Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Allah, Her Zaman Övülmeğe Lâyıktır
Göklerde Ve Yerde Olup Biteni Bilmesi
İlâhî Âyetlerin Tesirini Gidermek İsteyenler
Gerçeği Araştıran İlim Adamları
Öldükten Sonra Dirilmeye En Güzel Misal Bitkilerdir
Âhirete İnanmayanlar Derin Bir Sapıklık İçindedirler
İnkarcının Aklına Ve Vicdanına Sesleniliyor
Dâvud Peygambere Üstünlük Verilmesi
Dağların Ve Kuşların Davud'la (A.S.) Birlikte Tesbîh Etmesi
Rüzgârın, Süleyman Peygamber'e Baş Eğdirilmesi
Süleyman Peygamber'in Ölüm Olayı
Ancak Nankörler Cezalandırılır
Elde Edilen Fırsatlar İnsan Karakterini Belirler
Her Millet Kendi Yaptığından Sorumludur
Mücadele Halinde Olan İki Taraf Da Haklı Olamaz
Bâtılı Temsîl Edenlerin Katı Tutumu
Ülkenin İleri Gelen Şımarıkları
Rızkı Genişleten Ve Daraltan Allah'tır
İnsanı Allah'a Yaklaştıran Amel Ve Faziletler
Dini, Gericiliğin Baş Âmili Sayanlar
Rızık Konusu Dindarlığa Veya Dine Bağlanmamıştır
İnkarcı Müşriklerin, Sapık Maddecilerin Biraraya Getirilmesi
Kur'ân'ın Hak Olduğunu Reddeden Kutsal Bir Kitap Yoktur
Mekkeli'lere Daha Önce Uyarıcı Bir Peygamber Gönderilmemiştir
İnkarcıların Maddî Gücü Kurtarıcı Olmamıştır
İnsafla Ayağa Kalkıp Gerçeği Aramak
Hakk'a Çağrı Görevi Sürdürülürken Ücret Alınmaması
Hakk'ın Bâtılın Beynine Çarpılması
Doğru Yolu Bulup İlâhî Buyruğa Uyanlar
Korkup Telaşa Kapılacakları Gün
Cumhura göre sûrenin
tamamı Mekke'de inmiştir. Altıncı âyetinin Medine'de indiğini söyleyenler
olmuşsa da pek sıhhatli kabul edilmemiştir. Diğer bir gruba göre, sûrenin
tamamı Medine'de inmiştir.[1]
Birincilerin görüş ve tesbiti ağırlık kazanmıştır, yani sûre Mekkî'dir.
Yemen tarafında Sebe' şehrinden ve ora halkının azıp tuğyan etmesinden,
sonra da bu yüzden sel baskınına uğratılıp yok edilmelerinden söz edildiği için
sûreye «Sebe'» adı verilmiştir.
Âyet sayısı : 54
Kelime sayısı: 883
Harf sayısı: 3512 [2]
1- Allah'ı
lâyıkıyla övmenin, O'na hamd-u senada bulunmanın lüzumu
üzerinde duruluyor.
2- Öldükten sonra
ikinci hayatın başlayacağı açıklanıyor.
3-
Peygamberleri alaya alanların sapıklık ve ölçüsüzlüklerine dikkatler
çekiliyor.
4- Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.)a verilen geniş nimetlerden
söz ediliyor.
5- Sebe' ülkesinde yaşayanların aşırı inkâr ve nankörlüklerinin
getirdiği felâket ve azap misal veriliyor.
6- Putlara
tapanların âhiretteki durumlarından ibretli safhalar
veriliyor.
7- Uyanlarla
uyulanlar arasında geçecek ibretli bir tablo
çiziliyor,
8- Mal ve
evlâdının çokluğuyla gurura kapılan şımarıkların her devirde peygamberlere
iftirada bulundukları bildiriliyor.
9-
Allah'a ortak koşan putperestlerin Kur'ân
âyetlerini duydukça onun uydurma sözler
ve masallar olduğunu iddia ettikleri ve Hz. Muham-med'in (A.S.) bu uydurma
sözlerle Mekkeli'leri dede ve babalarının yolundan ayırmak istediğini etrafa yaydıkları ve aleyhinde menfi
propagandada bulundukları konu ediliyor.
10- İnkarcıları
uyarmak, akıllarını harekete geçirmek
için delil ve belgeler sıralanıyor.
11- Peygamberin
(A.S.) bir uyarıcı olduğu, bâtılda ısrar edip hakka sırt çevirenleri uyardığı
açıklanarak bir bakıma Peygamber'in (A.S,) görevinin ana çizgisi ortaya
konuyor.
12- Kıyamet
gününde, gerçeği görüp anlayan müşriklerin derin bir pişmanlık duyacakları ve
dünyaya dönmek isteyecekleri haber verilerek ölmeden önce pişmanlık duymalarının yararlı olacağına
işaret ediliyor. [3]
1- Hamd o Allah'a ki, göktekiler de, yerdekiler de O'na
aittir. Âhiret'-te hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, (her şeyden)
haberlidir.
2- Yere girenleri,
yerden çıkanları; gökten inenleri, göğe yükselenleri bilir. O, çok merhamet
edendir, çok bağışlayandır.
3- Küfre
saplananlar, «Kıyamet bize gelmez» derler. De ki: Hayır, gaybı
bilen Rabbıma and olsun ki
elbette Kıyamet size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir
şey O'nun ilminden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü de, daha büyüğü de mutlaka
o açık ve açıklayıcı kitaptadır.
4- Çünkü
imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanları mükâfatlandıracak. İşte bunlara
mağfiret (bol bağışlanma), çok şerefli, göz ve gönül doldurucu rızık vardır.
5- (Bizi)
âciz bırakmak için yarışıp âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde) çaba
gösterenlere gelince, onlara elem verici murdar bir azap vardır.
6-
Kendilerine ilim verilen (gerçekçi âlim)ler ise, Rabbından sana indirilenin hak olduğunu ve çok güçlü, çok
üstün, övülmeğe hep lâyık olanın yoluna irşâd
ettiğini görüp bilirler.
«Hamd
o Allah'a ki^öktekiler de, yerdekiler de O'na
aittir..»
Sûreye hamd ile başlanmıştır. Zira Cenâb-t
Hakk'ın dünyada kurduğu düzen; âhirette
kuracağı yeni bir düzen bütünüyle ve her parçasıyla O'nun her zaman övülmeğe
lâyık olduğunun delilidir.
Hamd : Allah'ı, her türlü iyiliğin, faziletin, rahmetin,
gufranın, kuvvet ve kudretin gerçek kaynağı olduğunu dikkate alarak övmek ve
O'nun kadrini bilmek anlamına gelir.
Arapçada Allah'ı övme konusunda üç ayrı kavram bulunmaktadır: Hamd, medih ve şükür. Buna bîr
dördüncüsünü ekliyenler de olmuştur. Onlara göre,
«sena» da Allah'ı övmede kullanılan sözlerden biridir.
Aslında hamd, medihten daha özel,
şükürden daha genel bir mana taşıdığtndan Kur'ân'da bu kavrama daha çok yer verilmiştir, fürkçemizde ise, «hamd»ın tam karşılığı yoktur; onu ancak birkaç cümleyle açıklamamız
mümkündür. Medih ise, bir şey görüldüğü veya
düşünüldüğü zaman onu över mahiyette ortaya konulan bir değer bilme duygusudur.
Ancak o şeyde üstün kuvvet ve kudret, rahmet ve inayet aranmaz. Şükür kavramına
gelince: Ancak yapılan iyilik ve yardım karşılığında izhar edilen bir övgüdür. Hamd böyle değildir, yukarıda da belirttiğimiz gibi o daha
geniş ve kapsamlı bir mana taşımaktadır. O bakımdan Cenâb-ı
Hak, her türlü üstünlüğe sahip bulunduğu, kuvvet ve kudretin O'na mahsus
olduğu ve bütün nîmetlerin ve feyizlerin O'ndan geldiği için övülmeğe çok
lâyıktır. Nîmet versin vermesin, ihsanda bulunsun bulunmasın mutlak kudret
sahibi olduğu için övülür, hamd edilir.
Nitekim konumuzu
oluşturan âyette «hamd»ın
ölçü ve kapsamı en güzel şekilde belirtilmekte; her iki hayatı en güzel ve en
uygun biçimde düzenleyen ve hepsini insandan yana çevirip onun hizmetine veren
Allah elbette her türlü övgünün üstünde bir övgüye lâyıktır, denilmekte ve «hamd» kavramıyla bu geniş mana işlenmektedir.
Öyle değil midir?
Varlık âlemi bütünüyle Allah'ındır. Âhiret âlemini
meydana getirecek O'dur. Yerin dibine giren ve çıkan her şeyi O bilir; gökten
inen her şeyi O takdir eder; yerden göğe doğru yükselen her şeyden mutlak
anlamda haberdâr olan yine O'dur. O, rahmet ve gufran kaynağıdır. O halde hamd edilmeğe hep O lâyıktır. Bu hikmete binaendir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de beş sûreye hamd
ile başlanmıştır. [4]
«Yere girenleri,
yerden çıkanları; gökten inenleri, göğe yükselenleri bilir..»
Bu âyet ilâhî ilmin
her şeyi kapsayıp kuşattığını bildirirken, her şeyin aynı zamanda ilâhî
kudretin yüksek tezahürüyle belli ölçüye göre yaratıldığını; her şeyin düzenli
harekette bulunup belirlendiği ve programlandığı şekilde hizmet verdiğini
öğretmektedir. Çünkü göktekiler de, yerdekiler de O'na aittir. O bakımdan da
varlıkta her şey O'nun kudretini yansıtmakta ve sadece O'nu övmektedir. Âhiret hayatı da yine O'nun kudretinin ikinci bir
tezahürüyle belirlenip ortaya çıkar; ilâhî plânda çizildiği ölçü ve anlamda
gerçekleşir. Çünkü Cenâb-ı Hak Hakîm'dir, Habîr'dir.
Birinci sıfat, O'nun
her işinin plânlı, programlı, maksatlı, dengeli ve düzenli olduğuna; ikinci
sıfat O'nun unutkan olmadığına, gaflet etmediğine, uyumadığına,
uyuklamadığına; ilmiyle, görme ve işitme kudretiyle her şeye mutlak anlamda
nüfuz ettiğine delâlet etmektedir.
Cenâb-ı Hak, yerin altında ve üstünde olup bitenleri, yere
inip, göğe çıkan her şeyi hakkıyla bilir. O bakımdan bu anlatım bütünüyle
hayatın sırrına işaret etmekte ve tabiat olaylarını meydana getiren sebep ve illetleri,
belli kanunlara, plân ve programlara göre oluşturup harekete geçiren, bizim
göremediğimiz görevli meleklerin bulunduğuna dikkatlerimizi çekmektedir.
Karada ve denizde
yaşayan canlıları sevk ve idare eden kimdir? Tavuk yumurtasından çıkan
civcivin karada dolaşmasını; ördek veya kaz yumurtasından çıkan yavrunun suya
doğru koşup yüzmesini sağlayan veya programlayan kimdir? Canlılar arasında
tabii eleme kanununu işler durumda tutan kim olabilir? İlim bunları zahirî
sebeplere bağlarken, sebepleri oluşturup harekete geçiren gizli ellerden ve
görevli meleklerden söz etmez. Kur'ân bize ışık
tutar, ipucu verir ve olaylar, konular üzerinde iyice düşünmemizi emreder.
Çünkü Allah'ın rahmet ışınları her varlığa nüfuz etmekte, ilmi her varlığı
kapsamaktadır. Eşya sadece O'nun kudret damgasını taşımakta, O'nun yüGe sanatının izlerini yansıtmaktadır.
İşte insanoğlu bu gerçekleri
görüp anladığı, idrâk edip Hakk'a yöneldiği nisbette geleceğini hazırlamış olacak ve o oranda ilâhî
rahmet ve gufrana mazhar kılınacaktır. [5]
«Küfre saplananlar,
«kıyamet bize gelmez» derler. De ki: Hayır, gaybı
bilen Rabbima and olsun ki
elbette kıyamet gelecektir..»
Böylece inkarcı sapıkların,
azgın maddecilerin iddiası reddedilirken, varlık âleminde çok mükemmel bir
düzenin hâkim olduğu belirtiliyor. Her düzenin bir düzenleyicisi bulunduğunu
inkâr edemiyeceğimize göre, kâinatı kusursuz bir
düzenle ayakta tutan ve «el-Hayyu, el-Kayyum» sıfatlarını zatında taşıyan Cenâb-ı
Hak, hikmeti gereği bu düzeni bozup, insanın ebedî hayatını devam ettirmeye
elverişli ikinci bir düzeni kuracaktır. O, bu bilgiyi kendi zatına yemin
ederek haber vermekte ve her türlü şüphelerin yersiz ve neticesiz olduğuna
işarette bulunmaktadır. [6]
«Göklerde ve yerde zerre
ağırlığınca hiçbir şey O'nun ilminden uzak kalmaz. Bundan daha küçüğü de, daha
büyüğü de mutlaka o acık ve açıklayıcı kitaptadır.»
Zerre : Kök mâna
olarak en küçük karıncaya delâlet eder; etrafa dağılıp saçıldikları
ve bir de çok küçük oldukları sebebiyle onlara «zerr»
denilmiştir. Ayrıca pencereden içeri vuran güneş ışınında uçuşan küçücük toz
hakkında da kullanıldığı çok yaygındır.
Bu son manayla «zerre»
en küçük parça demektir ki, eskiden ona «cüz'i lâ yetecezza» yani «parçalanmayan, bölünmeyen parça» denirdi.
Cenâb-ı Hak bu küçük parçayı misal verirken çok dikkat çekiei ve düşündürücü bir anlatımla atıfta bulunarak atoma
işarette bulunmuştur. Zira «bundan daha küçüğü» tabiri bizi ister istemez atom
çekirdeğine ve etrafında dönen elektronlara götürmektedir.
Böylece kâinat
plânında yer alan her şey, atomundan diğer cisimlere varıncaya kadar «kitab-i mübîn»de yazılıp
hazırlanmıştır. Bu, «Levh-i Mahfuz» olabileceği
gibi, Kur'ân-ı Kerîm veya «Kâinat Kitabı» da
olabilir. Zira kâinat bütünüyle ilâhî kudretin tecellilerinin, sanatının
erişilmezliğini, plân ve programının kusursuzluğunu satır satır
yazmakta ve yansıtmaktadır. Ayrıca Cenâb-ı Hak,
kâinatı yaratmayı irâde edince, önce onun plânını ve kıyamete kadar meydana
gelecek olayları ve plânda yer alan küçük, büyük her şeyi kusursuz şekilde «Levh-i Mahfuz» denilen ana kitaba yazmıştır.
Yukarıdaki âyetle bu
incelikler anlatılmakta ve kâinat hakkında daha iyi düşünmemiz istenmektedir.
Resûlüüah (A.S.) Efendimiz bu konuda bize ışık tutarak şöyle biigi vermiştir:
«Allah'ın ilk
yarattığı şey, kalem'dir. Ona «yaz» dedi. O da «ne yazayım?» diye sordu. Cenâb-ı Hak ona: «Kıyamet gününe kadar olacak her şeyi
yaz» buyurdu..» [7]
Konunun önemine binâen
«Kitab-ı Mübîn» sözü Kur'ân'ın dokuz veya on yerinde geçmektedir.
Yer aldığı konu ve cümleye göre yorum istemekte ve hafızalardaki izi
derinleştirerek kâinatta meydana gelen olayların tesadüf? olmadığını kalp ve
kafalara işlemektedir.
Bunlardan beşi Kur'ân-ı Kerîm'e, beşi de Levh-i
Mahfuz'a delâlet etmektedir.[8]
Kur'ân, kıyamet oiayinm birçok
hikmete yönelik bulunduğunu sırası geldikçe açıklamakta ve aydınlatıcı bilgi
vermektedir. Onları şöyle özetleyip maddeleştirebiliriz :
a) İnsan
ruhu Allah'tan gelmedir ve ölümsüzdür. Bu bakımdan ebedî hayat için
yaratılmıştır. Dünya hayatında geçici bir süre için hazırlanan bedende eyleşir, sonra ayrılıp hic
ölmeyecek bedenin yaratılmasını bekler.
b) Ebedî
hayatın ne demek olduğunu anlayabilmemiz için ruhumuz bir süre dünyaya
gönderilmiştir.
c) Dünya
hayatı olmasaydı, âhiret hayatının anlamı ve hikmeti
anlaşılmazdı; âhiret hayatı olmasaydı dünya hayatı
anlamsız ve hikmetsiz kalırdı,
d) Nefis ve
ruh ile donatılan ve kendi hür iradesiyle başbaşa
bırakılan her insanın anlayış, tutum ve inancını belirlemek, içindeki
cevherinin ortaya çıkmasını sağlamak için dünya hayatı gerekli bir dönüm
noktası, bir imtihan devresi kılınmıştır. O bakımdan dünyada işlenen her iş ve
amelin karşılık görmesi için de bir hesap dönemi ve âhiret
âlemi gereklidir.
İşte ilgili âyetle bilhassa
(d) maddesi belirtilmektedir. [9]
«Çünkü imân edip iyi
yararlı amellerde bulunanları mükâfatlandıracak. İşte bunlara mağfiret (bol
bağışlanma), çok şerefli, göz ve gönül doldurucu rızık
vardır.»
Rızk-ı Kerîm sözü
geniş yorum isteyen bir anlatım tarzıdır. Kerîm, kerem kökünden türetilen bir
sıfattır. İyi, âlicenap, cömert, vicdanı gelişip iyilikten ve hayırdan yana
seslenen kişilere sıfat olarak gelir. Rızk'a sıfat olarak kullanılması, o rızkı
verenin yüceliğini, cömertliğini yansıtmaya yöneliktir. İlim dilinde buna
«mecaz-i mürsel» denir.
Kerîm olan Allah'ın mü'minlere vereceği rızık,
şüphesiz ki cennet ve oradaki yüce nîmetlerdir. [10]
«(Bizi) âciz bırakmak
için yarışıp âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde) çaba gösterenlere gelince :
Onlara elem verici murdar bir azap vardır.»
İnkâr hastalığına
yakalanıp putperestlikle, maddecilikle beyinleri yıkananların, hakkı yansıtan Kur'ân âyetlerini dinlemeye hiç tahammülleri yoktur. İlâhî
beyan kalplerde olumlu tesir bırakmasın diye her fırsatta koşup dururlar.
Nefisleri birçok yönden akıl ve idrâklerini kendi kumandası altına alıp
duygularını ön plâna getirmiştir. O bakımdan kendilerine verilecek ceza da,
vicdanları ve nefsanî arzuları kadar murdar olacaktır.
Şüphesiz Allah'ın âyetlerini
küçümseyenler hep küçülmüşlerdir. Gün-düzleyin çok karanlık bir dehlize giren
kimse, güneşin varlığını ve onun ortalığı aydınlattığını inkâr etse bile, güneş
yine de vardır ve dünyayı aydınlatmaktadır. O bakımdan Kur'ân
âyetleri her yönüyle insanların hem dünyada, hem âhirette
mutlu, güvenli ve huzurlu hayat sürmelerine ve Yaratan ile yaratılanlar
arasındaki engelleri kaldırmaya yönelik bulunmaktadır. İnkarcı sapıklar bu
gerçeği red ve inkâr etseler de, etmeseler de o,
güneş misali hep var olacak ve gönülleri, vicdanları ve kafaları aydınlatmaya
devam edecektir. [11]
«Kendilerine ilim
verilen (gerçekçi âlim)ler ise, Rabbından
sana İndirilenin hak olduğunu ve çok güçlü, çok üstün, övülmeğe hep lâyık
olanın yoluna irşat ettiğini görüp bilirler.»
Kur'ân, her vesileyle ilme ve ilim adamına takdîr
sunmaktadır. Gerçekleri, daha çok hakikati arayan ilim adamları görüp anlarlar
ve teslimiyet göstererek hakkı kabul ederler. Nitekim Asr-ı
Saadet'te Abdullah b. Selâm, Selmân el-Fârisî, Ebû Zer el-Gıffarî ve emsali
çağın ilim adamları Kur'ân'ın insan gücünü aştığını
görmekte gecikmemişler ve onun Allah sözü olduğunu kabul ederek son peygamber Hz. Muhammed'e (A.S.) inanmışlar ve daire-i İslâm'a girmekle
bahtiyar olmuşlardır.
Zira onların ciddi
araştırması ve konuya objektif olarak eğilmeleri, kendilerini şu kesin sonuca
götürdü: Kur'ân her âyet ve süresiyle insan hayatını
en mükemmel şekilde düzene sokan ve bütünüyle insanlıktan yana rahmet ve feyiz
olan bir kitaptır. Hiçbir zaman bu ölçü ve muhtevada ve üstün yararda bir
kitap, insan kafasının ürünü olamaz ve tarihte bunun misali yoktur.
Nitekim beşinci âyetin
sonunda bu inceliğe işaretle Cenâb-ı Hakk'ın Azîz ve Hamîd diye iki
sıfatı kullanılmıştır. Birincisi, Kur'ân ancak çok üstün,
çok güçlü olan yüce kudretin eseri olabilir gerçeğini; ikincisi, o yüce
kudretin her fiil ve tecellisiyle övgüye lâyık bulunduğunu yansıtır.
Tarihte, İslâm'ı ve Kur'ân'ı, sonra da Hz,
Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetini tarafsız bir gözle inceleyen ilim
adamlarının çoğunun doğru yolu seçmekten başka bir şey düşünemediği de
belirtilmiştir. Hemen her çağda bunlardan birkaç tanesine rastlamak mümkündür.
Son birkaç yıl içinde Fransız ilim adamlarından Maurice
Bucaille, Jaçques Cousteau
(Kaptan Kusto); yine Fransız düşünürlerinden Roger Garaudy; Hollanda Parlamento
Üyesi Düşünür Mr. Poul ve
Ay'a ilk ayak basan Neil Armstrong'un ciddi
araştırmalarıyla İslâmiyeti kendilerine din olarak
seçtiklerini görüyoruz. Konumuzu oluşturan âyette Cenâb-ı
Hak bu gibi ilim adamlarını övmekte ve misâl göstermektedir. [12]
Yukarıdaki âyetlerle,
kâinatın bütünüyle Allah'a ait olduğu ve o bakımdan O'nun her zaman övülmeğe
lâyık bulunduğu konu edildi. Kıyâmet'e inanmayanlar bu konuda uyarılarak,
ikinci hayatın mutlaka başlatılacağı açıklanarak, ölmeden önoe
hakka yönelmeleri tavsiye edildi. Sonra da imanla sâlih
amelleri birleştirip bütünleştiren mü'minler
müjdelendi ve Kur'ân'ı ilim ve insaf gözüyle okuyan
ilim adamlarının inkârda ısrar etmedikleri, hakikati anlayınca hemen dönüş
yapıp Allah'a yöneldikleri misal verilerek ilme ve ilim adamına takdir sunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı
maddecilerin, sapık müşriklerin ölüp toprağa karıştıktan, ufalanıp toz haline
geldikten sonra dirilmenin söz konusu olamıyacağı
iddiaları üzerinde duruluyor ve bu haberi veren Hz.
Mu-hammed'i (A.S.) aklî dengesizlikle suçladıklarına
dikkatler çekiliyor. Sonra da âhirete inanmayanların
derin bir sapıklık içinde bulundukları belirtilerek İlâhî kudretin her şeye
yettiğine parmak basılarak, ilâhî irâde tecelli edecek olursa, inkarcıları
yerin dibine geçirebileceği veya üzerlerine gökten bir parça (meteor)
indirebileceği hatırlatılıyor. [13]
7- O küfre
saplanıp kalanlar ise, size, ölüp didik didik hale
geldiğinizde yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir adamı salık verelim
mi? derler.
8- O,
Allah'a karsı yalan mı uyduruyor, yoksa kendisinde aklî dengesizlik mi var?
Hayır, Âhiret'e inanmayanlar (haktan çok) uzak
sapıklıkta ve azap içindedirler.
9- Gökten ve
yerden önlerinde ve arkalarında bulunan (açık belgeleri, isbotlayıcı
delilleri) görmediler mi? Dilersek onları yerin dibine geçirir veya üzerlerine
gökten bir parça düşürürüz. Şüphesiz ki bunda (Allah'a) gönül verip yönelen her
kul için öğüt, delil ve ibret vardır.
«O küfre saplanıp
kalanlar İse, size, ölüp didik didik hale
geldiğinizde yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir adamı salık verelim
mi? derler..»
Allah'a ve âhirete inanmayanlar, öldükten sonra dirilmeye de inanmazlar.
Oysa buna misâl teşkil edecek binlerce bitki gözlerinin önünde her yıl ölüp
dirilmektedir. Yeşeren bitkiler bir süre sonra kuruyup çer çöp haline geldikten
sonra mevsimi gelince yeniden filizlenip dirilmektedir. Cer çöp olan bitkinin
aynı değilse de mayası ve özü itibariyle benzeri yeşerip vücut bulmaktadır.
İnsan, ölüp toprağa karışarak belirsiz hale geldikten sonra yeniden oluşup
dirilmesiyle ortaya çıkan bedeni, taşıdığı hücreler itibariyle eski bedenin
kendisi değilse de, onun özü ve mayası, özellikleri ve mahiyeti itibariyle
kendisidir.
Zira ölüm olayıyla ne
maya kaybolmakta, ne de öz yok olmaktadır. Nitekim Kur'ân
âyetlerini dikkatle incelediğimizde, kuruduktan sonra inen yağmurla yeniden
yeşeren bitkiler, kökleri, tohumları, taşıdıkları sporlarıyla vücut
bulmaktadırlar. Böylece ölen insanların dirileceğine misal verilerek ikisi
arasındaki benzerliği düşünüp bulmamız bize bırakılıyor.
Aynı zamanda hiç yok
iken insanı, yüce kudretine belge olacak, ilâhî hilkat kanununun en belirgin
damgasını taşıyacak özellikte yaratan Ce-nâb-ı Hakk'ın onu öldürdükten
sonra -örnek ve misali ortada dururken- yeniden yaratmaya kudreti yetmez mi?
Yetmez denilecek olsa, o takdirde ilk yaratan da O değildir, neticesi ortaya
çıkar. Bu durumda insanı kim yaratmıştır? Şüphesiz insan kendi kendini
yaratmamıştır. Tesadüfler ise bu kadar mükemmel ve düzenli, dengeli bir canlıyı
meydana hiç getiremez. O halde insanı, insan üstü çok mükemmel ve sınırsız
kudrete sahip olan bir varlığın yaratması zarureti ortaya çıkıyor ki, o da
-semavî dinlerin haber verdiği- Cenâb-ı Hak'tır.
İşte bu gerçeklere akıl erdiremîyen putperest şaşkınlar ve sapık müşrikler, Hz. Muhammed'in (A.S.) bu hususta Allah adına yalan
uydurduğuna, değilse aklî dengesinin bozuk olduğuna hükmetmişlerdi. Tıpkı günümüzdeki
komünistlerle materyalistlerin iddia ettikleri gibi.. [14]
«Hayır âhirete inanmayanlar (haktan çok) uzak sapıklıkta ve azap
içindedirler.»
Dalâlet, hakkı
görmemek, hakkı tanımamak, doğru yolu seçmemek; bâtılı savunmak; Allah'ın
varlığını birliğini ya tamamen inkâr etmek, ya da Allah'a ortak koşmak; gönderilen peygamberi,
indirilen kitabı yalan saymak ve böylece kıyamet ve âhireti
reddetmektir.
O bakımdan Kur'ân, maddeyi esas ve temel kabul edenlerle Allah'a ortak
koşan müşriklerin kalbinde ve kafasında âhireti inkâr
mayası yer almaktadır noktasından hareketle o gibilerin, ölümü ve yok olup
silinmeyi düşündükçe ümitsizliğe düştüklerini ve böylece kendi kendilerine hem
haksızlık, hem de azap ettiklerini belirtmekte; ilâhî hilkat kanununun belirlediği
amacın dışına çıktıklarına, sünnetullaha ters
düştüklerine işaret etmektedir. Bu yüzden dönüş yapmadan, hakka dönmeden ölecek
olanlarına âhiret azabı hazırlandığını haber
vermektedir. [15]
«Gökten ve yerden önlerinde
ve arkalarında bulunan (açık belgeleri, isbatlayıcı
delilleri) görmediler mi?»
Gökte ve yerde bulunan
her varlık, görülebilen her sistem ve düzen kusursuz bir plânlayıcının ve
mükemmel bir proğramlayıcının; her şeyi düzenleyip
denge ve düzende tutucunun varlığına, birliğine açık şekilde delâlet
etmektedir. İnsanoğlu çevresine bir göz atınca binlerce çeşit bitkileri;
yukarıya doğru başını kaldırıp bakınca yüzlerce sistemi görmektedir. Öyle ki:
Yeryüzünün onda yedisinin su ile kaplı olması, atmosfer tabakasının belli
oranda bulunması; dünyanın hem kendi ekseni, hem de güneşin etrafında belli bir
yörüngede şaşmadan, bir aksaklık doğurmadan, sapmadan dönmesi, mükemmelin de
ötesinde her şeye mutlak anlamda hâkim ve her şeyi tasarrufu altında bulunduran
mutlak kudret sahibinin mevcudiyetini isbatlamakta
ve her türlü tereddüt ve şüpheyi reddetmektedir. Zira bu kadar düzenli,
uyumlu, dakik ve hesaplı mekanizmanın ve bağlı bulunduğu sistemin
kendiliğinden oluşup bugünkü duruma geldiği söylenemez.
Yok eğer insanoğlu
bunca belgelere körler gibi bakıyor, sağırlar misali hakkın uyarıcı ve akla
seslenici nidasını işitmiyorsa, elbette ki ilâhî kudret ve sanatı; rabbanî
terbiye ve yönlendirmeyi göremez ve anlayamaz. Ama aklını rehber* insafını
süzgü, vicdanını ibre yapıp ön yargıdan sıyrılarak düzende yer alan her şeyin
hikmetini, amacını, amaca yönelik hizmetini; bağlı bulunduğu plân ve kanunu
düşünür de sonuç çıkarmaya çalışırsa, o'takdirde
ilâhî hidâyet ışığı kalbinde doğup inkârın yeri ve anlamı kalmadığına inanır,
inandıkça da mesafe kısalır ve öylece Hakk'a teslimiyet
gösterir.
Konumuzu oluşturan
âyetle bu hikmet yansıtmaktadır. Sözü edilen düzen ve dengeyi ayakta tutan Yüce
Kudret dilerse bir anda hükmünü indirir de küfür ve azgınlıkta ileri gidenleri
yerin dibine batırır veya üzerlerine semavî bir afet gönderir.
Unutmayalım ki, insanı dört
tarafından çeviren deliller, belgeler, âyetler ve bunların bağlı bulunduğu
sistemler, aklını kullananlar için birer öğüt ve ibret arzetmektedir. [16]
Yukarıdaki âyetlerle,
öldükten sonra ikinci hayatı inkâr edenler üzerinde duruldu ve bu yüzden Hz. Muhammed'i (A.S.) suçlayanlara dikkatler çekildi.
Sonra da insan aklını harekete geçirip onu gerçeğe yöneltmek için gök ve yer
konu edilerek bunlardaki açık belgelere dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, aynı
paralelde olan sapık inkarcıların her dönemde peygamberleri üzdüklerine işaret
edilerek, İslâm'a karşı zehir kusan Yahudiler hem uyarılıyor, hem de insafa
davet ediliyor. Böylece Yahudilerin altın dönemi sayılan Davud
ve Süleyman Peygamberlere (salât-ü selâm ikisine oisun) verilen imkânlar, köpürüp duran nimetler
hatırlatılarak her peygambere birtakım lûtuflarda
bulunulduğu haber veriliyor. [17]
10- And olsun ki, Davud'a kendi
katımızdan bir üstünlük verdik: «Ey dağlar ve kuşlar Onunla beraber teşbihte
bulunup sesinizi çıkarın!» dedik ve ona demiri yumuşattık da.
11- Uzunca,
genişçe zırhlar yap; (halkalarının) işlenmesini düzenli
biçimde tut;
iyi-yararlı amelde bulunun. Şüphesiz ki, ben sizin yaptıklarınızı görenim»
(diye vahyettik).
12-
Süleyman'a da rüzgârı (boyun eğdirdik). Sabah bir aylık, akşam bir aylık
(mesafeden esmekte idi). Erimiş bakırı ona sel gibi akıttık. Cinlerden de Rabbının izniyle onun ellerinin altında çalışanlar vardı.
Onlardan buyruğumuzun gereğini yapmayıp sapanlara çılgın ateşin azabını tattırdık.
13- Onun
için dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz gibi lengerler, büyükçe sabit
kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud hanedanı! şükür için çalışın.
Kullarımdan şükredenler azdır.
14- Ne vakit
ki Süleyman'a ölümü hükmettik;
(çalıştırdığı) cinlere onun ölümünü ancak değneğini yiyen ağaçkurdu gösterdi. Süleyman (ölmüş vaziyette) yere
kapanınca, şu gerçek ortaya çıktı ki, eğer cinler gaybı
bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı.
Güzel ve yanık sesiyle
gece Kur'ân okuyan Ebû Musa
ef-Eş'ârî'nin (R.A.) sesini
işiten Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Gerçekten buna Davud ailesinin mizmarlanndan bir
mizmar (musiki sesi ve ahengi) verilmiştir» buyurdu.[18]
«Davud
(A.S.) ancak elinin emeğinden yeyip geçinirdi.»[19]
«Doğrusu Davud
oğlu Süleyman, Beytü'l-Makdis'i
inşa ettikten sonra Allah'tan kendisine ilâhî hükme uygun düşecek bir hüküm
(saltanat) verilmesini diledi. Dileği kabul ediiip
istediği verildi. Kendisinden sonra hiç kimseye lâyık görülmeyecek bir mülk
verilmesini de diledi, o da verildi. Beytü'l-Makdis'i bitirince de şöyle dilekte bulundu: «Bu mescide
girip sırf namaz için duran kimseyi Cenâb-ı Hak,
anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından çıkarıp temizlesin!»[20]
«And
olsun ki, Davud'a kendi katımızdan üstünlük verdik.»
Davud Peygamber'e (A.S.) verilen üstünlük hakkında farklı
yorumlar yapılmışsa da çoğu şu hususlar üzerinde birleşmiştir:
1- Peygamberlik
göreviyle taltif edilmesi,
2- Kendisine
Zebur'un indirilmesi,
3- İlim ve
hikmet verilmesi.
4- Kudret ve
saltanata eriştirilmesi,
5- Dağların
ve kuşların, yaratıldıkları amaca yönelik teşbihlerini anlaması,
6- Gönülden
samimi tevbe edip bütünüyle Cenâb-ı
Hakk'a yönelmesi,
7- Adaletle
hükmetme basireti,
8- Demir
madeninden birçok savaş aleti imal etme yeteneği,
9 - Çekici,
rahatlatıcı, aşk ve vecde getirici güzel sese sahip kılınması..
Yukarıdaki âyetle
bunlardan üçü açıklanmaktaysa da, Davud Peygam-ber'le ilgili diğer
âyetler de gözden geçirildiğinde bunların hepsine rastlamak mümkündür.
Böylece Davud
Peygamber'in yaşadığı çağda diğer peygamberlere nis-betle
birçok lütuf ve ihsanlara mazhar kılınmak suretiyle
üstün kılındığı anlaşılmış oluyor. [21]
«Ey dağlar ve kuşlar!
Onunla beraber tesbîh-te
bulunup sesinizi çıkarın, dedik..»
Dağların ve kuşların Davud Peygamber'le (A.S,) beraber tesbîh
etmesiyle ilgili açıklamayı Enbiyâ Sûresi 79. âyetin tefsirinde yapmış bulunuyoruz.
Ancak uyguladığımız metot gereği, konuyu az değişik bir anlatımla özetlememizde
yarar söz konusudur. Şöyle ki:
Aslında canlı ve
cansız her varlık hilkat kanununa bağlı kalarak Cenâb-ı-Hakk'ı îesbîh etmekte, O'nun
varlığının, birliğinin delil ve belgesini kendinde taşımaktadır.
Tesbîh, sözlükte bir şeyin süratle geçmesi,
devamlı hareket göstermesi demektir. Dağların gerek yankı yapması, gerekse
yaratıldığı amaca yönelik hizmet vermesi, kendine has bir teşbihtir. Davud Peygamber onların bu teşbihini anlamakta ve âdeta
birlikte bir tempo sürdürmekteydiler. Kuşların da özellikleri gereği, hilkat
plânına bağlı kalarak ötmeleri ve birtakım hareket sağlamaları bütünüyle Hakk'ı tesbîhe yönelik bir anlam
taşır, yani kendilerine has bir teşbihtir. Davud
(A.S.) onların bu teşbihini çok iyi anlamakta idi. Kuşların da Zebur okunurken
kendilerine has bir tempo tutturarak ötmeye başiamalarıyla
ilâhî kudret ve tedbirin her şeyde nafiz bulunduğunu ve her şeyin belli
takdîrlere göre meydana geldiğini yansıtıyordu.
Diğer bir yorumla,
varlık âleminde hemen her şey, bizim çoğumuzun anlayamadığı ve kavrayamadığı
anlamda Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ve tenzîh etmektedir. Davud
Peygamber'e onların teşbihlerini anlama ve kavrama yeteneği verilmiştir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm, karıncanın bile şuurlu biçimde
anladığını, bazı gerçekleri bildiğini; hüdhüd kuşunun
da akıllıca elçilik yaptığını haber vermek suretiyle, canlılar hakkında daha
geniş araştırma yapmamızı ilham etmekte ve ilim adamlarına bu konuda hareket
noktasını belirlemektedir. [22]
Demir madeninin Davud Peygamber'e (A.S.) yumuşatılması, o çağda demir
madeninin bol miktarda işlendiği; birçok alet edavat
yapıldığı, özellikle savaşlarda kullanılacak zırh ve benzeri şeylerin imal
edildiği anlaşılıyor; aynı zamanda Davud
Peygamber'in iyi bir usta ve sanatkâr olduğu haber veriliyor. [23]
«Süleyman'a da rüzgârı
(boyun eğdirdik). Sabah bir aylık, akşam bir aylık (mesafeden esmekte idi)..»
Rüzgârın Süleyman
Peygamber'in (A.S.) emrine verilmesi konusunu Enbiyâ Sûresi 81. âyetin
tefsirinde geniş ölçüde açıklamış bulunuyoruz. Ancak Davud
Peygamber'le ilgili konuda olduğu gibi, bu konuda da değişik bir anlatımla
tekrar açıklamada bulunmamızda, uyguladığımız metot gereği yarar görüyoruz.
Şöyle ki:
Rüzgârın Süleyman
Peygamber'e (A.S.) baş eğdirilmesi, yani onun hizmetine verilmesi; sabah bir
aylık, akşam bir aylık mesafeden esmesi neyi anlatmaktadır? Klasik
tefsirlerimiz gerek Davud Peygambere verilen üstünlük,
gerekse Süleyman Peygamber'in emrine verilen rüzgâr hakkında birçok aslı
olmayan rivayetlere de yer vermişlerdir. Oysa, sözü edilen hususlar her iki
peygamberin yaşadığı çağın imkânlarıyla değerlendirildiğinde, nelerin kasdedildiği çok daha net ve sağlıklı şekilde
anlaşılabilir.
Bilindiği gibi, yelkenli
gemilerin tarihi çok gerilere uzanmaktadır. Süleyman Peygamber'den asırlarca
önce Nuh Peygamber tarafından da inşa edildiğini Kur'ân
ve Tevrat haber vermektedir. Süleyman Peygamber aynı zamanda büyük bir
hükümdardı da. İsrail oğullarına altın cağı yaşattığı kesindir. Bulunduğu
Filistin ve Şam bölgeleriyle fethettikleri yerler dikkate alınınca Irak
üzerinden İran körfezine, oradan Umman körfezine, oradan da Aden körfezine
hâkim olduğu söylenebilir. Yelkenli deniz filosuyla, İran körfeziyle Kızıideniz arasında ticarî seferler ve askerî harekât
tertiplediği de rivayetler arasında yer almaktadır. Cenâb-ı
Hak, sefer anında ona sebepleri kolaylaştırmış ve rüzgârı onların arzulan
doğrultusunda estirmiş-tir. Bir aylık mesafeden esmesi ve sabah akşam bu mesafe
içinde gemileri sürükleyip hedefine doğru götürmesi, Allah'ın o peygamberden
yana has bir inayeti olarak vasıflandırılabilir.[24]
«Erimiş bakırı ona sel
gibi akıttık.»
Kur'ân-ı Kerîm, araştırmacılara ipucu olsun diye, tarihi çok
gerilere uzanan ve insanların ilk kullandığı maden sayılan; aynı zamanda
Milâttan 8.000 yıl öncesinden bilindiği sanılan bakırın Süleyman Peygamber zamanında
bol miktarda işlendiğini haber vermektedir. Ayrıca Kur'ân'da,
çıkarılan bakır madeninden daha çok büyükçe kazanlar, lengerler, heykeller, kabartmalar
ve benzeri ev eşyası imâl edildiğinden söz edilmektedir.
Nitekim yapılan
arkeolojik kazılarda o yörelerde bu gibi madenî kaplara rastlandığı söylenir.
M.Ö. 970'de tahta çıkıp 40
yıl hükümdarlık eden Süleyman Peygamber'in, bu uzun süre içinde birçok eserler
meydana getirdiği muhakkaktır. Kur'ân o cağa ait
kalıntıların iyice incelenmesini ilham ederken, yapılan eserler hakkında
birtakım bilgiler de veriyor[25]
«Cinlerden de Rabbının izniyle onun ellerinin altında çalışanlar
vardı..»
Cin, sözlükte: Gözle
görülmeyen varlık demektir. Ayrıca gece karanlığına da denildiği yaygındır.
Duyu organlarımızdan gizli kalan ruhanîler hakkında, ins
karşıtı olarak kullanılmıştır.
Bu tanımlamaya
melekler ve şeytanlar da girmektedir. Ancak meleklerle cinler arasında
umum-husus söz konusudur; yani her melek -gözle görülmediği, duyularımızla tesbit edilemediği için bir bakıma cindir; ama her cin
melek değildir.[26]
İkinci bir tarifle,
cin : Ruhanîlerden bir kısmı hakkında kullanılan bir kavramdır. Çünkü ruhanîler
üç gruba ayrılmaktadır: Seçkin şerefli olanları ki bunlar meleklerdir. Kötü
habîs olanları ki, bunlar şeytanlardır. Bu ikisi arasında olanları ki, bunlar
cinlerdir.
Açıklama:
Cinlerle melekler
arasındaki diğer önemli fark şudur: Melekler nurdan yaratılmış ruhanîlerdir.
Cinler ise, ateşten yaratılmış ruhanîlerdir. Meleklerde nefis ve şehvet
yoktur; cinlerde ise vardır.
Süleyman Peygamber'in
(A.S.) emrine baş eğdirilen ve onun direktifiyle çalıştırılan cinlerden maksat
nedir veya kimlerdir? Bu hususta farklı yorumlar yapılmıştır:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre: Ruhanî
olup gözle görülmeyen, aynı zamanda ateşten yaratılan cinlerdir.
b)Yabancı
esirlerdir.
c) Cin
fikirli, becerikli uzman ustalardır.
Bize göre, İbn Abbas'ın (R.A.) yorumu hem
kelimenin delâlet ettiği manaya uygun olması, yani mecazî bir anlam taşımaması,
hem de Süleyman Peygamber'e. has bir inayet ve tasarruf olması bakımından daha
uygun ve sıhhatlidir.
İkinci ve üçüncülerin
yorumu, mecazî bir anlam taşımaktadır. Aynı zamanda tarihî gerçeğe pek uygun
değildir. Zira bir peygamberin yabancıları esir edinip köle gibi çalıştırması
hiçbir zaman düşünülemez. Peygamberler genellikle insanlardan yana rahmet ve
şefkat kaynağı olarak kabul edilirler ve insanları köle edinmek için değil,
onları kölelikten, esaretten, küfür ve ahlâksızlıktan, isyan ve tuğyandan
koruyup kurtarmak için gönderilmişlerdir. Bunun aksini iddia etmek mümkün
değildir.
Cin fikirli, becerikli
usta ile yorumlamak da gerçeği yansıtmamaktadır. Zira eğer bu mana murat
edilmiş olsaydı, cin kavramı kullanılmaz, doğrudan uzmanlığa ve becerikliliğe
delâlet eden kavramlara yer verilirdi.
İkinci görüş ve yorumu
destekleyenler, dayanak olarak şunu ileri sürmüşlerdir: «Süleyman Peygamber kuvvetli
ihtimalle yaptığı fetihlerde elde ettiği esirler arasında bulunan uzman
sanatkârları ve becerikli kişileri toplayıp kendi ülkesine getirmiş ve ağır
işlerde çalıştırmıştır. O yabancılara cin denilmesi, hem yabancı olmalarından,
hem de cin gibi zeki ve becerikli bulunmalarından ve bildikleri incelikleri
içlerinde gizleyip açığa vurmadıklarından ötürüdür.»
Az yukarıda
belirttiğimiz gibi, bu yorumun peygamberden yana birtakım sakıncalı yanları
vardır. [27]
«Onun için dilediği
şekilde kaleler, heykeller, havuz gibi lengerler, büyükçe sabit kazanlar
yaparlardı..»
Maharîb, «mihrab»ın çoğuludur. Bu geniş mana taşıyan bir kavramdır. Lugatçiler onu şöyle manalandırmışlardır:
a) Yüksekçe
olan her yer,
b) İçinde
namaz kılınan bizim bildiğimiz mihrab,
c) Mescidler,
d) Saraylardan
sonra gelen yüksekçe binalar,
e) Evlerin
en yüksekçe manzaraya açık yerleri,
f) Merdivenle
çıkılan yüksekçe taraca ve benzeri kısımlar.[28]
Temâsîl, «timsalsin çoğuludur. Türkçemizde
karşılığı, canlı-cansız bir şeye benzer yapılan suret demektir.
Ayrıca yorumcular bu
kavramı farklı şekilde yorumlayarak birtakım görüşler ortaya koymuşlardır.
Şöyle ki:
a) Cam ve
bakırdan yapılan cansız eşya şekilleri,
b) Peygamberler
iie âlimlerin suretleri,
Rivayete göre, o çağda
halkın ibâdette daha içli, daha samimi bir tutum içinde bulunmalarını sağlamak
için peygamberler ile büyük âlimlerin resimleri yapılarak mâbedlere
asılırdı. Nitekim bu konuda Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilmekteuir: «Onlar
öyle bir topluluktu ki, kendilerinden salih bir kişi
vefat ettiği zaman kabri üzerine mes-cid inşa ederler ve içini de suretlerle tasvir ederlerdi.» [29]
Gerek yorumlardan,
gerekse hadîsten, o çağda Süleyman Peygam-ber'in ve diğer peygamberlerin şeriatında resim, suret ve heykellerin
mubah sayıldığı anlaşılıyor. Ancak daha sonraları bu gibi şeyler putperestliğe
kapı açtığından, İslâm şeriatında yasaklanmış ve onunla ilgili ilk konulan
hüküm neshedilmiştir. Nitekim Hz.
Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki: «Üzerinde kuş sureti
bulunan bir perdemiz vardı. Dışarıdan eve girmek isteyenler önce bu perdeyle
karşılaşırlardı. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bana şöyle buyurdu: «Bunu değiştir. Çünkü ne kadar içeri girsem onunla
karşılaşıyorum, gözüm ona ilişiyor da dünyayı hatırlıyorum.»[30]
Yine Hz. Âişe (R.A.) Validemiz diyor
ki:
— Üzerinde suret
bulunan bir perdem vardı ki, onu yatak odasına doğru asmıştım, Hz. Peygamber {A.S.) evde namaz kılarken bu perde kıblesine
geliyordu. Bunun üzerine bana: «Ya Âişe! bu perdeyi al da arka tarafa yerleştir» buyurdu. Ben
onu oradan alıp iki yastık kılıfı yaptım.[31]
İslâm, resim, heykel
ve suretleri, putperestlik hortlamasın diye yasaklarken, canlı suretinde çocuk
oyuncaklarının yapılmasında ve evde bulundurulmasında bir sakınca görmemiştir.
Nitekim Hz. Âişe (R.A.)
Validemiz kendisine ait bu tür oyuncakları evinde bulundurduğu halde Hz. Peygamber'in (A.S.) ona müdahale etmediği görülmüştür.
İlim adamları bu ruhsatın çocuk sevgisi ve terbiyesiyle ilgili bulunduğunu ve
çocukta yine çocuk sevgisini, canlılara karşı sıcak ilgi duymasını ve annelik
duygusunun gelişmesini sağladığını söyleyerek ruhsatın gerekçesi üzerinde
durmuşlardır.[32]
«Ey Dâvud hanedanı! Şükür için çalışın. Kullarımdan şükredenler
azdır.»
Dâvud (A.S.) ailesine sözü edilen birçok nimetler
verilmişti. Onlar ilâhî lütuf ve kereme fazlasıyla nail olmuşlardı. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Üç şey var ki onlar kime
verilmişse, gerçekten Dâvud ailesine verilenin bir
benzeri ona da verilmiş demektir: Hoşnutluk halinde de, öfkeli durumda da
adaletten ayrılmamak; fakirlik halinde de, zenginlik günlerinde de tutumlu ve
dengeli olmak; gizli ve açık hallerde Allah'tan saygı ile korkmak»,
buyurmuştur. [33]
Şükür, yalnız dil ile
yapılan bir amel değildir. Diğer organların da ibâdet ve taâtle
şükretmesi gerekir. Nitekim geceleri kalkıp ayaklan şişince-ye kadar namaz
kılıp ibâdet eden Peygamberimize (A.S.), Hz, Aişe (R.A.): «Ya Resûlellah! Cenâb-ı Hak senin
geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı halde neden kendine böyle (eziyet
edip uzun süre ibâdet) ediyorsun?» deyince, Efendimiz (A.S.) ona: «Ya Aişe! Şükreden bir kul
olmayayım mı?» diye cevap vermiştir.[34]
Bir adam, «Allahım! Beni o (şükreden) az kişilerden biri eyle» diye
duâ etti. Onun bu sözünü işiten Hz. Ömer (R.A.), «bu
nasıl duadır?» diye sorunca, adam, «Kullarımdan şükredenler pek azdır»
mealindeki âyeti okudu ve «Cenâb-ı Hak böyle
buyurmuyor mu?» diye cevap verdi. Hz. Ömer kendi
kendine: «Herkes senden daha bilgilidir ya Ömer!»
diye mırıldandı.» [35]
«Ne varki ki Süleyman'a ölümü hükmettik; (çalıştırdığı) cinlere
onun ölümünü ancak değneğini yiyen ağaçkurdu
gösterdi..»
Bu konuda birçok
rivayetler ve yorumlar yapılmıştır. Çoğunun sağlam dayanağı yoktur. Ancak
âyetin açık anlatım ve delâletine bakılınca, cinlerin, Süleyman Peygamber'in
(A.S.) emrine verildiği, onun da onları birçok ağır işlerde çalıştırdığı
anlaşılıyor. Ayrıca cinlerin gaybı bilip bilmedikleri
konusu ortaya çıkıyor. Kudüs'teki mabedin inşasında çalıştırılan cinlerin gayretli
çalışmaları devam ederken, Süleyman Peygamber'in eceli gelmiş oldu. Hizmet
aksamasın, cinler çalışmayı bırakmasın diye Süleyman Peygamber, öldüğünün bir
süre bilinmemesini Cenâb-i Hak'tan diledi. Dileği
kabul olundu ve verilen talimat gereği Süleyman Peygamber elindeki bastonunu
alnına dayıyarak oturmuş bir halde ruhunu teslîm
etti. Mabedin inşası bitince ağaç kurdunun kemirdiği baston kınlıverdi ve Süleyman Peygamber'in (A.S.) vefat ettiği
öylece anlaşılmış oldu.
Böylece hem başlatılan
iş tamamlandı, hem de cinlerin gaybı bilmedikleri
kesinlik kazandı.
Âyeti zahirinden alıp te'vîl edenlere gelince: Onlara göre nakil ve rivayet
akılla çatışırsa, te'vîle cevaz vardır. O halde
baston, kurulu saltanata, kırılması ise, o saltanatın yıkılmasına; ağaç kurdu,
Süleyman Peygamber'in yerine geçen oğlunun beceriksizliğine işarettir ki bu,
sözü edilen konuda çok nefîs bir benzetmedir.
Nitekim İsrail
oğullarının Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.)
döneminde başlayan altın çağı, Süleyman Peygamber'in (A.S;) vefatıyla gerileme
devrine girmiş ve çok sürmeden baş aşağı gelmiştir,
Allah daha iyisini
bilir. [36]
«Süleyman (ölmüş
vaziyette) yere kaoanınca, şu gerçek ortaya çıktı ki,
eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı,
aşağılayıcı azabın içinde kalmazlardı.»
Cinler, yukarıda da
belirttiğimiz gibi, ateşten yaratılan ruhan va rlık-lardır.
Ortaya çıkan olayları süratle görüp tesbit kudretine
sahiptirler. Olacak olayları ise, bilmezler; meğer ki, o konuda konuşan
melekleri dinleyebilmiş olsunlar, o takdirde duyduklarına bir sürü yalan
katarak kendilerine meyli olan kâhinlere fısıldarlar.
Çünkü gaybın anahtarları Allah katındadır; onu ancak dilediği
kimselere bildirir. Peygamberler o kimselerin başında gelenlerdir.
Gaybı bilip bilmeme konusu Kur'ân'da
daha çok iki yerde açıklanmıştır:
«Allah sizi
(peygamberleri) vahiy yoluyla gaybden haberdar
kıldığı gibi, (diğer gaybî hususlarda) haberli
kılacak değildir. Ama Allah peygamberlerinden dilediğini seçer (de ona gaybı bildirir).» [37]
«Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın
içinde kalmazlardı.»[38]
Süleyman Peygamber'de
bu doğrultuda tecelli eden ilâhî kudret, cinleri de çalıştırıp yönetmesine
imkân sağlamıştı. Süleyman Peygamber'in (A.S.) ölümünü bilip anlayamadıkları
için uzun bir süre daha görevlendirildikleri ağır işlerde çalışmışlardır.
Bazı yöntemlerle
cinlerle ilgi kuran kimselere, onlar çoğu zaman olmuş olaylar hakkında yanlış
ve yanıltıcı bilgi verirler. Çünkü onlarda şeytanlarla birlikte hareket ederler
ve insanları Kur'ân'ın sağlam hukukî hükümlerinden
uzaklaştırıp hayal peşinde koştururlar ve masum kimseleri zan altında tutmayı
fısıldarlar. O bakımdan İslâm Dini, cincilik sanatını yasaklayıp büyük
günahlardan saymıştır. Dosdoğru imân eden cinlere gelince: Onlar Kur'ân'ı ve Hz. Muhammedi (A.S.)
kabul ettikleri için Allah'tan korkarlar da kâfir cinlerin yolunda yürümezler.
Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
«Kim bir kâhine (gaibden haber verene) gider de onun dediğini doğru kabul
ederse, şüphesiz ki o, Muhammed'e indirilen ilâhî buyrukları inkâr etmiş olur.»
[39]
Açıklama :
Cin ve şeytanların
şerli sinyallerinden, dürtüş ve fısıltılarından korunmak için Euzü-Besmele çekip Muavvazeteyn
(Kul euzü bi-Rabbi'l-felak ile Kul euzü bi-Rabbi'n-nas)ı okumak en tesirli çaredir. [40]
Yukarıdaki âyetlerle,
Yahudilerin İslâm'a karşı olumsuz tutumlarının peygamberliğe karşı hem
saygısızlık, hem güvensizlik olduğuna işaretle, Yahudiler için altın devri
sayılan Davud (A.S.) ile Süleyman (A.S.)dan söz
edildi. Aydınlatıcı bazı bilgiler verilerek cin konusuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
ülkelerinde köpürüp duran nimetlere rağmen nankörlük eden ve semt sakinlerinin
birbirlerinden uzak kalmayı arzulayarak kendi birlik ve dirliklerini bozan Sebe'li'Ier konu ediliyor. Cenâb-ı
Hakk'ın lütuf ve ihsanına şükretmiyen
bir milletin eninde-sonunda başına büyük felâketlerin geleceği üzerinde
durularak Sebe'li'leri silip süpüren, ziraî alanlarını
tahrip edip evlerini yıkan büyük sel felâketi misâl veriliyor. [41]
15- And olsun
ki, Sebe'li'lere kendi yurtlarında (ilâhî nimeti
güzelliğiyle yansıtan) bir belge ve belirti vardı: Sağlı sollu (Cennet misali)
iki bahçe bulunuyordu. «Rabbınızın rızkından yeyin,
O'na şükredin. Güzel hoş bir şehir ve çokça bağışlayan bir Rab» (denilmişti).
16- Ne var
ki, onlar (bu uyarıdan) yüzçevirdiler. Biz de
üzerlerine «Arım Sel »ini gönderdik.
(O güzelim) iki bahçelerini, acımsı buruk yemişli, acı ılgın ve biraz da sidir
(Arabistan kirazı) bulunan iki bahçeye çevirdik.
17- Bununla,
onları, inkâr ve nankörlüklerine karşı cezalandırdık ve biz ancak çok
nankörleri cezalandırırız.
18-Onların
yurtlarıyla, feyizlendirip mübarek
kıldığımız kasabalar arasında
biri diğerinden görülebilen yakın kasaba ve köyler meydana getirdik; bunlar
arasında gezip dolaşma imkânlarını takdir ettik, «geceleri ve gündüzleri güven
içinde gezip dolaşın!» (dedik).
19- Onlar
ise (bu bereket, güven ve rahatlığı anlayamadılar da) «Ey Rabbımız!
yolculuğumuzun konaklarını (birbirinden) uzaklaştır» dediler ve böylece
kendilerine haksızlık ettiler. Biz de onları bu yüzden dillerde dolaşan
masallara çevirdik ve parçalayıp dağıttık. Şüphesiz ki bunda çokça şükredebilen
her çok sabırlı kimse için öğütler ve ibretler vardır.
20- And olsun
ki, İblis onlar hakkındaki zan ve tahminini doğruya çıkarmış; mü'ıninlerden bir topluluk dışında hepsi de ona uymuşlardı.
21-Halbuki
İblîs'in onlar üzerinde bir sultası yoktu. Ancak biz, Âhi-ret'e imân edenlerle
o hususta şüphe içinde bulunanları bilip belli etmek "Cin (bu fırsatı
verdik). Senin Rabbın her şeyi görüp gözetendir.
İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:
Bir adam, Peygamber
(A.S.) Efendimiz'e: «Sebe'
bir erkek midir, yoksa bir kadın mıdır?» diye sorunca, Efendimiz ona şu cevabı
verdi: «Sebe' aslında bir adamın ismidir. Onun on
oğlu dünyaya gelmiş; altısı Ye-men'e, dördü Şam'a yerleşip vatan edinmişler.
Yemen'e yerleşenler: Mez-hic,
Kinde, Uzad (veya Ezd), Eşâriyun, Enmar ve Himyer'dir. Şam'a yerleşenler ise.- La hm, Cüzam, Gassan ve Âmile'dir.»[42]
Sebe' ülkesinin geçmişi hakkında ibretli bir safha
anlatılarak, refah içinde gününü gün edip Allah'a şükretmiyen
aileler ve kavimler misâl veriliyor ve böylece yaşamakta olan nankör aile ve
milletler uyarılıyor.
Süleyman Peygamber
(A.S.) zamanında bu ülkeye Cenâb-ı Hakk'ın emirleri ulaştırılarak gereken teblîğ ve irşat
hizmeti yapılmış ve üzerlerinde dinî, ahlâkî ve siyasî otorite sağlanmıştı.
Sonra da bu ülkeye, doğru yoldan sapmasınlar diye belli aralıklarla on üç
peygamber gönderilmiştir. Ne var ki, verimli topraklar ve o topraklan
rahatlıkla sulayan, aynı zamanda yeryüzünde ilk yapıldığı sanılan büyük bir
baraj bulunuyordu. Bağlar, bahçeler ve çeşitli ürünler refah seviyesini iyice
yükseltince, dinde ve ahlâkta her geçen gün gerileme başlamış; öyle ki refahla
dinî inanç ters orantılı bir durum meydana getirmişti.
Yapılan teblîğ ve
uyarılar olumlu sonuç vermemiş, aksine halkın inkâr, azgınlık ve şımarıklığı
arttıkça artmış; hak, hukuk diye bir kavram masal olmuştu.
Böylece refah inkârla,
inkâr da azgınlıkla; azgınlık da haksızlık ve şımarıklıkla birleşip önüne
geçilmez çizgiye gelince ilâhî hükmün tecelli vakti yaklaşmış oldu. Sebeplerin
oluşması birbirini izlemiş ve ülkeyi sulamaya yeten Arım Barajı patlamak
suretiyle Sebe' şehri viraneye çevrilmiştir.
Bu ilâhî uyarı üzerine
Sebe'li'lerden sağ kalanlar Allah'a yönelip yeniden
bu verimli topraklar üzerinde birbirine pek yakın iki kasaba kurmuşlardı. Bu
iki kasaba arasındaki yolda sıra sıra ağaçlar, bağlar
ve bahçeler yetiştirilmiş ve eski refah seviyesine ulaşılınca da birarada geçinme imkânları her geçen gün zorlaşmış,
anlaşmazlık sürüp gitmişti. Daha doğrusu refah, bol nimet onları tepiyordu. Ardı
sıra ahlâksızlık, zulüm ve azgınlık baş gösterdi, yağmacılığa kadar uzanıp
gitti. Derken üzerlerine bir belâ iniverdi, iki kasaba da mevcut nimetleri
kaybetme felâketine uğratıldı. [43]
Önce dünyanın ilk
barajı sayılan «Arîm» ismi üzerinde farklı yorumlarda
bulunulmuştun
a) Barajı
meydana getiren ön sed,
b) Barajın
bulunduğu vadi,
c) Sebe' yöresi..
Bu üç yorum ve rivayet
aynı noktada birleşir. Rivayete göre, bu büyük barajın kademeli üç menfezi,
diğer bir rivayete göre on iki menfezi bulunuyormuş.
Milâttan asırlarca
önce dünyada ilk düşünülüp yapılan bu barajın hangi hükümdar zamanına
rastladığı kesin olarak bilinmemektedir.. Ancak Ebûlfidâ
tarihinde Sebe' ülkesine ismi verilen Yeşub oğlu Sebe' tarafından
yapıldığı kaydedilmiştir. Müfessirlerden bir kısmına gorc.
Yemen hükümdarı Hİmyer tarafından; diğer bir kısmına
göre, Sebe' melikesi Be!-kis
tarafından yaptırılmıştır.
Arap tarihçilerinden Hemedanî «Vasfu Cezireti'l-Arab» adi i eserinde
sözünü ettiğimiz barajın, Me'reb (Sebe')
şehrinin batısındaki sıra dağların doğusunda yer alan dağa en yakın olduğu
kesimde sağlam bir bor.t yapılarak meydana getirildiğini ve burada toplanan
suyun deniz seviyesinden 1100 metre yüksekte olduğunu yazmıştır.[44]
Ayrıca 1843'de Fransız
müsteşriklerinden Erno, Arîm
Barajı'nın bulunduğu yeri gidip gördükten sonra Fransa'da neşredilen Tarih
Dergisi'nde 1844'de barajın kalıntılarının hâlen mevcut olduğunu ve bazı
kitabelere rastlandığını -krokisiyle birlikte- belirterek uzun bir makale
yazmıştır ki onun çizdiği krokinin Hemedânî'nin
tarifine uyduğu söylenir.
el-Asfahanî
ise, sözü edilen baraj şeddinin İslâm'dan 400 yıl önce; Tarihçi Yakut M.S. 600
yılında; İbn Haldun ise, M.S. 500 yılında yapıldığını
yazarlar.
Eski Romah'ların taş örme kemer baraiları
yapuklan; Bizanslı rnühen-
dişlerin ise M.S. 550
yılında karma baraj türlerinin ilk örneklerini verdikleri bilinmektedir.[45]
«Bununla, onları inkâr
ve nankörlüklerine karşı cezalandırdık ve biz ancak cok
nankörleri cezalandırırız.»
İnkâr ve nankörlüğe
karşı dünyada verilen cezalar çok değişik şekilde tezahür eder. İnsanların
çoğu bu cezaların sebebini, hikmetini anlayamazlar, ya
da fark edemezler de «tabiat olayları» veya bugünkü tabirleriyle «doğal
olaylar» deyip geçerler.
Bu önemli konunun daha
iyi anlaşılması için birkaç misal vermemizde yarar vardır:
a) Mal ve
kazançta devam eden bereketsizlik,
b) Kazanılan
parayı gayr-i meşru yollarda harcayıp tükettikten sonra eldeki nimeti
kaybetmenin acısını için için duymak,
c) Devam
eden aile geçimsizliği ve huzursuzluğu,
d) Kutsal
değerlerden, millî kültürden uzak yetiştirilen kuşakların toplumu kemiren
kanser halini alması, milletin kanını emen asalaklar durumuna gelmesi,
e) Manevî
boşluktan kaynaklanan tatminsizlik ve bunun neticesi intihara teşebbüs,
f) Ana-baba
bedduası almak suretiyle dengesiz, düzensiz bir hayat sürmek,
g) Ülkede
adaletin sarsıntı geçirmesi; zalim zorbaların ve gayr-i meşru kazanç peşinde
koşanların tecavüzlerine uğraması,
h) Kötü
komşuların, İnsanî duyguları gelişmemiş kimselerin, kişisel çıkarlarından
başka bir şey düşünmeyen menfaatçilerin arasında sıkışıp kalmak bunlardan
birkaçıdır. [46]
Kur'ân-ı Kerîm, Sebe'li'lerin
ilâhî azaba uğratılıp darmadağın edildiklerini açıkladıktan sonra, onlara
verilen nimetlerin, bir bakıma içlerindeki madenin türünü belirlemek, yani
karakter yapılarını ortaya çıkarmak için olduğuna işaretle mü'minlerin
dikkatini çekiyor. Kimlerin nîmetin bolluğuna ve çeşitliliğine erişinoe, o nîmetleri veren Yüce Kudret'i daha çok hatırlayıp
şükredeceğini; kimlerin de nîmeti ilâh edinip inkâr ve nankörlüğe saplanıp
kalacağını belirlemenin kıstasını veriyor. Bu durumda İblîs'in şükreden mü'minler üzerinde tesiri ve saptırıcı bir sultası olamıyacağini; nankör sapıklar üzerinde ise geniş çapta
tesirli olacağını ve bunu devamlı genişleteceğini çok özlü ve anlamlı bir
ifadeyle vicdanlara seslenerek işliyor.
Gerek Sebe' ülkesiyle ilgili kıssa, gerekse nankörlüğün doğurduğu
acı sonuçlar misâl verilirken, önce Kabe, sonra Peygamber ve Kur'ân gibi üç önemli nîmetin kıymetini bilmeyen nankör Mekkeli'ler, sonra da refah içinde yüzüp azgınlık,
ahlâksızlık havasına bürünen sapıklar uyarılıyor. Ce-nâb-ı Hakk'ın milletler ve
kavimler hakkındaki câri kanununun değişmiye-ceği dolaylı şekilde haber veriliyor. [47]
Yukarıdaki âyetlerle,
ülkelerinde köpürüp duran nîmetlere erişen Sebe'li'lerin
nankörlüğü konu edilerek, nîmetin hangi ellerle hazırlanıp takdim edildiğine
bakmadan onu kötü yollarda sarfeden aile, kavim ve
milletler uyarıldı. Daha çok üc büyük nimete kalp
gözlerini kapalı tutup tuğyan ve isyan eden Mekkeli müşriklerin sonunun çok
elim olacağı dolaylı şekilde hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerinden çok aşağı mertebede olan cisimleri ilâhlaştırıp onların şefaatini
uman müşriklerin bu son derece sakıncalı ve yanlış tutumları konu ediliyor.
Sonra da gökte ve yerde insanların geçimini sağlamak için gereken bütün
kaynakları cömertçe hazırlayanın putlar değil, Cenâb-ı
Hak olduğuna temasla inkarcıların akıl ve vicdanlarına sesleniliyor. Aynı
zamanda Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bütün insanlara
uyarıcı ve müjdeci bir peygamber olarak gönderildiği açıklanarak, Mekkeli
putperestler Ona inansaiar da inanmasalar da,
ülkelerin Onun peşine takılacağı, getirdiği son dinin kıtalar üzerine yayılıp
kitleleri tesir alanına sokacağı müjdeleniyor. [48]
22- De ki:
Allah'tan başka (ilâhlar olduklarını) iddia ettiğiniz şeylere duâ edip
yalvarırı; ne göklerde, ne de yerde zerre kadar şeye sahip değillerdir;
ikisinde de onların hiçbir ortağı (Allah'a ortak olacak bir dayanakları)
yoktur; Allah'ın o tanrılardan yardımcı bir arkası da yoktur.
23- Allah'ın
huzurunda O'nun izin verdiğinin dışında (kimselerin) şe-faâtı fayda vermez. Sonunda kalplerindeki korku ve dehşet
giderilince «Rabbımız ne buyurdu?» derler. «Hakkı
buyurdu. O, yücedir, uludur.» diye cevap verirler.
24- De ki:
Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran kimdir? De ki:
Allah'tır. Şüphesiz ki, ya biz, ya
da siz doğru yol üzereyiz veya açık bir sapıklık içindeyiz.
25- De ki:
bizim işlediğimiz suç ve günahtan siz sorumlu tutulmazsınız; sizin
yaptıklarınızdan da biz sorumlu tutulmayız.
26- De ki: Rabbımız bizi biraraya toplayacak,
sonra da hak
ile aramızı ayıracak (haklıyı haksızdan kesin kesin ayırt edecektir). O, (hak ile) en iyi fethedendir;
her şeyi bilendir.
27- De ki:
O'na kattığınız ortakları bana gösterin! Hayır, (O'nun ortakları yoktur). O
çok üstün, çok güçlü, hikmet sahibi olan Allah'tır.
28- (Ey
Peygamber!) Biz seni bütün insanlara ancak (rahmetin) müjdecisi, (azabın)
uyarıcısı olarak gönderdik. Ama insanların çoğu bilmezler.
29- Ve
dediler ki: doğrulardan iseniz (söyleyin) bu va'd ne
zaman?
30- De ki:
size belirlenen bir gün vardır ki ondan ne bir an geri kalabilirsiniz, ne de
bir an ileri geçebilirsiniz.
«Yüce Allah gökte bir
şey buyurunca, melekler O'nun sözüne karşı eğilerek kanatlarını çırparlar; öyle
ki bu çırpışları, kaygan bir kayaya vurulan zincir gibi (ses çıkarır).
Kalplerindeki korku kalkınca, «Rabbımız ne buyurdu?»
dîye sorarlar. «Hakkı buyurdu. O, yücedir büyüktür» derler.»[49]
İbn Abbas (R.A.) anlatıyor :
— Resûlüllah (A.S.)
akşam namazından sonra birkaç ashabıyla oturuyordu. O sırada bir yıldız kayma
olayı meydana geldi ve bol ışık saçtı. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ashabına:
— Siz bu olay hakkında cahiliyet
günlerinde ne düşünür ve ne derdiniz? diye sordu.
Onlar da şu cevabı
verdiler:
— Ya büyük bir adam
doğdu, ya da öldü şeklinde yorumda bulunurduk.
Peygamber (A.S.)
onlara şöyle buyurdu:
— Bu kayan yıldız ne bir kimsenin ölümü, ne de
doğumu için kayar. Yüoe ve mübarek Rabbımız bîr buyruğunu yerine getirince Arş'ı kaldıran
melekler tesbîh getirir, sonra da dünya semasına
ulaşıncaya kadar gök ehli sırayla tesbîh getirirler.
Arş'ı taşıyan meleklerden hemen sonraki gök ehli, «Rabbımız
ne buyurdu?» diye sorarlar. Onlar da vaki haberi verirler, Böylece sırasıyla
her gök ehli kendisinden sonraki gök ehline haber vererek dünya semasına
ulaşıncaya kadar bu haber verme işi sürüp gider. Cinler kulak verip haberi
kapmak isterler, o sebeple onların üzerine şihab (gök
taşı) atılır. Ancak cinler ilâhî haberi indiği gibi kapabilirferse,
onu aslından
uzaklaştırıp bir sürü
yalan katıp değiştirirler (de öylece kâhinlere, cincilere ulaştırırlar),» [50]
«Allah'ın huzurunda
O'nun izin ver? diğinin dışında (kimselerin) şefaati
fayda vermez.»
Allah'ı bırakıp
putları ilâh edinenler, onların şefaatlerini umarlar ve bunun için o putların
önünde eğilip birçok dilek ve temennide bulunur; kurban keser, tavaf ederlerdi.
Oysa göklerde ve yerde hiçbir kudrete mâlik olmayan o yontulmuş cisimleri ilâh
edinmek insanın hıikatmdaki azizliğe, şerefe ve mükerremliğe ters düşmekte ve insanı çok küçük düşürmektedir.
Zira canlılar ve cansızlar âleminde insandan daha kadri yüce, daha aziz bir
varlık yaratılmamıştır. Görülebilen her şey onun için, o da Allah'a kullukta
bulunmak için yaratılmıştır. O bakımdan insandan çok değersiz oian cisimlere tapanlar kendilerini onlardan daha değersiz
duruma düşürmekte ve yüklendiği ilâhî emânete hiyânet
etmektedirler.
Şefaat bilindiği gibi,
birine eşlik, arkadaşlık edip arka çıkmak, bağışlanmasını dilemektir. Diğer
bir tarifle: Daha çok aşağı derecedeki kimseye sahip çıkıp ondan yukarı
derecede olandan onu affetmesini sağlamaya çalışmaktır.
Kıyamet olayı meydana
geldikten sonra ölüler kabirlerinden kaldırılınca, dünyada iken Allah'a ve âhirete inanmayanlar, gerçeği gözleriyle görüp öğrenince
kendilerini o günün dehşet ve azabından kurtaracak şefaatçiler aramaya
başlayacaklardır. Ne var ki, düne kadar bel bağladıkları, büyük umutlarla kutsallaştırdıklan putların hiçbir yetkisi bulunmadığına şahit
olunca, büyük bir korkuya kapılacaklar; ne kadar imkân ve fırsatları
kaçırdıklarını anlayıp kahrolaçaklar.
Allah'ın izin verdiği
peygamberler ve onların yolunda olan salihler,
âlimler ve mürşitler şefaat ederler. Mahşer ehli böyle bir ortamda heyecan ve
merakla beklerken, ilâhî emir tecelli eder. «Rabbımız
ne buyurdu?» diye sorulunca da, «Rabbımız hakkı
buyurdu. O cok yücedir ve çok büyüktür» diye cevap
verilir. Böylece kimler şefaat edecekse bu inen emirle onlar yetkili kılınır. [51]
<<De ki: Sizi
göklerden ve yerden rızıklandıran kimdir? De kirAllah'tır.,»
Bilindiği gibi, insan
hayatını devam ettiren rızkın iki ana kaynağı vardır; Gök ve yer. Bu iki
kaynak ortak çalışıp kusursuz şekilde rızık için sebep
ve ortamı oluştururlar. Gerisi insanın çalışma, azim ve becerisine kalır. O
bakımdan Cenâb-i Hak, gerçekte hiçbir kaynağa sahip
olmayan bâtıl ilâhların kudretsizliğini inkarcı sapıklara göstermek için şu
soruyu ortaya atıyor: «Göklerden ve yerden rızıklandıran
kimdir?» Bununla şu hususlar sorulmak istenmektedir: Düzeni kuran kimdir?
Güneşi, ayı, bulutları, denizleri, rüzgârı belli kanunlarla hizmete sevkeden kimdir? Canlı-cansız hangi sahte ilâh buna
sahiptir? İşte bütün bunları kudretiyle yaratıp hizmete sevkeden
Cenâb-ı Hak'tır ki insanın rızkını, iki kaynağı harekete
geçirerek beili ölçüde verir. Bir an düşünelim ki,
güneş belirlenmiş nisbette enerji vermeyip bunu
kısacak olsa, onun yerini dolduracak enerji nereden, nasıl sağlanabilir? İnsan
hayatı bir anda felce uğrar ve yaşama şansı ortadan kalkar. Denizler bugünkü
orandan çok az bir nisbette buharlaşmaya yönelse,
durum ne olur? Kuraklık her yanı kasıp kavurur ve yaşama yollan bir bakıma
tıkanmış ve kapanmış olur.
Bütün bu düzenli,
ayarlı, plânlı ve programlı olayları insanların hizmetine sevkeden
kimdir? İnsanın kendisi midir? Hayır., Putlar mıdır? Hayır.. Tabiatın kendi
kendisini ayarlaması ve plânlaması mıdır? Hayır. Çünkü tabiat dediğimiz şey,
canlı, cansız varlıkların bütünüdür ki hepsi de sonradan yaratılmıştır.
Konumuzu oluşturan
âyetle, insan aklı bu gerçeklere çekilmekte ve olayları akıl ve ilim
süzgecinden geçirmemiz önerilmektedir. [52]
<<De kî: Bizim iŞled'ğ'miz
suç ve günahtan siz sorumlu tutulmazsınız; sizin yaptıklarınızdan da biz
sorumlu tutulmayız.»
İnsanları eğitip
öğretmekle, uyarıp doğru yolu göstermekle, faydalı ve zararlı şeylerden haber
vermekle görevli olan peygamberler, ilim adamları, sâlihler
ve mürşitler, yüklendikleri bu kutsal görevi yerine getirdikten sonra, eğitip
uyardıkları, doğru yolu gösterip tehlikeli yoldan haber verdikleri aile,
toplum, kavim ve milletin sapıtmasından, azıtıp Hakk'a
sırt çevirmesinden elbette sorumlu tutulmazlar. Konumuzu oluşturan âyetle bu
gerçeğe parmak basılıyor ve mü'minlere nasıl hizmet
etmeleri gerektiği bir daha hatırlatılırken, inkarcı sapıklar, nankör azgınlar
uyarılıyor. Böylece herkesin kendi işlediğinden, yaptığından; niyet ve
amelinden sorumlu tutulacağı kesinlik kazanıyor. [53]
«De ki: Rabbımız bizi biraraya
toplayacak; sonra da hak ile aramızı ayıracak
(haklıyı haksızdan kesin olarak ayırt edecek). O (hak ile) en iyi fethedendir;
her şeyi bilendir.»
Uyaranlarla
uyarılanlar; doğru yolda olanlarla, yanlış ve eğri yolda yürüyenler bir
olamazlar ve her iki taraf da haklı sayılamazlar. Zira «hak» birdir, birkaç
değildir. Uyaranlar haklı iseler, uyarıyı kabul etmeyenler haksızdırlar.
İnsanları bir olan Allah'a çağıranlar haklıysa, bunu red
ve inkâr edenler mutlaka haksızdırlar. İslâmiyet son din olarak diğer semavî
dinleri yürürlükten kaldıran hak din ise, buna karşı gelip öteki dinlerin yürürlükte
bulunduğunu savunanlar elbette haksızdırlar. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür,
O halde ihtilâf, sürtüşme, tartışma ve mücadele halinde bulunan iki görüş, iki
ayrı inanç ve düşünceden biri haklıysa, diğeri mutlaka haksızdır. Bu değişmiyen bir kaidedir ki sürüp gider.
Cenâb-i Allah tek ilâhsa ve haksa, -ki mutlaka haktır-
diğer ilâhlar elbette bâtıldır. Haktan sonra ancak bâtıl vardır. Kur'ân bu değişmeyen esası şöyle açıklamaktadır: «İşte bu
Allah, hak (Olan) Rabbınızdır. Haktan sonra ancak
sapıklık var.» [54]
O halde bu dünyada
bâtılı temsîl edenler, haksız bir davayı savunduklarını kabul etmeyip hakkı
temsîl edenlerin inanç ve irşatlarını red ve inkâr
ederlerse, bu iki karşıt inanca sahip olanlar arasında, haklıyı haksızdan ayırd etme imkânı kalmamışsa, o takdirde Cenâb-ı Hak âhiret gününde onlar
arasında hükmedip haklıyı haksızdan ayırd edecektir
ve o zaman bâtılı savunanların durumu hiç de iyi olmayacaktır.
Bunun içindir ki, Kur'ân hemen her vesileyle akıl sahiplerine seslenerek,
hakkı doğruyu görüp anlamak istiyorlarsa, göklerin ve yerin yaratılışına,
kurulan kusursuz düzen ve dengeye bakmalarını ve her şeyin hilkat özelliğine
göre, üzerinde taşıdığı ilâhî damgayı görmelerini tavsiye etmekte;
gelişigüzel, anlamsız ve hikmetsiz hiçbir şeyin yaratılmadığını araştırıp
öğrenmelerini emretmektedir. [55]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp bâtılın peşine takılan ve canlı-cansız eşyayı ilâhlaştıran
sapık maddecilerin akıl ve vicdanlarına seslenildi. Bu konuda uyarıcı bilgi
verilerek, insanlardan yana kudret eliyle hazırlanan rızka dikkatler çekildi.
Sonra da insanlık için Allah'ın en büyük nî-meti olan Hz. Muhammed'in (A.S.)
bütün insanlara peygamber olarak gönderildiği açıklanarak, Onun getirdiği
esaslar ve prensipler üzerinde iyice araştırma yapmaları tavsiye edildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'in
(A.S.) getirdiği son dine inanmayanların büyük bir haksızlık içinde kendilerine
yazık ettikleri konu ediliyor ve sonra da bunlardan dönüş yapmadan, hakkı kabul
etmeden ölenlerin âhirette, birbirlerini
suçlayacaklarına değinilerek çok düşündürücü ibret dolu bir tablo ortaya
konuluyor. [56]
31— Küfredenler dediler ki: «Biz elbette ne bu Kur'ân'a inanırız, ne de önündeki (önce indirilenlere
inanırız.» Bu zâlimleri, Rablarının huzurunda
durduruldukları zaman bir görsen, sözü birbirlerinin üzerine atıp tutar, evirip
çevirirler. İçlerinden zayıf ve âciz sayılanlar, büyüklük tasla-yanlara: «Siz
olmasaydınız bizler herhalde mü'minler olurduk»
derler.
32— Büyüklük taslayanlar, âciz ve zayıf olanlara,
«size doğru yolu gösteren geldikten sonra biz mi sizi alıkoyduk? Hayır, siz
esasen suçlu günahkârlar idiniz,» derler.
33— Âciz ve zayıf olanlar ise, büyüklük
taslayanlara, «Allah'ı inkâr etmemiz ve O'na eşler, ortaklar, benzerler
koşmamız için gece gündüz hileler kurup bize emir ve tavsiyelerde bulundunuz»
derler. Bunlar azabı görünce için için pişmanlık
duyarlar. Biz de kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz; onlar ancak
yaptıklarına karşılık ceza çekerler.
«Küfredenler dediler
ki: Biz elbette ne bu Kur'ân'a inanınz,
ne de önündeki (önce indirilenlere inanırız..»
Kutsal değerlere sırt
çevirip, dine, «eskilerin masalları» diyen Mek-keli sapık
müşrikler ne ise, bugün de dine «afyon» diyen maddeci sapıklar odur. Bunun gibi
«dinlerin kökeninde bilgisizlik yatmaktadır» iddiasını tekrarlayanlar ne kadar
bilgisizse, «dinler, tabiat olaylarından korkup kendilerine manevî bir sığınak
ve destek arayan câhil ilkel kabilelerin bu duygu ve anlayışının doğurduğu
olaylardır» diyenler de bir o kadar cahil ve şaşkındırlar.
Bu tarz bir iddia
içinde dönüp dolaşan ve hakka arka çevirmekte ısrar edenlere göre, ya her şeyin temeli düşüncedir, ya
da maddedir. Evet bunlara göre, her şey eninde sonunda zıddına dönüşür; yani
her şey aynı zamanda hem kendini, hem de kendi zıddını meydana getirir,
Cenâb-ı Hak, konumuzu oluşturan âyetle, mutlak düzen,
mükemmel plân ve sapasağlam denge karşısında dengesizlik ve düzensizlik meydana
getiren, böylece plândaki yerlerini almayan inkarcı nankörlerin, maddeci
sapıkların hem kendilerini, hem de peşlerine takıp karanlığa doğru sürükledikleri
insanları derin bir çıkmaza soktuklarını hatırlatarak hesap ve ceza günüyle
onları uyarıyor. Bâtılı temsîl edenlerle onlara uyanların Âhiret'te
biraraya getirileceğini haber vererek her iki grubun
da duygu ve düşüncelerini yönlendirmek istiyor.
Suçlu günahkârların
ancak dünyada yaptıklarına, işlediklerine karşılık ceza ve azap görecekleri
bir defa daha hatırlatılıyor. Sonra da aklın tek başına Allah'ı ve âhiret âlemini bütün esaslarıyla idrâk etmesinin mümkün olamıyacağı dolaylı şekilde bildirilerek -bazı istisnalar
dışında- genellikle insanların doğru yolu bulabilmeleri, hakikati gerçek
yönüyle anlayabilmeleri için kitap ve peygambere muhtaç bulunduklarına
işarette bulunuluyor.
Yıkılıp yok edilen
ülkelerin ve medeniyetlerin kalıntılarını inceleyen bir filozofun, «neler
hissediyorsunuz veya neler düşünüyorsunuz?» sorusuna verdiği şu cevap pek
anlamlıdır: «Burada asırlarca önce yaşayan insanların akılları, zekâları
gelişmiş, fakat ruhları ve vicdanları çok körpe kalmıştır. »
Okumuşların Toplum
Üzerindeki Tesirleri
«Büyüklük tas/ayanlar,
âciz ve zayıf olanlara: Size doğru yolu gösteren geldikten sonra biz mi sizi
alıkoyduk? Hayır, siz esasen suçlu günahkârlar idiniz, derler.»
Hemen her ülkede,
gelenekleri yıkanların, ahlâkî kuralları, kutsal değerleri çiğneyenlerin
çoğunu, ruhu ve vicdanı gelişmemiş zenginler, ileri gelenler ve tek yanlı
yetişen okumuşlar oluşturur. Hem ne hazindir ki, halkın çoğu bu kimselerin
yaşayışına özen duyarak yavaş yavaş onların meydana
getirdiği bataklığa kayıp düşerler.
Ülkenin böylesine
ahlâkî bîr çıkmaza sürüklenmemesi için Kur'ân, aklı
imânla, vicdanı yüksek ahlâkla ve ruhu da ibâdetlerle beslemeyi emretmekte;
kurtuluşun, bu doğrultuda gerçekleştirilecek bir eğitim ve öğretime bağlı
bulunduğunu vurgulamaktadır.
İlgili âyetle, topluma
kötü örnek, fena misal olup sapmalarında nâzım rol oynayan mağrurların sonunun
nereye varacağı çok dramatik bir tablo çizilerek haber verilmekte ve ölmeden
önce dönüş yapmaları istenerek ilâhî rahmetin genişliği hatırlatılmaktadır. [57]
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'a, Hz. Muhammed'e (A.S.)
ve önceki kitaplara inanmayan müşriklerin bâtıldan yana tutumları üzerinde
duruldu. Duygu ve düşüncelerini hakka döndürmeleri için âhiret
âleminde onlar aleyhine tecelli edecek ilâhî azap çok dramatik bir tabio halinde çizilerek gözler önüne konuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
hemen her çağda gönderilen peygamberlerin karşısına ülkelerin şımarık ileri
gelenlerinin çıktığı ve inkâr kampanyasını sürdürdükleri; böylelerinin
mal, makam ve evlâtlarıyla övünüp bunları bir üstünlük vesîlesi saydıkları
konu ediliyor. Aslında sözü edilen dayanakların Allah katında kurtarıcı
olmadığı belirtilerek âhiret pazarında ancak imân ve sâlih amellerin bir değer taşıyacağına dikkatler çekiliyor. [58]
34— Biz ne kadar bir kasabaya bir uyarıcı
gönderdikse, mutlaka oranın şımarık ileri gelenleri, «doğrusu biz sizinle
gönderilen şeyleri tanımıyoruz» demişlerdir.
35— Hem diyorlar ki, «biz malca da, evlâdca da daha çoğuz ve biz azaba da uğratılacak değiliz.»
36— De ki: şüphesiz Rabbın,
rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. Ama insanların çoğu (bu hikmeti)
bilmezler.
37— Sizi bize yaklaştıran ne mallarınız, ne de
evlâdınızdır. Ancak imân edip iyi-yararlı amellerde bulunan kimseler (var ya) işte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar Cennet'în yüksekçe, manzaralı
kısımlarında güven içindedirler.
38— (Bizi) âciz bırakacaklarını sanarak
âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde) uğraşıp çaba gösterenlere gelince: İşte
onlar ihzaren getirilip azap içinde bekletileceklerdir.
39— De ki: şüphesiz Rabbim, rızkı kullarından
dilediğine genişletir ve bir ölçüye göre daraltır, (Allah için) neyi
harcarsanız Allah onun yerine bir diğerini verir. O rızık
verenlerin en hayırlısıdır.
İbn £bî Hatim rivayet
ediyor:
— Ortak çalışan Mekkeii
iki adamdan biri, ticaret amacıyla sahil kasabalarına gitti. Çok geçmeden Hz. Muhammed'e (A.S.) risâlet görevi verildi ve Mekke çalkalanmaya başladı.
Adam, sözü edilen kasabalarda ticarî işlerini yoluna koyduktan sonra Mekke'ye
hemen dönmeyi düşünmüyordu, ancak ilginç havadisler alabiliyordu. Bunun üzerine
Mekke'deki ortağına mektup yazıp Hz. Muhammed (A.S.)
hakkında geniş bilgi istedi. Arkadaşı ona: «Kureyş
ileri gelenlerinden hiç kimse Muhammed'e (A.S.) uymak istemiyor. Peşine ancak
köleler, seviyesiz kişiler, aşağılık adamlar takılıyor» diyerek bilgi verdi. Bu
haberi alan sahildeki adam vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü. Hz. Muhammed (A.S.) ile görüştü ve aralarında şu konuşma
geçti:
— Ya Muhammed!
İnsanları neye davet ediyorsun?
— Şu, şu esaslara...
— O halde ben şehadet
ediyorum ki sen Allah'ın peygamberisin.
— İyi ama, bunu nereden ve nasıl bilebildin?
— Günkü tarih boyunca ne kadar bir peygamber
gönderilmişse, mutlaka ona fakirler, yoksullar, kimsesizler ve köleler inanıp
uymuşlardır.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [59]
«Şüphesiz ki Allah
sizin suretinize (şeklinize, kıyafetinize) ve mallarınıza bakmaz; ama sizin
kalplerinize ve amellerinize bakar.» [60]
«Doğrusu cennette öyle
şerefli, yüksekçe manzaralı binalar vardır ki dışı içinden, içi de dışından
görünür.»
Bunun üzerine bir
bedevi dayanamadı, sordu :
— Ya Resûlellah! Onlar kimler içindir? Resûlüllair
(A.S.) ona şu cevabı verdi:
— Güzel ve tatlı konuşan, fakirlere yediren,
oruca devam edip halk uyurken gece kalkıp namaz kılanlar içindir. [61]
«B'z
ne kadar bir kasabaya bir uyarıcı (peygamber) gönderdikse, mutlaka oranın
şımarık ileri gelenleri, «doğrusu biz sizinle gönderilen şeyleri tanımıyoruz»
demişlerdir.»
Kur'ân-ı Kerîm, hak ile bâtıl arasında sürüp gelen çetin
mücadelelerin, sürtüşme ve tartışmaların sebep ve hikmetine yer yer değinmekte ve bu konuda mü'minlere
bilgi vermektedir.
Nefis, devamlı
sınırsız hürriyetten, tükenmez nimetten, tatmin edici şehvetten; lüks ve
konfordan yanadır. Aklın dizginini nefsinin buyruğuna veren;kişiler, sözü
edilen dünyalığı amaç seçerler ve ona ulaşabilmek için her türlü vasıtayı mubah
sayarlar.
Peygamber ile semavî
kitap ise, nefsi aklın emrine, aklı da hakiki imânın desteğine teslim eder. Bu
yüzden ülkede refah içinde gününü gün eden şımarık servet sahipleri ve makam
ile şöhret hastaları, gönderilen peygambere ve indirilen kutsal kitaba karşı
tavır alıp hasım kesilirler. O sebeple sürtüşme, tartışma ve ardı arkası
gelmeyen mücadele başlar.
Konumuzu oluşturan 34
ve 35. âyetler bu gerçeği hikmet ve felsefesiyle yansıtmakta; peygamber
yolunda yürüyen mürşit ve ilim adamlarını aydınlatarak, hakkı tebliğde daha cok kimlerin kendilerine engel olmaya çalışacağı hakkında
bilgi vermektedir.
Mekkeli putperestlerin
şımarık ileri gelenleri mal ve evlât çokluğuyla böbürlenip Hz.
Muhammed'in (A.S.) karşısına çıktılar; hayatta tek değer ölçüsünün para ve put
olduğunu savunarak ilâhî vahyi red ve inkâr ettiler.
Günümüzün insanlarının çoğu da öyle, dünyalıktan başka bir şey düşün-meyip nefislerinin hevesine mağlup olarak ilâhî
buyruklardan nefret etmekte ve o buyrukları tebliğ ve telkine çalışanlarla
amansız bir mücadele sürdürmektedirler.
Şüphesiz, toplumun
temeline patlayıcı madde koyan, aileyi dejenere eden, kadını şehvet oyuncağı
haline getirip onu reklâm vasıtası yapan; köklü, güzel ve yararlı âdetleri
yıkan bunlardır. [62]
«De ki: Şüphesiz Rabbın rızkı dilediğine genişletir ve daraltır..»
Aslında nzık kanunu câri bir sünnet halinde hükmünü yürütmektedir. Cenâb-ı Hak insanların meydana getiremiyeceğini,
yeraltı ve yerüstü kaynakları halinde hazırlamıştır. O kaynaklardan istifade
etme yeteneğini insana vererek nzık kanununu
bilerek, azmederek çalışmaya ve kişilerin beceri ve bilgisine bırakmıştır.
Ne var ki, hazırlanan
bu kaynaklardan yararlanmanın .iki ayrı yolu vardır; yani rızka o iki değişik
yoldan biriyle veya her ikisiyle ulaşmak mümkündür. Bu yollardan biri meşru,
diğeri gayr-i meşrudur. Böylece rızkının peşinde koşan insanoğlu ciddi bir
sınav vermekte ve içinde taşıdığı madenin cinsini ortaya çıkarmaktadır. Peygamber
bu yolları tanıtmakta, ilâhî kitap onların sonucundan haber vermektedir.
O bakımdan Cenâb-ı Hak, Rabbü'l-âlemin'dir; yani bütün insanların ve diğer canlı cansız her
şeyin yegane terbiyecisi, yaratıp vücuda getireni, rı-zıklarını hazırlayıp belli kanunlara bağlayanıdır. İnkâr ve
azgınlık, ahlâksızlık ve düzensizlik içinde gününü gün etmeye çalışanların
rızkını kesmez. Çünkü âhiret saadetini kaybeden bir
günahkâr veya âsi kulundan dünya nimetini çekip almaz. Ancak zulme sapıp inkâr
ve ahlâksızlığını zulümle birleştirip toplumu tedirgin edenleri dünyada da pek
cezasız bırakmaz.
Allah'a dosdoğru imân
edip âhirete inanan mü'minlere
gelince: Onlar meşru yolda yürüyüp doğru çalıştıkları ve bilerek, inanarak
işlerine sarıldıkları takdirde diğerleri kadar, belki daha fazla mal ve servete
sahip olabilirler. Böyle olmasa bile, geçimlerini sağlayabilirler. Bu arada
mü1-minler hem âhiret
saadetine erişmeyi ister, hem de dünyada servet sahibi olabilmek için meşru,
gayr-i meşru ayrımı yapmadan kazanç sağlamaya yönelirlerse, Cenâb-ı
Hak kendilerinden feyiz ve bereketini keser ve sıkıntı üstüne sıkıntı verir de
onları uyarmaya, ölmeden Önce dönüş yapmaya -bir bakıma- zorlar. Bu zorlamadan
maksat, doğru yola dönmesi için, onu tokatlaması demektir.
İlgili âyetle bu
incelikler «rızkı dilediğine genişletir ve daraltır» cümlesiyle özetlenmiş ve
bir ana fikir olarak mü'minlerin önüne konulmuştur. [63]
Sizi bize yaklaştıran
ne mallarınız, ne de evlâdınızda. Ancak imân edip iyi yararlı amellerde
bulunan kimseler (var ya) işte onlar için
yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır..»
Şüphesiz mal, çocuk,
makam gibi arızî şeyler dünya hayatını devam ettirmenin birer aracıdır. O
bakımdan bunların hiç biri ne hayatın hikmeti, ne de amacıdır. Hayatın
hikmeti, onu ilâhî buyruklar doğrultusunda ebedileştirmektir. Amacı ise, onu
lütfeden Yüce Kudreti kemal sıfatlarıyla tanımak ve kullan için hazırladığı
sonsuz saadete hazırlanmaktır. Kısacası, hem dünyada, hem âhirette
Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğuna
lâyık bir düzeye gelmektir. Bu da dosdoğru imân ve onun ürünü olan sâlih amellerle imkân alanına girebilir.
Cenâb-ı Hak, hayatın gerçek yanını, hikmet ve amacını
gösterdikten sonra, o hikmet ve amaca yönelen mü'minleri
şöyle müjdelemektedir: «Ancak imân edip iyi yararlı amellerde bulunanlar (var ya), işte onlar için yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar cennetin yüksekçe manzaralı
kısımlarında güven içindedirler.» [64]
«(Bizi) âciz bırakacaklarıni sanarak âyetlerimiz hakkında (olumsuz
yönde) uğraşıp çaba gösterenlere gelince: İşte onlar azap içinde
bekletileceklerdir.»
Hıristiyan âlemi
Martin LUTHER'in öncülüğünde dinde reform yapmayı
becerebilmiştir. Aslında bu reform onlar için çok gerekliydi. Orta cağda
Katolik Kilisesi tarafından kurulan ve ilmî hareketin önünde bir sed oluşturan Engizisyon Mahkemeleri, şüphesiz insanlık
tarihi adına bir yüz kara-sıdır. İlim adamlarının afaroz edilerek zindanlara atılması din adına bir ıslâhat
değil, bir cinayettir. Böylece aslı kaybolan ve sonradan derlenen İncil'lere
insan sözü karışmış, dinî esas ve prensiplerin çoğu belirsiz hale gelmiş
olduğundan, Hıristiyanlık papazların elinde oyuncak haline getirilmiş, kendi
katı tutumlarını, bilgisizliklerini dine mal ederek onu rahmet havasından
uzaklaştırmalardı.
O sebeple ortaçağda
kurulan Engizisyon Mahkemeleri Roma'daki papalık tarafından idare edilen bir
zulüm ve işkence yuvalan halinde bulunuyordu. Bütün bu fanatik görüş ve
uygulamalar semavî dinlerin ruhuna, mayasına, özüne ve amacına ters
düşmekteydi. O bakımdan diyoruz ki, Hıristiyanlıkta ciddi bir reform şarttı.
Çünkü ilâhî naslar diye kayda değer pek bir şey
kalmamıştı. Din adamları dinî kuralları kendileri icat edip ayakta tutmaya
çalışıyorlardı.
İslâmiyete gelince : O Allah'tan indiği gibi korunmuş, tek
hükmüne ve kelimesine insan sözü karıştırılmamış ve böylece ilâhî naslar zede almadan günümüze
kadar terütaze gelmiştir. Kur'ân kapsadığı
hükümlerle; ilmî araştırmalara ışık tutan, hareket noktasını belirleyen ana
fikirlerle; teme! bilgilerle; sosyal hayatı yönlendiren naslarla;
aile yuvasını iffet ve namus çatısı altında tutan kurallarla çağların,
medeniyetlerin önünde yürümektedir. İlimle bütünüyle sarmaş dolaş halinde olup
cumhurun mantığına ve aklına ters düşen hiçbir hüküm ve kural taşımamaktadır.
İnsan aklına hem yer verir; hem değer sunar; âlimi ve ilmi alkışlar ve över.
Bu nedenle teblîğ ve irşad gibi önemli bir hizmetin
bilgisiz ellere terkedilmesine rıza göstermez.
Batı kültürüyle
yetişen aydınlar, İslâm'ın ve Kur'ân'ın bu
özelliklerini bilmedikleri ve kutsal kitaplar arasında ciddi hiçbir mukayese
yapmadıkları için, Martin LUTHER'i alkışlarken İslâm
Dininin de ciddi bir reforma ihtiyacı olduğunu iddia eder dururlar.
Oysa mevcut dört
İncil'de ciddi araştırma yapıldığında ne ibâdet şekline, ne aile, ne de genel
hukuka, ne de sosyal hayati denge ve düzende tutacak hükümlere rastlanabilir.
İncil'lerin hepsi de İsa Peygamber'in hayatını anlatır ve bir de beş on kadar
ahlâkî kuraldan söz eder.
O bakımdan
kiliselerdeki ayin ve ibâdetler, çeşitli merasimler, ortaçağda kurulan
Engizisyon Mahkemeleri, yapılan aforozlar bütünüyle papazların kalp ve
vicdanlarının ürünleridir. İncil'de yazılı olmayan şeyleri din adına icat edip
İsa Peygambere yakıştırıp uygulamak, en hafif tabiriyle hem dine, hem de İsâ
Peygambere saygısızlıktır. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm'de
İsâ Peygamber'in namaz kıldığından, zekât verdiğinden, yani bu ibâdetlerle emrolunduğundan bahsedilmektedir.
Hıristiyanlığın esası
tam anlamıyla bilinmediği için de yapılan reform, bozulan ve aslından
uzaklaştırılan Hıristiyanlığı aslına çevirememiştir. Ancak kilisenin tesirini
sınırlamayı, dünya işlerinde dini engelleyici bir araç olarak kullanmamalarını
sağlamıştır.
İslâm Dini'nin hiçbir zaman
reforma muhtaç olmadığı ve olmayacağı kesindir. Zira bir şey deforme olmadıkça,
aslından uzaklaştınlmadıkça reforma tabi tutulmaz.
Bu gerçeğe işaretle Cenâb-ı Hak 38. âyetle aydınlatıcı şu bilgiyi vermektedir:
«Bizi âciz bırakacaklarını sanarak âyetlerimiz hakkında (olumsuz yönde)
uğraşıp çaba gösterenlere gelince : İşte onlar azap içinde bekletileceklerdir.»
Şüphesiz bu azap iki
türlüdür: Biri dünyada, diğeri âhirettedir. Dünyadaki
olanı, dine karşı olan kin ve hınçlarını tatmin edememenin sıkıntısı içinde bir
ömür tüketmeleridir; âhirette olanı ise, daha kalıcı
ve daha elîm-dir. [65]
«De ki: Şüphesiz Rabbın, rızkı kullarından dilediğine genişletir ve bir
ölçüye göre daraltır..»
Rızrk konusu her kişiyi yakından ilgilendirdiği ve ilâhî
takdire bağlandığı için 36. âyette değinildiği halde, 39, âyette de
değinilmekte ve az farklı bir hüküm ve hikmet ortaya konmaktadır. Şöyle ki:
36. âyette mal ve
evlâdın çokluğuyla böbürlenme söz konusudur. Mekke'de İslâm'ın ilk yıllarında
Müslümanlar bir yandan günlük mesailerinin çoğunu Hz.
Peygamber'in (A.S.) meclisinde dine hizmet doğrultusunda harcamakta, bir
yandan da ekonomik abluka altında tutulmaktaydılar. Böylece o yıllarda
ticaretle uğraşma imkânları hemen hemen mümkün
değildi. Aynı zamanda İslâm'a girenlerin çoğunu fakirler oluşturuyordu. Zengin
müşrikler son dinin ancak fakirlik ve sıkıntı getirdiğini ileri sürerek kendi
malî imkânlarını gururla ortaya koymakta ve bu açıdan da İslâmiyet aleyhine
bir hava estirmekteydiler.
Cenâb-ı Hak o toplumdaki bu dengesizliğin sebebinin din ve
dindarlık olmadığını belirterek geçimle ilgili çalışıp kazanma, didinip imkân
sağlama sünnetine işarette bulundu.
39. âyette ise, zengin
Müslümanların mallarını İslâm'ın gelişmesi ve yayılması, Allah'ın hoşnutluğunu
tahsil uğruna harcadıklarını gören iç düşman sayılan münafıkların, bu gidişle
zengin Müslümanların da yakında fakir düşüp sıkıntı çekeceklerini demeleri
konu edilerek, Allah'ın lütuf ve ihsanda bulunduğu mal ve serveti bilerek
ölçülü şekilde hayır yollarında kullanmanın mala bir noksanlık getirmiyeceği, verilenin, harcananın yerinin fazlasıyla
doldurulacağı haber verilmekte ve böylece mü'minlerin
morali yükseltilirken rızıkla ilgili sünnetullahın şaşmadan hedefine ilerlediğine işaret
edilmektedir.
Hıristiyan Avrupa'nın
18. asırdan bu yana dev adımlarla ilerleyip hızlı bir kalkınma sağlaması, ne
Hıristiyan olmalarının eseridir, ne de dinde yapılan reformun tabii
neticesidir. Haçlı Seferleri'yle İslâm alemindeki ilmî hareketleri, buluşları
görüp uykudan uyanmak suretiyle çalışma düzenine girmeleri bunun sebeplerinin
başında gelir. Endülüs'te kurulan İslâm Me-deniyeti'nin Avrupa'ya ışık tutup yol gösterdiğini ise
kimse inkâr edemez.
Anlaşıldığı üzere, rızık konusu, mal ve servet edinme, ekonomik yönden
güçlenme dine ve dindarlığa bağlanmamıştır. Bu hususta câri olan ilâhî sünnet
her zaman söz konusudur; yani bu husus bilgi, beceri, azim, gayret ve kollektif çalışmayla bağlantılıdır. Din ve dindarlık bu
çalışmayı meşru sınırlar içinde tutmayı, zengin olup zekât vermeyi, toplum
yapısında sosyal adaleti sağlamayı emreder. Böylece daha verimli çalışıp daha
çok kazanmanın meşru olduğunu belirterek mü'minlerin
azim ve gayretini kamçılar. Cenâb-ı Hak kendi
kitabında bu inceliği şöyle açıklamaktadır: «De ki: Allah'ın kullarına çıkarıp
sunduğu zîneti ve rızıklardan
temiz pâk olanlarını kim haram kılmıştır? De ki: O dünya hayatında imân edenler
içindir, kıyamette de yine onlara mahsustur. İşte böylece bilen bir millet
için âyetlerimizi açıklıyoruz.» [66]
Mülk Sûresinde ise,
Allah'a dosdoğru imân edenlere şu bilgi veriliyor: «Hanginizin daha güzel iş ve
amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan
O'dur.,» [67]
Böylece hak din,
yeryüzündeki her türlü nimetin ve zînetin meşru yoldan
elde edilmesinde hiçbir sakınca olmadığını açıklarken, mü'minin
meşgul bulunduğu konuda en iyisini, en güzelini yapmakla yükümlü bulundu-ğunu da hatırlatıyor.
O halde Cenâb-ı Hakk'ın rızkı dilediğine
genişletmesi ve bir ölçüye göre daraltması, sözünü ettiğimiz rızıkla ilgili sünneîullahla
bağlantılıdır. [68]
«(Allah için) neyi harcarsanız Allah onun
yerine bir diğerini verir. O rızık verenlerin en
hayırlısıdır.»
Allah'ın hoşnutluğunu
dileyerek, elde ettiğimiz kazancın bir kısmını din, ahlâk, ilim, fazilet ve
sosyal adalet doğrultusunda harcama konusu en az Kur'ân'ın
altmıştan fazla yerinde farklı anlatımla emir, tavsiye ve telkin yoluyla
anlatılmaktadır.
Bu durumda kimler
Allah için belli nisbette harcayıp ülkesinin ve din
kardeşlerinin yüzünü güldürebilir? Şüphesiz ki bilerek, inanarak çalışıp
ekonomik açıdan kendini güçlendiren mü'minler bu
şerefli hizmeti sürdürmek suretiyle insanların hem yüzlerini güldürürler, hem
de güzel Örnek olurlar.
Konuyla ilgili âyet ve
onun bir önceki, bir sonraki âyetlerle olan bağlantısı ve taşıdığı ilâhî
hikmet bize bu incelikleri öğretmektedir. Öyle ki, iyi niyetle, temiz
kazançtan, helâl servetten harcanan miktarın yerinin boş kalmayacağı, Cenâb-ı Hakk'ın sebepleri kolaylaştırmak
suretiyle onun yerine fazlasını koyacağı, âhirette
de mükâfatlandıracağı haber verilerek gönül rahatlığıyla, kalp yatışkanlığıyla harcamada bulunmamız isteniliyor. Bunun yanısıra malda feyiz ve bereketin vücut bulacağına işaretle
ilâhî inayet ve rahmetin sınırsız olduğu kalp ve kafalara işleniyor, çünkü
Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. O'ndan ancak
hayır ve rahmet iner. [69]
Yukarıdaki âyetlerle,
gönderilen her peygamberin karşısına, devamlı ülkenin şımarık zenginlerinin,
meşru ileri gelenlerinin çıktığı ve halkın ahlâkını daha çok bu iki grubun
bozup dengesizlik ve düzensizlik meydana getirdikleri konu edildi. Mal ve evlât
çokluğuyla övünüp böbürlenmenin inançsızlıktan ve cehaletten kaynaklandığına
işaretle Allah yanında değer taşıyan şeyin, imân doğrultusunda yapılan sâlih ameller olduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp melekleri ilâhlaştırarak onlara tapanların da değişik anlamda
şirk ve putperest olduğu üzerinde durularak, gerçekte onların meleklere değil
cinlere, şeytanlara taptıkları haber veriliyor. Sonra da Hz.
Muhammed'i (A.S.) yalancı sayıp, Kur'ân'ın insanlar
üzerindeki olumlu tesirini açık bir sihir ve büyü kabul edenlerin çok iyi
düşünüp öylece bu gibi konulara girmeleri tavsiye ediliyor. Arkasından Hz, Muhammed'de (A.S.) cinnet alâmeti ve eseri
bulunmadığına değinilerek Onun ancak ileri'de kâfirleri çepeçevre kuşatacak
şiddetli bir azaba karşı inkarcı nankörleri uyaran bir peygamber olduğu
açıklanıyor. [70]
40— (Allah) onların hepsini o gün bira raya
toplayacak, sonra da meleklerine, «bunlar mı size tapıyorlardı?» diyecek.
41— Melekler, «seni teşbih ve tenzih ederiz;
onlar değil, sen bizim yegâne sahibimizsin. Hayır, onlar, cinlere tapıyorlardı;
çoğu onlara inanmışlardı», diyecekler.
42— Bugün kiminizin kiminize ne yarar, ne de
zarar vermeye gücü yeter; zulmedenlere de deriz ki: «Yalanlayıp durduğunuz
ateşin azabını tadın!»
43— Âyetlerimiz kendilerine karşı açık-seçik
okunduğu zaman, dediler ki, «bu adam ancak sizi babalarınızın taptığı
şeylerden alıkoymak ister ve bu Kur'ân uydurulmuş bir
düzmeden başkası değildir.» İnkâr edenler de hak (olan Kur'ân)
kendilerine geldiği zaman, «bu açık bir sihirden başkası değildir» dediler.
44— Halbuki biz, onlara ders yapacakları bir
kitap vermedik ve senden önce kendilerine uyarıcı bir peygamber de
göndermedik.
45— Onlardan önce gelen (inkarcılar da)
yalanlamıştı; onlara verdiğimizin onda birine olsun (bunlar) erişememişlerdir.
Peygamberlerini yalanladılar. (Bir bak), beni inkârın sonu ne oldu!
46— De ki: «Size tek bir öğütte bulunuyorum:
Allah için ikişer ikişer, birer birer
ayağa kalkmanızı, sonra da iyice düşünmenizi (istiyorum). Arkadaşınızda cinnet
diye bir şey yoktur. O, ancak çok şiddetli bir azaptan önce sizi uyaran bir
peygamberdir.»
«(Allah) onların hepsini o gün bira ray a toplayaTapilanlarla tapanların; inkarcılarla maddecilerin,
Allah'ı bırakıp batılı savunanların hepsinin kıyamet gününde toplanıp biraraya getirileceği haber veriliyor. Şüphesiz bu tarz
bir toplama, yüzleştirmeye yönelik bir anlam taşımaktadır. Öyle ki, Allah'ı
bırakıp meleklere «Allah'ın kızları» diyerek hem Allah'a ortak koşanlar, hem
de meleklere tapanlar, meleklerle yüzlestirilecekler.
İlâhî huzurda melekler, hiçbir zaman kendilerinin tapıl-maya lâyık
olmadıklarını söyleyerek Cenâb-ı Hakk'ı
eş ve ortaklıktan, çocuk edinmekten tenzih edecekler ve bu şaşkınların
cinlere, şeytanlara taptıklarını açıklayacaklar.
Âyette geçen «cinler»den
maksat, daha çok şeytanlardır. Çünkü bu her iki ruhanî de ateşten
yaratılmıştır, o bakımdan menşe'leri aynıdır. Diğer bir yorumla, ruhanîlere
tapanlar dolayısıyla cin ve şeytanlara tapıyorlar demektir. Çünkü cinler gözle
görülmeyen ruhanîler olarak da vasıflan-dırılabilir.
Nitekim eski Türklerde Şamanlar ruhlarla temasa geçtiklerini
iddia ederek birtakım kişisel ve sosyal meseleleri çözmeğe çalışırlardı. Bu
amaçla düzenlenen törende büyük bir cezbeye kapılan şaman, gökteki veya yer
altındaki ruhlar âlemine girdiğini söylerdi. Bazan da
ruhların gelip şamanın içine girerek ona ilham verdiğine inanılırdı.
İşte ilgili âyetlerle,
cinlere, şeytanlara ve dolayısıyla ruhanîlere tapanların kıyamet gününde bu
yüzden azap görecekleri açıklanmakta ve cinlerden, ruhanîlerden çok üstün olup
ilâhî tekrîme lâyık görülen insanın o gibi şeyleri
ilâhlaştırması ve tapması yerilerek aklını kullanabilenlerin iyice düşünmeleri
istenmektedir. Zira Allah'ı bırakıp taptıkları canlı-cansız şeylerin; ruhanî ve
cinlerin dünyada bir yararı olmadığı gibi âhirette de
olmayacak; bilâkis büyük zararları olacak..
Şüphesiz Allah'a ortak
koşmak, her türlü denge ve düzeni aştığı, akl-ı
selime ters düştüğü ve kâinatta yer alan her şeyin hakkına tecavüz sayıldığı
için, büyük bir zulüm kabul edilmiştir. Âhireîteki
cezası ise, o nisbette ağır olacaktır. [71]
«Âyetlerimiz
kendilerine karşı açık seçik okunduğu zaman....»
Her âyetiyle ilâhî
kudret ve rahmeti yansıttığını açık seçik ortaya koyan ve insan aklına
seslenip yeterince malzeme veren; ilme kapı açıp ilim adamına ön bilgi getiren Kur'ân'a «uydurma», «eskilerin masalları», «açık bir büyü»
demek kolay, ama bunu isbat etmek mümkün değildir.
Zira Kur'-ân bir bütün olarak insan kudretini aşmakta ve çağların,
medeniyetlerin önünde gitmektedir. Bu düzeyde ortaya koyduğu hiçbir ana fikir,
ön bilgi, esas ve tema, gerçeği bulan ilimle ters düşmemiştir ve düşmeyecektir
de.. Öyle ki, her sınıf insan -bilgi ve kültür seviyesi ne olursa olsun- bu
ilâhî sözler mecmuasından mutlaka nasîbini alabilir. Yeter ki, kendini ön yargıdan
kurtarıp hakikati arama azmi ve gayreti içinde bulunsun.
Kur'ân yalnız doğruyu, iyiyi, güzeli, yararlı olanı,
mutluluk getireni emretmekte; insan ruhuna, amacına, hılkatındaki
yüceliğine ve azizliğine zıd bütün şeyleri
yasaklamaktadır. O halde Kur'ân'a «açık bir büyü»
diyebilmek için büyülenmiş olmak gerekir. Ona «eskilerin masalları» damgasını
vurabilmek her türlü ilim ve irfandan yoksunluğun damgasını taşımayı gerektirir. [72]
«Halbuki biz onlara
ders yapacakları bir kitap vermedik..»
Kur'ân-ı Kerîm'in iiâhî olmadığını
ortaya koyan hiçbir belge kutsal kitaplarda mevaut
değildir. Ayrıca Araplara daha önce indirilmiş bir kitap da yoktur. O bakımdan Kur'ân'ın uydurma söz olduğunu nereden, nasıl çıkarıyorlar?
Aksine Hz. Muhammed'in (A.S.) son peygamber olarak gönderileceğine
dair Tevrat ve İncil'de hayli belge ve bilgi yer almaktadır. O halde gerek Hz. Muhammed'i (A.S.), gerekse Kur'ân-ı
Kerîm'i kabul etmeyen Yahudi ve Hıristiyanların delil ve dayanağı yoktur;
ortada sadece dinî taassup, kin ve nefret söz konusudur. Tevrat'a ve İncil'e
insan sözü karıştırıldığı ve hayli tahrifata uğratıldığı halde, yine de bazı
bölümlerinde son peygamberin geleceğine dair birtakım belgeler bulunmaktadır.
Tevrat'ın Tesniye kitabı 18/15'nci belgesi; İşaya kitabı 42. belgesi büyük bir kurtarıcının geleceğinden
söz etmektedir.. Yuhanna İncil'i 14/15, 16 ve
16/7-12'nci belgelerinde; Markos İncil'i 1/15; Matta İncil'i
21/40'ncı belgelerde büyük bir tescilci-nin geleceği
müjdelenmektedir. Ayrıca Bernaba İncilinin 39/14,
42/13, 44/19, 54/1-11, 55/20-24, 82/16, 96/3-7, 96/11-15,97/4-14, 136/18-21,
137/ 6, 163/3-8, 191/8, 220/17-20. belgelerinde cok
acık ve net şekilde Hz. Mu-hammed'in
(A.S.) hem isminden, hem de geleceğinden söz edilmekte ve mü'minler
bu konuda müjdelenmektedir. [73]
«Ve senden önce
kendilerine uyarıcı bir peygamber de göndermedik.»
44. âyette fetret
devrinde Arap Yarımadası'na uyarıcı bir peygamber gönderilmediği anlatılıyor.
Fetret devrinden önce ise, İbrahim ve İsmail Peygamberlerden sonra Hud, Salih ve Şuayb
peygamberlerin gönderildiği bilinmektedir. Bunlardan sonra kaç peygamberin daha
gönderildiği hakkında bir bilgimiz yoktur. Sadece İsa (A.S.) ile son peygamber
Hz. Muham-med (A.S.) arasında gecen altı asırlık dönemde yarımadaya
peygamber gönderilmediği kesindir. Buna işaretle Resûlüllah
(A.S,) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Ben dünyada da, âhirette de Meryem oğlu İsa'ya daha dost ve daha yakınım.»
Bunun üzerine Ashab-ı Kiram sordu:
— Nasıl oluyor bu? Resûlüllah
(A.S.) şu cevabı verdi:
— Peygamberler baba bir kardeşlerdir; anneleri
ayrı ayrıdır; dinleri (Tevhîd İnancı ve ona bağlı esaslar
itibariyle) birdir. Benimle İsa arasında peygamber yoktur.» [74]
Bununla Resûlüliah (A.S.) Efendimiz hem Arap Yarımadası'na, hem de
diğer bölge ve ülkelere peygamber gönderilmediğine, altı asra yakın bir süre
buna ara verildiğine işarette bulunmuştur. O bakımdan ilgili âyetin delâlet
ettiği hüküm ancak bu hadîsle karşılaştırılınca anlaşılmış oluyor.
Dayanağı tesbit edilemiyen bazı
rivayetlerde, Resûlüliah (A.S.) Efendimizle İsa
(A.S.) arasında Halid bin Sinan adında bir peygamber gönderildiı-ğibelirtilirse de bu
sahih değildir. [75]
Onlardan önce gelen
(inkarcılar da) yalanlamıştı; onlara verdiğimizin onda birine olsun (bunlar)
erişememişlerdir. Peygamberlerini yalanladılar, (Bir bak) beni inkârın sonu ne
oldu!»
Mekkeli
putperestlerden on, ya da yirmi kat daha güçlü, daha
geniş imkânlara sahip bulunan önceki kavim ve milletleri maddî refah yalnız başına
kurtaramamıştır. İnkâr, ahlâksızlık ve haksızlığı birleştirip yeryüzünde
bozgunculuk çıkaran birçok milletler ilâhî sünnet gereği haritadan silinmeye
mahkûm olmuş ve bir kısmının sadece ibret ve öğüt alınsın diye birtakım
kalıntıları bırakılmıştır. Zira Cenâb-ı Hak,
insanların şekil ve suretlerine, mal ve makamlarına değil, kalp ve amellerine
bakar da ona göre. hükmünü yürütür. Ancak ekonomik kalkınma sağlam imân, güzel
ahlâk, devam edegelen adaletle birleşip bütünleşirse,
hem dünya, hem de âhiret hayatı amaç ve hikmetine
uygun düzeye getirilmiş olur ve her iki âlemde de mutluluğa erişilir. Zira bu
durumda Cenâb-ı Hakk'ın
vermiş olduğu nzık kaynaklan ilâhî rızası
doğrultusunda değerlendirilmiş olur ki bu, dünya hayatından amaç ve hikmetin
ne olduğunu yansıtır. [76]
De ki: Size tek bir
öğütte bulunuyorum: Allah için ikişer ikişer, birer birer ayağa kalkmanızı, sonra da iyice düşünmenizi
(istiyorum). Arkadaşınızda cinnet diye bir şey yoktur..»
Batılın peşine takılıp
inkârda inat eden putperestler başta olmak üzere hemen her devirde Hz. Muhammed'i (A.S.) küçültücü sözler sarfedenler
sahneden eksik olmamıştır. Kimi Onun için «büyülenmiş adam», kimi «sihirbaz»,
kimi «aklî dengesi bozuk», kimi «çok akıllı bir adam», kimi de «o bir dahidir»
diyerek kendi kültür, inanç ve bağlı bulunduğu ekolün havasına göre bir
yargıda bulunmuştur. İlgili âyetle bu nankörler insafa davet edilmekte ve
kendilerini hislerinden sıyırıp ön yargıdan uzak tutarak akıl ve idrâkin
desteğinde ayağa kalkıp biraraya gelmeleri Ve konuya
tarafsız olarak eğilmeleri istenmektedir. Zira insanlık tarihinde en büyük fakat
en feyizli ve anlamlı inkılâbı yapan; günlük hayatıyla en güzel yaşama örneklerini
ve kurallarını veren; getirdiği ilâhî kitapla ilme, akla, idrâke, vicdana ve
ruha ışık tutan; insan haklarını en asil ve en ölçülü ve âdil şekilde koruyan;
fizik ötesinden en doğru haberi vermek suretiyle ruhları gıdalandı-ran ve insanlara her vesileyle geniş umut kapılarını açan
bir peygambere deli demek veya onu sıradan bir insan gibi görmek veya onu
sadece çok akıllı veya dâhi sanmak son derece hatalı ve sakıncalıdır; aynı
zamanda tarihî gerçeğe aykırıdır.
Bugün de, dün tie, yarın da insanların çoğu ona uymadıkları için hep
huzursuz, umutsuz, kararsız, dengesiz ve tedirgindirler. İlerleyen teknoloji,
Allah'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) imân doğrultusunda
değerlendirilmediği için milletleri, ülkeleri hem tehdit etmekte, hem de
vicdanları silik, ruhları bitik hale getirmektedir. Günümüzde gelişen sözde
medeniyet bütün im-r kânları ve araçlarıyla insan aklını ve zekâsını
geliştirmekte; fakat ruhları ve vicdanları ihmal etmektedir.
Konumuzu oluşturan
âyetlerle, Cenâb-i Hak bu konu üzerinde iyice
durmamızı ilham etmekte ve kurtuluş yolunu göstermektedir. [77]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ı bırakıp bâtıl ilâhlar icad eden inkarcı sapıklardan
bir kısmının ruhanîleri ilâh edindikleri üzerinde durularak yönlendirici
uyarılarda bulunuldu. Sonra da Hz. Muhammed'i (A.S.)
küçük düşürecek anlamda birtakım yakışıksız sözlere dikkatler çekilerek kutsal
kitaplara bakmaları önerildi. Böylece hakkın karşısına çıkan nankörler uhrevî
azapla tehdit edilerek duygu ve düşünceleri yönlendirilmek istendi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel bir iddiası bulunmadığı, o
yüzden inen vahiy uyarınca teblîğ ve irşat görevini sürdürürken kimseden bir
ücret talep etmediği belirtiliyor. Böylece Onun ancak hakkı getirdiğine
değinilerek Cenâb-ı Hakk'ın
Onun eliyle bâtılın beynini parçalayacağı haber verilerek inkarcılar
uyarılıyor. Hakkın gelmesiyle arjık bâtılın dönmemesiye gideceği haber verilerek Arap Yarımadasının
özellikle Mekke'nin ve kutsal Kabe'nin putlardan, putperestlerden yakın
gelecekte temizleneceği müjdeleniyor. [78]
47-— De ki:
sizden bir ücret istediysem, o size olsun. Benim ücretim ancak Allah'a aittir.
O, her şeye şâhiddir.
48— De ki: şüphesiz ki Rabbım,
hakkı (bâtılın beynine) fırlatıp çarpar. O, gaybleri
en iyi bilendir.
49— De ki: Hak geldi; bâtıl ise ne (bir şey)
başlatıp meydana getirebilir, ne de (onu) geri çevirebilir.
50— De ki: eğer ben sapıtırsam kendi aleyhime
sapıtmış olurum. Doğru yolu bulursam, bu, Rabbımın
bana vahyetmesiyledir. Şüphesiz ki O, işitendir,
yakındır.
«De ki: Sizden bir
ücret istediysem, o size olsun. Benim ücretim ancak Allah'a aittir..»
İslâm, bütün insanlığın
son dini, son umududur. İnsan hayatında en büyük değişikliği yapan ve öylece
kalıcı büyük bir inkıiap meydana getiren Allah'ın
son mesajıdır. Ferdin, ailenin günlük hayatıyla içice olduğu kadar,
toplumların ve milletlerin hayatıyla yakından ilgilidir. O bakımdan sahası
bütün dünya, davası bütün bir insanlığın kurtulması, yönelişi her yanıyla
rahmet, seslenişi her bakımdan hidâyettir. Büyük himmetleri gerektirmekte,
üstün gayretlerin aralıksız sahnede olmasının lüzumunu ortaya koymaktadır. Mü'minden her zaman ferağat-i nefs ve fedakârlık beklemekte; tahkikî imânla ilâhî nurun
kalp ve kafaları aydınlatmasına çalışılmasini yine mü'minlerden beklemektedir.
Bunun içindir ki tarih
boyunca her peygamber teblîğ ve irşat görevini, sürdürürken hizmetine karşılık
ilâhî hoşnutluktan başka hiçbir şey talep etmemiştir. O kadar ki, elinde,
evinde ne varsa onları da bu uğurda harcamaktan derin zevk duymuştur. Zira
aksine bir tutum, davanın yüceliğine, kutsallığına gölge düşürür; gelişmesine
engel teşkil eder, tesirini azaltır.
Konumuzu oluşturan
âyetle, Hz. Muhammed'e (A.S.) böyle demesinin
emredilmesi iki ayrı hizmete yönelik bulunuyor: Birincisi, az yukarıda belirttiğimiz
husustur. Diğeri, Hz. Muhammed'den (A.S.) sonra
ortaya çıkacak olan din âlimlerine ve mürşitlerine sağlam bir ölçü vermekle
yakından ilgilidir. Günümüzde Kur'ân'ı bir geçim
vasıtası yapanların ve hafızlığı, mev-lithanlığı sanat haline getirip halktan ücret alanların
kulakları çınlasın. Şüphesiz bu ve benzeri tutum ve davranışlar toplum içinde
din adamının değerini düşürmekte, tesirini azaltmaktadır. Bütün bunların
ücretsiz yerine getirilmesinde ise sayılmayacak faydalar söz konusudur. [79]
«De ki: Şüphesiz Rabbım hakkı (bâtılın beynine) fırlatıp çarpar. O, gaybleri en iyi bilendir.»
Peygamberin (A.S.) ve
Onun yolunda olan mürşitlerin ücretsiz hizmette bulunmaları emredildikten
sonra, bunun asıl hikmet ve felsefesi açıklanıyor. Şöyle ki:
Dini yaymaya feragatle
azmedenler olur; dine hizmet geçim vasıtası olmaktan uzak tutulursa, hak
mutlaka güçlenir, tesiri artar ve ilâhî inayete mazhar
kılınarak bâtılın beynini parçalar. Kişilerin niyetini, hizmetinden amacın ne
olduğunu, gaybı çok iyi bilen Cenâb-ı
Hak takdir edip ona göre karşılık hazırlar ve ona göre yardımda bulunur. [80]
«De ki: Hak geldi;
bâtıl ise ne (bir şey) başlatıp meydana getirebilir, ne de (onu) geri
çevirebilir.»
Hakkın hak olduğunu,
karşıtı olan bâtılla daha iyi tanıyıp bilebiliriz ve her şey zıddıyla inkişaf
ettiği gibi, hak da bâtıl ile mücadelesini sürdürdüğü ölçüde inkişaf kaydeder.
Böylece hakkın
karşısında, güçlü veya güçsüz bâtıl eksik olmamış ve ikisi arasındaki mücadele
de sona ermemiştir. Şüphesiz hak gelmeyince bâtıl gitmez. Tıpkı güneş
doğmayınca karanlığın ortadan kalkmıyacağı gibi.. O
halde Kur'ân ilgili âyetle mü'mintere
bir ölçü ve metot vermektedir. Şöyle ki: Önce hakkı bilmek, inanıp ona sahip
çıkmak ve sonra da bâtılın karşısına çıkıp mücadele etmek gerektir.
Nitekim küfür ve bâtıl
diyarında İslâmiyet ortaya çıkınca, bâtıl yavaş yavaş
silinip uzaklaşmış oldu ve geriye insanlıktan yana kayda değer hiçbir fazîlet
ışığı bırakmadı. İslâm ise, yukarıda belirtilen metoda göre hareket ettiği
sürece bâtılın üstünlük sağlayıcı bir güçle gelmesi düşünülemez.[81] [82]
Yukarıdaki âyetlerle,
hakka davette, teblîğ ve irşatta ferağat-i nefs göstermenin lüzumu üzerinde durularak, bu alanda
hizmet veren âlim ve mürşitlerin mümkün olduğu sürece ücret talep etmemeleri
tavsiye edildi. Sonra da mü'minler hakkı ayakta tutup
onu bilerek savundukları ve güçlendirdikleri takdirde, bâtılın başaşağı geleceği haber verilerek sağlam bir metoda işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkâr ve azgınlığı sürdürerek hayatını berbat eden nankörlerin âhirette uğratılacakları elim azaptan bir iki safha nakledilerek
uyarıda bulunuluyor; ölmeden önce her türlü inkâr ve şüphe fırtınasından
kurtulmaya çalışmanın selâmete kapı açacağı hatırlatılıyor. [83]
51— Onları, korkup telaşa kapıldıkları zaman
görsen! Artık kurtulma (şansları) hiç yoktur ve yakın bir yerde
yakalanmışlardır.
52— «Biz O'na imân ettik» derler. Ama uzak bir
yerden (Âhiret'ten imâna) el sunmak (Dünya'ya yeniden
döndürülmek) onlara nereden?
53— Halbuki daha önce onu inkâr etmişler, uzak
yerden gaybe taş atmışlar (bilmedikten şeye dil
uzatmışlardı.
54— Artık onlarla arzuladıkları şey arasına bir
perde gerilmiştir. Daha önce benzerlerine yapıldığı gibi. Doğrusu onlar hep
zan ve iftiraya itici bir şüphe içindeydiler.
Hak bütün
parlaklığıyla ortada dururken, aklını, idrâkini, vicdanını ona çevirmeyip
kendini nefsanî arzularının akıntısına bırakan kimse,
şüphesiz ki kendi irâde ve fiiliyle sapıklığı seçmiştir. Kim de aklını,
idrâkini, bilgi ve yeteneğini hakkı bulmaya çevirir de kalbini ona açarsa,
şüphesiz ilâhî hidâyete namzetlik çizgisine gelmiş olur.
Aneak ilâhî vahiy insanlardan yana indirilmemiş olsaydı,
hak ile bâtılı tefrik mümkün olmaz, insanlık mutlak bir karanlık içinde
belirsiz hale gelirdi. O halde bir kişinin kalbini hakka açması, vahyin
bıraktığı tesir iledir. Vahiy inmeseydi, doğru yolun ne olduğu bilinmezdi.
Nitekim büyük sahabi İbn Mes'ûd'dan
(R.A.) bir mesele soruldu. O da «ben bunu kendi görüşüm ve içtihadımla
cevaplıyorum. Doğru cevaplarsam Allah'tandır; yanlış cevaplarsam kendi
nefsimden ve şeytandandır» dedi. [84]
«Onları korkup telaşa
kapıldıkları zaman görsen! Artık kurtulma (şansları) hiç yoktur ve yakın bir
yerde yakalanmışlardır.»
İnsan olmanın
manasını, yaratılışının hikmetini. Yüce Yaratan'ın eşya üzerindeki damgasını
idrâk edemiyen, körü körüne geçmişi taklît edip İb-lîs'in uydusu haline gelen
sapık inkarcılar, biraz ölüm anında, sonra da kabir âleminde ve daha çok âhiret gününde gerçeği görüp anlayınca müthiş bir korkuya
kapılacaklar; çok uzak sayıp ihtimal bile vermedikleri o günde ilâhî adalet ve
kahır elinde kendilerini bulacaklar. Olgunlaşma, Hakk'a
kul olma, imân nîmetiyle hayatı düzene sokma günleri çok gerilerde kalmıştır.
Şimdi ise hesap ve ceza gününde bulunuyorlar. Artık «inandık!» demenin hiçbir
yaran yoktur. Dünya'ya da artık dönüş mümkün değildir. Çünkü ilâhî plân gereği
düzen bozulmuş, sistemler altüst olup yepyeni bir düzen kurulmuştur. Fırsat
günleri geçmeden akıllarını kullanmayanlar, kendileri
için mutlak rahmet olan peygamber ve kitaba sırt çevirdiler. Karanlığa taş
atarak kısa ömürlerini bir hiç uğruna tükettiler. Yalan, iftira, inkâr ve
azgınlıkları, kendileriyle imân, irfan ve sâlih amel
arasında aşılması zor engeller meydana getirdi. O bakımdan engeli aşmadan âh\~ rete intikal edenler artık kendi niyet, inanç ve amelleriyie başbaşa kalmak
zorundadırlar; bunun başka yorumu ve çaresi söz konusu değildir. Doğan yavruyu
nasıl bir daha ana rahmine geri çevirmek mümkün değilse, ölen bir kimseyi de
artık dünya hayatına döndürmek muhaldir.
Ümitsizlik anındaki
inanmanın da bir yaran söz konusu değildir. Ömrünün son nefeslerine kadar
inkâr ve tuğyan içinde bocalayıp ısrar eden kimsenin, ölüm anındaki dönüşü ve
hakka yönelme arzusu makbul tutulmaz. Günkü artık her türlü maddî çarenin son
bulduğu bir çizgiye, ümitsizlik çizgisine gelmiş bulunuyor. İnanması iradî
değil, bir bakıma ıztırarî-dir;
korku ve ümitsizliğin neticesidir. Nitekim henüz dünyada iken, ölüm ile burun
buruna gelip bütün ümitlerini kaybeden Fir'avn'ın:
«İsrail oğul-ları'nın Rabbına
inandım» demesi kurtarıcı olmamış ve Allah tarafından kabul edilmemiştir. Çünkü
yeis halindeki imân ve tevbenin bir yararı yoktur.
Yakın gelecekte Mekke'nin putperest müşrikleri de böyle bir sonuç üe burun buruna gelebilirler. Nitekim Bedir Savaşı'nda
onların ileri gelenlerinden önemli kişiler bu çizgiye gelip dayandılar.
Mekke ve Medine
döneminde inkarcı maddeciler, sapık müşrikler âhi-ret hayatı, hesap ceza ve
mükâfat konusunda devamlı şüphe ve çoğu zaman inkâr içindeydiler. Bu da onları
rahatsız etmekte, içlerini kemirmekteydi. Ya Hz. Muhammed'in (A.S.) haber verdiği hususlar doğruysa ne
olacaktı? Zira frtratlarındaki din ve Allah duygusu,
diğer bir anlatımla, hakkın mayası zaman zaman
kabuğundan çıkmak istiyor, duygu ve düşüncelerine fısıldıyordu. Ne \zor ki,
fıtratlarındaki bu maya ile Hakk'ın sesi olan Kur'ân ve Peygamber arasında küfür ve inadın kesif perdesi
bulunuyordu. Fıtratlarından yükselen ses bu perdeye çarpıp geri dönüyor, bir
türlü onu aşamıyordu.
Cenâb-ı Hak, onların bu iç fırtınasına ve bocalama
günlerine dikkatleri çekerek şöyle tasvîrde bulunuyor: «Artık onlarla
arzuladıkları şey arasına bir perde gerilmiştir. Daha önce benzerlerine
yapıldığı gibi. Doğrusu onlar hep zan ve iftiraya itici bîr şüphe
içindedirler.»
Sebe' Sûresi'ne göklerin ve yerin yegâne sahibi Allah'a hamd ile başlandı ve inkarcı şaşkınların, maddeci
müşriklerin kendilerini devamlı zan ve İftiraya iten şüphe içinde bocaladıkları
belirtilerek noktalandı.
Bu sûrenin tefsirini
bize müyesser kılan Rabbımıza hamd-u
senalar; bize ışık tutup yolumuzu aydınlatan Resûlüllah
(A.S.) Efendimize salât-ü selâmlar oisun. [85]
[1] Tefsîr-i Kurtubî: 14/258
[2] Tefsîr-i Nisâbûrî/Nizamüddin Hasan :
22/38
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4911.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4911-4912.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4914-4915.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4915-4916.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4916.
[7] Tirmizî/tefsîr : 3/11-68
[8] Bilgi için bak: Mâide : 15,
Yusuf: 1, Şuârâ: 2, Nemi: 1, Kasas:
2- Ayrıca En'âra : 59, Yunus: 61, Hud:
6, Nemi: 75, Sebe': 3. âyetlerin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4917-4918.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4918.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4918-4919.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4919.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4919-4920.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 9/4920.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4921-4922.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4922-4923.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4923-4924.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4924.
[18] Müsned-i Ahmed
: 5/349
[19] Buharî/büyü' : 15- Tirmizî/ahlâk
: 22- Nesâî/büyû' : X- İbn Mâce/tica-ret: 1, 64- Ahmed : 6/31, 41, 42, 127, 162, 193, 201, 203, 220
[20] Nesâî : Amr
b Âs (RA)den.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4926.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4926-4927.
[22] Bilgi için bak: Enbiyâ Sûresi : 79, Sad Sûresi : 19. âyetlerin tefsiri
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4927-4928.
[24] Bilgi için bak: Enbiya Sûresi : 81, Neml Sûresi: 16. âyetlerin tefsîri
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4928-4929.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4929-4930.
[26] Bilgi için bak: Kamus Tercemesi,
Cin maddesi, Müfredat-ı Ragıb, Cin Maddesi.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4930-4931.
[28] Bilgi için bak: el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 14/271
[29] Buharî/salât:
48, 54, cenâiz : 7, menakıbü'l-ansar : 37- Müslim/mesacid: 16- Nesâî/mesacid : 13- Ahmed: 6/51
[30] îbn Mâce/zînet: 111- Ahmed : 6/49, 53, 241
[31] Müsned-i'Ahmed
: 6/172
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4931-4932.
[32] Bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî
: 14/274, 275
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4932-4933.
[33] Câmiussağîr : 1/136- selâs maddesi
[34] Buharî/teheccüd:
6, tefsîr: 48- MÜslim/münafikun: 79, 81- Tirmizî/sa-lât: 187- Nesâî/kıyamulleyl: 17- İbn Mâce/ikamet: 200- Ahmed: 4/251, 255-6/115
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4933.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4934.
[37] Âl-i îmrân Sûresi : 179
[38] Sebe' Sûresi: 14
[39] Ebû Dâvud/tıb: 21- Ahmed: 2/408, 429, 476- Tirmizî/taharet:
21
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4934-4935.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4936.
[42] Müsned-i Ahmed:
îbn Abbas (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4938.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4938-4939.
[44] Tefsîr-i Merağî: 12/71
[45] Bilgi için bak : Ana Britannica/baraj
maddesi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4939-4940.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4940.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4941.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4941.
[49] Buhari, Tevhîd:
32, Tefsir: 1/15, 1/34; Tirmizî, Tefsîr: 2/34; İbn Mâce, Mukaddeme: 13, Dâremî, Mukaddeme:
15
[50] Müslim/selâm :
124- Tirmizî/tefsîr: 34- Ahmed: 1/218
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4943-4944.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4944-4945.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4945-4946.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4946.
[54] Yunus Sûresi: 32
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4946-4947.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4947.
[57] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4949-4950.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4950.
[59] Tefsîr-i İbn Kesîr : 3/540
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4952.
[60] Müslim/birr: 32- ibn Mâce/zühd:
9- Ahmed: 2/285, 539
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4953.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4953.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4953-4954.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4954-4955.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4955.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4955-4957.
[66] A'raf Sûresi: 32
[67] Mülk Sûresi: 2
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4957-4959.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4959.
[70] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4959-4960.
[71] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4962.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4963.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4963-4964.
[74] Buharî/enbiyâ: 48- Ebû Dâvud/sünnet: 13- Müsned-i Ahmed; 2/319, 437, 463,
464, 541
[75] Bilgi için bak : Kasas
Sûresi : 46- Secde Sûresi: 3
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4964-4965.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4965.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4965-4966.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4966.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4967-4968.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4968.
[81] Geniş bilgi için bak : îsrâ
Sûresi: 81- Enbiyâ Sûresi: 18. âyetin tefsiri
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4968-4969.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4969.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4970-4971.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/4971-4972.