok affedici ve onlara karşı çok merhametlidir. Müminlerin hata ederek iş­ledikleri günahlardan dolayı yaptıkları tevbeleri kabul edecektir ve taatle-rine karşı onlara sevap verecektir. [137]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Allah Tealâ kendisine ve Rasulüne itaat eden kimselerin büyük bir ka­zanç elde edeceklerini beyan ettikten sonra, taate ulaşma vasıtasını beyan etti. Bu vasıta şer'î yükümlülüklerin yerine getirilmesidir. Bu şer'î yüküm­lülüklerin uygulanması gönüllere ağır gelmekte olup tahammül etme ve gayrete ihtiyaç vardır.

Cenab-ı Hak mükelleflerin itaat etmeleri, yahut kabul etmemeleri ve yükümlülüğün gereğini yerine getirmemelerinin, hiçbir cebir ve zorlama olmaksızın sadece insanın kendi tercihiyle olduğunu zikretti. [138]

 

Açıklaması

 

Allah Tealâ şer'î yükümlülüklerin önemi ve ağırlığını ve bu yükümlü­lüklerin göklerin ve yerin bile yüklenmekten kaçındıkları büyük bir yük ol­duğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklen­mekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir."

Biz farzlar ve taatler gibi şer'î yükümlülükleri bu büyük varlıklara teklif ettik. Bu varlıklar buna güç getiremediler, şuur ve idrak sahibi ol­dukları farz edilerek bu emanet kendilerine teklif edildi; ama bu varlıklar bu emanetin sorumluluğunu taşımayı reddettiler ve bunu taşımaktan korktular. Fakat insan bu emanetle mükellef kılındı. İnsan zayıflığına rağ­men bu emaneti yüklendi. İnsanoğlu bu konuda nefsine çok zulümkârdır ve taşıdığı emanetin değerini bilme hususunda çok cahildir.

İbni Abbas diyor ki Cenab-ı Hak "emanet" ile taat ve farzları kastet­mektedir. Bunları Âdem'e arzetmeden önce, bu varlıklara arzetti. Onlar bunu taşıyamadılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Âdem'e şöyle dedi:

- Ben emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettim. Onlar buna güç ge­tiremediler. Peki, sen bu emanetin içinde olanları alır mısın?

- Ya Rabbi! Bunun içinde ne var? dedi. Cenab-ı Hak:

- Eğer iyi amel işlersen, mükâfata nail olursun. Kötü amel işlersen, ce­zalandırılırsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem bu emaneti alıp yüklen­di. Bu, ayette işaret edilen husustur: "Bu emaneti insan yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir." Bundan murad insan cinsinin genel du­rumudur.

"Emanet", eda edilmesi sevaba, zayi edilmesi cezaya sebep olacak taat ve farzları ihtiva etmektedir. Bu ifade, üzerinde hiçbir delil olmayan mal emanetlerini de ihtiva etmektedir. Cünüp kimsenin gusletmesi emanettir, namus emanettir, kulak emanettir, göz emanettir, dil emanettir, karın emanettir, el emanettir, ayak emanettir.

İnsan, içinde olanları bilmemesi sebebiyle bu emaneti yüklendi, bu varlıklar ise bu emaneti gayet iyi takdir ettiler. İnsanoğlu bununla beraber nefsî infialler ve şahsî arzulardan etkilenmektedir, işlerin sonuçlarını dü­şünmemektedir. Bu yükümlülükler şehvet hakimiyetini engellemek ve iç­güdüleri ve içindeki dahilî güçlerin tesirini engellemek için bir vesiledir.

Cenab-ı Hak bu yükümlülüklerin mükellefler arasındaki neticelerini beyan etmek üzere şöyle buyurdu:

"Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."

İnsanoğlunun bu emaneti -şer'î yükümlülükleri- yüklenmesi neticesi olarak insanlar iki gruba ayrılmıştır:

1- Münafık erkekler ve münafık kadınlar: Bunlar iman ehlinden kor­karak iman ettiğini ortaya koyan ve küfür ehline tâbi olarak içinde küfrü gizleyen kimselerle; müşrik erkekler ve müşrik kadınlar, içi-dışı Allah'a şirk koşma ve peygamberlere aykırı davranma içinde olanlar birinci grubu teşkil etmektedir.

2-  İkinci grup ise mümin erkekler ve mümin kadınlar, yani Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve Allah'a itaatle amel edenler olup bunlar tevbe ettiklerinde Allah'ın tevbelerini kabul ettiği, ibadet ve benzeri taşıdıkları emanetleri eda eden kimselerdir. Zira Allah müminlerin günahlarını çok bağışlayan ve onlara çok merhamet edendir.

Bu ayet Allah'ın insana çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğu­nu bildirdiğine ve bizzat ona bakıp onu çok zalim ve çok cahil olduğunu gördüğüne delildir. Cenab-ı Hak daha sonra ona bu emaneti teklif etti. İn­sanoğlu da mağfiret ve rahmetle takviye edildiğini bildiği için, zulümkâr olduğundan ve bilgisizliğinden bu emaneti kabul etti. Bunun manası şu­dur: İnsanın fıtrî hastalığı vardır. Bu hastalığın ilâcı ve tedavisi ise insanın tevbe etmesi, Allah'a yönelişi ve taati sebebiyle Cenab-ı Hakkın vereceği mağfiretin genişliği ve rahmetin çokluğudur. [139]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Çeşitli hükümleri ihtiva eden bu sure ilâhî emirlere, yüce şer'î âda­ba ve eşsiz öğütlere sarılmanın vacip oluşu şeklindeki genel bir hükümle sona ermiştir.

2- Emanet sahih görüşe göre dinî vazifelerin tamamını ihtiva etmekte­dir. Bu cumhurun görüşüdür. Allah'ın kullarına emanet olarak yüklediği farzlar bu emanetin bir parçasıdır. Şer'î yükümlülükler kolay ve basit de­ğildir. Bunlar göklerin, yerin ve dağların taşımaktan kaçındığı büyük ema­netin ta kendisidir.

Hakim et-Tirmizî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği hadis-i şerifte Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: Allah Tealâ Adem'e:

- Ya Âdem! Ben emaneti göklere ve yere teklif ettim. Onlar bunu taşı­yamadılar. Sen içindekilerle birlikte bu emaneti taşır mısın? Âdem:

- Ya Rabbi! Bunun içinde ne vardır? Cenab-ı Hak:

- Bunu taşırsan, ecre lâyık olursun. Zayi edersen, azaba lâyık olursun, dedi. Âdem bu emaneti içindekilerle birlikte aldı. Cennette sadece ilk na­maz ile ikindi arasındaki vakit kadar bekledi. Nihayet şeytan onu cennet­ten çıkardı.

3- Gökler, yer ve dağlara teklifte bulunmak ya mecaz yahut hakikat­tir, veyahut bir misal getirmedir.

a) Bir grup âlim şöyle demiştir: Ayetin manası şudur: Biz emaneti göklerin ve yerin ahalisi olan meleklere ve cinlere teklif ettik. Onlar bunun yükünü taşımaktan kaçındılar. Bunun benzeri: "Köye sor" (Yusuf, 12/81) ayeti köy halkına sor, anlamındadır. Bu mecaz-i mürseldir.

b) Bir başka âlim grubu ise şöyle demiştir: Bu ayet bir başka çeşit me­cazdır. Yani biz emanetin ağırlığını göklerin, yerin ve dağların gücüyle kar­şılaştırdığımızda bu emanete onların güç getiremeyeceklerini ve eğer ko­nuşsalar bundan kaçınacaklarını ve korkacaklarını görürüz. Bu aynen: Bu yükü deveye teklif ettim, kabul etmedi, sözü gibidir. Yani sen devenin kuv­vetini yükün ağırlığıyla karşılaştırıyorsun ve onun bundan âciz kalacağını görüyorsun.

c) Hasan el-Basrî ve bir grup âlim ise şöyle demişlerdir: Bu teklif ha­kikidir. Yani Cenab-ı Hak gökler, yer ve dağlara bu emaneti taşımalarını yani sevap veya cezayı teklif etti. Onlara bunu gösterdi. Onlar da bunun yükünü taşıyamayıp korktular. Biz ne sevap, ne de ceza isteriz, dediler. Her biri: "Bu taşıyamacağımız bir iştir. Bizler bize tevdi edilmiş olan emro-lunduğumuz işleri kabul edip itaat etmeye devam ederiz" dediler. Fakat âlimler diyor ki: Bilindiği gibi cansız varlıklar sözü anlamaz ve cevap vere­mezler. Dolayısıyla bu son görüşte bu varlıklara hayat verilmesi takdir edilmelidir. Buradaki teklif zorunlu değil, tercih hakkı bulunan tekliftir.

d) Kaffal ve diğer bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Bu ayetteki teklif bir misal vermedir. Yani gökler, yer ve dağlar kendilerinin mükellef olma­ları caiz olsaydı, cisimlerinin büyüklüklerine rağmen onların şer'î hüküm­lere bağlanmaları bu hükümlerdeki sevap ve ceza sebebiyle kendilerine ağır gelirdi. Yani bu mükellefiyet göklerin, yerin ve dağların bile âciz kala­cakları bir iştir. Halbuki insan bu mükellefiyetin altına girmiştir. İnsanoğ­lu çok zalim ve çok cahildir. Bir düşünebilse! Bu aynen şu ayet gibidir: "Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik..." (Haşr, 59/21). Sonra da "Bu misalleri insanlara anlatıyoruz..." buyurulmuştur. Kaffal diyor ki: Allah Tealâ'nın misal verdiği sabit olduğuna göre ve bize ancak misal şeklinde bazı haber­ler geldiğine göre bu ayetin de bu şekilde kabul edilmesi vacip olmuştur.

Ayetten maksat bu şer'î yükümlülüklerin büyüklüğünü ve ağırlığını beyan etmek, insanın bu yükümlülükler karşısındaki sorumluluğuna ve bu konuda ihmalkâr olmamasına dikkat çekmektir. İnsanoğlu iki tercih ara­sındadır: Ya isyan edip azaba, yahut itaat edip sevaba nail olacaktır. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.

4- İnsan emanetin sorumluluğunu yüklenmeyi üstlenmiştir. Bunun hakkını yerine getirmeyi kabul etmiştir. O bu konuda kendi nefsine veya emanete karşı çok zulümkâr, altına girdiği bu yükü takdir edemeyecek ka­dar da çok cahildir, ya da Rabbine karşı çok cahildir.

Emanetin genel oluşuna binaen insan denince bütün insan cinsi kas­tedilmektedir. Dolayısıyla kâfiri de, münafığı da, isyankârı da, mümini de içine alır. Bir başka görüşe göre: İnsandan murad emaneti yüklenen Âdem aleyhisselâmdır.

5- "Li-yüazzibe: azap etmek için" kelimesindeki lâm, sayrûret (netice bildiren) lamı desek de ta'lîl (sebep bildiren) lâm desek de, ya "arazan" ke­limesine, ya da "hameleha" kelimesine mütealliktir. Çünkü sonuç insanla­rın yükümlülük karşısında isyankârlar ve itaatkârlar olarak iki kısma ay­rılmalarıdır. Zira insan emaneti yüklenmiştir. Elbette onun bu emanet kar­şısındaki durumu tek olmayacaktır. Burada emanetin hakkına riayet eden kimseler olacak, Allah da bunları cennetle mükâfatlandıracaktır. Ayrıca bunun hakkına riayet etmeyen kimseler olacaktır. Allah da bunlara cehen­nemle azap edecektir.

Lâm, "arazna" fiiline müteallik olup sebebiyet lamı olunca ayetin ma­nası şu şekilde olmaktadır: Biz emaneti herkese arzettik. Sonra da Allah'ın müşriğin şirkinin, münafığın nifakının artaya çıkıp da Allah'ın kendilerine azap etmesi için, müminin imanının da ortaya çıkıp Allah'ın kendisine se­vap vermesi için biz bu emaneti insanın boynuna yükledik.

Lâm, "hameleha" fiiline müteallik olup sebebiyet lamı olunca mana şu şekilde olmaktadır: İsyankârın azap görmesi, itaatkârın sevap alması için insan bu emaneti yüklendi. Zira azap, emaneti yüklenmenin sonucudur.

Lâm, sayrûret (netice bildiren) lâm olunca ayetin manası şu şekilde olacaktır: İnsan bu emaneti yüklendi. Sonunda Allah, emanete ihanet ede­ne azap edecek, emaneti hakkıyla eda edenlerin tevbelerini kabul edecektir.[140]

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/233.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/233.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/233.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/233-234.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/235.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/235-236.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/236-237.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/237-238.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/239.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/239-240.

[11] Vahidî, Esbabü'n-Nüzûl, 201.

[12] a.g.e.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/240-241.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/241-242.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/242-245.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/245-248.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/248-250.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/251.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/251-252.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/252-253.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/253.

[22] Müslim'in, Sah ıh 'inde, Ebu Hüreyre'den rivayet edilen hadisin metni şudur: "Benim ve benim ümmetimin misali, bir ateş yakan bir adam gibidir ki hayvanlar ve böcekler bunun içine düşmektedirler. Ben (ateşe girmemeniz için) sizin kemerlerinizden tutuyo­rum. Siz ise bunun içine giriyorsunuz." Alimler diyor ki: el-Hucze (kemer) şalvar için, ma'kıd (uçkur) bel altı giyilen izar içindir.

[23] Zemahşerî, 11/521.

[24] İbni Kesir, III/1468.

[25] Razî, XXV/197.

[26] İbnü'l-Arabî, el-Bahrü'l-Muhît, III/495.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/253-258.

[28] İbnü'l-Arabî, el-Bahrul-Muhît, III/497.

[29] Kurtubî, XTV/123.

[30] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/355.

[31] Ancak hadisin senedinde zayıf bir ravi vardır.

[32] Kurtubî, XIV/128.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/258-262.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/265-266.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/266-270.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/270-271.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/271.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/272-274.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/274.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/274-276.

[41] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit, VII/217.

[42] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit, VII/217.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/276-282.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/282-285.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/285-286.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/286-288.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/288-295.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/296.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/296-297.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/297-298.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/298-299.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/299-302.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/302-305.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/307-308.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/308-309.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/309.

[57] Razî, XXV7208.

[58] Zemahşeri, 11/537.

[59] el-Bahru'l-Muhît, VII/228.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/309-313.

[61] Razî, XXV/209.

[62] Kurtubî, III/1527.

[63] Razî, XXV/209.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/313-316.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/.317-318

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/318.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/318.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/318-323.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/323.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/325.

[70] Gizlenen şey cahiliyedeki evlâtlık edinme âdetini ve tesirlerini iptal etmek için Allah tarafından kendisine emredilen, Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlenmesi olayıdır. Yoksa murad, Celâleyn Tefsiri ve diğer bazı tefsirlerde nakledilen Zeyneb'in Zeyd'le evlendikten bir müddet sonra Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'i görüp onu sev­mesi ve bunu gizlemesi değildir. Bu söz batıl olup aslı yoktur. Peygamberlik makamıyla bağdaşmaz. Zira Zeyneb Peygamberimiz (s.a.)'in halasının kızı olup onu eskiden tanıyordu. Zeyneb'i Zeyd'le evlendirmeden önce kendisinin Zeyneb ile evlenmesi de mümkün idi.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/325-327.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/327-329.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/329.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/329-334.

[75] Kurtubî, XIV/188.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/334-339.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/340.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/340-341.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/341.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/341.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/341-343.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/343-344.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/345.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/345-346.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/346-347.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/347.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/347-350.

[88] Kurtubî, XIV/200.

[89] İbnü'l-Arabî, III/1534.

[90] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'ân, III/364.

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/350-357.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/359.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/359-360.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/360-361.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/361.

[96] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/154.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/361-366.

[98] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/1549-1553; Kurtubî, XIV/211-213

[99] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/1559

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/366-376.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/377-378.

[102] Bu bölümlerden ayetlerin tefsiri okunurken Peygamberimizin evinin günümüzdeki gibi çok odalı, banyo ve tuvaletli bir ev olmadığı gözönünde tutulmalıdır. (Çeviren).

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/378.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/378-381.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/381-382.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/382-385.

[106] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/1565.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/385-389.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/390.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/391.

[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/391.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/391-397.

[112] Fakat İbni Kesir bu hadis hakkında: Çeşitli rivayetleriyle bu hadis sahih değildir, -yani zayıftır- demiştir.

[113] Üsame (r.a.) "el-Hıbb ibnü'1-Hıbb" (Sevgilinin oğlu sevgili) lakabıyla tanınmıştı. Üsame son derece siyah, ama babası Zeyd b. Harise beyaz tenli idi.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/397-400.

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/401.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/401-402.

[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/402.

[118] el-Bahru'l-Muhît, VII/250.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/402-403.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/403-404.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/405.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/405-406.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/406.

[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/406-407.

[124] Kurtubî, XIV/284.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/407-408.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/409.

[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/409.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/409-410.

[129] İbni Kesir, III/519.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/410-412.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/412-413.

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/414.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/414-415.

[133] Razî, XXV7233. Son cümle Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri: "Size neyi emretmişsem, onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin." hadisinden alınmıştır.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/415.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/415-417.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/417-418.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/419.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/419-420.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/420.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/421-422.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/422-424.