SEBE' SÛRESİ 8

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 8

Meali: 8

Allah, Her Zaman Övülmeğe Lâyıktır. 8

Göklerde Ve Yerde Olup Biteni Bilmesi 9

Kıyamet Mutlaka Kopacaktır. 9

Zerre Ve Atom.. 9

Kıyametin Hikmeti 10

Rızk-ı Kerîm.. 10

İlâhî Âyetlerin Tesirini Gidermek İsteyenler. 10

Gerçeği Araştıran İlim Adamları 11

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

Öldükten Sonra Dirilmeye En Güzel Misal Bitkilerdir. 11

Âhirete İnanmayanlar Derin Bir Sapıklık İçindedirler. 12

İnkarcının Aklına Ve Vicdanına Sesleniliyor. 12

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali: 13

İlgili Hadîsler. 13

Dâvud Peygambere Üstünlük Verilmesi 13

Dağların Ve Kuşların Davud'la (A.S.) Birlikte Tesbîh Etmesi 13

Rüzgârın, Süleyman Peygamber'e Baş Eğdirilmesi 14

Eritilmiş Bakırın Akıtılması 14

Cinlerden Yararlanma. 14

Maharîb Ve Temâsîl 15

Çocuk Oyuncakları 16

Şükredenler Az Olur. 16

Süleyman Peygamber'in Ölüm Olayı 16

Cinlerin Gaybı Bilmemesi 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

İlgili Hadîs. 18

Sebe' Ülkesi 18

Arîm Barajı 18

Ancak Nankörler Cezalandırılır. 19

Elde Edilen Fırsatlar İnsan Karakterini Belirler. 19

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali; 19

İlgili Hadîsler. 20

Şefaat Yetkisi 20

Batıl İlâhların Kudretsizliği 21

Her Millet Kendi Yaptığından Sorumludur. 21

Mücadele Halinde Olan İki Taraf Da Haklı Olamaz. 21

Âyetler Arasinda Bağlantı 21

Meali: 22

Bâtılı Temsîl Edenlerin Katı Tutumu. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali : 23

İniş Sebebi 23

İlgili Hadîsler. 23

Ülkenin İleri Gelen Şımarıkları 23

Rızkı Genişleten Ve Daraltan Allah'tır. 24

İnsanı Allah'a Yaklaştıran Amel Ve Faziletler. 24

Dini, Gericiliğin Baş Âmili Sayanlar. 24

Rızık Konusu Dindarlığa Veya Dine Bağlanmamıştır. 25

Allah İçin Harcamak. 26

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali: 26

İnkarcı Müşriklerin, Sapık Maddecilerin Biraraya Getirilmesi 27

İnkarcının Bilgisizce İnadı 27

Kur'ân'ın Hak Olduğunu Reddeden Kutsal Bir Kitap Yoktur. 27

Mekkeli'lere Daha Önce Uyarıcı Bir Peygamber Gönderilmemiştir. 28

İnkarcıların Maddî Gücü Kurtarıcı Olmamıştır. 28

İnsafla Ayağa Kalkıp Gerçeği Aramak. 28

Âyetler Arasında Bağlantı 29

Meali: 29

Hakk'a Çağrı Görevi Sürdürülürken Ücret Alınmaması 29

Hakk'ın Bâtılın Beynine Çarpılması 29

Hakkın Gelmesi 29

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali: 30

Doğru Yolu Bulup İlâhî Buyruğa Uyanlar. 30

Korkup Telaşa Kapılacakları Gün. 30







SEBE' SÛRESİ

 

Cumhura göre sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Altıncı âyetinin Me­dine'de indiğini söyleyenler olmuşsa da pek sıhhatli kabul edilmemiştir. Di­ğer bir gruba göre, sûrenin tamamı Medine'de inmiştir.[1]

Birincilerin görüş ve tesbiti ağırlık kazanmıştır, yani sûre Mekkî'dir.

Yemen tarafında Sebe' şehrinden ve ora halkının azıp tuğyan etme­sinden, sonra da bu yüzden sel baskınına uğratılıp yok edilmelerinden söz edildiği için sûreye «Sebe'» adı verilmiştir.

Âyet sayısı :     54

Kelime sayısı:    883  

Harf sayısı: 3512 [2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- Allah'ı lâyıkıyla övmenin, O'na hamd-u senada bulunmanın lüzu­mu üzerinde duruluyor.                            

2- Öldükten sonra ikinci hayatın başlayacağı açıklanıyor.

3- Peygamberleri alaya alanların sapıklık ve ölçüsüzlüklerine dik­katler çekiliyor.

4- Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.)a verilen geniş nimetlerden söz ediliyor.

5- Sebe' ülkesinde yaşayanların aşırı inkâr ve nankörlüklerinin ge­tirdiği felâket ve azap misal veriliyor.

6- Putlara tapanların âhiretteki durumlarından ibretli safhalar ve­riliyor.

7- Uyanlarla uyulanlar arasında geçecek ibretli bir tablo çiziliyor,

8- Mal ve evlâdının çokluğuyla gurura kapılan şımarıkların her de­virde peygamberlere iftirada bulundukları bildiriliyor.

9- Allah'a  ortak koşan  putperestlerin  Kur'ân âyetlerini  duydukça onun uydurma sözler ve masallar olduğunu iddia ettikleri ve Hz. Muham-med'in (A.S.) bu uydurma sözlerle Mekkeli'leri dede ve babalarının yolun­dan ayırmak istediğini etrafa yaydıkları ve aleyhinde menfi propagandada bulundukları konu ediliyor.

10- İnkarcıları uyarmak, akıllarını  harekete geçirmek için delil ve belgeler sıralanıyor.

11- Peygamberin (A.S.) bir uyarıcı olduğu, bâtılda ısrar edip hakka sırt çevirenleri uyardığı açıklanarak bir bakıma Peygamber'in (A.S,) göre­vinin ana çizgisi ortaya konuyor.

12- Kıyamet gününde, gerçeği görüp anlayan müşriklerin derin bir pişmanlık duyacakları ve dünyaya dönmek isteyecekleri haber verilerek ölmeden önce  pişmanlık duymalarının yararlı  olacağına  işaret ediliyor. [3]

 

Meali:

 

1- Hamd o Allah'a ki, göktekiler de, yerdekiler de O'na aittir. Âhiret'-te hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, (her şeyden) haberlidir.

2- Yere girenleri, yerden çıkanları; gökten inenleri, göğe yükselen­leri bilir. O, çok merhamet edendir, çok bağışlayandır.

3- Küfre saplananlar, «Kıyamet bize gelmez» derler. De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbıma and olsun ki elbette Kıyamet size gelecektir. Gökler­de ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'nun ilminden uzak kalmaz. Bun­dan daha küçüğü de, daha büyüğü de mutlaka o açık ve açıklayıcı kitap­tadır.

4- Çünkü imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları mükâfatlandı­racak. İşte bunlara mağfiret (bol bağışlanma), çok şerefli, göz ve gönül doldurucu rızık vardır.

5- (Bizi) âciz bırakmak için yarışıp âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde) çaba gösterenlere gelince, onlara elem verici murdar bir azap vardır.

6- Kendilerine ilim verilen (gerçekçi âlim)ler ise, Rabbından sana in­dirilenin hak olduğunu ve çok güçlü, çok üstün, övülmeğe hep lâyık olanın yoluna irşâd ettiğini görüp bilirler.

 

Allah, Her Zaman Övülmeğe Lâyıktır       

 

«Hamd o Allah'a ki^öktekiler de, yerdekiler de O'na aittir..»

Sûreye hamd ile başlanmıştır. Zira Cenâb-t Hakk'ın dünyada kurduğu düzen; âhirette kuracağı yeni bir düzen bütünüyle ve her parçasıyla O'nun her zaman övülmeğe lâyık olduğunun delilidir.

Hamd : Allah'ı, her türlü iyiliğin, faziletin, rahmetin, gufranın, kuvvet ve kudretin gerçek kaynağı olduğunu dikkate alarak övmek ve O'nun kad­rini bilmek anlamına gelir.

Arapçada Allah'ı övme konusunda üç ayrı kavram bulunmaktadır: Hamd, medih ve şükür. Buna bîr dördüncüsünü ekliyenler de olmuştur. On­lara göre, «sena» da Allah'ı övmede kullanılan sözlerden biridir.

Aslında hamd, medihten daha özel, şükürden daha genel bir mana taşıdığtndan Kur'ân'da bu kavrama daha çok yer verilmiştir, fürkçemizde ise, «hamd»ın tam karşılığı yoktur; onu ancak birkaç cümleyle açıklama­mız mümkündür. Medih ise, bir şey görüldüğü veya düşünüldüğü zaman onu över mahiyette ortaya konulan bir değer bilme duygusudur. Ancak o şeyde üstün kuvvet ve kudret, rahmet ve inayet aranmaz. Şükür kavra­mına gelince: Ancak yapılan iyilik ve yardım karşılığında izhar edilen bir övgüdür. Hamd böyle değildir, yukarıda da belirttiğimiz gibi o daha geniş ve kapsamlı bir mana taşımaktadır. O bakımdan Cenâb-ı Hak, her türlü üs­tünlüğe sahip bulunduğu, kuvvet ve kudretin O'na mahsus olduğu ve bü­tün nîmetlerin ve feyizlerin O'ndan geldiği için övülmeğe çok lâyıktır. Nîmet versin vermesin, ihsanda bulunsun bulunmasın mutlak kudret sahibi olduğu için övülür, hamd edilir.

Nitekim konumuzu oluşturan âyette «hamd»ın ölçü ve kapsamı en gü­zel şekilde belirtilmekte; her iki hayatı en güzel ve en uygun biçimde dü­zenleyen ve hepsini insandan yana çevirip onun hizmetine veren Allah el­bette her türlü övgünün üstünde bir övgüye lâyıktır, denilmekte ve «hamd» kavramıyla bu geniş mana işlenmektedir.

Öyle değil midir? Varlık âlemi bütünüyle Allah'ındır. Âhiret âlemini meydana getirecek O'dur. Yerin dibine giren ve çıkan her şeyi O bilir; gök­ten inen her şeyi O takdir eder; yerden göğe doğru yükselen her şeyden mutlak anlamda haberdâr olan yine O'dur. O, rahmet ve gufran kaynağı­dır. O halde hamd edilmeğe hep O lâyıktır. Bu hikmete binaendir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de beş sûreye hamd ile baş­lanmıştır. [4]

 

Göklerde Ve Yerde Olup Biteni Bilmesi

 

«Yere girenleri, yerden çıkanları; gökten inenleri, göğe yükselenleri bilir..»

Bu âyet ilâhî ilmin her şeyi kapsayıp kuşattığını bildirirken, her şeyin aynı zamanda ilâhî kudretin yüksek tezahürüyle belli ölçüye göre yara­tıldığını; her şeyin düzenli harekette bulunup belirlendiği ve programlan­dığı şekilde hizmet verdiğini öğretmektedir. Çünkü göktekiler de, yerdeki­ler de O'na aittir. O bakımdan da varlıkta her şey O'nun kudretini yansıt­makta ve sadece O'nu övmektedir. Âhiret hayatı da yine O'nun kudretinin ikinci bir tezahürüyle belirlenip ortaya çıkar; ilâhî plânda çizildiği ölçü ve anlamda gerçekleşir. Çünkü Cenâb-ı Hak Hakîm'dir, Habîr'dir.

Birinci sıfat, O'nun her işinin plânlı, programlı, maksatlı, dengeli ve düzenli olduğuna; ikinci sıfat O'nun unutkan olmadığına, gaflet etmediği­ne, uyumadığına, uyuklamadığına; ilmiyle, görme ve işitme kudretiyle her şeye mutlak anlamda nüfuz ettiğine delâlet etmektedir.

Cenâb-ı Hak, yerin altında ve üstünde olup bitenleri, yere inip, göğe çıkan her şeyi hakkıyla bilir. O bakımdan bu anlatım bütünüyle hayatın sırrına işaret etmekte ve tabiat olaylarını meydana getiren sebep ve il­letleri, belli kanunlara, plân ve programlara göre oluşturup harekete ge­çiren, bizim göremediğimiz görevli meleklerin bulunduğuna dikkatlerimizi çekmektedir.

Karada ve denizde yaşayan canlıları sevk ve idare eden kimdir? Ta­vuk yumurtasından çıkan civcivin karada dolaşmasını; ördek veya kaz yu­murtasından çıkan yavrunun suya doğru koşup yüzmesini sağlayan veya programlayan kimdir? Canlılar arasında tabii eleme kanununu işler durum­da tutan kim olabilir? İlim bunları zahirî sebeplere bağlarken, sebepleri oluş­turup harekete geçiren gizli ellerden ve görevli meleklerden söz etmez. Kur'ân bize ışık tutar, ipucu verir ve olaylar, konular üzerinde iyice dü­şünmemizi emreder. Çünkü Allah'ın rahmet ışınları her varlığa nüfuz et­mekte, ilmi her varlığı kapsamaktadır. Eşya sadece O'nun kudret damga­sını taşımakta, O'nun yüGe sanatının izlerini yansıtmaktadır.

İşte insanoğlu bu gerçekleri görüp anladığı, idrâk edip Hakk'a yönel­diği nisbette geleceğini hazırlamış olacak ve o oranda ilâhî rahmet ve gufrana mazhar kılınacaktır. [5]

 

Kıyamet Mutlaka Kopacaktır

 

«Küfre saplananlar, «kıyamet bize gelmez» derler. De ki: Hayır, gaybı bilen Rabbima and olsun ki elbette kıyamet gelecektir..»

Böylece inkarcı sapıkların, azgın maddecilerin iddiası reddedilirken, varlık âleminde çok mükemmel bir düzenin hâkim olduğu belirtiliyor. Her düzenin bir düzenleyicisi bulunduğunu inkâr edemiyeceğimize göre, kâinatı kusursuz bir düzenle ayakta tutan ve «el-Hayyu, el-Kayyum» sıfatlarını za­tında taşıyan Cenâb-ı Hak, hikmeti gereği bu düzeni bozup, insanın ebedî hayatını devam ettirmeye elverişli ikinci bir düzeni kuracaktır. O, bu bilgi­yi kendi zatına yemin ederek haber vermekte ve her türlü şüphelerin yer­siz ve neticesiz olduğuna işarette bulunmaktadır. [6]

 

Zerre Ve Atom

 

«Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'nun ilminden uzak kal­maz. Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de mutlaka o acık ve açıkla­yıcı kitaptadır.»

Zerre : Kök mâna olarak en küçük karıncaya delâlet eder; etrafa da­ğılıp saçıldikları ve bir de çok küçük oldukları sebebiyle onlara «zerr» de­nilmiştir. Ayrıca pencereden içeri vuran güneş ışınında uçuşan küçücük toz hakkında da kullanıldığı çok yaygındır.

Bu son manayla «zerre» en küçük parça demektir ki, eskiden ona «cüz'iyetecezza» yani «parçalanmayan, bölünmeyen parça» denirdi.

Cenâb-ı Hak bu küçük parçayı misal verirken çok dikkat çekiei ve düşündürücü bir anlatımla atıfta bulunarak atoma işarette bulunmuştur. Zira «bundan daha küçüğü» tabiri bizi ister istemez atom çekirdeğine ve etrafında dönen elektronlara götürmektedir.

Böylece kâinat plânında yer alan her şey, atomundan diğer cisimlere varıncaya kadar «kitab-i mübîn»de yazılıp hazırlanmıştır. Bu, «Levh-i Mah­fuz» olabileceği gibi, Kur'ân-ı Kerîm veya «Kâinat Kitabı» da olabilir. Zira kâinat bütünüyle ilâhî kudretin tecellilerinin, sanatının erişilmezliğini, plân ve programının kusursuzluğunu satır satır yazmakta ve yansıtmaktadır. Ayrıca Cenâb-ı Hak, kâinatı yaratmayı irâde edince, önce onun plânını ve kıyamete kadar meydana gelecek olayları ve plânda yer alan küçük, büyük her şeyi kusursuz şekilde «Levh-i Mahfuz» denilen ana kitaba yaz­mıştır.

Yukarıdaki âyetle bu incelikler anlatılmakta ve kâinat hakkında daha iyi düşünmemiz istenmektedir.

Resûlüüah (A.S.) Efendimiz bu konuda bize ışık tutarak şöyle biigi vermiştir:

«Allah'ın ilk yarattığı şey, kalem'dir. Ona «yaz» dedi. O da «ne yaza­yım?» diye sordu. Cenâb-ı Hak ona: «Kıyamet gününe kadar olacak her şe­yi yaz» buyurdu..» [7]

Konunun önemine binâen «KitabMübîn» sözü Kur'ân'ın dokuz veya on yerinde geçmektedir. Yer aldığı konu ve cümleye göre yorum istemekte ve hafızalardaki izi derinleştirerek kâinatta meydana gelen olayların tesadüf? olmadığını kalp ve kafalara işlemektedir.

Bunlardan beşi Kur'ân-ı Kerîm'e, beşi de Levh-i Mahfuz'a delâlet et­mektedir.[8]

 

Kıyametin Hikmeti

 

Kur'ân, kıyamet oiayinm birçok hikmete yönelik bulunduğunu sırası geldikçe açıklamakta ve aydınlatıcı bilgi vermektedir. Onları şöyle özetle­yip maddeleştirebiliriz :

a) İnsan ruhu Allah'tan gelmedir ve ölümsüzdür. Bu bakımdan ebedî hayat için yaratılmıştır. Dünya hayatında geçici bir süre için hazırlanan bedende eyleşir, sonra ayrılıp hic ölmeyecek bedenin yaratılmasını bekler.

b) Ebedî hayatın ne demek olduğunu anlayabilmemiz için ruhumuz bir süre dünyaya gönderilmiştir.

c) Dünya hayatı olmasaydı, âhiret hayatının anlamı ve hikmeti anla­şılmazdı; âhiret hayatı olmasaydı dünya hayatı anlamsız ve hikmetsiz ka­lırdı,

d) Nefis ve ruh ile donatılan ve kendi hür iradesiyle başbaşa bırakılan her insanın anlayış, tutum ve inancını belirlemek, içindeki cevherinin or­taya çıkmasını sağlamak için dünya hayatı gerekli bir dönüm noktası, bir imtihan devresi kılınmıştır. O bakımdan dünyada işlenen her iş ve amelin karşılık görmesi için de bir hesap dönemi ve âhiret âlemi gereklidir.

İşte ilgili âyetle bilhassa (d) maddesi belirtilmektedir. [9]

 

Rızk-ı Kerîm

 

«Çünkü imân edip iyi yararlı amellerde bulunanları mükâfatlandıracak. İşte bunlara mağfiret (bol bağışlanma), çok şerefli, göz ve gönül doldurucu rızık vardır.»

Rızk-ı Kerîm sözü geniş yorum isteyen bir anlatım tarzıdır. Kerîm, ke­rem kökünden türetilen bir sıfattır. İyi, âlicenap, cömert, vicdanı gelişip iyilikten ve hayırdan yana seslenen kişilere sıfat olarak gelir. Rızk'a sıfat olarak kullanılması, o rızkı verenin yüceliğini, cömertliğini yansıtmaya yö­neliktir. İlim dilinde buna «mecaz-i mürsel» denir.

Kerîm olan Allah'ın mü'minlere vereceği rızık, şüphesiz ki cennet ve oradaki yüce nîmetlerdir. [10]

 

İlâhî Âyetlerin Tesirini Gidermek İsteyenler

 

«(Bizi) âciz bırakmak için yarışıp âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde) çaba gösterenlere gelince : Onlara elem verici murdar bir azap vardır.»

İnkâr hastalığına yakalanıp putperestlikle, maddecilikle beyinleri yıka­nanların, hakkı yansıtan Kur'ân âyetlerini dinlemeye hiç tahammülleri yok­tur. İlâhî beyan kalplerde olumlu tesir bırakmasın diye her fırsatta koşup dururlar. Nefisleri birçok yönden akıl ve idrâklerini kendi kumandası altı­na alıp duygularını ön plâna getirmiştir. O bakımdan kendilerine verilecek ceza da, vicdanları ve nefsanî arzuları kadar murdar olacaktır.

Şüphesiz Allah'ın âyetlerini küçümseyenler hep küçülmüşlerdir. Gün-düzleyin çok karanlık bir dehlize giren kimse, güneşin varlığını ve onun ortalığı aydınlattığını inkâr etse bile, güneş yine de vardır ve dünyayı ay­dınlatmaktadır. O bakımdan Kur'ân âyetleri her yönüyle insanların hem dünyada, hem âhirette mutlu, güvenli ve huzurlu hayat sürmelerine ve Ya­ratan ile yaratılanlar arasındaki engelleri kaldırmaya yönelik bulunmakta­dır. İnkarcı sapıklar bu gerçeği red ve inkâr etseler de, etmeseler de o, güneş misali hep var olacak ve gönülleri, vicdanları ve kafaları aydınlatma­ya devam edecektir. [11]

 

Gerçeği Araştıran İlim Adamları

 

«Kendilerine ilim verilen (gerçekçi âlim)ler ise, Rabbından sana İndirilenin hak olduğunu ve çok güçlü, çok üstün, övülmeğe hep lâyık olanın yoluna irşat ettiğini görüp bilirler.»

Kur'ân, her vesileyle ilme ve ilim adamına takdîr sunmaktadır. Ger­çekleri, daha çok hakikati arayan ilim adamları görüp anlarlar ve teslimi­yet göstererek hakkı kabul ederler. Nitekim Asr-ı Saadet'te Abdullah b. Selâm, Selmân el-Fârisî, Ebû Zer el-Gıffarî ve emsali çağın ilim adamları Kur'ân'ın insan gücünü aştığını görmekte gecikmemişler ve onun Allah sö­zü olduğunu kabul ederek son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) inan­mışlar ve daire-i İslâm'a girmekle bahtiyar olmuşlardır.

Zira onların ciddi araştırması ve konuya objektif olarak eğilmeleri, kendilerini şu kesin sonuca götürdü: Kur'ân her âyet ve süresiyle insan hayatını en mükemmel şekilde düzene sokan ve bütünüyle insanlıktan ya­na rahmet ve feyiz olan bir kitaptır. Hiçbir zaman bu ölçü ve muhtevada ve üstün yararda bir kitap, insan kafasının ürünü olamaz ve tarihte bunun misali yoktur.

Nitekim beşinci âyetin sonunda bu inceliğe işaretle CenâbHakk'ın Azîz ve Hamîd diye iki sıfatı kullanılmıştır. Birincisi, Kur'ân ancak çok üs­tün, çok güçlü olan yüce kudretin eseri olabilir gerçeğini; ikincisi, o yüce kudretin her fiil ve tecellisiyle övgüye lâyık bulunduğunu yansıtır.

Tarihte, İslâm'ı ve Kur'ân'ı, sonra da Hz, Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini tarafsız bir gözle inceleyen ilim adamlarının çoğunun doğru yolu seçmekten başka bir şey düşünemediği de belirtilmiştir. Hemen her çağda bunlardan birkaç tanesine rastlamak mümkündür. Son birkaç yıl içinde Fransız ilim adamlarından Maurice Bucaille, Jaçques Cousteau (Kaptan Kusto); yine Fransız düşünürlerinden Roger Garaudy; Hollanda Parlamen­to Üyesi Düşünür Mr. Poul ve Ay'a ilk ayak basan Neil Armstrong'un ciddi araştırmalarıyla İslâmiyeti kendilerine din olarak seçtiklerini görüyoruz. Konumuzu oluşturan âyette Cenâb-ı Hak bu gibi ilim adamlarını övmekte ve misâl göstermektedir. [12]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kâinatın bütünüyle Allah'a ait olduğu ve o ba­kımdan O'nun her zaman övülmeğe lâyık bulunduğu konu edildi. Kıyâmet'e inanmayanlar bu konuda uyarılarak, ikinci hayatın mutlaka başlatılacağı açıklanarak, ölmeden önoe hakka yönelmeleri tavsiye edildi. Sonra da imanla sâlih amelleri birleştirip bütünleştiren mü'minler müjdelendi ve Kur'ân'ı ilim ve insaf gözüyle okuyan ilim adamlarının inkârda ısrar etme­dikleri, hakikati anlayınca hemen dönüş yapıp Allah'a yöneldikleri misal verilerek ilme ve ilim adamına takdir sunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı maddecilerin, sapık müşriklerin ölüp top­rağa karıştıktan, ufalanıp toz haline geldikten sonra dirilmenin söz konu­su olamıyacağı iddiaları üzerinde duruluyor ve bu haberi veren Hz. Mu-hammed'i (A.S.) aklî dengesizlikle suçladıklarına dikkatler çekiliyor. Sonra da âhirete inanmayanların derin bir sapıklık içinde bulundukları belirtile­rek İlâhî kudretin her şeye yettiğine parmak basılarak, ilâhî irâde tecelli edecek olursa, inkarcıları yerin dibine geçirebileceği veya üzerlerine gök­ten bir parça (meteor) indirebileceği hatırlatılıyor. [13]

 

Meali:

 

7- O küfre saplanıp kalanlar ise, size, ölüp didik didik hale geldiği­nizde yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir adamı salık verelim mi? derler.

8- O, Allah'a karsı yalan mı uyduruyor, yoksa kendisinde aklî den­gesizlik mi var? Hayır, Âhiret'e inanmayanlar (haktan çok) uzak sapıklıkta ve azap içindedirler.

9- Gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında bulunan (açık belge­leri, isbotlayıcı delilleri) görmediler mi? Dilersek onları yerin dibine geçi­rir veya üzerlerine gökten bir parça düşürürüz. Şüphesiz ki bunda (Allah'a) gönül verip yönelen her kul için öğüt, delil ve ibret vardır.

 

Öldükten Sonra Dirilmeye En Güzel Misal Bitkilerdir

 

«O küfre saplanıp kalanlar İse, size, ölüp didik didik hale geldiğinizde yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir adamı salık verelim mi? derler..»

Allah'a ve âhirete inanmayanlar, öldükten sonra dirilmeye de inanmaz­lar. Oysa buna misâl teşkil edecek binlerce bitki gözlerinin önünde her yıl ölüp dirilmektedir. Yeşeren bitkiler bir süre sonra kuruyup çer çöp haline geldikten sonra mevsimi gelince yeniden filizlenip dirilmektedir. Cer çöp olan bitkinin aynı değilse de mayası ve özü itibariyle benzeri yeşerip vücut bulmaktadır. İnsan, ölüp toprağa karışarak belirsiz hale geldikten sonra yeniden oluşup dirilmesiyle ortaya çıkan bedeni, taşıdığı hücreler itibariy­le eski bedenin kendisi değilse de, onun özü ve mayası, özellikleri ve ma­hiyeti itibariyle kendisidir.

Zira ölüm olayıyla ne maya kaybolmakta, ne de öz yok olmaktadır. Nitekim Kur'ân âyetlerini dikkatle incelediğimizde, kuruduktan sonra inen yağmurla yeniden yeşeren bitkiler, kökleri, tohumları, taşıdıkları sporlarıy­la vücut bulmaktadırlar. Böylece ölen insanların dirileceğine misal verilerek ikisi arasındaki benzerliği düşünüp bulmamız bize bırakılıyor.

Aynı zamanda hiç yok iken insanı, yüce kudretine belge olacak, ilâhî hilkat kanununun en belirgin damgasını taşıyacak özellikte yaratan Ce-nâbHakk'ın onu öldürdükten sonra -örnek ve misali ortada dururken- yeni­den yaratmaya kudreti yetmez mi? Yetmez denilecek olsa, o takdirde ilk yaratan da O değildir, neticesi ortaya çıkar. Bu durumda insanı kim ya­ratmıştır? Şüphesiz insan kendi kendini yaratmamıştır. Tesadüfler ise bu kadar mükemmel ve düzenli, dengeli bir canlıyı meydana hiç getiremez. O halde insanı, insan üstü çok mükemmel ve sınırsız kudrete sahip olan bir varlığın yaratması zarureti ortaya çıkıyor ki, o da -semavî dinlerin haber verdiği- Cenâb-ı Hak'tır.

İşte bu gerçeklere akıl erdiremîyen putperest şaşkınlar ve sapık müş­rikler, Hz. Muhammed'in (A.S.) bu hususta Allah adına yalan uydurduğu­na, değilse aklî dengesinin bozuk olduğuna hükmetmişlerdi. Tıpkı günü­müzdeki komünistlerle materyalistlerin iddia ettikleri gibi.. [14]

 

Âhirete İnanmayanlar Derin Bir Sapıklık İçindedirler  

   

«Hayır âhirete inanmayan­lar (haktan çok) uzak sapıklıkta ve azap içindedirler.»

Dalâlet, hakkı görmemek, hakkı tanımamak, doğru yolu seçmemek; bâtılı savunmak; Allah'ın varlığını birliğini ya tamamen inkâr etmek, ya da Allah'a ortak koşmak; gönderilen peygamberi, indirilen kitabı yalan saymak ve böylece kıyamet ve âhireti reddetmektir.

O bakımdan Kur'ân, maddeyi esas ve temel kabul edenlerle Allah'a ortak koşan müşriklerin kalbinde ve kafasında âhireti inkâr mayası yer almaktadır noktasından hareketle o gibilerin, ölümü ve yok olup silinmeyi düşündükçe ümitsizliğe düştüklerini ve böylece kendi kendilerine hem haksızlık, hem de azap ettiklerini belirtmekte; ilâhî hilkat kanununun be­lirlediği amacın dışına çıktıklarına, sünnetullaha ters düştüklerine işaret etmektedir. Bu yüzden dönüş yapmadan, hakka dönmeden ölecek olan­larına âhiret azabı hazırlandığını haber vermektedir. [15]

 

İnkarcının Aklına Ve Vicdanına Sesleniliyor

 

«Gökten ve yerden ön­lerinde ve arkalarında bulunan (açık belgeleri, isbatlayıcı delilleri) görme­diler mi?»

Gökte ve yerde bulunan her varlık, görülebilen her sistem ve düzen kusursuz bir plânlayıcının ve mükemmel bir proğramlayıcının; her şeyi dü­zenleyip denge ve düzende tutucunun varlığına, birliğine açık şekilde de­lâlet etmektedir. İnsanoğlu çevresine bir göz atınca binlerce çeşit bitki­leri; yukarıya doğru başını kaldırıp bakınca yüzlerce sistemi görmektedir. Öyle ki: Yeryüzünün onda yedisinin su ile kaplı olması, atmosfer tabaka­sının belli oranda bulunması; dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneşin etrafında belli bir yörüngede şaşmadan, bir aksaklık doğurmadan, sap­madan dönmesi, mükemmelin de ötesinde her şeye mutlak anlamda hâkim ve her şeyi tasarrufu altında bulunduran mutlak kudret sahibinin mevcu­diyetini isbatlamakta ve her türlü tereddüt ve şüpheyi reddetmektedir. Zi­ra bu kadar düzenli, uyumlu, dakik ve hesaplı mekanizmanın ve bağlı bu­lunduğu sistemin kendiliğinden oluşup bugünkü duruma geldiği söylene­mez.

Yok eğer insanoğlu bunca belgelere körler gibi bakıyor, sağırlar mi­sali hakkın uyarıcı ve akla seslenici nidasını işitmiyorsa, elbette ki ilâhî kudret ve sanatı; rabbanî terbiye ve yönlendirmeyi göremez ve anlayamaz. Ama aklını rehber* insafını süzgü, vicdanını ibre yapıp ön yargıdan sıyrı­larak düzende yer alan her şeyin hikmetini, amacını, amaca yönelik hiz­metini; bağlı bulunduğu plân ve kanunu düşünür de sonuç çıkarmaya ça­lışırsa, o'takdirde ilâhî hidâyet ışığı kalbinde doğup inkârın yeri ve anlamı kalmadığına inanır, inandıkça da mesafe kısalır ve öylece Hakk'a teslimi­yet gösterir.

Konumuzu oluşturan âyetle bu hikmet yansıtmaktadır. Sözü edilen düzen ve dengeyi ayakta tutan Yüce Kudret dilerse bir anda hükmünü in­dirir de küfür ve azgınlıkta ileri gidenleri yerin dibine batırır veya üzerle­rine semavî bir afet gönderir.

Unutmayalım ki, insanı dört tarafından çeviren deliller, belgeler, âyet­ler ve bunların bağlı bulunduğu sistemler, aklını kullananlar için birer öğüt ve ibret arzetmektedir. [16]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, öldükten sonra ikinci hayatı inkâr edenler üze­rinde duruldu ve bu yüzden Hz. Muhammed'i (A.S.) suçlayanlara dikkat­ler çekildi. Sonra da insan aklını harekete geçirip onu gerçeğe yöneltmek için gök ve yer konu edilerek bunlardaki açık belgelere dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, aynı paralelde olan sapık inkarcıların her dönem­de peygamberleri üzdüklerine işaret edilerek, İslâm'a karşı zehir kusan Yahudiler hem uyarılıyor, hem de insafa davet ediliyor. Böylece Yahudile­rin altın dönemi sayılan Davud ve Süleyman Peygamberlere (salât-ü selâm ikisine oisun) verilen imkânlar, köpürüp duran nimetler hatırlatılarak her peygambere birtakım lûtuflarda bulunulduğu haber veriliyor. [17]

 

Meali:

 

10- And olsun ki, Davud'a kendi katımızdan bir üstünlük verdik: «Ey dağlar ve kuşlar Onunla beraber teşbihte bulunup sesinizi çıkarın!» dedik ve ona demiri yumuşattık da.

11- Uzunca, genişçe zırhlar yap; (halkalarının) işlenmesini düzenli

biçimde tut; iyi-yararlı amelde bulunun. Şüphesiz ki, ben sizin yaptıklarını­zı görenim» (diye vahyettik).

12- Süleyman'a da rüzgârı (boyun eğdirdik). Sabah bir aylık, akşam bir aylık (mesafeden esmekte idi). Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık. Cin­lerden de Rabbının izniyle onun ellerinin altında çalışanlar vardı. Onlar­dan buyruğumuzun gereğini yapmayıp sapanlara çılgın ateşin azabını tat­tırdık.

13- Onun için dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz gibi lenger­ler, büyükçe sabit kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud hanedanı! şükür için ça­lışın. Kullarımdan şükredenler azdır.

14- Ne vakit ki Süleyman'a ölümü hükmettik;  (çalıştırdığı) cinlere onun ölümünü ancak değneğini yiyen ağaçkurdu gösterdi. Süleyman (öl­müş vaziyette) yere kapanınca, şu gerçek ortaya çıktı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı.

 

İlgili Hadîsler

 

Güzel ve yanık sesiyle gece Kur'ân okuyan Ebû Musa ef-Eş'ârî'nin (R.A.) sesini işiten Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Gerçekten buna Davud ailesinin mizmarlanndan bir mizmar (musiki sesi ve ahengi) verilmiştir» buyurdu.[18]

«Davud (A.S.) ancak elinin emeğinden yeyip geçinirdi.»[19]

«Doğrusu Davud oğlu Süleyman, Beytü'l-Makdis'i inşa ettikten sonra Allah'tan kendisine ilâhî hükme uygun düşecek bir hüküm (saltanat) veril­mesini diledi. Dileği kabul ediiip istediği verildi. Kendisinden sonra hiç kimseye lâyık görülmeyecek bir mülk verilmesini de diledi, o da verildi. Bey­tü'l-Makdis'i bitirince de şöyle dilekte bulundu: «Bu mescide girip sırf na­maz için duran kimseyi Cenâb-ı Hak, anasından doğduğu gündeki gibi gü­nahlarından çıkarıp temizlesin!»[20]

 

Dâvud Peygambere Üstünlük Verilmesi

 

«And olsun ki, Davud'a kendi katımızdan üstünlük verdik.»

Davud Peygamber'e (A.S.) verilen üstünlük hakkında farklı yorumlar yapılmışsa da çoğu şu hususlar üzerinde birleşmiştir:

1- Peygamberlik göreviyle taltif edilmesi,

2- Kendisine Zebur'un indirilmesi,

3- İlim ve hikmet verilmesi.

4- Kudret ve saltanata eriştirilmesi,

5- Dağların ve kuşların, yaratıldıkları amaca yönelik teşbihlerini an­laması,

6- Gönülden samimi tevbe edip bütünüyle CenâbHakk'a yönelme­si,

7- Adaletle hükmetme basireti,

8- Demir madeninden birçok savaş aleti imal etme yeteneği,

9 - Çekici, rahatlatıcı, aşk ve vecde getirici güzel sese sahip kılın­ması..

Yukarıdaki âyetle bunlardan üçü açıklanmaktaysa da, Davud Peygam-ber'le ilgili diğer âyetler de gözden geçirildiğinde bunların hepsine rastla­mak mümkündür.

Böylece Davud Peygamber'in yaşadığı çağda diğer peygamberlere nis-betle birçok lütuf ve ihsanlara mazhar kılınmak suretiyle üstün kılındığı an­laşılmış oluyor. [21]

 

Dağların Ve Kuşların Davud'la (A.S.) Birlikte Tesbîh Etmesi

 

«Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbîh-te bulunup sesinizi çıkarın, dedik..»

Dağların ve kuşların Davud Peygamber'le (A.S,) beraber tesbîh etme­siyle ilgili açıklamayı Enbiyâ Sûresi 79. âyetin tefsirinde yapmış bulunu­yoruz. Ancak uyguladığımız metot gereği, konuyu az değişik bir anlatımla özetlememizde yarar söz konusudur. Şöyle ki:

Aslında canlı ve cansız her varlık hilkat kanununa bağlı kalarak Cenâb-ı-Hakk'ı îesbîh etmekte, O'nun varlığının, birliğinin delil ve belgesini kendinde taşımaktadır.

Tesbîh, sözlükte bir şeyin süratle geçmesi, devamlı hareket göster­mesi demektir. Dağların gerek yankı yapması, gerekse yaratıldığı amaca yönelik hizmet vermesi, kendine has bir teşbihtir. Davud Peygamber on­ların bu teşbihini anlamakta ve âdeta birlikte bir tempo sürdürmekteydiler. Kuşların da özellikleri gereği, hilkat plânına bağlı kalarak ötmeleri ve bir­takım hareket sağlamaları bütünüyle Hakk'ı tesbîhe yönelik bir anlam ta­şır, yani kendilerine has bir teşbihtir. Davud (A.S.) onların bu teşbihini çok iyi anlamakta idi. Kuşların da Zebur okunurken kendilerine has bir tempo tutturarak ötmeye başiamalarıyla ilâhî kudret ve tedbirin her şeyde nafiz bulunduğunu ve her şeyin belli takdîrlere göre meydana geldiğini yansıtı­yordu.

Diğer bir yorumla, varlık âleminde hemen her şey, bizim çoğumuzun anlayamadığı ve kavrayamadığı anlamda CenâbHakk'ı tesbîh ve tenzîh etmektedir. Davud Peygamber'e onların teşbihlerini anlama ve kavrama yeteneği verilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, karıncanın bile şuurlu biçim­de anladığını, bazı gerçekleri bildiğini; hüdhüd kuşunun da akıllıca elçilik yaptığını haber vermek suretiyle, canlılar hakkında daha geniş araştırma yapmamızı ilham etmekte ve ilim adamlarına bu konuda hareket nokta­sını belirlemektedir. [22]

Demir madeninin Davud Peygamber'e (A.S.) yumuşatılması, o çağda demir madeninin bol miktarda işlendiği; birçok alet edavat yapıldığı, özel­likle savaşlarda kullanılacak zırh ve benzeri şeylerin imal edildiği anlaşılı­yor; aynı zamanda Davud Peygamber'in iyi bir usta ve sanatkâr olduğu haber veriliyor. [23]

 

Rüzgârın, Süleyman Peygamber'e Baş Eğdirilmesi

 

«Süleyman'a da rüzgârı (boyun eğdirdik). Sabah bir aylık, akşam bir aylık (mesafeden esmekte idi)..»

Rüzgârın Süleyman Peygamber'in (A.S.) emrine verilmesi konusunu Enbiyâ Sûresi 81. âyetin tefsirinde geniş ölçüde açıklamış bulunuyoruz. Ancak Davud Peygamber'le ilgili konuda olduğu gibi, bu konuda da deği­şik bir anlatımla tekrar açıklamada bulunmamızda, uyguladığımız metot gereği yarar görüyoruz. Şöyle ki:

Rüzgârın Süleyman Peygamber'e (A.S.) baş eğdirilmesi, yani onun hizmetine verilmesi; sabah bir aylık, akşam bir aylık mesafeden esmesi ne­yi anlatmaktadır? Klasik tefsirlerimiz gerek Davud Peygambere verilen üs­tünlük, gerekse Süleyman Peygamber'in emrine verilen rüzgâr hakkında birçok aslı olmayan rivayetlere de yer vermişlerdir. Oysa, sözü edilen hu­suslar her iki peygamberin yaşadığı çağın imkânlarıyla değerlendirildiğin­de, nelerin kasdedildiği çok daha net ve sağlıklı şekilde anlaşılabilir.

Bilindiği gibi, yelkenli gemilerin tarihi çok gerilere uzanmaktadır. Sü­leyman Peygamber'den asırlarca önce Nuh Peygamber tarafından da inşa edildiğini Kur'ân ve Tevrat haber vermektedir. Süleyman Peygamber aynı zamanda büyük bir hükümdardı da. İsrail oğullarına altın cağı yaşattığı ke­sindir. Bulunduğu Filistin ve Şam bölgeleriyle fethettikleri yerler dikkate alınınca Irak üzerinden İran körfezine, oradan Umman körfezine, oradan da Aden körfezine hâkim olduğu söylenebilir. Yelkenli deniz filosuyla, İran körfeziyle Kızıideniz arasında ticarî seferler ve askerî harekât tertiplediği de rivayetler arasında yer almaktadır. Cenâb-ı Hak, sefer anında ona se­bepleri kolaylaştırmış ve rüzgârı onların arzulan doğrultusunda estirmiş-tir. Bir aylık mesafeden esmesi ve sabah akşam bu mesafe içinde gemileri sürükleyip hedefine doğru götürmesi, Allah'ın o peygamberden yana has bir inayeti olarak vasıflandırılabilir.[24]

 

 

Eritilmiş Bakırın Akıtılması

 

«Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık.»

Kur'ân-ı Kerîm, araştırmacılara ipucu olsun diye, tarihi çok gerilere uzanan ve insanların ilk kullandığı maden sayılan; aynı zamanda Milâttan 8.000 yıl öncesinden bilindiği sanılan bakırın Süleyman Peygamber zama­nında bol miktarda işlendiğini haber vermektedir. Ayrıca Kur'ân'da, çıkarı­lan bakır madeninden daha çok büyükçe kazanlar, lengerler, heykeller, ka­bartmalar ve benzeri ev eşyası imâl edildiğinden söz edilmektedir.

Nitekim yapılan arkeolojik kazılarda o yörelerde bu gibi madenî kap­lara rastlandığı söylenir.

M.Ö. 970'de tahta çıkıp 40 yıl hükümdarlık eden Süleyman Peygam­ber'in, bu uzun süre içinde birçok eserler meydana getirdiği muhakkaktır. Kur'ân o cağa ait kalıntıların iyice incelenmesini ilham ederken, yapılan eserler hakkında birtakım bilgiler de veriyor[25]

 

Cinlerden Yararlanma

 

«Cinlerden de Rabbının izniyle onun el­lerinin altında çalışanlar vardı..»

Cin, sözlükte: Gözle görülmeyen varlık demektir. Ayrıca gece karan­lığına da denildiği yaygındır. Duyu organlarımızdan gizli kalan ruhanîler hakkında, ins karşıtı olarak kullanılmıştır.

Bu tanımlamaya melekler ve şeytanlar da girmektedir. Ancak melek­lerle cinler arasında umum-husus söz konusudur; yani her melek -gözle görülmediği, duyularımızla tesbit edilemediği için bir bakıma cindir; ama her cin melek değildir.[26]

İkinci bir tarifle, cin : Ruhanîlerden bir kısmı hakkında kullanılan bir kavramdır. Çünkü ruhanîler üç gruba ayrılmaktadır: Seçkin şerefli olanları ki bunlar meleklerdir. Kötü habîs olanları ki, bunlar şeytanlardır. Bu ikisi arasında olanları ki, bunlar cinlerdir.                                                 

Açıklama:

Cinlerle melekler arasındaki diğer önemli fark şudur: Melekler nurdan yaratılmış ruhanîlerdir. Cinler ise, ateşten yaratılmış ruhanîlerdir. Melekler­de nefis ve şehvet yoktur; cinlerde ise vardır.

Süleyman Peygamber'in (A.S.) emrine baş eğdirilen ve onun direktifiy­le çalıştırılan cinlerden maksat nedir veya kimlerdir? Bu hususta farklı yorumlar yapılmıştır:

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre: Ruhanî olup gözle görülmeyen, aynı za­manda ateşten yaratılan cinlerdir.

b)Yabancı esirlerdir.

c) Cin fikirli, becerikli uzman ustalardır.

Bize göre, İbn Abbas'ın (R.A.) yorumu hem kelimenin delâlet ettiği manaya uygun olması, yani mecazî bir anlam taşımaması, hem de Süley­man Peygamber'e. has bir inayet ve tasarruf olması bakımından daha uygun ve sıhhatlidir.

İkinci ve üçüncülerin yorumu, mecazî bir anlam taşımaktadır. Aynı za­manda tarihî gerçeğe pek uygun değildir. Zira bir peygamberin yabancı­ları esir edinip köle gibi çalıştırması hiçbir zaman düşünülemez. Peygam­berler genellikle insanlardan yana rahmet ve şefkat kaynağı olarak kabul edilirler ve insanları köle edinmek için değil, onları kölelikten, esaretten, küfür ve ahlâksızlıktan, isyan ve tuğyandan koruyup kurtarmak için gön­derilmişlerdir. Bunun aksini iddia etmek mümkün değildir.

Cin fikirli, becerikli usta ile yorumlamak da gerçeği yansıtmamakta­dır. Zira eğer bu mana murat edilmiş olsaydı, cin kavramı kullanılmaz, doğ­rudan uzmanlığa ve becerikliliğe delâlet eden kavramlara yer verilirdi.

İkinci görüş ve yorumu destekleyenler, dayanak olarak şunu ileri sür­müşlerdir: «Süleyman Peygamber kuvvetli ihtimalle yaptığı fetihlerde elde ettiği esirler arasında bulunan uzman sanatkârları ve becerikli kişileri top­layıp kendi ülkesine getirmiş ve ağır işlerde çalıştırmıştır. O yabancılara cin denilmesi, hem yabancı olmalarından, hem de cin gibi zeki ve bece­rikli bulunmalarından ve bildikleri incelikleri içlerinde gizleyip açığa vurma­dıklarından ötürüdür.»

Az yukarıda belirttiğimiz gibi, bu yorumun peygamberden yana bir­takım sakıncalı yanları vardır. [27]

 

Maharîb Ve Temâsîl

 

«Onun için dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz gibi lengerler, büyükçe sabit kazanlar yaparlardı..»

Maharîb, «mihrab»ın çoğuludur. Bu geniş mana taşıyan bir kavramdır. Lugatçiler onu şöyle manalandırmışlardır:

a) Yüksekçe olan her yer,

b) İçinde namaz kılınan bizim bildiğimiz mihrab,

c) Mescidler,

d) Saraylardan sonra gelen yüksekçe binalar,

e) Evlerin en yüksekçe manzaraya açık yerleri,

f) Merdivenle çıkılan yüksekçe taraca ve benzeri kısımlar.[28]

Temâsîl, «timsalsin çoğuludur. Türkçemizde karşılığı, canlı-cansız bir şeye benzer yapılan suret demektir.

Ayrıca yorumcular bu kavramı farklı şekilde yorumlayarak birtakım gö­rüşler ortaya koymuşlardır. Şöyle ki:

a) Cam ve bakırdan yapılan cansız eşya şekilleri,

b) Peygamberler iie âlimlerin suretleri,

Rivayete göre, o çağda halkın ibâdette daha içli, daha samimi bir tutum içinde bulunmalarını sağlamak için peygamberler ile büyük âlimle­rin resimleri yapılarak mâbedlere asılırdı. Nitekim bu konuda Resûlüllah (A.S.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilmekteuir: «Onlar öyle bir top­luluktu ki, kendilerinden salih bir kişi vefat ettiği zaman kabri üzerine mes-cid inşa ederler ve içini de suretlerle tasvir ederlerdi.» [29]

Gerek yorumlardan, gerekse hadîsten, o çağda Süleyman Peygam-ber'in ve diğer peygamberlerin şeriatında resim, suret ve heykellerin mu­bah sayıldığı anlaşılıyor. Ancak daha sonraları bu gibi şeyler putperestliğe kapı açtığından, İslâm şeriatında yasaklanmış ve onunla ilgili ilk konulan hüküm neshedilmiştir. Nitekim Hz. Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki: «Üzerin­de kuş sureti bulunan bir perdemiz vardı. Dışarıdan eve girmek isteyen­ler önce bu perdeyle karşılaşırlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz bana şöyle buyurdu: «Bunu değiştir. Çünkü ne kadar içeri girsem onunla karşılaşıyorum, gözüm ona ilişiyor da dünyayı hatırlıyorum.»[30]

Yine Hz. Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki:

— Üzerinde suret bulunan bir perdem vardı ki, onu yatak odasına doğru asmıştım, Hz. Peygamber {A.S.) evde namaz kılarken bu perde kıb­lesine geliyordu. Bunun üzerine bana: «Ya Âişe! bu perdeyi al da arka ta­rafa yerleştir» buyurdu. Ben onu oradan alıp iki yastık kılıfı yaptım.[31]

 

Çocuk Oyuncakları

 

İslâm, resim, heykel ve suretleri, putperestlik hortlamasın diye yasak­larken, canlı suretinde çocuk oyuncaklarının yapılmasında ve evde bulun­durulmasında bir sakınca görmemiştir. Nitekim Hz. Âişe (R.A.) Validemiz kendisine ait bu tür oyuncakları evinde bulundurduğu halde Hz. Peygamber'in (A.S.) ona müdahale etmediği görülmüştür. İlim adamları bu ruhsa­tın çocuk sevgisi ve terbiyesiyle ilgili bulunduğunu ve çocukta yine çocuk sevgisini, canlılara karşı sıcak ilgi duymasını ve annelik duygusunun geliş­mesini sağladığını söyleyerek ruhsatın gerekçesi üzerinde durmuşlardır.[32]

 

Şükredenler Az Olur

 

«Ey Dâvud hanedanı! Şükür için çalışın. Kullarımdan şükredenler azdır.»

Dâvud (A.S.) ailesine sözü edilen birçok nimetler verilmişti. Onlar ilâhî lütuf ve kereme fazlasıyla nail olmuşlardı. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Üç şey var ki onlar kime verilmişse, gerçekten Dâvud ailesine verilenin bir benzeri ona da verilmiş demektir: Hoşnutluk halinde de, öfke­li durumda da adaletten ayrılmamak; fakirlik halinde de, zenginlik günle­rinde de tutumlu ve dengeli olmak; gizli ve açık hallerde Allah'tan saygı ile korkmak», buyurmuştur. [33]

Şükür, yalnız dil ile yapılan bir amel değildir. Diğer organların da ibâ­det ve taâtle şükretmesi gerekir. Nitekim geceleri kalkıp ayaklan şişince-ye kadar namaz kılıp ibâdet eden Peygamberimize (A.S.), Hz, Aişe (R.A.): «Ya Resûlellah! Cenâb-ı Hak senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışla­dığı halde neden kendine böyle (eziyet edip uzun süre ibâdet) ediyorsun?» deyince, Efendimiz (A.S.) ona: «Ya Aişe! Şükreden bir kul olmayayım mı?» diye cevap vermiştir.[34]

Bir adam, «Allahım! Beni o (şükreden) az kişilerden biri eyle» diye duâ etti. Onun bu sözünü işiten Hz. Ömer (R.A.), «bu nasıl duadır?» diye sorun­ca, adam, «Kullarımdan şükredenler pek azdır» mealindeki âyeti okudu ve «Cenâb-ı Hak böyle buyurmuyor mu?» diye cevap verdi. Hz. Ömer kendi kendine: «Herkes senden daha bilgilidir ya Ömer!» diye mırıldandı.» [35]

 

Süleyman Peygamber'in Ölüm Olayı

                                       

«Ne varki ki Süleyman'a ölümü hükmettik; (çalıştırdığı) cinlere onun ölümünü an­cak değneğini yiyen ağaçkurdu gösterdi..»

Bu konuda birçok rivayetler ve yorumlar yapılmıştır. Çoğunun sağlam dayanağı yoktur. Ancak âyetin açık anlatım ve delâletine bakılınca, cinle­rin, Süleyman Peygamber'in (A.S.) emrine verildiği, onun da onları birçok ağır işlerde çalıştırdığı anlaşılıyor. Ayrıca cinlerin gaybı bilip bilmedikleri ko­nusu ortaya çıkıyor. Kudüs'teki mabedin inşasında çalıştırılan cinlerin gay­retli çalışmaları devam ederken, Süleyman Peygamber'in eceli gelmiş oldu. Hizmet aksamasın, cinler çalışmayı bırakmasın diye Süleyman Peygamber, öldüğünün bir süre bilinmemesini Cenâb-i Hak'tan diledi. Dileği kabul olun­du ve verilen talimat gereği Süleyman Peygamber elindeki bastonunu al­nına dayıyarak oturmuş bir halde ruhunu teslîm etti. Mabedin inşası bitin­ce ağaç kurdunun kemirdiği baston kınlıverdi ve Süleyman Peygamber'in (A.S.) vefat ettiği öylece anlaşılmış oldu.

Böylece hem başlatılan iş tamamlandı, hem de cinlerin gaybı bilme­dikleri kesinlik kazandı.

Âyeti zahirinden alıp te'vîl edenlere gelince: Onlara göre nakil ve ri­vayet akılla çatışırsa, te'vîle cevaz vardır. O halde baston, kurulu salta­nata, kırılması ise, o saltanatın yıkılmasına; ağaç kurdu, Süleyman Pey­gamber'in yerine geçen oğlunun beceriksizliğine işarettir ki bu, sözü edi­len konuda çok nefîs bir benzetmedir.

Nitekim İsrail oğullarının Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.) döneminde başlayan altın çağı, Süleyman Peygamber'in (A.S;) vefatıyla gerileme dev­rine girmiş ve çok sürmeden baş aşağı gelmiştir,

Allah daha iyisini bilir. [36]

 

Cinlerin Gaybı Bilmemesi

 

«Süleyman (ölmüş vaziyette) yere kaoanınca, şu gerçek ortaya çıktı ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı.»

Cinler, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ateşten yaratılan ruhan va rlık-lardır. Ortaya çıkan olayları süratle görüp tesbit kudretine sahiptirler. Ola­cak olayları ise, bilmezler; meğer ki, o konuda konuşan melekleri dinleye­bilmiş olsunlar, o takdirde duyduklarına bir sürü yalan katarak kendilerine meyli olan kâhinlere fısıldarlar.

Çünkü gaybın anahtarları Allah katındadır; onu ancak dilediği kimse­lere bildirir. Peygamberler o kimselerin başında gelenlerdir.

Gaybı bilip bilmeme konusu Kur'ân'da daha çok iki yerde açıklanmıştır:

«Allah sizi (peygamberleri) vahiy yoluyla gaybden haberdar kıldığı gi­bi, (diğer gaybî hususlarda) haberli kılacak değildir. Ama Allah peygam­berlerinden dilediğini seçer (de ona gaybı bildirir).» [37]

«Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın için­de kalmazlardı.»[38]

Süleyman Peygamber'de bu doğrultuda tecelli eden ilâhî kudret, cin­leri de çalıştırıp yönetmesine imkân sağlamıştı. Süleyman Peygamber'in (A.S.) ölümünü bilip anlayamadıkları için uzun bir süre daha görevlendiril­dikleri ağır işlerde çalışmışlardır.

Bazı yöntemlerle cinlerle ilgi kuran kimselere, onlar çoğu zaman olmuş olaylar hakkında yanlış ve yanıltıcı bilgi verirler. Çünkü onlarda şeytanlarla birlikte hareket ederler ve insanları Kur'ân'ın sağlam hukukî hükümlerin­den uzaklaştırıp hayal peşinde koştururlar ve masum kimseleri zan altın­da tutmayı fısıldarlar. O bakımdan İslâm Dini, cincilik sanatını yasaklayıp büyük günahlardan saymıştır. Dosdoğru imân eden cinlere gelince: Onlar Kur'ân'ı ve Hz. Muhammedi (A.S.) kabul ettikleri için Allah'tan korkarlar da kâfir cinlerin yolunda yürümezler. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Kim bir kâhine (gaibden haber verene) gider de onun dediğini doğru kabul ederse, şüphesiz ki o, Muhammed'e indirilen ilâhî buyrukları inkâr etmiş olur.» [39]

Açıklama :

Cin ve şeytanların şerli sinyallerinden, dürtüş ve fısıltılarından korun­mak için Euzü-Besmele çekip Muavvazeteyn (Kul euzü bi-Rabbi'l-felak ile Kul euzü bi-Rabbi'n-nas)ı okumak en tesirli çaredir. [40]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Yahudilerin İslâm'a karşı olumsuz tutumlarının peygamberliğe karşı hem saygısızlık, hem güvensizlik olduğuna işaretle, Yahudiler için altın devri sayılan Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.)dan söz edildi. Aydınlatıcı bazı bilgiler verilerek cin konusuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, ülkelerinde köpürüp duran nimetlere rağmen nan­körlük eden ve semt sakinlerinin birbirlerinden uzak kalmayı arzulayarak kendi birlik ve dirliklerini bozan Sebe'li'Ier konu ediliyor. CenâbHakk'ın lütuf ve ihsanına şükretmiyen bir milletin eninde-sonunda başına büyük felâketlerin geleceği üzerinde durularak Sebe'li'leri silip süpüren, ziraî alan­larını tahrip edip evlerini yıkan büyük sel felâketi misâl veriliyor. [41]

 

Meali:

 

15- And olsun ki, Sebe'li'lere kendi yurtlarında (ilâhî nimeti güzelliğiy­le yansıtan) bir belge ve belirti vardı: Sağlı sollu (Cennet misali) iki bahçe bulunuyordu. «Rabbınızın rızkından yeyin, O'na şükredin. Güzel hoş bir şe­hir ve çokça bağışlayan bir Rab» (denilmişti).

16- Ne var ki, onlar (bu uyarıdan) yüzçevirdiler. Biz de üzerlerine «Arım    Sel »ini gönderdik. (O güzelim) iki bahçelerini, acımsı buruk yemişli, acı ılgın ve biraz da sidir (Arabistan kirazı) bulunan iki bahçeye çevirdik.

17- Bununla, onları, inkâr ve nankörlüklerine karşı cezalandırdık ve biz ancak çok nankörleri cezalandırırız.

18-Onların yurtlarıyla, feyizlendirip  mübarek  kıldığımız  kasabalar arasında biri diğerinden görülebilen yakın kasaba ve köyler meydana ge­tirdik; bunlar arasında gezip dolaşma imkânlarını takdir ettik, «geceleri ve gündüzleri güven içinde gezip dolaşın!» (dedik).

19- Onlar ise (bu bereket, güven ve rahatlığı anlayamadılar da) «Ey Rabbımız! yolculuğumuzun konaklarını (birbirinden) uzaklaştır» dediler ve böylece kendilerine haksızlık ettiler. Biz de onları bu yüzden dillerde dola­şan masallara çevirdik ve parçalayıp dağıttık. Şüphesiz ki bunda çokça şükredebilen her çok sabırlı kimse için öğütler ve ibretler vardır.

20- And olsun ki, İblis onlar hakkındaki zan ve tahminini doğruya çıkarmış; mü'ıninlerden bir topluluk dışında hepsi de ona uymuşlardı.

21-Halbuki İblîs'in onlar üzerinde bir sultası yoktu. Ancak biz, Âhi-ret'e imân edenlerle o hususta şüphe içinde bulunanları bilip belli etmek "Cin (bu fırsatı verdik). Senin Rabbın her şeyi görüp gözetendir.

 

İlgili Hadîs

 

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

Bir adam, Peygamber (A.S.) Efendimiz'e: «Sebe' bir erkek midir, yoksa bir kadın mıdır?» diye sorunca, Efendimiz ona şu cevabı verdi: «Se­be' aslında bir adamın ismidir. Onun on oğlu dünyaya gelmiş; altısı Ye-men'e, dördü Şam'a yerleşip vatan edinmişler. Yemen'e yerleşenler: Mez-hic, Kinde, Uzad (veya Ezd), Eşâriyun, Enmar ve Himyer'dir. Şam'a yerle­şenler ise.- La hm, Cüzam, Gassan ve Âmile'dir[42]

 

Sebe' Ülkesi

 

Sebe' ülkesinin geçmişi hakkında ibretli bir safha anlatılarak, refah içinde gününü gün edip Allah'a şükretmiyen aileler ve kavimler misâl ve­riliyor ve böylece yaşamakta olan nankör aile ve milletler uyarılıyor.

Süleyman Peygamber (A.S.) zamanında bu ülkeye CenâbHakk'ın emirleri ulaştırılarak gereken teblîğ ve irşat hizmeti yapılmış ve üzerlerin­de dinî, ahlâkî ve siyasî otorite sağlanmıştı. Sonra da bu ülkeye, doğru yoldan sapmasınlar diye belli aralıklarla on üç peygamber gönderilmiştir. Ne var ki, verimli topraklar ve o topraklan rahatlıkla sulayan, aynı zaman­da yeryüzünde ilk yapıldığı sanılan büyük bir baraj bulunuyordu. Bağlar, bahçeler ve çeşitli ürünler refah seviyesini iyice yükseltince, dinde ve ah­lâkta her geçen gün gerileme başlamış; öyle ki refahla dinî inanç ters orantılı bir durum meydana getirmişti.

Yapılan teblîğ ve uyarılar olumlu sonuç vermemiş, aksine halkın inkâr, azgınlık ve şımarıklığı arttıkça artmış; hak, hukuk diye bir kavram masal olmuştu.

Böylece refah inkârla, inkâr da azgınlıkla; azgınlık da haksızlık ve şı­marıklıkla birleşip önüne geçilmez çizgiye gelince ilâhî hükmün tecelli vak­ti yaklaşmış oldu. Sebeplerin oluşması birbirini izlemiş ve ülkeyi sulamaya yeten Arım Barajı patlamak suretiyle Sebe' şehri viraneye çevrilmiştir.

Bu ilâhî uyarı üzerine Sebe'li'lerden sağ kalanlar Allah'a yönelip ye­niden bu verimli topraklar üzerinde birbirine pek yakın iki kasaba kurmuş­lardı. Bu iki kasaba arasındaki yolda sıra sıra ağaçlar, bağlar ve bahçeler yetiştirilmiş ve eski refah seviyesine ulaşılınca da birarada geçinme im­kânları her geçen gün zorlaşmış, anlaşmazlık sürüp gitmişti. Daha doğrusu refah, bol nimet onları tepiyordu. Ardı sıra ahlâksızlık, zulüm ve azgınlık baş gösterdi, yağmacılığa kadar uzanıp gitti. Derken üzerlerine bir belâ iniverdi, iki kasaba da mevcut nimetleri kaybetme felâketine uğratıldı. [43]

 

Arîm Barajı

 

Önce dünyanın ilk barajı sayılan «Arîm» ismi üzerinde farklı yorum­larda bulunulmuştun

a) Barajı meydana getiren ön sed,

b) Barajın bulunduğu vadi,

c) Sebe' yöresi..

Bu üç yorum ve rivayet aynı noktada birleşir. Rivayete göre, bu büyük barajın kademeli üç menfezi, diğer bir rivayete göre on iki menfezi bulu­nuyormuş.

Milâttan asırlarca önce dünyada ilk düşünülüp yapılan bu barajın han­gi hükümdar zamanına rastladığı kesin olarak bilinmemektedir.. An­cak Ebûlfidâ tarihinde Sebe' ülkesine ismi verilen Yeşub oğlu Sebe' ta­rafından yapıldığı kaydedilmiştir. Müfessirlerden bir kısmına gorc. Yemen hükümdarı Hİmyer tarafından; diğer bir kısmına göre, Sebe' melikesi Be!-kis tarafından yaptırılmıştır.

Arap tarihçilerinden Hemedanî «Vasfu Cezireti'l-Arab» adi i eserinde sözünü ettiğimiz barajın, Me'reb (Sebe') şehrinin batısındaki sıra dağla­rın doğusunda yer alan dağa en yakın olduğu kesimde sağlam bir bor.t ya­pılarak meydana getirildiğini ve burada toplanan suyun deniz seviyesinden 1100 metre yüksekte olduğunu yazmıştır.[44]

Ayrıca 1843'de Fransız müsteşriklerinden Erno, Arîm Barajı'nın bulun­duğu yeri gidip gördükten sonra Fransa'da neşredilen Tarih Dergisi'nde 1844'de barajın kalıntılarının hâlen mevcut olduğunu ve bazı kitabelere rastlandığını -krokisiyle birlikte- belirterek uzun bir makale yazmıştır ki onun çizdiği krokinin Hemedânî'nin tarifine uyduğu söylenir.

el-Asfahanî ise, sözü edilen baraj şeddinin İslâm'dan 400 yıl önce; Ta­rihçi Yakut M.S. 600 yılında; İbn Haldun ise, M.S. 500 yılında yapıldığını ya­zarlar.

Eski Romah'ların taş örme kemer baraiları yapuklan; Bizanslı rnühen-

dişlerin ise M.S. 550 yılında karma baraj türlerinin ilk örneklerini verdikleri bilinmektedir.[45]

 

Ancak Nankörler Cezalandırılır

 

«Bununla, onları inkâr ve nankörlüklerine karşı cezalandırdık ve biz ancak cok nankörleri cezalan­dırırız.»

İnkâr ve nankörlüğe karşı dünyada verilen cezalar çok değişik şekil­de tezahür eder. İnsanların çoğu bu cezaların sebebini, hikmetini anlaya­mazlar, ya da fark edemezler de «tabiat olayları» veya bugünkü tabirleriy­le «doğal olaylar» deyip geçerler.

Bu önemli konunun daha iyi anlaşılması için birkaç misal vermemizde yarar vardır:

a) Mal ve kazançta devam eden bereketsizlik,

b) Kazanılan parayı gayr-i meşru yollarda harcayıp tükettikten sonra eldeki nimeti kaybetmenin acısını için için duymak,

c) Devam eden aile geçimsizliği ve huzursuzluğu,

d) Kutsal değerlerden, millî kültürden uzak yetiştirilen kuşakların top­lumu kemiren kanser halini alması, milletin kanını emen asalaklar duru­muna gelmesi,

e) Manevî boşluktan kaynaklanan tatminsizlik ve bunun neticesi in­tihara teşebbüs,

f) Ana-baba bedduası almak suretiyle dengesiz, düzensiz bir hayat sürmek,

g) Ülkede adaletin sarsıntı geçirmesi; zalim zorbaların ve gayr-i meş­ru kazanç peşinde koşanların tecavüzlerine uğraması,

h) Kötü komşuların, İnsanî duyguları gelişmemiş kimselerin, kişisel çı­karlarından başka bir şey düşünmeyen menfaatçilerin arasında sıkışıp kal­mak bunlardan birkaçıdır. [46]

 

Elde Edilen Fırsatlar İnsan Karakterini Belirler

 

Kur'ân-ı Kerîm, Sebe'li'lerin ilâhî azaba uğratılıp darmadağın edildik­lerini açıkladıktan sonra, onlara verilen nimetlerin, bir bakıma içlerindeki madenin türünü belirlemek, yani karakter yapılarını ortaya çıkarmak için olduğuna işaretle mü'minlerin dikkatini çekiyor. Kimlerin nîmetin bolluğu­na ve çeşitliliğine erişinoe, o nîmetleri veren Yüce Kudret'i daha çok hatır­layıp şükredeceğini; kimlerin de nîmeti ilâh edinip inkâr ve nankörlüğe sap­lanıp kalacağını belirlemenin kıstasını veriyor. Bu durumda İblîs'in şükre­den mü'minler üzerinde tesiri ve saptırıcı bir sultası olamıyacağini; nankör sapıklar üzerinde ise geniş çapta tesirli olacağını ve bunu devamlı geniş­leteceğini çok özlü ve anlamlı bir ifadeyle vicdanlara seslenerek işliyor.

Gerek Sebe' ülkesiyle ilgili kıssa, gerekse nankörlüğün doğurduğu acı sonuçlar misâl verilirken, önce Kabe, sonra Peygamber ve Kur'ân gibi üç önemli nîmetin kıymetini bilmeyen nankör Mekkeli'ler, sonra da refah için­de yüzüp azgınlık, ahlâksızlık havasına bürünen sapıklar uyarılıyor. Ce-nâbHakk'ın milletler ve kavimler hakkındaki câri kanununun değişmiye-ceği dolaylı şekilde haber veriliyor. [47]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ülkelerinde köpürüp duran nîmetlere erişen Se­be'li'lerin nankörlüğü konu edilerek, nîmetin hangi ellerle hazırlanıp takdim edildiğine bakmadan onu kötü yollarda sarfeden aile, kavim ve milletler uyarıldı. Daha çok üc büyük nimete kalp gözlerini kapalı tutup tuğyan ve isyan eden Mekkeli müşriklerin sonunun çok elim olacağı dolaylı şekilde hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerinden çok aşağı mertebede olan cisimleri ilâhlaştırıp onların şefaatini uman müşriklerin bu son derece sakıncalı ve yanlış tutumları konu ediliyor. Sonra da gökte ve yerde insanların geçimi­ni sağlamak için gereken bütün kaynakları cömertçe hazırlayanın putlar değil, Cenâb-ı Hak olduğuna temasla inkarcıların akıl ve vicdanlarına ses­leniliyor. Aynı zamanda Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bütün insanlara uya­rıcı ve müjdeci bir peygamber olarak gönderildiği açıklanarak, Mekkeli putperestler Ona inansaiar da inanmasalar da, ülkelerin Onun peşine ta­kılacağı, getirdiği son dinin kıtalar üzerine yayılıp kitleleri tesir alanına so­kacağı müjdeleniyor. [48]

 

Meali;

 

22- De ki: Allah'tan başka (ilâhlar olduklarını) iddia ettiğiniz şeylere duâ edip yalvarırı; ne göklerde, ne de yerde zerre kadar şeye sahip değil­lerdir; ikisinde de onların hiçbir ortağı (Allah'a ortak olacak bir dayanak­ları) yoktur; Allah'ın o tanrılardan yardımcı bir arkası da yoktur.

23- Allah'ın huzurunda O'nun izin verdiğinin dışında (kimselerin) şe-faâtı fayda vermez. Sonunda kalplerindeki korku ve dehşet giderilince «Rabbımız ne buyurdu?» derler. «Hakkı buyurdu. O, yücedir, uludur.» diye cevap verirler.

24- De ki: Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran kimdir? De ki: Al­lah'tır. Şüphesiz ki, ya biz, ya da siz doğru yol üzereyiz veya açık bir sa­pıklık içindeyiz.

25- De ki: bizim işlediğimiz suç ve günahtan siz sorumlu tutulmaz­sınız; sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu tutulmayız.

26- De ki: Rabbımız bizi biraraya   toplayacak,   sonra   da   hak   ile aramızı ayıracak (haklıyı haksızdan kesin kesin ayırt edecektir). O, (hak ile) en iyi fethedendir; her şeyi bilendir.

27- De ki: O'na kattığınız ortakları bana gösterin! Hayır, (O'nun or­takları yoktur). O çok üstün, çok güçlü, hikmet sahibi olan Allah'tır.

28- (Ey Peygamber!) Biz seni bütün insanlara ancak (rahmetin) müj­decisi, (azabın) uyarıcısı olarak gönderdik. Ama insanların çoğu bilmez­ler.

29- Ve dediler ki: doğrulardan iseniz (söyleyin) bu va'd ne zaman?

30- De ki: size belirlenen bir gün vardır ki ondan ne bir an geri ka­labilirsiniz, ne de bir an ileri geçebilirsiniz.

 

İlgili Hadîsler

 

«Yüce Allah gökte bir şey buyurunca, melekler O'nun sözüne karşı eğilerek kanatlarını çırparlar; öyle ki bu çırpışları, kaygan bir kayaya vurulan zincir gibi (ses çıkarır). Kalplerindeki korku kalkınca, «Rabbımız ne buyurdu?» dîye sorarlar. «Hakkı buyurdu. O, yücedir büyüktür» der­ler.»[49]

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor :

  Resûlüllah (A.S.) akşam namazından sonra birkaç ashabıyla oturu­yordu. O sırada bir yıldız kayma olayı meydana geldi ve bol ışık saçtı. Bu­nun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına:

 Siz bu olay hakkında cahiliyet günlerinde ne düşünür ve ne der­diniz? diye sordu.

Onlar da şu cevabı verdiler:

  Ya büyük bir adam doğdu, ya da öldü şeklinde yorumda bulunur­duk.

Peygamber (A.S.) onlara şöyle buyurdu:

  Bu kayan yıldız ne bir kimsenin ölümü, ne de doğumu için kayar. Yüoe ve mübarek Rabbımız bîr buyruğunu yerine getirince Arş'ı kaldıran melekler tesbîh getirir, sonra da dünya semasına ulaşıncaya kadar gök ehli sırayla tesbîh getirirler. Arş'ı taşıyan meleklerden hemen sonraki gök ehli, «Rabbımız ne buyurdu?» diye sorarlar. Onlar da vaki haberi verirler, Böylece sırasıyla her gök ehli kendisinden sonraki gök ehline haber ve­rerek dünya semasına ulaşıncaya kadar bu haber verme işi sürüp gider. Cinler kulak verip haberi kapmak isterler, o sebeple onların üzerine şihab (gök taşı) atılır. Ancak cinler ilâhî haberi indiği gibi kapabilirferse, onu as­lından

uzaklaştırıp bir sürü yalan katıp değiştirirler (de öylece kâhinlere, cincilere ulaştırırlar),» [50]

 

Şefaat Yetkisi

 

«Allah'ın huzurunda O'nun izin ver? diğinin dışında (kimselerin) şefaati fayda vermez.»

Allah'ı bırakıp putları ilâh edinenler, onların şefaatlerini umarlar ve bunun için o putların önünde eğilip birçok dilek ve temennide bulunur; kurban keser, tavaf ederlerdi. Oysa göklerde ve yerde hiçbir kudrete mâlik olmayan o yontulmuş cisimleri ilâh edinmek insanın hıikatmdaki azizliğe, şerefe ve mükerremliğe ters düşmekte ve insanı çok küçük düşürmekte­dir. Zira canlılar ve cansızlar âleminde insandan daha kadri yüce, daha aziz bir varlık yaratılmamıştır. Görülebilen her şey onun için, o da Allah'a kullukta bulunmak için yaratılmıştır. O bakımdan insandan çok değersiz oian cisimlere tapanlar kendilerini onlardan daha değersiz duruma düşür­mekte ve yüklendiği ilâhî emânete hiyânet etmektedirler.

Şefaat bilindiği gibi, birine eşlik, arkadaşlık edip arka çıkmak, bağış­lanmasını dilemektir. Diğer bir tarifle: Daha çok aşağı derecedeki kimseye sahip çıkıp ondan yukarı derecede olandan onu affetmesini sağlamaya ça­lışmaktır.

Kıyamet olayı meydana geldikten sonra ölüler kabirlerinden kaldırı­lınca, dünyada iken Allah'a ve âhirete inanmayanlar, gerçeği gözleriyle gö­rüp öğrenince kendilerini o günün dehşet ve azabından kurtaracak şefaat­çiler aramaya başlayacaklardır. Ne var ki, düne kadar bel bağladıkları, bü­yük umutlarla kutsallaştırdıklan putların hiçbir yetkisi bulunmadığına şa­hit olunca, büyük bir korkuya kapılacaklar; ne kadar imkân ve fırsatları kaçırdıklarını anlayıp kahrolaçaklar.

Allah'ın izin verdiği peygamberler ve onların yolunda olan salihler, âlimler ve mürşitler şefaat ederler. Mahşer ehli böyle bir ortamda heyecan ve merakla beklerken, ilâhî emir tecelli eder. «Rabbımız ne buyurdu?» di­ye sorulunca da, «Rabbımız hakkı buyurdu. O cok yücedir ve çok büyüktür» diye cevap verilir. Böylece kimler şefaat edecekse bu inen emirle onlar yet­kili kılınır. [51]

 

Batıl İlâhların Kudretsizliği

 

<<De ki: Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran kimdir? De kirAllah'tır.,»

Bilindiği gibi, insan hayatını devam ettiren rızkın iki ana kaynağı var­dır; Gök ve yer. Bu iki kaynak ortak çalışıp kusursuz şekilde rızık için se­bep ve ortamı oluştururlar. Gerisi insanın çalışma, azim ve becerisine ka­lır. O bakımdan Cenâb-i Hak, gerçekte hiçbir kaynağa sahip olmayan bâ­tıl ilâhların kudretsizliğini inkarcı sapıklara göstermek için şu soruyu or­taya atıyor: «Göklerden ve yerden rızıklandıran kimdir?» Bununla şu hu­suslar sorulmak istenmektedir: Düzeni kuran kimdir? Güneşi, ayı, bulut­ları, denizleri, rüzgârı belli kanunlarla hizmete sevkeden kimdir? Canlı-cansız hangi sahte ilâh buna sahiptir? İşte bütün bunları kudretiyle yara­tıp hizmete sevkeden Cenâb-ı Hak'tır ki insanın rızkını, iki kaynağı hare­kete geçirerek beili ölçüde verir. Bir an düşünelim ki, güneş belirlenmiş nisbette enerji vermeyip bunu kısacak olsa, onun yerini dolduracak enerji nereden, nasıl sağlanabilir? İnsan hayatı bir anda felce uğrar ve yaşama şansı ortadan kalkar. Denizler bugünkü orandan çok az bir nisbette bu­harlaşmaya yönelse, durum ne olur? Kuraklık her yanı kasıp kavurur ve yaşama yollan bir bakıma tıkanmış ve kapanmış olur.

Bütün bu düzenli, ayarlı, plânlı ve programlı olayları insanların hizme­tine sevkeden kimdir? İnsanın kendisi midir? Hayır., Putlar mıdır? Hayır.. Tabiatın kendi kendisini ayarlaması ve plânlaması mıdır? Hayır. Çünkü ta­biat dediğimiz şey, canlı, cansız varlıkların bütünüdür ki hepsi de sonradan yaratılmıştır.

Konumuzu oluşturan âyetle, insan aklı bu gerçeklere çekilmekte ve olayları akıl ve ilim süzgecinden geçirmemiz önerilmektedir. [52]

 

Her Millet Kendi Yaptığından Sorumludur                            

 

 <<De kî: Bizim iŞled'ğ'miz suç ve günahtan siz sorumlu tutulmazsınız; sizin yaptıklarınızdan da biz sorumlu tutulmayız.»

İnsanları eğitip öğretmekle, uyarıp doğru yolu göstermekle, faydalı ve zararlı şeylerden haber vermekle görevli olan peygamberler, ilim adamları, sâlihler ve mürşitler, yüklendikleri bu kutsal görevi yerine getirdikten son­ra, eğitip uyardıkları, doğru yolu gösterip tehlikeli yoldan haber verdikleri aile, toplum, kavim ve milletin sapıtmasından, azıtıp Hakk'a sırt çevirme­sinden elbette sorumlu tutulmazlar. Konumuzu oluşturan âyetle bu ger­çeğe parmak basılıyor ve mü'minlere nasıl hizmet etmeleri gerektiği bir da­ha hatırlatılırken, inkarcı sapıklar, nankör azgınlar uyarılıyor. Böylece her­kesin kendi işlediğinden, yaptığından; niyet ve amelinden sorumlu tutula­cağı kesinlik kazanıyor. [53]

 

Mücadele Halinde Olan İki Taraf Da Haklı Olamaz         

 

«De ki: Rabbımız bizi biraraya toplayacak; sonra da hak ile aramızı ayıracak (haklıyı haksızdan kesin olarak ayırt edecek). O (hak ile) en iyi fethedendir; her şeyi bilendir.»

Uyaranlarla uyarılanlar; doğru yolda olanlarla, yanlış ve eğri yolda yürüyenler bir olamazlar ve her iki taraf da haklı sayılamazlar. Zira «hak» birdir, birkaç değildir. Uyaranlar haklı iseler, uyarıyı kabul etmeyenler hak­sızdırlar. İnsanları bir olan Allah'a çağıranlar haklıysa, bunu red ve inkâr edenler mutlaka haksızdırlar. İslâmiyet son din olarak diğer semavî dinleri yürürlükten kaldıran hak din ise, buna karşı gelip öteki dinlerin yürür­lükte bulunduğunu savunanlar elbette haksızdırlar. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür, O halde ihtilâf, sürtüşme, tartışma ve mücadele halinde bu­lunan iki görüş, iki ayrı inanç ve düşünceden biri haklıysa, diğeri mutlaka haksızdır. Bu değişmiyen bir kaidedir ki sürüp gider.

Cenâb-i Allah tek ilâhsa ve haksa, -ki mutlaka haktır- diğer ilâhlar el­bette bâtıldır. Haktan sonra ancak bâtıl vardır. Kur'ân bu değişmeyen esa­sı şöyle açıklamaktadır: «İşte bu Allah, hak (Olan) Rabbınızdır. Haktan sonra ancak sapıklık var.» [54]

O halde bu dünyada bâtılı temsîl edenler, haksız bir davayı savun­duklarını kabul etmeyip hakkı temsîl edenlerin inanç ve irşatlarını red ve inkâr ederlerse, bu iki karşıt inanca sahip olanlar arasında, haklıyı hak­sızdan ayırd etme imkânı kalmamışsa, o takdirde Cenâb-ı Hak âhiret gü­nünde onlar arasında hükmedip haklıyı haksızdan ayırd edecektir ve o za­man bâtılı savunanların durumu hiç de iyi olmayacaktır.

Bunun içindir ki, Kur'ân hemen her vesileyle akıl sahiplerine seslene­rek, hakkı doğruyu görüp anlamak istiyorlarsa, göklerin ve yerin yaratılı­şına, kurulan kusursuz düzen ve dengeye bakmalarını ve her şeyin hilkat özelliğine göre, üzerinde taşıdığı ilâhî damgayı görmelerini tavsiye etmek­te; gelişigüzel, anlamsız ve hikmetsiz hiçbir şeyin yaratılmadığını araştırıp öğrenmelerini emretmektedir. [55]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp bâtılın peşine takılan ve canlı-cansız eşyayı ilâhlaştıran sapık maddecilerin akıl ve vicdanlarına seslenil­di. Bu konuda uyarıcı bilgi verilerek, insanlardan yana kudret eliyle hazır­lanan rızka dikkatler çekildi. Sonra da insanlık için Allah'ın en büyük -meti olan Hz. Muhammed'in (A.S.) bütün insanlara peygamber olarak gön­derildiği açıklanarak, Onun getirdiği esaslar ve prensipler üzerinde iyice araştırma yapmaları tavsiye edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'in (A.S.) getirdiği son dine inanmayanların büyük bir haksızlık içinde kendilerine yazık ettikleri konu ediliyor ve sonra da bunlardan dönüş yapmadan, hakkı kabul etme­den ölenlerin âhirette, birbirlerini suçlayacaklarına değinilerek çok düşün­dürücü ibret dolu bir tablo ortaya konuluyor. [56]

 

Meali:                              

 

31—  Küfredenler dediler ki: «Biz elbette ne bu Kur'ân'a inanırız, ne de önündeki (önce indirilenlere inanırız.» Bu zâlimleri, Rablarının huzu­runda durduruldukları zaman bir görsen, sözü birbirlerinin üzerine atıp tutar, evirip çevirirler. İçlerinden zayıf ve âciz sayılanlar, büyüklük tasla-yanlara: «Siz olmasaydınız bizler herhalde mü'minler olurduk» derler.

32—  Büyüklük taslayanlar, âciz ve zayıf olanlara, «size doğru yolu gösteren geldikten sonra biz mi sizi alıkoyduk? Hayır, siz esasen suçlu günahkârlar idiniz,» derler.

33—  Âciz ve zayıf olanlar ise, büyüklük taslayanlara, «Allah'ı inkâr etmemiz ve O'na eşler, ortaklar, benzerler koşmamız için gece gündüz hi­leler kurup bize emir ve tavsiyelerde bulundunuz» derler. Bunlar azabı görünce için için pişmanlık duyarlar. Biz de kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz; onlar ancak yaptıklarına karşılık ceza çekerler.

 

Bâtılı Temsîl Edenlerin Katı Tutumu

 

«Küfredenler de­diler ki: Biz elbette ne bu Kur'ân'a inanınz, ne de önündeki (önce indiri­lenlere inanırız..»

Kutsal değerlere sırt çevirip, dine, «eskilerin masalları» diyen Mek-keli sapık müşrikler ne ise, bugün de dine «afyon» diyen maddeci sapıklar odur. Bunun gibi «dinlerin kökeninde bilgisizlik yatmaktadır» iddiasını tek­rarlayanlar ne kadar bilgisizse, «dinler, tabiat olaylarından korkup kendi­lerine manevî bir sığınak ve destek arayan câhil ilkel kabilelerin bu duygu ve anlayışının doğurduğu olaylardır» diyenler de bir o kadar cahil ve şaş­kındırlar.

Bu tarz bir iddia içinde dönüp dolaşan ve hakka arka çevirmekte ıs­rar edenlere göre, ya her şeyin temeli düşüncedir, ya da maddedir. Evet bunlara göre, her şey eninde sonunda zıddına dönüşür; yani her şey aynı zamanda hem kendini, hem de kendi zıddını meydana getirir,

Cenâb-ı Hak, konumuzu oluşturan âyetle, mutlak düzen, mükemmel plân ve sapasağlam denge karşısında dengesizlik ve düzensizlik meydana getiren, böylece plândaki yerlerini almayan inkarcı nankörlerin, maddeci sapıkların hem kendilerini, hem de peşlerine takıp karanlığa doğru sürük­ledikleri insanları derin bir çıkmaza soktuklarını hatırlatarak hesap ve ce­za günüyle onları uyarıyor. Bâtılı temsîl edenlerle onlara uyanların Âhiret'te biraraya getirileceğini haber vererek her iki grubun da duygu ve düşün­celerini yönlendirmek istiyor.

Suçlu günahkârların ancak dünyada yaptıklarına, işlediklerine karşı­lık ceza ve azap görecekleri bir defa daha hatırlatılıyor. Sonra da aklın tek başına Allah'ı ve âhiret âlemini bütün esaslarıyla idrâk etmesinin müm­kün olamıyacağı dolaylı şekilde bildirilerek -bazı istisnalar dışında- genel­likle insanların doğru yolu bulabilmeleri, hakikati gerçek yönüyle anlaya­bilmeleri için kitap ve peygambere muhtaç bulunduklarına işarette bulu­nuluyor.

Yıkılıp yok edilen ülkelerin ve medeniyetlerin kalıntılarını inceleyen bir filozofun, «neler hissediyorsunuz veya neler düşünüyorsunuz?» sorusuna verdiği şu cevap pek anlamlıdır: «Burada asırlarca önce yaşayan insan­ların akılları, zekâları gelişmiş, fakat ruhları ve vicdanları çok körpe kal­mıştır. »

Okumuşların Toplum Üzerindeki Tesirleri

«Büyüklük tas/ayanlar, âciz ve zayıf olanlara: Size doğru yolu gösteren geldikten sonra biz mi sizi alıkoyduk? Hayır, siz esasen suçlu günahkâr­lar idiniz, derler.»

Hemen her ülkede, gelenekleri yıkanların, ahlâkî kuralları, kutsal de­ğerleri çiğneyenlerin çoğunu, ruhu ve vicdanı gelişmemiş zenginler, ileri gelenler ve tek yanlı yetişen okumuşlar oluşturur. Hem ne hazindir ki, hal­kın çoğu bu kimselerin yaşayışına özen duyarak yavaş yavaş onların mey­dana getirdiği bataklığa kayıp düşerler.

Ülkenin böylesine ahlâkî bîr çıkmaza sürüklenmemesi için Kur'ân, ak­lı imânla, vicdanı yüksek ahlâkla ve ruhu da ibâdetlerle beslemeyi emret­mekte; kurtuluşun, bu doğrultuda gerçekleştirilecek bir eğitim ve öğretime bağlı bulunduğunu vurgulamaktadır.

İlgili âyetle, topluma kötü örnek, fena misal olup sapmalarında nâzım rol oynayan mağrurların sonunun nereye varacağı çok dramatik bir tablo çizilerek haber verilmekte ve ölmeden önce dönüş yapmaları istenerek ilâ­hî rahmetin genişliği hatırlatılmaktadır. [57]

 

Âyetler Arasında Bağlantı                                               

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'a, Hz. Muhammed'e (A.S.) ve önceki ki­taplara inanmayan müşriklerin bâtıldan yana tutumları üzerinde duruldu. Duygu ve düşüncelerini hakka döndürmeleri için âhiret âleminde onlar aleyhine tecelli edecek ilâhî azap çok dramatik bir tabio halinde çizilerek gözler önüne konuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, hemen her çağda gönderilen peygamberlerin kar­şısına ülkelerin şımarık ileri gelenlerinin çıktığı ve inkâr kampanyasını sür­dürdükleri; böylelerinin mal, makam ve evlâtlarıyla övünüp bunları bir üs­tünlük vesîlesi saydıkları konu ediliyor. Aslında sözü edilen dayanakların Allah katında kurtarıcı olmadığı belirtilerek âhiret pazarında ancak imân ve sâlih amellerin bir değer taşıyacağına dikkatler çekiliyor. [58]

 

Meali :

 

34—  Biz ne kadar bir kasabaya bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka ora­nın şımarık ileri gelenleri, «doğrusu biz sizinle gönderilen şeyleri tanımı­yoruz» demişlerdir.

35—  Hem diyorlar ki, «biz malca da, evlâdca da daha çoğuz ve biz azaba da uğratılacak değiliz.»

36—  De ki: şüphesiz Rabbın, rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. Ama insanların çoğu (bu hikmeti) bilmezler.

37—  Sizi bize yaklaştıran ne mallarınız, ne de evlâdınızdır. Ancak imân edip iyi-yararlı amellerde bulunan kimseler (var ya) işte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar Cennet'în yüksekçe, manzaralı kısımlarında güven içindedirler.

38—  (Bizi) âciz bırakacaklarını sanarak âyetlerimiz hakkında (olum­suz yönde) uğraşıp çaba gösterenlere gelince: İşte onlar ihzaren getirilip azap içinde bekletileceklerdir.

39—  De ki: şüphesiz Rabbim, rızkı kullarından dilediğine genişletir ve bir ölçüye göre daraltır, (Allah için) neyi harcarsanız Allah onun yerine bir diğerini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.

 

İniş Sebebi

 

İbn £ Hatim rivayet ediyor:                                                       

  Ortak çalışan Mekkeii iki adamdan biri, ticaret amacıyla sahil ka­sabalarına gitti. Çok geçmeden Hz. Muhammed'e (A.S.) risâlet görevi ve­rildi ve Mekke çalkalanmaya başladı. Adam, sözü edilen kasabalarda ticarî işlerini yoluna koyduktan sonra Mekke'ye hemen dönmeyi düşünmüyordu, ancak ilginç havadisler alabiliyordu. Bunun üzerine Mekke'deki ortağına mektup yazıp Hz. Muhammed (A.S.) hakkında geniş bilgi istedi. Arkadaşı ona: «Kureyş ileri gelenlerinden hiç kimse Muhammed'e (A.S.) uymak is­temiyor. Peşine ancak köleler, seviyesiz kişiler, aşağılık adamlar takılıyor» diyerek bilgi verdi. Bu haberi alan sahildeki adam vakit kaybetmeden Mek­ke'ye döndü. Hz. Muhammed (A.S.) ile görüştü ve aralarında şu konuşma geçti:

  Ya Muhammed! İnsanları neye davet ediyorsun?

  Şu, şu esaslara...                                                                       

  O halde ben şehadet ediyorum ki sen Allah'ın peygamberisin.   

  İyi ama, bunu nereden ve nasıl bilebildin?

  Günkü tarih boyunca ne kadar bir peygamber gönderilmişse, mut­laka ona fakirler, yoksullar, kimsesizler ve köleler inanıp uymuşlardır.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [59]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah sizin suretinize (şeklinize, kıyafetinize) ve malları­nıza bakmaz; ama sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.» [60]

«Doğrusu cennette öyle şerefli, yüksekçe manzaralı binalar vardır ki dışı içinden, içi de dışından görünür.»

Bunun üzerine bir bedevi dayanamadı, sordu :

  Ya Resûlellah! Onlar kimler içindir? Resûlüllair (A.S.) ona şu cevabı verdi:

  Güzel ve tatlı konuşan, fakirlere yediren, oruca devam edip halk uyurken gece kalkıp namaz kılanlar içindir. [61]  

Ülkenin İleri Gelen Şımarıkları

 

«B'z ne kadar bir kasabaya bir uyarıcı (peygamber) gönderdikse, mutlaka oranın şımarık ileri gelenleri, «doğrusu biz sizinle gönderilen şeyleri tanımıyoruz» demiş­lerdir.»

Kur'ân-ı Kerîm, hak ile bâtıl arasında sürüp gelen çetin mücadelele­rin, sürtüşme ve tartışmaların sebep ve hikmetine yer yer değinmekte ve bu konuda mü'minlere bilgi vermektedir.

Nefis, devamlı sınırsız hürriyetten, tükenmez nimetten, tatmin edici şehvetten; lüks ve konfordan yanadır. Aklın dizginini nefsinin buyruğuna veren;kişiler, sözü edilen dünyalığı amaç seçerler ve ona ulaşabilmek için her türlü vasıtayı mubah sayarlar.

Peygamber ile semavî kitap ise, nefsi aklın emrine, aklı da hakiki imâ­nın desteğine teslim eder. Bu yüzden ülkede refah içinde gününü gün eden şımarık servet sahipleri ve makam ile şöhret hastaları, gönderilen pey­gambere ve indirilen kutsal kitaba karşı tavır alıp hasım kesilirler. O se­beple sürtüşme, tartışma ve ardı arkası gelmeyen mücadele başlar.

Konumuzu oluşturan 34 ve 35. âyetler bu gerçeği hikmet ve felsefe­siyle yansıtmakta; peygamber yolunda yürüyen mürşit ve ilim adamlarını aydınlatarak, hakkı tebliğde daha cok kimlerin kendilerine engel olmaya çalışacağı hakkında bilgi vermektedir.

Mekkeli putperestlerin şımarık ileri gelenleri mal ve evlât çokluğuyla böbürlenip Hz. Muhammed'in (A.S.) karşısına çıktılar; hayatta tek değer ölçüsünün para ve put olduğunu savunarak ilâhî vahyi red ve inkâr ettiler. Günümüzün insanlarının çoğu da öyle, dünyalıktan başka bir şey düşün-meyip nefislerinin hevesine mağlup olarak ilâhî buyruklardan nefret et­mekte ve o buyrukları tebliğ ve telkine çalışanlarla amansız bir mücadele sürdürmektedirler.

Şüphesiz, toplumun temeline patlayıcı madde koyan, aileyi dejenere eden, kadını şehvet oyuncağı haline getirip onu reklâm vasıtası yapan; köklü, güzel ve yararlı âdetleri yıkan bunlardır. [62]

 

Rızkı Genişleten Ve Daraltan Allah'tır

 

«De ki: Şüphesiz Rabbın rızkı dilediğine genişletir ve daraltır..»

Aslında nzık kanunu câri bir sünnet halinde hükmünü yürütmektedir. Cenâb-ı Hak insanların meydana getiremiyeceğini, yeraltı ve yerüstü kay­nakları halinde hazırlamıştır. O kaynaklardan istifade etme yeteneğini in­sana vererek nzık kanununu bilerek, azmederek çalışmaya ve kişilerin be­ceri ve bilgisine bırakmıştır.

Ne var ki, hazırlanan bu kaynaklardan yararlanmanın .iki ayrı yolu vardır; yani rızka o iki değişik yoldan biriyle veya her ikisiyle ulaşmak mümkündür. Bu yollardan biri meşru, diğeri gayr-i meşrudur. Böylece rız­kının peşinde koşan insanoğlu ciddi bir sınav vermekte ve içinde taşıdığı madenin cinsini ortaya çıkarmaktadır. Peygamber bu yolları tanıtmakta, ilâhî kitap onların sonucundan haber vermektedir.

O bakımdan Cenâb-ı Hak, Rabbü'l-âlemin'dir; yani bütün insanların ve diğer canlı cansız her şeyin yegane terbiyecisi, yaratıp vücuda getireni, -zıklarını hazırlayıp belli kanunlara bağlayanıdır. İnkâr ve azgınlık, ahlâk­sızlık ve düzensizlik içinde gününü gün etmeye çalışanların rızkını kesmez. Çünkü âhiret saadetini kaybeden bir günahkâr veya âsi kulundan dünya nimetini çekip almaz. Ancak zulme sapıp inkâr ve ahlâksızlığını zulümle birleştirip toplumu tedirgin edenleri dünyada da pek cezasız bırakmaz.

Allah'a dosdoğru imân edip âhirete inanan mü'minlere gelince: Onlar meşru yolda yürüyüp doğru çalıştıkları ve bilerek, inanarak işlerine sarıldıkları takdirde diğerleri kadar, belki daha fazla mal ve servete sahip olabilirler. Böyle olmasa bile, geçimlerini sağlayabilirler. Bu arada mü1-minler hem âhiret saadetine erişmeyi ister, hem de dünyada servet sahibi olabilmek için meşru, gayr-i meşru ayrımı yapmadan kazanç sağlamaya yönelirlerse, Cenâb-ı Hak kendilerinden feyiz ve bereketini keser ve sıkın­tı üstüne sıkıntı verir de onları uyarmaya, ölmeden Önce dönüş yapmaya -bir bakıma- zorlar. Bu zorlamadan maksat, doğru yola dönmesi için, onu tokatlaması demektir.

İlgili âyetle bu incelikler «rızkı dilediğine genişletir ve daraltır» cümle­siyle özetlenmiş ve bir ana fikir olarak mü'minlerin önüne konulmuştur. [63]

 

İnsanı Allah'a Yaklaştıran Amel Ve Faziletler

 

Sizi bize yaklaştıran ne mallarınız, ne de evlâdınızda. Ancak imân edip iyi ya­rarlı amellerde bulunan kimseler (var ya) işte onlar için yaptıklarına kar­şılık kat kat mükâfat vardır..»

Şüphesiz mal, çocuk, makam gibi arızî şeyler dünya hayatını devam ettirmenin birer aracıdır. O bakımdan bunların hiç biri ne hayatın hikme­ti, ne de amacıdır. Hayatın hikmeti, onu ilâhî buyruklar doğrultusunda ebe­dileştirmektir. Amacı ise, onu lütfeden Yüce Kudreti kemal sıfatlarıyla ta­nımak ve kullan için hazırladığı sonsuz saadete hazırlanmaktır. Kısacası, hem dünyada, hem âhirette CenâbHakk'ın hoşnutluğuna lâyık bir düzeye gelmektir. Bu da dosdoğru imân ve onun ürünü olan sâlih amellerle imkân alanına girebilir.

Cenâb-ı Hak, hayatın gerçek yanını, hikmet ve amacını gösterdikten sonra, o hikmet ve amaca yönelen mü'minleri şöyle müjdelemektedir: «An­cak imân edip iyi yararlı amellerde bulunanlar (var ya), işte onlar için yap­tıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar cennetin yüksekçe man­zaralı kısımlarında güven içindedirler.» [64]

 

Dini, Gericiliğin Baş Âmili Sayanlar

 

«(Bizi) âciz bırakacaklarıni sanarak âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde) uğraşıp çaba gös­terenlere gelince: İşte onlar azap içinde bekletileceklerdir.»

Hıristiyan âlemi Martin LUTHER'in öncülüğünde dinde reform yapma­yı becerebilmiştir. Aslında bu reform onlar için çok gerekliydi. Orta cağda Katolik Kilisesi tarafından kurulan ve ilmî hareketin önünde bir sed oluş­turan Engizisyon Mahkemeleri, şüphesiz insanlık tarihi adına bir yüz kara-sıdır. İlim adamlarının afaroz edilerek zindanlara atılması din adına bir ıs­lâhat değil, bir cinayettir. Böylece aslı kaybolan ve sonradan derlenen İn­cil'lere insan sözü karışmış, dinî esas ve prensiplerin çoğu belirsiz hale gelmiş olduğundan, Hıristiyanlık papazların elinde oyuncak haline geti­rilmiş, kendi katı tutumlarını, bilgisizliklerini dine mal ederek onu rahmet havasından uzaklaştırmalardı.

O sebeple ortaçağda kurulan Engizisyon Mahkemeleri Roma'daki pa­palık tarafından idare edilen bir zulüm ve işkence yuvalan halinde bulunu­yordu. Bütün bu fanatik görüş ve uygulamalar semavî dinlerin ruhuna, ma­yasına, özüne ve amacına ters düşmekteydi. O bakımdan diyoruz ki, Hı­ristiyanlıkta ciddi bir reform şarttı. Çünkü ilâhî naslar diye kayda değer pek bir şey kalmamıştı. Din adamları dinî kuralları kendileri icat edip ayak­ta tutmaya çalışıyorlardı.

İslâmiyete gelince : O Allah'tan indiği gibi korunmuş, tek hükmüne ve kelimesine insan sözü karıştırılmamış ve böylece ilâhî naslar zede alma­dan günümüze kadar terütaze gelmiştir. Kur'ân kapsadığı hükümlerle; il­mî araştırmalara ışık tutan, hareket noktasını belirleyen ana fikirlerle; te­me! bilgilerle; sosyal hayatı yönlendiren naslarla; aile yuvasını iffet ve na­mus çatısı altında tutan kurallarla çağların, medeniyetlerin önünde yürü­mektedir. İlimle bütünüyle sarmaş dolaş halinde olup cumhurun mantı­ğına ve aklına ters düşen hiçbir hüküm ve kural taşımamaktadır. İnsan ak­lına hem yer verir; hem değer sunar; âlimi ve ilmi alkışlar ve över. Bu ne­denle teblîğ ve irşad gibi önemli bir hizmetin bilgisiz ellere terkedilmesine rıza göstermez.

Batı kültürüyle yetişen aydınlar, İslâm'ın ve Kur'ân'ın bu özelliklerini bilmedikleri ve kutsal kitaplar arasında ciddi hiçbir mukayese yapmadık­ları için, Martin LUTHER'i alkışlarken İslâm Dininin de ciddi bir reforma ih­tiyacı olduğunu iddia eder dururlar.

Oysa mevcut dört İncil'de ciddi araştırma yapıldığında ne ibâdet şek­line, ne aile, ne de genel hukuka, ne de sosyal hayati denge ve düzende tuta­cak hükümlere rastlanabilir. İncil'lerin hepsi de İsa Peygamber'in hayatını anlatır ve bir de beş on kadar ahlâkî kuraldan söz eder.

O bakımdan kiliselerdeki ayin ve ibâdetler, çeşitli merasimler, ortaçağda kurulan Engizisyon Mahkemeleri, yapılan aforozlar bütü­nüyle papazların kalp ve vicdanlarının ürünleridir. İncil'de yazılı olmayan şeyleri din adına icat edip İsa Peygambere yakıştırıp uygulamak, en hafif tabiriyle hem dine, hem de İsâ Peygambere saygısızlıktır. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de İsâ Peygamber'in namaz kıldığından, zekât verdiğinden, yani bu ibâdetlerle emrolunduğundan bahsedilmektedir.

Hıristiyanlığın esası tam anlamıyla bilinmediği için de yapılan reform, bozulan ve aslından uzaklaştırılan Hıristiyanlığı aslına çevirememiştir. An­cak kilisenin tesirini sınırlamayı, dünya işlerinde dini engelleyici bir araç olarak kullanmamalarını sağlamıştır.

İslâm Dini'nin hiçbir zaman reforma muhtaç olmadığı ve olmayacağı kesindir. Zira bir şey deforme olmadıkça, aslından uzaklaştınlmadıkça re­forma tabi tutulmaz.

Bu gerçeğe işaretle Cenâb-ı Hak 38. âyetle aydınlatıcı şu bilgiyi ver­mektedir: «Bizi âciz bırakacaklarını sanarak âyetlerimiz hakkında (olum­suz yönde) uğraşıp çaba gösterenlere gelince : İşte onlar azap içinde bek­letileceklerdir.»

Şüphesiz bu azap iki türlüdür: Biri dünyada, diğeri âhirettedir. Dünya­daki olanı, dine karşı olan kin ve hınçlarını tatmin edememenin sıkıntısı içinde bir ömür tüketmeleridir; âhirette olanı ise, daha kalıcı ve daha elîm-dir. [65]

 

Rızık Konusu Dindarlığa Veya Dine Bağlanmamıştır

 

«De ki: Şüphesiz Rabbın, rızkı kullarından dilediğine genişletir ve bir ölçüye göre daraltır..»

Rızrk konusu her kişiyi yakından ilgilendirdiği ve ilâhî takdire bağlan­dığı için 36. âyette değinildiği halde, 39, âyette de değinilmekte ve az fark­lı bir hüküm ve hikmet ortaya konmaktadır. Şöyle ki:

36. âyette mal ve evlâdın çokluğuyla böbürlenme söz konusudur. Mek­ke'de İslâm'ın ilk yıllarında Müslümanlar bir yandan günlük mesailerinin çoğunu Hz. Peygamber'in (A.S.) meclisinde dine hizmet doğrultusunda har­camakta, bir yandan da ekonomik abluka altında tutulmaktaydılar. Böyle­ce o yıllarda ticaretle uğraşma imkânları hemen hemen mümkün değildi. Aynı zamanda İslâm'a girenlerin çoğunu fakirler oluşturuyordu. Zengin müşrikler son dinin ancak fakirlik ve sıkıntı getirdiğini ileri sürerek kendi malî imkânlarını gururla ortaya koymakta ve bu açıdan da İslâmiyet aley­hine bir hava estirmekteydiler.

Cenâb-ı Hak o toplumdaki bu dengesizliğin sebebinin din ve dindarlık olmadığını belirterek geçimle ilgili çalışıp kazanma, didinip imkân sağlama sünnetine işarette bulundu.

39. âyette ise, zengin Müslümanların mallarını İslâm'ın gelişmesi ve yayılması, Allah'ın hoşnutluğunu tahsil uğruna harcadıklarını gören iç düş­man sayılan münafıkların, bu gidişle zengin Müslümanların da yakında fa­kir düşüp sıkıntı çekeceklerini demeleri konu edilerek, Allah'ın lütuf ve ih­sanda bulunduğu mal ve serveti bilerek ölçülü şekilde hayır yollarında kul­lanmanın mala bir noksanlık getirmiyeceği, verilenin, harcananın yerinin fazlasıyla doldurulacağı haber verilmekte ve böylece mü'minlerin morali yükseltilirken rızıkla ilgili sünnetullahın şaşmadan hedefine ilerlediğine işa­ret edilmektedir.

Hıristiyan Avrupa'nın 18. asırdan bu yana dev adımlarla ilerleyip hızlı bir kalkınma sağlaması, ne Hıristiyan olmalarının eseridir, ne de dinde ya­pılan reformun tabii neticesidir. Haçlı Seferleri'yle İslâm alemindeki ilmî hareketleri, buluşları görüp uykudan uyanmak suretiyle çalışma düzenine girmeleri bunun sebeplerinin başında gelir. Endülüs'te kurulan İslâm Me-deniyeti'nin Avrupa'ya ışık tutup yol gösterdiğini ise kimse inkâr edemez.

Anlaşıldığı üzere, rızık konusu, mal ve servet edinme, ekonomik yönden güçlenme dine ve dindarlığa bağlanmamıştır. Bu hususta câri olan ilâhî sünnet her zaman söz konusudur; yani bu husus bilgi, beceri, azim, gayret ve kollektif çalışmayla bağlantılıdır. Din ve dindarlık bu çalışmayı meşru sınırlar içinde tutmayı, zengin olup zekât vermeyi, toplum yapısında sosyal adaleti sağlamayı emreder. Böylece daha verimli çalışıp daha çok kazan­manın meşru olduğunu belirterek mü'minlerin azim ve gayretini kamçılar. Cenâb-ı Hak kendi kitabında bu inceliği şöyle açıklamaktadır: «De ki: Al­lah'ın kullarına çıkarıp sunduğu zîneti ve rızıklardan temiz pâk olanlarını kim haram kılmıştır? De ki: O dünya hayatında imân edenler içindir, kıya­mette de yine onlara mahsustur. İşte böylece bilen bir millet için âyetleri­mizi açıklıyoruz.» [66]

Mülk Sûresinde ise, Allah'a dosdoğru imân edenlere şu bilgi veriliyor: «Hanginizin daha güzel iş ve amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkar­mak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur.,» [67]

Böylece hak din, yeryüzündeki her türlü nimetin ve zînetin meşru yol­dan elde edilmesinde hiçbir sakınca olmadığını açıklarken, mü'minin meş­gul bulunduğu konuda en iyisini, en güzelini yapmakla yükümlü bulundu-ğunu   da  hatırlatıyor.

O halde CenâbHakk'ın rızkı dilediğine genişletmesi ve bir ölçüye göre daraltması, sözünü ettiğimiz rızıkla ilgili sünneîullahla bağlantılıdır. [68]

 

 Allah İçin Harcamak

 

 «(Allah için) neyi harcarsanız Allah onun yerine bir diğerini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.»

Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek, elde ettiğimiz kazancın bir kısmını din, ahlâk, ilim, fazilet ve sosyal adalet doğrultusunda harcama konusu en az Kur'ân'ın altmıştan fazla yerinde farklı anlatımla emir, tavsiye ve tel­kin yoluyla anlatılmaktadır.

Bu durumda kimler Allah için belli nisbette harcayıp ülkesinin ve din kardeşlerinin yüzünü güldürebilir? Şüphesiz ki bilerek, inanarak çalışıp ekonomik açıdan kendini güçlendiren mü'minler bu şerefli hizmeti sürdür­mek suretiyle insanların hem yüzlerini güldürürler, hem de güzel Örnek olurlar.

Konuyla ilgili âyet ve onun bir önceki, bir sonraki âyetlerle olan bağ­lantısı ve taşıdığı ilâhî hikmet bize bu incelikleri öğretmektedir. Öyle ki, iyi niyetle, temiz kazançtan, helâl servetten harcanan miktarın yerinin boş kalmayacağı, CenâbHakk'ın sebepleri kolaylaştırmak suretiyle onun ye­rine fazlasını koyacağı, âhirette de mükâfatlandıracağı haber verilerek gönül rahatlığıyla, kalp yatışkanlığıyla harcamada bulunmamız isteniliyor. Bunun yanısıra malda feyiz ve bereketin vücut bulacağına işaretle ilâhî inayet ve rahmetin sınırsız olduğu kalp ve kafalara işleniyor, çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. O'ndan ancak hayır ve rahmet iner. [69]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, gönderilen her peygamberin karşısına, devamlı ülkenin şımarık zenginlerinin, meşru ileri gelenlerinin çıktığı ve halkın ah­lâkını daha çok bu iki grubun bozup dengesizlik ve düzensizlik meydana getirdikleri konu edildi. Mal ve evlât çokluğuyla övünüp böbürlenmenin inançsızlıktan ve cehaletten kaynaklandığına işaretle Allah yanında değer taşıyan şeyin, imân doğrultusunda yapılan sâlih ameller olduğuna dikkat­ler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp melekleri ilâhlaştırarak onlara ta­panların da değişik anlamda şirk ve putperest olduğu üzerinde durularak, gerçekte onların meleklere değil cinlere, şeytanlara taptıkları haber veri­liyor. Sonra da Hz. Muhammed'i (A.S.) yalancı sayıp, Kur'ân'ın insanlar üzerindeki olumlu tesirini açık bir sihir ve büyü kabul edenlerin çok iyi düşünüp öylece bu gibi konulara girmeleri tavsiye ediliyor. Arkasından Hz, Muhammed'de (A.S.) cinnet alâmeti ve eseri bulunmadığına değinilerek Onun ancak ileri'de kâfirleri çepeçevre kuşatacak şiddetli bir azaba karşı inkarcı nankörleri uyaran bir peygamber olduğu açıklanıyor. [70]

 

Meali:

 

40—  (Allah) onların hepsini o gün bira raya toplayacak, sonra da me­leklerine, «bunlar mı size tapıyorlardı?» diyecek.

41—  Melekler, «seni teşbih ve tenzih ederiz; onlar değil, sen bizim yegâne sahibimizsin. Hayır, onlar, cinlere tapıyorlardı; çoğu onlara inan­mışlardı», diyecekler.

42—  Bugün kiminizin kiminize ne yarar, ne de zarar vermeye gücü yeter; zulmedenlere de deriz ki: «Yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını ta­dın!»

43—  Âyetlerimiz kendilerine karşı açık-seçik okunduğu zaman, dedi­ler ki, «bu adam ancak sizi babalarınızın taptığı şeylerden alıkoymak ister ve bu Kur'ân uydurulmuş bir düzmeden başkası değildir.» İnkâr edenler de hak (olan Kur'ân) kendilerine geldiği zaman, «bu açık bir sihirden başka­sı değildir» dediler.

44—  Halbuki biz, onlara ders yapacakları bir kitap vermedik ve sen­den önce kendilerine uyarıcı bir peygamber de göndermedik.

45—  Onlardan önce gelen (inkarcılar da) yalanlamıştı; onlara verdi­ğimizin onda birine olsun (bunlar) erişememişlerdir. Peygamberlerini ya­lanladılar. (Bir bak), beni inkârın sonu ne oldu!

46—  De ki: «Size tek bir öğütte bulunuyorum: Allah için ikişer ikişer, birer birer ayağa kalkmanızı, sonra da iyice düşünmenizi (istiyorum). Arka­daşınızda cinnet diye bir şey yoktur. O, ancak çok şiddetli bir azaptan ön­ce sizi uyaran bir peygamberdir.»

 

İnkarcı Müşriklerin, Sapık Maddecilerin Biraraya Getirilmesi

 

 «(Allah) onların hepsini o gün bira ray a toplaya­Tapilanlarla tapanların; inkarcılarla maddecilerin, Allah'ı bırakıp batılı savunanların hepsinin kıyamet gününde toplanıp biraraya getirileceği ha­ber veriliyor. Şüphesiz bu tarz bir toplama, yüzleştirmeye yönelik bir an­lam taşımaktadır. Öyle ki, Allah'ı bırakıp meleklere «Allah'ın kızları» diye­rek hem Allah'a ortak koşanlar, hem de meleklere tapanlar, meleklerle yüzlestirilecekler. İlâhî huzurda melekler, hiçbir zaman kendilerinin tapıl-maya lâyık olmadıklarını söyleyerek CenâbHakk'ı eş ve ortaklıktan, ço­cuk edinmekten tenzih edecekler ve bu şaşkınların cinlere, şeytanlara tap­tıklarını açıklayacaklar.

Âyette geçen «cinler»den maksat, daha çok şeytanlardır. Çünkü bu her iki ruhanî de ateşten yaratılmıştır, o bakımdan menşe'leri aynıdır. Di­ğer bir yorumla, ruhanîlere tapanlar dolayısıyla cin ve şeytanlara tapıyor­lar demektir. Çünkü cinler gözle görülmeyen ruhanîler olarak da vasıflan-dırılabilir. Nitekim eski Türklerde Şamanlar ruhlarla temasa geçtiklerini iddia ederek birtakım kişisel ve sosyal meseleleri çözmeğe çalışırlardı. Bu amaçla düzenlenen törende büyük bir cezbeye kapılan şaman, gökteki ve­ya yer altındaki ruhlar âlemine girdiğini söylerdi. Bazan da ruhların gelip şamanın içine girerek ona ilham verdiğine inanılırdı.

İşte ilgili âyetlerle, cinlere, şeytanlara ve dolayısıyla ruhanîlere tapan­ların kıyamet gününde bu yüzden azap görecekleri açıklanmakta ve cin­lerden, ruhanîlerden çok üstün olup ilâhî tekrîme lâyık görülen insanın o gibi şeyleri ilâhlaştırması ve tapması yerilerek aklını kullanabilenlerin iyi­ce düşünmeleri istenmektedir. Zira Allah'ı bırakıp taptıkları canlı-cansız şeylerin; ruhanî ve cinlerin dünyada bir yararı olmadığı gibi âhirette de ol­mayacak; bilâkis büyük zararları olacak..

Şüphesiz Allah'a ortak koşmak, her türlü denge ve düzeni aştığı, akl-ı selime ters düştüğü ve kâinatta yer alan her şeyin hakkına tecavüz sayıl­dığı için, büyük bir zulüm kabul edilmiştir. Âhireîteki cezası ise, o nisbette ağır olacaktır. [71]

 

İnkarcının Bilgisizce İnadı

 

«Âyetlerimiz kendilerine karşı açık seçik okunduğu zaman....»

Her âyetiyle ilâhî kudret ve rahmeti yansıttığını açık seçik ortaya ko­yan ve insan aklına seslenip yeterince malzeme veren; ilme kapı açıp ilim adamına ön bilgi getiren Kur'ân'a «uydurma», «eskilerin masalları», «açık bir büyü» demek kolay, ama bunu isbat etmek mümkün değildir. Zira Kur'-ân bir bütün olarak insan kudretini aşmakta ve çağların, medeniyetlerin önünde gitmektedir. Bu düzeyde ortaya koyduğu hiçbir ana fikir, ön bilgi, esas ve tema, gerçeği bulan ilimle ters düşmemiştir ve düşmeyecektir de.. Öyle ki, her sınıf insan -bilgi ve kültür seviyesi ne olursa olsun- bu ilâhî sözler mecmuasından mutlaka nasîbini alabilir. Yeter ki, kendini ön yargı­dan kurtarıp hakikati arama azmi ve gayreti içinde bulunsun.

Kur'ân yalnız doğruyu, iyiyi, güzeli, yararlı olanı, mutluluk getireni em­retmekte; insan ruhuna, amacına, hılkatındaki yüceliğine ve azizliğine zıd bütün şeyleri yasaklamaktadır. O halde Kur'ân'a «açık bir büyü» diyebil­mek için büyülenmiş olmak gerekir. Ona «eskilerin masalları» damgasını vurabilmek her türlü ilim ve irfandan yoksunluğun damgasını taşımayı ge­rektirir. [72]

 

Kur'ân'ın Hak Olduğunu Reddeden Kutsal Bir Kitap Yoktur

 

«Halbuki biz onlara ders yapacak­ları bir kitap vermedik..»

Kur'ân-ı Kerîm'in iiâhî olmadığını ortaya koyan hiçbir belge kutsal ki­taplarda mevaut değildir. Ayrıca Araplara daha önce indirilmiş bir kitap da yoktur. O bakımdan Kur'ân'ın uydurma söz olduğunu nereden, nasıl çı­karıyorlar?

Aksine Hz. Muhammed'in (A.S.) son peygamber olarak gönderileceği­ne dair Tevrat ve İncil'de hayli belge ve bilgi yer almaktadır. O halde gerek Hz. Muhammed'i (A.S.), gerekse Kur'ân-ı Kerîm'i kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyanların delil ve dayanağı yoktur; ortada sadece dinî taassup, kin ve nefret söz konusudur. Tevrat'a ve İncil'e insan sözü karıştırıldığı ve hay­li tahrifata uğratıldığı halde, yine de bazı bölümlerinde son peygamberin geleceğine dair birtakım belgeler bulunmaktadır. Tevrat'ın Tesniye kitabı 18/15'nci belgesi; İşaya kitabı 42. belgesi büyük bir kurtarıcının geleceğin­den söz etmektedir.. Yuhanna İncil'i 14/15, 16 ve 16/7-12'nci belgelerinde; Markos İncil'i 1/15; Matta İncil'i 21/40'ncı belgelerde büyük bir tescilci-nin geleceği müjdelenmektedir. Ayrıca Bernaba İncilinin 39/14, 42/13, 44/19, 54/1-11, 55/20-24, 82/16, 96/3-7, 96/11-15,97/4-14, 136/18-21, 137/ 6, 163/3-8, 191/8, 220/17-20. belgelerinde cok acık ve net şekilde Hz. Mu-hammed'in (A.S.) hem isminden, hem de geleceğinden söz edilmekte ve mü'minler bu konuda müjdelenmektedir. [73]

 

Mekkeli'lere Daha Önce Uyarıcı Bir Peygamber Gönderilmemiştir

 

«Ve senden önce kendilerine uyarıcı bir peygamber de göndermedik.»

44. âyette fetret devrinde Arap Yarımadası'na uyarıcı bir peygamber gönderilmediği anlatılıyor. Fetret devrinden önce ise, İbrahim ve İsmail Peygamberlerden sonra Hud, Salih ve Şuayb peygamberlerin gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan sonra kaç peygamberin daha gönderildiği hak­kında bir bilgimiz yoktur. Sadece İsa (A.S.) ile son peygamber Hz. Muham-med (A.S.) arasında gecen altı asırlık dönemde yarımadaya peygamber gönderilmediği kesindir. Buna işaretle Resûlüllah (A.S,) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Ben dünyada da, âhirette de Meryem oğlu İsa'ya daha dost ve daha yakınım.»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu:

  Nasıl oluyor bu? Resûlüllah (A.S.) şu cevabı verdi:

  Peygamberler baba bir kardeşlerdir; anneleri ayrı ayrıdır; dinleri (Tevhîd İnancı ve ona bağlı esaslar itibariyle) birdir. Benimle İsa arasında peygamber yoktur.» [74]

Bununla Resûlüliah (A.S.) Efendimiz hem Arap Yarımadası'na, hem de diğer bölge ve ülkelere peygamber gönderilmediğine, altı asra yakın bir süre buna ara verildiğine işarette bulunmuştur. O bakımdan ilgili âyetin delâlet ettiği hüküm ancak bu hadîsle karşılaştırılınca anlaşılmış oluyor.

Dayanağı tesbit edilemiyen bazı rivayetlerde, Resûlüliah (A.S.) Efendi­mizle İsa (A.S.) arasında Halid bin Sinan adında bir peygamber gönderildiı-ğibelirtilirse de bu sahih değildir. [75]

 

İnkarcıların Maddî Gücü Kurtarıcı Olmamıştır

 

Onlardan önce gelen (inkarcılar da) yalanlamıştı; onlara verdiğimizin onda bi­rine olsun (bunlar) erişememişlerdir. Peygamberlerini yalanladılar, (Bir bak) beni inkârın sonu ne oldu!»

Mekkeli putperestlerden on, ya da yirmi kat daha güçlü, daha geniş imkânlara sahip bulunan önceki kavim ve milletleri maddî refah yalnız ba­şına kurtaramamıştır. İnkâr, ahlâksızlık ve haksızlığı birleştirip yeryüzün­de bozgunculuk çıkaran birçok milletler ilâhî sünnet gereği haritadan si­linmeye mahkûm olmuş ve bir kısmının sadece ibret ve öğüt alınsın diye birtakım kalıntıları bırakılmıştır. Zira Cenâb-ı Hak, insanların şekil ve su­retlerine, mal ve makamlarına değil, kalp ve amellerine bakar da ona göre. hükmünü yürütür. Ancak ekonomik kalkınma sağlam imân, güzel ahlâk, devam edegelen adaletle birleşip bütünleşirse, hem dünya, hem de âhiret hayatı amaç ve hikmetine uygun düzeye getirilmiş olur ve her iki âlemde de mutluluğa erişilir. Zira bu durumda CenâbHakk'ın vermiş olduğu nzık kaynaklan ilâhî rızası doğrultusunda değerlendirilmiş olur ki bu, dünya ha­yatından amaç ve hikmetin ne olduğunu yansıtır. [76]

 

İnsafla Ayağa Kalkıp Gerçeği Aramak

 

De ki: Size tek bir öğütte bulunuyorum: Allah için ikişer ikişer, birer birer aya­ğa kalkmanızı, sonra da iyice düşünmenizi (istiyorum). Arkadaşınızda cin­net diye bir şey yoktur..»

Batılın peşine takılıp inkârda inat eden putperestler başta olmak üzere hemen her devirde Hz. Muhammed'i (A.S.) küçültücü sözler sarfedenler sahneden eksik olmamıştır. Kimi Onun için «büyülenmiş adam», kimi «si­hirbaz», kimi «aklî dengesi bozuk», kimi «çok akıllı bir adam», kimi de «o bir dahidir» diyerek kendi kültür, inanç ve bağlı bulunduğu ekolün havası­na göre bir yargıda bulunmuştur. İlgili âyetle bu nankörler insafa davet edilmekte ve kendilerini hislerinden sıyırıp ön yargıdan uzak tutarak akıl ve idrâkin desteğinde ayağa kalkıp biraraya gelmeleri Ve konuya tarafsız olarak eğilmeleri istenmektedir. Zira insanlık tarihinde en büyük fakat en feyizli ve anlamlı inkılâbı yapan; günlük hayatıyla en güzel yaşama örnek­lerini ve kurallarını veren; getirdiği ilâhî kitapla ilme, akla, idrâke, vicdana ve ruha ışık tutan; insan haklarını en asil ve en ölçülü ve âdil şekilde ko­ruyan; fizik ötesinden en doğru haberi vermek suretiyle ruhları gıdalandı-ran ve insanlara her vesileyle geniş umut kapılarını açan bir peygambere deli demek veya onu sıradan bir insan gibi görmek veya onu sadece çok akıllı veya dâhi sanmak son derece hatalı ve sakıncalıdır; aynı zamanda tarihî gerçeğe aykırıdır.

Bugün de, dün tie, yarın da insanların çoğu ona uymadıkları için hep huzursuz, umutsuz, kararsız, dengesiz ve tedirgindirler. İlerleyen teknoloji, Allah'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) imân doğrultusunda değerlendirilmediği için milletleri, ülkeleri hem tehdit etmekte, hem de vicdanları silik, ruhları bitik hale getirmektedir. Günümüzde gelişen sözde medeniyet bütün im-r kânları ve araçlarıyla insan aklını ve zekâsını geliştirmekte; fakat ruhları ve vicdanları ihmal etmektedir.

Konumuzu oluşturan âyetlerle, Cenâb-i Hak bu konu üzerinde iyice durmamızı ilham etmekte ve kurtuluş yolunu göstermektedir. [77]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ı bırakıp bâtıl ilâhlar icad eden inkarcı sa­pıklardan bir kısmının ruhanîleri ilâh edindikleri üzerinde durularak yön­lendirici uyarılarda bulunuldu. Sonra da Hz. Muhammed'i (A.S.) küçük dü­şürecek anlamda birtakım yakışıksız sözlere dikkatler çekilerek kutsal ki­taplara bakmaları önerildi. Böylece hakkın karşısına çıkan nankörler uhrevî azapla tehdit edilerek duygu ve düşünceleri yönlendirilmek istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel bir iddiası bulun­madığı, o yüzden inen vahiy uyarınca teblîğ ve irşat görevini sürdürürken kimseden bir ücret talep etmediği belirtiliyor. Böylece Onun ancak hakkı getirdiğine değinilerek CenâbHakk'ın Onun eliyle bâtılın beynini parça­layacağı haber verilerek inkarcılar uyarılıyor. Hakkın gelmesiyle arjık bâ­tılın dönmemesiye gideceği haber verilerek Arap Yarımadasının özellikle Mekke'nin ve kutsal Kabe'nin putlardan, putperestlerden yakın gelecekte temizleneceği müjdeleniyor. [78]

 

Meali:

 

47-— De ki: sizden bir ücret istediysem, o size olsun. Benim ücretim ancak Allah'a aittir. O, her şeye şâhiddir.

48—  De ki: şüphesiz ki Rabbım, hakkı (bâtılın beynine) fırlatıp çar­par. O, gaybleri en iyi bilendir.

49—  De ki: Hak geldi; bâtıl ise ne (bir şey) başlatıp meydana geti­rebilir, ne de (onu) geri çevirebilir.

50—  De ki: eğer ben sapıtırsam kendi aleyhime sapıtmış olurum. Doğ­ru yolu bulursam, bu, Rabbımın bana vahyetmesiyledir. Şüphesiz ki O, işi­tendir, yakındır.

 

Hakk'a Çağrı Görevi Sürdürülürken Ücret Alınmaması

 

«De ki: Sizden bir ücret iste­diysem, o size olsun. Benim ücretim ancak Allah'a aittir..»

İslâm, bütün insanlığın son dini, son umududur. İnsan hayatında en büyük değişikliği yapan ve öylece kalıcı büyük bir inkıiap meydana geti­ren Allah'ın son mesajıdır. Ferdin, ailenin günlük hayatıyla içice olduğu ka­dar, toplumların ve milletlerin hayatıyla yakından ilgilidir. O bakımdan sa­hası bütün dünya, davası bütün bir insanlığın kurtulması, yönelişi her ya­nıyla rahmet, seslenişi her bakımdan hidâyettir. Büyük himmetleri gerek­tirmekte, üstün gayretlerin aralıksız sahnede olmasının lüzumunu ortaya koymaktadır. Mü'minden her zaman ferağat-i nefs ve fedakârlık beklemek­te; tahkikî imânla ilâhî nurun kalp ve kafaları aydınlatmasına çalışılmasini yine mü'minlerden beklemektedir.

Bunun içindir ki tarih boyunca her peygamber teblîğ ve irşat görevini, sürdürürken hizmetine karşılık ilâhî hoşnutluktan başka hiçbir şey talep etmemiştir. O kadar ki, elinde, evinde ne varsa onları da bu uğurda har­camaktan derin zevk duymuştur. Zira aksine bir tutum, davanın yüceliği­ne, kutsallığına gölge düşürür; gelişmesine engel teşkil eder, tesirini azal­tır.

Konumuzu oluşturan âyetle, Hz. Muhammed'e (A.S.) böyle demesinin emredilmesi iki ayrı hizmete yönelik bulunuyor: Birincisi, az yukarıda be­lirttiğimiz husustur. Diğeri, Hz. Muhammed'den (A.S.) sonra ortaya çıka­cak olan din âlimlerine ve mürşitlerine sağlam bir ölçü vermekle yakından ilgilidir. Günümüzde Kur'ân'ı bir geçim vasıtası yapanların ve hafızlığı, mev-lithanlığı sanat haline getirip halktan ücret alanların kulakları çınlasın. Şüphesiz bu ve benzeri tutum ve davranışlar toplum içinde din adamının değerini düşürmekte, tesirini azaltmaktadır. Bütün bunların ücretsiz yeri­ne getirilmesinde ise sayılmayacak faydalar söz konusudur. [79]

 

Hakk'ın Bâtılın Beynine Çarpılması

 

«De ki: Şüphesiz Rabbım hakkı (bâtılın beynine) fırlatıp çarpar. O, gaybleri en iyi bilendir.»

Peygamberin (A.S.) ve Onun yolunda olan mürşitlerin ücretsiz hizmet­te bulunmaları emredildikten sonra, bunun asıl hikmet ve felsefesi açık­lanıyor. Şöyle ki:

Dini yaymaya feragatle azmedenler olur; dine hizmet geçim vasıtası olmaktan uzak tutulursa, hak mutlaka güçlenir, tesiri artar ve ilâhî inaye­te mazhar kılınarak bâtılın beynini parçalar. Kişilerin niyetini, hizmetinden amacın ne olduğunu, gaybı çok iyi bilen Cenâb-ı Hak takdir edip ona göre karşılık hazırlar ve ona göre yardımda bulunur. [80]

 

Hakkın Gelmesi

 

«De ki: Hak geldi; bâtıl ise ne (bir şey) başlatıp meydana getirebilir, ne de (onu) geri çevirebilir.»

Hakkın hak olduğunu, karşıtı olan bâtılla daha iyi tanıyıp bilebiliriz ve her şey zıddıyla inkişaf ettiği gibi, hak da bâtıl ile mücadelesini sürdürdüğü ölçüde inkişaf kaydeder.

Böylece hakkın karşısında, güçlü veya güçsüz bâtıl eksik olmamış ve ikisi arasındaki mücadele de sona ermemiştir. Şüphesiz hak gelmeyince bâtıl gitmez. Tıpkı güneş doğmayınca karanlığın ortadan kalkmıyacağı gibi.. O halde Kur'ân ilgili âyetle mü'mintere bir ölçü ve metot vermektedir. Şöy­le ki: Önce hakkı bilmek, inanıp ona sahip çıkmak ve sonra da bâtılın kar­şısına çıkıp mücadele etmek gerektir.

Nitekim küfür ve bâtıl diyarında İslâmiyet ortaya çıkınca, bâtıl yavaş yavaş silinip uzaklaşmış oldu ve geriye insanlıktan yana kayda değer hiç­bir fazîlet ışığı bırakmadı. İslâm ise, yukarıda belirtilen metoda göre ha­reket ettiği sürece bâtılın üstünlük sağlayıcı bir güçle gelmesi düşünü­lemez.[81] [82]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, hakka davette, teblîğ ve irşatta ferağat-i nefs göstermenin lüzumu üzerinde durularak, bu alanda hizmet veren âlim ve mürşitlerin mümkün olduğu sürece ücret talep etmemeleri tavsiye edildi. Sonra da mü'minler hakkı ayakta tutup onu bilerek savundukları ve güç­lendirdikleri takdirde, bâtılın başaşağı geleceği haber verilerek sağlam bir metoda işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkâr ve azgınlığı sürdürerek hayatını berbat eden nankörlerin âhirette uğratılacakları elim azaptan bir iki safha nakle­dilerek uyarıda bulunuluyor; ölmeden önce her türlü inkâr ve şüphe fırtı­nasından kurtulmaya çalışmanın selâmete kapı açacağı hatırlatılıyor. [83]

 

Meali:

 

51—  Onları, korkup telaşa kapıldıkları zaman görsen! Artık kurtulma (şansları) hiç yoktur ve yakın bir yerde yakalanmışlardır.

52—  «Biz O'na imân ettik» derler. Ama uzak bir yerden (Âhiret'ten imâna) el sunmak (Dünya'ya yeniden döndürülmek) onlara nereden?

53—  Halbuki daha önce onu inkâr etmişler, uzak yerden gaybe taş atmışlar (bilmedikten şeye dil uzatmışlardı.

54—  Artık onlarla arzuladıkları şey arasına bir perde gerilmiştir. Da­ha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Doğrusu onlar hep zan ve iftiraya iti­ci bir şüphe içindeydiler.

 

Doğru Yolu Bulup İlâhî Buyruğa Uyanlar

 

Hak bütün parlaklığıyla ortada dururken, aklını, idrâkini, vicdanını ona çevirmeyip kendini nefsanî arzularının akıntısına bırakan kimse, şüphesiz ki kendi irâde ve fiiliyle sapıklığı seçmiştir. Kim de aklını, idrâkini, bilgi ve yeteneğini hakkı bulmaya çevirir de kalbini ona açarsa, şüphesiz ilâhî hi­dâyete namzetlik çizgisine gelmiş olur.

Aneak ilâhî vahiy insanlardan yana indirilmemiş olsaydı, hak ile bâtılı tefrik mümkün olmaz, insanlık mutlak bir karanlık içinde belirsiz hale ge­lirdi. O halde bir kişinin kalbini hakka açması, vahyin bıraktığı tesir iledir. Vahiy inmeseydi, doğru yolun ne olduğu bilinmezdi.

Nitekim büyük sahabi İbn Mes'ûd'dan (R.A.) bir mesele soruldu. O da «ben bunu kendi görüşüm ve içtihadımla cevaplıyorum. Doğru cevaplarsam Allah'tandır; yanlış cevaplarsam kendi nefsimden ve şeytandandır» dedi. [84]

 

Korkup Telaşa Kapılacakları Gün

 

«Onları korkup telaşa kapıl­dıkları zaman görsen! Artık kurtulma (şansları) hiç yoktur ve yakın bir yer­de yakalanmışlardır.»

İnsan olmanın manasını, yaratılışının hikmetini. Yüce Yaratan'ın eşya üzerindeki damgasını idrâk edemiyen, körü körüne geçmişi taklît edip İb-lîs'in uydusu haline gelen sapık inkarcılar, biraz ölüm anında, sonra da kabir âleminde ve daha çok âhiret gününde gerçeği görüp anlayınca müt­hiş bir korkuya kapılacaklar; çok uzak sayıp ihtimal bile vermedikleri o günde ilâhî adalet ve kahır elinde kendilerini bulacaklar. Olgunlaşma, Hakk'a kul olma, imân nîmetiyle hayatı düzene sokma günleri çok geri­lerde kalmıştır. Şimdi ise hesap ve ceza gününde bulunuyorlar. Artık «inan­dık!» demenin hiçbir yaran yoktur. Dünya'ya da artık dönüş mümkün de­ğildir. Çünkü ilâhî plân gereği düzen bozulmuş, sistemler altüst olup yep­yeni bir düzen kurulmuştur. Fırsat günleri geçmeden akıllarını kullanma­yanlar, kendileri için mutlak rahmet olan peygamber ve kitaba sırt çevir­diler. Karanlığa taş atarak kısa ömürlerini bir hiç uğruna tükettiler. Yalan, iftira, inkâr ve azgınlıkları, kendileriyle imân, irfan ve sâlih amel arasında aşılması zor engeller meydana getirdi. O bakımdan engeli aşmadan âh\~ rete intikal edenler artık kendi niyet, inanç ve amelleriyie başbaşa kalmak zorundadırlar; bunun başka yorumu ve çaresi söz konusu değildir. Doğan yavruyu nasıl bir daha ana rahmine geri çevirmek mümkün değilse, ölen bir kimseyi de artık dünya hayatına döndürmek muhaldir.

Ümitsizlik anındaki inanmanın da bir yaran söz konusu değildir. Öm­rünün son nefeslerine kadar inkâr ve tuğyan içinde bocalayıp ısrar eden kimsenin, ölüm anındaki dönüşü ve hakka yönelme arzusu makbul tutul­maz. Günkü artık her türlü maddî çarenin son bulduğu bir çizgiye, ümit­sizlik çizgisine gelmiş bulunuyor. İnanması iradî değil, bir bakıma ıztırarî-dir; korku ve ümitsizliğin neticesidir. Nitekim henüz dünyada iken, ölüm ile burun buruna gelip bütün ümitlerini kaybeden Fir'avn'ın: «İsrail oğul-ları'nın Rabbına inandım» demesi kurtarıcı olmamış ve Allah tarafından kabul edilmemiştir. Çünkü yeis halindeki imân ve tevbenin bir yararı yok­tur. Yakın gelecekte Mekke'nin putperest müşrikleri de böyle bir sonuç üe burun buruna gelebilirler. Nitekim Bedir Savaşı'nda onların ileri gelenle­rinden önemli kişiler bu çizgiye gelip dayandılar.

Mekke ve Medine döneminde inkarcı maddeciler, sapık müşrikler âhi-ret hayatı, hesap ceza ve mükâfat konusunda devamlı şüphe ve çoğu za­man inkâr içindeydiler. Bu da onları rahatsız etmekte, içlerini kemirmek­teydi. Ya Hz. Muhammed'in (A.S.) haber verdiği hususlar doğruysa ne ola­caktı? Zira frtratlarındaki din ve Allah duygusu, diğer bir anlatımla, hak­kın mayası zaman zaman kabuğundan çıkmak istiyor, duygu ve düşünce­lerine fısıldıyordu. Ne \zor ki, fıtratlarındaki bu maya ile Hakk'ın sesi olan Kur'ân ve Peygamber arasında küfür ve inadın kesif perdesi bulunuyordu. Fıtratlarından yükselen ses bu perdeye çarpıp geri dönüyor, bir türlü onu aşamıyordu.

Cenâb-ı Hak, onların bu iç fırtınasına ve bocalama günlerine dikkat­leri çekerek şöyle tasvîrde bulunuyor: «Artık onlarla arzuladıkları şey ara­sına bir perde gerilmiştir. Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Doğrusu onlar hep zan ve iftiraya itici bîr şüphe içindedirler.»

Sebe' Sûresi'ne göklerin ve yerin yegâne sahibi Allah'a hamd ile baş­landı ve inkarcı şaşkınların, maddeci müşriklerin kendilerini devamlı zan ve İftiraya iten şüphe içinde bocaladıkları belirtilerek noktalandı.

Bu sûrenin tefsirini bize müyesser kılan Rabbımıza hamd-u senalar; bize ışık tutup yolumuzu aydınlatan Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü selâmlar oisun. [85]

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî: 14/258

[2] Tefsîr-i Nisâbûrî/Nizamüddin Hasan :  22/38

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4911.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4911-4912.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4914-4915.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4915-4916.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4916.

[7] Tirmizî/tefsîr : 3/11-68

[8] Bilgi için bak: Mâide : 15, Yusuf: 1, Şuârâ: 2, Nemi: 1, Kasas: 2- Ayrıca En'âra : 59, Yunus: 61, Hud: 6, Nemi: 75, Sebe': 3. âyetlerin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4917-4918.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4918.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4918-4919.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4919.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4919-4920.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4920.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4921-4922.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4922-4923.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4923-4924.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4924.

[18] Müsned-i Ahmed : 5/349

[19] Buharî/büyü' :  15- Tirmizî/ahlâk :  22- Nesâî/büyû' :  X- İbn Mâce/tica-ret:  1, 64- Ahmed :  6/31, 41, 42, 127, 162, 193, 201, 203, 220

[20] Nesâî : Amr b  Âs (RA)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4926.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4926-4927.

[22] Bilgi için bak: Enbiyâ Sûresi : 79, Sad Sûresi : 19. âyetlerin tefsiri

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4927-4928.

[24] Bilgi için bak: Enbiya Sûresi : 81, Neml Sûresi: 16. âyetlerin tefsîri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4928-4929.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4929-4930.

[26] Bilgi için bak: Kamus Tercemesi, Cin maddesi, Müfredat-ı Ragıb, Cin Maddesi.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4930-4931.

[28] Bilgi için bak: el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 14/271

[29] Buharî/salât: 48, 54, cenâiz : 7, menakıbü'l-ansar : 37- Müslim/mesacid: 16- Nesâî/mesacid : 13- Ahmed: 6/51

[30] îbn Mâce/zînet:  111- Ahmed : 6/49, 53, 241

[31] Müsned-i'Ahmed : 6/172

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4931-4932.

[32] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî : 14/274, 275

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4932-4933.

[33] Câmiussağîr : 1/136- selâs maddesi

[34] Buharî/teheccüd: 6, tefsîr: 48- MÜslim/münafikun:  79, 81- Tirmizî/sa-lât:   187- Nesâî/kıyamulleyl:   17- İbn Mâce/ikamet:   200- Ahmed:  4/251, 255-6/115

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4933.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4934.

[37] Âl-i îmrân Sûresi :   179

[38] Sebe' Sûresi: 14

[39] Ebû Dâvud/tıb:  21- Ahmed: 2/408, 429, 476- Tirmizî/taharet: 21

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4934-4935.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4936.

[42] Müsned-i Ahmed: îbn Abbas (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4938.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4938-4939.

[44] Tefsîr-i Merağî:  12/71

[45] Bilgi için bak : Ana Britannica/baraj maddesi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4939-4940.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4940.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4941.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4941.

[49] Buhari, Tevhîd: 32, Tefsir: 1/15, 1/34; Tirmizî, Tefsîr: 2/34; İbn Mâce, Mukaddeme: 13, Dâremî, Mukaddeme:  15

[50] Müslim/selâm :  124- Tirmizî/tefsîr: 34- Ahmed:  1/218

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4943-4944.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4944-4945.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4945-4946.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4946.

[54] Yunus Sûresi: 32

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4946-4947.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4947.

[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4949-4950.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4950.

[59] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/540

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4952.

[60] Müslim/birr: 32- ibn Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/285, 539

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4953.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4953.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4953-4954.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4954-4955.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4955.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4955-4957.

[66] A'raf Sûresi: 32

[67] Mülk Sûresi: 2

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4957-4959.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4959.

[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4959-4960.

[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4962.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4963.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4963-4964.

[74] Buharî/enbiyâ: 48- Ebû Dâvud/sünnet: 13- Müsned-i Ahmed; 2/319, 437, 463, 464, 541

[75] Bilgi için bak : Kasas Sûresi : 46- Secde Sûresi: 3

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4964-4965.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4965.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4965-4966.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4966.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4967-4968.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4968.

[81] Geniş bilgi için bak : îsrâ Sûresi: 81- Enbiyâ Sûresi: 18. âyetin tefsiri

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4968-4969.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4969.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4970-4971.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4971-4972.