Sure müslümanlarla savaşmak ve onları tamamen yok etmek gayesiyle münafıklar ve Kureyzaoğulları Yahudileriyle anlaşarak Medine etrafında toplanan Kureyş ve Gatafan müşriklerinden ibaret gruplar (yani Ah-zab) savaşı ya da diğer ismiyle Hendek Savaşı'yla ilgili kelâm-ı ilâhîyi ihtiva ettiği için 'Ahzab suresi" diye isimlendirilmiştir.
Ayrıca münafıkların rezilliğini ortaya koyduğu ve onların Rasulullah (s.a.)'in hanımlarına dil uzattıklarını ve bu savaşta ona karşı düşmanlık beslediklerini açıkladığı için "Fâdıha" şeklinde adlandırılmıştır. [1]
Bu surenin bir önceki Secde süresiyle olan ilişkisi bu surenin başlangıcıyla bir önceki surenin sonu arasındaki benzerlikte açıkça ortaya çıkmaktadır.
Önceki sure Peygamberimiz (s.a.)'e kâfirlerden yüzçevirme ve onların azabını bekleme emriyle sona ermişti. Bu sure ise Peygamberimiz (s.a.)'e takva ve kâfirlerle münafıklara itaat etmeme, kendisine Rabbinden vahye-dilenlere tâbi olma ve Allah'a tevekkül etme emriyle başlamaktadır. [2]
Bu surenin konusu; ümmetin yönüne önem veren Medenî surelerin konuları ve özellikle Peygamberimiz'in aile hayatının tanzimi, evlât edinme, zıhar, insanın iki kalbinin bulunduğu inancı gibi bazı cahiliye âdetlerinin iptal edilmesi, duhûlden önce boşanmış kadına iddet beklemenin vacip olmaması, Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına ve müminlerin hanımlarına örtünmenin farz kılınması ve mükellefiyet emanetinin öneminin beyan edilmesi gibi konulardır. [3]
Bu sure bazı içtimaî âdab, şer'î hükümler ve siyerde yer alan Ahzab ve Kureyzaoğulları Gazvesi ve münafıklar hakkındaki bazı haberleri ihtiva etmektedir.
İçtimaî âdaba gelince bunların en önemlileri: Düğün yemeklerine davet etme âdabı, örtünme, açık saçıklığın yasaklanması, Hz. Peygamber (s.a.)'in evinde insanlara karşı tazim edilmesi ve doğru konuşma idi.
Şer'î hükümlere gelince, bunlar pek çok olup bir kısmı şunlardır: Allah'tan korkmanın, kâfir ve münafıklara itaat edilmemesinin emredilmesi, vahye uymanın vacip olması, ziharın hükmü, evlât edinme âdetinin, hılf ve hicret sebebiyle mirasçı kılma âdetinin ortadan kaldırılması, rahim ve akrabalığın mirasın esası olarak kabul edilmesi, mahremlerin ve Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının bir bir sayılması, Peygamberimiz (s.a.)'e sale-vatta bulunma, şer'î hicabın farz kılınması, toplumun açık-saçıklık şeklindeki cahiliye görüntülerinden temizlenmesi, duhûlden önce boşanmış kadının iddet beklemek zorunda bırakılmaması, Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının ayrılık ile onunla birlikte kalma arasında muhayyer bırakılması, onun hanımlarının itaat durumunda kat kat sevaba ve hususî ecre nail olmaları, Allah'a, Rasulullah (s.a.)'e ve müminlere dil uzatmanın haram kılınması, mükellefiyet emânetinin önemi, kötü amel işleyenin cezalandırılması ve iyi amel işleyenin mükâfatlandırılmasın
Siyer haberlerine gelince: Bu surede Ahzab Gazvesi (ya da diğer ismiyle Hendek Gazvesi) ve Benî Kureyza Gazvesi hakkında geniş açıklama, Benî Kureyza'nın Peygamberimiz (s.a.) ile olan ahidlerini bozmaları, münafıkların rezil davranışlarının açığa çıkarılması ve onların hilelerinden sakmdırılması, müminlerin Medine'den kovulmak ve işkence edilmekle tehdit edilmeleri, müminlere Allah'ın Hendek Harbi'nde üzerlerindeki tehlikenin çoğalmasından sonra ihsan ettiği nimetlerin hatırlatılması, melekler ve Cebrail ile düşmanların tuzaklarını kaldırmak, nihayet bunun olağanüstü bir mucize olması, Peygamberimiz (s.a.)'in azatlı kölesi Zeyd b. Hari-se'nin ve Peygamberimiz (s.a.)'in hanımı Zeyneb bt. Cahş'ın kıssasının beyan edilmesi... [4]
1- Ey Peygamber! Allah'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, son derece hikmet sahibidir.
2- Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
3- Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter.
"Ey peygamber! Allah'tan kork." Yani O'ndan korkmaya devam et. Müminler de Allah'tan korksunlar. Bu, yüksek olan -yani Peygamber- vasıtasıyla düşük olana -yani müminlere- uyarıda bulunma amacı güdülen bir üslûptur. Zira Allah Tealâ, Rasulü'ne takvayı emrettiğine göre müminler bu emre muhatap olmaya daha lâyıktır. Ya da bu sebat etmek ve takva üzerine devam etmek amacı gözetilen bir emirdir. Rabbinin emirlerine aykırı hususlarda "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir," her şeyi varolmadan önce bilir, "son derece hikmet sahibidir. " yarattığı şeylerde hikmet sahibidir.
"Rabbinden sana vahyolunana" Kur'an'a "uy."
"Allah'a güvenip dayan." İşini O'nun tedbirine havale et. "Koruyucu olarak", vekil olarak, her işin havale edildiği varlık olarak "Allah yeter." Ümmeti bütün zikredilen hususlarda ona -Peygamber'e- tâbidir. [5]
"Ey peygamber! Allah'tan kork!" ayetinin (1. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir, İbni Abbas (r.a.)'den şöyle naklediyor. İçlerinde Ve-lid b. Mugire'nin ve Şeyb b. Rabia'nm bulunduğu Mekke halkı Peygamberimiz (s.a.)'i mallarının yansını kendisine verme şartıyla davasından dönme çağrısında bulundular. Medine'deki münafık ve kâfirler de davasından dönmezse, onu öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Vahidî Esbabu 'n-Nüzûl kitabında diyor ki: Bu ayetler Ebû Süfyan, İk-rime b. Ebî Cehil ve Ebu'l-A'ver es-Sülemî hakkında nazil oldu. Bu kişiler Uhud Savaşı'ndan sonra Medine'ye gelmişler, münafıkların lideri Abdullah b. Übeyy'e misafir olmuşlardı. Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle konuşmaları için onlara eman (güvence) vermişti. Onlarla birlikte bulunan Abdullah b. Sa'd b. Ebi Şerh ve Tu'me b. Ubeyrık ayağa kalkarak Hz. Ömer'in de bulunduğu bir sırada Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Bizim tanrılarımız olan Lat, Uzza ve Menafi -kötü bir dille- zikretmeyi terket. Bunların kendilerine tapanlara şefaatleri ve faydası vardır, de ki biz de seni Rabbinle başbaşa bırakalım, dediler.
Onların sözleri Peygamberimiz (s.a.)'e ağır gelmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):
- Ya Rasulallah, bize onları öldürme hususunda izin ver, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Ben onlara eman verdim, buyurdu. Hz. Ömer (r.a.):
- Allah'ın laneti ve gazabıyla çıkın, dedi. Rasulullah (s.a.) onları Medine'den çıkarmasını emretti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi. [6]
"Ey Peygamber! Allah 'tan kork. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, son derece hikmet sahibidir."
Ey Rasulüm! Allah'tan korkmaya devam et. O'nun emirlerine itaat edip haramlarından sakınmak suretiyle O'nun cezasından sakın. Kâfir ve münafıkları dinleme. Hiçbir şeyde onlarla istişare etme. Onlardan sakın. Bazı meclisleri ve bazı vakitleri onlara tahsis edip de zayıfları kovmak suretiyle onların arzularına uyma. Şüphesiz ki Allah işlerin neticelerini gayet iyi bilir. Sözlerinde ve davranışlarında son derece hikmet sahibidir. O emirlerine tâbi olmaya ve itaat edilmeye en layık olandır. Zira o kâfirler, senin helak olmanı isteyen düşmanlarındır.
"Kâfirlere ve münafıklara itaat etme." ifadesi geçen emrin muhtevasını tekid eden bir nehiydir. Yani Allah'tan onlara itaat etmene engel olacak bir takva ile kork.
Rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) Medine'ye gelince Yahudilerden bir grup münafıklık yaparak ona tâbi oldular. Peygamberimiz (s.a.) onlara yumuşaklıkla davranıyordu. Onlar da Peygamberimiz (s.a.)'e karşı onu kandırmak için saygılı davranıyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Peygamberimiz (s.a.)'in onlardan sakınmasını emretti. Onların düşmanlıklarına dikkat çekti.
Talk b. Habib diyor ki: Takva Allah'a itaat etmek suretiyle Allah'ın sevabını umarak Allah tarafından bir nûr üzerinde amel etmen, Allah'ın azabından korkarak Allah tarafından bir nur üzerinde Allah'a isyanı terket-mendir.
Cenab-ı Hak daha sonra Allah'ın emirlerine uymanın vacip olduğunu tekid ederek şöyle buyurdu:
"Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani Rabbinden sana indirilen Kur'an ve sünnet şeklindeki vahyin gereğiyle amel et. Çünkü Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. O her şeyin dışını ve içini gayet dikkatle bilir. Sonra buna karşı sizi mükâfatlandırır.
"İnnallahe kâne..." cümlesi vahye tâbi olma emrinin illetidir ve takvanın kalbin derinliğinden olması gerektiğine işarettir. Gönlünde Allah'tan başkasının korkusunu gizleme.
Daha sonra Cenab-ı Hak emirlere uymasından sonra bütün işlerin sadece Allah'a havale etmesini emrederek şöyle buyurdu.
"Allah'a güvenip dayan. Koruyucu olarak Allah yeter." Yani bütün işlerini ve durumlarını Allah'a havale et. Kendisine güvenen ve yönelen kimse için Allah vekil olarak yeter. Allah seni korur ve sana yeter. Sana fayda temin edecek olan ve senden zararı giderecek olan sadece O'dur. [7]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- Takvanın vacip olması, buna devam edilmesi ve Allah'a itaate devam edilmesi umumî bir emir olup ister nebiler, rasuller ve melekler olsun, isterse başkaları olsun bütün herkes için farzdır. Ancak masiyetten masum olan peygamberler ve melekler başkalarını talim ve irşad etmek suretiyle ve üstün olanlara verilen emirle alt mertebede olanların dikkati çekilmek suretiyle takva ile emrolunmuşlardır.
Dikkat edilmelidir ki Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.)'in şanını yüceltmek, makamını ifade etmek ve bize ona karşı edebli olmayı öğretmek için Allah Tealâ ona ismiyle hitap etmemiş ya "Ya eyyühe'n-nebî" veya "Ya eyyühe'r-Rasulü" şeklinde nübüvvet ve risalet lafzıyla hitap etmiştir. Halbuki Cenab-ı Hak diğer peygamberlere isimleriyle hitap etmiş, meselâ şöyle buyurmuştur:
"Ey Nûh! Bizden selâm ile in." (Hud, 11/48); "Ey İbrahim! Rüyanı tasdik ettin." (Saffat, 37/104-105); "Ey Musa! Ben ilahî mesajlarım ve kelâmımla seni diğer insanlara karşı tercih ettim." (A'raf, 7/144).
2- Bir şeyi emretmek onun zıddını nehyetmektir. Bunun için Allah, nehyettiği hususlarda Mekke halkı ve diğer kâfirlere Medine halkı ve benzeri münafıklara itaat etmeyi menetti ve onlara meyletmekten sakındırdı.
Zira Allah onların küfür ve nifaklarını gayet iyi bilir. Yaptığı şeylerde son derece hikmet sahibidir. Bundan maksat onların komplolarından, tuzaklarından ve sinsi planlarından sakındırmaktır.
Mekke halkından olan kâfirlerden murad: Ebu Süfyan, Ebu'l-A'ver ve İkrime'dir. Medine halkından olan münafıklardan murad Abdullah b. Übeyy, Turne b. Ubeynk ve Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh'tir.
3- Kur'an ve sünnet şeklindeki vahye tâbi olmak da vaciptir. Bu hususta cahiliye merasimlerine uymak nehyedilmekte, onlarla mücadele etmek ve onları reddetmek emredilmektedir.
Burada nassın bulunduğu durumda şahsî görüşlere uyulmamasına delil vardır. Dolayısıyla nassın varid olduğu konuda içtihada izin yoktur. Hitap Peygamberimiz (s.a.) ve ümmetinedir.
4- Mümin, sebeplere ve vesilelere sarıldıktan sonra bütün durumlarda Allah'a dayanmalıdır. Fayda veren ve engelleyen O'dur. O'nunla beraber olduktan sonra beşerden her hangi birinin karşı çıkması veya muhalefeti zarar vermez. Bütün işlerde ve durumlarda koruyucu olarak Allah yeter.
Kısaca; Allah Tealâ bu ayetlerle müslümanların gönlüne izzet ve itibarı, kendine güveni, düşmanlara iltifat etmemeyi murad etmektedir.
Bu gayeleri gerçekleştirmek için ayetler bu hükümleri kararlaştırmıştır. Buna göre Allah yararlı ve doğru olanı en iyi bilendir. Sonsuz hikmet sahibidir. O hikmete ve doğruluğa uygun olarak emir ve nehiyde bulunur.
O halde birinci görev: Emre uymak ve nehyi uygulamaktır. İkinci görev: Allah'ın vahyine uymaktır. Zira Allah kullarının işlerini ıslah edecek şeylerden haberdardır. Üçüncü görev: Allah'a hakkıyla tevekkül etmek. Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter ve ona kâfidir. Vekil olarak Allah yeter. [8]
4- Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı. Kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin analarınız kılmadı. Evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız saymadı. Bu sizin ağızlarınızdaki (boş) lafınızdır. Allah hakkı söyler ve O doğru yolu gösterir.
5- Onları (evlâtlıkları) babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah nezdin-de daha doğrudur. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde dinde kardeşleriniz ve dostlarınız-dır. Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bilerek kastettiği şeylerde vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.
"Hata ettiğiniz" ve "kalplerinizin bilerek kastettiği" cümleleri arasında tezat sanatı yapılmıştır. [9]
"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." Bu ayet kâfirlerden iki kalbi olduğunu ve bu iki kalpten her biriyle kendisinin Muhammed (s.a.)'in aklından daha üstün düşündüğünü iddia edenlere cevap niteliğinde delildir.
"Kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin analarınız" ha-ramlık hususunda anneleriniz gibi "kılmadı". Zıhar; kişinin hanımına "sen bana anamın sırtı gibisin.", ya da "Sen bana mahremlerimden birinin sırtı gibisin."; yani haramlık hususunda bana anamın ya da diğer mahremlerden biri gibisin, demektir. Zıhar cahiliyede talak (boşama) manasındadır. İslâm'a gelince zıhar yapılmışsa, cinsî münasebetten önce kefaret vermek vaciptir.
"Allah evlâtlıklarınızı da" gerçekteki "oğullarınız saymadı." "Ed'ıya" kelimesi "deıyy" kelimesinin çoğulu olup evlâtlık edinilen ve babasından başkasının oğlu olarak çağrılan kimsedir. Evlâtlık, cahiliye devrinde ve İslâm'ın ilk devrinde evlât hükmündeydi. Gerçekte ise o başkasının oğlu idi. Bundan murad şudur: Allah Tealâ eş olma ve anneliği kadında, iddia ve evlâtlığı erkekte toplamadı. Nitekim Allah çelişkiye düşürür diye bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır. Zira bu durumda iki kalbin herbiri, bütün güçleri için asıl olan ve olmayan şeklinde nitelendirilir. Allah kadınla aralarında doğum ilişkisi olmayan evlâtlık arasında, aralarında doğum ilişkisi bulunan anne ile öz evlâdı arasındaki irtibat gibi irtibat kılmadı.
"Bu, sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." "Zaliküm" kelimesi bütün zikredilen hususlara işarettir, "sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." yani sadece bir laftan ibarettir. Gerçekte ise bunun hakikati yoktur. "Allah hakkı söyler." Yani gerçeğe uygun olan, hakikat olan şeyi söyler. "O doğru yolu", hak yolu "gösterir." Bundan murad bir kimsede iki kalbin bulunmaması, kendisine zıhar yapılan kadının anne sayılmaması ve evlâtlık edinilen çocuğun evlât sayılmamasıdır.
"Onları" evlâtlıkları "bababalarına nisbetle çağırın." Yani babalarına nisbet edin. "Bu, Allah nezdinde daha doğrudur." Bu cümle önceki ifadelerin sebebini beyan etmektedir. "Eksatu" kelimesi ism-i tafdil olup bununla mutlak ziyade kastedilmiştir ki manası, doğruluğun son derecesindedir, demektir. [10]
"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmaz..." ayetinin (4. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Tirmizî'nin "hasendir" diyerek İbni Abbas'dan rivayet ettiği hadis-i şerife göre İbni Abbas şöyle diyor: Bir gün Peygamberimiz (s.a.) namaz kılmak üzere kalktı. Bunun üzerine onunla birlikte olan münafıklar:
- Görmüyor musunuz, onun iki kalbi var, bir kalbi sizinle beraber, diğer kalbi de onunla birliktedir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." mealindeki 4. ayeti indirdi.
İbni Ebî Hatim, Said b. Cübeyr, Mücahid ve İkrime'den şöyle dediklerini naklediyor: "İki kalpli" diye çağrılan bir adam vardı. Bir görüşe göre onun ismi Ebu Ma'mer, bir başka görüşe göre Cemil b. Esed el-Fihrî idi. Kendisinden zıhar yapılan hanım anne gibiydi. Adamın evlâtlığı ise oğlu sayılıyordu.
İbni Cerir, Hasen el-Basrî'den İbni Ebî Hatim'in rivayet ettiği misali nakledip şöyle ilave etti: Hasen el-Basrî şöyle diyordu: Benim bana emreden bir nefsim, bana nehyde bulunan bir ikinci nefsim vardır.
Ynfte İbni Cerir, Mücahid'in şu sözünü nakletmektir: Bu ayet Fihroğul-lan'ndan bir adam hakkında nazil olmuştu. Bu adam şöyle diyordu: Benim içimde iki aklım olup bu akıllarımdan her biriyle Muhammed (s.a.)'in aklından daha üstün düşünürüm.
İbni Ebi Hatim'in Süddî'den naklettiğine göre bu ayet Kureyş'in kollarından Cumahoğulları'ndan Cümeyl b. Ma'mer el-Fihrî adı verilen bir adam hakkında nazil olmuştur. Cümeyl akıllı bir adam olup işittiğini derhal ezberleyen bir kimse idi. Kureyşliler bu adam hakkında şöyle diyordu: İki kalbi olan kişiden başkası bu kadar şeyi ezberleyemez. Bu kişi şöyle diyordu: Benim içimde iki aklım olup bu akıllarımdan her biriyle Muhammed (s.a.)'in aklından daha üstün düşünürüm. Bedir günü olunca, içlerinde Cümeyl b. Ma'mer'in de bulunduğu müşrikler yenilgiye uğradılar. Ebu Yusuf, Cümeyl'in ayakkabısının biri elinde diğeri ayağında olduğu halde Cü-meyl'le karşılaşmış ve ona:
- Ya Ebâ Ma'mer! Halkın durumu ne? diye sordu. Cümeyl:
- Mağlup oldular, dedi. Ebu Yusuf:
- Neyin var? Niçin ayakkabının biri elinde diğeri ayağında? diye sordu. Cümeyl:
- Ben her ikisinin ayaklarımda olduğunu hissediyordum, dedi. Halk o zaman, onun iki kalbi olsaydı ayakkabısını elinde unutmayacağını anlamış oldular.[11]
5. ayet Zeyd b. Harise hakkında nazil olmuştu. Zeyd, Peygamberimiz (s.a.)'in yanında idi. Peygamberimiz (s.a.) onu azad etmiş ve vahiyden önce onu evlâtlık edinmişti. Peygamberimiz daha önce Zeyd bin Harise'nin nikahı altında olan Zeyneb bt. Cahş ile evlenince Yahudi ve münafıklar:
- Muhammed (s.a.) kendisi başkalarını, oğullarının hanımlarıyla evlenmekten nehyederken oğlunun hanımıyla evlendi, diyorlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.[12]
Buhari, Müslim, Tirmizî ve Neseî, İbni Ömer'den rivayet ediyorlar: Biz Zeyd b. Harise'yi Zeyd b. Muhammed diye çağırıyorduk. Nihayet Kur'an'da şu ayet indi: "Evlatlıkları babalarına nisbetle çağırın. Bu, Allah nezdinde daha doğrudur." Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'e hitaben: "Sen Zeyd b. Harise b. Şerahil" dedi. [13]
Allah Tealâ kendisinden korkulmasını, kendisine itaat edilmesini emrettikten; kâfirlere itaat etmekten ve onlardan korkmaktan nehyettikten sonra insanda birden fazla kalp bulunmasını reddetti. Zıhar ve evlâtlık edinmeyi ortadan kaldırdı.
İnsanın kalbinde Allah korkusuyla başkasından korkmak birleşeme-yeceğine göre, insanın biriyle itaat edip diğeriyle isyan edeceği iki kalbi olmaz. Hem eş, hem de anne olmak bir kadında birleşmez. Hem hükmen evlâtlık, hem de hakiki evlât olma bir erkekte birleşmez. Ayetlerde maddi birşeyle iki manevi vasıf bir arada zikredilmiştir. [14]
"Allah bir kişinin içinde iki kalp yaratmadı." Yani insanlık özü ve organik oluşum birimi her insanda aynıdır. Hak hiçbir kimse için iki kalp yaratmamıştır. Dolayısıyla hiçbir kişinin göğsünde iki kalp yoktur, sadece bir kalp vardır. Zira kalp yönelme, irade ve azmin merkezidir. Dolayısıyla insan Allah'a ve Rasulü'ne iman etmiş ise asla kâfir veya münafık olamaz. Yani bir kalpte iki inanç birleşmez; biri emreden, diğeri ise öbürünün isteğinin zıddı ile nehiyde bulunan birbirine zıt iki yöneliş bir arada toplanmaz.
Ayet, nüzul sebebinde açıklandığı gibi zeki ve akıllı bir kişinin iki kalbi olduğunu iddia eden eski Araplara cevap niteliğindedir. Anlaşılan odur ki bu kişi hafızasının kuvvetli olması sebebiyle Mekkeliler arasında "iki kalpli" diye meşhur olan Ebu Ma'mer el-Fihrî Cümeyl b. Ma'mer'dir.
Ayette "cevf' kelimesinin zikredilmesi "Göğüslerde olan kalpler" (Hacc, 22/46) ayetindeki "sadr" kelimesi gibi dinleyenin daha ziyade tasavvur edebilmesi ve derhal inkâr anlamındadır.
"(Allah) kendilerinden "zıhar" yaptığınız hanımlarınızı sizin analarınız kılmadı." Yani Cenab-ı Hak kişinin hanımına: "Sen bana anamın sırtı gibisin" demek suretiyle kendilerinden zıhar yaptığı hanımları, haram olma hususunda, anne gibi kabul etmedi. Bu cezayı gerektiren bir yalandır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "O hanımlar onların anneleri değildir. Onların anneleri sadece kendilerini doğuran kadınlardır. Onlar pek çirkin ve yalan söz söylemektedirler." (Mücadile, 58/2).
Cahiliye devrinde zıhar'ın hükmü ebedî haramlığı ifade eden boşama idi. İslâm ise Allah'ın helâl kıldığının haram kılınmaması için Mücadile suresinin başlarında geldiği gibi bu haramlığı kefaretle (köle azad etmek, peş peşe iki ay oruç tutmak ya da cimadan önce altmış fakiri doyurmak suretiyle) ortadan kalkan geçici bir haram kıldı.
"(Allah) evlâtlıklarınızı da oğullarınız saymadı." Yani Allah evlât edinme sebebiyle evlât oldukları iddia edilenleri gerçek evlâtlar kabul etmedi. Onlar hakiki babalarının evlâtlarıdır. Evlât edinme ise haramdır.
Bu ayette Arapların cahiliyede ve İslâm'ın başında evlât edinme yoluyla edinilen çocuğun nesep yoluyla edilen hakiki evlât gibi sayılması şeklindeki âdetlerini iptal etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.), kölesi Zeyd b. Harise'yi peygamberlikten önce evlât edinmişti. Bu sebeple Zeyd'e "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniyordu. Ayrıca Hattab, Amir b. Rabia'yı; Ebu Huzeyfe, Salim'i ve pek çok kimse başkasının oğlunu evlât edinmişti.
Kısaca, tefsir âlimleri bu ayetin Zeyd b. Harise hakkında nazil olduğunda ittifak etmişlerdir.
Cenab-ı Hak bu ayetle ve yine bu surede daha sonra gelecek olan "Mu-hammed sizin adamlarınızdan birinin babası değildir." (Ahzab, 33/40) aye-tiyle bu hayalî ilhakı ve bu sahte nesebi iptal etmiştir.
İşte ayetteki nehiyden maksat budur. Allah bundan önce bilinen maddî birşeyi (bir insanda iki kalp bulunabileceği iddiasını) reddetti. Sonra da bunun ardından iki manevi meseleyi:
- Hanımlara zıhar yapılmasını,
- Evlât edinmenin neseble bir sayılmasını reddetti. Dolayısıyla bu üç husus da batıldır, hiçbir gerçek ve geçerli yönü yoktur.
Bunun için Cenab-ı Hak bu reddi vurgulayarak şöyle buyurdu:
Bu, sizin ağızlarınızdaki boş lafınızdır." Yani bütün bu üç cümlede zikredilen hususlar bir göğüste iki kalbin bulunması iddiası, zıharla birlikte evliliğin birleşmesi, evlât edinmenin neseble birlikte bir arada bulunması gerçekle hiçbir irtibatı bulunmayan sadece dille söylenen bir sözden ibarettir. Hanım zıhar sebebiyle anne, evlât edinilen kimse de gerçek evlât olmaz.
Cenab-ı Hakk'ın ayetteki "ağızlarınızdaki: fi efvahihim" ifadesi bunun gerçekte hiçbir hakikati olmayan, sadece ağızlardan sadır olan bir laf olduğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim ayette geçen "fi cevfihi: O'nun karın boşluğundaki" ifadesi inkârı vurgulamak ve bunun gönüllerde daha iyi tasavvur edilmesini temin etmek içindir.
"Allah hakkı söyler. O doğru yolu gösterir." Yani doğruluğu ve adaleti hakim kılan, gerçeği söyleyen, en sağlam olan yola, doğru yola ileten Allah'tır. O halde siz kendi sözünüzü terkedin, Allah kelâmını alın.
Cenâb-ı Hak daha sonra ayette asıl kastedilen hakkı tafsilatıyla açıklayarak şöyle buyurdu:
"Onları babalarına nisbetle çağırın." Yani evlât edindiğiniz ve neseble-rini kendi üzerinize geçirdiğiniz evlâtlıklarınızı hakiki babalarına nisbet edin. Bu, Allah'ın hükmü olup daha adildir, çocuğun babasından başkasına nisbet edilmesinden daha isabetlidir.
"Eksatu" kelimesi ism-i tafdil olup kendi babında kullanılmamıştır. Yani bununla iki şey arasındaki üstünlük murad edilmemiş, bilakis mutlak ziyadelik kastedilmiştir. Bu, asıl babından alay manasında kullanılmış da olabilir.
"Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, o halde onlar dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır." Yani bu evlâtlıkların babaları bilinmiyorsa, müslüman oldukları takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Onlar eğer azad edilmiş hür köleler iseler, onlar sizin dostlarınız ve yardımcılannızdır. Buna göre onlardan birine kardeşim veya mevlâm diye hitap edebilirsin. Bu sebeple bu ayetin inmesinden sonra Salim'e "Huzeyfe'nin mevlâsı" denilmiştir.
İmam Ahmed ile Buhari ve Müslim'in Ebu Zer'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Asıl durumu bildiği halde babasından başkasına nispet edilen kimse kâfir olur."
İbni Kesir diyor ki: Bu belirli bir nesebten beri olduğunu ilan etme hususunda bir benzetme, tehdit ve şiddetli bir vaîddir.
"Hata ettiğiniz şeylerde size hiçbir vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bilerek kastettiği şeylerde vebal vardır." Yani bazılarının bu yasaklama gelmeden önce nisbet edilmeleri, ya da bu nehyden sonra unutkanlıkla yahud dil sürçmesiyle, ya da ictihad ve bütün gayret sarfedildikten sonra nisbet edilmeleri sebebiyle sizin üzerinize hiçbir günah yoktur. Çünkü Allah hatalı işlerde vebali kaldırmış ve bunu günah saymamıştır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Ey Rabbimiz! Unutursak ya da hata edersek, bizi sorumlu tutma!" (Bakara, 2/286).
Müslim'in Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: Bu dua üzerine Cenab-ı Hakk: "Sizi sorumlu tutmadım" buyurdu.
Buhari'nin Sahih'inde Amr b. Âs (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Hakim ictihad edip de isabet ederse, onun için iki ecir vardır. İctihad edip de hata ederse, bir ecir vardır."
İbni Mâce'nin Ebu Zer'den rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Allah Tealâ benim için benim ümmetimden hata, unutma ve zorlanma (suretiyle yapılan amellerin) vebalini kaldırmıştır."
Hatada hiçbir günah yoktur. Fakat günah, batılı kastededen kimse üzerinedir. Dolayısıyla çocuğun ya da kızın bilinen babasından başkasına nisbet edilmesi cezayı gerektiren bir masiyettir. Mikdad b. Amr için olduğu gibi evlâtlık isminin asıl isminden daha çok kullanılmasında hiçbir günah veya haramlılık yoktur. Zira Mikdad için evlâtlık ismi daha çok kullanılmakta, ona Mikdad b. Esved denilmektedir. Esved b. Abdi-Yegüs Mikdad'm babalığı olup cahiliyede Mikdad'ı evlât edinmişti. Bu ayet inince Mikdad, ben Amr'ın oğluyum, dedi. Buna rağmen eski kullanılış (Mikdad b. Esved) devam etti.
İbni Cerir ve İbni Münzir Katade'nin bu ayet hakkında şöyle dediğini naklediyorlar: "Sen bir adama babası zannederek birine nisbetle hitapta bulunursan, sana hiçbir mahzur yoktur. Ancak bilirek veya kastederek babasından başkasına nisbet edersen hariç..."
İmam Ahmed, Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözünü naklediyor: "Allah Tealâ Hz. Muhammed (s.a.)'i hakla gönderdi. Onunla beraber kitabı indirdi. Ona indirdiği ayetler içinde "Recm ayeti" de vardı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) recm yaptı. Ondan sonra biz de recm yaptık."
Hz. Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Biz Kur'an'da şöyle bir ayet okuyorduk: "Asıl babalarınızdan yüzçevirmeyin. Çünkü babanızdan yüzçe-virmeniz küfürdür."
Peygameberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Meryem oğlu isa'nın aşırı övüldüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin. Ben sadece Allah'ın kuluyum. Benim için: Allah 'm kulu ve Rasulü deyin." Hadisi rivayet eden Ma'mer bir rivayette şöyle dedi: "Hristiyanların Meryem oğlunu aşırı derecede övdüğü gibi beni aşırı derecede övmeyin."
İmam Ahmed bir başka hadisi şöyle rivayet ediyor: "İnsanlar içerisinde şu üç şey küfürdür: Neseb hususunda tenkitte bulunmak, ölüye saç-baş yolarak ağıt yakmak ve yıldızlardan yağmur beklemek."
"Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." Allah hatalı davranan kimsenin günahını ve tövbe etmesi şartıyla bilerek günah işleyen kimsenin günahını örtücüdür. Bunlara çok merhametlidir. Dolayısıyla bunlara ceza vermez. Rahmetinin gereği olarak O, hata eden kimsenin günahını kaldırır. Bilerek günah işleyen kimsenin tövbesini kabul eder. [15]
Buhari, Müslim, Tirmizî, Neseî ve başka âlimlerin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre: "Evlâtlıkları babalarına nisbetle çağırın." şeklindeki Kur'an ayeti ininceye kadar Peygamberimiz (s.a.)'in azatlı kölesi Zeyd b. Harise'yi Zeyd b. Muhammed (Muhammed oğlu Zeyd) diye çağırıyorduk. Bu ayet inince Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'e: Sen Zeyd b. Harise b. Şerahil'sin, demişti. Zeyd küçük çocuk iken kabilesi olan Kelboğluları'ndan esir alınmıştı.
Zeyd'in durumu ile ilgili olarak İbni Merdüveyh, İbni Abbas'dan şu hadisi naklediyor: Zeyd dayıları okn (Tay kabilesinden Sual sülalesinden) Ma'noğulları arasında bulunuyordu. Tay kabilesine yapılan bir soygunda esir alınıp Ukaz panayırına getirildi. Hakim b. Hizam b. Huveylid alışveriş yapmak üzere Ukaz panayırına gidiyordu. Halası Hz. Hadice kendisine, bulabilirse gayet iyi bir uşak satın almasını tavsiye etti. Hakîm, panayırda Zeyd'in satıldığını gördü. Zeyd'in zerafeti hoşuna gitti ve onu satın alıp Hz. Hadice'ye getirdi ve ona: Ben sana pek zarif bir Arap uşağı satın aldım. Hoşuna giderse onu al, aksi takdirde bırak. Zira bu benim hoşuma gitti, dedi. Hz. Hadice Zeyd'i görünce beğenip aldı.
Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice ile evlendiğinde Zeyd onun yanında idi. Zeyd'in zerafeti Peygamberimiz (s.a.)'in hoşuna gitmiş, Zeyd'i kendisine hibe etmesini istemişti. Hz. Hadice:
- Onu sana hibe edeyim. Eğer onu azad etmek istersen velâsı benimdir, dedi.
Peygamberimiz (s.a.) bunu kabul etmeyince Hz. Hadice, dilerse azad etmek, dilerse elinde tutmak üzere Zeyd'i Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etti.
İbni Abbas sözüne devam etti: Zeyd Peygamberimiz (s.a.) yanında yetişti. Sonra Ebû Talib'e ait develerle Şam diyarına gitti. Oraya giderken kavminin diyarına uğradı. Amcası onu tanımıştı. Ayağa kalktı. Zeyd'e hitaben:
- Delikanlı sen kimsin? deki. Zeyd:
- Mekke halkından bir uşak, dedi. Amcası:
- Mekkelilerin bizzat kendilerinden mi? diye sordu. Zeyd:
- Hayır, dedi. Amcası:
- Sen hür müsün, köle misin? dedi. Zeyd:
- Hayır, köleyim, dedi. Amcası:
- Kimin kölesisin? dedi. Zeyd:
- Muhammed b. Abdülmuttalib'in kölesiyim, dedi. Amcası:
- Sen Arap mısın, Acem mi? dedi. Zeyd:
- Arabım, dedi. Amcası:
- Aslın kimlerdendir? dedi. Zeyd:
- Kelb kabilesinden, dedi. Amcası:
- Kelb'in hangi kolundan? dedi. Zeyd:
- Abdi Vüdd oğullarından, dedi. Amcası:
- Yazık, sen kimin oğlusun? dedi. Zeyd.
- Şerahil oğlu Harise'nin oğluyum, dedi. Amcası:
- Nerede esir alındın? diye sordu. Zeyd:
- Dayılarım arasında, dedi. Amcası:
- Senin dayıların kim? dedi. Zeyd:
- Tayyoğulları, dedi. Amcası:
- Annenin adı nedir? dedi. Zeyd:
- Sadî, diye cevap verdi. Bunun üzerine amcası onu kucakladı ve:
- Harise'nin oğlu! dedi.
Amcası Zeyd'in babasını çağırdı. Ona:
- Ya Harise! Bu senin oğlun, dedi. Harise oğlunun yanına geldi. Ona bakınca tanıdı. Zeyd'e:
- Efendin sana nasıl muamele etti? dedi. Zeyd:
- O beni kendi ailesi ve evlâdına karşı tercih ediyor, dedi.
Zeyd'le birlikte babası, amcası ve kadeşi de Mekke'ye geldiler. Peygamberimiz (s.a.) ile buluştular. Harise ona:
- Ya Muhammed! Sizler Allah'ın hareminin sakinleri, komşularısınız, Onun beytinin civarındasınız, sıkıntıda olanları kurtarıyorsunuz, esirleri doyuruyorsunuz. Oğlum senin yanındadır. Bize iyilikte bulun, onun fidyesini kabul etmek suretiyle bize ihsan eyle. Zira sen kavminin reisinin oğlusun. Biz sana arzu ettiğin fidyeyi vereceğiz, dedi. Rasulullah (s.a.):
- Sana bundan daha hayırlısını vereyim, dedi. Zeyd'in yakınları:
- Bu nedir? dediler.
- Onu serbest bırakıyorum. Eğer o sizi tercih ederse, fidyesiz olarak onu alın. Eğer beni tercih ederse, ondan vazgeçin, dedi. Zeyd'in yakınları:
- Allah sana mükâfat versin. Sen gerçekten ihsanda bulundun, dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) Zeyd'i çağırdı. Ona:
- Ya Zeyd! Bunları tanıyor musun? dedi. Zeyd:
- Evet, bunlar benim babam, amcam ve kadreşimdir, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Bunlar senin tanıdığın kimselerdir. Sen onları tercih edersen, onlarla birlikte git. Ama beni tercih edersen, ben de senin tanıdığın kimseyim, dedi. Zeyd:
- Ben sana karşı asla hiçbir kimseyi tercih edemem. Sen bana karşı baba ve amca yerindesin, dedi. Babası ve amcası Zeyd'e:
- Ya Zeyd! Köleliği mi tercih ediyorsun, dediler. Zeyd:
- Ben bu adamdan ayrılamam, dedi. Rasulullah (s.a.) Zeyd'in kendisine olan bağlılığını görünce Zeyd'in yakınlarına:
- Siz şahid olun ki o hürdür. O benim oğlumdur. O bana mirasçı olacak, ben de ona mirasçı olacağım, buyurdu.
Bunun üzerine babası ve amcası Zeyd'in onun nezdindeki değerini görmelerinden dolayı memnun olmuştu. Cahiliyede ona Zeyd b. Muham-med deniliyordu. Nihayet "Onları babalarına nisbetle çağırın" ayeti indi. Bunun üzerine Zeyd b. Harise diye anılmaya başladı. [16]
Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah, hiçbir kimsenin iki kalbi olmadığını, sadece tek kalbi olduğunu bildirdi. Bu kalpte ya iman, ya da küfür olur. Küfürle iman, hidayetle sapıklık, Allah'a yönelme ve ısrar bir kalpte birleşmez.
Burada Mekke halkından: Benim içimde iki kalbim var. Ben bu iki kalpten her biriyle Hz. Muhammed (s.a.)'in aklından daha iyi düşünürüm, diyen kimseye cevaptır.
Bu ifade imanla küfrün ortasındaki münafıklık derecesinde olan münafıklara da bir cevaptır. Zira herkeste, içinde iman ya da küfür bulunan tek kalpten başka bir kalp yoktur.
2- Allah Tealâ bu ayette cahiliyedeki "zıhar" hükmünü iptal etti. Zı-har; kişinin hanımına "Sen bana anamın sırtı gibisin." demesi ve bu kadının kendisine ebediyyen haram olmasıdır. İslâm'da ise bu haramlık geçici olup kefaretle son bulur.
3- İslâm'da evlât edinmek haramdır. Çünkü bu gerçekle çatışmaktadır. En iyisi ve en doğrusu kişinin asıl babasına nisbet edilmesidir. Cahiliyede olduğu gibi insanın bilerek babasında başkasına baba diye hitap etmesi haramdır. Eğer bu şekilde olmazsa, büyüğün küçüğe nezaketle, sevgi ve şefkatle: "Evlâdım, yavrum" demesi gibi durumlarda haram olmadığı tercih edilir. Fakat bazı âlimler kâfirlere benzeme kapısını kapatmak için bunun mekruh olduğu fetvasını vermişlerdir.
4- İnsanın kendisini evlât edinen kemseye babası olarak nisbet edilmesi hata olup, hiçbir kasıt olmaksızın dil sürçmesiyle söylenmesinde günah ve sorumluluk yoktur. Bunun delili: "Yanlışlıkla babalarından başka birinin adıyla çağırmanız halinde size bir günah yoktur. Ancak bunu kasten yaparsanız, müstesna." (Ahzab, 33/5).
Aynı şekilde aslında evlât edinme yoluyla birine nisbet edilen ve böylece tanınarak kullanılan bir kişinin bu nisbetinde Mikdad b. Amr'da olduğu gibi günah yoktur. Zira Mikdad için evlât edinme nesebi daha çok kullanılmış, çoğunlukla Mikdad b. Esved diye tanınmıştı. Zira Esved b. Abdi-Ye-gûs cahiliye devrinde Mikdad'ı evlât edinmiş ve Mikdad bu şekilde tanınmıştı. Ayet inince de Mikdad: Ben Mikdad b. Amr'ım demiş, buna rağmen bu kullanılış devam etmişti. Hiçbir kimse onu bu isimle çağıran kimsenin günahkâr olduğuna hükmetmemişti. Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim de aynı şekilde Ebu Huzeyfe'nin oğlu diye çağırılıyordu.
Zeyd b. Harise'nin durumu bunlardan çok farklı idi. Zira onun için: Zeyd b. Muhammed denmesi caiz değildir. Zira evlât edinmenin yasaklanıp haram kılınmasından sonra bununla meşhur olmadı. Kim bunu bilerek söylerse, "Fakat bunu kasden yaparsanız, müstesna." ayetine göre günahkâr olur.
5- Evlât edinme haram olduğu gibi bir kişinin babasından başkasına onun babası olmadığını bile bile nisbet edilmesi de haramdır. Hatta bu cahiliye şekli üzerine olursa, büyük günahlardandır. Cahiliye devrinde kişi kendi babasından başkasına ve kendi kabilesinden başkasına nisbet edilirdi.
Sünnet'te buna karşı şiddetli tehdit yer almaktadır. Buhari, Müslim ve Ebu Davud'un Sa'd b. Ebî Vakkas ve Ebu Bekrî'den rivayet ettikleri ha-dis-i şerife göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim babası olmadığını bildiği halde babasından başka birinin oğlu olduğunu iddia ederse, cennet ona haramdır."
Yine Buhari ve Müslim rivayet ediyor: "Kim babasından başka birinin oğlu olduğunu iddia ederse, ya da mevlâlarından başka birine mensup olursa; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah, onun ne farz, ne de nafile hiçbir ibadetini kabul etmez."
Buhari ve Müslim, Ebu Zerr'in Peygamberimiz (s.a.)'den şu hadisi işittiğini nakletmektedir: "Bilerek babasından başkasının babası olduğunu iddia eden hiçbir kişi yoktur ki küfre girmiş olmasın."
Küfür, bunun mubah olduğuna inandığı zamandır. Bunun mubah olduğuna inanmazsa, onun küfrünün manası şudur: Onun bu fiili cahiliye ehli olan kâfirlerin fiiline benzer, ya da bu kimse Allah'ın üzerindeki nimetine ve İslâm'a karşı nankördür.
6- Şer'an yasaklanmış olan tebennî (başkasının çocuğunu evlât edinme) ile İslâm'ın mubah kıldığı istilhak (başkasının çocuğu zannedilen kendi evlâdına sahip olma) arasında fark vardır. Evlât edinme, çocuğun kesin-likle kendi çocuğu olmadığını bildiği halde onun kendi çocuğu olduğunu iddia etmektir.
Meşru olan istilhak ise bunu yapan kimsenin ilân edilmeyen eski bir evlilik sebebiyle üzerine geçirdiği çocuğun evlâdı olduğunu kesin olarak bilmesi ya da kuvvetli bir zanla evlâdı olduğunu zannetmesi (ve bu çocuğun kendi çocuğu olduğunu ilân etmesi) halidir. Çocuk zinadan ise, istilhak caiz değildir.
7- Bir kimse, babası bilinmeyen kimseyi çağırırken; din kardeşliği veya dindeki yakınlığı kastederse ve takva sahibi ise "Ey kardeşim!" veya "Ey dostum!" demesi mubahtır. Eğer bu kimse fasık ise bu şekilde çağrılmaz. Bu haram olur. Çünkü biz fasık kimseye hürmet etmekten nehyolunduk.
8- "Allah hakkı söyler." ayeti insanın sözünün, ya selim akıl sahibinin, ya da sabit olan şer'î bir hükmün kabul edeceği bir gerçek olması gerektiğine işaret etmektedir.
Kim bir kadınla evlenir de bu kadın altı ayda, bir çocuk dünyaya getirirse ve kadın daha önce çocuğun kendisinden olma ihtimali bulunan bir şahsın hanımı ise biz bu çocuğu arada evlilik bağı bulunması sebebiyle ikinci kocaya ait kılarız.
9- "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir." ayeti Cenab-ı Hakk'ın mağfiret dileyen kimsenin günahlarını affedeceğine ve tevbe eden günahkâra rahmetle muamele edeceğine delildir. [17]
6- Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır. Onun hanımları da müminlerin anneleridir. Allah'ın kitabında akraba olan (miras hususunda) birbirlerine (diğer) müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır. Bu hüküm kitapta yazılıdır.
7- Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim’den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz almıştık.
8- Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı. O, kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır.[18]
"Onun hanımları da müminlerin anneleridir." ifadesi beliğ teşbihdir. Burada benzetme edatı ile benzetme yönü hazfedilmiştir. Yani onun hanımları haramhk ve saygıda müminlerin kendi anneleri gibidir.
"Birbirlerine daha yakındırlar." ifadesinde hazif yoluyla mecaz yapılmıştır. Yahut birbirlerinin mirasına daha yakındırlar, demektir.
"Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan ... söz almıştık." Şereflerini beyan etmek ve şanlarını ifade etmek için "peygamberler" kelimesinin anlamına dahil olmakla birlikte Hz. Muhammed, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa (a.s.)'ın isimleri zikredilmiştir.
"Sert söz" ifadesi istiaredir. Maddî cisimlerdeki sertlik manevî bir şey için kullanılmıştır. Bu ifade ile verilen sözün yerine getirilmesi için bu ahdin hürmeti, değeri ve büyüklüğü beyan edilmektedir.
"Doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için" ifadesi müşrikleri susturmak ve onların davranışlarının çirkinliğini ifade etmek için birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş, "iltifat" sanatı yapılmıştır. [19]
"Peygamber müminlere" din ve dünyadaki bütün işlerde "kendi öz nefislerinden daha yakındır." Zira o müminlere sadece müminlerin salahı ve kurtuluşu bulunan şeyleri emreder. Onların ancak bu hususları yerine getirmelerinden razı olur. O müminlere, davet ettiği şeylerde kendi öz nefislerinin davet ettiği şeylerden daha merhametli ve daha şefkatlidir. Zira o kurtuluşa davet etmekte, onların nefisleri ise kendilerini helak olmaya çağırmaktadır.
"Onun hanımları da müminlerin anneleridir." Yani Peygamberin hanımları kendileriyle evlenmelerinin haram oluşu ve tazime layık olma hususunda anne mertebesindedirler. Bunun dışında ise yabancı kadınlar gibidirler.
"Allah'ın kitabında" Allah Tealâ'nın farz kıldığı ve meşru saydığı hükümler içinde ya da Levh-i Mahfuz'da "akraba olanlar" yakınlık sahipleri mirasçı olma hususunda hılf (ittifak) ve muâhat (kardeşlik) yoluyla mirasçı olmaktan farklı olarak "birbirlerine" diğer "müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar." Bu ifade rahim yoluyla akraba olanlar için bir açıklamadır. Ya da "evlâ" kelimesinin sılasıdır. Yani zevi'l-erham olan akraba, akrabalık hakkıyla miras hususunda din hakkı olan diğer müminlerden, hicret hakkı olan muhacirlerden mirasçı olmaya daha layıktır. Diğer bir ifadeyle: Rahim akrabalığı yoluyla mirasçı olmak İslâm'ın ilk devrinde geçerli olan ve sonra neshedilen iman ve hicret sebebiyle mirasçı olmaya takdim edilmektedir.
"Bu" iki ayette zikredilen "hüküm kitapta" Levh-i Mahfuz'da ya da Kur'an da "yazılıdır." sabittir.
"Bir zaman " hatırla "biz peygaberlerden" risaleti tebliğ etme ve sağlam dine davet etme şeklinde verdikleri "sözlerini" ahitlerini " almıştık." Misak: Te'kidle yapılan bir ahid, kesin söz demektir.
"Senden, Nuh'tan , İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan" Allah'a ibadet etmeleri ve O'na kulluğa davet etmeleri hususunda "söz almıştık." Bu beş peygamber şeriat sahibi ve ulü'1-azm resullerdir. Peygamberimiz (s.a.) ta'zim için ilk olarak zikredilmiştir. "Onlardan" Rab-lerinden kendilerine indirilen hususları tebliğ etme vazifesini yerine getirme konusunda değeri büyük, çok kesin "söz almıştık." Bir başka görüşe göre; yeminle tekid edilen söz anlamındadır.
"Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı." Yani bizim bu davranışımız, kıyamet günü ahidlerinde sadık olan bu kimselere risaleti tebliğ etme ve kavimlerine söyledikleri şeylerdeki samimiyetleri ortaya çıksın diyedir. [20]
Allah Tealâ özel evlât edinme hükmünü ve Hz. Muhammed (s.a.)'in Zeyd b. Harise'nin babası olması hükmünü kaldırdıktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.)'in yakınlığının bütün ümmet için umumî olduğunu beyan etmektedir. Onun hanımları erkekler için annelerin mahremiyeti hükmündedir. Bu, nesep babalığından daha şereflidir. Çünkü bu helak olmaktan ebedî kurtuluştur. Mücahid diyor ki: Her peygamber ümmetinin babasıdır.
Cenab-ı Hak bunun ardından daha önce Hz. Peygamber (s.a.)'den ve diğer peygamberlerden aldığı misak (kesin ahit) üzerinde durmak için Allah'ın davetini tebliğ etmek şeklindeki Hz. Peygamber (s.a.)'in ulvî mertebesini beyan etti. [21]
"Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hz. Peygamber (s.a.) ümmetinden mümin cemaate kendi öz nefislerinden daha merhametli ve daha şefkatlidir. Zira o kurtuluşa davet etmekte, nefisleri ise onları helâka çağırmaktadır.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben ateşe düşmeyesi-niz diye sizin kemerinizden tutuyorum. Siz ise yatağa girer gibi ateşe giriyorsunuz".[22]
Zira Hz. Peygamber (s.a.) ümmet için baba mertebesindedir. Nefis ba-zan kötülüğü emredebilir, Hz. Muhammed (s.a.)'e gelince; o sadece hayrı emreder ve sadece vahyi konuşur.
Zeyd Muhammed'in oğlu diye anılmakla dünya ve ahirette büyük bir makam kazandığı için iftihar ederse, bütün müminler kendileri için umumi olan Hz. Muhammed (s.a.)'in babalığı ile iftihar etmektedirler. Ayet, Zeyd'i teselli etmek için ve Zeyd'e ait hususi babalıktan umumi babalığa geçişi ve bütün müslümanları kapsayan şefkati beyan etmek için nazil oldu. Burada sulbden gelen oğul ile diğeri arasında fark yoktur. Peygamberimiz (s.a.) müminleri gözetmekte ve onlara doğru yolu göstermektedir.
Veli olma dini-dünyevî bütün işleri içine alması için mutlak kılınmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.) nefislerden daha evla ise, o bütün insanlara elbette daha evlâdır. Onun hükmü onların kendi nefislerini tercih etmekten önce gelir. Onun sevgisi, insanın içindeki nefsi sevmekten önce gelir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, asla, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında geçen problemlerde seni hakem kılmadıkça, sonra da senin verdiğin hükme karşı gönüllerinde bir sıkıntı duydukça ve tam manasıyla teslim olmadıkça gerçek mümin olamazlar." (Nisa, 4/64).
Buhari'nin Sahih'inde ve diğer eserlerdeki sahih hadiste buyruluyor ki: "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz beni kendi nefsinden, malından, evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek mümin olamaz."
Buhari'nin Sahih'inde Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Hiçbir mümin yoktur ki ben ona dünya ve ahi-rette insanların en yakını olmayayım. Dilerseniz şu ayeti okuyun: "Peygamber, müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." Hangi mümin bir mal bırakırsa, onun asebesi kim olursa olsun ona mirasçı olsunlar. Kim de borç veya çoluk çocuk bırakırsa bana gelsin ben onun mevlâsıyım."
Yine Sahih'te Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ediliyor. Hz. Ömer:
- Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki sen bana herşeyden daha sevimlisin. Ancak nefsim hariç. Peygamberimiz (s.a.):
- Hayır, ya Ömer! Ben sana kendi nefsinden daha sevimli olmadıkça gerçek mümin olamazsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Ya Rasulallah! Sen bana herşeyden, hatta kendi nefsimden de daha sevimlisin, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Şimdi tamam, ya Ömer! buyurdu.
Bunun sebebi Allah Tealâ'nm bildirdiği gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in ümmetine tam anlamıyla şefkatli, iyiliksever oluşu ve peygamberini müminlere kendi nefislerinden daha yakın kılmış olmasıdır.
"Onun hanımları mümiminlerin anneleridir." Yani Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları haramlık ve saygı hususunda, yani Hz. Peygamber (s.a.)'den sonra kendileriyle evlenilmesinin haram olması, ikram, ta'zim ve saygıya layık olmaları hususunda anne mertebesinde kılınmışlardır. Bunun dışında Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları yabancı kadınlar gibidirler. Onların kızlarına müminlerin kızkardeşleri denilmez ve kızları müminlere mahrem olmazlar. Onlara bakmak, ya da onlarla halvette bulunmak ve onlara mirasçı olmak v.s. helâl olmaz.
Bu durum erkekler açısındandır. Onlar erkeklerin anneleridir gibidir. Mümin kadınlara gelince, bazılarına göre onlara: Mümine kadınların anneleri denilmez. Bunun için Hz. Âişe (r.a.): Kendine "Anneceğim" diyen bir kadına:
- Ben sizin erkeklerinizin annesiyim. Sizin anneniz (kadınların annesi) değilim, demişti. Bu konudaki ihtilaf gelecektir.
Bu vasıf Hz. Peygamber (s.a.)'in bütün hanımları, hatta boşamış olduğu hanımları için de sabittir. Fakat İmamü'l-Haremeyn ve başkaları haram olmayı sadece duhûl vâki olan hanımlara tahsis etmenin doğru olduğunu beyan etmiştir. Razî ve Gazzalî ise aşağıda gelecek tahyir ayetinin (Ahzab, 33/29) inmesinden sonra Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından olup dünyayı tercih eden kadınların mahrem olmayacağı görüşünü tercih etmişlerdir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in müminlere olan velayeti ile müminlerin birbirlerine olan velayet arasındaki farkı açıklamak üzere, "ulü'l-erham" (rahim yoluyla akraba olanlar) ifadesiyle mirasın hükmünü "Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." ifadesiyle vasiyetin hükmünü beyan etti. Hz. Peygamber (s.a.) miras bırakmaz. Onun umumi velayeti sebebiyle onunla akrabaları arasında miras ilişkisi yoktur. Müminler ise yakın akraba iseler birbirlerine mirasçı olurlar. Onlar miras v.b. konularda birbirlerine daha yakındırlar. Ancak arkadaşa veya muhtaç olana vasiyet etme durumu hariçtir. Bu durumda o yakın akrabasından daha evlâ olmaktadır. Vasiyet, mirası kaldırmaktadır.
Bundan dolayı Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın kitabında akraba olanlar (miras hususunda) birbirlerine (diğer) müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar." Mutlak manada akrabalar ister ashab-ı ferâiz (miras hisseleri önceden belli), ister asabe (ikinci derecede hisse sahipleri), isterse zevi'l-erhâm (rahim yoluyla akraba) olsunlar birbirlerine miras ve diğer konularda fayda vermede, din hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacirlerden ve ensardan daha evlâdır. Bu, Allah'ın farzı, şeriatı ve kullarına yazdığı, Kur'an'da ya da Levh-i Mahfuz'daki hükümdür.
"Müminlerden ve muhacirlerden" ifadesi Zemahşerî'nin belirttiği gibi ulü'l-erhama raci olan bir açıklama olup mümin ve muhacirlerden birbirlerine akraba olanlar birbirlerine faydalı olma ya da miras hususunda yabancılardan daha evlâdır, manasındadır. Yahud buradaki "min", başlangıç anlamında olup zevi'l-erham akrabalık hakkı sebebiyle miras hususunda dinde velayet hakkı olan diğer müminlerden ve hicret hakkı olan muhacirlerden daha evlâdır.[23]
Bu meşhur ikinci manaya göre ayet İslâm'ın ilk devrinde bulunan hılf (kabile ittifakı) ve müslümanlar arası kardeşlik sebebiyle mirasçı olmayı kaldırmaktadır. İslâm'ın ilk devrinde Rasulullah (s.a.)'in muhacirlerle en-sar arasında gerçekleştirdiği kardeşlik sebebiyle muhacir kendi akrabaları ve zevi'l-erhamdan ayrı olarak ensarî kardeşine mirasçı oluyordu. Hz. Ebu-bekir (r.a.) ile Harice b. Zeyd kardeş olmuştu. Hz. Ömer (r.a.) ile bir başkası kardeş olmuştu. Hz. Osman (r.a.) ile Züreykoğulları'ndan bir kişi kardeş olmuştu. Zübeyr ile Ka'b b. Malik kardeş olmuştu.[24]
Peygamberimiz (s.a.)'in Buhari ve Müslim'in İbni Abbas'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şerif bu manayı tekid etmektedir: "Fetihten sonra hicret yoktur. Sadece hicret ve niyet vardır." Bundan murad şudur: Hicret hükmü batıl olmuş, hicret sebebiyle mirasçı olma gibi bundan doğan hükümler de ortadan kalkmıştır.
"Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." Yani kardeşlik ilanı sebebiyle mirasçı olma kaldırılmış; vasiyette bulunma, destek olma, iyilik, ziyaret ve ihsanda bulunma hükmü devam etmiştir. Yani ancak müminlerden ve muhacirlerden dost saydığınız ve sevdiğiniz arkadaşlarınıza vasiyet etmeniz bundan müstesnadır. Burada geçen maruf (iyilik) kelimesi vasiyet manasmdadır. Bilindiği gibi borç ve vasiyet şer'an mirastan önce gelir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "(Miras), yapılan vasiyetten veya borçtan sonradır..." (Nisa, 4/12).
Ayetin manası şöyledir: Siz vasiyette bulunmuşsanız, varis olmayanlar daha evlâdır. Vasiyette bulunmamışsanız, varisler geride bıraktığınız mallara ve mirasınıza daha evlâdır.
"Bu kitapta yazılıdır." Yani bu hüküm (zevi'l-erhamın birbirlerine daha evlâ oldukları hükmü) Allah tarafından takdir edilen ve değiştirilmeyen ve bozulmayan ilk kitapta yazılan bir hükümdür.
Allah Tealâ geçici bir maslahatla ve sonsuz hikmetle herhangi bir vakitte bunun hilafını ortaya koymuştur. Halbuki O bunu değiştirerek ezelî kaderinde ve takdir ettiği teşri esasında câri olan hükmü gerçekleştirecektir.
Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in müminler arasındaki durumunu beyan ettikten sonra peygamberlerin Allah'ın risaletini tebliğ etmeleri hususunda verdikleri sözün gereğini yerine getirmek üzere bu görevin yerine getirilmesi, Allah'ın dinine ve Rabbinin risaletine davet etme ve şeriatlerin tebliğ edilmesi hususunda Hz. Peygamberin ulvî mertebesini ve yüce görevini beyan etti.
Allah Tealâ surenin başlangıcından buraya kadar ümmetine öğretmek için Peygamberine sanki şöyle buyuruyordu: Allah'tan kork, başka hiç kimseden korkma. Allah'ın peygamberlerden dini tebliğ etmek hususunda söz aldığım, hiçbir korku ve ümidin bu hususta onlara engel olmayacağını zikret.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem'in oğlu İsa'dan söz almıştık. Onlardan sağlam bir söz almıştık." Yani ey Rasul şunu zikret: Biz bütün peygamberlerden ve özellikle ulü'1-azm peygamberlerden yani ayette adı geçen beş peygamberden Allah'ın ilâhî mesajını kavimlerine tebliğ etmeleri, Allah Tealâ'mn dinini hakim kılmaları hususunda ve bazılarının kendilerinden önceki peygamberin risaletini tamamlamak suretiyle aralarında yardımlaşmaları ve birbirlerine destek olmaları hususunda kesin ahit ve söz aldık.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır:
"Hani Allah peygamberlerden: Size kitap ve hikmet verdikten sonra nezdimizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz, diye söz almış ve "Kabul ettiniz mi?" dediğinde "Kabul ettik." cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde siz şahit olun, ben de sizinle birlikte şahidlik edenlerdenim." buyurmuştur." (Âl-i İmran, 3/81).
Yani Cenab-ı Hak onlardan Muhammed (s.a.)'in Allah'ın rasulü olduğunu, Muhammed (s.a.)'in de kendisinden sonra hiçbir peygamber olmadığını ilan etmesi sözünü almıştır.
Allah Tealâ daha sonra bizzat bu sözü tekid etmektedir. Bu ahid ve sözün hürmeti, azameti ve sorumluluğunun ağırlığı hususunda mübalâğa yapmak üzere şiddet ve sağlamlıkla tavsif etti. Buna göre mana şudur: Biz onlardan bu söz ile kesin sağlam bir söz aldık. İkinci misak, birinci misakla aynı olup yeminle tekid edilmiştir. Ya da birinci misakın vasfını beyan etmek için tekrar edilmiştir. Bu misakın hürmetini, büyüklüğünü ve önemini mübalâğa ile beyan etmek için maddi cisimlerin sıfatı olan "sertlik" kelimesi manevi şeyler için kullanılarak "istiare" yapılmıştır.
Cenab-ı Hak özelin genele atfedilmesi babında bütün peygamberlerden sonra ulü'1-azm olan beş peygamberin değerlerini ifade etmek, risalet-lerinin önemini beyan etmek üzere bu peygamberleri özellikle zikretti. Bu aynen şu ayet gibidir: "Allah, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye din olarak Nuh'a tavsiye ettiğini, sonra vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı." (Şûra, 42/13).
Allah Tealâ daha sonra peygamberlere tebliğ etmelerinden, müminleri icabet etmelerinden, hakkı yalanlayanları yalanlamalarından dolayı sorguya çekeceğini bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı. O kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır."
"Li-yes'ele" kelimesindeki lâm bir görüşe göre "lâm-ı sayrûref'tir. Yani O peygamberlerden nitecede yaptıklarından sorulmak üzere söz almıştır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Biz peygamberleri mutlaka sorguya çekeceğiz." (A'raf, 7/6).
Razî diyor ki: Yani O, rasulleri gönderdi. Mükelleflerin akıbeti ise ya hesap, ya da azap görmedir. Çünkü sadık olan hesap görecek, kâfir ise azap görecektir.[25]
Tercih edilen görüş Ebu Hayyan'm dediği gibi bu lam "ta'lîl lamı, lâm-ı key'dir. Yani rasulleri gönderdik ve Allah'ın mahlûkatını iki gruba ayırması için tebliğ hususunda rasullerden söz aldık.
Bu iki gruptan biri hüccet ikame etme manasında Allah'ın kendilerini samimiyetleri konusunda sorgulayacağı grup. Bu grup kendilerinin iman etmeleri ve bütün fiillerinde Allah'a sadık kaldıkları şeklinde cevap verecek, Allah da bu amellerine karşı bu gruba mükâfat verecektir.
Küfre düşen ikinci grup ise Allah'ın kendileri için hazırladığı şeye maruz kalacaklar.
Bu manaya göre sorguya tâbi olacak "sadık kimseler" müminlerdir. "Sıdkıhim" kelimesindeki zamir onlara racidir. Bununla peygamberlere sormak için, yahut onlardan aldığı söze olan vefakârlıkları hakkında sormak için, yahut peygamberlere risaleti kavimlererine tebliğ etmelerinden sormak için manasının murad edilmesi de caizdir.[26]
Buna göre mana şöyledir: Biz Allah'ın dinine daveti tebliğ etme hususunda peygamberlere tebliğ görevini yerine getirip getirmediklerini sormak, ümmetlerinin kendilerine ne şekilde icabet ettiklerini bilmek, müminlere iman ve samimiyet hususunda ecir vermek ve bu peygamberlerin ümmetlerinden kendilerini yalanlayan kâfirlere Allah'ın hazırladığı şiddetli, acıklı, elem verici cehennem azabıyla kâfirleri cezalandırmak için, peygamberlerden söz aldık.
"O, kâfirlere acıklı bir azap hazırlamıştır." ayeti "Peygamberlerden ... söz aldık" ayetine atfedilmiştir. [27]
Bu ayetlerden şu noktalar anlaşılmaktadır:
1- Hz. Peygamber (s.a.) müminlere kendi öz nefislerinden daha mer-
hametli ve daha şefkatlidir. Zira o, müminleri kurtuluşa davet ederken nefisleri onları helake çağırmaktadır.
2- "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." ayetiyle Cenab-ı Hak İslâm'ın ilk devirlerinde bulunan bazı hükümleri ortadan kaldırdı.
Bu kaldırılan hükümlerden biri şu idi: Peygamberimiz (s.a.) üzerinde borç bulunan ölünün cenaze namazını kıldırmazdı. Allah kendisine fetihler ihsan edince -Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde rivayet edildiği gibi- Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Ben müminlere kendi öz nefislerinden daha yakınım. Kim üzerinde borç olduğu halde vefat ederse, o borcu ödemek benim üzerimedir. Kim mal bırakırsa, bu mal mirasçılarına aittir."
"Day'a"' kelimesi "dâ'a" kelimesinin masdandır. Daha sonra zayi olmaya maruz kalan, kefili olmayan çoluk-çocuk ile idarecisi olmayan mala bu isim verilmiştir. Araziye de "day'a" ismi verilmiştir. Zira arazi zayi olmaya maruzdur. "Day'a" kelimesinin çoğulu "dıya"' şeklindedir.
Bazı âlimler diyor ki: Devlet reisinin Peygamberimiz (s.a.)'e uyarak fakirlerin borcunu beytülmalden ödemesi vaciptir. Zira Peygamberimiz (s.a.) bunun kendi üzerine vacip olduğunu açıkça belirterek şöyle buyurmuştur: "Onu ödemek benim üzerime borçtur."
3- Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları ta'zim, itaat ve hürmet edilmeleri, erkeklerle evlenmelerinin haram oluşu, erkeklerin kendilerine bakmalarının haram oluşu ve erkeklere karşı tesettüre riayet etmeleri hususunda annelerimizden farklı kılınmıştır. Bu annelik asıl annelik gibi mirası vacip kılmaz. Bu annelerimizin kızlarıyla evlenmek caiz olur. Kızkardeşleri müminlerin teyzeleri, kardeşleri müminlerin dayıları olmaz. Zira Zübeyr (r.a.) müminlerin annesi Hz. Aişe'nin kızkardeşi olan Esma bt. Ebîbekir ile evlendi. Esma müminlerin teyzesidir, demedi. Muaviye ve benzerlerine de müminlerin dayısı denilmez.
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları bir görüşe göre hem erkeklerin, hem kadınların anneleri değil, sadece erkeklerin anneleridir. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre bir kadın ona, "Ey anneciğim." demişti. Hz. Aişe o kadına: "Ben senin annen değilim. Ben sadece erkeklerinizin annesiyim." dedi. İbnü'l-Arabî: "Doğru olan budur." Demektedir.[28]
Kurtubî diyor ki: Ayetteki hasrın mubah kılınma noktasında erkeklere tahsis edilip kadınlara ait olmamasında hiçbir yarar yoktur. Benim kanaatime göre Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları erkekler ve kadınlar üzerindeki haklarına hürmeten hem erkeklerin, hem de kadınların anneleridir.
Ayetin "Peygamber müminlere kendi öz nefislerinden daha yakındır." şeklindeki ilk cümlesi buna delâlet etmektedir. Bu ifade zarurî olarak hem erkekleri, hem de kadınları içine almaktadır. Böylece "Onun hanımları müminlerin anneleridir." ifadesi hepsine raci olmaktadır.[29]
4- "Allah'ın kitabında akraba olanlar birbirlerine müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar." ayeti hılf (ittifak) yoluyla, din kardeşliği yoluyla mirasçı olma ile hicret yoluyla mirasçı olmayı sonuçları ile birlikte ortadan kaldırmaktadır.
Zira "ulü'l-erham"dan murad cinsi ne olursa olsun mutlak olarak akrabalardır. Müminlerden murad ensar, muhacirlerden murad Kureyş'tir. İmam Şafiî (r.a.) ayeti böyle tefsir etmiştir. Hanelilerden Ebubekir el-Ces-sas da bu konuda ona tâbi olmuştur. Ancak Cessas bu ayetten, bu çeşit mirasçılar murad edildiği için değil, ayetin akrabanın başkalarından daha evlâ olduğunu beyan etmesi sebebiyle, ayeti zevi'l-erhamın mirasçı olması hususunda Hanefîler lehine bir delil olarak görmektedir.
Bu durum zevi'l-erhamın beytülmalden daha evlâ olduğunu gerekli kılmaktadır. Böylece ayet beytülmali akrabalara tercih edene karşı hüccet olmaktadır.
Ayetin zahiri manası, zevi'l-erhamın köleyi azad etme yoluyla meydana gelen "mevlâ"dan daha yakın olduğuna delâlet etmektedir.
Bazı âlimler ise azad etme yoluyla meydana gelen "mevlâ "nın zevi'1-er-hamdan önce geldiği görüşündedir. Bu reddetmekten daha evlâdır. Çünkü bu asabedendir. Asabe ise miras hususunda başkalarından daha evlâdır.
Rivayet edildiğine göre Hz. Hamza'nın kızı bir köleyi azad etmişti. Köle vefat edince mirasçı olarak bir kız bırakmıştı. Bu durumda Peygamberimiz (s.a.) mirasının yarısını kölenin kızına, diğer yansını da onu azad eden Hz. Hamza'nın kızına verdi. Ancak bu hadis-i şerifin tam bir delil olabilmesi için; raviler bize ölünün zevi'l-erhamı bulunup bulunmadığını bildirmeliydiler, diye tartışılmıştır.
Peygamberimiz (s.a.) Hakim ve Beyhakî'nin İbni Ömer'den rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Velâ nesebden meydana gelen et gibi bir et parçasıdır."
Bu hadis-i şerifde yine benzetme, mutlak hak kazanma manasını gerektirir. Fakat bunun başkasına takdim edileceğine delâlet etmez.
5- Bir grup âlim ise söyle demişlerdir: "Muhammed sizin adamlarınızdan birinin babası olmadı." ayeti sebebiyle Peygamberimiz (s.a.)'in "baba" olarak adlandırılması caiz değildir. Ancak müminler için baba gibidir, denilebilir. Nitekim Ebu Davud'un rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben sizin için bir baba makamındayım. Size (İslâm'ı) öğretiyorum."
Kurtubî diyor ki: Doğru olan; o müminler için babadır, denilmesinin caiz oluşudur. Yani nesebde değil, hürmette babadır. Cenab-ı Hakkın: "Muhammed sizin adamlarınızdan birinin babası olmadı." ayeti neseb hususundadır. İbni Abbas bu ayeti "Min enfüsihim ve hüve ebün lehüm ve ezvacühü ümmehâtühüm (Muhammed onların içinden birinin babası olmadı. O onların hepsinin babasıdır. Hanımları da onların anneleridir.)" şeklinde okudu. Bu kıraat Übeyy'in mushafında vardır.
6- Mirasçılardan başkalarına, hayatta iken ihsanda bulunmaya ve ölüm anında vasiyette bulunmaya bir engel yoktur. Bunun delili: "Ancak dostlarınıza yapacağınız iyilik bunun dışındadır." ayet-i kerimesidir.
Muhammed b. Hanefiyye diyor ki: Bu ayet müslümanın Yahudi ve Hristiyana vasiyette bulunmasının caiz olduğu hususunda nazil olmuştur.[30]
Yani kâfir olsa bile yakın akraba ve velîye vasiyette bulunmak caizdir. Çünkü kâfir, dinde velî (yakın dost) olmasa da nesebde velî (yakın) olabilir. Dolayısıyla ona vasiyette bulunulabilir. Buna göre ayetin manası şöyle olmaktadır: Müminlerden ve muhacirlerden zevi'l-erham (akraba) olanlar mirasta birbirlerine daha layıktırlar. Ancak sizin bunlardan başka veliler (yakınlarınız) varsa, onlara vasiyette bulunmanız caizdir.
7- Peygamberlerin risaletleri itikad ve ahlak esasları gibi genel esaslarda birdir. Peygamberler kendi aralarında birbirlerinize destek vermekte ve yardımlaşmaktadırlar. Birbirlerinin risaletlerini tamamlamaktadırlar. Bunun delili: "Bir zaman biz peygamberlerden... söz almıştık." ayetidir.
Yani biz kendilerine vahyedilen şeyleri yerine getirme, birbirlerine müjde vermeleri ve birbirlerini doğrulamaları hususunda peygamberlerden ahid aldık. Bu, Allah'ın olacak şeyleri yazdığı zaman, Allah Tealâ peygamberlerden misak aldığı zaman satırlara geçirilmiş ezelî bir hükümdür. Bu onların risaleti tebliğ etme ve birbirlerini tasdik etmelerine dair verdikleri sözü yerine getirme hususunda büyük ve sağlam bir ahiddir.
Cenab-ı Hak üstünlüklerine binaen beş peygamberi (Hz. Muhammed, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa aleyhimüsselâmı) özellikle zikretti. Zira bu peygamberler ulü'1-azm peygamberler ve ümmetlerin önderleri, şeriat ve ilâhî kitap sahipleridir. Burada Hz. Muhammed (s.a.) ilk olarak zikredildi.
Bunun sebebi İbni Ebî Hatim'in Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği şu hadiste bildirilmiştir: Rasulullah (s.a.)'e "Bir zaman biz peygamberlerden, senden, Nuh'tan... söz almıştık" ayeti sorulunca şöyle buyurdu: "Ben bu peygamberlerden önce yaratıldım. Onlardan en son diriltilecek olanım. Bundan dolayı onlardan önce beni zikretti.[31]
8- Cenab-ı Hakk'ın "Allah doğru olanlara samimiyetlerinden sormak için böyle yaptı" ayetinde dört görüş vardır.[32]
Birincisi: Allah, peygamberlere risaleti kavimlerine tebliğ etmelerinden soracaktır. Burada bir uyarı yapılmaktadır: Yani peygamberler sorguya tâbi olurlarsa, onların dışındakilerin durumu nasıl olur?
İkincisi: Allah, peygamberlere kavimlerinin kendilerini nasıl icabet ettiklerini soracaktır.
Üçüncüsü: Allah peygamberlere kendilerinden aldığı sözü yerine getirip-getirmediklerinden soracaktır.
Dördüncüsü: Allah doğru sözlü olanlara samimi kalplerden soracaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz kendilerine peygamber gönderilenleri mutlaka sorguya tâbi tutacağız. Peygamberleri de sorguya tâbi tutacağız." (A'raf, 7/6).
Peygamberlere soru sorulmasının faydası kâfirlerin azarlanmasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak Hz. İsa'ya şöyle hitap etti: "İnsanlara sen mi şöyle söyledin?" (Maide, 5/116). [33]
9- Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.
10- O vakit onlar size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O 2aman gözier kavmı yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz.
11- İşte orada müminler, imtihan edümişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.
12- O vakit münafıklar ve kalplerin- de hastalık bulunanlar: "Allah ve peygamberi bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu" diyorlardı.
13- Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: "Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir.
Hemen Seri dönün." demişti. Münafıklardan başka bir topluluk da Peygamber'den izin isteyerek: "Ev- lerimiz (düşman tehlikesine) açıktır." demi§lerdi- Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi. Sadece savastan kaçmak istiyorlardı.
14-Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve o münafıklardan fitne çıkarmaları is-tenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi.
15- Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır.
16- De ki: "Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman yaşatılırsınız."
17- De ki: "Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet (iyilik) dilerse, O'nun rahmetine (iyiliğine) kim engel olabilecektir?" Onlar kendilerine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilirler.
18- Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin." diyenleri çok iyi bilir. Zaten onlar savaşa çok az gelirler.
19- Yardımlarını sizden esirgerler. Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi gözlerini döndürerek sana baktıklarını görürsün. Korku gittiğinde ise, mala düşkün olarak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler. İşte bunlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır.
20- Münafıklar düşman ordularının çekilmediklerini sanıyorlardı. Eğer düşman orduları tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi oradan sormak isterlerdi. Şayet aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı.
21- Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır.
22- Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve Rasu-lü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler.Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.
23- Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda etmiş, kimi de beklemektedir-
dakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu.) Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edici ve çok merhametlidir.
25- Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemediler. Savaşta müminlere Allah yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir.
26- Allah, Kitap Ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları) kalelerinden indirmiş ve kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz.
27- Allah onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah herşeye kadirdir.
"Sizin üzerinizde" ve "sizin altınızda" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi gözlerini döndürerek baktıklarını görürsün." temsilî teşbihtir. Çünkü benzetme yönü belli somut bir unsur değildir.
"Yürekler" korkudan "ağızlara gelmişti." ifadesindeki temsilde mübalâğa vardır. Kalplerin hafakanı ve titremesi sebebiyle sanki kalpler ağızlara ulaşmış gibidir.
"Arkalarına dönmeyecekler..." ayeti savaştan kaçmaktan kinayedir.
"İğneli dilleriyle sizi tenkit ederler." ifadesi kapalı istiaredir. Dil çekilmiş kılıca benzetilmiş, kendisine benzetilen hazfedilmiştir. Buna levazımından olan bir şey -yani dövme- ile istiare yoluyla işaret edildi. "Hıdad: iğneli" ifadesi "terşih"tir.
"Mesturan, basîran, gurûran, firâran, yesîran, kesîran" kelimelerinin son harflerinde telaffuz bakımından uygunluk (seci) vardır.
"İşte Allah'ın ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." ifadesinde ta'zim ve şeref beyanı için Allah'ın ve Rasulul-lah (s.a.)'in isminin tekrar edilmesi suretiyle itnab yapılmıştır.
"Münafıklara ise dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi" ayetindeki "dilerse" ifadesi azab ve rahmetin Allah Tealâ'nm dilemesiyle olduğuna delâlet eden bir ara cümledir. [34]
"Hani bir zaman size düşman ordular saldırmıştı." Kureyş, Gatafan, Esedoğulları, Amirogulları, Beni Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri size karşı birleşmişlerdi. Bu grupların toplam sayısı onbine ulaşmıştı, yahut oniki bin civarında idi. "Biz onların üzerine bir rüzgâr" Saba rüzgârı "ve sizin görmediğiniz ordular" melekler "göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." "Ya'lemûn" şeklindeki kırâete göre Allah müşriklerin gruplara ayrılmasını ve onlarla savaşılmasını gayet iyi görür, gayet iyi bilir; tamamen muttalidir.
"O vakit onlar size yukarı" vadinin üst tarafından, doğu cihetinden "ve aşağı tarafınızdan", vadinin alt tarafından, batı cihetinden "gelmişti. O zaman gözler kaymışt" bakış seviyesinden meyletmişti. Sadece düşmanlarına gayret ve dehşetle bakmıştı. "Yürekler ağızlara gelmişti." Bundan murad yürekler şiddetle korkmuşlardır. Bunun tasviri şudur: Akciğer şiddetli korku sebebiyle şişer ve boğazın başına doğru yükselir.
"Sizler Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz." Yani zafer ve şiddet gibi çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. İhlaslı müminler durumları hakkında endişeye düşüyorlardı. Münafıklar ve kalpleri hasta olanlar Allah'ın vaadini yalanlıyorlar, bu konuda şüpheye düşüyor ve bunun asılsız olduğunu ilan ediyorlardı. "İşte orada müminler imtihan edilmişlerdi." Denenmişler ve tecrübe edilmişler, böylece ihlash olan, münafıktan; sebatkâr olan, sarsıntıya uğrayandan ayrılmıştı. Müminler "Şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı." Şiddetli korku ve düşman çokluğundan dolayı çok tedirgin olmuşlardı.
"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık" inanç zayıflığı "olanlar" yani İslâm'a yeni girmeleri sebebiyle münafıkların kandırma yoluyla ve kalplerinde şüphe tohumları ekme suretiyle kendi taraflarına çekmek istedikleri kimseler: "Allah ve Peygamberi bize" yardım, zafer ve dinin yücelmesi şeklinde "aldatıcı vaadle", yani hakikati olmayan batıl ya da kandırmaca vaadde "bulundu, diyorlardı."
"Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir." Sizin için burada ikamet imkânı yoktur. "Hemen geri dönün", kaçarak Medine'deki evlerinize dönün, demişlerdi. Bu sözü Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte Medine dışında savaş yapılan dağ olan "Sel"' dağı tarafına çıktıktan sonra söylemişlerdir. "Münafıklardan (başka) bir topluluk da Peygamber'den" dönüş hususunda "izin isteyerek: Evlerimiz açıktır." Uzak ve korumasızdır, düşman tarafından işgal edilmesinden korkulur. "Halbuki evleri açık" korumasız "değildi. Onlar sadece savaştan" müminlerle beraber çarpışmaktan "kaçmak istiyorlardı."
"Eğer ordular onların üzerine" Medine'nin "çeşitli taraflarından içeri girseydi ve kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi," içeri giren bu düşmanlar bu münafıklardan şirk koşmalarını, dinden dönmelerini ve müs-lümanlarla savaşmalarını isteselerdi "hemen ona girişirlerdi." Bu fitneyi işlerlerdi. Ayet bir kıraette "Le-etevhâ" şeklinde okunmuştur. Buna göre manası, "Ona gelirlerdi." demektir. "Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi." Bunu ertelemezlerdi, pek az bir zaman sonra fitne çıkarırlardı.
"Halbuki onlar daha önce geri dönmeyeceklerine" savaştan kaçmayacaklarına "dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden" yerine getirilip getirilmediği şeklinde "mutlaka hesap sorulacaktır." Karşılığı da verilecektir. Bu söz verenler, Hariseoğulları olup Uhud günü dağıldıklarında söz vermişler, sonra da bir daha böyle bir şeyi yapmayacaklarına dair pişmanlık arzetmişlerdi.
"Kaçsanız bile, ancak az bir zaman yaşatılırsınız." Kaçmanızdan sonra dünyada fazla hayat süremezsiniz. "Az bir zaman" ifadesi bu hayat sürme; az bir zaman, ya da az istifade etme şeklinde olacaktır, manasındadır.
"De ki: Allah size bir kötülük" helak etme ve mağlubiyet "yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir?" Kim engelleyebilecek ve kim size yardımcı olabilecektir, "veya size bir rahmet" hayır "dilerse, O'nun rahmetine kim engel olabilecektir? Onlar kendilerine Allah'tan başka" O'nun
dışında kendilerine faydalı olabilecek "ne bir dost, ne de" kendilerinden sıkıntıyı kaldırabilecek bir "yardımcı bulabilirler."
"Allah içinizden müminleri savaştan alıkoyanları" Rasulullah (s.a.)'den geri bıraktıran münafıkları "ve kardeşlerine" Medine'de oturanlara: "Bize gelin" bize yönelin ve kendinizi bize yaklaştırın "diyenleri çok iyi bilir." Zaten "Onlar savaşa çok az gelirler." Onlar savaş ve çarpışmaya gösteriş ve şöhret için, pek az bir zaman katılırlar.
"Size yardımlarını esirgerler." Size fayda temin edecek şeylerde yardım etme ve Allah yolunda harcama hususunda size karşı cimridirler. "Eşıh-hatün" kelimesi "şahıyh" kelimesinin çoğuludur. Onlar hayırda cimridirler, ganimet malına karşı hırslı ve açgözlüdürler. "Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi" korku sebebiyle ölüm sarhoşluğundan bayılan kimsenin bakışı veya gözlerinin dönmesi gibi "gözleri dönerek", gözlerinin yuvalarını döndürerek "sana baktıklarını görürsün. Korku gittiğinde" korku hali ortadan kalkınca ve ganimetlere erişilince de "mala düşkün olarak iğneli dilleriyle" ganimet isteyerek, demir gibi kesici, iğneliyici ve tenkitçi dillerle "sizi tenkit ederler."
"İşte bunlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da amellerini boşa çıkarmıştır." Amellerinin meyvesini iptal etmiştir. "Bu, Allah'a çok kolaydır. " Bu iptal etme, Allah'ın iradesi açısından gayet basit ve kolaydır. O bir şey dilediği zaman olur. Hiçbir kimse O'na engel olamaz.
"Münafıklar", düşmanlardan korktukları için kâfir "düşman ordularının" Mekke'ye gitmediklerini "çekilmediklerini sanıyorlardı." Münafıklar, müşrikler yenilgiye uğradıkları halde, yenilgiye uğramadıklarını zannediyorlardı. Bu sebeple Medine'nin içine doğru kaçmışlardı. "Eğer düşman orduları" ikinci defa "tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup" bedevilerle birlikte olmayı, kâfirlerle birlikte geçen haberlerinizi ve sizin başınızdan geçenlerle ilgili "haberlerinizi oradan sormak isterlerdi." bunu temenni ederlerdi. "Şayet" bu defa "aranızda olsalardı," ve Medine'ye dönmeselerdi, "ancak pek az savaşırlardı." Yani onların çarpışmaları gösteriş yaparak ve ayıplanmaktan korkarak, pek az, göstermelik bir şekilde çarpışırlardı.
"Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar" Allah'ın sevabını ya da Allah'a kavuşmayı ahiret nimetini arzulayanlar "ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune" savaşta sebat etmek ve sıkıntılara katlanmak gibi takip edilecek eşsiz bir örnek "vardır." Cenab-ı Hak Allah'ı ve ahiret gününü arzulama ile taate devam etmeye sebep olan Allah'ı çok zikretmeyi birlikte zikretti. Zira Rasulullah (s.a.)'i örnek alan kimse, başkasından farklı olarak durumu bu şekilde olan kimsedir.
"Müminler" Hz. Peygamber (s.a.)'le savaşmak ve O'nu yoketmek için toplanan kâfir "düşman ordularını görünce: İşte Allah'ın" : "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlar zorluk ve darlığa uğramışlar ve sarsılmışlardı..." (Bakara, 2/214) ayetiyle "ve Rasulü'nün": "Onlar dokuz veya on yıl sonra sizin üzerinize yürüyecekler. Düşman gruplarının sizin aleyhinize toplanmaları sebebiyle durum şiddetlenecek ve hayırlı netice sizin olacaktır." hadis-i şerifiyle "vaadettiği budur. Allah ve Rasulü" vaad ve imtihan hususunda "doğru söylemiş, dediler." Müminlerin gördükleri "bu" mesele ya da bu belâ "ancak onların imanını" Allah'ın vaadini tasdik etmelerini "ve teslimiyetlerini" Allah'ın emrine ve O'nun takdirine teslim oluşlarını "artırdı."
"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları" Rasulullah (s.a.) ile birlikte sebat etmek ve dini yüceltmek için çarpışmakta "ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etmiş" veya Hamza, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Nadr gibi Allah yolunda öldürülmüş ve adağında vefakârlık göstermiştir. Ayette geçen "nahb", ahit manasında olup ölümden kinaye olarak kullanılmıştır.
"Kimi de" Hz. Osman ve Hz. Talha gibi şehid olmayı "beklemektedirler. Onlar" Allah'a "verdikleri sözü asla" münafıklar gibi "değiştirmediler." ve bozmadılar.
"Allah'ın sözünde duranları sadakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için..." ifadesi ihlaslı müminler şeklinde ifade edilen mantûk (açıkça zikredilen kimseler) için ve ta'riz yoluyla belirtilen münafıklar için sebep beyanıdır. Sanki münafıklar verdikleri sözü değiştirmek suretiyle kötü sonuca ulaşmayı arzu etmişler, ihlaslı müminler sebatkârlık ve vefakârlık ile güzel sonucu arzuladıkları gibi, sanki münafıklar da verdikleri sözü değiştirmek suretiyle kötü sonuca ulaşma amacını gütmüşlerdir. Ancak münafıkların tevbelerinin kabulü, tevbe etmeleri şartına bağlıdır. Bundan murad tev-beye muvaffak kılınmalarıdır. "Şüphesiz ki Allah" tevbe eden kimse için "çok mağfiret edici ve çok merhametlidir."
"Allah kâfirleri", düşman ordularını "öfkeleriyle" yani öfkeli oldukları halde "geri çevirdi. Onlar" zafere eremedikleri gibi "hiçbir şey elde edemediler." Rüzgâr ve melekler göndermek suretiyle "Savaşta müminlere Allah yardım etti. Allah" dilediği şeyi varetme hususunda "çok güçlüdür, herşeye galiptir."
"Allah Kitap Ehlinden" Kureyzaoğulları'ndan "kâfirlere" düşman ordularına "yardım edenleri" sığındıkları "kalelerinden indirmiş". "Sayâsî" kelimesi "sıysa" kelimesinin çoğuludur. "Sıysa", kale olarak kullanılan herşeydir.
Allah onların "ve kalplerine" şiddetli "korku salmıştı. Siz onların bir kısmını" yani Kureyzaoğulları'ndan savaşanları "öldürüyor, bir kısmını" yani kadınlarını ve çocuklarını "ise esir alıyordunuz."
Henüz "ayak basmadığınız bir toprağı" Kureyza'dan sonra alınan Hayber'i, Allah "size miras olarak verdi." [35]
"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın..." ayetinin (9. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Beyhakî Delâil'de Huzeyfe'den rivayet ediyor: Ahzab gecesi kendimizi görüyorum. Biz oturduğumuz halde saf tutmuştuk. Ebu Süfyan ve onunla beraber bulunan hizipler bizim yukarımızda, Kureyza kabilesi ise alt tarafımızda idi. Çoluk-çocuğumuz için korkuyorduk. Bize bu geceden daha karanlık, bu geceden daha fırtınalı bir gece gelmedi. Münafıklar, evleri açık ve kimsesiz olmadığı halde, evlerimiz açık, diyerek Hz. Peygamber (s.a.)'den izin istemeye başladılar. Onlardan kim izin istemiş ise kendisine izin verilmişti. Bunun üzerine onlar da sıyrılıp gidiyorlardı. Derken Peygamberimiz (s.a.) herkesle birer birer görüşmüş, nihayet sıra bana gelmişti. Peygamberimiz (s.a.) bana:
- Düşmanın haberini getir, dedi. Ben de gittim. Bir de ne göreyim. Rüzgâr onların askerini kuşatmış, askerleri bir karış bile ilerleyememişti. Allah'a yemin olsun ki, ben onların bineklerinde ve yataklarında savrulan taşların sesini işitiyordum. Rüzgâr onları dövüyordu. Onlar:
- Yolculuk! Yolculuk! diyorlardı. Bunun üzerine gelip Peygamberimiz (s.a.)'e düşman odularının haberini verdim. Cenab-ı Hak: "Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki (sayısız) nimetini hatırlayın. Hani size düşman orduları saldırmıştı da biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik." (Ahzab, 33/9) ayetini indirmişti.
"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar..." ayetinin (12. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebî Hatim ve Beyhakî Delâil'de Amr el-Müzenî'den naklediyor: Rasulullah (s.a.) Ahzab yılında hendek kaz-dırmıştı. Allah bu hendeğin içinden yuvarlak beyaz bir kaya çıkarmıştı. Rasulullah (s.a.) kazmayı eline alıp bu kayaya bir defa vurup kayayı sarstı. Kayadan Medine'nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Sonra ikinci bir defa vurdu. Yine kayayı sarstı. Kayadan yine Medine'nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Daha sonra üçünoü defa vurdu. Kayayı parçaladı. Yine kayadan Medine'nin iki tarafını aydınlatan bir kıvılcım parladı. Bunun üzerine Efindimiz (s.a.) tekbir getirdi. Müslümanlar da tekbir getirdiler. Peygamberimiz (s.a.)'e bu durum sorulunca şöyle buyurdu:
- Birinci darbeyi vurdum, bana Kisra'nm Medain sarayı ile Hîre sarayı gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oralara hakim olacağını bildirdi. Sonra ikinci defa vurdum. Bunun üzerine Rum diyarının kırmızı sarayları bana gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oralara da hakim olacağın bildirdi. Sonra üçüncü vuruşumda bana San'a sarayları gösterildi. Cebrail bana, ümmetimin oraya da hakim olacağını bildirdi.
Bunu duyan münafıklar:
- Hayret etmiyor musunuz? Size neler anlatıyor, size kuruntular veriyor? Boş vaadlerde bulunuyor. Size Yesrib'den Kisra'nın Medain sarayla-nyla Hîre saraylarını gördüğünü, oraların sizin tarafınızdan fethedileceğini söylüyor. Halbuki siz korkudan hendek kazıyorsunuz. Ortaya çıkamıyor-sunuz, dediler.
Bunun üzerine ayet indi: "O zaman, münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar Allah ve Rasulü bize bir aldatıştan başka bir şey vaad etmemiş, diyorlardı." (Ahzab, 33/12).
"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki..." ayetinin (23. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Müslim, Tirmizî ve başkaları Enes'den rivayet ediyorlar: Amcam Enes b. Nadr Bedir'de bulunamadı. Bu durum ona ağır geldi. Bunun üzerine amcam şöyle dedi:
- Rasulullah (s.a.)'in katıldığı ilk gazve olan Bedir'de bulunamadım. Allah bana Rasulullah (s.a.) ile beraber katılacağım bir gazveyi gösterirse, Allah ne yapacağımı görecektir.
Amcam Uhud savaşında bulundu. Şehid oluncaya kadar çarpıştı. Onun cesedinde kılıç, mızrak ve ok darbesi olarak seksen küsur darbe bulundu. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu: "Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler var..." (Ahzab, 33/23). [36]
Allah Tealâ takvayı emredip müminin gönlünde hiçbir kimseden korku kalmaması gerektiğini emrettikten sonra Ahzab olayından gerçek bir örnek verdi. Kureyşli müşriklerle, onlara yardım eden Yahudi ve Habeş-liler on bin kişi olup Hz. Peygamber (s.a.) ve onun ashabını yoketmek maksadıyla Medine etrafında toplanmışlardı. Bunun üzerine Allah, düşmanları çarpışma olmaksızın müminlerden uzaklaştırdı ve onları korkudan emin kıldı. Bu, kulun Rabbinden başka hiç kimseden korkmaması gerektiğine delâlet etmektedir. Zira O, mümkün olan herşeye kadirdir, O'nun emri herşeye yeterlidir. [37]
Hicretin beşinci yılı Şevval ayında Medine etrafında Hz. Peygamber (s.a.)'i yoketmek için putperest kâfirler ve Ehl-i Kitap'tan on bin, yahut on iki bin, veyahut on beş bin kişi toplandı.
Kureyşli ve Habeşistanlı müşrikler Ebu Süfyan'ın komutasında dört bin kişiydiler. Esedoğulları Tuleyha'nın komutasında, altı bin kişilik Gatafan da Uyeyne b. Hısn liderliğinde idi. Âmiroğulları'na Âmir b. Tufeyl komuta ediyordu. Süleymanoğulları'na ise Ebu'l-A'ved komuta ediyordu. Benî Nadir Yahudileri Huyeyy b. Ahtab ile Ebu'l-Hukayk'ın iki oğlunun başkanlığında idiler. Benî Kureyza Yahudilerinin reisi Ka'b b. Esed olup onunla Rasulullah (s.a.) arasında ahid vardı. Huyey b. Ahtab'ın gayretiyle Ka'b bu ahdi bozdu.
Bu savaşın sebebi Yahudiler idi. Nadir ve Kureyzaoğulları'ndan bir grub yola çıkıp Mekke'de Kureyşlilere gelmişler, onları Rasulullah (s.a.) ile savaşa davet etmişler ve Kureyşlilere:
- Sizin dininiz onun dininden daha üstündür, demişlerdi. Sonra da Gatafan, Kay, Aylan, Mürre ve Eşca'oğullan'na gidip onları da Medine'de savaşa davet etmişlerdi. Bunun üzerine biri putperest, diğeri kitabî olan her iki grup Ebu Süfyan komutasında birleşmiş bir ordu meydana getirmekte anlaşmışlar ve Medine önlerinde karargâh kurmuşlardı.
Rasulullah (s.a.) ve müminler üç bin kişi halinde savaşa çıkmışlar ve Sel' sırtlarında karargâh kurmuşlardı.
Rasulullah (s.a.) Ahzab gruplarının hareketini duyunca Selman-ı Farisî'nin görüşüne uyarak Medine etrafında hendek kazılmasını emretti. Medine'nin kuzey batısında düşen meydandaki hendeğin kazılmasında bizzat Peygamberimiz (s.a.) müminlerle beraber çalıştılar. Bu taraf düşmanın girmesinden korkulduğu önü açık taraf idi. Diğer taraflar ise dağlarla korunmuştu. Hendeğin uzunluğu yaklaşık olarak beş bin zira' (3000 m.), derinliği 7-10 zira' (4-6 m.), genişliği 9 zira' (5,5 m.)'den fazla idi.
Müşrikler ve beraberindeki gruplar hendeği görünce:
- Allah'a yemin olsun ki, bu Arapların daha önce bilmediği bir tuzaktır, dediler.
Karşılıklı çarpışmalar oldu. Bazı müşrikler hendeği geçmeye çalıştılar. Bunlara taş atıldı. Bazıları da atlarıyla hendeği geçip ya helak oldular, ya da öldürüldüler. Bunlardan biri de meşhur süvari Amr b. Vüdd el-Âmiri idi. Amr, Hz. Ali ile mübareze etti. Hz. Ali onu öldürdü. Amr'ın iki arkadaşı İkrime b. Ebî Cehil ile Dırar b. Hattab kaçtı. Yine onların süvarilerinden Nevfel b. Mugîre de hendeği geçenlerden biriydi. Sa'd b. Muaz (r.a.) Benî
Kureyza Gazvesinde şehid oldu.
Daha sonra düşman grupları arasında sağlam bir komplo hazırlandı. Rasulullah (s.a.) ve ashabı şiddetli bir korku içindeyken Nuaym b. Mes'ud el-Gatafanî Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek:
- Ya Rasulullah! Ben müslüman oldum. Kavmim benim müslüman olduğumu bilmiyorlar. Bana dilediğin şeyi emret, dedi. Rasulullah (s.a.):
- Sen içimizde sadece bir kişisin. Gücün yeterse, bizim adımıza bir plan kur. Zira harp hiledir, buyurdu.
Nuaym, Benî Kureyza'ya gelerek onlara:
- Kureyş ve Gatafan'ın eşrafından bazılarını rehin olarak almadan ve sizinle birlikte Muhammed'le savaşmaları için bu rehin kimseleri elinizde tutmadan Kureyş ve Gatafan'la beraber savaşmayın. Çünkü onlar Muhammed'le savaşmaktan usandılar, geri dönecekler. Siz ise yalnız başınıza onlara karşı muktedir olamazsınız, dedi. Bunun üzerine Kureyzaoğulları:
- Sen iyi bir görüşe işaret ettin, dediler.
Nuaym daha sonra Kureyş ve Gatafanlılara gelip onlara:
- Yahudiler Muhammed'e verip, boyunlarını vurması için sizden rehin almak istiyorlar. Sizinle savaşmak üzere onunla birleşiyorlar. Zira Yahudiler onunla yaptıkları ahdi bozduklarına pişman oldular, dedi.
Ebu Süfyan ile Gatafan liderleri müslümanlarla kesin bir çarpışmaya girmek istediklerinde Yahudiler ağır davrandılar ve onların adamlarından rehin istediler. Kureyş ve Gatafanlılar bunu kabul etmediler ve Nuaym b. Mesud'un sözünü doğruladılar. Yahudiler de Nuaym'ın sözünün doğruluğundan emin oldular. Böylece Yahudilerle müşrikler birbirine düştüler ve birlik dağıldı.
Düşman grupları içinde zafiyet başgösterdi. Cenab-ı Hakk'ın onların üzerine bir kış gecesi çok soğuk bir rüzgâr göndermek suretiyle endişe ve korkularını artırdı. Rüzgâr onların kazanlarını dökmüş ve kaplarını sağa-sola dağıtmıştı.
Ebu Süfyan Kureyş'le birlikte beldelerine döndü. Bunu Gatafan izledi. Rasulullah (s.a.) haberlerini getirmek üzere Huzeyfe b. Yeman'ı gönderdi. Peygamberimiz (s.a.) namaza durarak bekledi. Huzeyfe dönünceye kadar Allah'a dua edip yakardı. Ellerini kaldırarak şöyle dua etmişti: "Ey sıkıntıya düşenlerin imdadına koşan, ey zorluk içinde olanlara icabet eden (Al-lahım)! Endişemi, üzüntümü ve sıkıntımı kaldır. Sen benim durumumu ve ashabımın durumunu görüyorsun."
Cebrail indi ve şöyle dedi: "Allah, duanı işitti. Düşman korkusuna karşı, O sana kâfidir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) dizleri üzerine çöktü, ellerini açtı, gözlerini indirdi. Şöyle diyordu: "Şükürler olsun. Şükürler olsun. Bana da rahmetle muamele ettin. Ashabıma da rahmetle muamele ettin."
Cenab-ı Hak şu ayetiyle ne doğru söylemiştir: "Ey iman edenler! Allah 'm size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür." (Ahzab, 33/9); "Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemediler. Savaşta Allah müminlere yardım etti. Allah çok güçlüdür. Herşeye galiptir." (Ahzab, 33/25).
Böylece müslümanlarla müşrikler arasındaki savaş sona erdi. Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kureyş bu yıldan sonra size savaş açamaz. Fakat siz onlara savaş açarsınız."
Hendek günü müslümanlardan yedi kişi şehid oldu. Müşriklerden ise dört kişi öldürüldü. [38]
Bu ayetler Allah'ın müslümanları Hendek Gazvesinde muzaffer kılmak suretiyle Allah'ın nimetini ve mümin kullarına ihsanını hatırlatma hususunda beş konuyu ihtiva etmektedir:
- Gazvenin özelliklerinin bildirilmesi (9-11- ayet),
- Münafıkların ve Yahudilerin müslümanlara karşı tutumları (12-21-ayet)
- Müminlerin kendilerini feda etmeleri (22-24. ayet),
- Müminlerin zaferi ve kâfirlerin yenilgiye uğramaları (25. ayet),
- Benî Kureyza Yahudilerinin cezalandırılmaları (26-27. ayet). [39]
"Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür."
Ey Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler! Sizi yoketmek ve gücünüzü kökünden söküp atmak ve varlığınızı sona erdirmek için sizin üzerinize gelen Kureyş, Gatafan ve Yahudilerden meydana gelen büyük orduların ve muazzam kalabalıkların kuşatması altında kaldığınızda Allah'ın size ihsan ettiği nimetleri hamd ve şükürle hatırlayın. Biz onların üzerine bir kış gecesi soğuk bir rüzgâr, düşmanları sarsan, kalplerine korku veren, kazan-
larını döken, çadırlarını ve eşyalarını ters yüz eden hatta her kabile reisinin kabilesine:
- Ey falanoğulları! Kendinizi kurtarın. Kendinizi kurtarın, diye duyuruda bulunmasına sebep olan sizin görmediğiniz melek orduları gönderdik.
Tuleyha b. Huveylid el-Esedî:
- Muhammed size yeni bir sihirbazlık yapmaya başladı. Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın, diyordu.
Ebu Süfyan ise:
- Ey Kureyş topluluğu! Allah'a yemin olsun ki siz artık kalınamayacak bir yerdesiniz. Atlar, develer helak oldu. Benî Kureyza bize verdiği sözden caydı. Onlardan hoşumuza gitmeyecek haberler bize ulaştı. Bu rüzgârdan da, gördüğünüz manzara ile karşılaştık. Vallahi ne kazanımız yerinde durabiliyor, ne ateşimiz yanıyor, ne de çadırlarımız ayakta kalabiliyor. Haydi buradan ayrılalım. Ben buradan ayrılıyorum, dedi. Sonra devesine doğru yürüdü. Devesi bağlı idi. Devesinin üzerine oturdu. Sonra deveye vurdu. Deve ile üç defa sıçradı. Devenin bağlarım ayakta iken çözdü.
Allah hendeğin kazılması, zorluklarla karşılaşılması, savaşa hazırlık ve düşmandan sakınma gibi sizin bütün amellerinize muttali olup gayet iyi bilir. O buna karşılık size mükâfat verecek ve bu mükâfattan hiçbir şeyi eksiltmeyecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra düşman gruplarının kuşatmalarının sağlamlığını belirterek şöyle buyurdu:
"O vakit onlar size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi." Yani düşman grupları size vadinin üst tarafından doğu cihetinden ve vadinin alt tarafından batı cihetinden saldırdıkları vakti hatırlayın. Huzeyfe'nin zikrettiğine göre ilk grup Kureyş, Habeşliler, Kinaneoğulları ve Tihame halkı idi. Diğerleri ise Benî Kureyza idi. Bir başka görüşe göre ilk zikredilenler: Necid halkı ile Esedoğulları ve Nasroğullan idiler. Diğerleri Kureyşliler idi. Benî Kureyza Yahudileri ise hendek tarafında idi.
"O zaman gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti. Sizler, Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz." Yani o zaman gözler yerinden fırlamıştı, düşmanın çokluğu sebebiyle düşmana yönelmiyordu. -Korku ve endişeden kinaye olarak- yürekler ağızlara gelmişti. Sizler Allah hakkında çeşitli zanlar ileri sürüyordunuz. İçinizden kimileri Allah'ın yardımına ve vaadine güvenen, tavrında asla sarsılmayan, imanı sabit müminler idi. Kimi de Muhammed ve ashabının tamamen yokolacağını, müşriklerin zafere ulaşacaklarını ve Medine'ye hakim olacaklarını zanneden inancı zayıf münafık kimseler idi.
Hasan-ı Basrî diyor ki: Münafıklar müslümanlann tamamen helak olacaklarım zannediyorlar, müminler ise zafere eriştirileceklerini bekliyorlardı.
"İşte orada müminler imtihan edilmişler ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı. " O zaman Allah müminleri tecrübe etti. İhlash olan, münafıktan ayrıldı. Korkudan ve düşmanın tehdidinden dolayı müminler şiddetli bir şekilde sarsıldılar. İçlerinden sebatkâr olanlar gerçek mümindirler. Kendilerinde köklü endişe bulunanlar da münafıktırlar.
Allah tarafından yapılan imtihan durumun kendisi açısından ortaya çıkması için değil, bilakis bir başka hikmete binâen idi. Bu da şudur: Allah onların içinde bulunduğu durumu gayet iyi bilmektedir. Fakat O, bu durumu diğer peygamberlere ve meleklere göstermeyi murad etmektedir. [40]
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların ve onları destekleyenlerin durumunu ilan ederek şöyle buyurdu:
"O vakit münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Allah ve peygamberi bize ancak aldatıcı bir vaadde bulundu, diyorlardı." Yani dış görünüşleriyle İslâm'ı kabul eden, ama kalpleri iman etmemiş olan münafıklar ile İslâm'ı henüz yeni kabul etmeleri sebebiyle inançları zayıf olanlar: Allah ve Rasulü'nün düşmana karşı muzaffer olma şeklinde bize vaad ettiği şey, hiçbir varlığı ve hakikati olmayan boş bir vaattir, dedikleri zamanı hatırla.
Bunu diyenler: Yahudilerden ve münafıklardan Muattib b. Kuşeyr ve Tu'me b. Ubeyrık gibi 70 kişi idiler. Muattib ittifak gruplarını görünce:
- Muhammed bize İran'ın ve Rum diyarının fethedileceği vaadinde bulunuyor. Halbuki bizden biri korkudan abdest bozmaya gidemiyor. Bu sadece bir aldatıcı gruptan ibarettir.[41]
İnancı hasta olanlara gelince, onların hastalığı olan iman zayıflığı, içinde bulunduğu şiddetli darlık sebebiyle gönlünün yaptığı vesveseden dolayı meydana gelir.
"Hani o zaman münafıklardan bir topluluk: Ey Medineliler! Burası sizin için durulacak bir yer değildir. Hemen geri dönün, demişti."
Yine şunu hatırlayın: Hani münafıklardan Evs b. Kayzî ile onun görüşünü destekleyen bir grup ya da Abdullah b. Übeyy ile arkadaşları şöyle demişlerdi: Ey Medine halkı! Sizin Muhammed ve askerleriyle birlikte ikamet etmenizin hiçbir sebebi yoktur. Bu zillet ve horlanma durumunu normal gösterecek hiçbir neden yoktur. Burada sizin için hiçbir istikrar imkânı ya da ikamet edeceğiniz hiçbir mekân yoktur. Öldürülmekten ve helak olmaktan kurtulmak için hemen evinize ve yurtlarınıza dönün. Yes-rib, belde ismi olup Medine, Taybe ya da Tabe şeklinde adlandırılmıştır. Taife, bir veya daha fazla kişi için kullanılır.
"Münafıklardan başka bir topluluk da Peygamber'den izin isteyerek: Evlerimiz (düşman tehlikesine) açıktır, demişlerdi. Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi. Sadece savaştan kaçmak istiyorladı." Yani fitne çıkarma ve zaafiyet ruhunu yayma sebebiyle Harise b. Haris oğullarından olan münafıklar grubu dönmeye teşebbüs ettiler ve Peygamberimiz (s.a.)'den evlerine dönme ve savaşı terketme hususunda izin isteyerek şöyle dediler: Bizim evlerimiz terkedilmiş, zayi edilmiş durumda olup koruma altında değildir. Yani evlerimizde açıklık bulunup buradan eşya almak ve kadınlarla çocukları tedirgin etmek için hırsızın ve düşmanın girmesinden korkulur. "Halbuki evleri (düşman tehlikesine) açık değildi" yani bu evlerde hiçbir açıklık ve gedik yoktu. Bilakis evleri korunma altında olup iddia ettikleri gibi değildir. Onların amaçları sadece korku sebebiyle kaçmak ve sadık müminler ordusuyla birlikte hareket etmekten uzaklaşmaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların kalplerindeki imanın zaafiyet derecesini ve basitliğini ve bu kaçışın evlerini korumak için olmadığını beyan ederek şöyle buyurdu:
"Eğer ordular Medine'nin çeşitli taraflarından içeri girseydi ve o münafıklardan fitne çıkarmaları istenseydi, hemen ona girişirlerdi. Bu hususta pek fazla gecikmezlerdi."
Yani düşman orduları Medine'nin her tarafından münafıkların üzerine gelselerdi; sonra da onlardan dinden vazgeçmeleri, ya da açıkça küfre dönmeleri ve müslümanlarla savaşmaları istense, buna girişirler, bunu kendi gönülleriyle kabul ederler ve bunu derhal yaparlardı. İmanı korumazlar ve imana sarılmazlardı. İcabet ederken ve kendilerinden istenilen şeyi verirken pek az korku ve endişe taşıdıklarından fazla beklemezlerdi. Bu da duraklamaksızın soru ve cevabın meydana geldiği zaman miktarıdır. Yahut onlar küfrü kabul ettikten sonra Medine'de pek az beklerler, nihayet helak olurlardı.
Bu durum, münafıkların gönüllerindeki imanın zayıflığına açık bir delildir. Dolayısıyla onların savaştan sıyrılmaya ve geri dönmeye teşebbüs etmelerinde şaşılacak bir durum yoktur. Bu, karşı koyma ve yiğitlerle karşılaşma sahnelerinden kaçmaya alışmış korkak ve mütereddit kimselerin özelliğidir. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Halbuki onlar daha önce savaş meydanından kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır."
O münafıklar -Hariseoğulları- bu korkudan önce Uhud günü arkalarım dönmeyeceklerine ve savaştan kaçmayacaklarına dair söz vermişlerdi. Onlar tevbe etmişler ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi.
Cenab-ı Hak daha sonra onları şu ayetle tehdit edip uyardı: "Allah'a verilen sözden mutlaka hesap sorulacaktır." Yani Alah bu ahidden ve kıyamet günü bunu yerine getirmekten dolayı onlara soru soracak, bu ahdi bozmaktan ve Rasulullah (s.a.)'e ihanetten dolayı onları cezalandıracaktır. Bu mutlaka meydana gelecek bir durumdur. "Mes'ulen" kelimesinin manası, yerine getirilmesi gerekli, yapılması istenen şey, demektir.
Allah Tealâ daha sonra onların yaptıklarının faydasız olduğunu beyan edip onları azarlamak üzere şöyle buyurdu:
"De ki : Eğer siz ölmekten veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Kaçsanız bile ancak az bir zaman yaşatılırsınız."
Ey Rasulüm! Bu kaçışlarının kendilerinin ecellerini tehir etmeyeceğini ve ömürlerini uzatmayacağını dolayısıyla ölümle buluşmaktan ya da savaş meydanında öldürülmekten kaçmanın kendilerine hiçbir fayda vermeyeceğini bildir. Zira takdir edilen şey hiç şüphesiz olacaktır. Belki de onların kaçışı, onların ansızın cezalandırılmasına sebep olacaktır. Sağ kalsalar, kaçmak onlara fayda verse ve zannettikleri gibi ölümden kurtulsalar bile, bu kaçışlarından ve uzaklaşmalarından sonra bu gecikme sebebiyle dünya nimetlerinden yararlanmaları pek az bir miktar, ya da pek az bir zaman yararlanmadır. "De ki: Dünya zevki azdır. Âhiret ise gerçekten Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır." (Nisa, 44/77). _
Rabi b. Hayseme diyor ki: Şartın cevabı önceki cümlenin delâleti sebebiyle mahzufdur. Yani siz ölümden veya öldürülmekten kaçarsanız, bu kaçma size fayda sağlamayacaktır. Zira ecelin gelişi muhakaktır.
Allah Tealâ daha sonra onların üzerlerindeki mükemmel kudretini bildirmek için daha önce geçen hususları beyan ederek şöyle buyurdu:
"De ki: Allah size bir kötülük yapmak istese, sizi O'ndan kim koruyabilecektir? Veya size bir rahmet dilese, O'nun rahmetine kim engel olabilecektir?" Yani ey Rasulüm! Allah'ın size olan muradına engel olabilecek veya Allah takdir etmişse kötülüğü sizden giderebilecek, yahut Allah dilemişse sizin için fayda ve hayrı gerçekleştirebilecek hiçbir kimse yoktur.
'Yahut size bir rahmet dilese" ifadesinin manası: Size bir rahmet dilese, size kim kötülük yapabilecektir? demektir. Yani cümle kısa kesilmiştir. "Sûen" kötülük, helak olmak demektir. "Rahmeten" kelimesi de zafer, hayır ve afiyet demektir.
Cenab-ı Hak bu manayı şu ifade ile tekid etmektedir: "Onlar kendileri için Allah 'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilirler." Yani bu münafıklar ve onları destekleyen inancı zayıf kişiler ve diğerleri, kendilerine yardım edecek bir yardımcı ve onlara şefaat edecek bir koruyucu ve destekleyici bulamazlar.
Allah Tealâ sonra da hainleri daima iyi bildiğini ifade ederek ve onları uyararak şöyle buyurdu:
"Allah, içinizden müminleri savaştan alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri çok iyi bilir." Buradaki "kad" azlık için değil, tahkik içindir. Ayetin manası şudur: Şüphesiz ki Allah küçümseyerek ve münafıklık yaparak müslümanları savaşta bulunmaktan alıkoyanları gayet geniş ve her şeyi kapsayan ilimle gayet iyi bilir. Cenab-ı Hak Medinelilerden arkadaşları ve dostlarına: Bizimle birlikte gölgeler ve meyveler altında oturmaya gelin. Kendinizi bize yaklaştırın. Muhammed'i ve onunla birlikte savaşmayı terkedin, diyenleri gayet iyi bilir.
"Helümme" kelimesi Hicazlıların lügatidir. Hicazlılar bu kelimeyi hem tek kişi, hem de topluluk için eşit olarak kullanmaktadırlar. Temim kabilesi ise müfred müzekker için "helümme", cemi müzekker için "helümmü", cemi müennes için "helümmenne" şeklinde kullanmaktadırlar. Nahiv-cilerin ittifakına göre "helümme" ses değildir, terkibinin aslında farklı görüşler bulunan mürekkep bir kelimedir. Bir görüşe göre "helümme" ten-bih edatı olan "hâ" ile "lem" kelimesinden birleşmiştir. Bu, Basralıların görüşüdür. Bir başka görüşe göre ise "hel" ve "ümm" kelimelerinden birleşmiştir. Hem müteaddi, hem lazımdır. Müteaddi olan, şu ayetteki gibidir: "De ki : Şahitlerinizi getirin." (En'am, 6/150). Lazım olan da şu ayetteki gibidir: "Bize gelin." (Ahzap, 33/18).
"Kardeşlerine......diyenler"
a) Ya müslümanlara Muhammed ve ashabı küçük bir gruptur. O ve onunla birlikte olanlar helak olacaklardır. O halde bize gelin, diyen münafıklardır.
b) Ya da Benî Kureyza Yahudileri olup münafık kardeşlerine: Bize gelin. Muhammed'den ayrılın. Zira o helak olacaktır. Ebu Süfyan zafer elde ederse, sizden hiçbir kimseyi geri bırakmayacaktır, demişlerdir.
c) Yahut Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından bir adam olup öz kardeşine savaşın ortasında: Bana gel. Sen ve arkadaşın takip olunmakta. Sen ve arkadaşın kuşatılmıştır, demiştir.
"Zaten onlar savaşa az gelirler." Yani münafıklar savaşa az bir zaman, ya da mecbur kalırlarsa, ölümden korktukları için bir parça katılırlar. Bu ayet aynen şu ayet gibidir: "Onlar pek az savaşırlar." (Ahzap, 33/20).
Cenab-ı Hak daha sonra münafıkların diğer sıfatlarını zikrederek şöyle buyurdu:
a) "Size yardımlarını esirgerler." Bu cimrilik vasfıdır. Yani onlar kendi nefislerine, kendi durumlarına ve mallarına karşı cimridirler. Onlar savaşta size ne can, ne mal, ne sevgi ne de şefkatle destek verirler. Aynı şekilde ganimet taksiminde de cimridirler. "Eşihha" kelimesi "şahıyh" kelimesinin gayri kıyasî çoğuludur. Kıyasî çoğulu "eşıhhâü" şeklindedir. Tıpkı "halîl" ve "ehıllâü" kelimeleri gibi. Doğrusu münafıkların cimriliği müminlerin yararına olan her şeyi kaplamaktadır.
b) "Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman üzerine ölüm baygınlığı çökmüş insan gibi gözlerini döndürerek sana baktıklarını görürsün."
Bu korkaklık sıfatıdır. Cimrilik korkaklığın benzeridir. Cimirilik zikredildiği zaman onun sebebi olan korkaklık da belirtilir.
Ayetin manası savaşın ve çarpışmanın başlamasıyla birlikte korku meydana gelmeye başladığında onların sana -ey Peygamber- bu durumda endişe, düşkünlük ve zayıflık içinde ölüm sarhoşluğunu yaşamaktan dolayı baygın olan kimsenin baktığı gibi baktıklarını görürsün. Savaştan korkan bu kimselerin korkusu da aynı şekildedir.
c) "Korku gittiğinde ise mala düşkün olarak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler." Bu münafıkların iğneli dil sahibi olma, sözle rahatsız etme ve yalancı övünme sıfatlarıdır.
Ayetin manası: Güvenlik gerçekleştiği zaman size dille galip gelirler ve size sözle eziyet ederler. Kendilerinin yardım ve cesaret ehli oldukları şeklinde böbürlenirler. Onlar bu konuda yalancıdırlar.
Bu sıfatın sebebi ise Cenab-ı Hakkın buyurduğu şekildedir: "Mala karşı aşırı düşkünlük ..." Yani bununla birlikte bu kimselerde hayır yoktur. Bu kimseler korkaklık, yalancılık ve hayırsızlık vasıflarını birarada topladılar. Onlar her iki durumda da hayrı az, şerri çok kimselerdir. Onlar başta ve sonda cimrilik yaparlar. Yani onlar şiddet durumunda korkak, ganimet zamanında cimri kimselerdir.
Katade diyor ki: Münafıklar ganimet anında toplumun en aç gözlüleri ve paylaşmaları en kötü kimseler olup, "Bize verin, bize verin. Biz de sizinle birlikte savaşta bulunduk", derler. Şiddet anında ise onlar toplumun en korkakları ve hakka karşı en düşük kimselerdir.
Allah Tealâ münafıkların hastalıklarının ve bütün kötü vasıflarının sebebinin Allah'a duyulan güvenin zayıflaması olduğunu zikretti:
"Onlar aslında iman etmemişlerdir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu Allah'a çok kolaydır." Yani bunlar Allah ve Rasulü'nü tasdik eden kimseler değildirler. Onlar lafzan imanı ortaya koysalar da, hakikaten iman etmemişlerdir. Allah da onların müslümanlarla birlikte yapmış oldukları amellerini iptal etmiştir. Bu iptal etme Allah'ın adaletinin ve hikmetinin gereği olarak Allah'ın nezdinde gayet basit ve kolaydır.
Zemahşerî şöyle bir soru ortaya koydu: "Münafığın sabit bir ameli var mıdır ki, iptale uğrasın?" Daha sonra şu cevabı verdi: "Hayır, fakat bu ifade kalp iştirak etmese de, dille iman etmenin iman olduğunu, münafığın işlediği amellerden dolayı mükâfat göreceğini zanneden kimseye bir ders niteliğinde olup Cenab-ı Hak münafığın imanının iman olmadığını ve onda bulunan her amelin batıl olduğunu beyan etmiştir.[42]
Allah Tealâ münafıkların korkaklık, cimrilik ve düşman korkusu gibi çirkin sıfatların onların devamlı sıfatları olduğunu; geçici, arızî, mücerret bir durum olmadığını zikretmektedir.
"Münafıklar düşman ordularının gitmediklerini zannediyorlardı." Yani onlar korku ve endişelerinin şiddetinden dolayı Kureyş, Gatafan ve Kureyzaoğulları'ndan meydana gelen küfür topluluklarının çekilmediklerini ve mağlup olmadıklarını ve onların kuşatma ve savaşa döneceklerini sanıyorlardı. Düşman ordularının çekilmelerine, yenilgiye uğramalarına ve kesinlikle dönmeyecekleri gerçeğine rağmen münafıklar savaşta bulundukları halde savaş meydanından uzakta dururlar. Zira onlar orada savaş-mayacaklardır.
"Eğer düşman orduları tekrar saldırıya geçecek olsa, onlar çöllerde bedeviler arasında bulunup haberlerinizi oradan sormak isterlerdi."
Yani düşman grupları tekrar sizinle çarpışmaya dönerlerse, onlar sizinle Medine'de ve savaşçılar arasında birlikte bulunmayı temenni ederlerdi. Hatta çölde bedeviler arasında bulunmayı ve sizin üzüntünüzden dolayı sevinmek, size kötülük dokunmasını beklemek, korkaklık ve azimet-lerdeki zafiyet sebebiyle sizin haberlerinizi sormak isterlerdi.
"Şayet onlar aranızda olsalardı, ancak pek az savaşırlardı." Yani o münafıklar savaş meydanında sizinle beraber olsalardı, kendilerini korkaklık ve zafiyetin kuşatması sebebiyle az bir çarpışma ile ya da az bir zaman çarpışırlardı.
Cenab-ı Hak daha sonra üstün lider Rasulullah (s.a.)'e tâbi olmanın zaruri olduğuna, onların ve başkalarının dikkatini çekerek şöyle buyurdu:
"Gerçekten Allah'ın Rasulü'nde sizin için; Allah'ı ve ahiret gününü arzulayanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için güzel bir numune vardır."
Bu, Allah Tealâ tarafından Ahzab savaşında ve diğer zamanlarda Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri, davranışları, durumları, sabrı, tahammülü, cihadı ve Rabbinden yardım beklemesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.)'i örnek alma emridir.
Ayetin manası şudur: Ey müminler! Sizin için güzel bir nümûne ve izinden gidilecek üstün örnek vardır. Haydi ona uyun, onun şemailini izleyin. Allah'ı sevme, O'na tazim gösterme, Onun cezasından korkma, O'nun sevabını ve mükâfatını arzu etme sebebiyle siz Allah'ın sevabını ve lütfunu istiyorsanız, Allah'tan ve Onun hesabından korkuyorsanız, gece-gündüz Onu çok zikrederseniz; Rasulullah (s.a.) kahramanlık, atılganlık, sabır ve tahammül hususunda üstün bir örnektir. Zira Allah'ı zikretme, O'na itaat etmeye ve Rasulü'nü örnek almaya sevketmektedir.
Bu, savaştan geri kalanlar için bir ihtar. Bütün insanları rahatlık ve darlıkta, şiddet anında kahramanlarla buluşma ve yiğitlerle karşılaşma zamanında Rasulullah (s.a.)'e uymayı irşad etmektedir. [43]
Allah Tealâ münafıkların durumunu beyan ettikten sonra müminlerin düşmanlarla karşılaşma anındaki durumunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Müminler düşman ordularını görünce: "İşte Allah'ın ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur. Allah ve Rasulü doğru söylemiş." dediler. Bu, ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı."
Allah'ın kendilerine yaptığı vaadi tasdik eden, söz ve amelinde ihlaslı olan müminler Medine etrafında toplanan düşman gruplarını gördüklerinde: imtihan edilme, düşmanlarla karşılaşma denemesine tâbi tutulma ve yakın zafer şeklinde Allah ve Rasulü'nün bize vaadettiği budur." dediler.
Allah ve Rasulü zafer vaadinde sadık kaldı. Düşmanların biraraya gelmeleri, bu sıkıntı ve darlık durumu onların Allah'a imanlarını, Rasulullah (s.a.)'i tasdik etmelerini, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyetlerini, O'nun emirlerine boyun eğmelerini, Rasulü (s.a.)'e itaat etmelerini ve kulların sebeplere sarılmaları, savaşa hazırlanmaları ve gerçekten çarpışmalarından sonra zaferin Allah Tealâ nezdinde olduğuna dair kesin imanlarını artırdı. Zira cihad Allah tarafından kullarına bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğü yok kabul etmek bir masiyettir. Kulların hiçbir çalışma yapmaksızın sadece Allah'ın kudretine ve Onun yardım ve destekle imdada erişeceğine dayanmak kötü bir anlayış, bilgisizlik ve aldatıcı şeytan temennileridir.
Bu hatalı anlayışlara karşı dikkat çekme, Kur'an'da tekrar tekrar belirtilmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber olan müminler "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı elbette yakındır." (Bakara, 2/214). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Yemin olsun ki biz kendilerinden öncekileri denemişken, insanlar inandık demekle, denenmeden bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" (Ankebût, 29/2).
İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) ashabına: "Düşman kabileler dokuz-on gün içinde yani dokuz veya on gün sonunda üzerinize gelecekler." buyurdu. Yine Peygamberimiz (s.a.): "Düşman kabilelerin sizin aleyhinize toplanmaları ile durum şiddetlenecek. Hayırlı sonuç sizin lehinize, onların aleyhine olacak."
Ayette Allah'ın ve Rasulü'nün vaadine güvenmenin vacip olduğuna delil vardır. Allah Tealâ'nm "Bu ancak onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı." kavli iman artar ve eksilir diyen imamların ekseriyetinin ifade ettikleri gibi imanın insanların durumlarına göre artacağına ve güçleneceğine delildir.
Cenab-ı Hak, münafıkların savaştan kaçmayacaklarına dair Allah'a verdikleri sözü bozdukları şeklinde durumlarını belirttikten sonra, ahid ve misakları üzerinde devam eden, Allah'ın peygamberinden ancak ölümle ayrılacaklarına dair Allah'a verdikleri sözde vefakârlık gösteren müminlerin durumunu tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir. Onlardan kimi bu uğurda canlarını feda etmiş, kimi de (bu şerefi) beklemektedirler. Onlar (Allah'a) verdikleri sözü asla değiştirmediler." Yani münafıkların karşısında ihlaslı ve sadık müminlerden bir grup vardır. Onlar Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Sıkıntı ve darlık durumunda sabredecekleri şeklinde verdikleri sözde vefakârlık gösterdiler. Onlardan kimi eceli sona eren, Bedir ve Uhud günündeki gibi şehid olan kimselerdir. Kimi de ahde vefakârlık gösterek şehitliği ve Allah'ın kaderini beklemektedirler. Biz savaştan kaçmayacağız, deyip de bu sözlerini değiştiren, savaştan kaçan münafıklardan farklı olarak müminler ahidlerini bozmadılar, değiştirmediler. "Adağını yerine getirdi." ifadesinin manası çarpıştı ve adak olan canını feda etti, demektir. "Nahb", adak demektir.
Buhari, Enes b. Malik (r.a.)'den naklediyor: "Biz, "Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki..." ayetinin Enes b. Nadr hakkında nazil olduğu görüşünde idik."
İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve Neseî, Enes b. Malik'ten rivayet ediyor: Amcam Enes b. Nadr Bedir'de bulunamadı. Bu durum ona ağır geldi. Şöyle dedi:
- "Rasulullah (s.a.)'in katıldığı ilk gazvede bulunamadım. Allah bana bundan sonra Rasulullah (s.a.) ile beraber bir gazvede bulunmayı gösterirse, Allah, ne yapacağımı mutlaka görecektir."
Enes b. Malik anlatmaya devam etti: Başka bir şey söylemeyi büyüklük saydı. Sonra da Uhud günü Rasulullah (s.a.) ile birlikte savaşa katıldı. Sa'd b. Muaz'la karşılaştı. Amcam Enes b. Nadr, Sa'd'e:
- Ya Eba Amr nereye? Ah cennetin kokusu! Ben onu Uhud'un hemen ardından duyuyorum, demiş, sonra da şehid oluncaya kadar çarpışmıştı. Savaş sonunda vücudunda seksen küsur kılıç, mızrak ve ok yarası bulunmuştu. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Müminler içinde öyle yiğitler vardır ki Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat göstermişlerdir."
Keşşaf tefsirinde zikredildiğine göre sahabeden bazı kimseler Rasulullah (s.a.) ile birlikte bir savaşta bulunurlarsa, sebat edip şehid oluncaya kadar çarpışma adağında bulundular. Bunlar Osman b. Affan, Talha b. Ubeydillah, Said b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Mus'ab b. Umeyr ve başkaları idi.
Allah Tealâ daha sonra müminlerin ve başkalarının belâya uğramalarının ve savaşta acı çekmelerinin sebebini zikrederek şöyle buyurdu:
"Allah'ın sözünde duranları, sadakatlarıyla mükâfatlandırması, münafıklara ise, dilerse azap vermesi veya tevbelerini kabul etmesi için (böyle oldu)."
Yani Allah kirli olanı temizden ayırması için kullarını korku ve düşmanla karşılaşmakla imtihan eder ve bu iki grubu açıkça ortaya çıkarır. Allah'a verdikleri ahidlerinde sabretmek, bu ahidlerini yerine getirmek ve bunları korumak suretiyle imanlarında sadık olanları mükâfatlandırır.
Onlar vaadlerinde sadık olduğu gibi Allah da dünya ve ahirette onlara verdiği vaadinde sadıktır. Ayrıca Hakk'ı yalanlayan, ahdi bozan, Allah'ın emirlerinden yüzçeviren; böylece Allah'ın cezasına ve azabına müstahak olan münafıklara azab edecektir.
Herşey dünyada Allah'ın iradesi altındadır. O dilerse onlar aynı durumda kalır, nihayet Allah'a kavuşurlar. Allah da onlara azab eder. O dilerse onları nifaktan vazgeçip imana, fısk ve isyandan sonra salih amele irşad etmek suretiyle onların tevbelerini kabul eder. Yani iman ve tevbe yolunu bulabilmek Allah'ın muradı ve iradesiyledir.
Allah'ın mahlûkatına şefkat ve rahmeti gazabına galip geldiğine göre Cenab-ı Hak şöyle buyaracaktır:
"Şüphesiz ki Allah çok mağfiret edicidir ve çok merhametlidir." Zira onların günahlarını örtmüş, onlara rahmetiyle muamele etmiş, onları imanla nzıklandırmış ve tevbeye muvaffak kılmıştır. Tevbeden sonra geçen şeylerden dolayı onları cezalandırmamıştır. Bu ifade vakit geçirmeden iman ve tevbeye özendirme ifadesidir.
Bu ayetin benzerleri çoktur. Bunlardan iki ayet şunlardır: "Yemin olsun ki sizi, içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açıklayana kadar deneyeceğiz." (Muhammed, 47/31); "Allah (siz) müminleri, içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Nihayet kirli olanı temizden ayırcaktır." (Al-i Imran, 3/179). [44]
"Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi. Onlar hiçbir şey elde edemediler. Savaşta müminlere Allah'ın yardımı yetti. Allah çok güçlüdür, herşeye galiptir."
Allah Tealâ bu düşman gruplarını Medine'den uzaklaştırdı. Onları öfkeleriyle perişan ve eli boş olarak geri çevirdi. Onlar hiçbir gönüle şifa veremediler. Hiçbir şey gerçekleştiremediler. Cenab-ı Hakk'ın gönderdiği soğuk rüzgâr ve ilâhî ordular sebebiyle ganimet, esir ya da kesin zafer gibi hiçbir hayır elde edemediler. Onların toplulukları dağıldı, grupları parçalandı. Kendileri için ne dünyada zafer ve ganimet, ne de ahirette hiçbir hayır gerçekleştiremediler. Sadece Rasulullah (s.a.)'e düşmanlıklarını ilân etmek, ona karşı çıkmak ve onu öldürmeye, onun cemaatini ve ordusunu kökünden kazımaya yönelme günahını aldılar. Kim birşeye yönelir ve bu amacını gerçekten uygulamaya başlarsa, bu hakikatte o şeyi yapan kimse gibidir.
Allah savaşta müminlere yetti. Yani onları savaşma ve karşılaşıp düşmanları ülkelerinden kovmaya bırakmadı. Bilakis onların serlerine, yalnız Allah karşı koydu. Kuluna yardım etti. Ordusuna izzet verdi. Bizzat kendisi düşman gruplarını mağlup etti. Bunun için -Buhari ve Müslim'in rivayetine göre- Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur. O vaadinde durdu. Kuluna yardım etti. Ordusunu aziz kıldı. Düşmanları mağlup etti. Ondan sonra hiçbir şey yoktur." Yine Buhari ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde Abdullah b. Ebî Evfa'dan naklediliyor ki: Rasulullah (s.a.) düşman kabilelere beddua ederek şöyle buyurdu:
"Ey kitabı indiren, hesap görmesi süratli olan, Allahım! Bu kabileleri yenilgiye uğrat. Allahım! Onları yenilgiye uğrat ve onları sarsıntıya uğrat."
Muhammed b. İshak diyor ki: Hendek başında toplananlar oradan ayrılınca -bize ulaşan haberlere göre- Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bu yıldan sonra Kureyş sizinle savaşmaya kalkışmayacak. Siz onlarla savaşmaya teşebbüs edeceksiniz." Gerçekten Kureyş bundan sonra savaşa kalkışmadı. Rasulullah (s.a.) onlara savaş açtı. Nihayet Allah Mekke'nin fethini ihsan etti.
Allah çok güçlü ve hükmünde son derece üstündür. Yani onlarla çarpışmaya muhtaç değildir. Kâfirleri kökten yoketmeye ve onları zelil etmeye, gücü ve kuvvetiyle onları hiçbir fayda elde etmeden eli boş olarak geri çevirmeye, İslâm'ı ve müslümanları izzetli kılmaya kadirdir. [45]
"Allah kitap ehlinden kâfirlere yardım edenleri (sığındıkları) kalelerinden indirmişti."
Allah Ehl-i Kitap'tan olan ve düşman gruplarına yardım eden Benî Kureyza Yahudilerini kalelerinden indirdi. Zira onlar Nadîroğulları'ndan Huyeyy b. Ahtab'ın gayretiyle kendileriyle Rasulullah (s.a.) arasındaki ahitlerini bozmuşlardı. Zira Huyeyy, Kureyzaoğulları reisi Ka'b b. Esed'den ayrılmamış, nihayet Ka'b ahdi bozmuştu. Huyeyy, Ka'b'a:
- Yazık, ben sana zamanın en şereflilerini getirdim. Kureyş ve civar kabileleri, Gatafan ve ona tâbi olan kabileleri getirdim. Onlar şurada Muhammed ve ashabını tamamen yokedinceye kadar yerleşecekler, dedi. Ka'b ise:
- Hayır, Allah'a yemin olsun ki sen zamanın zilletini getirdin. Yazık sana ya Huyeyy! Sen uğursuzsun. Bizden uzak dur, dedi.
Huyeyy onu kandırmaya devam etti. Nihayet Ka'b onun sözünü kabul etti. Huyeyy, Ka'b'a toplanan kabileler giderse ve onların gayretleri boşa çıkarsa, Ka'b'ın da kendileriyle beraber kaleye girmesi ve böylece kendilerine örnek olmasını şart koştu.
Allah Tealâ Rasulü'nü ve müslümanları teyid ettiği, düşmanlarını bozguna uğratıp onları en büyük zararla eli boş geri çevirdiği ve müslüman-ların da Medine'ye döndükleri sırada Cebrail aleyhisselâmı gönderdi ve Rasulü (s.a.)'e şunu vahyetti:
- Allah sana Kureyzaoğulları üzerine gitmeni emrediyor.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) derhal kalktı ve halka Kureyzaoğul-ları'nın üstüne yürümelerini emretti. Kureyzaoğulları Medine'ye birkaç mil mesafede idiler. Bu emir öğleden sonra verilmişti.
Buhari ve Müslim'in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.): "Sizden hiçbiriniz ikindi namazını Kureyzaoğulları'ndan başka bir yerde kılmasın. " dedi. Halk yürüdü. İkindi vakti onlara yolda erişti. Bazıları yolda namazı kıldılar. Bunlar:
- Rasulullah (s.a.) bizden sadece acele olarak yola çıkmamızı istedi, dediler. Diğerleri de:
- Biz ikindi namazını Kureyzaoğulları diyarında kılacağız, dediler. Peygamberimiz (s.a.) bu iki gruptan hiçbirine sert davranmadı.
Rasulullah (s.a.) müslümanların peşinden gitti. Medine'ye vekil olarak İbni Ümmi Mektum'u bıraktı. Sancağı Hz. Ali'ye verdi. Peygamberimiz (s.a.) daha sonra onları kaleden inmeye davet etti. Onları 25 gece kuşatma altında tuttu. Bu durum uzayınca kendileri hakkında Evs kabilesi reisi Sa'd b. Muaz'ın hüküm vermesi şartıyla kaleden indiler. Zira Evs kabilesi cahiliyyede Kureyzaoğulları'mn müttefiki idi.
Sa'd gelince Peygamberimiz (s.a.):
- Büyüğünüze ayağa kalkın, buyurdu. Müslümanlar Sa'd'ın Kureyzaoğulları hakkındaki hükmünün geçerli olması için onun hüküm mevkiinde, ona hürmeten ve değer vererek ayağa kalktılar.
Peygamberimiz (s.a.) işaret ederek:
- Şunlar senin hükmüne razı oldular. Onlar hakkında dilediğin şekilde hüküm ver, buyurdu.
Sa'd (r.a.):
- Benim hükmüm onlar üzerinde geçerli olacak mı? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, dedi. Sa'd (r.a.):
- Peki, bu çadırda olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, dedi. Sa'd (r.a.) Rasulullah (s.a.)'in de içinde bulunduğu tarafı işaret ederek:
- Burada olanlar üzerinde de geçerli olacak mı? dedi. Bu sırada Rasulullah (s.a.)'e hürmet etmek, değer vermek ve büyüklüğünü ifade etmek için Rasulullah (s.a.)'den yüzünü çevirmişti. Peygamberimiz (s.a.):
- Evet, buyurdu. Sa'd (r.a.):
- Ben Yahudilerin savaşçılarının öldürülmesi, çoluk-çocuklarına ve mallarına el konulması hükmünü veriyorum, dedi. Rasulullah (s.a.):
- Yedi kat semanın üzerinden Allah Tealâ'nm verdiği hükümle hükmettin. Ya da onlar hakkında Allah Tealâ'nm hükmü ve Rasulu nün hükmü ile hüküm verdin, buyurdu.
Rasulullah (s.a.) daha sonra çukurlar kazılmasını emretti. Yerde çukurlar kazıldı. Yahudiler elleri omuzlarına bağlı getirildiler. Boğazları vuruldu. Sayıları 700 ila 800 arasında idi. Bunların hanımları, malları ve çocukları esir alındı.
"Allah onların kalplerine korku salmıştı. Siz onların bir kısmını öldürüyor, bir kısmını ise esir alıyordunuz." Yani Hz. Peygamberle savaşmak hususunda müşrikleri kışkırtmaları, müslümanları korkutmaları ve öldürme maksadı taşımaları sebebiyle Allah onların gönüllerine şiddetli korku verdi. Durum onların beklediklerinin aksi oldu. Kendilerini, ölüme, çocuklarını ve kadınların esirliğe teslim ettiler. Siz onlardan bir kısmını yani savaşan erkekleri öldürüyordunuz. Diğer bir kısmını yani kadınlarını ve çocuklarını esir alıyordunuz.
"Allah onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı size miras olarak verdi. Allah her şeye kadirdir."
Yani Allah size onların ekili arazilerini, mamur evlerini, biriktirilen mallarını ve ayrıca henüz ayaklarınızın basmadığı, gelecekte Kureyzaoğul-ları'ndan sonra fethedeceğiniz Hayber, Mekke, Fars ve Rum diyarı gibi başka toprakları size miras olarak verdi.
Allah herşeyde mutlak kudret sahibidir. O Kureyzaoğulları'nın topraklarına sizi varis kıldığı ve onlara karşı sizi muzaffer kıldığı gibi başka yerlere de sizi varis kılmaya ve başka kavimlere karşı sizi muzaffer kılmaya kadirdir.[46]
Bu ayetler aşağıdaki hüküm ve prensiplere işaret etmektedir:
1- Hendek (veya Ahzab) Gazvesi'nde müslümanların müşriklere ve ahidlerini bozan Benî Kureyza Yahudilerine karşı kazandıkları kesin zafer, Allah Tealâ'ya şükür ve hamdi gerektiren büyük bir nimettir. Çünkü her zafer Allah Tealâ'nm rüzgâr ve melekleri göndermek suretiyle tedbir ettiği bir zaferdir. Bu savaşta müminlerin savaşa girme ve İslâm'ın başşehri olan Medine'lerini savunma azimleri doğrulandı.
2- Sultan, savaş hakkında ashabı ve yakınlarıyla istişare eder. Zira Rasulullah (s.a.) düşman gruplarının toplanması ve Medine'ye doğru yola çıkmaları sebebiyle ashabıyla istişare etti. Selman-ı Farisî ona hendek kazılmasını teklif etti. Peygamberimiz onun görüşünü kabul etti. Muhacirler:
- Selman bizdendir, dediler. Ensar:
- Selman bizdendir, dediler. Peygamberimiz (s.a.)
- Selman bizdendir, Ehl-i Beyit'tendir, buyurdu.
Hendek Savaşı, Selman'm Rasulullah (s.a.) ile birlikte katıldığı ilk savaş idi. Selman o sırada hür idi. Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Ya Rasulallah! Biz Fars diyarında iken kuşatıldığımız zaman hendek kazardık, dedi. Bunun üzerine müslümanlar gayretle hendek kazmaya başladılar.
Bu haberde düşmana karşı mümkün olan bütün vesilelerle korunmanın vacip oluşu anlaşılmaktadır. Yine burada hendek kazmanın insanlara taksim edildiği anlatılmaktadır. Buna göre kim işini bitirirse, işini bitirmeyene yardım edecektir. Müslümanlar kendileri dışındaki kimselere karşı tek yumruk olmalıdır.
Buhari ve Müslim, Bera b. Azib'den naklediyor: Hendek günü olduğu ve Rasulullah da hendek kazdığı zaman Rasulullah (s.a.)'i hendeğin toprağını dışarı atarken gördüm. Toz toprak, çok kıllı olan karnının cildini örtmüştü. Onun İbni Ravaha'nın şu kelimelerini söylediğini işittim:
Allahım! Sen olmasaydın, biz doğru yolu bulamazdık. Ne sadaka verir, ne de namaz kılardık. Bizim üzerimize huzur ve sükûneti indir. Düşmanla karşılaşırsak ayaklarımızı sabit kıl.
3- Zikri geçen siret haberleri ve Neseî'nin Bera'dan rivayeti delâlet ediyor ki Rasulullah (s.a.) hendek kazma esnasında bir kayaya üç defa vurdu. Birinci vuruş Kisra'nın şehirlerini ve etrafını aydınlattı. İkinci vuruş Kayser'in şehirlerim ve etrafını aydınlattı. Üçüncü vuruş Habeşistan şehirlerini ve etrafını ortaya koydu. Selman bu manzaraları gözleriyle gördü.
Bu, Rasulullah (s.a.)'in bir mucizesi olup böylece Rasulullah (s.a.)'e bu ülkelerin fethi müjdelenmektedir. Peygamberimiz (s.a.) -İmam Malik'in rivayetine göre- bu esnada şöyle buyurdu: "Habeşliler sizi serbest bıraktıkları müddetçe siz de onları serbest bırakın. Türkler sizi terkettikleri müddetçe siz de onları terkedin."
4- Kureyzaoğulları; Kureyş ve Gatafan kabilelerinden meydana gelen ahzabla gizlice anlaşmaları sebebiyle Rasulullah (s.a.) ile yaptıkları ahdi bozduklarını ilan ettiler. Rasulullah (s.a.) onlara şöyle dedi:
"Ey maymunların kardeşleri! Siz ahdi bozdunuz. Allah sizi rezil-rüs-vay etsin. Size belâsını indirsin."
Rasulullah (s.a.) onları yirmi küsur gece kuşattı. Nihayet onlar Sa'd b. Muaz m hükmünü kabul etti. Sa'd ise onların savaşçılarının öldürülmesi, mallarına el konulması ve çoluk-çocuğunun esir edilmesi hükmünü verdi. Kureyza'nın fethi hicretin beşinci yılı Zilka'de ayının sonu ve Zilhiccenin ilk günlerinde idi.
5- Ahzabın (düşman gruplarının) Medine etrafında toplanmaları ve Medine'yi kuşatmaları endişe ve telaşlanma sebebi, belâ, sıkıntı ve korku nedeni olup münafıklara vesvese ve kuruntu verdi. Münafıklar içlerinde gizledikleri pekçok şeyi açığa vurdular. Onlardan bir kısmı: "Evlerimiz tehlikeye açık. Evlerimize gidelim. Biz evlerimiz için endişeliyiz." diyorlardı. Evs b. Kayzî bunlardan biriydi. Münafıklardan bazıları da: "Muhammed bize Kisra ve Kayser'in hazinelerinin fethedileceği vaadinde bulunuyor. Halbuki bugün hiçbirimiz abdest bozmaya giderken kendi nefsinden emin değil." diyorlardı. Amr b. Avf oğullarından Muattib b. Kuşeyr bunlardan biriydi.
Müşrikler Medine kuşatmasına yaklaşık bir ay devam ettiler. Onlarla müslümanlar arasında ok ve taş atmaktan başka bir şey olmadı. Rasulullah (s.a.) bu belânın müslümanlar üzerindeki şiddetini ve sıkıntısını görünce Gatafan kabilesinin reisleri olan Uyeyne b. Hısn el-Fezarî ile Haris b. Amr el-Mürrî'ye elçi gönderdi. Medine'nin meyvelerinin üçte biri karşılığında yanlarında bulunan Gatafanlılarla birlikte Medine önünden ayrılmalarını, Kureyş'i yalnız bırakmalarını ve kabilelerine dönmelerini teklif etti. Bu bir görüşme olup henüz akid yapılmamıştı.
Bu ikisi kabul edince Peygamberimiz (s.a.) Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade ile istişare etti. Sa'd b. Muaz şöyle dedi:
- Ya Rasulallah! Allah'a yemin olsun ki, biz ve şu düşmanımızla Allah'a şirk koşma ve puta tapma konusunda beraberdik. Allah'a ibadet etmiyor ve O'nu tanımıyorduk. Onlar bizden hiçbir meyve, ya da ikrama ulaşmayı arzu etmediler. Allah bize İslâm'ı lütfedip bize İslâm'ı gösterdiği ve seninle bize şeref verdiği zaman mı mallarımızı onlara verceğiz? Allah'a yemin olsun ki Allah bizimle onlar arasında kesin hüküm verinceye kadar onlara kılıçtan başka bir şey vermeyeceğiz. Peygamberimiz (s.a.) bundan memnun oldu ve "Siz bilirsiniz." dedi.
Sa'd b. Muaz, Uyeyne ve Haris'e hitaben:
- Buradan ayrılın. Sizin için bizim yanımızda sadece kılıç vardır, dedi. Sa'd bu sahifeyi eline aldı ve yırttı. Bu eahifede kelime-i şehadet yoktu.
6- Hendeğin geçilmesi: Kureyş atlılarından birkaçı hendeği geçtiler. Bunların arasında Amir b. Lüeyy oğullarından Amr b. Vüdd el-Amirî, İk-rime b. Ebî Cehil, Hübeyre b. Ebî Vehb, Dırar b. Hattab el-Fihrî bulunuyordu. Bu süvariler Hendek-Sel' tepesi arasında biraraya gelince karşılarına bir grup müslümanla birlikte Hz. Ali çıktı. Nihayet girdikleri geçidi tuttular. Atlılar bunlara karşı yöneldiler. Amr yüksek sesle bağırdı:
- Benimle kim karşılaşacak? dedi. Hz. Ali ona karşı çıktı ve:
- Ey Amr! Bize ulaştığına göre sen Allah'a ahidde bulunmuşsun. İki hasletten birine davet edildiğin zaman birini tutacağına söz vermişsin, dedi. Amr:
- Evet, dedi. Hz. Ali:
- Seni Allah'a ve İslâm'a davet ediyorum, dedi. Amr:
- Benim buna ihtiyacım yoktur, dedi. Hz. Ali:
- Sana teke tek çarpışmayı teklif ediyorum, dedi. Amr:
- Ey kardeşimin oğlu! Allah'a yemin olsun ki benimle senin baban arasındaki dostluk sebebiyle seni öldürmeyi arzu etmiyorum, dedi.
Hz. Ali ise:
- Allah'a yemin olsun ki, ben seni öldürmek istiyorum, dedi. Amr kızdı, atından inip ayaklarını kesti. Hz. Ali'ye doğru yürüdü. Karşılıklı vuruştular ve boğuştular. Nihayet Hz. Ali Amr'ın göğsü üzerinde onun başını keserken göründü. Amr'ın arkadaşları Hz. Ali'nin onu öldürdüğünü görünce atlarıyla geçidi atlayarak mağlup halde kaçtı.
O gün Sa'd b. Muaz okla yaralandı. Kolunun daman kesildi. Kurey-zaoğulları Gazvesinde şehid olarak ruhunu teslim etti. Sa'd, Peygamberimiz (s.a.)'in, hakkında: "Onun ölümüyle Rahman'ın arşı titredi." buyurduğu şahsiyettir. Yani onun ruhunun gelişiyle arşın sakini olan melekler sevindiler ve titrediler demektir.
7- Savaşta hilenin meşru oluşu: Nuaym b. Mes'ud b. Amir el-Eşceî dehası ve hilesiyle müşrik Araplarla Yahudiler arasında ayrılık tohumlarını ekmeye çalışmış ve daha önce açıklandığı gibi planında başarılı olmuştu.
8- Müctehid isabet etse de, hata etse de, ictihadda bulunmak caizdir: Peygamberimiz (s.a.)'in "Sakın hiçbir kimse ikindiyi Benî Kureyza'dan başka bir yerde kılmasın." nehyi ile amel ederek ikindi namazını Benî Kurey-za'ya giderken yolda kılan grup ile namazı tehir edip vakti geçtikten sonra kılan grubun her ikisinin görüşünü Peygamberimiz (s.a.) kabul etmişti.
Bu iki gruptan birincisi vakti geçirmekten korkup namazı Benî Kurey-za'ya varmadan kılmış, diğer grup ise; "Biz namaz vakti geçse de, namazı Rasulullah (s.a.)'in emrettiği yerden başka yerde kılmayız." dediler. Rasulullah (s.a.) bu iki gruptan hiçbirine sert davranmadı. Bu olayda, fıkıh kaidelerinden olan, farklı görüşte olan müctehidlerin doğru davrandığı kaidesi anlaşılmaktadır.
9- Rasulullah (s.a.) Kureyzaoğulları'nın mallarını mücahidler arasında taksim etti. Süvarilere üç hisse, piyadelere bir hisse verdi. Bir görüşe göre: Bu ganimet süvari ve piyadeye taksim edilen ilk ganimettir. İlk defa hums (beşte bir ) hissesinin ayrıldığı ilk ganimettir. Bir başka görüşe göre: Bu ilk defa Abdullah b. Cahş seriyyesinde taksim edilmişti. İbni Abdilberr ise bu iki görüşü birleştirerek: Kureyza'dan alınan ganimetin "iyi bilin ki bir şeyden aldığınız ganimetin beşte biri Allah'a ve Rasule aittir." (Enfal, 8/41) ayetinin inmesinden sonra ilk defa beşte bir hissenin ayrıldığı ilk ganimettir, demiştir. Abdullah b. Cahş bundan önce beşte biri, seriyesinde dağıtmıştı. Daha sonra Kur1 an onun yaptığı şekilde nazil oldu ve bu durum Abdullah b. Cahş'ın faziletli özelliklerinden oldu. (Allah'ın rahmeti üzerine olsun.)
10- Allah Hendek günü ahzaba (düşman ordularına) saba rüzgârını gönderdi. Rüzgâr onların kazanlarını attı, çadırlarını söktü. Cenab-ı Hak kalabalıkları dağıtmak için melekleri indirdi. O gün çarpışma olmamıştı.
Said b. Cübeyr, İbni Abbas'dan rivayet ediyor: İmam Ahmed, Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ben saba rüzgârıyla zafere eriştirildim. Ad kabilesi Debûr ile helak edildi." Bu fırtına Hz. Peygamber (s.a.)'in bir mucizesi idi. Müslümanlar bu fırtınaya yakın idiler. Kendileriyle bu fırtına arasında sadece geniş hendek vardı. Bu fırtınadan uzak idiler. Bu fırtınadan haberleri bile yoktu.
Müfessirler diyorlar ki: Allah Tealâ melekleri gönderdi. Çadır direkleri söküldü. Çadırların bağlantıları kesildi, ateşler söndü. Kazanlar devrildi. Atlar birbirleriyle boğuştu. Allah onlara korku gönderdi. Ordu içinde meleklerin tekbiri çoğaldı. Nihayet her obanın reisi: Ey falan oğulları toplanın, demeye başladı. Hepsi toplanınca da Allah'ın kendilerine verdiği korku sebebiyle: Kendinizi kurtarın, kendinizi kurtarın, demeye başladı.
11- Tedbir takdire asla engel olamaz. Kimin eceli gelirse ölür veya öldürülür. Kaçmanın kendisine faydası olmaz. Kaçtıktan sonra eceli sona erinceye kadar dünyada yararlanması az bir zaman olur. Gelecek olan her şey yakındır.
12- Münafıkların birtakım sosyal ve şahsî çirkin ve kötü hasletleri vardır. Onlar umumî menfaati gerçekleştirecek şeylerde müslümanlara karşı cimridirler. Nefisleri kendi durumları ve mallarında da cimridir. Korkaktırlar; cesur kimselerle karşılaşmaktan korkarlar. Dilleri iğnelidir; sözleriyle başkalarına eziyet verirler. Yalan ve iftira olan şeylerle gururlanırlar. Gerçekte onlar inkarcıdırlar. Dış görünüşleri İslâm olsa da kalpleriyle
iman etmemişlerdir. Bunun için Cenab-ı Hak "Onlar iman etmediler." ayetinde onları küfürle tavsif etmiştir. Onların da diğer kâfirler gibi dünya ve ahirette amelleri boşa gitmiştir. Onlar için hiçbir sevap yoktur. Zira onlar bu amelleriyle Allah'ın rızasını gözetmemişlerdir. Onların amellerinin boşa çıkarılması, Allah'a basit ve kolaydır.
Münafıklar korkaklıkları sebebiyle, düşman grupları -Medine önünden- ayrıldıkları halde onlar düşmanların ayrılmadıklarını zannederler. Düşmanlar savaşmak için tekrar kendilerine dönerlerse, öldürülmekten sakınmak için bedevî Araplarla birlikte olmayı temenni ederler. Kötülüğün ve helakin müslümanları kuşatmasını bekleyerek kendi kendilerine şöyle sorarlar: Muhammed ve ashabı hâlâ helak olmadı mı? Ebu Süfyan ve beraberindeki gruplar galip gelmedi mi?
Onlar savaş meydanında olsaydılar, sadece gösteriş, şan ve şöhret için çarpışacaklardı.
13- "Allah'ın Rasulü'nde sizin için güzel bir nümûne vardır." ayeti, savaştan geri kalanlara bir ihtardır. Bunun manası: Sizin için Hz. Peygamber (s.a.)'de örnek vardır. Zira O Hendek Savaşı'na çıkarak Allah'ın dinine yardım etmek için nefsini ortaya koydu. Yine ahiret gününde Allah'ın sevabını ümid eden, Allah'a imanıyla kavuşmayı arzulayan, davranışların karşılığının görüleceği dirilişi tasdik eden, Allah'ın cezasından korkarak ve sevabını arzulayarak Allah'ı çok çok zikreden kimseler için izinden gidilecek bir nümûne vardır.
Rasulullah (s.a.)'e uymak vacip mi, yoksa müstehap mıdır? Bu konuda iki görüş vardır:
Birincisi: Müstehap olduğuna dair delil ortaya konulmadıkça vaciptir.
İkincisi: Vacip olduğuna dair delil ortaya konulmadıkça müstehaptır.
Kurtubî diyor ki: Dinî meselelerde vacip olduğu, dünyevî meselelerde müstehap olduğu şeklinde anlaşılması da ihtimal dahilindedir.
14- Müminlerin tavrı münafıkların tavrının zıddıdır. Müminler Allah'ın ve Rasulü'nün vaadine güvenmekte ve bunu tasdik etmektedirler. Bu mihnet ve sıkıntılar, toplanan düşman gruplarına bakmak, onların Allah'a imanını ve kazaya teslimiyetini artırmıştır.
15- Düşmanların aleyhine casusluk yapmak (onların durumlarını araştırmak) şer'an caiz olan bir durumdur. Peygamberimiz (s.a.) Huzeyfe b. Yeman'a ahzabın (düşman gruplarının) haberlerini ve Medine'den ayrılışlarını öğrenmesini emrederek şöyle buyurdu: "Düşmanın içine girinceye kadar yürümeye devam et. Onların sözlerini işiteceksin ve haberlerini bana getireceksin. Allahım! Onu bana iade edinceye kadar önünden, arkasından, sağından ve solundan koru. Yürü, bana gelinceye kadar hiçbir şey konuşma."
Hangi vakitte ve hangi sebeple olursa olsun ve özellikle sıkıntı vaktinde Allah Tealâ'ya dua edilmesi talep edilen bir husustur. Huzeyfe, silahıyla yola çıktı. Rasulullah (s.a.) de ellerini kaldırarak şöyle dua etti: "Ey sıkıntıya düşenlerin imdadına koşan, ey zorluk içinde olanlara icabet eden (Allahım!) Endişemi, üzüntümü ve sıkıntımı kaldır. Sen benim durumumu ve ashabımın durumunu görüyorsun."
Cebrail indi ve şöyle dedi: "Allah duanı işitti. Düşman korkusuna karşı O sana kâfidir." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) dizleri üzerine çöktü, ellerini açtı, gözlerini indirdi. Şöyle diyordu: "Şükürler olsun. Şükürler olsun. Bana da rahmetle muamele ettin. Ashabıma da rahmetle muamele ettin." Cebrail, Rasulullah (s.a.)'e Allah'ın düşman üzerine kasırga göndereceğini bildirdi. Rasulullah (s.a.) de ashabına bunu müjdeledi.
16- Allah yolunda cihad kervanında şehidler kafilesi ardarda ve peş-peşe gelecektir. Onlardan bir kısmı çarpışmada şehid olacak, bir kısmı da bir başka çarpışmada ecelini bekleyecektir. Bu hayır işaretidir ve nesilden nesile mücadelenin ve İhlasın devam ettiğine delildir.
17- Allah sâdık olanları ahirette sadakatlarıyla mükâfatlandırmak, münafıklara azap vermek için cihadı emretti. Bu durum Allah'ın takdiriy-ledir. Eğer münafıklara azap etmeyi dilerse, onları tevbeye muvaffak kılmaz. Onlara azapta bulunmayı dilemezse, ölümden önce onların tev-belerini kabul eder.
18- Hendek Savaşı'nda korkunç yenilgiye düşen, Ahzab adı verilen çeşitli kabilelerden toplanan düşman orduları idi. Zira Allah bu kâfirleri yurtlarına döndürmüştü. Ebu Süfyan Tihame'ye, Uyeyne b. Bedir de Necd'e döndü. Cenab-ı Hak iman ordusunu ise büyük bir çarpışma olmaksızın düşman ordularına, rüzgâr ve gizli ordular göndermek suretiyle yardım etti. Nihayet düşman orduları geri döndüler. Kureyzaoğulları da kalelerine döndüler. Kureyza'nın işi korku verilmekle halledildi. Allah emri son derece kuvvetli olandır, asla yenilmeyen üstün güç sahibidir.
19- Kureyzaoğulları kabilelerden toplanan düşman gruplarına (Ah-zab'a) yani Kureyş ve Gatafan'a yardım ettikten sonra perişan bir yenilgiye uğradılar, kalelerinden indirildiler. Aralarında telaş ve tedirginlik yayıldı. Erkeklerinin öldürülmeleri, kadınlarının ve çocuklarının esir alınması, müslümanların arazilerine, bahçelarine, evlerine ve biriktirilen mallarına mirasçı olmaları onların akıbetleri oldu.
Allah müminlere Fars ve Rum diyarına, kıyamete kadar fethedilecek her araziye mirasçı olma müjdesini verdi. Allah kaleler ve kasabaları fethetme muradına kadirdir. Kullarına azap etme ve affetme muradına kadirdir. O'nun kudreti geri çevrilemez. O'na acizlik gelmesi asla caiz değildir. [47]
28- Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve hepinizi güzellikle salıvereyim.
29- Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu işitiyorsanız, iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
30- Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu, Allah'a çok kolaydır.
"Eğer siz dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız", "Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız" cümleleri arasında mukabele veya tezat sanatı yapılmıştır. [48]
"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de:" Hz. Peygamber (s.a.)'in dokuz hanımı kendisinden onun sahip olmadığı dünya ziynetini talep etmişlerdir. "Eğer siz dünya hayatını" zenginlik ve dünyada nimet içinde yaşamayı "ve süsünü istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim." Mut'a: boşanma bedeli olup boşanan kadına verilen maldır, "ve hepinizi güzellikle salıvereyim." Size zarar vermeden ve bid'ata düşmeden sizi boşayayım. Teşrih: Boşama, demektir.
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları ondan ziynet eşyası ve fazla nafaka istemişler, bunun üzerine bu ayet inmişti. Peygamberimiz (s.a.) önce Âişe ile başlamış, ona tercihte bulunmasını söylemiş, o da Allah ve Rasulü'nü tercih etmişti. Daha sonra diğer annelerimiz de tercihlerini yaptılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak onları takdir etti ve Ahzab suresi 52. ayeti nazil oldu.
Salıverilmenin Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının dünyayı tercih etmelerine bağlanması, muhayyer kılınan kadının kocasını tercih ettiği zaman -Hz. Ali'nin bir rivayetine muhalif olarak- boşanmayacağına delildir. Hz. Âişe'nin: "Rasulullah (s.a.) bizi muhayyer kıldı. Biz de onu tercih ettik. Peygamberimiz bunu boşanma saymadı." sözü bu manayı teyid etmektedir. Bu durumdaki kadın kendi nefsini tercih ederse, bu Şafiîlere göre ric'î talak, Hanefilere göre bâin talaktır. Boşanma bedelinin serbest bırakılmadan önce zikredilmesi, iyilikseverlik ve güzel ahlak gereğidir.
"Eğer Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu" cenneti "istiyorsanız, (iyi bilin ki) Allah içinizden" ahireti istemek suretiyle "iyilikte bulunanlar için" yanında dünyanın basit kalacağı "büyük bir ecir", cennet "hazırlamıştır. " "Minkünne" kelimesindeki "min" tebyîn içindir. Zira Hz. Peygamber'in hanımlarının tamamı iyilikte bulunan kimseler idi.
"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlık", geçimsizlik gibi çirkinliği açık büyük bir terbiyesizlik "işlerse, azabı iki kat artırılır." Yani başkasının azabının iki misli verilir. Zira Hz. Peygamber'in hanımlarına sevap iki defa verildiği gibi günahları da iki kattır. Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Biz ona ecrini iki defa veririz." (Ahzab, 33/31); "Bu Allah'a çok kolaydır." Onların Peygamber hanımları olması Cenab-ı Hakk'ın onlara kat kat ecir vermesine engel değildir. [49]
"Ey peygamber! Hanımlarına şöyle de: ..." ayetinin (28. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İmam Ahmed, Müslim ve Neseî'nin Cabir (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Ebubekir (r.a.), Peygamberimiz (s.a.)'den izin istedi, ama kendisine izin verilmedi. Sonra Hz. Ömer (r.a.) gelip izin istedi. Ona da izin verilmedi. Daha sonra her ikisine de izin verildi. Bunun üzerine ikisi içeri girdiler. O sırada Peygamberimiz (s.a.) çevresinde hanımlar olduğu halde suskun oturuyordu. Hz. Ömer (r.a.): Ben, Peygamberimizle konuşacağım, belki o güler, dedi. Peygamberimiz (s.a.)'e hitaben:
- Ya Rasulullah! Zeyd'in kızını -Ömer'in hanımını- bir görseydin. Benden biraz önce nafaka talep etti. Ben de, onun boynunu acıttım, dedi.
Peygamberimiz (s.a.) yan dişeri görününceye kadar güldü ve şöyle buyurdu:
- İşte onlar etrafımdadır, benden nafaka istiyorlar.
Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.), Hz. Aişe'ye vurmak için, Hz. Ömer de Hafsa'ya vurmak için ayağa kalktı. Her ikisi de şöyle diyorlardı:
- Siz Peygamber (s.a.)'den elinde bulunmayan bir şeyi mi istiyorsunuz?
Cenab-ı Hak muhayyerlik ayetini indirdi. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Âişe'den başlayarak ona şöyle dedi:
- Ben, ana-babanın görüşünü almadan acele etmeni arzu etmediğim bir şeyi sana zikredeceğim. Hz. Âişe (r.a.):
- Bu nedir? dedi. Peygamberimiz (s.a.) şu ayeti okudu: "Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de..." (Ahzab, 33/28).
Hz. Âişe:
- Ben senin hakkında mı ana-babama danışacağım. Bilakis ben Allah'ı ve Rasulü'nü tercih ediyorum ve senden hanımlarından hiçbirine benim yaptığım bu tercihimi söylememeni istiyorum, dedi.
Peygamberimiz (s.a.):
- Allah Tealâ beni şiddetle davranan biri olarak göndermedi. Beni kolaylaştırıcı, bir eğitici olarak gönderdi. Hanımlarımdan biri bana senin tercih ettiğin şeyi sorarsa, mutlaka ona bunu bildiririm. [50]
Allah, Nebî'sine yardım edip toplanan düşman gruplarını dağıttığı ve kendisine Kureyza ve Nadîr kabilelerinin fethini ihsan ettiğinde Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları onun Yahudilerin nefis mallarını elde ettiğini zannettiler ve onun etrafında oturarak:
- Ya Rasulullah! Kisra'nın ve Kayser'in hanımları takılar, süslü elbiseler, cariyeler ve hizmetçilere sahip. Biz de gördüğün fakirlik ve darlık içerisindeyiz, dediler. Efendimizden mal zenginliği talebinde bulunmaları ve kendilerine kral ve büyüklerin hanımlarına muamele ettikleri gibi muamele beklemeleri sebebiyle onu üzdüler. Bunun üzerine Allah Tealâ, Peygamberine kendileri hakkında nazil olan ayetleri okumasını emretti.
O sırada Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları dokuz tane idi: Beşi (Âişe bt. Ebîbekr, Hafsa bt. Ömer, Ümm Habibe bt. Ebî Süfyan, Şevde bt. Zem'a ve Ümm Seleme bt. Ebî Ümeyye) Kureyşli diğer dördü ise Kureyş dışından idiler. Bunlar Meymûne bt. Haris el-Hüâliyye, Zeyneb bt. Cahş el-Esediy-ye, Cüveyriye bt. Haris el-Mustalikıyye ve Safiyye bt. Huyeyy b. Ahtab el-Hayberiyye'dir.
Peygamberimiz (s.a.) onları muhayyer kıldığı zaman hepsi Allah'ı ve Rasulullah (s.a.)'i tercih etmişlerdir. Bu ayetlerin önceki ayetlerle ilgili yönü budur.
Bu ayetlerin sure ile olan ilişkisine gelince, güzel ahlakın iki şeyde toplandığını görüyoruz:
1- Allah Tealâ'yı ta'zim etmek,
2- Allah Tealâ'nın yarattıklarına şefkat etmek.
Peygamberimiz (s.a.)'in Bezzar'ın Ebû Rafi'den rivayet ettiği: "Namaza ve elinizin altında bulunanların hakkına riayet edin." hadis-i şerifiyle işaret ettiği budur.
Cenab-ı Hak "Ey Peygamber! Allah'tan kork." (Ahzab, 33/1) ayetiyle Allah'ı ta'zim etme yönüyle ilgili olarak Nebî'sini irşad ettikten sonra şefkat cihetiyle ilgili hususları zikretti ve hanımlarından başladı. Zira onlar insanlar arasında şefkate en layık olanlardır. Bunun için onların nafakasını temin etme gereği ile söze başladı. [51]
"Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle de: Eğer siz dünya hayatını ve' süsünü istiyorsanız, gelin, boşanma bedellerinizi verip hepinizi güzellikle salıvereyim."
Allah Tealâ, Rasulü'ne hanımlarından dünya mülkü ile ahiret nimetleri arasında tercihte bulunmalarını istemesini emretti.
Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Hanımlarına de ki: Kendi nefisleriniz için şu iki durumdan birini tercih edin:
Şayet sizin en büyük dileğiniz dünya hayatının lezzetlerine, ziynetine, malına ve nimetlerine dalmak ise ayrılığı tercih edin. O takdirde size layık olduğunuz boşanma bedellerini vereyim. Bu boşanma bedeli, boşanan hanımın hatırını hoş tutmak için hediye edilen maldır. O zaman hiçbir zarar ve bid'at bulunmayan boşama ile boşayayım.
- Yahut benim nezdimdeki darlık durumuna sabredin. Gelecek ayette zikredilen husus budur.
Boşanma bedeli: Kocanın zenginlik-fakirlik durumuna göre -boşadığı hanımına vereceği- elbise, hediye veya maldır. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyuruyor: "Onlara boşanma bedellerini verin. Zengin, durumuna göre vermelidir. Eli darda olan da durumuna göre vermelidir. Bu örfe uygun bir ikramdır. İyilikseverlerin üzerine borçtur." (Bakara, 2/236).
Hiçbir zararın ve bid'atin bulunmadığı boşanmaya gelince, bu çeşit boşama, iddetin başlamasıyla birlikte hayız halinde olmayıp temizlik halinde verilen boşamadır. Bunun dedili: "Kadınları boşadığınız zaman id-detini gözeterek boşayın." (Talak, 65/1).
"Eğer siz Allah'ı peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, iyi bilin ki Allah içinizden iyilikte bulunanlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır."
Yani siz şayet Allah'ın rızasını, Rasulü'nü ve ahiret sevabını -yani cenneti- arzu ederseniz; şüphesiz ki Allah içinizden iyiliksever olan hanımlar için, yanında dünya zinetini küçümseyeceğiniz kadar büyük bir sevap hazırlamıştır. Bu ifade Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu isteyen kimsenin salih ve iyiliksever olduğuna delildir. "Allah'ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız." ifadesinde iman manası vardır.
Rasulullah (s.a.) hanımlarını dünya ve ahiret arasında muhayyer bırakınca, hepsi ahireti tercih ettiler. Rasulullah (s.a.) bundan memnun oldular. Allah da güzel tercihlerinden dolayı onları takdir etti, onlara değer verdi ve şöyle buyurdu: "Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman, sana helâl değildir." (Ahzab, 33/52); "Sizin Allah'ın Rasulü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız, asla caiz olmaz." (Ahzab, 33/53).
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları onikidir. Bunlar müminlerin anneleridir. Peygamberimiz (s.a.) Hz. Âişe'den başka bakire bir kızla evlenmedi. Onun diğer hanımlarıyla evliliği kalpleri İslâm'a ısındırmak, İslâm davetini yaymak, devleti kurmak ve birliği temin etmek için yapılmıştı.
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları şunlardı:
1- Hadice bt. Huveylid: Efendimiz'in ilk hanımıdır. Peygamberimiz (s.a.) onunla Mekke'de evlendi. Hz. Hadice Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte; peygamberlik öncesi 15 yıl, peygamberlik sonrası yedi yıl yaşadı. Peygamberimiz 54 yaşında iken Hz. Hadice vefat edinceye kadar başkasıyla evlenmedi. Hz. Hadice kadınlardan ilk iman eden kişidir. Peygamberimiz (s.a.)'in İbrahim dışındaki bütün çocukları Hz. Hadice'dendir.
2- Şevde bt. Zem'a bt. Abdişems el-Âmiriyye: Peygamberimiz (s.a.) Şevde ile Mekke'de zifafa girdi. Şevde, Medine'de vefat etti.
3- Âişe bt. Ebîbekir es-Sıddîk: Sıddîk kızı Sıddîka olup Peygamberimiz (s.a.)'den çok hadis rivayet eden âlime ve fakîhe bir hanım idi. Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle Medine'de henüz dokuz yaşında iken evlendi. Hz. Âişe Efendimizle birlikte dokuz yıl kaldı. Hz. Âişe (r.a.) onsekiz yaşında iken Rasulullah (s.a.) vefat etti. Rasulullah (s.a.) ondan başka bakire ile evlenmedi.
4- Hafsa bt. Ömer b. Hattab el-Kuraşiyye el-Adeviyye: Peygamberimiz (s.a.) kendisiyle evlendi, daha sonra onu boşadı. Bunun üzerine Cebrail: "Allah sana Hafsa'ya dönmeni emrediyor. Zira o çok oruç tutan ve çok namaz kılan bir hanımdır." dedi. Efendimiz de tekrar ona döndü.
5- Ümmü Seleme: Sahih olan görüşe göre Rasulullah (s.a.) onu oğlu Seleme'den isteyerek nikahladı. İsmi Hind bt. Ebî Ümeyye el-Mahzumiy-ye'dir.
6- Ümmü Habibe Remle bt. Ebî Süfyan: Rasulullah (s.a.) onunla, kocası vefat edince, hicretin yedinci yılında evlendi. Hicretin sekizinci yılında onunla zifafa girdi. Onunla evliliğinde Peygamberimiz (s.a.)'in vekili Anır b. Ümeyye ed-Damrî idi. Necaşi, Rasulullah (s.a.) namına Ümmü Habibe'ye 400 dinar irihir verdi.
7- Zeyneb bt. Cahş: Rasulullah (s.a.) evlâd edinmeyi ve etkilerini ortadan kaldırmak için, kocası Zeyd b. Harise'den boşandıktan sonra Allah'ın emriyle onunla evlendi. İsmi Berre idi, Rasulullah (s.a.) ona Zeyneb ismini verdi.
8- Zeyneb bt. Huzeyme b. Haris: Peygamberimiz (s.a.) onunla evlendikten sekiz ay sonra, Zeyneb vefat etti. Zeyneb cahiliye devrinde yoksullara yemek yedirdiği için "Ümmü'l-Mesakîn" (Yoksulların Annesi) diye adlandırılırdı.
9- Safiyye bt. Huyeyy b. Ahtab el-Harûniyye: Peygamberimiz (s.a.) azad ettikten sonra onunla evlendi. Safiyye, Hayber esirlerindendi. Rasulullah (s.a.) onu yedi baş karşılığında Dıhyetü'l-Kelbî'den satın almıştı.
10- Rayhane bt. Zeyd: Rasulullah (s.a.) onunla hicretin 6. yılında evlendi. Rayhane veda haccı ardından vefat etti. Kocası savaşta öldürülmüş, Peygamberimiz (s.a.) ona ve evlâdına ikramda bulunmak için onunla evlenmişti.
11- Cüveyriye bt. Haris b. Ebî Dırar el-Mustalikıyye el-Huzaıyye: Mus-talıkoğulları esirlerindendir. Peygamberimiz (s.a.) onunla hicretin altıncı yılı Şaban ayında evlendi. İsmi Berre idi, Peygamberimiz (s.a.) kendisine Cüveyriye adını verdi.
12- Meymune bt. Haris el-Hüâliyye: Peygamberimiz (s.a.)'in en son evlendiği hanımıdır.
Bunlar Peygamberimiz (s.a.)'in kendileriyle zifafa girdiği meşhur hanımlarıdır.
Peygamberimiz (s.a.)'in evlenip de kendileriyle zifafa girmediği hanımları da vardır.
- İsmi Fatıma ya da Amre olan Kilâbiyye diye bilinen hanım. Peygamberimiz (s.a.)'den istiâze eden hanım budur.
- Esma bt. Nu'man b. Cevn
- Kuteyle bt. Kays (Eş'As b. Kays'm kızkardeşidir.)
Bunların sayılan on tanedir, Peygamberimiz (s.a.)'in iki cariyesi vardı: Bunlar Mariye el-Kıbtıyye ve Reyhane'dir. Peygamberimiz (s.a.)'in nişanlayıp da henüz nikahlamadığı ve kendi nefsini Peygamberimiz (s.a.)'e hibe eden kadınlar dokuz tanedir. Bunlardan biri Ümmü Hani bt. Ebî Talib'tir.
Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını muhayyer kılıp da onlar da Allah'ı, Rasulü'nü ve ahiret yurdunu tercih ettiklerinde Allah onlara öğütte bulundu ve onları masiyete karşı kat kat azapla tehdit ederek şöyle buyurdu:
"Ey Peygamber'in hanımları! Sizden kim apaçık bir hayasızlıkta bulunursa, azabı iki kat artırılır. Bu Allah'a çok kolaydır."
Ey Peygamber'in hanımları! Ey müminlerin anneleri! İçinizden kim geçimsizlik, kocaya isyan ve kötü ahlak gibi çirkinliği açık büyük bir masiyet işlerse mertebelerinizin şerefli, derecelerinizin faziletli oluşu ve diğer kadınların önüne geçmeniz sebebiyle ceza iki kat olmaktadır. Zira siz Peygamberin aile halkısınız.
Azabın onlara kat kat verilmesi bir kimsenin hatırı için diğer kimseye farklı muamele yapmayan Allah'a çok basit ve çok kolaydır.
Ebu Hayyan diyor ki: Rasulullah (s.a.)'in ismeti sebebiyle, "fahişe: hayasızlık" denilince zina anlaşılmaz. Ayrıca Allah Tealâ hayasızlığı açıkça vasfıyla nitelendirmiştir. Zina ise gizli ve örtülü hayasızlıktır. Buradaki hayasızlık kocaya isyan ve kötü geçim manasına alınmalıdır. Bu hanımların yeri emir ve nehiy şeklindeki vahyin indiği yer olunca bu sebeple ve Rasulullah (s.a.)'in nikâhı altında olmaları sebebiyle başkaları için gerekli olan şeylerden daha fazlası bu hanımlar için gerekli olmaktadır. Dolayısıyla onlara verilecek ecir ve azab kat kat olmaktadır. [52]
1- Bu ayetler, insanlar içerisine Hz. Peygamber (s.a.)'e yakın kimse olsa bile ona eziyette bulunmama ve ona sıkıntı vermeme hususunda açık bir teşviktir. Burada peygamberliğin nezih ailesi için yüksek bir edep, peygamberlerin seviyesine yükselme, dünyanın basit çer-çöpünden uzaklaşma, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını zühd, iffet ve yüce ahlakla terbiye etme, Allah ve Rasulü'nün ta'zimi manaları da vardır.
Âlimler diyor ki: "Ey Peygamber! Hanımlarına şöyle söyle..." ayeti bazı hanımlarından rahatsız olan Hz. Peygamber (s.a.)'i, rahatsız etmeme şeklinde daha önce geçen ayetle irtibatlıdır.
İmam Şafiî diyor ki: Kimin bir hanımı varsa, onu muhayyer bırakma görevi yoktur. Peygamberimiz (s.a.)'e hanımlarını muhayyer bırakması emredildi. Hanımları da onu tercih ettiler. Bu cümleden olmak üzere Allah Tealâ Peygamberini dünya hazinelerinin anahtarları arzedilen mülk sahibi peygamber olmakla, yoksul bir peygamber olma arasında muhayyer bıraktı. Peygamberimiz (s.a.) Cebrail ile istişare etti. Cebrail ona yoksulluğu işeret etti. Peygamberimiz (s.a.) de yoksulluğu tercih etti. Peygamberimiz (s.a.) bu iki mertebeden üstün olanını tercih edince Allah Tealâ ona hanımlarını muhayyer bırakmasını emretti. Belki de onların içinde sıkıntı dolayısıyla onunla birlikte kalmaktan hoşlanmayacak kimse bulunabilir.
2- Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını muhayyer kılma şekli hususundaki en doğru görüş şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Allah'ın izniyle hanımlarını eş olarak kalma veya boşanma arasında muhayyer bıraktı. Onlar da birlikte kalmayı tercih ettiler. Bunun delili Hz. Aişe'nin hanımını muhayyer bırakan adam hakkında soru sorulduğu zaman söylediği şu sözdür: Rasulul-lah (s.a.) bizi muhayyer bıraktı. Biz de onu tercih ettik. Bunu boşnama saymadı. Rasulullah (s.a.)'den hanımlarının yanında kalmaları ve boşanma arasında tercihte bulunmaktan başka bir muhayyerlik sabit olmadı.
Bir rivayete göre: Peygamberimiz (s.a.) hanımlarını dünya ile ahiret arasında muhayyer bıraktı. Dünyayı tercih ederlerse, hanımlarından ayrılacağını; kocalarının en yüksek mertebede olması gibi kendilerinin de en yüksek mertebede olmaları için ahireti tercih ederlerse, hanımlarını tutacağını bildirdi. Onları talak hususunda muhayyer bırakmadı.
3- Âlimler muhayyer bırakılıp da kocasını tercih eden kadın hakkında ihtilaf etmişlerdir.
a) Âlimlerin cumhuru şöyle diyor: Buna ne bir, ne de daha fazla talak gerekmez. Bunun delili Buhari ve Müslim'in naklettiği Hz. Aişe'nin şu sözüdür: Rasulullah (s.a.) bizi muhayyer bıraktı. Biz de onu tercih ettik. Bunu bizim için talâk (boşanma) saymadı.
b) Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre kadın kocasını tercih ettiği zaman bu bir ric'î talâk sayılır. Bu "garib" bir rivayettir.
c) Hz. Ali'den gelen -Hanefîlerin görüşü olan- bir başka rivayete göre: Muhayyer bırakılan kadın kendi nefsini tercih ederse, bir bâin talak sayılır. Çünkü erkeğin "Beni tercih et" sözü talakın vaki olmasından kinayedir. Bunu hanıma izafe ederse, bir talak vaki olur. Tıpkı "Enti bâin" sözü gibi.
d) Zeyd b. Sabit'ten rivayete göre kadın kendi nefsini tercih ederse bu üç talak sayılır.
c) Medineli âlimlerden bir grup, temlik (talak hakkını kadına havale etmek) ile tahyir (kadını muhayyer kılmak) birbirine eşittir, görüşünü ileri sürmüşlerdir. İmam Malik'in mezhebinin meşhur görüşüne göre aralarında fark vardır. Temlik, İmam Malik'e göre kişinin hanımına: Seni sana malik kıldım; yani Allah'ın bana verdiği boşama hakkından bir, iki veya üç talak hakkını sana verdim, demesidir. Hanımına bunun bir kısmını temlik etmesi caiz olup bunu iddia ederse itibar edilecek söz yeminiyle birlikte onun sözüdür. Muhayyer bırakılan kadın zifafa girmiş ise, kendi nefsini tercih ettiğinde bu tamamen talak olup kocanın inkâr etmesine hiç itibar edilmez. Çünkü tahyirin manası serbest bırakılmasıdır. Serbest bırakılma ise ayrılıktır.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Talâk iki defadır. Üçüncüsü ya iyilikle tutma, ya da güzellikle bırakmadır." (Bakara, 2/229). Yine Cenab-ı Hak tahyir ayetinde şöyle buyurdu: "Gelin, size boşanma bedellerinizi vereyim ve hepinizi güzellikle salıvereyim." (Ahzab, 33/28). Güzellikle salıverme: Üçüncü talaktır. Tahyirin manası ise salıverme demektir. Buna göre muhayyer bırakılan kadının talakı İmam Malik'e göre üç talak sayılır.
Muhayyerlik zamanının tahdit edilmesi, fakihlerin çoğunluğuna göre, kadının muhayyerlik hakkının oluşudur. Kadın ayağa kalkmadan önce ve yüz çevirdiğine delâlet eden bir şeyle meşgul olmadan önce aynı mecliste devam ettiği müddetçe kadının muhayyerlik hakkı vardır. Kadın tercihte bulunmazsa ve birşey ödemez de nihayet karı-koca bulundukları meclisten ayrılırlarsa, kadına havale edilen bu hak batıl olur.
Başka âlimlere göre, kadına temlik edilen boşama hakkı kocanın elinde baki kaldığı gibi kadının elinde de baki kalır. Malikîlerin bu görüşü Buhari ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Aişe'ye söylediği şu hadis-i şerifin delaletiyle sahih bir görüştür: "Ben sana birşey zikredeceğim. Sen bu konuda ana-babanla danışmadan acele etmemelisin." Bu hadis-i şerif tahyirin devam ettiğine delildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye ana-babasına danışıncaya kadar tahyir hakkını verdi. Hz. Âişe'nin bulunduğu meclisten kalkmasını bu işten vazgeçme olarak kabul etmedi.
Anlaşıldığı gibi Hz. Peygamber (s.a.)'in Allah ve Rasulü'nü tercih eden kimseyi boşaması helâl değildir. Yani yüksek makamı ve yüce ahlakıyla amel ederek, o, asla buna teşebbüs etmeyecektir.
4- Allah buradaki "Allah ona azabı iki kat verecektir." ayetiyle bundan sonraki "Ona ecrini iki defa vereceğiz." ayetinin delaletiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının itaat sevabını ve masiyetlerinin cezasını başkalarından daha fazla kılmıştır.
Allah Tealâ bundan sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından kim bir hayasızlık işlerse -İfk hadisesinde geçtiği gibi, Allah, Rasulü'nü bundan koruyacaktır- bu hanımların mertebelerinin şerefli olması, derecelerinin
faziletli olması ve diğer bütün hanımların önünde olmaları sebebiyle (farzı muhal) bu hayasızlığı işleyen hanımlara azap iki kat olarak verilecektir.
Şeriat pek çok yerde, haramlar kat kat olup çiğnenirse cezaların da kat kat olacağını beyan etmiştir. Bunun için hür kimsenin had cezası, kölenin cezasının iki katı; dul kadının had cezası, bekârın cezasından kat kat fazlası olarak verilmektedir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları vahyin beşiğinde, Allah'ın emirlerinin ve nehiylerinin merkezinde olunca onların aleyhindeki emir güçlü olmuş ve makamları sebebiyle kendilerine başkalarından daha farklı muamele gerekli olmuş, onlara verilecek ecir ve azap kat kat olmuştur.
"Dı'f bir şeyin mislidir. "Dı'feyn" iki misli veya iki defa demektir. Şayet Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından birinden had cezasını gerektirecek bir şeyin meydana gelmesi farzedilse -Allah onları bundan korumuştur- bunu işleyen hanıma değerinin büyüklüğü sebebiyle çift ceza verilir. Tıpkı hür kadının had cezasının cariyeye göre fazla olması gibi. Buradaki (azab) had cezası anlamındadır. Zira Allah Tealâ şöyle buyuruyor: "Zina edenlerin azabına -yani onlara verilecek cezaya- müminlerden bir grup şahid olsun." (Nur, 24/2); "Biz onlara ecirlerini iki defa vereceğiz." ayeti de buna delâlet etmektedir. [53]
31- Sizden kim de Allah'a ve Rasulüne itaat etmeye devam eder ve salih amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz böyle kimseler için değerli bir rızık hazırladık.
32- Ey Peygamber'in hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle konuşurken) çekici bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin.
33- Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın. Namaz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin. Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister.
34- Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir (herşeyin inceliğini bilir), Habîr'dir (herşeyden haberdardır).
"Cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın." teşbih-i beliğdir. Cahiliye ehlinin açılıp-saçılması gibi demektir. Benzetme edatı ile benzetme yönü hazfedilmiştir.
"Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin." ifadesi "Namaz kılın, zekât verin." ifadesinden sonra umumi olanın özel olana atfıdır. Zira taat, bütün emir ve nehiyleri ihtiva etmektedir.
"Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister." ifadesi istiaredir. "Rics: kirlilik" kelimesi günahlar ve masiyetler için, "tuhr: temizlik" kelimesi takva için kullanıldı. Zira isyankârın arzı kirli, takva sahibinin arzı temiz elbise gibi tertemizdir. [54]
"Sizden" Peygamber hanımlarından "kim Allah'a ve Rasulüne itaat etmeye devam ederse" huşu duyar, boyun eğer ve taat üzere devam ederse, "ve salih amel işlerse, ona da mükâfatını iki kat" diğer kadınların sevabının iki mislini "veririz." Peygamber hanımlarına bir defa taat sebebiyle, bir defa da kanaat ve güzel geçim suretiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in rızasını talep etmek sebebiyle iki kat ecir veririz. "Ayrıca biz böyle kimseler için" bütün ayıplardan ve âfetlerden salim olarak bu kimselerin ecirlerine ilâve olarak cennette "değerli bir rızık hazırladık."
"Ey Peygamberin hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz." Faziletli olma konusunda kadın topluluklarından herhangi bir topluluk gibi değilsiniz. Üstün meziyetler hususunda kadınlar topluluğu içinde sizin benzeriniz yoktur. "Ehad" kelimesinin aslı "vahid: bir" mana-sındaki "vahad" kelimesidir. Sonra genel olumsuzluk için, hiçbir veya tek bir manasında kullanılır oldu. Olumsuzlukta müzekker, müennes, müfred, tesniye ve cemi için aynı şekilde ve eşit olarak kullanılır. "Siz takva sahibi olursanız," Allah'tan hakkıyla korkarsanız, dolayısıyla O'nun hükmüne aykırı davranmazsanız ve Rasulünü razı ederseniz yabancı erkeklerle konuşurken hayasızlık şüphesi veren kadınlar gibi "çekici bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık", fasıkhk, hayasızlık ve şüpheli şeyler arzusu "bulunan kimse tamaha düşer. Siz ciddi söz söyleyin." Hiçbir kimseyi kötü arzulara düşürmeksizin, kuşkulu tavırlardan uzak, çekici bir eda olmaksızın normal, iyi ve ciddi konuşun.
"Evlerinizde oturun." "Karne" kelimesinin aslı "akrarne'dir. Yani evlerinizden ayrılmayın, demektir. Bu kelime, oturdu manasmdadır. "Ve-lâ te-berracne: Lâ teteberracne" demektir. Teberrüc; kadının güzelliklerinden örtülmesi gereken yerleri yabancı erkeklere göstermesi, demektir. "Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın." Kadınların erkeklere güzelliklerini göstermesi gibi İslâm'dan önceki cehalet devrindeki gibi açılıp saçılmayın. Bütün emir ve nehiylerde "Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Ey Peygamber ailesi!" Ey Peygamber'in hanımları "Şüphesiz Allah sizi kirlerden" günah, hata ve ırzı lekeleyen noksanlıklardan "arındırıp" sizi masiyetlerden "tertemiz kılmak ister." Beyzavî diyor ki: Şia'nın Ehl-i Beyti sadece Hz. Fatıma ve Hz. Ali ile oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'e tahsis edip bu ayeti onların masum olduklarına delil saymaları ve onların icmaımn hüccet olduğunu söylemeleri zayıf bir görüştür. Zira Ehl-i Beyt ifadesinin onlara tahsis edilmesi ayetin öncesi ve sonrası ile uyuşmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Fatıma, Hz. Ali ve çocuklarını bir örtünün içine alması ile ilgili hadis-i şerif onların Ehl-i Beyt'ten olduklarını ifade eder, başkalarının Ehl-i Beyt'e dahil olmadığını ifade etmez.
"Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın." Yani kadınlara okunan ayetlerle öğüt verin ve sizi Peygamber'in ehl-i beyti kılması, sizi vahyin beşiğinde kılması gibi imanın kuvvetli olmasını ve ibadete karşı daha çok gayretli olmayı gerektiren Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Ayetteki "hikmet" Muhammed Mustafa (s.a.)'in hadis-i şerifleridir. "Şüphesiz ki Allah Latiftir," Allah dostlarına ve kendisine itaatte bulunanlara yumuşak davranır. "Habir'dir." Bütün mahlukatmdan gayet haberdardır, gayet iyi bilir, dinimizi ve dünyamızı ıslah edecek şeyleri emreder. [55]
Allah'ın adaleti ve rahmeti fazla ceza gibi fazla sevap bulunmasını da gerekli kılmaktadır. Cenab-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının hayasızlık işlemeleri durumunda kendilerine kat kat azap verileceğini zikrettikten sonra onların bazı özelliklerini zikretti. Bunlardan,
Birincisi: Salih amel işlemeleri durumunda kat kat sevap verilmesi, cennette kendileri için değerli rızıkların hazırlanması.
İkincisi: Hz. Peygamber'in hanımlarının diğer bütün kadınlardan farklı oluşları,
Üçüncüsü: Kendilerine güçlü söz söylemelerinin ve yabancı erkeklere yumuşak konuşmamalarının emredilmesi,
Dördüncüsü: Evlerinde oturmalarının emredilmesi, açılıp saçılmalarının yasaklanması,
Beşincisi: Namaz kılma, zekât verme, emrettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'a ve Rasulüne (s.a.) itaat etme suretiyle taata devam etmelerinin istenmesi,
Altıncısı: Günahlardan ve masiyetten ırz ve şerefi korumanın, takva ile süslenmenin gerçekleştirilmesi,
Yedincisi: Başkalarına Kur'an'ı ve Sünnet-i Nebeviyye'yi öğretmelerinin emredilmesi ve Allah Tealâ'nm üzerlerindeki nimetlerini hatırlamalarının emredilmesi. [56]
1- Kat kat sevap verilmesi: "Sizden kim Allah'a ve Rasulüne itaat etmeye devam eder ve salih amel işlerse ona mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca biz böyle kimseler için değerli bir rızık hazırladık."
Yani içinizden kim Allah ve Rasulüne itaat eder, bütün azaları Allah için ürperir, Rabbinin emrine icabet eder, salih amel işlerse; Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden ve hane halkından olması sebebiyle ecir ve sevabı iki defa
veririz. Buna ilâve olarak böyle kimseler için ayıplar, noksanlıklar bulunan dünya rızıklarının aksine ahirette ve cennette hiçbir aybı ve kusuru olmayan, hiçbir kimsenin minneti olmayan ve kendi kendine gelen değerli bir rızık vardır. Bundan dolayı dünyada "kerîm: çok ikram sever" vasfı ile hakiki ve mükemmel bir vasıf olarak sadece Rezzak olan Cenab-ı Hak tavsif olunabilir. Ahirette de rızkın bizzat kendisi "kerîm: değerli" vasfıyla tavsif olunmaktadır.
Dikkat edilirse Cenab-ı Hak ecir verilmesi durumunda bu ecri verenin (Allah'ın) açıkça ifade edilmesi için "nü'tihî: veririz" ifadesi kullanılmıştır. Bir önceki ayette azap verilmesi durumunda mükemmel rahmete ve kereme işaret olması için azap veren, açıkça ifade edilmemiş "yüdâaf' kelimesi kullanılmıştır. Çünkü kerîm: iyikliksever kimse fayda verme durumunda kendisini ve fiilini ortaya koyar. Sıkıntı ve zarar verme durumunda kendisini zikretmez.[57]
2- Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının diğer bütün hanımlardan farklı oluşu: "Ey Peygamberin hanımları! Sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz."
Ey Peygamber'in eşleri! Sizin bütün müminlerin anneleri olmanız, peygamberlerden en hayırlısının eşleri olmanız, sizin evinizde ve sizin hakkınızda Kur'an'm inmesi sebebiyle fazilet, mertebe, şeref ve itibar konusunda kadınlar topluluğu içinde sizin hiçbir benzeriniz yoktur. Bu ifade aynen Arapların, falan, insanlardan (sıradan) biri gibi değildir, sözüne benzemektedir. Bunun manası bu kimsede başkasında bulunmayan daha hususî bir vasıf, meziyet ve fazilet vardır, demektir. Hz. Peygamber'in hanımları da böyledir. Onların şerefi Buhari-Müslim hadisinde: "Ben onlardan biri gibi değilim." diyen Hz. Peygamber (s.a.)'in yüce mertebesinden kaynaklanmaktadır.
3- Yumuşak söz söylemelerinin yasaklanması: "Eğer takva sahibi olmak istiyorsanız, çekici bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse arzu duyar. Siz ciddi söz söyleyin."
Yani siz takvayı isterseniz, yahut Allah'ın hükmüne ve Rasulünün (s.a.) rızasına aykırı davranmaktan sakınan kimseler iseniz[58] erkeklerle konuşurken yumuşak ve ince konuşmayın. Sözleriniz ciddi, ihtiyatlı ve güçlü olsun. Böylece kalbinde kuşkuya, fasıklığa ve hayasızlığa meyil olan kimse ihaneti arzu etmemiş olur. Siz sesinde eğme bükülme olmayan, kuşkudan uzak kocalarınıza hitap ettiğinizden farklı olarak normal, alışılagelen ciddi söz söyleyin.
Bu yasaklama Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları için böyle bir durumun ihtimal dahilinde olduğu manasına gelmez. Bundan murad onların en yüce faziletlere ve bu faziletli amelleri uygulamaya teşvik etmektir.
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını hayasızlıktan, yani çirkin fiillerden menedince bunun ilk adımı olan, kalbinde hayasızlık, fa-sıklık ve münafıklığa meyil olan kimsenin kötü anlayışına sebep olacak şekilde kuşkulu ve karşı tarafa arzu verici tarzda yabancı erkeklerle konuşmaktan da menetti.
Ümmetin hanımları Allah Tealâ'nın emrettiği bu edeplerde Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına tabidirler. Kısaca; kadın yabancı erkeklerle kocasıyla konuşur gibi konuşmayacaktır.
"Eğer gerçekten Allah'tan korkuyorsanız" ifadesi,
a) Ya "Siz gerçekten Allah'tan korkuyorsanız, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz" manasında bu cümleden önceki cümleye bağlıdır. Zira Allah katında en üstün olanlar Allah'tan en çok korkanlardır.
b) Yahut "Gerçekten Allah'tan korkuyorsanız (yabancı erkeklerle konuşurken) çekici bir eda ile konuşmayın" manasında kendisinden sonraki cümleye bağlıdır.
c) "İn ittekaytünne" kelimesinin "yabancı erkeklerden biriyle karşılaştığınız zaman" manasında olması da doğrudur. Zira "itteka" kelimesinin karşılaştı manasında kullanılması Arap dilinde bilinen bir kullanış tarzıdır.
Ebu Hayyan şöyle diyor: Bu mana Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarını medhetme hususunda daha beliğdir. Zira bu durumda onların ne faziletli oluşları, ne de yabancı erkeklerle çekici eda ile konuşmalarının yasaklanması takvaya bağlanmamaktadır. Çünkü onlar kendi nefislerinde gerçekten Allah'tan korkan (müttekî) hanımlardır. Yapılan nehyin takvaya bağlanması zahiri itibariyle kendilerinin takva ile muttasıf olmamalarını gerektirmektedir.[59]
"Maraz: hastalık" kelimesiyle anlatılmak istenen husus hayasızlık arzusu veya meyli demektir. Bu da fasıklık ve kötü sözdür. En doğru olan mana da budur. Bu ayette münafıklığın yeri ve ilgisi yoktur.
4- Evlerde oturmanın emredilmesi ve açık-saçıklığın yasaklanması: "Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp-saçılması gibi açılıp-saçılmayın."
Yani evlerinizden ayrılmayın. İhtiyaç olmaksızın dışarı çıkmayın. Tir-mizî ve Bezzar'ın Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kadın avrettir. Evinden dışarı çıktığı zaman şeytan onu izler. Rabbinin rahmetine en yakın olduğu yer evinin dip köşesidir."
Yine Ebu Davud'un naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kadının gizli bir yerde kıldığı namazı, özel odasında kıldığı namazından daha efdaldir. Özel odasında kıldığı namazı, evinde açıktan kıldığı namazından daha efdaldir."
Kadınların mescidlere çıkması genç kızlar için caiz olmasa da yaşlı kadınlar için caizdir. Bunun delili İmam Ahmed ve Müslim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden alıkoymayın. Kadınlar -mescide giderken- tanınmayacak şekilde çıksınlar."
İslâm'dan önceki eski cahiliye dönemindeki kadınların açılıp saçılması gibi açılıp saçılmayın. Cahiliye: İslâm'dan önceki kâfirlerin yoludur. Teber-rüc: Kadının başındaki başörtüsünü bağlamadan atması, boynunu, küpelerini ve gerdanlıklarını ortaya koymak suretiyle göğüs ve gerdan gibi vücudunun güzel yerlerini ve ziynetlerini yabancı erkeklerin bakışına sunmasıdır.
5- Allah ve Rasulüne taatın devam etmesi: "Namaz kılın, zekât verin. Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin."
Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına ciddi söz (hayırlı, alışılagelen güzel iyi söz) söylemelerini emrettikten sonra evlerinde oturmaları gibi kadınlara uygun davranışları beyan etti. Cenab-ı Hak daha sonra şerli davranışları yasakladı. Onlara namazı dosdoğru kılmalarını (namazı huşu içerisinde, rükün ve şartlarını tam anlamıyla yerine getirmek suretiyle şer'an istenen şekilde eda etmelerini), zekât vermelerini (şer'an farz olan miktarda -zenginlerden fakirlere- yapılan iyilik şeklindeki bu emri yerine getirmelerini), emrettiği ve nehyettiği her konuda Allah'a ve Rasulüne itaat etmelerini emretti.
Allah Tealâ namaz ve zekâtın önemi, değeri ve büyük sonuçları sebebiyle bu iki ibadeti özellikle zikretti. Birincisi, gönül temizliği ve dinin direğidir. İkincisi, mal temizliği ve fakirliğe karşı koyma yoludur. Bu iki ibadet bedeni ve malî taatin temel iki direğidir.
"Allah'a ve Rasulüne itaat edin." ifadesi umumi olanın hususî olana atfı babındandır. Zira mükellefiyet sadece namaz ve zekâta ait değildir. Mükellefiyet Allah Tealâ'nın emrettiği ve nehyettiği her şeyi içine almaktadır. Allah'ın emriyle Rasulünün emri birdir.
6- Yüksek itibarın gerçekleşmesi: "Ey Peygamber ailesi! Şüphesiz Allah, sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister."
Yani bu emir, nehiy ve öğütlerin sebebi sadece sizden günahı gidermek, sizi masiyet ve günahların kirinden arındırmak için kalplerinizi iman nuruyla imar etmektir.
Ayetteki "rics: kirlilik" kelimesi günahlar için, "tuhr: temizlik" kelimesi takva içindir. Zira masiyetleri işleyenin benliği, kişiliği, kalbi bu masiyetlerle, maddî pisliklerle bedenin pislendiği gibi kirlenmekte, bu taatlerle birlikte de temiz elbise gibi tertemiz olarak kalmaktadır. Bu istiarede Allah'ın nehyettiği şeylerden nefret ettirme, Allah'ın emrettiği şeylere teşvik etme vardır. "Rics: kirlilik" kelimesi günah, azab, necaset ve noksanlıklar için kullanılmaktadır. Allah bütün bunları Ehl-i Beyt'ten gidermektedir.
Ehl-i Beyit: Hz. Peygamber (s.a.)'le sıkı irtibat içinde bulunan eşler ve akrabaların tamamıdır. Emirlerin bunlara tevcih edilmesi, bunların ümmetin önderleri olması dolayısıyladır. İmam Ahmed ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den naklettiğine göre Rasulullah (s.a.) altı ay boyunca sabah namazına çıktığı zaman Hz. Fatıma (r.a.)'mn kapısına uğrar ve şöyle derdi: "Namaz ey Ehl-i Beyti Şüphesiz Allah sizi günah ve kötülüklerden arındırıp tertemiz kılmak ister."
7- Kur'an ve sünnetin öğretilmesinin emredilmesi ve nimetlerin hatırlatılması: "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah Latiftir, Habîr'dir."
Yani evlerinizin vahiy beşiği kılınması gibi Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Burada okunan Allah'ın Kur'an'ındaki ayetlerini ve Rasulullah (s.a.)'e inen sonsuz hikmet, hükümler, ilimler ve şer'î esasları sakın unutmayın. Bununla amel edin ve bunu öğretin. Şüphesiz ki O Latiftir (her şeyin inceliğini bilir). Size faydalı olan ve sizin dininizde size yararlı olacak şeylerden gayet haberdardır. Bunu sizin üzerinize indirdi. Ayetleri ve şer'î esasları sizin evlerinizde kıldı. Sizi Rasulullah (s.a.)'in hanımları olarak seçti. Onun, fiili gayet hassas ve ince olup bilgisi her şeye ulaşır.
Burada taatte bulunmaya ve şer'î mükellefiyetlere sarılmaya teşvik etme; isyanda bulunmak, aykırı davranmak ve masiyetleri işlemekten nefret ettirme amacı bulunmaktadır. [60]
Bu edebî esaslar Allah Tealâ'nm Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına emrettiği yedi esastır. Ümmetin hanımları bu esaslarda büyük çoğunlukla Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına tâbidir.
1- Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının Allah ve Rasulüne itaat etmeleri ve salih amel işlemelerine kat kat sevap ve değerli rızık -yani cennet-verilir.
2- Allah'ın kendilerine lütfettiği Rasulullah (s.a.) ile beraberlik, kendi haklarında Kur'an ayetleri inmesi şeklindeki yüksek derece sebebiyle; Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları diğer bütün kadın topluluklarından farklı olarak mertebe, fazilet ve şerefe sahiptirler. Ancak bu fazilet, takva şartına bağlıdır. Aynı şekilde ümmetin hanımları diğer kadınlardan takva ve ameli salih ile ayrılmaktadırlar. Fakat onların dereceleri, gayet tabii olarak müminlerin anneleri olan Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına nisbetle alt derecedir.
3- Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının konuşmaları ciddi ve sözleri kesin olmalı, eski Arap kadınlarının yabancı erkeklerle cazip ve yumuşak konuştukları şekilde kuşku veren kötü yoldaki kadınların konuşmaları gibi hayasızları çekecek bir şekilde yumuşak olmamalıdır.
Bu yasaklama Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına has değildir. Bu, müminlerin hanımlarını da içine almaktadır. Buna göre kadın alçak sesle konuşmakla emrolunmaktadır. Kadın yabancı erkeklerle -bu arada kızkar-deşin kocası, enişte gibi hısımlık yoluyla kendileriyle evlenmeleri haram olan erkeklerle- konuşma durumunda sesini yükseltmeksizin kararlı bir tavırla konuşmalıdır.
Kısaca ayette geçen "kavlen maruf en" dinin ve insanların yadırgamadığı doğru, ciddi söz demektir.
4- Allah Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına evlerinde oturmalarını emretti ve teberrücü (açılıp saçılmayı) yasakladı. Teberrüc; örtülmesi daha güzel olacak yerlerin gösterilmesidir.
Ayette hitap her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına olsa da başkaları da mana açısından bu ifadeye dahil olmaktadır. Zira dinimiz ayette kadınların evlerinde oturmaları ve zaruret olmaksızın evden dışarı çıkmamaları emrini tekrarlamaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının şerefini beyan etmek için ve tertemiz, namuslu ve iffetli olmaları konusunda ümmetin hanımlarına örnek oldukları için burada Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına hitap edilmiştir.
Hz. Aişe (r.a.)'ın Hz. Ali ile Hz. Talha ve Zübeyir taraftarları arasındaki Cemel Vak'ası'nda bulunması savaş için değildi. Ancak halkın büyük fitneden kendisine şikâyetleri arttı. Onun bulunmasından bereket umdular. Çarpışan toplulukların kendisinden utanacaklarını düşündüler.
Bunun üzerine Hz. Âişe (r.a.) insanların arasını ıslah etmek amacıyla bu olaya katıldı. "Ancak sadaka vermeyi, yahut iyilik yapmayı ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten kimseler müstesna. Onların gizli toplantılarının çoğunda hayır yoktur." (Nisa, 4/114) ayet-i kerimesine ve "Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını düzeltiniz." (Hu-curat, 49/9) ayet-i kerimesine uyarak Hz. Aişe çıkmaya karar verdiği hac yolculuğu yerine bu olayda bulunmayı tercih etti.
İnsanların arasını ıslah etme emrine kadın-erkek bütün insanlar muhataptır. Ancak Allah Tealâ geçmiş takdiri ve hükmünün nafiz olmasıyla sulhun meydana gelmesini murad etmedi. Dolayısıyla savaş durumu meydana geldi ve çarpışma şiddetlendi. Hz. Aişe'nin devesi isabet aldı, bazıları devesini yaraladı. Bunun üzerine Muhammed b. Ebîbekr onu Basra'ya götürdü. Sonra da Hz. Ali (r.a.) onu deveye bindirerek 30 kadın arasında Medine'ye gönderdi. Hz. Âişe içtihadıyla yaptığı te'vilde isabetli ve sevap kazanan, yaptığı davranışta ecir kazanan müctehid, mütteki ve emre itaatkâr bir hanım olarak Medine'ye ulaştı. Zira hükümlerde ictihad eden her kimse isabetlidir.
5- Namazın dosdoğru kılınmasının, zekâtın verilmesinin, emrettiği ve nehyettiği her şeyde Allah ve Rasulüne itaat etmenin emredilmesi.
6- Bütün bu emirler ve edepler Hz. Peygamber'in Ehl-i Beyt'inin, masiyetlerin kirliliğinden ve münkerlerin çirkinliğinden arındırılması ve Peygamberimizin hanımlarının namus ve iffette Allah ve Rasulüne itaatte bütün hanımların öncüleri olarak kabul edilmesi amacıyladır.
Peygamberimiz (s.a.)'in Ehl-i Beyt'i, hanımları ve yakınları, amcaları ve amcaoğullarıdır. Razî diyor ki: Evlâ olan şöyle denilmesidir: Bunlar, Peygamberimiz (s.a.)'in çocukları ve hanımlarıdır. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali bunlardandır. Zira Hz. Ali (r.a.) Peygamberimizin kızıyla birlikte yaşaması ve Peygamberimiz (s.a.)'e olan yakınlığı sebebiyle Ehl-i Beyt'tendir.[61] Bu, ayetin lafızlarından ve siyakından anlaşılmaktadır. Ayetlerin başındaki ve sonundaki hitap Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına yöneliktir.
Fakat Kurtubî diyor ki: Ayetten anlaşılan şudur: Ayet Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları ve bütün Ehl-i Beyt hakkında umumidir. Ancak "sizi arındırır" buyurdu. Zira Rasulullah (s.a.), Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onlara dahildir. Müzekkerle müennes bir arada toplandıklarında tağlib yoluyla müzekker zamir kullanılır. Dolayısıyla ayet Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının Ehl-i Beyt'ten olmasını gerekli kılmaktadır. Zira ayet onlar hakkındadır. Hitap onlaradır. Sözün gelişi de buna delâlet etmektedir.[62]
Tirmizî'nin ve başkalarının Ümmü Seleme'den rivayet ettiği hadis-i şerife gelince, bu Tirmizî'nin dediği gibi "garib" -yani pek kuvvetli olmayan ve ravilerin sayısı fazla olmayan- bir hadistir. Hadisin metni şu şekildedir:
Ümmü Seleme (r.a.) diyor ki: Bu ayet benim evimde nazil oldu. Rasulullah (s.a.) Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i çağırttı. Onlarla birlikte bir Hayber örtüsünün altına girdi ve "Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir." dedi ve ayeti okudu, şöyle dua etti: "Allahım! Onlardan kirliliği kaldır. Onları tam manasıyla arındır." Ümmü Seleme diyor ki:
- Ben de onlarla beraber miyim, ya Rasulallah? dedim. Peygamberimiz
(s.a.):
- "Sen yerinde kal. Sen hayır üzerinesin." dedi.
Kuşeyrî diyor ki: Ümmü Seleme dedi ki: Ben başımı bu örtü içerisine soktum. Ben de onlardan mıyım ya Rasulallah? dedim. Peygamberimiz
(s.a.)
- Evet, dedi.
7- Peygamber'in hanımlarına verilen Allah'ın nimetinin hatırlatılması: Zira Allah onları içinde Kur'an okunan ve hikmet -Hz. Peygamber (s.a.)'in sözleri- konuşulan evlerde yaşatmıştır.
Ayrıca ayetleri düşünmenin emredilmesi, Allah Tealâ'nm öğütlerinden ibret alınması, güzel fiillerin işlenilmesi, Allah Tealâ'nm emir ve nehiyleri-nin korunması, insanların uygulamaları ve uymaları için bu emirlerin insanlara haber verilip tebliğ edilmesi.
Bu ayet din hususunda kadın ve erkeklerden gelecek haber-i vahidin kabulünün caiz olduğuna delâlet etmektedir.
İbnü'l-Arabî şöyle demiştir: Bu ayette gayet nazik bir mesele bulunmaktadır. Bu mesele şudur: Allah Tealâ, Peygamber'ine, kendisine indirilen Kur'an'ı tebliğ etmesini ve kendisine öğretilen dinî emirlerin öğretilmesini emretti. Hz. Peygamber Kur'an'ı bir kişiye veya kimlere rast gelirse okuduğu zaman bu farz kendisinden düşmektedir. Bunu duyan kimsenin de bunu başkalarına duyurması gerekir. Hz. Peygamber'in bunu bütün sahabeye zikretmesi gerekmiyordu. Yahut bu ayetleri hanımlarına öğrettiği zaman insanların huzuruna çıkıp onlara: Bu ayet indi veya bu meydana geldi, demesi ve bunları erkeklere bildirmesi gerekmiyordu.[63]
35- Müslüman erkeklerle müslüman kadınlara, mümin erkeklerle mümin kadınlara, ibadete devam eden erkeklerle ibadete devam eden kadınlara, sadık erkeklerle sadık kadınlara, sabırlı erkeklerle sabırlı kadınlara, Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle Allah'tan hakkıyla korkan kadınlara, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlara, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlara, iffetlerini koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlara, Allah'ı çok zikreden erkeklerle (Allah'ı) çok zikreden kadınlara şüphesiz ki Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.
"Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar," İslâm'a dahil olanlar, Allah'ın hükmüne boyun eğenler, İslâm'ın şartlarını yerine getirenler. "İslâm", teslim olma ve Allah'ın emrine boyun eğmedir, "mümin erkeklerle mümin kadınlar," imanın şartlarını tasdik edenler. "İman", Allah tarafından gelen emir ve nehyi tasdik etmektir, "ibadet eden erkeklerle ibadet eden kadınlar," Allah'a boyun eğen ve taatlere devam edenler. "Kunût", huzur içerisinde taat etmek, demektir, "sadık erkeklerle sadık kadınlar," söz ve davranışlarında sadık olanlar, "sabreden erkeklerle sabreden kadınlar," taatlerde ve günahlardan uzak kalmada sebat edenler. Sabır, zorluklara rağmen meşakkatlere ve ibadetlere tahammül etmek ve masiyetlerden uzaklaşmaktır. "Allah'tan hakkıyla korkan erkeklerle kadınlar," kalpleri ve vücut azalarıyla Allah'a boyun eğenler. "Huşu", sükûnet ve gönül rahatlığıdır, "sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar," mallarında vacip olan hakkı ayıranlar, "oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar," Ramazan'da farz olan oruç ile diğer adak, yemin keffareti, hata ile adam öldürme sebebiyle tutulan oruç ibadetini yerine getirenler, "iffetlerini" haramdan "koruyan erkeklerle iffetlerini koruyan kadınlar," kalpleriyle ve dilleriyle "Allah'ıçok zikreden erkeklerle Allah'ı çok zikreden kadınlar için şüphesiz ki Allah" günahlarını, yani işledikleri küçük günahları silecek "mağfiret" ve taatleri-ne karşı "büyük bir mükâfat" yani ahiret nimeti "hazırlamıştır".[64]
Tirmizî -hasendir, diyerek- Ümmü Umare el-Ensarî'den naklediyor: Ümmü Umare Peygamberimiz (s.a.)'e gelip "Herşeyin erkeklere ait olduğunu görüyorum. Kadınların ise hiçbir şeyde zikredildiğini görmüyorum." dedi. Bunun üzerine "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar ..." (Ahzab, 33/35) ayeti nazil oldu.
Taberanî hasen senedle İbni Abbas'tan naklediyor: Kadınlar,
- Ya Rasulallah! Cenab-ı Hak mümin erkekleri zikrediyor da niçin mümin hanımları zikretmiyor? dediler. Bunun üzerine "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar..." ayeti nazil oldu.
İbni Sa'd, Katade'den naklediyor: Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımları zikrettiği zaman kadınlar:
- Bizde hayır olsaydı, bizi de zikrederdi, dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar..." ayetini indirdi.
İmam Ahmed, Neseî ve İbni Cerir, Abdurrahman b. Şeybe'den naklediyorlar: Peygamberimiz (s.a.)'in hanımı Ümmü Seleme (r.a.)'ın şöyle dediğini işittim:
- Peygamberimiz (s.a.)'e dedim ki: Niçin erkeklerin zikredildikleri gibi biz de Kur'an'da zikredilmiyoruz? Ümmü Seleme (r.a.) anlatmaya devam etti: Peygamberimiz (s.a.)'in minberdeki o günkü hutbesi kadar onun hiçbir sözü hiçbir gün bana heybetli gelmemişti. O sırada saçlarımı tarıyordum. Saçlarımı topladım. Sonra evimin odasına çıktım. Kulağımı pencereye verdim. Bir de ne göreyim, Efendimiz (s.a.) minberde şöyle diyordu:
- Ey insanlar! Allah Teala şöyle buyuruyor: "Müslüman erkeklerle müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar..." ayetini sonuna kadar okudu. [65]
Allah Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına geçen emir ve nehiy-leri verdikten ve onların elde edecekleri sevabı beyan ettikten sonra müslüman erkek ve kadınlara hazırladığı mağfiret ve ahiretteki büyük sevabı açıkladı. [66]
Bu ayet taat üzere bulunan ve bu hasletlere sahip olan erkek ve kadınlara bir vaaddir. Allah Tealâ burada Peygamber hanımlarının onunla olan beraberliklerine, onunla olan sıkı irtibatlarına, ona olan yakınlıklarına güvenmeden bütün erkek ve kadınların taşımaları gereken sıfatlara işaret etmek üzere on ayrı mertebeyi zikretti:
1- Allah'ın emrine boyun eğip teslim olmak (İslâm) ve dinin hükümlerine uygun söz ve davranışta bulunmak,
2- Allah tarafından gelen dinî esaslar, hükümler ve edepleri tam manasıyla tasdik edip inanmak (iman). Bu, imanın İslâm'dan farklı olduğuna, birincisinin -yani imanın- ikinciden -İslâm'dan- daha hususî bir ifade olduğuna delildir.
İman salih amel işlemekle beraber kâmil bir tasdik ve inançtır. İslâm ise hem söz, hem de bilfiil amel işlemektir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bedevi Araplar, biz iman ettik, derler. De ki: Siz iman etmediniz. Sadece müslüman olduk, deyin. İman henüz sizin kalplerinize girmedi." (Hucurat, 49/14)
Buhari ve Müslim'in Sahih'lerinde buyuruluyor ki: "Zina eden zina ettiğinde mümin olarak zina etmez." Zina fiili ondan imanı soyar alır. Bütün müslümanların icmaı ile bu fiilden dolayı kâfir olması gerekmez. Dolayısıyla bu, imanın İslâm'dan daha hususî olduğuna delâlet etmektedir.
3- Kunût: Salih amele devam etmek, huzur ve sükûnet içerisinde taat-te bulunmaktır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten korkan, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu?" (Zümer, 39/9); "Göklerde ve yerde olan herşey onundur. Hepsi ona boyun eğmiştir." (Rum, 30/26); "Ey Meryem! Rabbine boyun eğ, secde et ve rükû edenlerle birlikte rukûda bulun." (Âl-i İmran, 3/43).
Bu mertebeler arasında derece derece ilerleme görülmektedir. Zira İslâm kelime-i şehadeti söyleme, namazı dosdoğru kılma, zekât verme, Ramazan orucu tutma, yol bulmaya gücü yetenin Beytullah'ı haccetmesi şeklinde dış görünüş itibariyle İslâm'ın yaşanmasıdır.
Sonra bir üst mertebe olan "iman" mertebesi gelmektedir ki, iman Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayrına ve şerrine inanma şeklinde kalpte bulunan, içten tasdik ve teslimiyetten ibarettir.
Daha sonra da bunların toplamından taatte ve ibadeti eda etmede sükûnet ve gönül huzuru meydana gelir.
4- Söz ve davranışlarda sâdık olmak. Bu övülen bir haslettir ve imanın alâmetidir. Nitekim yalancılık da münafıklığın bir emaresidir. Dolayısıyla kim sadık, doğru sözlü olursa kurtulur.
İmam Ahmed, Buhari (el-Edebü'l-Müfred kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud'dan rivayet ettikleri "sahih" hadis-i şerifte şöyle buyu-ruluyor: "Doğru sözlülüğe sarılın. Çünkü doğru sözlülük iyiliğe, iyilik de cennete iletir. Kişi doğru konuşmaya ve doğruluğu izlemeye devam ede ede nihayet Allah nezdinde "sıddîk" (son derece sâdık) olarak yazılır. Yalan söylemekten sakının. Zira yalan söz fücura (açıktan günah işlemeye), o da cehenneme iletir. Kişi yalan söylemeye, yalancılığı izlemeye devam ede ede nihayet Allah katında yalancı olarak yazılır."
Bu sebeple bazı sahabiler -Allah kendilerinden razı olsun- ne cahiliye-de, ne de İslâm'da bir defa olsun yalan söylemeyi denememişlerdir.
Bu mertebe (sadık olma), kunût (gönülden huzurla taatte bulunma) mertebesinden sonra gelir. Kim iman eder, salih amel işlerse, kâmil olur, sonra da başkalarını kemale erdirir, iyiliği emreder ve kardeşine doğrulukla nasihatte bulunur.
5- Musibetlere karşı sabretmek, ibadetleri eda etmede ve masiyetleri terketmede sıkıntılara katlanmak, takdir edilen şeyin hiç şüphesiz olacağını bilmek ve bunu sabır ve sebatla karşılamak.
Sabır ancak ilk darbe anındadır. Yani sabrın en zorlu ve en gerekli olanı hadisenin ilk anında olan sabırdır. Sabır güvenilir ve derin âlimlerin se-ciyesidir. Sabır, geçen dört mertebeden sonra gelir. Zira iyiliği emredip kötülüğe engel olan kimse eziyete maruz kalacak, o da buna sabredecektir.
6- Huşu (Allah için gönülden ürperme), Allah Tealâ'nm cezasından korkarak, O'nu düşünerek, kalben ve davranışlarla Allah Tealâ'ya karşı alçakgönüllü olmak; huzur, itminan, olgunluk ve ağırbaşlılıktır. Tıpkı Müslim'in Hz. Ömer (r.a.)'den naklettiği "sahih" hadiste olduğu gibi "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da, O seni görüyor."
Bu mertebe, güzel amellere karşı bir murakabe (kontrol) mesabesinde gelir. Zira insan güzel amel işleyince, nefsiyle böbürlenebilir ve ibadetiyle gururlanabilir. Allah Tealâ da alçakgönüllü olmayı emrediyor ki nefsî arzular ve nefsî şehvetler onu esir alıp da kendisini alçaltacak durumlara düşürmesin. Kendisinden sadır olan bütün bu amellerin meyvelerini esip savurmasın.
7- Mal ile tasaddukta bulunmak. Bu kendilerinin kazancı veya bakıcısı olmayan muhtaç ve güçsüz kimselere ihsanda bulunmak, demektir. Bu çeşit kimselere Allah'a itaat ve yarattıklarına iyilik olmak üzere farz veya nafile olarak sadaka verilir.
Buhari ve Müslim'in Sahih 'lerinde sabit olan hadis-i şerifte buyurulu-yor ki: 'Yedi grup insan vardır ki Allah hiçbir gölgenin bulunmadığı o günde bu yedi grubu arşının gölgesinde gölgelendirecektir... Bu yedi gruptan biri; bir sadaka verip de sağ elinin verdiğini sol eli bilemeyecek derecede sadakayı gizleyen kimsedir."
Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: "Ateşin suyu söndürdüğü gibi sadaka günahı söndürür."
Bu mertebe, bundan önceki mertebelerin pratik bir ifadesidir. Çünkü malı (Allah yolunda) harcamak, nefsin ona duyduğu sevgi sebebiyle nefse ağır gelir. Bu insanın kardeşini sevmesinin delili olup, kardeşini fakirlik ve yoksulluk âfetlerinden korumak için yardım eder. Ayrıca sadaka temizlemektedir ve kirlerden arındırma vesilesidir.
8- Farz veya nafile olarak oruç tutmak. Oruçta maddî şeylere bağlılıktan uzaklaşıp ruhî bir yüceliş ve Allah'a kulluğa yöneliş vardır. Oruç şehvetin hiddetini kırmaya en çok yardımcı olan ibadetlerdendir.
Nitekim Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet edilen Buhari-Müslim'in sahih hadisinde Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Zira evlilik gözü daha fazla (haramdan) saklar, iffeti daha çok korur. Kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun. Çünkü oruç ona kalkandır."
Oruç ayrıca vücut temizliğidir. İbni Mace'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.): "Oruç bedenin temizliğidir." buyurmuştur. Yani bedeni, gerek tabiat açısından gerekse şer1 an seviyesiz sayılan davranışlardan uzak tutar, vücudu manevi kirlerden arındırır, temizler.
Nitekim Said b. Cübeyr şöyle demektedir: "Kim Ramazan orucunu tutar, ayrıca her ay üç gün oruç tutarsa, ayette geçen "oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar" ifadesi içine girer."
9- İffetli olmak, namusu (mubah şeyler dışında) haramlardan ve günahlardan korumak. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar eşleri ve cariyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Zira bunlar kınanmazlar. Bu sınırları aşmak isteyenler aşırı gidenlerin ta kendileridir. " (Müminûn, 23/5-6).
Kim mahrem yerlerin hürmetini çiğneyip zina ederse, bütün haramları çiğnemek ona basit gelir. Kim mahrem yerini haramdan korur ve nefsinin iffetini muhafaza ederse, Allah Tealâ'nm rızasına lâyık olan temiz ve saf kimselerden olur.
Dikkat edilirse son iki mertebe arasında uyum bulunmaktadır. Oruçlu olanlarla yeme-içme şehvetinin kendilerini Allah'a ibadetten alıkoymayan kimselere işaret edilmiştir. Mahrem yerlerini koruyan iffetli kimselerle, cinsî şehvetin kendilerini ibadetten alıkoymadığı kimselere işaret edilmiştir.
10- Allah Tealâ'yı çok zikretme: Bu kalpte Allah Tealâ'nın azametini düşünmek, O'nu dille bütün noksanlıklardan tenzih etmek, Allah için sadık bir niyetle bütün durumlarda tam bir kemalle muttasıf olduğunu ifade etmektir.
Görülüyor ki insanın ayakta, oturarak ve yatarak zikre devam etmedikçe zikreden kimse olamayacağına işaret etmek için -ki bu Mücahid'den rivayet edilmiştir- Allah Tealâ "zikir" konusunu ifade ettiği pek çok yerde "çok"lukla beraber zikretti. İnsan geceleyin teheccüd namazı kılmakla da zikir erbabı olabilir. Nitekim Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kişi geceleyin hanımını uyandırıp da iki rekat namaz kılarlarsa, bu gece Allah'ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlardan olurlar."
Zikir aynı zamanda namazda, yemek yerken, su içerken, yürürken, alış veriş ederken, binerken ve inerken bunlar dışında pis yerler dışındaki her yerde olur. Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurdu: "Onlar Allah 'ı ayakta, otururken ve yanları üzerinde iken (yatarken) Allah'ı zikrederler." (Al-i İmran, 3/191).
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin ve O'nu sabah-akşam teşbih edin." (Ahzab, 33/41-42).
Ayette geçen bu edepler "zikir" ile sona erdi. Zira İslâm, iman, kunût, sıdk, sabır, huşu, sadaka ve oruç gibi bütün dini amellerin sıhhati Allah Tealâ'nın zikrine -yani niyete- bağlıdır.
İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
- Tevhid ehli olanlar öne geçti. Ashab-ı kiram:
- Tevhid ehli olanlar kimlerdir? diye sordular. Peygamberimiz (s.a.):
-Allah'ı çok zikreden erkeklerle çok zikreden kadınlar, buyurdu. Yine İmam Ahmed, Muaz el-Cühenî'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: Bir zat Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Mücahidlerin hangisi daha büyük ecre sahiptir ya Rasulallah? diye sordu. Rasulullah (s.a.):
- Allah Tealâ'yi daha çok zikredenler, dedi. Aynı zat:
- Peki, oruçluların hangisi daha çok ecre sahiptir? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Aynı şahıs namaz, zekât, hac ve sadakayı zikretti. Bütün bunlara Rasulullah (s.a.):
-Allah'ı daha çok zikredenler, dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a.):
- Zikredenler bütün hayırları alıp götürdüler, dedi. Efendimiz (s.a.) de:
- Evet, dedi.
Allah Tealâ daha sonra hepsinin mükâfatını zikrederek şöyle buyurdu: "Allah (onlar için) mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır."
Yani Allah Tealâ onlara günahlarım silecek mağfiret ve büyük bir mükâfat, yani cennet hazırlamıştır. [67]
Ayet, tefsirinde açıklandığı gibi Allah Tealâ'nın emrettiği, on edebi ihtiva etmektedir. Bu ayet İslâm'ın sâdık niyet, Allah'a ihlâsla bağlılık ve Allah'ı çok zikretme çerçevesinde inanç, ibadet, ahlâk, sülük ve yapıcı sosyal çalışma konularındaki İslâmî esasları birarada toplamaktadır.
Allah Tealâ bu ayete, imanı ve azalarla amel etmeyi ihtiva eden İslâm'ı zikrederek başladı. Sonra İslâm'ın temel esası olduğu uyarısında bulunarak imanı zikretti. Bunun ardından kanit olan itaat eden kulu, sonra da sadık yani ahdettiği şeyde vefakârlık gösteren kimseyi, şehvetleri terke-den, rahat ve sıkıntı zamanında taatler üzerinde sebat edip sabreden kimseyi, Allah'tan huşu duyup ürperen, farz ve nafile sadaka veren, farz ve nafile oruç tutan, mahrem yerini zina ve benzeri helâl olmayan şeylerden koruyan iffetli kimseyi, namazların ardından sabah-akşam, yataklarında ve uykudan uyanınca Allah'ı çok zikreden kimseyi zikretti.
Zikirde pek çok faydalar olup bunların başında müminin bütün hallerinde Allah Tealâ ile irtibatlı olması gelir.
Mücahid diyor ki: Kişi ayakta, otururken ve yatarken Allah'ı zikretme-dikçe, Allah Tealâ'yı çok zikredenlerden olamaz. Ebu Said el-Hudrî diyor ki: Kim ailesini geceleyin uyandırır ve ikisi dörder rekat namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkek ve çok zikreden kadınlar arasında yazılırlar. [68]
36- Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mümin erkeğin ve mümin kadının artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse şüphesiz ki o açıkça sapıklığa düşmüş olur.
37- Hani bir zaman Allah'ın kendisine lütufta bulunduğu, senin de kendisine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork." diyordun. Fakat Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı. Zeyd hanımından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.
38- Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim
daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir.
39- Onlar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter.
40- Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi çok iyi bilir.
"Mümin bir erkeğin ve mümin bir kadının artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur." mealindeki ayetteki "Limüminin" ve "müminetin" kelimelerindeki nekre, umûm ifade etmek içindir. Çünkü nekre nefy siyakında umum ifade eder. Yani hiçbir mümin erkeğin veya mümin bir kadının Allah ve Rasulünün murad ettiği şeylerden başka bir şey arzu etme hakkı yoktur.
"Onlar Allah'tan korkarlar" ve "O'ndan başka kimseden korkmazlardı. " ifadeleri arasında tezat sanatı (tıbak-ı selb) yapılmıştır. [69]
"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman" yani Allah'ın Rasulü hükmettiği zaman demektir. Ayette "Allah"ın adının zikredilmesi Hz. Peygamberin hükmünün yüceliğini ifade etmek ve onun hükmünün Allah'ın hükmü olacağını ifade etmek içindir. Bunun sebebi ise, bu ayetin Peygamberimiz (s.a.)'in halası Ümeyme bt. Abdilmuttalib'in kızı (Zeyneb bt. Cahş) hakkında nazil olmasıdır. Rasulullah (s.a.) Zeyneb'i Zeyd b. Harise için istemiş, Zeyneb ve kardeşi Abdullah bu seçimi kabul etmemişlerdi. Halbuki onların kendi tercihlerini Allah ve Rasulünün seçimine tâbi kılmaları gerekiyordu. "Mümin bir erkeğin ve mümin bir kadının artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur." Bu onlar için doğru değildir ve bu uygun değildir. "Kim Allah 'a ve Rasulüne isyan ederse, şüphesiz ki o açıkça" doğruluktan saptığı gayet açık, bariz "sapıklığa düşmüş olur."
"Hani bir zaman Allah'ın kendisine" İslâm'la "lutûfta bulunduğu, senin" azad etmek ve hürriyete kavuşturmakla "kendisine lütufta bulunduğun" kimse ki bu Zeyd b. Harise olup cahiliye esirlerinden idi. Rasulullah (s.a.) peygamberlikten önce onu satın almıştı. Daha doğrusu Hz. Hadice (r.a.) Zeyd'i kendisine hibe etmiş, sonra da Rasulullah (s.a.) Zeyd'i azad edip evlât edinmişti. Zeyd'in kıssası daha önce anlatılmıştı. Sen bu "kimseye: Hanımını" Zeyneb'i "bırakma." Onu boşama konusunda "Allah'tan kork," onu zarara uğratarak boşama "diyordun. Fakat Allah 'in açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun." Gönlünde Allah'ın ortaya çıkaracağı şeyi yani Zeyneb'in kocasından boşandıktan sonra Allah'ın onunla evlenmen emrini gizliyordun.[70] "İnsanlardan korkuyordun." Onlardan utanıyordun, onların evlât edindiği çocuğunun boşadığı hanımıyla evlendi, deyip seni ayıplamalarından korkuyordun. "Halbuki Allah kendisinden" her hususta "korkmana daha lâyıktı." Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) insanların sözüne aldırmadan Zeyneb'le evlendi. Beyzavî diyor ki: Kınama sadece gizlemeye değildir. Zira gizleme yalnız başına güzeldir. Asıl insanların sözlerinden korktuğunu gizleme kınanmaktadır. Zira bu gibi şeylerde evlâ olan susmak, ya da işi Rabbine havale etmektir. 'Zeyd hanımından ilişiğini" nikâh irtibatını "kesince" yani onu boşayınca "biz onu sana nihâhladık", onu sana eş kıldık ve sana onunla evlenmeni emrettik. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.) Allah'ın izninden sonra hiçbir beşerin izni olmaksızın Zeyneb'in yanına girdi. Müslümanlara et ve ekmek yedirdi. Bu, beşerî bir akit vasıtası olmaksızın meydana gelen bir nikâhtır. Bunun delili Hz. Zeyneb'in, Peygamberimiz (s.a.)'in diğer hanımlarına:
- Benim nikâhlanmamı Allah üstlendi. Sizleri ise velileriniz evlendirdi, demesidir.
"Ki böylece" evlât diye iddia ettikleri "evlâtlıkların" ilişiklerini kestikleri "eşleriyle evlenmekte bir güçlük", bir mahzur ve daimî bir sıkıntı "olmasın." Hz. Zeyneb'in Peygamberimizle evlenmesinde olduğu gibi "Allah'ın emri", Allah'ın takdiri hiç şüphesiz "yerine gelecektir." gerçekleşecektir, mutlaka meydana gelecektir.
Ayetteki "Li-key lâ ..." cümlesi evlendirmenin sebebini bildirmektedir. Bu ifade, bir delil tahsis etmediği müddetçe, Peygamber'in hükmü ile ümmetin hükmünün aynı olduğuna delildir.
"Allah'ın kendisine takdir ettiği", taksim ettiği, belirlediği ve hükmettiği "bir şeyi yerine getirmede Peygamber'e hiçbir güçlük yoktur. Nitekim daha önce geçmiş peygamberlere de bu kanunu koymuştu." Daha önce geçen peygamberlere de bu konuda ve Allah'ın mubah kıldığı hususlarda hiç bir güçlük ve vebal olmadığı esasını ortaya koymuştu. "Allah'ın emri takdir edilmiş bir kaderdir." Allah'ın fiili, kesinleşmiş bir kader, mutlaka meydana gelecek bir hükümdür. "Onlar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve ondan başka kimseden korkmazlardı." Yani o peygamberler Allah'ın kendilerine helâl kıldığı hususlarda insanların sözünden çekinmezlerdi. Bu apaçık ifadeden sonra yapılan bir ta'rizdir. "Hesap görücü olarak" mahlukatmm amellerini ve muhasebelerini tespit edici olarak "Allah yeter." Dolayısıyla kendisinden korkulacak olan sadece Allah'tır.
"Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin" gerçekte "babası değildir." ki böylece evlâtlık almaktan kaynaklanan yakın akrabalık haramlığı sabit olsun. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.) evlâtlığı olan Zeyd'in babası değildir. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.)'e Zeyd'in boşadığı hanımıyla evlenmesi haram değildir.
"O sadece Allah'ın Rasulü" Her rasul ümmetinin babasıdır. Ama mutlak olarak babası değil, ümmetine karşı şefkatli ve merhametlidir. Onlar için iyilikseverdir, müminlerin kendisine saygı duymaları ve itaat etmeleri gereklidir. Zeyd de diğer müminler gibidir, onlardan biridir, "ve peygamberlerin sonuncusudur." "Hatim" kelimesi "htm" fiilinin ism-i failidir. Yani kendisinden sonra peygamber olacak bir erkek çocuk bulunamaz. "Hatem" şeklindeki kıraate göre "hatm" âleti olan "hatem" mühür anlamındadır. Peygamberleri mühürleyen son kişidir, ya da peygamberler onunla mühürlendiler. "Allah her şeyi çok iyi bilir." Peygamberleri kendisiyle sona erdirmeye kimin lâyık olduğunu, O gayet iyi bilir. Yine peygamberin durumunun nasıl olması gerektiğini, en iyi O bilir.
Peygamberimiz (s.a.)'in Tahir, Tayyib, Kasım ve İbrahim'in babası olması ayete aykırı değildir. Çünkü bunlar ayetteki "Min ricaliküm: Sizin adamlarınızdan" ifadesiyle nefy hükmünün dışında bırakılmışlardır. Zira bu çocuklar henüz adam derecesine ulaşmadan vefat etmişlerdir. Ayrıca "rical" kelimesi ümmete nisbet edilmiştir. Bu çocuklar ise ümmetin değil, Hz. Muhammed (s.a.)'in adamlarıdır.
Hz. İsa'nın âhir zamanda inecek olması "peygamberlerin sonuncusu" ifadesiyle çelişki teşkil etmemektedir. Zira ayetin manası şudur: Hz. Muhammed (s.a.)'den sonra yeni başlayan bir peygamberlik olamaz, ondan sonra hiçbir kimse peygamber olamaz. Hz. İsa, Hz. Muhammed (s.a.)'den önce gönderilen peygamberlerden olup -yeryüzüne tekrar- indiğinde Hz. Muhammed (s.a.)'in şeriatıyla hükmedecek, onun ümmetinden biri gibi onun kıblesine doğru namaz kılacaktır. [71]
"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman..." ayetinin (36. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Taberanî'nin "sahih" sened-le Katade'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Zeyneb'i Zeyd'e nikahlamak istemişti. Hz. Zeyneb ise Peygamberimiz (s.a.)'in, kendisini kendisi için istediğini zannetmişti. Ama daha sonra kendisini Hz. Zeyd için istediğini öğrenince bunu kabul etmedi. Bunun üzerine "Allah ve Peygam-ber'i bir şeye hükmettiği zaman hiçbir mümin erkek ve mümin kadının artık işlerinde başka yolu tercih etme hakkı yoktur." (Ahzab, 33/36) ayeti nazil oldu.
İbni Cerir'in İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre; Rasulullah (s.a.) Zeyneb bt. Cahş'ı Zeyd b. Harise için istemişti. Hz. Zeyneb bunu kabul etmemiş,
- Ben soyca ondan daha üstünüm, demişti. Bunun üzerine de "Allah ve peygamberi bir şeye hükmettiği zaman hiçbir mümin erkek ve mümin kadın..." (Ahzab, 33/36) ayeti indi.
İbni Ebî Hatim Üsame b. Zeyd'den naklediyor: Bu ayet Ümmü Gülsüm bt. Ukbe b. Ebî Muayt hakkında nazil olmuştur. Ümmü Gülsüm kadınlardan ilk hicret eden idi. Kendini Hz. Peygamber'e hibe etmiş, Hz. Peygamber (s.a.) de onu Zeyd b. Harise'ye nikahlamıştı. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm ve kardeşi öfkelenmişler ve :
- Biz Rasulullah (s.a.)'i murad ettik. O da bizi kölesiyle nikahladı, demişlerdi.
Bu görüş önceki görüşlerden daha zayıftır. Dolayısıyla tercih edilen görüş Katade, İbni Abbas ve Mücahid'in bu ayetin nüzul sebebi hakkında zikrettikleri şu görüştür: Rasulullah (s.a.), Zeyneb bt. Cahş'ı istemeye gitti. Zeyneb, Rasulullah (s.a.)'in halasının kızıydı. Zeyneb, Rasulullah (s.a.)'in bu talebi kendisi için yaptığını zannetti. Onun kendisini Zeyd için istediği anlaşılınca bu durumdan hoşlanmadı, bunu kabul etmeyip reddetti. Bunun üzerine bu ayet indi.
"Hani bir zaman Allah'ın kendisine..." ayetinin (37. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari'nin Hz. Enes'den naklettiğine göre Zeyneb bt. Cahş ve Zeyd b. Harise hakkında nazil oldu.
Hakim, Enes'den naklediyor: Zeyd b. Harise Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek hanımı Zeyneb bt. Cahş'dan şikâyet etti. Peygamberimiz ona:
- Hanımını tut, dedi. Bunun üzerine "Allah 'm açığa vuracağı şeyi gönlünde gizliyorsun." ayeti nazil oldu.
Müslim, Ahmed ve Neseî rivayet ediyorlar: Zeyneb'in iddeti bittiği zaman Rasulullah (s.a.) Zeyd'e:
- Git, ona benden bahset, dedi. Zeyd de gidip bunu Zeyneb'e bildirdi. Zeyneb:
- Ben Rabbimle istişare etmeden hiçbir şey yapamam, dedi. Namaza kalktı ve Kur'an okudu. Peygamberimiz (s.a.) gelip izin istemeden Zeyneb'in yanma girdi.
Zeyd anlatıyor: Rasulullah'ın huzuruna girdiğimizde Hz. Zeyneb'in nikâhı için bize et ve ekmek yedirdi. Yemekten sonra davetliler dışarı çıktı. Bazı kimseler de oturarak konuşmaya devam ettiler. Rasulullah (s.a.) dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim. Rasulullah (s.a.) hanımlarının odalarını dolaşıyordu. Kendisine davetlilerin hepsinin çıktığını bildirdim. Gelip eve girdi. Ben de onunla beraber içeri girmek üzere kalktım. Benimle arasına perde indirdi ve hicap emri nazil oldu.
Zeyd devam ediyor: Peygamberimiz (s.a.) müslümanlara inen şu ayetle öğütte bulundu: "Size izin verilmedikçe Peygamber'in evlerine girmeyin." (Ahzab, 33/53).
"Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir." ayetinin (40.ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Tirmizî, Hz. Aişe'den naklediyor: Hz. Peygamber (s.a.) -Zeyneb bt. Cahş ile- evlenince bazıları:
- Oğlunun (yani evlâtlığının) eski hanımı ile evlendi, dediler. Bunun üzerine: "Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir." ayeti nazil oldu. [72]
Allah Tealâ, Rasulullah (s.a.)'in başkasına zarar vermek istediği zannedilmesin, diye Peygamber (s.a.) hanımlarını yanında kalmaları ile güzel bir şekilde salıverme arasında muhayyer bırakmayı emrettikten sonra; burada hanımların işinde olduğu gibi bütün işlerde tercih hakkının insanın elinde olmadığını, hiçbir kimsenin tercih hakkının olmadığı -Allah'ın hüküm verdiği hususlar gibi- bazı şeylerin bulunduğunu zikretti. Buna göre Allah'ın emrettiği herşey uyulacak olandır. Peygamber (s.a.)'in murad ettiği hususlar da hakkın ta kendisidir. Kim bu ikisine muhalefet ederse, apaçık bir dalâletle sapıklığa düşmüş olur. Zira Allah asıl gayedir. Peygamber de hidayet yolunu gösteren, hidayet yoluna ulaştırandır.
Allah Tealâ daha sonra Allah'ın emrini uygulamak, faydalı plan esasları ihtiva eden, zararlı şeylerden uzak olan, son derece sağlam ve sürekli olan dinin emrini ortaya koymak üzere Hz. Peygamber (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlenme kıssasını anlattı. Rasulullah (s.a.)'in Allah'ın kendisine mubah kıldığı hanımlarla evlenme hususunda peygamberlerin ilki olmadığını, kendisinin Rablerinin risaletlerini tebliğ eden ve Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmayan değerli peygamberlerden biri olduğunu zikretti.
Peygamberimiz (s.a.) Hz. Zeyneb'le evlenmesi hakkında "Zeyd hanımından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." (Ahzab, 33/37) ayetinde buyurduğu gibi; sonra da "Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzab, 33/40) ayetiyle te'kid ettiği, cahiliye ehlinin evlât edinme yoluyla oğul saydıkları evlâtlığın hanımıyla evlenmenin haram sayılması şeklindeki uygulamayı bilfiil iptal etmiş olmaktadır. [73]
"Allah ve Rasulü herhangi bir hususta hüküm verdiği zaman mümin erkek ve mümin kadına artık işlerinde başka yolu seçme hakkı yoktur."
Herhangi bir mümin erkek veya mümin kadın Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verdiği zaman başka bir şeyi seçemezler. Onların üzerine düşen Allah ve Rasulünün emrine uymak ve ona isyan etmekten kaçınmaktır. Bu emri tebliğ eden Rasulullah (s.a.)'dir. Ayette "Allah"ın adının zikredilmesi Rasulünün emrinin büyüklüğünü ifade etmek içindir. Böylece Allah'ın ve Rasulünün hükmü olmaktadır. Dolayısıyla Rasulullah (s.a.) bir hususta hüküm verdiği zaman hiçbir beşerin başka bir şeyi tercih etme hakkı yoktur. Bu ayet "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha yakındır. " (Ahzab, 33/6) ayet-i kerimesi muhtevasına dahildir.
Allah Tealâ daha sonra bu emre isyan etmekten sakındırarak şöyle buyurdu:
"Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse, şüphesiz o açıkça sapıklığa düşmüş olur." Yani kim Allah'ın emrine, ya da Rasulünün emrine aykırı davranırsa, ya da nehyettikleri şeylerde başkaldırırlarsa hidayet yolundan sapmış, hak ve hayırlı yoldan uzak olan, faydalı şeyleri kaybetmeye ve kötülüklere dalmaya sebep olan apaçık sapıklık uçurumlarına düşmüş olur. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nur, 24/63).
Bu kesin ilahî hüküm üzerine ve isyandan sakındınlması karşısında kendisi sebebiyle ayetin indiği Zeyneb bt. Cahş Kureyş'in en seçkinlerinden ve kavmin şereflilerinden olduğu, Peygamberimiz (s.a.)'in halası Ümeyme bt. Abdilmuttalib'in kızı olduğu halde Peygamberimiz (s.a.)'in azadlı kölesi Zeyd b. Harise ile evliliği kabul etme emrine uyarak:
- "O halde ben Rasulullah (s.a.)'e isyan etmiyorum. Oysa ben kendimi ona nikahlamak istemiştim." dedi. Halbuki Zeyneb, önce Zeyd'le nikâhlan-mayı kabul etmemiş ve:
- "Ben soy bakımından ondan daha üstünüm." demişti. Zira Zeyneb hiddetli bir kadındı.
Zeyneb'in Zeyd ile evlenmesinde gayet önemli bir hikmet vardır. Bu hikmet ise insanlar arasında eşitliğin ilan edilmesi ve aralarındaki haseb-neseb farklarının ortadan kaldırılması idi. İslâm şemsiyesi tek olarak devam ettiği müddetçe herkes bu şemsiye altında eşit idi. Bu konudaki üstünlük ancak takva ve amel-i salih ile mümkündü.
Ancak bu evliliğe zahiren muvafakat etmesine rağmen Zeyneb'deki gizli psikolojik problemler ve sıkıntılar devam etti. Zeyneb, Zeyd'e karşı büyüklük taslayarak ondan hoşlanmamaya devam etti. Zeyd ise bu durumu Rasulullah (s.a.)'e defalarca şikâyette bulundu. Peygamberimiz (s.a.) ise Zeyd'e nasihatte bulunarak:
- Hammını bırakma, Allah'tan kork, diyordu. Nihayet Allah'ın hükmü gerçekleşti ve boşanma meydana geldi. Aşağıdaki ayetin de ifade ettiği bu idi:
"Hani bir zaman Allah 'in kendisine lütufta bulunduğu, senin de kendişine lütufta bulunduğun kimseye: "Hanımını bırakma, Allah'tan kork." diyordun."
Yani Ey Muhammedi Allah'ın kendisine İslâm'la lütufta bulunduğu, senin de azad etmek, hürriyete kavuşturmak, terbiye etmek ve kendine yakın kılmak suretiyle kendisine lütufta bulunduğun kimseye:
- Zeyneb'le olan evliliğin üzerine devam et. Onun tabiatına ve ahlakına karşı sabret. Onun durumu hakkında ve onu boşama hususunda Allah'tan kork. Onun büyüklenmesi, yükseklik ve şereflilik hissetmesi sebebiyle onu boşama, diyordun. Bu tenzih, ta'lim ve terbiye şeklinde nehiy olup haram kılma ve yasaklama manasında nehiy değildir. Zira her durumda evlâ olan Zeyneb'i boşamamasıdır.
"Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah kendisinden korkmana daha lâyıktı." Ey Rasulüm! Sen Allah'ın ortaya çıkaracağı hükmü gönlünde gizliyordun. Allah sana Zeyd'in Zeynep'i boşayacağını ve senin onu nikahlayacağını sana bildirdi. Sen insanların ayıplamalarından, tenkit etmelerinden ve cahiliye mantığından kaynaklanan itirazlarından korkuyordun. Allah sana cahiliye örflerini ve geleneklerini düzelten, ya da bunları ortadan kaldıran vahyini sana indirdikten sonra kendisinden korkmaya, emrine uymaya, başkasının şeriatle-rine aldırış etmeksizin onun hükmünü gerçekleştirmeye sadece kendisi lâyıktır.
Cenab-ı Hakkın "Allah'tan kork" ifadesi Zeyneb'i boşamak hususunda Allah'tan kork yani onu boşama, demektir. Bununla tenzih manasında nehy murad edilmiştir, haram kılma manasında nehy murad edilmemiştir. Zira evlâ olan boşamamaktır.
Hz. Âişe (r.a.)'den, şu söz nakledilmektedir: "Rasulullah (s.a.) eğer kendisine vahyedilen bir şeyi gizlemiş olsaydı, bu ayeti gizlerdi."
Peygamberimiz (s.a.)'e yapılan bu yöneltmeden murad edilen mana Zeyd kendisine,
- Ben hanımımdan ayrılmak istiyorum, dediği zaman susmasıdır. Yahut gizli yönlerinin açık yönleriyle çelişki teşkil etmemesi için, peygamberlerin içiyle dışının aynı olması için, hakkında ilahî vahiy inen ciddi meseleler hakkında ısrarlı olma meselesinin açıkça ortaya çıkması için Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyd'e:
- Sen işini daha iyi bilirsin, demesidir.
Cenab-ı Hak daha sonra Hz. Zeyneb'in boşanıp iddeti bittikten sonra Allah'ın Nebisi (s.a.) ile evlenmesinin hükmünü duyurarak şöyle buyurdu:
"Zeyd hanımından ilişiğini kesince, biz onu sana nikahladık ki evlâtlıkların (ilişkilerini kestikleri) eşleriyle evlenmekte müminlere hiç güçlük olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir." Yani Zeyd, Zeyneb'i boşa-yıp hanımının da iddeti bitince; müminler cahiliyede âdet edindikleri, sonra da İslâm'ın bütün izlerini ortadan kaldırdığı, bütün neticelerini tasfiye ettiği evlât edinme esasına göre evlâtlıkların boşadıkları hammlarıyla evlenmek istedikleri zaman müminler arasında mahzur ve sıkıntıyı kaldırmak için; biz evlâtlığının hanımını sana zevce kıldık. Allah'ın kaza ve kaderi hiç şüphesiz geçerli olacak ve meydana gelecektir. Onun hükmü her zaman yürürlükte olacak ve şeriatı daimî kalacaktır. Allah'ın ezelî ilminde-ki hükümlerinden biri Zeyneb'in Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımı olacağı gerçeğidir.
Burada Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'le evlenmesi şehveti tatmin etmek için değil, bilakis Peygamberimiz (s.a.)'in fiiliyle şeriatı beyan etmek içindir. Zira fiil te'kidlidir. Şer'î hüküm Peygamberimiz (s.a.)'in fiilinden kesin bir şekilde anlaşılmaktadır.
Bu evlilikten, çocuklarıyla hanımları arasında evlilik ilişkisi sona erdikten sonra, çocuklarının hanımlarının kendilerine haram olmasından farklı olarak, evlâtlıkların hammlarıyla evlenmelerinin kendilerine haram olmadığı esası murad edilmektedir.
Buhari ve Tirmizî, Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ediyorlar: Zeyneb bt. Cahş Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına karşı kendi durumuyla iftihar ederek:
- Sizi aileleriniz evlendirdi. Beni ise Allah Tealâ yedi kat sema üzerinden evlendirdi, diyordu.
Muhammed b. Abdillah b. Cahş diyorki: Hz. Zeyneb ve Hz. Âişe (r.a.) birbirlerine karşı iftiharla konuştular. Hz. Zeyneb:
- Ben evliliği semadan inen ayetle yapılan kişiyim, dedi. Hz. Âişe:
- Ben mazereti semadan inen ayetle takdim edilen kişiyim, dedi. Hz. Zeyneb de bunu kabul etti.
İbni Cerir, Şa'bî'den naklediyor: Zeyneb (r.a.) Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Sana üç şeyde nazlanmaya hakkım vardır ki hanımlarından hiç biri bu özelliklere sahip değildir:
Benim dedemle senin deden birdir. Beni sana Allah semadan nikahladı. Bu konuda elçi, Cebrail (a.s.) idi.
Daha sonra Cenab-ı Hak, rasul ve nebiler hakkındaki sünneti ve hükmünü bildirerek şöyle buyurdu:
"Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmede peygambere hiçbir güçlük yoktur. Nitekim daha önce geçmiş peygamberlere de Allah bu kanunu koymuştu. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir." Yani Allah'ın kendisine helâl kıldığı ve emrettiği, eskiden evlât edindiği evlâtlığı Zeyd b. Harise'nin boşadığı hanımı Zeyneb'le evlenmesi hususunda Peygamber'e herhangi bir güçlük ve kusur yoktur. Bu, Allah Tealâ'nm ondan önceki peygamberler hakkındaki hükmüdür. Onlara emrettiği hiçbir şeyde kendilerine güçlük ve sıkıntı olan herhangi bir şey yoktur. Allah'ın takdir ettiği emri hiç şüphesiz meydana gelecek, kaçınılması mümkün olmayan bir gerçek olacaktır. Onun dilediği şey olur ve dilemediği şey olmaz.
Bu ayet Rasulullah (s.a.)'in evlât edindiği azatlı kölesi ve evlâtlığı Zey-d'in boşadığı hanımı ile evlenmesini ayıplayan münafıklara bir cevaptır. Aynı zamanda çok hanımla evlenmesini ayıplayan Yahudilere de bir cevaptır. Zira Davud ve Süleyman (a.s.)'m da pek çok hanımları vardı.
Cenab-ı Hak daha sonra peygamberlerini överek şöyle buyurdu: "Onlar Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler. Allah'tan korkarlar ve O'n-dan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter."
Allah'ın kendilerine helâl kıldığı hususlarda kendilerinden güçlüğü kaldırdığı ve sonuncuları Hz. Muhammed (s.a.) olan rasullerin görevleri Allah'ın emirlerini ve şer'î hükümlerini insanlara tebliğ etmek ve bunu emanetle eda etmektir. Onlar vahiyden bir şeyi tebliğ etmemek hususunda sadece Allah'tan korkarlar, O'ndan başka hiçbir kimseden korkmazlar. Hiçbir kimsenin gücü veya tenkidi onların Allah Tealâ'nın ilâhî mesajlarını tebliğ etmelerine engel olamaz. Yardımcı ve destekleyici olarak kullarının amellerini tesbit edici ve bundan dolayı kullarının hesabını görmek üzere Allah yeter.
Allah Tealâ sonra da "Muhammed oğlunun hanımıyla evlendi" diyenlere cevap vermek üzere şöyle buyurdu:
"Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. O sadece Allah 'in Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah herşeyi çok iyi bilir."
Bilfiil nesebden meydana gelen evlâdın hanımıyla evlenmek caiz değildir. Ama sun'î evlâtlık edinme yoluyla meydana gelen evlâtlığın hanımıyla evlenmek cahiliye usulüne aykırı olarak İslâm'da caizdir. Zira her ne kadar Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'i evlât edinmiş olsa da, Zeyd Hz. Muhammed (s.a.)'in gerçekte oğlu değildir. O gerçekten hiçbir adamın babası değildir. O sadece Allah'ın dinini insanlara tebliğ etmek için Allah'ın elçisidir. O Allah'ın nebilerinin ve rasullerinin kendisiyle mühürlendiği kişidir. Allah herşeye muttali olan, herşeyi gayet iyi bilen idi, böyle olmaya devam etmektedir. O peygamberliğin kendisiyle başladığı kimseyi de, peygamberliğin kendisiyle noktalanacağı kimseyi de gayet iyi bilir. O sadece en faydalı olanı yapar. O sadece en lâyık olanı tercih eder. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Allah risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir." (En1am, 6/124).
Hz. Muhammed (s.a.) ile insanlardan herhangi biri arasında kendisine yakın akrabayla evlilik yasağını gerekecek şer'î bir babalık yoktur. Ancak o kendisine saygı ve hürmet gösterilmesi gereken, müminlere son derece şefkatli olan, bütün müminlerin manevi babasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır." (Ahzab, 33/6). Bu daha toplu ve daha umumi bir emirdir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hususî manada babalığına gelince, o dört erkek ve dört kız babasıdır. Onun Hz. Hadice (r.a.)'den Kasım, Tayyib ve Ta-hir adında üç çocuğu dünyaya gelmiş, sonra küçük yaşta ölmüşlerdi. Ayrıca Mariye el-Kıbtıyye'den İbrahim adında bir çocuğu dünyaya gelmiş, henüz süt emme çağında iken ölmüştü. Efendimizin Hz. Hadice'den Zeynep, Ru-kayye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adında dört kızı vardı. Bunlardan ilk üçü Peygamberimiz (s.a.) hayatta iken vefat etmiş, Hz. Fatıma da kendisinden altı ay sonra vefat etmişti
Bu ayet Allah'ın Nebisi Muhammed (s.a.)'den sonra hiçbir nebi ve hiçbir rasul gelmeyeceği hususunda gayet açık bir beyandır. Zira nübüvvet ri-saletten daha umumidir. Risalet, nübüvvet makamından daha hususidir. Çünkü her rasul nebidir, ama aksi doğru değildir. Ayetin açık ifadesiyle artık "nebi"nin gelmeyeceği bildirilince "rasul"ün de gelmeyeceği bildirilmiş olur. [74]
Ayetler şu hususlara delalet etmektedir:
1- Rasulullah (s.a.) bir şeyde hüküm verdiği zaman, mümin erkeğin ve mümin hanımın bir başka şeyi seçmesi menedilmekte ve yasaklanmaktadır.
Zira "mâ-kâne" ve "mâ-yenbeğî" lafızları burada menetme ve yasaklama manasmdadır. Dolayısıyla bu ayette olduğu gibi bir şeyi yasaklama ve olmayacağına hükmetme manasına gelmektedir. Bazan bu şey aklen imkânsız olabilir. Meselâ: "Sizin onun ağacını yetiştirmeniz mümkün değildir. " (Nemi, 27/60). Bazan da onun imkânsız olduğu şer'an bilinir. Meselâ: "Allah'ın kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği hiçbir beşer şunu söyleyemez..." (Al-i İmran, 3/79). Yine "Hiçbir beşerin Allah ile vahiy ve perde arkası dışında konuşması mümkün değildir." (Şura, 42/51) ayetinde olduğu gibi. Bazan da mendub şeylerde olur. Meselâ: Ey falan, senin nafileleri terketmen uygun değildir, demek gibi.
2- Bu ayet cumhura muhalif olarak "Denklik, nesebde değil, din konusunda itibara alınır." diyen Malikîlerin delilidir. Çünkü azadlı köleler Ku-reyşlilerle evlenmişlerdir. Zeyd, Zeynep bt. Cahş ile; Mikdad b. Esved, Du-bâa bt. Zübeyr ile; Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, Fatıma bt. Velid b. Utbe ile; Bilâl, Abdurrahman b. Avf in kız kardeşiyle evlenmişti.
Cenab-ı Hak Zeyneb'in Zeyd'le evlenme imtihanı ile cahiliye taassubunu, tabaka ve ırk ayrımcılığını yoketmeyi ve üstünlük esası olarak İslâm ve takvayı ortaya koymayı murad etmişti.
3- Allah'ın ve Rasulünün emrine uymak vaciptir. Zira Allah kendisine ve Rasulüne karşı isyan edenin hidayet yolundan sapmış olacağını haber vermektedir.
Kurtubî diyor ki: Bu, fakîh âlimlerimizin büyük çoğunluğunun, İmam Şafiî ashabından fakihlerin ve bazı usul âlimlerinin ileri sürdükleri emir sîgasınm asıl konuluş itibariyle "vacip" manası taşıdığı şeklindeki görüşün en açık delilidir. Çünkü Cenab-ı Hak mükellefin Allah'ın ve Rasulünün emrini duyunca seçim hakkı olamayacağını bildirdi. Sonra da emir sadır olduktan sonra tercih ortaya koyanların masiyet işleyeceğini bildirdi. Daha sonra da bu masiyeti sapıklığa bağladı. Dolayısıyla emrin vacip manasında anlaşılması şarttır.*
4- Allah Tealâ "Hani bir zaman Allah'ın kendisine lütufta bulunduğu.." (Ahzab, 33/37) ayetindeki ihtar ile ilâhi hükümleri beyan ederken peygamberlerin ısrarlı olmalarını ve içleriyle dışlarının aynı olmasını mu-rad etti. Zira Allah Tealâ, Peygamber'ine Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve kendisine nikahlayacağını bildirmiştir. O halde Peygamber'in Zeyd'e nasihatte bulunup, "Hanımı bırakma, Allah'tan kork!" demesine sebep nedir?
Peygamberimiz (s.a.) Allah'ın kendisine, Zeyneb'in boşanacağı ve kendisinin Zeyneb'le evleneceği şeklinde verdiği haberi gizledi. Yoksa Katade, İbni Zeyd ve Taberî gibi bazı müfessirlerin dedikleri gibi Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'den hoşlanması, onu sevmesi ve Zeyd'in Zeyneb'i boşamasını arzu etmesini gizlemiş değildir. Bu, ne peygamberlik makamına lâyıktır, ne de gerçekle bağdaşmaktadır. Zira Peygamberimiz (s.a.) Zeyneb'le bakire iken evlenebilirdi, onu tanıyordu. Zira o halası Ümeyme bt. Abdilmutta-lib'in kızı idi.
Kısaca: Bu sözü söyleyen -eğer kasden söylemişse- Peygamberimiz (s.a.)'in bu gibi şeylerden masum olduğunu bilmemekte, ya da onun hürmetini hafife almaktadır.
Bundan daha çirkini Mukatil'in söylediği şu sözdür: Peygamberimiz (s.a.) Zeyneb bt. Cahş'ı Zeyd'le evlendirmiş, Zeyneb bir müddet Zeyd'in yanında kalmıştı. Sonra Peygamberimiz (s.a.) bir gün Zeyd'i görmek için gelmiş, o sırada Zeyneb'i ayakta görmüştü. Zeyneb, Kureyş hanımlarının en güzellerinden biri idi. Peygamberimiz (s.a.) ona âşık oldu ve "Kalpleri değiştiren Allah'ı tenzih ederim." dedi. Zeyneb bu teşbihi işitmişti. Bunu Zeyd'e anlattı. Zeyd derhal durumu anlamıştı. Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Ya Rasulallah! Zeyneb'i boşamama izin ver. Çünkü onda kibir vardır. Bana karşı büyükleniyor ve diliyle beni kırıyor, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Hanımını bırakma, Allah'tan kork, buyurdu.[75]
Bu ayetin tefsiri hakkında söylenen, müfessirler ve mütehassıs âlimlerden Zührî, Irak kadısı Bekr b. Alâ el-Kuşeyrî el-Fakih el-Malikî, Kadı Ebubekr İbnü'l-Arabî gibi tahkik ehli âlimlerin de kabul ettikleri en güzel görüş Ali b. Hüseyn'den rivayet edilen şu görüştür:
Cenab-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.)'e Zeyd'in Zeyneb'i boşayacağını ve Zeyneb'le kendisinin evleneceğini vahyetmişti. Zeyd Peygamberimiz (s.a.)'e Zeyneb'in ahlakından şikayet edip kendisine itaat etmediğini söyleyince ve Zeyneb'i boşayacağını bildirince Rasulullah (s.a.) ona edeb ve tavsiye babından:
- Sözlerinde Allah'tan kork ve hanımını tut, dedi. Halbuki Rasulullah (s.a.) Zeyd'in hanımından ayrılacağını ve onunla kendisinin evleneceğini biliyordu. Rasulullah (s.a.) Zeyd'e hanımını boşamayı emredip de Zeyd'den sonra Zeyneb'le evlenmesi hususunda halkın "Zeyd onun azadlı kölesi idi. Zeyd'e hanımını boşamasını o emretti." şeklindeki sözlerinin Zeyd'e ulaşmasından çekiniyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Allah'ın kendisine mubah kıldığı bir şeyde, Rasulünün Zeyd'in hanımını boşayacağını bildiği halde "Bırakma" diyecek, insanlardan bu kadar bile çekinmesinden dolayı Rasulüne ihtarda bulundu. Ona Alah'm her durumda korkulmaya daha lâyık olduğunu bildirdi.
Peygamberimiz (s.a.)'in bu evlilikten çekinmesi örf ve âdetlerin toplumda ve fertlerin hayatında büyük tesiri olduğuna delâlet etmektedir.
5- Siyerde Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlenmesi olayı bazı şer'î hükümleri beraberinde getirmiştir. Bunlardan biri: Önemli işlerde, Cenab-ı Hak'tan o işin hayırlı olmasını talep etmektir (istihare).
Zeyd, Zeyneb'e gelip ona Peygamberimiz (s.a.) için talepte bulununca Zeyneb sevindi ve:
- Ben Rabbimle istişarede bulunmadıkça hiçbir şey yapmam, dedi. Namaza kalktı. Bunun üzerine ayet indi.
Bu şer'î hükümlerden bir diğeri: Evlilik yemeği (velîme) verilmesinin mendup oluşudur. Müslim'in rivayetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.)'in hanımlarından hiçbiri için Hz. Zeyneb için verdiği velîme gibi velîme verdiğini görmedim. Zira Hz. Zeyneb için koyun kesmişti.
6- Peygamberimiz (s.a.)'in Allah tarafından evlendirilen tek kişi olması:
Zeyneb, işinde Allah'ı vekil edip bu konuyu Allah'a havale edince Allah da onun nikâhını üstlendi. Allah, Rasulüne bunu bildirince Rasulullah (s.a.) akit yenilemeksizin ve mehir tesbit etmeksizin ve bizim nikahlarımızda şart olan şeylerden hiçbiri bulunmaksızın ve izin almaksızın Zeyneb'in yanına girdi.
Bunun için Hz. Zeyneb, Peygamberimiz (s.a.)'in diğer hanımlarına karşı bununla övünüyordu.
Neseî, Enes b. Malik'ten naklediyor: Hz. Zeyneb, Peygamberimiz (s.a.)'in diğer hanımlarına karşı övünüyor: "Beni Allah semadan nikahladı." diyordu. Hicab (örtünme) ayeti de Hz. Zeyneb hakkında nazil olmuştu.
7- Bu ayette kendisine lütufta bulunulan kimse Zeyd b. Harise'dir. Zira Zeyd, babası ve amcasına karşı Peygamberimiz (s.a.)'i tercih edip onunla birlikte kalmayı arzu edince Peygamberimiz (s.a.) Zeyd'i azad etmiş ve:
- Siz şahid olun ben ona, o da bana mirasçı olacaktır, demişti. Bunun üzerine Zeyd'e (Muhammed'in oğlu Zeyd) denilmeye başladı.
Nihayet Cenab-ı Hakk'ın "Onları -hakiki- babalarıyla çağırın." ve "Muhammed adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir." ayetleri nazil oldu.
8- İmam Ebu'l-Kasım Abdurrahman es-Süheylî (r.a.) diyor ki: Zeyd'e "Muhammed'in oğlu Zeyd" deniyordu. Nihayet "Onları -hakiki- babalarıyla çağırın." ayeti indi. Bunun üzerine Zeyd:
- Ben Harise'nin oğlu Zeyd'im, dedi. Zira kendisinin, "Ben, Muhammed'in oğlu Zeyd'im" demesi haram kılınmıştı.
Zeyd'den bu şeref ve bu iftihar vesilesi alınınca Cenab-ı Hak onun kendisine has durumunu bildiği için kendisine Peygamberimiz (s.a.)'in ashabından hiçbirine verilmeyen bir meziyetle şeref verdi. Bu meziyet Cenab-ı Hakkın "Zeyd ondan ilişiğini kesince" (Ahzab, 33/37) buyurarak Kur'an'da onun adını zikretmiş olmasıdır.
Allah Tealâ'nın ismini Kur'an-ı Hakim'de zikredip de ismi mihraplarda okunan Kur'an'dan bir parça olan kimse son derece şerefle anılmış olmaktadır. Burada kendisine bir iltifat ve Hz. Muhammed (s.a.)'in kendisinin babası olmakla iftihar etme yerine verilen bir itibar söz konusudur.
Bu ayet müminlerin dillerinde devamlı okunmakta ve âlemlerin Rabbi huzurunda özellikle zikredilmeye devam edilmektedir. Zira Kur'an Allah'ın ezelî kelâmıdır. Kur'an bakidir, yok olmaz. Bu değerli, şerefli ve tertemiz sayfalardaki "Zeyd" ismini Cenab-ı Hakk'ın değerli, itaatkâr, elçi melekleri tilâvet esnasında zikretmektedirler. Peygamberlerden bir peygamber dışında müminlerin isimlerinden hiçbir isme bu şeref verilmemiştir. Bu Zeyd b. Harise'ye kendisinden çekilip alınan şey yerine Allah Tealâ tarafından verilen bir şereftir.
Buna ilâveten ayette: "Hani bir zaman Allah'ın kendisine -imanla-lütufta bulunduğu kimse ..." buyurulmuştur. Bu ifade Zeyd'in cennet ehli olduğuna delâlet etmektedir. Zeyd ölmeden önce bunu öğrenmiştir. Bu da ikinci bir fazilettir.
9- Cenab-ı Hakk'ın: "Sana onu -Zeyneb'i- nikahladık" ifadesi nikâhta velinin bulunması gerektiğine bir delildir.
10- Allah bütün ümmete, Hz. Muhammed (s.a.) için de nikâh hususunda Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi geçmiş peygamberlerin âdeti olan çok evlilik esası getirmiştir. Hz. Davud'un 100 hanımı ve 300 cariyesi vardı. Hz. Süleyman'ın ise 300 hanımı ve 700 cariyesi vardı.
11- "Muhammed adamlarınızdan birinin babası değildir." Hz. Mu-hammed (s.a.)'in Zeyd'in şer'î babası değildir. Zeyd de onun oğlu değildir ki Zeyd'in hanımı Peygamberimiz (s.a.)'e haram olsun. Fakat o hürmet ve ta'zimde ümmetinin babasıdır ve hanımları da ümmetine haramdır. Allah da bu ayetle münafıkların gönüllerinde meydana gelen düşünceyi ve "Peygamber, oğlunun hanımıyla evlendi." diyerek yaptıkları itirazı giderdi ve Muhammed'in kendisine muasır olan adamlardan herhangi birinin gerçekten babası olmadığını bildirdi.
Bu ayetle Peygamberimiz (s.a.)'in hiç çocuğu olmadığı kastedilmemiş-tir. Zira daha önce de geçtiği gibi onun İbrahim, Kasım, Tayyib ve Mutah-her isimlerinde erkek çocukları vardı. Fakat onun hiçbir çocuğu yetişkinlik yaşına gelmedi.
12- Gerçekten Muhammed, Allah'ın Rasulü ve nebilerin sonuncusudur. "Hatem" kelimesi nebilerin kendisiyle mühürlendiği kişi demektir. Ra-sulullah (s.a.) peygamberler için bir mühür ve damga gibidir. "Hatim" şeklindeki kıraate göre manası, o onları sona erdirmiştir, yani onların sonuncusu olarak gelmiştir, demektir.
Bu ifade Rasulullah (s.a.)'den sonra hiçbir nebi ve rasul olmadığına kesin bir delildir. Bu konuda sahabe-i kiramdan bir grubun rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in mütevatir hadisleri varid olmuştur.
Bu hadislerden biri, İmam Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Cabir'den rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadisidir: "Benimle diğer peygamberlerin durumu; bir bina yapıp, bu binayı tam ve mükemmel inşa edip, sadece bir tuğla yeri boş bırakan, insanlar o binaya girip de hayret ettikleri zaman: Keşke şu tuğla yeri boş olmasa, dedikleri misal gibidir. İşte ben bu tuğlayım. Geldim ve peygamberleri mühürledim (noktaladım)."
Bu hadisin benzeri Ebu Hureyre'den nakledilmiş, ancak bu rivayette "Ben tuğlayım. Ben peygamberlerin mührüyüm." denilmiştir.
Bir diğer hadis, Buhari ve Müslim'in Cübeyr b. Mut'un (r.a.)'den rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadisidir: "Benim birkaç ismim vardır: Ben Muhammed'im. Ben Ahmed'im. Ben Allah Tealâ'nın kendisiyle küfrü sildiği kimse (mâhî)yim. Ben insanların ayakları dibinde haşrolacağı kimse (Haşir)im. Ben kendisinden sonra peygamber bulunmayan kimse (Âkıb)ım."
İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.): "Risalet ve nübüvvet kesildi. Artık benden sonra hiçbir rasul ve nebi yoktur." buyurmuştu. Bu durum sahabeye ağır geldi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Sadece bazı müjdeleyici şeyler vardır, dedi. Sahabe:
-Ya Rasulallah! Müjdeleyici şeyler nelerdir? diye sordular. Peygamberimiz (s.a.):
- Müslümanın rüyasıdır. Bu, nübüvvetin parçalarından bir parçadır, buyurdu.
Yine Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Benden sonra nübüvvet yoktur. Ancak Allah'ın dilediği şeyler vardır." İbni Abdilberr diyor ki: Allah en iyisini bilir. Bununla nübüvvetten bir parça olan rüyayı kastetmektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Benden sonra nübüvvetten sadece salih rüya kalır."
Nübüvveti tamamlamak, ahlâkı tamamlamaya benzemektedir. Peygamberimiz (s.a.) Hakim'in Ebu Hureyre'den riyavet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: "Ben yüce ahlâkı tamamlamak için gönderildim."
Bütün bunlar Yemen'deki Esved el-Ansî, Yemame'deki Müseylemetü'l-Kezzab ve Secah gibi peygamberlik iddia eden yalancı peygamberlere kesin bir reddiyedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Şeytanların kimin üzerine indirileceğini size haber vereyim mi? Şeytanlar, her iftiracı günahkâr kişi üzerine iner." (Şuara, 26/221-222). [76]
41- Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin.
42- O'nu sabah-akşam teşbih edin.
43- Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir.
44- Onların Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm" şeklindedir. Allah onlara güzel bir mükâfat hazırlamıştır.
"Bükraten ve esıylâ: Sabah-akşam" ifadeleri arasında tezat sanatı vardır. [77]
"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin." Vakitlerin çoğunda Allah'ı zikredin. Zikr ifadesi takdis, temcid, tehlil ve tahmid çeşitlerinin hepsini ihtiva eder.
"O'nu sabah-akşam" günün başında ve sonunda "teşbih edin." Zikir için sabah-akşamın özellikle belirtilmesi, bu iki vakitte gece ve gündüz melekleri hazır bulunduğundan diğer vakitlere olan üstünlüğünü belirtmek içindir.
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için", sizi küfür ve masiyet karanlıklarından iman ve taat nuruna çıkarmaya devam etmek için "Allah size rahmet bahşeder. Melekler de" sizin için istiğfar ile size faydalı olacak şeylere ihtimam göstererek "dua eder." Allah ile melekleri arasında ortak olarak kullanılan "salât" kelimesinden murad sizin işinizin düzgün olmasına itina gösterilmesi, şeref ve şanınızın yüceliğinin ortaya konulmasıdır. "Allah, müminlere çok merhametlidir." Yani Allah mümin kullarına merhametli idi ve merhametli olmaya devam etmektedir. Cenab-ı Hak onların durumlarının düzgün olmasına ve derecelerinin yükselmesine itina göstermektedir. Bu, ayetteki "salât" kelimesinin rahmet manasında olduğuna delildir.
"Onların, Allah'a kavuştukları gün" yani ölüm anında, yahut kabirden
çıktıkları esnada, veyahut cennete girdikleri zaman Allah'a kavuştukları gün "selamlaşmaları" yani Allah'ın, meleklerin diliyle müminlere verdiği selâm, "selâm şeklindedir". Bu ifade masdarın mef ule izafe edilmesi babın-dandır, "selâm' şeklindedir. Selam her türlü kötülük ve âfetten selâmette olduğunu bildirmektir. "Allah onlara güzel bir mükâfat" yani cennet "hazırlamıştır. "[78]
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için..." ayetinin (43. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Abd b. Humeyd Mücahid'den naklediyor: "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygambere rahmet eder." (Ahzab, 33/56) ayeti nazil olunca Hz. Ebubekr (r.a.):
- Ya Rasulallah! Cenab-ı Hak sana hiç bir hayır indirmedi ki bizi ona katmasın! dedi. Bunun üzerine "Sizin karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua eder..." (Ahzab, 33/43) ayeti nazil oldu. [79]
Hz. Peygamber (s.a.)'in Allah'a karşı takva ve ihlâs sahibi olması emrini beyan ettikten ve "Ey Peygamber! Hanımlarına söyle..." ayetiyle ailesi ve akrabasına karşı taşıması gereken aile hürriyeti ve istikrarını gerçekleştirme vasıflarını beyan ettikten sonra; Allah Tealâ "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin." ayetiyle müminlere bol sevap vermek ve onları küfrün karanlıklarından iman nuruna çıkartmak için pek çok vakitte Allah'ı zikretmek ve teşbih etmek suretiyle, ayrıca çeşitli taat şekilleriyle O'na ta'zim ve hürmette bulunma şeklinde peygamberlere verdiği emrini mümin kullarına da teşmil etti. [80]
Allah Tealâ müminlerin bol sevaba ve güzel neticeye nail olmaları için kendilerine çeşitli nimetlerle lütufta bulunan Rablerini çok zikretmelerini müminlere emrederek şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin. O'nu sabah-akşam teşbih edin."
Ey Allah ve Rasulünü tasdik edip yakinen iman edenler! Allah'ı dillerinizle ve kalplerinizle bütün hissiyatınızı dolduracak ve gönlünüzde Rab-binizin korkusunu gerçekleştirecek şekilde bütün durumlarınızda çok zikredin. O'nu gündüzün başında ve sonunda (yani bir şeyin başlangıcı ve sonu aynı zamanda devamlılık hükmüyle ortasını da ihtiva ettiği için vakitlerin çoğunda) Allah'ı kendisine lâyık olmayan her şeyden tenzih edin.
Zemahşerî, "bükraten ve esıylâ'yı, bütün vakitlerde diye tefsir etmektedir. Bu iki vakit, gece ve gündüz meleklerinin hazır bulundukları vakitler olduğu için özellikle zikredilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Allah'ın zikri her müslümanın ağzındadır." Bir başka rivayete göre "Her müslümanın kalbindedir."
Katade'den rivayet ediliyor ki Peygamberimiz (s.a.): "Sübhanallah vel-hamdülillah ve lâilâhe illallah vallahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l-aliyy i'l-azîm. deyin ".buyurmuştur.
İmam Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ebu'd-Derdâ'dan rivayetlerinde Peygamberimiz (s.a.):
- Size amellerinizin en hayırlısını ve melikiniz nezdinde en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, sizin için altın ve gümüş vermekten daha hayırlı olanı, sizin için düşmanlarınızla karşılaşıp onların boyunlarını vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmalarından daha hayırlı olanı size haber vereyim mi? dedi. Sahabe-i kiram:
- Bu nedir, ya Rasulallah? dediler. Peygamberimiz:
- Allah'ı zikretmektir, buyurdu.
Müminlerin vasfını beyan etmede bu ayetin bir benzeri şudur: "Onlar Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (yatarak) zikrederler." (Âl-i İm-ran, 3/191).
Teşbihin zikirle birlikte manası şudur: Allah Tealâ'yı zikrettiğiniz zaman bu zikriniz O'nu her kötü şeyden tenzih etme ve ta'zimde bulunma şeklinde olmalıdır. Teşbihten murad budur.
Cenab-ı Hak daha sonra zikir ve teşbihe teşvik etti ve bunun sebebini bildirdi:
"Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua eder. Allah müminlere çok merhametlidir."
Zikrettiğiniz ve teşbih ettiğiniz Rabbiniz size rahmetle muamele eden Allah'tır. Melekleri de sizin için istiğfar ederler. O bu rahmetle sizin hidayette devam etmenizi, sizi küfür, cehalet ve sapıklık karanlıklarından hak, hidayet ve iman nuruna çıkmanızı murad eder. Rabbinizin mümin kullarına dünya ve ahirette rahmeti tamdır, çok merhametlidir. Dünyada O, başkalarının bilemediği hakka onları iletti. Müminlerin dışındaki küfür ve bid'at davetçileriyle onlara tâbi olanların bulamadıkları hak yolu müminlere gösterdi. Ahirette ise müminleri büyük korkudan emin kıldı. Meleklerine, müminleri cenneti kazandıkları ve cehennemden kurtuldukları şeklinde müjde ile karşılamalarını emretti. Bu sadece müminlere olan sevgisinden ve onlara karşı şefkatinden dolayıdır.
Allah Tealâ'nın rahmetinin tecellilerinden biri İmam Buhari'nin Sahihinde müminlerin emiri Hz. Ömer (r.a.)'den nakledilen şu hadis-i şerifte yer alan husustur: Rasulullah (s.a.) esirlerden bir kadının çocuğunu alıp onu göğsüne iyice yapıştırıp emzirdiğini gördü. Peygamberimiz (s.a.) ashaba:
- Zorlansa, darda kalsa bile bu kadın çocuğunu ateşe atar mı, ne dersiniz? Ashab:
- Hayır, dediler. Peygamberimiz (s.a.):
- Allah'a yemin olsun ki, Allah kullarına bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha merhametlidir.
Cenab-ı Hak daha sonra dünyadaki itinasını beyan ettikten sonra ahiretteki sonsuz rahmetinin delilini zikretmek üzere şöyle buyurdu:
"Onların, Allah'a kavuştukları gün selamlaşmaları "selâm" şeklindedir. Allah onlara güzel bir mükâfat hazırlanmıştır." Yani onların ahirette Allah Tealâ tarafından melekleri vasıtasıyla selâmlanmaları "selâm" şeklindedir. Nitekim bu selâm bir başka âyette şöyle ifade edilmiştir: "Rahim olan Rablerinden onlara söz olarak "Selâm" vardır." (Yasin, 36/58).
"Melekler her kapıdan onların yanlarına girecekler ve "Sabretmenizin karşılığı olarak selâm size! Ahiretin en güzel mükâfatı ne hoştur!" diyeceklerdir." (Ra d, 13/23-24).
Cenab-ı Hak ahirette güzel sevap yani cennet ve cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir insanın kalbine doğmayan yiyecekler, içecekler, giyecekler, meskenler, lezzetler ve manzaralar hazırladı.[81]
Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:
1- Allah'ı zikretme, O'nun nimetlerine şükretme, bütün hallerde bu işin kula kolay gelmesi ve bu hususta büyük ecir kazanmak için belirli bir miktar takdir etmeksizin, bir şeyle tahdit etmeksizin bütün hallerde teşbih, teh-lil, tahmid ve tekbir etmek suretiyle Allah'ı tenzih etmeye teşvik etme.
İmam Ahmed, Ebu Ya'la ve başkalarının Ebu Said el-Hudrî'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "insanlar mecnun deyinceye kadar Allah'ı çok zikredin."
2- Müminlere ilâhî rahmetin bolca verilmesi ve müminlerin hidayet bulmaları, küfür ve cehaletin karanlığından hidayet ve yakîn nuruna çıkartılmaları için istiğfar etmek üzere meleklerin müminlerin hizmetine tahsis edilmesi:
"Salat" Allah tarafından kul için kullanılırsa, Allah'ın kula rahmette bulunması ve ona bereket ihsan etmesidir. Meleklerin "salât" etmeleri, müminlere dua etmeleri ve onlara istiğfar etmeleri manasındadır. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar iman edenlere istiğfar ederler." TGafir, 40/7).
İbni Abbas diyor ki: "Allah ve melekleri Peygamberlerine salât ederler." (Ahzab, 33/56) âyeti inince muhacirler ve ensar:
- Bu özel olarak sana hastır. Bu hususta bizim için hiçbir şey yoktur, dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ bu ayeti yani "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua eder..." (Ahzab, 33/43) ayetini indirdi.
Kurtubî diyor ki: Bu Allah Tealâ tarafından bu ümmete verilen en büyük nimetlerden bir nimettir ve bu ümmetin diğer ümmetlerden daha üstün olduğuna delildir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Siz insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmetsiniz." (Al-i İmran, 3/110).
Nehhas şöyle bir hadis zikretmektedir: İsrailoğulları Hz. Musa'ya:
- Rabbin salât eder mi? diye sormuşlardı. Bu, Hz. Musa'ya ağır geldi. Bunun üzerine Allah (c.c.) şunu vahyetti: "Benim salâtım, rahmetimin gazabımı geçmesidir."
3- "Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için", yani sapıklıktan hidayete çıkarmak için demektir. Hidayetin manası, hidayet üzerine sabit kılmak demektir. Çünkü onlar hitap vakti, zaten hidayet üzerine idiler.
"Allah müminlere çok merhametlidir." ifadesi Allah Tealâ'nın müminlere olan rahmetini haber vermektedir. O müminleri hak yola hidayet etmek suretiyle dünyada onlara rahmetle muamele eder ve kıyamet günü Allah'ın azabından onları emin kılar. Kıyamet günü cennete girdikten sonra Allah'ın kendilerini selâmlaması "selâm", yani Allah'ın azabından selâmette olun şeklindedir. Bir başka görüşe göre: Ölüm anında ve ruhun kabzedil-mesi esnasında selâmlanırlar.
İbni Kesir diyor ki: Bundan murad, -Allah en iyisini bilir- onların se-lâmlanmaları, Allah Tealâ tarafından Allah'a kavuştukları zaman kendilerine "selâm" denilmesidir, yani o gün Allah kendilerini selamlayacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak bu selâm hakkında şöyle buyurmaktadır: "Rahim olan Rablerinden onlara söz olarak "selâm" vardır." (Yasin, 36/58). Katade, bundan murad edilen mananın, onların ahiret yurdunda Allah'la kavuştukları gün birbirlerine selâm vermeleri olduğunu söylemiş, İbni Cerir de bu görüşü tercih etmiştir. Kurtubî de aynı şekilde: "Onların selâmlamaları", birbirlerini selâmlamaları manasındadır, demiştir. Cenab-ı Hakk'ın: "Onların orada duaları: Ey Allahımız! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, şeklindedir. Oradaki selamlaşmaları da "selâm" sözüdür. Dualarının sonu ise: Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun." (Yunus, 10/10) ayeti bu manayı te'yid etmektedir. [82]
45- Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik.
46- Allah'ın izniyle Allah'a davet eden (bir davetçi) ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).
47- Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu müminlere müjdele.
48- Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
49- Ey iman edenler! Mümin kadın nikahlarsanız, sonra da kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle salıverin.
"nur saçan bir kandil" ifadesinde teşbih-i beliğ yapılmıştır. Bu teşbihte benzetme yönü ve benzetme edatı hazfedilmiştir. Yani, sen ey Muha-mammed! Hidayet ve irşad hususunda ışık veren bir kandil gibisin.
"Nezîra", "Münîra" ve "Kebîra" kelimelerinin sonları telâffuzda birbirine uyum içindedir. Aynı zamanda "vekîlâ" ve "cemîlâ" kelimeleri de aynı şekildedir. [83]
"Ey Peygamber! Biz seni" kendilerine gönderildiğin kimselerin tasdik etmeleri ve yalanlamaları hususunda "bir şahit", seni tasdik eden ve sana itaat edenleri cennetle "müjdeleyici", seni yalanlayan ve sana isyan edenleri cehennemle "uyarıcı olarak gönderdik."
"Allah'ın izniyle" Onun emri ve yardımıyla "Allah'a", Onun birliğini ve iman edilmesi gereken sıfatlarını ikrar etmeye ve Allah'a itaat etmeye
"davet eden (bir davetçi) ve nur saçan bir kandil olarak" hidayet hususunda etrafını aydınlatan bir kandil gibi gönderdik.
"Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf, dünyada diğer ümmetlere bir üstünlük ve amellerine karşılık naîm cennetlerinde bol ecir verilecek "olduğunu müminlere müjdele."
Dine muhalif olan hususlarda "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme." Bundan murad Rasulullah (s.a.)'in içinde bulunduğu durum üzere devam ve sebat etmesi için onu manevî açıdan desteklemektir.
'Allah'a tevekkül et." İşini Ona havale et. O sana yeter. Her durumda "Vekil olarak Allah yeter."
"Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlarsanız," burada nikâh akit manasındadır, "sonra da kendilerine dokunmadan" onlarla ilişkiye girmeden "boşarsanız"; Kur'an'da edebe riayet edilerek "cima" konusu dokunma, temas etme, yaklaşma, üzerine düşme ve yanına gelme ifadeleriyle anlatılmaktadır, "artık sizin onların üzerinde iddet saymaya hakkınız yoktur." Yani onların sayısını tamamlayacakları ve dolmadan başkalarıyla evlenmeleri mümkün olmayan günleri bekleme mecburiyeti yoktur. İddet, sayılan şey demektir. "Derhal onlara boşanma bedellerini verin." Onlara yararlanacakları bir bedel verin. Mut'a (boşanma bedeli) kendisi için mehir takdir edilen kadın için sünnettir, kendisi için mehir takdir edilmeyen kadın (mu-favvada) için Hanbelî ve Hanefîlere göre vaciptir. Cumhura göre sadece mufavvada dışındakiler için sünnettir. Şafiîlere göre, ancak kendisi için mehir tesmiye edilen ve duhûlden önce boşanan kadın hariç boşanmış her kadın için boşanma bedeli verilmesi vaciptir. Zira kendisi için mehir belirlenen ve duhûlden önce boşanan kadına sadece yarım mehir vermekle yeti-nilir. Böyle bir kadın için boşanma bedeli (müt'a) sünnettir, müstahaptır. Boşanma bedeli ya tam bir elbise, ya da 30 dirhemdir.
"Onları güzellikle salıverin." Yani boşayacağınız kadınlara hiçbir zarar ve eziyet vermeksizin yolunu şerbet bırakın. Zira bu kadınların iddet bekleme mecburiyeti yoktur. [84]
"Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf olduğunu müjdele." ayetinin (47. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir, İkrime ve Hasan el-Bas-rî'den naklediyor: "Senin geçmiş ve gelecek günahını mağfiret etmek için" (Fetih, 48/2) ayeti nazil olduğu zaman müminlerden bazı kimseler:
- Seni tebrik ederiz ya Rasulallah! Sana ne şekilde muamele edileceğini öğrendik. Peki, bize ne yapılacak? dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Mümin erkekleri ve mümin hanımları cennetlere sokmak için..." (Fetih, 48/5) ayetini ve "Allah 'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu
müminlere müjdele." (Ahzab, 33/47) ayetini indirdi.
Beyhaki Delâilü'n-Nübüvve adlı kitabında Rabi b. Enes'den rivayet ediyor: "Bana veya size ne yapılacağını bilmiyorum." (Ahkaf, 46/9) ayeti inince bundan sonra "Senin geçmiş ve gelecek günahının mağrifet olması için..." (Fetih, 48/2) ayeti indi. Bunun üzerine sahabe-i kiram:
- Ya Rasulallah! Sana ne şekilde muamele edileceğini öğrendik. Peki, bize ne yapılacak? dediler. Bunun üzerine "Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf (verilecek) olduğunu müminlere müjdele." mealindeki 47. ayet nazil oldu. Dedi ki: Büyük lütuf cennettir. Bu hadisi aynı zamanda İbni Cerir, Ikrime ve Hasan el-Basrî'den rivayet etmektedir. [85]
Surenin konusu Peygamberimiz (s.a.)'in âdabı ile ilgilidir. Allah Tealâ "Ey Peygamber! Allah'tan kork." (Ahzab, 33/1) ayetiyle Peygamber'inin Rabbine karşı takınması gereken tavrı ve "Ey Peygamber! Hanımlarına söyle..." (Ahzab, 33/28) ayetiyle Peygamber'inin hanımlarına karşı takınması gereken tavrı emrettikten sonra; "Ey Peygamber! Biz seni bir şahid... olarak gönderdik." (Ahzab, 33/45) ayetiyle Peygamber'inin bütün mahluka-ta karşı takınması gereken tavrı emretti.
Allah Tealâ, Peygamber'ine ait bir edep veya ikramı her zikrettiğinde müminler için de buna uygun olan vasıflan zikretti. Peygamberin (s.a.) takva ile emrolunmasına karşılık müminlere zikir emrolundu: "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin." Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına ait âdaba mukabil müminlerin hanımlarıyla ilgili hususlar zikredildi. Bundan sonraki ayetlerde Allah Tealâ Hz. Peygamber (s.a.)'in görevlerinin karşılığında "Ey iman edenler! Peygamberin evlerine izinsiz girmeyin." (Ahzab, 33/53); "Ey iman edenler! Ona salat edin." ayetleriyle müminlerin Hz. Peygamber (s.a.)'e karşı edebini zikretti. [86]
Allah Tealâ bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.)'in yedi önemli görevini beyan etti.
1, 2, 3- "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik."
Ey kendisine vahiy indirilen Rasul! Kendilerine gönderildiğin kimselerin seni tasdik edip etmediklerine, senin hidayetine tâbi olup olmadıklarına bir şahit olarak, yani dünyada şahitliği taşıyan bir kimse olarak ahiret-te Rabbinin huzurunda taşıdığın bu görevi eda etmek üzere biz seni gönderdik. Seni, sana itaat edeni cennetle müjdelemek ve sana isyan edeni cehennemle uyarmak için gönderdik. Bu üç görev bütün insanlığa duyurul-masıyla mükellef olunan davet görevlerindendir. Şahitlik hususunda bu ayetin benzeri Cenab-ı Hakk'ın şu ayetidir: "Böylece biz sizin insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamber'in de size karşı şahit olması için sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143).
İmam Ahmed, Buhari ve İbni Ebî Hatim, Ata b. Yesar'dan naklediyor: Abdullah b. Amr. b. Âs (r.a.) ile karşılaştım.
- Bana Rasulullah (s.a.)'in Tevrat'taki sıfatını bildir, dedim. Abdullah b. Amr b. Âs:
- Peki, Allah'a yemin olsun ki o Tevrat'ta Kur'an'daki sıfatlarından bazılarıyla tavsif olunmuştur: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdele-yici ve uyarıcı olarak gönderdik, ümmîlere koruma vesilesi olsun diye gönderdik. Sen benim kulum ve Rasulümsün. Seni mütevekkil (Allah'a güvenip dayanan) olarak adlandırdım. Sert, katı kalpli, çarşılarda bağıran, kötülüğü kötülükle gideren değil; affeden, müsamaha gösteren ve bağışlayan kimsedir. Allah eğri milleti La ilahe illallah demeleri suretiyle kendisiyle doğrultmadıkça Onun ruhunu almayacak. O, kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri La ilahe illallah ile açacaktır."
4, 5- "Allah'ın izniyle Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik."
Yani insanları Rablerine kulluk etmeye, O'na taatte bulunmaya, gizli ve açık O'nun murakabesi altında olduğunu bilmeye, O'nu ikrar etmeye ve O'nun için vacip olan kemal sıfatlarına iman etmeye davet eden bir davetçi olarak seni gönderdik. İnsanların seninle hidayet bulmaları için, dünya ve ahiret saadetini gerçekleştirme hususunda senin dininle aydınlanmaları için seni nurlu kandil sahibi olarak, ya da karanlıklarda kendisiyle aydınlanan ışık saçan bir kandil gibi kıldık.
Cenab-ı Hakk'ın "O'nun izniyle" ifadesinin manası, O'nun sana emret-mesiyle ve bunu vaktinde ve zamanında takdir etmesiyle, demektir.
"Bir kandil olarak" kelimesinin manası, nur sahibi olarak demektir. Ya da bir kimsenin "onu arslan olarak gördüm" demesi gibidir. Bunun manası kahraman olarak gördüm, demektir. Buna göre "sirâcen" kelimesi, kandil gibi apaçık beyan eden, yolu gösteren, durumu açıklayan, insanları Hakk'a ve doğru yola ileten, demektir.
Peygamberimiz (s.a.)'in kandile benzetilmesinin gereği olarak onun dini ya da emri hiçbir kapalılık veya eğrilik olmayan, hiçbir gizlilik ve perde bulunmayan, hücceti açık, burhanı zahir bir dindir.
Peygamberimiz (s.a.) kandilden çok fazla ışık veren güneşe değil de, kandile benzetilmiştir. Çünkü güneş ışığı gözü kamaştırır, kandil ışığı gözlere rahatsızlık vermez. Kandil nur vermekle tavsif edilmiştir. Zira bazı kandiller zayıflığı ve fitilinin inceliği sebebiyle ışık vermez.
6- "Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf verilecek olduğunu müminlere müjdele."
Risaletine iman eden ve şeriatına itaat eden herkese kendilerinin diğer ümmetlerden daha büyük bir üstünlüğe sahip oldukları, ahiret yurdunda, tavsif edilemeyecek ölçüde büyük bir ecre sahip oldukları müjdesini ilan et. Müjdeden sonra uyarı geldi ve Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
7- "Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." Yani senin risaletini inkâr eden, ya da nifak çıkaran; içinde küfrü gizleyen, ama dışında müslüman görünen bu kimselere itaat etme. Davet meselesinde onlardan hiçbir itiraz ve tenkit dinleme. Onlara aldırış etme. Rabbinin risaletini bütün insanlara tebliğ et. Onların eziyetlerine aldırma, onlara müsamaha ile davran. Onların günahlarından vazgeç. Rabbinin sana emrettiği şeyi yerine getir. İşlediğin ve terkettigin her şeyde işini Allah Tealâ'ya havale et ve O'na güven. Zira O, onlara karşı sana yeter. O seni korur ve gözetir. Kuluna vekil olarak Allah yeter. Vekil: Bir işi üstlenen, koruyan kimsedir. Bu güçlü sözde zafer vaadi vardır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in vazifelerini beyan ettikten sonra söz hanımların meselelerine geldi. Cenab-ı Hak Zeyd ve Zeyneb'in kıssasını ve Zeyd'in Zeyneb'i boşamasını zikretti. Zeyneb evlilik tam anlamıyla gerçekleştiği için iddet bekledi. İddeti sona erdikten sonra Zeyneb'i Peygamberimiz (s.a.) talep etmişti. Cenab-ı Hak bundan sonra duhûlden önce boşanan hanımın durumunu ve bu hanımın iddet beklememesi gerektiğini beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlarsanız, sonra da kendilerine dokunmadan boşarsanız, artık sizin onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Derhal onlara boşanma bedellerini verin. Onları güzellikle salıverin. "
Ey Allah'ı ve Rasulünü tasdik edenler! Mümin hanımlara nikâh akdi yaptığınız, sonra da kendilerini duhûlden önce boşadığınız zaman sizin onların üzerinde tamamlayacağınız günlerle iddet sayma hakkınız yoktur. Ancak boşadıktan sonra onların hatırlarını hoş tutmak için kendilerine müt'a (boşanma bedeli) takdim edin. Boşanma bedeli zaman ve yere göre size ve boşadığınız kadınlara lâyık elbise şeklindedir. Hanımları zarar bulunmayan boşama ile boşayın. Zira sizin onların üzerinde iddet sayma hakkınız yoktur. Salıvermekteki güzellik, erkeğin hanımına verdiği bir şeyi geri istememesidir.
Ayette mümin hanımların özellikle zikredilmesi mümin erkeğin mümin hanımı nikahlaması gerektiğine irşad edilmektedir. Zira mümin hanım erkeğin dinini daha çok koruyucudur.
"Onlara boşanma bedellerini verin." ifadesine gelince: Bir görüşe göre boşanma bedeli, duhûlden önce boşandığı zaman mehir belirlenmeyen (mu-favvada) kadına has olup, vaciptir. Bir başka görüşe göre boşanma bedeli verilmesi mufavvada olan olmayan her kadın için genel bir hükümdür. Buradaki emir âlimlerin ihtilaflarına göre ya vacip, ya da mendup bir emirdir. Alimlerden bir kısmı vacip olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehrin yarısıyla birlikte aynı zamanda boşanma bedeli vaciptir. Diğer bir kısım âlimler ise müstehap olduğu kanaatinde olup bunlara göre mehirle birlikte bir miktar boşanma bedeli verilmesi de müstehaptır. [87]
Bu ayetler aşağıdaki hükümleri ihtiva etmektedir:
1- Hz. Peygamber (s.a.)'in yedi sıfat veya isimle tavsif edilmesi. Hz. Peygamber (s.a.) yaptığı tebliğde ümmetine karşı, peygamberlerin ümmetlerine yaptığı tebliğ hususunda diğer ümmetlere karşı şahittir. O müminlere Allah'ın rahmeti ve cennetle müjdeleyecidir. İsyankârları ve Hakk'ı yalanlayanları cehennemden ve ebedî azaptan uyarıcıdır. Allah'ın birliğini tebliğ etmek, tevhidi benimsemek ve kâfirlerle mücadele etmek suretiyle Allah'a davet eden bir davetçidir. O, Allah'ın gönderdiği şeriatıyla nurlan-dıran bir kandildir. O, müminlere Allah tarafından verilen büyük lütufu müjdeleyendir. O, kâfirlerin işaret ettikleri şekilde din konusunda taviz vermek ve kâfirleri desteklemek hususlarında kâfirlere itaat etmemesi istenen müstakil bir din sahibidir. Fakat o aynı zamanda kâfirlerin kendisine eziyette bulunmalarına karşılık onlara eziyet etmemekle ve onları ceza-landırmamakla; dinine yardım etmesi, koruması, desteklemesi ve kendisini insanlardan koruması hususundan sadece Allah'a güvenerek kâfirlerin hatalarını görmezlikten gelmekle emrolunmuştur.
İbni Ebî Hatim ve Taberanî, İbni Abbas'dan rivayet ediyorlar: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak Allah'ın izniyle Allah'a davet eden bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." ayeti nazil olunca Rasulullah (s.a.) Hz. Ali ile Muaz'ı çağırdı.
- İkiniz gidin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyin2 kolaylaştırın, zorlaştırma-yın. Zira bugün bana: "Ey Peygamber! Biz seni bir şahid (cennetle) müjdeleyici ve (cehennemden) uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a davet edici nur saçan bir kandil olarak gönderdik." ayetleri nazil oldu, buyurdu.
2- Kurtubî
diyor ki[88]: Bu ayette Hz. Peygamber
(s.a.)'e ve müminlere ünsiyet verme ve hepsini şereflendirme manası vardır. Bu
ayet Peygamberimiz (s.a.)'in isimlerinden altı ismi ihtiva etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.)'in Kitap ve sünnette, geçmiş kitaplarda zikri geçen pek
çok isimleri ve değerli özellikleri vardır. Cenab-ı Hak kitabında onu
"Muhammed" ve "Ahmed" ismiyle zikretmiştir.
Peygamberimiz (s.a.), Taberanî'nin sika ve udûl
(güvenilir) raviler kanalıyla Cabir'den rivayet ettiği hadis-i şeriflerinde
şöyle buyurmaktadır: "Benim beş ismim vardır. Ben Muhammed'im. Ahmed'im.
Allah'ın küfrü kendisiyle sildiği kimseyim (Mahî). Ben insanların ayakları
önünde haşr olacağı kimseyim (Haşir). Ben en sonuncu peygamberim (Âkıb)."
Sahih-i Müslim'de Cüeyr b. Mut'im'in hadisinde: Allah
O'na (Rauf) ve (Rahıym) isimlerini vermiştir, denilmektedir. Yine aynı kitapta
Ebû Musa el-Eş'arî'den naklediliyor: Rasulullah (s.a.) kendisini bazı isimlerle
adlandırıyor ve şöyle buyuruyordu: Ben Muhammed ve Ahmed'im. Peygamberlerin
sonuncusu, kafîyesiyim (Mukaffa), Haşir, Nebiyyü't-Tevbe (Tevbe Peygamberi) ve
Nebiyyü'r-Rahme'yim (Rahmet Peygamberiyim).
Kadı İbnü'l-Arabî Ahkâmında[89] bu
ayet münasebetiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in altmış yedi ismini zikretmektedir.
Bu isimler şunlardır:
Rasul, Mürsel, Nebî, Ümmî, Şehid, Musaddik, Nur,
Müslim, Beşîr, Mü-beşşir, Nezir, Münzir, Mübîn, Emin, Abd, Dâî, Sirâc, Münîr,
İmam, Zikr, Müzekkir, Hâdî, Muhacir, Amil, Mübarek, Rahmet, Amir, Nâhî, Tayyib,
Kerîm, Muhallil, Muharrim, Vadi', Rafi', Muhbir, Hâtemü'n-Nebiyyîn,
Sa-ni'sneyn, Mansûr, Üzünü Hayr, Mustafa, Emîn, Me'mûn, Kasım, Nakîb,
Müzzemmil, Müddessir, Aliyy, Hakîm, Mümin, Müsaddak, Rauf, Rahîm, Sahib, Şefiy,
Müşeffa, Mütevekkil, Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir, Mukaffa, Akıb,
Nebiyyü't-Tevbe, Nebiyyü'r-Rahme, Nebiyyü'l-Melhame, Abdullah,
Nebiyyü'l-Haremeyn. Bunu Mâveraünnehir âlimleri zikretmişlerdir.
"Rasul", Allah tarafından kendisine peşpeşe
haber gelen kimsedir. O Rabbinden gönderilen, "MürseV'dir. Şer'î hükümleri
insanlara sözlü olarak tebliğ etmek için başkalarını gönderen "Mürsil"dir.
Hemzeli olan "en-Nebîü" kelimesi önemli
haber manasındaki nebe' kelimesinden, hemzeli olmayan "en-Nebiyyü"
kelimesi ise yüksekçe yer manasındaki nebve kelimesinden alınmıştır. O Allah
tarafından kendisine haber verilen, Allah katında değeri yüce olan kimsedir.
Rasulullah (s.a.) "Ümmî"; okuma ve yazma
bilmeyen kimsedir. Dünya ve ahirette halka şehadette bulunması sebebiyle şahid
mânasında "Şe-hîd" dir.
Kendisinden önceki bütün peygamberleri tasdik eden,
Rabbini sözüyle tasdik eden, sözünü ameliyle tasdik eden kimse "Musaddik
"dır.
"Münevver", Allah'ın kendisiyle kalpleri
iman ve ilimle nurlandırdığı, küfür ve cehalet karanlıklarını dağıttığı kimsedir.
"Müslim", müslümanlann en hayırlısı ve ilkidir. "Beşir" ve
"Münzir", korkulan ve sakınılan şeyleri bildiren kimsedir.
"Mübîn", Rabbinden gelen vahyi ve dini
açıklayan, ayetleri ve mucizeleri ortaya koyan kimsedir. "Emin"
kendisine vahyedilen şeyleri ve görevlendirildiği hususları koruyan kimsedir.
"Abd" yaratılma ve kullukta bulunma hususunda Allah'a boyun eğen
kimsedir. "Dâî", insanları Hakk'a ve dalâleti terketmeye çağıran
kimsedir. "Sirâc", halkın kendisiyle doğru yolu gördüğü nurdur.
"Münir", nurlandıran; "İmam",
kendisine uyulan, söz ve fiiline müracaat edilen; "Zikr", kendi
nefsinde şerefli, başkasına da şeref veren demektir. "Müzekkir",
Allah'ın ellerinde zikri yarattığı kimse, yani Allah'ı hatırlatan kimse;
"Hadi", iki ana yol yani hayır ve şer yollarım gösteren kimsedir.
"Muhacir'dir. Zira Allah'ın nehyettiği şeyleri, ailesini ve vatanını terket-miştir.
"Âmil", Rabbine taati yerine getiren, fiili
söz ve inancına uygun olan kimsedir. "Mübarek", Allah'ın kendi
durumunda fazla sevap veren, ashabının halinde amellerini faziletli kıldığı,
ümmetini sayı fazlasıyla diğer ümmetlerden üstün kıldığı kimsedir.
"Rahmet", Allah'ın dünyada kendisi
sebebiyle bütün âlemleri umumi azaptan korumak ve ahirette hesabın derhal
görülmesi suretiyle rahmette bulunduğu kimsedir.
"Âmir" ve "Nâhî" emir ve nehyi
tebliğ eden kimsedir. "Tayyib", kalp kirliliği, söz kirliliği ve fiil
kirliliğinden uzak olması sebebiyle kendisinden daha iyisi bulunmayan kimsedir.
"Kerim" tam ve mükemmel manada cömert;
"Muhallü" ve "Muharrim" helâl ve haramı beyan eden
demektir. 'Vadi'" ve "Rafi"' Allah'ın kendisiyle bir kavmi
yücelttiği ve yine -kendisine uymayan- başka bir kavmi alçalttığı kimsedir.
"Muhbir", haber verendir.
"Hatemü'n-Nebiyyîn" Peygamberlerin
sonuncusudur. "Sani'sneyn" Sevr dağındaki mağarada iki kişiden
biridir, diğeri Hz. Ebubekir'dir. "Man-sur" Allah tarafından izzet verilmek
ve düşmanlara karşı galip kılınmak suretiyle yardım olunan kimsedir.
"Üzünü Hayr", seslerden sadece hayırlı olanı kavrayan ve sadece en
güzeli duyan kimsedir.
"Mustafa", kendisinin mahlukatın seçilmişi
olduğu bildirilen kimsedir. "Emin" manası daha önce geçtiği gibi
kendisine güvenilen kimsedir.
"Me'mûn", kendi cihetinden şer gelmesinden
korkulmayan kimsedir. "Kasım" zekâtları, humusları ve diğer mallan
insanlar arasında dağıtan kimsedir.
"Nakîb", işleri üstlenir, haberleri korur.
Peygamberimiz (s.a.) Ensar'a kendisini böyle tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Ben sizin nakîbinizim." "Müzzemmil", elbisesine bürünen;
"Müddessir", elbisesine sarılan kimsedir. "Aliyy" değeri ve
yeri yüksek olan, şanı şerefli olan kimsedir. "Hakim" bil-diğiyle
amel eden; "Mümin" Rabbini itikad ve fiiliyle tasdik eden kimsedir.
"Rauf ve "Rahîm" Allah'ın kendisine
verdiği insanlara şefkat sebebiyle çok şefkatli ve çok merhametlidir.
"Sahib" kendisine tâbi olanlara karşı muamelesi güzel olan, çok
vefakâr olan kimsedir. "Şefi"' ve "Muşeffâ" mah-lukatm
durumu hakkında hesabın acil olarak verilmesi, azabın düşürülmesi ve
hafifletilmesi şeklinde Allah'a talepte bulunandır.
"Mütevekkil", işlerin neticesini ilim ve
amel açısından Allah'a havale edendir. "Mukaffa" ibadet edendir.
"Nebiyyü't-Teube", ümmetinin söz ve inançla yaptığı tevbeyi Allah'ın
kabul etmesi sebebiyle Tevbe Peygamberi denilmiştir.
"Nebiyyü'r-Rahme", insanlara şefkatli,
Rahmet Peygamberidir. "Ne-biyyü'l-Melhame", düşmanlarla savaşmak ve
onlara karşı zafer elde etmek üzere gönderilen peygamber demektir.
3- Mücahid,
"Onlara eziyet etmeyi bırak." ayetindeki kâfirleri affetme ve onlara
dokunmama emrinin "seyf=kılıç" ayetiyle mensuh olduğu görüşündedir.
4- "Mümin
hanımları nikahladığınız zaman" ayetinde pekçok hükümler bulunmaktadır.
Bunların bir kısmı şunlardır:
a)
Duhûlden (cinsel ilişkiden) önce boşanan kadının Kitab'm açık nas-sı ve ümmetin
icmaı ile iddet bekleme mecburiyeti yoktur. Eğer duhûl vaki olmuşsa boşanmış
kadının icma ile iddet bekleme mecburiyeti vardır.
Fıkıh âlimlerince meşhur olan görüş, iddetin sadece
kul hakkı ile ilgili olmayıp; hem Allah'ın hakkı, hem de kul hakkı ile ilgili
olduğudur. Zira ne-seblerin karıştırılması suretiyle meydana gelecek fesadın
engellenmesi şeriat koyucunun da hakkıdır. Boşayan iddeti kaldırdığı zaman,
iddet sakıt olmayacaktır. Zira şeriat bunu isbat etmiştir. İddet şer'an;
boşanan kadının rahminin hamilelikten uzak olduğunu bilmek için, ya da Allah'a
kulluk etmek için, yahut ölen kocaya ağıt yakmak için boşanan kadının
beklediği müddettir.
b)
"Nikâh" kelimesinin sadece nikâh akdi için kullanılması: Bu hususta
Kur'an'da bu ayetten daha açık bir ayet yoktur. Âlimler burada nikâhtan
muradın nikâh akdi olduğunda ittifak etmişlerdir. Allah'ın kitabında
"nikâh" lafzı sadece nikâh akdi manasında kullanılmıştır. Nikâhın
hakiki manası aslında cinsî münâsebettir. Fakat Kur'an'ın edebî esaslarından
biri cinsi münasebet ve cimaın mülâmese (dokunmak), mümasse (temas etmek),
kurban (yaklaşmak), tegaşşî (kaplamak), ityan (gelmek) lafızlarıyla kinaye
olarak belirtilmesidir. İçkinin günah işlemeye sebep olduğu için
"günah" diye adlandırılması gibi nikâha giden yol olduğu için nikâh
akdi nikâh diye adlandırılmıştır.
c)
Duhûlden önce kadını boşamanın mubah oluşu: Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın
"Boşanan kadınlar kendi kendilerine üç hayız müddeti beklerler."
(Bakara, 2/228) ayetini ve "Âdetten kesilen kadınlarınızın iddetinde şüphe
ederseniz bilin ki onların iddeti üç aydır." (Talak, 65/4) ayetini tahsis
etmektedir.
d) Cenab-ı
Hakk'ın "el-Mü'minat" ifadesi müminlerin genellikle mümin hanımlarla
evlendikleri için kullanılmıştır. Ancak evlenmenin ittifakla mubah olması
konusunda mümine ve Ehl-i Kitap kadın arasında hüküm hususunda hiçbir fark
yoktur.
e)
İçlerinde İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in de bulunduğu âlimlerin cumhuru
"Mümin hanımlarla evlenip de sonra onları boşadığınız zaman" ayetini,
(sümme) kelimesi kullanılması sebebiyle boşamanın ancak nikâhtan sonra
olacağına, nikâhtan önce boşama olmayacağına delil olarak getirmişlerdir.
Kim kadını ismini belirterek de olsa nikâhtan önce
boşarsa, boşama gerçekleşmez. Dolayısıyla kim: "Evleneceğim her kadın boş
olsun" derse, ya da "Ben falan kadınla evlenirsem, o boş olsun"
derse, bu ifade boşama sayılmaz. Bu kadınla evlenirse, o takdirde ister tahsis
etsin, isterse umumi ifade kullansın, ister kesin, isterse ta'lik ifadesiyle
kullansın hanımı kendisinden boş olmaz.
İbni Abbas'a bu durum sorulduğunda İbni Abbas:
- Bu hiçbir şey değildir, dedi. İbni Abbas'a:
- İbni Mes'ud:
Kişi nikahlamadığı kişiyi boşarsa bu caizdir, diyordu, denildi. Bunun üzerine
İbni Abbas:
- Allah Ebu
Abdirrahman'a rahmet eylesin. Durum onun dediği gibi olsa, Cenab-ı Hak "Ey
iman edenler! Mümin hanımları boşadığınız, sonra da kendileriyle evlendiğiniz
zaman" derdi. Halbuki Cenab-ı Hak "Mümin hanımları nikahladığınız,
sonra da kendileri, boşadığınız zaman" dedi.
İbni Mace, Hz. Ali ve Misver b. Mahreme (r.a.)'den
Peygamberimiz (s.a.)'in "Nikâhtan önce boşama yoktur." buyurduğunu
rivayet etmektedir.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve İbni Mace'nin
Abdullah b. Amr'-dan rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Ade-moğlunun malik olmadığı şeyde boşama yoktur."
İmam Ebu Hanife (r.a.) şöyle demiştir: İfadesinde
tahsiste bulunan kimse ile umumi ifade kullanan kimse arasında fark yoktur.
Zira boşama malik olunan bir kadın hakkında vaki olur. Eğer umumi ifade
kullanıp "Evleneceğim her kadın boş olsun" derse, kadın ondan boş
olur. Bu, malik olduğu şeyde boşama için yapılmış manevî bir ta'liktir.
"Falan kadınla evlenirsem, o boş olsun" şeklindeki lafzî ta'lik de
bunun gibidir.[90]
Yabancı kadına verilen talâk-ı naçiz vaki olmaz. Zira
malik olunmayan kadın için verilen talak-ı naçiz, ittifakla vaki olmaz.
İmam Malik (r.a.) diyor ki: İfade umumi olursa, talak
vaki olmaz. Zira o böylece kendisine evlilik çeşitlerini daraltmış olur. Bir
şey darahnca da genişlik bulunur. Erkek bizzat bir kadını ya da kabilesini
belirtirse, yahut belirli bir beldedeki kadını kastederse, talak vaki olur.
f)
Duhûlden önceki halvet (bir erkeğin bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa
kalması) cima mesabesinde midir?
İmam Şafiî ve Ahmed halvetin cima gibi olmadığı
görüşündedirler. Zira "o kadınlara dokunmadan önce" ayet-i
kerimesinde dokunmama şeklinde konulan kaydın zahiri halvetle cima arasındaki
farka delildir. Dokunma -daha önce beyan ettiğimiz gibi- cimadan kinayedir.
Halvet ise cima sebebiyle gerekli olan boşamadan sonraki iddeti gerekli
(vacip) kılmaz.
Hanefiler ve Malikîler sahih (şartlan gerçekleşen)
halvetin tıpkı cima gibi iddeti gerektiği görüşündedirler. Bunun delili
Darakutnî ve Cessas'ın Ahkâmü'l-Kur'andaki şu rivayetleridir: "Kim kadının
başörtüsünü açar ve ona bakarsa duhûl vaki olsun, olmasın mehir vacip
olur."
Zürâre b. Evfa'dan naklediliyor: Hidayet üzerindeki
raşid halifeler perdeler indirilip kapı kapanınca erkeğin kamil mehir ödemesi
mecburiyeti vardır, duhul vaki olsa da, olmasa da boşanma olursa, kadının iddet
bekleme mecburiyeti vardır, demişlerdir.
Hanefîlere göre halvetten sonra iddet hem kazaen, hem
de diyaneten vaciptir. Dolayısıyla bu durumda birinci erkekle olan halvet -cima
olmasa bile- sahih bir halvet olduğu müddetçe kadının iddet beklemeden önce bir
başka koca ile evlenmesi helâl değildir. Hanefîlerden bir grup: Erkek kadınla
münasebette bulunmadığı zaman kadının iddet beklemesi helâl değildir. Kaza
hususunda sadece zahire itibar edilir.
g) Davud
ez-Zahirî bu ayetin zahiriyle hareket ederek şöyle der: Ric'î talâkla ya da
beynûnet-i suğra şeklinde bain talâkla boşanmış kadına kocası tekrar müracaat
ederse, veya iddeti bitmeden önce bu kadına nikâh akdi yaparsa, sonra da bu
kadınla cinsi temas kurmadan önce bu kadını boşarsa, kadının iddet bekleme
mecburiyeti yoktur. Zira bu kadın duhûl vaki olmadan önce boşanmıştır.
Dolayısıyla bu kadının ikinci talâk için yeni bir iddet bekleme zorunluluğu
yoktur. Zira bu duhulden önce vaki olan boşamadır. Yine bu kadının birinci
iddeti tamamlama mecburiyeti yoktur. Zira ikinci talâk, birinci talâkı iptal
etmektedir. Sonra da bu kadının bey-nûne şeklinde "yarım mehir" hakkı
vardır.
Ata b. Ebî Rabah ve İmam Şafiî bir kavlinde şöyle
diyor: Her iki durumda kadının birinci talakın iddetini beklemesi, yeni bir
iddet saymaya başlamaması gerekir. Zira ikinci talâkın iddeti yoktur. Ancak o,
birinci talâkla vacip olan iddeti ortadan kaldırmaz. Zira bu duhûlden sonraki
talak olup bunda iddetin vacip olması konusunda şâriin hikmetinin gözetilmesi
vaciptir. Kocanın da -Zahirîlerin dedikleri gibi- beynûne şeklinde "yarım
mehir" vermesi gerekir.
Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Sevrî ve Evzaî şöyle
demişlerdir: Bu iki durumda kadının yeni bir iddet beklemesi gerekir. Zira
duhûl vaki olmasa da kadına daha önceden duhûl vaki olmuştur. Beynûne şeklinde
kadına duhûl vaki olması sebebiyle tam mehir gerekir.
Malikîler ric'î talâk ile bain talâkı birbirlerinden
ayrı kabul etmişler, ric'î talâk ile boşanan kadına yeni kâmil bir iddet
beklemesinin vacip olduğunu belirtmişlerdir. Zira bu kadın tekrar müracaattan
sonra cima vaki olan kadın hükmündedir. Ancak bain üzerine iddeti vacip
saymamışlardır. Zira beynunetten sonra nikâh yeni bir akittir. Ondan sonraki
talâka duhûlden önceki talâk denilmesi doğru olur, dolayısıyla iddet gerekmez.
Fakat talâk sebebiyle kadın üzerine beklemesi vacip olan iddetin iptal edilmesi
doğru olmaz. Bu sebeple birinci iddeti tamamlamalıdır. Erkekten de "yarım
mehir" alma hakkı vardır.
h) Hasan
el-Basrî ve Ebu'l-Âliye "O kadınlara boşanma bedellerini verin. "
ayetinin zahirini, duhulden önce boşanan kadın için mehir belirlense de
belirlenmese de, boşanma bedeli (müt'a) verilmesinin vacip olduğuna delil getirmişlerdir.
"Boşanan kadınların örfe göre boşanma bedeli alma hakları vardır. Bu takva
sahipleri üzerine bir borçtur." (Bakara, 2/241) ayetinin zahiri de bunu
teyid etmektedir.
Bu aynı zamanda Şafiîlerin görüşüdür. Fakat onlar
kendisi için mehir belirlenen ve duhûlden önce boşanmış olan kadını bundan
istisna etmektedirler. Zira onun sadece "yarım mehir" hakkı vardır.
Müt'a (boşanma bedeli) sünnettir, müstehaptır. Delilleri Cenab-ı Hakk'ın
"Eğer kadınlara mehir takdir ettiğiniz halde onlara dokunmadan boşarsanız
takdir ettiğiniz meh-rin yarısı (onların hakkıdır.)" (Bakara, 2/237)
ayet-i kelimesidir. Zira bu ayette müt'a (boşanma bedeli) zikredilmemiştir.
Said b. Müseyyeb diyor ki: "Bu ayet "Onlara boşanma bedeli
verin" şeklindeki Ahzab ayetini neshet-mektedir."
Hanefîler ve Hanbelîler mufavvada (kendisi için mehir
takdir edilmemiş) olan boşanmış kadına müt'a verilmesi vaciptir, bunun
dışındaki kadın için sünnettir, görüşündedirler. Bunların delili şu ayettir:
"Kadınlara yaklaşmadan ve onlara mehir takdir etmeden boşarsanız, sizin
için bir sorumluluk yoktur. Bu durumda zengin kendi imkânına göre, fakir de
kendi imkânına göre usûlüne uygun bir şekilde olmak üzere boşadığınız
kadınlara faydalanacakları bir şeyler verin. Bu iyiliksever kimseler üzerine bir
borçtur." (Bakara, 2/236).
Malikîler mutayı boşanan her kadın için müstehap bir
sünnet olarak kabul etmişlerdir. Zira onlar "Usûlüne uygun bir şekilde
faydalanacakları bir şeyler verin. Bu iyiliksever kimseler üzerine bir
borçtur." (Bakara, 2/236) ayetinin zahirinin delaletiyle müt'a hakkında
varid olan emirlerin tamamını mendup ve müstehap manasına almışlardır.
Kısaca, Bakara ayetiyle Ahzab ayeti arasında ilk
bakışta çelişki varmış gibi görünmektedir. Bazı âlimler Bakara ayetinin Ahzab
ayetini tahsis ettiği, ya da umumunu neshettiği şeklinde kabul ederek bu
çelişkiyi kaldırmışlardır. Buna göre mana, kendilerine nikâh akdinde mehir
takdir edilmeyen kadınlara müt'a (boşanma bedeli) verin, şeklinde olmaktadır.
Hane-fîlerin ve Şâfiîlerin görüşü budur.
Alimlerden bazıları da Ahzab ayetindeki müt'ayı
mutlak bağış manasına almakta, dolayısıyla bu ifade takdir edilen mehrin
yarısı ile fıkıhta bilinen müt'ayı içine almaktadır. Ancak bu şey takdir
suretinde nassla tayin edilen mehrin yansı şeklinde takdir olunur. Mehir tayin
edilmediği durumda takdir edilmez. Her iki taraf bir şey üzerine anlaşmışlarsa
bu verilir. Aksi takdirde karı-kocanın fakirlik-zenginlik durumuna göre kadı,
içtihadı ile bunu takdir eder.
Alimlerden bir kısmı, müt'anın bilinen manada kalmasıyla
birlikte "Onlara boşanma bedeli (müt'a) verin" ayetindeki emri vacip
ve mendubu içine alan bir izin manasına almaktadırlar. Bu durumda mehrin tayin
edilmemiş olması halinde müt'a verilmesi, "Onlara boşanma bedeli (müt'a)
verin" ayetinin delaletiyle vacip olur, mehrin sahih bir şekilde tayin
edilmesi halinde ise müstehap olur. Zira bu durum "Aranızdaki iyiliği
unutmayın." (Bakara, 2/237) ayetinde olduğu gibi genellikle mendup olan
iyilik babın-dandır.
ı) Müt'a
(boşanma bedeli), tam bir elbisedir. Buhari, Sehl b. Sa'd ve Ebî Üseyd
(r.a.)'den rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) Ümeyme bt. Şerahîl ile evlendi.
Ümeyme, Rasulullah (s.a.)'in yamna girince Rasulullah (s.a.) ona elini uzattı.
Ümeyme bu durumdan pek hoşlanmamıştı. Ebî Üseyd'e Ümey-me'ye iki razikî
elbisesi almasını (ve bu şekilde ailesine geri göndermesini) emretti.
[91]
50- Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını,
Allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri, seninle beraber hicret eden
amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını, teyzelerinin
kızlarını, sana helâl kıldık. Eğer mümin bir kadın, kendisini Peygamber'e
bağışlar ve Peygamber de onu nikahlamak isterse, bunu da sana helâl kıldık.
Bu (hüküm) müminlerden ayrı olarak sadece, sana mahsustur. Sen sıkıntıya
düşmeyesin diye, Biz, müminlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında
neleri farz kıldığımızı bilmekteyiz. Allah, Gafûr'dur, Rahim'dir (çok affeden
ve çok bağışlayandır).
51-
Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilirsin.
Kendilerinden uzaklaştıklarından birini istemende, sana bir günah yoktur. Bu
sevinmeleri, üzül-memeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı olmaları için en
elverişli yoldur. Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah Alim'dir, Halim'dir.
52- Artık bundan sonra senin için başka kadınlar
helâl değildir. Güzellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen
caiz değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç. Allah her şeyi murakabe etmektedir.
"Peygamber de onu nikahlamak isterse",
cümlesinde Peygamberimiz'in şanını ifade etmek için "nebî" lafzıyla
mükerrer olarak ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş (iltifat) sanatı vardır.
[92]
"Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını,
Allah'ın sana ganimet olarak verdiği" sana iade ettiği Cüveyriye ve
Safiye gibi savaşta ganimet alma ve esir alma sebebiyle "cariyeleri"
hicret eden kadınlardan farklı olarak Mekke'den Medine'ye "seninle beraber
hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını,
teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık. Eğer mümin bir kadın kendisini
Peygambere bağışlar ve Peygamber de onu nikahlamak isterse, bunu sana helâl
kıldık." Zira o kadının kendi nefsini hibe etmesi kabul makamında cereyan
etmektedir. "Bu (hüküm) müminlerden ayrı olarak sadece sana
mahsustur." Nübüvvetinin şerefi ve senin hürmete hak kazanmış olman
sebebiyle bu durum sana ait bir özelliktir. Bu özellik mehir olmaksızın hibe
lafzıyla yapılan nikâhtır. Şâfiîler bunu hibe lafzıyla yapılan nikâhın geçerli
olmayacağına delil olarak kabul etmişlerdir. Zira lafız manaya tâbidir.
Peygamberimiz (s.a.) manen tahsis edildiği gibi, lafzan da tahsis edilmiştir.
"Sen sıkıntıya", darlık ve meşakkate "düşmeyesin diye, Biz,
müminlere eşleri" hakkında akit şartları, akidde tesmiye edilmeyen mehirin
cima sebebiyle vacip olması, hanımlar arasında geceleri taksim etmenin vacip
olması, dört kadından fazlasıyla evlenmemeleri, veli, şahitler ve mehir
olmaksızın evlenmemeleri gibi hükümleri; "ve sahip oldukları" köle
aslından satın alma ve başka yollarla elde edilen "cariyeleri hakkında
neleri," cariyenin mecusiyye ve putperestten farklı olarak Ehl-i Kitap
gibi sahibine helâl olan kimselerden olması, cima'dan önce bir hayız müddetiyle
rahminin temizliğinin ortaya çıkması, gibi hükümleri "farz kıldığımızı
bilmekteyiz. Allah" kendisinden sakınılması zor olan hususlarda "çok
bağışlayıcı" sıkıntı durumlarında genişlik vermek suretiyle "çok
merhamet edicidir."
"Hanımlarından dilediğini" nöbet sırasında
"geri bırakır". "Türcî" kelimesi tehir etmek, ertelemek
manasındaki "irca" kökündendir. Hemzeli ve hemzesiz okunmuştur. Bu
ikisi iki ayrı lügattir. "Erceytü" ve "erce'tü" denilir.
"Dilediğini yanına alabilirsin." yatağına alırsın.
"Kendilerinden uzaklaştıklarından" "Azelte" uzlet
masdarındandır. Uzlet izale etmek ve taksimde kenara atmak demektir. Böyle
"birini istemende" talep etmende "sana hiçbir günah
yoktur." Bu daha önce hanımları arasında taksim yapması vacip iken Peygamberimiz
(s.a.)'e gösterilen bir kolaylıktır. "Bu" tercihte bulunma
"onların sevinmeleri" memnun olmaları ve rahatlamaları
"üzül-memeleri ve hepsinin verdiğin şeylere razı olmaları için en
elverişli yoldur. Allah kalplerinizde olanı" kadınların durumunu, bazılarına
meyletmenizi gayet iyi "bilir." O halde ihsanda bulunmaya gayret
edin. Ey Allah'ın Rasu-lü! Biz dilediğin her şeyde sana kolaylık göstermek için
onlar hakkında seni muhayyer kıldık. "Allah" yarattıklarını ve
gönüllerde olanı "Alimdir, Halimdir." ceza vermede acele etmez.
Dolayısıyla O kendisinden korkulmaya en lâyık olandır.
"Artık bundan sonra" seçtiğin dokuz
hanımdan sonra -ki bu sayı onun hakkında, bizim hakkımızdaki dört kadın
gibidir- yahut bugünden sonra hatta biri ölse bile "senin için başka
kadınlar helâl değildir." "Yehıllu" kelimesi hem ya ile
"yehıllü" şeklinde hem de tâ ile "tehıllü" şeklinde okunmuştur.
"Ya" şeklindeki kıraate göre cem'in müennesliği hakiki olmaması
sebebiyledir.
"Güzellikleri" yani yeni nikahlayacağın
hanımın güzelliği "hoşuna gitse de, onları başkalarıyla değiştirmen"
tamamını veya bir kısmını boşayıp, boşadığınm yerine başkasıyla evlenmen
"caiz değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç." Bunlar sana
helaldir. Bu hanımları ve cariyeleri içine alan kadınlar (nisa)dan istisnadır.
Bir başka görüşe göre bu istisna, mun-katıdır. Peygamberimiz bunlardan sonra
Mariye el-Kıbtiyye'yi cariye olarak almış, ondan oğlu İbrahim dünyaya gelmiş
ve o hayatta iken ölmüştü. "Allah her şeyi murakabe etmektedir."
Kontrol edip korumaktadır. O halde O'nun sizin için çizdiği çizgiyi aşmayın.
[93]
"Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin
hanımlarını..." ayetinin (50. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Tirmizî
"hasen", Hâkim "sahih" diyerek İbni Ab-bas tarikiyle Ümmü
Hanî bt. Ebî Talib'den naklediyor: Rasulullah (s.a.) bana evlilik talebinde
bulundu. Ben mazeret beyan ettim. O da beni mazur gördü. Bunun üzerine Cenab-ı
Hak "İnnâ ahlelnâ leke..." diye başlayan 50. ayeti indirdi. Buna
göre ben ona helâl olmuyordum. Çünkü ben hicret etmedim.
İbni Ebî Hatim, Ümmü Hanî'den naklediyor:
"Seninle beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını ve
teyzelerinin kızlarını sana helâl kıldık" ayeti benim hakkımda nazil oldu.
Peygamberimiz (s.a.) benimle evlenmek istemişti. Bundan nehyolundu. Zira ben
hicret etmedim.
Ayette geçen "mümin kadın" kimdir? İbni
Sa'd ayetteki "mümin kadın" ifadesi hakkında İkrime'nin "Bu
Ümmü Şerik ed-Devsiyye hakkında nazil oldu" dediğini nakletmektedir.
Yine İbni Sa'd, Münîr b. Abdillah ed-Düelî'den
naklediyor: Ümmü Şe-rîk Gaziyye bt. Cabir b. Hakim ed-Devsiyye Peygamberimiz
(s.a.)'e kendisini arzetti. Ümmü Şerîk güzel bir kadındı. Peygamberimiz (s.a.)
de bunu kabul etti. Hz. Âişe ona şöyle dedi:
- Bir kadın kendisini bir adama hibe ettiği zaman onda
hayır yoktur.
Ümmü Şerik:
- Ben o
kadınım, dedi. Cenab-ı Hak da bu kadını "mümin" olarak adlandırarak
şöyle buyurdu: "Mümin bir kadın kendisini Peygambere bağışlarsa, bunu da
sana helâl kıldık." Bunun üzerine Hz. Âişe:
- Allah senin arzunu derhal gerçekleştiriyor, dedi.
"Hanımlarından dilediğini geri bırakır..."
ayetinin (51. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak Buhari ve Müslim rivayet
ediyor. Hz. Âişe:
- Bir kadın
kendisini bağışlamaktan utanmıyor mu? diyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak:
"Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına
alabilirsin." ayetini indirdi. Hz. Âişe:
- Görüyorum ki Rabbin senin arzunu derhal
gerçekleştiriyor, dedi.
İbni Sa'd, Razîn el-Ukaylî'den rivayet ediyor:
Rasulullah (s.a.) hanımlarını boşamak istedi. Hanımları bunu görünce kendileri
hakkında dilediğini dilediğine karşı tercih etmek üzere onu serbest
bıraktılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "İnna ahlelnâ leke..."
ayetiyle "Türcî men teşâü..." ayetini indirdi.
"Artık bundan sonra senin için..." ayetinin
(52. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Abbas, Mücahid, Dahhak, Katade,
İbni Zeyd ve İbni Cerir gibi pekçok âlime göre ayetin kısa açıklamasında
geçtiği gibi Rasulullah (s.a.) kendilerini muhayyer kıldığında Allah'ı,
Rasulünü ve ahiret yurdunu tercih etmeleri şeklindeki güzel davranışlardan razı
olunduğunu bildirmek üzere ve Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına mükâfat
olarak bu âyet indi.
[94]
Müminlerin nikâhları ve hükümleri hakkında söz
geçmişti. Burada ise söz özellikle Hz. Peygamber (s.a.)'in kendisine
nikahlaması helâl olan hanımları, haram kılınanların özellikle belirtilmesi,
hanımlar arasında, dilediğinin yanında gecelemesi ve dilediğinin yanında
gecelememesi suretiyle Hz. Peygamber (s.a.)'in tercih hakkını kullanması, kendi
nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden ve Peygamberimiz (s.a.) açısından
kabul gören kadınla mehirsiz evlenmesi konularına tahsis edildi. Geceleri
hanımlar arasında taksim etme vacibinin terk edilmesi ve hibe lafzıyla evlilik
Hz. Peygamber (s.a.)'e ait hususiyet olup, diğer müminlere caiz değildir.
[95]
1-
"Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını... sana helâl
kıldık."
Allah Tealâ bu ayette peygamberinin kendileriyle
evlenmelerini mubah kıldığı hanımlardan dört grubu zikretti. Bu dört gruptan
ilk grup me-hirleri verilen hanımlardır.
Ayetin manası şudur: Ey Rasulüm! Biz ücretlerini
-yani mehirlerini-verdiğin hanımları sana helâl kıldık. Mehri verilen kadın,
mehrini almayan kadından daha üstündür. Bu nassm ilk olarak zikrettiği
mükemmel durumdur. En kâmil olan mehrin hiçbir geciktirme olmaksızın tam olarak
verilmesidir. İnsanların mehri geciktirmeleri hususuna gelince bu ihtiyat
maksadıyla, mehirlerde çok aşın gidilmesi ve mehrin tam olarak ödenmesinin
imkânsızlığı sebebiyle örfte sonradan icad edilen şeylerdendir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarına verdiği mehri on
iki buçuk ukıy-ye, yani beş yüz dirhem gümüş idi. Ancak Ümmü Habibe bt. Ebî
Süfyan bundan müstesna. Çünkü onun mehrini Peygamberimiz (s.a.) adına Necaşî
dört yüz dinar olarak verdi. Yine Safiyye bt. Huyeyy bundan müstesnadır. Çünkü
Peygamberimiz (s.a.) onu Hayber esirleri arasından seçti, sonra onu azad etti.
Onun azad edilmesini, mehri saydı. Ayrıca Cüveyriye bt. Haris el-Mustalikıyye
adına mükâtebe hisselerini Peygamberimiz (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmas'a ödedi
ve onunla evlendi.
2-
"Allah'ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri" sana helâl kıldık:
Yani Allah, ganimet mallarından aldığın cariyeleri sana mubah kıldı. Bu,
kadınlardan ikinci gruptur. Bunlar memlûk cariyelerdir. Peygamberimiz (s.a.)
daha önce beyan ettiğimiz gibi Safiyye, Cüveyriye, Reyhane bt. Şem'ûn
en-Nadriyye, İbrahim'in annesi Mariye el-Kıbtiyye'yi memlûk olarak aldı. Son
iki cariye Peygamberimiz (s.a.)'in normal ilişki kurduğu se-rîreleri idi.
3- "Seninle
beraber hicret eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının
kızlarını, teyzelerinin kızlarını" sana helâl kıldık.
Seninle birlikte muhacir olan amca kızları, hala
kızları, dayı kızları ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Ancak bunlardan
hicret etmeyenler müstesna.
Bu üçüncü grup kadının muhacir olmasının şart
koşulduğu ve -daha önce geçtiği gibi- Ümmü Hanî gibi muhacir olmayan hanımların
helâl olmadığı müstesna.
Amca ve hala kızlarından murad Kureyşli kadınlardır.
Zira uzak olsun, yakın olsun Kureyşlilere "Peygamberimiz (s.a.)'in
amcaları" ve Kureyşli kadınlara "Peygamberimiz (s.a.)'in
halaları" denilmektedir. Dayı ve teyze kızlarından murad Benî Zühre
kızlarıdır. Peygamberimiz (s.a.)'in nikâhı altında altı Kureyşli kadın olup
Zühreli hiçbir kadın yoktu.
Ayette "amca" kelimesinin müfret olarak
kullanılmasındaki hikmet, Arapların "ibn" ve "bint"
kelimelerinin, "el-Amm" kelimesine izafe edilmesi durumunda
alışılagelmiş âdetlerine uyulmasıdır, "hâl" kelimesindeki söz de aynı
misale göre kullanılmıştır.
4- "Eğer
mümin bir kadın kendisini Peygambere bağışlar ve Peygamber de onu nikahlamak
isterse" bunu da sana helâl kıldık.
Ey Peygamber! Eğer dilersen mehirsiz olarak kendisini
nikahlamak üzere sana kendisini bağışlayan mümin kadın sana helâldir.
Bu dördüncü gruptur. Bu gruptaki kadınların Hz.
Peygamber (s.a.)'e mubah kılınması iki şarta bağlıdır:
a) Kadının
nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe etmesi,
b) Hz.
Peygamber (s.a.)'in bu kadını nikâhlamayı arzu etmesi.
Hibe lafzıyla evlilik Hz. Peygamber (s.a.)'in
hususiyetlerinden olup diğer müminlere caiz değildir. Peygamberimiz (s.a.)'in
kendisini hibe eden kadınla mehirsiz, velisiz ve şahidsiz evlenme hakkı vardır.
Allah'ın Peygamber'ine helâl kıldığı dört sınıf:
Mehri verilen kadınlar, memlûk cariyeler, akraba kadınlar ve kendilerini
mehirsiz hibe eden kadınlardır.
"Helâl kılınmak"tan murad umumi nikâh
iznidir. Dikkat edilirse İbni Abbas ve Mücahid'in dediği gibi: "Hz.
Peygamber (s.a.)'in yanında hibe edilmiş hiçbir kadın yoktu."
Kendi nefsini Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe eden kadın
olan Ümm Şerîk ed-Devsiyye, Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Nefsimi sana
bağışladım, deyince Peygamberimiz (s.a.) buna karşı sustu. Bunun üzerine bir
adam kalktı ve:
- Ya Rasulallah! Senin ona ihtiyacın yoksa, beni
onunla evlendir, dedi. (Peygamberimiz de onu ona nikahladı.)
Aynı şekilde kendilerine Hz. Peygamber (s.a.)'e hibe
eden diğer kadınlar da böyle idi. Ancak Peygamberimiz (s.a.)'in yanında
kendini ona hibe eden hiçbir kadın yoktu.
İbni Sa'd rivayet ediyor ki: Leyla bt. Hatim kendini
Peygamberimiz (s.a.)'e hibe etmiş, başka kadınlar da kendilerini Peygamberimiz
(s.a.)'e hibe etmişlerdi. Ancak biz Peygamberimiz (s.a.)'in bunlardan herhangi
birini kabul ettiğini işitmedik.
Eğer kendisini hibe eden kâfir ise bu kadın Hz. Peygamber
(s.a.)'e helâl olmaz. İbnü'l-Arabî diyor ki: Bana göre sahih olan, bu çeşit
kadının ona haram olmasıdır. Böylece bizden farklı olmaktadır. Zira fazilet ve
ikram açısından onun nasibi daha çoktur. Noksanlık açısından onun bundan
uzaklığı açıktır. Bize Kitap Ehli hür kadınları nikahlamak caiz kılındı. Yüceliği
sebebiyle ona mümin hanımlar tahsis edildi. Hicret faziletinin noksanlığı
sebebiyle hicret etmeyen kadınlar ona helâl olmazsa, küfür vasfı sebebiyle hür
kitabî kadının ona helâl olmaması daha lâyıktır.[96]
Mufavvada bir kadın kendisini Hz. Peygamber
(s.a.)'den başka bir adama hibe ederse, duhûl veya ölüm sebebiyle bu kadına
mehr-i misil verilmesi vacip olur. Berva' bt. Vasık kendi nefsini ortaya koyup
kocası vefat edince Rasulullah (s.a.) bu kadına mehr-i misil verilmesine
hükmetti.
Cenab-ı Hak "sana has olarak..." cümlesinin
muhtevasını Hz. Peygamber (s.a.)'in hükümlerinin bazan müminlerin
hükümlerinden farklı olduğunu beyan ederek te'kid etti ve şöyle buyurdu:
"Sen sıkıntıya düşmeyesin diye, Biz, müminlere
eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında neleri farz kıldığımızı
bilmekteyiz. Allah Gafurdur, Rahim'dir." Yani ey Rasulüm, zikredilen
hususlar seninle hanımların hakkındaki hükümdür. Senin ümmetinin hanımlanyla
olan hükmüne gelince, bunun bilgisi bizim nezdimizde olup hikmet ve maslahat
gereğine göre bunu kendilerine beyan edeceğiz.
Ayetin manası şudur: Müminlerin sadece dört hür
kadınla evlenmeleri, putperestler ve mecusîler dışında mümine ve kitabî
cariyelerden dile-dikleriyle evlenmeleri, bunlarla hibe lafzıyla evlenmelerinin
mubah olmaması; veli, mehir ve şahitlerin şart kılınması şeklinde kendilerinin
maslahatlarının bulunduğu hükümleri ve bu hükümlerde Hz. Peygamber (s.a.)'den
farklı kılınması gibi müminlerin hanımları ve cariyelerin durumu hakkında farz
kılman hükümler, şartlar ve kayıtları Allah gayet iyi bilir.
Bu, daha önceki durumu te'kid eden ve bunu açıklayan
bir ara cümledir. Cenab-ı Hak -daha önce geçtiği gibi- bazı hükümlerin Hz.
Peygamber (s.a.)'e mahsus olmasının illetini zikretti. Bu illet şudur: Biz
senden darlığı ve meşakkati kaldırmamız için, kendini tamamen risaleti tebliğ
etmeye vermen için zikredilen kadınları, cariyeleri, akrabaları ve kendi
nefsini hibe eden kadınları sana mubah ve helâl kıldık.
Allah kendisinden sakınılması mümkün olmayan şeylerde
seni ve müminleri çok mağfiret edicidir; sıkıntıyı ve meşakkati ortadan
kaldırmak ve tevbe ettikleri günaha ceza vermemek suretiyle sana ve onlara çok
merhametlidir. Kısaca, "Allah Gafûr'dur, Rahim'dir." ifadesi ile
Cenab-ı Hak bütün müminlere mağfiret ve rahmetiyle ünsiyet vermektedir.
Allah Tealâ daha sonra Peygamberimizin Hz. Âişe gibi
bazı hanımlarının kendi nefislerini Peygamberimiz'e hibe eden kadınlara
duydukları kıskançlıklarına karşı ve onların geceleri hanımlar arasında taksim
etme işini Rasulullah (s.a.)'e havale etmelerine karşı cevap vermek üzere şöyle
buyurdu:
"Hanımlarından dilediğini geri bırakır,
dilediğini yanına alabilirsin." Yani ey Allah'ın Rasulü, hanımların
arasında geceleri taksim etme hususunda sen mutlak hürriyete sahipsin. Senin
hanımlarından dilediğinle yatmayı erteleme ve dilediğinle beraber geceleme
hakkın vardır. Onlar arasındaki taksimi terketmende senin için hiçbir mahzur
yoktur. Bu taksimi yapmak sana vacip değildir. Bilakis bu mesele sana aittir.
Dolayısıyla dilediğin kimseyi takdim eder, dilediğini ertelersin. Bununla
birlikte Peygamberimiz (s.a.) hanımları arasında geceleri taksim ederdi.
"Kendilerinden uzaklaştıklarından birini
istemende sana bir günah yoktur." Yani ayrıldığın ve kendileriyle birlikte
gecelemeyi terkettiğin hanımlardan birinin seninle beraber gecelemesini talep
etmende senin üzerine hiçbir günah, hiçbir mahzur ve darlık yoktur. Yine
onlardan boşadığın kimseye tekrar dönmekte sana hiçbir sorumluluk yoktur.
Allah Tealâ daha sonra geceleme ve tehir etmeyi
Rasulullah (s.a.)'e bırakmanın sebebini -bunun hanımlarının maslahatı ve
menfaati için olduğunu- beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Bu, sevinmeleri, üzülmemeleri ve hepsinin
verdiğin şeylere razı olmaları için en elverişli yoldur." Yani onlar,
Allah'ın senden hanımların arasında geceleri taksim etme hususundaki
sorumluluğu kaldırdığını, bunun sana vacip olmadığını, dilersen eşit şekilde
taksim yapabileceğini, dilersen yapmayabileceğim, buna rağmen senin hiçbir
zorlama olmaksızın kendi tercihinle hanımların arasında geceleri eşit olarak
taksim ettiğini bildikleri zaman buna sevinecekler, bundan memnun olacak,
senin iyiliğini takdir edecekler. Senin taksim hususunda onlara verdiğin
değeri, onların arasında eşitlik yapmanı, onlara insaflı olmanı ve adaletle
davranmam itiraf edecekler, bu yaptığından hiçbir endişe ve kargaşaya düşmeden
hepsi memnun olacaklardır.
Cenab-ı Hak sonra Hz. Peygamber (s.a.)'e ve
hanımlarına tağlib yoluyla müzekker sîgasını kullanarak şöyle buyurdu:
"Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah,
Alîm'dir, Halım'dir." Yani Allah reddedilmesi mümkün olmayan şekilde
hiçbir tercih yapmadan kalplerinizin hanımlarınızdan bazılarına meyledip,
bazılarına meyletmediğini tam bir ilimle bilir. Allah gönüllerin gizlediği,
vicdanların sakladığı şeyleri gayet iyi bilendir, çok yumuşak davranan,
bağışlayan günahkârların tevbe edip Allah'a yönelme imkânı bulabilmeleri için
onlara ceza vermede acele etmeyen, son derece hilim sahibidir. Burada güzel
niyetlere, gönül temizliğine ve kıskançlık izlerine hakim olmak için kadınlara
güzel muamelede bulunmaya teşvik vardır.
İmam Ahmed ve dört Sünen sahibi, Hz. Aişe (r.a.)'den
naklediyorlar: "Rasulullah (s.a.) geceleri hanımları arasında taksim eder,
adaletle davranırdı. Sonra da:
- "Allahım! Bu benim sahip olduğum şeydeki
davranışımdır. Senin sahip olup da benim sahip olmadığım şey hususunda beni
kınama." diye dua ederdi. Ebu Davud şunu ilave etti: (Rasulullah) kalbi
kastetmektedir.
Allah Tealâ daha sonra Allah'ı ve Rasulünü tercih
eden Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının mükâfatlandırıldığını zikretti.
Onları boşamayı menetti ve başka hanımları ona haram kıldı ve şöyle buyurdu:
"Artık bundan sonra senin için başka kadınlar
helâl değildir." Yani ey Rasulüm! Şu anda senin yanında bulunan şu dokuz
hanımın Allah'ı ve Rasulünü tercih etmelerine karşılık olarak bunların
dışmdakilerle evlenmek sana haramdır.
Ebu Davud Nasih kitabında, Merdüveyh ve Beyhakî
Sünen'inde Enes'in şu sözünü rivayet etmektedirler: "Rasulullah (s.a.)
hanımlarını muhayyer bırakıp da onlar Allah ve Rasulünü tercih edince Cenab-ı
Hak Rasulüne sadece onlarla evlenmesini emretti."
Diğer hanımların ona haram kılınması şeklindeki bu
hüküm ilk hükümdür.
"Güzellikleri hoşuna gitse de, onları başkalarıyla
değiştirmen caiz değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler hariç."
Hanımların değiştirilmesi ve boşamalarının haram kılınması, şeklindeki bu hüküm
ikinci hükümdür.
Yani, ey Rasulüm! Senin ismetinde bulunan bu
hanımlardan başkalarıyla evlenmen ve onlardan birini boşayıp onun yerine
başkasıyla evlenmen suretiyle onları güzellikleri hoşuna giden başkalarıyla
değiştirmen sana helâl değildir. Ancak Mukavkıs'ın Rasulullah (s.a.)'e hediye
edip onun cariye olarak aldığı ve ondan henüz emzikli iken vefat eden ibrahim
adlı çocuğun dünyaya geldiği Mariye el-Kıbtiyye gibi elinin altında bulunan cariyeler
hariç.
"Güzellikleri hoşuna gitse de" sözü evlenme
talebinde bulunulan kıza bakmanın caiz olduğuna delildir.
Ebu Davud, Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Sizden biriniz bir kadına talip olursa, onunla evlenmeye
sebep olacak şeye bakmaya imkân bulursa, bunu yapsın."
Mugîre b. Şu'be anlatıyor: Bir kadına talip oldum.
Peygamberimiz (s.a.) bana:
- Ona baktın mı? diye sordu. Ben:
- Hayır, dedim. Peygamberimiz (s.a.):
- Ona bak. Zira bu aranızda sevgi doğması için daha
uygundur.
"Allah her şeyi murakabe etmektedir." Allah
herşeye muttali olan, her-şeyi bilen, herhangi bir kişiden olan ve kâinatta
meydana gelen herşeyi murakabe etmektedir. O halde Onun emirlerine muhalefet
etmekten sakının. Zira Allah herkese yaptığının karşılığını verecektir.
[97]
Bu ayetler aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:
1- Hz.
Peygamber (s.a.)'e genişlik olması ve risaleti tebliğ hususunda kendisine
kolaylık olması için dört sınıf kadının ona mubah olması. Bu dört sınıf
şunlardır.
a)
Mahremler dışında, mehirlerini verdiği bütün kadınlar: Bu âlimlerin cumhurunun
görüşüdür. Bunun delili Tirmizî'nin Atâ'dan naklettiği şu hadistir: Hz. Âişe
(r.a.) diyor ki: Allah Tealâ kendisine bütün kadınları helâl kılmadan
Rasulullah (s.a.) vefat etmedi. İbni Abbas diyor ki: Rasulullah (s.a.)
insanlardan dilediği ile evleniyor, bu durum hanımlarına ağır geliyordu. Bu
ayet inip de kadınlardan ayette adı geçenler dışındaki kadınlar ona haram
olunca hanımları buna sevindiler.
Kerhî, mehrin "ücret" diye
adlandırılmasından nikâhın kiralama/ücret lafzıyla geçerli olduğunun caiz
olduğu neticesini çıkarmakta, Hanefîler bu hususta kendisine uymamaktadırlar.
Zira kiralama manası nikâh akdiyle çelişmektedir. Çünkü kiralama vakitle tahdit
edilen bir akittir. Nikâh ise ebedî bir akit olup vakitle sınırlandırılması onu
iptal eder. Ayrıca nikâh temlik akdi olmayıp, mubah kılınma akdidir. Aynı
şekilde nikâhtaki mehir bedel olmayıp sadece helâl kılman hanımın değerini
ortaya koymak için Allah Tealâ'nm farz kıldığı bir bağıştır.
b)
Cariyeler dünyada esir olmanın ya da köle olmanın meşru olduğu bir vakitte
hakimiyet ve galibiyet yoluyla alınan harp ganimetlerinden Allah'ın Rasulullah
(s.a.)'e verdiği cariyelerdir.
c)
Rasulullah (s.a.) ile birlikte Mekke'den Medine'ye hicret eden amca, dayı, hala
ve teyze kızları gibi yakın akrabaları: Bunlar amcası Abbas'm ve diğer amcası
Abdulmuttalib evlâdının kızları, Abdulmuttalib'in kızlarının çocuklarının
kızlarıdır. Bu ifade Kureyşli kadınları içine almaktadır. Dayı kızları Abdi
Menaf b. Zühre kızlarının çocuklarıdır.
Peygamberimiz (s.a.)'in yanında beş Kureyşli kadın
vardı. Onun yanında dayı ve teyze çocuklarından hiçbir kimse yoktu.
"Seninle birlikte" kelimesindeki
birliktelik hicrete katılmadır, yoksa hicret esnasında onunla beraber olma
değildir. Bu kadınlardan hicret edenler hicret ettiğinde Rasulullah (s.a.) ile
beraber olsun olmasın, ona helâl olurlar.
Allah Tealâ "amm: amca" kelimesini tekil ve
"ammât: halalar" kelimesini çoğul olarak zikretti. "Hâl:
dayı" ve "halat: teyzeler" kelimesi de belirttiğimiz dışında
bir hikmete binaen bu şekilde kullanmıştır. Bu hikmet "amm: amca" ve
"hal: dayı" kelimeleri mutlak olarak kullanıldığı zaman
"şair" kelimesi gibi cins ismidir. "Amme: hala" ve
"hâle: teyze" kelimeleri böyle değildir. Bu bir lügat örfüdür.
d) Mehirsiz olarak kendi nefislerini
Peygamberimiz (s.a.)'e hibe eden kadınlar. Bunlar dört tane idi:
- Meymûne bt. Haris
- Zeyneb bt. Huzeyme Ümmü'l-Mesakin el-Ensariyye
- Ümmü Şerik bt. Cabir
- Havle bt. Hakim
Fakat kendi nefislerini Rasulullah (s.a.)'e hibe eden
bu kadınlardan hiçbiri Rasulullah (s.a.)'in yanında değillerdi. Zira Rasulullah
(s.a.) onlardan hiçbirini kabul etmemişti.
2- Cenab-ı
Hakk'ın "mümin bir kadın" ifadesi daha önce beyan ettiğimiz gibi
kafir kadının Rasulullah (s.a.)'e helâl olmadığına delildir. Cenab-ı Hakk'ın
"Eğer nefsini hibe ederse" ifadesi nikâhın özel sıfatlarıyla bir
"ma-âvada akdi" olduğuna delildir.
Cenab-ı Hakk'ın "Eğer Peygamber onu nikahlamak
isterse" ifadesi hibenin ancak Hz. Peygamber (s.a.)'in kabulüyle
tamamlanacağına delildir. O kabul ederse, o kadın ona helâl olur. Kabul etmezse
bu lüzumlu değildir. Nitekim bir adama bir şeyi hibe ettiğin zaman onu kabul
etmesi vacip değildir.
Cenab-ı Hakk'ın "sana mahsus olarak"
ifadesi hibe lafzıyla yapılan nikâhın geçerli olmasının Hz. Peygamber
(s.a.)'in hususiyetlerinden olduğuna, nikâh hibesinin Hz. Peygamber (s.a.)'den
sonra hiçbir kimseye helâl olmadığına ve hiçbir kadının nefsini bir adama hibe
etmesinin helâl olmadığına delildir. Bu âlimlerin cumhurunun görüşüdür.
Hanefîler ve Malikîler şöyle demişlerdir: Hz.
Peygamber (s.a.)'den başkaları için hibe lafzıyla nikâh geçerlidir. Bu durumda
akitte tesmiye edilen mehir kadının hakkıdır, hiçbir şey tesmiye edilmemişse,
mehr-i misil kadının hakkıdır. Mufavvada kadının duhûlden önce mehir talep
etmesi, duhûlden sonra mehr-i misil talep etmesi hakkıdır.
İhtilafın kaynağı "Bu (hüküm) müminlerden ayrı
olarak sadece sana mahsustur." (Ahzab, 33/50) ayetinin manası
konusundadır.
a) Bir
grup âlim bu hususiyetin Hz. Peygamber (s.a.) için hibe lafzıyla nikâhın
geçerli olması konusunda olduğu görüşüne varmışlardır. Bunun delili Cenab-ı
Hakk'ın "Bu müminlerden ayrı olarak senin içindir", "Peygamber
onu nikahlamak isterse" ve "kadın nefsini Peygamber'e hibe
ederse" ayetleridir. Bu, cumhurun görüşüdür.
b)
Âlimlerden bir diğer grup, ayette yer alan hususiyetin kendini hibe eden
kadının mehirsiz nikâhlanması hakkında olduğu görüşüne varmışlardır. Hibe
lafzıyla nikâh akdine gelince bu hem Hz. Peygamber (s.a.), hem de ümmetine eşit
olarak caiz idi. Yani bu hususiyet lafızda değil, manadadır. Zira Allah Tealâ
"hibe etti" lafzıyla, hibe lafzını kadına izafe etmiş, nikahlamanın
arzu edilmesini de Hz. Peygamber (s.a.)'e izafe etmiştir. Böylece aradaki
farklılık kadın tarafından kullanılan lafzın manasıdır. Bu da hibe lafzının,
bedeli terk etme manasına delâlet etmesidir.
3-
İbnü'l-Arabî ve Kurtubî[98] bu
hususiyet münasebetiyle Allah Te-alâ'nın Rasulüne tahsis ettiği farz olsun,
haram olsun, mubah olsun hiçbir kimsenin kendisiyle paylaşmadığı şeriatteki
bazı hükümleri zikretmişlerdir. Başkalarına farz kılınmayan bazı şeyler Hz.
Peygamber (s.a.)'e farz kılınmış, başkalarına haram olmayan bazı davranışlar
ona haram kılınmış, başkalarına mubah olmayan bazı şeyler ona mubah
kılınmıştır.
Peygamberimiz (s.a.)'e mahsus farzlar dokuz tanedir:
a)
Geceleyin teheccüd namazı kılmak. Bunun delili: "Ey elbisesine bürünen
adam. Gecenin pek azı müstesna, geceleyin namaz kıl." (Müzzemmil, 73/1)
ayetidir. Sahih olan görüşe göre teheccüd namazı önceleri ona vacip idi. Sonra
"Geceleyin nafile olarak teheccüd namazı kıl." (İsra, 17/79)
aye-tiyle neshedildi.
b) Kuşluk
namazı,
c) Kurban,
d) Vitir,
e) Misvak,
f) Borçlu
ölen kimsenin borcunu ödeme,
g) Şer'î
hükümler dışında fikir sahipleriyle danışma, h) Hanımlarını muhayyer kılması,
ı) Bir amel işlediği zaman o amelde sebat etmesi.
Peygamberimiz (s.a.)'e mahsus haramlar on tanedir:
a) Ona ve
Ehl-i Beytine zekâtın haram kılınması,
b)
Kendisine verilen nafile sadakayı kabul etmesi. Ehl-i Beyt'in kabul edip
etmemesi konusunda ihtilaf vardır.
c) Kötü niyetle bakmak: İçindeki düşünceden
farklı şeyi ortaya koyması, ya da vacip olandan ayrılması,
d) Ümmeti
için zırhı giydiği zaman, Allah kendisiyle savaştığı kimseler arasında
hükmetmeden zırhı çıkarması,
e) Bir
yere yaslanarak yemek yemesi,
f) Kötü
kokulu yiyecekleri yemesi,
g)
Hanımlarını değiştirmesi,
h) Beraberliğinden hoşlanmadığı kadını nikahlaması,
ı) Hür kitabî kadını nikahlaması,
j)
Cariyeyi nikahlaması.
Cenab-ı Hak başkalarına haram kılmadığı bazı şeyleri
Hz. Peygamber (s.a.)'e tenzihen ve onu pak kılmak için ona haram kılmıştır.
Allah hüccetini te'kid etmek ve mucizesini beyan etmek için yazı yazmayı, şiir
söylemeyi ve öğretmeyi ona haram kılmıştır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sen
daha önce hiçbir kitaptan okumuyordun, sağ elinle de yazı yazmıyordun."
(Ankebut, 29/48). Meşhur olan husus budur. Nakkaş Peygamberimiz (s.a.)'in vefat
etmeden yazı yazdığını zikretti.
Cenab-ı Hak insanlara verdiği nimetlere göz dikmesini
Rasulüne haram kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Bir kısım kâfirlere
kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün
kalmasın." (Taha, 20/121).
Cenab-ı Hakk'ın sadece Rasulüne helâl kıldığı şeyler
onaltı tanedir:
a) Ganimet
hissesi,
b) Beşte
bir veya beşte birin beşte biri hissesi,
c) İftar
etmeksizin iki gün ardarda oruç tutması (visal),
d) Dört
kadından fazlasıyla evlenmesi,
e) Hibe
lafzıyla nikâhlanması,
f) Veli
olmaksızın nikâhlanması,
g)
Mehirsiz nikâhlanması,
h) İhram
durumunda nikâhlanması,
ı)
Hanımlar arasında geceleri taksim etmenin kendisinden düşmesi,
j)
Peygamberimiz (s.a.)'in Safiyye'yi azad edip, onun azad oluşunu mehri olarak
kabul etmesi,
k) Mekke'ye ihramsız girişi.
1)
Mekke'de çarpışması,
m)
Kimsenin kendisine mirasçı olamaması ve mülkünün sadaka sayılması,
n)
İrtihalinden sonra da hanımlarının onun zevceleri olarak kabul edilmesi
(Başkalarıyla evlenmelerinin haram oluşu).
o) Bir
hanımı boşadığı zaman onun hürmetinin devam etmesi, yani kimsenin onu
nikâhlayamaması.
Peygamberimiz (s.a.)'in kendi nefislerinin helak
olmasından korku bulunsa da aç ve susuz kimseden su ve yemek alması mubah
sayılmıştır. Bunun delili: "Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha
yakındır." (Ah-zab, 33/6). Müslümanlardan her birinin Hz. Peygamber
(s.a.)'i kendi nef-siyle koruma mecburiyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.)'in
kendi nefsini koruması mubah kılınmıştır.
Allah ganimetleri helâl kılmakla ona ikramda
bulunmuştur. Yeryüzü ona ve ümmetine tertemiz, bir mescit kılınmıştır. Halbuki
peygamberlerden bazılarının namazı sadece bildiğimiz mescidlerde sahih
oluyordu.
Rasulullah (s.a.) düşmanlarına verilen korku ile
desteklenmişti. Düşman bir aylık mesafeden ondan korkuyordu. O bütün mahlukata
peygamber olarak gönderilmiştir. Halbuki ondan önceki peygamberlerden her biri
sadece bir gruba gönderiliyordu.
Onun mucizeleri kendisinden önceki peygamberlerin
mucizeleri gibi idi, hatta daha fazla idi. Hz. Musa'nın mucizesi asası ve suyun
kayadan fışkırması idi. Halbuki Peygamberimiz (s.a.) için ay iki parçaya
ayrılmış ve mübarek parmaklarından su fışkırmıştı.
Hz. İsa'nın mucizesi ölüleri diriltmek, körü, alaca
hastalığına yakalanan kimseyi iyileştirmek idi. Halbuki Peygamberimiz
(s.a.)'in elinde taşlar teşbih etmiş, hurma kütüğü onun için inlemişti. Bu daha
beliğ idi. Allah Kuranı ona mucize kılmak suretiyle kendisine lütufta bulunmuş
ve bu mucizesini kıyamet gününe kadar baki kılmıştır. Bunun için onun peygamberliğini
kıyamet gününe kadar ortadan kaldırılmayacak ebedî bir peygamberlik kılmıştır.
4-
Hanımlar arasında geceleri taksim etmek, bu taksimi terketme hususunda
kendisine bir genişlik ve bir izin olmak üzere vacip değildi. O, hanımları
arasında muhayyer idi. Bununla birlikte Peygamberimiz (s.a.) farz olmadığı
halde hanımlarının gönüllerini almak için ve onları lâyık olmadıkları duruma
götüren kıskançlıklardan korumak için kendisine farz olmadığı halde hanımları
arasında geceleri taksim ediyordu. Bu, bu ayetten murad edilen manaların en
sahihidir.
Deniliyor ki: Taksim Hz. Peygamber (s.a.)'e vacip
idi. Sonra bu ayetle bu vücup kendisinden kaldırıldı. Ebu Rezîn diyor ki:
Peygamberimiz (s.a.) hanımlarının bazılarını boşamaya niyet etti. Hanımları:
- Bizim için dilediğin şekilde taksim yap, dediler.
Gecelediği kimseler arasında Hz. Aişe, Hafsa, Ümm Seleme ve Zeynep vardı.
Onların nasibi nefsi ve malını eşit olarak aralarında taksim etmek idi.
Peygamberimiz (s.a.)'in ertelediği kimseler arasında Şevde, Cüveyriye, Ümm
Habibe, Mey-mûne ve Safiyye vardı. Peygamberimiz (s.a.) onlar için dilediği
şekilde taksim yapıyordu.
5- Cenab-ı
Hakk'ın: "Bu, (Peygamber'in) hanımlarının gözlerinin aydın olması
(sevinmeleri) için en elverişli yoldur." ayeti Peygamberimizin geceleri
taksimde muhayyer kılınmasının hikmetini beyan etmektedir.
Katade ve başkaları diyor ki: Yani senin hanımlarınla
beraber bulunman hususunda seni muhayyer kıldığımız bu tercih hükmü
hanımlarının rızasına daha uygundur. Zira bu hüküm bizim nezdimizdendir. Çünkü
onlar bu fiilin Allah tarafından olduğunu bildikleri zaman bununla gözleri
aydın olur ve memnun olurlar. Zira kişi bir şeyde kendisinin hiçbir hakkı
olmadığını bilirse, kendisine verilen şey az da olsa, buna razı olurlar. Eğer
bunda hakkı olduğunu bilirse, kendisine verilen şey onu ikna etmez ve buna
karşı kıskançlığı artar ve bu konuda hırsı büyür. Dolayısıyla Cenab-ı Hakkın
Rasulünün hanımlarının durumunu kendisine havale etmesi şeklindeki emri
hanımlarının kalplerinin daha fazlasını istemeden, Peygamberimiz (s.a.)'in
kendilerine gösterdiği müsamaha sebebiyle sevinmeleri bakımından daha
uygundur.
Bununla birlikte Peygamberimiz (s.a.) -daha önce
söylediğimiz gibi-hanımlarının gönüllerini hoş tutmak için onların arasında
eşitliği gözetmek hususunda son derece kendini zorluyordu.
Neseî ve Ebu Davud'un Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet
ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyuruyordu: "Allahım! Bu benim sahip
olabildiğim şeydeki kudretimdir. Senin sahip olup da benim sahip olmadığım
şeyde -yani kalbin meyletmesinde- beni ayıplama." Fiillerinin hiçbirinde
açıkça ortaya çıkmamakla beraber o, Hz. Âişe (r.a.)'yı tercih ettiği için
böyle dua ediyordu.
Peygamberimiz (s.a.) vefat ettiği hastalığında,
hanımlarının evlerini, sırtta taşınarak dolaşıyordu. Nihayet onlardan Hz.
Aişe'nin evinde kalması için izin istedi.
Buhari Sahih 'inde Hz. Âişe'den naklediyor:
Rasulullah (s.a.) ilk defa Meymûne'nin evinde rahatsızlandı. Hanımlarından onun
-yani Hz. Aişe'nin- evinde yatması için izin istedi. Onlar da ona izin
verdiler.
Yine Sahih-i Buhari'de Hz. Âişe'den rivayet ediliyor
ki: Peygamberimiz (s.a.) Hz. Aişe'nin gününü geciktirmek için günleri soruyor:
- Bugün ben neredeyim? Yarın ben neredeyim? diye
soruyordu. Hz. Âişe diyor ki: Benim günüm olunca, Allah, benim göğsüm ve
kucağımda onun ruhunu aldı.
6- Erkek,
hanımları arasında herbirine bir gün ve bir gece olmak üzere adaletli olmak
zorundadır. Kadının hastalığı ve hayızlı olması onun hakkını düşürmez.
Erkeğin, kadının günü ve gecesinde onun yanında kalması gerekir. Yine kocanın
hanımları arasında sağlığında davrandığı gibi kendi hastalığında da adaletli
olması gerekir. Ancak hareketten aciz kalması müstesna. O durumda hastalığın
ağırlaştığı yerde kalır. Sağlığa kavuşunca yine taksime başlar. Bu konuda
cariye ve hür kadınlar kitabî ve müslüman kadınlar eşittirler. Şeriri (yatak
cariyesi) olanlarla hür kadınlar arasında taksim yoktur.
Ebu Davud, Ebu Hureyre'den Peygamberimiz (s.a.)'in şu
hadis-i şerifini naklediyor: "İki hanımı olup da birine meyleden kimse,
kıyamet günü bir yanı eğik olduğu halde gelir."
Erkek ancak kendi rızasıyla hanımlarını aynı evde
biraraya getirebilir. Başkasının günü ve gecesinde herhangi bir ihtiyaç
olmadan diğerinin yanına giremez. Pekçok âlime göre herhangi bir ihtiyaç ve
zaruret sebebiyle girmesi caizdir.
İmam Malik diyor ki: Hanımlarının durumu normal ise
nafaka ve elbise konusunda hanımları arasında adaletle davranır. Dereceleri,
makamları farklı olan hanımlar arasında bu gerekli değildir. İmam Malik meyil
olmaksızın elbisede birini diğerine tercih etmeyi caiz görmüştür. Sevgi ve buğz
konusu irade dışındadır. Dolayısıyla bu iki konuda adaletli olmak şart
değildir.
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları arasındaki taksim
hususundaki şu ifadesiyle kastedilen budur: "Allahım! Bu benim elimde olan
husustaki tav-rımdır. Senin elinde olup benim elimde olmayan şeyde beni
kınama."
Cenab-ı Hakk'ın şu ayetleriyle buna işaret
edilmiştir: "Ne kadar isteseniz de, kadınlar arasında adaleti
sağlayamazsınız." (Nisa, 4/129); "Allah sizin kalplerinizde olanı
gayet iyi bilir." (Ahzap, 33/51).
7-
"Allah sizin kalplerinizde olanı gayet iyi bilir." ifadesi umumi bir
haberdir. Bu ifadeye Rasulullah (s.a.)'in kalbinde bulunan bir şahsı sevip diğerini
sevmeme hususu girmektedir. Bu manaya müminler de dahildirler.
Buhari, Amr b. Âs'dan rivayet ediyor. Peygamberimiz
(s.a.) kendisini Zatü's-Selâsil ordusu başında göndermişti. Amr diyor ki;
Rasulullah'a gittim:
- İnsanlardan hangisi sana sevgilidir, dedim.
- Aişe, dedi. Ben bu defa:
- Erkeklerden kim? diye sordum. Peygamberimiz:
- Babası, dedi. Bu defa ben:
- Sonra kim? dedim.
- Ömer b. Hattab, dedi ve bazı kimseleri saydı.
8- Hz.
Peygamber (s.a.)'e hanımları üzerinde başkalarıyla evlenmesi yasaklanmıştır.
Çünkü onun hanımları Allah'ı ve Rasulünü tercih etmişlerdir. Bu durum, Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımlarına bir mükafat olarak ve tercihlerini takdir etme
olarak Peygamberimiz (s.a.)'e yalnızca bu ha-nımlarıyla evlenme izni
sayılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Hak "O'ndan sonra artık onun hanımlarını
nikahlamanız da caiz olmaz" (Ahzap, 33/52) ayetiyle Peygamber'ine bir
ikram olarak bu hanımlar sadece Rasulullah (s.a.)'e tahsis edilmişlerdir.
Bir görüşe göre: Bu ayet sünnetle -yani Hz. Aişe'nin
rivayet ettiği: "Rasulullah (s.a.) hanımlar kendisine helal kılınmadan
vefat etmedi." şeklindeki hadisle- neshedilmiştir. İmam Şafiî bu
görüştedir.
Bir başka görüşe göre: Bu ayet bir başka ayetle
neshedilmiştir, denilmiştir. Tahavî, Ümmü Seleme'den rivayet ediyor:
Rasulullah (s.a.) vefat etmeden, Allah kendisine, mahrem kadınlar hariç dilediği
kadınla evlenmeyi helâl kıldı. Bu mana şu ayette anlatılmaktadır:
"Onlardan dilediğini geri bırakabilir, dilediğini yanına
alabilirsin."
Tercih edilen görüş ayetin mensuh olmayıp muhkem
olmasıdır. Zira Hz. Âişe hadisi İbnü'l-Arabî'nin dediği gibi çok zayıf bir
hadistir.[99]
Bu ayetin "Türcî men teşaü: Dilediğini geri
bırakabilirsin..." ayetiyle neshedilmesine gelince bu konuda bazı Küfe
fakihleri şeyle demişlerdir: "Türcî men teşaü" ayetinin "Lâ
tehıllü" ayetini neshetmesi imkânsızdır. Zira "Türcî" ayeti
müslümanlarm icma ettikleri mushafta diğer ayetten öncedir.
Tilâvetteki sıralama nüzul sıralamasına delil
değildir, şeklindeki görüş doğrudur. Fakat nesh gerçekte iki şartı
taşımalıdır.
- Nasihin mensuhtan sonra nazil olduğunun sabit
olması,
- Aralarında çelişkinin bulunması. Bu iki şart burada
gerçekleşmemiştir.
9- "Onları
başkalarıyla değiştirmen de caiz değildir." ayetinin zahiri Peygamberimiz
(s.a.)'in bir kadın görüp de kadın onun kalbinde bir yer edinirse, bu kadın
kocasına haram olur ve hanımını boşaması vacip olur, şeklindeki rivayeti
neshetmektedir. Bu ayet Rasulullah (s.a.)'i tercih eden dokuz hanımının
değiştirilmeyeceğine delildir.
İbni Zeyd diyor ki: Bu, Arapların daha önce
yaptıkları bir şeydir. Cahi-liye Araplarından biri diğerine "Sen benim
hanımımı al. Bana hanımını ver." diyordu.
Fakat Taberî, Nahhas ve başkaları İbni Zeyd'in eski
Arapların hanımlarını değiştirdikleri şeklindeki haberini yadırgamışlardır.
Taberî: Araplar bunu hiç yapmamışlardır, demiştir.
10-
Cenab-ı Hakk'ın: "Güzellikleri hoşuna gitse de..." ifadesi daha önce
geçtiği gibi erkeğin evlenmek istediği kadına bakmasının caiz olduğuna delildir.
Mugîre b. Şu'be bir kadınla evlenmek istemişti. Beş
imamın (İmam Ahmed ile dört Sünen kitabı müellifinin) Mugire'den rivayet ettiği
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) Mugîre'ye şöyle buyurdu: "O kadına
bak. Zira bu aranızda sıcaklığın meydana gelmesi için lüzumludur."
Buhari Sahih'inde Peygamberimiz (s.a.)'in birine
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "O kadına bak. Zira ensarın gözlerinde
bir şey -yani sıcaklık, ya da mavilik, yahud şaşılık- vardır."
Nikâhı taleb edilen kadına bakmanın emredilmesi
sadece maslahata irşad edilmesi cihetiyledir. Zira erkek o kadına baktığı zaman
belki o kadın da kendisiyle evlenmeye teşvik eden hususları görecektir. Bunun
delili Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i
şerifidir: "Sizden biriniz bir kadına talip olduğu zaman, o kadın da
kendisini ni-kâhlamaya sebep olacak şeye bakmaya gücü yeterse, bunu
yapsın."
"Gücü yeterse, bunu yapsın." gibi ifadeler
vacib olan hususlarda söylenmez. Bu Hanefî, Malikî, Şafiî, Zahirî ve diğer
fakihlerin çoğunluğunun görüşüdür.
Alimler kadında bakılması caiz olan yerler hakkında
ihtilâf etmişlerdir.
a) İmam
Malik diyor ki: Evlenmek isteyen erkek, evleneceği kadının yüzüne ve ellerine
bakar. Ancak kadının izni olmadan bakamaz.
b) İmam
Şafiî ve Ahmed diyorlar ki: Kadın örtülü olduğu zaman kadının izniyle ve izni
olmaksızın bakar.
c) İmam
Evzâî diyor ki: Kadına bakar. Kadının açıkta olan el, yüz gibi uzuvlarına
bakar.
d) Davud
ez-Zahirî, hadisteki lafzın zahirini alarak: Kadının her yerine bakar, sözüne
gelince; şeriatın temel esasları yabancı kadına bakmanın haram olduğu için bunu
reddetmektedir.
11- Cenab-ı
Hakk'm "Ancak sahip olduğun cariyeler hariç" ifadesinin umumu, kâfir
cariyenin Hz. Peygamber (s.a.)'e helâl olduğuna delalet etmektedir. Bu,
Mücahid, Said b. Cübeyr, Ata ve Hakem'in görüşüdür. Doğru olan görüş, kâfir
kadınla mübaşerette bulunmaktan Hz. Peygamber'in makamını tenzih etmek için,
kâfir kadının Hz. Peygamber (s.a.)'e helâl olmadığıdır. Zira Cenab-ı Hak
"Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın." (Mümtehine, 60/10)
buyururken, nasıl Peygamberimiz (s.a.) böyle davranabilir?
12- Daha
önce geçtiği gibi Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının sayısı dokuz üzerinde
istikrar bulmuş olup onun vefatında nikâhlısı olarak bu dokuz hanım vardı.
Peygamberimiz (s.a.)'in birden fazla evliliği; cinsî
ve şehvanî bir maksatla olmayıp sadece İslâm davetini yaymak, Arap
kabilelerini İslâm'a ısındırmak, onların İslâm akidesini kabul etmelerine
teşvik gibi yüce bir gaye uğruna yapılmıştı.
Bunun delili Peygamberimiz (s.a.)'in 54 yaşının
sonuna kadar tek hanımla Hz. Hadice bt. Huveylid'le birlikte yaşamış
olmasıdır. Genellikle bu yaşta (54 yaşında) cinsî arzu zayıflamaktadır.
Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice ile, kendisi 25 yaşında, Hz. Hadice 40 yaşında
bir dul olduğu halde evlenmiş, ondan çocukları olmuştu. Hz. Hadice 65 yaşında
vefat etmiş, Peygamberimiz (s.a.) Hz. Hadice'den sonra Şevde bt. Zem'a ile
evlenmişti.
Peygamberimiz (s.a.)'in tek bakire hanımı Hz. Aişe
ile babası Hz. Ebu-bekir'in gayretlerini ve fedakârlıklarını takdir etmek üzere
evlenmişti.
Hz. Hafsa pek fazla güzel olmadığı halde
Peygamberimiz onunla babası Hz. Ömer'e duyduğu sevgiden dolayı ve onun
samimiyet ve cihadını takdir etmek için evlenmişti.
Peygamberimiz (s.a.)'in çok çocuklu yaşlı bir kadın
olan Ümmü Seleme ile evliliği onun önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret
eden kocasının ölümünden dolayı bir teselli olmak içindi.
Rasulullah (s.a.), Sekran b. Amr'dan dul kalan
ihtiyar yaşlı kadın Şevde bt. Zem'a ile kocasının müşriklerinin eziyetinden
kaçarak hicret ettiği Habeşistan'da hakkı savunma yolunda ölmesi sebebiyle
kocasına vefakârlık olması için evlendi.
Efendimiz (s.a.), Zeyneb bt. Cahş ile -daha önce
açıkladığımız gibi- Allah'ın kendisini onunla evlendirmesi sebebiyle evlât
edinme âdetini iptal etmek ve bunun bütün etkilerini ortadan kaldırmak için
evlendi.
Kureyş'in lideri Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe babasından
önce müslüman olmuş ve Habeşistan'a hicret etmişti. Ümmü Habibe'ye mehrini
Peygamberimiz (s.a.) yerine Necaşi, 400 dinar vermişti. Efendimiz (s.a.), Ümmü
Habibe'ye ikramda bulunmak, onun ihlâsım ve doğruluğunu takdir etmek üzere
onunla evlendi.
Yahudilerin lideri Huyeyy b. Ahtab'ın kızı
Safiyye'nin esir oluşundan sonra ona şefkat duyduğu için Peygamberimiz, Safiyye
ile evlenmişti.
Rasulullah (s.a.), Mustalıkoğulları'nın lideri
Haris'in kızı Cüveyriye ile esir düşüp de azad edilmesinden sonra evlendi.
Cüveyriye'nin yaşı elli civarındaydı. Bunun üzerine kabilesi İslâm'ı kabul
etti. Cüveyriye meşhur kahraman Halid b. Velid'in müslüman oluşuna sebeb oldu.
İşte Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarıyla evliliğinin
hususi sebepleri bunlardır. Genel sebeplere gelince bunlar şu şekilde
özetlenebilir:
Hısım akrabalığı, en güçlü ülfet ve yardımlaşma
faktörlerinden biridir. İslâm davetini yaymak, başlangıçta yardımcılara
muhtaçtır. Müminler Hz. Peygamber'e hısım olmayı ve ona yakınlığı en büyük
şeref olarak görüyorlardı. Ayrıca İslâm'ın kadınlara ait özel hükümlerini
bilmek, bu hükümleri müslüman kadınlara tebliğ edecek kadınlara ihtiyaç
duymaktaydı. Hz. Peygamberin hanımları bu görevi yerine getiriyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.) dışındaki kimseler için birden
fazla evlilik sebeplerinin bazıları şunlardır:
- Kadının
kısırlık veya korkunç, bulaşıcı ve müzmin bir hastalığa yakalanması,
- Savaşlar sonunda olduğu gibi bazan erkerlerin
toplumda sayıca azalmaları,
- İslâm'ı güçlendirmek için neslin artmasına teşvik edilmesi,
- Bazı erkeklerde cinsî arzunun aşırı derecede
fazlalığı.
[100]
53- Ey iman
edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini
beklemeyin. Ancak davet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yiyince de hemen
dağı-lın. Orada sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e eziyet
veriyor, o size birşey söylemekten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten
çekinmez. Peygamber'in hanımlarından birşey isteyece- zaman perde arkasından
iste-Böyle davranmak gerek sizin kalbiniz, gerekse onların kalpleri için daha
temizdir. Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz ve onun ölümünden sonra
hanımlarını nikahlamanız ebediyen caiz değildir. Şüphesiz ki bu, Allah
nezdinde büyük bir günahtır.
54- Siz
birşeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphesiz ki Allah her-
55- Mümin hanımların babalarına, oğuUanna, kardeşlerine, erkek kar- deşlerinin
oğuUanna, kızkardeşle- rinin oğullarına, müminlerin ha- nımlarına ve sahip
oldukları cariyelere görünmelerinde hiçbir günah yoktur. Ey mümin hanımlar!
Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir.
"Girin" ve "yayılın" kelimeleri
arasında, aynı şekilde "açığa vursanız da" ve "gizleseniz
de" kelimeleri arasında tezad sanatı vardır.
"O size birşey söylemekten utanıyordu." ve
"Ama Allah hakkı söylemekten çekinmez." cümleleri arasında tezat
(tıbak-ı selb) sanatı vardır.
"Şüphesiz ki Allah herşeyi çok iyi bilir."
ve "Şüphesiz ki Allah herşeye şahittir." cümlelerindeki
"alîm" ve "şehîd" kelimeleri mübalâğa için kullanılan
"feîl" veznindedir.
[101]
"Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine yemeğe
davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin." Ancak, içeri girme
hususunda size izin verildiği vakit, ya da sadece davetli olduğunuz vakit
girin.
"Yemeği yiyince de" sohbete dalmadan, aile
halkının konuşmasına kulak vermeden, ya da birbirinizle sohbet etmeden
"hemen dağdın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz", orada
beklemeniz veya eğlenmeniz evin kendisine ve ailesine evin dar gelmesi ve o
kimsenin kendisini ilgilendirmeyen şeyle meşgul olması sebebiyle
"Peygamber'e eziyet veriyordu. O da size bir şey söylemekten", sizi
dışarı çıkarmaktan "utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten" hakkı
açıklamaktan, sizin dışarı çıkmanız emrini vermekten "çekinmez".
"Peygamber'in hanımlarından", kendisinden
yararlanılacak, ihtiyaç duyulan "birşey isteyeceğiniz zaman" bu şeyi
"perde arkasından isteyin."
""Böyle davranmak gerek sizin kalbiniz,
gerekse onların kalpleri için" kuşkulu, şeytanî vesveselerden "daha
temizdir."
"Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz" onun
hoşuna gitmeyecek birşeyi yapmanız "ve onun ölümünden sonra hanımlarını
nikahlamanız ebediyen caiz değildir. Şüphesiz ki, bu Allah nezdinde büyük bir
günahtır."
"Siz " ondan sonra, Hz. Peygamber'in
hanımlarıyla evlenme konuşması gibi "birşeyi açığa vursanız da,
gizleseniz de, şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilir." Bunu gayet iyi
bilir ve size bunun karşılığını verir. Beyzavî diyor ki: Maksada delil
bulunmakla beraber bu genellemede ziyadesiyle korkutma ve tehditte mübalâğa
vardır.
"Mümin hanımların babalarına, oğullarına,
kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, müminlerin hanımlarına ve sahip
oldukları cariyelere" kölelere "görünmelerinde hiçbir günah yoktur.
Ey mümin hanımlar!" Emrolunduğunuz şeylerde "Allah'tan korkun.
Şüphesiz ki Allah her şeye şahittir." O'na hiçbir şey gizli kalmaz.[102]
"Ey iman edenler! Peygamberin evlerine..."
ayetinin (53. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İmam Ahmed, Buhari, Müslim,
İbni Cerir, Beyhakî ve İbni Merdüveyh'in Enes b. Malik (r.a.)'den rivayet
ettiklerine göre; Peygamberimiz (s.a.) Zeyneb bt. Cahş ile evlenince ashabı
çağırdı. Ashab-ı Kiram yemek yediler. Sonra da konuşmaya oturdular. Ayağa
kalkar gibi dav-ranmca onlar kalkmadılar. Peygamberimiz (s.a.) bunu görünce
kalktı, topluluktan da bazıları kalktılar. Üç kişi oturdu. Sonra onlar da
kalktılar. Ben geldim. Peygamberimiz (s.a.)'e üç kişinin de kalktığını
bildirdim. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) gelip içeri girdi. Ben de içeri
girmek için gittim. Benimle onun arasına perde çekildi. Cenab-ı Hak "Ey
iman edenler! Peygamber'in evlerine ... girip de" mealindeki 53. ayeti
indirdi.
Tirmizî'nin Enes'den rivayet edip
"hasendir" dediği hadis-i şerifte Enes anlatıyor: "Rasulullah
(s.a.) ile beraberdim. Zifafa gireceği hanımın kapısına geldi. O anda orada bir
grup insan vardı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) gidip sonra tekrar geldi.
Bu grup çıkmıştı. Peygamberimiz içeri girdi. Benimle kendisi arasında perde
indirdi. Bu durumu Ebu Tal-ha'ya anlattım. Ebu Talha:
- Eğer durum
senin söylediğin şekilde ise bu konuda mutlaka birşey nazil olacaktır, dedi.
Bunun üzerine hicap ayeti nazil oldu.
Taberanî sahih senedle Hz. Aişe'den naklediyor: Ben
Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte yemek yiyordum. Hz. Ömer geldi. Peygamberimiz
(s.a.) onu yemeğe davet etti. Hz. Ömer yemeğe başladı. Yemekte Ömer'in parmağı
parmağıma dokundu. Bunun üzerine Hz. Ömer: Ah sizin hakkınızda benim sözüm
dinlense, siz kadınları hiçbir yabancı göremez, dedi. Bunun üzerine hicab ayeti
nazil oldu.
Buhari'nin rivayetine göre; Hz. Ömer: "Ya
Rasulallah! Senin huzuruna insanların iyisi de, kötüsü de giriyor. Müminlerin
annelerine hicabı emret-seniz!." dedi. Bunun üzerine ayet nazil oldu.
İbni Merdüveyh, İbni Abbas'dan naklediyor: Bir adam
Peygamberimiz (s.a.)'in huzuruna girdi. Uzun müddet oturdu. Adamın dışarı
çıkması için Peygamberimiz (s.a.) üç defa dışarı çıktı. Adam dışarı çıkmadı. Bu
sırada Hz. Ömer içeri girdi. Peygamberimiz (s.a.)'in yüzündeki hoşnutsuzluğu
gördü. Bunun üzerine adama:
- Sen Peygamberimizi rahatsız etmiş olmalısın, dedi.
Peygamberimiz:
- Adamın beni takip edip çıkması için üç defa
kalktım. Ama o kalkıp dışarı çıkmadı, dedi.
Hz. Ömer (r.a.):
- Ya Rasulallah! Hicap (perde) kullansan... Zira
senin hanımların diğer kadınlar gibi değildir. Bu, onların kalpleri için daha
temizdir, dedi. Bunun üzerine hicap ayeti nazil oldu. Bir başka rivayette ise:
Üç kişi konuşarak -Hz. Peygamber'in evinde- kaldılar. Sözü uzattılar, ifadesi
yeralmaktadır.
Hafız İbni Hacer diyor ki: Bu olay Hz. Zeyneb'in
kıssasından önce meydana gelmiştir, şeklinde rivayetlerin arası cem'
edilebilir. Bu olayın yakınlığı sebebiyle hicap ayetinin nüzulü bu sebebe
bağlanmıştır. Sebeplerin birkaç tane olmasına engel yoktur.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Fakat davet
edildiğiniz zaman girin. Yemeği yiyince de dağdın." Beyzavî diyor ki:
Ayet Rasulullah (s.a.)'in yemek vaktini gözetleyen, yemeğin gelmesini beklemek
üzere içeri girip oturan bir topluluk ve benzerlerine hitap etmektedir. Aksi
takdirde hiçbir kimsenin Hz. Peygamber'in evlerine yemek dışında izinle girmesi
ve yemekten sonra herhangi bir önemli iş sebebiyle beklemesi caiz olmazdı.
Abd b. Humeyd, Hz. Enes'ten naklediyor: "Onlar
vakti gözetiyorlar, sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evine giriyorlar, oturuyorlar
ve yemeğe erişmek için konuşmaya devam ediyorlardı. Bunun üzerine "Ey
iman edenler!" ayeti nazil oldu.
Hz Âişe (r.a.)'den rivayet ediliyor: İnsanlara yük
olanlar hakkında Allah Tealâ'nın onlara tahammül etmemesi ve "Yemeği
yiyince hemen dağı-lın." buyurması sana yeter.
İbni Ebî Hatim, Süleyman b. Erkam'ın şöyle
buyurduğunu naklediyor: Bu ayet insanlara yük olanlar hakkında nazil oldu.
Bundan dolayı buna, yük olanlar ayeti (ayetü's-sükalâ) denildi.
"Allah'ın Rasulüne eziyette bulunmanız caiz
değildir." İbni Zeyd diyor ki: Bir kimsenin, "Hz. Peygamber (s.a.)
vefat ederse, ben ondan sonra falan hanımıyla evleneceğim." dediği haberi
Peygamberimiz (s.a.)'e ulaştı. Bunun üzerine "Allah'ın Rasulüne eziyette
bulunmanız ve ölümünden sonra hanımlarını nikahlamanız ebediyen caiz
değildir." ayeti nazil oldu.
Yine İbni Zeyd, İbni Abbas'tan naklediyor: Bu ayet
Peygamberimiz (s.a.)'den sonra onun hanımlarından biriyle evlenme arzusunda
olan bir adam hakkında nazil oldu. Süfyan diyor ki: Bu hanımın Hz. Âişe olduğu
ifade edilmektedir.
İbni Zeyd, Süddî'den naklediyor: Bize ulaşan
haberlere göre Talha b. Ubeydillah şöyle demiştir: "Muhammed bizim
hanımlarımızla evleniyor da, bizim amcamızın kızlarıyla evlenmemizi mi engelliyor?
Eğer ona bir şey olursa, biz ondan sonra mutlaka onun hanımlarıyla
evleneceğiz." Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
İbni Sa'd, Ebubekir'den, o da Muhammed b. Amr b.
Hazm'den naklediyor: Bu ayet Talha b. Ubeydillah hakkında nazil oldu. Zira o,
"Rasulullah (s.a.) vefat ettiği zaman Hz. Âişe ile evleneceğim."
demişti.
Cüveybir, İbni Abbas'tan naklediyor: Bir adam
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından birine geldi ve onunla konuştu. Bu kişi o
hanımın amcasının oğlu idi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):
- Bu günden sonra bir daha burada bulunmayacaksın,
dedi. Adam:
- Ya Rasulallah! Bu benim amcamın kızıdır. Vallahi ne
ben ona çirkin bir söz söyledim, ne de o bana böyle bir söz söyledi, dedi.
Peygamberimiz
(s.a.):
- Bunu
biliyorum. Ancak Allah'tan daha kıskanç hiçbir kimse yoktur. Benden de kıskanç
hiçbir kimse yoktur, dedi.
Adam gitti. Sonra da:
- Benim
amcamın kızıyla konuşmamı mı engelliyor? Vallahi ondan sonra onunla
evleneceğim, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu ayeti indirdi.
İbni Abbas diyor ki: Bu adam bu sözünden tevbe edip
pişmanlık olmak üzere bir köle azad etti. Allah yolunda on deve donattı. Yaya
olarak haccetti.
Kısaca; bu ayetlerin nüzul sebebi olarak pek çok
rivayetler nakledilmiştir. Ebubekir b. Arabî bu rivayetler hakkında şöyle demiştir:
Zikrettiğimiz İmam Ahmed, Buhari, Müslim ve Tirmizî'nin Hz. Enes'ten rivayet
ettikleri hadis ile Hz. Ömer'in: "Ya Rasulallah! Senin hanımlarının
yanına iyiler de kötüler de giriyor. Onlara perde çekmelerini emretsen..."
deyip de hicap ayetinin nazil olduğunu belirten hadis dışındaki, bütün hadisler
zayıftır.
Yemek âdabının nüzul sebebi, Peygamberimiz (s.a.)'in
Hz. Zeyneb'le evlendiği zaman verdiği yemek ile Hz. Zeyneb'in evinde oturup
kalmaları sebebiyle hicap ayetinin nazil olmasıdır.
[103]
Cenab-ı Hak, Peygamber'inin müjdeleyici, uyarıcı,
Allah Tealâ'ya davet edici vasfıyla ümmetine karşı durumunu açıkladıktan
sonra, müminlerin Hz. Peygamber (s.a.)'e karşı durumlarını beyan etti.
Müminlerin dine girişleri onun davetiyle olduğu gibi
aynı şekilde, Hz. Peygamber'e karşı edepli olma, saygılı davranma ve onun
evinde rahatını temin etme hususları da, onun evine girme de ancak onun
davetiyle olacaktır. Cenab-ı Hak, bu ayetlerden sonra ona salât ve selâm
vermenin em-redilmesi suretiyle insanlar arasında ta'zim edilmesini beyan etti.
Ona karşı edebli olma sadece evine girmekle ilgili
değildir. Bilakis bu edeb fetva isteme ve yemek yeme gibi ihtiyacın sona
ermesinden sonra evden çıkış edebini de içine alır. Bu hem hak, hem edeptir. Cenab-ı
Hak daha sonra bir başka edebi zikretti. Bu edep arada hicap, perde ve engel
bulunduğu halde Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarından ihtiyaçlarıyla ilgili
bir şey talep etmektir.
Bu ayetin bir önceki ayetle irtibatı şudur: Allah
insanların Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine girmelerine mani olup da bu durum
bazı şeylerin istenmesine engel olunca bunun yasak olmadığını, ancak istek ve
soruların perde arkasından isteneceğini beyan etti.
[104]
Bu ayetler evlere girip çıkma hususunda umumi edepler,
perde konulması, kadın ve erkeklerin birbirleriyle karışmamaları, Hz.
Peygamber (s.a.)'e eziyet etmenin ve onun vefatından sonra onun hanımlarıyla
evlenmenin haram olmasını ihtiva etmektedir.
Bu ayetler Hz. Ömer (r.a.)'in sözünün vahye uygun
olduğu ayetlerdendir. Nitekim Buhari ve Müslim'in Sa/ıi/ı'lerinde Hz. Ömer
(r.a.)'in şu sözü rivayet edilmektedir: Benim üç konudaki görüşüm Rabbimin
buyruklarına uygun düştü:
a) Ben: Ya Rasulallah! Makam-ı İbrahim'i namaz
kılma yeri edinsey-din, dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Makam-ı
İbrahim'i namaz kılma yeri edinin." (Bakara, 2/125) ayetini indirdi.
b) Ben: Ya
Rasulallah! Senin hanımlarının yanına iyi-kötü herkes giriyor. Onlara perde
koysan! dedim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak hicab ayetini indirdi.
c) Ben Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımları onun aleyhine ittifak ettiklerinde:
"Peygamber sizi boşarsa, umulur ki Rabbi ona sizden daha hayırlı eşler
verir." dedim. Ayet de aynı şekilde nazil oldu.
Bu hicap ayeti -Katade ve Vakıdî'nin ifade ettikleri
gibi- Zeyneb bt. Cahş ile Rasulullah (s.a.)'in evlendiği sabah nazil oldu. Bu
evlilik hicretin beşinci yılı Zilka'de ayında idi. Ayet Hz. Peygamber (s.a.)'in
sıkıntısını kaldıran içtimaî bir edeple başladı.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
1- "Ey iman edenler! Peygamber'in evlerine
yemeğe davet edilmeksizin girip de yemek vaktini beklemeyin."
Ey Allah'ı Rab olarak, Muhammedi rasul olarak tasdik
edenler! Yemeğe davet edilmek suretiyle izin verilmeksizin her durumda Hz.
Peygamber (s.a.)'in evlerine girmeyin. Yemeğin pişmesini ve hazırlanmasını
beklemeyin. Yemek pişirilip hazırlık tamamlanınca o zaman içeri girin.
2- "Ancak davet edildiğiniz zaman girin.
Yemeği yiyince de hemen dağdın. Orada sohbete dalmayın."
Rasullullah sizi davet edince girmeye izin verdiği
evine girin. Davet edildiğiniz yemeği yedikten sonra dağılın, çeşitli konuları
görüşmek ve dünya işlerini konuşmak için orada beklemeyin.
Bu müminlerin Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine
izinsiz girmemesine, yemeğin pişmesini beklememesine, onu oyalamanın haram
olduğuna, birbirleriyle veya aile halkıyla lüzumsuz konuşma ile meşgul olarak
yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerinde kalmamasına delildir. Bu arzu
edilmeyen bir durumdur. Bir çeşit istenmeyen yük olma durumudur. Zira aile
halkı kapları temizleme ve yemek hazırlama yorgunluğundan dinlenmeye de
ihtiyaç duymaktadır.
Bunun için Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed, Buhari,
Müslim ve Tirmizî'nin Ukbe b. Umre'den rivayet ettikleri hadis-i şeriflerinde
şöyle buyurmuştur: "Kadınların yanına girmekten sakının."
Cenab-ı Hak yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in
evlerinden ayrılmanın talep edilmesinin sebebini şu ayetle açıklamaktadır:
"Çünkü bu hareketiniz Peygamber'e eziyet
veriyordu. O da size birşey söylemekten utanıyordu. Ama Allah hakkı söylemekten
çekinmez."
Yani sizin Rasulullah'ın evinde kalıp sözle meşgul
olmanız ve yemeğin hazırlanmasından önce eve girmeniz Peygamber'e eziyet
oluyordu. Halbuki ona eziyette bulunmak haramdır. Bu durum onun bazı
ihtiyaçlarını görmesine engel olduğu ve aile halkına darlık verdiği için ona
ağır geliyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.) son derece haya sahibi olduğu için
onları bu durumdan nehyetmekten hoşlanmıyordu. Nihayet Allah ona bunu
nehyettiğine dair ayetleri indirdi. Allah, hakkı beyan etmekten -onların Hz.
Peygamberin evinde kalıp beklememelerini ve evden çıkmalarını emretmekten-
çekinmez. Bu, Hz. Peygamber (s.a.)'e ait özel bir edep olmayıp bütün müminleri
içine alan umumi bir edeptir. Zira ev sahibine eziyet olduğu zaman o evde
beklemek haramdır.
Nur suresinin 27-31. ayetleri, müminlerin evlerini;
Ahzab suresinin "Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin
hanımlarına söyle, örtülerine bürünsünler." şeklindeki 59. ayeti
müminlerin hanımlarının hicabını açıkça anlatmaktadır.
3-
"Peygamber'in hanımlarından birşey isteyeceğiniz zaman perde arkasından
isteyin."
Yani sizi Hz. Peygamber (s.a.)'in evlerine izinsiz
girmekten ve yemekte bulunmak için beklemekten nehy ettiğim gibi aynı şekilde
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına bakmaktan da nehyettim. Siz onlardan
yiyecek v.b. faydalanılacak bir «şey istediğiniz zaman görmeyi engelleyecek bir
engel ve örtecek bir perde gerisinden isteyin.
Bundan nehyedilmesinin ve hicabın emredilmesinin
sebebi Allah Te-alâ'nın buyurduğu gibi: "Böyle davranmak gerek sizin
kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temizdir."
Bu eve izinle girme, yemekten sonra söze dalmadan
hemen çıkma ve perde kullanma gönül için daha temiz ve daha hoştur; şüphe,
töhmet ve fitneden daha uzak, kalplerin şeytanî vesvese ve fısıltılarından daha
emindir.
Allah müminlere evlere girme edebini, kulağı ve gözü
haramdan korumayı öğretince bunu koruma çarelerini vurgulayarak şöyle buyurdu:
4-
"Sizin Peygamber'e eziyet etmeniz ve onun ölümünden sonra hanımlarını
nikahlamanız ebediyen caiz değildir."
Sizin Rasulullah (s.a.)'in evinde oturup onu
oyalamanız, Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmaya sebep olmanız, ya da fiilen
onu daraltacak ve onun hoşlanmayacağı bir şeyi yapmanız sizin için doğru
değildir, uygun da değildir. Size yasaklanan herşey eziyet vericidir. Bundan
sakının. Zira Rasulullah (s.a.) sizi mutlu kılacak, dünya ve ahirette sizin
hayrınıza olacak şeylere karşı çok itina göstermektedir. Eziyet çeşitlerinin en
şiddetlisi ve size haram olan şeylerden biri Rasulullah (s.a.)'in ölümü veya
boşanması sebebiyle hanımlarından ayrıldıktan sonra onun hanımlarıyla evlenmek
istemenizdir. Çünkü bu hanımlar müminlerin anneleridir.
"Şüphesiz ki bu, Allah nezdinde büyük bir
günahtır." Yani Rasulullah (s.a.)'e eziyette bulunmanız ve onun vefatından
sonra hanımlarıyla nikah-lanılması büyük bir günahtır. Bu ayet ile durumun
büyüklüğü ortaya konulmuştur. Bu hususta şiddetli ifade ve tehdit yapılmıştır.
Sonra açık ve gizli her hususta eziyette bulunmaktan uzak kalma
vurgulanmaktadır:
"Siz bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de,
şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilir." Yani bu eziyetten bir şeyi
ortaya koysanız da gizleseniz de, muhakkak ki Allah herşeyi tam ve hassas bir
ilimle gayet iyi bilir. Gönüllerinizin gizlediği, vicdanlarınızın sakladığı
şeyleri bilir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz: "O gözlerinizin hain
bakışlarını ve gönüllerinizin gizlediği şeyleri gayet iyi bilir." (Gafir,
40/19). O, her insana bu ilim sebebiyle amellerinin karşılığını verir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Peygamber (s.a.)'in
hanımlarının yabancı erkeklere görünmemesinden, mahrem akrabalarını, müminlerin
hanımlarını ve köleleri istisna ederek şöyle buyurdu:
"Mümin hanımların babalarına, oğullarına,
kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına,
müminlerin hanımlarına ve sahip oldukları cariyelere görünmelerinde hiçbir
günah yoktur. Ey mümin hanımlar! Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah herşeye
şahittir."
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının nesep yönünden,
ya da süt yönünden olsun, babaları ve dedeleri, nesep veya süt babaları,
özkardeşleri, baba bir ya da ana bir kardeşleri, kardeşlerinin oğulları veya
kız kardeşlerinin oğulları önünde; yahut uzak-yakm mümin hanımların önünde
veyahut köleleri önünde hicabı, örtünmeyi terketme hususunda hizmet sebebiyle
meydana gelecek meşakkat ve sıkıntıyı kaldırmak bakımından hiçbir günah yoktur.
Ayet daha sonra daha fazla ihtiyat ve takva sahibi
olma uyarısıyla sona erdi. Cenab-ı Hak -mealen- şöyle buyurdu:
Gizli ve açık herşeyde Allah'tan korkun. O herşeye
şahittir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Dolayısıyla O'nu gözetin. O hayır-şer
her amelin karşılığını verir. Zira O görünen-görünmeyen âlemin ilmini bilir.
Bu ifade de emir ve nehiylere muhalefet etmekten sakındırma manası
bulunmaktadır.
Müminlerin hanımları bu konuda Hz. Peygamber
(s.a.)'in hanımları gibidir. Bunun delili Nur suresinin 31. ayetidir:
"Mümin kadınlara söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler,
iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna,
açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları
veya babaları veya kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları,
kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, müslüman
kadınları, cariyeleri, erkekliği kalmamış hizmetçiler ya da kadınların mahrem
yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri
ziynetlerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Kurtuluşa
ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'a dönün."
Bu iki ayette amca ve dayının zikredilmemesinin
sebebi İkrime ve Şa'bi'nin zikrettiği gibi gördüklerini çocuklarına
anlatabilecek olmaları veya amca ve dayının zaten ana-baba makamında olmaları
ve Allah Te-alâ'nın: "Biz senin ilahına ve babaların İbrahim ve İsmail'in
babalarına ibadet ederiz." (Bakara, 2/133) ayetinde buyurduğu gibi amcanın
bazan "baba" adıyla adlandırılmasıdır.
[105]
Bu ayetler aşağıdaki hükümleri ihtiva etmektedir:
1- Yemek
ve oturma konusundaki edep. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.)'in evine izin
almadan girmek caiz değildir. Yemek vb. sebepler dışında giriş haramdır.
Ayetin zahirî ifadesi, ev sahibine eziyet verdiği durumda davetlinin yemek
yedikten sonra eğer kalması ev sahibini rahatsız ediyorsa, beklemesinin haram
olduğu şeklindedir.
Bu nehye diğer müminlerin evleri de dahil edildi.
Dolayısıyla bu evlere yemeği beklemek için yemekten önce girmek caiz olmayıp
sadece yeme esnasında izin alarak girmek caizdir.
2- 'Yemeği
yiyince de, hemen dağdın." ayetine binaen yemek yedikten ve yemekten asıl
maksadın gerçekleşmesinden sonra evden çıkıp dağılmak ve Allah'ın arzına
yayılmak gerekir. Bu emirden murad edilen mana yemekten asıl amacın bitmesi
durumunda evden çıkma zorunluluğudur. Bunun delili şudur: izinsiz girişin
haram olması, bunun sadece yemek için caiz olmasıdır. Yemek sona erince bunu
mubah kılan sebep ortadan kalkmış olur ve haram kılınma aslına dönmüş olur.
3- Cenab-ı
Hakk'ın " Peygamberin evleri" ifadesi, evin erkeğe ait olduğuna
delildir. Bu ayetle bu hüküm ortaya konulmaktadır. Zira Allah Tealâ
"ev"i mülk nisbetiyle Hz. Peygamber'e, yani erkeğe izafe etti.
"Ey Peygam-ber'in hanımları! Evlerinizde okunan Kur'anı zikredin."
(Ahzab, 33/34) ayetindeki izafet, mahalle yapılan izafettir. Bunun delili buradaki
iznin Hz. Peygamber (s.a.)'e verilmiş olmasıdır. İzin ise sadece ev sahibinin
hakkıdır.
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının onun hayatında
ve ölümünden sonra temlik olmaksızın, onun evlerinde kalmaları, doğru olan
görüşe göre bu hanımların hakkıdır. Çünkü bu Rasulullah (s.a.)'in, onlara
istisna olarak verdiği günlük maişetlerinden sayılır. Nitekim Rasulullah
(s.a.); İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin Hz. Ömer ve
Hz. Osman'dan rivayet ettikleri şu hadis-i şeriflerinde hanımlarının nafakalarını
istisna kılmıştır: "Benim mirasçılarım dinar ve dirhemi paylaşmazlar.
Ailemin nafakasından ve memurlarımın maaşlarından sonra bıraktığım mal
sadakadır."
Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının evlerini
mirasçılarına miras bırakmamaları da buna delildir. Bu evler onların mülkleri
olsaydı, hiç şüphesiz mirasçıları onlara varis olurlardı. Mirasçı olmamaları
bu evlerin onların mülkü olmadığına delildir. Bu evler sadece hayatları
boyunca oturdukları yerler olmuştur. Vefat ettikleri zaman da evleri, menfaati
bütün müs-lümanlara ait olan Mescid-i Nebevî'ye ilâve edilmiştir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımlarına ait nafakalar Rasulullah (s.a.)'in mirasına katıldı.
Dolayısıyla bu malın aslına ilâve edildi. Nihayet yararı bütün müslü-manlara
ait olan kamu yararına sarfedildi.
4- "Ancak
davet edildiğiniz zaman girin." ayeti Hz. Peygamber (s.a.)'in evine giriş
vaktini, izinli olmak ve edeble girmekle tahsis etmektedir.
İbnü'l-Arabî diyor ki: Bu cümlenin takdiri; ancak
davet edildiğiniz ve sizin girmenize izin verildiği zaman girin, şeklindedir.
Aksi takdirde sadece davet olunmak, eve giriş için yeterli izin sayılmaz.[106]
5- 'Yemeği
yiyince de dağdın." ayeti, yemeğin bitmesinden sonra evden çıkışın gerekli
olduğu dışında, ayrıca misafirin kendi malından yemediğine, ev sahibinin
malından yediğine delildir. Zira ayet "yemeği yiyince de dağdın"
demekte, misafire yemekten daha fazla bir hak tanımamakta, yemeği ondan
başkasına nisbet etmemekte ve böylece mülk asıl sahibinde kalmaktadır.
6- "Orada
sohbete dalmayın" ayeti, yemekten sonra sohbet etmek üzere evde kalmanın
hoşlanılmayan bir şey olduğuna ve bunun mutlaka uygulanması gerekli bir edeb
olduğuna delildir.
7-
"Allah hakkı söylemekten çekinmez." Yani hakkı beyan edip ortaya
koymaktan çekinmez, ayeti dinin hükümlerinin bilinmesi ve şeriatın beyan
edilmesinde hâyâ etmemeye delildir.
Sahih hadiste Ümmü Seleme (r.a.)'den naklediliyor:
Ümmü Süleym Peygamberimiz (s.a.)'e gelip:
- Ya Rasulallah! Allah hakkı beyan etmekten utanmaz.
Kadın ihtilam olursa, kadına gusletmesi gerekir mi? diye sordu. Peygamberimiz
(s.a.):
- Elbisesinde su eseri gördüğü zaman gusül gerekir,
buyurdu.
8- "Peygamber'in
hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman" ayetin-deki "meta"
kelimesinin doğru olan manası, Kurtubî'nin dediği gibi, din ve dünya için
istenen her türlü araç, malzeme ve eşya hakkında umumi bir ifadedir.
9- "Onlardan
perde arkasından isteyin." Bu ayet ortaya çıkan bir ihtiyaç için, ya da
kendilerinden fetva istenen bir mesele için Peygamberimiz (s.a.)'in
hanımlarından talepte bulunmaya Allah Tealâ'nın izin verdiğine delildir. Bu
ifadeye, mana itibariyle bütün kadınlar girmektedir. Kadının kendi aleyhine
yapılan şahitlik, bedeninde bulunan bir hastalık ya da kadının meydana gelen
olayı sorması ve cevap anında kadının orada bulunma mecburiyeti gibi önemli
durumlar haricinde vücudundan herhangi bir yerini açması caiz değildir.
Kadı Iyaz diyor ki: "Kadınlara ait ziynetler
hususunda örtünme farz kılındı. Yüz ve ellerin örtülmesi âlimler arasında
hiçbir ihtilâf olmaksızın kadınlara farzdır. Kadınların şahitlik ve benzeri
hususlarda da yüz ve ellerini açmaları caiz değildir. Örtülü bile olsalar,
kendilerini göstermeleri caiz değildir. Ancak çok çok zarurî durumlar
müstesna." (Yüz ve ellerin gösterilmemesi gereken zînet yerlerinden
sayılması mezheplere göre ihtilaflıdır.)
10- Bazı
âlimler Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarından perde arkasından eşya almanın
caiz oluşunu, âmânın şahitliğinin caiz olduğuna delil olarak kabul ettiler.
Ayrıca âmâ erkek, hanımının sesini tanıması sebebiyle hanımıyla münasebette
bulunur. Âmânın şahitliğinin kabul edilmesi Mali-kîlerin ve Hanbelîlerin
görüşüdür. Hanefî ve Şafiîlerin görüşüne göre âmânın şahitliği kabul edilmez.
11-
Örtünme kalbin kötü duygulardan ve masiyet düşüncelerinden temizlenmesi
hususunda erkekler için de, kadınlar için de çok faydalı bir araçtır. Hicap
kuşkuyu ortadan kaldırır, töhmeti uzaklaştırır, haramlardan daha çok korur ve
himaye eder. Bu emir hiçbir kimsenin kendisine helâl olmayan kimseyle başbaşa
yalnız olarak bulunma hususunda kendi nefsine güvenmemesi gerektiğine delildir.
Zira böyle bir şeyden kaçınmak onun durumu için daha güzel, nefsi için daha
koruyucu ve günahlardan korunması için daha iyidir.
12- "Sizin
Peygamber'e eziyet etmeniz caiz değildir." ayeti, hükümlerin illetlerinin
beyan edilmesinin caiz olduğuna delildir. Ayrıca illetin beyan edilmesi ve onun
tekrar tekrar ortaya konulması şer'î hükümlerin talep edilen hususa delâlet
ettiği görüşünü kuvvetlendirir.
Peygamberimiz (s.a.)'in bu ayette "risalet"
vasfıyla zikredilmesi gönülleri kendisine eziyet etme duygusunu taşıyan
kimselere azarlama manasını ifade etmektedir. Zira bu durum şükredilmesi vacip
olan risalet nimetine karşı nankörlük olmaktadır.
13- Hz.
Peygamber (s.a.)'in boşanması veya vefatı sebebiyle kendilerinden ayrıldığı
hanımlanyla evlenmek Peygamberimiz (s.a.)'e olan hürmetten dolayı ve ayrıca
onun hanımlarının müminlerin anneleri olması dolayısıyla, müslüman da
annesiyle evlenemeyeceği için haram kılınmıştır.
Âlimler Hz. Peygamber (s.a.)'in vefatı sebebiyle
hanımlarının iddet beklemelerinin vacip olup olmadığı konusunda ihtilaf
etmişlerdir:
a) Bir
görüşe göre: Onlar iddet beklemelidirler. Çünkü iddet ibadettir.
b) Bir
başka görüşe göre: Onlar iddet bekleme zorunda değildirler. Çünkü iddet,
evlenmesinin mubah olması için kadının beklediği müddettir.
Kurtubî: Bu (ikinci görüş) doğrudur. Bunun delili ise
Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadis-i şerifidir: "Benden sonra bıraktığım şey
çoluk-çocuğumun (lyalimin) nafakasıdır." Bir başka rivayet "ehlî
(ehlim)" şeklindedir. Bu da evliliğe ait bir isimdir. Dolayısıyla
Peygamberimiz (s.a.) hanımlarının nafakaları ve barınmalarını hayatları
müddetince temin etmiştir. Çünkü onlar onun hanımlarıdır ve başkalarına haram
kılınmışlardır. İşte nikâhın aynen devamının manası budur. Peygamberimiz
(s.a.)'in ölümü, başka birinin kayıp olması şeklinde kabul edilmiştir. Zira Hz.
Peygamber (s.a.)'in hanımları kesinlikle ahirette onun hanımlarıdır. Diğer
insanlar ise böyle değildir. Çünkü kişi ahirette ailesiyle aynı yerde olacağını
bilemez. Belki ikisinden biri cennette, diğeri cehennemde olabilir. Böylece
Peygamberimiz (s.a.) hakkında sebep devam ederken başkaları hakkında sebep
ortadan kalkmış olmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Benim
dünyadaki hanımlarım ahirette de hanımlar imdir." Taberani, Hakim ve
Beyhaki'nin Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Her sebep ve nesep kesilir. Ancak benim
sebebim ve nesebim müstesna. Zira bu kıyamet gününe kadar devam edecektir."
Peygamberimiz (s.a.)'in duhûl vaki olmadan ayrıldığı
hanımlarına gelince doğru olan görüşe göre bu kadınlar başkalarına
nikâhlanabilir. Bunlardan biri, İkrime b. Ebî Cehl'in evlendiği, Kelb
kabilesine mensup kadındır. Bir başka görüşe göre, bu kadınla Eş'as b. Kays
el-Kindî evlenmiştir. Bir diğer görüşe göre, onunla evlenen kişi Muhacir b. Ebî
Ümeyye'dir.
14-
Rasulullah (s.a.)'e rahatsızlık vermek ya da onun hanımlanyla evlenmek büyük
günahlardandır. Bundan büyük bir günah da yoktur.
15- Allah
Tealâ gizli veya açık herşeyi, olan ve olmayan herşeyi gayet iyi bilir.
Geçmişte olup bitenler, ya da gelecekte meydana gelecek olan şeyler O'na gizli
kalmaz. O insanın gizlediği inançları ve kötü düşünceleri gayet iyi bilir ve
bunun karşılığını verir. Ayetin bu ifadeyle sona ermesi Hz. Peygamber (s.a.)'in
hanımlarına ve müminlerin hanımlarına hitap ederken kötü duygu besleyenlere bir
ihtar ve tehdittir.
16- Allah
Tealâ, Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına farz kıldığı hicap emrinden nesep
veya süt yoluyla mahrem olan akrabalarını -yani babalar, oğullar, erkek
kardeşler, erkek kardeşlerin oğullan, kızkardeşlerin oğulları ve mümin
hanımları- istisna etti. Bu İbni Abbas ve Mücahid'in görüşüdür. Mümin
hanımların Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarına nisbet edilmeleri bu hanımların
onların dininde olmaları itibariyledir. Bu Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlarının
kâfir hanımlara karşı örtünmesinin delilidir.
Bazılarına göre ise ayetteki "hanımları"
ifadesinden murad yakın akraba hanımlarıdır. Bu hanımların Hz. Peygamber
(s.a.)'in hanımlarına nisbet edilmeleri aralarındaki akrabalık ilişkisi
sebebiyle, bu hanımların Hz. Peygamber (s.a.)'in hanımlanyla daha fazla irtibat
içinde olmalan sebebiyledir. Hizmetçi hanımlar da böyledir. Aynı şekilde
Peygamber hammlannın sahip olduklan köle ve cariyelerdir.
17- Allah
Tealâ örtünme ve mahremlerin istisna edilmesi ayetini takva emriyle
taçlandırdı. Cenab-ı Hak sanki; bunlarla yetinin, bunlan aşma konusunda
Allah'tan korkun, demektedir.
Kadınlann az sakınmalan ve çok serbest davranmalan
sebebiyle Ce-nab-ı Hak özel olarak kadınlara bu emri vermiş ve onlan
belirlemiştir. Daha sonra da "Allah herşeye şahittir." ayetiyle
herşeyi kontrol ettiğini belirterek uyanda bulunmuştur. Yani O şahit olarak,
görerek ve kontrol ederek herşeyi gayet iyi bilmektedir ve meydana gelen
herşeyin karşılığını verecektir.
[107]
56- Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e salât
ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm
verin.
57- Allah ve Rasulunu incitenlere
Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için
horlayıcı bir azap hazırlamıştır.
58- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları
bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmişlerdir.
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri
Peygamber'e" Muhammed sallallahu aleyhi veselleme "salât
ederler." Onun saygınlığını ortaya koymaya ve şanını yüceltmeye özen
gösterirler. "Salât" lügatte dua demektir. "Salla aleyhi"
dua etti, anlamındadır. Allah'ın salât etmesi, rahmet ve rızasıdır. Meleklerin
salât etmesi, dua ve istiğfar etmeleridir. Ümmetin salât etmesi, dua etmeleri
ve Peygamberimiz (s.a.)'i yüceltmeleridir. "Siz de ona salât edin ve tam
bir teslimiyetle selâm verin." Siz de ona salâtta bulunarak ona özen
gösterin. Çünkü siz buna lâyıksınız. Allahümme salli ve sellim alâ Muhammed,
deyin.
Allah ve Rasulünün hoşlanmadığı küfür ve masiyetleri
işleyerek "Allah ve Rasulünü incitenlere" yani Allah'ı çocuk ve ortak
gibi münezzeh olduğu şeylerle niteleyen ve Rasulünü yalanlayan kâfirlere
"Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş", onları rahmetinden
uzaklaştırıp kovmuş "ve onlar için" acı vermekle birlikte son derece
küçümseyici "horlayıcı bir azap" cehennem azabı
"hazırlamıştır."
"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları
bir şeyden dolayı" eziyeti gerektirecek bir suç olmadan "eziyet
edenler şüphesiz bir iftira", bir yalan "apaçık bir günah
yüklenmişlerdir."
[108]
"Allah ve Rasulünü incitenlere..." ayetinin
(57. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim "Allah ve Rasulünü
incitenler..." mealindeki 57. ayet hakkında İbni Abbas (r.a.)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: Bu ayet Safiyye bt. Huyeyy'le evlendiğinde
Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatanlar hakkında nazil olmuştur.
Cüveybir, Dahhak'tan o da İbni Abbas'dan rivayet
ediyor: Bu ayet Abdullah b. Übeyy ile onunla birlikte Hz. Âişe'ye iftirada
bulunanlar hakkında nazil oldu. Peygamberimiz (s.a.) hutbe okuyup:
- "Beni inciten ve evinde beni incitenle beraber
olan kimse hakkında kim bana mazerette bulunabilir?" dedi ve bunun
ardından bu ayet nazil oldu.
Rivayet olunduğuna göre bu ayet Hz. Ali'yi inciten
bazı münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bir başka rivayete göre, -daha önce
geçtiği gibi-Hz. Âişe'ye iftira edenler hakkında; bir diğer rivayete göre,
kadınlar kendilerinden hoşlanmadıkları halde bu kadınların peşine düşen bazı
zinakâr kişiler hakkında nazil olmuştur.
"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara..."
ayetinin (58. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Bu ayet
Abdullah b. Übeyy ile onunla beraber Hz. Âişe'ye iftirada bulunan bazı kişiler
hakkında nazil oldu.
Bir başka rivayete göre: Hz. Ali'yi tenkit eden
münafıklardan bazıları için nazil olmuştur. Bir diğer rivayette: Ensar'dan
tesettürlü bir cariyeyi dövdüğü için Hz. Ömer'i tenkit eden kişiler hakkında
nazil olmuştur. Bir grup âlim de: Bu ayet ihtiyaçlarını görmek için gece dışarı
çıkan bazı kadınları Medine yollarında takip eden zinakâr kimseler hakkında
nazil olmuştur, demişlerdir.
[109]
Allah müminlere saygı gereği olarak izin isteme
âdabım ve kadınların yüzlerine bakmamayı emrettikten sonra, bunu Peygamberimiz
(s.a.)'in Allah katındaki makamını ve dünyada kendisine gerekli olan saygıyı
beyan ederek tamamladı. Bunun ardından ihtiramın zıddı olan hususları getirdi.
Allah'ın emirlerine muhalefet etmek ve masiyetleri işlemek suretiyle Allah'ı
incitmekten; Rasulullah'a ve onun Ehl-i Beyt'ine dil uzatmak, ona ayıp ve kusur
nisbet etmek suretiyle Rasulullah'ı incitmekten nehyetti.
[110]
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber'e
salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle
selâm verin."
Allah, Peygamber'ine rahmet ve rıza ile salât eder.
Melekler de mağfiret ve şanının yüceliği için ona dua eder. Bunun için, ey
Allah'a ve Rasulüne iman edenler, siz de: "Allahümme salli ve sellim alâ
Muhammed" deyin. Yani, onun için rahmet, daha ziyade şereflilik ve yüksek
derece için dua edin.
Bu ayetin "inne" ile te'kidli gelmesi ve
süreklilik ifade etmesi için isim cümlesi ile gelmesi bu hükme verilen önemi
göstermektedir. Bu cümlenin, başında "innallahe" şeklinde isim
cümlesi şeklinde gelip, sonunda "yusallû-ne" şeklinde fiil cümlesi olarak
gelmesi, Allah'ın Rasulüne senasının sürekli olarak yenilendiğini göstermek
içindir.
Bu ayet daha önce zikredilen Rasulullah (s.a.)'i
incitmemek müminlerin şanındandır, şeklindeki hükmün sebebi yerindedir. Sanki
şöyle denilmektedir: Onu incitmeniz size yaraşan bir davranış değildir. Zira
Allah da, melekler de ona salât eder. Durum böyle olunca o sadece saygı ve
ikrama lâyıktır, demektir. Ayet devamlılık ifade etmek için isim cümlesiyle
başlamakta, bu ikram ve ta'zimin zamanla birlikte devamlı bir şekilde yenilendiğine
işaret etmek için isim cümlesiyle sona ermektedir.
Ayette anlatılmak istenen mana şudur: Allah Tealâ
mukarrabîn melekleri nezdinde Peygamber'ine sena ettiğini ve meleklerin de ona
salâtta bulunduğunu ifade etmek suretiyle kullarına, kulu ve Peygamber'inin
me-le-i a'lâdaki makamını bildirmektedir.
"Salât" daha önce açıkladığımız gibi, Allah
tarafından olursa rahmet, meleklerden olursa istiğfar, müminlerden olursa
mağfiret ve Hz. Peygamber (s.a.)'in şanının yüceltilmesi niyazında bulunmak
manasındadır. Bunun için Allah Tealâ hem ulvî, hem de süflî her iki âlemde
bulunanların onun için yaptıkları senalarının birleşmesi için dünyevî âlemde
bulunanların da ona salât ve selâmda bulunmalarını emretti.
Ona salâtta bulunmak mütevatir hadislerle
bilinmektedir. Bu hadislerden biri; Buhari, Müslim ve Ahmed'in Ka'b b. Ücra
(r.a.)'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: Bir adam:
- Ya Rasulallah! Sana selâm vermeyi öğrendik. Peki,
sana salâtta bulunmak nasıldır? dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- Şöyle de:
Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim.
İnneke Hamîdün Mecid. Allahümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed kema
bârekte alâ İbrahim. İnneke Hamîdün Mecld." buyurdu.
İmam Malik, Ahmed, Buhari ve Müslim'in Ebu Humeyd
es-Sâidî'den rivayet ettiklerine göre sahabe-i kiram:
- Ya
Rasulallah! Sana nasıl salât edelim, diye sordular. Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurdu:
- Şöyle deyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin
ve ezvâcihi ve zürri-yetihi kemâ salleyte alâ âli İbrahim. Ve bârik alâ
Muhammedin ve ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ âli İbrahim. İnneke
Hamîdün Mecid."
Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu Said el-Hudrî'den
rivayet ettikleri bir hadis-i şerif şöyledir: Biz dedik ki:
- Ya Rasulallah! Biz sana selâm vermeyi öğrendik.
Peki sana salâtta bulunmak nasıldır? Peygamberimiz (s.a.):
- Şöyle deyin:
"Allahümme salli alâ Muhammedin abdike ve rasûlike kemâ salleyte alâ
İbrahim. Ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muham-med kemâ bârekte alâ âli
İbrahim." buyurdu.
Selâm verme: Es-selâmü aleyke ya Rasulallah,
şeklindedir. "Es-selâ-mü aleyke" ifadesinin manası, onun afetlerden
ve noksanlıklardan selâmette olması için Allah'a niyazda bulunmaktır.
Rasulullah (s.a.)'e salât ve selâm vermenin fazileti
hakkında pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan biri İmam Ahmed ve
İbni Mace'nin Amir b. Rabia'dan rivayet ettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu
hadis-i şerifidir: "Kim bana salâtta bulunursa, bana salâtta bulunduğu
müddetçe melekler ona dua etmeye devam ederler. Kul isterse az salât getirsin,
isterse çok salât getirsin."
Bir diğeri İmam Ahmed ve Neseî'nin Abdullah b. Ebî
Talha'mn babasından rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Rasulullah (s.a.) bir
gün yüzünde sevinç alâmeti görüldüğü halde geldi. Sahabe-i Kiram:
- Ya Rasulallah! Biz senin yüzünde sevinç alâmeti
görüyoruz, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
- Bana melek geldi ve şöyle dedi: Ya Muhammedi Rabbin
buyuruyor ki: Ümmetinden bir kimse sana salat ederse, ben ona on misliyle karşılık
veririm. Ümmetinden biri sana selâm ederse, ben ona on defa selâm ederim.
Rabbinin böyle buyurması seni memnun etmiyor mu? Ben de: Evet, dedim."
Bir diğeri Müslim, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'nin
Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: "Kim bana bir defa
salât getirirse Allah ona on misliyle karşılık verir."
Bunun için Şafiî, Rasulullah (s.a.)'e salat getirmeyi
"vacib" kabul etmiş, namazın son teşehhüdündeki salâtı
"rükün" saymıştır. Şafiî'ye göre birinci teşehhüddeki salât
"müstehap"tır.
Âlimler "Sallû aleyhi ve sellimû"
ayetindeki emrin vücûb ifade ettiği, kaidesiyle amel ederek Peygamberimiz
(s.a.)'e salât ve selâmda bulunmanın ömürde bir defa farz olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Bu hususta salât ve selâm kelime-i tevhid gibidir. Çünkü
doğru olan görüşe göre emir tekrar ifade etmez. Bu sadece mahiyet içindir.
Tekrar etmek kaydından mutlaktır. Onun bir defa meydana gelmesi mücerret
mahiyetin gerçekleştirilmesi için zarurettir
Peygamberimiz (s.a.)'in adının geçtiği her zaman ya
da her mecliste bir defa vacip oluşu yahut sayı ile sınırlamaksızın çokça
salevatta bulunmak, salevat getirmeyi teşvik eden ve salevatı terketmekten
sakındıran hadisleri delil olarak kabul etmektir. İyilikte bulunmayı teşvik
eden: "Kim bir Kasene getirirse, ona on misliyle karşılık vardır."
(En'am, 6/160) ayeti bu delillerden biridir.
Cuma gününde, Peygamberimiz (s.a.)'in kabrini ziyaret
etme esnasında, namaz için ezan okunduktan sonra ve cenaze namazında
Rasulullah (s.a.)'e çokça salât ve selâm getirmek sünnettir.
İmam Ahmed, Ebu Davud, Neseî ve İbni Mace'nin Evs b.
Evs es-Seka-fî (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmaktadır: "En faziletli günlerinizden biri cuma
günüdür: Âdem o gün yaratıldı. O gün ruhunu teslim etti. Sur'a üfürülme o
gündür. Bütün insanların bayılıp helak olmaları o gündür. O halde o gün bana
çok salevat getirin. Zira sizin salevatınız bana arzolunur." Sahabe-i
Kiram dediler ki:
- Ya Rasulallah! Bizim salevatımız nasıl sana
arzolunur? Halbuki sen çürümüş olacaksın. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurdu:
- Şüphesiz ki Allah yeryüzüne, peygamberlerin
cesetlerini yemesini haram kıldı.
İmam Ahmed, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Abdullah
b. Amr b. As (r.a.)'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmaktadır: "Müezzini işittiğiniz zaman onun söylediği gibi
söyleyin. Sonra bana salevat getirin. Zira kim bana salevat getirirse, Allah
ona on misliyle karşılık verir. Sonra Allah'tan benim için "vesile"
isteyin. Çünkü o cennette bir makam olup Allah'ın kullarından bir kuldan
başkasına ait değildir. Ben kendimin o kul olacağını ümid ediyorum. Kim benim
için "vesileyi isterse, şefaatim ona helâl olur."
Neseî'nin rivayetinde Ebû Ümame diyor ki: Cenaze
namazında sünnet olan; imamın tekbir getirmesi, sonra ilk tekbirin ardından
gizlice kendi kendine Fatiha'yı okuması, daha sonra Peygamberimiz (s.a.)'e
salevat getirmesi, cenaze için halisane dua etmesi, tekbirlerde hiçbir şey
okumaması, sonra da gizlice kendi kendine selâm vermesidir.
Ebu Davud'un Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği
Nevevî'nin Ez-kâr'da, bir önceki hadis gibi "sahih" kabul ettiği
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Sizden biriniz
bana selam verdiğinde Allah bana ruhumu iade eder, ben de onun selâmını
alırım."
Kuşkusuz Rasulullah (s.a.)'e çok salât ve selâmda
bulunmak hayır ve sevap getirir, cennete girmeye sebeptir, endişe ve üzüntüyü
giderir, unutkanlığı kaldırır.
Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den riveyet ettiği
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: 'Yanında ismim
geçtiği halde bana salevat getirmeyen adamın burnu yerde sürünsün. Ramazan ayı
girip de mağfirete nail olmayan adamın burnu yerde sürünsün. Yanında
ana-baba-sı yaşlılığa erişip de kendisini cennete sokamayan adamın burnu yerde
sürünsün. "
Peygamberimiz (s.a.)'e salât ve selâmın
emredilmesinden sonra Allah'ın emirlerine aykırı davranmak ve nehiylerini
işlemek suretiyle Allah'ı incitmekten; Rasulullah'ı bir ayıp ve kusurla
niteleyip incitmekten nehiy konusuna dönüldü. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyordu:
"Allah ve Rasulünü incitenlere Allah dünyada ve
ahirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır."
Allah ve Rasulünün razı olmadıkları küfür ve isyanı
irtikâp etmek suretiyle Yahudilerin "Allah'ın eli dardır." (Maide,
5/64) ve "Üzeyir Allah'ın oğludur." (levbe, 9/30) sözü;
Hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur" (Tev-be, 9/30) sözü;
müşriklerin, "Melekler Allah'ın kızlarıdır. Putlar Allah'ın ortakları
olan tanrılardır." şeklindeki sözleriyle, Peygamberimiz (s.a.) hakkında:
O şairdir, sihirbazdır, kâhindir ve mecnundur, sözleriyle Allah ve Rasulünü
incitici ifadeler kullanarak Allah ve Rasulüne eziyette bulunan bu kimseleri
Allah dünya ve ahirette rahmetinden kovmuştur, onlar için cehennem ateşinde
horlayıcı, küçümseyici ve acı verici bir azap hazırlamıştır.
Bu ayet Allah Tealâ'nın, onları ilâhî rahmetten
uzaklaştırma şeklindeki cezalandırma ile kalmayıp bilakis onları acıklı
cehennem azabı ile de tehdit ettiğine delildir. Ayet Peygamberimiz (s.a.)'i
herhangi bir şeyle inciten herkes için umumi bir ifadedir. İmam Ahmed'in
dediği gibi, kim onu incitirse, Allah'ı incitmiş olur. Nitekim ona itaat eden
kimse de Allah'a itaat etmiş olur.
Allah ve Rasulünü incitenlerin durumunu beyan ettikten
sonra Allah Tealâ buna uygun olarak müminleri incitenlerin hükmünü beyan etmek
üzere şöyle buyurdu:
"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları
bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah
yüklenmişlerdir."
Kadın ve erkek iman ehlini söz ve fiilden eziyet
şekillerinden biriyle -ister bu eziyet ırza yönelik, ister şeref veya mala
yönelik olsun- kendilerinin beri oldukları, yapmadıkları ve işlemedikleri bir
şeyi kendilerine nispet etmek suretiyle mümine sövmek, onu dövmek veya
öldürmek gibi eziyette bulunmak gerçekten haksız yere eziyet olup bunu
yapanlar katıksız bir yalan ve büyük bir bühtan işlemiş olurlar. Bühtan,
kişilere bilmedikleri ve yapmadıkları bir şeyi ayıplama ve küçültme yoluyla
nisbet etmektir. Bunlar açık seçik bir günah işlemiş olurlar.
Bu ayetin benzeri şu ayet vardır: "Kim bir hata
yapar veya günah işler de, sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, şüphesiz o
iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." (Nisa, 4/112).
En kötü eziyet çeşitleri arasında sahabeye dil
uzatma, gıybet etmek ve müslümanın ırzına söz ve fiille saldırma bulunmaktadır.
İmam Ahmed ve Tirmizî'nin Abdullah b. Mugaffel
el-Müzenî'den naklettikleri hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyuruyor: "Ashabım hakkında Allah'tan korkun. Benden sonra onları hedef
saymayın. Kim onları severse, beni sevdiği için onları sevmiş olur. Kim onlara
buğzederse, bana buğzetmiş olur. Kim onları incitirse, beni incitmiş olur. Kim
beni incitirse, Allah'ı incitmiş olur. Kim Allah'ı incitirse, pek yakında
Allah onu cezalandırır. "
Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet
ettiklerine göre Peygamberimiz'e:
- Ya Rasulallah! Gıybet nedir? diye soruldu.
Peygamberimiz,
- Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır, dedi.
Denildi ki:
- Ne dersin, eğer kardeşimde söylediğim şey varsa?
Peygamberimiz:
- Eğer kardeşinde söylediğin şey varsa, onun
gıybetini yapmış olursun. Eğer onda söyledeğin şey yoksa, ona iftirada bulunmuş
olursun, dedi.
İbni Ebî Hatim ve Beyhakî Şuabü'l-İman'da Hz. Âişe (r.a.)'den
rivayet ediyorlar: Rasulullah (s.a.) ashabına:
- Faizin hangi çeşidi Allah nezdinde en kötüsüdür?
diye sordu. Ashab-ı Kiram:
- Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler.
Peygamberimiz (s.a.):
- Allah nezdinde faizin en kötüsü müslüman kişinin
ırzını helâl saymaktır" dedi ve sonra da şu ayeti (Ahzab, 38/58) okudu:
"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet
edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir."
Kütüb-i Sitte sahiplerinin Ebu Hureyre'den rivayet
ettikleri: "Ben insanlarla "La ilahe illallah" deyinceye kadar
savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını benden
korumuş olurlar. Ancak hakkıyla verilen ceza müstesna." şeklindeki
mütevatir hadis-i şerife göre; kısas sebebiyle yapılan eziyet, hırsızlık
dolayısıyla elin kesilmesi sebebiyle yapılan eziyet, çeşitli ta'zirler
dolayısıyla yapılan eziyet ve mürtedler-le çarpışma gibi haklı sebeplerle
yapılan eziyet ise haram değildir.
Hz. Ebubekir (r.a.) bu hadisten, zekâtın, malın hakkı
olduğu manasını anlamış ve zekât vermeyenlere bu sebeple savaş açmıştı. Hz.
Ebubekir (r.a.) şöyle demişti: "Allah'a yemin olsun ki Rasulullah (s.a.)'e
verdikleri bir oğlağı zekât olarak vermezlerse, onlarla bu sebeple
çarpışırım." Buna Hz. Ömer (r.a.) karşı çıkmış ve "Ancak hakkıyla
verilen hüküm müstesna." demişti. Zekât ise malların hakkıdır. Bunun
üzerine Hz. Ebubekir bunu görünce gönlü rahatlamıştı.
[111]
Bu ayetler aşağıdaki hususları açıklamaktadır:
1- Peygamberimiz
(s.a.)'e salevat getirilmesi ayeti, onun dünyada ve vefatından sonraki şerefini
beyan etmek, onun yüce mertebesine ve makamına işaret etmek içindir. Daha önce
de açıkladığımız gibi Allah'ın salât etmesi, rahmet ve rızasına nail
kılmasıdır. Meleklerin salât etmesi, dua ve istiğfar etmeleridir. Ümmetin salât
etmesi, dua etmeleri ve onun emrine hürmet etmeleridir.
2- Allah
Tealâ kullarına, Peygamber'i Hz. Muhammed (s.a.)'in şerefini ifade etmek üzere
diğer peygamberlerden farklı olarak ona salevat getirmelerini emretti. Bu
salâtın ömürde bir defa yapılmasının farz olduğunda, müslümanın terketmesinin
caiz olmadığı ve her zaman da sünnet-i müekkede olduğunda hiçbir ihtilâf
yoktur. Bundan ancak hayırsız kimseler gafil olur.
Peygamberimiz (s.a.)'den salât ve selâm getirmenin
şeklini öğrenmiştik. Bu ise İbrahim'i salât şeklidir. Peygamberimiz (s.a.)'e
salât etmenin faziletini beyan etmiştik. Bu da İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî
ve Ne-seî'nin Ebû Hureyre'den rivayet ettiği şu hadiste varid olduğu şekildedir:
"Kim bana bir defa salevat getirirse, Allah ona on misliyle karşılık
verir." Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim bana bir
yazıda salevat getirirse, ismim o yazıda devam ettiği müddetçe melekler o kimseye
dua etmeye devam ederler. "[112]
Sehl b. Abdillah diyor ki: Hz. Peygamber (s.a.)'e
salâtta bulunmak, ibadetlerin en faziletlisidir. Zira bunu bizzat Allah ve
melekleri üstlenmiş, sonra da Allah bunu müminlere emretmiştir. Diğer ibadetler
ise böyle değildir.
Ebu Süleyman ed-Daranî diyor ki: Kim Allah'tan bir
niyazda bulunmak isterse, duasına Peygamberimiz (s.a.)'e salât ile başlasın.
Sonra Allah'tan ihtiyaç duyduğu şeyi istesin. Sonra da duasını Peygamberimiz
(s.a.)'e salât ile bitirsin. Zira Allah her iki salâtı kabul edecektir. Allah, bu
iki salât arasındaki niyazı reddetmeyip en iyi ikramda bulunacaktır.
Namazda Peygamberimiz (s.a.)'e salâtta bulunmaya
gelince cumhura göre müstehap bir sünnet olup terkedilirse namaz caizdir.
Şafiî'ye göre ise vacip olup terkedilirse namaz iade edilmelidir.
Peygamberlerden başkasına salâtta bulunmaya gelince,
"Allahümme salli alâ Muhammedin ve âlihi ve ezvacihi ve zürriyetihi"
şeklinde Peygam-ber'e tâbi olarak yapılırsa bu icmâ ile caizdir. Eğer yalnız
başlarına zikredi-lirlerse bir grup âlime göre caizdir.
Bunun delilleri ise: "O size salât (rahmet)
eder. Melekler de size salât (dua) ederler." (Ahzab, 33/43); "İşte
Rablerinin salâtı (mağfireti) ve rahmeti onların üzerinedir." (Bakara,
2/157); "Onlara salât (dua) et." (Tevbe, 9/103) ayetleri ile Buhari
ve Müslim'in Abdullah b. Ebî Evfa'dan naklettikleri;" Peygamberimiz
(s.a.)'e bir kabile zekâtlarını getirince Peygamberimiz (s.a.): Allahım bunlara
salât (rahmet) eyle, diye, dua ederdi. Babam zekâtını getirince de
Peygamberimiz (s.a.): Allahım! Ebû Evfa ailesine salât (rahmet) eyle, diye dua
etti." şeklindeki hadis-i şerif ile Cabir'in şu hadis-i şerifidir:
Cabir'in hanımı Rasulullah (s.a.)'e:
- Ya
Rasulallah! Bana ve kocama salât (dua) eyle, dedi. Rasulullah (s.a.) bunun
üzerine:
- Allah sana ve kocana salât (rahmet) eylesin, diye
dua etti. Âlimlerin cumhuruna göre ise, peygamberlerden başkalarına, yalnız
başına salât getirmek caiz değildir. Çünkü bu ifade
peygamberlerin isimleri zikredildiği zaman onlara ait özel bir şiar olmuştur,
başkaları peygamberler gibi kabul edilemez. Meselâ, mana doğru olsa da,
Ebubekir sallalla-hu aleyh denilemez, ya da Ali sallallahü aleyh, denilemez.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) aziz ve celîl olduğu halde "Muhammed azze ve
celle" denilemez. Çünkü bu Allah Tealâ'nın şiarıdır. Kitab ve sünnette bu
konuda varid olan "salât" şeklindeki ifadeler dua manasındadır. Bu
sebeple salât Ebû Evfa ailesi, Cabir ve ailesi hakkında özel şiar
sayılmamıştır.
Doğru olan görüş peygamberler dışındaki kişiler
hakında salâtın me-nedilmesi tenzîhen mekruh olmasıdır. Zira bu bid'at ehlinin
şiarıdır. Biz ise onların şiarlarından nehyolunduk.
"Selâm" da salât manasında olup gaib kimse
hakkında kullanılmaz. Peygamberlerden başkası için tek başına kullanılmaz.
Meselâ, Ali aleyhis-selâm, denilmez. Bu dirilerle ölüler arasında müsavidir.
Ancak karşılaştığımız kimseye selâmla hitap eder ve "Selâmün aleyk,
selâmün aleyküm, ya da es-selâmü aleyk ve es-selâmü aleyküm" diyebiliriz.
Bu üzerinde icmâ edilen bir husustur.
İmam Nevevî diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)'e salât
edilirken salât ve selâm birlikte zikredilir, yalnız birisi zikredilmez.
Meselâ: Sadece "Sallalla-hu aleyh" veya "aleyhisselâm"
denilmez. Bunun delili, "Ey iman edenler! Ona salât ve selâm edin."
ayetidir.
3- Kim
Allah ve Rasulünü incitirse dünya ve ahirette lanete ve Allah'ın rahmetinden
tard edilmeye lâyık olur. Onun için cehennem ateşinde acıklı ve horlayıcı bir
azap vardır. Allah'a eziyet edilmesi, ya da Allah'ın incitilmesi; inkâr etmek,
O'na eş, evlât ve ortak nisbet etmek ve O'nu lâyık olmadığı bir şekilde tavsif
etmekle olur. Yahudilerin "Allah'ın eli dardır." (Maide, 5/64);
"Üzeyir Allah'ın oğludur." (Tevbe, 9/30) şeklindeki sözleriyle
Hristiyanların "Mesih Allah'ın oğludur." (Tevbe, 9/30) ve müşriklerin
"Melekler Allah'ın kızlarıdır, putlar da O'nun ortaklarıdır."
şeklindeki sözleri gibi.
Sahih-i Buharı de Ebu Hureyre'den merfû olarak
rivayet edilen bir hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah buyuruyor
ki: Âdemoğlu zamana söverek beni incitir. Halbuki zaman benim. Gece ve gündüzü
ben çekip çeviriyorum."
Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir
hadis-i kudsîde şöyle buyurulmaktadır: "Allah Tealâ şöyle buyuruyor:
Âdemoğlu, ey zamanın kaybı, diyerek beni incitir. Sakın sizden biriniz zamanın
kaybı demesin. Zira zaman benim. Onun gecesini ve gündüzünü ben çekip
çeviriyorum. Dilersem onları tutarım, durdururum."
Bu rivayette hadis-i kudsî bu şekilde mevkuf (sahaM
sözü) olarak nakledilmiştir. Müslim'in bir diğer rivayetinde bir başka lafızla
merfû olarak şöyle rivayet edilmiştir: "Âdemoğlu zamana söverek beni
incitir. Halbuki zaman benim. Gece ve gündüzü ben çekip çeviriyorum."
İkrime diyor ki: Bu hadis-i kudsînin manası şudur: Bu
kimse tasvir etme ve suret yapmak suretiyle Allah'tan başka hiçbir kimsenin
yapamayacağı şeyle meşgul olmaktadır. Halbuki Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Allah tasvir edenlere lanet etmiştir." Azadlı köle
olduğu ve o sıralarda 18 yaşında olması sebebiyle yaşı küçük olduğu için Üsame
b. Zeyd'in[113] Mu'te yakınındaki Übnâ
köyüne savaşmak için gönderilen askerî birliğe komutan olarak tayin edilmesinin
tenkit edilmesi Peygamberimiz (s.a.)'e bir eziyet niteliğinde idi.
Peygamberimiz (s.a.) bu ordunun Medine dışına
çıkışından sonra vefat etmiş, orduyu Peygamberimiz (s.a.)'den sonra Hz.
Ebubekir (r.a.) yola koymuştu.
Buhari'nin Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den
naklediliyor: Rasulullah (s.a.) bir askerî birlik göndermiş, başlarına emîr
olarak Üsame b. Zeyd'i tayin etmişti. Bazıları Üsame'nin emîrliği hususunda
ileri-geri sözler söylemiş bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Sizler bugün onun emirliğine dil uzatıyorsanız,
bundan önce de babasının emirliğine dil uzatmıştınız. Allah'a yemin olsun ki o
(Zeyd) emirliğe gerçekten lâyık idi ve insanların bana en sevgilisi idi. Oğlu
Üsame de ondan sonra bana insanların en sevgilisidir."
Bu hadis-i şerif İmamet-i Kübra (Devlet Başkanlığı)
dışındaki emirliklerde azadlı kölenin ve en üstün derecede olmayanların
emirliğinin caiz olduğuna delildir. Rasulullah (s.a.)'in Küba'da Ebu
Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim'i namazda imamete geçirmesi bunu te'kid
etmektedir. Salim içlerinde Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve diğer Kureyş
büyüklerinin bulunduğu cemaate imamlık yapıyordu.
4- Çirkin söz veya davranışlarda haksız yere mümin
erkek ve kadınlara eziyette bulunmak apaçık bir günah ve iftiradır. Bu eziyet
çeşitleri arasında kötü bir neseb, kötü bir meslek ya da sahibi duyduğu zaman
ağır gelen bir şeyle ayıplama da bulunmaktadır.
Allah (c.c.) Allah'ı incitme, Rasulullah'ı incitme ve
müminleri incitme arasını ayırmış, Allah'ı incitmeyi laneti gerektiren bir
küfür, Rasulullah'ı incitmeyi kebîre (büyük günah) olarak saymış, müminleri
incitenler hakkında da "Onlar apaçık bir günah ve iftira
yüklenmişlerdir." ifadesini kullanmıştır.
[114]
59- Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin hanımlarına söyle. Dış örtülerinden üzerlerine alıp örtsünler. Bu,
onların başkaları tarafından tanınıp rahatsız edilmemeleri için daha uygundur. Allah
çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dış örtüleri diye çevirdiğimiz "celâbîb"
kelimesi kadının normal elbiselerinin tamamını kaplayan ya da bütün bedeni
örten dış elbise (yani çarşaf, abaye, geniş manto veya bol pardesü) anlamındaki
"cilbab" kelimesinin çoğuludur.
"Bu" yani örtülerin örtülmesi "onların
... tanınıp" hür kadın olup ayır-dedilmeleri ve kötülüğe düşmekten
uzaklaşmaları, kalplerinde kuşku olanların kendilerine sarkıntılık yapıp
"rahatsız edilmemeleri için daha uygundur. Allah" örtünmeyi
terketmek sebebiyle daha önce işledikleri günahları "çok bağışlayan",
örtünmeyi ve diğer farzları emretmek suretiyle kullarının maslahatlarını
gözeterek kullarına "çok merhamet edendir."
[115]
Buhari, Hz. Âişe'den naklediyor: Hz. Şevde örtüsüne
büründükten sonra ihtiyacı için dışarı çıktı. Hz. Şevde iri yapılı bir kadın
olup kendisini tanıyan kimseler için gizlenemeyecek durumda idi. Hz. Ömer
(r.a.) kendisini görmüş ve ona:
- Ya Sevde! Vallahi bize karşı kendini gizleyemiyorsun.
Nasıl dışarı çıkacağına dikkat et, dedi.
Hz. Sevde diyor ki: Eve döndüm. O sırada Rasulullah
(s.a.) evde idi, akşam yemeği yiyordu. Elinde bir et parçası vardı. İçeri
girdim. Peygamberimiz (s.a.)'e:
- Ya
Rasulallah! Ben ihtiyacım için dışarı çıktım. Bana Ömer şöyle şöyle dedi,
dedim.
Hz. Sevde devam ediyor: Bunun üzerine Allah ona vahiy
indirdi. Az sonra vahiy hali kalktı. Et parçası hâlâ elinde idi. Onu yere
koymamıştı. Peygamberimiz (s.a.) buyurdu ki:
- Size izin verildi. Ancak ihtiyacınız için dışarı
çıkabilirsiniz.
İbni Sa'd Tabakat'ta Ebû Malik'ten naklediyor:
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları geceleri ihtiyaç için dışarı çıkıyorlardı.
Münafıklardan bazı kimseler onların peşinden yürüyor, onlar da bundan rahatsız
oluyorlardı. Bunu Peygamberimiz'e şikâyet ettiler. Münafıklara bu durum iletildi.
Münafıklar: Biz sadece cariyelerin peşinden gidiyoruz, dediler. Bunun üzerine
bu ayet nazil oldu.
[116]
Mümini inciten kimsenin apaçık bir günah ve iftira
yüklendiğini beyan ettikten sonra Allah Tealâ kadınların dışarıya açık-saçık
çıkıp zinakâr-ların kendilerinin peşinden dolaşmaları şeklindeki cahiliye
durumundan farklı olarak tesettür ve cilbaba bürünmelerini, mümin hanımlara
eziyette bulunmaya ve sarkıntılığa sebep olacak töhmetli yerlerden sakınmalarım
emretti.
[117]
"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin hanımlarına söyle. Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler."
Allah, Rasulünden mümin hanımlara ve özellikle
hanımlarına ve kızlarına evlerinden çıkarken cariyelerden farklı olarak dış
elbiselerini üzerlerine örtmelerini istedi.
Cilbab, başörtüsünün üzerindeki ridadır. Bu konuda bu
tesettürün keyfiyeti hakkında çeşitli rivayetler vardır.
İbni Abbas diyor ki: Allah müminlerin hanımlarına
ihtiyaç için evlerinden dışarı çıktıklarında yüzlerini başlarından itibaren
"cilbab" ile kapatmalarını ve sadece bir gözlerini göstermelerini
emretti.
İbni Cerir'in rivayetine göre Muhammed b. Şirin diyor
ki: Abîde es-Selmanî'ye "Dış örtülerini üzerlerine alıp örtsünler." ayetini
sordum. Yüzünü ve başını örttü, sadece sol gözünü açıkta bıraktı.
Abdürrezzak ve İbni Ebî Hatim, Ümmü Seleme'den
rivayet ediyorlar: Bu ayet, "Dış örtülerini üzerlerine alıp
örtsünler." ayeti nazil olunca ensa-rın hanımları sükûnet içerisinde,
sanki başlarının üzerinde kargalar varmış gibi, üzerlerinde giydikleri siyah
elbiseler olduğu halde dışarı çıktılar.
Şer'î hükümlerin iyice yerleşmesinden sonra inen bu
ayetin gayesi emredilen tesettürün mutlaka kapanması gerekli yerlere ilâve
olarak emredilen dış örtülerdir. Bu emir kadını töhmet ve kuşkudan
uzaklaştıran, fasık erkeklerin sarkıntılıklarından koruyan güzel bir edeptir.
Şer'î tesettür, altındakini göstermeyecek şekilde bir
elbise ile vücudun tamamını örten dış elbisedir. Kadın evinde kocasının yanında
dilediği şekilde giyinebilir.
"Bu, onların başkaları tarafından tanınıp
rahatsız edilmemeleri için daha uygundur." Yani dış elbiseleri giymek ya
da tesettür kadınların hür olduklarının, cariye veya zaniye olmadıklarının
bilinip de fısk ve fücur ehlinin sarkıntılıklarına uğramamaları için daha
uygundur. Allah, o kadınların geçmişte yaptıkları tesettürü ihmal etme
günahlarını, ayrıca hata ile kasıt olmaksızın tesettürü ihlâl ettiklerinde
Allah'ın emrine yönelenleri çok bağışlayandır. Kullarının yararını gözetmek ve
onlara bu güzel edebi irşat etmek suretiyle kullarına rahmeti çok geniş
olandır.
Cariyelere gelince; şeriat, sıkıntıya girmelerini ve
örtüye bürünüp meşakkate uğramalarını ortadan kaldırmak ve efendilerine hizmet
etmelerini kolaylaştırmak için cariyelere tam anlamıyla, bütünüyle tesettürü
emret-memiştir. Cumhurun görüşü budur.
Ebu Hayyan diyor ki: "Müminlerin hanımları"
ifadesinden ilk anlaşılan hür ve cariye kadınların tamamını içine almaktadır.
Cariyelerin fitneye sebep olmaları, tasarruflarının çokluğu sebebiyle hür
kadınlardan daha çoktur. Dolayısıyla cariyelerin kadınlar ifadesinin genel
kavramından çıkarılması için açık bir delile ihtiyaç duyulmaktadır.[118]
Bu ayet aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Örtüye
bürünme ve tesettür emri genel bir emir olup bütün kadınları içine almaktadır.
Tesettür, kadının vücut hatlarını belirtmeyecek şekilde olmalıdır. Ancak
kadının kocasıyla beraber olduğu durum bundan müstesnadır. Bu durumda kadının
dilediği şeyi giyme hakkı vardır.
Örtünme ile emrolunan kadınlar arasında Rasulullah
(s.a.)'in hanımları ve kızları da yer almaktadır. Rasulullah (s.a.)'in
hanımlarına gelince; Katade diyor ki: Rasulullah (s.a.) vefat ettiğinde dokuz
hanımı vardı. Beşi Kureyşlidir: Aişe, Hafsa, Ümmü Habibe, Şevde ve Ümrnü
Seleme. Üçü ise diğer Arap kabilelerindendir: Meymûne, Zeyneb bt. Cahş ve
Cüveyriye. Geri kalan bir hanım, Harunoğullan neslinden olup bu hanım
Safiyye'dir. Peygamberimiz (s.a.)'in çocukları ise hem erkek, hem de kızdır.
Erkek çocukları Kasım, Tahir, Abdullah ve Tayyib, Hz. Hadice'nin çocuklarıdır.
Kızları ise:
1- Hz.
Hadice'nin kızı ve Hz. Ali'nin hanımı Fatımatu z-Zehrâ,
2- Hz.
Hadice'nin kızı ve teyzesinin oğlu Ebu'l-Âs'ın hanımı Zeyneb
3-4- Hz.
Hadice'nin kızları ve Hz. Osman'ın hanımları Rukayye ve Ümmü Gülsüm.
Dikkat edilirse, davetçi davetine kendi nefsinden ve
ailesinden başlarsa ancak bu durumda davet netice verebilir. Bu sebeple
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımları ve kızlarına hicabın emredilmesi ile
başlanılmıştır.
2-
Cilbabın (dış örtünün) örtülme şekli: İbni Abbas'm ve Abîde es-Sel-manî'ye göre
kadının görmek için ayırdığı bir gözü müstesna bütün bedenini tamamen
örtmesidir.
Katade ve İbni Abbas ikinci bir rivayette şöyle
diyor: Bu şekil, kadının iki gözü görünse de örtüyü alnının üzerinden geçirip
bağlaması, sonra da burnunun üzerinden geçirmesidir. Fakat yüzün büyük bir
kısmı ve göğüs örtülecektir. Hasan-ı Basrî diyor ki: Kadın yüzünün yarısını
örtecektir.
3- Hür
kadınlara tesettürün emredilmesinin hikmeti, bunların cariyelerle
karışmamaları içindir. Hür oldukları bilindikleri zaman hürriyet rütbesine
riayet etmek üzere en küçük bir sarkıntılıkla karşılaşmayacaklardır. Böylece
hür kadınlara karşı haram arzu duyulması ortadan kalkacaktır.
4- Cenab-ı
Hakk'ın "Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." ayeti bu meşru
emirden önceki tesettürde bulunmamalar konusunda kadınları teselli etme,
anlamındadır.
5- İbni Sa'd'ın et-Tabakatü'l-Kübrâ'da
belirttiğine göre: Şafiî fakîhle-rinden Ahmed b. İsa bu ayetten âlimlerin ve
bazı şahsiyetlerin değişik elbise ve sarık kullanmaları -selef âlimleri böyle
bir şey yapmasalar da- güzel bir tavır olup bu usûl onların tanınıp
ayırdedilmelerine ve dolayısıyla sözleriyle amel edilmelerine sebep olacaktır,
neticesini çıkarmıştır.
Ayrıca bu ayet kadının yüzünün örtülmesinin gerekli
olduğuna delil olarak kabul edilmiştir. Zira İbnü'l-Cevzî, Taberî, İbni Kesîr,
Ebu Hayyan, Ebu's-Suud ve Cessas, Razî gibi âlim ve müfessirler "cilbabın
örtülmesi" ifadesini, yabancı erkeklere karşı, ya da kadınların ihtiyaç
için evden çıkmaları anında yüzlerini, saçlarını ve bütün bedenlerini
örtmeleri şeklinde tefsir etmişlerdir.
[119]
60- Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde
hastalık bulunanlar Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu hallerinden
vaz-geçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada sana ancak
çok az bir zaman komşuluk edebilirler. az zaınanda da lanetlenmiş olarak kalırlar. Nerede bulunurlar- sa bulunsunlar
derhal yakalanırlar ve kıyasıya
öldürülürler.
62- Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki
kanunudur. Elbette ki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme bulamazsın.
"Münafıklar ... Medine'yi yalan haberlerle ayağa
kaldıranlar bu hallerinden vazgeçmezlerse" ayetinde Medine'yi yalan
haberlerle ayağa kaldıranlar, münafıkların bir kısmıdır. Burada münafıkları
daha fazla kötüleme ve kınama için umumi ifadeden sonra hususî ifade
getirilmiştir.
[120]
"Le-in" kelimesindeki lâm, kasem lamıdır.
'Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık" iman zayıflığı,
imanda sebatsızlık, ya da fasık-lık ve isyankârlık "bulunanlar,"
üzerinize düşman geliyor, müslüman askeri birlikler yenilgiye uğramışlar,
öldürülmüşler, mağlup olmuşlar... gibi müslümanların tarafını zayıflatma manası
ihtiva eden haberleri İslâm ordusu arasında yayan ve kötü haberleri uydurup
yalan ve asılsız şayialarla "Medine'yi ... ayağa kaldıranlar"
nifaklarından "vazgeçmezlerse, mutlaka seni onların başlarına musallat
ederiz." Onların öldürülmelerini veya Medine'den uzaklaştırılmalarını
sana emrederiz. "Sonra orada sana ancak çok az bir zaman komşuluk
edebilirler." Seninle birlikte uzun süre kalamayacaklardır.
"O az zamanda da lanetlenmiş olarak kalırlar."
Rahmetten uzaklaştırılmış olarak sana komşuluk yaparlar. "Nerede
bulunurlarsa bulunsunlar derhal yakalanırlar ve kıyasıya öldürülürler."
Onların hakkında verilen bu hüküm, emrolunan bir hükümdür.
"Bu Allah'ın daha önce gelip geçmiş ümmetlerdeki
kanunudur." Allah geçmiş ümmetlere bu kanunu koymuştur. Bu ilâhî kanun
peygamberlere karşı ikiyüzlü davranan, her nerede bulunurlarsa Medine'yi
sarsmak suretiyle müslümanları zayıflatmaya gayret eden münafıkların
öldürülmeleridir. "Elbette ki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme
bulamazsın." Çünkü bu ilâhî kanunu Allah değiştirmeyecektir. Yahut bunu
değiştirmeye hiçbir kimse muktedir olamayacaktır.
[121]
İşte eziyette bulunan üçüncü sınıf şudur: Cenab-ı
Hak, Allah ve Rasulünü inciten müşriklerin durumunu ve bunun ardından müminlere
açıktan eziyette bulunanların durumunu zikrettikten sonra, batılı gizleyip
hakkı açığa vuran münafıkların durumunu zikretti.
Cenab-ı Hak daha sonra eziyette bulunan üç grup
-Allah'ı incitenler, Rasulullah'ı incitenler, müminleri incitenler- karşısında
üç nifak örneğini -Allah'ı gizlice incitenleri, geceleyin müminlerin
hanımlarının peşinden koşarak müminleri rahatsız eden kalpleri hastalıklı
kimseleri ve "Muham-med mağlup olacak, Medine'den çıkartılacak ve esir
alınacak" gibi sözlerle Peygamberimizi yalan haberlerle sarsmak
isteyenleri- zikretti.
Bütün bunlar amelî nifakın eserlerindendir.
[122]
Cenab-ı Hak içlerinde küfrü gizleyip iman ettiklerini
söyleyen münafıkları uyarıp onlara tehditte bulunarak şöyle buyurdu:
'Yemin olsun ki, eğer münafıklar, kalplerinde
hastalık bulunanlar, Medine'yi yalan haberlerle ayağa kaldıranlar bu
hallerinden vazgeçmezlerse, mutlaka seni başlarına musallat ederiz. Sonra orada
sana ancak çok az bir zaman komşuluk edebilirler."
Eğer münafıklar, kalplerinde iman zayıflığı, din
konusunda şüphe ve kuşku bulunanlar, müslümanlarm tarafını zayıflatmak ve
müşriklerin üstünlüklerini ve müslümanlara galip geldiklerini ortaya koymak
anlamını ihtiva eden yalan ve uydurma haberleri yayarak Medine'yi sarsanlar
içlerinde bulundukları nifak durumundan vazgeçmezlerse, seni onların üzerine
musallat ederiz, sana onlarla çarpışmayı ve Medine'den uzaklaştırılmalarım
emrederiz. Böylece onlar orada seninle pek az bir zaman birlikte kalabileceklerdir.
Bu üç özellik -yani ikiyüzlülük, hastalıklı kalplere
sahip olma ve yalan haberlerle korkutma- tek şey sebebiyledir. Çünkü iman
zayıflığı sebebiyle kalp zayıflığı ve fitne çıkarıp kötü haberleri yayma,
ikiyüzlülüğün ayrılmaz özelliklerindendir. Münafıklar bu üç özelliğin hepsini
taşımaktadırlar.
İster küfrü gizlemek olsun, isterse fasıklık,
isyankârlık ve çirkin söz ve hayasız davranışlarla kadınlara sarkıntılık yapmak
ve kadınların görülmeyen yerlerini görebilmek için onların peşinden gitmek
olsun, isterse İslâm cemaatinin maneviyatını zayıflatacak, yenilgilerine ve
düşmanların kendilerine karşı zafer kazanmalarını kolaylaştıracak olan korku ve
endişe yayan, maksatlı yalan haberler çıkartmak olsun, bu üç özellikten her
biri İslâm toplumu için tehlikelidir.
Cenab-ı Hak onların dünya ve ahiretteki cezalarını
beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"O az zamanda da lanetlenmiş olarak kalırlar.
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar derhal yakalanırlar ve kıyasıya
öldürülürler." Yani onlar Medine'de kısa bir zaman ikamet etmeleri
müddetinde Allah'ın rahmetinden kovulmuş, reddedilmişlerdir. Zillet içinde
olmaları ve azlıkları sebebiyle nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine
kolayca erişilir, derhal yakalanır, en kötü şekilde öldürülürler. Dolayısıyla
kendilerini himaye edecek hiçbir kimse bulamazlar, bilakis kendilerine işkence
yapılır, esir olarak alınır, tamamen yok edilmelerine sebep olacak şekilde
şiddetle öldürülürler.
Bu ayet onların esir olarak alınmalarına ve nifak
üzerine devam ederlerse, öldürülmelerinin emredildiğine delildir. Bu ise
Rasulullah (s.a.)'in hayatının sonlarında olmuştu.
Allah Tealâ bundan sonra bu cezanın geçmişteki ve
gelecekteki bütün münafıklar hakkında genel bir hüküm olduğunu açıklamakta ve
şöyle buyurmaktadır:
"Bu, Allah'ın daha önce gelip geçmiş
ümmetlerdeki kanunudur. Elbet-teki sen, Allah'ın kanununda hiçbir değişme
bulamazsın."
Bu hüküm -yani münafıkların lanete uğramaları,
yakalanmaları, öldürülmeleri, müminlerin münafıklar üzerine musallat
kılınmaları ve ezilmeleri- nifakları ve küfürleri üzerinde devam ettikleri ve
içinde bulundukları durumdan dönmedikleri zaman geçmiş bütün devirlerde
münafıklar hakkındaki Allah'ın kanunudur, sünnetullahtır. Allah'ın bu husustaki
kanunu hikmete, maslahata ve ümmetin salahı üzerine kurulduğu için değişmez,
değişikliğe uğramaz. Bilakis bu ilâhî kanun tarih boyunca bu gibi kimseler
hakkında daimî ve sabit bir kanundur.
[123]
Ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:
1- Tefsir
ehli -daha önce geçtiği zaman- bu üç vasfın -ikiyüzlülük, kalp hastalığı ve
insanların gönüllerine korku salmanın- tek bir şeye ait olduğunda ittifak
etmişlerdir. Yani münafıklar bu özellikleri kendilerinde toplamışlardı.
Ayet insanların gönüllerine korku salmanın haram olduğuna
ve yabancı kadınların görülmesi haram olan yerlerini görmeye çalışmanın münafıklık
olduğuna delildir.
2-
Münafıklar nifakları üzerinde ısrar ettiklerinde bu münafıkların cezası
Allah'ın rahmetinden kovulmaları, bunların öldürülüp tamamen helak edilmeleri
ve îslâm beldelerinden kovulmaları için hak ve iman ehlinin onlar üzerine
musallat kılınmasıdır. Dolayısıyla münafıklar helak oluncaya kadar, ancak kısa
bir müddet, Medine'de Hz. Peygamber (s.a.) ve müminlerle birlikte
kalabileceklerdir.
3- Bu ceza,
Allah'ın, peygamberlere korku vermek isteyen ve ikiyüzlülüklerini ortaya
koyanlar için koyduğu, derhal yakalanmaları ve öldürülmeleri, şeklindeki ilâhî
kanunudur. Allah'ın kanununda ve hükmünde hiçbir değiştirme ve ortadan
kaldırma yoktur. Bu kanunu ne O değiştirir, ne de başkası bunu değiştirebilir.
4- Fakat bu cezanın uygulanması
geciktirilebilir. Bu, derhal verilen bir ceza değildir. Kurtubî diyor ki: Ayet,
vaad edilen tehdidi yerine getirmenin caiz olduğuna delildir. Bunun delili
münafıkların Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte onun vefatına kadar
cezalandırılmamalarıdır. Lütuf ehlinden beklenen özellik, vaadlerini
tamamlamaları ve tehditlerini geciktirmeleridir.[124]
Gerçekten münafıkların cezalandırılmaları Hz.
Peygamber (s.a.)'in hayatının sonlarına kadar ertelenmişti. Zira Berâe suresi
indirilince münafıklar biraraya toplanmış, Peygamberimiz (s.a.) "Ey
falan! Kalk dışarı çık. Sen münafıksın. Ey falan kalk!" demiş,
müslümanlardan bir grup kalkıp bu münafıkları mescidden çıkarmışlardı.
[125]
63- İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki:
"Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır." Ne bilirsin, belki de
kıyamet çok yakındır.
64- Şüphesiz
ki Allah kâfirleri lanetlemiş ve onlar için alev alev yanan bir ateş
hazırlamıştır.
65- Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine
ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.
66- Yüzleri ateşte çevrildiği gün onlar: "Keşke
Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydikr derler.
67- Onlar
şöyle derler: "Ey Rabbi-miz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk.
Onlar ise bizi doğru yoldan saptırdılar.
68- Ey
Rabbimiz! Onlara iki kat azab ver. Onlara büyük bir lanetle lanet eyle."
derler.
"Onlar: "Keşke Allah'a itaat etseydik,
Peygamber'e itaat etseydik!" derler. " ifadesi temenni yoluyla
yapılan acınma ve tahassür ifadesidir.
"Seıyrâ", "Nasıyrâ" ve
"Kebiyrâ" kelimelerinin son harfleri arasında tesirli bir uyum vardır
(mürââtü'l-fevâsıl).
[126]
Ey Peygamber! "İnsanlar sana kıyameti
soruyorlar." Yani Mekkeli müşrik halk alaylı bir tarzda, yahut
inatçılıkla, ya da imtihan etmek için kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar.
"De ki: Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır." Yani Allah bu
bilgiyi hiçbir meleğe veya peygambere vermedi. "Ne bilirsin, belki de
kıyamet çok yakındır." Ya Muhammed! Ne biliyorsun, yani sen bile bunu
bilemezsin. Peki senden başkaları bunu nasıl bileceklerdir? Belki de kıyamet
yakın bir zamanda kopacaktır. Bu ifade aceleci olanlara tehdit, inatçıları
susturma niteliğindedir.
"Şüphesiz ki Allah kâfirleri lanetlemiş",
onları rahmetinden kovalayıp uzaklaştırmış "ve onlar için alev alev
yanan" çok şiddetli yanan "bir ateş hazırlamıştır."
"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır."
Ebedî kalmaları mukadderdir. "Kendilerine" yardımcı olacak ve
kendilerini koruyacak "ne bir dost, ne de" kendilerine yardımcı
olacak ve kendilerinden azabı kaldıracak "bir yardımcı
bulabileceklerdir."
"Yüzleri ateşte çevrildiği gün," ateşte kızartılan
et gibi bir taraftan diğer tarafa döndürüldüğü zaman "onlar: "Keşke
Allah'a itaat etseydik, Pey-gamber'e itaat etseydik!" derler."
"Onlar" yani tâbi olanlar "şöyle
derler: Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize" krallarımıza ve bize küfrü
telkin eden liderlerimize "ve büyüklerimize" âlimlerimize
"uyduk. Onlar ise" Allah ve Rasulünü inkâr etme şeklindeki süslü
sözlerle "bizi doğru yoldan saptırdılar."
"Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver."
Bize verdiğin azabın iki mislini ver. Çünkü onlar hem sapıklığa düştüler, hem
de başkalarını saptırdılar. "Onlara büyük bir lanetle lanet eyle,"
onlara azap eyle, onları lanetin en şiddetlisi ve en büyüğü ile rahmetten uzak
eyle, "derler."
[127]
Dünyada üç grubun -Allah ve Rasulünü inciten
müşrikler, müminlere açıktan eziyet edenler ve içlerinde batılı gizleyip Hak
yolda olduğunu iddia eden münafıkların- durumunu beyan ettikten, bunların
lanete uğradıklarını, horlanacaklarını ve öldürüleceklerini açıkladıktan sonra
bunların ahiretteki durumlarını zikretti, onları kıyamet gününün yaklaşmakta olmasıyla
tehdit etti ve onların ahiretteki azaplarının çeşitlerini beyan etti.
[128]
"İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki: Onun
bilgisi ancak Allah'ın katındadır." Yani insanlar çok kere kıyametin kopma
vaktini soruşturuyorlar. Müşrikler bunu basite alarak alaylı bir tarzda
soruyorlar. Münafıklar bunu inatçılıkla soruyorlar. Yahudiler ise imtihan etmek
için soruyorlar. Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine öğretmesiyle onlara
cevap veriyor: Hiç şüphesiz kıyamet hakkındaki bilgi Allah Tealâ'ya aittir.
Allah bu bilgiyi hiçbir meleğe, ya da gönderdiği hiçbir peygambere
vermemiştir. Kıyametin meydana gelme vaktini bilen yalnız O'dur.
Cenab-ı Hak kendisinden başka hiçbir kimsenin
kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini te'kid etmek üzere şöyle buyurdu:
"Ne bilirsin, belki de kıyamet çok
yakındır." Onu sana ne bildirebilir? Zira o Allah Tealâ'ya ait gaybî
olaylardandır. Belki de yakın bir vakitte meydana gelebilir. Nitekim Cenab-ı
Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet yaklaştı, ay
yarıldı." (Kamer, 54/1). Bir diğer ayet de şöyledir: "İnsanların
hesaba çekilme zamanı yaklaştı. Fakat onlar hâlâ gaflettedirler,
aldırmıyorlar." (Enbiya, 21/1); "Şüphesiz ki Allah'ın emri gelmektedir.
(Alay ederek) onun acele gelmesini istemeyin." (Nahl, 16/1). Peygamberimiz
(s.a.), Buhari'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, şehadet parmağı ile orta
parmağını işaret ederek: "Ben kıyametle birlikte bu iki parmak gibi
gönderildim." buyurmuştur.
Bu ayette daha önce geçtiği gibi kıyametin derhal
gelmesini isteyenlere tehdit, inatçılara ise azarlama yapılmaktadır.
Allah Tealâ daha sonra kıyamet gününü bekleyen
kâfirlerin cezalarının cinsini zikretmek üzere şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz ki Allah kâfirleri lanetlemiş ve onlar
için alev alev yanan bir ateş hazırlamıştır." Yani Allah kâfirleri
rahmetinden uzaklaştırıp kovmuş ve onlar için ahirette şiddetle yanan bir ateş
hazırlamıştır.
"Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.
Kendilerine ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabileceklerdir." Yani onlar
cehennem ateşindeki bu azap içinde sürekli olarak kalacak, ebedî olarak
bulunacaklardır. Onların bu azaptan kurtuluş hususunda hiçbir ümitleri yoktur.
Dolayısıyla onlar kendilerine yardımcı olacak, içlerinde bulundukları durumdan
onları kurtarıp destek olacak hiçbir kimse bulamayacaklardır. Onların
kendilerinden azabı kaldıracak hiçbir şefaatçileri yoktur.
Cenab-ı Hak sonra da azabın durumunu anlatmak üzere
şöyle buyurdu:
'Yüzleri ateşte çevrildiği gün onlar: "Keşke Allah'a
itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik!" derler." Yani onlar
yüzükoyun ateşte olup, yüzleri cehennemde sürtülür. Ateşte kızartılan et gibi
bir taraftan diğer tarafa döndürülürler. İşte o zaman şöyle diyerek temennide
bulunurlar: "Keşke dünya hayatında Allah'a itaat eden, Rasulullah (s.a.)'e
itaat eden ve onun getirdiğine iman edenlerden olup müminlerin kurtuldukları
gibi biz de azaptan kurtulsaydık."
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyuruyor:
"O gün zalim, pişmanlığından ellerini ısırıp şöyle der: N'olaydı keşke
Peygamberle birlikte hak yolu tutsaydım." (Furkan, 25/27). Yine Cenab-ı
Hak onlardan haber vererek şöyle buyuruyor: "Kâfirler kıyamet günü, keşke
müslüman olsaydık, temennisinde bulunurlar." (Hıcr, 15/2).
Sonra da başkalarını taklit ettikleri şeklinde
mazeret beyan ederler. Allah Tealâ bu durumu tavsif etmek üzere şöyle
buyuruyor:
"Onlar şöyle derler: Ey Rabbimiz! Biz
efendilerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar ise bizi doğru yoldan
saptırdılar."
Kâfirler o gün cehennem azabında iken şöyle derler:
Ey Rabbimiz! Biz şirk ve küfürde başkanlarımıza, liderlerimize ve
bilginlerimize uyduk, peygamberlere karşı çıktık. Onların söyledikleri
şeylerde haklı olduklarına inandık. Onlar da bizi doğru yoldan ayırdılar. Allah
ve Rasulünü inkâr etme, Allah'ın birliğini ve Ona ihlâsla taatte bulunmayı
reddetme şeklindeki süslü sözleriyle bizi hidayet yolundan saptırdılar.
Allah Tealâ daha sonra kâfirlerin gönüllerinde
kaynayan ve kendilerini liderler, emirler ve şerefli kimselere karşı intikam almaya
sevkeden kinlerini tasvir ederek şöyle buyurdu:
"Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver. Onlara
büyük bir lanetle lanet eyle, derler." Yani Rabbimiz! Onlara, bize azap
ettiğinin iki misliyle, küfür azabı ve bizi sapıklığa düşürme azabı ile iki
defa azap et ve onları rahmetinden çok uzak bir şekilde uzaklaştır.
Bu ayet Buhari ve Müslim'in Abdullah b. Amr'dan
naklettikleri şu hadisin manasındadır. Hz. Ebubekir:
- Ya
Rasulallah! Bana namazımda okuyacağım bir dua öğret, dedi. Peygamberimiz
(s.a.):
- Şöyle de:
"Allahım! Ben nefsime çok zulmettim. Günahları senden başkası affedemez.
Beni senin nezdinden bir mağfiret ile bağışla. Bana rahmet eyle. Zira çok
bağışlayan ve çok merhamet eden sensin."
Hadis-i şerifteki "zulmen kesîra" ifadesi
"zulmen kebîra" şeklinde de rivayet edilmekte olup her ikisi aynı
manadadır. Bazıları ise dua eden kimsenin duasında her iki lafzı birlikte
zikretmesini uygun görmüşlerse de, İbni Kesir şöyle der: Bu görüş
tartışmalıdır. Bilakis evlâ olan, dua eden kimsenin bazan bunu, bazan da bunu
söylemesidir. Kur'an okuyan kimse de aynı şekilde iki kıraat arasında
muhayyerdir. Hangisini okursa güzeldir. İki kıraati birarada okuma hakkı
yoktur.[129]
Bu ayetler aşağıdaki konulara işaret etmektedir:
1- Allah,
Rasulullah'ı incitenleri azapla tehdit edince onlar da kıyametin olmayacağı
kanaatlerini ortaya koyarak bunu yalanlamak ve uzak bir ihtimal olarak görmek
üzere kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlardı. Cenab-ı Hak da kıyametin
bilgisinin Allah katında olduğu şeklinde cevap verdi. Dolayısıyla bunun
Rasulünden gizli kalması, onun peygamberliğini ortadan kaldıracak birşey
değildir. Allah'ın öğretmesi olmaksızın gaybı bilmek Peygamberliğin şartı
değildir.
2-
Kıyametin meydana gelişi pek yakın bir zamandadır. Kulun kıyamete hazırlıklı
olması için kıyametin vakti gizli bırakılmıştır. Bu korkutmaya işarettir.
3- Cenab-ı
Hak kâfirleri rahmetinden kovup uzaklaştırmakla ve son derece şiddetle alev
alev yanan cehennem ateşine atmakla cezalandıracaktır. Onlar orada devamlı
olarak kalacaklardır. Onları Allah'ın azabından ve o azap içinde ebedî
kalmaktan kurtaracak hiçbir şefaatçi yoktur. Onlar alevli ateş içinde etin
ateşte kızardığı gibi sağa-sola çevrileceklerdir.
Bu ayet onların dünyada da, Allah katında da lânetli
olduklarına ve azaplarının sürekli ve daimi olduğuna, bu azaptan kurtuluş
ümitlerinin bulunmadığına delâlet etmektedir.
4- Kâfirler
cehennem ateşindeki azap esnasında, keşke Allah'a itaat etmiş, Allah Rasulüne
itaat etmiş, hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah'a iman etmiş, O'nun
peygamberlerin sonuncusu olan Rasulüne iman etmiş, itaat farzlarını eda etmiş
ve amellerinde Allah'a ihlâsla bağlanmış olsaydık, diye temenni edeceklerdir.
5-
Kâfirler üzüntü ile ve faydasız mazeret beyanı yoluyla şöyle derler: Biz Allah
Tealâ'ya itaat yerine liderlere, emirlere, soylulara ve bilginlere itaat ettik,
hayır yerine şerri benimsedik. Onlar da bizi doğru yoldan, yani Allah Tealâ'nın
birliğinden saptırdılar.
6-
Kâfirler, sapıklığa teşvik eden bu kişilere iki kat azap -küfür azabı ve
saptırma azabı- verilmesini istemek suretiyle intikam ve kin hissiyle istekte
bulunma mecburiyetini hissediyorlar. Yani, onlara bize verdiğin azabın iki
mislini ver. Zira onlar hem kendileri sapıklığa düştüler, hem de başkalarını sapıklığa
düşürdüler.
Hatta onlar bu kimselerin Allah'ın rahmetinden çok ve
büyük bir şekilde uzaklaştırılması ve kovulmasını da talep ederler. Zira büyük
olan aynı zamanda çok olacaktır. Bu durum iki talepte de yeni bir mana ihtiva
etmektedir. Zira bunlar kendileri için meydana gelmeyen iki şeyi talep etmektedirler.
Bunlar "iki kat azap" kelimesiyle ifade edilen azabın arttırılması
ve büyük bir lanet kelimesiyle ifade edilen lanetin arttırılması talepleridir.
[130]
69- Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın. Allah Musa'yı onların söylediklerinden temize çı- Allah
nezdinde değerli bir
70- Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz
söylevin.
71- Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve
günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse şüphesiz o, en
büyük kurtuluşa ermiş olur.
"Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın."
ifadesinde benzetme edatı zikredilip benzetme yönü hazfedildiği için mürsel ve
mücmel teşbih vardır.
[131]
"Ey iman edenler!" Peygamberiniz Hz.
Muhammed (s.a.)'e karşı "Musa'ya eziyet edenler" Yahudiler
"gibi olmayın." Zira Yahudiler: Musa'nın bedeninde bizimle birlikte
yıkanmasına engel olan bir kusur vardır, demişlerdi. Yahut Hz. Musa'ya iftira
edip fuhuşla suçlamışlardı. Allah da Musa'yı onların söylediklerinden aklayıp
korumuştu. "Allah Musa'yı onların söylediklerinden", pek çok asılsız
töhmetlerden "temize çıkardı." Bu töhmetlerden biri şudur: Hz. Musa
yıkanmak için elbisesini bir taş üzerine koydu. Elbise taşla beraber uçtu.
Nihayet İsrailoğullan'ndan bir cemaatin önünde yere düştü. Hz. Musa erişip
elbisesini aldı ve elbisesiyle örtündü. Dolayısıyla onun bedeninde bir kusur
olmadığını gördüler. "O Allah nez-dinde değerli" mevki, makam,
yakınlık ve şeref sahibi "bir kuldu."
"Ey iman edenler!" Allah'ın Rasulünü
incitecek şeyler bir yana, onun hoşuna gitmeyecek bir şeyi yapma hususunda
"Allah'tan korkun ve" hakkı kastederek "doğru söz
söyleyin."
"Böylece Allah amellerinizi salih kılsın."
salih amellere sizi muvaffak kılsın. Yahut kabul etmek, sevap vermek suretiyle
değerlendirsin, "ve günahlarınızı bağışlasın." Günahlarınızı örtsün,
söz ve amelde istikamet vermek suretiyle hatalarınızı silsin. "Kim Allah'a
ve Rasulüne" emir ve nehiy-lerde "itaat ederse, şüphesiz o en büyük
kurtuluşa" dünyada övgüye lâyık, ahirette saadet içinde yaşamak suretiyle
istenen gayeye "ermiş olur."
[132]
Allah Tealâ, Allah ve Rasulünü inciten kimselerin,
Allah ve Rasulünü incitmenin küfür olduğuna delâlet etmek üzere lanete
uğrayacaklarını ve azap edileceklerini beyan ettikten sonra Peygamberimiz
(s.a.)'in ashabı arasında ganimeti taksim etmesine razı olmamak gibi küfre
götürmeyen eziyetleri terketmenin zaruretine işaret etmiştir.
Hz. Musa'nın eziyete uğraması konusuna gelince; bu
ihtilaflı bir konudur. Bazıları; Yahudilerin Hz. Musa'yı bedenindeki bir ayıp
dolayısıyla incitmeleridir, demişlerdir.
İbni Ebî Şeybe, İbni Cerîr ve İbni Münzir, İbni
Abbas'dan rivayet ediyorlar: Hz. Musa hakkında kavmi, onun husyelerinde
şişkinlik vardır, demişlerdi. Hz. Musa bir gün yıkanmak için dışarı çıkmış,
elbiselerini bir taşın üzerine koymuştur. Taş elbiseyle birlikte hareket etti.
Musa da çıplak olarak elbisenin peşinden gitti. Nihayet elbise İsrailoğullan'nm
meclisinin yanma vardı. Bunun üzerine İsrailoğullan onun husyelerinde şişkinlik
olmadığını gördüler.
Bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Karun bir
kadınla, İsrailoğulla-rı'nın yanında, Musa benimle zina etti, demek üzere
anlaştı. Karun bu kadının da bulunduğu sırada kavmiyle biraraya geldi. Ancak
Allah bu kadının kalbine doğru söylemesini ilham etti. Kadın kendisine telkin
edilen şeyi söylemedi.
Razî diyor ki: Kıcaca Yahudilerin Hz. Musa'ya
Kur'an'da adı geçen eziyette bulunmaları yeterlidir. Bu da Yahudilerin Hz.
Musa'ya: "Sen ve Rab-bin gidin, ikiniz savaşın." (Maide, 5/24);
"Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz." (Bakara,
2/55); "Bir yemeğe asla sabretmeyiz." (Bakara, 2/62) şeklindeki
sözleridir. Cenab-ı Hak müminlere diyor ki: Ra-sulullah (s.a.) sizden savaş
talebinde bulunduğu zaman, onlar gibi olmayın. Yani, sen ve Rabbin gidin,
ikiniz savaşın, demeyin. Size izin verilmeyen birşeyi ondan istemeyin.
Peygamber size bir şeyi emrederse onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin.[133].
"Ey iman edenler! Musa'ya eziyet edenler gibi
olmayın. Allah Musa'yı onların söylediklerinden temize çıkardı. O Allah
nezdinde değerli bir kuldu."
Yani ey Allah'a ve Rasulüne iman edenler! Rasulullah
(s.a.)'e, onun hoşlanmayacağı ve sevmeyeceği bir şekilde söz ve davranışla
eziyette bulunmayın. Hz. Musa'yı yalan ve iftira ile ayıplamak, Allah'ı
açıktan görmeyi istemek gibi onu âciz bırakacak bir talepte bulunmak, onu
yalnız başına savaşması için terketmek, yahut ondan çeşitli yiyecekler talep
etmek gibi ifadelerle Hz. Musa'ya eziyette bulunanlar gibi olmayın. Allah
Musa'yı, onların söyledikleri yalan ve iftiralardan temize çıkardı. Hz. Musa,
Rabbi nezdinde şerefli, itibarlı ve değerli bir kimse idi. Hasan-ı Basrî diyor
ki: Musa, Allah nezdinde duası makbul bir kimse idi. Bir başka selef âlimi ise:
O Allah'tan ne istemişse, Allah ona vermiştir. Fakat Allah, dünyada görülmesi
talebini, iradesi gereği reddetmiştir.
Peygamberimiz (s.a.)'i incitme örneklerinden biri
Buhari, Müslim ve Ahmed'in Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettikleri şu hadis-i
şeriftir: Rasulullah (s.a.) bir gün ganimet taksimi yaptı. Ensardan bir adam:
- Bu Allah'ın
rızasının murad edilmediği bir taksimdir, deyince Peygamberimiz (s.a.)'in yüzü
kızarmış ve:
- Allah Musa'ya rahmet eylesin. Bundan daha çok
eziyete uğramış ve sabretmiştir, demişti.
Ahmed b. Hanbel yine İbni Mes'ud'dan Peygamberimiz
(s.a.)'in ashabına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiçbir kimse,
ashabımdan hiçbiri hakkında bana bir şey (onun bir kusurunu, bir ayıbını)
bildirmesin. Zira ben sizin yanınıza temiz bir gönülle çıkmayı arzu
ederim."
Hz. Musa'ya eziyet edilmesi, onun incitilmesi
kanaatimizce bedenindeki bir kusurla ayıplanması değil, İbni Mes'ud'dan gelen
birinci hadisin delaletiyle tasarruflarının tenkid edilmesi sebebiyle idi.
Cenab-ı Hak söz veya davranışla Rasulullah (s.a.)'in
incitilmesinden nehyettikten sonra müminlere, kendilerinden beklenilen söz ve
davranışları açıkladı. Bu davranışlar "hayırlı davranışlar", bu
sözler "doğru sözler" olmalıydı. Zira hayrı işleyip şerri
terkedenler Allah'tan korkmuş olur, doğru konuşan da isabetli konuşmuş olur.
Buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz
söyleyin." Ey Allah ve Rasulüne inanlar! Allah'a isyan etmekten sakınmak,
emirlerine sarılmak, O'na O'nu görür gibi ibadette bulunmak suretiyle bütün
işlerinizde Allah'tan korkun. Bütün işlerinizde doğru ve hak söz söyleyin. Bu
ifade içine "Lailâhe illallah" demek, insanların arasını ıslah etmek
girdiği gibi Hz. Zeyd ve Hz. Zeyneb'in durumu hakkında konuşmak da girer.
Peygamber'e, helâl olmayan şeyi nispet etmeyin.
Daha sonra bu iki emir, -davranışlarda hayırlılık,
sözlerdeki dürüstlük- için iki vaadde bulundu. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:
"Böylece Allah amellerinizi salih kılsın ve
günahlarınızı bağışlasın." Yani hayır işlemeye karşılık onlara amelleri
salih kılmak -kabul etmek-mükâfatını vaadetti, sahibini ebedi kalacağı cennete
lâyık kıldı. Doğru söz için de, geçmiş günahların affedileceği vaadini verdi.
Gelecekte kendilerinden meydana gelecek hata ve günahlar için tevbeyi ilham
edecektir.
Allah Tealâ daha sonra da onları itaate teşvik ederek
şöyle buyurdu:
"Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse, şüphesiz o
en büyük kurtuluşa ermiş olur." Yani kim Allah'ın ve Rasulünün emirlerine
itaat eder, nehiyler-den kaçınırsa, cehennem ateşinden korunmuş olur. Ebedî
nimete lâyık olur. Allah'a itaat Rasulullah (s.a.)'e itaatle aynı olduğu halde
Cenab-ı Hak itaat edenin Allah nezdinde ahid, Rasulullah (s.a.) nezdinde de
önemli bir yer kazanacağını beyan etmek için her ikisini birarada toplamıştır.[134]
Bu ayetlerden şu neticeler çıkarılmaktadır:
1-
Kur'an'ın ilgi ve uyarısı insanlardan sadece bir gruba ait olmamıştır. Allah
Tealâ, Rasulullah'a ve müminlere eziyette bulunan kâfirlerle münafıkları
zikrettikten sonra müminleri de eziyet etmekten sakındırdı. Onları
peygamberleri Hz. Musa'ya eziyet eden İsrailoğulları'na benzemekten sakındırdı.
Hz. Muhammed ve Hz. Musa'nın eziyete uğrama,
incitilme örnekleri ihtilaflı konulardandır. Rivayete göre: Onların Hz.
Muhammed (s.a.)'e eziyetleri; Muhammed oğlu Zeyd, demeleri yahut Peygamberimiz
(s.a.) ganimet taksim ettiğinde Ensar'dan bir adamın "Bu, Allah rızası
gözetilmeyen bir taksimdir." demesidir. Zira bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.) kızmış ve şöyle demiştir: 'Allah Musa'ya rahmet eylesin. O bundan daha
çok eziyete uğramış, ama sabretmişti."
Hz. Musa'ya eziyet edilmesine gelince İbni Abbas ve
bir grup tefsir âlimine göre daha önce de geçtiği gibi: Onun, husyelerinin
şişkinliğiyle suç-lanmasıdır.
Hz. Ali ise şöyle demiştir: İsrailoğulları, Musa
Harun'u öldürdü, diyerek Musa'yı incitmişlerdir. Halbuki Harun, Musa ile
birlikte (Tur-ı Sina yarımadasının ortasındaki) Tîh çölünden çıktıktan sonra,
Sina'daki bir dağda ölmüştü.
Bir başka rivayete göre; Hz. Musa'ya yapılan eziyet
İsrailoğulları'nın kendisine sihirbazlık ve cinnet ithamında bulunmalarıdır. Bu
konuda başka rivayetler vardır.
Kurtubî diyor ki: Doğru olan birinci görüştür. Bütün
bunların hepsini yapmış olmaları da ihtimal dahilindedir. Allah, onu bunların
hepsinden temize çıkarmıştır.
Hz. Musa'nın yıkanması kıssası, elbisesini taş
üzerine koyup insanlardan uzak ıssız bir bölgede çıplak olarak suya girmenin
caiz oluşuna delil sayılmıştır. Bu cumhurun görüşüdür. İbni Ebî Leylâ -sahih
olmayan- bir hadisi delil getirerek bunu reddetmiştir.
2- Hz.
Musa (a.s.) Allah nezdinde değerli, itibarlı, şerefli bir kimse idi. Rivayet
edildiğine göre, o Allah'tan ne isterse, Allah ona istediği şeyi verirdi.
3- Allah
Tealâ bütün davranışlarda hayırla davranmayı, yahut takva sahibi olmayı,
sözlerde ise doğruluğu farz kılmıştır. Bu Rasulullah ve müminlere karşı
yapılması yasaklanan eziyete mukabil getirilmiş bir hükümdür.
4- Allah
Tealâ doğru söze ve takvaya karşılık olarak amellerin salih olması (kabul
edilmesi, bu amelleri işlemeye muvaffak kılmak suretiyle fasit değil, bereketli
amel kılınması) ve günahların bağışlanmasıdır. Derece ve yüksek mertebe olarak
bu senin için yeter!
5- Kim emrettiği ve nehyettiği hususlarda
Allah'a ve Rasulüne itaat ederse, cehennemden kurtulmuş ve cenneti kazanır, çok
sevaba, daimî ve ebedî mükâfata, erişmiş olur.
[135]
72- Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif
ettik. Onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi.
Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir.
73- Bunun neticesi olarak Allah mü- nafık erkeklere
ve münafık kadınara müşrik erkeklere ve müşrik
kadınlara azap edecek, mümin er- keklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif
ettik." temsilî istiaredir. Emanet ve emanetin içindeki ağırlık ve sonsuz
şiddet göklere, yere ve dağlara teklif edilse, bunların taşımaktan
kaçınacakları ve korkacakları çok çok ağır bir şeyle temsil edilmiştir.
"Allah münafık erkeklere ve münafık kadınlara
... azap edecek." ayeti ile "Mümin erkeklerin ve mümin kadınların da
tevbelerini kabul edecektir." ayetleri arasında mukabele denilen sanat
yapılmıştır.
Surenin "kâfirlere ve münafıklara itaat
etme." şeklindeki başlangıcı ile "Allah münafık erkek ve münafık
kadınlara ... azap edecek" şeklindeki sonucu ile bedi' ilminde
"Reddü'l-acüzi ales-sadr" diye adlandırılan sanat yapılmıştır.
Başlangıç, münafıkların kötülenmesi; sonuç, münafıkların kötü akıbeti
hakkındadır.
[136]
"Biz emaneti" yapılmasında sevap ve
terkedilmesinde günah olan namaz gibi şer'i mükellefiyetleri "göklere,
yere ve dağlara teklif ettik." Bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi
vacip olduğu için bunlara "emanet" adı verilmiştir. Cenab-ı Hak
tabiatta olanlara aykırı olarak bu emaneti önce bu varlıklara teklif etmiştir.
"Onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. " Ayetin manası
şudur: Bu büyük varlıklar şuur ve idrak sahibi olsalar ve bu emanet bu
varlıklara teklif edilmiş olsa, bunu yüklenmekten çekinir, bundan korkarlardı.
Ama "insan", insanlığın babası Âdem bünyesinin zayıflığına ve
kuvvetinin yetersizliğine rağmen kendisine bu emanet teklif edilince
"bunu", bu emaneti "yüklendi." Eğer bunun haklarını yerine
getirirse, her iki dünyanın hayrını kazanacaktır. "Şüphesiz ki insan"
bu emanetin haklarını üstlendiği zaman aldığı bu yük sebebiyle kendi nefsine
"çok zalim", bunun hakkını bilme hususunda "çok cahildir."
Bu son cümle insan cinsinin çoğunluk itibariyle vasfıdır.
Ayetten maksat taatin yüceliğini bildiren az önce
geçmiş olan: "Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse, büyük bir kazanç elde
etmiş olur." şeklindeki vaadi tekrar ortaya koymaktadır.
"Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere
ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek,"
İnsanoğlu azap olunması için bu emaneti yüklenmemiştir. Fakat bunu yüklenmiş,
neticede münafıklık yapan, şirk koşan ve dolayısıyla emanete ihanet eden,
peygamberleri yalanlayan ve verdiği sözden cayan kimselere azap edilecek, iman
edip de yüklendikleri ibadet v.b. emanetleri yerine getirenlerin tevbeleri
kabul edilecektir.
Zemahşerî diyor ki: Emaneti yüklenmenin neticesi
azaptır. Nitekim "Terbiye etmek için onu dövdüm" cümlesindeki
terbiye, dövmenin neticesidir. Kurtubî de bu konuda Zemahşerî'ye tâbi
olmuştur.
Allah emaneti zayi eden "münafık erkeklere ve
münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek,"
Allah emaneti yerine getiren "mümin erkeklerin ve mümin kadınların da
tevbelerini kabul edecektir. " Tevbeyi kabul vaadi, "Şüphesiz ki
insan çok zalim ve çok cahildir." ifadesi insan fıtratının durumuna
yöneltilmiş bir ifade olduğuna delildir. İnsanoğlu genellikle nefsine karşı çok
zulümkâr ve Rabbine karşı çok bilgisizdir. "Allah çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir." Müminlere karşı çok affedici ve onlara karşı çok
merhametlidir. Müminlerin hata ederek işledikleri günahlardan dolayı
yaptıkları tevbeleri kabul edecektir ve taatle-rine karşı onlara sevap
verecektir.
[137]
Allah Tealâ kendisine ve Rasulüne itaat eden
kimselerin büyük bir kazanç elde edeceklerini beyan ettikten sonra, taate
ulaşma vasıtasını beyan etti. Bu vasıta şer'î yükümlülüklerin yerine
getirilmesidir. Bu şer'î yükümlülüklerin uygulanması gönüllere ağır gelmekte
olup tahammül etme ve gayrete ihtiyaç vardır.
Cenab-ı Hak mükelleflerin itaat etmeleri, yahut kabul
etmemeleri ve yükümlülüğün gereğini yerine getirmemelerinin, hiçbir cebir ve
zorlama olmaksızın sadece insanın kendi tercihiyle olduğunu zikretti.
[138]
Allah Tealâ şer'î yükümlülüklerin önemi ve ağırlığını
ve bu yükümlülüklerin göklerin ve yerin bile yüklenmekten kaçındıkları büyük
bir yük olduğunu beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif
ettik. Onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu insan yüklendi.
Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir."
Biz farzlar ve taatler gibi şer'î yükümlülükleri bu
büyük varlıklara teklif ettik. Bu varlıklar buna güç getiremediler, şuur ve
idrak sahibi oldukları farz edilerek bu emanet kendilerine teklif edildi; ama
bu varlıklar bu emanetin sorumluluğunu taşımayı reddettiler ve bunu taşımaktan
korktular. Fakat insan bu emanetle mükellef kılındı. İnsan zayıflığına rağmen
bu emaneti yüklendi. İnsanoğlu bu konuda nefsine çok zulümkârdır ve taşıdığı
emanetin değerini bilme hususunda çok cahildir.
İbni Abbas diyor ki Cenab-ı Hak "emanet"
ile taat ve farzları kastetmektedir. Bunları Âdem'e arzetmeden önce, bu
varlıklara arzetti. Onlar bunu taşıyamadılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hak Âdem'e
şöyle dedi:
- Ben emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettim.
Onlar buna güç getiremediler. Peki, sen bu emanetin içinde olanları alır
mısın?
- Ya Rabbi! Bunun içinde ne var? dedi. Cenab-ı Hak:
- Eğer iyi amel işlersen, mükâfata nail olursun. Kötü
amel işlersen, cezalandırılırsın, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Âdem bu emaneti
alıp yüklendi. Bu, ayette işaret edilen husustur: "Bu emaneti insan
yüklendi. Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir." Bundan murad insan
cinsinin genel durumudur.
"Emanet", eda edilmesi sevaba, zayi
edilmesi cezaya sebep olacak taat ve farzları ihtiva etmektedir. Bu ifade,
üzerinde hiçbir delil olmayan mal emanetlerini de ihtiva etmektedir. Cünüp
kimsenin gusletmesi emanettir, namus emanettir, kulak emanettir, göz emanettir,
dil emanettir, karın emanettir, el emanettir, ayak emanettir.
İnsan, içinde olanları bilmemesi sebebiyle bu emaneti
yüklendi, bu varlıklar ise bu emaneti gayet iyi takdir ettiler. İnsanoğlu
bununla beraber nefsî infialler ve şahsî arzulardan etkilenmektedir, işlerin
sonuçlarını düşünmemektedir. Bu yükümlülükler şehvet hakimiyetini engellemek
ve içgüdüleri ve içindeki dahilî güçlerin tesirini engellemek için bir
vesiledir.
Cenab-ı Hak bu yükümlülüklerin mükellefler arasındaki
neticelerini beyan etmek üzere şöyle buyurdu:
"Bunun neticesi olarak Allah münafık erkeklere
ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, mümin
erkeklerin ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edecektir. Allah çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir."
İnsanoğlunun bu emaneti -şer'î yükümlülükleri-
yüklenmesi neticesi olarak insanlar iki gruba ayrılmıştır:
1- Münafık
erkekler ve münafık kadınlar: Bunlar iman ehlinden korkarak iman ettiğini
ortaya koyan ve küfür ehline tâbi olarak içinde küfrü gizleyen kimselerle;
müşrik erkekler ve müşrik kadınlar, içi-dışı Allah'a şirk koşma ve
peygamberlere aykırı davranma içinde olanlar birinci grubu teşkil etmektedir.
2- İkinci grup ise mümin erkekler ve mümin
kadınlar, yani Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve Allah'a
itaatle amel edenler olup bunlar tevbe ettiklerinde Allah'ın tevbelerini kabul
ettiği, ibadet ve benzeri taşıdıkları emanetleri eda eden kimselerdir. Zira
Allah müminlerin günahlarını çok bağışlayan ve onlara çok merhamet edendir.
Bu ayet Allah'ın insana çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edici olduğunu bildirdiğine ve bizzat ona bakıp onu çok zalim ve çok
cahil olduğunu gördüğüne delildir. Cenab-ı Hak daha sonra ona bu emaneti teklif
etti. İnsanoğlu da mağfiret ve rahmetle takviye edildiğini bildiği için,
zulümkâr olduğundan ve bilgisizliğinden bu emaneti kabul etti. Bunun manası şudur:
İnsanın fıtrî hastalığı vardır. Bu hastalığın ilâcı ve tedavisi ise insanın
tevbe etmesi, Allah'a yönelişi ve taati sebebiyle Cenab-ı Hakkın vereceği
mağfiretin genişliği ve rahmetin çokluğudur.
[139]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Çeşitli
hükümleri ihtiva eden bu sure ilâhî emirlere, yüce şer'î âdaba ve eşsiz
öğütlere sarılmanın vacip oluşu şeklindeki genel bir hükümle sona ermiştir.
2- Emanet
sahih görüşe göre dinî vazifelerin tamamını ihtiva etmektedir. Bu cumhurun görüşüdür.
Allah'ın kullarına emanet olarak yüklediği farzlar bu emanetin bir parçasıdır.
Şer'î yükümlülükler kolay ve basit değildir. Bunlar göklerin, yerin ve
dağların taşımaktan kaçındığı büyük emanetin ta kendisidir.
Hakim et-Tirmizî'nin İbni Abbas'tan rivayet ettiği
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: Allah Tealâ Adem'e:
- Ya Âdem! Ben emaneti göklere ve yere teklif ettim.
Onlar bunu taşıyamadılar. Sen içindekilerle birlikte bu emaneti taşır mısın?
Âdem:
- Ya Rabbi! Bunun içinde ne vardır? Cenab-ı Hak:
- Bunu taşırsan, ecre lâyık olursun. Zayi edersen,
azaba lâyık olursun, dedi. Âdem bu emaneti içindekilerle birlikte aldı.
Cennette sadece ilk namaz ile ikindi arasındaki vakit kadar bekledi. Nihayet
şeytan onu cennetten çıkardı.
3- Gökler,
yer ve dağlara teklifte bulunmak ya mecaz yahut hakikattir, veyahut bir misal
getirmedir.
a) Bir
grup âlim şöyle demiştir: Ayetin manası şudur: Biz emaneti göklerin ve yerin
ahalisi olan meleklere ve cinlere teklif ettik. Onlar bunun yükünü taşımaktan
kaçındılar. Bunun benzeri: "Köye sor" (Yusuf, 12/81) ayeti köy
halkına sor, anlamındadır. Bu mecaz-i mürseldir.
b) Bir
başka âlim grubu ise şöyle demiştir: Bu ayet bir başka çeşit mecazdır. Yani
biz emanetin ağırlığını göklerin, yerin ve dağların gücüyle karşılaştırdığımızda
bu emanete onların güç getiremeyeceklerini ve eğer konuşsalar bundan
kaçınacaklarını ve korkacaklarını görürüz. Bu aynen: Bu yükü deveye teklif
ettim, kabul etmedi, sözü gibidir. Yani sen devenin kuvvetini yükün
ağırlığıyla karşılaştırıyorsun ve onun bundan âciz kalacağını görüyorsun.
c) Hasan
el-Basrî ve bir grup âlim ise şöyle demişlerdir: Bu teklif hakikidir. Yani
Cenab-ı Hak gökler, yer ve dağlara bu emaneti taşımalarını yani sevap veya
cezayı teklif etti. Onlara bunu gösterdi. Onlar da bunun yükünü taşıyamayıp
korktular. Biz ne sevap, ne de ceza isteriz, dediler. Her biri: "Bu
taşıyamacağımız bir iştir. Bizler bize tevdi edilmiş olan emro-lunduğumuz
işleri kabul edip itaat etmeye devam ederiz" dediler. Fakat âlimler diyor
ki: Bilindiği gibi cansız varlıklar sözü anlamaz ve cevap veremezler.
Dolayısıyla bu son görüşte bu varlıklara hayat verilmesi takdir edilmelidir.
Buradaki teklif zorunlu değil, tercih hakkı bulunan tekliftir.
d) Kaffal
ve diğer bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: Bu ayetteki teklif bir misal
vermedir. Yani gökler, yer ve dağlar kendilerinin mükellef olmaları caiz
olsaydı, cisimlerinin büyüklüklerine rağmen onların şer'î hükümlere
bağlanmaları bu hükümlerdeki sevap ve ceza sebebiyle kendilerine ağır gelirdi.
Yani bu mükellefiyet göklerin, yerin ve dağların bile âciz kalacakları bir
iştir. Halbuki insan bu mükellefiyetin altına girmiştir. İnsanoğlu çok zalim
ve çok cahildir. Bir düşünebilse! Bu aynen şu ayet gibidir: "Biz bu
Kur'an'ı bir dağa indirseydik..." (Haşr, 59/21). Sonra da "Bu
misalleri insanlara anlatıyoruz..." buyurulmuştur. Kaffal diyor ki: Allah
Tealâ'nın misal verdiği sabit olduğuna göre ve bize ancak misal şeklinde bazı
haberler geldiğine göre bu ayetin de bu şekilde kabul edilmesi vacip olmuştur.
Ayetten maksat bu şer'î yükümlülüklerin büyüklüğünü
ve ağırlığını beyan etmek, insanın bu yükümlülükler karşısındaki sorumluluğuna
ve bu konuda ihmalkâr olmamasına dikkat çekmektir. İnsanoğlu iki tercih arasındadır:
Ya isyan edip azaba, yahut itaat edip sevaba nail olacaktır. Allah çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
4- İnsan
emanetin sorumluluğunu yüklenmeyi üstlenmiştir. Bunun hakkını yerine getirmeyi
kabul etmiştir. O bu konuda kendi nefsine veya emanete karşı çok zulümkâr,
altına girdiği bu yükü takdir edemeyecek kadar da çok cahildir, ya da Rabbine
karşı çok cahildir.
Emanetin genel oluşuna binaen insan denince bütün
insan cinsi kastedilmektedir. Dolayısıyla kâfiri de, münafığı da, isyankârı
da, mümini de içine alır. Bir başka görüşe göre: İnsandan murad emaneti
yüklenen Âdem aleyhisselâmdır.
5- "Li-yüazzibe:
azap etmek için" kelimesindeki lâm, sayrûret (netice bildiren) lamı desek
de ta'lîl (sebep bildiren) lâm desek de, ya "arazan" kelimesine, ya
da "hameleha" kelimesine mütealliktir. Çünkü sonuç insanların
yükümlülük karşısında isyankârlar ve itaatkârlar olarak iki kısma ayrılmalarıdır.
Zira insan emaneti yüklenmiştir. Elbette onun bu emanet karşısındaki durumu
tek olmayacaktır. Burada emanetin hakkına riayet eden kimseler olacak, Allah da
bunları cennetle mükâfatlandıracaktır. Ayrıca bunun hakkına riayet etmeyen
kimseler olacaktır. Allah da bunlara cehennemle azap edecektir.
Lâm, "arazna" fiiline müteallik olup
sebebiyet lamı olunca ayetin manası şu şekilde olmaktadır: Biz emaneti herkese
arzettik. Sonra da Allah'ın müşriğin şirkinin, münafığın nifakının artaya çıkıp
da Allah'ın kendilerine azap etmesi için, müminin imanının da ortaya çıkıp
Allah'ın kendisine sevap vermesi için biz bu emaneti insanın boynuna yükledik.
Lâm, "hameleha" fiiline müteallik olup
sebebiyet lamı olunca mana şu şekilde olmaktadır: İsyankârın azap görmesi,
itaatkârın sevap alması için insan bu emaneti yüklendi. Zira azap, emaneti
yüklenmenin sonucudur.
Lâm, sayrûret (netice bildiren) lâm olunca ayetin
manası şu şekilde olacaktır: İnsan bu emaneti yüklendi. Sonunda Allah, emanete
ihanet edene azap edecek, emaneti hakkıyla eda edenlerin tevbelerini kabul
edecektir.[140]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/233.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/233.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/233.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/233-234.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/235.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/235-236.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/236-237.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/237-238.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/239.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/239-240.
[11] Vahidî, Esbabü'n-Nüzûl, 201.
[12] a.g.e.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/240-241.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/241-242.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/242-245.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/245-248.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/248-250.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/251.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/251-252.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/252-253.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/253.
[22] Müslim'in, Sah ıh 'inde, Ebu Hüreyre'den rivayet
edilen hadisin metni şudur: "Benim ve benim ümmetimin misali, bir ateş
yakan bir adam gibidir ki hayvanlar ve böcekler bunun içine düşmektedirler. Ben
(ateşe girmemeniz için) sizin kemerlerinizden tutuyorum. Siz ise bunun içine
giriyorsunuz." Alimler diyor ki: el-Hucze (kemer) şalvar için, ma'kıd
(uçkur) bel altı giyilen izar içindir.
[23] Zemahşerî, 11/521.
[24] İbni Kesir, III/1468.
[25] Razî, XXV/197.
[26] İbnü'l-Arabî, el-Bahrü'l-Muhît, III/495.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/253-258.
[28] İbnü'l-Arabî, el-Bahrul-Muhît, III/497.
[29] Kurtubî, XTV/123.
[30] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'an, III/355.
[31] Ancak hadisin senedinde zayıf bir ravi vardır.
[32] Kurtubî, XIV/128.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/258-262.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/265-266.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/266-270.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/270-271.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/271.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/272-274.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/274.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/274-276.
[41] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit, VII/217.
[42] Zemahşerî, 11/533; Bahru'l-Muhit, VII/217.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/276-282.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/282-285.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/285-286.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/286-288.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/288-295.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/296.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/296-297.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/297-298.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/298-299.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/299-302.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/302-305.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/307-308.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/308-309.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/309.
[57] Razî, XXV7208.
[58] Zemahşeri, 11/537.
[59] el-Bahru'l-Muhît, VII/228.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/309-313.
[61] Razî, XXV/209.
[62] Kurtubî, III/1527.
[63] Razî, XXV/209.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/313-316.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/.317-318
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/318.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/318.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/318-323.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/323.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/325.
[70] Gizlenen şey cahiliyedeki evlâtlık edinme âdetini ve
tesirlerini iptal etmek için Allah tarafından kendisine emredilen,
Peygamberimiz (s.a.)'in Hz. Zeyneb'le evlenmesi olayıdır. Yoksa murad, Celâleyn
Tefsiri ve diğer bazı tefsirlerde nakledilen Zeyneb'in Zeyd'le evlendikten bir
müddet sonra Peygamberimiz (s.a.)'in Zeyneb'i görüp onu sevmesi ve bunu
gizlemesi değildir. Bu söz batıl olup aslı yoktur. Peygamberlik makamıyla
bağdaşmaz. Zira Zeyneb Peygamberimiz (s.a.)'in halasının kızı olup onu eskiden
tanıyordu. Zeyneb'i Zeyd'le evlendirmeden önce kendisinin Zeyneb ile evlenmesi
de mümkün idi.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/325-327.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/327-329.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/329.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/329-334.
[75] Kurtubî, XIV/188.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/334-339.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/340.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/340-341.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/341.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/341.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/341-343.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/343-344.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/345.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/345-346.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/346-347.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/347.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/347-350.
[88] Kurtubî, XIV/200.
[89] İbnü'l-Arabî, III/1534.
[90] Cessas, Ahkâmü'l-Kur'ân, III/364.
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/350-357.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/359.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/359-360.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/360-361.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/361.
[96] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/154.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/361-366.
[98] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/1549-1553; Kurtubî,
XIV/211-213
[99] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/1559
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/366-376.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/377-378.
[102] Bu bölümlerden ayetlerin tefsiri okunurken
Peygamberimizin evinin günümüzdeki gibi çok odalı, banyo ve tuvaletli bir ev
olmadığı gözönünde tutulmalıdır. (Çeviren).
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/378.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/378-381.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/381-382.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/382-385.
[106] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, III/1565.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/385-389.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/390.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/391.
[110] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/391.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/391-397.
[112] Fakat İbni Kesir bu hadis hakkında: Çeşitli
rivayetleriyle bu hadis sahih değildir, -yani zayıftır- demiştir.
[113] Üsame (r.a.) "el-Hıbb ibnü'1-Hıbb"
(Sevgilinin oğlu sevgili) lakabıyla tanınmıştı. Üsame son derece siyah, ama
babası Zeyd b. Harise beyaz tenli idi.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/397-400.
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/401.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/401-402.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/402.
[118] el-Bahru'l-Muhît, VII/250.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/402-403.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/403-404.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/405.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/405-406.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/406.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/406-407.
[124] Kurtubî, XIV/284.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/407-408.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/409.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/409.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/409-410.
[129] İbni Kesir, III/519.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/410-412.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/412-413.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/414.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/414-415.
[133] Razî, XXV7233. Son cümle Buhari ve Müslim'in Ebu
Hureyre'den naklettikleri: "Size neyi emretmişsem, onu gücünüz yettiği
kadar yerine getirin." hadisinden alınmıştır.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/415.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/415-417.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/417-418.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/419.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/419-420.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/420.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/421-422.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/422-424.